Professional Documents
Culture Documents
İtirafları-II
EKONOMİK TETİKÇİLER, ÇAKALLAR,
DÜNYA BANKASI VE IMF
John Perkins
ŞİRKETOKRASİ
VE ONDAN KURTULMA YOLLARI
İÇİNDEKİLER
Önsöz
I ASYA
1-Cakarta’daki Esrarengiz Kadın
2-Cüzzamlıları Soymak
3-Geyşalar
4-Bugimen
5-Yozlaşmış ve Acımasız Bir Ülke
6-SweatshopIar
7-ABD Destekli Kıyım
8-Tsunamiden Kâr Etmek
9-Yozlaşmanın Meyveleri
10-Endonezya’da Saldırı ve Dayak
11-Budist Olmayın
12-Biyolojik Zorunluluklar
13-Finans Diktatörlüğü
14-Sessiz Dev
II-LATİN AMERİKA
15-Guatemala’nın Kiralık Silahları
16-Öfkenin Güdümünde
17-Bolivya’da Gücün Başına Getirilmek Üzere...
18-La Paz’da Kârı En Üst Düzeye Çıkartmak
19-Düşü Değiştirmek
20-Chávez
21-Ekvador: Başkanının İhanet Ettiği Ülke
22-Bolivya: Bechtel ve Su Savaşları
23-Brezilya: Gardıroptaki iskeletler
25-İmparatorlukla Boy Ölçüşmek
26-Uyuşan Ruhlar
27-Bir Suikastlar Tarihçesi
28-Latin Amerika'dan Alınan Dersler
III-ORTADOĞU
29-İflas Etmiş Bir ABD
30-Kral Dolar
31-Hükümetleri Manipüle Etmek
32-Lübnan:“Düpedüz Çılgın”
33-USAID Konuşuyor
34-Mısır: Afrika’yı Kontrol Etmek
35-Kâfir Köpek
36-İran: Otoyollar ve Kaleler
37-İsrail: Amerika’nın Hazır Kıtası
38-Irak-İran Savaşı: Bir Başka ET Zaferi
39-Katar ve Dubai; Mollalar Diyarında Bir Las Vegas
40-Uçurumda
IV-AFRİKA
41-Modern Konkistadorlar
42-Amerika’nın Kucağına Oturmak
43-Bir Çakal Doğuyor
44-Diego Garcia’nın ‘Olmayan Halkı’
45-Bir Başkanı Aradan Çıkarmak
46-Air India 707’sinin Kaçırılışı
47-Bir Çevrecinin İnfazı
48-En Az Anlaşılmış Kıta
49-STK’lar: Afrika’yı Yoksul Tutma Planında Kimlerin Üstüne
Oynanıyor?
50-Dizüstü Bilgisayarlar, Cep Telefonları ve Otomobiller
51-Eski Barış Gönüllüleri Umut Vermeye Talip
52-Kararlılık: Her Şey Değişecek
V-DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK
53-Dört Zorunlu Soru
54-Değişim Mümkündür
55-Modern Hazır Kıta
56-Efsaneyi Değiştirmek
57-Yeni Kapitalizm
58-Bir Yakınma Listesi
59-Korkularımızla Yüzleşmek
60-Wall Street’i Paranın Manivela Gücüyle Değiştirmek
61-Üçüncü Dünya’nın Borçlarını Satın Almak
62-Beş Ortak Nokta
63-Fırsat Zamanları
64-Zamanımızın En Önemli Sorusu
65-Gün Bu Gündür
Kitapta Adı Geçen Kurum ve Kuruluşlar İçin Erişim Bilgileri
NOTLAR
Yayın No: 20
1,-2. Baskı, 2007
3.-4.-5. Baskı, 2009
6. Baskı, 2011
ISBN: 978-975-6006-19-1
Yayın Yönetmeni
K. Egemen İPEK
Editör
Asiye Koray BENDON
Türkçesi
Cihat TAŞÇIOĞLU
Katkıda Bulunanlar
Zuhal KOÇDAĞ
Son Okuma ve Dizgi
Özlem ARAS
Kapak Tasarım
Mineral Tasarım
Baskı
Özkan Matbaacılık
Yayın
A.P.R.I.L Yayıncılık
Cinnah Cad. Kırkpınar Sok. 5/4 06690Çankaya-ANKARA
Tel: (0312) 440 8011 Fax: (0312) 440 89 10
www.aprilyayincilik.com
bilgi@aprilyayincilik.com
THE SECRET HISTORY OF AMERICAN EMPIRE © 2006
BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI 2 © 2007 Bu
kitabın yayın hakları AKÇALI Telif Hakları Ajansı
aracılığı ile alınmıştır.
Her türlü yayım hakkı A.P.R.I.L Yayıncılık'a aittir. Bu
kitabın baskısından 5846 ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Yasası Hükümleri gereğince alıntı yapılamaz,
fotokopi yöntemiyle çoğaltılamaz, resim, şekil, şema,
grafik vb.ler yayınevinin izni olmadan kopya edilemez.
Önsöz
Bu kitap Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’in bıraktığı
yerden başlar. 2004 yılında ilk kitabımı yazmayı
bitirdiğimde, birilerinin benim ekonomik tetikçi (ET)
olarak yaşadığım hayatı okumakla ilgilenip
ilgilenmeyeceği konusunda hiçbir ikrim yoktu. İtiraf
etme gereği duyduğum olayları anlatmaya karar
vermiştim. Sonrasında ABD’yi ve ö teki ü lkeleri
dolaştıkça, konuşmalar yaptıkça, tartışma
programlarına katıldıkça ve geleceğimiz için kaygılar
taşıyan insanlarla konuştukça, dü nyanın her tarafındaki
insanların bu dünyanın uzak kö şelerinde gerçekten neler
olup bittiğini bilme isteği taşıdığının bilincine vardım.
Hepimiz haberlerin satır aralarını okuyabilmek,
ü lkemizi, iş dü nyamızı ve medyamızı (işbirliği ya da bir
şirketleşme anlayışıyla) yö neten bireylerin sadece kendi
amaçlarına hizmet eden bir sö ylemle kararttığı
gerçekleri duymak isteriz.
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de açıkladığım gibi,
o kitabı yazmaya birçok kez niyetlenmiştim. Oteki
ekonomik tetikçiler ve sponsorluğunu CIA’nın yaptığı,
rüşvet, tehdit ve kimi zaman suikast eylemleriyle On
plana çıkan çakallarla ilişkiye geçtim; onlardan
ö ykü lerini anlatmalarını istedim. Ama bu girişimimin
haberi çabucak yayıldı ve kendimi hem rü şvetle
doyurulur halde, hem de bü yü k tehditler altında buldum.
Yazmayı kestim. 11 Eylü l saldırılarından sonra tekrar
harekete geçmeye karar verince, bu kez mü sveddeler
hazır olana dek yazdıklarımdan kimseye sö z etmemekte
kararlıydım. Bir noktaya gelindiğinde, bu benim için bir
yaşam sigortası olacaktı. Çakallar bana bir şey olursa
kitabın satışının roket gibi fırlayacağını bilecekti. Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’i benzer deneyimlerden
geçmiş diğerlerinden yardım almadan yazmak zor
olmuştu ama benim için gü venli bir gü zergâ h da
oluşturmuştu.
Kitap yayınlandıktan sonra kimi insanlar gö lgelerden
çıkmaya başladı. Ekonomik tetikçiler, çakallar,
haberciler, Barış Gö nü llü leri, ticari kuruluşların, Dü nya
Bankası’nın, IMF’nin yö neticileri ve devlet memurları
kendi itira larını paylaşmak için bir adım atıp benimle
ilişkiye geçmeye başladı. Onların ö ykü leri, okuyacağınız
sayfalara çocuklarımızın miras alacağı dü nyayı
şekillendirmiş gerçekler olarak yansıyacaktır. Hepsi de
kaçınılmaz sonucun altını vurguyla çizer: Harekete
geçmeliyiz, değişmeliyiz.
Bu kitapta keder ve lanetli bir yazgıya doğru gidiş
belirtileri bulmayacağınızı ö nceden belirtmek isterim.
Ben iyimser bir insanım. Sorunlarımız her ne kadar ciddi
olsa da, insan aklının ü rü nü dü r. Yani gezegenimiz
kaçılması olanaksız dev bir meteor tarafından tehdit
edilmiyor. Gü ne şin verdiği ısı sö nmeye yü z tutmadı
henüz. Mevcut sorunları biz yarattıysak, çö zü m de ancak
bizde olabilir. Geçmi şimizin karanlık girintilerini
araştırarak, geleceğe dö nü k araştırmaya (ve değişime)
bir ışık kaynağı oluşturabiliriz.
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I başlıklı kitabım
çıktıktan birkaç ay sonra Washington’daki bir
kitabevinden bir davet aldım. Konuşma yapmam ve
imza vermem isteniyordu. Beni dinleyicilere sunacak
olan hanım, Dünya Bankası’ndan da birilerinin gelmesini
beklediklerini söylemişti. Bu beni çok gerilere götürdü.
Temelleri 1944’te, çocukluk ve gençlik yıllarımın
geçtiği New Hampshire’deki Bretton Woods’da atılan
Dü nya Bankası, savaşta yıkıma uğrayan ü lkelerin
toparlanmasına yardım etmek amacıyla kurulmuştu.
Kurumun misyonu kısa zaman içinde kapitalist sistemin
o zamanki Sovyetler Birliği’ne ü stü nlü ğü nü kanıtlamaya
dönüştü. Organizasyon çalışanları daha sonra bu rolü bir
adım daha ileri taşıyarak, kapitalizmin ana
oyuncularından çokuluslu şirketlerle sıcak ilişkiler
kurdu. Bu da bana ve ö teki ekonomik tetikçilere multi-
trilyon dolarlık bir çıkar sağlama oyununun kö şesine
ilişme fırsatı tanıdı. Dü nya Bankası’ndan ve kardeş
organizasyonlarından gelen fonları gö rü nü şte yoksul
halklara yardım etmek için ama gerçekte varlıklı
insanların çıkarlarını ö n planda tutarak aktardık. Bunu
yaparken sıkça izlediğimiz yol ticari kuruluşlarımızın
gö z diktiği (petrol gibi) kaynaklara sahip, gelişmekte
olan bir ü lke belirleyip, çok bü yü k miktarlarda
borçlanmasını sağlamak, bu paranın çok bü yü k bir
bö lü mü nü de bizim mü hendislik ve inşaat irmalarımıza
(o arada birazını da ü lke içinde bizimle işbirliği yapan
kişilere) yö nlendirmekti. Her yerde enerji santralleri,
havaalanları, sanayi tesisleri gibi altyapı projeleri patlak
veriyordu. Ancak bunların elektrik şebekelerine bağlı
olmayan, havaalanı kullanmayan ve sanayi tesislerinde
işe girecek eğitim ve yapıya sahip olmayan yoksullara
nadiren yararı oluyordu. Sü recin bir aşamasında
ekonomik tetikçiler olarak ü lkeye geri dö nü yor ve
katkılarımızın bedelini istiyor, bunu ucuz petrol, kritik
Birleşmiş Milletler kararlarında yandaş oy ya da
askerlerimizin Irak gibi yerlerde desteklenmesi olarak
tahsil ediyorduk.
İlk kitabımı yazdıktan sonra yaptığım konuşmalarda,
dinleyicilerimi (çoğu insanın yanlış anladığı bir noktayı
açıklayarak) uyarma gereği duydum: Dü nya Bankası
gerçekte ‘dü nyanın bankası’ değil ABD’nin bankasıdır.
Tıpkı onun en yakın çalışma arkadaşı konumunda olan
kardeş kuruluşu IMF gibi. Yö netim kurullarındaki 24
yö neticiden 8 kişi birer ü lkenin temsilcisidir: ABD,
Japonya, Almanya, Fransa, Britanya, Suudi Arabistan, Çin
ve Rusya. Oteki 184 ü ye ü lke, geri kalan 16 yö netici
tarafından temsil edilir. ABD, IMF’de belirleyici oyun
%17’sini, Dü nya Bankası’ndaysa %16’sını elinde
bulundurur; onu IMF’de yaklaşık %6 ve Dü nya
Bankası’nda %8 ile Japonya izler. ABD ayrıca kararları
veto etme yetkisine sahiptir ve Dünya Bankası başkanını
da ABD başkanı atar.
Bunlar ö nü mü zdeki sayfalarda sıkça karşılaşacağımız
bazı kavram ve kuruluşlara dair kısa notlardı. Kitaba
geçmeden ö nce biraz daha açıklığa kavuşturmamız
gereken birkaç nokta daha olabilir, Orne ğin
imparatorluk kavramı.
Son birkaç yıldan beri Amerika kastedilerek dile
getirilen imparatorluk yakıştırması okullarda, basında,
hatta akşam içkilerine eşlik eden sohbetlerde ağızdan
ağza dolaşıyor. Ama bir imparatorluk tam olarak nedir?
Harika anayasası, İnsan Hakları Bildirgesi, o ü nlü
demokrasi savunuculuğuyla Amerika, akla zarar bir
zulü m geçmişini ve sadece kendi çıkarlarını kovalamayı
belirten böyle bir etiketi gerçekten hak ediyor mu?
İmparatorluk{1}: Başka ulus devletleri egemenliği
altında tutan ve şu karakteristiklerden bir ya da birden
fazlasını gö steren ulus devlettir: 1) Egemenliği altında
tuttuğu toprakların kaynaklarını sö mü rü r. 2) Kendi
nü fusu başka ü lkelerle kıyaslandığı zaman oransız
bulunacak miktarda kaynak tü ketir. 3) Daha ılımlı
ö nlemler yetersiz kaldığında, politikalarını dayatarak
hayata geçirecek bü yü k ordular besler. 4) Dilini,
edebiyatını, sanatını ve kü ltü rü nü n birçok unsurunu etki
alanı içinde yayar. 5) Sadece kendi yurtta şlarını değil,
başka ü lkelerin halklarını da vergiye bağlar. 6) Kontrolü
altındaki ülkelere kendi para birimini dayatır.
İmparatorluğun yukarıda verdiğim tanımı, 2005 ve
2006 yıllarında çıktığım konferans turnelerinde çok
sayıda ü niversite ö ğrencisiyle birlikte belirlenmiştir.
Tü m ö ğrenciler neredeyse istisnasız, Birleşik
Devletler’in bir kü resel imparatorluğun tü m
karakteristik ö zelliklerine sahip olduğu ve yukarıda
sıralanan altı ana noktanın gereğini yerine getirdiği
sonucunda birleşmiştir. Şöyle:
1-2: ABD dü nya nü fusunun %5’ten azına sahiptir. Ama
dü nya kaynaklarının %25’ten fazlasını tü ketir. Bu bü yü k
ö lçü de başka ü lkelerin ve ö ncelikle gelişmekte olanların
sömürülmesiyle gerçekleştirilir.
3: ABD dü nyanın en bü yü k ve en so istike donanıma
sahip ordusunu besler. Her ne kadar imparatorluğu
(ekonomik tetikçilerin de katılımıyla) ekonomi temelli
olsa da, dü nya liderleri, başka yaptırımların yetersiz
kaldığı anda (Irak’ta olduğu gibi) ordunun devreye
gireceğini bilir.
4 : İngiliz dili ve Amerikan kü ltü rü dü nyayı domine
eder.
5 - 6 : ABD her ne kadar ü lkeleri doğrudan
vergilendirmese de ve dolar ulusal para birimlerinin
yerine resmen geçirilmiş olmasa da, şirketokrasi gizli
bir vergi sistemi dayatır. Bö ylece dolar dü nya ticaretinin
standart para birimi haline gelmiştir. Bu sü reç İkinci
Dü nya Savaşı sonrasında altın standardının yeniden
dü zenlenmesiyle başlamıştır; 1950’ler ve 1960’larda
para satışları Amerika’nın bü yü yen tü ketimini, Kore ve
Vietnam savaşlarını, Başkan Lyndon B. Johnson’un
Bü yü k Toplum’unu inanse edecek şekilde
genişletilmiştir. Bunun sonraki dö nemlerde nas ıl
dayatıldığını (ö zellikle Suudi Arabistan Para Aklama
Tezgahı SAMA’yı) ilerleyen bölümlerde okuyacaksınız.
Öğrencilerle yaptığım tartışmalarda ö ne çıkan yedinci
bir nokta daha vardı: Bir imparatorluk, hü kü met ve
iletişim organları (gü nü mü zde medya) ü zerinde
denetime sahip, gü cü halk tarafından seçilerek eline
geçirmemiş, halkın iradesi erişiminde olmayan ve
iktidar sü resi ve koşulları yasalarca belirlenmemiş bir
imparator ya da hü kü mdarın buyruğu altındadır. Bu
koşul ilk bakışta Birleşik Devletler’i ö teki
imparatorluklardan ayrı yere koyar ama bu bir
yanılsamadır. Sö zü nü etti ğimiz imparatorluk, bir
hü kü mdar gibi ve eşgü dü m içinde davranan bir grup
insanın denetimi altındadır. Bunlar hü kü met ile i ş
dünyası arasında ‘dö ner kapı’ gibi iki yana da açılarak
çalışan bir sistem oluşturmuştur. Siyasi kampanyaları
ve medyayı fonlar aracılığıyla inanse ettiklerinden,
seçimle gelinen gö revlere yerleşen kişileri ve bize
verilen bilgileri denetim altında tutarlar. Bu insanlar
(yani şirketokrasiyi oluşturanlar), Beyaz Saray ya da
Kongre’yle kimin kimi denetimi altında tuttuğundan
bağımsız olarak ü lkeye hü kü met edenlerdir ve hü kü met
süreleri ve koşulları yasalarca belirlenmemiştir.
Bu modern imparatorluk, gizlice ve yasal değerler gö z
ardı edilerek kurulmuştur. Denetimi alt ında yaşayan
yurttaşların bü yü k bö lü mü varlığından habersizdir. Ama
onun tarafından sö mü rü lü r ve bir bö lü mü yoksulluğa
sü rü klenir. Daha ü st ö lçekteki etkileriyse, kabul
edilemez dü zeydedir: Her gü n ortalama 24 bin insan
açlık ya da açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle ö lmektedir.
Dü nya nü fusunun yarısından fazlası gü nde bir dolardan
az bir gelirle yaşamaya mahkum edilmiştir, yani bizim
konforlu hayatlarımızı devam ettirebilmemiz için
milyonlarca insanın çok bü yü k bedeller ö demesi
gerekmektedir. Ve ço ğumuz bu bedellerin nasıl acılarla
ödendiğine ya yabancı kalırız ya da bunları inkâ r eder,
gö rmezden geliriz. Ama çocuklarımızın bizim
yarattığımız dengesizlikten doğan ve bizim şimdi
kaçtığımız sorumluluğu ü stlenmekten başka seçeneği
olmayacaktır.
Tarih ö ğretmenleri imparatorlukların ayakta
kalamadığını, çö ktü klerini ya da yıkıldıklarını anlatır.
Savaşlar devam eder ve doğan boşluğu başka
imparatorluklar doldurur. Tarih bize ibret al ınması
gereken bir mesaj gö nderiyor. De ğişmemiz gerek.
Gelinen noktada, tarihin kendini tekrar etmesine seyirci
kalacak lükse sahip değiliz.
Ve bu kitap da, o aşamaya nasıl gelindiğini tü m
çıplaklığıyla gösterecek gerçekleri ve örnekleri anlatıyor.
I ASYA
1-Cakarta’daki Esrarengiz Kadın
1971’de Asya’ya gitmek ü zere yola çıktığımda tecavü z
etmeye ve yağmalamaya hazırdım. Yirmi altı
yaşındaydım; kendimi hayat tarafından aldatılmış
hissediyordum. İntikam almak istiyordum.
Şimdi durup geçmişe baktığımda, bana mesleğimi
kazandır a n şeyin ö ke olduğunu gö rü yorum. Ulusal
Gü venlik Servisi’nde (NSA) saatler boyunca yapılan
psikolojik testler beni potansiyel ekonomik tetikçi
olarak tanımlamıştı. Ulkenin en gizli casusluk
organizasyonu, tutkuları imparatorluğu genişletme
misyonuna yardım edecek şekilde yö nlendirilebilecek
bir adam olduğum sonucuna varmıştı. Bö ylece
şirketokrasinin kirli işlerini yapan, yani Üçüncü Dünya’yı
yağmalamak için ideal bir aday olan uluslararası
danışmanlık firması Chas. T. Main (MAIN) tarafından işe
alındım.
Her ne kadar ö kemin nedenleri Bir Ekonomik
Tetikçinin İtirafları I’de{2} ayrıntılarıyla anlatıldıysa da,
birkaç cü mlede ö zetlenebilir. Yoksul bir ortaokul
öğretmeninin oğlu olarak bü yü rken, çevremde hep
varlıklı çocuklar olmuştu. Kadınlar beni hem bü yü ler,
hem de ü rkü tü rdü ; o nedenle de onlardan uzak durmayı
yeğlemiştim. Nefret ettiğim bir ü niversiteye, sırf annem
ve babam istediği için kaydoldum. İlk karşı çıkış
hareketim okulu bırakıp bir kent gazetesinde fotokopi
işlerine bakmak ü zere çalışmaya başlamaktı; sevdiğim
işi bulmuştum. Ama sonra askere alınmaktan kurtulmak
için mecburen ü niversiteye dö ndü m. Çok genç yaşta
evlendim, çü nkü sonunda karşıma beni olduğum gibi
kabul edecek bir kız çıkmıştı. Beş parasız bir Barış
Gö nü llü sü olarak Amazon’da ve And Dağları’nda ü ç yıl
kaldım.
Kendimi gerçek ve sadık bir Amerikalı addediyordum.
Bunun da ö keme katkısı oluyordu. Atalarım ABD’nin
girdiği birçok savaşta yer almıştı. Ailemdeki baskın
siyasi eğilim muhafazakâ r Cumhuriyetçi çizgideydi.
Dişlerimi Thomas Paine{3} ve Thomas Jefferson ile
bilediğimden, bir muhafazakâ rın ü lkemizin temelindeki
ideallere, adalete ve herkes için eşitliğe inanan kişi
olduğunu dü şü nü yordum; Vietnam’da bu ideallere
ihanet edilmesine ve petrol şirketlerine ö ke
duyuyordum. Çü nkü Amazon’da iken Washington’un
hilelerini ve insanları nasıl köleleştirdiğini görmüştüm.
Neden bir ekonomik tetikçi olmayı seçtim?
İdeallerimle uyuştuğu için mi? Geriye baktığımda bu işin
fantezilerimin çoğunu tatmin ettiğini gö rü yorum: Para,
gü ç, gü zel kadınlar ve hepsinin yanı sıra egzotik
diyarlara birinci sınıf bilet. Elbette ki, yasadışı hiçbir şey
yapmak zorunda kalmayacağım sö ylenmişt i . İşimi iyi
yaparsam ö vgü yle karşılanıp yü celtilecek, Ivy
League’deki{4} ü niversitelerde ders vermeye,
aristokrasiyle yemek yiyip şarap içmeye davet
edilecektim. Bir yandan da çıktığım o yolculuğun
tehlikelerle dolu olduğunu seziyordum. Ruhum
karşılığında kumar oynuyor, istisnalar olabilece ğini
kanıtlayacağıma inanıyordum. Asya’da ilk birkaç yıl
işimin semeresini aldıktan sonra, sistemi a işe etmeyi
ve kahraman olmayı düşünüyordum.
Şunu da itiraf etmeliyim ki, çocukluğumda korsanlar
ve macera duygusu beni bü yü lerdi. Oysa tam tersi bir
hayat sü rmü ş, her zaman benden beklenenleri yerine
getirmiştim. Universiteyi (bir yarıyıl için) bırakmak
dışında ideal oğul olmuştum. Şimdiyse tecavü z ve talan
zamanıydı.
Endonezya benim ilk kurbanım olacaktı.
Dünyanın en bü yü k takımada devleti olan Endonezya,
Güneydoğu Asya ile Avustralya arasına yayılmış 17 bin
adadan oluşur. 300 farklı etnik grup, 250 kadar
birbirinden ayırt edilebilir dil konuşur. Nü fusu içinde
başka herhangi bir ulusunkinden fazla Mü slü man
barındırır. 1960’lara girildi ğinde ü lkenin bol miktarda
petrole sahip olduğu anlaşılmıştır.
Başkan John F. Kennedy 1963 yılında Gü ney Vietnamlı
Ngo Dinh Diem’e yapılan darbeyi destekleyerek Asya’yı
antikomü nist imparatorluk kurma peşinde olanların
mekânına dönüştürmüştü . Diem suikasta kurban gitti ve
birçok insan bu emri CIA’nın verdiğine inandı. Ne de olsa
İran’da Musaddık’a, Irak’ta Kasım’a, Venezuela’da Jacobo
Arbenz’e ve Kongo’da Lumumba’ya karşı yapılan
darbeleri dü zenleyip idare edenin de CIA olduğu
biliniyordu. Diem’in devrilmesi de ABD askeri gü çlerinin
Güneydoğu Asya’ya yerleşmesini, sonrasında da
Vietnam Savaşı’nı doğurdu.
İşler Kennedy’nin planladığı gibi gitmiyordu. Nitekim
onun suikast sonucu ö lü mü nden uzunca bir sü re sonra,
savaş ABD için bir felakete dö nü ştü . 1969’da Başkan
Richard M. Nixon bir dizi asker çekme girişiminde
bulundu. Onun yö netimi daha ö rtü lü stratejiler
benimseyerek bir ü lkeyi diğerinin ardından
komünistleştirecek zincirleme domino etkisini
engellemeye odaklandı. Endonezya komü nizmin
yayılmasını engellemekte kilit konuma geçmişti.
Endonezya’nın stratejik ü lke kabul edilmesinin
birincil nedenlerinden biri Başkan Suharto idi.
Görüşlerinden ö dü n vermeyen bir antikomü nist olarak
ü n yapmıştı Suharto, politikalarını uygulamaya
koyarken en acımasız yö ntemlere başvurmaktan
çekinmiyordu. 1965 yılında ordunun başkumandanı
olarak komü nist yanlısı bir darbeyi ezdi. Bunu izleyen
kanlı olaylarda 300 bin ila 500 bin insan hayatını
kaybetti ki bu vahşet Adolf Hitler, Josef Stalin ve Mao
Tse-Tung’unkilerle birlikte yü zy ılın en bü yü k siyasi
gü dü mlü kitle katliamları arasına girdi. Bir milyon kadar
insan da hapse ve toplama kamplarına atıldı. Bu ö lü m ve
tutuklama dalgasının sonrasında Suharto, 1968 yılında
başkan olarak yönetimi ele aldı.
Ben 1971 yılında Endonezya’ya gittiğimde, ABD’nin
dış politikası açık ve netti: Komü nizmi engelle, Başkan’ı
destekle. Suharto’nun Washington’a t ıpkı İran Şahı gibi
hizmet etmesini bekliyorduk. İki adam aynı ö zelliklere
sahipti: Tamah, kibir ve pervas ızlık. Petrolü ne gö z
dikmenin yanı sıra Endonezya’nın Asya’nın geri kalanına
olduğu kadar İslam dü nyasına da, ö zellikle de
Ortadoğu’ya örnek oluşturmasını istiyorduk.
Benim şirketim MAIN’in gö revi, Suharto ve avenesini
(daha da zenginleşmelerini sağlayacak) sanayileşme
dü zeyine taşıyacak ve bu yolla uzun vadeli Amerikan
egemenliğini pekiştirecek entegre elektrik sistemlerinin
geliştirilmesiydi. Benim kişisel gö revim ise Dü nya
Bankası, Asya Gelişme Bankası ve Birleşik Devletler
Kalkınma Ajansı’ndan (USAID) inans sağlanması için
gerekli ekonomik çalışmaları yapmaktı.
Cakarta’ya vardıktan hemen sonra MAIN ekibi olarak
Hotel InterContinental’ın ü st katındaki şık restoranda
buluştuk. Proje mü dü rü mü z Charlie Illingworth
misyonumuzu bize ö zetledi: “Ulkeyi komü nizmin
pençesinden kurtarmak için gerekli her şeyi yapmak
ü zere buradayız. Yurdumuzun petrole nasıl bağımlı
olduğunu hepimiz biliyoruz. Endonezya bu yö nden
bizim için gü çlü bir mü tte ik olabilir. Sonuç olarak, ana
planı geliştirirken petrol endü strisinin ve ona hizmet
eden diğerlerinin -limanların, boru hatlarının, inşaat
şirketlerinin- 20 yıllık planın tamamı boyunca elektrik
ihtiyacı adına istediği her şeyi almasına özen gösterin.”
O zamanlar Cakarta’daki devlet dairelerinin çoğu çok
erken, saat yedi gibi açılır ve ö ğleden sonra ikide
kapanırdı. Oğle yemeği kapanış saatine ertelenirdi ama
memurlar kahve, çay ve bir şeyler atıştırmak için
molalar verirdi. Ben de o aralarda çabucak otele gitmeyi,
mayomu giyip havuza inmeyi, ton balıklı sandviçle yerel
bir bira olan Bintang Baru ısmarlamayı â det edinmiştim.
Gerçi yanımda toplantılar sırasında biriken belgelerle
dolu, bavul bü yü klü ğü nde bir çantayla geziyordum ama
yine de iyi manevraydı; çalışırken bir yandan da
güneşleniyor, ço ğu uzak bö lgelerde gö revli olan ve
sadece tatil gü nlerini Cakarta’da geçiren Amerikalı
petrolcü lerin ya da kentteki o islerde çalışan
yö neticilerin eşi olan bikinili gü zel hanımlara gö z
atıyordum.
Asya-Amerikan karışımını miras olarak almış gibi
gö rü nen, benim yaşlarımda bir kadına vurulmam fazla
zaman almadı. İnsanı afallatacak kadar dü zgü n iziğinin
yanı sıra alışılmadık derecede de cana yakındı. Aslına
bakılırsa, ayağa kalkışında, gerinmesinde, İngilizce
olarak yemek siparişi verirken bana gü lü msemesinde ve
havuza dalışında benimle lö rt eden bir yan var gibiydi.
O gibi durumlarda başımı başka yana çeviriveriyordum.
Çü nkü kızardığımın farkındaydım. Ve beni pü riten bir
anlayışla büyüten ebeveynlerime kızıyordum.
Her gü n saat dö rt dolaylarında, yani benim havuz
kenarına yaklaşmamdan bir buçuk saat sonra, kadına
Japon olduğu anlaşılan bir adam katılıyordu. Kö şedeki
butikten alınma pantolonla iyi ü tü lü bir gö mleğin resmi
kıyafet kabul edildiği bir ü lkede garipsenecek şekilde
takım elbise giyiyordu adam. Birkaç dakika sohbet
ediyor, sonra birlikte gidiyorlardı. Onları gö rmek için
otelin bar ve restoranlarında etrafa bakınıyordum ama
havuz haricinde hiçbir yerde birlikte ya da tek başına
rastlamıyordum.
Bir ö ğleden sonra asansö rle giriş katına inerken
kendimi hazırladım. Konuşmak için kadına
yanaşacaktım. Kendi kendime kaybedecek bir şeyim
olmadığını sö ylü yordum; Japon adamla evli olduğu
belliydi ve benim istediğim de sadece birileriyle iş
konuları dışında İngilizce konuşmaktı. Bunu uygunsuz
bir yaklaşım olarak kabul edecek değildi herhalde. Bu
yorumla iyice şevke geldim.
Beklentilerimle neşelenmiş halde bir şarkı
mırıldanarak havuza geçtim. Ama dışarıya çıkar çıkmaz
adımlarım şaşkınlık ve hayal kırıklığıyla yavaşladı. Kadın
her zamanki yerinde değildi. Tela şla etrafa bakındım,
başka yerde de gö remedim onu. Çantamı bir şezlonga
bırakıp havuz çevresindeki bahçeleri aradım. Daha ö nce
oralara hiç gitmemiştim. Envai çeşit orkideyle renklere,
cennet kuşlarının bağırtılarıyla seslere bü rü nmü ş,
Amazon’da gö rdü klerimin yanında dev sayılabilecek
bromeliadlarla dolu uçsuz bucaksız bahçelere sahip
olduklarını ilk kez fark ediyordum. Ama aklımda sadece
kaçırdığım fırsat vardı. Palmiyeler ve tropik çalılar,
kü çü k kuytular, saklanma yerleri oluşturuyordu. Bodur
bitkilerden oluşan bir çitin gerisindeki kü çü k çimliğe
serilmiş havluda yatan kadını gö rü nce o yana yö neldim.
Ve yanına ulaşınca onu uyandırmayı başardım. Arkası
çözülmüş bikini üstünü göğüslerine bastırarak doğruldu,
beni dikizcilikle suçlar gibi yü zü me baktı ve bağırarak
anlamadığım bir dilde bir şeyler sö yledi. Yapabildiğimce
özür dileyip çantamı bıraktığım yere döndüm.
Garson siparişimi almak için yanıma gelince kadının
her zaman oturduğu ve şimdi boş olan yeri gö sterdim.
Başını eğerek gü lü msedi ve oraya taşımak için çantamı
aldı.
“Hayır, hayır, tidak” Hâ lâ aynı yeri işaret ediyordum.
“Kadın. O nerede?” Havuz kenarında çalışan bir
garsonun daimi mü şterilerin alışkanlıklarını bileceğini
düşünmüştü m. Ayrıca Japon adam da iyi bahşiş
bırakacak birine benziyordu.
“Hayır, hayır,” dedi garson. “Tidak.”
Ellerimi evrensel bir jest olduğunu dü şündüğüm
şekilde iki yana açıp omuz silktim. “Nereye gittiğini
biliyor musun?”
Beni taklit ederek aynı şeyi yaptı ve yü zü nde
sersemce bir gü lü msemeyle sö zlerimi tekrar etmeye
çalıştı. “Nere gitti?”
“Evet. Nereye gitti?”
“Evet,” diye tekrarladı, “Nere?” Bir kez daha omuz
silkti. Yü zü ndeki ifade Alice Harikalar Diyar’ındaki
Cheshire Kedisi’ninkini andırıyordu. Sonra parmaklarını
şıklattı ve güldü. “Evet!”
Soluğumu koyuverirken havuz başı garsonlarıyla ilgili
kuramımı gözden geçirmem gerektiğini düşünüyordum.
Adam, “Tonbalık sandviç, Bintang Baru?” dedi.
Başımı sallamakla yetindim. Koşar adım gitti.
Saat dö rt oldu ve geçti. Ne kadından eser vardı, ne de
her gü n buluştuğu adamdan. Odama gittim, duş alıp
giyindim ve otelden çıktım. Oradan biraz uzaklaşmak
istiyordum. Kendimi kentin yerel sahneleriyle
oyalayacaktım.
2-Cüzzamlıları Soymak
Tipik bir Cakarta akşamıydı; sıcak ve yapış yapış.
Yağmur tehdidi taşıyan ağır bulutlar kentin ü zerinde
asılıp kalmıştı. Daha ö nce arazi aracım olmadan otelden
hiç çıkmamıştım. Adımımı kaldırımdan otelin araç
yoluna atar atmaz becak olarak bilinen ü ç tekerlekli
bisiklet taksilerden biri tarafından neredeyse
çiğneniyordum. Arabayla toplantılara giderken o
araçlardan yü zlercesinin yanından geçmiştim. Yü ksek
oturakların yanlarındaki dü z yü zeylere yaptıkları
gökkuşağının tü m renklerini taşıyan resimleri pitoresk
ve Endonezya’nın bir sanatçılar diyarı olduğunu gö sterir
nitelikte bulmuştum. Şimdi o araçlara dair bir başka şey
daha gö rü yordum: Sü rü cü leri paçavralara bü rü nmü ş,
müşteri kapmak için birbirleriyle telaş ve çaresizlik
içinde rekabet eden son derece yoksul adamlardı.
Zillerini çalarak ve dikkatimi çekmek için bağrışarak
başıma ü şüşmüşlerdi. Kendimi onlardan sakınmaya
çalışırken, kaldırım kenarındaki katran karası, çö p dolu
ve idrar kokan oluğun içine bastım.
Oluk dik bir meyille sö mü rgecilik dö neminde
Hollandalılar tarafından yapılmış olan çok sayıdaki
kanaldan birine açılıyordu. Şimdi durgun su ve pislikle
dolu kanalın yü zeyi yeşil ve çü rü mü ş gibi gö rü nen bir
kö pü kle kaplıydı; kokusu da dayanılmaz derecede
kö tü ydü . Denizi tarım arazisine dö nü ştü recek kadar
yaratıcı insanların, o tropik sıcağın gö beğinde bir
Amsterdam kurma girişimi akıl almaz derecede abes
geliyordu insana. Kanal da kendisini besleyen cadde
olukları gibi molozla dolmuş taşıyordu. Biri diğerinden
sadece belirgin kokuları sayesinde ayırt edilebilirdi.
Cadde oluklarınınki çü rü mü ş meyve ve idrar kokarken,
kanalınki daha karanlık, daha uzun vadeli bir keskinlik,
insan dışkısı ve çürüme getiriyordu akla.
Yol kenarlarını işgal etmiş bisiklet taksileri
geçiştirerek yü rü meye devam ettim. Onların ö tesindeki
anayolda çılgınca akan bir otomobil ve motosiklet tra iği
vardı; durmadan çalan kornaların, homurdanan
motorların, patlayan egzozların gü rü ltü sü , sıcak
asfalttan yayılan geniz yakıcı yağ kokusu, nemli
havadaki gazlarla birleşince boğucu bir hal alıyordu.
Tü m bunların ağırlığı beni iziksel olarak etkilemeye
başlamıştı.
Kendimi saldırıya ve yenilgiye uğramış hissederek bir
an duraladım. Vazgeçip otelin dinginliğine dö nme
düşü ncesi cazip gelmeye başlamıştı. Sonra kendi
kendime Amazon ormanlarına dayandığımı, And
Dağları’nda her gü n patates ve bir avuç bitki tohumu
yiyerek kerpiç barakalarda oturan, çocuklarının adları
sorulduğunda yaşayanların yanı sıra ö lenlerin (ki
onların sayısı hayatta olanlardan daha fazlaydı) adını da
sayan insanlarla yaşadığımı hatırlattım. Ekibimin ö teki
ü yelerini ve ziyaret ettikleri ü lkelere orada yaşayan
insanların gö zü yle bakmaktan kasıtlı olarak kaçınan tü m
Amerikalılar’ı dü şü ndü m. Barış Gö nü llü sü olarak
yaşadığım deneyimleri anımsamıştım birden; o
insanlardan bazılarıyla kurduğum bağlardan,
yaşamlarını bana açışlarından, zaten kıt olan
edinimlerini mutlulukla, bencillikten uzak, sıcacık,
terbiyeli bir tavırla paylaşmalarından ve hatta beni
sevmelerinden çok etkilenmiştim. Çö kmekte olan
Cakarta akşamında tek başıma ö ylece dikilirken
gerçekten korsanlık yapmaya uygun kumaşım olup
olmadığını dü şü nü yordum. O becak sü rü cü lerini, otelde
ve iş için gittiğim o islerde hizmetime koşan genç
insanları, pirinç tarlalarında didinen kö ylü leri,
balıkçıları, yoksul terzileri ve marangozları soyabilir
miydim? Zenginden çalan bir Robin Hood ya da kralın
altınlarıyla yü klü İspanyol kalyonuna saldıran bir korsan
olmak başk a şeydi, yoksulları tamamen perişan
durumda bırakacak şekilde talana dalmak başk a şey.
Aslında yapmakta olduğum işin başka bir tari i daha
vardı: Yoksuldan çalıp zengine vermek (ve arada
komisyonumu almak). Nasıl yapabilirdim bunu? Charlie
Illingworth ve onunkine benzer işleri olan başkaları,
kendi benliklerine tahammü l ederek nasıl
yaşayabiliyordu?
Kişisel sorumluluğumu ü stlenmeliydim. Ekvador’da
geçirdiğim yılların, bana, meslektaşlarımın ya da
vergileriyle bizi destekleyen mü kelle lerin sahip
olmadığı bir perspektif verdiği olasılığını gö z ö nü ne
almalıydım. Bana pek az Amerikalının paylaştığı anlayış
ve meselelerin içyü zü nü gö rme yeteneği armağan
edilmişti (ya da başka deyişle ö yle bir lanete
uğramıştım). Herkes yaptığını haklı gö stermek için
kendine gö re nedenlere sığınıyordu. Charlie
komü nistlere karşı mü cadele veriyordu. Başkalarının
derdi sadece kâr etmekti. Bunun ‘itin iti yediği bir dünya’
olduğunu sö ylü yorlardı. “Ailem her şeyden ö nce gelir,”
diyen vardı. Kimileri ö teki ırkları ve sınıfları, ö zü nden
tembel ya da ikinci sınıf gö rü yor, ü stlerine çö reklenen
belaları hak ettiklerini dü şü nü yordu. Sanırım elektrik
şebekelerine servetler yatırmanın dü nyanın sorunlarını
çözeceğine sahiden inanan birkaç kişi de vardı. Ya ben?
Benim yapılanı haklı gö stermek için sığındığım sö zde
neden neydi? Ben kendini çok yaşlı hisseden bir gençtim
sadece.
Bakışlarım kanala sabitlenip kalmıştı. Yanımda Tom
Paine’nin Sağduyu'sunun bir kopyası olmasını çok
isterdim; bö ylece onu karşımdaki pis sulara fırlatıp
atabilirdim.
O dalgınlık anında gö zü m daha ö nce farkına
varmadığım bir şeye ilişti. Yıpranmış, bü yü kçe bir
karton kutuydu. Durgun ve pis suyun kenarına yakın bir
yere, ö ylesine atılmış gibi duruyordu. Tam ben
dikkatimi vermiş bakarken, ö lü mcü l yara almış bir
hayvanın can çekişmesini andırır bir şekilde sarsıldı.
Sıcak, havadaki gazlar ve gü rü ltü nedeniyle yanılsamalar
yaşamaya başladığıma ve otele dö nmenin en iyisi
olacağına karar verip hareketlenmeye yeltenmiştim ki,
daha arkamı dö nmeye fırsat bulamadan kutunun yan
tarafından bir kolun ya da daha doğru deyişl e şimdi
kanlı bir kü tleye dö nü şmüş ama zamanında kol olduğu
anlaşılan bir şeyin çıktığını gördüm.
Sarsıntı da yoğunlaşmıştı. Ucunda el olmayan kanlı
organ, kutunun yanından tepesine doğru kaydı. Doğruca
havaya uzandı. Onu incecik ö rgü ler haline getirildiği ve
çamurla kaplandığı için Medusa’nın yılanlı başını
andıran bir saç kü mesi izledi. Baş silkindi, yü kseldi ve
omurgamda tiksinti karıncalanması yaratan bir beden,
saklandığı kutudan yavaşça çıktı. Bü kü lmü ş, bir deri bir
kemik kalmış ve bir kadına ait olduğunu tahmin ettiğim
beden kanalın kıyısına doğru sü rü ndü . O anda tü m
hayatım boyunca duyduğum ama daha ö nce hiç
görmediğim bir şeyle karşı karşıya olduğumu anladım. O
kadın, cinsiyeti buysa eğer, bir cü zzamlıydı, etleri
gözümün önünde dökülen bir insandı.
Beden kanalın kıyısına ulaşınca oturdu, daha doğrusu
bir paçavra kü mesi halinde yere yığıldı. Daha ö nce
gö zü kmeyen bir kol uzandı ve lekeli pis bir bezi kanal
suyuna soktu, yavaşça salladı, sonra onu kopuk
parmakların açık yaralar bıraktığı kanlı organ parçasına
sardı.
Kulağıma acı bir inilti geldi, hemen ardından bunun
benden çıktığını anladım. Dizlerim gevşemeye
başlamıştı. Derhal otele dö nmem gerekiyordu ama
kendimi orada kalmaya zorladım. O insanın çektiği
bü yü k azaba tanıklık etmeye dayanmam gerekiyordu.
Yapacağım başka herhangi bir şeyin abes olacağını
yü rekten biliyordum. Kadının o anda izlediğim
mü cadelesi her gü n belki defalarca tekrarlanıyordu ve
bunu her seferinde yalnız yapıyordu. Daha kaç terk
edilmiş ruhun, Cakarta’da, Endonezya’da, Hindistan’da
ve Afrika’da lanetten kaynaklanan bö ylesi bir ritü eli
izlemek zorunda olduğunu merak ettim.
Karton kutuda bir hareket daha çekti dikkatimi.
Cüzzamlı, kutuya bakmak için yavaşça dö ndü . Kan ve
irin dolu kesecikler gerisindeki yü zü hatlarını yitirmişti;
dudakları yoktu. Çö kü k gö zlerdeki bakışların dikildiği
yere döndüm.
Kutunun kenarından bir bebek başı çıkmıştı. Bakmak
istemiyordum ama tıpkı ö nlemekte başarısız olduğu
cinayete tanıklık eden bir insan gibi olduğum yere
çakılıp kalmıştım. Bebek kadına doğru emekledi.
Cüzzamlının yanına gelince oturdu ve ağlamaya başladı.
Sesi çok zayıf, tra iğin gü rü ltü sü de çok yü ksek
olduğundan onu duyamıyor ama açık ağzını, minik
bedeninin sarsılışını görebiliyordum.
Cüzzamlı birden başını kaldırdı ve benim kendisini
izlediğimi gö rdü . Yere tü kü rdü , aya ğa kalktı ve
parmakları kopuk elini bana doğru salladıktan sonra
bebeğini kollarının arasına alıp dü şünebileceğimden
daha hızlı adımlar atarak kutunun içinde gö zden
kayboldu.
Oracık t a şaşkınlık ve dehşetten uyuşmuş bir halde
bakarken bir şey çarptı sırtıma. Birden dö nü p elimi arka
cebimdeki cü zdana attım. Hem cü zdanın yerinde
olduğunu anlamaktan, hem de dikkatimin başka yana
çekilmesinden ö tü rü rahatlamıştım. Gü zelce iki kadın
aylakça salınıyordu karşımda. Kıkırdayarak bana
baktılar. Birinin ü stü nde darac ık bir şort, ö tekinde her
şeyi ortada bırakan bir mini etek vardı. İkisi de sipsivri
topuklu ayakkabılar ve dar atletler giymişti. Etekli olan,
“Biz cepçi değil,” dedi. “Biz sevgili.” İşaret parmağını
kıvırarak beni çağırdı. “Gel. Sevmek bizi.”
Başımı iki yana salladım.
“Ha!” dedi. “Oğlan sevmek sen.” Dönüp yürüdüler.
Az ileride çılgın tra iğin ü stü nde karşıdan karşıya
uzanan bir yaya geçidi vardı. O yana doğru salınırlarken,
sinsice etrafı kolaçan ederek yü rü yen iki dişi kaplanın
gö rü ntü sü nü sunuyorlardı ve dalgalanan kalçalarından
cinsellik yayılıyordu. Mini etekli olan dö nü p bana sırıttı
ve el salladı. Sonra da ü st geçidin basamaklarına
yöneldiler.
Karton kutuya gö z attım. Hareket yoktu. Kanaldaki
suyun yü zeyine dalgacıklar gö nderen ha if bir esinti
çıktı. Tam içimden ta şan aşağıya inip ü stü mdeki tü m
nakit parayı o kadına verme isteğine kapılıyordum ki,
gö zü m yerdeki lekeli beze ilişti; benim bakışlarımdan
kaçma telaşıyla, sahip olduğu belki de birkaç şeyden
birini oraya dü şürmüştü . Onu ancak mahremiyetinin
kendisine sağlayacağı vakarla baş başa bırakmaya karar
verdim. Bir cü zzamlıdan kimse para bile kabul
etmeyeceği için ona zaten yardım edemezdim. Beni
nereye gö tü receği konusunda hiçbir ikrim olmayan ü st
geçide doğru hızlı adımlarla yürüdüm.
Ekvator bö lgesinde gü neş hızlı batar ve renkleri çok
parlaktır. Ama o gü n yo ğun bulutlar da bir oyun
oynamış, bir ampulü n aniden sö nmesi gibi gü n ışığının
birden kaybolmasına yol açan bir aldatmacaya neden
olmuştu. Ben az ilerideki ü st geçide vardığımda ortalık
kararmaya yü z tutmuştu bile. Caddenin karşısında
neonla yazılmış bir ‘RESTAURANT’ yazısı gö rdü m ve
geçidin basamaklarını tırmanmaya koyuldum.
Yukarıda uzun boylu bir kadın korkuluğa dayanmış
duruyordu. O ışıkta emin olmak zordu ama galiba
gü zeldi. Aynı hizaya geldiğimizde insanı şaşırtacak
kadar boğuk bir sesle, “Sen ben iyi zaman geçirmek,”
dedi. “Biz fuki fuki!” Bana adem elmasını gö sterdi, onu
aşağı yukarı kıpırdattı, ardından kıçını sergileyip
gü lü msedi. O sırada yü zü ndeki makyaj katmanlarının da
farkına vardım. Adımlarımı sıklaştırdım.
Sokak lambaları birden kırpışarak canlandı ve geçit
boyunca birbirini izleyerek yandı. Etrafa doğallıktan çok
uzak, tekinsiz yeşilimtırak bir ışık veriyor ve geçidin
puslu, bulanık, adeta bataklık gibi bir ortamda uzayıp
gittiği hissini yaratıyordu. Lambalardan birinin altında
durup, elektrik talebini karşılamaya yö nelik olan işimin
o tü r şeyleri incelemeyi de içermesi gerektiğini
düşü ndü m. Beton direk çatlamış, yer yer aşınıp
dökülmüştü ve küf kaplıydı. Dokunmaya çekindim.
Ayaklarıma ve geçidin çiçek bozuğu lekesi şeklinde
oyuklarla kaplı zeminine bakarak yü rü meye devam
ettim. Aşınmış beton, paslı dolgu demirini yer yer ortada
bırakıyordu ve bataklıklardakini andıran sarı ışık o
şeylerin ö keli kurtçuklar gibi algılanmasına neden
oluyordu. Üst geçidi, yapılış tarihini, onu yapan insanları
düşü nmeye çalıştım ama dikkatim bir kez daha başka
yö ne kaydı. Otelin havuzundaki gü zel kadının gö rü ntü sü
aklıma sızıvermişti. Aslında etrafımı çevreleyen
gerçeklikten beni uzaklaştırması açısından
rahatlatıcıydı bu ama zihnime dadanması... Onu
aklımdan silip atamıyordum. Aşk ve terk edilme
duygusu benliğimden bir an için geçince, toparlanıp
bunun kesinlikle ve mutlak şekilde aptallık olduğuna
dair kendi kendime garanti verdim.
Başımı kaldırınca geçidin ö te ucundaki merdivene
geldiğimi gö rdü m. Ana caddeye açılan sokağın
ü stü ndeki alçak yapılardan birinin çatısına
yerleştirilmiş olan neon ışıklı ‘RESTAURANT’ tabelas ı
şimdi tam karşımdaydı. Altında daha kü çü k har lerle
‘Leziz Çin Yemekleri’ yazıyordu. Durduğum yerden ABD
Büyükelçiliği’nde kullanılanlara benzeyen siyah bir
sedan arabanın restorana yavaşça yaklaştığını
gö rebiliyordum. O tek araç, kentin itiş kakışının
arasında olmaması gereken bir yere dü şmüş gibi
göründü bana.
3-Geyşalar
Basamakları indim. Ben yaklaşırken sedan da
restoranın kapısının ö nü nde durdu. Bir an orada
oyalanır gibi oldu, sonra içindeki kişi gö rdü ğü şeyden
hoşlanmamış ya da aradığı kişiyi bulamamış gibi santim
santim ilerledi. Camlardan arabanın içini gö rmeye
çabaladım ama tek gö rebildiğim restoranın neon
tabelasının yansıması oldu. Sü rü cü birden gaza basıp
hızlandı.
Restorana yö nelince mekâ nın iç gö rü ntü sü nü n ince
perdelerle engellendiğini fark ettim. Yü zü mü cama
yaklaştırdım. Mumlardan yansıdığını tahmin ettiğim
küçük ışıkların haricinde içerisi karanlıktı. Kapıya doğru
yürüdüm.
Kapı her birinin ü stü nde fenerler bulunan on-on iki
tane masanın bulunduğu salona açılıyordu. İçerideki
müşterilere yö nelik hızlı bir araştırma beni kü ltü rel
çeşitlilik sonucuna ulaştırdı: Asyalılar, Avrupal ılar ve
Amerikalılar aynı mekânda.
Çinli bir kadın ö nü mde ha ifçe eğildi. “Hoş geldiniz. İyi
akşamlar. Bir ki şilik masa mı?” Aksanı İngiliz bir
eğitmenle çalıştığı kanısı veriyordu. Onü me dü şü p bana
yolu gösterdi.
Ve ben gördüğüm şey karşısında donakaldım.
Havuzdaki kadın , benim leydi, bulmak için o kadar
koşuşturduğum kişi, başka bir Asyalı kadınla bir masada
oturmuş, gö zü mü n içine bakıyordu. Sonra gü lü msedi ve
beni masaya davet eden bir el hareketi yaptı. Bunu
gö ren Çinli kadın o yana yö nelmişti. “Arkada şınız mı?”
diye sordu.
Havuzdaki kadın hiç duraksamadan, “Evet,” dedi ve
bana döndü. “Bize katılır mısınız, lütfen.”
Restoranın sahibesi konumunda olduğu anlaşılan
kadın masaya benim için bir sandalye çekti ve bir kez
daha eğilerek selam verdikten sonra uzaklaştı.
Şaşkınlıktan bocalayarak, “Eşiniz nerede?” diye
sordum.
İki kadın birbirine baktı ve kahkahalara boğuldu.
Sonunda benim tanıdığım, “Ben evli değilim,” dedi.
“Ama havuzdaki adam...”
“Bir iş arkadaşım.” K ıkırdayarak eliyle hâ lâ
oturmadığım sandalyeyi işaret etti. “Lü tfen oturun. Biz
siparişlerimiz verdik. Hiç değilse başlangıç için
hepimize yetecektir. Yoksa yaln ız yemeği mi
yeğlerdiniz?” İngilizcesi mü kemmele o kadar yakındı ki
aksanı olduğu ancak çok; dikkat edilirse anlaşılıyordu.
Oturdum. Benliğimin bir parçası şansımın o kadar
yaver gitmiş olmasına inanamıyordu. Bir başka
parçasıysa gayrimeşru bir şeye bulaşıyor olma olasılığı
nedeniyle biraz evhamlıydı. Garson gelip ö nü me kü çü k
bir kadeh koydu.
Havuzdaki kadın porselen sü rahiyi işaret etti. “Sake
içer misiniz? Biz epey içtik. Bu geceyi kendimize
ayırmıştık. Buranın sakesi çok iyidir.” Kadehimi
doldurdu. “Sağlığa.” Uç kadeh birbirine dokundu. “Ah,
evet!” dedi ilk yudumdan sonra keten bir peçeteyi zarif
bir hareketle dudaklarına dokundururken, “Ne kadar
kabayım! Ben Nancy ve arkadaşım da Mary.”
“John.” El sıkıştık.
“Sizi havuzda izledim, John. Gelip bana merhaba
demenizi bekledim. Çok yalnız ve hoş bir haliniz vardı.
Ama galiba son derece utangaçsınız.” Bana soluğundaki
içki kokusunu belli belirsiz alabileceğim kadar yaklaştı.
“Eşinize delice aşıksınız anlaşılan.”
Bu kez gülme sırası bendeydi. “Boşanıyoruz.”
“Şansa bak,” dedi Mary. Kadehini kald ırdı. “Bozulan
evliliklere.” Nancy’ninkine benzer bir aksanla
konuşuyordu ama onunki biraz daha belirgindi.
Garson dolu tabaklarla geldi. Yerken birbirimize
nereden geldiğimiz ve kim olduğumuz konusunda bilgi
aktardık. Nancy ile Mary’nin geyşa olduklarını ö ğrenmek
beni şok etti. Ben o geleneksel işin yapıldığı zamanların
çok gerilerde kaldığını sandığımı itiraf ettim, onlar da
kesinlikle öyle olmadığı konusunda bana güvence verdi.
“Petrol bu eski sanatı yeniden canlandırdı,” dedi Mary.
“Evet, gü nü mü zde biraz farklı ama hâ lâ mevcut ve
olması gerektiği gibi yürüyor.”
Tayvanlı hamile anneleri, İkinci Dü nya Savaşı
ertesinde ü lkelerine dö nen Amerikalı asker babaları
tarafından terk edilmişti. Kadınlar yeni doğmuş
bebeklerini bir Japon işadamına teslim etmiş, o da
onların bakımını, eğitimini üstlenmişti ki, bu eğitim ileri
dü zeyde İngilizceyi ve ABD tarihi ve kü ltü rü nü de
kapsıyordu. Ergenliğe ulaşınca adam için çalışmaya
başlamışlardı.
Nancy perdeli pencerenin ö tesinden gö zü ken ü st
geçidi işaret ederek, “O caddelerdeki kadınları
görmüşü ndü r,” dedi. “Onlardan biri olabilirdik. Biz
şanslıyız.” Sonra Japon giri şimcinin, onlara iyi para
ödediğini ve ne yapmaları ya da yapmamaları gerektiği
konusunda çok az dayatmada bulunduğunu anlatmaya
koyuldu. “O, sonuç bekler. Hepsi bu. Sonuca nas ıl
erişileceği bize kalmıştır.” Hepimizin sakesini tazeledi.
“Ne tür sonuç bunlar?”
Mary, “Ne kadar da naifmi ş!” dedi. “Buralarda yeni
herhalde.”
İlk yolculuğum ve ilk gö revime çıktığımı itiraf ettim,
öğrenmeye hevesli olduğumu eklemeyi de unutmadım.
“Öğretmekten mutluluk duyarız.” dedi Nancy. “Sen
bizim dü nyamızda ender bulunan bir cevhersin. Ama
karşılığını bekleriz. Bu gece değil ama başka bir zaman.”
“Hizmetinizdeyim.” So ğukkanlı gö rü nmeye
çalışıyordum.
Gü cü elinde tutan adamların kaynak ve gü ç birikimi
elde etme adına servetler harcamaya ve başka insanları
kurban etmeye hazır olduğunu anlatırken sö zleri
kulağıma bir geyşanınkinden çok ü niversite ö ğretim
gö revlisininki gibi geliyordu. Açık sö zlü lü kleri beni
büyülemişti ve her ne kadar bunun bir bö lü mü nü
sakenin etkisine bağlasam da, sö ylenilen her şey
kesinlikle mantık içeriyordu. Bana Avrupalı kâ şifler
dö neminde baharat ticaretinin ne kadar ö nemli
olduğunu ve altının yü zyıllar boyunca oynadığı rolü
anlattılar.
