You are on page 1of 357

BÜYÜK TEFSİR

TARİHİ
O� MER NASUHI� BI�LMEN

1.CİLT / 1.Bölüm
Önsöz
1- Târihin Ehemmiyeti ve Kısımları:
2- Tefsîr Tarîhi'nin Mâhiyyeti ve İlimler Arasındaki Mevkii:
Birinci Kısım
Usûl-i Tefsîr'e Dâir Olup Üç Bölüme Ayrılmıştır.
Bîrincî Bölüm
Kur'ân-I Kerim Hakkında Umûmî Bilgileri Câmi'dir
1- Kur'ân'ın Ma'nâsı:
2 - Sûre'nin Mânası:
3- Âyet'in Ma'nâsı:
4- Kur'ân-ı Azîm'in Nüzulü
5-Vahy-i İlâhî'nin Mâhiyyeti ve Mertebeleri:
Vahyin dokuz mertebesi, nev'i vardır:
6-Kur'ân-ı Kerîm'in Cem’ ve Tertîbi:
7-Kur'ân-ı Kerîm'in Mahfûziyyeti:
8- Kur'ân-ı Mübîn'in Resm-i Hattı:
9 - Sûrelerin Fatihaları = Ser-levhaları:
10- Kur'ân-ı Zî-Şân'ın Nüzulünden Evvel Ve Nüzulü Zamanında Arabların Lisan Bakımından
11- Kurân-ı Kerîm'in Hangi Bakımlardan Ebedî Bir Mu'cize Olduğu:
Velhâsıl Kur'ân-ı Kerîm, birçok bakımdan ebedî bir mu'cizedir. Ezcümle:
12- Kur'ân-ı Mübîn'in Sarahaten Veya İşâreten İhtiva Ettiği İlimler:
1-Tefsîr İlmî:
2-Hadîs İlmi:
3 -Tevhid İlmi = İlm-i Kelâm:
4- Fıkıh İlmi:
5-Usûl-i Fıkıh İlmi:
6- Hikmetü't-Teşrî İlmi:
7- Hitabet ve Mev'ize İlmî:
8- Ahlâk İlmi:
9-Tasavvuf İlmi:
10 -Havas İlmi:
11- Rü'yâ İlmî:
12- Belagat İlmi:
13- Mantık İlmi:
14- Riyâziyye İlmi:
15 -Hey'et İlmi:
Semâlara ve zemine dâir Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinden birkaç misâl:
16- Tabîiyyât Denilen İlimler:
17- Hikmetü't-Tekvîn İlmi:
İşte birkaç misâl :
18- Siyer ve Târih İlmi:
19 - İçtimâi İlim:
İkîncî Bölüm
Tefsîr, Te'vîl Ve Terceme Hakkında Umumî Bilgileri Hâvîdir
13- Tefsir İle Te'vîlin Mâhiyyetleri Ve Aralarındaki Fark:
14- Tebdil Ve Tahrifin Mahiyyetleri:
Tefsîr İle Terceme Arasındaki Fark:
16- Tefsirin Mevzuu İle Gayesi:
17- Tefsirlerin Mebâdîsî, Me'hazleri, Menba'ları:
18- Tefsir İlmi'nin Şeref Ve Ehemmiyeti:
19- Tefsirlere Olan İhtiyaç:
20- Tefsîrlerin Taksimi, Rivayet Ve Dirayet Tarikleri;
21 - Dirayet Tarikiyle Yapılan Tefsirler İle Re'ye Müstenid Tefsirler Arasındaki Fark:
Üçüncü Bölüm
Müfessirler Ve Bazı İlimler Hakkında Umûmî Ma'lûmâtı Muhtevidir
22 -Tefsîr İle Sıkı Alâkaları Olan Bir Kısım İlimler:
23- Müfessirlerin Muhtaç Oldukları İlimler:
9- Îlm-i Kelâm = Usûl-i Dîn;
10- İlm-i Hadîs:
11- İlm-i Fıkh:
12- Usûl-i Fikh:
13- İlmü Esbâbi'n-Nüzûl:
14- İlmü'n-Nâsih Ve'l-Mensuh:
15- İlm-i Mevhibe:
16- İlm-i Ahlâk:
17- Rûhiyyât:
18- İçtimâiyyât:
19- İlmü't-Tekvîn:
20- İlim-i Hey'et:
21- Coğrafya:
22- İlm-i Târih Ve Siyer:
24- Müfessirlerin Âdâb Ve Şeraiti:
Ashâb-ı Kiram Tarafından Vuku'bulan Tefsirlere İki Misâl:
Tabiîn Hazerâtının Tefsirlerinden Birkaç Nümûne:
25- Müfessirlerin Arasında Görülen Ba'zı İhtilâfların Sebebleri Ve İhtilâfların Nevi'leri;
Hakikî İhtilâflardan Birkaç Nümûne:
Bu Kısma Âid Başlıca Me'hazlar:
BÜYÜK TEFSİR TARİHİ
TABAKAT'ÜL MÜFESSİRÎN
İkincî 1Kısım:
Mukaddime
Müteaddid Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet
Müfessirlerın Meslekleri
Müfessirlerin Tabakaları
Mümtaz Tabakaya Dair Teberrüken Bir Nebze Ma'lümât
1- Ebü Bekr Es-Sıddık (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
Hazret-i Ebû Bekr'in Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar
Hazret-İ Ebü Bekr'in Tefsir İlmindeki Mevkii
Hazret-i Sıddîk'ın Hadîs İlmi'ndeki Mevkii
Hazret-i Siddîk'ın Fıkıh İlmi'ndeki Mevkii
2- Ömer B. El-Hattâb (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
Hazret-i Ömer'in Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar
Hazret-i Ömer'in Tefsirdeki Mevkii:
Hazret-i Ömer'in Hadîs İlmindeki Mevkii:
Hazret-i Ömer'in İlm-i Fıkıhdaki Mevkii
3- Osman B. Affân (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
Hazret-i Osman'ın Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar:
Hazret-i Osman'ın Tefsîr İlmindeki Mevkii:
Hazret-i Osman'ın İlm-i Hadîsdeki Mevkii:
Hazret-i Osman'ın İlm-i Fıkıhdaki Mevkii:
4- Alî B. Ebi Tâlib (Radiya'llâhü Teâlâ Anh):
Hazret-i Alî'nin Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar:
Hazret-i Alî'nin İlm-i Tefsirdeki Mevkii:
Hazret-i Alî'nin İlm-i Hadîsdeki Mevkii:
Hazret-i Alî'nin İlm-i Fıkıhdaki Mevkii:
5- Übeyy B. Kâ'b (Radiya'llâhu Teâlâ Anh)
Übeyy B Kâ'bın İlmi Kirâatdaki Mevkii:
İlmi Tefsirdeki Mevkii:
Îlm-i Hadîsdeki Mevkii:
6- Abdu'llâh B. Mes'ûd (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
İlm-i Kırâetdeki Mevkii:
İlm-i Tefsirdeki Mevkii:
İlm-i Hadîsdeki Mevkii:
İlm-i Fıkıhtaki Mevkii:
7- Ebû Müse'l-Eş'ar! (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
İlm-i Kırâet Ve Tefsirdeki Mevkii:
İlm-i Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii
8- Zeyd B. Sabit (Radiya'llâhu Teâlâ Anh)
İlm-i Kırâetdeki Mevkii:
İlm-i Tefsirdeki Mevkii:
İlm-i Hadis Ve Fıkıhdaki Mevkii:
9- Ebû Hüreyre (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):
Tefsir İlmi'ndeki Mevkii:
Fıkıh Ve Hadis İlimlerindeki Mevkii:
10- Abdu'llâh B. Amr (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ)
Tefsîr İlmi'ndeki Mevkii:
Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii:
Lahika
11— İbn-i Abbâs (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ) :
İlm-i Tefsirdeki Mevkii:
İbn-i Abbas'ın Hadîs İlmindeki Mevkii:
İbn-i Abbâs'ın İlm-i Fıkıhdaki Mevkii
12- Abdu'llâh B. Ömer (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ):
Abdu'llâh B. Ömer'in Tefsirdeki Mevkii
İbn-i Ömer'in Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii
13- Abdu'llâh B. Ez-Zübeyr (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ):
Târih-i Hayâtına Kısa Bir Nazar
Abdu'llâh B. Ez-Zübeyr'in Tefsir İlmindeki Mevkii
Hadîs Ve Fıkıh İlimlerindeki Mevkii
14- Cabir B. Abdi'llâh (Radîya'llâhu Teâlâ Anh):
Tefsir İlmindeki Mevkii :
Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii :
15- Enes B. Mâlik (Radiya'llâhu Anh):
Tefsir İlmindeki Mevkii:
Hadis İlmindeki Mevkii:
Birinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
16- Alkame:
Tefsirde Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:
17- Muhammed b. Kâ'b:
Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:
18- Mürre B. Şurahbîl:
Tefsîrde Ve Şâir İlimlerdeki Mevkii :
19 - Refî' B. Mihrân:
Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:
Nihayetsiz Hamdü Sena Allahu Teâlâ Hazretlerine olsun ki insanlara tefaddulen birçok peygamberler göndermiş, kendilerine
ihsan buyurduğu semavî kitaplar ile insaniyyet muhitini aydınlatmış ve nihayet Hâtemü'1-Enbiyâ Efendimize Kur'ân-ı Mübîn'i
inzal ederek yeryüzünü hidâyet nurları içinde bırakmıştır.
Gayr-i mütenâhî salât-ü selâm nebilerin hâtemi, bütün beşeriyyetin en büyük rehberi olan peygamberimiz Hazret-i Muhammed
Mustafâ' ya ve sâir resûller ile nebilere olsun ki hâiz oldukları risâlet ve nübüvvet vazifesiyle bütün insanları irşada çalışmış,
insanları hakdan, hakıykatten, hakıykî me-dehiyyetten haberdâr etmiş, kendilerine tâbi' olanları dalâlet ve cehaletten kurtararak
hidâyet ve ma'rifet sahasına kavuşturmuşlardır.
Bu pek yüksek hidâyet ve fazilet rehberlerinin bilcümle Âl ü Ashabı da! Hak Tealâ'nın bînihâye salât ü selâmına mazhar olsunlar
ki her biri insaniyyet için bir hidâyet yıldızı, bir irfan ve kemal mürşidi olmuştur.[1]

Önsöz

1- Târihin Ehemmiyeti ve Kısımları:

Târih, insanlara âid mühim hâdiselerin bir âyînesidir. Târih, muhtelit mâhiyyetlerde, muhtelif gayelere müteveccih faydalı,
faydasız bilcümle beşerî müesseselerin güzel bir ma'kesidir. Târih, öyle bedî, pür ibret bir ma'kesdir ki, her mütefekkir insan, târih
sahîfelerinde hilkatin sırlarını, kâinatın inkılâblarını, beşerî bilgilerin cereyan ve inkişâf tarzlarını açık bir surette görebilir.
Bundan dolayıdır ki târihin pek büyük bir ehemmiyeti vardır.
İnsanlar mâzîye bağlıdırlar, hiçbir zaman maziye karşı lâkayd bir vaziyette kalamamışlardır. Mâzîye râci' hâdiselerden bir takım
düsturlar, kanunlar çıkarmak, sonra bunları hâle, istikbâle tatbik ve ta'mim ederek içtimaî hayâta mes'ud bir istikamet vermek
mecbûriyyetinde bulunmuşlardır. Bu mecbûriyyete mebnîdir ki ibtidâî devirlerden beri her kavim, kendi bilgisiyle mütenâsib bir
halde târîh ile uğraşmış, târihî vak'aları mümkün mertebe zabta çalışmış, hele mukaddesatına, muhterem bildiği zâtlere müteallik
olan târihî bilgiler ile daha önemli bir surette meşgul olmuştur.
İnsanlar, daha yazı yazacak kadar bir yükseklik eseri göstermemiş oldukları çağlarda bile târihî hâdiseler ile zihinlerini yormuş,
an'aneler ve nakledilegelen şey'ler yoluyla târîhî vak'aları hafızalarına nakşetmiş, bu dağınık vak'alara kendi muhayyelelerinin
müsâadesi nisbetinde çeşit çeşit renkler vermişlerdir. Bu veçh ile de: (Destânî Târîh) devresi başlamıştır.
Fakat insanlar gide gide yükseliyor, her hakiykati daha sağlam bir tarzda anlayarak tesbit etmek istiyordu. Yazının zuhuru bu
terakkinin en parlak bir âbidesi olmuştur.
Yazının zuhuru insanların bilgilerine büyük bir genişlik verdi; yalnız muhâtablar ile değil, cihanın muhtelif kıt'alarında bulunan ve
müteakip asırlarda zuhur eden insanlar ile de konuşmaya, fikir teatisine imkân vermiş oldu. Artık maziye âid vak'alar, yalnız
hafızalarda mürtesem bulunmak tehlikesinden kurtulmuş, sahîfeler üzerinde tesbit edilmeğe de başlanılmıştı. Bahusus
hükümdarlar ile dînî reisler ve bir kısım bilgili zâtler, içtimâi, siyâsî, ahlâkî, dînî, felsefî, edebî birçok vak'aları, mes'eleleri mensur
ve manzum olarak kitap ve risale şeklinde tesbîte çalışıyorlardı, bu sayede geçmişlere âid vak'alar, hâtıralar oldukça salim bir
tarzda sonrakilere intikal ediyordu. Bu suretle de (Yazılı Târîh) devresi vücûde gelmiştir.
Mısırlılar, Çinliler, eski Yunanlılar, Romalılar yazılı târihe başka başka mâhiyyet vermiş, bunların bir kısmı, târihî vak'aları
olduğu gibi zabt etmeğe çalıştığı halde diğer bir kısmı, hakiykate tercüman olmaktan ziyâde edebiyyat tarzında parlak sahîfeler
vücûde getirmek merakına düşmüş, hakiykati indî faraziyyelere, tumturaklı ifâdelere feda etmekten çekinmemiştir. Bu cihetle
sonrakiler, kendilerine intikal eden târihî bilgilere karşı mütereddit bir vaz'iyyet alıyor. Herhangi bir târihî vak'âyı bir hakiykat
olmak üzere kabul etmekte kendisini ma'zûr görüyordu. Bu hal, mütefekkir, münevver dimağları işgalden hâlî kalmadı. Artık
târihe metin, vüsûka şâyân bir mâhiyyet vermek zamanı gelmişti. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Şark'da, Garb'da birçok derin
düşünceli müverrihler belirmeye başladı. Bunlar vak'aları olduğu gibi yazmak istiyorlar; yazdıkları târihleri kuvvetli vesikalara,
kaynaklara yaşlandırmaya çalışıyorlardı. Bu sayede de (Münakkah, vakı-ı hâli musavvir târîh) devresi vücûde gelmiş oldu.
Biz iftihar ile diyebiliriz ki bu gayeye en evvel ve en güzel bir tarzda hizmet etmek' şerefi her milletten ziyâde müslümanlara
âiddir. Çünkü bu bâbda en iyi bir tarîk ta'kîb eden, en faydalı bir eser vücûde getiren, hâdiseleri illiyyet bakımından görüp
muhakeme eyleyen, büyük bir İslâm âlimi olan (İbn-i Haldun) merhumdur.
Bu zâtin tarîhde ta'kîb ettiği usûl, Garb muharrirlerinin gözlerini açmış, takdirlerini celb etmiş, kendileri için bir rehber olmuştur.
Hele rivayet edilen şey'ler ile râvîler hakkında îslâm âlimlerinin öte-denberi kabul ve tatbik etmiş oldukları usûl ve kavâid ise
Garb'de şu son asırda revaç bulan (Mantık-ı Tatbikî = Usûliyyât)ın târihi tetebbu'lar hakkındaki mebhaslerini daha mükemmel bir
halde muhtevi bulunmuştur.
Velhâsıl târîh, tekemmül etmiş, mevzû'u pek ziyâde vüs'at bulmuştur. Ahiren ilimler terakki ederek her ilmin mütehassısları
yetişmiş, hattâ bir ilmin muhtelif şu'belerinden yalnız birisiyle uğraşıb duran ihtisas sahihleri vücûde gelmiş olduğu gibi, târîh de
birçok şu'belere ayrılmış, her şu'be ile ayrıca uğraşan zâtler yetişmiştir. Ezcümle Umûmî Târîh, Dî'nî, Edebî, Felsefî, Sınaî,
İktisadî, Siyâsî... kısımlara ayrıldığı gibi, bunlardan herbiri de ayrı ayrı şu'belere ayrılmıştır. Meselâ: Bizce Dînî Târîh, Tefsîr
Târihî, Hadîs Târihî, Fıkıh Târîhî, Kelâm Târihî gibi şu'beleri muhtevi bulunmuştur.[2]