Nancy bu girişten sonra, “Gü nü mü zde bunların yerini
petrol aldı,” diye devam etti. “Tüm zamanların en değerli
doğal kaynağı artık o. Her şey ona bağlı. Baharat ve altın
gerçek anlamda çok fazla değer içermeyen lü kslerdi. İyi
tatlar, mü cevher ve sanat eseri yapımında kalıcı sonuç...
Ama petrol... Petrol yaşamın kendisidir. Modem dü nyada
onsuz hiçbir şey işlemez. Burada yaşanan, tarihin en
bü yü k el koyma olayıdır. Buna ba ğlanan umutlar,
yaşamlar ve gelecek muazzamdır. Oyleyse insanların
onu kontrol altına almak için her şeyi riske etmeye hazır
olmasına şaşırmamız mı gerekir? Bunun için aldatacak
ve çalacaklardır. Gemiler, fü zeler yapacak ve binlerce,
hatta yü zbinlerce genç insanı o şey (petrol) uğruna
ölmeye göndereceklerdir.”
“Bunları tarih kitaplarından mı öğrendin?”
Bana burnunu bü kerek baktı. “Elbette hayır. Bunlar
daha ele gelir bilgilerin aktarıldığı ekolden geliyor.”
“Ele gelir!” Mary kahkahalara boğulmuştu. “Bu lafı
bulup çıkarttığına inanamıyorum, Nance! Harika.
Unutmamalıyım. Ele gelir.”
Bense Charlie’yi ve ilk gece Hotel InterContinental’in
en ü st katındaki restoranda bize verdiği, Endonezya’yı
komü nistlerden kurtarma ve petrolü nü ABD için
gü vence altına alma temalı sö ylevini dü şünüyordum.
Sonra dü şü ncelerim bana Boston’da ekonomik tetikçi
olma yolunda akıl hocalığı yapan Claudine’ye kaydı. Onu
da karşımdaki iki kadınla aynı Asya-Amerika
geleneğinden geldiği dü şmüştü aklıma. Bakışlarım
gü lmekte olan Mary’den Nancy’e kaydı, o anda karşımda
Claudine’yi gö rdü m ve onu ne kadar ö zlediğimin farkına
vardım. Aklımın karşımda oturan kadına, havuz kenarı
takıntıma ö ylesine ısrarla saplanıp kalmasının
nedeninin yalnızlığımdan, hatta onunla Claudine
arasında kurduğum bilinçaltı bağlantıdan kaynaklanıp
kaynaklanmadığını düşündüm.
Silkinip yaşanan ana dö nmeye çabaladım. Mary
gü lmekten gö zlerine dolan yaşları peçetesiyle siliyordu.
Nancy’e döndüm. “Ya sen? Senin rolün nedir?”
“Biz nefer gibiyizdir. Harcanabilir ama aynı zamanda
vazgeçilmezizdir. İmparator’un hizmetindeyizdir.”
“Ve kim bu imparator?”
Nancy gö z ucuyla Mary’e baktı. “Bunu asla bilmeyiz.
İhaleyi kazanan patronumuz olur.”
“Havuzdaki adam gibi mi?”
“O gerçek patron değil, benim oradaki bağlantım. Beni
müşterilere götürür.”
“Hotel InterContinental’dakilere mi?”
“Balayı sü itine.” K ıkırdadı, sonra kendini tuttu. “Ozü r
dilerim. Mary ile her zaman o sü itte gerçek bir balayı
yaşamak istediğimizi konuşuruz.” Bir an için gö zlerini
kaçırıp pencereye baktı.
Aynı yere baktığımda daha ö nce restoranın ö nü nde
durmayıp gazlayan siyah sedanı tanıdım ve içindeki
kişinin onlardan birini arayıp aramadığını merak ettim.
“Sadece orada... Yani o otelde mi çalışıyorsunuz?”
“Elbette hayır. K ırsal kesimdeki dinlenme
merkezlerinde, gemi gezilerinde, Hong Kong’da,
Hollywood’da, Las Vegas’ta... Aklına neresi gelirse orada.
Politikacıların ve petrolcü lerin sevdiği her yerde
bulunmuşuzdur.”
Bakışlarım ikisi arasında gidip geldi. Çok genç
görünüyorlardı ve sözlerini sakınmadan konuşuyorlardı.
Bense yirmi altı yaşındaydım ve ö ykü lerinden
çıkarttığım kadarıyla ikisi de benden beş yaş kadar
küçüktü. “Müşterileriniz kim?” diye sordum.
Nancy işaret parmağını kaldırıp dudaklarına
dokundurdu. Bakışları bir an için restoranın içinde
dolaşıvermişti. “Asla,” dedi sesi birden ciddi bir tona
bürünerek. “Bu soruyu asla sorma.”
4-Bugimen{5}
Sonraki birkaç yıl boyunca Endonezya’ya sık sık
gittim. Dü nya Bankası, ona bağlı kuruluşlar ve Suharto
yö netimi, Amerikan şirketlerinin ve Endonezyalı
egemenlerin çıkar sağlayacağı muazzam borçlanmaları
güvence altına alacak raporları sağlamaktaki istekli tavrı
nedeniyle MAIN’e mü teşekkirdi. Bu kredilerin ü lkeyi
gırtlağına kadar borca batırmasını umursamıyorlardı.
Zaten bankalar için planın bir parçasıydı bu. Suharto’ya
gelince: Mantar gibi bitip hızla bü yü yen servetini,
denizaşırı yatırımlara yö nelterek kendini gelecekteki
müflis Endonezya’dan uzak tutuyordu.
Gö revlerim yıllar boyunca beni Java dağlarındaki
pastoral kö ylere, uzak kumsallara ve egzotik adalara
gö tü rdü . Bahasa Endonezya lisanı, İkinci Dü nya Savaşı
ertesinde adaların birlikteliğinin sağlanmasını
kolaylaştırmak için icat edilmişti ve basitliği temel
kullanım ilkelerini kolayca ö ğrenmemi sağlamıştı.
Yabancıların pek ender ziyaret ettiği bö lgeleri
keşfetmeyi, insanlarla konuşmayı ve kü ltü rlerini
anlamaya çalışmayı seviyordum. Barış Gö nü llü leri
deneyimim çoğu işadamı, diplomat ve turistin tuttuğu
yollardan uzaklaşmanın, çiftçilerle, balıkçılarla,
öğrencilerle, esna la ve sokak afacanlarıyla konuşmanın
yararlarını ö ğretmişti. Ama aynı zamanda, benim gibi
insanların Endonezya halkının bü yü k bö lü mü ü zerinde
yarattığı etkiden kaynaklanan suçluluk duygusunun, bir
hayalet gibi peşimi bırakmamasını da sağlayacaktı.
Cakarta’dayken Hotel InterContinental’ın havuzunda
olabildiğince fazla zaman geçirdim. Nancy’i ya da Mary’i
bir daha hiç gö rememekten dolayı hayal kırıklığına
uğramıştım. Ama onların sureti gibi olan soydaşlarıyla
sık sık karşılaşıyordum. İçlerinden biriyle, genç bir
Taylandlı kadınla yakınlaştık ve bu sayede geyşa
geleneğinin sadece Japonlar’la sınırlı olmadığını
öğrendim. Biz Amerikalıların da Avrupalıların ve ö teki
Asyalıların olduğu gibi bu konuda kendimize ö zgü
versiyonları vardır. Ancak ö yle gö rü nü yordu ki, o
kadınlar arasında Japonlar’ın ideal meslek erbabı
olduğu, işlerini başka kü ltü rlerde olmayan bir tavırla
mükemmelleştirerek yaptığı konusunda bir uzlaşım
vardı ve bunun nedeni bana gö re uzun tarihlerinden
kaynaklanıyordu.
Benimle arkadaşlık kuran Taylandlı kadın bunu maddi
bir çıkar ya da başkası tarafından beni hoşnut kılmakla
görevlendirildiği için yapmıyordu. İkinci seçenek iyice
abesti, çü nkü ben çoktan satılmıştım. Ya sevecen bir
yüreği olmasından ya da belki aramızda bir kimyasal
çekim doğmasından ö tü rü benimle birlikte oluyordu.
Kendine gö re nedenleri her neyse, bunları hiçbir zaman
kesin olarak ö ğrenemedim. Bildiğim, erotik esin
sağlayan ve gü ven verici bir partner olduğuydu. Her
şeyin yanı sıra beni uluslararası yü ksek dü zey iş ve
diplomasi ilişkilerinin nasıl yü rü dü ğü konusunda
aydınlattı.
Bir seferinde, “Seni baştan çıkartmaya çalışan bir
kadınla birlikteysen, o odada gizli kameralar ve ses kayıt
sistemi olduğunu dü şü nebilirsin,” demi ş ve çabucak
gü lü mseyerek, “Çekici olmadığından değil,” diye
eklemişti. “Sadece işler her zaman aslında gö rü ndü ğü
gibi yürümediğinden.” Kendisi gibi bir kadının dü nyanın
en ö nemli pazarlıklarının bağlanmasında kilit rol
oynayabileceğini anlattı bana.
İlk gö revimden birkaç yıl sonra, ü ç aylığına Borneo’ya
yakın adalardan biri olan Sulawesi’ye gö nderildim.
Harita ü stü ndeki şekli nedeniyle yaygın olarak ‘koşan
sarhoş zü rafa’ diye anılan bu ada, kırsal gelişim modeli
olarak hizmet etmek ü zere diğerlerinden ayrılmıştı. Bir
zamanlar Doğu Hindistan baharat ticaretinin ö nemli bir
parçasıyken, 20. yü zyılda durgunluğa ve ilgisizliğe terk
edilmişti. Şimdi Endonezya hü kü meti burayı bir gelişim
sembolü ne dö nü ştü rmekte kararlıydı. Biz Amerikalılar
ise onu madencilik, ormancılık ve tarım endü strileri için
potansiyel nakit kaynağı olarak gö rü yorduk. Birçok dev
şirket Sulawesi’nin altınına, bakırına ve egzotik
ağaçlarına gö z dikmişti; bü yü k bir Teksas çiftli ği
binlerce dö nü m ormanlık alanı kapatmış, temizlemiş ve
iştah açıcı Singapur ve Hong Kong piyasalarına, futbol
sahası bü yü klü ğü nde mavnalarla et naklini planlamaya
başlamıştı bile. Ada aynı zamanda devletin karşılıklı
muhaceret programının kilit noktası olarak gö rü lü yordu
ki Amazon’da uygulanan ve Barış Gö nü llü sü yıllarımda
birlikte çalıştığım insanları son derece etkileyen
şemanın bir benzeriydi bu. Dü nyanın en yü ksek nü fus
yoğunluğuna sahip olan Java’daki kentsel kesim,
fakirlerini yerleşimin az olduğu bö lgelere aktarmayı
amaçlıyordu.
Latin Amerika versiyonunda olduğu gibi bu program
da derme çatma kenar mahallelerde oturan
yoksullaştırılmış halkın, yerleşimin olmadığı kırsal
bö lgelere dağıtılması, bunu hü kü met karşıtı girişim
olasılıklarını azaltma yö ntemi olarak gö ren uluslararası
kuruluşlarca destekleniyordu. Uygulama, ben Barış
Gö nü llü leri’nden ayrıldığım sırada, her iki kıtada da
uzmanların o tü r programların sık sık felakete varan
sonuçları olduğunu belirlemesine rağmen devam
ediyordu. O bö lgenin yerlisi olan insanlar yerinden
ediliyor, toprakları ve kü ltü rleri hırpalanıyor, yeni
yerleştirilmiş kentli nü fus netameli toprak yapısını
verimli kılmak için başarısızlıkla sonuçlanacak bir
mücadeleye giriyordu.
Sulawesi’ye ulaştığımda, bana (Suharto’nun
girişimiyle adı Ujung Pandang olarak değiştirilen) eski
Portekiz kenti Makasar’ın dışında hizmetçisi, bahçıvanı,
aşçısı, arazi aracı ve şofö rü yle eksiksiz ve mü stakil bir
devlet lojmanı tahsis edildi. İşim her zamanki gibi
çokuluslu şirketlerin sö mü rebileceği tü rden kaynaklara
sahip olan her bö lgeye yolculuk yapmak, toplumsal
liderlerle bir araya gelmek, erişilebilecek her tü rlü
bilgiyi derlemek ve o ortaçağ ekonomisinin (tabii ki
muazzam borçlanmalarla hayata geçirilecek) elektrik
gelişim ve ö teki altyapı projeleriyle modern bir başarıya
dönüştürüleceğini ileri süren ışıltılı bir rapor yazmaktı.
Yeni yeni ortaya ç ıkmaya başlayan Teksas s ığır
çiftliğinin yakınlarındaki ‘Batsville’{6} olarak bilinen
kasaba, bir enerji santrali yapımı için olası yerlerden biri
olarak seçilmişti. Bir sabah erken saatlerde şoförümle
yola çıktık ve harika kıyı şeridinin yukarılarında yer alan
liman kenti Parepare’ye gittik. Oradan adanın iç
kesimlerindeki dağlara uzanan ve orman kesilerek
açılmış patikadan biraz daha dü zgü n olan yola saptık.
Kendimi Amazon’a dönmüş gibi hissediyordum.
Arazi aracımız Pirang kö yü nde durunca şofö rü m, “İşte
burası,” dedi. “Batsville.”
Etrafa bakındım. Kö yü n adı merakımı uyarmıştı.
Etrafta yarasa aradım ama olağandışı bir şey gö rmedim.
Endonezya’nın her tarafında rastlananlara benzeyen bir
meydandan geçtik; tek fark çok sayıdaki ağacın
dallarından ekstra büyük boy hindistancevizi gibi sarkan
koyu renk hevenk benzeri şeylerdi. Sonra o kü meleri
oluşturan şeylerden biri açılıverdi. Dev bir yarasanın
kanatlarını gerdiğini görünce yüreğim ağzıma geldi.
Şofö rü m aracı durdurdu ve beni yarasaların
kümelendiği dallardan birinin altına gö tü rdü . İnanılmaz
yaratık tepemizde hareket ediyordu; kanatları yavaşça
çözülüp açılıyordu ve gö vde kısmı bir maymununki
kadar bü yü ktü . Gö zler açıldı, koca bir kafa bize dö ndü . O
hayvanlara dair bir sü rü şey duymuştum; elektrik
hatlarında kısa devreye neden oluyorlardı ve kanat
açıklıkları bazen iki metreye yaklaşıyordu. Ama tü m
duyduklarıma rağmen en çılgın dü şlerimde bile
gördüğümle kıyaslanamazdı.
Daha sonra Pinrang’ın belediye başkanıyla buluştum.
Onu yerel kaynaklar, bö lgede bir santral yapılmasına
yö nelik olası tavırlar ve başka yabancıların yatırım
yaptığı endü striler konusunda kısaca sorguya çektim
ama aklım yarasalardaydı.
Sorun yaratıp yaratmadıklarını sorduğumda başkan,
“Hayır,” dedi. “Her gece uçup giderler ve yerle şimin
uzağında meyvelerini yerler. Sabah da geri gelirler.
Bizim meyvelerimize asla dokunmazlar.” Çay incan ını
bana doğru kaldırdı. “Tıpkı sizin şirketleriniz gibi. Onlar
da uçup gider, uzaklardaki kaynaklarla beslenir,
dışkılarını Amerikalılar’ın hiç gitmediği yerlere bırakır
ve geri döner.”
Bu temayı sıkça duydum. Çoğu Amerikalının, hayat
tarzlarının sö mü rü ü stü ne kurulduğuna dair (başka
ü lkelerdeki milyonlarca insanın tersine) en ufak ikri
olmadığını anlamaya başlıyordum. Ancak 1970’lere
gelindiğinde ordumuzun demokrasinin savunucusu
değil, sömürgeci ticari kuruluşların silahlı bekçisi olduğu
gerçeğini görebildiler ve korkup öfkeye kapıldılar.
Sulawesi ayrıca, adı kö tü ye çıkmış Bugi kabilesinin de
yurduydu. Avrupalı baharat tü ccarları yü zyıllar ö nce bu
en vahşi, dünyanın kana en fazla susamış korsanlarından
korkardı. Avrupalılar, ü lkelerine dö ndü klerinde
yaramazlık yapan çocukları akıllanmazlarsa ‘Bugimen
gelip seni alacak,’ diye korkuturdu.
1970’lerde Bugiler yü zlerce yıl ö nceki yaşamlarını
sü rdü rü yordu. Pharus adı verilen muhteşem yelkenlileri
adalar arası ticaretin omurgasını oluşturuyordu. Siyah
yelkenli kalyonların mürettebatını oluşturan bu adamlar
uzun saronglar giyiyor, ba şlarına parlak renkli eşarplar
bağlıyor ve gö z kamaştırıcı altın kü peler takıyordu; silah
olarak da bellerine sardıkları kuşağa geçirdikleri pakları
kullanıyorlardı. Eski şö hretlerinden taviz vermeye
yanaşmayan bir görüntüleri vardı.
Buli adında, atalarının sanatını onların tarzında
devam ettiren yaşlı bir tekne yapımcısıyla ahbap oldum.
Bir gü n ö ğle yemeği yerken, bana halkının kendisini
hiçbir zaman korsan olarak kabul etmediğini sö yledi;
onlar sadece yurtlarını işgalcilere karşı koruyordu. Daha
ö nce hiç gö rmediğim bir meyveden kestiği dilimi
uzatırken, “Ne yapacağımızı bilmez bir haldeyiz,” dedi.
“Ahşap yelkenlilere doluşmuş bir avuç insan,
Amerika’nın denizaltılarını, uçaklarını, bombalarını ve
füzelerini buradan nasıl uzak tutabilir ki?”
Bu tü r soruları hiçbir zaman duymazdan gelemedim.
Ve sonunda yolumu değiştirmem gerektiğine beni ikna
eden de bu sorular oldu.
5-Yozlaşmış ve Acımasız Bir Ülke
Ekonomik tetikçi kariyerimi, Bugi gemi ustasıyla
yaptığım konuşmadan yıllar sonra bitirdim. Bu kararı,
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de anlattığım gibi, bir
z a m a n la r İspanya’nın Altın Filosu’nu yağmalayan
korsanların kalesi olan Karayipler’e yelkenliyle yaptığım
bir tatil gezisi sırasında aldım. Bir ö ğleü stü eski bir
şeker çiftliğinin yıkık duvarlarına oturmuş, o yapıları
inşa eden Afrikalı kölelerin yaşadığı dehşeti düşünürken,
kendimin de bir kö le taciri olduğunu anlamıştım.
Yıllardır sü ren duygusal karmaşanın ve bocalamanın
sonunda o işi bırakmaya karar verdim. Uçağa atlayıp
Boston’a gittim ve istifa ettim. Ama bu yeni
imparatorluğun gerisindeki korkunç gerçekleri ifşa
etmedim. Rü şvete dayanamadım, gelen tehditlere
direnemedim. Bildiklerimi açıklamayı hep erteledim. Ve
aradan geçen yıllar boyunca geçmişim, benliğime
musallat olmuş bir hayalet gibi beni izledi, peşimi
bırakmadı. Yaptıklarımla ve bildiklerimle yaşamak
zorundaydım. Sonra 11 Eylü l’ü n hemen ertesinde, bir
zamanlar Dü nya Ticaret Merkezi olan, şimdiyse
dehşetengiz, hâ lâ için için yanan bir çukura dö nü şmüş o
şeyin kenarında dikilirken, bir adım daha atmak zorunda
olduğuma karar verdim. İtiraf etmeliydim.
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’in 2004’te
yayınlanmasından sonra, radyo yapımcılarından
ekonomik tetikçi olarak eylemlerde bulunduğum
ülkelerde yaratılmasına neden olduğum etkilere dair çok
da fazla şey bilmediğimi ortaya vuran çağrılar almaya
başladım. Sovyetler Birliği’ni yenmiş ve dü nyada başka
hiçbir sü per gü cü n tehdidiyle karşılaşmak zorunda
olmayan, ilk gerçek kü resel imparatorluk olarak ö ne
çıkmıştık . İlerleme ve sanayileşme kavramlarıyla
ö vü nü yorduk. Yeni bir Uçü ncü Dü nya seçkinleri,
şirketokrasinin sadık uşakları sınıfını yaratmıştık. Ya
boyun eğdirdiğimiz ü lkelerin halklarına ne olmuştu?
Kendimi kariyerimin başladığı ü lkede gü ncellemeye
karar verdim.
Endonezya’daki genel olguları medya aracılığıyla
izlemeye çalışmıştım . Şimdi de sivil toplum
örgütlerinden, Birleşmiş Milletler’den, Dü nya Bankası ve
zamanında hizmet ettiğim başka kuruluşlardan
edinilebilecek bilgileri derleyerek daha derin bir
araştırma yapmaya koyulmuştum. IMF Krizi olarak da
bilinen 1997 Asya ekonomik çö kü şü nü çevreleyen
ortama dö nü k bilgileri derledikçe merakım da
derinleşmeye başladı. Yü zlerce milyon insanı doğrudan
etkileyecek, binlercesinin (hatta bü yü k olasılıkla
milyonlarcasının) salgın hastalık, açlık, cinayet/intihar
nedeniyle hayatını kaybetmesine neden olacak,
ardından da dü nyanın her tarafına sıçrayacak olan ani
çöküş ilk olarak Asya’da patladı. Bu olgu kulak vermeye
niyeti olanlara, IMF ve Dü nya Bankası’nın gerçek
amacının , şirketokrasiyi geri kalan tü m unsurların
zararına da olsa zenginleştirerek bir ekonominin nasıl
yönetilemeyeceğine dair ders vermek olduğu yö nü nde
güçlü mesajlar veriyordu.
Resmi istatistikler ilk bakışta bizim 1970’lerde
yaptığımız çalışmanın, Endonezya’nın (hiç değilse
1997’ye kadar) hayranlık duyulacak bir ekonomik dü zey
tutturmasını sağladığını gö steriyordu. Bu istatistikler
düşü k en lasyonla, 20 milyar doların ü stü ne çıkan dö viz
rezerviyle, 900 milyon dolarlık dış ticaret fazlasıyla ve
sağlam bir bankacılık sistemiyle ö vü nü yordu.
Endonezya ekonomisi 1990’lardan 1997’ye kadar
(GSMH ö lçeğinde) yıllık ortalama %9 oranında
büyümüştü ki bu ö ngö rü len çift haneli bü yü me
rakamları kadar gö rkemli olmasa da epeyce
etkileyiciydi. Dü nya Bankası’ndaki, IMF’deki, mü şavir
irma ve akademik kuruluşlardaki ekonomistler, bu tü r
istatistikleri biz ekonomik tetikçilerin destekleyerek
yürüttüğü gelişim projelerinin başarısını tartışmakta
kullanır.
Ne var ki ben, araştırmalarım sonucunda o
istatistiklerin vurguladığı ve uzmanların ‘ekonomik
mucize’ olarak nitelendirdiği olgunun Endonezya
halkına son derece yü ksek bir bedele mal olduğunu kısa
sü rede saptayacaktım. Yarar sadece ekonomi
merdiveninin en ü st basamaklarını işgal edenlerle
sınırlıydı. Ulusal gelirdeki ani ve hızlı ilerlemeye,
işçilerin uzun saatler boyunca ve insan hayatını tehdit
eden koşullar altında çalıştırılması, yabancı ticari
kuruluşlara çevreye verdikleri zarar nedeniyle Kuzey
Amerika ve Avrupa’da yasadışı kabul edilen yö ntemlerle
ü retim yapma lisansı veren politikalar sayesinde
ulaşılmıştı. Asgari ü cret gü nde 3 dolar seviyesine
yükseltilmişse de, buna pek aldırış eden yoktu. 2002’de
Endonezya nü fusunun tahminen %52’si gü nde 2
dolardan az bir gelirle yaşıyordu ki bu da birçok
perspektiften bakıldığında modern zamanlar kö leliği
olarak kabul edilebilir. Aç ıktı ki 3 dolar gü ndelik bile
çoğu işçinin ve ailesinin hayatını kolaylaştıracak temel
öğelere yetmez.
Endonezya’nın kendi halkına bö ylesine ağır yü k
bindiren politikalara boyun eğmesi tesadü f değildir.
Ulkenin elitlerinin servetlerini bü yü tmek için alınan
muazzam borçlar başka seçenek bırakmıyordu. Dü nya
Bankası’nın Kü resel Gelişim Mali Raporu’na ve IMF-
IFS’ye (IMF’nin Uluslararası Finans İstatistikleri) gö re,
ü lke tü m Asya ü lkeleri arasında, sü rekli olarak (GSMH’ye
oran açısından) en yü ksek borç dü zeyini tutturmaktadır.
1997 Asya çö kü şü yle sonuçlanan kritik 1990-1996
dö neminde, bu rakam hep %60’lar dü zeyinde dolaşmış,
bazen bunun da ü stü ne çıkmıştı (ki aynı dö nemde
Tayland’da %35, Çin ile Hong Kong’da %15 ve Singapur
ile Taiwan’da %10 idi). Borçlanma ve k ısa vadeli
borçlanma toplamları, 1990-1996 dö neminde dö viz
rezervlerinin ortalama %300’ü ne yaklaşıyordu [ki bu
oran Tayland’da %120, Çin’de %60, Hong Kong ve
Taiwan’da %25 idi (Singapur için bilinmiyordu)]. Şurası
çok açıktı ki Endonezya’yı olasılıkla asla ö deyemeyeceği
kadar bü yü k borçların altına sokmuştuk; Endonezyalılar
bizim ticari kuruluşlarımızı tatmin etmek için
kendilerini rehin vermeye zorlanmıştı.{7} Hazırladığımız
sahte ekonomik raporlar ve bir denklemden yola çıkarak
dü nya ekonomisine uyarladığımız GSMH gibi yalan
parametrelerle biz ekonomik tetikçiler amacımıza
ulaşmıştık.
Ulusal ekonomi mihenk taşlarının bü yü k oranda
aldatıcı olduğu bir kez daha kanıtlanmıştı. Aynı koşullar
altında ö rneğine sık rastlandığı gibi, Endonezya’daki
artan dö viz rezervi, dü şü k en lasyon, uygun dış ticaret
dengesi ve etkileyici GSMH artış rakamları sadece
nü fusun kü çü k ve varlıklı bir kesiminin durumunu
tanımlıyordu. Bunun dışında yaşayan herkes korkunç bir
yükün altındaydı.
Yoksulluk ve insana yö nelik kurumsal suistimalle ABD
tü keticisi arasındaki ilinti, olasılıkla dü nyanın başka
hiçbir yerinde Endonezya’nın se il atö lyelerinde olduğu
kadar belirgin şekilde gö rü lemez. Dü nya Bankası ve
IMF’nin ö zelleştirmeyi ve yabancı kuruluşlara vergi
indirimini teşvik eden politikalarıyla desteklenen bü yü k
uluslararası şirketler, insanların asgari ü cretin çok
altında çalıştırıldığı, protesto ederlerse dö vü ldü ğü ve
öldürüldüğü fabrikalara ya sahip olmaktadır ya da o tü r
yerlerle ü retim anlaşmaları yapmaktadır . İnsanlar
ü rettikleri malın Birinci Dü nya ü lkelerindeki
mağazalarda daha ucuza satılması için muazzam acılara
katlanmak zorunda bırakılmaktadır. Ulkede yapt ığım
yolculuklar sırasında insanlar bana yanaşıp, Nike,
Adidas, Ralph Lauren, Wal-Mart ve The Gap gibi
firmaların kö leleştirilmiş denebilecek işgü cü nden nasıl
kâ r sağladığını anlatıyordu. Her ne kadar bu şirketler
üzerinde araştırma yapmadıysam da, mallarını piyasada
daha ucuza satmak için işçilik maliyetini aşağıya çekme
girişiminde olmaları bana mantıklı geliyordu.
6-SweatshopIar{8}
Jim Keady ve Leslie Kretzu adında iki ilm yapımcısı
2005 yılında benimle temasa geçti. Gö rü ntü lü bir
röportaj yapmak istiyorlardı. Telefon gö rü şmelerimiz ve
e-postalarından anladığım kadarıyla, ekonomik tetikçi
kavramının antitezini ve yeni dalga bir eylemci tipini
temsil ediyorlardı.
Leslie, “Rö portaj yapmanın yanı sıra size
Endonezya’daki sweatshopları da anlatmak istiyoruz,”
dedi. Kısaca, 2000 yılında Endonezya’da Nike işçileriyle
birlikte, ‘aynı korkunç koşullar altında, aynı gelirle
hayatta kalmaya çalışarak’ yaşadıklarını anlattı.
Bunu yapmaya onu neyin yönelttiğini sordum.
“Şimdi bana çok uzun gelen bir zaman ö nce Cizvit
Gönüllüler Teşkilatı’na katılmıştım,” dedi. “Beni bir daha
hiç eskisi gibi olmayacağım konusunda uyardılar.
Sloganları ‘CGT: Hayat İçin Perişan’ idi. Gerçekten de
inanamadığım kadar bü yü k yoksulluk ve acıyla
karşılaştım. Gerçekten de hayat kurtarmaya yardım
ederken perişan olmuştum. Sonra Hindistan’da Rahibe
Teresa’nın ekibiyle çalıştım. Rahibe ö lmü ştü . Ama ben
onun ‘zavallıların en zavallıları’na yardım etmek
istiyordum. Oyle insanlarla bir kez yaşadınız mı, bir
daha asla eskisi gibi olamaz, asla eski tarzınıza,
alışkanlıklarınıza dö nemez, asla unutamazsınız. Artık
mutlaka bir şeyler yapmanız gerekir.”
Jim’e döndüm.
Gü lerek, “Ben Tanrı tarafından rehin alınmıştım,”
dedi. “Kulağa komik geldiğini biliyorum ama ciddiyim.
Lisedeyken Wall Street’e gideceğimi, milyonlarca dolar
kazanacağımı ve otuz beş yaşına geldiğimde emekli
olacağımı dü şü nü yordum. Sonra 1993 yılında bir dü nya
turuna çıktım. Yirmi bir yaşındaydım. Gelişmekte olan
ü lkeleri, birkaçının adını vermek gerekirse Endonezya,
Laos, Vietnam, Burma ve Nepal’i ilk kez o zaman ziyaret
ettim. Gerçek yoksulluğun ne demek olduğunu gö rdü m.
Saint Joseph Universitesi’nde yaptığım lisans çalışması
da dahil olmak ü zere, on altı yıllık Katolik mektebi
öğretisi oralarda gö rdü klerimle farklı bir anlam ve
platforma oturdu. Artık İsa Mesih’in ne için mü cadele
verdiğini anlıyordum. Kendimi aynı şeylere karşı
mü cadeleye adamam o şekilde oldu. Sadece İsa Mesih’in
savaştığı kavramlar değildi bunlar elbette; Muhammed
Peygamber’i, Yahudi geleneğinin peygamberlerini,
Buda’yı ve ö teki aziz tutulan ruhani igü rlerin hepsini
ö rnek alacaktım. Gerçekten de, dü nyadaki belli başlı
bü yü k dinlerin hepsinin merkezinde sosyal adalet
vardır.”
Onlardan ö ykü lerini yazılı olarak ö zetlemelerini
istedim. Yazıp gönderdiler:
Dikkatimizi Nike’nin imalat uygulamalarına
yö neltmeye başlayışımız, Jim’in 1998 yılında New
York’taki St. John Universitesinde yardımcı futbol
antrenö rü olarak çalıştığı zamana dayanır . İlahiyat
dalında yü ksek lisans yaparken bir yandan da
ü niversite takımının çalıştırıcılığını ü stlenmişti ve bir
dö nem tezi için Nike’nin ü retim uygulamalarını
Katolik toplumsal eğitim ilkeleri ışığında incelemeye
karar vermişti. Çalışmasını başlatırken St. John
Universitesi Spor Bö lü mü , Nike ile tü m antrenö rlerin
ve sporcuların bu irmanın ü rü nlerini giymesini ve
reklamını yapmasını kapsayan 3.5 milyon dolar cirolu
bir anlaşmanın pazarlıklarına başlamıştı. Jim ö nce
kişisel gö rü şmeler dü zeyinde, sonra da kamuoyuna
sweatshop tarzı imalat yapmakla suçlanan bir şirketin
yü rü yen reklâ mı olmayı kabul etmediğini açıkladı. Ve
ü lkenin en bü yü k Katolik ü niversitelerinden birinden
gelen ü ltimatomla yü zleşti: Ya Nike giy ve anlaşmayı
sorgulamayı kes ya da istifa et. Jim 1998 yılının
Haziran ayında istifa etmek zorunda bırakıldı.
Savunduğu konumdan yü zde yü z emin olmak
isteyen Jim, bu kez koşullara tanık olabilmek için
fabrikalarından birinde bir ay çalışmasına izin
verilmesini talep etti. Nike bu talebe bir ayın yeterli
sü re olmayacağı, Gü neydoğu Asya lisanlarının
hiçbirini konuşamadığı ve herhangi bir işçiyi de
işinden edemeyeceği gerekçesiyle olumlu yanıt
vermedi. Jim başvurusunu yeniledi. Bir ay yeterince
uzun değilse altı ay ya da bir yıllığına, hatta o
atö lyelerin koşullarını ve sweatshop olup
olmadıklarını anlamak için gerekli sü re neyse o kadar
çalışmak ü zere gidebileceğini bildirdi. Ayrıca
İspanyolca bildiği, Nike’nin onu Orta Amerika’daki
fabrikalarından birine gö nderebileceğini sö ylemişti.
Ve Jim, yerini alacağı işçiyi (Nike’nin merkezinin de
olduğu) Oregon’a gö tü rmeyi, orada yatacak yer, ü ç
öğü n yemek ve gü ndelik harçlık vermeyi, yani bir
anlamda Jim onun işini yaparken tatil yapmasını
sağlamayı kabul eden bir sivil toplum ö rgü tü de
bulmuştu. Nike ö neriyle ilgilenmediğini bildiren bir
yanıt gönderdi.
Jim’in bir Nike fabrikasında çalışma olasılıkları
kapanınca bu kez de dü şünebildiğimiz tek seçeneği
uygulamaya koymaya karar verdik: İşçilerle onların
kö ylerinde yaşamak ve kendimizi ekonomik olarak
onların gelirleriyle sınırlamak. Bö ylece 2000 yılında
Nike fabrikası işçileriyle birlikte yaşamak ü zere
Endonezya’ya, Cakarta’nın dışındaki Tangerang’a
gittik. Gü nlü k harcamamızı onların kazancı
belirleyecekti: 1.25 dolar.
Bir ay içinde ben yedi kilo verdim, Jim on bir. Nike
çalışanları gibi 2.8x2.8 ö lçü lerinde, mobilyası ve
ü stü nden buhar tü ten o kentte havalandırması
olmayan bir beton kutuda yaşıyorduk. Dü zgü n
olmayan beton zemine serilmiş ö rtü ler ya da paket
kâğıtları ü stü nde uyuyorduk ki onlar da her daim
yakılan çö plerden çıkan kü lle ve fabrikanın çevreye
saçtığı zararlı maddelerle kaplıydı. Tuvaletlerin
giderleri her sokağın iki yanından akan açık lağımlara
verilmişti. Bu lağımlar yü zü nden kö y yumruk
büyüklüğü nde bö cekler ve hayal bile edemeyeceğiniz
cüssede farelerle kaynıyordu.
Bazıları bize, “Endonezya gibi bir ü lkede gü nde 1.25
dolara geçinebilirsiniz,” demi şti. Bu lakaytlık ve
cehalet yü klü bir ifadedir. Bu tü r iddiaları ö ne
sü renlerin bü yü k bö lü mü Endonezya’da hiç
bulunmamıştır. Orada 1.25 dolara iki kü çü k porsiyon
sebzeli pirinç lapası ve birkaç muz alabiliyorduk.
Sabun ya da diş macununa ihtiyacımız olduğunda
daha az yemek zorundaydık. Bir gü n Jim temizlik
yaparken gaz lambasını kü çü k portatif ocağımızın
ü stü ne devirdi ve ortalığı temizlemek için çamaşır
sabunumuzu kullanmak zorunda kaldık. Bu bir
felaketti; hem mali, hem de duygusal açıdan bir
yıkımdı.
Şö yle yaşadığınızı hayal etmeye çalışın: Yirmili
yaşlarınızda bir yetişkinsiniz ve haftanın altı gü nü ,
bazen pazarları da sabah 08.00’dan akşam 20.00’a
kadar çalışıyorsunuz. Bu sü reye işe gitmek için
hazırlanmak, gidiş ve dö nü ş için harcanan zaman
dahil değil. Bir arkadaşın doğum gününü kutlamak için
paranız yok. İki yıldan beri kendinize giyecek yeni bir
şey almamışsınız. Fazla giyeceğiniz yok ve sabah
ü stü nü ze geçirdiğiniz her şey, gü nü n sonunda gö zle
gö rü lü r derecede kirlenmiş oluyor. İşten
döndüğü nü zde 30 ila 45 dakikanızı çamaşırınızı elde
yıkamaya harcamanız gerekiyor. Radyo almaya
paranız, televizyon edinmeye dü ş gü cü nü z bile
yetmiyor. Kadınsanız â det gö rü rken bile herkes gibi
gü nde iki kez verilen tuvalet molasına uymak
zorundasınız; bu nedenle de pantolonunuzdaki kan
lekelerinin gö zü kmemesi için uzun etekli bir gö mlek
giyiyor ya da belinize bir şal bağlıyorsunuz.
Yorgunluktan bitiksiniz. Kemikleriniz s ızlıyor.
Sesinizi yü kseltmeye korkuyorsunuz, çü nkü işinizi
kaybedersiniz. Ve hizmet ettiğiniz çokuluslu şirket
dü nyaya ciddi değişiklikler yaptığını, mü şterilerinin
dert edinmesi gereken bir şey olmadığını ilan ediyor.
Yani yüzde yüz mutlusunuz.
Ne yazık ki o koşullar altında ve o ü cretlerle
yaşamak zorunda olanlar sadece Nike işçileri değildir.
Adidas, Reebok, The Gap, Old Navy, Tommy Hil igher,
Polo/Ralph Lauren, Lotto, Fila ve Levi’s çalışanlarıyla
görüştü k. Hepsi aynı yoksulluğa mecbur edilmiş
şekilde, aynı tip barakalarda ve işverenlerine aynı
taleplerde bulunarak yaşamlarını sü rdü rmeye
çalışıyor: Bize daha yü ksek ü cret ve bağımsız sendika
örgütleme hakkı verin.
Nike işçileri ABD’de yaşayan herhangi bir kimsenin
düşünemeyeceği kadar dü şü k ve sağlıksız koşullarda
yaşıyor. Ama varlıklı Endonezyalılar ve ü lkedeki
yabancılar iyi bir yaşamın key ini çıkartıyor. Ben bir
ekonomik tetikçiyken, Cakarta’da benim gibi insanların
kalacağı tek bir otel vardı: InterContinental Endonezya.
Bugü nse Four Seasons, Mariot, Hyat, Hilton, Crowne
Plaza, Sheraton, Le Meridian, Millenium, Ritz-Carlton ve
diğer birçoğu arasından seçim yapma olanağı var. O
yerler evinden uzak Amerikan ticari kuruluşlarının
yö neticilerine yuva gö revi yapıyor, bu ki şiler oralarda
şık akşam yemekleri yiyip, pahalı şaraplar içiyor ve
Endonezyalı seçkinlerle mü şterilerini ağırlıyor. Kente
çok yü kseklerden bakan odalarından, Tangerang’ı ve
çalışan kesimin yaşadığı ö teki banliyö leri
seyredebiliyorlar. Şirketlerinin, o insanlık suçunu
işleyen fabrikaların sahibi olmadığını ö ne sü rerek,
sorumluluğu inkâ r etmeye çalışabilirler ama daha
derinlerde bir yerde bunu kabul edip suçluluk duygusu
çekiyor olmalılar.
Jim, “Nike fabrika sahiplerine acımasızca bastırır,”
dedi. “Şirketin ilgili bö lü mlerindeki kişiler her bir
ayakkabı bağcığının ve tabanının gerçek maliyetini
kuruşuna kadar bilir. Fabrika sahiplerini, kâ r ını en aza
indirmeye mecbur kalana kadar sıkıştırırlar. Sonunda
patron (ki genellikle Çinlidir) çok cü zi bir kâ rı kabul
etmeye hazır hale gelir.”
Laslie içini çekerek ekledi: “Patronlar elbette
işçilerinden daha iyi durumdadır. Ama onlar da sö mü rü
çarkına girmiştir. İşletmede artık Nike’nin borusu ö ter.
Ve dolan cep de elbette onunkidir.”
“ H e r şeyimizle Nike’ye odaklanmıştık. Çü nkü
sanayinin lideriydi ve rakipleri arasında en bü yü k pazar
payı ona aitti,” diye aç ıkladı Jim. “Sö mü rü nü n
temposunu o belirliyordu. Nike’yi daha olumlu
koşullarda ü retim yapmaya zorlarsak, hepsi onu
izleyecekti.”
Yabancı ticari kuruluşların lü ks otellerinden dışarıya
adım atan ü st dü zey yö neticilerinin dikkatini çeken bir
başk a gelişme daha vardı Endonezya’da. Becak’lar artık
yoktu. Harika resimlerle bezeli o bisiklet taksilerin,
Cakarta’nın ana caddelerine çıkması 1994’te Başkan
Suharto tarafından yasaklanmıştı. Konuklar şimdi
Bajaj’ların, yani etrafı turuncu metal panellerle kaplı, ü ç
tekerlekli kü çü k motosikletlerin saldırısına uğrayacaktı.
Vespa tarafından aslında Hindistan için geliştirilen
bajaj'lar, Suharto’ya gö re modernle şmeyi temsil
ediyordu. Halbuki gü rü ltü lü , çevreyi kirleten, içindeki
sıcağa tahammü l edilemeyen ve tehlikeli araçlardı
bunlar, Becak’ların tersine, hepsi birbiriyle aynıydı;
gökkuşağının parlak tonları, yerini her yerden
gö rü lebilen çiğ bir turuncuya bırakmıştı. Bu araçlardan
tahminen 20 bini şimdi başkent caddelerinde trafiği
tıkıyordu. Çoğu becak sü rü cü sü bir bajaj’a kumanda
etmek ü zere eğitimden geçirilmemişti ve şimdi
sweatshoplarda çalışıyordu.
Birbiri ardından gelen ABD yö netimlerinin hepsi
Suharto diktatö rlü ğü nü destekledi. Ama Cakarta
hü kü meti buna rağmen sivil toplum ö rgü tlerinin ağır
eleştiri bombardımanı altındaydı. Gö zetim gö revi
ü stlenen kuruluşlar, yapılan insan hakları ihlallerini ve
yö netimin çokuluslu şirketlerle Başkan’ın yakın
çevresini tatmin etme şevkini, ağır şekilde itham ve
mahkum ediyordu. N e w York Times , ‘Uluslararası
araştırmalarda Endonezya sü rekli olarak dü nyanın
yolsuzluğa en fazla bulaşmış ü lkeleri arasında yerini
alıyor,{9} diyordu.
Eski bir CIA operasyoncusu olan Neil bana, “İşlerin o
hale gelmesine inanamıyorum,” dedi. İmza gü nlerimden
birine gelmiş, sonrasında orada oyalanmış ve beni bir
bira içmeye davet etmişti. Gecenin geç saatlerine kadar
sohbet ettik. Aylar sonra San Francisco’daki
ebeveynlerimi ziyaret ettiğimde bir kez daha birlikte
olduk. CIA’ya kat ılma nedeni anne ve babasının onu
Mao’dan nefret edecek şekilde bü yü tmesiydi.
“Cakarta'daki gö reve getirildiğimde idealisttim,”
diyordu. “1981 yılıydı. Komü nistleri Endonezya’dan
uzak tutmamız gerektiğine inanmıştım.”
Panama’nın 1989’da işgal edilmesiyle bu politikaların
dünyanın her tarafında insanları ABD aleyhine
döndüreceğini hissetmiş, hayal kırıklığına uğramış, gö zü
açılmıştı. Kısa zaman sonra devlet memuriyetinden
istifa edip ‘ö zel sektö r’ sa larında yerini alacaktı.
Sonunda 2005 yılında tsunami ile doğan yeniden
yapılanma çalışmaları sırasında Endonezya’ya
dönmüştü . Aceh bö lgesindeki ö zgü rlü k savaşçılarına
karşı bu çalışmaları korumak amacıyla kurulan gü venlik
ekibinin bir üyesi olmuştu. Şöyle diyordu:
“Tanrım! O son yolculuk gerçekten de insanın
gö zü nü açacak tü rdendi. Cakarta ışıltılı gö kdelenleri,
lü ks otelleriyle gerçekten de modern ve bü yü k bir
kente benziyordu. Ama yü zeydeki gö rü ntü nü n biraz
altına inince... Her şey eskisinden de kö tü ydü .
Yolsuzluk alm ış yü rü mü ş, her yeri sarmıştı. Ve bunu
yapan bizdik.”
CIA’dan istifa ettikten sonra benzer bir i şi neden
sürdürdüğü nü sorduğumda, “Hayatımı kazanmak için
bildiğim tek iş buydu,” yanıtını verdi. Ve ikinci neden de,
ilki gibi çakallardan sıkça duymaya alıştığım tü rdendi:
“Ayrıca kendini o denli heyecanla yü kseklerde
hissedeceğin başka bir iş daha yoktur. Para şü tçü ler ve
motosikletçiler aynı şeyi heyecan için yapar ama hiçbir
heyecan seni ö ldü rmek isteyen adamla yü z yü ze olmakla
kıyaslanamaz.”
Bu tü r ifadeler omurgamdan aşağı bir ü rperti
geçmesine neden olur. Babam ı ve diğe r İkinci Dü nya
Savaşı kahramanlarını dü şü nü rü m. Devletimizin ve
ticari kuruluşlarımızın, insanları eğitme adına
ö ldü rmeye bağımlı olmaya ö zendirdiğini bilseler, acaba
ne hissederlerdi? Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’i
yazarken yaptığım şeylerden kaynaklanan korkunç bir
suçluluk duygusuyla boğuşuyordum. Şimdiyse o şeylerin
sonuçlarının tahmin edebildiğimin çok ö tesinde trajik
sonuçları olduğunu keşfediyorum.
7-ABD Destekli Kıyım
Endonezya’da yaşanan en berbat insan hakları ve
çevre ihlali benim Ujung Pandang’da bulunduğum
dö nemde Doğu Timor’da gerçekleşti. Doğu Timor da
Sulawesi gibi uzak adalardan biri olarak kabul ediliyordu
ve petrol ve gaz rezervleri yö nü nden zengindi.
Sulawesi’nin aksine, Endonezya’nın parçası olan Doğu
Timor dö rt yü zyıl boyunca Portekiz yö netimi altında
kalmıştı. Endonezya’nın %90’ı Mü slü manken, bu ada
ağırlıklı olarak Roma Katolikliği’ni benimsemişti.
Doğu Timor 28 Kasım 1975 tarihinde Portekiz’den
bağımsızlığını ilan etti ve dokuz gü n sonra Endonezya
tarafından işgal edildi. Acımasız işgal gü çleri 200 bin
civarında insanı katletti ki bu rakam ü lke nü fusunun
üçte birini oluşturuyordu.{10}
Ulusal Gü venlik Arşivi tarafından yayımlanan belgeler
ABD yö netiminin sadece kıyımda kullanılan silahları
sağlamakla kalmadığını, işgali açık şekilde onayladığını
da gö sterir. Bu belgelere gö re, Ba şkan Gerald Ford ile
Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 6 Aralık 1975
tarihinde Suharto ile buluşmuş, ertesi gü n başlatılacak
olan planlı saldırı ü stü nde karara varmıştı. Aynı belgeler
Carter yö netiminin 1977’de bu bilgilerin gizlilikten
çıkartılmasını engellediğini de ortaya koyar.
Endonezya’nın dü nyanın en baskıcı rejimlerinden
birine sahip olmakla yaptığı ü n, sesi en fazla çıkan yerel
eleştirmenlerinden ikisi tarafından uluslararası dü zeye
taşınınca bir kez daha vurgulandı. Doğu Timorlu aktivist
Psikopos Carlos Filipe Ximenez Belo ve José Ramos-
Horta 1996’da Nobel Barış Odü lü aldı. Bu ö dü l
Cakarta’da, Washington’da ve Wall Street koridorlar ında
şok dalgalarına neden oldu.
Amy Goodman aynı zamanda Doğu Timor’un eski
valisinin kardeşi olan sü rgü ndeki politik lider Joao
Carrascalao ile işgalin otuz beşinci yıldönümünde
Democracy Now! için bir sö yleşi yaptı. Carrascalao şöyle
diyordu: “Ben Cakarta’ya Başkan Ford ile Henry
Kissinger’in uçağı kente inmeden bir saat ö nce geldim.
Ve aynı gece Cakarta yö netiminde ü st dü zey bir yetkili
olan Albay Suyanto’dan Amerika’nın Doğu Timor’un
Endonezya tarafından işgaline yeşil ışık yaktığı bilgisini
aldım.”
Maryland Universitesi Tarih Bö lü mü ’nde yardımcı
profesö r ve Ulusal Gü venlik Arşivi araştırma asistanı
olan Brad Simpson da Amy’ye şunları anlatacaktı: “Bu
belgeler birbiri ardından gelen Birleşik Devletler
yö netimlerinin sü rdü rdü ğü 25 yıllık yalan ve aldatmaca
dokusunu ortaya serer. Endonezya’n ın Doğu Timor’u
işgalinin ayrıntılarını Amerikan ve uluslararası
kamuoyundan gizlemek, Doğu Timor’da 1980’lerin
ortalarına kadar sü ren kıyıma ilişkin gü venilir raporları
sistematik olarak yalanlamak ya da içeriğini
sansü rleyerek yayımlamakla ve kongrenin askeri
yö netimlere silah akışını kıs a c a k şekilde mü dahale
etmesini engelleme çalışmaları yapmakla mü mkü n
olmuştur.”{11}
Doğu Timor katliamı, Suharto yö netimi altında
uygulamaya koyulan polis-devlet politikalarından
sadece biridir. Orduyu bağımsızlık eğilimi olan bö lgelere
gö ndermenin 1970’lerdeki bahanesi, komü nizmin
derhal durdurulması gerektiğiydi. Çıkan isyanların
çoğunun Suharto’nun baskıcı rejiminin vurduğu
boyunduruktan kurtulma isteğinden kaynaklandığı ve
isyancıların Çin gibi ü lkelere (silah ve tıbbi yardım
almak için) yö nelmesinin son çare olduğu Amerikan
basınının bü yü k bö lü mü tarafından gö z ardı edilmiştir.
Medyanın bilmezden geldiği bir başka gerçek de,
Suharto’yu desteklemenin şirketokrasinin çıkarlarına
hizmet ettiğiydi. Suharto’nun takımadaların tamamına
hakim olmaktaki kararlılığı (değerli herhangi bir
kaynağa sahip olmayan bö lgeler de dahil olmak ü zere)
hem Washington, hem de Wall Street tarafından çok
ciddiye alınıy o r d u . Şirketokrasi, gö zü nü diktiği
kaynaklara sahip bö lgelerde serbestçe saltanat sü rmek
istiyorsa, diktatö rü n birleşik Endonezya’ya yö nelik
şatafatlı vizyonunu desteklemesi gerektiğini anlamıştı.
Ben Endonezya’da yaşarken, Sumatra’nın kuzey
ucundaki petrol ve doğalgaz yö nü nden zengin Aceh
bö lgesinde 10 binden fazla insan ordu tarafından
ö ldü rü ldü . Binlercesi de Molukka adalarında, Batı
Kalimantan’da (Borneo) ve Irian Jaya’da (Yeni Gine)
ö ldü . Silahlı kuvvetlerin gerçek amacının, Suharto
yö netimini inanse eden çokuluslu şirketlerin gö zü nü
diktiği kaynakları korumak olduğu, yaşanan her olayda
biraz daha açıkça anlaşılıyordu. Her ne kadar başı petrol
ve ö teki madenleri arayan şirketler çekiyorsa da, onlara
Endonezya’nın ucuz işgü cü nden, doğal kaynaklarından,
pazar geliştirme projelerinden ve tü ketici
potansiyelinden çıkar sağlayan geniş bir şirketler
yelpazesi de eşlik ediyordu. Endonezya, uluslararası
bankacılık ve ticaret kamuoyunun yatırımları etrafında
kurulmuş ekonomi modelinin birincil örneğiydi. Borçları
doğal kaynaklarıyla ö deme vaadinden geri adım atınca,
altyapı projelerini inanse etmek için daha derin
borçlara girdi, bu da otellere, restoranlara, alışveriş
merkezlerine ve bunları oluşturup ayakta tutacak inşaat,
hizmet, bankacılık ve nakliyat faaliyetlerine talep
doğmasına yol açtı. Bir kez daha varlıklı Endonezyalılar
ve yabancılar kazanırken, yoksullar acı çekmeye devam
etti. Direniş girişimleri silahlı kuvvetler tarafından
bastırıldı.
Halkı gibi Endonezya’nın doğası da geri
dö ndü rü lemeyecek şekilde yıpranıyordu. Madenler,
kâğıt ve kâ ğıt hamuru fabrikaları ve ö teki kaynak
sö mü rü cü endü striler dü nyanın en geniş yağmur
ormanları içindeki muazzam arazileri soyup çırılçıplak
bırakıyordu. Irmaklar zehirli atıklarla tıkanmıştı. Sanayi
bö lgeleri çevresinde ve kentlerde hava zehir yü klü ydü .
Güneydoğu Asya 1997’de Endonezya’da kontrol
edilemeyen (ve yine ekonomik tetikçilerin karıştığı bir
yolsuzluğun sonucu olan) orman yangınlarının yaydığı
zararlı dumanın altında kalınca, ü lke bir kez daha dü nya
basınında manşete çıktı.
Bu ekonomik mucizenin başka kurbanları da toprakları
çalınan, hayatları ve gelenekleri yok edilen Bugi, Dyak,
Melaneia ve diğer kendine has kü ltü rlerdir. Bunlar bir
taraftan mahkum edilirken, aynı model ABD hükümetleri
v e şirketlerimizin inansıyla tekrar tekrar uygulamaya
konulmaktadır.
Suharto, bü yü yen ekonomik kriz ü lkesini haşin bir
şekilde hırpalarken, IMF, Yap ısal Ayar Paketi’ne dahil
oldu. IMF bu doğrultuda Suharto’dan giderleri azaltması
için akaryakıt ve gıda sü bvansiyonlarını dü şürmesini,
ayrıca başka birçok sosyal hizmette kısıntı yapmasını
istedi. Varlıklılar lehine alenen dengesiz olan bu
politikalar açlığı, salgın hastalıkları ve husumeti daha da
körükledi.
Endonezyalılar sonunda kitleler halinde sokağa
dö kü ldü . Varlıklılar bile bü yü k bir kargaşa çıkmasından
korkarak değişim için dayattı. Suharto sonunda 1998
Mayıs’ında istifaya zorlandı; 32 yıllık diktatö rlü ğü
bö ylece sona erdi. 1999 yılı Eylü l ayında Clinton
yö netimi, Endonezya ordusuyla olan tü m askeri bağları
koparttı.
Ne var ki bu gelişmeler hiçbir şekilde şirketokrasinin
sonunu belirlemedi. Tersine, konumunu en ü st dü zeyde
gü çlendirdi. Başa geçen Endonezyalılar, diktatö rü
alaşağı etmenin itibarından yararlandı ve kendilerini
halkın dostları olarak gö sterdi. ABD hü kü meti ve
çokuluslu şirketler, Suharto’nun dü şüşü nü selamladı ve
yeni rejimi destekledi. Ardından 26 Aralık 2004 gü nü
şirketokrasiye ü lkeye daha sağlam bir şekilde yerleşmek
için yeni fırsatlar tanıyacak olan trajedi yaşandı. Noel’in
ertesi günü tsunami kıyıları vurdu.
Çeyrek milyon kadar insan devasa dalgalar altında
hayatını kaybetti. Ve inşaat sektö rü nde faaliyet gö steren
(çoğu Amerikalı olan) şirketler bu felaketi kâ rlarını
artırma fırsatı olarak gördü.
Depremler, kas ırgalar ve tsunamiler yü zbinlerce
insanı ö ldü rü r ama bir yandan da gayri safı milli hasılayı
patlatır. Olü m ve yıkım ekonomik istatistik defterlerine
girmez ama yeniden yapılanma için harcanan
milyarlarca dolar, sahte bir pozitif etki yaratır.
Çoğu ABD yurttaşı savaş gibi afetlerin bilincinde
değildir; bunlar bü yü k iş dü nyası için yü ksek kâ r
fırsatlarıdır. Afetler sonras ındaki yeniden yapılanma
harcamalarının bü yü k bö lü mü , Amerikan inşaat
şirketleri ve otel, restoran, perakende satış zincirleri,
iletişim ve nakliye ağlarının sahibi olan çokuluslu
şirketlerin, bankaların, sigorta şirketlerinin ve ö teki
şirketokrasi sanayilerinin kullanımı için bir kenara
koyulur. Afet yardımı programları, kendini kıt kanaat
geçindiren çiftçilere, balıkçılara, emektarların işlettiği
aile lokantalarına, kü çü k otellere ve yerel girişimcilere
yardım etmek yerine, imparatorluk kuranlara para
akıtmak için bir araç daha sağlar.
8-Tsunamiden Kâr Etmek
26 Aralık 2004 kara bir gü n oldu. Sadece korkunç
tsunamiye anında kurban giden insanlar açısından değil,
bu gezegeni paylaştığımız kardeşlerimize yö nelik
şe kate, yardımlaşma duygusuna ve iyi niyete inanan
insanların hepsi için ö yleydi. Utanmazca girişilen
istismarın trajik ö ykü sü ise, o doğal afetin ü lkeyi
vurmasından aylar önce başlamıştı.
Endonezya’da 2004 yılı Eylü lü nde bir diğer askeri
başkan gelmişt i . N e w York Times ’in tari iyle General
Susilo Bambang Yudhoyono, ‘General Suharto’nun
totaliter yö netimi sırasında orduda hızla yü kselerek
rü tbe almıştı.{12} 1976’da Georgia’daki Fort Benning’de
askeri eğitim almak ü zere seçilmiş ve Uluslararası
Askeri Eğitim ve Öğretim Programı çerçevesinde ABD’ye
iki kez gitmişti. Tsunamiden Aceh bö lgesindeki direnişi
paramparça etmek için kusursuz bir liderdi.
Takımadaların her tarafındaki yerel hareketler gibi
Aceh’te de, eylemler ekonomik istismar ve siyasi baskı
kaynağı olarak gö rü len hü kü metten bağımsız olma
arzusuyla gü dü mlenmişti. Doğası ve kü ltü rü yabancı
kuruluşların elinde hırpalanan Aceh halkı, bundan pek az
fayda gö rü yordu. Endonezya’nın en bü yü k doğal kaynak
projelerinden biri olan sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG)
tesisi Aceh’te idi ama LNG’den edilen kâ rın çok çok
kü çü k bir bö lü mü yerel okullara, hastanelere ve LNG
tesisinden doğrudan ve olumsuz etkilenen insanlara
katkıda bulunabilecek yatıranlara gidiyordu,
Newsweek, Newsday (New York), Esquire, George,
MSNBC, The New York Observer gibi yayın organlarında
yazan ve arada sırada bana dünyanın sıcak
noktalarından kişisel e-postalar gönderen Ödüllü gazeteci
Melissa Rossi’ye göre, ‘Zengin doğal kaynaklara sahip olan
Aceh, yarım yüzyıldan beri Endonezya’dan bağımsız
kalmanın özlemiyle yaşıyordu. Petrol kuyuları kıyı
boyunca sıralanmıştı ki bu da Endonezya hükümetinin
Aceh’e neden bir sülük gibi yapıştığını açıklıyordu.’{13} Her
ne kadar kamuoyuna sadece birkaç haber yansıdıysa da,
tsunami okyanusu kaldırıp karanın ü stü nden geçirene
kadar, yani 30 yıllık bir sü reç içinde, bö lgede tahminlere
göre 10 bin ile 15 bin arasında insan öldürülmüştü.{14}
Hü kü metle (Endonezya dilindeki adı Gerakan Aceh
Merdeka’nın kısaltması GAM olarak anılan{15}) Ozgü r
Aceh Hareketi arasındaki gizli gö rü şmeler 2004’te
başlamıştı. Gö rü nü şe gö re GAM, Aceh halkının petrol,
gaz ve ö teki doğal kaynaklardan elde edilen gelirin hiç
değilse bir bö lü mü nü paylaşması, kademeli bir
muhtariyet edinilmesi ve onyıllardan beri diretilen
başka talepler ü zerinde pazarlık edebilecek bir konum
yakalamıştı. Ama tsunami bunu altüst etti.
GAM yerel bir organizasyon olduğundan, merkezi
teşkilatlanması da dev dalgalar tarafından mahvedilen
bö lgedeydi ve afette ağır hasar gö rmü ştü . Kilit
konumdaki ü yelerinin bazıları ö lmü ş ya da ailelerinde
yaşanan kayıpların acısı içindeydi. İletişim ve nakliye
sistemleri harap olmuştu. Direniş yö ntemlerini masa
başı gö rü şmelere indirgemişlerdi. Bir yandan tsunami
kurbanlarına yardım etmeye çalışırken, bir yandan da
yeniden yapılanma çabalarıyla ilgileniyorlardı.
Ote yandan hü kü met, kargaşadan kâ r çıkartmakta
elini çabuk tutmuştu. Java’dan ve Endonezya’nın hasar
gö rmeyen başka bö lgelerinden uçakla taze kuvvetler
getirildi; bunlar birkaç ay içinde (daha ö nce sö zü nü
ettiğim Neil’in de içinde olduğu) ABD askeri personeliyle
desteklendi. Silahlı kuvvetler afet kurbanlarına yardım
bahanesiyle denetimi ele aldıysa da, dile getirilmeyen
amaç GAM’ı yok etmekti.
Bush yö netimi hiç zaman yitirmedi. Tsunamiyi
izleyen gü nlerde yani 2005 Ocak ayında Clinton
tarafından 1999’da yü rü rlü ğe koyulan ve Endonezya’nın
baskıcı rejime eğilimli ordusuyla askeri ilişkileri kesme
politikasını tam tersine çevirdi. Beyaz Saray Cakarta’ya
bir milyar dolarlık askeri donanım gö nderdi. New York
Times 7 Şubat 2005’te şu haberi veriyordu: ‘Washington
tsunami ile birlikte gelen fırsatı değerlendiriyor (....)
Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Endonezyalı
subayların Amerikalılar tarafından eğitimini
hızlandırmak için harekete geçti (....) Endonezya ordusu
30 yıldır ayrılıkçı isyanın yaşanmakta olduğu Aceh’te
tsunamiden bu yana tam bir harekat halinde (....)
Anlaşıldığı kadarıyla ordunun birincil amacı Ozgü r Aceh
Hareketi’ne karşı sağlam mevziler oluşturmak.’{16} 2005
yılı Kasım ayında Washington silah ambargosunu
kaldırdı ve Endonezya ordusuyla ilişkilerini en ü st
düzeyde yeniledi.{17}
Afet hasarını giderme ve yerel toplumların yeniden
yapılanmasına katılım çabalarıyla gü cü nü tü keten ve
Endonezya ordusuyla onun ABD’li destekçilerinin
dayanılmaz baskısıyla karşı karşıya kalan GAM,
nihayetinde hü kü metle tek yanlı bir barış antlaşması
imzaladı. Şirketokrasi bir kez daha en kazançlı çıkan
taraf olmuştu. Tsunami sonunda bir Aceh’in olanca
hızıyla sömürülmesinin devamını sağlamıştı.
Doğal afetlerin şirketokrasi tarafından istismarının
ikna edici bir ö rneği de, Aceh’in Leuser {18}
Ekosistemi’nde yaşananlar oldu. Yerel direni ş otuz yıl
boyunca kereste ve petrol sanayini dü nyanın en zengin
ormanlarından uzak tutmayı başarmıştı. Ama GAM’ın
ezilmesiyle birlikte şimdi bu bö lge de sö mü rü ye
açılıyordu.
Eski bir petrol şirketi yö neticisi olan Mike Grif iths,
gıpta edilen işini bırakıp 1980’lerin ortasında kendini
ekolojik korumaya adadı. 1994’te Uluslararası Leuser
Vakfı’nın kurulmasına yardım etti. 2006’da NPR’nin
Radio Expeditions programında Aceh’i konu alan bir
yayın yapılmasına yardımcı oldu. NPR’nin konuğu
Michael Sullivan, “Barışla birlikte ormanlar ü zerindeki
baskının yü kselmesi doğaldı,” diyordu. “Barış demek en
bü yü k, tropikal sert ağaç ve yağlı palmiye ormanlarının,
şirketler tarafından tomruğa dö nü ştü rü lmesi demekti.”
Radyo programında, tsunaminin hemen ardından ABD
mü hendislik ve inşaat irmalarının kereste ve petrol
endü strilerinin gereksindiği yolların yapımı için para
ayrılması konusunda Dü nya Bankası ve diğe r yardım
kuruluşlarında nasıl lobi çalışması yaptığı anlatılıyordu.
Sullivan, NPR’deki konuşmasına şö yle devam ediyordu:
“Leuser ekosistemini bir kez bozarsanız, kaplan,
orangutan, il ve gergedan için son gerçek şansı yok
etmekle kalmaz, 4 milyon insanın refahının temelini
oluşturacak asıl unsurları da yok edersiniz ki bu
verdiğim rakam, yaşamı suya, gıda kaynaklarının
korunmasına ve erozyonla mü cadeleye bağlı insanların
sayısını belirtir.”{19}
Endonezya’daki egemen elitlerle ABD ve uluslararası
şirketler arasındaki ilişki , şirketokrasinin İkinci Dü nya
Savaşı sonrasında dü nya çapında benimsediği
metotların gö stergesidir. Bir imparatorluk bü yü k ö lçü de
gizlilikle kurulur. Demokrasi aç ıklık içeren seçimlerin
yapılmasını ö ngö rdü ğü ne gö re, metotlar Amerika’nın
ısrarla gözettiğini öne sürdüğü idealleri açısından tehdit
konumundadır. Bu ayrıca benim ve başka birçok ‘gelişim
uzmanının’ çalışmalarının sonuçları açısından da
rahatsız edici bir yorumdur.
Mesleğimizin sinsice fırsat kollayan kalleş doğası,
benim açımdan 2004 tsunamisi ertesinde (her birinin
kökleri kariyerimin başlangıcına kadar uzanıyor olsa da)
ü ç ayrı dö nem şeklinde vurgulanmıştır. Birincisi Boston
merkezli bü yü k bir danışmanlık irmasıy l a , İkincisi
Endonezyalı devlet gö revlileriyle, ü çü ncü sü de ABD
madencilik şirketleri ve Endonezya ordusuyla olan
ilişkiler etrafında toplanır.
9-Yozlaşmanın Meyveleri
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’ de Stone ve
Webster Mü hendislik Şirketi (SWEC) ile 1980’ler ve
1990’larda olan ilişkimi açıklamıştım. Bu irma o
zamanlar ü lkenin en bü yü k, en saygın inşaat-
danışmanlık irmasıydı ve daha sonra hayatımı
ekonomik tetikçi olarak sü rdü rdü ğü m dö nemi
anlatacağım kitabımda bahsinin geçmemesi için bana
yarım milyon dolar ö deyecekti. Şirket daha sonra
benden kendisine bir hizmette daha bulunmamı talep
etti.
1995 yılında bir gü n SWEC’in ü st dü zey
yö neticilerinden biri beni arayarak randevu istedi. Oğle
yemeğinde buluştuk ve Endonezya’da bir kimyasal
madde işleme fabrikası kurulması konusunu konuştuk.
Buluştuğum kişi bu bir milyar dolarlık projenin şirketin
yü z yıllık tarihindeki en bü yü k girişim olacağını
sö ylü yordu. “Bu işi yapmakta kararlıyım,” dedikten
sonra sesini alçaltarak, “Ama Suharto’nun
akrabalarından birine 150 milyon doları ö demenin
yolunu bulamıyorum,” diye devam etti.
“Rüşvet olarak mı?” dedim.
Başını olumlu anlamda saldı. “Endonezya’da uzun
zaman kaldınız. Bunun nasıl gerçekleştirileceği
konusunda bana bilgi verin.”
Meşru rüşvet vermenin dö rt yolunu bildiğimi anlattım
ona. SWEC, o kişinin ya da dostlarının sahip olduğu
şirketlerden normal bedelinin çok ü stü nde paralar
ö deyerek buldozerler, vinçler, kamyonlar ve di ğer ağır
inşaat makineleri alınmasını ayarlayabilirdi. Yine benzer
şekilde o kişinin sahip olduğu şirketlere şişirilmiş
fiyatlarla taşeronluklar verilebilirdi. Aynı model SWEC’in
orada gereksineceği gıda, konut, araba yakıt ve benzeri
şeyler içinde uygulanabilirdi. Ve sonuncu yö ntem de
Endonezyalı kafadarların çocuklarına prestijli ABD
ü niversitelerinde tü m bedelleri ve giderleri ö denmiş
eğitim, ardından da ü lkede kaldıkları sü rece yü ksek
maaşlı stajlar ö nerilebilirdi. Ancak o kadar yü ksek bir
paranın aktarılması için yıllar geçmesi ve olasılıkla dö rt
yaklaşımın dö rdü nü n de kullanılması gerekeceğini
anlattım. Ayrıca bu tekniklerin daha ö nce başarıyla
kullanıldığını ve uygulamalar nedeniyle herhangi bir
A B D şirketi aleyhine suçlamada bulunulduğunu
duymadığımı da ekledim. Bunlara ek olarak, geyşaların
anlaşmanın bağlanmasına olabilecek katkılarının
araştırılmasını da önerdim.
Hınzırca bir gü lü msemeyle, “Geyşalar çoktan sıkı
şekilde çalışmaya başladı,” dedi. Ama şö yle bir sıkıntı
vardı: Suharto’nun adamı parayı nakit ve peşin
istiyordu.
O kadar bü yü k bir rakamı nakit olarak ve peşinen
ö demenin bir yolunu bilmediğimi kabul etmek
zorundaydım. En azından meşru bir yolu yoktu bunun.
SWEC yö neticisi bana teşekkü r etti. Bu konuya dair
başka bir şey duymadım.
15 Mart 2006’da Boston Globe İş Dü nyası sayfalarında
şu başlığı attı: RUŞVETİN BELGESİ VE
STONE&WEBSTER’İN ÇOKUŞU. Makalede şirketin
1889’da başlayan parlak tarihinin 2000’de i lasını ilan
etmesi ve Shaw Grubu’na geçmesiyle nasıl kapandığı
anlatılıyordu. Globe’nin yazdığına gö re, ‘1000 kişi işten
çıkartılmış ve bunların şirketteki tasarru ları yok
olmuştu.’ Globe yazarı Steve Bailey, şirketin dü şüşe
geçişinin ‘Başkan Suharto’nun akrabalarından birine,
şirket tarihindeki en bü yü k ihaleyi almasını sağlaması
karşılığında 147 milyon dolarlık yasadışı bir komisyon
ö deme girişimiydi. Dü şüş de bu girişimin ayrıntılarını
yansıt a n şirket içi bir yazışmanın ortaya çıkmasıyla
başlamıştı.{20}
İkinci olay, 1970’lerde birlikte çalıştığım Endonezyalı
bir devlet memurundan gelen ve benimle buluşmak
istediğini sö yleyen e-posta iletisiyle başladı. Emil (ki
gerçek adı bu değildir) benimle New York’un Yukar ı Batı
Yakası’ndaki sakin bir Tayland restoranında buluştu.
Ba na Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’ndan derinden
etkilendiğini anlattı. Babası onu bana on yaşındayken
Cakarta’da tanıştırmıştı. Sonra adımı sık sık duyduğunu
anımsıyordu. Babasının kitabımda anlatılan
yolsuzluklara karıştığından haberi olduğunu sö yledi
bana. Ardından doğrudan gö zlerimin içine bakarak,
kendisinin de babasının izinden gittiğini açıkladı.
“Bundan arınmak, sizin gibi itiraf etmek istiyorum,”
dedi. Ve ha ifçe gü lü msedi. “Ama bir ailem, kaybedecek
ç o k şeyim var. Demek istedi ğimi anladığınızdan
eminim.”
İsmini ya da kimliğini hiçbir şekilde ifşa etmeyeceğim
güvencesi verdim ona.
Emil’in ö ykü sü her şeyi ortaya koyuyordu. Endonezya
ordusunun aktivitelerini inanse etmek için ö zel
sektö rden para toplaması epey eskilere dayanıyordu.
Bunu gü lü p omuz silkerek geçiştirdi Emil; ne de olsa bu
tü r girişimler Uçü ncü Dü nya ü lkelerinde sıkça gö rü len
tü rdendi. Sonra ciddileşti. “Suharto’nun 1998’de
devrilmesinden sonra durum iyice kö tü leşti. Suharto
gü çlü bir orduyu denetimi altında tutmakta kararlı
gerçek bir askeri diktatö rdü . Onun egemenliği sona
erince, birçok Endonezyalı, sivil otoritelerin ordu
ü stü nde daha fazla denetime sahip olacağı yasalar için
var gü cü yle mü cadele verdi. Ordunun bü tçesini
kısarlarsa amaçlarına ulaşacaklarını dü şü ndü ler. Ama
generaller yardım için kime başvuracaklarını biliyordu:
Yabancı maden ve enerji şirketleri.”
Emil’e sö zlerinin bana Kolombiya, Nijerya ve
Nikaragua ile ö zel milislerin ulusal orduları desteklemek
için kullanıldığı başka birçok yerdeki benzer durumları
anımsattığını söyledim.
“Doğru,” diye onayladı. “Endonezya’da da çok sayıda
paralı asker vardır. Ama benim sö zü nü etti ğim daha
kö tü bir şey. Son birkaç yıl içinde ordumuz yabancı
şirketler tarafından satın alındı. Bunun gerisinde saklı
o l a n şeyler ü rkü tü cü , çü nkü o şirketler doğal
kaynaklarımızın yanı sıra şimdi ordumuza da sahip.”
Bu gerçeği neden ifşa ettiğini sorduğumda başını
çevirip bir sü re restoranın camından dışarıda akan
trafiğe baktı. Sonunda bakışları benimkilerle buluştu.
“Ben bir işbirlikçiyim. Babamın yolsuzluklarını bir adım
ö teye taşıdım. Anlaşmaları yapan, şirketlerden paraları
toplayan ve orduya aktaranlardan biri de benim.
Utanıyorum. Tek yapabilece ğim sizinle konuşmak ve
dünyanın neler olduğunu ö ğrenmesini sağlayacağınızı
ummak.”
Emil ile buluşmamızdan bir hafta sonra, The New York
Times'in web sitesini dolaşırken bir makale dikkatimi
çekti. Yazıda, son yedi yıl içinde kendi tesislerinin
korunması için bö lgedeki (Papua) askeri birimlere ve
kumandanlara 20 milyon dolar ö deme yapan New
Orleans merkezli Freeport-McMoRan Bakır ve Altın
Şirketi’nin edimleri ayrıntılarıyla anlatılıyordu.
Endonezya ordusunun giderlerinin sadece ü çte birinin
devlet bü tçesinden karşılandığı; geri kalanın koruma
bedeli olarak şeffaf olmayan kaynaklardan toplandığı
belirtiliyordu. Bunun da askeri kurmayların devletin
mali denetiminden bağımsız hareket etmelerine imkan
sağladığı vurgulanıyordu.{21}
Bu yazı beni The Times'in web sitesinde 2004
Eylül’ünde çıkan başka iki yazıya yö neltti. O kaynaklarda
da dü nyanın en bü yü k altın ü reticisi olan Denver
merkezli Newmont maden şirketinin benim zamanında
ü stü nde tepindiğim yer olan Sulawesi’deki Buyat
Kö rfezi’nden okyanusa yasadışı arsenik ve cıva
boşaltımı yaptığı suçlaması belgelerle desteklenerek
sunuluyordu. Proje mü dü rü m Charlie Illingworth’un ilk
yolculuğumda vurguladığı gibi, Endonezya’ya petrol
şirketlerinin istediği her şeyi almasını sağlamak ü zere
gönderilmiştik ve gö revimizin sadece petrolcü lerle
sınırlı olmadığını anlamam fazla zaman almamıştı.
Sulawesi, yardım paralarının çokulusluların çıkarları için
nasıl kullanıldığının birincil örneğini oluşturuyordu.
The Times ‘Newmont’a karşı yü rü tü len mü cadelenin,
madencilik ve enerji şirketlerinin Endonezya’nın zayıf
denetim sistemi ü stü nde bü yü k bir etkinliğe sahip
olduğu yö nü ndeki gittikçe bü yü yen kamuoyu takdirini
körüklediğine’ dikkat çekiyordu. ‘Çoğu insan
yolsuzluğun, ahbap-çavuş ilişkilerinin ve gü dü k kalmış
adalet sisteminin, 1998’de sona eren General Suharto
yö netiminin mirası ve kapıları yabancı yatırımcılara o
kadar bü yü k bir hevesle açmanın bedeli olduğunu ö ne
sürüyordu.’{22}
O makalelere dalgın bir halde bakarken, ‘Batsville’
belediye başkanının ve Bugi tekne yapımcısının
suçlayan bakışlarının, bilgisayar ekranımda peşimi
bırakmayan kutsal kitap peygamberlerini andırır gibi
yansıdığını zannettim. ABD gerçekten de yarasalarını
sö mü rmeleri ve kirletmeleri için yabancı diyarlara
gö nderiyordu. Eski ahşap kalyonlarında bellerinde pala
ile silahlanmış denizcilerin yurtlarını savunmakta,
Pentagon’un kudreti karşısında yok denecek kadar az
şansı vardı.
Ya da şirketlerin uşaklarının oluşturduğu daha sinsi
ordular karşısında.
10-Endonezya’da Saldırı ve Dayak
Yaptığım konuşmalarda dinleyiciler zaman zaman
Nike ve ö teki şirketlerin dü zelme eğiliminde olduğuna
yö nelik haberlere değinir. Ben de o insanların çoğu gibi
bu haberlere inanmak istiyorum. Nike’nin kurucusu Phil
Knight’in ve liderlik konumunda olan ö teki ü st dü zey
yö neticilerin daha sorumlu davranması hepimizin ü mit
ettiği bir şeydi. Bu yü zden Endonezya’da Nike işçileri
gibi yaşamaya çalışan ve sweatshoplar ile ilgili bir
belgesel hazırlayan Leslie ve Jim ile ilişkiye geçtim. Ne
var ki gö nderdikleri e-posta haberleri doğrular nitelikte
değildi:
2000 yılında yaptığımız yolculuktan bu yana oraya
iki kez gittik. İşçilerle ve sendika kurma çabasında
olanlarla ilişkimizi hiç kopartmadık.
Gerçekleştirilenler en iyimser deyişle marjinal
şeylerdi ama ü cret ve bağımsız sendika kurma hakkı
gibi asıl ö nemli meseleler, i şçiler yö nü nden 2000
yılından daha iyi değil. Ama Nike kamuoyunun bunun
tersini dü şü nmesini sağlamak için girişimlerde
bulunuyor.
Hü kü met, Endonezya’da asgari ü creti yü kseltti ama
gıda, su, gaz, giyim ve yaşamak için gerekli ö teki
tü ketim maddelerinin iyatları ve kiralar da aynı
oranda yü kseldi. İşçiler hâ lâ ‘kendim mi yiyeyim-
çocuğuma mı yedireyim’ gibi kararlar vermeye
zorlanıyor. Endonezya’ya son gidi şimizde 2000’den
beri gö rü ştüğü mü z ve Nike fabrikasında sekizinci
yılım doldurmuş bir işçi bizi ziyarete geldi. Kadın bizi
sıcak bir şekilde kucakladıktan sonra yü zü nde
hü zü nlü , silik ve zoraki bir gü lü msemeyle, “Hiçbir şey
değişmedi,” dedi.
Değişen akaryakıt iyatlarıydı, bö ylece fabrikalara
gidiş geliş giderleri artmıştı. İşe gidip gelmek işçilere
artık zaten yetersiz olan maaşlarının %30’una mal
oluyordu. Artan nakliye maliyetlerinin parası nereden
çıkacaktı? Multi-milyar dolarlık ticari kuruluşlar için
haftada 6-7 gü n çalışan ve bazen gü nde iki ö ğün
sadece tuzlu pirinç yemek zorunda bırakılan kadın ve
erkeklerden elbette.
Nike 1990’ların sonların d a sweatshop koşullarına
yö nelik eleştirilere bunun ne demek olduğunu
bilmediğini, taşeron konumundaki imalathanelerin
başkalarına ait olduğunu, o nedenle de Nike’nin
herhangi bir değişiklik yapma imkâ nı olmadığını ileri
sü rerek karşılık veriyordu. 2000’de tepkisi ‘haklı
eleştiri-yanlış muhatap’ idi. 2002 yılına kadar Nike
yö neticileri bizi ABD’de bu konuda konuşma
yaptığımız tü m ü niversite ve yü ksek okullarda izledi.
Bu yapacağımız ziyaretten ö nce kuruma
söyleyeceğimiz her şeyi yalanlar nitelikte bir paket
gö nderirlerdi ve bunu ö ğrenci birliğinin yayın
organında tü m gerçekleri bilmediğimizi ö ne sü ren bir
editö r yazısı izlerdi. Şimdi Nike strateji değiştirdi.
Toplumsal sorumluluk konferanslarına katılmak ve
kimi sorunlar olduğunu kabul etmek ama çö zü mlerin
(Nike’nin deyişiyle) ‘ortak sorumluluk sahiplerinin
birlikte çabalamasıyla’ gelebileceğini ileri sü rmek
yönünde strateji değiştirmiş gibi görünüyor.
Bu arada, 1990’ların tü m sorunları açlık sınırının
altındaki ü cretlerden, tuvalet molalarının gü nde iki
kereyle sınırlandırılmasına, sö zlü , iziksel ve cinsel
tacizden sendika ö rgü tçü lerinin şiddete uğramasına
kadar mevcut bü tü n sorunlar Nike’nin dü nyanın her
yerindeki fabrikalarında yaşanmaya devam ediyordu.
Eğer Nike Endonezya’daki işçilerinin (ki bu toplam
işgü cü nü n 1/6’sını oluşturur) ü cretlerini ikiye
katlarsa bu artış 1.63 milyar dolarlık reklam
bü tçesinin yaklaşık %7’sine denk gelir. Yani reklam
bü tçesinden sadece bir dilimi, daha yü ksek ü cret
ö denmek ü zere fabrikalara aktarsa, sweatshop işçiliği
koşullarında büyük iyileşmeler görürüz.
Leslie ile Jim, bir ET’nin antitezi olabilirdi. Ama
çakalların erişiminin dışında değillerdi. Bana
kameramanları Joel, Endonezyalı şofö rleri ve
çevirmenleriyle karanlık bir gecede bir grup silahlı
haydut tarafından nasıl izlendiklerini anlattılar.
Jim, “Arac ımızın etrafını motosikletlerle sardılar,”
dedi. “Şofö rü mü z hemen yakınlardaki bir ordu kontrol
noktasına yö neldi. Ama oradaki asker elini sallayarak
bize devam etmemizi işaret etti.”
Leslie, “Tela şla bizden kurtulmaya çalışıyordu,” diye
ekledi. “Endonezya mafyasına denk olan o adamları
kızdırmak istemiyordu.”
“Şofö rü mü z aracı kenara çekmeye zorlandı. Namlu
ucunda indirildik ve itilip kakıldık.” Leslie anlatırken bile
ü rperdi. “Kendi kendime, ‘Kesinlikle bittik!’ dedim;
bizim isimlerimiz de kayıplar listesindekilerin arasında
yerini alacaktı.”
Sonunda hayatta kalmışlardı ama şofö rleri feci şekilde
dövülmüştü.
Joel, “Bu bir uyarıydı,” diye mırıldandı.
“Mesajı aldınız mı?” dedim.
Jim, “Gelecekte daha dikkatli olacağız,” diye yanıtladı.
“Nereye gittiğimize dikkat edeceğiz. Saatlere de ö yle.
Ama oraya dö neceğiz. Bu belgesel tamamlanacak. Ve
tüm dünyada gösterilecek.”
SWEC, Freeport-McMoRan ve Newmont ile ilgili
yazıları okumak; Jim, Leslie ve Joel’in yaşadıklarını
dinlemek beni bir kez daha kendi edimlerimin mirasıyla
yü z yü ze getirmişti. Ustelik bu edimlerde sö mü rgeci
sanayilerin sweatshoplarda ü rettikleri malları satın alan
herkesle birlikteydim. Endonezya’nın ö ykü sü bir
yerlerde sü rekli tekrarlanır gider; Amerikan
İmparatorluğu’nun gizli tarihidir bu.
Ne yazık ki o imparatorluk kendi kendini yeni bir
standart, aleni hataların birbirini taklit ettiği bir model
ü stü ne kurmuştur. 2004 yılında Tibet’e yaptığım bir
yolculuk bana Çin’in de kendine ö zgü ET’leri ve çakalları
olduğunu ö ğretti. Ve bizimkilerden daha etkili ve daha
yıkıcı olduklarını.
11-Budist Olmayın
Tibet olasılıkla kendini şiddetle mü cadeleye, yaşayan
başka herhangi bir insandan daha çok adamış olan
ruhani lider Dalai Lama’nın yurdudur. Ne var ki Tibet,
böyle bir namın keyfini pek çıkartamamıştır.
Ulkenin kralı Songsten Gampo 609 ile 649 yılları
arasında, komşu zeametleri fethetme niyetiyle birbiriyle
savaşan kabile şe leri arasında ittifaklar oluşturur.
Bunun sonucunda gö z alabildiğine uzanan bir
imparatorluk kurar. Bö lge daha sonra Cengiz Han
tarafından işgal edilir. Bö ylece Tibet tarihe ac ımasızlığın
ta kendisi olarak geçecek bir imparatorluğun parçası
olur.
Başında olduğum bir grupla birlikte 2004 yılının
Haziran ayında Tibet’e gittim.
Kırsal kesimde araçla yol alırken anlaşıldı ki hanım
rehberlerimizden biri Tibet’i pek az bildiği gibi, dilini de
neredeyse hiç konuşamıyordu. Aslında Suzie’nin kırık
dö kü k İngilizcesi bile Tibetçesinden daha iyiydi. Grubun
içinde onun bir Çin casusu olduğu, o etraftayken
sö yleyeceklerimize dikkat etmemiz gerektiği haberi
çabucak yayıldı. Nepalli rehberimiz sessizce bunu teyit
etti ve bizden bilmeyenlere duyurmamızı istedi. Suzie
ihtiyaç molasında otobü sten inince de bize her zaman
birileri tarafından gizlice dinlendiğimizi varsaymamız
gerektiğini söyledi.
Gruptaki kadınlardan biri, “Manastırlarda ve
tapınaklarda da mı?” diye sordu.
“Özellikle oralarda,” yanıtı geldi.
Tsedang kenti Tibet platosundadır. Karlı Himalaya
zirvelerinin gö lgesi altındaki bu yerleşim, ü lkenin en
eski uygarlık merkezlerinden biridir. Orada tertemiz bir
Çin oteline giriş yaptık. Çantalarımı odama koyup
hemen otelden çıktım. Bir sü re gruptan uzaklaşmak,
yüksekliğe alışmak, jet sersemliğinden sıyrılmak ve
Tibet’i tanımak istiyordum. Ne var ki akşam saatlerine
kadar dolaştığım sü rece kendimi sü rekli Tsedang
caddelerinden sihirli bir halıyla alınıp gö tü rü lmü ş gibi
hissettim. Eski Tibet’te olduğumu dü şü nmem bile
zordu; bir Çin askeri üssüne düşmüş gibiydim.
Üniformalı askerler yeni yapılmış beton kaldırımlarda
seri adımlarla dolanıyordu. Pazar yerinde ve kü çü k
dü kkâ nlarda Çin malları satılıyordu. İşportacılar cafca lı
plastik kaplar, kovalar ve oyuncaklar sergiliyordu.
Kentte sadece birkaç tarihi bina kalmışken, ö tekilerin
yerini betonarme gri askeri yapılar almıştı. Tibetliler
geleneksel kıyafetleri içindeydi. 15. yü zyıl kü rk
şapkaları, çizmeleri ve mantolarıyla o ortamda mü zeden
çıkmış gibi bir halleri vardı ve kendi ü lkelerinde yabancı
konumuna dü ştü kleri açıkça belliydi. Askerler onlara
deli sokak dilencileriymiş gibi aşağılayarak
davranıyordu. Gerginlik ince Himalaya havasında
titreşiyordu.
Yü rü meye devam ettikçe, ü stü me her adımda artan
bir bitkinliğin yü kü çö kmeye başlamıştı. Once bunun
Andlar ve Kaşmir’deki gibi yü ksek irtifadan
kaynaklandığını dü şü ndü m. Ama bitkinlik sersemliğe
dö nmeye başlamıştı. Midem bulanıyordu. Beton bir
bank buldum ve oturdum. ‘Tibet’e Ozgü rlü k!’ sloganı
kulaklarımda yankılanmaya başlayınca, sıkıntımın
iziksel olduğu kadar duygusal da olduğunu anladım.
Kendimi çevreme odaklanmaya zorladım . İnsanlar
telaşlı adımlarla geçiyordu ö nü mden. Çinliler ve sayısı
daha az olan Tibetliler benim farkımda değilmiş gibiydi.
Kendimi hem gö rü nmez hem etkilere açık
hissediyordum. Kimse orada oturduğumu gö rmü yor
gi bi ydi . Şu bildik deli sokak dilencilerinden biri
olabilirdim.
Biraz toparlanmaya başlayınca Dalai Lama’nın
cebimde taşıdığım fotoğrafı geldi aklıma. Dikkatle ve
ü zerimde bulundurmanın bile beni hapishaneye
göndereceğini bilerek çıkarttım onu. Hâ lâ milyonlarca
insan tarafından ö nder kabul edilmesine karşın o
adamın fotoğrafları modern Tibet’te yasadışıydı.
Fotoğrafı havaalanındaki Çinli muhafızlardan biraz karşı
koyma sembolü olarak, biraz da onu Dalai Lama’nın
izleyicilerinden birine hediye edebileceğimi dü şünerek
kaçırmıştım. Ama gerçekte bunu yaklaşık beş yıl ö nce o
yü ce Kutsal Ruh ile geçirdiğim zamanın onuruna
yapmıştım.
Yolculuğu organize eden Sheena Singh, 1999 yılındaki
ziyareti de dü zenleyen kişiydi. Başka bir grupla
Hindistan koruması altında olan ve Hindistan ile
Pakistan arasında yer alan Kaşmir’deki Ladakh’a
gitmiştik. Ladakh, Çinliler tarafından anavatanlarında
yasaklanan geleneklerini sü rdü rmekte kararlı binlerce
Tibetli mü lteciye geçici yurt oluşturmuştu. Kaderin bir
cilvesi olarak aynı hafta içinde Dalai Lama da Ladakh’ta
idi. Onun ö zgü n yerli kü ltü rlerine olan merakını bilen
Sheena, kitaplarımdan bazılarını grubumuz için ö zel bir
toplantı ricası yansıtan notuyla birlikte yanında
çalışanlardan birine ulaştırmıştı. Ertesi gü n Dalai
Lama’nın ü st dü zey maiyetinden çok sayıda kişinin
oluşturduğu bir grup, nazik bir yanıt vermek ü zere
otelimize geldi. Lama’nın programının talebimize olanak
sağlayamayacak kadar dolu olduğunu açıkladı.
Yanlarında imzalı kitaplarının olduğu bir de kutu vardı.
Tibet’teki son sabahımızda bizi Kuzey Hindistan’a
gö tü recek olan uçağın kalkış saatini beklerken, Dalai
Lama ile maiyetinin minicik havaalanına geldiğini
gö rü nce şaşırdık. Sheena henen onun sekreterine ulaştı.
Biniş işlemleri başladı. Ve ben ne olduğunu anlama
fırsatı bile bulamadan kendimi apar topar uçağın
merdivenlerine gö tü rü lü r halde buldum. Hintli
rehberimiz Dalai Lama’nın ayaklarından birini ö pmek
gibi protokol gereklerini anlatırken kendimi Boeing
737’nin ön sırasında buldum.
Dalai Lama başını kaldırıp bana gü lü msedi ve eliyle
ha ifçe vurarak yanındaki koltuğu gö sterdi. Ayağını
ö pme dü şü ncesi oldukça tuhaf geliyordu. Ama yerel
geleneklere saygı duymayı ö ğreneli uzun zaman
olduğundan biraz sarsak bir hareketle ayağına doğru
eğildim.
Dalai Lama gü ldü ve çenemin altına dokunarak usulca
başımı kaldırdı. Yumuşak kıkırdamalarla bezeli sevecen
bir sesle, “Bu şart değil,” dedi. Tekrar eliyle yan ındaki
koltuğu işaret etti. “Lü tfen oturun.” Sonra kuca ğındaki
kitaba dokundu. Kapağını gö sterince bunun benim
kitabım olduğunu anladım. “Harika,” dedi. “Dahas ını da
öğrenmek isterim.”
Yerel kü ltü rlere sahip insanlar ve onların dengeye
yö nelik kararlılığı ü zerine uzun uzun konuştuk. Ona
Amazon’daki Shuar kabilesinin niye kafatası avcısı
olduklarını ve savaşmasının nedenlerini açıkladım.
Nüfuslarının denetim dışına çıka c a k şekilde artması
nedeniyle bozulan dengelerin, birçok yaşam formunu
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığı bunun
ü zerine bir tanrının ‘kendi bahçelerindeki ayrıksı otları
temizleme’ ya da başka insanları ö ldü rme pahasına da
olsa sorumluluğu üstlenme emri verdiğini anlattım.
Oykü Dalai Lama’yı çarpmış gibiydi. Şiddete asla gö z
yummayacağına gö re, barışın ancak insanların tü m
sezgili yaratık l a r a şe katle yaklaşması ve bizim,
gezegenin doğru kullanımı doğrultusunda bireysel ve
kolektif sorumluluğu ü stlenmemizle geleceği gö zlemini
açıkladı. Ekonomik gelişmenin genellikle başka canlı
tü rlerini yok ettiğine ve varlıklıyı daha varlıklı,
yoksuluysa daha yoksul hale koyarak dengeleri
bozduğuna dikkat çekti. Ustü nde yaşadığımız yerkü reyi
bir sevgi dü nyasına dö nü ştü rmek için harekete
geçmenin, bunu sadece konuşarak ya da dua ederek
değil, somut eylemlerle yapmanın ö nemi ü zerine uzun
uzun konuştuk.
Uçuştan sonra Dalai Lama grubumuzu Hindistan’ın
Dharmasala kentindeki evine davet etti. Orada candan
bir selamlaşmanın ardından ruhani bir hareketin
liderinden hiç beklemeyeceğimiz bir şey sö yledi bize.
“Budist olmayın. Dü nyanın daha fazla Budist’e ihtiyacı
yok. Sevgiyi yaymak için çalışın. Dü nyanın daha fazla
sevgiye ihtiyacı var.”
Tsedang’da onun fotoğrafı ellerimin arasında
otururken işte bu sö zler yankılanıyordu zihnimde. Oyle
bir ö ğü dü Papa’nın ağzından duyduğumu
düşü nemiyordum. Çin devlet başkanının da... ABD
başkanının da... Din değiştirme telkiniyle ve
emperyalizmin her tü rü yle taban tabana zıt, o
kavramları red ve mahkum eden bir ifadeydi bu. Dalai
Lama’nın fotoğrafına bakarken ve insanlarının gelecek
nesilleri lekeleyecek bir şiddet çevrimine
girmemesindeki kararlılığını dü şü nü rken, bir yandan da
kendi yetersizliğimi hissediyordum. Çin’e karşı ö ke
duyuyordum. Sö mü rgeci imparatorlukların tü m
acımasızlığını her şeyiyle yansıtan o kentte hissettiğim
bir başka şey de, öfkemin münasebetsizliğiydi.
Oracıkta, o anda hayatımın geri kalanını, gidişin
tersine dö ndü rü lmesine adayacağıma dair yemin ettim.
Sö mü rü , korku ve şiddete dayalı bir dü nyanın
tehlikelerini dile getirecek, yazacaktım. Aynı zamanda
kendi tavır ve eğilimlerim ü stü nde çaba harcamam
gerektiğinin de bilincine varmıştım. Korkuya daha
bü yü k korkuyla karşılık vererek savaşmak, bir
imparatorluğun yerini bir başkasına bırakmasını
sağlamak yeterli değildi. Dö ngü yü kırmamız
gerekiyordu.
12-Biyolojik Zorunluluklar
Tibet’i keşfe, sekiz Toyota Land Cruiser’den oluşan bir
konvoyla çıkmıştık. Ağır yü klerinin altında gü çlü kle
yü rü yen kö ylü lerin yanından geçtikçe, gittiğimiz her
yere ü stü n, seçilmiş halk olduğumuz duygusunu
yaratacak bir etki taşıdığımızı düşü nmeden yapamadım.
Bir dağ geçidinde ihtiyaç molası vermek için
durduğumuzda, bizim gruptan birilerinin kü melendiği
yere yaklaşıp herhalde kraliyet ailesi kervanı gibi
göründüğümüzü söyleyerek şaka yaptım.
Adamlardan biri kü çü mseyerek, “Dalga geçiyor
olmalısın,” dedi. “Bu cehennem yolculuğu gibi bir şey.
Evet, araçlarımız var ama benim sü rü cü m vites
değiştirmeyi bile bilmiyor, her seferinde di şlileri sanki
öğü tü yor. Onü mü zdeki araç ya ğ damlatıyor.” Eliyle
yaklaşan bir toz bulutunu gö sterdi. “Şu araba da
ö tekilerin temposunu yakalayamıyor. Kraliyet ailesinin
bu tür şeylere tahammül edeceğini sanmam!”
Amerikan standartlarına gö re sert bir yolculuk olduğu
doğruydu. Zaman zaman araç izlerinin belli belirsiz
seçildiği eski dere yataklarına dö nü şe n İpek Yolu
güzergâhıyla boğuşuyorduk. Himalaya havası hem
insanları, hem de araçları hırpalıyordu. Bir durağımızda
bö cek bulutunun içinde kalmıştık. Ote yandan manzara
hayal edilebileceğin de ö tesinde gü zeldi ve sık sık temiz
çarşaf ve dü zgü n yemeğin tadını çıkartıyorduk.
Çinliler’in yabancılarla konuşmama talimatlarına
uymayan gö çebelerle sohbet ediyorduk. Rehberlerimiz
bize formalite icabı Panchen Lama’nın evini gö sterdi.
Panchen Lama, Dalai Lama’nın yerini almak ü zere
seçilmiş ve sonra birden ortadan kaybolmuş olan
çocuğun yerini almak ü zere Çinliler tarafından bulunup
çıkartılmış altı yaşında bir Tibetli çocuktu. Geleceğin
Dalai Lama’sının yabancılar tarafından bu şekilde
dayatılması ü zerine Budist keşişlerle birlikte sivil halk
da sokağa dö kü lmü ş, gö steriler sırasında açıklanmayan
sayıda Tibetli hapis, sürgün ve idam edilmişti.
Yolumuza devam ettik; s ık sık durup Kü ltü r Devrimi
sırasında yıkılmış çok sayıda manastıra saygılarımızı
sunduk.
Tibet’te yolculuk ederken Çin baskı ve zulmü ne de
tanık oluyorduk. Tibet’in işgal altında bir ü lke, halkının
esir, do ğal kaynaklarının sö mü rü altında olduğunu
gö steren bolca kanıt vardı etrafta. ABD’nin de
şirketlerimizin doğal kaynaklarına gö z koyduğu
ü lkelerde benzer bir uygulama içinde olduğunu tartıştık
aramızda. Gruptakilerin çoğu benimle Amazon’a da
gelmişti. Yerel kü ltü rlerin ve ya ğmur ormanlarının ticari
kuruluşlarımızın hü kmü altında çektiği acı ve korkunç
yıkıma tanık olmuşlardı. Bizim, ü zerlerine çö reklenen
materyalizmimizden evlatlarını korumak için
gerekiyorsa dö vü şmeye hazır yerli halkların sesini
duymuşlardı. Amerikan askerlerinin Amazon
çevresindeki kentlerde Tibet’teki Çinliler’e benzer
edayla dolaşmasını gö rmü şlerdi. Grubumuzdakiler
oradaki Çin varlığını sıklıkla ABD’nin petrol, kereste,
gıda, eczacılık ve başka tü ketim maddeleri ü stü ne
faaliyette bulunan şirketlerin operasyon yaptığı
Amazon, Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki varlığıyla ve
Afganistan ile Irak’taki işgal savaşlarıyla kıyaslıyordu.
Ertesi sabah Nepal’e gitmek ü zere ayrılacağımız
Lhasa’ya dö nerken, olağanü stü Karo La ve Khamba La
geçitlerini kullandık. Kervanımız bir buzulu seyretmek
için 5 bin 600 metre irtifada mola verdi.
Rehberlerimizden biri buzulun 20 yıl ö nce neredeyse
yola kadar ulaştığını ama iklim değişikliklerinden ö tü rü
400 metreden fazla çekilmesine neden olduğunu anlattı.
Koyunlar ve yaklar araçlarımızın az ö tesinde otluyordu.
Onlarla buzul arasında birçok siyah çadır vardı. Omuz
hizasına anca gelen ve taban ö lçü leri beş metreye yedi
metre kadar olan bu çadırlar, mahya kiri şlerinden
çaprazlama sağl a m şeritlerle yere sıkı sıkıya
tutturulmuştu. Tepelerinden duman ç ıkıyordu.
Tentelerin ö tesindeki kırmızı, mavi, sarı, yeşil ve beyaz
dua bayrakları, bü kme sicimlerin oluşturduğu bir ağ ile
birbirine bağlı yü ksek direklerde buzuldan gelen soğuk
esintiyle dalgalanıyordu.
Biz araçlardan inerken Tibetliler de çadırlarından
çıktı. Erkekler yü n pantolonlar, a ğır ceketler ve şapkalar
giymişti; kadınların ü stü ndeyse parlak renkli ö nlü klerle
süslenmiş uzun elbiseler vardı. Rehberimiz onların
milattan ö nceki zamanlardaki ataları gibi yaşayan
gö çebeler olduğunu sö yledi. Gö çebeler bize çevirmenler
aracılığıyla buzulda Yeti’lerin ya şadığını anlattı. Yakın
zamana dek yılda birkaç kez gö rü ldü klerini ama buzulun
iyice geri çekildiği on yıldan beri o efsanevi kar
adamlarının da kaybolduğunu söylüyorlardı.
Kü res el ısınmanın buzullar ü stü ndeki yok edici
etkisini konuşurken, içimizden birileri gö çebelerin
kü çü k bir tezgâ h açtığını sö yledi. Grubumuzda kelepire
olan merakıyla ü nlü bir kadın onların yanından hızlı
adımlarla bize doğru geliyordu. Gö çebelerin buzul
çekilince ortaya çıkan kristalleri sattığını anlattı.
Bizimkilerin çoğu o yana seğirtti ve bunun kristalleri
doğrudan yerel halktan almak için son şans olduğu
söylentisi çabucak yayıldı.
Rehberimize kristallerin gerçek olup olmadığını
sorduğumda, ö nce gö çebelerin ticaretine karışmak
istemediğine dair bir şeyler mırıldandı, ardından başını
iki yana sallayarak Çin’de bir fabrikanın o tü r şeyler
ürettiğini duyduğunu söyledi.
Ben ve birkaç kişi daha kenara çekilip
grubumuzdakilerin Tibetliler ile pazarlık edişini izledik.
Yanımdakilerden biri, “Kü resel ısınma mevzuu buraya
kadarmış,” dedi.
Bir diğeri, “Şurada muhteşem bir buzul var, burada da
çadırlar, insanlar, yaklar...” diye sö ylendi. “Ve bizim
grubumuz olasılıkla camdan başka bir şey olmayan
kristal parçacıkları tarafından baştan çıkartılıyor.”
Çevirmenden bana katılmasını isteyerek, yaşlı bir
adamla kadının kü çü k bir kızla birlikte oturduğu yere
yö neldim. Kadın yanındaki yakın boynuna bağlı uzun
ipin ucunu tutuyordu. Hayvanın kaba tü ylü sırtına
kahverengi ve bej ü çgenlerle sü slenmiş gü zel bir
battaniye ö rtü lü ydü ; onun ü stü nde de kü çü k kıza ait
olduğunu düşündüğü m bir semer vardı. Bana yü zlerinde
sıcak gü lü msemelerle baktılar. Ya şlı kadın kalktı ve
okşamam için yakı bana getirdi. Sonra yerine oturdu,
çevirmenimle beni de onlara katılmaya davet etti.
Tanışma faslından sonra onlara Çinliler konusunda ne
düşü ndü klerini sordum. Birbirlerine baktılar. Kü çü k k ız
elleriyle yü zü nü kapatıp parmaklarının arasından
kaçamak bakışlar gö nderdi, ö nce kaşlarını çattı, sonra
kıkırdamaya başladı. Ve yaşlı adam konuştu.
“Bilirsin,” dedi dişsiz ağzında geniş bir gü lü msemeyle;
“Başka ü lkelerden gelen egemenlere alıştık. Oykü lerimiz
dedelerimin dedelerine, yurdu işgal eden kralın
zamanına kadar gider. Onun askerine verdi ğimiz bir
isim de vardır : Göçebe Katilleri.'’ Kızın omzunu okşadı.
“Bu kü çü ğü n zamanında durumun farklı olması için bir
neden var mı?”
Yaşlı kadın, “Dertler işi erkekler ele aldığında başlar,”
dedi.
Ne demek istediğini sordum.
“Gü ne bak. Her şey erkekler tarafından idare ediliyor.
Zamanında şehirde yaşadım ve Budizme hizmet ettim.
Ama orada bü tü n ö nemli işlerin erkeklerin elinde
olduğunu gördüm.”
Adam, “Hakkı var,” dedi. “Eski zamanlarda kadınlar biz
erkekleri zapt ederdi.” S ırıttı. “Zaman gelir epey azgınlık
yapabiliriz; hayvanları avlar, ormanları keser, o tü r
şeyler yaparız. Kadınlar o zaman bize ‘yeter’ derdi.”
Bu konuşma bana Amazon’daki Shuar kabilesini
anımsatmıştı. Orada erkekle kadının eşit ama rollerinin
farklı olduğuna inanırlar. Erkekler besin için hayvan
öldürür, ateş için ağaç keser ve başka erkeklerle savaşır.
Kadınlarsa çocuk yetiştirir, tarla ekip hasat kaldırır, evin
ateşini canlı tutar ve erkeklere ne zaman durmaları
gerektiğini sö ylemek gibi ö nemli bir gö revi ü stlenir.
Shuar halkı bana kadınlar onları dizginlemese,
erkeklerin yeterli yiyecek ve odun varken de hayvanları
avlamayı ve ağaçları kesmeyi sü rdü rdü ğü nü anlatmıştı.
Shuarlar ABD’yi ziyaret ettiklerinde doğanın o şekilde
yok edilmesi, ü stü nü n otoyollar, kentler ve alışveriş
merkezleriyle ö rtü lmesi karşısında dehşete
düşmüşlerdi. “Kadınlara ne oldu?” diye sormuşlardı.
“Erkekleri bunları yaparken neden durdurmadılar?
Kadınlarınız neden sü rekli daha fazla şey satın almak
istiyor?”
Amazon’un derinliklerindeki kabilelerle,
Himalayalar’ın tepesindeki gö çebeler arasında aynı
duyarlılığın paylaşıldığını gö rmek bü yü leyiciydi.
Lhasa’ya dö nerken sü rekli bu iki grubun gerçek insani
değerleri temsil ettiğini ve dü nyayı değiştirmek için
yapmamız gereken tek şeyin kadınla erkek arasındaki
dengeyi sağlamak olabileceğini dü şündüm.
Şirketokrasinin erkek egemen yapısına ve kü tlesel
tü ketime duyduğu ilgiye bakılırsa, yukarıdaki cü mlede
yer alan tek şey vurgusunun her şey olarak değiştirilmesi
gerekir ama bir yandan da bu kadar kesin bir saptama,
gö revimizi olduğundan daha az yıldırıcı gö stermeye
hizmet edebilir. Gerçek ve ö nemli olan şudur ki,
şirketokrasinin yapısı, eril hiyerarşilere dayanır ve gü cü
materyalizmin aşırı uçtaki bir formunu normal kabul
etmekteki istekliliğimiz çevresinde toplanır. Kavradığım
b i r şey de her iki tü rü n de alışveriş yapma
bağımlılığından kurtarılması gereğidir. ABD Ba şkanı’nın
11 Eylü l’ü n hemen ertesinde yurttaşları stres atmak,
ekonomiyi desteklemek ve terö ristlere meydan okumak
için alışveriş yapmaya yö nlendirmesi, bu açıdan bakınca
ne kadar ironik bir durumdu. Tibet dağlarının dü nyadaki
alışveriş merkezlerinden binlerce kilometre uzakta
yaşayan yak çobanları bile bu mesajı almış, tü ketimle
uzaktan yakından ilgisi olmayan yaşamlarına rağmen
bize satış yapmaya çalışıyorlardı.
Dr. Judith Hand’ın Kadın, Güç ve Barışın Biyolojisi adlı
kitabını anımsadım. Kitapta savaş kavramı tarihsel
olarak erkeğe biyolojik anlamda sperm saçma
üstünlüğü nü uygulama aracı sağlarken; doğurma,
emzirme, yetiştirmekle gö revli kadının toplumsal
istikrarı yeğlediği vurgulanır. Dr. Hand daha bar ışçıl
toplumların idrak edilmesi için kadınların karar verme
sü reçlerinde daha geniş rolü olması gerektiğini
anlamalarına yardım etmemiz gerektiğini ileri sü rer.
Gö çebelerden o gü n duyduklarım, varılan bu sonucu
teyit eder nitelikteydi. Ve bö ylece aklıma başka bir şey
geldi: Modern ailede genellikle birincil alışveriş elemanı
kadınlar olduğuna gö re, onların kü resel çatışmanın
şirketokrasi tarafından kö rü klendiğini ve barış
kavramının yü celtilmesi için materyalizme yö nelik
tavırlarını değiştirmeleri gerektiğini anlamalarına
yardım etmemiz gerektiğini dü şü ndü m. Kadınlar ayrıca,
ü rü nlerini satın aldıkları şirketlerin çalışanlarına
dünyanın hangi kö şesinde olurlarsa olsun herkese adil
davranmaları gerektiğini dayatmalıdır.
Dalai Lama’nın yetiştiği kentte çok farklı bir ders
almıştım.
13-Finans Diktatörlüğü
Lhasa ziyaret ettiğimiz kentler arasında Tibet’i en
fazla yansıtandı. Dalai Lama’nın büyüdüğü Potala Sarayı,
yılankavi kıvrımlarla uzanan eski sokaklar, kat kat
çatıları olan Budist tapınakları, devasa koniler
formundaki stupalar ve kasvetten uzak mabetler bana
beş yıl ö nce Ladekh’te ve Tibet kırsalında hissettiğim o
huzur duygusunu ilham etmişti yine. Ama Tsedang ve
ö teki kentler bundan çok uzaktı. Çinliler ü lkeye
alabildiğine yayılmıştı. Askerler caddelerde kasılarak
yü rü yor, Çin yazısıyla doldurulmuş pankartlar, reklâ m
tabelaları ve modern endü stri toplumlarım çağrıştıran
plastik ürünler her tarafta bolca görülebiliyordu.
Tibetliler tarafından tasarlanıp inşa edilen harika bir
otele giriş yaptık. Kendimi renkli yastıklarla dolu yatağa
bıraktım ve cep bilgisayarımdaki notların ü stü nden
geçmeye başladım. Materyalizm, komersiyalizm ve
çokuluslu kuruluşların Asya’ya o kadar bü yü k acıya mal
olan 1997 krizindeki rolü ne yö nelik dü şüncelerimi
gü ncellemek istiyordum. Bu krizin Endonezya ü stü ndeki
etkilerini daha ö nce araştırmıştım. Ama Tibet’e gelmek,
Çin’in bu ü lke ü stü nde kurduğu sö mü rü yü gö rmek ve
hissetmek 1997 trajedisini farklı bir perspektife
yerleştirmişti.
‘IMF Krizi’ olarak bilinen şey, ö zellikle Gü ney Kore,
Tayland ve Endonezya’y ı sert vurmuştu ama yarattığı
geri tepme dalgaları Hong Kong, Laos ve Filipinler’de
birçok insanın (ö zellikle de yoksulların) ü stü nde yıkıcı
olmuştu. Bu ü lkelerin hepsi de IMF ve Dü nya Bankası
ideolojilerine angajeydi.
Birçok ekonomist, krizin ardından yaptıkları yakın ve
yansız gö zlemlerde IMF’yi, ‘sol şerit kapitalizmi’ yani
anapara akışı ü stü ndeki kısıtlamaların kaldırılması,
özelleştirmenin teşviki, faizlerin yabancı yatırımcıyı ve
bankaların ana sermayelerinin tasarruf piyasalarına
akmasını ö zendirmek amacıyla yü kseltilmesi, kur
riskine karşı yerel para birimlerini dolara
endekslenmesi yani açıkça dile getirilmese de doların
gü çlendirilmesi gibi yö ntemler kullanmakla
eleştirilmişti. Tü ketim maddeleri ve tü ketici
hizmetlerinin iyatları da en lasyona bağlı olarak sü rekli
yükselmiş, IMF tarafından yü ksek faiz uygulamaları
dayatılmıştı. Savunulması olanaksız bir durumdu bu.
Ulkeler birbiri ardından ekonomik çö kü ntü ye dü ştükçe,
yerel iş dü nyası ve ulusal hü kü metler ABD doları olarak
aldıkları borçları geri ö deyemez hale geliyor, gitgide
azalan ve yerel para birimi olarak tahsil edilen
gelirlerinin devalüe edildiğini anlıyorlardı. IMF o ü lkeleri
yü ksek vergilendirmeye yö nelecek şekilde manipü le
etmişti ki bu da bü yü k uluslararası ticari kuruluşların ve
hissedarlarının çıkarınaydı.
Durum kö tü ye gitmeye başlayınca, IMF bu kez de bir
‘kurtarma planı’ ile çıktı ortaya. Uluslara ö demelerinde
temerrü de dü şmemeleri için yeni borçlar ö neriyordu.
Ne var ki plan, Yapısal Ayar Paketi’ni (SAP) kabul edecek
ü lkeler için (tıpkı Endonezya gibi) ö nkoşullara bağlıydı.
Her ü lke yerel bankalarının ve mali kuruluşlarının
iflasına izin verecek, devlet harcamalarını şiddetle
kısacak, yoksul kesime sağlanan gıda ve akaryakıt
sübvansiyonlarını kesecek ve faizleri daha da
yü kseltecekti. Ayrıca kimi ö rneklerde olduğu gibi
özelleştirmeye giderek ulusal varlıklarının daha fazlasını
ç o kulus lu şirketlere satacaktı. Bunların doğrudan
sonucu, bilinmeyen sayıda insanın, ö zellikle çocuğun
yetersiz beslenme, salgın hastalık ve açlık nedeniyle
ö lmesi oldu. Çok sayıda insan da paketin uzun vadede
sonuçlarıyla karşı karşıya kaldı. Bu sonuçlar tıbbi
hizmetlerin, eğitim imkanlarının, barınma olanaklarının
ve başka sosyal hizmetlerin eksikliği nedeniyle çekilen
sıkıntılardı.
Asya’da başlayan çö kü ş mantar gibi yayılarak kü resel
ö lçek kazanmaya, Avrupa’da, Gü ney Amerika’da ve
ABD’de ekonomik durgunluğa neden olmaya başladı.
Ekonomi politikalarının nasıl yönetilmemesi gerektiğine
dair başlı başına bir dersti bu; amaç yerel halklara ve
ekonomilere yardım etmek değilse elbette. Bu durum
IMF ve Dünya Bankası’na dair güçlü bir mesaj verdi.
Analizler IMF’nin dayatmalarına teslim olmayan
ü lkelerin en iyisini yaptığını teyit etti. Bunun birincil
örneği Çin idi. Pekin her ne kadar uluslararası
yatırımcıları cesaretlendirecek politikalar uyguluyorsa
da, IMF’nin savunduğundan çok farklı bir gidişat
seçmişti. Yabancı yatırımcılar mevduat yerine imalat
sektö rü ne yö nlendirilmiş, ü lke bö ylece gelecekte olası
bir anapara kaçışına karşı korunmuştu. Bunun yanı sıra
istihdam ve kimi başka yan çıkarlar da sağlanmıştı.
Hindistan, Tayvan ve Singapur da IMF’ye karşı koymuş,
ekonomileri gü rbü z kalmıştı. Malezya boyun eğdi,
ekonomik durgunluğa katlanmak zorunda kaldı,
sonunda da IMF paketine sırtını dö nü p hayal kırıklığıyla
geri adım attı.
IMF’ye yö nelik en sert ve sağlam eleştiriler Ekonomi
Nobel’i sahibi ve (ironik kabul edilebilecek şekilde)
Dü nya Bankası eski başkanı ekonomist Joseph
Stiglitz’den geldi.