2- Tefsîr Tarîhi'nin Mâhiyyeti ve İlimler Arasındaki Mevkii:

Şüphe yok ki Umûmî Târîh'in her kısmı, kendine mahsus büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Bizim bu eserimiz ise, yalnız Tefsîr
Târîhi'ne âid olduğundan mütalâalarımız da yalnız bu târihin mâhiyyet ve ehemmiyetine münhasır bulunacaktır.
Kur'an’ı Azîm'in nüzulü sayesinde beşeriyyet âleminin mazhar olduğu ulvî inkılâbı düşünenler, Tefsîr Târîhi'nin ehemmiyetini
pek güzel takdir edebilirler.
Bütün semavî kitaplar, ayniyyetini kaybetmiş; bütün dînî, ahlâkî esaslar, hâdisât dalgaları arasında erimiş gitmiş; insanlar cehalet
kâbusları altında kıvranıp kalmış iken hidâyet ufkundan yeni bir güneş doğuyor, her tarafa Lâhûtî ziyalarını dağıtarak karanlık
muhitleri aydınlatıyor, cihâna ilim ve hikmet nurlarını yayarak târihin birçok muzlim noktalarım aydınlatıyor, beşeriyyete yeni bir
hayat veriyor.
İşte bu ma'nevî güneş, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu güneşin İlâhî şualarını tahlil eden, bunun hâiz olduğu hayâtı kuvveti, semavî
feyizleri teşriha çalışan, bunun İlâhî lem'alariyle en hücrâ yerleri bile ışıklandırmağa vesile olan ilim ise Tefsîr ilmi'dir. Böyle
ehemmiyeti tasavvur fevkında olan bir ilmin seyrini ta'kîb etmek, bu ilmin vasıflarına, mertebelerine, inkişâfı tarzlarına muttali'
olmak, bu ilme dâir birçok müdevvenât vücûde getirmiş olan eâzımı tanımak, bu büyük zâtlerin Tefsîr hususundaki mesleklerini,
gayelerini anlamak artık lâzım gelmez mi?
İşte bize bunları gösterecek olan şey' de “Tefsîr Târîhi”nden başka değildir. Binâenaleyh, İlimler Târîhî arasında Tefsîr Târîhî'nin
mevkii pek yüksek, pek kıymetlidir.
Evet... şüphe yok ki Kur'ân-ı Azîm'in ulvî hitabelerini anlamaya, yüksek belâgatinin, i'câzının incilâsına vâsıta olması cihetîyle en
büyük fikri, ilmî ve felsefî tetebbulara, mütalâalara saha olan Tefsîr'in seyr-i ilmîsini, inkişâf ve i'tilâsını gösteren bir târîh, böyle
pek yüksek, pek kıymetli bir mevkii ihraza lâyıktır.
İşte biz de aczimize bakmaksızın mahzâ dindaşlarımıza ilim yolunda bir hizmette bulunabilmek için bu Tefsir Târîhi'ni yazmağa
cür'et etmiş bulunuyoruz.
Bu eser iki kısımdır. Birinci kısmı Usûl-i Tefsîr'e dâirdir. Buna “Tefsir İlmi'nin Mukaddimesi” adı da verilmektedir. Bu kısımda
Kur'ân-ı Kerîm'e, Kur'ân'ın tefsirine ve her mü'mini azçok alâkadar eden sair ilmî, dinî mes'elelere dâir ma'lûmât verilecektir.
İkinci kısma gelince: Bunu da “Tabakatü'l-Müfessirîn” teşkil edecektir. Bu kısım da Kur'ân-ı Mübîn'in yüzlerce tefsirine ve
yüzlerce yüksek İslâm âlimlerine ve sâireye âid ma'lûmâtı muhtevi bulunacaktır.
Ve mine'llâhi't-tevfîk.[3]

Birinci Kısım

Usûl-i Tefsîr'e Dâir Olup Üç Bölüme Ayrılmıştır.

Bîrincî Bölüm

Kur'ân-I Kerim Hakkında Umûmî Bilgileri Câmi'dir

Muhteviyat: Kur'ân'ın ma'nâsı. Sûre, âyet ta'bîrlerinin ma'nâları. Kur'ân-ı Azîm'in nüzulü. Vahy-i İlâhî'nin mâhiyyeti ve
mertebeleri. Kur'ân-ı Mübîn'in cem' ve tertibi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahfûziyyeti ve resm-i hattı. Sûrelerin serlevhaları. Kur'ân-ı Zî-
Şân'ın nüzulünden evvel ve nüzulü zamânında Arabların lisan bakımından yüksekliği. Kur'ân-ı Azîm'in hangi bakımlardan edebî
bir Mu'cize olduğu. Kur'ân-ı Mübîn'in sarahaten veya işâreten muhtevi olduğu ilimler.[4]

1- Kur'ân'ın Ma'nâsı:

Kur'ân lâfzı, esasen kırâet, tilâvet, cem' ve zam ma'nâsınadır. Kur'ân lâfzı gufran gibi masdar olu» makruvv, yani okunmuş, kırâet
edilmiş şey ma'nâsına da gelir. Bilâhare taraf-ı llâhî'den Cibrîl-i Emin vâsıtasîyle Arabca olarak Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi
ve sellem Efendimiz'e indirilmiş; ve zamanımıza kadar tevatür ile rivayet edegelmiş olan Kitâb-ı îlâhî'nin unvanı olmuştur.
Binaenaleyh bu Mübarek Kitâb'ın lâfzı da, mânası da İlâhîdir; Vahy'e müstenittir; mukaddestir. Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızların;
«Nazmü'l-Kur'ân» denir. Kur'ân-ın nazmı ile mânası Kur'ân'ın mâhiyetin teşkil eden iki rükünden ibarettir ki, bunlar
bulunmadıkça Kur'ân tahakkuk etmiş olamaz.
Kur'ân denilen bu Kitâb-ı İlâhî, dâima okunduğu veya âyetleri, süreleri, birçok emirleri, nehiyleri, va'dleri, vaîdleri ve bir nice
ilimleri, hakıkkatleri sinesinde topladığı için bu Kur'ân unvanını almıştır.
Kur'ân-ı Azîm'in, Fürkan, Tenzil, Hak, Nûr, Rûh, Zikrâ, Hüdâ, Mev' za, Burhan, Besâir, Azîz, Kitâb-ı Mübîn gibi ellibeş kadar
ism-i şerifi dah vardır.
Kur'ân-ı Azîm'in, bütün sahifelerini cami «Deffeteyn» denilen iki kap, iki cilt arasında mahfuz olan Kitâb-ı îlâhî'nin bu umumî
hey'etine “Mushaf” adı da verilmiştir. Cem'i “Mesâhif”dir.
Bir Mushâf-ı Şerîf'deki âyetlerin, sûrelerin mecmuuna Kur'ân denildiği gibi, herhangi bir âyete veya sûreye de Kur'ân
denilebilir.[5]

2 - Sûre'nin Mânası:

Sûre lâfzı, lügatte derece, yüksek rütbe, şeref ve şan, güzel tarzda yapılmış bina mânasına gelir. Şehirlerin çevrelerine çekilen
hisara da (Sûr)denilir. Istılahımızda Sûre, Kur'ân-ı Kerîm'in, en az üç Âyet'den müteşekkil, hususî bir ismi hâiz olan
bölümlerinden her birine verilen unvandır'.
Kur'ân-ı Zî-Şan'ın bölümlerinden herbiri büyük bir şeref ve mertebeyi hâiz olduğu veya her bölümü ma'nevî sûrlar ile mestur,
mahfuz bulunduğu cihetle böyle (Sûre) unvanını almıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in sûreleri yüz on dörttür. Hicret'den evvel Mekke-i Mükerreme'de seksen altı Sûre, Hicret'den sonra da Medîne-i
Münevvere'de yirmi sekiz Sûre-i Celîle nazil olmuştur. Bunların ekserisi uzun sûrelerdir. Bu sûrelerden bâzılarının müteaddid
ismi vardır. Nitekim Fâtiha-i Şerife Sûresi'nin Fâtihatü'l-Kitâb, Ümmü'l-Kitâb, El-Seb'u'1-Mesânî gibi adları da vardır.
Bakara, Âl-i Imrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf Süreleriyle Yûnus veya Kehf Sûresi'ne denir ki yedi uzun sûredir. Bu sûreleri ta'kib
edib âyetleri yüzden ziyâde veya yüze yakın bulunan sûrelere de denir ki Berâe, Nemi, Hûd, Yûsuf Sûreleri bu cümledendir.
sûrelerini ta'kib eden Ahzâb, Hac, Kasas gibi bir kısım sûrelere de “Mesânî” adı verilir. Mesânîden sonra gelen El-Rahmân, Ve'n-
Necm, İkra' Bi'smi Rabbik gibi kısa sûrelere de “Mufassal” ünvânı verilmiştir. Bunlar da “Tıvâl-i Mufassal”, “Kısâr-ı Mufassal”
“Evsât-ı Mufassal” nâmîyle üç kısma ayrılmıştır.[6]

3- Âyet'in Ma'nâsı:
Âyet, lûgatta alâmet, nişane,ibret,delîl, her taraftan göze çarpan yüksek bina ma'nâsınadır. Hâriku'1-âde ma'nâsında da
kullanılır.
Istılahımızda “Kur.ân-ı Mübîn'in başlıca bir ma'nâyı, bir işareti, veya bir hükmü hâiz olan uzunca veya kısaca cümlelerinden
herhangi biri) dir ki başlangıciyle sonu arasında bir ittisal, bir vahdet bulunmuş olur. Cem'i
âyât'dır. ,
Kur'ân’ı Azîm'in böyle her cümlesi bir hakiykat nişanesi, bir ibret mev'ızası, bir ulviyyet âbidesi olduğu için bu Âyet unvanını
hâiz bulunmuştur.
Âyetlerin sayısı Nâfi'a göre (6217), Şeybe'ye göre (6214), Kûfelilere göre (6236), Mısırlılara göre (6219), Şamlılara göre (6226)
dır. Bu ihtilâf bir emr-i i'tibârîdir, âyetlerin başlangıcı ile nihayet bulması hakkındaki i'tibârdan ileri gelmiştir.
Bu âyât-ı celîlenin mikdârı, Zimahşerî'nin deyişine göre de (6666) dır. İbn-i Kemal merhum, bu âyetlerin ne gibi kısımlara
ayrıldığım şu manzûmesîle bildirmiştir:
Bilmek istersen eğer sen aded-i âyâtı Cümlesi altı bin altı yüz, altmış altı
Binidir va'd beyânında anın, bini va'îd Binidir emr-i ibâdet, bini nehy ü tehdîd
Bini emsal ü iberdir, bini ahbâr u kasas Beş yüz âyâtı halâl ile harama muhtas
Buldu yüz âyeti teşbih u düâda çu rüsûh Altmış altısı dahi âyet-i nâsih, mensûh
Âyetler, nazil oldukları zamanlar i'tibârîle Mekkî, Medenî, leylî ve nehârî kısımlarına ayrılırlar. Şöyle ki: Hicret'den evvel nazil
olan âyetler Mekkîdir. Hicret'den sonra nazil olanlar da Medenîdir. Velev ki bunlar Mekke'de veya Medine hâricinde nazil olmuş
olsun. Diğer bir kavle nazaran bizzat Mekke-i Mükerrerne'de nazil olsunlar Mekkî'dir, velev ki Hicret'den sonra nazil olmuş olsun.
Meselâ: Âyet-i Celî-le'si birinci kavle nazaran Medenîdir. Çünkü Hicret'den sonra nazil olmuştur, îkinci kavle göre Mekkî'dir.
Zîrâ Mekke-i Mükerrerne'de Haccetü'l-Veda1 esnasında nüzul etmiştir. Geceleyin nazil olan âyetlere (Leylî) gündüzün nazil olan
âyetlere de (Nehârî) denir.
İlk nazil olan âyetler, meşhur olan kavle göre Sûresi'nin ilk dört âyetidir ki bunlar, İslâm Dîni'nin ilim ve irfan üzerine müesses
hilkatin şu'ûnunu tefekkâre saik bir âlî dîn olduğuna büyük bir şâhiddir. En son nazil olan âyetler de ercah olan kavle göre Bakara
Sûresi'nde dan i'tibâren Nazm-ı Celîli'ne kadar olan âyetlerdir. Bunlar da insanlara kendilerini büyük bir tehlikeden koruyacak bir
hareket hattını ta'lîm ile şahsî mes'ûliyyet esâsını te'sîs ve Resûl-i Ekrem'in irtihallerine işareti mutazammın bulunmuştur.
Cumhurun kavline göre en son nazil olan âyet-i celîle Âyet-i Kerîmesi'dir.[7]