S t i g l i t z ’ i n Küreselleşme ve Hoşnutsuzlukları
(Globalization and its Discontents) adlı kitabını yanımda
Tibet’e gö tü rmü ştü m. O gü n ö ğleden sonra Lhasa’nın
yılankavi kıvrımlarla uzanan sokaklarında tek başıma
yürüyüşe çıktım. Sadece yayaların olduğu bir yere
geldim. Biraz daha yü rü yü nce kü çü k bir park buldum ve
alçalmaya başlayan gü neşin verdiği tatlı ılıklık altında
eski ahşap bir banka oturdum.
Stiglitz’in kitabını karıştırırken bir kez daha onun
eleştirilerinin benim Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları
I’deki gö rü şlerimle nasıl çakıştığını gö rü p şaşırdım.
Benimkiler kişisel deneyimlerin bir anlatımıyken, o aynı
şeyleri akademik bakış açısıyla yazmıştı ama ikimizin
vardığı sonuçların çoğu benzeşti. Orneğin ben
gelişmekte olan ü lkelere yö nelik yanıltıcı dü zeyde
iyimser ekonomik ö ngö rü ler yaratırken, o şöyle
yazıyordu:
IMF’nin programlarının çalışır gibi gö rü nmesini
sağlamak için rakamları makul hale koymak,
ekonomik tahlillerde ayarlamalar yapmak gerekir. Bu
rakamlardan yararlanan kişilerin çoğu onların sıradan
ekonomik ö ngö rü ler gibi olmadığının farkına varmaz;
o tü r erişimlerde GSMH’ye dö nü k ö ngö rü ler so istike
istatistik modellerine ya da ekonomiyi iyi bilenlerin
tahlillerine değil, sadece IMF programının bir parçası
olarak pazarlığa tabi tutulmuş rakamlara dayanır.{23}
Kitabı açık şekilde kucağıma koydum ve bir grup
askerin ö nü mden uygun adım geçişini seyrettim. Stiglitz
kitabının bazı yerlerinde ulusal elitlerin eski tarz
diktatörlüğü kavramına değiniyordu. Onun yorumları
beni Tibet’teki Çin işgalinin, uluslararası inansın
kurduğu yeni diktatö rlü kten çok daha dü rü st bir gü ç
gaspı olduğunu dü şü nmeye yö neltmişti. Çinliler de,
kendilerinden ö nceki Romalıl a r , İspanyollar ve
İngilizler’in tarzını benimseyip Tibet’i açıkça işgal
etmişti. İncelikli, kimi şeylerin ü stü nü ö rten bir planları
falan yoktu. Geleneksel emperyaller, edimlerini soylu
amaçlarla çizilmiş çerçeveler içine alabiliyordu:
Uygarlığın ilerlemesini sağlamak, ekonomik gelişmeyi
tahrik etmek, çağdaşlaşma yolunu aydınlatmak. Ama
hiçbir ö rnekte sö mü rü için gelen sö mü rgeciler
olduklarına yö nelik en ufak bir kuşku bile yoktu. Ote
yandan şirketokrasi, IMF ve Dü nya Bankası gibi araçları
kullanarak ve gereğinde CIA ve çakalları tarafından
desteklenerek ilerlerken, fethin yeni bir tü rü nü
uygulamaya koyuyordu: Hile ve manevra yoluyla
emperyalizm. Bir ü lkeyi ordularla fethettiğiniz zaman,
herkes fatih olduğunuzu bilir. Fethi ekonomik tetikçiler
kullanarak yaparsanız, bunu gizlice ve kimsenin haberi
olmadan gerçekleştirirsiniz. Bö yle bir girişimin ö zgü r ve
gerektiği gibi duyurularak yapılmış seçimlere dayalı
olduğu varsayılan bir demokrasiye nelere mal olduğunu
merak ediyorum. Seçmenler liderlerinin en ö nemli
politika uygulama araçlarının neler olduğunu bilmezse,
o ulus demokrasiyle yö netildiği iddiasında ısrar edebilir
mi?
14-Sessiz Dev
22 Haziran 2004’te Tibet’ten bir sonraki durağımız
olan Nepal’e uçtuk. Benliğimi bir rahatlama duygusunun
sardığını kabul etmeliyim. Kendimi tuhaf bir şekilde,
lunaparkta insanı olmadığı şekillerde gö steren aynalar
galerisini terk eder gibi hissediyordum. Çinliler’in
Tibet’i, gö zü me ekonomik tetikçi olarak gö rev yaptığım
dünyanın çarpıtılmış bir gö rü ntü sü gibi gö zü kmü ştü.
Çarpık da olsa yansımaya sahip bir görüntü...
Pırıl pırıl bir gü ndü . Pilot Everest Dağı’na o kadar
yakın uçuyordu ki iki uçsuz bucaksız buzul arasından bir
hortum gibi yü kselen kar hunisini gö rebiliyordum. O
gö rü ntü gü zergâ hımızın sonundaki ü lkeyle tamı tamına
uyuşan bir simge gibi geldi bana. Dü nyanın tek Hindu
krallığına, hidroelektrik potansiyeline gö z dikmiş olan
iki dev, yani Hindistan ile Çin’in aras ında cü ce gibi kalan,
karmaşa içinde çırpınan bir ü lkeye, Nepal’e gidiyordum.
Maocu asiler, 1996’da Nepal Halk Cumhuriyeti’ni
kurmak ü zere bir ayaklanma başlatmıştı. Kral buna
komü nistlere savaş ilan ederek cevap verdi. Veliaht
Prens Dipendra 2001 yılı Haziran ayında babası Kral
Birendra ve kraliyet ailesinin ö teki ü yelerini vurup
ö ldü rdü . Her ne kadar sonrasında intihar ettiyse de, bir
Çin ajanı olduğuna yö nelik çokça sö ylenti vardı. Sivil
kargaşa patlak verdi ve yeni kral Gyanendra sıkıyönetim
ilan etti, hü kü meti dağıttı ve orduyu Maoculara karşı bir
dizi saldırı yapmaya gö nderdi. Biz ü lkeye gittiğimizde,
savaşta tahminen 10 bin kişi ö lmü ş, 100 bin ila 150 bin
kişi yerinden edilip evsiz konumuna dü şmüştü.
Grubumuz için bu kısa ziyaret, gelişmiş dü nyaya bir tü r
geçiş olacaktı. Otobü sü mü z Katmandu caddelerinden
hızla geçerken, rehberimiz Sheena o son gece için bir
jest olarak, dü nya klasmanında en ü st dü zey otellerden
biri olan Dwarika’s Hotel’de rezervasyon ayarladığını
duyurdu. Otobüsün içinde bir tezahürat patladı.
Ve Dwarika bizi hayal kırıklığına uğratmadı. Doğrudan
Kipling’in yapıtlarından fırlamış gibi şık ve pitoreskti,
ayrıca bana ekonomik tetikçilik yıllarımda kaldığım
yerleri anımsatan bir sö mü rgecilik dö nemi havası
taşıyordu.
Grubumuzdakilerin çoğu, rehberlerin gü venli
olduğunu belirttiği bir açıkhava pazarına, son bir
alışveriş seferine çıktı. Ben otelde kaldım. Bu geçiş
konaklamasından yararlanarak Tibet deneyimimi
yazmak istiyordum. Odamda oturup notlarımı biraz
dü zenledim. Sonra aşağıya indim ve her tarafından çeşit
çeşit çiçek ve bitki fışkıran bahçelerde dolaştım.
Bahçeler Hotel InterContinental Endonezya’da
gö rdü klerimle tuhaf, hatta tekin olmayan bir benzerlik
gö steriyordu. Bir Japon petrolcü nü n eşi sandığım o
geyşa düştü aklıma. Dövme demirden yapılmış bir banka
oturup, onun yokluğunun yarattığı duyguyu teselli
etmek için Cakarta caddelerinde yü rü yü ş yaptığım,
ü stgeçitten inince karşılaştığım o iki kadını anımsadım.
Beni derinden etkileyen şeyler sö ylemişlerdi. Ve sö zleri
onca yıl sonra aklıma düşüp beni sarsıyordu:
Burada yaşanan, tarihin en bü yü k el koyma
operasyonudur. Buna ba ğlanan umutlar, ya şamlar ve
gelecek muazzamdır. Oyleyse insanların onu kontrol
altına almak için her şeyi riske etmeye hazır olmasına
şaşmamak gerek. Bunun için aldatacak ve
çalacaklardır. Gemiler, fü zeler yapacak ve binlerce,
hatta yü zbinlerce genç insanı, o şey [petrol] uğruna
ölmeye göndereceklerdir.
Geldiğimiz yer burası işte: Vietnam Savaşı’nın
bitmesinin ü stü nden çeyrek yü zyıl geçmiş ve biz şimdi
de Irak’ta yeni bir tanesinin içine battık . İnsanlar yine
aynı nedenle ö lü yor: Tarihin en bü yü k do ğal kaynak ele
geçirme operasyonu. İmparator, yani şirketokrasi her
zamankinden daha zengin. Ve Amerikalılar’ın çok bü yü k
bir kesiminin bunlar hakkında en ufak bir fikri bile yok.
Asya’yı bu yeni imparatorluk kurma yaklaşımının
sembolleşmiş bir ö rneği olarak gö rü yorum. Eski
yö ntemler Vietnam’da beklenen sonuçları vermedi ama
yeni yö ntemler Endonezya’da ve başka birçok ü lkede işe
yaradı. Hatta politikalar başarısız gö rü ntü verdiğinde
bile iş dü nyasının liderleri gü zelce ö dü llendirildi;
Asya’daki IMF krizi yoksulluk ve ö lü me neden olduğu,
başka birçok ü lke de bu politikalar nedeniyle bü yü k
sıkıntıya girdiği halde şirketokrasi bundan muzaffer
çıktı ve Endonezya’da da hü kü metin kontrolü nü ele
geçirdi. Vietnam askerı̂ bir başarısızlık olduysa da,
Amerikan şirketleri silah satışından kâ r etti, pazarlarını
ve işgü cü havuzlarını genişletti; sweatshop ve fason
imalat ü retiminde yeni metotlar oluşturdu. Şirketokrasi
doğal afetlerden çıkar sağlamanın yollarını bile buldu.
Düşü ncelerim sü rekli Çin’e, geri planda gizlice hareket
halinde bulunan sessiz deve kayıyordu. Tibet ö rneği bir
gerçeği vurguluyordu: Çin her ne kadar askeri yaklaşımı
benimsemişse de, imparatorluk kurmanın yeni
tekniklerini yakından gö zlemlemiş, ekonomik tetikçileri
ve çakalları bizim yanlışlarımızdan çok şey öğrenmiştir.
Çin tarihsel olarak klasik sö mü rgeci gü çlerin tuttuğu
yollardan kaçınmıştır . İspanya, Portekiz, Britanya,
Hollanda ve Fransa’nın tersine, uzak ü lkelere ordular
göndermemiştir; bunun yerine Tibet ve Tayvan gibi
kendi egemenlik alanı içinde saydığı yerlere
odaklanmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, ABD’yi taklit eder bir gö rü nü m
verir. Thomas Jefferson, Lewis ile Clark’ı Mississippi’nin
batısındaki toprakları keşfetmekle gö revlendirirken,
tü m kıtanın bizim nü fuzumuz altında olduğu (yani
oranın bizim Tibet ve Tayvan’ ımız olduğu) mesajını
vermiştir. Louisiana’n ın, Teksas’ın ve Alaska’nın
alınması bu bağlamda kendine haklılık temeli
bulmuştur. Bariz Kader{24} dü şü ncesi daha sonra Kuzey
Amerika’nın ö telerine uzanmak şeklinde yorumlandı.
Karayip Adaları ve Pasi ik’e uygulandı; Meksika, Kü ba ve
Panama’nın işgaline bahane oldu, sonra da ö teki Latin
Amerika ü lkelerinin politikalarına mü dahil olmak için
kullanıldı. Washington, ulusun kurucularının ilkeleriyle
çelişe c e k şekilde doğrudan gü ç kullanımından
kaçınmaya çalışıyordu ama birbiri ardından gelen
yö netimler imparatorluğun kuruluşunda gizli yö ntemler
kullandılar; her biri ö ncü lü nü n başarılarından ve
hatalarından ders çıkartıyordu. Ve gö rü ldü ğü kadarıyla
şimdi Çin, Washington’u kendi oyununda kurnazlıkla
yeniyordu.
Tibet ile Nepal’e yaptığım yolculuktan dö ndü kten
uzun zaman sonra bu karşılaştırmada yalnız olmadığımı
anladım. 18 Eylü l 2006’da, Dü nya Bankası’nın
Singapur’da yapacağı ö nemli bir toplantıdan bir gü n
ö nce New York Times, ‘Çin, Komşularına Yardımda Batı
İle Rekabette’ başlıklı bir yazı yayınladı. Times yazarı
Jane Perlez, Dü nya Bankası’nın en bü yü k
müşterilerinden biri olan Çin’in ‘Banka ile kendi
oyununda rekabete girerek Asya’da yardım işini
sessizce yeniden dü zenlemekte’ olduğunu kesin bir dille
ö ne sü rü yordu. Makale Kamboçya, Laos, Myanmar ve
Filipinler ö rneklerinden yola çıkarak, ‘Çin’'n verdiği
borçların çoğunlukla Batı’nın komplike borçlarından
daha çekici’ olduğunu vurguluyordu. Perlez bu gö rü şü
desteklemek için aralarında Pekin’in kredi
anlaşmalarına çevresel ve toplumsal standartları ya da
yolsuzluğa ilişkin cezaları ek koşul olarak dahil etmeme
gibi birçok neden ileri sü rü yordu. Makale anlamlı bir
şekilde ve doğrudan, ekonomik tetikçilerin çeşitli
ü lkelerde yetkileri ele almasına izin veren politikalara
atıfta bulunuyordu. Bayan Perlez’in gö zlemlerine gö re,
Çinliler’in gereksinmeleri ‘pek nadiren Dü nya Bankası
projelerinin yaygın koşullarından biri olan pahalı
danışmanların bindireceği ekstra yüke yöneliyor.’{25}
Bu kitapta ele alınan dö rt bö lge arasında Asya, çoğu
Amerikalı tarafından daha az tehdit içeren, daha kolay
yö netilebilen unsur olarak gö rü lü yor. Kore ve Vietnam
savaşlarının gö rü ntü leri ruhlarımızda yer edinmiştir;
bunlar askeri zaferlerle sonuçlanmamıştır ama ikisi de
hayatlarımızı olağan gidişiyle sü rdü rmemize engel
olmak bir yana ABD ekonomisi ü stü nde muazzam bir
ivme sağl a y a c a k şekilde sona ermiştir. Japon
mühendisliğine ve yaratıcılığına duyduğumuz saygı
onlardan otomobiller, televizyonlar ve bilgisayarlar
almamızı sağlamıştır. Ma ğazalarımız birçok Asya
ü lkesinin ticari ü rü nleriyle dolup taşmıştır.
Telefonumuzda 800’lü bir numarayı tuşladığımızda
Asya’daki biriyle konuşabilmekteyiz. Her şeyin ö tesinde
Çin’den ve Kuzey Kore’den gelen askeri tehditler bile
artık bir anlamda ve tuhaf şekilde demode gö rü nü yor.
Çü nkü galip çıktığımız Soğuk Savaş’ı anımsatıyor.
Nü kleer silahlardan korkuyor olabiliriz ama suikast
bombacıları ö rneğinin tersine, yarım yü zyıldan daha
uzun bir sü redir nü kleer baskıyla uğraşıyoruz. Belki de
en önemlisi, Asyalılar bizim tepeden tırnağa denetimi, iş
dünyasıyla devletin birlikte dolap çevirme anlayışını,
gemi azıya almış materyalizmimizi ve doğanın
zenginliklerinin birkaç unsur tarafından sö mü rü lmek
için var olduğu inancını savunan kapitalizm modelimizi
benimsemiştir.
Latin Amerika farklıdır. Onu tam ehlile ştirdiğimizi
sandığımız zaman Allendeler, Noriegalar ve
Sandinistalar ile karşı karşıya kalıveriyoruz. Sessiz
sessiz Castro’nun sonunu beklerken, daha sessiz bir
devrimin bö lgeyi silip sü pü rdü ğü nü fark ediyoruz. Ve bu
devrim bize yö nelik oluyor. Latinler, Amerikan
İmparatorluğu’na meydan okuyor. Sü reç içinde gizli
tarihimizi afişe ediyorlar.
Bu iki bö lgeden, yani Asya ile Latin Amerika’dan
çıkartılacak dersler ü stü ne kafa yorarken, buzulun
kıyısında tanıştığım yaşlı Tibetlinin ü lkesindeki
istilacıları ‘gö çebe katili’ olarak nitelendiren sö zleri
aklımdan hiç çıkmıyordu. Çü nkü bunlar Guatemalalı bir
sanayicinin sö zlerinin yankısı gibiydi. Bu iki insan
yerkü renin tamı tamına karşı uçlarında yaşıyordu. Biri
yoksullaştırılmış, ö teki varlıklıydı. Biri sö mü rü lü yordu,
ö teki sö mü rgeciydi. Ama ikisi de çocuklarına miras
kalacak olan dü nyaya dair yaşamsal bir şeyin farkına
varmıştı.
II-LATİN AMERİKA
15-Guatemala’nın Kiralık Silahları
Asansö rü n kapısı açıldı. Kabinde ü ç adam vardı. Pepe
ve benim gibi takım elbise giymemişlerdi. Gü ndelik
pantolon ve sü veterler vardı ü stlerinde. Biri deri
ceketliydi. Ama asıl dikkat çeken şey silahlarıydı. Uçü de
AK-47 Kalaşnikof taşıyordu.
“Maalesef bugü nlerde Guatemala’da gerekli bir şey,”
dedi Pepe. Kabine ö nden girmem için elini uzattı. “En
azından ABD’nin dostları, demokrasinin dostları için.
Maya katillerimize ihtiyacımız var.”
Miami’den Guatemala City’ye ö nceki gü n uçmuş ve
kentin en lü ks oteline yerleşmiştim. Daha sonraları
i smi ni Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I kitabımda
açıklamamamı isteyecek olan Stone ve Webster
Mü hendislik Firması’nın (SWEC) bir işi için oradaydım.
Pepe Jaramillo (gerçek adı değildir) SWEC ile şirketin
ü lkesinde sahibi olacağı elektrik santrallerinin yapımına
yardımcı olmak ü zere bir anlaşma imzalamıştı. Pepe en
varlıklı sınıfın, ü lkeyi İspanyol fethinden bu yana
denetimi altında tutan kü çü k elitler grubunun gü çlü
ü yelerinden biriydi. Ailesi organize sanayi sitelerinin,
o is binalarının, konut komplekslerinin ve ABD’ye muz,
kahve ihraç eden uçsuz bucaksız tarım alanlarının
sahibiydi. SWEC’in perspekti i açısından ö nemli olan,
adamın paraya ve Guatemala’da işleri yoluna koymak
için gerekli siyasi nüfuza sahip olmasıydı.
Guatemala’ya ilk kez 1970’lerin ortalarında bir
ekonomik tetikçi olarak, hü kü meti elektrik sektö rü nü
geliştirmek için borçlanmaya ikna etmek ü zere
gelmiştim. 1980’lerin sonlarına doğruysa, Maya
toplumuna çok kü çü k ö lçeklerde kalkınma kredisi
verecek bankalar dü zenlemeyi ve halkın alt kesimini
yoksulluktan kurtarmaya yö nelik başka girişimlerde
bulunmayı amaçlayan bir sivil toplum ö rgü tü nü n
yö netim kuruluna katılma daveti alınca ziyaret ettim.
Aradan geçen yıllarda 20. yü zyılın ikinci yarısında ü lkeyi
paramparça eden trajik şiddete dair çok şey
öğrenmiştim. Bunun geçmişi Pepe’nin konkistador{26}
atalarının 16. yü zyıl d a İspanya’dan gelişine kadar
dayanıyordu.
Guatemala o zaman kabaca bin yıldan beri gelişmekte
ve serpilmekte olan Maya kü ltü rü nü n yü reğiydi.
Konkistadorlar 1524’te işgal ettiğinde, uygarlık bir
çöküş dö nemindeydi ve çoğu antropoloğa gö re bunun
nedeni, harikulade kentsel yerleşimlerinin çevreye zarar
verecek şekilde gelişmesiydi. Guatemala kısa zaman
i çi nde İspanya’nın Orta Amerika’daki askeri etkinlik
merkezi haline geldi. Bu konum 19. yü zyıla kadar
korundu, Maya ve İspanyol nü fuslarının sık sık
çatışmaya başlamasıyla düşüşe geçti.
1800’lerin sonuna gelinirken, Boston merkezli United
Fruit şirketi İspanyolları kendi oyununda yendi ve Orta
Amerika’nın en bü yü k gü çlerinden biri haline geldi.
1950’lerin başına, Jacobo Arbenz, Amerikan Devrimi
ideallerinin yankısı sayılabilecek dü şü ncelerle başkanlık
seçimlerine adaylığını koyana kadar, en ü stü n ve
genelde rekabetle karşılaşmayan bir unsur olarak
egemenliğini sü rdü rdü . Arbenz, toprakların halkına
sunduğu kaynaklardan Guatemala’nın kendisinin
yararlanması gerektiğini, yabancı şirketlerin ü lkesini ve
halkını sö mü rmesine artık izin vermeyeceğini
sö ylü yordu. Başkan seçilmesi tü m yarıkü rede bir
demokratik gelişim sü reci olarak selamlandı. O sırada
toprakların %70’i, ü lke nü fusunun %3’ü nden azını
oluşturan elitlerin ve yabancı şirketlerin elindeydi.
Arbenz doğrudan United Fruit’in Guatemala’daki
operasyonlarına yö nelen kapsamlı bir toprak reformu
başlattı. Amerika’nın ö nde gelen meyve ithalatçısı bu
şirket, reformun başarılı olması halinde yarıküredeki,
hatta belki dü nyadaki diğerlerine de bir ö rnek
oluşturmasından korkuyordu.
United Fruit bö ylece ABD’de bü yü k bir halkla ilişkiler
kampanyası başlattı; Amerikan kamuoyunu ve
Kongre’yi, Arbenz’in Guatemala’yı bir Sovyet uydusuna
dönüştürdüğü ve toprak reformu programının Latin
Amerika’da kapitalizmi yok etmeye yö nelik bir Rus
komplosu olduğuna inandırdı. CIA sonunda, 1954 yılında
bir darbe dü zenledi. Amerikan uçakları başkenti
bombaladı, demokratik yollarla seçilmiş olan başkan
alaşağı edildi ve yerine acımasız sağcı askeri diktatö r
Albay Carlos Castillo Armas getirildi.
Yeni yö netim derhal toprak reformunu geri dö ndü rdü ,
şirketin ö dediği vergileri kaldırdı, gizli oylama
yö ntemini iptal etti ve Castillo’yu eleştiren binlerce
kişiyi hapsetti. 1960’ta Guatemala Ulusal Devrimci
Birliği adı verilen hü kü met karşıtı gerilla grubuyla, ABD
destekli ordu ve sağcı ö lü m mangaları çarpışmaya
başladı. İç savaş patlak verdi. Şiddet 1980’ler boyunca
çoğu Maya olan yü zbinlerce sivilin katledilmesiyle
sonuçlanacak şekilde tırmandı. Başka birçok Maya da
hapsedildi, işkenceden geçirildi.
Ordu 1990 yılında yü ksek irtifa gö lü olan ve Gü ney
Amerika’nın en gü zel yerlerinden biri olarak bilinen
Atitlan Gö lü yakınındaki Santiago Atitlan’da sivillerle
yönelik bir kıyım yaptı. Benzer birçok katliamdan sadece
biri olmasına karşın bu olay, yabanc ı turizm açısından
popü ler bir yerde gerçekleşmesi nedeniyle uluslararası
basında manşetlere çıktı. Gö rgü tanıklarının bildirdiğine
gö re, olay bir grup Maya’nın, askeri ü sse doğru yü rü yü şe
geçmesiyle başlamıştı. Bir komşuları ordu tarafından
kaçırılan ve onun da resmen ‘kayıp’ ilan edilen binlerce
kişi arasında yer almasından endişe eden Mayalar,
adamın serbest bırakılmasında diretiyordu. Ordu, içinde
kadınların, çocukların ve yaşlıların da bulunduğu
kalabalığın ü stü ne ateş açtı. Gerçek rakamlar her ne
kadar tartışmalı ise de, dü zinelerce insan ağır yaralandı
ve hayatını kaybetti.
Benim Pepe Jaramillo ile buluşmak ü zere yaptığım
yolculuk olaydan kısa bir sü re sonra, 1992’de
gerçekleşti. Pepe, Atitlan Gö lü ’nü n kıyısında bir
jeotermal proje geliştirmek istiyordu. SWEC ise bu
projede onun ortağı olmayı ciddi şekilde dü şünüyordu.
Mayalar ile birlikte çalıştığım sivil toplum ö rgü tü
projesinden, onların yeryü zü nü n bir ruha sahip
olduğuna inandığını ve buharın yü zeye çıktığı yerleri
kutsal addettiğini biliyordum. SWEC’in benden istediği
şeyi yapmayı kabul etmemin nedenlerinden biri de
jeotermal gayzerler ü zerinde santral kurma girişiminin
şiddet hareketleriyle sonuçlanacağından duyduğum
endişeydi. United Fruit deneyiminden (ve
gerçekleşmesini dikkatle izlediğim İran, Şili, Endonezya,
Panama, Nijerya, Irak olaylarından) yola çıkarak, SWEC
gibi bir Amerikan şirketinin Guatemala gibi bir yerde
yardıma çağırması halinde, CIA’nın ortalıkta boy
göstereceğine inanmak için yeterli nedenim vardı.
Şiddet tırmanacaktı. Pentagon deniz piyadelerini
gö nderebilirdi. Vicdanımda yeterince kan lekesi vardı;
daha ö te kargaşalıkları ö nlemek için elimden gelen her
şeyi yapmakta kararlıydım.
O sabah bir araba beni otelimden almış, Guatemala
City’nin en etkileyici ve modern yapılarından birinin
ö nü ndeki dairesel araç yoluna getirip kapıda bırakmıştı.
İki silahlı gö revli beni içeri aldı. Biri asansö rde en ü st
kata kadar bana eşlik etti. Yukarıya çıkarken bana
binanın Pepe’nin ailesine ait olduğunu, on bir katın
tamamının onlar tarafından kullanıldığını anlattı; ticari
bankaları zemin katında, çeşitli işlerin merkezini
oluşturan bü rolar iki ve sekiz arasında, aile konutlarıysa
dokuz, on ve on birinci katlardaydı.
Pepe beni asansö rü n kapısında karşıladı.
Kahvelerimizi içtikten ve kısa bir giriş sohbetinden
sonra beni binada, dul annesine tahsis edildiğini
sö yleyerek (benim başka nedenlere de bağlı olduğundan
kuşkulandığım) on birinci kat hariç bir gezintiye çıkarttı.
Bu gezintinin amacı SWEC temsilcisini etkilemek idiyse,
hedefe ulaşmıştı. Ardından beşinci katta çok sayıda
mü hendisle yapacağımız ve beni jeotermal proje
konusunda bilgilendirecek bir toplantıya katıldık. Sonra
on birinci katta Pepe’nin annesi, erkek ve kız kardeşiyle
öğle yemeği yedik. Sıra tesisin kurulacağı araziyi ziyaret
etmeye gelmişti. İşte o zaman asansö rü n kapısı açıldı ve
ben karşımda AK-47 Kalaşnikof kuşanmış ü ç adam
buldum.
Biz binince kapı kapandı, deri ceketli adam dü ğmeye
bastı. Aşağıya inerken kimse konuşmuyordu. AK-47’leri
aklımdan çıkartamıyordum. Muhafızların Pepe’yi ve beni
Mayalar'dan, yani birlikte sivil toplum ö rgü tü nde omuz
omuza çalıştığım insanlardan koruduğunu anlamıştım.
Mayalı dostlarım beni o halde gö rse kim bilir ne
düşünürdü.
Asansö r durdu. Kapı açıldığında sabah saatlerinde
içeri girdiğim sü tunlu giriş saçağından sızan ö ğleüstü
güneşiyle karşılaşacağımı sanmıştım. Bunun yerine
devasa bir yeraltı garajı açıldı ö nü mde. En uç kö şesine
kadar son derece iyi aydınlatılmıştı.
Pepe elini omzuma koydu ve yumuşak bir sesle,
“Burada kalın!” dedi.
16-Öfkenin Güdümünde
Korumalardan ikisi Pepe ile benim ö nü me geçip
kapıyı bloke etti; AK-47’lerin namluları derinlemesine
uzanan garaja yö nelmişti. Deri ceketli olan ü çü ncü fedai
çö melerek hem silahının namlusu, hem de bakışlarıyla
etrafı tarayarak asansö rden dışarı sü zü ldü . Oteki iki
koruma da asansörün kapısının açık kalmasını sağlarken
aynı şekilde dışarıya çıkmıştı.
Garajın herhangi bir şekilde engellenmeyen gö rü ntü sü
şimdi karşımdaydı. İçeride sadece altı aracın olması
beni şaşırtmıştı. Hepsi ABD yapımı Chevrolette ya da
Ford idi. Beşi siyah steyşın vagon, altıncıysa kırmızı bir
minibü stü . Ve hepsi de benzerlerinden herhangi bir
şekilde ayırt edilemeyecek dış görünüme sahipti.
Deri ceketli adam seri hareketlerle garajın içine kaydı.
Çıkarttığı feneri her aracın ö nce içine, sonra altına tuttu.
Ardından da devasa mekâ nın her tarafını kontrol etti.
Sonunda tatmin olunca araçlardan birinin kapısını açtı
ve motorunu çalıştırdı. Sonra da yavaşça bizim
beklediğimiz yere doğru sü rdü . Korumalardan biri gelen
minibü sü n kapısını açtı, ikisi birlikte araca girip ters
istikamette yerleştirilmiş koltuklara oturdu. Deri
ceketliyse AK- 47’yi hazır tutarak minibü sten indi. Bana
yol gö steren Pepe arka koltukta yanıma yerleşti. Deri
ceketli kapıyı kapattı, tiz bir ıslık çalıp direksiyona geçti.
Minibü s az sonra dik bir rampayı tırmanmaya başladı.
Tepeye geldi ğimizde metal bir kapı yü kselerek açıldı,
içeriye gü n ışığı doldu. Dışarıda AK-47’leri atışa hazır
vaziyette tutan ü ç adam daha vardı. Biz geçerken selam
verdiler. Ve araç durdu. D ışarıdaki ü çlü den biri sağ ö n
kapıyı açıp bindi, elindeki telsize bir şeyler sö yledi.
Birkaç saniye içinde biri beyaz, ö teki gü mü şi iki sedan
otomobil belirip kaldırıma yanaştı. Karartılmış camlar
içlerini gö rmeyi olanaksız kılıyordu. Sü rü cü mü zü n
yanında oturan adam elini sallayınca beyaz araç
ö nü mü ze geçip ilerlemeye koyuldu. Biz onu izlemeye
başladık, gümüşi olan da peşimize düştü.
Pepe eliyle dizime ha ifçe vurdu. “Bö yle yaşamak
korkunç, değil mi?”
“İnanılmaz. Ama adamlarınız işini bilir gibi
görünüyor.”
“Paranın satın alabileceği en iyi adamlardır ve hepsi
de sizin Amerikalar Okulu’nda{27} eğitilmiştir.” Ka şları
çatıldı. “Daha geçen hafta kız kardeşimi taşıyan araç bir
grup Maya orospu çocuğunun saldırısına uğradı.
Tanrı’ y a şü kü r arabaların hepsinin camları
kurşungeçirmezdir. Karde şimin hayatını kurtaran bu
oldu.”
“Yaralanan var mı?” diye sordum.
Omuz silkti. “Muhafızlar o piçlerden ikisini
vurduklarını sö ylü yor ama arkadaşları tarafından
götürülmüşler. Adamlarımız onları izlemeyecek kadar
akıllıdır.” Kendi taraf ındaki camdan ü stü nde ilerlemekte
olduğumuz geniş bulvara baktı. Dalgın bir sesle, “Bir
zamanlar gü zel şehirdi burası,” dedi. “ Şiddet olaylarının
çoğu kırsal kesimde yaşanırdı.” Bana dö ndü . “Art ık ö yle
değil. O lanet olası Mayalar delirdi.” Tekrar d ışarı
bakarak biraz duraladı sonra kıkırdayarak, “Benim gibi
biri olsanız en çok kimden çekinirdiniz?” diye sordu.
“Ne demek istediniz?”
“Sizi ö ldü rme şansını en kolay kim elde edebilirdi? Bir
ipucu: Her zaman çevrenizdeler ve silahları var.”
Panama lideri Torrijos’u ve Çifte Susamuru’na gitmek
ü zere uçağa binerken gü venlik subaylarından biri
tarafından son anda eline bombalı bir teyp
tutuşturulduğu sö ylentilerini anımsadım.
“Muhafızlarınız.”
“Elbette.” Rahatça arkas ına yaslandı. “En iyilerini
bulmanız ve en yü ksek ü cretleri ö demeniz gerekir. Geni ş
bir gü venlik teşkilatımız var. İçlerinden birileri bunlar
gibi...” Eliyle ö ndeki muhafızları gö sterdi. “Gü ndelik
hayatımıza girmek için bankalarımızı, fabrikalarımızı ya
da villalarımızı koruyarak yıllar geçirir teşkilatta.
Kendilerini kanıtlamadan benim ya da ailemin yanına
yaklaşamazlar bile.”
“Nasıl kanıtlarlar kendilerini?”
Gü lü mseyerek başını salladı. “On sa larda bulunarak
hayatlarını tehlikeye atar, silahlı çatışmaya girer,
cesaret ve sadakatlerini gösterirler.”
Sö zleri bana ö nceki yıl Irak’ta yaşanan ve ABD’nin
1991’de ü lkeyi işgalini tetikleyen şeyi anımsatmıştı.
Bunu söylediğimde Pepe benden açıklamamı istedi.
“Çakallarımız, Saddam’ı indirmeye çalıştı ama
muhafızları hem çok iyi, hem de tam anlamıyla sadıktı.
Bunun yanı sıra her yerde Saddam’a ikizi kadar
benzeyen adamlar vardı. Onun muhafızlarından biri
olduğunuzu ve ö nerilen rü şvetin sizi ayarttığını
düşü nü n. Sahte Saddamlardan birini vurursanız
ailenizin tamamı korkunç ve acılı ölümlerle yok olur.”
“Bu iyiymiş işte,” diyerek kıkırdadı. “Bizim de yavaş
ö lü mler ayarlayabileceğimiz sö ylentisini yaymalıyım.
Benim çocuklardan birinin ayartılması olasılığına karşı
yani.”
Kentten çıkıp çok bü yü k bir volkana doğru ilerlemeye
koyulduk. Gö k parlak maviydi. Ancak o zaman başkentin
duman ve sisten oluşan bir tabaka altında kaldığının
farkına vardım. Kentin dışında gü n ışıl ışıldı. Kü çü k bir
gö lü n yanından geçtik, sonra araçlar toprak bir yola
girdi. Pepe çevredeki ağaçların hepsinin pişirme ve
ısınma amacıyla ocaklarda yakılmak ü zere
campesinolar{28} tarafından kesildiğini anlattı. Tepe
etekleri erozyonun neden olduğu sel yataklarıyla
çizgilenmişti.
“Derslerini almış olmalarını beklersiniz, değil mi?”
dedi. “Ataları piramitler yapmak için ormanları keserek
kendilerini tü ketti. Şimdi de onların torunları bunu
yapıyor. Aptal, umut beslenmemesi gereken insanlar
bunlar.”
İçimden kentsel hava kirliliğinin uzun vadede çok
daha yıkıcı olacağını, asıl bü yü k suçlunun onun ve benim
hayatımızın dayanak noktaları olan fabrikaların ve
araçların olduğu n u , campesinoları ağaçları kesmek
zorunda bırakan şeyin bizim politikalarımız olduğunu
sö ylemek geldi. Ama bu sö zlerin beni bir ‘yerli aşığı’,
radikal çevreci, dolayısıyla da gü venilmemesi gereken
biri gibi gö stereceğini dü şü ndü m. Camdan dışarıyı
seyretmeye devam ettim.
Çıplak çevre manzarası bana bir Maya şamanıyla
konuşmak için geldiğim zamanı anımsattı. Bir sivil
toplum ö rgü tü Maya şamanını sonraki genel kurulun
açılışında tö ren yapması için ikna etmemizi istemişti.
Kuruluşa bağış toplayan (ve Paranın Ruhu adlı kitabın
yazarı olan) Lynne Twist de benimle birlikteydi.
Toplantıları dü zenlemeye çalışırken epey bir direnişle
karşılaşmıştık ve Mayalar’ın kendi hü kü metlerinden
gördüğü (ve Washington onaylı) eziyetin çabalarımız
karşısında bü yü k engel oluşturacağını sıkıntıyla
kavramıştık.
Lynne ile sonunda kendimizi şamanın yaşadığı kü çü k
kerpiç evde bulduk. Ustü nde kot pantolon ve geleneksel
nakışlı gö mlek vardı, başına da kırmızı bandana
bağlamıştı. Evin içine yanık odun ve baharat kokusu
hakimdi. Geride bıraktıklarımız gibi erozyon tarafından
yıpratılmış dağlardan birinin tepesindeydi ev.
Toplantılarımıza katılması, bö ylece halkına daha yakın
çalışma olanağı sağlaması yö nü ndeki niyetlerimizi
anlatırken bizi sessizce dinledi. Ben İspanyolca
konuşuyordum, bir tercü man da sö ylediklerimi yerel
Maya diline çeviriyordu.
Bitirdiğimde sö zü şaman aldı. Uzun ve ö ke dolu bir
sö ylev tutturdu. Heyecanlı hareketler yapıyor,
bağırıyordu ama çevirmenin sesi sakindi. “Neden
yardım edeyim size?” diye dayatıyordu şaman. “Halkınız
benim halkımı beş yü z yıldan beri ö ldü rü yor. Bunu
yapan sadece İspanyollar değil ü stelik bunların hepsi
sadece sö zde kolonicilik yıllarında yaşanmadı. Hayatım
boyunca sizin hü kü metleriniz buraya gizli ajanlar ve
üniformalı askerler gö nderdi; şimdiki durum da bundan
farklı değil. Başkentime saldırıp, bize yardım etmeye
çalışan tek başkanımız olan Arbenz’i devirdiniz.
Guatemalalı askerleri Mayalar’a işkence edecek şekilde
eğittiniz. Şimdi de benden size yardım etmemi mi
istiyorsunuz?”
Pepe dü şü ncelerimi bö lerek, “Bu Mayalar’da ö ke
takıntı halindedir,” dedi. “Ya şadıkları sıkıntılar için geri
kalan herkesi suçlarlar. İş verirsin,
köleleştirildiklerinden şikâ yet ederler. İş vermezsen -ki
benim ailem ö yle yapıp birkaç kuruşa çalışan Haitililer’i
getirdi buraya- bu kez de ayaklanıp sizi katletmeye
çalışırlar. Sadece burada bö yle de ğil bu. Benzer şeyler
tü m yarıkü rede yaşanıyor. And Da ğları’nda, Amazon’da,
Meksika, Brezilya, Ekvador, Peru, Venezuela, Bolivya,
Kolombiya’da... Rio Grande’nin gü neyinde aklına gelecek
her yerde. Siz gringolar bunun sıkıntısını
çekmiyorsunuz. Çünkü yerlilerinizin hepsini öldürdünüz.
Bizim de aynı yolu izlememiz gerekirdi.” Sö zlerini
vurgulamak için eliyle dizime vurdu. “Bu sö zlerimi
unutmayın: Sonraki birkaç on yılın dayatacağı mü cadele
yerli halkları, yani Kızılderililer’i zapt etmeye yö nelik
olacaktır . İstediğiniz kadar demokrasiden sö z
edebilirsiniz ama bu ü lkelerin Kızılderililer’i zapt edecek
gü çlü liderlere ihtiyacı var. Demokrasi Mayalar’ın
umurunda bile değil. Quechua kabilesinin de ö yle. Ya da
başka herhangi bir yerli halkın. Fırsatını yakalasalar
hepimizi katlederler.”
Ona sonunda bizimle çalışmayı kabul eden Maya
şamanı ile yaşadığım deneyimden sö z etmedim. Şamana
onun halkıyla benimki arasında bir kö prü
kurabileceğimizi sö ylemiştim. Kırılma noktası bu
olmuştu. “ABD’de birço ğumuz devletimizin sizin
insanlarınıza yaptığı muameleye duyulan nefreti
paylaşıyor,” dedim ve ekledim. “De ğişmek istiyoruz.”
İçinde Maya taşları ve Ekvador’daki Quechua
şamanlarının verdiği başka kutsal objelerin olduğu
çantayı açtım. “Latin Amerika’nın başka bö lgelerinde de
benzer çalışmalar yapıyoruz.” Ve o zaman şaman beni
şaşırtarak İspanyolca konuşmaya başladı.
Pepe’nin kervanı jeotermal araziye ulaştığında
SWEC’e ne tü r bir tavsiyede bulunacağıma karar
vermiştim bile. Aslında bu kararı, Boston’dan yola
çıkmadan ö nce belirlemiştim. Bir aracılık yapma olanağı
bulacağım umuduyla gelmiştim oraya. Uç araç
durduğunda, sayıları şimdi on ikiyi bulan adamları
çevreyi kontrol ederken Pepe, benim yine içeride
kalmamı istedi. Arazinin yaydığı gü cü camdan bakınca
bile hissedebiliyordum. Mayalar’ın o tü r yerlerin ruhuna
neden tapındığını dışarıya çıkmama gerek kalmadan
anlamıştım.
Araçtan inerken Pepe bir yandan da basınç, kilovat
gibi mü hendislik istatistiklerini ve inşaat maliyetine
yönelik rakamları sıralamaya koyulmuştu. Fokurdayarak
kaynayan suyla dolu bir havuzun kenarında sü lfü r
buharı soluyarak durduk; Pepe bana tepeden aşağıdaki
vadiye doğru akan buharı gö stererek, kız kardeşinin
orada kurmayı planladığı spa otelini anlattı.
Dayanamayıp aleni olanı dile getirdim: “Mayalar
sizinle diş dişe mücadele edecektir.”
“Ah-haah!” dedi. “ İşte orada yanılıyorsunuz. Aptal
olabilirler ama beni ve ailemi tanırlar.” Sesi zay ıfladı.
Sırıttı. “Onlarla anlaşabileceğimizden eminim. Ve bu
bize pahalıya patlamayacak. Aslında sadaka gibi bir şey
olacak. Gereksindikleri de o zaten. İşte bu nedenle benim
ailem gibi ortaklarınız olmalı. Gringolardan oluşan bir
pazarlık ekibi getirirseniz, parti başlamadan biter. Ote
yandan biz onlarla nasıl baş edileceğini biliriz.” Gö zlerini
benimkilere dikti. “Sanırım demek istediğimi
anlıyorsunuz.”
Başımı sallayıp başka yana çevirdim. Elbette
anlıyordum ve bu beni ö kelendiriyordu. Havuzun ö te
yanma yü rü dü m. Yerden bir ta ş aldım. Onu kaynayan
suya fırlatırken Maya ruhlarına ya da o denli inanılmaz
kutsallığı veren şey her neyse ona sessizce saygılarımı
sundum.
Dönüş yolculuğumuz tra ik nedeniyle uzadı ve ben
uçağımı kaçırdım. Pepe hiç aldırmadı, pilotlarını aradı.
Beni onun o is binasından aldılar ve ö zel jetine
götürdüler. İki pilotun binlerce dolarlık yakıt harcayarak,
Pepe’nin projesini başlamadan bitirmek ü zere beni
Miami’ye götürmesi ironikti. Önce uçuşu kabul etmekten
ö tü rü suçluluk duydum ama sonra bundan sıyrıldım.
Maya şamanı ve jeotermal ruhlar bundan hoşlanırdı. Ve
müteşekkir kalırdı.
Pepe’nin sö ylediği bir şey yıllarca aklımdan çıkmadı:
Sonraki birkaç on yılın dayatacağı mü cadele, yerli
halkları, yani Kızılderilileri zapt etmeye yö nelik
olacaktır. Bu sö zler yeni binyıla yaklaşırken ve girerken
başka bir anlam kazandı.
1998’den başlayarak, Gü ney Amerika’nın 370 milyon
olan nü fusunun 300 milyondan fazlasını barındıran yedi
ü lkede yabancı sö mü rü sü ne karşı kampanya yü rü ten
başkanlar iktidara seçildi. Bizim basınımızın ve
politikacılarımızın ö ne sü rdü ğü iddiaların tersine, bu
oylar komü nizme, anarşiye ya da terö rizme verilmedi.
Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını
desteklemek için verilmişlerdi. Komşularımız bize
demokratik seçim sü reçleri aracılığıyla gü çlü bir mesaj
gö nderiyordu: Bizden bekledikleri diğerkâmlık değildi;
s a d e c e şirketlerimizin onları ve topraklarını taciz
etmeyi bırakmasını istiyorlardı.
Latin Amerika, Paine’nin, Jefferson’un, Washington’un
ve 1770’Ierde Britanya İmparatorluğu’na karşı
ayaklanan tü m o yü rekli adamların, kadınların,
çocukların izinde yü rü yordu. İmparatorluğa karşı
başlatılan bu modern zamanlar devriminin ö n
saflarında, bu ü lkelerdeki yerlilerin olmasıysa, tarihin
bü yü leyici bir cilvesiydi. Kurucu Atalarımız{29} yeni
devlet tarzını Iroquois yerlilerinin ilkelerine dayandırır
ve Kıta Ordumuz yerlileri izci ve asker olarak
kullanırken, ulusumuz sonunda onları dışlama ve
soykırımla ödüllendirmişti. Çoğu Gü ney Afrika ü lkesinde
ö n sa larda işte o insanlar yü rü yordu. Yeni bir
kahramanlar nesli doğuyordu. Her ne kadar Kolombiya
ö ncesi kü ltü rlerden gelseler de, bu ö nderler
seçmenlerini ırk, kalıtımsal miras ve din ayırt etmeden,
kalabalıklar içinde ya da ü lkenin uzak kö şelerindeki
çiftliklerde yaşadıklarına bakmaksızın yoksul, oy
kullanma hakkından mahrum edilmiş insanlar olarak
görüyordu.
Bu başka hiçbir yerde Bolivya’da olduğu kadar açık ve
net değildi.
2005’te yapılan Bolivya başkanlık seçimlerini izlerken
Pepe’nin neler hissettiğini merak ediyordum. Son derece
mü tevazi bir altyapıya sahip olan Aymara yerlisi bir
çiftçinin ezici çoğunlukla seçimi kazanmasına nasıl tepki
vermişti? Evo Morales’in devlet başkanı olarak zaferi
Pepe’nin en kö tü karabasanının gerçeğe dö nü şmüş
haliydi. Seçim sonrası kutlamaları televizyonda izlerken,
Bolivya’nın en gü çlü kişisi olmamı sağlayacak işin teklif
edildiği zamanlara dö ndü m. O şeyin yaşanış şekli
şirketokrasinin tavrını ve edimlerini tablo gibi ortaya
vuruyordu.
17-Bolivya’da Gücün Ba şına
Getirilmek Üzere...
“Bolivya, imparatorluklar tarafından sö mü rü len
ü lkeler için bir sembol niteliğindedir.” 1968 y ılında
Kaliforniya’daki Escondido Barış Gö nü llü leri eğitim
kampında eğitmenimizin sö ylediği bu sö zler beni
çarpmıştı. Eğitmen Bolivya’da yaşamıştı ve asırlardan
beri kesintisiz sü ren baskının ü lkeye nelere mal
olduğunu anlatarak bizi derinden sarsıyordu.
Eğitimimi tamamlayıp gö nü llü olarak Ekvador’da
çalışırken sık sık dü şü ndü m Bolivya’yı. Peru, Şili,
Arjantin, Paraguay ve Brezilya ile çevrili, denize açılımı
olmayan bu ü lkenin haritada bir çö reğin ortasındaki
delik gibi gö rü nmesi beni bü yü lerdi. Barış Gö nü llü leri ile
birlikteyken Bolivya’nın Paraguay haricindeki tü m
komşularını ziyaret etmiştim. Paraguay’ı ise diktatö rü
General Alfredo Stroessner’in Nazi SS subaylarını
himaye politikaları nedeniyle kişisel olarak protesto
ediyordum. Ayrıca bu ü lkeden dikkatle uzak durmamın
bir nedeni de, ‘Gringoların İzindekiler’ olarak andığımız
ve zaman zaman bizimle kalan genç Kuzey
Amerikalılar’ın orayı kendi topraklarındaki yerlilere,
Ekvador’dakinden bile daha acımasız davranılan bir ü lke
olarak tarif etmesiydi.
O zamanlar herhangi bir yerin Ekvador’u kendi
kategorisinde geride bırakması mü mkü n değil gibi
gö rü nü yordu bize. Ulkenin yerli halkı, varlıklı elitler
tarafından insan olarak bile kabul edilmiyordu. On yıllar
ö nce ABD’deki Afrika kö kenli Amerikalılar gibi her tü rlü
toplumsal haktan yoksundular. Varl ıklı gençlerin yaptığı
bir spora dair sö ylentiler yaygındı. Yasadışı bir şey
yaptığı, ö rneğin açlıktan ö lmenin eşiğindeki ailesini
beslemek için bir çiftlikten mısır çaldığı anlaşılan
Kızılderili’yi yakalıyor, ko şmasını emrediyor, sonra
silahla vurup indiriyorlardı. Amazon’daki petrol
şirketlerinin paralı askerleri de benzer infazlar yapmıştı
ama onlar kurbanların silahlı mü cadele içindeki
terö ristler olarak gö rü yordu. Yine de, Ekvador’daki tü m
baskıya rağmen Bolivya anlaşıldığı kadarıyla daha
kötüydü.
Bu durumu kamuoyu, Arjantinli doktor Che
Guevera’nın baskı rejimlerine karşı mü cadele için
Bolivya’yı savaş cephesi olarak seçmesiyle duymuştu.
Ulkenin egemen sınıfı Washington’un yardımını istedi.
Che insanlık dışı bir yaratık ya da terö rist ilan edildi;
Kü ba tarafından desteklenmesi nedeniyle fanatik
komü nist kategorisine sokuldu. Washington onun
peşine en yetenekli çakallarından birini saldı. CIA ajanı
Felix Rodriguez, 1967 yılı Ekim ayında Che’yi
Bolivya’daki La Higuera ormanı civarında yakaladı.
Rodriguez saatler sü ren bir sorgulamadan sonra Bolivya
ordusunun baskısıyla ö lü m emrini verdi.{30} Bundan
s o nra şirketokrasinin Bolivya’yı saran pençesi iyice
sıkılaştı.
Sonunda 1970’lerin ortalarında, bir ET olarak
gitmeden ö nce Bolivya’yı araştırdım. Baskı rejiminin
düşünebildiğimden çok daha ö telere gittiğini, Barış
Gö nü llü lerindeki eğitmenimin ve ö teki ö ncü gringoların
ancak yü zeydeki ince tabakayı kazıyabildiğim anladım.
Ulke, tarihi kaydedilmeye başladığından beri şiddetle
yoğrulmuş, bir imparatorluğun kurbanı olmaktan
çıkarken başka bir pervasız despotun eline düşmüştü.
Bolivya’nın yerli kü ltü rleri 13. yü zyıl d a İnkalar
tarafından fethedilmişt i . İspanyol konkistadorlar
1530’da gelmiş, İnkalar’a boyun eğdirmiş ve 1825’e
kadar demir yumruk kullanarak ü lkeye egemen olmuştu.
1879-1935 dö neminde yaşanan bir dizi savaştan sonra
Bolivya, Pasi ik kıyısını Şili’ye, petrolce zengin Chaco
bö lgesini Paraguay’a ve kauçuk ağaçlarının yetiştiği
ormanlarını Brezilya’ya kaptıracaktı. 1950’lerde Vı́ctor
Paz Estenssoro’nun yö netimi altındaki reformcu bir
hükümet, yerli çoğunluğun yaşam şartlarını geliştirmeye
ve halk ü stü nde baskı uygulayan kalay madeni
işletmelerini millileştirmeye kalkıştı. Uluslararası iş
dünyası bü yü k ö keye kapılmıştı; Estenssoro yö netimi
1964’te askeri cunta tarafından yıkıldı. Darbeye hiç de
şaşılmayacak şekilde CIA da karışmıştı. Darbeler ve karşı
darbeler yetmişli yıllar boyunca Bolivya’nın ü stü nden
hiç eksik olmadı.
Bolivya’nın coğrafyası bile ü lke için bir baskı
unsurudur. İki paralelle bö lü nü r ve And Dağları ile
birbirinden ö zellik olarak ayırt edilebilen ü ç bö lgeye
ayrılır: Altiplato olarak da bilinen kurak ve yerleşim
imkanı vermeyen yü ksek plato, batıdaki yarıtropik
vadiler ve doğudaki alçak arazilerle yağmur ormanları.
Bolivya’nın dokuz milyonluk nü fusunun bü yü k
bö lü mü nü , geleneksel olarak Andlar’ın rü zgâ r alan
eteklerindeki çiftliklerde geçimini kıt kanaat sağlayan
yerliler oluşturur. Ulkenin etnik çe şitliliği yansıtan ü ç
resmi dili vardır: Quechua, Aymara ve İspanyolca. Her ne
kadar gü mü ş, kalay, çinko, petrol, hidroelektrik
potansiyel gibi zengin kaynaklara sahip olsa ve
Venezuela’nın ardından Gü ney Afrika’daki en bü yü k
doğalgaz rezervlerini topraklarında barındırsa da,
Bolivya yarıkürenin en yoksul ülkesidir.
Ayrıca IMF’nin Yapısal Ayar Paketi’nin uygulamaya
koyduğu ilk yerlerden biridir. Ve bunda benim
sorumluluğum olduğunu da kabul etmem gerekir.
1970’lerin ortalarında Bolivya’ya geldiğimde Che’nin
mirasından ilham alan korku, ekonomik elitlerle ordu
arasında ü lkenin yerli halkına zulmetmeye yö nelik bir
koalisyonun doğmasına neden olmuştu. Benim gö revim
biz ekonomik tetikçilerin bu koalisyonun şirketokrasiyle
daha sıkı entegre olmasını sağlayacak yolları
araştırmaktı. Farklı kesimlerden gelen Bolivyalılar ile
yaptığım toplantılar sırasında daha sonra Yapısal Ayar
Paketleri tarafından 1980’ler ve 90’larda benimsenecek
olanlara benzer bir dizi ikir ü rettim. Endonezya’nın
Suharto’su gibi, Bolivya’yı yö netenler de ü lkelerinin
kaynaklarını yabancılara satmaya dö nü k programları
kabule çoktan hazırdı. Yabancı maden şirketlerine
teslim olmayı ve bundan kâ r sağlamayı amaçlayan bir
yaklaşımın hakim olduğu uzun bir tarihe sahiptiler.
Bü yü k borçların altına girmişlerdi ve kendilerini hem
komşularından ve geleneksel dü şmanlarından, hem de
ü lkenin yerli halkından gelecek etkilere açık
hissediyorlardı. Washington’dan koruma sö zü ve sü reç
içinde zenginleşeceklerinin vaadini istiyorlardı. Suharto
Örneğini izleyerek servetlerini ABD ve Avrupa’da
yatırıma yö neltecek ve bö ylece kendilerini gelecekte
Bolivya’da patlayacak ekonomik krizlerden
yalıtacaklardı.
1970’lerde yaptığım ilk toplantılardan sonra
Bolivya’nın Ozelleştirme için olgunlaşmış hale geldiği
sonucuna vardım. La Paz’ın işadamları ve politikacıları,
ekonominin ana sektö rlerini yabancı yatırımcılar için
açık artırmaya çıkarmıştı. En başta madencilik şirketleri
tarafından oluşturulmuş modeli yaymakta iştahlıydılar.
Bu, her ne kadar ü lkenin egemenliğini satışa çıkarmakla
eş anlamlı olsa da, onları su, kanalizasyon ve elektrik
altyapılarının, taşımacılık ve iletişim ağlarının, hatta
eğitim ve adalet sistemlerinin geliştirilmesi için gerekli
fonları vergiler, sermaye piyasaları ve kendi banka
hesapları aracılığıyla oluşturma yü kü nden kurtaracaktı.
Ayrıca benim yardımımla kâ rlı taşeronluk işleri
alacaklarını çocuklarının ABD’de tü m giderleri
karşılanarak eğitim gö receğini, dahası mezun olduktan
sonra ü lkenin en prestijli mü hendislik ve inşaat
firmalarında çok yü ksek maaşla staja başlayacaklarını
anlamışlardı. Yabancı yatırımcılara vergi teşviki
getirecek ve ABD ithal mallarına yö nelik ticaret
bariyerlerinin indirilmesini (aynı zamanda bizim
Bolivya mallarına olan kısıtlama tedbirlerimizi
kabullenmelerini) sağlayacak yasaları heyecanla
onayladılar. Bolivya’n ın ‘ekonomik elit-asker’
koalisyonu, uzun zaman ö nce IMF diline ‘iyi yö netim’,
‘sağlıklı ekonomik politikalar’ ve ‘yapısal ayarlamalar’
şeklinde yerleşmiş olan yeni tarz sö mü rgecilik için
gerekli her şeyi yapmaya hazırdı.
Hü kü met, ortak girişimlere izin verecek, yabancı
sermayeyi ü lkeye çekecek ve kambiyo dö nü şümleri
ü stü ndeki sınırlamaları kaldıracak yasaları meclisinden
geçirdikten sonra, Bolivya’nın en bü yü k beş devlet
kuruluşunun ö zelleştirilmesi fazla zaman almadı.
Hü kü met ayrıca 150 devlet kuruluşunu daha 1990’da
yabancı sermaye sahiplerine satma planını da açıkladı.
Ve kaderin ilginç bir dö nü şü yle, Bolivya’nın en gü çlü
kamu hizmet kuruluşunun başkanlığı (devlet
kararlarının alınmasında etkili birçok Amerikalının daha
sonra kazancı yü ksek şirket kademelerine getirilmesini
sağlayan dö ner kapı olgusunu sembolize eder şekilde)
bana teklif edildi.
Leucadia Ulusal Şirketi, 1990’da benimle ilişkiye
geçerek Bolivya Enerji Şirketi (COBEE) başkanlığıyla
ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Leucadia, sorunlu
şirketleri satın alıp kâ r odaklarına dö nü ştü rmekle ü n
yapmıştı. (2004 yılında ü lkenin iki numaralı uzun
mesafe taşımacısı olan MCI’nın %50’nin ü stü nde
hissesini almak için anti-trö st mua iyeti peşine
düştüğü nde iyice ü nlenecekti.) Şirket temsilcileri
COBEE’yi yö netmek için, kolay bulamayacakları
niteliklere sahip olduğumu belirtiyordu. Bolivya’nın
Yapısal Ayar Paketi’nin oluşturulmasına katkıda
bulunmamın yanı sıra başka özelliklerim de vardı:
1. ABD’deki kendi bağımsız ve başarılı enerji
şirketimin CEO’su idim. (Bu şirketi ekonomik tetikçi
saflarını terk ettikten sonra kurmuştum.){31}
2. İspanyolca biliyordum ve Latin Amerika
kültürlerine aşinaydım.