4- Kur'ân-ı Azîm'in Nüzulü

Ma'lûm olduğu üzere nüzul, bir şey'in yukarıdan aşağıya inmesidir. Bu halde, İnzal, Tenzil de bir şey'i yukarıdan aşağıya indirmek
demektir. Maâmâfih Tenzîl'in tedrîc ile müteferrik surette indirmek ma'nâsına olduğuna kail olanlar da
vardır. .
Binâen-aleyh Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünden maksad da anın dünya semâsından veya Levh-i Mahfûz'dan Hazret-i Peygamber'e
Vahiy tarîkile inmiş olmasın'dan ibarettir.
Kur'ân-ı Azîm'in âyetleri, sûreleri vakit vakit Cibrîl-i Emîn vâsıtasîle indirilmiş, Resûl-i Ekrem'e vahy edilmiş olduğu cihetle de
Kur'ân'i “Kitâb-ı Münzel” denilmektedir.
Şüphe yok ki asıl Kur'ân-ı Kerîm, bir Kelâm-ı îlâhî'dir, Hak Tealâ'nın zâtîle kaim, kadîm bir sıfatıdır, ezelî, gaybî olan Kelimât-ı
Kudsiyye'den ibarettir. Bu halde bunun inmesi, indirilmesi tasavvur olunamaz. Belki bu ezelî kelimâtın mazâhiri olan, hissî,
dünyevî kelimeler suretinde tebarüz eden bir kısım mübarek lâfızların, deliller ile işaretlerin Vahiy yolîle inmesi indirilmesi
kabildir, vâkı'dir, ki bu mübarek lâfızlara da bir hakiykat-i şer'iyye olarak (Kelâmu'llah) ve (Kur'ân) ismi verilir.
İşte bu mübarek İlâhî Kelimât-ı Hissiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz'e nazil olmuştur.
Şöyle ki: Bi'set zamanında Cezîretü'1-Arab halkı koyu bir cehalet içinde bulunuyordu, aralarında ilimden, hikmetten, fen ve
san'attan nasîbi olanlar, binde bir derecesinde bile değildi. Nâs yanlış yollara sapmış, putlara tapınmaya başlamış, dînî ve içtimaî
muhitlerini pek karanlık bulutlar kaplamıştı.
İşte böyle bir muhitte yetişen Hazret-i Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) de Kur'ân-ı Mübîn'in haber verdiği üzere ne bir şey'
okumuş, ne bir şey' yazmış idi, ne bir medreseye devam etmiş, ne de bir öğretmenden birşey öğrenmişti. O ancak fıtratındaki
selâmeti, nezâheti muhafaza etmiş, lâtif kalbi binlerce ilâhî hakiykatlerin in'ikâsma müste'id bir safveti hâiz bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz'in böyle okumaktan, yazmaktan berî bulunması hikmet muktezâsı idi. Çünkü Hazret-i Muhammed
(aleyhi's-selâm) Efendimiz, bütün âlemin yegâne bir hakiykat muallimi olacaktı. Bütün kâinatın hocası olacak böyle bir muallimin
başkalarından feyz almış olması .elbette muvafık değildi.
Maâhâzâ Hazret-i Peygamber'in böyle (Ümmî)olduğu halde ahiren birdenbire en büyük ilmî hakiykatlere muttali' olması,
kendisinin nübüvvetini isbat için en açık bir delil olacaktı.
İşte bu gibi hikmetlere mebnî O'nun üzerinde Cenâb-ı Hak'dan başkasının ta'lim ve terbiye hakkı geçmemiştir.
Mekke-i Mükerreme ahâlisinden ba'zıları her sene bir" müddet (Hirâ) dağına çekilerek orada ibâdette bulunurlardı. Buna
“Tehannüs” denirdi. Hi-râ'da böyle ibâdetle, yolculara yemek yedirmekle uğraşan ilk zat, Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdü'l-
Muttalib'dir. Sonra Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz de her sene bir müddet Hirâ'yı teşrif eder, orada dünyâ işlerinden kalbi fariğ olarak
Allâhu Teâlâ'nın kudretini tefekküre dalar, yolculara taam verirdi, Hazret-i İbrahim'in şerîatine âid, gayr-i mensûh ba'zı ahkâm
veçhile ibâdette bulunmuş olduğu da mervîdir.
Evet... Dünyâ ufuklarını maddî güneşin rezîn ziyaları tenvir edeceği gibi hidâyet ufuklarını da bir nübüvvet neyyiri, ufûlden
masun bir halde ebediyyen aydınlatıp duracaktı.
Filhakiyka böyle oldu. Ramazân-ı Şerifin onyedinci günü seher vakti idi ki Hirâ'da yüksek tefekkür hanesini mübarek vücûdiyle
tezyin etmiş bulunan Hazret-i Muhammed, Lâhûtî bir tecellîye mazhar olmaya başladı, nübüvvet târihine şeref veren birçok
Peygamberler gibi Hazret-i Muhammed de ansızın Vahy-i İlâhî'ye nail oldu.
Şöyle ki: Kâinatın gaflet ve cehalet uykusundan uyanacağına bir işaret olmak üzere seher vakti Vahy-i îlâhî'yi yüklenmiş olan
Cibrîl-i Emîn,. zuhur etti, Hazret-i Muhammed'e nübüvvetle şeref-yâb olduğunu tebşir ederek: (Oku) diye hitâb etti. Hazret-i
Muhammed de (Ben okumak bilmem) dedi. Cibrîl-i Emîn, hemen zâ t-i Muhammedi'yi kucaklayarak bir iyice sıkıştırdı, sonra
bırakıb yine: dedi. Bu hâl üç kere tekerrür etti, nihayet Cibrîl-i Emîn: âyetlerini okudu, Hazret-i Muhammed de bu âyetleri
tamamen hıfz etmiş bulundu.
Artık şimdiye kadar hiç hatırına getirmemiş, şimdiye kadar hiçbir veçhile zihnini meşgul kılmamış olan nübüvvet gibi ulvî bir
vazîfe, kudsî bir mansab Hazret-i Muhammet, kitabet; risâlet, ilham, gizli söz, teshir gibi ma'nâlara gelir. îhâ da: Bir şey'i nefse
sür'atle ve gizlice ilka etmek ma'nâsınadır.
Vahiy, din ıstılahınca: (Allahu Teâlâ'nın dilediği şey'leri Peygamberlerine muhtelif hallerden biriyle bildirmesi) demektir.
Peygamberler, insanlar arasında fıtrî safvetleriyle, akıl ve irfanlariyle mümtaz yaratılmış zâtlerdir. Allahu Teâlâ bunları vahyine
mazhar etmiş, bunların vasıtalarîle beşeriyyete necatlarına rehber olan hükümleri, esasları bildirmiş, insanları isti'datları
nisbetinde, Zât-ı Ülûhiyyet'den haberdâr buyurmuştur, işte insanlar, ancak bu sayede mebde' ve me'âdı anlamış, yaradılışındaki
gayeyi öğrenmiş, saadet yollarını keşfedebilmiştir.[9]

Vahyin dokuz mertebesi, nev'i vardır:

1- Rü'yây-ı sâlihadır. Şöyle ki: Peygamberlerin gördükleri rü'yâlar, birer ilâhî i'lâmdır, mahz-ı hakiykattir, görüldükleri gibi zuhur
eder. Peygamberlerin mübarek kalbleri hayâlâta ma'kes olamaz, misâl âleminde kalblerine muntabi olan herhangi birşey, aynı
hakiykattir, başka değildir, onların rü'yâları yakaza hükmündedir. Nitekim bir Hadîs-i Şerif de buyurulmuştur. Ya'ni: “Biz nebîler
zümresiyiz, gözlerimiz uyur, kalblerimiz uyumaz.”
Peygamber Efendimize rü'yâ ile vahyin zuhuru Rebîu'l-Evvel ayına müsadiftir. Altı ay devam etmiş, sonra Ramazân-ı Şerîf içinde
ve yakaza hâlinde Vahy-i ilâhî başlamıştır.
Hazret-i Âişe-i Sıddıyka validemizden rivayet edilen bir Hadîs-i Şerif de buyurulmuştur. Ya'nî: (Hazret-i Peygamber bir rü'yâ
gördü mü, hemen sabahın aydınlığı gibi zuhur ederdi!) Sabâhın ziyasında şek edilemeyeceği gibi bu rü'yâların doğruluğunda da
şüpheye mahal bulunmamıştır.
Vahyin böyle bir rü'yâ ile başlaması, yakaza hâlinde tevâlî edecek olan Vahy-i ilâhî ile istinas husulünü te'min hikmetine
mebnîdir.
Vahy-i Rabbânî'nin mehabeti her türlü tasavvurların fevkindedir. Buna ancak Allahu Teâlâ'nın inayeti sayesinde Peygamberler
takat getirebilmişlerdir
2- Rü'yâ âleminde Hak teâlâ'nın cemâl-i bâ kemâlini müşahede ve sübhânî hitabelerini istima' suretiyle vuku' bulur. Nitekim bir
Hadîs-i Şe-rîf'de buyurulmuştur ki vahyin bu kısmını göstermektedir.
3- Silsile-i ceres hâlinde vuku bulur. Şöyle ki: Vahiyden önce çan sesine benzer gayet heybet-âver bir savt duyulur, bunun
kesilmesini müteâkib vahyolunan şey'ler Peygamberin kalbinde temâmen mahfuz bulunmuş olur. Böyle bir savtın husulü,
Peygamber olan zâtın bütün alâkalardan soyularak vahye olanca varlığîle yüz tutması hikmetini mutazammındır.
4- Peygamber olan zât, vahye âid savtı işitir, musavviti göremez. Bunun bir Vahy-i İlâhî olduğuna bir zarurî ilm ile muttali' olur.
Allahu Teâlâ, bu savtı cevv-i havada ya bizim bildiğimiz kelâm nev'inden olarak yaratır, veya başka bir nevi' olarak vücûde getirir
de bundan murâd ne olduğunu Peygamberine bildirir.
5- Kalbe vasıtasız bir halde ilka olunur. Şöyle ki: Peygamber olan zâtin kalbinde dîni hükümler hususundaki içtihadı ânında taraf-ı
İlâhîden melek vâsıtası olmaksızın ilim husule gelir.
6- Kalbe vâsıta ile ilka olunur. Şöyle ki, Vahiy getirmeğe me'mur olan melek, Hak Teâlâ'mn emirlerini Peygamber olan zâtin
kalbine yakaza hâlinde ilka ve ifâza eder. Nitekim Hadîs-i Şerifi. vahyin bu kısmına âiddir. Ya'nî“Cibril-i Emin kalbime üfledi ki:
Bir kimse ecelini ve rızkını büsbütün bitirmedikçe ölmeyecektir. Artık Allah'dan korkunuz, rızkınızı araştırmakta güzel bir yol
tutunuz.”
7- Melek vâsıtasîle olmaksızın yakaza hâlinde vuku bulur. Şöyle ki: Bu vahiy, ya hicâb arkasından zuhur eder veya hicab
bulunmaksızın müşâfeheten tecellî eder. Semâların fevkında namazın farziyyetine dâir taraf-ı îlâhi'den vuku' bulan vahiy, bu
nevi'dendir. Mi'râc Gecesi rü'yetu'llâh'ın vukuuna kail olmayan zâtlere göre hicab bulunmaksızın vahiy vukuu, müsteb'addir.
Âyet-i Kerîmesi de bunu gösterir.
Mûsâ aleyhi's-selâm’ın mazhar olmuş olduğu vahiy de verâ-i hicabdan tecelli etmiştir.
8- Melek-i Vahy'in, temessül edib tebliğde bulunmasîle olur. Nitekim bir Hadîs-i' Şerîf'de buyurulmuştur. Ya'nî: “Cibrîl, bana
gelir, benimle konuşur: Nitekim birinize arkadaşı gelib konuşur, onu arada bir hâil olmaksızın görür.”
Cibrîl-i Emîn, çok kere Ashâb-ı Kirâm'dan (Dahyetü'l-Kelbî) suretinde temessül ederdi. Meçhul bir a'râbî suretinde temessül edip
Ashâb-ı Kirâm'a göründüğü de vâkı'dir.
Dahye radıye'llâhu anh, Bedir Gazvesi'nden sonra İslâm şerefine nail olmuştur. Bu halde Hazret-i Cibril'in Dahye suretinde
temessülü, Bedir Gazvesinden sonraki vahiylerde olmak i'câb eder.
9- Melek-i Vahy'in kendi sûret-i asliyyesi üzere görülerek tebliğde bulunmasiyle olur. Bu suretle vahiy, yalnız Resûl-i Ekrem
Efendimiz'e iki defa vuku' bulmuştur. Şöyle ki: Bir def’a Bi'set'in evvellerinde Peygamber Efendimiz Hirâ'da iken Cibrîl-i Emîn'i
Ufuk-ı A'lâ'da müşahede etmiştir ki Cibril'in altıyüz kanadı Şark ile Garb'ı kaplamış bulunuyordu diye hitâb ediyordu. Naznı-ı
Celîl'i bunu nâtıktır.
Resûl-i Ekrem Hazretleri ikinci defa olarak da Cibrîl-i Emîn'i Mi'râc Gecesi bu veçhile müşahede Âyet-i Celîlesi de bunu beyan
buyurmaktadır.
Meleklerin kanatları, Allahu a'lem hâiz oldukları melekiyyet sıfatlarından, ruhanî kuvvetlerden ibarettir, yoksa kuşların kanatları
gibi değildir.
Melâike-i Kirâm'ı, kendi ruhanî fıtratları üzere görmek pek güçtür. Buna beşerî kuvvetler takat getiremez, meğer ki bir insan,
Hazret-i Peygamber gibi ilâhî te'yidâta mazhar olsun.
(794) târihinde vefat etmiş olan Zerkeşî unvanlı eserinde diyor ki: Resûl-i Ekrem sallâ'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Kur'ân-ı
Mübîn'in âyetlerini iki tarîk ile telâkki buyurmuştur. Birisi, Resûl-i Ekrem, beşeriyyet hâlinden melekiyyet hâline intikal ederek
Cibrîl-i Emin'den vahy olunan âyetleri telâkki buyururdu ki bu, vahyin en güç bir tarzıdır. İkincisi de Cibrîl-i Emîn melekiyyetten
beşeriyyet suretinde zuhur eder, inzaline me'mûr olduğu âyetleri Resûl-i Ekrem'e tebliğ ederdi.
Cibrîl-i Emîn de Kur'ân-ı Kerîm'in nazmını, ma'nâlarını ya taraf-ı İlâhî'den rûhânî bir tekarrub ve ittisal suretiyle ve hemen zâtinde
mürtesem olacak bir sür'atle telâkki eder, yahud Levh-i Mahfûz'dan telâkki ve hıfz ederek yere nüzul eder, Resûl-i Ekrem'e
tebliğde bulunurdu.
Velhâsıl Kur'ân-ı Azîm'in nüzulü başlıca bu nevi' vahye müsteniddir.
Şunu da ilâve edelim ki vahyin mâhiyyetini lâiki veçhile bilmek bizim için mümkün değildir. Ancak vuku'u ve hakkıyyet öyle
vazıh bir hakiykattır ki insaf sâhibleri için bunu inkâra mecal yoktur. Zâten Vahy-i îlâhî'ye dayanan şeylerin kendi yüksek
mahiyyetleri de vahyin en parlak delillerinden, şâhidlerinden bulunduğundan bu hakiykati başkaca isbata lüzum görülmez.
Kur'ân-ı Kerîm'in ulviyyetini, Resûl-i Ekrem'in mukaddes hayâtını, Vahy-i Sübhânî sayesinde vücûde getirmiş olduğu o
harikulade, mes'ûd inkılâbı tefekkür etmek de vahyin mevcudiyetini ve hakkıyyetini bilib tasdik etmek için kifayet eder.
Bu mebhas, bir Felsefe-i Dîniyye olan Kelâm îlmi'ne âid olduğundan biz burada bu kadar ma'lûmat vermekle iktifa ediyoruz.[10]

6-Kur'ân-ı Kerîm'in Cem’ ve Tertîbi:

Kur'ân-ı Azîm, üç kere cem' edilmiştir. Nitekim muhaddislerden Hâkim' in (Müstedrek) unvanlı eserinde deniliyor ki Binâen-
aleyh Kur'ân-ı Kerîm'in cem' ve tertibi üç devreye ayrılmış oluyor. Şöyle ki:
Birinci devre: Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri, sûreleri nazil oldukça hemen
Vahiy Kâtibleri'ne yazdırırdı. Beher âyetin hangi âyetlerin yanına, hangi sûreye yazılacağını da Cibrîl-i Emîn'in ta'limleri veçhile
emrederdi. Nitekim Hâkim; vahiy kâtiplerinden olan Zeyd îbn-i Sabit radiye'aliâhu anh'den şöyle rivayet etmiştir: Binâen-aleyh
Kur'an âyetlerinin şimdiki lertîb üzere yazılmış bulunması bir emr-i tevkîfîdir, ya'nî bu tertîb indî, içtihâdî bir surette olmayıb
mahzâ Hazret-i Peygamber'in emir ve işaretine müsteniddir, bu hususta îcmâ-ı Ümmet vardır.
Âyetlerin tertibinde pek mühim bir irtibat ve insicam vardır ki bunu Kur'ânî ilimlerde mütebahhir olanlar pek a'lâ takdir ederler.
Kur'ân'm sûreleri de Resûl-i Ekrem'in zamanında temâmen şimdiki tertîb dâiresinde âyetleri muhtevi ve müstakil bir halde
bulunuyordu. Ancak bu sûreler, sırasîle yazılarak bir cild içinde toplanılmamıştı. Bu da pek zarurî idi. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in
umûmî hey'eti henüz te'ayyün etmemişti. Vahy-i ilâhî, tevârüd ediyor, ba'zı nesihler vukuû'a geliyordu. Maâmâfih Kur'ân'm bütün
âyetleri, sûreleri birçok zâtler tarafından temâmen ezberlenmişti. Şöyle ki: Âyetler, sûreler nazil oldukça Resûl-i Ekrem'den başka
Ashâb-ı Kirâm'dan birçokları da bunları pek büyük bir tehalükle ezberliyorlardı. Hazret-i Ebû-Bekir, Ömer, Osman, Ali, Übeyy
ibn-i Kâ'b, Zeyd ibn-i Sabit, İbn-i Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ', Talha, Sa'd, Huzeyfe, Salim, Mu'âz ibn-i Cebel, Ebû-Hüreyre, Ebû-
Eyyûbi'1-Ensârî, Ebû-Mûse'1-Eş'arî (radiye'l-lâhü anhüm) bu cümledendir.
Ümmühâtü'l-Mü'min'n'den Hazret-i Aile ile Hazret-i Hafsa ve Hazret-i Ümmü-Seleme de bunlardandır.
Hattâ Ashâb-ı Kirâm'dan birçokları ezberlemiş oldukları Kur'ân-ı Ke-rîm'i Resûl-i Ekrem'in huzurunda okurlardı. Nebiyy-i Zî-Şân
Efendimiz de ezberinde bulunan bütün Kur'ân âyetlerini Übeyy İbn-i Kâ'b'e ezber olarak okur, dinletirdi. Bundan başka her sene
Ramazân-ı şerîf de o zamana kadar nazil olmuş olan Kur'ân âyetlerini Cibrîl-i Emîn'e bir kere tilâvet eder, hafızasındaki
mükemmeliyyet, bu vesile ile de bir kat daha rasânet kesbetmiş olurdu. Âhiret âlemini teşrifine tekaddüm eden son Ramazân-ı
Şerîf'de ise iki defa tilâvet etmişti ki buna (Arza-i Ahire) denir.
Velhâsıl: Daha Zamân-ı Nebevî'de Kur.ân-ı Kerîm'in bütün âyetleri, sûreleri birçok zâtler tarafından ezberlenmiş veya yazılmış
bulunuyordu. Bu, Kur'ân-ı Azîm'in ilk cem'i bulunmaktadır.
Şunu da ilâve edelim ki Arabların, husûsîle Asr-ı Saadette ve onu müteakip asırlarda yetişmiş birçok îslâm fudalâsının
hâfızalarındaki hârikuladelik meşhurdur. Bir Arab, yüzlerce şâirin bütün manzumelerini ezber olarak inşâd eder, bunların bir
harfini bile hafızasından kaçırmazdı.
Hele nice îlm-i Hadis âlimleri vardı ki binlerce Ahâdîs-i Şerîfe'yi bütün râvîlerîle senetleriyle ezber olarak nakl ve tedris eder
dururlardı.
Bahusus fakîhlerden, muhaddislerden olan Şa'bî, hiç yazmaksızın binlerce Hadîs ezberlemiş, her işittiği Hadîs-i Şerifi tekrar
edilmesine hacet görmeksizin derhal ezber edib bir daha unutmamıştır. Şiirde o kadar mahfûzâtı var idi ki hiç bir beyti tekrar
etmeksizin bir ay şiir inşâd edebileceğini söylerdi.
Tabiînden Zührî, Kur'ân-ı Kerîm'i sekiz günde ezberlemişti, ezberlediği Hadîslerden, elde ettiği ilimlerden hiçbirini unutmadığını
iddia ederdi.
Muhaddislerden Ebû-Zer'a da yüzbin Hadîs-i şerif'i Sûresi'ni ezber bilir gibi bilirim, üçyüz bin Hadîs de müzâkere sûretîle
söyliyebilirim derdi. Bunlar, aşariyle sabit birer hakiykattir.
İşte böyle büyük bir isti'dâda mâilik olan ve yeni nail oldukları kudsî bir dînin şevkiyle yürekleri çarpıp duran Ashâb-ı Kirâm'm da
Kur'ân-ı Kerîm'i derhal ezberliyecekleri şüphesiz idi.
Filhakiyka daha îslâmiyyetin başlangıcında yüzlerce Hâfızü'l-Kur'ân yetişmiştir ki bunlara o zaman (Kurrâ) denirdi. Yalnız Bi'r-i
Maûne vak'asında yetmiş kadar Kurrâ'nın şehîd olduğu ma'lûmdur.
İkinci devre: Resûl-i Efham salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz âhireti teşrif edince artık Vahy-i îlâhî kesilmiş, Kur'ân-ı
Kerîm’in hey'eti mecmû'ası teayyün etmişti. Hilâfet makamını ihraz eden Ebû-Bekir el-Sıddıyk radiye'llahu anh zamanında birçok
gazalar vuku'buldu. Bunlarda ve bilhassa Yemâme muharebesinde Kurrâ-i Kirâm'dan bir haylisi şehid oldu. Bu hâdise, Sahîhü'l-
Buhârî'de de yazılı olduğu üzere Hazret-i Ebû-Bekir'in ve bilhassa Hazret-i Ömer'in nazar-ı dikkatini celbettî. Bu gibi zâyi'ât
neticesinde Huffâz-ı Kirâm'ın azalabileceğini düşündüler, nihayet vahiy kâtiplerinden (Zeyd ibn-i Sabit) Hazretleri başta olmak
üzere Osman, Ali, Ubeyy ibn-i Kâ'b, Abdufllah ibn-i Mes'ud, Abdu'llah ibn-i Abbâs, Abdu'llah ibn-i Ömer, Abdu'llah ibn-i
Zübeyr, Abdu'llah ibn-i Sâib,- Talha, Sa'd, Huzeyfe, Amrü'-bnü'l-Âs Ebû Hüreyre, Hâlidü'bnü'l-Velîd, Ebû-Mûse'1-Eş'arî, Ebû-
Zeyd, Ebü'd-Derdâ, radiye'llahu anhüm ecmaîn gibi pek mümtaz Ashâb-ı Kirâm'dan bir encümen teşkil edildi.
Zeydü'bnü Sabit Hazretleri pek kuvvetli hafız idi. Kırâet vecihlerini de temâmen Resûl-i Ekrem'den zabt etmişti. Kur'ân'ın resm-i
hattı da kendisince bihakkın ma'lûm ve müteyakkan bulunmuştu.
Refiklerinin müşaveresinden ve mesâisinden de istifâde ederek müteferrik surette yazılmış olan âyetleri, sûreleri bir araya
toplayarak bunları bir kitap hâlinde yazmıya başladı.
Şöyle ki: Ayetler, sûreler Zemân-ı Nebevî'den olduğu gibi tekrar yazıldı. Yalnız hafızalara i'timâd ile iktifa edilmedi. Kemâl-i
ihtiyad ile hareket edilerek ne kadar varakalar, deriler, levhalar üzerine yazılmış âyetler var ise hepsi de toplandı. Bu âyetlerin
Resûl-i Ekrem tarafından nasıl tilâvet olunmuş, nasıl yazdırılmış, nasıl işitilmiş olduğu da büyük bir ihtimam ve ittifak ile tesbit
edildi. Bu hususta daha birçok Ashâb-ı Kirâm'ın şehâdetlerine de müracaat edilerek Kur'ân-ı Kerîm'deki tevatüren menkuliyyet
vasfı bu vesîle ile de yeniden tebarüz ettirilmiş oldu.
Dinleri hususunda fevkalâde hassas, harikulade bir salâbete mâlik olan Sahâbe-i Kirâm'm bu babda zerre kadar müsamahada
bulunmalarına imkân mutasavver değildi.
Artık o zamana kadar temâmen hafızalarda bulunan ve müteferrik surette temâmen yazılmış olan Kurân-ı Mübîn, bir kitap halinde
temâmen yazılıp toplanmış ve yine bir müşavere neticesi olarak İbn-i Mes'ûd Hazretlerinin teklifi üzerine bu Kitâb-ı îlâhî'ye
(Mushaf) adı verilmişti. Şu kadar varki bu Mushaf-ı Şerîf'de her sûre müstakil bir kitap gibi idi; yazılışı i'tibariyle bir tertibe, bir
sıraya konulmuş değildi.
Velhâsıl bu suretle de Kur'ân-ı Kerîm’in cem'ine âid ikinci devre vü-cûde gelmişti. Bu Mushaf-ı Şerîf'i Ebû Bekir el-Sıddıyk
radiye'llahu anh nezdinde saklamıştı. Maraz-ı mevtinde Hazret-i Ömer'e tevdi' etmişti. Onun şehâdetinden sonra da mukaddes
Mushaf, Ümmü'l-Mü'minin Hazret-i Hafsa'nın nezdinde mahfuz bulunmuştu.
Şunu da ilâve edelim ki Ali el-Murtazâ, İbn-i Mes'ud gibi zâtlerin cem' ve tertîb etmiş oldukları Mushaflar da var idi, bunlar
esasen müttehid idiler, sûrelerin tertibi hususunda ba'zı farklar bulunuyordu, bir de bunlardaki Kur'ân lâfızlarından ba'zılan Kureyş
lûgatîle olmayıb Arab kabilelerinden başka birinin lügatine göre idi.
Şö.yle ki:Ku r'ân-i Azîm, yedi lügat üzerine nazil olmuştu, ya'nî elfâz-ı Kur'âniyyeden ba'zılan Arab kabilelerinin en fasihlerinden
olan Kureyş, Hüzeyl, Sakıyf, Hevâzin, Kinâne, Temîm, Yemen kabileleri lehçelerine tevâfuk ediyordu. Nitekim birçok zevata ve
Beyhakî'nin tashihine ve Ebherî'nin ihtiyarına göre Hadîs-i Şerif'indeki yedi harfden maksad da budur.
Meselâ Âyet-i Celîlesi'ndeki yerine diye de okunabiliyordu. Bu kelimeler, müteradif lâfızlardan olduğu cihetle mâ'nâya te'sirleri
bulunuyordu. Bu muhtelif lügatler üzere tilâvetin hepsi de caiz, Resûlû'llah'dan tevâtüren sabit bulunmuştu. Bu da Müslümanlığın
bidayetinde henüz İslâmiyet'i kabul eden kabilelere bir kolaylık göstermek hikmetinde henüz müstenid bulunuyordu.
Bu gibi kırâetlerden herbirini Kurrâ-i Sahabeden biri iltizâm etmiş bulunuyordu. Âfâkdaki Müslümanlar da Kur'ân-ı Kerîm'in
kirâetini bu zâtlerden ahz ve telâkki ediyorlardı.,
Meselâ; Kûfeliler îbn-i Mes'ûd'dan, Basrahlar Ebû-Mûse'1-Eş'arî'den, Şamlılar Übeyy ibn-i Kâ'b'dan, Humuslular Mikdâdü'bnü'l-
Esved'den kırâetlerini ahzetmişlerdi.
Üçüncü devre: Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamanında Müslümanlar çoğalmış, İslâm memleketi genişlemiş, gerek Ashâb-ı
Kirâm'dan ve gerek Tâbiîn'den bulunan birçok mücâhidler etrafa dağılmış, Dîni İslâm'ı i'lâya çahşıb duruyorlardı. Nihayet
Azerbaycan, Ermeniye muharebelerinde hazır bulunara Şamlılar ile Irâkîler; arasında Vücûh-ı Kırâet dolayısiyle bir ihtilâf yüz
gösterdi. Denildiği üzere ba'zı zâtler; (Benim kırâetim senin kırâetinden hayırlıdır) diye münâkaşaya kalkışmıştı. Her taraf kendi
tarzı kirâetini sevâb görüyor, diğer tarafı tahtie etmek istiyordu. Bu yüzden ileride Müslümanlar arasında büyük ihtilâflar, yanlış
telâkkiler zuhur edebilirdi.
Medâyin ordularının kumandanı olub Resûl-i Ekrem'in mahrem-i razı bulunan Huzeyfetü'I-Yemânî, radiye'llahu anh, bu hâdiseyi
Hazret-i Osman'a bildirdi, Hazret-i Ebû-Bekir radiye'llahu anh zamanında yazılmış olan Mushaf-ı Şerîf'den birkaç nüsha
yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmesine, müteradif kelimeler i'tibârîle ihtilâfın bertaraf edilerek
kitabette vahdetin te'min edilmesine lüzum gösterdi. Filhakiyka Müslümanlık genişlemiş, Müslümanlar arasında ta'lîm ve
terbiyece bir vahdet tecellî ederek her Müslüman, Kur'ân-ı Mübîn'i asıl nâzü olduğu Kureyş lehçesi üzere okumaya müste'id bir
hâle gelmişti. İslâmiyet'in başlangıcında gösterilmesi hikmet muktezâsı olan teshîlâta hacet kalmamıştı. Binâenaleyh beyhude yere
ihtilâflara, yanlış tevcih ve telâkkilere meydan verilmemesi için Kur'ân-ı Kerîm'in temâmen Kureyş lügati üzerine yazılıb neşr
edilmesine lüzum görülmüştü. Bunun üzerine Osman radiye'llahu anh, Medîne-i Münevver e'de bulunan on iki binden ziyâde
Ashâb-ı Kirâm'ı toplıyarak kararlarını aldı; eâzımı eshâbdan müteşekkil bir hey'et vücûde getirdi. Bunların başlıcaları Zeydü'bnü
Sabit Hazretleriyle Abdu'llahi'bni Abbâs, Abdu'llahi'bni el-Zübeyr, Saidü'bnü'1-Âs, Abdu'llahi “bni'l-Hâris radiye'llahu
anhum” Hazerâtı idi.
Hicretin yirmi beşinci senesi idi, bu zevat, Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Hafsa nezdindeki Mushaf'ı Şerifi alarak nüshaları
çoğalttılar. Bir rivayete göre beş sene içinde dört nüsha yazılıp biri Hilâfet Makamında hıfz edildi, diğerleri de Kûfe'ye, Basra'ya,
Şam'a gönderildi. Diğer bir rivayete göre yedi nüsha yazılıp birer nüsha da Yemen'e, Bahreyn'e, Mekke-i Mükerreme'ye
gönderilmiştir, Bu nüshalarda ihtilâf bertaraf edilmek için esas olan Kureyş lehçesi büsbütün ihtiyar edilmiş, müteradif lûgatlardan
Kureyş lügati tercih edilerek diğerleri yazılmamıştır. “Fethü'1-Bârî” de denildiği üzere Hazret-i Osman, Mushaf-ı Şerifi bir lûgata
kasr etmiş, Kureyş lügati ercahu'l-lûgaat olduğundan ona iktisâri iltizâm eylemiştir. Bununla beraber sûreler de bildiğimiz veçhile
yazılıb tertibe konulmuştur. Bu cihetle Hazret-i Osman'a “Câ-miu'l-Kurân” unvanı verilmiştir.
Sûrelerin bu veçhile tertibi tevkifi midir, yoksa içtihadı midir? mes'elesinde ihtilâf vardır. Cumhura göre tevkifidir; Cibrîl-i
Ernîn'in ta'lîmine, Resûl-i Ekrem'in işaretine müsteniddir. Nitekim namazda da bu tertibe riâyet edilmesi ekser fukahâca bir
esâstır.
Hazret'i Osman'ın yazdırdığı bu nüshalara (İmam) denir. Bununla beraber asıl Hazret-i Osman'ın yanında kalan Mushaf-ı Şerif
nüshasına (İmam) denilmesi daha şâyi'dir.
Osman radiye'llahu anh, Hazret-i Hafsa'dan alman Mushaf-ı Şerifi müşârün-ileyhâya iade etmiş, bundan sonra yazılacak
Mushafların bu merkezlere gönderilen Mushaflara göre yazılması lüzumunu, bu husustaki Ashâb-ı Kiram’ın icmâına mebnî her
tarafa tebliğ eylemiş, bunlara tertîbce muhalif, müteradif kelimeleri hâvi müteferrik sahîfeleri de yaktırmış, Müslümanlarır
arasında vahdeti te'min buyurmuştur.[11]