3. Eski bir ET olarak Dü nya Bankası ve
Amerikalar-arası Gelişim Bankası (InterAmerican
Development Bank) kredilerini COBEE’nin sistemini
genişletmek için ideal şekilde kullanacak
konumdaydım.
ABD’nin Doğu Kıyısı’nda sü rdü rü len mü lakatlardan
sonra Leucadia beni, eşim Winifred’i ve yedi yaşındaki
kızımız Jessica’yı şirketin CEO’su Ian Cumming ile eşinin
yılın bü yü k bö lü mü nü geçirdiği Salt Lake City’deki
malikâ nesine gö tü rdü . Birçok yö neticinin katıldığı
tanışma toplantılarından sonra, Cumming ailesinin
salonunda verilen ve servisi ailenin şef aşçısıyla
garsonları tarafından yapılan yemeğe katıldık. Ardından
Ian ile ben ö zel bir gö rü şme yapmak ü zere onun çalışma
odasına çekildik. Bir ara Ian’ın yardımcılarından biri
konuşmamızı ö zü r dileyerek kesti. La Paz’dan bir faks
geldiğini, İspanyolca çevirmenin rahatsızlığı nedeniyle
doktora gittiğini, benim yardımcı olacağımı umduğunu
açıkladı. Mesajı İngilizceye çevirerek yü ksek sesle
okurken, yabancı dil yeteneklerimin sınanıp
sınanmadığını düşünmeden yapamadım.
Anlaşıldığı kadarıyla o sınavdan ve ö tekilerden
geçmiştim. Salt Lake City ziyaretinden kısa zaman sonra
Leucadia, ü çü mü zü n de katılacağı bir Bolivya yolculuğu
düzenledi.
18-La Paz’da Kârı En Üst Düzeye
Çıkartmak
Deniz seviyesinden yaklaşık 4 bin 300 metre
yü kseklikteki bir platoya kurulmuş ve dü nyanın en
yüksek irtifalı ticari havaalanlarından biri olan El Alto’ya
indik. Gü mrü kten geçince COBEE’nin emekliliğin
eşiğindeki başkanı ve eşi tarafından karşılandık. Orada
kaldığımız sü rece onlardan ve şirketin diğer ü st dü zey
yö neticilerinden kraliyet ailesi muamelesi gö rdü k.
Renkli yerel pazarlara, mü zelere, koloni dö nemi
kiliselerine; Jessica’nın gideceği, ancak belli ailelerin
çocuklarının kabul edildiği Amerikan okuluna, La Paz’ı
çevreleyen dağlardaki ilginç yerlere, ö rneğin tuhaf
şekilde erozyona uğramış kumtaşı oluşumlarının
bulunduğu Ay Vadisi’ne giderken bize hep e şlik ettiler.
Bunların yanı sıra elbette ki enerji santrallerini, yan
kuruluşları, yapılması ö nerilen aktarım hattının
güzergâhını da gezdik.
Soğuk ve yağmurlu bir ö ğleden sonra şirket
yö neticilerinden biri bize ‘operasyonlarımızın yü reğini
ve ruhunu’ gö stereceğini sö yledi. So istike bir
mü hendislik harikasıyla karşılaşacağımı umuyordum.
Bunun yerine şofö rü mü z bizi çiseleyen dondurucu
yağmur altında La Paz’ın merkezindeki bir bankaya
götürdü.
Yerlilerin oluşturduğu kıvrımlı bir kuyruk, bankanın
ö nü sıra uzayıp bloğu dolaşıyordu. İnsanlar iliklerine
kadar işleyen yağmur altında birbirine sokulmuştu ve
çoğu ellerindeki gazeteleri başının ü stü nde tutuyordu.
Yü n pantolonlar, gö mlekler ve pançolardan olu şan
geleneksel kıyafetlerini giymişlerdi. Camı biraz
indirdiğimde, soğuk bir hava akımı ve ıslak yü nü n
seyrek yıkanan insan bedeniyle birleştiğinde yarattığı
kokuyla selamlandım. Tıpkı konkistadorların kalay
madenlerinde çalışmaları için onları sıraya soktuğu eski
zamanlardaki gibi sessizce, öylece dikiliyor, arada sırada
bankanın (bir grup silahlı muhafızın gö zlerini
ü stlerinden ayırmadan yanında beklediği) devasa
kapısına doğru bir adım atıyorlardı. Kuyruğa
dü zinelerce çocuk serpiştirilmişti ve kadınların çoğu
omuzlarındaki suların sü zü ldü ğü şallarına sardıkları
bebeklerini taşıyordu.
Bizi oraya getiren şirket yö neticisi, “Elektrik
faturalarını ödemek için buradalar,” dedi.
Winifred, “Ne kadar barbarca,” diye mırıldandı.
“Ah! Hiç de de ğil.” Adam şevkle açıklamaya koyuldu.
“Tam tersine, bunlar şanslı olanlar. K ırsal kesimdeki
soydaşlarıyla karşılaştırıldıklarında elektrik şebekesine
bağlanma ayrıcalığına sahipler. Elektrik
kullanabiliyorlar.”
O ise dö nerken açıklamaya devam edip, COBEE’nin
Aymara ve Quechua yerlilerinin elektrik kullanım ü creti
olarak vermek için kuyrukta beklediği parayla dolu
torbaları ABD’ye bü yü kelçilik aracılığıyla gö nderdiğini
anlattı ve neşeyle ekledi: “Bu şirket Leucadia için bir
sağmal inek.”
Daha sonra o insanların ayda bir kez bankaya hac
ziyareti yapmasına yol açan elektrik kullanımının
çoğunlukla tek bir ampulle sınırlı olduğunu ö ğrendim.
İnsanlar banka hesabı ya da kredi kartı olmadığından
kuyrukta sabırla, bazen dondurucu sulu sepkenin, bazen
yağmurun altında saatlerce bekleyip nakit ö deme
yapıyordu.
O gece otel odamıza çekildiğimizde Winifred bana
büyükelçiliğin neden bir ö zel şirketin kuryeliğini
yaptığını sordu. Zaten bilinenin dışında verecek bir
yanıtım yoktu: ABD diplomatik misyonları, dünyanın her
tarafında ö ncelikle şirketokrasinin çıkarlarına hizmet
etmek için vardır. Ayr ıca adamın bize sırf o kuyruğu
göstermek için ofisinden çıkmasını da anlayamamıştık.
“ O şeyle çok gurur duyuyordu,” dedi Winifred. “Ne
çarpık bir mali anlayış ama!”
Ertesi sabah Zongo Irmağı projesiyle ilgili bir
bilgilendirme toplantısı yapıldı. Bana gö re asıl o proje
COBEE’nin gerçek yü reği ve ruhuydu. Latin Amerika
enerji sektö rü nü n ö nde gelen projelerindendi ve And
Dağları’nın doruklarından başlayıp derin koyaklardan
geçerek tropik bir vadiye kadar ulaşan bir dizi
hidroelektrik tesisinden oluşuyordu. Etkili ve iyi bir
çevre yö netim ö rneğiydi. Birçok mü hendis projeyi
bizzat gö rmenin yolculuğun tü m zahmetine değeceği
konusunda iddialıydı. Biri başını hü zü nle sallarken,
“Oyle bir şey bir daha asla yapılmayacak,” diye içini
çekti. “Hepimiz Zongo’yu çok seviyoruz, çü nkü neyin
nasıl yapılması gerektiğinin çok iyi bir ö rneği. Hiçbir
modern yatırımcı, en azından Dü nya Bankası, ö yle
kü çü k, mü hendislik yö nü mü kemmel çö zü lmü ş projelere
para yatırmaz. O projeyi baştan yapma imkâ nları olsa,
devasa bir baraj kurmakta ve tü m vadiyi baraj gö lü
olarak suyla doldurmakta dayatırlardı.”
COBEE başkanı ve eşi, daha sonra bize birlikte Zongo
Irmağı’na gitmeyi ö nerdi. Bir sabah şafaktan ö nce 4x4
araçlarıyla bizi otelimizden aldılar. Kentten ç ıktık ve
Altiplato’ya yö neldik. İnce bir kar battaniyesi, kutup
kuşağı tundralarının kurak iklim versiyonunu
çağrıştıracak şekilde çıplak platoyu ö rtmü ştü . Ansızın
gü n doğdu ve biz Cordiella Real boyunca uzanan
olağanü stü bir gü ndoğumuna tanıklık ettik. Yakıştırılan
adı ‘Amerikaların Himalayaları’ olan bu And dağ dizisi,
her biri en az 6 bin metre yü ksekliğindeki yirmi iki buzla
kaplı doruğu barındırıyordu üstünde.
Saatler sonra 5 bin 600 metre irtifadaki bir dağ
geçidini aşarken, Jessica ilk buzulunu gö rme fırsatını
yakaladı. Bizi muazzam genişlikteki buz kü tlesinden
ayıran çayırda, bir deve tü rü olan alpakalar
koşuşturuyordu. Daha yakından gö rmek için yolun
kenarına koşan Jessica’nın dudakları oksijen
yetersizliğinden morarmıştı. Orada durdu, dizleri üstüne
çö ktü ve midesindekileri şiddetle çıkarttı. Winifred ile
koşup onu aldık ve çabucak daha alçak bir yere
gö tü rdü k. İlk hidroelektrik tesisin kurulu olduğu yere
vardığımızda akşamüstü olmuştu.
Buzulun erimesiyle oluşan Zongo Irmağı ü stü ndeki ilk
kü çü k barajın gü zel bir gö lü vardı. Su oradan dağa
açılmış kanallardan, tü nellerden ve metal oluklardan
akarak elektriğin ü retildiği yere ulaşıyordu. Bu sü reç
defalarca tekrarlanıy o r , ırmağın enerji ü retimi
potansiyelini doğal çevre yapısını koruyarak kullanmayı
amaçlayan ve tasarımı gerçekten maharet isteyen bir
sistemin bü tü nü nü oluşturuyordu. Dağın her iki
tarafından diklemesine inen yarlarla çevrili koyağından
geçerken, artık tamamen iyileşmiş olan Jessica, benim
duygularımı da dile getiren bir yorum yaptı. “Buraya bir
baraj yapmadıkları ve vadiyi sular altında
bırakmadıkları için seviniyorum. Çok güzel!”
Sonunda çevreye biraz yabancı kalan bir dağ evinin
ö nü nde durduk ve şirket başkanı olursam, bu evin bizim
ö zel inziva yerimiz olacağını ö ğrendik. Eve yerleştikten
sonra Jessica, Winifred ve ben yakın d a k i şelaleye
yürüyüş yaptık. La Paz’ın ince havasından ve dağ
geçişinden sonra kendimi 2 bin 500 metrede çok zinde
hi s s edi yo rdum . Şelalenin kenarındaki bir yara
tırmandık. Gü neşin gü r yeşilliklerin arasından dağların
gerisindeki alçak bir vadiye doğru alçalışını seyrettik.
Sonra gerisingeri indik ve bizi dağ evinde bekleyen ev
sahiplerimize katıldık. Evi çekip çeviren kişi, insana
kuryeyle doğrudan Roma’dan getirilmiş dü şüncesi
verecek lezzette bir lazanya hazırlamıştı.
O gece Jessica uyuduktan sonra biz dö rt yetişkin
kokteyllerimizi alıp sohbete koyulduk. COBEE’nin
başkanının ve eşinin Bolivya’da geçirdikleri zamanın
keyfine vardıkları belliydi. Açıkça anlaşılan başka bir şey
de, yurda dö nebilmeleri için, benim şirket başkanlığını
kabul etmemde gayet istekli olduklarıydı. Daha ö nce
duyduğumuz reklam spotlarını tekrarlayıp duruyorlardı:
Bir malikâ nede yaşayacaktık, La Paz caddelerinde kendi
şofö rü mü zü n kullandığı araçlarla gezecektik, silahlı
muhafızlar tarafından korunacaktık, ö zel şefler,
hizmetçiler, bahç ıvanlar tarafında n şımartılacaktık ve
Bolivya aristokrasisini eğlendirme karşılığında dolgun
bir cep harçlığı alacaktık. Ulkenin başkanının ardından
ikinci en gü çlü adam olacağım ö zellikle vurgulandı. Ne
zaman bir darbe yaşansa, başkanlık sarayına ve askeri
ü slere olan elektrik akışı benim denetimimde
olacağından, en gü çlü kişi pratikte bendim. CIA kendi
desteklediği tarafın çıkarları için, benimle işbirliği
yapmak zorundaydı.
Yatağımızda Winfred hâ lâ hidroelektrik projesinden
sö z ediyordu. “Oyle bir şey hiç gö rmedim. Belki de onu
Gü ney Amerika’da kamu hizmetleri devrimi denebilecek
b i r şeyin başlangıç noktası olarak kullanabilirsin.
Yerlilerin faturalarını ö demek için beklemek zorunda
bırakıldığı o kuyrukları yok et, elektriği dü şü k bedelle
kırsal kesimde de kullanılabilir hale koy, bü yü k
santralleri yapmak için Dü nya Bankası kredileri
kullanmak yerine bugü n gö rdü ğü mü ze benzer projeler
ü ret ve şirkete doğanın korunması konusunda
dayatmalar götür.”
Sö ylediklerini dikkatle dinledim. Ertesi gü n La Paz’a
dö nerken ve orada kaldığımız sü re boyunca aynı konu
ü stü nde dü şü ndü m. Birkaç kez de COBEE’nin
yö neticileri ve mü hendisleriyle tartıştım. Bu kişilerin
çoğu Arjantin, Şili, Paraguay gibi şirketokrasinin key ine
hizmet etmiş askeri diktatö rlü klere dayalı uzun tarihleri
olan ü lkelerden geliyordu. O nedenle de kuşkucu
yaklaşımların a şaşmamam gerekiyordu. Yaptıkları
yorumlar on yılı aşkın sü redir COBEE’de çalışan Perulu
bir mü hendisin sö ylediklerinin yankısı gibiydi. Bu kişi
hiçbir kaçamağa sapmadan, “Leucedia’nın beklentisi
sadece para dolu çuvallar,” demişti.
Düşü ndü kçe ö kem artıyordu. Latin Amerika artık
tamamen ABD egemenliğinin simgesi haline gelmişti.
Arbenz yö netimindeki Guatemala, Goulart
yö netimindeki Brezilya, Estenssoro ile Bolivya, Allende
i l e Şili, Roldó s ile Ekvador ve yarıkü rede bizim
şirketlerimizin gö z koyduğu kaynaklar bahşedilmiş tü m
ö teki uluslar, bu kaynakları kendi halklarının yararı için
kullanmakta kararlıydı. Hepsi aynı yolu izliyordu.
Liderlerinin askeri darbelerle alaşağı edilişine, yerlerine
Washington’un kuklas ı olan hü kü metlerin getirilişine
teker teker tanıklık etmişlerdi. Bu oyuna on yıl boyunca
ben de ET olarak katılmıştım . Şimdi o sa ları terk
edişimin ü stü nden bir on yıl daha geçmişti. Ama
suçluluk duygusu bir hayalet gibi peşimdeydi. Ve ö ke de
ö yle. Kararsızlıkla bocalamış, şirketokrasiye hizmet ve
kendi isteklerimi tatmin etme hevesiyle, saygı
gö stermem gerektiği ö ğretilerek bü yü dü ğü m ilkelerden
uzaklaşmıştım. Geçmişte tamahla yolumdan sapmam
beni ne kadar ö kelendiriyorsa, COBEE gibi bir şirketi
değiştirme çabalarımın kö stekleneceği yö nü ndeki
şü phelerim de o kadar ö kelendiriyordu. Ama her şeye
rağmen denemekte kararlıydım.
ABD’ye dö nü nce Leucadia’nın benimle ilişkilerini
yü rü ten yö neticisini aradım. Çok zayıf bir olasılık
olduğunu bilmeme rağmen, ona işi COBEE’yi bir
toplumsal ve çevresel model haline getirmeme izin
vermeleri halinde kabul edeceğimi sö yledim. Zongo
Irmağı hidroelektrik projesinden derinden etkilendiğimi
v e şirketin yarıkü renin en yoksul halk kesimlerini
elektriğe kavuşturma olanağına sahip olması açısından,
eşine rastlanamayacak bir konumu olduğunu açıkladım.
Karşıda uzunca bir suskunluk oldu. Sonra adam bana
konuyu Ian Cumming’e açacağını sö yledi. “Ancak çok
fazla şey beklemeyin,” dedi. “Ust dü zey yö netimimiz
hissedarlarımıza hesap verme durumundadır; bir
COBEE başkanından beklenen şey en yü ksek dü zeyde
kârdır.” Bir duraksama daha. “Bunu gö z ö nü ne alarak
düşünmek ister misiniz?”
Adamın sö zleri kararlılığımı gü çlendirmişti.
“Kesinlikle hayır.”
Bir daha aramadılar bile.
19-Düşü Değiştirmek
Bolivya’nın yabancı kuruluşlar tarafından
sömürülüşü nü ve benim bunda ET olarak oynadığım
rolü düşündükçe öfke ve bunalımım artıyordu. Bir ara La
Paz’a, Kolombiya’ya ya da İspanyolca konuşulan başka
bir ü lkeye gidip bir direniş hareketine katılmayı bile
geçirdim aklımdan. Benim zamanımda yaşasa ve
yerimde olsa Tom Paine’nin de aynısını yapacağından
neredeyse emindim. Sonra onun silaha sarılmaktansa
kalemini kullanacağını dü şü nebildim. Ve kendi kendime
nasıl etkili olabileceğimi sordum.
Yanıt Guatemala’da çalışan sivil toplum ö rgü tlerinden
birinin dü zenlediği geziye katıldığım d a şekillenmeye
başladı. Yaşlı bir Maya ile konuşurken, Ekvador’un yirmi
yılı aşkın bir sü re ö nce Barış Gö nü llü sü olarak gidip bir
sü re kaldığım Shuar bö lgesine dö nmem gerektiğine
karar verdim. Şimdi dö nü p baktığımda, ET’lik yapan
meslektaşlarıma duyduğum sadakat ile hissettiğim
vicdan azabı, yaptığım yanlışlar ve toplumumuzu
ö ylesine sarıp avucunun içine alan materyalizm denen
kö tü alışkanlığa olan bağımlılığımı ifşa etme arzusu
arasında bocalıyordum. Aklım fena halde karışmıştı.
Bilinçaltımda bir yerlerde Shuar’ın kendimi
toparlamama yardımcı olacağı hissi tomurcuklanıyordu.
Dostum ve yerli kü ltü rler ü stü ne yazdığım kitapların
yayıncısı olan Ehud Sperling ile American Airlines’in
Ekvador Quito’ya giden uçağına bindik, oradan da daha
kü çü k bir uçakla And Dağları’ndaki Cuenca’ya vardık.
Yağmur ormanlarına yaptığım yolculuktan sonra
yaşadığım koloni dö neminden kalma dağ kentinde,
birkaç gece konakladık. Ardından şofö rlü bir arazi aracı
kiralayıp sabahın erken saatlerinde oradan ayrıldık ve
tehlikeli dağ yollarından Macas adındaki orman
kasabasına doğru yola çıktık.
Muhteşem bir yolculuktu. Andlar’ın doruklarından,
yirmi yıl ö ncesinden anımsadığım çukurlarla dolu,
sonsuz viraj dizileri boyunca ilerleyerek inmek, bir
tarafta yü kselen dimdik yar, ö te taraftaki derin uçurum
heyecan vericiydi. Ormandan çıkıp gelen birkaç kö hne
ve titrek kamyon arada sırada bizi ya kaya duvarına
yaslanmanın ya da uçurumdan aşağıya yuvarlanmanın
eşiğine getiriyordu. O birkaç ender karşılaşmanın
haricinde tü m doğa bize aitti. Gerçekten bambaşka bir
dü nya, ABD’deki yaşamımdan çok uzak bir şeydi. Orada
yaşadıklarımdan sonra bir ET’ye dö nü şmeyi nasıl
başardığımı anlayamıyordum. Basit yanıt şuydu: New
Hampshire kırsalında bü yü mü ş, o mesleğin sunacağı
heyecana ve paraya ö ykü nen, çok genç ve aklı çok
karışmış bir adamdım. Suyun içinde bir anda beliren
ışıltılı yemin baştan çıkarttığı, zokayı ö ylece yutan bir
balıktım.
Öğleye doğru aracımız ö nce yolun sonu olduğu
izlenimi veren bir yerleşimden geçti, sonra, Amazon
havzasını silip sü pü ren yağmurla birlikte çamur
bataklığına dö nü şmüş bir patika gü zergâ hı boyunca
Macas’a doğru ilerlemeye koyuldu. Ben de o arada
Ehud’a 1969’da Macas’ı ilk kez ziyaretimde neler
hissettiğimi anlatmaya koyuldum. Sonra konu ABD’nin
dünya tarihinde oynadığı role kaydı.
ABD yaklaşık 200 yıl boyunca demokrasi ve adalet
kavramlarının ö rneğini teşkil etmişti. Bağımsızlık
Bildirgemiz ve anayasamız her kıtada ö zgü rlü k
hareketlerine ilham vermişt i . İdeallerimizi yansıtacak
kü resel kurumların oluşumu için daima gayret sarf
etmiştik. 20. yü zyılda demokrasiyi ve adaleti
desteklemekte ö nderlik çabalarımız ö n plana çıkmıştı;
Lahey’deki Kalıcı Adalet Divanının, Milletler Topluluğu
Akdi’nin Birleşmiş Milletler Kuruluş ve İnsan Hakları
Evrensel bildirgelerinin, ayrıca birçok BM uzlaşımının
oluşumunda etkili tavır almıştık.
Ne var ki İkinci Dü nya Savaşı’nın bitiminden bu yana
liderlik konumumuz aşınmış, dü nyaya sunduğumuz
modelin altı, imparatorluk kurma hırsına kapılan
şirketokrasi tarafından hırsla oyulmuştu. Bir Barış
Gö nü llü sü ’yken Ekvador yurttaşlarının da bizim
acımasızlığımıza komşu uluslar kadar ö ke duyduğunu,
politikalarımızdaki aleni çelişkiler karşısında hayrete
kapıldıklarını kavramıştım. Vietnam gibi yerlerde
demokrasiyi savunduğumuzu iddia ediyor ama bir
yandan da demokratik seçimlerle başa gelmiş başkanları
alaşağı ediyorduk, suikastlarla aradan çıkartıyorduk.
Tü m Latin Amerika’da ü niversite ö ğrencileri ABD’nin
Şili’de Allende’yi, İran’da Musaddık’ı, Guatemala’da
Arbenz’i ve Irak’ta Kasım’ı devirdiğini biliyordu. Ama
kendi ö ğrencilerimiz bu tü r şeylerden habersizdi.
Washington politikaları dü nyaya kafaları karıştıran
mesajlar veriyordu. Yaptıklarımız en kutsanmış
ideallerimizi ucuzlatıyordu.
Şirketokrasinin 1970’lerde denetimi ele geçirmek için
kullandığı yö ntemlerden biri, Latin Amerika’da otokrat
yö netimler ü stü nde gü ç sağlamaktı. Bu hü kü metler ABD
yatırımcılarının ve uluslararası ticaret oluşumlarının
çıkarına çalışacak ekonomi politikaları uyguladı ve
bunlar çoğunlukla durgunluk, yü ksek en lasyon, işsizlik
ve negatif ekonomik bü yü me gibi sonuçlar vererek yerel
ekonomilerin zararına yol açtı. Washington yü kselen
muhalefete rağmen, kendi servetlerini bü yü tü rken,
uluslarını i lasa sü rü kleyen yozlaşmış liderlere
methiyeler dü zmeye devam etti. ABD sanki durumu
daha da kö tü leştirmeyi hede lemişçesine Guatemala, El
Salvador ve Nikaragua’da sağcı diktatörleri destekledi.
1980’lerde kıtayı bir demokratik reformlar dalgası
sardı. Başa gelen yeni hü kü metler sorunlarının çö zü mü
için IMF ve Dü nya Bankası’nın uzmanlarına yö neldi.
Yapısal Ayar paketlerini benimsemeye ikna edilerek,
özelleştirmeden kamu hizmetleri ö deneklerinde ciddi
kesintilere kadar her alanda haşin denebilecek sertlikte
politikalar yü rü rlü ğe koydular. Genellikle ü st s ınıfların
kullanımına yö nelik altyapı projelerinin geliştirilmesi
için korkunç dü zeyde borçların altına girmeyi kabul
ettiler, ülkelerin üstüne büyük yükler yıktılar.
Sonuçlar felaket dü zeyindeydi. Ekonomik gö stergeler
yeni borçların gereğini işaret ediyordu. Bir zamanlar
ulusu ayakta tutan unsur olarak selamlanan orta sınıfın
ü yeleri işlerini kaybetmiş ve yoksullaştırılmışların
saflarına katılmıştı. Yurttaşlar bir taraftan emeklilik
haklarının, sağlık ve eğitim hizmetlerinin dü şüşe
geçişini izlerken, bir yandan da seçtikleri siyasilerin
yerel işkollarına yatırım yapmak yerine Florida’da mü lk
almaya yö neldiğine tanık oluyordu. 1950’lerin ve
60’Iarın komü nist hareketleri Castro’nun Kü ba’s ı
haricinde hiçbir yerde tutunamamıştı ama
şirketokrasiye ve onun Latin işbirlikçilerine karşı doğan
yeni bir tepki dalgası kıtayı silip süpürmeye başlamıştı.
Ardından, benim Ehud ile Ekvador’a doğru yola
çıkmamdan yaklaşık bir yıl ö nce, ilk Bush yö netimi ABD-
Latin Amerika ilişkilerinde kalıcı olumsuz etki yaratacak
bir karar aldı. Başkan silahlı kuvvetlere Panama’yı işgal
etme emri verdi. Bu herhangi bir tahrik olmaksızın
girişilmiş, Panama Kanalı Antlaşması’ndaki taahhü tlere
uymayı reddeden bir hü kü meti alaşağı etmeye yö nelik
tek yanlı bir saldırıydı. İşgal 2 binden fazla masum sivilin
ö lü mü ne neden oldu ve Rio Grande’nin gü neyindeki her
ü lkeye korku dalgaları gö nderdi. Ve korku kısa zamanda
öfkeye dönüştü.
Macas’a olan yolculuğumuzda bunları Ehud’a
ayrıntılarıyla anlattım. Ona kıtayı saran yolsuzluk ve
yozlaşmanın bir alternatifi olup olamayacağını sordum.
“Elbette var,” diye çok kesin bir ifadeyle yan ıtladı.
“Kritik kitle. Aradığın bu işte.” Bana patikanın bile
olmadığı zamanlarda Macas’a nasıl gittiğini anlattı.
“Haftalar boyunca ormanın içinde debelenmen
gerekirdi,” dedi. “Ya da İkinci Dü nya Savaşı sonrasında
ıskartaya çıkan DC-3’lerden biriyle kronometre uçuşu
yapmayı seçerdin. İntihar teşebbü sü nden farklı değildir.
Benim yaptığım buydu.”
“Kronometre uçuşu mu?”
“O uçaklar And Dağları’nı aşacak kadar yü kselemezdi,
ırmakların açtığı vadileri takip etmek zorundaydılar.
Pilot ne zaman bir bulut kü mesine gireceğini
bilmediğinden, havalanır havalanmaz kronometresini
çalıştırırdı. Otuz saniye sonra sağa on derecelik dö nü ş
yapar, sonra kırk beş saniye geçince dü meni on beş
derece sola kırar, ö yle devam ederdi. Cidden ü rkü tü cü
b i r şeydi. Ama sık ormanda yol almaktan daha iyi ve
daha güvenliydi.” Duraladı ve “Sonra yolu yaptılar,” dedi.
“Neden?” Alnının ortasına doğru kalkan kaşları bana bir
ipucu veriyordu.
“Kritik kitle mi?”
“Kesinlikle öyle.”
İnsanlar ağırlığını değişimden yana koyuyordu.
Haykırışlar belli bir dü zeye ulaşınca da o değişim
yaşanıyordu. Bizim ö rneğimizde değişim, Amazon
havzasının ticari gelişime açılması yö nü nde olmuştu. En
bü yü k ağırlığı petrol şirketlerinin koyduğunu
biliyordum. Macas’a girerken, ü stü nde ilerlediğimiz ve
insana uyuşukluk veren patikanın yerden fışkırır gibi
gelişmekte olan bir kentin yakında iyice belirecek
yollarından biri olacağını fark etmiştim. Yine de,
geleceğimizi tehdit eden şeylerden ne kadar fazla
insanın haberi olursa, kritik kitlenin barışı ve istikrarı
gü çlendirecek projelere o kadar fazla kayacağı
varsayımında diretiyordum.
Dünyanın o kesiminde daha ö nce hiç karşılaşmadığım
iki şeyi içinde barındıran bir otele giriş yaptık: Tuvalet
rezervuarı ve duş. İkincisi Ehud’u çok eğlendirmişti,
çünkü musluğun hemen yanında bir elektrik prizi vardı.
“Tıraş makinesi için,” dedim,
“İntihar etmek için,” diye yanıt verdi.
Ertesi sabah kü çü k bir uçağa bindik. Ehud pilota
kronometre uçuşunu sordu. Adam gü ldü . “Babam
kullanırdı. Ama benim radarım var.”
Uçak ormanın derinliklerindeki toprak bir piste indi.
Kü çü k açıklığın dibinde bir grup Shuar erkeği
toplanmıştı. Tam hat ırladığım gibiydiler: Kaslı, parlak
derili, gü len, mutlu insanlardı. Tek de ğişiklik çıplaklığın
günahıyla savaşan misyonerlerin ısrarıyla giydikleri
tişö rtler ve dakron şortlardı. Bizimle birlikte gelen
malzemeler indirilirken yaşlı bir adam yanıma geldi.
Ormanlarını yok olmaktan korumaları için halkına
yardım etme isteğimi dile getirdiğim zaman, sorunlara
neden olanın kendi kü ltü rü değil, benimki olduğunu
anımsattı bana.
“Dü nya sizin dü şlediğiniz gibi,” dedi. “ İnsanlarınız
devasa fabrikalar, yü ksek binalar, şu ırmaktaki su
damlaları kadar çok araba dü şlü yor. Ve art ık siz de
düşü nü zü n aslında bir karabasan olduğunu gö rmeye
başladınız.”
Yardım etmek için ne yapabileceğimi sordum ona.
“Basit,” diye yanıtladı. “Tek yapman gereken o dü şü
değiştirmek. Farklı bir tohum atmanız, çocuklarınıza
yeni düşler kurmayı öğretmeniz gerekiyor.”
Sonraki birkaç gü n içinde topluluğun değişik
ü yelerinden de benzer mesajlar aldık. Ehud da, ben de, o
insanların bilgeliğinden ve çevrelerini, kü ltü rlerini
korumaktaki kararlığından etkilenmiştik. ABD’ye
dö nü nce, biz sanayi toplumlarının dü nyaya bakışını ve
onunla olan ilişkilerini dü zeltmeyi amaçlayan bir
organizasyonun kuruluşu için girişimler başlattım. O
zaman farkında değildim ama bir ET olarak geçirdiğim
süreci tersine çevirmeye gayret ediyordum.
Kurulan oluşuma Shuar yaşam alanında bana verilen
mesaja atfen Rüya Değişimi adını verdik, Yolculuklar ve
çalışma grupları oluşturmaya başladık . İnsanları yerli
eğitmenlerle yaşamaları için oraya gö tü rü yor, o
eğitmenleri ABD’ye getiriyorduk. O iki dü nya arasındaki
mesafeye kö prü atmak için kitaplar, kasetler, CD’ler
ü rettik. Bir başka kâ r amacı gü tmeyen toplum kuruluşu
olan Pachamama İttifakı da yaptığımız yolculuklardan
birinin sonucu olarak doğacaktı. Bu oluşum yerli
topluluklarına yardım etmek için milyonlarca dolar
bağış topladı, bu paranın bü yü k bö lü mü petrol
şirketlerine karşı girişilen yasal mücadelede kullanıldı.
COBEE deneyimim sayesinde yeni bir kariyer
başlatmıştım. 1990’lar ve yeni milenyumun ilk yıllarında
sık sık Latin Amerika’ya gittim. Oradaki zamanımın
çoğunu Amazon ve And Dağları yerlileriyle geçirdim.
Kendilerini çevre korumaya adayışlarından ve dü nyanın
belli başlı ruhani dinlerinde gö zlemlediklerimi geride
bırakan maneviyattan çok etkilendim. O insanlar
dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekte kararlıydı.
Pachamama İttifakı’nın yö netim kurulu ü yelerinden
biri olarak hukukçularla, politikacılarla ve petrol şirketi
çalışanlarıyla da buluşuyordum. Venazuelalı Hugo
Chá vez’den bahsedildiğini ilk kez ö yle bir grupla
Quito’da yediğim akşam yemeğinde duydum. Petrol
şirketlerinin temsilcileri, şirketokrasi karşıtı Beşinci
Cumhuriyet Hareketi’nin kurucusu olan o ateşli subayı
kü çü msü yordu. Ama politikacılar onun karizmasına
hayranlık duyuyordu. Benim yerli dostlarımsa, Chá vez’in
atalarının Yerli-Afrikalı-İspanyol olmasıyla, sü rekli
olarak varlıklılara verip veriştirmesi ve yoksullara daha
iyi hayat vaat etmesiyle şevk bulmuştu.
20-Chávez
Chá vez’in ü n kazanması, 1992 yılında Venezuela
ordusunda yarbayken Carlos André s Pé rez’e karşı
giriştiği askeri darbeyle başladı. Adı yolsuzlukla eş
anlamlı hale gelmiş olan başkan, ü lkesini Dü nya Bankası,
IMF ve yabancı şirketlere satmaktaki istek ve şevkiyle
Chá vez ile destekçilerini ö kelendirmişti. Venezuela’nın
kişi başına dü şen geliri bü yü k ö lçü de Karakas’ın
şirketokrasiyle yaptığı işbirliği sonucunda tepetaklak
inişe geçerek %40 azalmış, zamanında Latin
Amerika’nın en geniş orta sınıfı olan kitle
yoksullaştırılmış insanların safına katılmıştı.
Chá vez’in yaptığı darbe başarısız oldu. Ama sahneyi
gelecekteki siyasi kariyeri için hazırladı. Yakalandıktan
sonra ulusal televizyona çıkıp askerlerine dü şmanlıkları
sona erdirme çağrısı yapmasına izin verildi. Ulusuna por
ahora{32} başarısız olduğunu duyurdu. O seferlik.
Cesareti hızla ulusal bir ü ne ulaşmasını sağlamıştı. Yare
Hapishanesi’nde iki yıl geçirdi. Bu sü re zarfında Devlet
Başkanı Pé rez’e mahkeme karşısına çıkmasını
gerektirecek suçlamalar yö neltildi. Chá vez ise cesaret,
sadakat, yoksullara yardım taahhü dü , ü lkesini ve
kıtasını yü zyıllardan beri kö le haline getiren yabancı
sö mü rü sü yle mü cadelede kararlılık gibi ö zelliklerle ö n
plana çıkıyordu.
Hugo Chá vez, 1998’de oyların %56 gibi etkileyici bir
bö lü mü nü alarak Venezuela Devlet Başkanı oldu. Gö reve
başlayınca kendinden ö ncekiler gibi yolsuzluğa
yö nelmedi; Guatemalalı Arbenz, Şilili Allende, Panamalı
Torrijos ve Ekvadorlu Roı́dos gibi ö nderleri
onurlandırdı. Bu kişilerin hepsi de CIA tarafından ya
suikastla ö ldü rü lmü ş ya da devrilmişti. Şimdi de Chá vez
onların izinde yü rü yordu. Ama kendi vizyonuna,
karizmatik bir kişiliğe ve toprağının altı petrol dolup
taşmış bir ü lkenin lideri olmanın verdiği gü ce sahipti.
Kazandığı zafer ve Washington ile petrol şirketlerine
karşı kesintisiz sü rdü rdü ğü meydan okuma milyonlarca
Latin Amerikalıya ilham kaynağı oluyordu.
Chá vez çabalarını hem kırsal, hem de kentsel
kesimdeki yoksullar ü stü nde yoğunlaştırmaya devam
etti. Kaynakları yine petrol endü strisine pompalamak
yerine, yaygın cehaletle, yetersiz beslenmeyle,
hastalıklarla savaşa ve ö teki toplumsal yaralarla
mü cadeleye yö neltti. Yatırımcılara devasa kâ r payları
vermek yerine Arjantin’in gü ç durumdaki devlet başkanı
Kirchner’e ulusun IMF’ye olan 10 milyar doları aşmış
borcunu kapatması için yardım etti. Yü kselen iyatları
karşılamaya gü cü yetmeyenlere indirimli tarifelerle
petrol verdi ki bunların arasında ABD’deki kimi
kuruluşlar da vardı. Petrol gelirlerinin bir bö lü mü nü
kıtanın yoksullaştırılmış bö lgelerine doktor
gö nderebilmesi için Kü ba’ya tahsis etti. Yerli halklar ın
haklarını pekiştirecek, dil ve toprak edinme konularını
da kapsayan yasalar çıkartılmasını sağladı. Devlet
okullarında Afro-Venezuela mü fredat ı uygulanması için
çaba gösterdi.
Şirketokrasi, Chá vez’i bü yü k bir tehdit kabul etti.
Sadece petrol ve ö teki sektö rlerdeki uluslararası
şirketlere meydan okumakla kalmıyor, ba şka ö nderleri
de kendi modelinin benzerlerini izlemeye teşvik
ediyordu. Bush yö netiminin perspekti inden,
uzlaşılması imkâ nsız iki devlet başkanı, yani Chá vez ve
Saddam Hü seyin varlıkları sona erdirilmesi gereken
kâ buslar haline dö nü şmüştü . Irak’ta (hem ET’lerin, hem
de çakalların) incelikli çabaları sonuç vermemiş ve nihai
sonuca yö nelik çalışmalar gizlice başlatılmıştı: İşgal.
Venezuela’da ise ET’ler yerini çakallara b ırakmıştı ve
Washington sorunu hiç değilse orada o şekilde
çözeceğini umuyordu. İr a n , Şili ve Kolombiya’da
geliştirilip kusursuz hale getirilen taktikleri uygulamaya
başlayan çakallar, 11 Nisan 2002 gü nü binlerce insanı
Karakas sokaklarına dö kmeyi başardı. Kalabalık,
Venezuela’nın devlet petrol kuruluşunun yö netim
binasıyla başkanlık sarayı Mira lores’e doğru yü rü yü şe
geçti. Bu gruplar, buralarda onları CIA’nın piyonu
olmakla suçlayan Chá vez yanlılarıyla karşılaştı. Ve
birden ve hiç beklenmedik bir şekilde, silahlı kuvvetler
Chá vez’in başkanlıktan çekildiğini, bir askeri ü ste
tutulduğunu duyurdu.
Washington neşeye boğuldu ama kutlamalar fazla
uzun ö mü rlü olmadı. Chá vez’e sadık askerler 13
Nisan’da kitlesel desteğe sahip bir karşı darbe
dü zenledi, Chá vez devlet başkanlığı konumuna geri
döndürüldü.
Venezuela’daki resmi soruşturmalar darbenin
sponsorunun ABD olduğunu ortaya çıkardı. Beyaz Saray
bu suçu pratik anlamda kabullendi. Los Angeles Times
şöyle yazıyordu:
‘Bush yö netiminde yer alan kaynaklar, Salı gü nü
Venezuela Başkanı Hugo Chá vez’in gö revden
uzaklaştırılması konusunun, Venezuela’nın kimi
askeri ve sivil liderleriyle aylar boyunca
görüşüldüğünü kabul etti.’{33}
İşin ironik yanı, Irak’ın 2003’te işgal edilmesi Chá vez
için bir şans olmuştur. Petrol iyatları işgalle birlikte
roket gibi yü kselince Venezuela’nın kasaları da
dolmuştu. Bö ylece ü lkenin Orinoco bö lgesinde ‘yoğun
ham petrol’{34} sondajı yapılması birden mali açıdan
uygulanabilir hale gelmişti. Petrolü n varil iyatı 50
doların ü stü ne çıkınca (ve yoğun petrol rezervlerinin
bolluğu da hesaba katılınca) Chá vez, Venezuela’nın tü m
Ortadoğu’yu geride bırakarak dü nyanın en bü yü k petrol
deposu olduğunu ilan etti.
Bu analizinin ABD Enerji Bakanlığı’nın kayıtlarına
dayandığını belirtmeyi de ihmal etmedi.
Latin Amerika’nın geri kalanı, dü zenlediği askeri
darbe başarısız olunca ABD’nin, Chá vez ile nasıl baş
edeceğini dikkatle izliyordu. Gö rdü kleri şey, sinip geri
çekilen bir ABD başkanı idi. Beyaz Saray dikkatli adım
atması gerektiğini anlamıştı. Venezuela ABD’nin ikinci
bü yü k petrol ve petrol ü rü nleri sağlayıcısıydı (ü stelik
dünyanın dö rdü ncü bü yü k ham petrol ü reticisiydi).
Sondaj alanları ABD’ye Ortadoğu’dakilerden çok daha
yakındı. Citgo’ya {35} sahip olması, bu kuruluş ü stü nden
alım satım yapan birçok Amerikalı işçiyi, motorlu araç
sü rü cü sü nü ve çok sayıda şirketi doğrudan etkiliyordu.
Dahası, Karakas 1970’lerde OPEC’in uyguladığı petrol
ambargosunu kırarken mü tte ikimiz olmuştu. Bush
yö netiminin askeri mü dahale seçenekleriyse, Irak,
Afganistan, İsrail-Filistin meselesi, Suudi Arabistan
kraliyet ailesinin popü lerliğinin gittikçe artan ivmeyle
düşüşü , Kuveyt ile olan siyasi sorunlar ve militarize olan
İran ile sınırlanmış durumdaydı.
Luiz Iná cio ‘Lula’ da Silva’nın 2002 seçimlerinde
oyların bü yü k çoğunluğunu kazanarak Brezilya’da
zaferini ilan etmesiyle, ulusalcı hareketler daha da ö te
destek buldu. İl e r i c i İşçi Partisi’nin 1980’lerdeki
kurucularından biri olan Lula, toplumsal reformları
savunmakta uzun geçmişi olan bir siyasetçiydi.
Brezilya’nın Oz kaynaklarını yoksullara yardım etmek
için kullanmasın d a ısrarlıydı. Ulkenin IMF’ye olan
borçlarının meşru olmadığını da konuşmalarında ısrarla
belirtiyordu. Oyların %60 gibi yü ksek bir çoğunluğunu
alıp seçimi kazanınca, o da kıtanın yaşayan
efsanelerinden biri olarak Chá vez’e katıldı. Yakın
zamana kadar oy bile kullanamayanların artık iktidara
yürüdüğü haberi And Dağları’nın tepelerindeki en ü cra
kö ylere ve yağmur ormanlarının derinliklerine kadar
ulaştı.
Latin Amerikalılar can buldu. Yakın geçmişleri
boyunca ilk kez ABD egemenliğinin vurduğu
boyunduruktan silkinme fırsatının doğduğunu
görüyorlardı.
Chá vez ile Lula’nın başarısından başka iki ü lke
ö zellikle etkilendi. Onların halkları da geniş ö lçekte yerli
topluluklarından oluşuyordu ve onlar da şirketokrasinin
gö z koyduğu petrol ve doğalgaz rezervlerine sahipti. Ve
bunlar benim kişisel olarak gü çlü bağlar kurduğum
ülkelerdi: Ekvador ve Bolivya.
21-Ekvador: Başkanının İhanet Ettiği
Ülke
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de, Ekvador’un
şirketokrasi destekli diktatö rlerin yö netimi altında
geçen uzun yıllardan sonra 1979’da demokratik
seçimlerle başa gelen ilk başkanı Jaime Roldó s Aguilera
ile aramızdaki ilişkiyi anlatmıştım. Universite profesö rü
ve hukukçu olan Roldó s gö reve başlar başlamaz seçim
kampanyası sırasında verdiği petrol şirketlerini
dizginleme ve ü lkenin doğal kaynaklarını halkının
yararına değerlendirme vaatlerini gerçekleştirmek
ü zere harekete geçti. O zaman ET’lerin isteklerine rıza
göstermezse, çakalların hedefi olmasından korkmuştum.
Korkularımda haklı çıktım. Jaime Roldó s 24 Mayıs
1981’de bindiği uçağın dü şmesi sonucu hayatını
kaybetti. Latin Amerika gazetelerinin ö n sayfaları ‘CIA
SUİKASTI!’ tü rü nden başlıklar altında yazılmış haber ve
makalelerle dolmuştu.
Şimdi, aradan 10 yıl geçmesine ve ü lkedeki tü m
koşulların değişmiş olmasına rağmen, politikaların
olduğu gibi kaldığı gö rü ntü sü hakimdi. Ehud ile Shuar’a
yaptığımız yolculuğun ve Rü ya Değişimi ile Pachamama
İttifakı’nın kurulmasının ardından, 1990’larda yü zeyin
altında gelişen kargaşanın daha iyi farkına varıyordum.
Çakallar Roldó s’u aradan çıkarmıştı ama ABD asıl
probleme yö nelik hiçbir şey yapmamıştı. Ekvador
bö lgede (Venezuela’nın ardından) ABD’ye en çok petrol
ihraç eden ikinci ü lke konumuna yü kselirken,
zenginlerle yoksullar arasındaki geniş uçurum
derinleşmiş, çevresel yıkım artmış, eğitim, sağlık ve
öteki toplumsal hizmetler alabildiğine kötülemişti. Etnik
yerli halklar bundan en fazla etkilenen kesimdi.
Hü kü met ve petrol şirketleri onları topraklarını terk
etmeye zorluyordu. Gitmeyi reddederlerse, sıklıkla
yaşandığı gibi ağaçların yerini petrol sondaj kulelerine
bırakmasını, ırmakların atıklarla kirlenmesini izlemek
zorunda kalıyorlardı.
Baskının çok çeşidi vardı. Bunlardan biri benim
Amazon’u ziyaret ettiğim bir dö nemde ö ğleüstü
saatlerinde açıkça ifade edildi. Genç bir Shuar yerlisi
olan Tunduam da bana topluluğu terk etmeyi
düşündüğü nü anlattı. “Bildiğim dilleri iyi
kullanıyormuşum,” diyordu. “Petrol şirketindeki
uzmanlar ö yle sö yledi. İngilizce de ö ğrenmem için beni
okula gö nderecekler ve onlar için çalışmaya
başladığımda bana servet ö deyecekler.” Sonra duralay ıp
kaşlarını çattı. “Ama tedirginim. Tsentsak ö yle yapt ı. Ve
şimdi adı artık Tsentsak değil, Joel. Ondan, senin Rü ya
Değişimi ile Pachamama İttifakı ve bize petrol
şirketleriyle olan mücadelemizde yardım etmeye çalışan
ö teki kişi ve kuruluşlar aleyhine gazete yazıları
yazmasını istediler. Shuar halkının seçilmiş temsilcisi
olduğunu iddia etmesini ve topraklarımızı petrol
şirketlerine devrettiğimizi beyan eden kâ ğıtlar
imzalamasını istediler. Kabul etmeyince de onu hapse
atacaklarını söylediler.”
“Ne yaptı?”
“Ne yapabilirdi ki? Yazıları yazıyor, kâ ğıtları
imzalıyor.”
Tunduam’a aynı şeylerin kendisine de olmasını
isteyip istemediğini sordum.
Omuz silkti. “İngilizce ö ğrenmeyi ve çok para
kazanmayı isterim. Kollarını ormana doğru salladı.
“Bunlar yok olup gidiyor. Misyonerler bize modern
olmamız gerektiğini, artık avcılıkla geçinemeyeceğimizi
söylüyor.”
Bö yle ö ykü ler Shuar halkına ve komşuları Huaorani,
Achuar, Shiwiar, Zapato halklar ına yardım etmekteki
kararlılığımı pekiştiriyordu. O insanların artık çok iyi
anlamaya başladığım ikilemi 2002 Ekvador başkanlık
seçimlerine olan ilgimi ateşlemişti. Roldó s’tan beri ilk
kez bir aday, yerli halkların davasını yü rekten
destekleyecek ve bü yü k petrol şirketlerine ciddi şekilde
muhalefet edecek gibi bir izlenim yaratıyordu.
Lucio Guitieres’in bö lgeye geleceği gü n, adını
bildiğimiz petrol şirketinden alan kü çü k orman
yerleşimi Shell’de beni ve Rü ya Değişimi’nden bir grup
insanı Shurar bö lgesine gö tü recek uçağı bekliyordum.
Başkan adayı o zamana dek epey yol almış, aralarında
Ekvador ordusu ve en gü çlü yerli kuruluşlar da olan
unsurlarla sağlam ittifaklar kurmuştu. Ordu onu kendi
içinden geldiği, emekli bir albay olduğu için, yerlilerse
2000 yıllında Başkan Jamil Mahuad’ı gö revden
çekilmeye zorlamak için yapılan başkanlık sarayı
eyleminde askerlerine halktan gö stericilerin ü stü ne
saldırma emri vermeyi reddettiği için destekliyordu.
Albay o emri vermek yerine, ordu mutfakları kurdurup
gö stericilere yemek dağıtmış, ardından da onların
kongre binasını işgal etmesine engel olmamıştı. Bu
itaatsizliklerle Guitieres, IMF ve Dü nya Bankası
politikalarına verdiği aleni destek nedeniyle yoksulların
nefretini ü stü ne çekmiş olan adamın alaşağı edilmesine
yardımcı olmuştu. Sö z konusu kişinin, yani başkanın
icraatları arasında Ekvador parasını ve diğer varlıklarını
denizaşırı banka hesaplarına, Wall Street hisselerine ve
yabancı ü lkelerde gayrimenkule yatıran zenginler
haricinde tü m Ekvadorlular’ın aleyhine olacak şekilde
dolara endekslemek de vardı. Ekvador parasının (sucre)
dolar ü stü nden işlem gö rmesi sadece ulusal onurun
çiğnenmesine neden olmamış, dolar hesabı olan
Ekvadorlular’ın bir gece içinde muazzam kazançlar elde
etmesini, halkın geri kalanının tasarru larının değerinin
iskandil kurşunu gibi dibe vurmasına yol açmıştı.
(Mahuad 1998 yılında gö reve geldiğinde bir dolar 6 bin
500 sucre karşılığı alınabiliyordu; 2000 yılında resmi
kur dolar başına 25 bin sucreye yü kseldi ki, bu 2 yıl ö nce
bir dolarlık sucresi olan bir kişinin artık 26 senti olduğu
anlamına geliyordu. O sü re içinde denizaşırı bankalarda
dolar hesabı açtırabilecek kadar varlıklı olanlar,
servetlerini yerel halkın varlığıyla kıyaslandığında %400
artırmıştı. Ve sucre tedavü lden kaldırıldığına ve yerine
Amerikan doları getirildiğine gö re, bu kalıcı bir
değişimdi.)
Guitieres hem askeri geçmişinden, hem ulusalcı
tavrından hem de Chá vez ile uyum içinde paylaştığı
uzlaşımlardan gü ç alıyordu. Venezuela başkanı gibi o da
sevilmeyen bir başkana karşı girişilen başarısız askeri
darbeden sonra hapsedilmişti. Kampanyasını ü stü nde
kışla giysileriyle sü rdü rmü ştü ve en ü cra kö yleri ziyaret
etmişti. Aslına bakılırsa, kimi yerli ö nderler onu
Chávez’in kalıbına girmeye çalışmakla eleştiriyordu. Ona
kendisine ait bir sesi olup olmadığını soruyorlardı. O
gü n Shell yerleşimindeki sokaklarda dolanırken açık
şekilde anladığım bir şey varsa, o da konuştuğum
insanların adaylarına bü tü nü yle gü venmediğiydi; ona
Ekvador’un en varlıklı adamı olan Alvaro Noboa’dan
nefret ettikleri için oy vereceklerdi ama gerçekte
isteksizdiler.
Shell, bir başkanın orman halkıyla buluşması için
uygun bir yerdi. Kü çü k yerleşim on yıllar ö nce petrol
operasyonları için ormandan açılarak temizlenmiş arazi
ü zerine kurulmuştu. Yerli halk buna zaman zaman
şiddete de başvurarak direnmişti. Pentagon’un
desteğine sahip olan Quito oraya binlerce asker
göndermiş ve Shell’in merkezinden başlayıp ormana
kadar uzanan devasa bir askeri ü s kurmuştu. Kaplamalı
uçak pistleri dü nyanın o kö şesinde ender rastlanan bir
şeydi. Konut olarak kullanılan yapılarsa yerkü renin en
gelişmiş dinleme dü zenekleriyle donatılmıştı.
Söylendiğine gö re, Shell’in ana caddesine yakın oturan
Amerikalı ve Ekvadorlu iletişim uzmanları Yukarı
Amazon’daki her türlü toplantı mekânında konuşulanları
dinleyebiliyordu. Kimi misyonerlik kuruluşlarının son
derece cö mert bir şekilde dağıttığı yiyecek sepetlerine
ve sağlık yardım paketlerine, petrol gelirleriyle inanse
edilen kuruluşlardan aldıkları milyonlarca dolar
karşılığında mikrofonlar gizlediği sö ylentilerinin ardı
arkası kesilmiyordu. Bir kabile konseyi, ne zaman
petrolcü kamplarından birine çalışmaları aksatmak için
savaşçı gö nderme kararı alsa, Shell’den helikopterlerle
aktarılan askeri birimler, onlardan önce orada oluyordu.
Başkan adayının geleceği gü n bü yü k bir kalabalık
onun elini sıkmayı umarak çamurlu sokaklarda
toplanmıştı. Tukan kuşlarının renkli tüyleriyle süslenmiş
geleneksel giysileri içindeki Shuar şamanları, ABD Ye şil
Berelileri, petrolcü ler ve Ekvadorlu komandolarla bir
aradaydı. Atmosfer bir bayram havasını andırıyordu;
düşmanlıklar unutulmuştu. Sanki Kızılderililer ile
sü variler, yıllar boyu sü ren yolsuzluklar, en lasyon ve
sö mü rü yle morali dibe vurmuş bir ulusu kurtarmak için
omuz omuza verme kararı almış gö rü ntü sü veriyorlardı.
Petrolcü ler oradan sü rü lecekleri kaygısını taşıyorlarsa,
kendilerini her zaman Pentagon’un vekili gibi davranan
Ekvador ordusunun varlığı ve Pentagon’un da Bü yü k
Petrol’ü asla terk etmeyeceği bilinciyle avutabilirlerdi.
Shell’i 11 Eylü l 2001’in ü stü nden sadece birkaç ay
geçmişken ziyaret etmiştim. O trajik gerçek Bush
yö netiminin Chá vez’i gö zden dü şü rme ve devirmeye
yö nelik başarısız girişimiyle de birleşince, Ekvador
başkanlık seçimlerine bü yü k etki yapmıştı. Gazetelerden
birinde çıkan karikatü rler yerel eğilimleri açıkça ortaya
koyuyordu. İki adam eskinin kovboy kasabalarını
andıran bir ortamda dü ello için karşı karşıyaydı ve biri
tabanca kılıfını kalçasında iyice yana kaydırmış Chá vez
i d i . İkincisiyse, toprak zeminli caddede Chá vez’in
karşısına çıkmak ü zere rahatça yü rü yen Bush idi. İkinci
karede Chá vez yü zü nde kararlı bir ifadeyle Bush ile
yüzleşiyordu. Sonuncudaysa şapkası yere dü şmüş
Bush’a arkasında bir toz bulutu bırakarak kaçarken,
Chá vez gü lmekten iki bü klü m haldeydi. Ve barın
kapısının kenarına yaslanmış duran Guitterez de onu
alkışlıyordu.
Gerçi uçağımız Guitterez’in Shell’e gelmesinden ö nce
kalkacaktı ama o kısa ziyaret, yapılacak seçimin
Ekvador’un yerli halkları için ne kadar ö nemli olduğunu
anlamama yardımcı olmuştu. Bolivya, Brezilya ve
Venezuela’daki kardeşleri gibi onlar da yü zyıllardan beri
yabancı sö mü rü sü nü n eziyetini çekiyordu ve bu gidişe
son vermekte kararlıydılar
Guiterrez 2002 yılının Kasım’ında Ekvador Devlet
Başkanı seçildi. Yerli halklar sonunda kendi adamlarının
seçilmesi karşısın d a şaşkına dö nmü şlerdi. Daha zor
zamanların gelmekte olduğunu tahmin eder gibiydiler.
BBC şu haberi geçiyordu:
Brezilya İşçi Partisi lideri Lula’nın başa gelişinin
hemen ardından, eski askeri darbe ö nderi Lucio
Gutié rrez’in kazandığı zafer, Hugo Chá vez’in
Venezuela’da seçilmesini hatırlatıyor.
Bu iki lider de değişim, ekonomiye yö nelik yeni
standartlar ve yolsuzluğa son verme gibi kavramlara
dayalı programlarla ve demokratik seçimlerle başa
geldi. (....)
Geçen ay yapılan ilk oylamada Gutié rrez değişimi
sağlayan kitlesel oylar sayesinde ö ne geçerek herkesi
şaşırtmıştı. (....)
Ama bü yü k sorunların yakasını bırakmadığı,
yoksulluk dü zeyinin %60’larda olduğu, istikrarsız ve
gü ven vermeyen bir siyasi sistemin hü kü m sü rdü ğü
bir ü lkede olasılıklar ağırlıklı şekilde onun aleyhine
görünüyor.{36}
Yeni ba şkan gö reve gelişinin ilk ayı dolmadan Başkan
Bush ile buluşmak için Washington’a uçarak bu
kuşkuları gü çlendirdi. Dahası, Dü nya Bankası
görevlilerini Quito’da ağırladı ve petrol şirketleriyle yeni
pazarlık gö rü şmeleri başlattı. Buna eşzamanlı olarak
petrol şirketleri ile yerli toplumlar arasındaki ilişkiler de
giderek gerginleşti. 2002 yılı Aralık ayında ABD destekli
bir Arjantin şirketi olan CGC, Amazon yerlilerini,
işçilerinden bir grubu rehin almakla suçladı ve orman
savaşçılarının El Kaide tarafından eğitildiğini iddia etti.