7-Kur'ân-ı Kerîm'in Mahfûziyyeti:

Kur'ân-ı Kerîm'in her veçhile mahfûziyyeti en kat'î bir hakıykattir. Kur'ân'ın âyetlerinden, sûrelerinden hiçbiri zayi' olmamıştır,
hiçbir âyet mahallinin gayrine vaz' edilmemiştir. Peygamberimizin Zamân-ı Saadetlerinden beri temâmen mahfuz ve mektûb
bulunmuştur. Zâten âyetleri de Kur'ân-ı Azîm'in hıfz-ı İlâhîde olduğunu bize bildirmektedir. Artık bunun bir harfinin olsun ziyama
imkân mutasav ver değildir.
Semavî kitablar arasında asırlardanberi ayniyyetini muhafaza etmek şeref ve meziyyeti yalnız Kur'ân-ı Azîm'e mahsûstur. Bu da
hıfz-ı İlâhîde olduğunun bir neticesidir. Bunun hilâfına kail olmak, hakiykat nurunu görmekten mahrum olan yarasa tabiatlı
kimselere âid bir nakîsadan başka bir şey değildir.
Filhakiyka, Kur'ân-ı Azîm, bir Kitâb-ı İlâhî'dir, ebediyyen Cenâb-ı Hakk’ın hıfzında bulunmaktadır, ondört asırdanberi bir harfi
bile tağyîre uğramamış olduğu gibi ilelebet de uğramayacaktır. Her asırda yüzbinlerce Huffâz-i Kirâm'ın hafızlarını tenvir eden ve
milyonlarca matbu' ve gayr-i matbu' nüshaları mevcud bulunub ehl-i îmânın ellerini tezyin eyliyen Kur'an-ı Kerîm'in velev bir
harfinin olsun tebdil ve tağyirine ihtimal yoktur. Ba'zı Mushaflarda mücerred bir tahrîr veya tabı' neticesi olarak bir yanlışlık
vuku'a gelse bilâhare tashih edileceği şüphesizdir. Hattâ böyle bir yanlışlığın vücûduna bıdâyeten meydan verilmemesi için îslâm
âleminin başlıca merkezlerinde birer dînî müessese mevcûddur. Bilhassa bizim memleketimizde (Mushaflar ve Dînî Eserler
Tedkîk Hey'eti) nâmîle ilmî, resmî bir müessese mevcûd bulunmaktadır ki başlıca vazifesi bu gibi yanlışlıkların zuhuruna meydan
vermemektir.
Hepimizin necat ve saadetine sebep olan, bütün beşeriyyet için Hak Te'âlâ'nın en büyük ve en son Kitâb'ı bulunan Kur'ân-ı
Azîmü-ş-Şân'ın tilâvetine devam etmek, tecvidine ve resm-i hattına riâyet ederek kendisinde en cüz'î bir yazı ve basım
yanlışlığının belirmesine meydan vermemek uhdemize düşen en mühim bir vecîbedir. Böyle ulvî bir vecîbenin ifâsı, bizim için
elbette ilâhî atıfetlerin tecellîsine bir vesîle olacaktır.

8- Kur'ân-ı Mübîn'in Resm-i Hattı:

Kur'ân-ı Kerîm'in kendisine mahsûs bir resm-i hattı, bir yazı şekli vardır. Bu Resm-i hatta (Hatt-ı Osmânî) ve (Hattı Istılahı) denir.
Birçok âlimlerin beyânına göre bu resm-i hat, tevkifidir; Resûl-i Ekrem'in talimlerine, işaretlerine müsteniddir. Ba'zı kelimelerin
yazı kaidelerine muhalif bir tarzda yazılmış olması bir hikmete mebnîdir. Bunların böyle yazılışı birer nükteyi, birer lâtif maksadı
hâizdir. Fakat bunlar bir zühul eseri değildir. Kitabet kaidelerine vukufsuzluktan ileri gelmiş değildir. Belki dediğimiz gibi birer
hikmete, birer nükteye mebnîdir. Vahy-i İlâhî'ye mazh'ar olan bir Peygamber-i Zî-Şân'm nezâret ve işareti dâiresinde yazılan, bu
cihetle resm-i hattı da tevkifi sayılan Kur'ân-ı Azîm'in ba'zı iklimlerinde bir vukufsuzluk neticesi olarak yazı kaidelerine
muğâyeret vuku'u tasavvur olunamaz. Binlerce emsalini ve daha müşküllerini hat kavâidine mutabık bir surette yazan bir Vahiy
Kâtibi'nin öyle bir kaç kelimenin basit, îsti'mâli kesîr olan imlâsından bîhaber bulunması melhuz değildir. Bir zühul vuku'u farz
edilse buna her halde binlerce Sahâbe-i Kiram muttali’ olacak, bu zühul onların tarafından herhalde tashih edilecekti. Kur'ân-ı
Kerîm'in imlâ i'tibârîle de umûmi hey'etinde görülen mükemmeliyyet, öyle birkaç kelimenin imlâ kaidelerine cüz'î bir surette
muhalif bulunmasının elbette bir hikmete müstenid olduğunu kalblere ilham eder. Nitekim bu husustaki hikmetleri tavzih için
İslâm âlimleri tarafından kitaplar yazılmış, pek mükemmel tevcihler dermeyan edilmiştir.
Hattâ, (İlmü Resmi'l-Kur'ân) ünvânîle bu babda bir ilim bile tedvin edilmiştir. Bu ilim de İlm-i Kırâet gibi İslâm'a mahsûs, Kur'ânî
ilimlerden ma'dûddur. Bu ilim vasıtasîle Mushaflara mahsûs, hatt-ı ıstılahı ile kıyası olan resm-i hat arasında hangi kelimelerde
muhalefet bulunduğu ve bu muhalefetin hikmeti gösterilmiştir. Bu ilmin mevzû'u; ziyâde, hazf, ibdâl, fasl, vasi gibi haller i'tibârîle
Mesâhif-i Osmânîyye'nin harfleridir. Bu ilmin gayesi, faydası pek yüksek olduğundan ta'lîm ve teallümü kifâye tarîkîle farz
bulunmuştur.
Binâen-aleyh (El-İmâm) denilen Mesâhif-i Osmâniyye'nin resm-i hattına ittiba', dâima i'câb etmekte olduğundan yazılacak,
basılacak Mushafların bu esâsa mutabık olması lâzımdır.
İmâm-ı Mâlik Hazretleri, Kur'ân'daki resmen zâid, gayr-i melhuz Vavlar ile Eliflerin tağyir edilip edilemiyeceğinden suâl edenlere
(Hayır... bunlar tağyir edilemez) diye cevap vermiştir.
İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel Hazretleri de; (Mushaf-ı Osmânî'nin hattına,Vav, Yâ',Elifveşâire gibi husûsiyyetlerine muhalefet
haramdır.) demiştir.
Âlûsi merhum (Rûhü'l-Meânî) de diyor ki: (Zahir olan şudur ki, Sahâbe-i Kiram, resm-i hat hususunda mütefennin idiler;
yazılması, yazılmaması iktizâ eden şey'lere, vasledilmesi, fasledilmesi i'câb eden hususlara vâkıf bulunuyorlardı. Fakat ba'zı
yerlerde kaidelere li-hikmetin muhalefet etmişlerdir.)
Şeyh Muhammed Mahlûf da unvanlı eserinde diyor ki: “ümmet üzerine vâcib olan, ketbe-i ûlâyı = ilk yazılışı Kiyâs-ı hattîye
muhalif cihetleri olmakla beraber— ahz edip resimlerine ittiba' etmektir. Çünkü Hatt-ı Osmânî, makîs ve kamîsün-aleyh olamaz,
ona nazar ve içtihad yol bulamaz, onda tevkiften birşey vardır. Eğer bu, zahirî bir vahy ile değilse şüphe ki bâtını vahy iledir”.
Bugün elimizde bulunan Mushaf nüshalarının ba'zılarmda bu Hatt-ı Osmânî'den inhiraf edildiğini gösterir ba'zı kelimeler var
mıdır? Var ise sebebi nedir? Suâli hakkında denilebilir ki; Yazılan Mushaf iarda Hatt-ı Osmânî'ye riâyet edilmesi bir vecîbe
olduğundan ötedenberi buna riâyet edilmiş ve elyevm Mısır'da, Hindistan'da ve şâir îslâm ülkelerinde yazılıp basılan Mushaflarda
bu vecîbeye riâyete çalışılmakta bulunulmuştur. Bu resm-i hatta muhalefet, makbul bir esâsa gayr-i müstenid olan yazılar ise
kâtipleri hakkınde ma'neyî mes'ûliyyeti câlib olup Müslümanlar tarafından tasvîb edilmemektedir. Bu esasen inhiraf gibi görülen
bazı tebeddülat ise, ma'nânın ve kırâetin tebeddülünü müstelzim olmayıp Kur'ân-ı Kerîm'in safir âyetlerindeki resm-i hatta ve lisan
kaidelerine muvafık olduğundan mücerred kelimelerin okunmasını kolaylaştırmak gibi bir maksatla kabul edilmiş ve
asırlardanberi devam edegelmiştir. Meselâ beyânına göre Hazret-i Osmân'ın yazdırmış olduğu Mushaflara nazaran Kur'ân'm
yalnız dört âyetinde (Kitâb) lâfzı böyle elifli olarak yazılmıştır ki, bunlardan biri de Ra'd Süresindeki Nazm-ı Celîlidir. Mütebaki
âyetlerde ise elifin hazfiyle şeklinde yazılmıştır. Bilâhare yazılmış olan Mushafların bir kısmında ise bu elifler isbât edilerek
bütün şeklinde tahrir olunmuştur.
(Medeniyyet-i îslâmiyye) Târîhi'nde de deniliyor ki; Asr-ı Saadet'de ba'zı kelimelerin ortasında veya sonunda bulunarak med
vazifesini gören elifler, ba'zen yazılır, çok kere de muttarid bir kaide hâlinde terk edilirdi, Hadd-i zâtinde birer hattî işâretden
ibaret olan yazıların muhtasar, çabuk yazılmaya elverişli olması birçok bakımdan ve ezcümle istimlâ cihetinden fâideli gö-
rünmekte olduğundan birçok Kur'ânî kelimelerde ve şâir ilmî eserlerde bu husus iltizâm edilmişti. Maâ-hâzâ bu eliflerin ba'zen
yazıldığı da görülüyordu, 692 târihinde vefat eden Ya'kût-ı Müsta'sımî'nin ve 972 târihinde vefat eden ve Şeyh denilmekle ma'rûf
bulunan Amasya'lı Hattat Hamdu'llâh'ın yazmış, olduğu Mesâhif-i Şerîfe'de bu elifler ibka edilmiş, bununla tilâveti teshil gayesi
ta'kîb olunmuştur. Bilâhare birçok meşhur hattatlar da bu yolu tutarak elifleri yazagelmişlerdi Fakat bugün Mısır'da ve sair ba'zı
İslâm diyarında yazılan, tab' edilen Mushaflann birçoğunda bu elifler yine yazılmamaktadır.
Şunu da ilâve edelim ki: (Neşr) de ve (Şerh-i Mecâmi,) de beyân olunduğuna nazaran vâkıâ (mânı) ismi verilen Mushaf-ı
Osmânî'nin resmine muvafakat vâcibdir. Fakat bu muvâfakattan maksad, Hazret-i Osman tarafından yazdırılıp âfâka gönderilmiş
olan Mushaflardan herhangi birinin resm-i hattına muvafakattir; velevki, diğerlerine muvafık olmasın. Maâ-hâzâ bu muvafakat,
tahk'îkî muvafakat iletakdîrî muvafakat kısımlarına ayrılır. Meselâ: El-Muknî'de mezkûr olduğu veçhile Mesâhif-i Osmâniyye'nin
hepsinde eliflerin hattan hazfîle yazılmıştır, şimdi yeni yazılacak bir Mushaf'da da bu eliflerin yine hazfile yazılırsa Mesâhif-i
Osmâniyye'ye tahkîkî bir muvafakatle tevâfuk etmiş olur. Bilâkis elifler izhâr edilerek şeklinde yazılırsa takdirî bir muvafakatle
muvafakat husule gelmiş olur. Çünkü bu elifler, Mesâhif-i Osmâniyye'de ihtisar için hazf edilmiştir, okunuş i'tibârîle yine
mevcûddur. Binâen-aleyh (yerine) yazılması, asl-ı kırâete uygun olduğundan bu, Hatt-ı Osmânî'den bir inhiraf sayılmaz. Emsali
hakkında da hüküm böyledir.
Nitekim bizim Türkçe'mizde de gibi birçok kelimeler mücerred ihtisar için şeklinde elifsiz yazılagelmiştir.
Şu da ma'lûmdur ki, Hazret-i Osman'ın zamanında (El-tmân) denilen Mushaf-ı Osmânî'den istinsah edilib Küfe, Basra gibi büyük
merkezlere gönderilen Mushaf nüshalarında muhtelif kabilelere âid lügatler i'tibarîle değil, belki ba'zı edatlar ve ki veçhile kirâete
müstaid, Kureyş lehçesine âid ba'zı kelimeler i'tibarîle ba'zı farklar mevcut bulunmuştur.
Meselâ: Medîne-i Münevvere'deki Mushaf-ı Şerif'de yazıldığı halde şâir Mushaflarda yazılmıştır. Kezâlik Medîne'lilerin
Mushafinda yazılı olduğu halde Irak'lılar'ın Mushafında yazılmıştır.
Bütün bunlar, Resûl-i Ekrem'den bâyle telâkki edildiği için bunlardan herbiri bir Mushafda ibka edilmiş, hepsi de tevâtüren sabit
bulunmuş olduğundan, aralarında ise lehçe ve ma'nâ i'tibarîle fark bulunmadığından bunların tevîdi caiz görülmemiştir.
Ve şöyle de denilir ki: (Kur'ân-ı Kerîm'in resm-i hattına âid, mukarrer kaidelerdendir ki, Kureyş lügatine dâhil olub iki veçhile
okunması caiz olan kelimeler, bu iki vecihden herhangi birine göre yazılabilir. Nitekim kelimeleri şeklinde yazılagelmiştir.
Velhâsıl Kur'ân-ı Azîm'in ayniyyetini muhafaza etmek, resm-i hattına riâyette bulunmak bütün Müslümanlar için bir vecîbedir.
Nitekim Şifâ-i Şerîf'de deniliyor ki: “Müslümanların arasında icma, vardır ki, her kim, kasden Kur'ân'dan bir harfi tenkis veya
başka bir harf ile tebdîl ederse, veya hakkında icma, vâki' olan bir Mushaf'ın müştemil olmadığı bir harfi, Kur'ân'dan olmadığı
bi'I-icma' ma'lûm iken Kur'ân'a ilâveye kalkışırsa îslâmiyyet dâiresinden çıkmış olur”.
İşte bunun içindir ki İslâm âleminde Kur'an-ı Kerîm'in resm-i hattına son derece i'tinâ edilegelmiştir.
Kurân-ı Kerîm'in resm-i hattının kadîm hey'eti, noktalardan, harekelerden, şedde, vakf işaretlerinden, kelimesinde olduğu gibi.
denilen hemzelerden, ta'şîr, fasıla işaretlerinden hâli idi. Bunlar bilâhare kabul edilmiştir. Bunlar, Kur'ân-ı Kerîm'in asıl yazısından
hâriç, onun şekil ve mâhiyyetini tağyirden berî bir nevi' tefsirden ibaret olub mücerred tilâvetini teshile hadim, ziyâdesîle zabt ve
beyâna elverişli işaretlerdir. Âyetlerin başlarındaki fasılalar ile vakf ve ibtidâya âid rumuzlar da bu cümledendir. Bunlar
kelimelerin cevherlerinde hâriç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan kabulleri cumhûr-ı Müslimîn tarafından tasvîb edilmiştir.
Filhakıyka bunlar harflerden sayılmaz, bunların Kur'ân'dan olmaları tevehhüm olunamaz. Mücerred okunacak kelimelerin
hey'etlerine, tarz-ı teleffuzlarma delâleti hâiz olduğundan yazılmalarında bir mahzur görülmemiş, âmme-i müslimînin istihsânına
iktiran etmiş sırrı zuhur etmiştir.
Keşfü'z-Zunûn'da deniliyor ki: (Sadr-ı Evvel Kur'ân-ı Kerîm'i ricalin efvâlinden telkin sûretîle ahz etmişti. Bilâhare Müslümanlar
çoğalınca âyetlere nokta ve hareke vaz'ına muzdar kaldılar. Deniliyor ki: Noktayı ilk vaz' eden Murâd'dır. Harekeleri ilk vaz' eden
de Âmir'dir. Ve yine deniliyor ki Haccâc'dır, veya Hazret-i Alî'nin telkini ile Ebu'l-Esved'dir. Şu kadar var ki, zahir olan noktalar
ile harekelerin hatt-ı Arabî ile beraber ötedenberi vaz' edilmiş olmasıdır. Çünkü biri birine suretçe müteşâbih olan harfleri
Mushaflara nokta vaz'ı zamanına kadar noktadan ârî bulunmuş olması müsteb'addir. Hattâ rivayet olunuyor ki: Bidâyet-i İslâm'da
Sahâbe-i Kiram Mushafları ihtiyaten herşey'den, hattâ noktadan bile tecrid etmişlerdi; eğer zamanlarında nokta bulunmasaydı
bundan tecrid etmeleri nasıl bahis mevzû'u olabilirdi? Şu kadar var ki, birçok muharrerâtta nokta kullanılması terkedilmiş, nokta
konması muhatabın vukufsuzluğuna bir ta'riz gibi telâkki edilegelmişti.)
Nitekim bir zamanlar bizde de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi.
Kuvvetli rivayetlere nazaran Kur'ân-ı Kerîm'in harflerine nokta şeklinde, ilk hareke vaz' eden zât, (67) tarihinde vefat eden ve
Kibar-ı Tâbiîn'den bulunan “Ebû'l-Esved el-Düelî”dır ki, bu hizmeti İmâm-ı Alî'nin işaretine binâen îfâ etmiştir. O halde bu
hareket, Hulefâ-i Râşidîn'den bir zâtın emrine müstenid bulunmuştur. Ümmet-i merhume ise Hulefâ-i Râşidîh'in isrine tebaiyyetle
mükelleftir. Çünkü: Şerifi bunu âmirdir.
Filvaki da, yazıldığına göre de Kur'ân-ı Mübîn'e ilk harekeyi, tenvîni vaz' eden zat, nahvin vâzıı olan Ebu'l-Esved'dir. Hemzeler ile
teşdîdleri vaz' eden de İmâm-ı Halil ibn-i Ah-med'dir. Hattâ denildiğine göre nokta şeklindeki harekeleri şimdiki bildiğimiz tarza
ifrağ eden de yine bu zâttır. Tahmis ve ta'şîr, denilen işaretleri vaz' eden de Nasr ibn-i Âmir el-Leysî veya Yahya ibn-i Ya'mer'dir
ki bu zâtlar Tâbiin'in ecillesindendirler.
Ebû-Ahmed el-Askerî, yazmıştır ki: Nâs, Hazret-i Osman'ın yazdırmış olduğu Mushafları bir müddet olduğu gibi okumaya
devam etmişlerdi; bilâhare Abdü'l-Melik ibn-i Mervan zamanında tashîf çoğalıb Irâk'da yayılmıya başladı.
Haccâc, bundan endîşeye düştü, müteşâbih harflerle alâmetler vaz'ını istedi. Bir rivayete göre bu vazifeyi ifâya Nasr ibn-i Âsim ve
Yahya ibn-i Ya'mer kıyam edib noktayı vaz' etti. Fakat bununla tasniflerin önü temâmen alınmış olmadığından i'câm=harekeler de
ihdas edildi.
Bu harekelere denir. Arz olunduğu üzere bunlar, Kur'ân harflerini tebdil ve tağyir etmediği cihetle ilk Hicrî asrın ortalarından beri
kabul edilmiştir.
münderic olduğu üzere (Nâfi, ibn-i Ebî-Nuaym) diyor ki: Ben (Rebî'a ibn-i Ebî-Abd'1-Rahmân) dan Mushaflardaki şeklü'1-
Kur'ân-ı sordum, (Bunda bir beis yoktur.) dedi. Ebû-Amr de demiştir ki: Nâs, bütün Müslüman şehirlerinde Tabiîn devrinden
zamanımıza kadar bu şek-i Kur'ânî, gerek ümmühât sayılan tam mushaf nüshalarında ve gerek sâirede isti'male mezun
bulunmuşlardır.
Sûrelerin başlıklarını tersimde, âyetlerin sayılarını göstermekte, tahmis ve ta'şir işaretleri vaz'ında bir beis görmemişlerdir. Hata
ise onların icmâından mürtefi'dir.
Maa-hâzâ bu harekeler, bu işaretler Kur'ân'ın resm-i hattının cevherine, mahiyetine dahil olmadığı için birçok tefsir kitaplarında
ve sâirede iltizam olunmaktadır.
Görülüyor ki, Kur'ân-ı Kerîm'in resm-i hattını cüz'î bir sûretde tağyir caiz değildir, o halde bunun yerine başka yazıların kaim
olamayacağı evleviyetle sabit olmuş olur.
Ma'lûmdur ki: Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü zamanında Hicaz havâlisinde kullanılan yazı veya denilen yazı idi. Buna muahharen
(Hatt-ı Hicâzî) adı verilmiştir ki, yazının aslıdır, bu yazı Müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştı. Peygamberimizin 26 veya
42 kadar Vahiy Kâtibi var idi. Hepsi de Kur'ân âyetlerini bu yazı ile yazmışlardı. Bu yazılar taraf-ı Nebevî'den böylece kabul ve
takrir buyurulmuştu. Binâenaleyh bu, bir Hüccet-i Şer'iyye sayılmaktadır. Maâ-hâzâ Mushafların bu resm-i hat ile yazılması
hakkında Medîne-i Münevvere'deki oniki bin Sahâbinin de icmâı vardır. Bunların bu icmâı ise dinde muhalefeti caiz olmayan bir
hüccetdir.
Sahibi, şeyhinden naklen demiştir ki: (Kur'ân-ın resm-i hattı, müşahede esrarından, kemâl-i rif'atten bir sırdır. Bu resim, îtesûl-i
Ekrem'in tevkifine, emir ve ta'lîmine müsteniddir. Kur'ân'ın nazmı, mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir.
Kur'ân'ın resm-i hattı yerine başka bir hattın kaim olabilmesine islâm âlimleri arasında temâmen kail olmuş bir kimse olmasa
gerektir. Yalnız “Kur'ân'ı Arabî olmayan bir kalem ile kitabet caiz midir?” suâline Bedrül dîn-i Zerkeşî: “Ben bu hususta
ulemâdan hiçbirinin bir sözünü bilmiyorum; cevaza ihtimâli var, akreb olan ise men'dir, nitekim Kur'ân'ı Arabcanın gayrîle kırâet
de haramdır.” diye cevab vermiştir.
Demek ki Kur'ân'ın başka bir yazı ile yazılıb yazılmaması bahis mevzu'u olurken Zerkeşî, bu babdaki icmâ'dan kat'-ı nazar
edildiği takdirde bunun cevaza karin olabileceğini bir ihtimâl olmak üzere serd etmiş bulunuyor. Yoksa bu hususta asırlardan beri
adetâ bir icmâ-ı ümmet mevcud iken bunun hilâfına cevaz taharrisi Zerkeşî'nin de hatırından geçmemiş olsa gerektir.
Filvaki' Kur'ân-ı Kerîm'in sûrelerinin tertibi, kelimelerinin şekl-i imlâsı, hey'et-i mecmuasına âid resm-i hattın neden ibaret olduğu
hususlarında beyne'l-müslimîn bir vahdet vücûde gelmiş, bu hususta in'ikad eden' îc-mâ'a mebnî artık bu resm-i hattın tağyirîle
yerine başka bir hattın ikamesine mesağ bulunamayacağı tahakkuk etmiştir. Nitekim (1117) târihinde vefat eden “Ahmed
Dimyatı” İthafında Zerkeşi'nin mezkûr ifâdesini nakl ettikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'in gayr-i Arabî bir kalem, ya'nî bir yazı ile ya-
zılmasının kat'iyyen haram olduğunu (İbn-i Hacer-i Mekkî) den naklen tasrîh etmiştir.
Tefsîr-i Keşşaf da deniliyor ki: Mushaf'ın hattına ittiba' bir sünnettir; ya'nî İslâm'da sülük edilmiş bir tarîkattir; ona muhalefet
olunamaz.
İbn-i Dresteveh dahi (Kitâbü'l-Küttâb)ında diyor ki: Kur'ân yazısı başkasına kıyâs olunamaz. Çünkü o bir sünnettir; ya'nî
Resulü'llâhın işaretine müstenid, tevkifî bir yazıdır; onu bozmaya ümmetin salâhiyyeti yoktur.
Şeyhü'l-îslâm EI-Mergınânî de (Tecnîs) adındaki kitabında diyor, ki: Kur'ân'ı Fârisî ile yazmaktan men olunur, çünkü bu,
Kur'ân'ın hıfzını ihlâle müeddî olur. Biz Kur'ân'ın hem nazmını, hem de ma'nâsını hıfz ile me'mûruz. Bunun hilâfına hareket,
Kur'ân emrinde tehâvüne de müeddî olur.
Ezher ulemâsı tarafından ısdar edilib Mecmuasında münderic bir fetvada da deniliyor ki: (İslâm âlimleri selef on ve halef en icmâ’
etmişlerdir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de ya lâfzın tahrifine veya ma'nâmn tağyirine müeddî olacak herhangi bir tasarruf, kat'î surette
memnu', tahrîm-i kat'î ile haramdır. Gerek Ashâb-ı Kiram ve gerek onlardan sonra zamanımıza kadar gelen ehl-i İslâm Kur'ân'ın
Arabî harfler ile yazılmasını iltizam etmişlerdir. Bundan da tebeyyün ederki Kur'ân-ı Azîm'in Lâtin harf-lerîie kitabeti caiz
değildir.)
Vaktîle hurûf-i mukattaa ile basılmış bir risale hakkındaki istiftâya, mülga Fetva Emâneti tarafından şöyle cevab verilmiştir: (Ba'zı
tefâsîrde beyân ve îzâh olunduğu üzere Kurrâ' ve Ulemâ' ve âmme-i müslimîn üzerine Mushaf-ı Şerifin hatt-ı ma'rûfuna mütâbeat
ve kemâlîle ona mutavaat lâbüd ve lâzımdır. Mushaf-ı Şerifin hatt-ı ma'rûfu, Resûl-i Ekrem Nebiyy-i Mükerrem sallaâ'llâhu Teâlâ
aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin Emini ve Kâtib-i Vahyi bulunan Zeyd ibn-i Sabit radiye'llâhu Teâlâ anh Hazretlerinin
resmidir. Müşârün-ileyh Zeyd ibn-i Sabit, Resûl-i Hidâyet-Penâh Efendimiz Hazretlerinin şerefi sohbeti sebebîle bu ilm-i celîlü'l-
kadirde başkalarının bilemediklerine vâkıf olmuş ve her resmi bir nükte-i lâtife ve hikmet-i belîgaya müstenid
bulunmuştur. Kezâlik kütüb-i fıkhiyye'de Kur'ân-ı Kerîm’in temâimde hurûf-ı mukatta ile yazılmasının men'i lâzımgeleceği be-
yan edilmiştir.)
Mezkûr Fetva Emâneti'nden buna mümasil bir mes'eleden dolayı da 1328 târihinde şöyle cevab verilmiştir: (Ma bihî necâtü'l-
müminin ve nusbi ayni müslimîn olan Kur'ân-ı Lâtîfü'l-Beyân ve Furkan-ı Celîlü'l-Unvân'ın hurûf-ı mürekkebe-i Arabiyyenin
gayri hurûf ile tahrîri cevâz-ı Şer'îye iktiran etmeyib hattâ hurûf-ı mukataa-i Arabiyye ile dahi yazılsa sıfat-ı celîle-i Kur'âniyye'yi
iktisâb etmeyeceği mu'teberât-ı fıkhiyyede mensûstur. Tafsîlât-ı ânifeden müsteban buyurulacağı üzere Kur'ân-ı Azimü'ş-Şân’ın
berveçhi muharrer hurûf-ı mukattaa-i muhdese ile yazılması Şer'-i Âlî'ye muhalif âmme-i müslimînin ızdırab ve galeyanını mûcib
olmak i'tibârîle şedîden men' edilmesi ve bunun nusha-i matbasının hemen bilmusâdere imhası esbabının istikmâl buyurulması ve
ibreten li's-sâirîn mütecasirinin ta'zîr-i şedîd ile zecr ve cezâ-i ekîd ile cezâ-dîde edilmesi Şeri'at-i Mutahhare-i Ahmediyye nâmına
bilhassa istirham olunur.)
Şunu ilâve edelim ki başka yazılar, Kur'ân-ı Mübîn'i harflerin mahreçlerine, tecvîd kaidelerine riâyet bakımından güzelce
okunmaya pek kifayet edemez. Kur'ân lisânına mahsûs, mükemmel bir yazının, vücûh-ı kırâet i'ti-bârîle te'min edeceği tenevvuâtı,
başka hiçbir lisân te'min edemez. Meselâ; Âyet-i Celîlesi'ndeki kelimesi hem inzal, hem de tenzil mas darlarından olarak
okunabilir, her iki kırâet de mütevâtirdir. Halbuki başka bir lisandaki harflerle bu iki nevi' kırâeti te'min kabul değildir.
Kur'ân-ı Kerîm'in resm-i hattını değiştirmek arzusu, Arabca bilmeyen Müslümanların Kur'ân-ı Mübîn'i kolayca okuyabilmelerini
te'min gibi bir maksada müstenid olabilir. Fakat güzelce mülâhaza edilince bu maksadın daha mükemmel tecellîsi için Kur'ân'ın
resm-i hattını muhafazadan başka çâre olmadığı tezahür eder.Bir kere bu yazının yerine başka yazıların kaim olamayacağını
yukarıda söylemiş bulunuyoruz. Sonra resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır. Kur'ân'a mahsûs resm-i hat ise bu hu-
susta birinciliği hâizdir. Zâten teshil ve te'sîri Cenâb-ı Hakk'ın va'dine mukterin olan Kur'ân'ı, on, onbeş yaşındaki binlerce
müslüman çocukları bile ötedenberi temâmen okuyub ezber edegeldikleri ve hattâ bu muvaffakiyyetlerini bir hey'et
muvacehesinde bütün Kur'ân sûrelerini sekiz on saat içinde ezber olarak tilâvet etmek sûretîle isbât eyledikleri dâima
görülmektedir.
Maâ-hâzâ Kur'ân'ın resm-i hattı bir takım işaretleri hâvî ve bu veçhile okunup bellenmesi kolay bulunmakla beraber bu yazıyı bu
veçhile belleyen bir müslüman, bu şekilde yazılmış şâir İslâm asarından da istifade edebilir. Meselâ Evrâd ve Ezkârı muhtevi şâir
mübarek kitabları da okuyabilir. Binâen-aleyh Kur'ân'ı Kerîm'i kendisine mahsûs bir resm-i hat ile okuyup bellemek bil-faz biraz
fazla zaman sarfına muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslâm âlemine âid, müstakil, târihî bir resm-i hatta ıttıla' peyda edilmiş
bulunulacaktır. Medenî, müterakkî milletler birçok yabancı kavimlerin dillerini yazılarını öğrenib dururken müslümanlar umûm
islâm âlemine âid, dîn bakımından da pek büyük bir kudsiyyeti hâiz olan bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibâdetten
de sayılan bir bilgiyi ne için tahsile çalışmasınlar?
Şüphe yok ki semavî kitablar arasında şimdiye kadar gerek elfâz ve meânîsi ve gerek ecza ve eşkâli i'tibârîle varlığını, vahdet ve
ayniyyetini muhafaza etmek imtiyazı yalnız Kur'ân-ı Azîm'e mahsûstur. Büyük bir kıymet-i târîhiyyeyi, pek mühim bir kudsiyyet-
i dîniyyeyi hâiz olan bu Kitâb-ı îlâhî'nin lâfzını da, ma'nâsmı da, resm-i hattını da olduğu gibi muhafaza etmek müslümanlar için
en kat'î bir vecîbedir. Bütün ehl-i İslâm, Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'a karşı böyle bir vecîbe ile, mükellefiyyeti ebedî bir şeref bir
mefharet telâkki etmektedirler.[12]