Bu sırada ü rkü tü cü bir gerçek çıktı ortaya: Petrol şirketi,
hü kü metten bö lge sakinlerinin rızasını içeren bir sondaj
izni almamıştı. Ama yerli topluluklarının yaşadığı
bö lgelere girme hakkı olduğunda diretiyordu. Savaşçılar
ise sondaj ekibinin ormandan gü venlik içinde çıkmasını
sağlamak için alıkonduğunu öne sürüyordu.{37}
Ekvador’a 2003 yılında bir kez daha gittim. Quito’ya
ulaştığımda, Ekvadorlular’ın çoğunluğunun Gutié rrez’in
p e t ro l şirketleriyle gizli anlaşmalar bağladığına ve
Dü nya Bankası ile IMF’nin Yapısal Ayar Paketi’ni
uygulamayı kabul ettiğine inandığını gö rdü m.
Anlaşıldığı kadarıyla o da sevilmeyen ö ncü lü yle aynı
programları uygulamaya koymuştu. Başkan Bush ile el
ele çekilmiş fotoğraflarını sergileyen a işler kentin her
tarafına yapıştırılmıştı. Yerli halkın ö nderleri, İslami
terö rist organizasyonlara katıldıkları yö nü ndeki
iddiaları ö keyle karşılıyor ama Gutié rrez kendilerini
petrol şirketlerinin paralı askerlerine karşı savaşmak
zorunda bırakırsa bu sö ylentinin gerçeğe
dönüşebileceği uyarısında bulunuyorlardı.
Biri bana, “Eski zamanlarda seçenekler vardı,” dedi.
“Kendini ABD’nin tehdidi altında hisseden insanlar silah
ve eğitim almak için Rusya’ya yö nelebilirdi. Şimdi
Araplar’dan başka kimse yok.”
Durum 2004 yılına kadar kö tü leşmeye devam etti.
P e t r o l şirketlerinin sağladığı çıkarlar ve devlet
kademeleri içindeki yolsuzluk sö ylentileri artınca, son
aşamaya geldi. Hü kü met, Bolivya’da Dü nya Bankası’nın
baskılarıyla alınan ö nlemleri andıran, gaddarlık
düzeyinde ağır yaptırımlara başvurdu. Associated Press'e
gö re, Gutié rrez’in ‘sol eğilimli tutarlılığı’, uluslararas ı
alacaklıların tatmini doğrultusunda, gıda
desteklemelerinde kısıtlamaya gitmek de dahil olmak
ü zere katı ö nlemler almaya başlamasıyla kısa zamanda
çözülme aşamasına girmişti.’{38}
Ekvador Yü ksek Mahkemesi bu politikalara mü dahale
edilebileceği uyarısı yapınca, Gutiérrez sonuçları aslında
çöküş yö nü nde olacak bir yeniden yapılanma başlattı.
Ekvadorlular, bu kez gö revi b ırakması için sokaklara
döküldü.
2005 yılında Brezilya’da toplanacak olan Dü nya Sosyal
Forumu’da (WSF) konuşma yapmak ü zere davet
edilmiştim. Orada Ekvador yerli toplumlarını temsil
eden bir delegasyonla tanıştım.
Toplumun liderlerinden biri olan Joaquin Yamberla
bana, “Gutié rrez gitmeli,” dedi. “Demokratik yoldan
seçilmişti. Ama halka verdiği sö zlerden dö ndü .
Demokrasinin gereği onu görevden uzaklaştırmaktır.”
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I WSF’ye geniş
şekilde değiniyordu. O nedenle de benden Gutié rrez’i
yolsuzluğun içine çeken ET’nin kimliğini açıklamamı
istiyorlardı. Ekvador başkanının bir rü şvet ve tehdit
karışımına teslim olduğu konusunda hiç kuşkuları yoktu.
Çoğu insan Brezilya başkanı Lula’nın da aynı durumda
olduğu kanısındaydı. Her ne kadar verebileceğim bir
isim yoktuysa da, ben de aslında onlarla aynı
düşü nceleri paylaşıyordum. Bu kitabın ileriki
sayfalarında detaylandırılacağı gibi, daha sonra o kişi
olduğu iddiasını öne sürecek çakalla ilişkiye geçecektim.
Bolivyalılar ise çok daha farklı bir deneyimden
geçiyordu.
22-Bolivya: Bechtel ve Su Savaşları
Bolivya da, Ekvador ve Venezuela gibi 21, yü zyıla
kaynaklarını sö mü ren yabancı şirketlere karşı yapılan
protestolarla girdi. Gö steriler, boykotlar ve grevler La
Paz ve ö teki kentlerin caddelerindeki ticari hareketliliği
durdurmuştu. Başını Aymara ve Quechua liderlerinin
çektiği yerli halklar yalnız değildi, sendikalar ve sivil
toplum örgütleri onları destekliyordu.
Ekvador ve Venezuela’nın tersine, Bolivya’daki
huzursuzluğun kaynağı petrol değil suydu. Suyun çok da
uzak olmayan bir gelecekte gezegendeki en değerli
kaynak olacağı 1990’larda açıkça anlaşılmıştı.
Şirketokrasi de su kaynaklarına hakim olarak
ekonomileri ve hü kü metleri manipule edebileceğini
kavramıştı.
Dü nya Bankası ve IMF de Bolivya’daki kargaşayı
tetikledi. Bu iki organizasyon 1999’da Yapısal Ayar
Paketi’nin bir aşaması uygulanırken, Bolivya
hü kü metine ü lkenin ü çü ncü bü yü k kenti olan
Cochabamba’nın kamu kullanımına açık su sistemini
mü hendislik devi Bechtel’in yan kuruluşlarından birine
satmasını dayattı. Dü nya Bankası’nın ısrarıyla Bolivya,
suyun aktarım masrafının (ö deme yeteneği olup
olmadığına bakmaksızın) tü m kullanıcılara
yansıtılmasını kabul etti ki, bu durum yerli halkların
ekonomik statü sü ne olursa olsun her kişinin su ü stü nde
eşit hakka sahip olma geleneğiyle taban tabana zıttı.
Bolivya’nın, ET’sinin gö sterdiği yolu tuttuğunu
duyduğumda suçluluk duygusuyla harap oldum. Çü nkü
1970’lerin ortalarında iyat yapılandırmasına yö nelik
EPP (Every Person Pay{39}) politikasının formü le
edilmesine ben de katkıda bulunmuştum. O zamanlar bu
düşü nce asal olarak elektrik tarifelerine uygulanmış ve
yenilikçi bir yaklaşım olarak gö rü lmü ştü . Ote yandan, bu
1930’lardan beri yoksul yö relere yardım amacıyla
savunulan, ABD’deki Kırsal Elektri ikasyon İdaresi’ninki
(REA) de dahil olmak ü zere çoğu ü cretlendirme planıyla
çelişiyordu. Bu politikalara gö re, elektrik, su ve
kanalizasyon gibi hizmetlerin ihtiyaç duyan herkese,
gerekiyorsa sü bvansiyon uygulanarak ulaştırılması
genel ekonomik bü yü me açısından vazgeçilmezdi.
Birçok ü lkenin bu ö rneği uygulaması, bu kuramın ne
denli etkili olduğunu da kanıtlamıştı. Elde edilen
başarıya rağmen Dü nya Bankası şimdi radikal dü zeyde
değişik yeni bir şeyi denemeye karar vermişti.
1970’lerde Banka politikalarını yaygınlaştırmaları için
para ö denen irmalardan birinin baş ekonomisti olarak,
EPP’nin geçerliliğini kanıtlayacak ekonometrik
modellerin geliştirilmesi için baskı gö rmü ştüm.
Ekonometri neredeyse her şeyi haklı gö stermeyi
kolaylaştırır ve benim de ekonomistlerden,
matematikçilerden ve inans uzmanlarından kurulu
parlak bir ekibim vardı, yani benden istenen şey teknik
olarak basitti. Ote yandan benliğimi zorlayan iki başka
mesele vardı. Birincisi anlaşılabileceği gibi işin ahlaki
yanıyla ilgiliydi. İkincisiyse pratikte eski kuramın
uygulama sonuçları ortadaydı. EPP’nin sakıncaları da.
Kendi kendime neden başarılı olanı denemelerle
kurcalamak, yoksulluğu tırmandırma ve toplumsal
huzursuzluk yaratma riskini almak ve EPP'leri
savunmak gerektiğini sormaya koyuldum.
Yanıt elbette ki yü zleşilmesi kaçınılmaz olandı:
Şirketokrasi o kamusal hizmetlere sahip olarak ü lke
ekonomisinin gerekli sektö rlerini denetimi altında
tutabilecekti. Dahası ‘Herkes Oder’ yaklaşımı, devlet
destekli bü rokrasileri ö zelleştirme için olgunlaşmış,
ü stü nden kâ r edilebilir ‘sağmal ineklere’ dö nü ştürecekti
(ki bunun ö rneğini sonraki yıllarda Bolivya’da
yaşayacağım COBEE elektrik şirketi ö rneğinde bizzat
gö recektim). ‘Herkes Oder’ politikası, sü reç içinde
yoksulları devasa borçlar dışında hiçbir şeye sahip
olmayan kitlelere dö nü ştü rü rken, yabancı inşaat
şirketlerine ve yerel zenginlere çıkar sağlayan altyapı
borçlanmalarıyla, aynı mantığı içeren bir evrim
geçirmişti. Arjantin’e yaptığım yolculuk ü çü ncü bir ders
daha almamı sağlayacaktı.
1977’de Buenos Aires caddelerinde şofö rlü bir
arabanın içinde yol alırken, General Charles Noble bana,
“O ü lkeler bizim geleceğimizin teminatı,” demi şti.
Genellikle ‘Chuck’ olarak anılan General, MAIN’in
(sonradan başkanlığa ter i ettirilecek olan) başkan
yardımcısıydı. MIT’de lisansü stü eğitim gö rmü ş bir
West Point mezunu mühendis olarak etkileyici bir askeri
kariyeri olmuş, Vietnam’da ordu mü hendislik
bö lü mü nü n kumandanlığını yapmış, Mississippi Irmağı
Komisyonu’nun başkanlığında bulunmuştu. O
görüşmeyi yaptığımız sıradaysa MAIN’in Arjantin’deki
su kaynakları çalışmasından sorumlu kişiydi ve bu
çalışmalar ü lkenin Uruguay ile ortaklaşa
gerçekleştirmekte olduğu bü yü k Salto Grande
hidroelektrik projesini de kapsıyordu. 2 bin megavat
enerji ü retecek olan bu proje aynı zamanda 22 bin
nü fuslu bir yerleşimi sular altında bırakacak uçsuz
bucaksız bir baraj gölü oluşturacaktı.
“Vietnam’da komü nistleri anlamadığımız için
kaybettik,” diye devam etti. “Burada, Latin Amerika’da
çok daha iyisini yapmamız gerek.” Sertli ğiyle ü n
kazanmış birinden beklenmeyecek kadar hoş bir
gü lü msemeyle baktı bana. “Sosyalistlerin seni bedava
yemek dağıtmanın saygınlık kazandıracağına
inandırmasına sakın izin verme. İnsanlar aldıkları şeyin
bedelini ö demek zorundadır. Bunun elektrik ya da su
olması ö nemli değildir. Sadece bedelini ö dedikleri
zaman değerini anlar ve mü teşekkir olurlar. İnsan
doğası işte. Ayrıca bu, onların kapitalizmi ö ğrenmesini
sağlar; komü nizmi deği l . Şuna bak.” Yak ınından
geçmekte olduğumuz parktaki kü çü k gö leti gö sterdi
bana. “Su, altın ile petrolü n gelecekteki karışımıdır. Sen
yaşlanıp ö lmeden ö nce bu gezegenin en değerli malı
haline gelecek. O şeyin olabildiğince fazlasına sahip
olmamız gerek. Bu bize manivela gü cü ve kudret
sağlayacak. Ozellikle de eve (ABD) bu kadar yakın bir
kıtada olduğu sürece.”
Yirmi yıldan uzun bir sü re sonra, Cochabamba
kentinin (SEMAPA olarak anılan) su sisteminin satın
alınma hakkının tek bir şirkete verildiği açıklanınca
Chuck Noble’yi dü şü ndü m. Adı kimi yolsuzluklara
karışan Bechtel şirketinin yan kuruluşlarından biri olan
Aguas del Tuniary’e 40 yıllık bir ö zelleştirme anlaşması
yapma hakkı verilmişti. Bö ylesi bir sö mü rü lisansının
bir ABD irmasına verilmesi General Chuck’u çok mutlu
etmişti herhalde. Ama Latin Amerika’da insanlar farklı
düşü nü yordu. San Francisco kö kenli şirket yü ksek
mevkilerdeki hemen herkesin beğenisini kazanmayı
başarmakla ü n yapmıştı. Uzun yıllardan beri ABD
hü kü metlerinden ve Dü nya Bankası’ndan yü ksek kâ rlar
sağlayan ihaleler alıyordu. Ve tek bir aile tarafından
kontrol edilen ö zel bir kuruluş olduğundan, hesaplarını
Yapısal Ayar Paketi ya da başka bekçi kö peği
konumundaki dü zenlemeye açmak zorunda değildi;
zaten bunu yapmayı da katı bir tavırla reddediyordu.
ET’lik zamanlarımda Endonezya, Mısır ve Kolombiya
devlet memurlarından farklı zamanlarda işittiğim bir
öğüt vardı: “Bechtel işi istiyorsa, ihaleye girmeye zahmet
bile etme.”
Chuck Noble ile Arjantin’e yaptığımız yolculuktan kısa
bir sü re sonra, Barış Gö nü llü leri dö neminden kişisel
dostum olan bir Ekvadorlu devlet memuru benimle
yemeğe çıkmayı kabul etti. Quito’nun en pahalı
restoranına gittik ve orada bana Bechtel’in alması
neredeyse kesin olan ihale için teklif hazırlamaya
kalkışmazsam, benim de bu işten oldukça kâ r
edeceğimin garantisini verdi. Sağ elinin başparmağıyla
işaret parmağını birbirine sürterek, “Ben, vali, Başkan ve
San Franciscolu çocuklar...” dedi ve yü zü nü buru şturdu.
“Sen ve bunun rekabete açık bir ihale olduğunu sanan
öteki enayiler hariç herkes zengin olacak.”
Bechtel’in ö nde gelen eski ü st dü zey yö neticileri
arasında (şirket başkanı ve yö netin kurulu ü yesi, ayrıca
Nixon’un hazine bakanı ve Reagan’ın dışişleri bakanı)
George Schultz, (şirket başkan yardımcısı, ayrıca
Regan’ın savunma bakanı) Caspar Weinberger, ( şirket
başkan yardımcısı ve Bechtel Girişim Holdingleri genel
mü dü rü , ayrıca ABD İthalat-İhracat Bankası danışma
kurulu ü yesi) Daniel Chao, (şirket CEO’su, ayrıca George
W. Bush’un Ba şkanlık İhracat Konseyi ü yesi) Riley
Bechtel gibi isimler vardı. Benim kayınpederim de
emekli olmadan ö nce Bechtel’in baş mimarı olarak
yö netim kademelerinde yer almıştı ve sonradan
emeklilikten geri getirilerek Suudi Arabistan’da kentler
inşa etmeyi kapsayan dev bir projenin başına
geçirilmişti. Eşim de kariyerine Bechtel’de başlamıştı.
Yani şirketi birçok açıdan çok iyi tanıyordum.
SEMAPA’nın Bechtel’e satılmasının neredeyse hemen
ardından su iyatları roket gibi uçtu. Kimi
Cochabambalılar faturalarının %300’den fazla
kabardığını gördü. Kıtanın en yoksul kesimi arasında yer
alan kentsel alt tabaka için bu bir felaketti.
Ekvadorlu bir Quechua organizatö rü bana
Cochabamba’daki bir gö steriden dö nerken, “İnsanlar
yemekle su arasında seçim yapmak zorunda kaldı,” dedi.
“Gringolar daha fazla kâ r etmek istiyor. Bolivyalılar ise
susuzluktan can veriyor. Onlara ya ğmur suyu bile
toplayamayacakları sö ylendi. SEMAPA ile imzaladıkları
abonelik anlaşması uyarınca tü m ve her tü rlü su
tüketimi için para ödemeleri gerekiyor.”
Cochabambalılar ayaklandı. Boykotlar tam dö rt gü n
boyunca kentin dü nyayla ilişkisinin kesilmesine neden
oldu. Kalabalıklar SEMAPA bü rolarını işgalle tehdit
ediyordu. Bechtel koruma için devlete dayattı. Bolivya
Devlet Başkam Hugo Banzer buna boyun eğdi ve orduyu
harekete geçirdi. İzleyen gü nlerde yaşa n a n şiddet
olaylarında düzinelerce Aymara ve Quechua yaralandı ve
on yedi yaşındaki bir çocuk vurularak hayatını kaybetti.
Son sü rate ulaşacak bir devrimden korkan Devlet
Başkanı Banzer sonunda sıkıyö netim ilan etti. Daha
sonra alınan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, ABD
Büyükelçiliği gö revlileriyle gö rü ştü ve Bechtel’in
kontratını hü kü msü z kıldığını duyurdu. Bechtel 2000
yılının Nisan ayında su sistemi SEMAPA’daki tü m i şletici
konumlarını terk etti.
Cochabamba halkı zaferi kutladı. İnsanlar sokaklarda
suyu paylaştı. Yeni Aymara ve Quechua kahramanlar ı
için bardak kaldırdılar ve o zaferin yeni bir çağın
başlangıcını vurguladığını anlatan şarkılar yazdılar. Ne
var ki kısa zaman içinde bir açmazla karşı karşıya
olduklarını anlayacaklardı. SEMAPA’y ı yö netecek
deneyime sahip kimse kalmadığını anlamışlardı. Eski
yö neticilerin çoğu emekli olmuş, başka yerlere
gönderilmiş ya da başka işleri kabul etmişti.
Toplum yeni bir yö netim kurulu seçti ve SEMAPA’n ın
rehberliğinde toplumsal eşitliği ö n plana alan bir dizi
yö netim ilkesi kabul edip bunları yerleştirdi. Su
şirketinin en ö nemli amaçları (daha ö nce dağıtım
sisteminden yararlanamayanlar da dahil olmak ü zere)
yoksullara su sağlamak, yolsuzluk ve yozlaşmadan uzak,
etkili bir kurum olmaktı.{40}
O arada Bolivya hü kü meti hâ lâ şirketokrasiyle
uğraşıyordu. Bechtel sağmal ineğinden ö ylece, bir savaş
vermeden vazgeçmiyordu. Başka ü lkelere Bolivya
örneğini izleme cesareti verecek bir emsalin oluşmasına
da izin vermek istemiyordu, Bö ylece holding bü nyesi
içindeki bir Hollanda hukuk irmasını, şirketokrasinin
uluslararası hukuku amaçları doğrultusunda manipü le
edebileceğine klasik bir ö rnek oluşturacak şekilde ö n
plana çıkardı. Bu yan kuruluş, ABD ile Bolivya arasında
benzer bir antlaşma olmadığı gerekçesiyle Hollanda ile
Bolivya arasında yapılmış olan 1992 tarihli İkili Yatırım
Anlaşmasının gereklerini ö ne sü rerek Bolivya halkına 50
milyon dolarlık bir dava açtı. Bu tutarın yarısı
kamulaştırma bedeli olarak, yarısı da meydana gelen
hasar nedeniyle talep ediliyordu.
Bü yü k şirket entrikaları, tamah ve duyarsızlığın
çarpıcı ö rneklerini içinde barındıran bu inanılmaz ö ykü ,
ABD medyası tarafından gö rmezden gelindi. Ote yandan
Latin Amerika basınında geniş yer buldu. Web
sitelerinde yayımlanan haberleri izlerken, bir yandan da
COBEE’deki insanları dü şü nü yordum. Bolivya’nın en
ö nemli (ve hem başkanlık sarayının, hem de askeri
kurumların elektriğini veren) enerji kuruluşunun
başında bulunan, anahtar konumdaki yö neticilerin ve
mü hendislerin başka ü lkelerin (ABD, İngiltere, Arjantin,
Şili, Peru, Paraguay) yurttaşları olduğunu anımsamadan
geçemiyordum. Yabancı uluslara olan bu bağımlılığın
planlı ve o ü lkedeki kamu hizmetleri sektö rü nü n bir
daha asla kamulaştırılamayacağını garanti altına alan
bir strateji olduğunu anlamıştım.
Ayrıca Leucadia’nın artık COBEE’ye sahip olmadığını
da ö ğrendim. Elektrik şirketi 1990’ların başından beri
yabancı şirketler tarafından defalarca alınıp satılmıştı.
Leucadia ve diğerleri, şirketleri kâ r karşılığında alıp
satmakla ü n yapmıştı. Sağmal inekler iyi bir şeydi, ama
hızlı, kârı çabucak geri dö necek satışlar ö zellikle de yerel
halkların dengesini sarstıkları, istikrarsızlığı
körükledikleri sürece daha da kârlıydı.
Tü m bu kargaşanın içinden yeni bir ö nder çıktı. Bir
eğilime dö nü ştüğü gö rü ntü sü veren siyasi yapıdan
sıyrılıp ö n plana yü kselen kişi yerli Aymara Evo Morales
idi. Cocalero (ABD’nin koka yaprağı yetiştiren çiftlikleri
yok etme girişimine direnen gü çbirliği) hareketinden
gelen bir Aymara eylemcisi olan Morales, bu bitkinin
kokain elde etmekte kullanılmadan çok ö nce And Dağları
insanları tarafından ilaç ve beslenme dü zenleyici ilaç
olarak kullanıldığını savunuyordu. Yü ksek irtifa
rahatsızlıklarına, kas ağrılarına, açlık sancılarına ve
başka sindirim dü zensizliklerine deva olarak kullanılan
koka çayı, Bolivyalı çiftçilerin, madencilerin ve işçilerin
gü ndelik hayatının bir parçasıydı ki onların dışında
bundan yararlanan insanlar arasında Papa II. John Paul
ve Britanya Prensesi Anne gibi isimler de vardı.
Morales Cocalero hareketini belirleyici politikaların
içine çekmeye karar verdi; Movimiento al Socialismo
(MAS) partisine katıldı. Ozelleştirmeye ve şirketokrasi
destekçilerinin abes derecede benzetmelerle ‘liberal’ ya
da ‘serbest piyasa’ ekonomisi reformları olarak andığı
politikalara karşı çıkıyordu. Morales Bolivya’da
çiftçilerin ve ö teki işkollarının korunmasını engelleyen,
bir yandan da ABD’nin korumacı bariyerlerini kabule
zorlayan bu politikalara muhalif, gü çlü bir sesti.
Washington gü dü mlü Amerikalar Serbest Ticaret Alanı
(FTAA) anla şmasının ‘Amerika ü lkelerinin
sömürgeleştirilmesini meşrulaştıracak’ bir plan
olduğunu da savunuyordu. Bö ylece popü lerliği artan
Morales, bü yü dü , kongreye seçildi ve anında
şirketokrasi tarafından terö rist olarak etiketlendi. ABD
Dışişleri Bakanlığı onu ‘yasadışı koka ajitatö rü ’{41} ilan
etti. Dö rt koka yetiştirme bö lgesinde patlak veren, dö rt
koka ekicisi, ü ç asker ve bir polisin ö lü mü yle sonuçlanan
ekim yasağı karşıtı ayaklanmaların çıkmasına neden
olduğu gerekçesiyle terö rizmle suçlandı ve 2002’de
kongredeki yerinden çekilmeye zorlandı. Aymara ve
Quechua halkı onun gö revden ayrılmak zorunda
kalmasının gerisinde bir CIA komplosu olduğunu ö ne
sü rdü . Birkaç ay sonra gö revden alınması anayasaya
aykırı ilan edildi.
ABD Bü yü kelçisi Manuel Bocha Bolivyalılar’ı şöyle
uyarıyordu: “Bolivyalı seçmenlere, ü lkenin yeniden ö nde
gelen koka ihracatçısı olmasını isteyen birini seçerlerse,
bunun ABD’nin gelecekte yapacağı yardımları tehlikeye
atacağını hatırlatmak isterim.” Ama Bocha’nın bu sö zleri
Bolivyalılar’ı yıldırmaktan çok ateşledi. Morales
bü yü kelçinin tavrının ‘halkın vicdanını uyandırdığını’
sö ylü yordu. MAS ü lkenin her tarafında Morales’in
resminin bulunduğu a işler asmaya girişti. Resmin
altında iri har lerle yer alan sö zler şunlardı: ‘Bolivyalılar,
karar verin: Yö netim kimde? Bocha’da m ı, yoksa Halkın
Sesi’nde mi?’{42}
MAS 2002 başkanlık seçimlerinden sadece birkaç
puanlık bir farkla ikinci parti olarak çıktı. Morales,
ABD’de bü yü mü ş bir milyoner olan Gonzalo Sá nchez de
Lozada’nın başkanlığını onaylamayı reddetti. MAS
destek vermek yerine gü çlü bir muhalefet unsuru olarak
kalmayı seçmişti. Darbe girişiminin başarısız olması
ertesinde Chá vez ö rneğinde olduğu gibi, Morales’in ü nü
de yenilgi gibi görünen bir olgunun ertesinde pekişti.
Başkan Sánchez, Dünya Bankası ile IMF’ye angaje oldu.
2002’de muazzam vergi artırımları yaptı. Benzer
koşullar altında sık sık gö rü ldü ğü gibi, en bü yü k darbeyi
de o orandaki vergileri ö demeye gü cü yetmeyenler yedi.
Bunu izleyen ayaklanmalar sırasında 30 kişi ö ldü . Yol
kesme eylemleri ve gö steriler ü lkede hayatı durma
noktasına getirdi. Sá nchez’in doğalgazı muhtaç
Bolivyalılar yerine ABD ve ö teki ü lkelere ucuza satma
planları yerli halkları daha da ö kelendirdi. Çıkan kanlı
çatışmalarda 20 kişi daha ö ldü . Sonunda Sá nchez
ü lkeden kaçmak zorunda kaldı. Şimdi Washington’un
dışında yaşıyor ve ABD, Bolivya’nın yargılamak ü zere
iade talebini reddediyor.
Bolivyalılar, Dü nya Bankas ı’na meydan okudu ve
yerkü re ü stü ndeki en gü çlü ticari kuruluşlardan biri olan
Bechtel’i yenilgiye uğrattı. Kendilerinden ve nesillerden
beri zalimce boyunduruk altında tutulanlardan biri olan
o insan, Morales, şimdi ö z kü ltü rü nü n enkazından,
kü llerinden doğan anka kuşu gibi yü kseliyordu.
Sonradan anlaşılacağı ü zere, bu Bolivya için henü z
başlangıçtı. Morales 21. Yü z yılın en ö nemli Latin
Amerikalı liderlerinden biri olacak şekilde yoluna devam
edecekti.
Bana bir açıdan ö yle geliyordu ki burada asıl mesaj
Bolivyalılar’a ve Latin Amerikalılar’a değildi. Asıl mesaj
Bechtel ve şirketokrasinin geri kalanına gö nderilmişti.
Demokrasiye doğru, adalete doğru yü rü rken,
Bolivya’nın, ABD’nin ve dü nyanın geri kalanının yeni
nesillerine gönderilmişti bu mesaj.
Kendimi sık sık Zongo Irmağı’nın aktığı dağ koyağını
gezerken, kızım Jessica’nın yaptığı yorumu anımsar
halde buluyorum: “Buraya kocaman bir baraj yapıp tü m
bu vadiyi gö le dö nü ştü rmediklerine çok sevindim. O
kadar güzel ki.”
23-Brezilya: Gardıroptaki iskeletler
2005 yılında Dü nya Sosyal Forumu için Brezilya’ya
gittiğimde, kıt a şirketokrasiye karşı ayaklanma
içindeydi. Chá vez, Lula ve Gutié errez’e ilaveten, Né stor
Kirchner ile Tabaré Ramon Vazquez de Arjantin ve
Uruguay’da seçimleri kazanmıştı. Halkçı sö ylemlere
sahip kampanyalar yü rü ten bu liderlerin hepsi de ABD
mü dahalesini ve yabancı şirket sö mü rü sü nü
reddediyordu. Seçilmeleri tü m dü nyaya bir mesajdı.
Kuzey Amerika basını onları solcu, Castro’nun dostu,
hatta komü nist ilan etmiş olabilirdi ama Orta ve Gü ney
Amerikalar’ın yanı sıra Afrika, Asya ve Avrupa’daki bilgi
sahibi okurlar bu nitelendirmelerin temelsiz olduğunu
biliyordu. Yeni ba şkanların her biri ü lkesinin
kaynaklarını halkını yoksulluktan kurtarmaya yardım
edecek şekilde kullanmaya kararlı milliyetçilerdi.
Şili’de de olağandışı bir şey yaşanmaya başlamıştı.
Kimi haberler ve gizliliği yakın zamanda kaldırılan ABD
resmi belgeleri, Nixon yö netiminin ve CIA’nın
demokratik seçimlerle başa gelen Salvador Allende’nin
1973 yılında devrilmesiyle sonuçlanan askeri darbenin
dü zenlenmesine katıldığı yö nü ndeki çoktan beri var
olan sö ylentileri doğruluyordu. Allende’nin suçu, seçim
kampanyası sırasın d a Şili’nin doğal kaynaklarının
Şilililer’e ait olması gerektiğine dair sö zlerini
unutmaması ve seçimlerden sonra yabancıların elinde
bulunan bakır, kö mü r ve çelik endü strileriyle, ö zel
bankaların %60’ını ulusallaştırmasıydı. İran, Irak,
Guetamala, Endonezya ve başka birçok yerde olduğu
gibi, ABD onun yerine kişisel pro ili klasik kana susamış
despot tipiyle son derece iyi ö rtü şen birinin
getirilmesini destekledi: General Augusto Pinochet.
Şimdi, yani aradan tam 20 yıl geçtikten sonra Dü nya
Sosyal Forumu, ABD kongre soruşturmacılarının ve bir
Şilili yargıcın Pinochet’in Washington’daki Riggs Bank ve
başka yabancı bankalarda adına açılmış, toplamları en
az 16 milyon doları bulan hesaplarını ortaya çıkartması
haberiyle çalkalanıyordu. Dahası Pinochet’in, emri
altındaki polis gü çleri ve ordu birimlerini kullanarak
tahminen 2 bin kişinin ö lü mü nden de sorumlu tutuldu
ve yargılanmak ü zere adalet karşısına çıkartılması talep
edildi.
Dü nya Sosyal Forumu ayrıca, Pinochet’e muhalefet
ettiği için hapiste ö len bir hava generalinin kızı olan
Şilili bir kadının 2005 başkanlık seçimlerine adaylığını
koyacağı yö nü nde yaygın sö ylentilere de sahne oldu.
Michelle Bachelet, Şili sağlık ve savunma bakanlıklarında
yaptığı görevlerde yeterliliğini, şirketokrasinin karşısına
dikilme cesaretini gö stererek ulusa bağlılığını
göstermişti. Bachelet de seçimleri kazanırsa, Gü ney
Amerika’nın %80’inden fazlası, yani (kabaca ABD
nü fusuna denk gelen) 300 milyon insan, şirketokrasi
karşıtı, kuzeyin imparatorluğuna direnen başkanlara oy
vermiş olacaktı.
Dü nya Sosyal Forumu, gezegenimizi yoklayan
değişimlerin bir sembolü dü r. Uçü ncü binyılın başında,
devletlerin ve iş dünyasının ileri gelenlerinin anlaşmalar
yapmak, ticaret politikalarını ö rste dö verek
sertleştirmek ve başka şirketokrasi politikaları ü retmek
ü zere bir araya geldiği Dü nya Ekonomik Forumu’na
yanıt olarak doğmuştur. 2005 yılının Ocak ayında
130’dan fazla ü lkeden gelen 150 bin katılımcı ekonomik,
toplumsal, çevresel ve siyasi meseleleri tartışmak,
başarısızlığı aleni bir hal alan sistemlere alternati ler
ü retmek ü zere Brezilya’nın Porto Alegre kentinde
toplandı. Brezilya Devlet Başkanı Lula ile Venezuela
Devlet Başkanı Chá vez de kendi alanında sivrilmiş
isimlerle birlikte foruma katıldı.
İsveçli bir toplum ö rgü tü olan Dag Hammarrskjö ld
Vakfı, benden ana teması Bir Ekonomik Tetikçinin
İtirafları ü stü nde yoğunlaşacak bir konuşma yapmamı
istedi. Bunun için devasa bir çadır kuruldu. Kitabın telif
hakları birçok dile çevrilmek ü zere verilmiş ama çoğu
henü z yayınlanmamıştı. Bir yandan da bu fazla ö nemli
değildi, çü nkü İngilizce baskı kendine geniş bir okur
kitlesi bulmuştu. Gelenler yü zlerce sandalyeyi doldurup
çadırın dışına taştı. Konuşmamın sonunda dü zinelerce
insan soru sormak ve yorumlarını dile getirmek için
sıraya girdi. Ben ö zellikle kendi ü lkesinin yö netim
kademelerine olan eleştirilerini dile getiren genç bir
Brezilyalıdan etkilenmiştim; Lula’yı ET’lere teslim olmak
ve seçim kampanyasında verdiği sö zlerden geri adım
atmakla suçluyordu. Yaptığı kısa konuşma bana
Ekvador’da Gutiérrez aleyhine yapılanları anımsatmıştı.
Forum’da yapt ığım konuşma bir kapı açtı. Afrika’dan,
Asya’dan ve Latin Amerika’dan gelen insanların dışında
başka birçok katılımcı da benimle iletişime geçti. Hepsi
düşü ncelerini ve ö ykü lerini anlatmak, benim
deneyimlerimi paylaşmak istiyordu.
Katılımcıların çoğundan daha şık giyimli bir adam
bana kendisini Brezilya Devlet Başkam Lula’nın en ü st
dü zey danışmanlarından biri olarak tanıtan kartvizitini
verdi. Benimle otelimin yakınındaki kü çü k bir parkta
buluşmak istiyordu. “Lü tfen bunun sadece sizinle benim
aramda kalmasına özen gösterin,” demeyi ihmal etmedi.
Kararlaştırılan zamanda parka gittim. Biraz
tedirgindim. Brezilya yö netimini bir şekilde rahatsız
edip etmediğimi dü şü nü yordum. Bunu nasıl yapmış
olabileceğimi kestiremiyordum ama bir devlet
gö revlisinin benimle bö yle gizlilik yansıtan bir tavırla
ilişki kurmak istemesi de tuhaf geliyordu.
Parka ulaşınca içeri girmeden ö nce gevşemeye
çalışarak birkaç dakika oyalandım. Geçen araçlardan
yü kselen korna seslerini, kulak tırmalayan mü zikleri
beynimin içinde çekiç darbeleri gibi hissediyordum.
Kaldırımın park tarafındaki çiçekleri koklamak için
eğildim ama aldığım tek koku araba egzozlarınınki oldu.
Bulunduğum kenti dü şü ndü m. Porto Alegre yaklaşık 1.5
milyon nü fuslu bir sanayi merkeziydi. Ama ABD’de
konuştuğum insanların pek azı orayı biliyordu. Yü rü yü p
parka girdim.
José bir ağacın altındaki bankta oturuyordu. Tiril tiril
ü tü lü gö mleğiyle pantolonunu, penye bir gö mlek ve kot
pantolonla değiştirmişti. Ona yusufçuk bö ceği
gö rü ntü sü veren geniş camlı gü neş gö zlü ğü ve alnına
kadar indirilmiş bir beysbol şapkası takmıştı. Yanına
yaklaşınca ayağa kalktı, tedirgin bir şekilde etrafa
bakındıktan sonra elimi sıktı. “Geldiğiniz için teşekkür
ederim,” dedi.
Yerine oturmadan ö nce bana birilerinin
buluştuğumuzu gö rmesi halinde, Portekizcede
yayınlanmadan ö nce kitabımla ilgili daha fazla bilgi
almak için orada olduğunu açıklayacağını sö yledi.
Bakışlarıyla parkı bir kez daha tararken, “Ama i şlerin o
noktaya gelmeyeceğini umuyorum,” diye ekledi. “Ne de
olsa bugü nlerde kimse ne olacağını ö nceden
kestiremiyor.” Bank ı gö sterip, “Lü tfen oturun,” derken
sesi zayıftı.
Yan yana oturduk. Bana Bir Ekonomik Tetikçinin
İtirafları ile ilgili sorular sordu. Soruları ö zellikle de
1977’de bü yü k kişisel risk alarak, Şah ve onu alaşağı
etmek isteyen (ve bunu yaklaşık iki yıl sonra başaracak
olan) mollalarla ilgili bilgilerini benimle paylaşan Emin
ve Doktor üstünde yoğunlaşıyordu. Yanıtları alan José bu
iki kişinin gerçek kimliklerinin asla açıklanmayacağına
yö nelik sö zü mü tutmuş olmamdan ö tü rü duyduğu
rahatlığı dile getirdi. Vereceği mesajın ABD yurttaşlarına
ulaşmasını istiyor ama kaynağının gizli kalacağına dair
garanti istiyordu. Adını yazmadığım sü rece not almamı
kabul etti.
Konuşmamız esnasında, ben 1968’de ü niversiteden
mezun olduğumda kendisinin yirmi altı yaşında
olduğunu sö yledi. Kitabımı okuduğunu ve ifşa ettiğim
şeyleri minnetle karşıladığını ifade etti. Ama vurguladığı
çok ö nemli bir şey daha vardı: “Yazdıklarınız sadece
buzdağının gö rü nen kısmı. Bunu bildiğinizden eminim
ama ben sö yleme gereği duydum. Sizin kitabınızda bile
gerçek öykü gözden kaçıyor.”
José bana patronu Lula’ya uygulanan muazzam
baskıyı anlattı. “Mesele sadece rü şvet tekli leri ve darbe
tehditleri; gizli pazarlıklar ve ekonomik ö ngö rü lerin
tahrif edilmesi; bizi asla ö deyemeyeceğimiz borçlar
altına sokarak kö leleştirmek değil. Çok daha derinlere
giden bir şey bu.”
Şirketokrasinin Brezilya ve başka birçok ü lkede
aslında siyasi partilerin hepsini denetimi altında
tuttuğunu anlattı. “ABD karşıtı gibi gö rü nen radikal
komünist adaylar bile Washington ile uzlaşım içindedir.”
Tü m bunları nereden bildiğini sorduğumda gü ldü .
“Uzun zamandır bu işlerle uğraşıyorum,” dedi. “Hep
politikanın içindeydim. Johnson’dan her iki Bush’a kadar
her şeyi yaşayıp gö rdü m. Sizin haber alma servisleriniz
ve ET’Ieriniz düşünebileceğinizden çok daha etkilidir.”
José ö ğrencilerin etkilere en açık ve nahif oldukları
zamanlarda nasıl ayartıldığını anlattı. Kendi gençlik
deneyimlerinden, içkinin, kadınların ve uyuşturucunun
nasıl kullanıldığından sö z etti. “Yani anlayacağınız gibi
Amerikan karşıtı radikal bir muhalif seçilip gö reve
geldiği ye hayatı boyunca yapmayı içtenlikle arzu ettiği
şekilde Washington’un karşısına dikilmeyi başaracak
konuma ulaştığı anda, sizin CIA elinde onunla ilgili bir
şeylerle ortaya çıkar.”
“Şantaj.”
Gü ldü . “İster ö yle deyin, ister ‘modern diplomasi’.
Bunu yapan elbette ki sadece ABD değildir. Noriega’n ın
neden alaşağı edildiği ve şimdi bir ABD zindanında
çürüdüğüne dair söylentileri mutlaka işitmişsinizdir.”
“Contadora Adası’ndaki kameralardan sö z edildiğini
duydum.”
Cantadora, Panama kıyılarında, adı kö tü ye çıkmış,
Amerikalı işadamlarının, politikacılara akla gelebilecek
her tü rlü ahlakdışı şeyi sunulabildiği bir tatil yeriydi.
ET’lik zamanlarında ben de oraya birkaç kez gitmiştim
(ve amaçlarım doğrultusunda kullanmıştım).
“O kameralara kimin yakalandığını da biliyor
musunuz?” diye sordu José.
“Dedikoduya gö re, George W. Bush babas ının
başkanlığı sırasında kokain kullanırken ve normal dışı
seks yaparken resimlenmiş.”
Latin Amerika’da, genç Bush ile kafadarlarının bu
fotoğraflarının, Noriega tarafından Başkan Bush’u
anahtar konumundaki kimi meselelerde Panama
yö netimiyle birlikte davranmaya ikna etmek için
kullanıldığı yö nü nde bir kuram vardı. Bunun ü stü ne H.
W. Bush, Panama’y ı işgal etmiş ve Noriega’yı Miami’deki
bir hapishaneye tıkmıştı. Noriega’nın gizli dosyalarının
bulunduğu bina bombalarla dü mdü z edilmiş, 1989’da o
olay yaşanırken 2 bini aşkın sivil de hayatını
kaybetmişti. Birçok insan, ordusu olmayan ve ABD’ye
karşı herhangi bir şekilde tehdit oluşturmayan bir
ü lkenin işgal edilmesinin tek mantıklı açıklamasının bu
kuram olduğunu iddia ediyordu.
José başını sallayarak doğruladı. “Benim durduğum
yerden bakıldığında, o sö ylentiler son derece gerçek
geliyor kulağa. Bunları fantezi diyarından çıkartıp
inanılırlığa taşıyacak çok şey yaşadım.” Sonra ba şını
eğip bana baktı. “Siz de ö yle.” Ardından yeniden etrafa
gö z attı. “Ve kuramdaki doğruluk payı beni dehşete
düşürüyor.”
Lula’nın yolsuzluğa karışıp karışmadığını, eğer
ö yleyse bunun ne kadar zamandan beri sü rdü ğünü
sordum ona. Bu sorunun onu son derece rahatsız ettiği
belli oluyordu.
Uzunca bir duraksamadan sonra Lula’nın da sistemin
bir parçası olduğunu kabul etti. “Yoksa ö yle bir konuma
nasıl yü kselebilirdi ki?” Ancak José , Başkan Lula’ya
duyduğu hayranlığı da dile getiriyordu. “O realisttir.
Halkına yardım etmek için başka seçeneği olmadığını
anlamıştır.” Sonra başını hafifçe salladı.
“Fazla ileri giderse Washington’un onu
devireceğinden korkuyorum.”
“Sizce bunu nasıl yaparlar.”
“Siz Amerikalılar’ın deyişiyle herkesin gardırobunda
iskeletler vardır. Her politikac ı belli bir şekilde ifade
edildiği zaman, kulağa kö tü gelecek şeyler yapmıştır.
Clinton ile Monica ö rneğin. Mesele kız değildi. Clinton
dü nya para birimlerini revize etme çabalarında çok ileri
gitmişti ve gelecekteki Cumhuriyetçi kampanyaları için
bü yü k bir tehdit oluşturuyordu; çok genç, dinamik ve
karizmatikti. Bö ylece Monica sahne ışıklarının altına
itiliverdi. Bush’un geçmişinde de birkaç kadın
olmadığına inanmıyorsunuzdur herhalde! Ama kim
onlardan sö z etme cesaretini kendinde bulabilir ki?
Lula’nın da iskeletleri var. İmparatorluğunuzu yö neten
gü çler onu devirmek isterse gardırobun kapağını
açıverecekler. ABD hegemonyas ını tehdit eden bir lideri
ortadan kaldırmanın birçok yolu vardır.”
José ’nin o andaki bakışını aylar sonra, Lula’nın
partisinden ö nde gelen dö rt gö revli istifa edince
hatırlayacaktım. Dö rt kişi yasama meclisi ü yelerine
kullanacakları oylar karşılığında milyonlarca dolar
ö denmesi yolsuzluğunun gerisindeki beyinler olmakla
suçlanacaktı. Ve bu skandal Lula’nın siyasi kariyerinin
sonu olacak gibi görünüyordu.
İmparatorluğu nasıl dizginleyeceğimizi sorduğumda
José , “Ben de bunun için sizinle buluştum,” dedi. “Bunu
sadece siz Amerikalılar çö zü me ulaştırabilirsiniz.
Sorunu sizin devletiniz doğurdu ve sizin halletmeniz
gerekiyor. Washington’u demokrasi vaadini yerine
getirmeye zorlamalısınız. Yozla şmış şirketlerinizin
ulusallaştırılmasını gerektirse bile yapılmalı bu. Ticari
kuruluşlarınızın ve hü kü metinizin dizginlerini elinize
almalısınız. ABD halkı bü yü k bir gü ce sahiptir. Bu
meseleye sıkı sıkıya sahip çıkmalısınız. Başka seçenek
yok. Brezilya’da elimiz kolumuz bağlı. Venezuelalılar’ın
da öyle. Nijeryalılar’ın da. Her şey size kalmış.”
Dü nya Sosyal Forumu’nda yaptığım konuşma ve
kitabımı imzaladığım resepsiyon sonrasında duyduğum
sevinç José ile olan gö rü şmeyle sö nmü ştü . Porto Alegre
caddelerinde dolaşırken key im gitgide daha fazla
kaçıyor, moralim daha da bozuluyordu. Gazeteci
olduğunu iddia eden çarpıcı Brezilyalı kadından gelecek
etkilere beni açık hale koyan da herhalde bu ruh haliydi.
Ya da tersi. José ile yaptığım konuşma beni bir
anlamda uyarmış olmasa, gü zel carioca'nın{43} beni
röportajı daha sakin bir yerde yapma bahanesiyle davet
ettiği ve baştan çıkartmak için en ince yö ntemleri
kullandığı otel odasının gardırobunda benim de bir
iskeletim olabilirdi.
25-İmparatorlukla Boy Ölçüşmek
Brezilya’dan dö nü şü mü n ü stü nden henü z kısa bir
zaman geçmişti ki Bolivya politik bir kaos dö nemine
girdi. Devrilen başkan Gonzalo Sanchez de Lozada’nın
yerine getirilen Carlos Mesa en iyimser bakışla zayıf,
daha gerçekçi bir bakışla şirketokrasinin işbirlikçisiydi.
Evo Morales’in MAS partisi ve yerli halk oluşumları,
toprak edinme hakkı, yoksullara mutfak yakıtı yardımı,
petrol ve gaz endü strilerinin ulusallaştırılması için
diretiyordu.
İnternete dü şen haberleri okurken ve Latin
Amerika’daki dostlarla konuşurken, gö zü mü n ö nü ne sık
sık elektrik faturalarını ödemek için dondurucu soğuk ve
yağmurun altında sıralanmış kadınlar ve çocuklar
geliyordu. Şimdi ne dü şü nü yordu acaba o insanlar? O
zamanlar çok uysal, ezik gö rü nü yor, İspanyollar’ın kalay
madenlerinde çalışan kö leleri andırıyorlardı. Ama bir
şey onları ateşlemişti. O kuyruklardan çıkıp sokaklara
dökülmüşlerdi. Su şirketinin bü rolarını basmışlardı.
Başkanlık sarayını kuşatmışlardı. Dü nya Bankası
karşısında doğrulmuş, şirketokrasiye kafa tutmuş,
tarihin en gü çlü imparatorluğunun gazabını ü stlerine
çekmişlerdi. Amaçları uğruna can vermişlerdi. Tü m
bunların olmasını sağlayan şey neydi?
Bu tü r sorulara her zaman verilecek birden fazla yanıt
vardır ama Bolivya ö rneğinde bunlardan biri ö zellikle
ö nemliydi: Tek bir adam, Evo Morales. O elbette ki
hareketin gerisindeki bir avuç ö nderden sadece biriydi.
Ama kongreye kadar yü kselen, sonra da başkanlık için
adaylığını koyan oydu. Bunların da ö tesinde, bir sembol,
bir katalizö rdü . George Washington, Simon Bolı́var ve
diğer tü m bü yü k ö nderler gibi Evo Morales de hem
vizyona, hem de eylemci yapıya sahipti. Bolivya’nın da,
herkesin de, yani bizlerin de umuduydu. Çü nkü onun
yükselişi hepimizin paylaştığı bir dü şü n hayata geçmesi
anlamına geliyordu: Bü yü k kriz dö nemlerinde halkına
karanlıktan ışığa çıkması için ö nderlik edecek bir insan
gelir.
Morales bir başka Latin ö ndere, dü nyanın en bü yü k
egemenine o karikatü rdeki gibi kafa tutup gerilemesini
sağlayan Hugo Chá vez’e çok şey borçluydu. Milyonlarca
Latin Amerikalının George W. Bush’u bir demokrasinin
meşru yollarla seçilmiş temsilcisi olarak değil, bir seçimi
çalmış despot olarak gö rmesi hem Chá vez’in hem de
Morales’in yararına olmuştu. Eğer bü yü k liderler
düşmanca tavırlı rakiplere gereksiniyorsa, o adamlar bu
ö zelliklere sahipti. Ve Chá vez, Bush’un zırhının da
delinebilir olduğunu gö stermişti. Sıska çocuğun
kendisini itip kakan kabadayı tavırlı çocuğa daha fazla
tahammü l etmemeye karar vererek karşısına dikilmesi
ve onu kaçmaya zorlaması metaforu, Latin Amerikalı
dostlarım tarafından sık sık dile getirilen bir ö rnek
olmuştu. Morales de bu metaforun önemini kavramıştı.
Bir başka ü lkede gelişen olaylar Morales’in gü cü nü
pekiştirdi. Çok farklı nedenlerden ö tü rü Ekvador’daki
geçerli politikalar Aymara ö nderinden yana işliyordu.
Lucio Gutié rrez’i kabadayıya direnemeyip vazgeçmekle,
ET’lerle pazarlıklar bağlamakla suçlayan Ekvador halkı,
başkanın istifa etmesi için dayatıyordu. Quito’daki yasa
yapıcılar 20 Nisan 2005’te Gutié rrez’in gö revden
alınması yönünde oy kullandı. Başkan yardımcısı Alfredo
Palacio’ya yemin ettirerek geçici olarak yerine getirdi.
Yeni ba şkanın ö ncü lü nü n hatalarının IMF, Dü nya
Bankası, Washington ve Wall Street’i beslemekte istekli
olmasından kaynaklandığını açıklaması fazla uzun
zaman almadı. New York Times gö rev değişikliğinden iki
gü n sonra, Palacio ile ekonomi bakanı Rafael Correa’nın
ö nceki başkanı ‘uluslararası borçlanma kurumlarıyla
olan bağları’ nedeniyle eleştirdiğini ve bunun ‘bütçesinin
%40’ını borçlarını kapatmaya harcayan bir ü lke için etik
olmadığını savunduğunu’ yazdı. ‘Yeni yö netimin ABD ile
ticari konularda sü rdü rü len gö rü şmelerin gidişatını
yeniden değerlendirebileceğini’ vurgulamayı da
unutmadı. N e w York Times, Bay Palacio’nun ‘kamu
borçlarını ö demeye ayrılan petrol gelirlerini topluma
yö nelik harcamalarda kullanmayı tercih edeceğini’
belirtiyordu.{44}
Bunlar olurken Bolivya’da Başkan Morales de,
Ekvador’daki son durumu kendi savunduğu politikaları
gü çlendirecek bir çekişme olarak gö rü yordu. Ona gö re
olup bitenler Andlar’ın değişime hazır olduğunun ve
kendi altyapısına sahip (yani modern materyalist
standartların yoksullaştırdığı toplumlardan gelen) bir
insanın dü mene geçme zamanının geldiğinin kanıtıydı.
Ona karşı gelişen resmi ABD tepkisi dü şmancaydı ama
Latinler’in bakış açısından başka bir teyit niteliği daha
taşıyordu. Washington’un gö rü şü nü yansıtan New York
Times şöyle yazmıştı:
Bay Morales’in başkanlığa gelişi, Bush yö netimi
açısından uyuşturucuya karşı verilen savaşta ö nemli
bir aksama, uyuşturucuyla mü cadelede, ekonomide ve
ulusal gelişmede kullanılacak milyonlarca dolarlık
Amerikan yardımını tehlikeye atacak bir gelişme
olarak görülmektedir.{45}
Başkan Bush ile medyadaki yandaşları, Morales’e
uyuşturucu ü reticisi muamelesi yaparken, Bolivyalılar
ve diğer Latin Amerikalılar ö yle olmadığını biliyordu.
Washington’un onların kahramanını iblis ilan ettiğinin
ve hü kü met tarafından yapılan resmi basın
açıklamalarının gerçekleri tahrif ettiğinin farkındaydılar.
Beyaz Saray’ın ve kimi belli medya unsurlarının,
Morales’i karalamak için her dü zeyde iftiraya
başvurabileceğini anlamışlardı. Bu taktik Amerikan
seçmenini kandırabilirdi. Ama ABD Bolivya Bü yü kelçisi
Rocha’nın, Morales gibi bir adayın seçilmesinin,
ü lkesinden gelecek yardımları durdurabileceği
yö nü ndeki tehditkâ r beyanları ü lkede tam tersi etki
yapıyordu.
ABD’de bir grup Latin Amerikalı ö ğrencinin de
katıldığı bir davette bir şaka yapıldığını duydum:
“Hugo’nun bir numaralı halkla ilişkiler gö revlisi
kimdir?” (Duraksama) George Bush. Evo’nun bir
numaralı halkla ilişkiler uzmanı kimdir?”
Yanıt: “George Bush mu?”
“Hayır. O Wall Street Journal ve New York Times' in
ardından üçüncü sırada.”
26-Uyuşan Ruhlar
Birçok Latin Amerikalı için Evo Morales, şirketokrasi
karşıtlığını, yerli halklar ve yoksullar dayanışmasını
simgeler. Geleneksel And sü veterleri, pançoları ve yü n
bereleri içindeki haliyle mü tevazı kö kenini gö zler ö nü ne
serecek cesarete sahiptir. Halkının ne kadar bü yü k
olduğunu abartılı gurur ifadelerine başvurmadan ortaya
koyar ve yü zyıllar boyunca baş eğdirilmiş olmalarının
onları şimdi toprakları ve gururları için savaşmaktan
alıkoymayacağını kesin bir şekilde dile getirir. Ona gö re
sömürülmüş olmak bayağı dü zeye indirgenmiş olmak
anlamına gelmez. Maddesel anlamda yoksulluk ahlaki
yetersizliğe neden olmaz.
Morales başkanlık yarışına katılacağını dü nyaya
duyururken, yolsuzluk ve yozlaşmayla mü cadele
edeceğini ve Bolivya’nın ulusal kaynaklarını halkın
yararına kullanacağını vaat ediyordu. O kaynakları
yağmalamaya kararlı yabancı şirketlere ve ABD’nin koka
fidanlarının yok edilmesi yö nü ndeki dayatmasına karşı
savaşmaya kararlı olduğunu açıkça ilan ediyordu.
Bitkinin ancak belli bir işlemden geçirilmesi ve Bolivya
dışına kaçırılması halinde uyuşturucuya dö nü şerek
sorun haline geldiğini vurgulayor, bunun son kullanıcı
dü zeyinde bir mesele olarak izlenmesi gerektiğini
savunuyordu.
Evo Morales 2005 yılının Aralık ayında oyların bü yü k
bö lü mü nü alarak, Bolivya’nın yerli halklardan çıkarttığı
ilk devlet başkanı oldu. Ve derhal başkanlık maaşını
yarıya indireceğini, kuracağı hü kü metteki kimsenin
kendisinden fazla maaş almamasını sağlayacağını ve bu
kesintilerin daha fazla devlet okulu ö ğretmenine iş
verilmesinde kullanılacağını duyurdu. Başkan
yardımcısı Alvaro Garcia Linera ise Bolivya’nın
şirketokrasi karşıtı devriminde yer almış bir gerilla
lideriydi; Meksika’da matematik ö ğrenimi gö rmü ş,
ardından La Paz’daki Mayor de San André s
Universitesi’nde sosyoloji profesö rü olmuş, entelektü el
ve toplumsal analizci yö nü yle tanınmış, o arada dö rt
yılını da hapiste geçirmişti. Adalet Bakanı bir kadındı ve
hayatını bir dö nem hizmetçilik yaparak kazanmıştı.
Senato başkanı kırsal kesimden gelen bir ö ğretmendi.
Morales her ne kadar etnik halkların içinden geliyorsa
da, bü tü n vaatleri, ister Andlar’ın doruklarına yakın
yerde, ister kentlerin mezbeleliklerinde yaşasınlar,
Bolivya’nın yoksullarına ve oy kullanma hakkından
yoksun bırakılmışlarına yönelikti.
ABD basını ise kendi takipçilerini açıktan açığa
yanılttı. Medya, ü lkesi işgal edilmeden ö nce Guatemalalı
Arbenz’e karşı başlattığı kampanyayı anımsatan bir
şekilde Morales’in komü nist olduğu, Castro’nun
ajanlığını yaptığı ve ABD’ye kokain ihracatını
desteklediği çığırtkanlığını yapmaya başlamıştı.
Be c ht e l şirketi ise 2006 yılı Ocak ayında, yani
Morales’in seçilmesinden bir ay sonra Bolivya’ya karşı
açtığı davayı geri çekti.
Yaklaşık dö rt ay sonra, 2 Mayıs 2006’da Başkan
Morales orduya ü lkenin her tarafındaki petrol ve gaz
havzalarını işgal etme ve devlet denetimi altına alma
emrini verdi. Şirketlere mevcut kontratlarını devletle
yeniden masaya oturarak yenilemeleri için 180 gü n sü re
tanırken şö yle diyordu: “Yabancı şirketlerin sö mü rü sü
sona ermiştir.” Kâ r ı %80 yabancı şirketler, %20
Bolivyalılar yerine, bu oranları tam tersi olacak şekilde
değiştireceğini söylüyordu.{46}
Kimileri Bolivya’nın birleşik Latin cephesinin dışına
kaydığını dü şü nü yor, bu ü lkeden bü yü k miktarda
doğalgaz alan Brezilya ile Arjantin’in durumdan en fazla
etkilenecek yerel unsurlar olduğunu öne sürüyordu. Ama
C h á v e z şu sö zlerle Bolivya’yı ateşli bir şekilde
destekledi: “Venezuela ile aynı yö nde yol alan
Bolivya’nın arkasındayız. Doğal kaynaklarımızı ve yeraltı
zenginliklerimizi, bize bir askeri darbeye mal olması
pahasına ve uzun, zorlu bir sü reç sonunda denetimimiz
altına aldık. Eminim ki, Bolivya’da da her şey yolunda
gidecektir.”
Morales politikasını gayet açık bir şekilde ortaya
koymuştu: Ulusalcılığı yü kseltecek ve Latin Amerika’da
oluşan ABD karşıtı cepheyle birlikte hareket edecekti;
şirketlerin sö mü rü sü ne karşı nerede olursa olsun karşı
tavır alacaktı. Şöyle diyordu:
“Ulusal kaynaklarımızı koruyacağız. Bolivya bundan
ö nce sahipsiz topraklar olarak kabul ediliyorsa, artık
birilerinin sahiplendiği yer olarak bilinmelidir. Bu
topraklar Bolivyalılar’ın, ö zellikle de yerlisi ve esas
sahibi olan halklarındır. Ozel şirketler, petrolcü ler,
uluslararası kuruluşlar gelmek ister ve Bolivya
yasalarına uymayı kabul ederlerse memnuniyetle
kabul ederiz. Ama yasalara saygı gö stermeyecek,
kendilerini devletin, yasanın emri ve yetkisi altında
saymayacak olanlar kötü sonuçlarla karşılaşabilir!”{47}
2006 yılı Ocak ayın d a Şili de Arjantin, Bolivya,
Brezilya, Ekvador ve Uruguay’ın izinde yü rü dü : Michelle
Bachelet sö ylemini ulusların kendi kaderini tayin etme
hakkını savunan bir platformda yü rü terek başkanlığa
geldi. O konuma ulaşan ilk kadın olarak ö ncelikli icraatı
da kabinesinin yarısını kadın bakanlardan seçmekti.