9 - Sûrelerin Fatihaları = Ser-levhaları:

Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi dokuz sûresinin başında denilen bir takım harfler vardır. Bunların sayısı Arabî hecâ harflerinin yarısı ka-
dardır, ya'nî ondört harften ibarettir. Bunlar hurûf-ı mukattaa kabîlindendir; münferid harfler hâlinde yazılıb isimlerîle okunurlar.
Meselâ yazılır (Nûn) diye okunur. Bunların bu tarzda yazılmaları da tağyir edilemez.
Acaba bu harflerin okunuşlarına göre yazılması neden caiz gorülmüyor? Bunların ma'nâları var mıdır, yok mudur? Bunların
yazılmasında ne gibi hikmetler melhuzdur? Bu sualleri sırasîle tahlil edelim:
Evvelâ: Şüphe yok ki bu harflerin böyle yazılması da Vahy'e, Peygamberimiz'in ta'lîmine müsteniddir. Bunların yazısının
okunuşlarına uymamasında bir mahzur tasavvur olunamaz. Fakat bunların olduğu gibi bırakılmayıb da telâffuz edildikleri gibi
yazılmalarında büyük mahzurlar mevcûd olabilir. Resûl-i Ekrem'in talimatına muhalefetten daha büyük bir nakîsa mı tasavvur
olunabilir?
Düşünmeli ki, Kur'ân'ın sâir âyetleri kelimeleri ale'1-usul yazılıb okunduğu halde ba'zı mübarek sûrelerin ibtidâlarındaki
kelimelerin mukatta' harfler hâlinde yazılması elbette Peygamberimiz'ce mültezem, bir takım âlî hikmetlere müsteniddir. Eğer
böyle olmasa idi bunlar da sâir Kur'ân kelimeleri gibi okunuşlarına göre yazılırdı. O halde bunların olduğu gibi bırakılmaları
lâzımdır.
Şunu da ilâve edelim ki: Bugün ilim ve ma'rifet i'tibârîle yüksek bir seviyyede görülen birçok medenî milletler, yazılarında ihtisar
cihetini iltizam ederek bir takım harflerden ibaret işaretler, müessese unvanları kullanıyorlar. Bilhassa âsâr-ı atîkanın
muhafazasına pek ziyâde i'tinâ ederek târihî kıymeti hâiz olan bir yazının, bir resmin, bir binanın şeklini en cüz'î bir surette
değiştirecek bir yağyîr ve ta'mîre asla müsâade göstermiyorlar. Böyle bir hareketi kadir-nâşinâsîük sayıyorlar, hattâ eski ediblere,
şâirlere âid yazıların imlâlarım ıslaha asla kıyam etmiyorlar. Onların kendi zamanlarındaki telâffuz ve kitabet tarzlarını göstermek
için yazılarını şekillerini aynen ibkaya çalışıyorlar. Bu böyle iken ondört asırlık bir kıdem-î târihisi bulunan, bununla beraber
beşerî değil, İlâhî bir kıymet ve kudsiyyeti hâiz olan ve bütün müslümanlarca bir Sübhânî Vedîa olub umum îmân ehlince
temâmen mahfûziyyeti dînî bir gaye teşkil eyleyen Kur'ân-ı Kerîm'in bir kısım mukatta' harflerini, mukaddes rumuzlarını tağyir ve
tebdil nasıl caiz görülebilir?
Saniyen: Bu mübarek harfler, birçok zâtlerin beyânlarına nazaran müteşâbihâttandır; bunların ma'nâsı bizce malûm değildir.
Bunları bu suretle yazmak okumak, bunlardan Murâd-ı îlâhî'nin ne olduğunu îlm-i ilâhî'ye havale etmek i'câbeder.
Maâ-hâzâ bu mukattaât, bir kısım İlâhî Esrâr'ı cami', Allâhu Teâlâ ile Resûl-i Ekrem'i arasında birer şifre mâhiyetini hâiz bir takım
işaretleri muhtevidir. Bunların muksemünbih olmaları da melhuzdur.
Bir de bu mübarek harflerin bir kısmı Esamâ-i llâhî'den birer cüz' olub bunların bir yere cem' edilmesîle bir İsm-i İlâhî'nin zahir
olduğu görülmektedir. Meselâ: harfleri cem' edilince İsm-i Celîli tecellî etmektedir.
Şöyle de deniliyor ki, bu harfler, isimlere, sıfatlara işarettir. Meselâ elif, ism-i Celîline, lâm, ism-i Celîline, mîm de îsm-i Celîline
işarettir. Yahud elif, îsm-i Celâl'ine, lâm, Cibrîl-i Emîn'e, mîm de Hazret-i Muhammed'e işareti mutazammındır. Sanki ma'nâsı
(Allâhu Teâlâ Cibrîl-i vahy ile Hazret-i Muhammed'e gönderdi) demek oluyor.
Bu mukatta' harflerden istikbale âid birtakım vak'aların zuhuru istinbat edilebileceği de ba'zı müfessirler tarafından dermeyan
edilmiş, ba'zı misaller gösterilmiştir.
Sâlisen: Bu harflerin sûre başlarında böyle yazılmasındaki hikmete gelince: Bunu ancak Allâhu Teâlâ ile Resûl-î Ekrem bilir.
Bunun denilen hakıykî islâm Ulemâsı'nca malûm bulunması da melhuzdur. Maâ-hâzâ bu harfler, evvellerinde bulundukları
sûrelerin isimleri, unvanları mâhiyyetinde de bulunmuştur. Ve bunların böyle başta münferid yazılmaları, işitecek kimselerin
dikkatlerini, meraklarını celbederek okunacak âyetleri dinlemelerine saik bulunmaktadır.
Bir de bunların böyle münferid yazılmaları bir îhtâr-ı Sübhânî mâhiyyetindedir. Adetâ bir gayb lisânîle denilmiş oluyor ki: (Ey
nâs, ey cihanın yüksek bilginleri. İşte Kur'ân-ı Mübîn, bu gibi herkesin bildiği harflerden müteşekkildir, böyle olduğu halde buna
bir nazire yazmaktan hepiniz âciz bulunuyorsunuz. Artık siz, bu harfleri ihtiva eden Kur'ân'ın Vahy-i İlâhî'ye müstenid bir
mu'cize-i kelâmiyye olduğunda nasıl şüphe edebilirsiniz?)
Binâen-aleyh bu İlâhî Hitâb ile umûm beşeriyyet ve bilhassa Zamân-ı Nebevî'deki bülegây-ı Arab, insafa, tefekküre celb ve da'vet
edilmiş oluyor.[13]