Bu liderler geçmişte şirketokrasiye şiddetle muhalefet
edenlerin mirasını sü rdü rü rken, yeni milenyumun ilk
yıllarında farklı bir oluşu m şekilleniyordu. Ve bu
farklılığın küresel etkileri olacaktı.
Tarihin hiçbir dö neminde, seçmenler en ü st dü zey
mevkilere halklarının çıkarlarını ABD’nin paraya yö nelik
çıkarlarına karşı korumaya kararlı liderleri, bu oranda ve
aynı anda getirmemişti. Oyle bir oybirliği hiçbir zaman
sağlanamamıştı. Fakirlerin en fakiri, ü stelik hem
kırsalda, hem de kentsel kesimde ö yle bir destek
gö sterisini daha ö nce asla yapmamıştı.
Sömürgeleştirilmiş ü lkeler sö mü rgecilerine daha ö nce o
kadar gü çlü ve dayanışma vurgulayan bir mesaj
göndermemişti. Bö yle bir şey kuzey yarıkürede
yaşanmamıştı. Afrika ya da Asya’da da ö yle. Ortadoğu
her ne kadar imparatorluğun cenderesine direniyorsa
da, bu mü cadele bö lge halklarına bü yü k bedellere mâ l
oluyordu. Ote yandan Latin Amerika devrimi sadece
sö mü rgecilerden kurtulmayı amaçlamıyordu. Daha fazla
eşitliğe, ö zgü rlü ğe ve toplumsal reforma doğru pozitif
bir hareketti. Bü yü k oranda da barışçıldı. Etkileri
yerkü renin her tarafına yayıldı ve bir ö rnek oluşturdu;
çok sağlam hede lere ulaşarak tü m kıtalarda halklara
ilham verdi.
Yeni seçilen ba şkanlar yarıkü re tarihinde gö rü lmemiş
b i r şey daha başlattı. Birbirlerini savunmayı
kararlaştırdılar. Simon Bolivar zamanında olduğu gibi
tek bir liderin etrafında toplanarak değil, ortak rızayla
kurulan bu birlik, IMF ve Dü nya Bankası ile ABD’ye karşı
olan tutum ve tavrını, savunma alanına da yayacak
şekilde geliştirmişti. Brezilya, Arjantin, Şili, Peru ve
Venezuela gibi ü lkeler askeri varlıklarını çokuluslu
şirketleri korumaktan, ü lkelerini yabancı mü dahalesine
karşı korumaya çevirdi. Ve geniş kapsamlı askeri
işbirliği olasılıkları ciddi anlamda tartışılmaya başlandı
Latin Amerika ü lkeleri birbirleriyle olan bağlarını
kuvvetlendirmenin yanı sıra ABD’nin imparatorluk
kurma tutkusuna karşı gü vensiz bakışı paylaşan
Hindistan, Çin ve başka uluslarla agresif bir şekilde
gelişen ilişkiler kurdu. Oldukça ö nemli Kasım 2005
gezisinde Çin Başkanı Hu Jintao, Arjantin, Brezilya, Şili
ve Kü ba’yı ziyaret etti; Meksika Başkanı Vincente Foks
ve Peru Başkanı Alejandro Toleda ile ikili gö rü şmeler
yaptı. Çinli girişimciler Amerikan ticari kuruluşlarını
kendi çö plü ğü saydıkları kimi yerlerden onları sessizce
sü rü p çıkarmıştı. Panama Kanalı’nın iki ucundaki
demirleme limanlarının denetimi bir Çin irmasının
elindeydi. Çin ile Brezilya, 1998’de Kü resel Kaynaklar
Uydu programını başlatmıştı. Washington’un ABD
şirketlerinin işine yarayacak ticaret paktlar yaratma
çabaları, Latin liderlerin direnişiyle karşılaşırken, Çin’in
hiç zorlanmadan gö sterdiği çabalar açık kucaklarla
karşılanıyordu. Bu durum Çin’in bir imparatorluk olarak
ortaya çıkma potansiyeli açısından çelişkili gibi
gö rü nebilir. Ama Latinler, Çin’in ABD’nin tersine iç
ilişkilere burnunu sokma geçmişi olmadığını anlamıştı.
1960, 1970 ve 1980’lerde SSCB nasıl ABD saldırganlığına
karşı denge unsuru olarak gö rü lü yorduysa, şimdi de Çin
o konuma yerleşmişti. Dü nyanın her tarafında pervane
gibi dolaşan Latin hü kü met temsilcileri, ticari ilişkileri
geliştirmekteki kararlılığı temsil ediyordu ama bunun
yanı sır a şirketokrasi karşıtı hareketin ve gü ney
Amerika’daki ü lkelerin ABD hegemonyasına karşı
kararlılığının bir parçası olarak da gö rev yapıyorlardı.
Latinler’in ABD mü dahalesi korkusunun ne kadar geçerli
nedenleri olduğunu, ü stü ö rtü lü girişimler kadar
Washington’un aç ıkça dile getirdiği politikaları da
gösteriyordu.
Bu noktalar Brezilya’dan dö ndü kten sonra beynimde
iyice netleşti. Gü nahlarını itiraf etmek isteyen birkaç
çakal benimle ilişkiye geçmişti.
27-Bir Suikastlar Tarihçesi
“Seçilmesinden iki gü n sonra El Presidente’nin
makamına gittim ve onu tebrik ettim. Bü yü k
masasında oturmuş, bana bir Cheshire Kedisi gibi
sırıtıyordu.
Sol elimi ceketimin cebine atıp, ‘Burada oyuna
uygun şekilde katılırsanız size ve ailenize verilecek
birkaç yü z milyon dolarım var,’ dedim. ‘Oyunu
biliyorsunuz; petrol şirketlerinin başındaki
dostlarıma nazik olacak ve Sam Amca’ya hü rmet
edeceksiniz.’ Sonra yanına yaklaşıp bu kez sağ elimi
ceketin cebine attım ve yü zü m onunkine neredeyse
değecek kadar eğilerek fısıldadım: ‘Burada da bir
tabanca ve ü stü nde isminizin kazılı olduğu bir kurşun
var; seçim kampanyanızda verdiğiniz vaatleri tutmaya
kalkışma olasılığına karşı.’
Geri çekildim, yerime oturdum ve ona Sam Amca’ya
meydan okudukları için alaşağı edilmiş ya da suikasta
uğramış başkanların isimlerini kısaca hatırlattım.
Diem’den Noriega’ya kadar olan isimleri yani... S ırayı
biliyorsun.
Mesajı aldı.”
Brett birasını yudumladı. Florida’daki Palm Beach
Gardens’de bulunan Waterway Cafe’nin ö nü ndeki
rıhtıma bağlanmış teknelerden birine sıçrayan bikinili
sarışına bakmak için dö nerken, “Bu kadar,” dedi. “Yani
bu kadarı zaten her şeyi anlatıyor.”
Brett benimle ilk ilişkiye geçtiğinde kendini ‘Ekvador
ve ö teki Latin Amerika ü lkeleri hakkında konuşmak’
isteyen bir çakal olarak tanıtmıştı. Telefonda ya da e-
postalarında daha ayrıntılı bilgi vermeyi reddetti.
Onunla ilk kez Florida’daki evime yakın bir plajda
buluştuk. Hâ lâ ET’ler için çalışmasına ve kimliğini
topluma açık bir şekilde paylaşmaktan korkmasına
rağmen, onu kiralayan kişinin tavırlarından rahatsızdı.
“Kibirli,” dedi bana. “Ve yozla şmış. Yurttaşlarımız
seçimle gö reve getirdikleri kişileri tanımalı ve
tavırlarının birçok eski dostumuzu bizim aleyhimize
nasıl döndürdüğünü öğrenmeli.”
Bu arada yılda vergiden muaf yarım milyon dolar
kazandığını ve işini sevdiğini de kabul etti. “Kimileri
adrenalin için ekstrem sporlar yapar. Ben de bu i şi
yapıyorum.” Kü ba kö kenliydi ve anlatt ığına gö re Castro
malum devrimle Fulgencio Batista’yı alaşağı ettiği
zaman, ailesi milyonlarca dolar kaybetmiş, bu da
komü nizme karşı bir korkuya kapılmasına neden
olmuştu. “Komünistler gitti ama benim işim değişmedi,”
dedi. “Ustelik o işte çok iyiyim. Washington’daki
sersemlerin son derece kö tü izlenim bırakmasına
gerçekten çok içerliyorum.”
Brett’in görünüşü ve insanın ü stü nde bıraktığı izlenim
işine uyuyordu. Tsunaminin harap ettiği
Endonezya’daki operasyonların gü venliğini sağlayan
Neil’in tersine, onda bir polis havası vardı. Halklar ve
ü lkelere dair, yanlış yapmamaya hassasiyet gö stererek
yaptığı açıklamaları -ki bunların arasında işe ilk
başladığını sö ylediği yer olan Panama ile Torrijos’a dair
betimlemeler de vardı- benim izlenimlerime tamı
tamına uyuyordu. Onunla konuşmak eski gü nlere
götürmüştü beni. O anda çalıştığı kişinin adını
vermiyordu ama ö ykü sü nü mesleğini a işe edecek
birçok ö rnekten biri olarak kullanmamı istediğini
söylüyordu.
Anlattığı hiçbir şey beni şaşırtmadı. Sö zü nü ettiği yedi
ü lkenin başkanlarına, benim eski işimi yapan birileri,
yani ET’ler tarafından yanaşıldığından hiç şüphem
yoktu. Başkana hiç de yabancı olmayan o kişi Dü nya
Bankası çalışanı, ABD bü yü kelçiliği gö revlisi, USAID
çalışanı ya da bu kurumlardan birinin danışmanı
kimliğiyle, gü cü n odaklandığı merkezlerde epey
dolanmış, kendini gö stermişti. Ama asıl gö revini
seçimlerden sonra yerine getirecekti. Kuşkucu bakış
açısını benimseyenler arada sırada bana suikastların
yapıldığını elbette ki bildiklerini ama ET’lerin varlığına
neden inanmaları gerektiğini sorar. Ve herkesçe
bilinen/bilinmesi gereken yanıtı alırlar: Sağlıklı
düşü nebilen hiç kimse bir devlet başkanını alaşağı
etmeyi denemeden ö nce suikastla ö ldü rmeye kalkışmaz.
Hiçbir politikacı ya da CIA ö yle bir şeyi aklından
geçirmez. En sert mafya unsuru bile bunu yapmaz.
Çü nkü çok risklidir. Ve ortal ığı berbat eder. Yap ılan
yanlışın ü stesinden gelmek için birçok yol vardır. Her
zaman ö nce temsilciler gö nderirsiniz. Bunlar yozlaşma
olasılığını, tavşanın burnuna uzatılan havuç gibi sunar
sö z konusu kişiye. Bu yö ntem işe yaramazsa, askeri
darbe ya da suikast tehdidini öne sürerler.
Ben benzeri gö revlerdeyken Brett’den çok daha
incelikli davranırdım. Devlet dairelerinde yaptığım
konuşmalarda, her zaman etrafta gizli kayıt cihazı
olduğu varsayımıyla hareket ederdim. Ama mesajın
anlamı her zaman aynıydı. Başkan o gö rü şmeden
aklında hiçbir kuşku olmadan ayrılırdı: Başta kalıp
zenginleşebilirdi, ama bunun için bizimle işbirliği
yapması gerekirdi; aksi halde bir kenara fırlatılıp
atılacaktı. Ölü ya da diri olarak.
Başkan Chá vez çakallar ve ET’ler ile olan ilişkilerini
Venezuela radyosunda anlatmıştı. BBC onun bu
konudaki birçok konuşmasından birini haber yapacaktı:
Başkan, John Perkins tarafından yazıl a n Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları adlı kitaptan sö z ederek,
bu kişilerin kendisiyle de ilişkiye geçtiğini anlattı. Ülke
ü zerinde gö zetleme uçuşları yapılmasını ve ABD
danışmanlarının varlığını kabul etmesi halinde, kimi
fonların kullanımına açılacağının teklif edildiğini
açıkladı.
Bu tekli leri reddetmesine rağmen ekonomik
tetikçilerin vazgeçmediğini, zayıf devlet memurları,
parlamento ü yeleri, hatta kendi çevresindeki ordu
mensuplarına baskı yapmaya çalıştıklarım sö yledi.
Chá vez, Perkins’in kitabında anlattığı gibi ekonomik
tetikçilerin başarısız olmasının ardından çakalların
geldiğini, askeri darbe ve suikast komplolarına
girişildiğini açıkladı. Ve hitap ettiği kalabalıktan
yü kselen tezahü rat arasında, “Ekonomik tetikçileri ve
çakalları yendik ve geri gelecek olurlarsa bir kez daha
yeneriz,” dedi.{48}
Chá vez beni ulusal TV yayınlarından birine davet
etmişti. Her ne kadar onunla olmaktan bü yü k mutluluk
duyacaksam da, bu daveti geri çevirmek zorundaydım;
çü nkü başka ü lkelerin politikalarına karışmaktan
kaçınmayı kendime sıkı bir ilke edinmişimdir. Her ne
kadar ABD’yi hesap sorulabilir konuma getirmek için
gü cü m dahilindeki her şeyi yapmayı, uygunsuz edimler
içinde olduklarını dü şündüğü m zaman konumuna
seçimle getirilmiş gö revlilere karşı sesimi yü kseltmeyi,
yanlış ya da yıkıcı edimlerini teşhir etmeyi sorumluluk
kabul etsem de, aynı hakka başka ü lkeler için sahip
olmadığıma inanırım. Venezuelalılar’ın kendi yollarını
kendilerinin çizmesi gerektiği kanısındayım ve aynı şey
bü tü n dü nya halkları için de geçerlidir. O halkların
isteklerine, onlar için neyin en iyisi olduğunu bildiğimiz
düşüncesine kapılmadan saygı göstermemiz gerekir.
Ben bu dersi manevi sonuçları en ağır olacak
yollardan geçerek aldım; başka devletlerin yö netimini
manipü le etmem için bana para verildi. Bunun yü kü nü
hayatımın geri kalanında omuzlarımda taşıyacağım.
Aynı yanlışı bir kez daha yapmaya niyetim yok. Bu
felsefe bazen asla amaçlanmamış kimi sonuçlara yol
açsa da.
Başkan Gutié rrez’in gö revden uzaklaştırılmasının
ertesinde bazı Ekvadorlu gazeteciler benimle ilişkiye
geçti. Onlarla Brett ile yaptığım görüşmeleri tartıştım ve
eski başkanın onun gibi birileri tarafından ziyaret
edilmiş olabileceğine dikkat çektim. Brett’i ve emsali
birçok kişiyi tanıyan biri olarak, çakalların Gü ney
Amerika’daki seçimle başa gelmiş şirketokrasi karşıtı
başkanlara, gö reve başlamalarının hemen ardından
baskı uyguladığına inanmak için geçerli nedenlerim
olduğunu anlattım. Bu sö yleşilerde ne zaman fırsat
doğsa, amacımın herhangi bir Latin Amerikalı
politikacının eleştiri yoluyla da olsa propagandasını
yapmak değil, ABD halkını, hü kü metimizi ve ticari
kuruluşlarımızı demokrasiyi engelleme girişimlerinde
ısrar etmekten vazgeçirmeye davet etmek olduğunu
vurguladım.
Bu sö yleşilerden hiç değilse biri Ekvador basını
tarafından farkedildi. 3 Mart 2006’da yö netim kurulu
ü yesi olduğum Pachamama İttifakı’nın yö neticilerinden
Bill Twist’ten bir e- posta aldım . İletinin ekleri
Ekvador’daki bü romuzun yö neticilerinin birinden gelen
mesajla, Quito’nun gü nlü k gazetesi olan El Comerció’nun
1 Mart 2006 tarihli manşetini içeriyordu: LUCIO
GUTIERREZ, JOHN PERKİNS’İ KARA ÇALMAKLA
SUÇLUYOR. Oradaki bü roda çalışanlar e-postada yazıyı
özetlemişti:
‘John’un yaptığı sö yleşi (....) burada gerçek bir
kargaşaya neden oldu! (....) Gutié rrez’in ü yesi olduğu
siyasi partinin başkanı, Comercio’ya eski başkanın
aleyhindeki karalama iddiaları konusunda suç
duyurusunda bulunacağını belirtti. Bu oldukça sıcak
bir gelişme, çü nkü seçim dö nemine girmiş
bulunmaktayız ve Gutié rrez’in gü ç kazanmakta olan
partisinin ayakta kalıp kalmaması söz konusu.’
El Comercio devam niteliğindeki bir sö yleşi için beni
aradı. Muhabire Ekvador politikalarına mü dahale
niteliğindeki hiçbir olguda yer almama konusundaki
kararımı, Gutié rrez’e iftira atmak gibi bir niyetimin
kesinlikle olmadığını, amacımın ABD kamuoyunu,
hü kü metlerimizin ve ticari kurumlarımızın sık sık
yetkilerini aştığına, edinilmiş gü ce dayalı istismarın
durdurulması için dayatılması gerektiğine inandırmak
olduğunu anlattım. Elimde Gutiérrez’in bir ET tarafından
ziyaret edildiğine dair geçerli kanıt bulunmadığını,
ancak geçmişte kendimin hü kü metler ü stü nde benzer
baskıları bizzat oluşturduğumu söyledim.
Sonrasında Gutié rrez’den bana bir erişim olmadı. Ote
yandan, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I ve El Comercio
yayınlarının bir sonucu olarak, çok sayıda ABD ordusu
mensubu, Bolivya topraklarında Venezuela’yı işgali
amaçlayan askeri harekâ tın manevralarının yapıldığına
dair bildiklerini aktarmak için benimle ilişkiye geçti. Bu
kişilerin hepsi ABD’nin aldığı tavırdan Brett gibi
derinden rahatsız olmuştu; seslerini topluma doğrudan
duyurmaya cesaret edemiyorlardı ama Amerikan
halkının içinden geçtikleri deneyimleri bilmesini
istiyorlardı.
Kolombiya, yarık u ̈ r e d e şirketokrasi karşıtı
hareketlerin son derece dikkat çeken bir istisnasıydı. Bu
ü lke Washington’un temsilcisi konumunu koruyordu.
Kaynağı Amerikan vergi mü kelle leri olan kitlesel bir
yardımın ve şirketlerin sponsorluğunu yaptığı paralı
askerlerden oluşma orduların ü ssü olmuştu. Bunların
yanı sıra ABD ordusunun desteğiyle donatılmış olarak
Washington’un bö lgesel etkinlik kurma giri şimlerinin
merkezi haline gelmişti. Her ne kadar ABD
mü dahalesinin resmi bahaneleri uyuşturucu savaşları
çevresinde yoğunlaşıyorsa da, bu sadece petrole dö nü k
çıkarları halkın tabanından gelecek muhalefete karşı
korunmak için yapılmış bir manevraydı. Haftalık Brecha
de Montevideo dergisinin yazı kurulunda bulunan ve
Latin Amerika Fransiskan Multiversitesi’nde profesö r
olan Raul Zibechi, Kolombiya’nın İsrail, Mısır ve Irak’ın
ardından en fazla ABD yardımı alan dö rdü ncü ü lke
olduğuna dikkat çekiyor. {49} (Associated Press ise ü lkeyi
ü çü ncü sıraya koyar.) Ve ba şkent Bogota’daki ABD
büyükelçiliği, Irak’takinden sonra dü nyanın en bü yü k
ikinci elçiliğidir. Zibechi dışında başka bir uzman daha
Washington’un Pentagon’un emri alt ında olacak bir
Gü ney Amerika birleşik ordusu oluşturduğu sonucuna
varmıştır ki, bu Amerika Kıtaları Serbest Ticaret
Alanı’nda (FTAA) ö nerilen askeri versiyona denk gelir ve
kurmay merkezi Bogota’dadır.{50}
Benimle ilişkiye geçen iki er ve bir asteğmen Profesö r
Zibechi’nin iddialarını destekler şekilde konuşmuştu.
Kolombiya’da konuşlanmalarının gerçek nedeninin ABD
varlığı oluşturmak ve Pentagon kumandasındaki Gü ney
Birleşik Ordusu’nda yer alacak Latin Amerikalı askerleri
eğitmek olduğunu sö ylü yorlardı. (Ordu için bu terimi ü ç
askerden ikisi aynen yazdığım şekilde kullandı.)
Teğmen, “Kolombiya’da yaptığımız her şey orayı
uyuşturucu işi için biraz daha çekici kılıyor,” dedi.
“Durumun orada neden gitgide kö tü leştiğini
sanıyorsunuz ki? Çü nkü biz ö yle olmasını istiyoruz;
çü nkü uyuşturucu tra iğinin arkasında biz varız. Tıpkı
Asya’daki Altın Uçgen’de olduğu gibi CIA var. Yani, Orta
Amerika’da ve İran-Kontra olayında İran’da olduğu gibi.
Ve İngilizler’in Çin afyonuna el attığı gibi. Koka, perde
gerisinden yü rü tü lecek aktiviteler için kullanılabilecek
milyarlarca dolar kirli para sağlıyor ve ordularımızı
kurmak için bahane yaratıyor. Ba şka ne istersin ki? Ben
ve benim gibi adamlar petrolü n bekçiliğini yapmak ve
Venezuela’yı işgal etmek için oradayız. Uyuşturucu
oyunu asıl konuyu gizlemek için salıverilmiş bir duman
perdesi.”
Eski bir Ye şil Bereli olan subay bana Guyana’da,
Venezuela sınırı yakınında paralı askerlerden oluşan bir
ordunun toplanmakta olduğunu söyledi. Bu elit güçte yer
alması teklif edilen ‘emekli’ komandolar arasında
tanıdıklarının hepsi savaş deneyimiyle sertleşmiş
paraşü tçü lerdi ve şimdi orman savaşı eğitimi alıyor,
İspanyolca öğreniyorlardı.
“Askerlerimiz Afganistan ve Irak’ta. Oralarda orman
y o k . İspanyolca da konuşulmuyor. Oyleyse sö zü nü
ettiğim adamlar neden o eğitimlerden geçiriliyor? Bir
düşü nü n bakalım, nerede bolca orman var?
Venezuela’da. Ve İspanyolca işte orada konuşuluyor.
Benim gibilere, yani Amerikalı, Britanyalı, Gü ney Afrikalı
paralı askerlere ilaveten, çoğu WHINSEC den mezun,
Latin ordularından gelme birçok adam da var
Guyana’da.”
Batı Yarıkü re Gü venlik Çalışmaları Enstitü sü
(WHINSEC) ya da eski adıyla Amerikalar Okulu (SOA),
Latin kö kenli askerlerin sıcak savaş, karşı devrim,
sorgulama, işkence, casusluk, iletişim ve suikast
teknikleri eğitimi aldıkları bir merkezdir. Mezunları
arasında kıtanın en kö tü ü n yapmış kimi generalleri ve
diktatö rleri vardır. SOA, Panama lideri Omar Torrijos
oradan çıkartıncaya kadar Panama Kanalı bö lgesinde
yerleşikti. Torrijos’un ö lü mü nden sonra Manuel
Noriega’nın, okulun ü lkeye geri dö nmesini engellemesi
ise ABD’nin kendisini ‘En Çok Arananlar Listesi’ne dahil
etme nedenlerinden biri oldu. Hem Torrijos, hem de
Noriega aynı tezgâ htan çıkmaydı, yani ikisi de SOA
mezunuydu ve SOA’n ın antidemokratik bir kuruluş
olarak bü nyesinde nasıl bir gü ç barındırdığını
biliyorlardı. Okul Georgia’daki Fort Benning’e ta şındı ve
gitgide bü yü yen eleştirileri bertaraf etmek ü zere 2001
yılında ismi değiştirildi.
El Comercio'da çıkan yazılar ü stü ne kopan tartışma
sü rerken, bir sabah Marta Roldó s bana Ekvador’dan bir
e-posta gö nderdi. ABD’ye geleceğini ve benimle 24
Mayıs 1981’de uçak kazasında hayatını kaybeden babası
eski Ekvador Başkanı Jaime Roldó s’un ö lü mü yle ilgili
konuşmayı umduğunu yazıyordu. Yayın organlarında
yer alan haberlere gö re, başkanın uçağı kö tü hava
koşullarında engebeli bir araziye dü şmüştü . Ote yandan,
gü venilir kaynaklar bunun bir kaza olduğu konusunda
ciddi kuşkular besliyordu. Roldó s’un petrol şirketlerini
dizginlemekteki kararlılığı onun CIA tarafından
dü zenlenen bir suikasta kurban gittiği şü phesine gü ç
kazandırıyordu. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de
şö yle yazmıştım: ‘Washington ile petrol şirketlerinin
ondan [Roldó s’tan] nefret etmesi bir yana, başka kimi
olgunlaşmış koşullar da bu iddiaları destekler yö ndedir.’
Marta’nın benimle konuşmak istediği de işte o
koşullardı.
16 Mart 2006 gü nü uçağı Miami’ye iner inmez benim
Palm Beach’taki evimin yakınındaki bir restorana geldi.
Onu artık yirmi ü ç yaşında olan kızım Jessica ile birlikte
karşıladık ve restoranın terasında yediğimiz yemekte
saatlerce konuştuk.
Marta bana ABD’ye gelişinin ö ncelikli nedeninin
kurmaya çalıştığı Jaime Roldó s Kü tü phanesi için yardım
aramak olduğunu anlattı. Kü tü phane, ü lkesinde tü rü nü n
ilk ö rneği olacak, gö revdeyken trajik bir şekilde can
vermiş çok sevilen bir başkanın anısını yaşatacaktı.
Heyecanla parlayan gö zlerle, “JFK Kü tü phanesi gibi
olacak,” diyordu. Kü tü phanenin babas ının ö lü mü yle
ilgili, daha ö nce kamuoyuna açıklanmamış bilgileri
barındıracağını bir sır olarak bana aktarıyor ve
ekliyordu: “O olayın bir suikast olduğundan en ufak
şü phem yok. Pilot hava kuvvetlerinin en iyisi ve
babamın kişisel dostuydu. Pilotun eşi de anneme
derinden bağlı bir kadındı ve çocukları vardı, ü stelik
onlar da uçaktaydı. Yani asla aptalca bir şey yapmazdı.
Basında yer alan haberlerin tersine, uçağın inişe geçtiği
bö lge Ekvador standartlarına gö re hiç de engebeli bir
arazi değildi ve hava gayet iyiydi.”
Marta o dö nem toparladığı ayrıntıları aktarmaya
devam etti. Uçağın dü şmesinden hemen sonra bö lge
kapatılmıştı; yerel polis enkazdan uzak tutulmuş, sadece
Ekvador ve ABD askeri personelinin yaklaşmasına izin
verilmişti. Anahtar konumdaki iki gö rgü tanığı, kazayla
ilgili soruşturmada ifade vermeden hemen ö nce tra ik
kazalarında ö lmü ştü . Uçağın motorlarından biri
İsveç’teki bir laboratuvara gö nderilmiş, yapılan testler
çarpmadan ö nce durduğunu ortaya koymuştu. Trajedi
yaşandığında Marta henü z on yedi yaşındaydı. Her iki
ebeveyni de ö lmü ş, perişan olmuştu; o nedenle yıllar
boyunca bu konuda ciddi bir girişimde bulunamamıştı.
Sonra kırk bir yaşına girdiğinde babasının ö ldü ğü yaşa
geldiğinin farkına varmış, harekete geçme zamanının
geldiğini anlamıştı.
“Kitabınızda babamın ö lü mü nü n Omar Torrijos
ü stü nde yaptığı etkiyi anlatıyorsunuz,” dedi.
“Yazdıklarınızın gerçek olduğunu biliyorum. Omar’ın
yeğenlerinden biriyle evlendim. Eşime ve başka birçok
kişiye, babam gibi ö ldü rü lmeyi beklediğini sö ylemiş.
Olmeye hazır olduğunu açıkça dile getirirmiş, çü nkü
başarmıştı. Kanal’ı tekrar Panamalılara teslim etmiş,
Amerikalar Okulu’nu ülkesinden sürüp çıkartmıştı.”
Omar Torrijos 31 Temmuz 1981 gü nü , yani Jaime
Roldó s’un ö lü mü nü n ü stü nden yaklaşık iki ay sonra, bir
uçak kazasında ölmüştü.
Marta ile randevumdan dö ndü kten sonra, evde oturup
yukarıda anlattıklarımı yazdım. Hepsinin ü stü nden
Jessica ile birlikte tekrar tekrar geçtim, olgunlaşmaları
için bir hafta bekledim ve Marta’nın Ekvador’a
döndüğü nden emin olunca e-posta ile ona gö nderdim.
Ama ondan ses çıkmadı. Defalarca iletişim kurmayı
denedim.
Sonra Haziran ayında eşimle birlikte New
England’daki yazlığımıza geçtik. Oradan iletişim
bilgilerini doğru alıp almadığımı teyit etmesini isteyen
kısa bir ileti daha gö nderdim. Bu kez yanıt geldi: ‘Evet,
benim, Marta.” Konuşmamızın yazıya dö kü lmü ş halini,
yapmak istediği değişiklikler olup olmadığı sorusuyla
birlikte ona bir kez daha gö nderdim. Yine yanıt gelmedi.
Sonunda, iki hafta kadar sonra e-postalarımı kontrol
ederken onun adını gö rdü m. İletiyi heyecanla açınca,
Ekvador’da yapılacak bir tiyatro festivaline davetli
olduğumu bildiren bir grup gö nderimi olduğunu
gö rdü m! ‘Yanıt’ butonunu tıklayıp bir kez daha
görüşmemizle ilgili yazıya yö nelik yorumlarını istedim.
Yanıt gelmedi.
Northampton, Massachusetts’deki bir ü niversitede 11
Temmuz 2006’da yapılacak bir diploma tö reninde
konuşma yapacaktım. Oraya gidince okulun İspanyolca
öğretmeni Juan Carlos Carpió ile aramızda bir dostluk
oluştu. Doğma bü yü me Ekvadorlu olan Juan’ın amcası
Doktor Jaime Galarza Zavala ü lkesinde saygı duyulan bir
entelektü eldi. Ayrıca araların d a J a m i e Roídos'u Kim
Öldürdü? adlı kitabın da bulunduğu birçok kitabın
yazarıydı. Zavala, Ekvador’un muz ihracat merkezi olan
El Oro eyaletinde ö nde gelen kü ltü rel kuruluşlardan
kabul edilen Casa de la Cultura Ecuatoriana’nın da
başkanıydı. Juan Carlos, 2006 yılının Ağustos ayında
beni arayarak amcasının New York’ta bir konferans
vereceğini ve benimle buluşmak istediğini söyledi.
14 Ağustos’ta eşim Winifred ile Northampton’un
kuzeyindeki La Cazuela restorana gittik. Juan Carlos ile
amcası Galarza Zavala’yı içeri girer girmez gö rdü m.
Pazar gecesiydi ve restoran neredeyse tamamen boştu.
Ama onlar yine de dip kö şede, ö teki mü şterilerden
olabildiğince uzak bir masaya oturmuştu. Bunun bir
rastlantı mı, yoksa meraklı kulaklardan uzak durma
çabası mı olduğunu merak ettim.
Bir sü re gü ndelik şeyler ü stü ne sohbet ettikten sonra,
Doktor Galarza bana Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I'in
Ekvador’da epey dalgalanmaya neden olduğunu, kitabı
orada bulmanın olanaksız hale geldiğini sö yledi.
“Kitabevlerine ulaşır ulaşmaz birileri hepsini satın
alıyor,” dedi. Yü zü nde buruk bir gü lü mseme vard ı.
“Benim kimi kitaplarıma da aynı şey oldu. Bunların
arasında Roı́dos suikastını CIA, İsrail hü kü meti, Ekvador
ordusundaki ü st dü zey subaylar ve ü lkenin sağ kanat
politikacılarına bağlayan kitabım da vardı.” O da Roı́dos
gibi Guayaquil Universitesinde ö ğretim ü yesiydi ve
kendi deyişiyle ‘Jamie Roı́dos ile iyi dosttu’. Bana
Roldó s’un başkan seçildikten sonra kendisine suikasta
uğrama kaygılarını defalarca dile getirdiğini anlattı.
Sonra da ilginç bulacağımı dü şündüğü bir olayı
açıklayacağını söyledi.
“Jamie 1981 yılının Mayıs ayında petrol şirketlerinin
ü st dü zey yö neticileriyle yapılacak gizli bir toplantıya
katılmak ü zere Houston’a uçtu. Beraberinde birçok
devlet yetkilisi ve bü rokrat vardı. Bu kişilerden birinin
ö nceden petrol şirketleri için çalışmış olmasından ö tü rü
kendisine ö zellikle yararlı olacağını dü şünüyordu.”
Doktor Galarza duralayıp başını hü zü nlü bir ifadeyle
salladı. “Ne kadar da yanılıyormuş! Sonuçta gizlilik için
dayatan Ekvadorlular ve petrolcü lerdi. Basın olmayacak
ve herhangi bir açıklama yapılmayacaktı. Amerikalılar
Ekvadorlular’a ö nerilerini sundu. Jaime’nin seçim
kampanyası sırasında kendilerini dizginlemeyi vaat
ettiğini biliyorlardı. Ama Ekvador ile ö nceki dö nemlerde
yaptıklarına ve başka ü lkelere dayattıklarına benzer bir
anlaşma ö nerisi yaptıl a r . Şirketler ö n aramaları
yapacaktı ve Ekvador bu hizmetin bedelini dolar ya da
ham petrol olarak ö deyecekti. Jamie yapılacak
hizmetlerin karşılığını dolarla ödemenin onun için sorun
olmadığını ama ham petrol olarak vermeyi
düşünmediğini açık şekilde ifade etti. ‘Halkımın
oluşacak artı değerden yararlanabilmesi için ü lkemde
petrokimya tesisleri kurmak istiyorum,’ dedi. Tü m ham
petrolü tutmak istiyordu. Bu şirket yö neticilerini
öfkelendirdi. Daha önceki rejimlerle yaptıkları anlaşma o
şekilde değildi ve kü resel politikalarıyla çelişiyordu.
Tartışma hararetlendi. Jaime’nin bana daha sonra
anlattığına gö re ortam iyice tatsızlaştı, çirkinleşti.
Sonunda Jaime’nin sabrı taştı. Kalkıp salonu terk
ederken ö teki Ekvadorlular’ın da kendisini izleyeceğini
düşünmüştü. Başkanımız, dostum Jaime hemen Quito’ya
dö ndü ve en yakın danışmanlarıyla bir toplantı yaptı.
Danışmanları son derece hassas bir durumda, hatta
hayatının tehlikede olduğunu sö yledi ona. Ama bu
Jaime’yi durdurmadı. Dü şü ncelerini yü ksek sesle ifade
etmeyi sü rdü rdü . Ulusal kanallardan birine çıkıp
Ekvador halkına yardım etmeye yö nelik planlarda yer
almadıkları takdirde yabancı şirketleri
kamulaştıracağını duyurdu. Atahualpa Olimpik
Stadyumu’nda bir ulusun egemenlik hakkının halkı,
ö zellikle de yoksul kesimleri gö zetmesi anlamına
geldiğini uzun uzun vurgulayan bir sö ylev verdi. O
konuşmadan kısa bir sü re sonra eşiyle birlikte kü çü k bir
uçağa binip başka bir yere gitmek ü zere yola çıktılar.
Oraya hiç ulaşamadılar. Houston toplant ısının ü stü nden
daha bir ay geçmeden, 24 Mayıs 1981’de dü şen uçağın
içinde ikisi de can verdi. Jaime Roldó s’un suikasta
kurban gittiğine dair en ufak bir şüphe yoktur.”
Massachusetts’teki o restoranda dö rdü mü z bir sü re
konuşmadan oturduk. Jaime Roı́dos Aguilera’nın
Quito’daki resepsiyonda tanıştığımız gü nkü o gö rü ntü sü
geldi gözümün önüne. Dinçliği, karizması, mizah anlayışı
ve Ekvador’u yarıkü renin en yoksullaştırılmış ü lkesi
konumundan çekip çıkartmaktaki kararlılığı beni
derinden etkilemişti. Bir sü re daha sessizce oturduktan
sonra Doktor Galarza’ya dö ndü m ve ona Jaime’nin kızı
Marta ile yaptığım gö rü şmeyi anlattım. Suikast
iddialarını destekleyen sö zlerini aktardım. Doktor
Galarza yeğenine dö ndü . “Hayret verici, değil mi? Kendi
ü lkemizde, kendi polisimiz başkanımızın ö ldü ğü kaza
alanına yaklaştırılmıyor. Amerikalı yetkililer oraya
girebiliyor ama Ekvador polis mü fettişleri uzak
tutuluyor. Ne anlarsın bundan?”
Sonra bu gö rü şmenin ardından Marta ile defalarca e-
posta aracılığıyla ilişki kurmaya çalıştığımı anlattım.
“Konuşmamız hakkında yazdıklarımı gö ndermek ve
eklemek istediği bir şeyler olup olmadığını ö ğrenmek
istedim ama hiç yanıt vermedi.”
Doktor gü ldü . “Vermeyecek de. Amcası, yani Jaime’nin
kardeşi Léon başkanlığa adaylığını koydu ve yaptığınız o
görüşmenin sonrasındaki sü reçte Marta da amcasının
halkla ilişkiler o isinin başına geçmeye karar verdi.
Bildiğiniz gibi, anne ve babalarının ö lü mü nden sonra, o
ve erkek kardeşi Leon’u bir tü r koruyucu baba kabul etti.
Hepsi ağır darbe almış, sarsılmış ve korkmuştu. Siz ve
kızınızın Marta ile yemek yediği gü nü izleyen aylarda
Ekvador’da çok şey yaşandı. Ulkem bir kargaşa içinde.
Gutié rrez’in yerine yardımcısı Palacio getirildi ve o da
konumunun gereklerini yerine getirmekte yetersiz
kalıyor. Kimsenin aklına başka alternatif gelmiyor. Lé on
ve Marta gibi insanlar korkuyor. Suikast ın gerisinde
gü çlü kü resel çıkarlar olduğunu biliyorlar. Art ık bu tü r
şeyleri sizinle konuşmazlar.”
28-Latin Amerika'dan Alınan Dersler
Sık sık geriye bakar ve 1992 yılında Pepe Jaramillo ile
Guatemala’da yaşadığım deneyimi dü şünürüm.
Şimdilerde o olayın zamanında değerlendirebildiğimden
çok daha ö nemli olduğunu kavrıyorum. Oraya bir ABD
şirketinin temsilcisi olarak, Maya kaynaklarını sö mü rme
olasılıklarını araştırmak için gitmiştim. Ama bir yandan
da Mayalar’a topraklarını korumakta ve kü ltü rlerinin
yaşamasını sağlamakta yardımcı olmayı amaç edinmiş
bir toplum ö rgü tü yle yakın ilişki içinde çalışıyordum. Bu
durumdan fazla hoşlandığım sö ylenemezdi; aslında
hayatımdaki ö teki çelişkileri, bir anlamda ü lkemin
gerçeğini yansıtan ikilemleri tam olarak anladığım da
söylenemezdi.
Bir taraftan insan haklarına olan inancını her fırsatta
açıkçı dile getiren, bir taraftan da başka topraklarda o
toprakların halklarını sö mü rme ü stü ne kurulu bir
materyalizmin key ini çıkartan bir kü ltü rden
geliyordum. Dü nya nü fusunun %5’ten azını oluşturan
ama kaynaklarının %25’ini tü ketmeyi başaran; ekolojik
ilkeleri destekleyen ama gezegene en fazla zarar veren
çevre kirliliğinin %30’unu yaratan bir ulusa mensuptum.
Bindiğim uçak Miami havaalanından kalkarken, başka
birilerinin ü lkesinden çıkartılmış petrolü yakıyordu.
Kimi giysilerim sweatshoplarda üretilmişti. Beni o iş için
oraya gö nderen şirket girişimlerini sü rdü rü r ve
planladığı jeotermal projeleri başarıyla uygularsa,
yü zlerce Amerikalı mü hendis ve hisse senedi sahibi
toplamda milyarlarca dolar kazanacaktı; Pepe gibi
varlıklı Guatemalalılar daha fazla sanayi yatırımı
yapacak, alışveriş merkezi, spa tü rü turizm kompleksleri
inşa edecekti. Mayalar ise atalarının mirasının ve
ruhlarının bir bö lü mü nü daha kaybedecekti; toprakları
harap olacaktı.
Şimdiki perspekti imden geriye baktığımda
gö rdü klerim Shuar bö lgesine gittiğimde o yaşlı adamın
benim için çizdiği tabloya kusursuz bir ö rnek
oluşturuyor: “İnsanlarınız devasa fabrikalar, yü ksek
binalar, şu ırmaktaki su damlaları kadar çok araba
düşlü yor. Ve şimdi dü şü nü zü n aslında bir karabasan
olduğunu görmeye başladınız.”
Pepe 1992’de yerli halklardan korkuyordu. Sonraki on
yıl bu korkusunun ne kadar haklı olduğunu gö sterdi.
Yaşlı yerli nasıl yardım edebileceğimi sorduğumda,
geleceğe kenarından gö z atmamı sağlayacak şeyler
söylemişti: “Basit. Tek yapman gereken o dü şü
değiştirmek. Farklı bir tohum atmanız, çocuklarınıza
yeni düşler kurmayı öğretmeniz gerekiyor.”
Latin Amerikalılar bu ikri ciddiye almıştı. Yerli
halkların ö nderliğindeki kentsel yoksullar ve
campesinolar o dü şü hem sö zde, hem de eylemde
değiştirdi. Kü ltü rlerini ve topraklarını koruyacak
hareketler organize ettiler. Eski diktatö rleri devirdiler,
yerel kaynakların halkın yararına kullanılmasını dayatan
başkanları seçimlerle başa getirdiler. Ve tuhaf bir
şekilde bizi ABD’de kendimizden korudular.
Şirketokrasiye kafa tutarak, bizi dü nyaya ne yapmakta
olduğumuzu irdelemeye zorladılar. Bize ve kendilerini
izleyecek diğerlerine örnek oluşturdular.
Latinler başka bir şey daha yaptı. Bunu Rio Grande’nin
gü neyinde değil burada, ABD’de gerçekleştirdiler.
Çoğumuz emeklilik, eğitim, sağlık ve sosyal yardım
bü tçelerinde yapılan kesintilerden, Irak Savaşı’nın
tırmanan maliyetinden, hü kü metin New Orleans’taki
ihanetinden şikâ yet ederken, onlar haksız buldukları
gö çmenlik yasalarını protesto etmek için sokaklara
dö kü ldü . Biz evlerimizde oturmuş televizyon karşısında
kanalları zaplar, o arada tekdü ze bir ses tonuyla
hü kü mete yö nelik sızlanmalar mırıldanır ve bunun
ö tesinde bir şey yapmazken, onlar bizim Anayasamız ile
verilmiş haklara sahip çıktılar. Seslerini yü kseltip
Washington’a do ğru yü rü yü şe geçtiler. O insanların
amaçlarını destekleseniz de, desteklemeseniz de yapılan
şeyin bilincine varmalı, cesaretlerine ve eyleme geçme
kararlılıklarına saygı duymalısınız.
Ortadoğu’da da halklar eyleme geçiyor. Her ne kadar
imparatorluk kurma kavramıyla olan mü cadeleleri
tarihsel bir perspektiften ilizlense de, Latin
Amerika’dakiyle radikal farklılıklar gösteriyor.
III-ORTADOĞU
29-İflas Etmiş Bir ABD
20. yü zyılın ilk yarısında petrol, tarihin en değerli
kaynağı olarak sivrilmiş, modernleşmenin gerisindeki
itici gü ç haline gelmişti. Sağlam petrol kaynaklarına
sahip olmak dış politikalar için esaslı bir temel taşıydı.
Japonya’nın Pearl Harbour baskını kararının gerisindeki
ana faktö rlerden biri de petroldü . İkinci Dü nya Savaşı
petrolü daha da ü st dü zey bir statü ye yerleştirmişti.
Tankların, uçakların, gemilerin yakıtını sağlıyordu; yani
petrolü olmayan bir savaşan gü ç, en kö tü akıbetle
karşılaşmaya mahkumdu.
Ve petrol -diğerlerinin arasından sıyrılarak-
şirketokrasinin en güçlü enstrümanı haline gelmişti.
Barış sağlanınca ABD petrol şirketlerinin ü st dü zey
yö neticileri tarihin gidişatını değiştirecek bir plan yaptı:
Gelecekte girilebilecek bir savaş ve acil durumlar için
ABD’nin petrol rezervlerini saklamak, Başkan’ı ve
Kongre’yi bunun ü lke çıkarı için gerekli olduğuna
inandırmak. Başka kıtalardakiler sö mü rü lebilecekken
kendi petrol havzalarını neden kurutacaklardı ki?
Britanya ve başka Avrupa merkezli petrol şirketleriyle
işbirliği yaparak, hü kü metleri (kü resel petrol kaynakları
ü stü nde egemenlik sağlamak için şart olduğunu ö ne
sü rdü kleri) vergi indirimleri ve başka ö zendirmeler
sağlamaya ikna ettiler.
Bu karar -ki o zamandan bu yana gelen her başkan ve
Kongre tarafından desteklendi- sınırların yeniden
çizilmesine yö nelik politikalarda, yeni krallıkların
oluşturulmasında ve hü kü metlerin devrilmesinde ana
unsurlardan birisini oluşturacaktı. Para birimlerinin
değerinin belirlenmesinde petrol de altın gibi bir gü ç
simgesi haline dö nü ştü ama altından farklı olarak
modern teknolojiler, örneğin plastik, kimya ve bilgisayar
teknolojileri için de elzem olmasıydı.
Petrol şirketlerinin aldığı karar, ba şlangıçta Uçü ncü
Dünya’nın petrol ü reticisi ü lkelerine refahı taşıyacak
gibi bir gö rü ntü verdi. Ama altının tarihi adımlarını
takip eden petrol, yırtıcı bir kuşa dönüştü . Petrol zengini
ü lkeler, kovboylar zamanının yerden fışkırmış gibi
ortaya çıkan kasabalarındaki madencilere benziyordu ve
zamanla dayatmalar ö ne sü rmeye başladılar, soyguncu
baronlarla kimi hergelelerin hedefi haline geldiler.
Petrolü n modern çağın anahtar konumundaki
maddesi haline gelmesiyle hemen hemen aynı zamanda,
Sovyetler Birliği de Bir Numaralı Halk Düşmanı tanımını
k a z a n a c a k şekilde yü zeyde belirdi. Tarihçiler
imparatorluk kurma sevdası peşinde olanların dış
tehditlere gereksindiğini bilir. SSCB de bu rolü ABD için
gayet başarılı bir şekilde oynadı. Moskova’nın nü kleer
cephaneliği, şirketokrasinin Soğuk Savaşı’nı uluslararası
diplomaside dayattığı yeni yaklaşımlara yö nelik
iddialarına duyulan güveni pekiştirdi.
Soğuk Savaş’ın galibini belirleyecek, petrol ü stü ne
girişilen ilk ve gerçek kapışmanın, dü nyanın en fazla
petrole sahip olan yö resinde, yani Ortadoğu’da
yaşanması artık şaşırtıcı değildi. Halkının kendi
topraklarından çıkartılan petrol ü stü ndeki hakları için
dayatan, demokratik seçimlerle iktidara gelmiş ve çok
popü ler bir karakter olan İran başbakanı (ve TIME
dergisinin 1951’de yılın adamı seçtiği) Muhammed
Musaddık, Britanya petrol şirketlerini ulusallaştırdı.
Bü yü k ö keye kapılan Britanya, yardım için İkinci Dü nya
Savaşı’ndaki mü tte iki ABD’ye dö ndü . İki ü lke de askeri
mü dahalenin Sovyetler Birliği’nin nü kleer tetiği
çekmesine yol açmasından korkuyordu. Washington
meselenin halledilmesi için Deniz Piyadeleri yerine bir
CIA ajanını, Kermit (Theodore’nin torunu) Roosevelt’i
gö nderdi. Roosevelt birkaç milyon dolarlık bir bü tçeyi
kullanarak Musaddık’ın devrilmesiyle sonuçlanacak,
şiddet içeren gö steriler dü zenledi; CIA bu seçilmiş
ö nderin yerine Bü yü k Petrol’ü n despot ahbabı Şah
Muhammed Rıza Pehlevi’yi getirdi.
İtiraflar'da da tartışmaya açtığım gibi, Roosevelt’in
başarısı, ortaya benim de kariyer yapacağım, tamamıyla
yeni bir meslek çıkardı: Ekonomik Tetikçilik. İran
olayından çıkartılacak ders açıktı: Bir imparatorluk
savaş riski almadan ve oldukça ucuza kurulabilir. CIA’n ın
yeni yö ntemleri şirketokrasinin ulaşmayı arzu ettiği her
yerde uygulanabilirdi. Ama bir sorun vardı. Kermit
Roosevelt kadrolu CIA çalışanıydı. Yakalanırsa bunun
sonuçları mü thiş olabilirdi. Bö ylece devlet
operasyonlarının ö zel sektö rden gelen ajanlar
tarafından yapılmasına karar verildi. Bunun için
kurulması sağlanan şirketlerden biri de benim çalıştığım
MAIN idi.
Biz ET’ler kısa zamanda politikalarını manipü le etmek
için ü lkelerin petrol havzalarını ulusallaştırmalarını
beklememiz gerekmediğini anladık. Sö mü rgeleştirme
araçlarının kullanımı için Dü nya Bankası’na, IMF’ye ve
ö teki çokuluslu kurumlara yö neldik. ABD şirketleri için
kârlı anlaşmalar bağladık, ihracatçılarımızın çıkarına,
Uçü ncü Dü nya ü lkelerinin zararına olduğu alenen
gö rü len ticari bağlantılar kurulmasını sağladık ve başka
ü lkeleri altından kalkılması olanaksız borçlara boğduk.
Bunların yü rü rlü ğü nü sağlamak için, halklarını temsil
eden bir gö rü ntü veren, aslında bizim uşaklarımız olan
işbirlikçi yö netim yapıları oluşturduk. Bunların ilk
ö rnekleri İran, Urdü n, Suudi Arabistan, Kuveyt, Mısır ve
İsrail’dir.
Şirketokrasinin kü resel politikalara egemen olma
yolunda ET’lerle bağlantılı ve eşgü dü m içinde
uygulamaya koyduğu başka bir politika da, petrol
ü rü nleri kullanımını artırmaktı. Halkla ilişkiler
uzmanları tıpkı uyuşturucu satıcıları gibi dü nyanın her
tarafını dolaşarak, insanları şirketokrasinin organize
ettiği çerçeveler içinde ve genellikle petrol bazlı, Uçü ncü
Dü nya ü lkelerindeki sweatshoplarda hayret verici
koşullar altında ü retilen ü rü nleri satın almaya teşvik
etti.
İran’daki askeri darbeyi izleyen on yıllarda
ekonomistler sık sık ekonomideki ani ve hızlı
bü yü meyle birlikte yoksulluğun azalmaya başladığı
yö nü ndeki ö rneklerden sö z eder oldu. Ote yandan, Asya
örneğinde gö rdü ğü mü z gibi istatistikler yanıltıcıydı.
Aynı istatistikler toplumsal ve çevresel dü şüşü gö zardı
etmenin yanı sıra uzun vadede doğabilecek sorunları da
göstermiyordu.
Bu ‘ö ngö rü lmedik sonuçlar’ konusunda iyi bir ö rnek
Roosevelt’in İran macerası sonunda doğmuştur. Darbe
iktidara petrol dostu bir diktatö r getirmiş olabilirdi ama
Ortadoğu’daki Amerikan karşıtı hareketleri
gelenekselleşmiş bir kurum niteliğine de
kavuşturmuşt u . İranlılar demokratik seçimlerle başa
gelmiş sevilen başbakanlarını devirmesinden ö tü rü
ABD’yi asla affetmedi. Komşu ü lkelerdekiler de ö yle.
Siyasi tarih akademisyenleri Washington’un Musaddık’ı
desteklemesi ve İran halkını yoksulluktan kurtaracak
petrol gelirleri yaratmasına yardım etse ne olacağını
merak eder. Ço ğu uzman ö yle bir yö nelişin yö re
ü lkelerini demokratikleşmeye cesaretlendireceği ve
bö lgede o zamandan beri kesilmeyen korkunç şiddeti
engelleyebileceği sonucuna varmıştır. Oysa bunun
yerine ABD gü venilmez ü lke kabul edilmiş, kendini
göstermekten hoşlandığı gibi demokrasinin savunucusu
olmak bir yana, amacının Üçüncü Dünya’ya yardımın çok
dışında olduğuna inanılmıştır. Tek istedi ği kaynakları
denetlemektir.
Birleşik Devletler aynı dö nemde içeride de keskin
sorunlarla uğraşıy o r d u . Şirketokrasinin gü ç alanını
genişletme sü reci ulusu borca boğmuştu. Petrol
havzaları nasıl dışarıdaysa, mallarımızı üreten fabrikalar
da artan bir hızla yabancı ü lkelere kaymaya başlamıştı.
Yabancı kredi kaynakları, ö demelerin altın olarak
yapılmasını dayatıyordu. Nixon yö netimi buna 1971’de
altın standardını hükümsüz kılarak yanıt verdi.
Washington şimdi bir açmazla karşı karşıyaydı. Kredi
kaynakları ö teki para birimlerine dö nerse, şirketokrasi
borçlarını altının alındıkları dö nemdeki değeriyle
karşılaştırmalı olarak ö demek zorunda bırakılabilirdi.
Bu da felaket olurdu, çü nkü şirketokrasinin kasalarında
artık borçları kapatmaya yetecek miktarda para yoktu.
İ lasa açılan kapıyı tutan tek muhafız şimdi ABD
Darphanesi, onun dolar basma ve değerini belirleyerek
kabul ettirme gü cü ydü . Dü nyanın ABD dolarını standart
para birimi olarak kabul etmeyi sü rdü rmesi son derece
önemliydi, hatta zorunluluktu.
Bu kitabın giriş bö lü mü nde Suudi Arabistan’ın
çevresinde dö nen çö zü mü ö zetlemiştim. O kısa
versiyondu. Uzun versiyonda Washington’un yardımına
yetişen ama bunun farkında olmayan iki mü tte ik daha
vardır ve ikisi de Ortadoğu’dan çıkmıştır.
30-Kral Dolar
“Dolara ne olacak?” MAIN başkanı Jack Dauber bu
retorik soruyu 1971’deki altın standardını terk etme
kararının hemen ardından sordu. “Sonunda değerinin
petrole göre belirleneceğinden kuşku duyuyorum.”
Dauberler, Ortado ğu’ya geçerken uğradıkları
Endonezya’da beni Hotel InterContinental’de yemeğe
davet etmişti.
“Nixon’un Kissinger, Shultz ve Cheney’den olu şan
epey becerikli bir ekibi var.” Jake e şinin elini tutup
gö zlerinin içine baktı. “Seninle kanepemizde oturmuş,
bu bü yü k maceranın içinde yer almış insanlar
olduğumuzu anlatacağımız gü nleri gö rebiliyorum. ABD
dü nya tarihinde yeni bir dö nem açıyor ve biz de bunu ö n
sıradan izleyeceğiz.”
Jack eşiyle paylaşmayı umduğu o gü nü gö recek kadar
yaşamadı. O yolculuktan kısa bir sü re sonra ö ldü ve
yerine kendi yetiştirmelerinden olan Bruno Zambotti
getirildi. Ote yandan doların geleceğine yö nelik analizi
doğru çıkacaktı. Nixon’un ekibi sadece becerikli değil,
düpedüz kurnazdı.
Washington’un doların egemenliğini savunma
mü cadelesindeki ilk mü tte iki İsrail oldu. İsrailliler’in
bü yü k bö lü mü de dahil olmak ü zere çoğu insan, Tel
Aviv’in 1967 yılında sınır boyundaki Mısır, Suriye ve
Urdü n birliklerine başlattığı ve sonradan Altı Gü n Savaşı
olarak anılacak olan harekâ ta yö nelik kararının
gerisinde, İsrail’in sınırlarını korumaktaki kararlılığının
yattığına inanır. Harekâ t ın en belirgin sonucu bö lgesel
yayılma oldu; İsrail kanlı haftanın sonunda Doğu Kudü s,
Batı Şeria’nın kimi bö lü mleri, Mısır’ın Sina Yarımadası
ve Suriye’nin Golan Tepeleri’ni alarak topraklarını dö rt
misline çıkartmıştı. Ama Altı Gü n Savaşı bir amaca daha
hizmet etti.
Araplar toprak kaybı karşısında utanca uğramış ve
öfkelenmişti. Bu ö kenin bü yü k bö lü mü ABD’yi hedef
alıyordu. Çü nkü İsrail ö yle bir şeyi Amerikan mali ve
siyasi yardımı olmadan asla başaramazdı; dahası ihtiyaç
duyacağı durumda ABD askerlerinin hemen arkasında
durduğu da fazla ü stü ö rtü lü bir tehdit değildi.
Washington’un Yahudi anayurdunu savunmaktan çok
daha bencilce nedenleri olduğunu, Beyaz Saray’ın doğan
ö keyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanacağını pek
az Arap anlamıştı.
Nixon’un ikinci ve hiç kuşkulanılmayan mü tte iki,
İslami Ortadoğu’nun tamamı olacaktı. 1967’deki Altı Gü n
Savaşı’na yanıt olarak Mısır ile Suriye, 6 Ekim 1973 gü nü
(Yahudi tatillerinin en kutsalı olan Yom Kippur’da)
İsrail’e aynı anda saldırdı. Sağlam bir stratejik zeminde
hareket etmediğini bilen Enver Sedat, Suudi Arabistan
kralı Faysal’a ABD’ye (dolayısıy l a İsrail’e) başka bir
cepheden ve kendi deyişiyle ‘petrol silahını’ kullanarak
saldırması için baskı yaptı. Bö ylece 16 Ekim gü nü Suudi
Arabistan ve Basra Kö rfezi’nde yer alan başka dö rt Arap
ü lkesi petrolü n iyatını %70 artırdığını duyurdu; Arap
olmayan Mü slü man İran da İslami dayanışma adına
onlara katıldı. Bunu izleyen gü nler içinde ABD’nin İsrail
yanlısı duruşundan ö tü rü cezalandırılması gerektiğini
kabul eden Arap petrol bakanları, bir petrol ambargosu
koyma düşüncesini oybirliğiyle destekledi.
Uluslararası satrançta klasik bir hamleydi bu. Başkan
Nixon 19 Ekim gü nü Kongre’den İsrail’e 2.2 milyar
dolarlık yardım çıkartılmasını talep etti. Ertesi gü n
başını Suudiler’in çektiği Arap petrol ü reticileri ABD’ye
yapılacak petrol nakliyatına topyekû n ambargo koydu. O
zamanlar, çok az insan Washington’un yapt ığı hamlenin
gerisindeki kurnazlığı ya da bunun zayı layan doları
ayağa kaldırmaya yö nelik bir kararlılık olduğunu
sezebildi.
Etki muazzamdı. Suudi petrolü nü n satış iyatı yeni
rekorlara koşuyordu; 1974 yılı Ocak ayına gelindiğinde
dö rt yıl ö nceki dü zeyinin yedi misline çıkmıştı. Medya
ABD ekonomisinin çö kmenin eşiğinde olduğu uyarısı
yapıyordu. Ulkenin her tarafındaki benzinliklerde uzun
araç kuyrukları oluştu, ekonomistler 1929 tarzı bir
bunalıma yö nelik kaygılarını dile getirmeye başladı. Bir
zamanlar ö nceliği olan petrol kaynaklarını koruma
düşü ncesi, ansızın takıntı dü zeyinde bir kaygı haline
gelmişti.
Şi m di le rde şirketokrasinin petrol iyatlarının o
dü zeylere taşınmasındaki rolü nü biliyoruz. İş ve siyaset
dünyasının liderleri (petrolcü ler de dahil olmak ü zere)
her ne kadar ö keye kapılmış numarası yapmışsa da,
kuklaların ipini idare eden efendiler kendileriydi. Nixon
ile danışmanları 2.2 milyar dolarlık yardım paketinin
Araplar’ı şiddetli girişimlerde bulunmaya zorlayacağını
biliyordu. Yö netim İsrail’i desteklemekle 20. yü zyılın en
ö nemli ve beceriklilikle kotarılmış ET operasyonuna
kapıyı açacak durumun yaratılmasını sağlamıştı.
ABD Hazine Bakanlığı hemen MAIN gibi şirketokrasiye
hizmette sağlam sicili olan irmalarla ilişkiye geçti.
Gö revimiz iki yö nlü ydü : OPEC’in petrol için
harcadığımız milyarlarca doları Amerikan şirketleri
ü stü nden geçirmesini sağlayacak stratejiyi formü le
etmek ve eskinin ‘altın standardı’ yerine kullanılacak bir
‘petrol standardı’ oluşturmak. Biz ET’ler planda anahtar
konumdaki unsurun Suudi Arabistan olduğunun
bilincindeydik. Çü nkü bu ü lke ö tekilerin hepsinden fazla
petrole sahipti, OPEC’i kontrol ediyordu ve Suudi
kraliyet ailesi yozlaşmıştı, yolsuzluğa alabildiğine açıktı.
Suudiler de Ortadoğu’daki öteki krallar gibi sömürgecilik
siyasetlerini biliyordu. Kraliyet baştaki Suudi
hanedanına, Britanyalılar tarafından ihsan edilmişti.
Yürürlüğe koyulmasına benim de katıldığım strateji,
yani Suudi Arabistan Para Aklama Tezgahı (SAMA) Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’ de ele alınmıştı.
Ozetlersek, medyaya yansıdığı kadarıyla Suudi kraliyet
ailesi ü ç ö nemli koşulu kabul etmişti: 1) Petro-
dolarlarının bü yü kçe bir bö lü mü nü ABD devlet tahviline
yatıracaklardı. 2) Bu tahvillerin faizi olarak gelecek
trilyonlarca doları, Amerikan şirketlerinin Suudi
Arabistan’ın modernleştirilmesi için
gö revlendirilmesinde kullanmasına izin vereceklerdi. 3)
Petrol iyatlarını şirketokrasinin kabul edebileceği
dü zeyde tutacaklardı. Buna karşılık ABD’ye dü şen gö rev,
Suud ailesinin iktidarı sürdürmesini sağlamaktı.
Medyada haber başlıklarına pek az çıkan ama doları,
kü resel standart para birimi konumunda tutmak için
şirketokrasi açısından çok ö nemli olan bir ek anlaşma
daha vardı. Suudi Arabistan petrol alım satımını ağırlıklı
olarak dolarla yapmayı taahhü t ediyordu. Doların
egemenliği basit birkaç kalem hareketiyle tekrar
kurulmuştu. Para biriminin değer ölçeği olarak da altının
yerini petrol aldı.
Bu bö lü mü n girişinde belirttiğim gibi, (sadece algısı
yü ksek ekonomistler tarafından kavranan) bir yan çıkar
daha vardı ki, bu da Washington’un her yabanc ı kredi
kaynağını gizli vergilendirme altında tutmasına olanak
sağlıyordu. Dolar dizginleri tekrar ele geçirdiğinden,
onların mallarını ve hizmetlerini kredi karşılığı tekrar
almaya başlamıştık. Onlar geri dö nen kredileri petrol (ya
da başka bir şey) almak için kullanana dek fonların
değeri en lasyon nedeniyle erimiş olacak, tahsildara
gerek bırakmayan vergi olarak da nitelendirebileceğimiz
fark, şirketokrasinin cebine gidecekti.
Jack Dauber’in petrolü n doların değerini belirleyeceği
zamanların geleceğine dair ö ngö rü sü haklı çıkmıştı. Tel
Aviv ile Washington tarafından kö şeye sıkıştırılınca
Araplar’ın, Yom Kippur Sava şı ve OPEC ambargosuyla
karşı darbe yapmaktan başka çaresi kalmamıştı. Bu da
ABD Hazine Bakanlığı’na harekete geçmek için gerekçe
sağladı. Dolarla petrol arasındaki evliliği hazırlayacak
pazarlığı bağlayacak ET’ler çabucak derlendi. Dolara
kraliyet tacı giydirildi ve o zamandan bu yana her şeyin
üstündeki konumunu koruması sağlandı.
SAMA jeopolitik değişimlere neden olmuştur. SSCB’nin
düşüşe geçirilmesine, ABD’nin rakipsiz sü per gü ç
konumunu pekiştirmesine katkıda bulunmuştur. Bunun
da ö tesinde 11 Eylü l’ü n gerisindeki planlayıcı beyin olan
Suudi milyoneri Usame bin Ladin’i öfkelendirmiştir.
Dö nü p geriye baktığımda, o gü nlerdeki kü stahlığımız
karşısında hayrete dü şü yorum. Kaderin hayatlarımızda
oynadığı rolü , kaderi ve ona karşı verdiğimiz tepkileri
düşü nü yorum. Şahsen ben, birkaç yıl ö nce Lü bnan’da
aldığım eğitim olmasa, SAMA gibi karmaşık bir olgu
içinde asla görevlendirilemezdim.
31-Hükümetleri Manipüle Etmek
Endonezya’daki ilk gö revimde patronlarıma gö rmeyi
istedikleri şişirilmiş ekonomik ö ngö rü leri yaratmakta
ne kadar istekli olduğumu kanıtlamıştım. Onlar da
bunun ö dü lü olarak (o zamanlar irmanın sadece lisans
eğitimi almış tek ekonomisti olmama rağmen) beni baş
ekonomist konumuna ter i ettirip maaşıma zam yaptılar
ve Ortadoğu’ya gönderdiler.
O zamana dek İran, Kuveyt ve Suudi Arabistan’a dair
raporlar yazmıştım. Ama araştırmalarımda kullanılan
bilgilerin ağırlığını kü tü phanelerden ve bizimle
Boston’da çalışan, daha ö nce o ü lkelerde bulunmuş
kişilerden derlediklerim oluşturuyordu. Yapacağım ilk
yolculuk kısa olacaktı, daha derinlemesine analizler
yapabilmem için İran’ı ve enerji sektö rü nü tanımak
amaçlıydı. Endonezya’da proje mü dü rü m olan Charlie
Illingworth, Beyrut’ta birkaç gü n konaklamamı tavsiye
etmişti, Kentin eğlence hayatıyla yaptığı ü n o zamanlar
henü z yıpranmamıştı. Charlie Beyrut’un biraz gevşemek
ve Ortadoğu kü ltü rü ne uyum sağlamak için de ideal bir
yer olduğunu sö ylemişti. Bü yü kelçilikte bana etrafı
gezdirecek birini de tanıyordu.
Lü bnan İkinci Dü nya Savaşı ertesinde altın çağını
yaşıyordu. Tarım ve kü çü k ö lçekli sanayi serpilip
gelişmişti. Beyrut ise bu sü reçte varlıklı, kozmopolit bir
kent, Ortadoğu’nun bankacılık ve ticaret merkezi haline
dönüşmüştü . Yola ç ıkmadan ö nce ü lkeyle ilgili
okuduğu m şeyler kafamı biraz karıştırmıştı. Çü nkü
kıyaslamalar İsviçre ile Paris arasında gidip geliyordu.
Bir Akdeniz kenti olan ve çö lü n kıyısında konuşlandığını
düşündüğü m Beyrut’a yakın mesafedeki dağlarda kayak
merkezleri olduğunu ö ğrenmek beni şaşırtmıştı.
Kabareler ve sanat galerileri Paris’tekilerle rekabet
edecek düzeydeydi.
Ama Lü bnan’ın gö lgeler içinde kalan yanına dair
şeyler de okumuştum; tarihin derinliklerine kadar
uzanan, geride kalan her dö nemle biraz daha
karanlıklaşan bir geçmişi vardı. Dini hizipler arasındaki
gerginlik yü zyıllardan beri için için kaynıyordu. Kıyı
kesimlerine Marunı̂ Hıristiyanlar hakimdi. Dü rzı̂
mezhebinden Mü slü manlar gü neydeki dağlık kesimi
denetimi altında tutarken, tutucu Sü nniler verimli Bekaa
vadisine egemendi. Marunı̂ler’in bü yü k bö lü mü Sü ryani
kö kenliydi ve bu durum Arap Mü slü manlar arasında
daha da ö te bir gerilime neden oluyordu. Lü bnan’ın tü m
dikkate değer karakteristiklerine karşın Ortadoğu için
bir mikro-kozmos oluşturduğunu anlamıştım.
Avrupa bu ü lkeye Haçlılar zamanından beri gö zü nü
dikmişti. Sö mü rgeleştirme girişimleri yü zyıllar boyunca
sürmüştü . Hıristiyan topluluklarını koruma amacını ö ne
sü ren Fransız orduları 1700’lerin sonuna doğru bö lgeyi
işgal etmişti. Paris emperyalist gü çlere has bir patronluk
tavrı benimseyip, 1800’ler boyunca ordularını defalarca
göndermişti oraya. Sonunda Fransa 1926’da kendi
mandası olan Suriye yö netimi altında kalması kaydıyla
Lü bnan Cumhuriyeti’ni kurmuştu. 1940’ta Beyrut’taki
Fransız egemenler Nazi denetimi altındaki Vichy
hü kü metine sadakatlerini açıklamıştı. Fransa’nın kısa
sü re sonra Almanya tarafından işgal edilmesiyle Vichy
işbirlikçileri, Almanya’nın Britanya ordularına karşı
kullanacağı uçak ve diğer mü himmatı Suriye ü stü nden
Irak’a nakletmesine de izin verecekti. Nazi
Almanyası’nın zayıf Vichy hü kü metine baskı yaparak
Lü bnan ve Suriye ü stü nde tam denetim sağlamasından
çekinen Britanya da bö ylece ordularını bö lgeye
gönderdi.
Ulusalcılık İkinci Dü nya Savaşı boyunca birçok ü lkeyi
etkisi altına almıştı. Lü bnan da tam bağımsızlığını 1
Ocak 1944 tarihinde kazandı. Siyasi gü cü ulusun farklı
toplumları arasında paylaştıracak bir Ulusal Akit, ö nde
gelen Hıristiyan lider Bishara el-Khuri ve Mü slü man
lider Riyad el Sulh tarafından imzalandı. Hıristiyanlar
1932’de yapılan nü fus sayımına gö re halkın %32’sini
oluşturuyordu. Bu durumda devlet başkanı çoğunluğu
temsil eden Marunı̂ Hıristiyanlar’dan olacaktı. Daha az
güce sahip olacak başbakan ise Sünni nüfustan seçilecek,
meclis sö zcü sü Şii, ordu komutanı da Marunı̂ olacaktı.
Ancak çoğu Arap on iki yıllık nü fus sayımı sonuçlarının
gü ncel gerçeklerin gerisinde kaldığını, Mü slü manlar’ın
sayıca Hıristiyanlar’dan fazla olduğunu dü şü nü yordu ve
insanlarda, yü rü rlü ğe koyulan uygulamanın ibreyi
Lü bnan ö zelinde Hıristiyanlar’dan, genelindeyse
Batı’dan yana oynattığı dü şü ncesinden kaynaklanan bir
öfke vardı.
Araplar ayrıca yeni oluşt u r u l a n İsrail’in
göründüğü nden farklı olduğundan da kuşkulanıyordu.
Birleşmiş Milletler mandası altında olan ve Yahudiler’in
‘vaat edilmiş topraklar’ olarak andığı İsrail, Hitler’in
uyguladığı dehşetten sonra kutsal bir sığınak
addedilmişti. Tıpkı Amerikalılar ve Avrupalılar’a
yapıldığı gibi, Araplar’a da Yahudiler’e uygulanan
insanlık dışı zulü mden sonra ö yle bir devletin
yaratılmasının zorunluluk olduğu anlatılmıştı.
Yahudiler’in çektiği acılar, fa şizmin pençesi altında
yaşananların travması tartışılamaz dü zeydeydi.
Dünyanın o insanlara daha iyi koşulları borçlu olduğu
sorgulanamazdı bile. Ote yandan, amaçlanan şeyin
gerçekleşmesi için milyonlarca Filistinlinin yurdundan
vazgeçmesi isteniyordu. Bir gü nde mü lteciye dö nü şen
insanlar, Lü bnan’a ve Ortado ğu’nun başka yerlerine sel
gibi aktı.
Filistin gö çü 1932 tarihli nü fus sayımının
doğruluğuna yö nelik şü pheleri pekiştirdi;
Müslümanlar’ın Lü bnan’da Hıristiyanlar’ı sayıca geride
bıraktığına artık kuşku yoktu. Ulusal Akit’in siyasi bir
silah olarak kullanıldığı yö nü ndeki sezgiler Mü slü manlar
açısından şimdi yeni bir kanıtla destekleniyordu; İsrail
devletinin kurulmasının ardında ikinci ve çok netameli
bir amaç daha vardı ki, bu da İsrail’in bir imparatorluğun
(İkinci Dü nya Savaşı’nın galiplerinin) Ortadoğu
petrolü nü n silahlandırılmış ileri karakolu olmasıydı.
Lübnan’ın İsrail’i ve mü tte iklerini destekleyecek bir
unsur olarak hazırlandığına inanan Mü slü manlar, Ulusal
Akit ile meşrulaştırılan Hıristiyan liderliğinin de meşum
bir komplonun parçası olduğundan şüpheleniyorlardı.
Lübnanlı Araplar’ın huzursuzluğu 1958’de bir
Mü slü man ayaklanmasına dö nü ştü . Amerikalı
politikacıl a r komünist teröristleri suçladı. Washington
ise pratikte SSCB’den çok Suriye tarafından
desteklenmesine rağmen Moskova’yı ayaklanmayı
kışkırtmakla suçladı. Başkan Eisenhower deniz
piyadelerini gö nderdi. ABD askeri gü çleri Lü bnan’da çok
kısa bir sü re, sadece Mayıs’tan Ekim’e kadar kaldı. Ama
oradaki varlıkları Washington’un H ıristiyanların gü cü
elinde tutmasını sağlamakta kararlı olduğu yö nü ndeki
Arap şüphelerini teyit etmiş oldu. ABD başkanının askeri
mü dahaleye ö ylesine istekli olması tü m bö lgedeki
Mü slü manlar ü stü nde bü yü k ve uzun vadeli bir etki
yapacaktı.
Bö lgede, Lü bnan’a, Washington’un Irak’a yapt ığı
mü dahale nedeniyle de ö ke duyuluyordu. Sevilen Irak
Başkanı Abdü lkerim Kasım, 1950’lerin sonunda ve
60’larnı başında ABD ile Bü yü k Britanya’ya gitgide artan
bir sertlikte kafa tutuyordu. Yabancı petrol şirketlerinin
Irak petrollerinden elde ettiği kâ rı Irak halkıyla
paylaşması gerektiğinde diretiyor ve bu isteğe
uyulmazsa şirketleri millileştirmekle tehdit ediyordu.
ET’lerin Irak lideri Kasım’ı yola getirme çabaları
başarısızlıkla sonuçlanınca, CIA bir suikast ekibi kiraladı.
Ekipte eğitimini henüz tamamlamamış genç bir adam da
vardı: Saddam Hü seyin. Ekip Kasım’ın aracına ateş açtı.
Arabayı kurşunlarla delik deşik etti ama Kasım’ı sadece
yaralamayı başarabildi. Ayağından vurulan Saddam ise
Suriye’ye kaçtı. Başkan Kennedy 1963’te vahim bir karar
alarak CIA’ya suikastç ıların başaramadığı işi
tamamlamak ü zere Britanya haberalma servisi MI6 ile
işbirliği yapmasını emretti. Kasım, Irak
televizyonundayken bir ekibin açtığı ateşle ö ldü rü ldü .
Bunun ardından yaklaşık 5 bin Iraklı, komü nist oldukları
suçlamasıyla derlenerek idam edildi. Saddam birkaç yıl
içinde geri getirildi ve ulusal gü venliğin başına
yerleştirildi; uzak kuzenlerinden biri de başkan
olmuştu.{51}
Aynı sü reç içinde Lü bnan’daki demogra i radikal
şekilde değişiyordu. Mü slü man nü fusu Hıristiyanlar’a
kıyasla hızla artıyordu. Mü slü manlar 1960’ların sonuna
gelindiğinde Ulusal Akit’in gö zden geçirilmesi
gerektiğini dayatmaya başladı. Ama Marunı̂ler bunu
reddetti ve hü kü meti denetimi altında tutmayı
sü rdü rdü . Washington’un H ıristiyanlar’a destek vermek
için yine asker gö ndereceği tehdidinin ciddiyeti ABD’nin
zorunlu askerlik sistemini geri getirmesi ve silahlı
kuvvetlerini dü nyanın her tarafına gidebilecek şekilde
yapılandırmasıyla iyice anlaşılmıştı.
Jeopolitik durum da değişmişti. 1967’deki Altı Gü n
Savaşı’nda İsrail, Kudü s ile Suriye’nin ve Mısır’da kimi
bö lgeleri işgal etmişti. Arap dü nyası ö keliydi. Filistinli
militanlara verilen destek bü yü yordu. Filistin Kurtuluş
O rg ü t ü İsrail’e saldırılar dü zenlemek için Gü ney
Lübnan’daki mülteci kamplarını kullanıyordu.
Ben 1973’te Beyrut’a gittiğimde, istikrar namına kalan
son unsurlar da çö zü lmeye başlamıştı. Ne var ki Arapça
konuşamayan ve bu nedenle kurduğu tü m iletişim
Amerikan ya da İngiliz okullarında eğitim gö rmü ş,
başarıları bizim ü lkedeki varlığımıza bağlı insanlarla
sınırlı biri olarak son derece naiftim. Lü bnan gibi
yerlerin karanlık tarihini okuyabilirdim; Araplar,
Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında kö kleri hayli
derinlere yerleşmiş dü şmanlıklar olduğunu biliyor
olabilirdim ama kapitalizmin mucizeler yaratacağına
inanacak şekilde eğitilmiştim. Yakın zamanda ter i
almıştım. Birinci sınıfta uçuyor, en iyi otellerde kalıp, en
iyi restoranlarda yemek yiyordum; sık sık gü zel
kadınların eşliğinin de tadını çıkartıyordum. Tü m ö teki
Amerikalı işadamları, danışmanlar, devlet memurları ile
Dü nya Bankası ve IMF uzmanları gibi ben de
Ortadoğu’da demokrasiye ve gelişmeye yö nelik bü yü k
adımlar attığımıza inanıyordum.
Lü bnan gö zlerimi bambaşka bir gerçekliğe açmamı
sağlayacaktı.
32-Lübnan:“Düpedüz Çılgın”
Şofö rlü bir araç beni Beyrut Havaalanı’ndan alıp
Poenician InterContinental’e gö tü rdü . Otelin kapısındaki
genç bagaj gö revlisi heyecanlı bir selamlamayla beni
alelacele lobiye yö nlendirdi. Rezervasyon bankosundan
dö nerken birine çarptım. Bir adım geri çekilip ö zü r
diledim; gü lü mseyerek bakan o tanıdık yü z ve “Hiç
ö nemli değil,” diyen unutulmaz ses karşısında şaşkına
döndüm.
Bagaj gö revlisi çocuk kolumu kavrayıp beni
uzaklaştırırken, “Evet, Marlon Brando,” dedi. “Bu gece
komşunuz olacak.” Duralayıp başını iki yana salladı. “Son
derece huysuz. Sakın imza falan istemeyin.”
Asansö re yö nelirken hâ lâ aval aval bakmaktan
kendimi alamıyordum. Brando son izlediğim
ilmindekinden daha yaşlı gö rü nü yordu ama yanılmam
mümkün değildi. Uzun zaman ö nce Rıhtımlar Üstünde ve
İhtiras Tramvayı ilmlerinde oyunculuğunu hayranlıkla
izlediğim kişiydi karşılaştığım adam. Son ilmi Burn’u
görmemiş ama hakkında yazılanları okumuştum; ayrıca
Brando da o ilmdeki oyunculuğunun o gü ne kadarki en
iyi performansı olduğunu ö ne sü rü yordu. Ortadoğu’ya
yaptığım ilk yolculukta bu bü yü k aktö r, bu nam salm ış
asiyle karşılaşmamı iyiye yorulacak bir işaret olarak
kabul ettim. Yıllar sonra nihayet Burn’u seyrettim.
Durumdaki ironi beni çok eğlendirmişti. Bir
imparatorluk kurma ö ykü sü nü n anlatıldığı ilmde
Brando, ilk ET’lerden biri rolündeydi.
Ertesi sabah Charlie Illingworh’un arkadaşı arabayla
beni almaya geldi. Kendini ‘Smiley’ (gü ler yü z) olarak
takdim etmişti ama ben hiç de şen ve neşeli olmayan
doğasına rağmen o isimde ısrar etmesini anlamamıştım.
Aslında bü yü kelçilik için değil, ABD Uluslararası Gelişim
Ajansı adında bir kuruluş için çalışıyordu. Tü m meslek
hayatını USAİD ile geçirmişti ve şimdi emekliliği
yaklaşırken son gö rev yeri olarak Lü bnan’ı istemişti.
Çü nkü bir misyonerin oğlu olarak orada bü yü mü ştü ve
gençliğinin geçtiği topraklarda emekli olmak istemişti.
Ancak artık aynı düşüncede değildi.
Arabayı gö z alabildiğine uzanan Akdeniz’in kıyısında
sü rerken, “Çok fazla kargaşa var burada,” dedi. “ Şu lanet
olası Mü slü manlar hakim olunamaz hale geldi.
Gü venilmez insanlardır. Hangi konuda anla şmaya
vardıysak kendi üstlerine düşeni yerine getirmediler.”
Ondan hakkında çok şey duyduğum Filistin mü lteci
kamplarını gö stermesini rica ettim. Buna ö nce isteksiz
yaklaştı, sonra kabul edip beni kamplardan birine
gö tü rdü . Daha ö nce Endonezya’da gö rdü ğü m onca şeye
rağmen karşımdaki yoksulluk ve aşağılanmışlık beni
şoke etmişti. Kamp neredeyse birbiri ü stü ne inşa
edilmiş ve dikenli tellerle çevrilmiş bir kulü beler
kü mesinden oluşuyordu. Orada yaşayan insanların akıl
sağlığını nasıl koruduğunu dü şü ndü m ve bu soruyu
yüksek sesle ifade ettim.
Smiley, '''Koruyam ıyorlar,” dedi. “Delirip gidiyor
çoğu.”
Ona su, kanalizasyon ve ö teki temel ihtiyaçları
sordum.
Nahoş bir kahkaha attı. “Hijyenin onların lü gatinde
yeri olmadığını anlamak için tek yapman gereken
arabanın camını aralayıp havayı koklamak.” Ve ilk kez
yüzünde gülümsemeye benzer bir şey görmemi sağlayan
bir ifadeyle parmağını kampa doğru salladı. “Orası sizin
ve benim yaşadığımız gezegene ait değildir.” Sonra
bakışlarını tekrar yola çevirdi. “Onlar domuzdur. Şöyle
düşü nü n: Bir yılı biraz aşkın bir sü re ö nce Lü bnan
hü kü metiyle Filistin Kurtuluş Orgü tü (FKO) arasında
Kahire Antlaşması denen bir şey imzalandı. Bu şey
Filistinliler’e ü lkede kalıcı yaşam, sendikalaşma ve
ö zerklik hakkı veriyor Lü bnan hü kü meti o zamandan
beri gö rdü ğü nü z pisliği ortadan kaldırmaya çalışıyor.”
İçini çekti. “Ama tipik Arap Mü slü manları olan
Filistinliler iyi bir şeyi kabul edemez. FKO yaptığı
saldırılarda ve giriştiği pazarlıklarda Lü bnanlı
komü nistleri kullanıyor. Bu da gerçek Amerikalı
dostlarının olduğu kadar, Lü bnan hü kü metinin de
tepesini attırıyor. Bir misilleme olacak. Buna kuşku yok.
Bu Araplar kapıldıkları çılgınlığın bedelini yakında
ödeyecek.”
O gü n gö rdü klerim beni derinden sarstı. Ekvador’un
sık ormanlarında Barış Gö nü llü sü olarak çalışmış,
campesinolar gibi yaşamış, ABD elçiliği ve USAID’deki
insanların şık yaşantısından, evlerinden, aıabalarından,
giysilerinden ve onlarla Ekvadorlular’ın tamamına yakın
kesimi arasındaki uçurumdan tiksinti duymuştum. Ama
o insanların hiçbirinin Smiley gibi konuştuğuna tanık
olmamıştım. Aleni ö nyargıları, acımasız sö ylemi ve
bunları benim gibi bir yabancıyla paylaşmaktaki
pervasızlığı karşısında donakalmıştım. Dilinden
düşürmediği ‘kılıçla hü kmeden peygamber’ sö ylemini,
Hıristiyanlığın yerleşik ‘barış ve huzurun prensi’
öğretisiyle karşı karşıya koyarak, İslamiyet ile alenen
alay ediyordu. Selahaddin Eyyubi’nin tutsak dü şen
Haçlılar’a gö sterdiği merhameti, Hıristiyan şövalyelerin
yaptığı kıyımla ve Katolik Kilisesi’nin savaşları
kışkırtmadaki rolü yle kıyaslamaktan kendimi alamadım.
Ama ne de olsa Smiley karşında biraz sinmiş bir
konumum vardı; mahalleye yeni taşınmış çocuktum.
Çenemi tutum. Küstahça dile getirdiği şeyleri ifade ettiği
keskinlikten arıtarak kaydetmeye çalıştım. Smiley’in
hayatının o aşamasında kimsenin kendisi için ne
düşündüğü nü umursamadığı için o şekilde davrandığını
varsaydım. Emeklilik onu karşı kö şede bekliyordu.
Hayatı boyunca yerleşip yaşamayı hayal ettiği yer, onu
düş kırıklığına uğratmıştı. Canı acımış her insan gibi o
da çaresizliği ni , şaşkınlığını ve ruhsal karmaşasını en
yakınındaki unsura, en savunmasız hedefe, Filistinliler’e
yansıtıyordu.
Smiley beni otelime bıraktı. Ona birlikte akşam
yemeği yemeyi teklif ettim ama verilmiş başka sö zü
olduğunu sö yledi. Ayrılırken elimi sıkı sıkıya tuttu ve
“Umarım beni yanlış anlamamışsınızdır,” dedi. “Ben
karamsar biri değilim. Sonunda kazananın biz olacağını
biliyorum. Oyle olmak zorunda. İslamiyet sahte bir
dindir. Vicdandan, ruhtan yoksundur. İsa Mesih’e denk
tuttuğunuz kişinin insanların kafasını uçuran biri
olduğunu düşünün! Ne tür bir dindir bu?”
Otelde tek başıma yemeğimi yerken o son yorumu
düşü ndü m. Beyrut’ta geçirdiğim kısa zaman beni
kü ltü rler, ö zellikle de dinler aras ındaki çatışmanın,
Ortadoğu’daki sorunların çoğunun ağırlıklı temel nedeni
olduğuna inandırmıştı. Haçlı Seferleri’nin ‘İslam’ın
şeytani gü çlerine’ karşı verilen bir savaş olduğu
öğretilmişti bize. Ama bir yandan da, Avrupa’nın o
dö nemde yü ksek işsizlik ve veba salgını nedeniyle
ayaklanmaya hazır hale geldiğini, aristokrasinin
Haçlıları halkı ö keye ve yeni toprakların fethine
odaklanmasını sağlamak için kullandığını biliyordum.
Smiley’in İslamiyet’i tanımlama şekliyle sadece birkaç ay
ö nce Endonezya’da işittiklerim arasındaki karşıtlık son
derece çarpıcıydı.
Batı Java Dağları ü stü nde kurulmuş Bandung kentinde
yaşarken, MAIN ekibiyle birlikte kaldığımız lojmanı
yö neten hanımın oğluyla arkadaşlık kurmuşt u m . Bir
Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de anlattığım gibi, Rasy
beni ü niversite arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Bir akşam
beni Java geleneksel kukla tiyatrosu dalang’a gö tü rdü ler.
Richard Nixon’un kuklası Henry Kissinger olduğunu
çıkarttığım başka bir kuklayla birlikte Ortadoğu haritası
ö nü nde duruyordu ve ü lkelerin her biri haritadaki
konumuna kancalardan asılarak sarkıtılmıştı. Nixon
ülkeleri kancalarından çıkartıp ağzına tıkıştırıyordu. Her
Ortadoğu ü lkesini alıp tadına baktığında, “Ekşi!”
diyordu. “Zırvalık. Bu tü rden şeylere artık ihtiyacımız
yok! Sonra elindeki ü lke haritasını Henry Kissinger’iri
tuttuğu bir kovaya atıyordu.
Gö steriden sonra ö ğrencilerle birlikte yerel bir
kahvehaneye gittik. Bana Endonezyalı ö ğrencilerin
bü yü k bö lü mü nü n gö zü nde ABD’nin İslamiyet karşıtı bir
savaşı kö rü klediğini sö ylediler. Britanyalı tarihçi Amold
Toynbee’nin 1950’lerin ortalarında sonraki yü zyılda
gerçek savaşın komü nistler ile kapitalistler arasında
değil, Hıristiyanlar ile Mü slü manlar arasında olacağını
öngördüğünü de anlattılar.
Ana öğrenim dalı İngilizce olan bir genç hepsinin ortak
görüşü nü sabırla açıkladı bana: “Batı, ö zellikle de lideri
ABD tüm dünyanın denetimini ele geçirmekte, tarihin en
bü yü k imparatorluğu konumuna gelmekte kararlı.
Şimdiden başarıya çok yaklaştı. Sovyetler Birliği belki bu
gü n için yolunda dikiliyor ama o da fazla uzun ö mü rlü
olmayacak. Dinleri, inançları yok; ideolojilerinin
gerisinde ö z ve anlam yok. Tarih imanın, daha bü yü k
gü çlere duyulan inancın ve ruhun gerekliliğini ortaya
koymuştur. Biz Mü slü manlar buna sahibiz. Dü nyadaki
başka herhangi bir toplumdan, Hıristiyanlar’dan bile
daha fazla sahibiz buna. Bekliyoruz. Güçleniyoruz.”
Kız gö zlerimin içine baktı. “Bu kadar açgö zlü ve bencil
olmaktan vazgeçin. Dü nyada bü yü k evleriniz ve şık
mağazalarınızdan başk a şeyler de olduğunu kavrayın.
İnsanlar açlıktan ö lü yor; sizin tek kaygılandığınız şey
arabalarınıza koyacağınız benzin. Bebekler susuzluktan
ö lü rken; siz neyin son moda olduğunu gö rmek için
dergiler karıştırıyorsunuz. Bizimki gibi uluslar yoksulluk
içinde boğuluyor; siz yardım çığlıklarımızı
duymuyorsunuz. Size bu tü r şeyleri anlatmak isteyen
insanlara kulaklarınız tıkalı. Yoksulla ştırılmış, ezilmiş ve
haksızlığa uğramış halkları daha ö te bir sefalete
itelemek yerine onlara yü reklerinizi açmanız gerek.
Fazla zaman kalmadı. Değişmezseniz çok kö tü bir sona
mahkumsunuz.”
O akşamı ve Smiley ile yaşadığım gü nü anımsamak
beni bir şeyi merak etmeye yö nlendirdi: Dinin
sö mü rü nü n temelini oluşturduğu bir dü nyada, umuda
yer olabilir mi? O kadar çok insana din kavramına o
kadar farklı şekillerde yaklaşması nasıl ö ğretilebilir?
Hem Muhammed’in, hem de İsa’nın mesajları nasıl olur
da savaşı haklı göstermek için kullanılabilir?
Bu soruların içinde barındırdığı anlamlar hâ lâ
benliğime musallat olmuş gibi izler beni. Ortadoğu’ya
yaptığım o ilk yolculuk, din kavramının uluslararası
siyasetteki ö nemine yö nelik yeni bir perspektif
sağlamıştır bana. Ne var ki dinin bir nefret unsuru olarak
etkinliğini, kişisel olarak ilk kez Mısır’da gördüm.
33-USAID Konuşuyor
“Mısır piramitleri, Araplar’ın yü reğini fethedeceksek,
o ülkenin oynaması gereken rolü sembolize eder.”
MAIN’in seksen yaşlarındaki, çoğumuz için muamma
olan başkan ve CEO’su Mac Hail, Boston’un en yü ksek
binası olan Prudential Tower’in en ü st kat ındaki lü ks ve
gü nü n modasına uygun Engineers Clup’te benim de
aralarında olduğum bir gruba verdiği ö ğle yemeğinde
böyle diyordu.
“Mısır bü yü k ve sağlam bir ü s oluşturacaktır,” diye
devam etti. “Sonra biz ö tekileri toplayıp bir kü me haline
getireceğiz.”
1974 yılıydı ve Mısır’ın uzun tarihinde çok ö nemli bir
dö nem yaşanıyordu. MAIN ile şirketokrat
müşterilerimiz bu fırsattan yararlanmakta kararlıydı,
ö nü mü zde bir kapı açıldı ve biz İskenderiye’deki bü yü k
bir ihaleyi aldık. Bir USAID çalışanı, ü lkenin içinde
olduğu mü cadele ve oradaki amaçlarımıza yö nelik
bilgilendirme toplantısının da yapılacağı ö ğle yemeğine
katılmak üzere Washington’dan geldi.
Kısacık kesilmiş saçları, ö zenle dü zeltilmiş bıyıkları,
kolalı gö mleği, mavi takım elbisesi ve içine kırmızı
serpiştirilmiş mavi kravatıyla devlet gö revlisi rolü ne
son derece uygun bir gö rü ntü sunuyordu. Bir yanı
Amerikan bayrağını, diğeri tokalaşmış siyah ve beyaz iki
eli gö steren rozetiyle sö zde başkalarını dü şünen
sö mü rgeci tipinin kusursuz ö rneğiydi. Konuşurken
dimdik oturuyor ve sık sık Mac Hall’a hürmetkâr bakışlar
gö nderiyordu. Adamın karşımıza birden fazla kılıkta
geldiğini anlamıştım: Mısır uzmanıydı, çalışmalarımızı
değerlendirecek ve bordrolarımızı onaylayacak kişiydi.
Ayrıca daha iyi bir makama ya da esaslı ikramiyeyle
birlikte gelecek emekliliğe hazırlanan potansiyel bir
Washington bürokratıydı.
Ortadoğu’daki deneyimlerini bize aktarırken,
monoloğuna Mısır’ın uzun tarihini de dahil etti ve
yüzyıllar boyunca sü ren yabancı hakimiyetinin İkinci
Dü nya Savaşı ertesi olgulara temel oluşturduğunu
vurguladı. Sö zcü kler dilini yakarmış gibi, “Mü slü man
Kardeşliği etkili hal aldı,” dedi. “Mısır’ın Avrupa ile olan
bağlarını kırmasını dayatıyorlar. Mısır ordusu içinde
omzu kalabalık subayların oluşturduğu devrimci bir
grup olan Hü r Subaylar Topluluğu, Arnavutluk kö kenli
ailesi Mısır henü z Osmanlı İmparatorluğu’na bağlıyken
ö nem kazanan ve daha sonra Britanya tarafından
desteklenen, bu yü zden nefret edilen Kral Faruk’a (ve
bize) muhalifti. Bu gü ç birliği bizi hayal kırıklığına
uğratarak Faruk’u devirdi. Yerine kimin getirildi ğini
biliyorsunuz. Yarbay Cemal Abdü lnasır 1954’te
başbakan, 1956’da da devlet başkanı oldu.”
Nasır, USAID elemanının ‘gö zü nü karartarak kumar
oynamak’ olarak nitelendirdiği bir hamleyle, Batılı
gü çlerden bağımsız olduğunu ilan etti. USAID’çı bunu
şö yle anlatıyordu: “Sovyet silahları almak için pazarlığa
oturdu. Elbette biz ve İngilizler o zamana dek Asuhan
barajını yapmak için verdiğimiz tekli leri çoktan geri
çekmiştik. Bu Nasır’ı ö kelendirdi. Bu kez de Sü veyş
Kanalı’nı millileşt i r d i . İsrail buna 1956’da Sina
Yarımadası’nı işgal ederek karşılık verdi. Bu konuda
daha başka bir şey yapmamız gerekiyordu ama
girişimin resmi olmaması şarttı. İngiltere ile Fransa
kanalın kendi gü venlikleri açısından vazgeçilmez
olduğunu ö ne sü rdü . Mısırlılar’ın konuşlandığı yerleri
bombaladılar ve asker gönderdiler. Kanal kapandı.”
USAID danışmanı sö zü nü n burasında kaşlarını çattı.
“Buna kesinlikle razı olamazdık. Dü nya ABD malları ve
Ortadoğu petrolü için feryat ediyordu. Afrika’yı
çepeçevre dolaşarak taşıma yapmak çok masra lıydı. Bir
grup ticari kuruluş yö neticisi Beyaz Saray’ı ziyaret etti.
Ike onları dinledi. Ve sonra kumandayı aldı.” Dö nü p
Ball’a sırıttı. “1956 Kasım ayında ateşkes ilan edildi ve
BM Barış Gü cü İsrail ile Mısır arasındaki sınırda devriye
gezmek ü zere bö lgeye gö nderildi.” Duralayıp bir yudum
su içti ve sanırım amacı yaptığı mü nasebetsiz imayı
zihnimizde tartmamızı sağlamaktı. “Sam Amca, İsrail’i,
Britanya’yı ve Fransa’yı çekilmeye zorladı. Yaklaşık bir
yıl ö nce Komü nist Musaddık’ı alaşağı edip dostumuz
Şah’ı tekrar tahta çıkartarak İran’ın aklını başına
toplamasını sağlamıştık . Şimdi de Araplar’a, Mısır’da
arkalarında duracağımızı gö steriyorduk. Washington
bölgenin tartışmasız baskın gücü haline gelmişti.”
O ö ğleü stü Prudential Tower’in en ü st kat ındaki ö zel
kulü pte yapılan gö zden geçirme toplantısı, bü yü mekte
olan kinizmim kadar, ‘yurt’ olarak andığım o baskın
gü cü n meyvelerini toplamaya yö nelik isteğimi de
güçlendirmişti. Sö ylenenleri dinledikçe, İran ve
Mısır’daki ‘muzaffer gü çlerin’ şirketokrasinin
üstünlüğü nü tesis ettiği ve karşımdaki devlet
memurunun bununla bö bü rlenmek için maaş aldığı
beynimde kesinlik kazanıyordu. Amerikan ekonomisinin
bü yü k bö lü mü nü n yanı sıra savunma sanayini de bir
şekilde denetimi altında tutan o şirket yö neticileri ABD
başkanını dayatmalarını kabul etmeye zorlamıştı. Şimdi,
yani bunun ü stü nden 20 yıl geçtikten sonra bir devlet
memuru kendi revizyondan geçirilmiş tarih bakışını
resmi toplantılarda bildiği gibi dile getirebiliyordu. O
insanların becerikliliği karşısında bü yü lenmiştim ve
dünyanın ilk gizli imparatorluğu olduğunu anlamaya
başladığım şeyin kuruluşunda rol almaktan ö tü rü
kendimi hem ayrıcalıklı, hem de suçlu hissediyordum.
Pencereden dışarıya, uzaklardaki Charles Irmağı’na
baktım; onun da ö tesinde bir yerlerde gü neş, o gü n
Beyaz Saray’ı ziyaret eden ü st dü zey yö neticilerin bü yü k
bö lü mü nü barındırıp mezun etmiş olan Harvard
Üniversitesi’nin binalarının sarmaşık kaplı cephelerinde
yansıyordu. Eisenhower’in askeri-sanayi tesisler ü stü ne
yaptığı konuşmayı anımsadım. Kariyerli bir subayın ve
İkinci Dü nya Savaşı’nda mü tte ik orduları
başkumandanı olan kişinin, bugü n şirketokrasi olarak
adlandırdığımız şeyi kamuoyuna ilk tanıtan kişi olması
bana son derece ironik geldi. Yö neticilerimizin, Kore
Savaşı sırasında ABD’nin dış politikaları ü stü nde etki
kazanmasını izlemişti. Basını ve kongreyi nasıl manipüle
ettiklerine, komü nizm tehdidini kişisel ö zgü rlü klerin
azaltılması için nasıl bahane olarak kullandıklarına
tanıklık etmişti. Orduya, fü ze gü dü mlü nü kleer başlıklar
ve teknolojiler satarlarken bir kenara çekilmişti. Ama
Süveyş Krizi sırasında Mısır’da devlet, ordu ve şirketler
arasındaki pakttan gerçekten korkmaya başlamış
olmalıydı. Evet, boyun eğmişti. Ama olasılıkla içten içe
ö keden kö pü rü yordu. Onun gibi kendini disipline etmek
ü zere eğitilmiş bir adam, gö rev sırasının sona ermesini
sabırla beklemişti. Sonra da bombayı bırakıverdi. Diğer
tü m sebatlı Vietnam Savaşı karşıtları gibi, 1960’ların
sonuna doğru ben de Ike’nin 17 Temmuz 1961 tarihli
veda sö ylevinin bir kopyasını çerçeveletip masamın
arkasına asmıştım.
Eisenhower, ABD’nin ekonomisini barışçıl girişimler
üstüne kurulu olarak tanımlıyor ve şöyle diyordu:
“Dü nya yü zü nde taraf olduğumuz son savaşlara
kadar ABD’nin bir silah sanayii olmamıştı. Amerikan
saban imalatçıları gerektiği takdirde kılıç yapabilirdi.
(....) Askeri-sanayi ya da istemeden haksız etkinliğine
karşı, devlet konsey ve organlarını korumamız
gerekir. Yanl ış yerde toplanmış gü cü n felaket
anlamına gelebilecek şekilde yü kselme potansiyeli
mevcuttur ve mevcudiyetini koruyacaktır.
Bu birleşimin ağırlığını, ö zgü rlü klerimizi ve
demokratik sü reci tehlikeye atacak tarafa koymasına
asla izin vermemeliyiz. Hiçbir oldubittiyi
kabullenmemeliyiz. Sadece ve sadece uyanık bir
yurttaşlık bilinci devasa sanayi ve askeri makinenin
dişlilerini olması gerektiği şekilde, barışçıl yö ntem ve
amaçlarımızı korumak, bö ylece gü venliğin ve
özgürlüğü n birlikte serpilmesini gö zetmek yö nü nde
kullanılmasını sağlayabilir.”
“Nasır çabuk öfkeye kapılan biriydi.”
US AID gö revlisi dikkatimin tekrar Mü hendisler
Kulübü’ne dönmesini sağlamıştı.
“Çabuk ö kelenen ve bizi ü stelik kurnazlıkla
yenebileceğini sanan bir adamdı. Sovyetler Birliği ile
aptalca kur yapmaya devam etti. Sovyetler onun Asuhan
Barajı’nı yapmasını sağladı.” Mac Hall’a dö ndü .
“Dostunuz Bechtel’in bu durum karşısında kendini nasıl
hissettiğini tahmin edersiniz.”
Hail kıkırdadı. “Sadece Bechtel mi? O sektö rdeki
herkes, hepimiz aynı şeyi hissettik.”
“Doğru.”
“Ama Bechtel’in ili şkileri vardı; Başkan’ın kulağı onun
için çalışıyordu.” Hal! bakışlarını masanın etrafında
dolaştırdı. “Kıç öpmekte üstümüze yoktur.”
Bu sözlerle masada kahkahalar koptu.
USAID danışmanı sö zü ne devam etmeden ö nce
suyundan bir yudum daha aldı. “O arada Mü slü man
Kardeşler tekrar oyuna dahil olmuştu. Nasır’ın ateist
komü nistlerle olan ortaklığı ve İslami bir yö netim
kurmayı reddetmesi kendilerini ihanete uğramış gibi
hissetmelerine yol açıyordu. Gündemdeki her şeyin, Kral
Faruk’u devirmek ü zere Hü r Subaylar Toplulu ğu’na dahil
oldukları zaman yapılan anlaşmayla taban tabana zıt
olduğu iddiasını ö ne sü rdü ler. Ba şkan’ın anayasanın
temeli olarak Kuran’ı benimsemesini istiyorlardı. Nasır
bunu reddedince vurucu timlerinden birini ona suikast
yapmak ü zere gö nderdiler. Ama ekip i şi beceremeyip
pü skü rtü ldü . Nasır’ın popü lerliği arttı. Mü slü man
Kardeş’i yasadışı ilan etti ve 4 bin ü yesini toplama
kamplarına gö nderdi, belli başlı ö nderlerini idam ettirdi.
Kurtulanlar da yeraltına indi. Bazıları işçi sendikalarına,
okullara, hatta orduya sızma girişiminde bulundu.
Çoğuysa ü lkeyi terk edip Urdü n, Suudi Arabistan, Sudan,
Suriye ve bildiğiniz gibi sizin de ö nemli bir elektrik
tesisi projenizin olduğu Kuveyt’e gitti.” Duralay ıp başını
Hall’a doğru salladı. “Ve yıllar içinde dü nyanın en etkili
İslamiyet yanlısı gü çlerinden birini oluşturdular.
Amaçları bizi, hatta Batı’ya ve Hıristiyan kü ltü rü ne dair
her ne varsa Ortadoğu’dan çıkartmak, Mısır ve İran’daki
gibi laik yö netimleri alaşağı edip yerine mollaları
getirmekti.”
Bir an içimden, beyan edilen niyetlerini ve komü nizm
karşıtı tavırları nedeniyle Mü slü man Kardeşler’in
CIA’dan para ve e ğitim yardımı aldığına yö nelik
sö ylentileri sormak geldi. Ama adamın ö yle bir soruya
tek yanlı yanıt vereceğini, dolayısıyla bunu sormanın,
ö zellikle o koşullar altında bana pahalıya
patlayabileceğini düşündüm.
“Buraya kadar sorusu olan var mı?” Danışman
masanın çevresindekilere baktı. “Zaten ben de bitirmek
ü zereyim. 1960’lı yıllar Mısır için çalkantılı geçti. Nasır
ekonomik reformlar yaptı, Marksizm’e iyiden iyiye saptı
ki, icraatları arasında tü m Mısır iş dü nyasının en az
%51’ine devletin sahip olmasını dayatmak da vardı. Ne
felaket ama! Bu sadece bizi daha da fazla
sinirlendirmeye hizmet etti. BM Barış Gü cü 1967’ye
kadar bö lgede kaldı; İsrailliler ile Mısırlılar arasında
1970’e kadar zaman zaman çatışmalar patlak verdi ve
Kanal gemi taşımacılığına kapalı kaldı. Nasır 1970’de,
yani yaklaşık dö rt yıl ö nce ö ldü . Yerine Ba şkan
Yardımcısı Enver Sedat geçti.”
Şimdi can alıcı noktaya gelmiştik işte!
“Enver Sedat’ı kendi yanımıza çekmek için bü yü k bir
gayret ve ö zenle çalıştık. İnanın bana, çü nkü oradaydım.
Başlangıçta direndi. Nasır’ın Sovyetler Birliği ile
başlattığı anlaşmaya sadık kalmakta direterek bü yü k
zorluk çıkarttı. Bize alenen nanik yapmaktan hoşlanır
gibiydi. Ama aşağılamaları gö rmezden gelip orada
tutunduk. İşe yaradı. Enver Sedat tavrından dö nmeye
başladı. 1972’de Sovyetler’i kovdu.”
Duralayıp içini çekti.
“Sonra işi bir kez daha rezil etti. Sü veyş Kanalı’nın
ö tesine asker gö nderip, Sina’daki İsrail mevzilerine
saldırdı. Suriye de eşgü dü mlü olarak Golan Tepeleri
ü stü nden İsrail’e girdi. İsrail saldırganları pü skü rttü ve
gerisini biliyorsunuz: Yom Kippur Sava şı, 24 Ekim
1973’te ateşkesle sona erdi. Sedat şimdi tekrar bize
hararetli bir şekilde kur yapıyor, durumu dü zeltmeye
çalışıyor, bunun için İsrail ile asker çekme
görüşmelerine oturuyor, yabanc ı yatırımı alabildiğine
cesaretlendiriyor, ABD ve Dü nya Bankas ı yardımı talep
ediyor. Fırsat penceresi açıldı…”
Bir kez daha sö zü ne ara verip suyunu bitirdi. “Sizin
ifadenize kesinlikle katılıyorum, Bay Hail.” Taba ğının
yanındaki kâ ğıda gö z attı. “Mısır piramitleri, Araplar’ın
yüreğini ve aklını kazanacaksak, o ü lkenin oynaması
gereken rolü sembolize eder. Mısır geniş ve sağlam bir
temel oluşturacaktır. Sonra ö teki ü lkeleri birer birer
toplayacağız.” Ha ifçe ama sayg ı belirttiği gö zden
kaçmayacak şekilde Hall’a doğru eğildi. “Bu konuda hak
edilmiş ö vgü yü kabullenmenizi isterim, efendim. Son
derece parlak bir gelişim. Bu gü n olduğumuz konumu
eksiksiz ve kusursuz yansıtıyor.”
Yemekten sonra salonda dolanıp birbirimizle el
sıkıştık. Bir ara dikkatim tekrar camdan dışarıya,
Harvard’a kaydı. Dalmışım. Birinin omzuma dokunduğu
hissettim. Dö nü nce Hall’dan sonra MAIN’in en gü çlü ismi
kabul edilen George Rich’in yaşlı, hava koşullarıyla
sertleşmiş ama bana gü lü mseyen yü zü nü buldum
karşımda. Dostum Bruno Zambotti, “Başkanlar gelip
geçer,” demiş ve eklemişti: “Ama Hail ile Rich her zaman
parmaklarıyla ipleri yönetmek için orada olacaktır.”
George Rich birkaç kişiyle birlikte hemen yanı
başımdaki masada oturuyordu. “Ne manzara ama!” dedi.
“Biraz zamanın var mı? Büroma gelebilir misin?”
34-Mısır: Afrika’yı Kontrol Etmek
Şansıma inanamıyordum. Once Mac Hail ve en ü st
dü zey yö neticilerle yemek, şimdi de mü hendislik
mesleğinin yaşayan gerçek efsanelerinden birinden
alınan davet. George Rich’in Afrika ve Ortadoğu’daki
projeleriyle ilgili birçok ö ykü duymuştum. Uzak
bö lgelere giden ve kırsal yerleşimler için hidroelektrik
projeleri geliştiren ilk girişimciydi. Kongo Irmağı hâ lâ
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’nde anlatıldığı
gi bi yken, ırmak boyunca yolculuk yapmıştı. Kimi
sö ylentilere gö re Arabistanlı Lawrence ile çö lleri
aşmıştı. Şimdi yaşlılığında -ki bana sö ylendiği kadarıyla
seksen dö rt yaşındaydı- dü nyanın her tarafındaki
mü hendislerden çok bü yü k saygı gö rü yordu. Onun adını
Bogota ve Tahran’daki şirket başkanlarına anmanın
(ö zellikle Tahran’da çok nadir olan) ev yeme ği
davetlerine mazhar olmaya yeteceğini ö ğrenmiştim.
Rich, ayrıca MAIN’in CEO’su ve en yakın iki çalışma
arkadaşının (ne mahiyette oldukları bana kimse
tarafından tatminkâ r şekilde açıklanmamış) kimi
nedenlerle kurduğu mü hendislik irması Uhl’nin de
kurucu ortaklarındandı. İçgü dü lerim -ki gerçekten
sadece içgü dü ydü ler- o irmanın daha gizli
operasyonları yü rü rlü ğe koymak ya da belki başkanlık
konumunu paylaşan ü ç kişinin kendi topraklarında,
kendilerinin ya da varlıklı mü şterilerinin, hatta devlet
kuruluşlarının para aklamasına yardımcı olmak ü zere
kurulduğunu söylüyordu.
George Rich’i izleyerek restorandan çıktım. Ama
söylediği gibi o isine gitmedik. Asansö re binip MAIN
yö netim bü rolarının bulunduğu kata indik ve koridor
boyunca yü rü yü p yö netim kurulu toplantı salonuna
geldik. Bir anahtar çıkartıp kapıyı açtı ve beni içeri aldı.
Pelüş koltuklardan birini oturmam için işaret ederken,
“Fikrimi değiştirdim,” dedi. “Sanırım burada bü romdan
daha fazla mahremiyete sahip olabiliriz.”
Bana arkasını dö ndü ve yavaşça karşı duvara doğru
yü rü dü . Duvarda ışıklandırılmış bir dü nya haritası vardı
ve ü stü nde ilerleyen parabolik gö lge, gü nü n nerelerde
geceye dö ndü ğü nü gö steriyordu. O haritayı incelemek
ü zere daha ö nce bir kez daha o salona kabul edilmiştim.
Mac Hall’ın ö zel sekreteri salonu açmış ve ben o gece
saat kaçta Bangkok’a telefon edeceğimi belirlerken
yanımda beklemişti.
Rich parmağıyla Afrika kıtasının tepesini işaret etti.
“Mısır.” Sonra bana dö ndü . “USAID’ten gelen adamdan
hikâ yenin ancak amigo kızlara anlatılacak versiyonunu
dinlediğini biliyorum. Ve şimdi de asıl anlatılması
gerekenleri duymanı istiyorum. Çok zeki olduğunun ve
yaptığımız şeyin gerçek resmini kafanda
canlandırdığının farkındayım. Yakın zamanda Mısır’a,
oradan da Kuveyt, Irak ve Suudi Arabistan’a gideceksin.”
Duraladı. O ü lkelerin isimlerinin beni
heyecanlandırdığını bildiğinden emindim ve bunu
hazmetmem için beklemişti. “İşimizin gö rü ndü ğünden,
sözleşmelerde yazıyla ifade edildiğinden çok daha büyük
olduğunu elbette ki biliyorsun.” Biraz, ö ne e ğilip
gözlerini benimkilere dikti. “Öyle, değil mi?”
“Evet, efendim. Bunun tamamen bilincindeyim.”
“İy i . Şö valyelikle ö dü llendirilmediğime gö re ‘Sir’ de
değilim. Onun için efendim demeyi bırak; adım George.”
Sadece gü lü mseyebildim; ona yü zü ne karşı ismiyle
hitap edip edemeyeceğimi merak ediyordum. “Tamam,”
dedim.
Parmak eklemleriyle haritaya yavaşça vurdu.
“Müslüman Kardeşliği hakkında bilgilendirildin.”
“Evet.”
“Son derece tehlikelidirler ve uzlaşımla, satın alınarak,
yok edilerek, yani hangi yö ntem işe yarayacaksa
kullanılarak engellenmesi gerekir, aksi halde
durdurulamaz. Sedat bunu kanıtladı. Ustlerine gittiğin
zaman daha fazla destek kazanırlar. Ate şe benzin atmak
gibi yani.” Karşıma bir sandalye çekti ve yü zü bana
dö nü k halde durdu. “Ama bu senin i şin değil; en azından
şimdilik.” Oturunca dizlerimiz neredeyse birbirine
değecek kadar yaklaşmıştı. “Haritaya bak. Ne
görüyorsun?”
Kafam karışmıştı. “Mısır’ı mı kastediyorsunuz?”
“Elbette Mısır’ı kastediyorum. Ama nerede? Mısır
nerede?” Dizimi okşadı. “Kalk ve daha yakından bak.”
Söylediğini yaptım. “Akdeniz ile K ızıldeniz’e kıyısı var
ve İsrail’in hemen yanı başında.”
İçini çekti. “Hangi kıtada?”
“Afrika.”
“ E v e t , ışık yandı!” Elini başının ü stü ne kaldırıp
olmayan bir ipi çeker gibi yaptı. “Elbette Afrika’da.
Haritaya bir kez daha bak. Çoğu Amerikalının
inandığının tersine, Mısır bir Afrika ü lkesidir.
Ortadoğu’nun bir parçası mıdır? Elbette. Ama Ortadoğu
kıta değildir. ‘Orta bö lge’ olarak dü şü nmek gerek orayı.
Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan bir ip. Ve genel
kanının aksine, Mısır da her iki kıtayı Afrika’ya bağlar.
Şimdi sana zor bir soru: Mısır’ın ırmağı var mıdır?”
“Nil Nehri var.”
“Doğru. Şimdi karşındaki haritaya bakarak Nil Nehri
hakkında bana ne söyleyebilirsin?”
“Sudan’dan geçiyor...”
“Ki orası d a 1956’ya kadar Mısır’ın bir parçasıydı.
Bağımsızlığı Britanya tarafından verildi ve Mısır da bunu
tanıdı. Ote yandan, çoğu Mısırlı bundan ö tü rü hâ lâ ö keli
ve o devasa mülkü kendilerinin sayıyor. Nil başka nereye
gider?”
“Irmağın iki kolunu dahil ederseniz, Tanganika Gölü ve
daha kü çü k başka gö llere akarak kıtanın oldukça bü yü k
bir bölümünü kapsar.”
“Aha! Welcome to the land of Dr. Livingston I presume
{52} Bir soru daha. Bunu doğru yanıtlarsan gelip yerine