10- Kur'ân-ı Zî-Şân'ın Nüzulünden Evvel Ve Nüzulü Zamanında Arabların Lisan Bakımından Yükseklikleri:

Yeryüzünün birçok tarafları vakit vakit medeniyyetlere terakkilere sahne olmuştur. Cezîretü'l-Arab'da da pek eski devirlerde
medenî, siyâsî bir hayâtın hüküm sürmüş olduğu şüphesizdir. Ancak muhitin coğrafî halleri te'sîrîle içtimâi hayât başka bir tarzda
devam etmiş, bedevîlik hayâtı medenîlik hayâtına galebe çalmış, Cezîre'nin üstünde seyyar bir halde başa birçok aşiretler,
kabileler türeyerek sabit bir medeniyyete nail olamamışlardı. Ancak yaşadıkları muhitin, ta'kib ettikleri bedevîlik hayâtının te'sî-
rîle kendilerinde büyük bir cesaret ve şecaat tecellî etmiş, mâî semâ kubbesinin parlak yıldızları altmda yaşayan sahranişîn Arablar
arasında pek aydın zekâlar zuhur etmiş, fikirleri zengin mazmunların, lâtif recezlerle ne-şîdelerin ilhâm-gâhı kesilmiş, bilgileri
büyük olmadığı halde birçok mütefennin bilginleri hayrette bırakacak derecede belîğ, fasîh manzumelerle, hitabelerle adlarını
yaşatan bir nice bedevî edibler yetişmiştir.
Hele Asr-ı Saâdet'e yakın zamanlarda belagat kaynağı Arablar arasında mütelâtım bir derya gibi cûş-u hurûşa gelmişti. Kabileler
arasında belagat yarışları meydan almış, arkadaşlarına tefavvuk eden şâirlerin manzumeleri altın suyu ile yazılarak Ka'be-i
Muazzama'nın duvarlarına asılmış, beşerî kemâlâtın en güzidelerinden olan fesahat ve belagat kabileler arasında fahr-u mubâhâta
medar olmuştu.
Ezcümle (Sûku'1-Ukâz) da; büyük edebî bir mahfilde okunarak alkışlanan bir kısım kasideler zamanımıza kadar gelmiştir.
Bunların ne büyük birer belagat âbidesi olduğu ma'lûmdur. Bu kasideler, imriü'1-Kays, Tarfetü'bnü'1-tyd, Züheyr ibn-i Kbî-
Sülemî, Lebîd ibn-i Rebî'a, Arnr ibn-i Gülsüm, Anteretü'bnü Şeddâd, Haris ibn-i Halze'ye âiddir.
Hazret-i Ömer radiye'llâhu anh bunlardan Züheyr'e derdi. Filvaki' Züheyr, açık, ciddî, hakimane sözlerîle temayüz etmiştir. Hele
şu beytleri ne kadar hoştur:
Demiş oluyor ki: Kendi haklarını kendi silâhîle men'e, korumaya çalışmayan kimsenin harîm-i hukuku âkibet yıkılır gider. Nâsa
zulm etmeyen, ya'nî kendisinde zulmedebilmek kuvvetini göremeyen kişi, zulme uğrar mağdur.
Gurbete düşen tecrübesiz bulunacağından düşmanı dost sanar, nefsine ikram etmeyen, kendini kötü hallerden geri alamayan
tekrîme nail olamaz.
Herkim kendisinde bulunan bir hasleti, nâsdan gizleyebileceğini zannetse buna muvaffak olamaz, o haslet âkibet anlaşılır.
Bir nice hoşuna giden sükûtî kimseler, görürsün ki, onun artığı eksiği, ilim ve irfanının derecesi, konuşunca meydana çıkar.
Yiğitin yarısı dili, yarısı da yüreğidir. Şahsiyyetini bunlar teşkil eder. Artık et ile kan suretinden başka birşey kalmamış olur.
İhtiyar sefih oldu mu, artık uslanması kabil değildir. Genç ise sefahatten sonra uslanıb akıllanabilir.
Biz ihsanınızı diledik, siz de lütfettiniz; tekrar diledik, siz de tekrar lûtfedib verdiniz. Böyle dileyişini artırıb duran, birgün elbette
mahrum kalacaktır. Bir zâtı bu kadar iz'ac, doğru değildir,
Arablar arasında fesahat ve belâgatçe husule gelen bu terakki, bu edebî feyz, bir i'tilâ devrinin yakınlaşmış olduğuna berâat-i
istihlâl mâhiyyetinde idi. Evet... bu hal, belagat âleminde bir misli daha görülmemiş olan edebî bir mu'cizenin zuhuruna bir
mukaddime demekti. Şöyle ki:
Hâtemü'l-Enbiyy Hazretlerinin Nübüvvet ve Risâlet iddiasındaki sıdkı birçok mu'cizeleri arasında en ebedî bir mâhiyyeti hâiz olan
Kur'ân-ı Kerîm âyetlerîle de sabit olacaktı.
Bu Kitab-ı Mübin'in bir belagat hârikası olduğunu anlahabimek için ise kelâmın mezâyâsına bihakkın vâkıf, büyük edebî bir fikre
sâhib olmak lâzım geliyordu.
İşte Feyyâz-ı Kudret, bu vukufu, bu fikir ve zekâyı evvelce ihzar duyurmuş, Kudret Semâsı'nda nüzule başlayacak olan ilâhî
Âyetlerin ulviyyetini takdir edebilecek dimağlar vücûd bulmuş idi. Bu hal de başlıca bir mu'cize demekti.
Filhakıyka her Peygamber'i Zî-Şân'ın mu'cizeleri, kendi zamanında terakkî eden san'atlara, bedî'alara müşabih, fakat onların çok
üstünde mümtaz bir mâhiyyeti hâiz olarak zuhur etmiş, bu suretle o Nebiyy-i Âlî-gân'ın da'vâsmdaki doğruluk anlaşılmıştır.
Nitekim Hazret-i Musa zamanında sihir, Hazret-i îsâ zamanında tıp pek yükselmiş olduğundan bu iki zâtin mu'cizeleri de asanın
ejderha şekline inkılâbı, hastaların derhal teşfiyesi gibi sâhirleri, doktorları âciz bırakacak bir halde zuhur etmiş, âdî sebeblere te-
vessülden berî, İlâhî bir hârika mâhiyyetini hâiz bulunmuştur.
İşte Asr-ı Saadette de fesahat ve belagat pek ziyâde terakki etmiş, pek ziyâde revaç bulmuş idi. Bu cihetle fesahat ve belâgatin en
yüksek şahikalarında bulunmak üzere Kurân-ı Mübîn'in âyetleri, sûreleri nazil olmaya başlamış, bunun tanzîri gayr-i kabil, semavî
bir mu'cize, edebî, ilmî bir hârika olduğu anlaşılmıştı.
Ezcümle Kureyşın en belîğ şâirlerinden, hatîblerinden olan Velîdü'bnü'1-Muğîre, bir gün Peygamber Efendimiz'in Huzûr-ı
Saadetlerine gitmiş, kendisini Nübüvvet iddiasından vaz geçirmek hülyasına düşmüş iken Taraf-ı Nebevî'den okunan ba'zı âyetleri
dinledikten sonra mütehayyirâne bir halde avdet etmiş, başına toplanan halka hitaben: (Ey cemaat! Bilirsiniz ki ben eş'ârın bütün
nevi'lerine vâkıfım, belâgatli sözleri benim kadar takdir edecek kimse yoktur. Yemîn ederim ki: Hazret-i Muhammed'e nazil olan
âyetler, bizim bildiğimiz sözler kabilinden değildir; onlar da öyle fevkalâde bir belagat, bir lâtâfet var ki onlar her söze tefevvuk
eder, onlara tefevvuk bir söz bulunamaz.) mealindeki sözlerîle hakiykati i'tirâfa mecbur kalmıştı.
Ma'lûm olduğu üzere insanların imtiyazlarına medar olan söz, fikirlerini musavvir olan kelâm iki surette, ya nazım veya nesir
tarzında tebarüz eder. Şâirler kendi sânihalarını nazım şeklinde belirtirler; münşiler, hatîbler de maksadlarını, hitabelerini nesir
suretinde meydâna koyarlar.
Manzumeler, âhenkler sâmiayı okşar, kolaylıkla ezber etmeye elverişli bulunur. Mensur yazılar da daha metin, daha samîmi ve
daha mühim mevû'ları ihtiva eder.
İşte câhiliyye devrindeki Arablar arasında nazım ve nesrin her ikisi de meydan almıştı. Pek kudretli şâirler.yetiştiği gibi pek natûk
hatîbler de vücûda gelmişti. Hattâ Kur'ân'ın ba'zı mübarek lâfızlarının ma'nâsını izah için câhiliyye şâirlerinin ba'zı şiirlerini
müfessirler şevâhid makamında olarak tefsirlerinde yazarlar.
Kur'an-ı Mübîn'e gelince bu, manzum olmadığı gibi tamamen mensur da değildir. Belki kendisine hâs pek ulvî bir ahengi, pek
nezîh, metîn bir üslûbu, tanzîri gayr-i kabil bir belâğati ihtiva etmekle Arabın nazım ve nesrinden ayrılmıştır; nüzulü târihinden
i'tibâren zamanımıza kadar milyonlarca ediblerin, beliğlerin istifâdeleri için bir feyz kaynağı, bir nûr meşrikı hâlinde tecellî edib
durmuştur.
Muallâka sahiblerinden olub: “Ey hâsid! Milkin mâliki, hâkimi olan Allâhu Teâlâ'nın taksimine razı ol. Çünkü aramızda
maişetleri, hasletleri taksîm eden zât, bunları her veçhile bilen, herkese istihkakına göre kemâl ve rif'at veren Hak Teâlâ
Hazretleridir” mealindeki bedî'asının kaili bulunan (Lebîd ibn-i Rebî'a), îslâm şerefine nail olduktan sonra, artık Kur'ân'm şa'şa'a-i
belâğati yanında kendi şiirlerinin pek sönük kaldığını anladığı için şiîre veda' etmiş, Kur'ân-ı Azîm'i tilâvet ile ruhunu zevk-yâb
etmeye başlamıştır.
Evet... Kur'ân-ı Kerîm, bir Kitâb-ı îlâhî'dir. O halde şüphe yok ki insanların sözlerinden her veçhile yüksektir ve i'câz mertebesini
hâiz olduğu için ebedî bir mu'cizedir.[14]

11- Kurân-ı Kerîm'in Hangi Bakımlardan Ebedî Bir Mu'cize Olduğu:

Yukarıda işaret ettiğimiz veçhile Peygamberân-ı Zî-Şân'dan mu'cizeler hârikalar zuhur etmiştir. Fakat bunların hemen hepsi de
birer (Mu'cize-i Kevniyye) den, muvakkat bir zaman içinde tecellî edib nihayete eren maddî, hissi, âfâkî hâdiselerden ibaret
bulunmuştur. Peygamber Efendimiz'in ise kamerin inşikakı gibi birçok mu'cizât-ı kevniyyeleri görülmüş olmakla beraber en
büyük mu'czesi, ma'nevî, ilmî, aklî, lâhûtî bir mu'cize olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'dır. Bu da büyük bir hikmet muktezâsıdır. Çünkü
sair peygamberlerin nübüvvetleri, risâletleri mahdûd birer zamana, mahdûd birer kavme âid bulunmuştur. Birnâen-aleyh onların
mu'cizeleri de zamanlarına münhasır, kavimlerinin isti'dâtlarîle mütenâsib olub ebediyyete müteveccih bulunmamıştır. Resûl-ı
Ekrem efendimiz'in risâletleri ise umudîdir, daimîdir, ebediyyete müteveccihtir, beşeriyyetin tefekkür ve muhakeme 'tibârîl pek
yükselmiş olduğu bir zamane müsadiftir. Binâen-aleyh O'nun mu'cizesi de böyle daimî, ebediyyete müteveccih bulunmuştur ve
akla hitâb eder, herkesi düşünmeye da'vet eder, kalbleri titretir, her mütefekkiri ikna' edebilir bir vech ile tecellî etmiştir. Bu
sayede İslâm Dîni'nin hükümleri edebî bir surette mahfuz kalmış, Arab lisânının muhallediyyeti de parlak bir tarzda te'min
edilmiştir.
Velhâsıl Kur'ân-ı Kerîm, birçok bakımdan ebedî bir mu'cizedir. Ezcümle:
1- Kur'ân-ı Mübîn, maddî, ma'nevî, ilmî, ahlâkî, içtimaî, iktisâdi, tâ-rîhî birçok hakiykatleri ihtiva etmektedir. Bu Kitâb-ı Mübîn'i
insanlara tebliğe me'mûr olan Hazret-i Muhammed aleyhi's-selâm ise ilimden, terakkiden mahrum bir muhitte yetişmiş, kırk
yaşlarına kadar hiçbir kimseden ilim nâmına birşey. öğrenmemiş, hiçbirşey okuyub yazmamış bulunuyordu. Bu hâl, bütün
kavmince sabit bir hakiykat idi. Buna rağmen teblîğına muvaffak olduğu bu Kudsî Kitâb'ın böyle binlerce, yüzbinlerce
hakiykatleri cami' bulunması, O'nun bir mu'cize olmasından başka neye hami olunabilir?
2- En yüksek âlimlerin, filozofların, fen sâhiblerinin birçok fikirleri, yazıları, kâinat hakkındaki bilgileri zaman geçtikçe kıymetim
kaybediyor, yeni nazariyyelere, keşiflere muhalif bulunarak ilim ve fen sahasından çekilmeğe mecbur oluyor.
Kur'ân-ı Mübîn'in gerek İlâhiyyat'a, gerek mükevvenâta dâir verdiği ma'lûmat ise hiçbir vakit kuvvetli nazariyyelere, kıymetli
keşiflere muhalif bulunmuyor, kendi beyanâtı arasında hakiykî bir ihtilâf görülmüyor. Bilakis ilimlerin, fenlerinin kîşâfı, Kur'ân'ın
haber verdiği hakiykatlerin incilâsına yardım ediyor, bu hakiykatler ile müsbet ilimler, yeni keşifler arasında asla bir tearuz
vücûde gelmiyor. Zaman geçtikçe Kur'ân'ın ulviyyeti bir kat daha tebarüz etmiş oluyor. İşte bu bakımdan da Kur'ân-ı Kerîm ebedi
bir mu'cizedir.
3- İstikbâle âid vukuu gayr-i muttarid birtakım hâdiseleri daha meydana gelmeden senelerce, asırlarca evvel kat'i bir sûretde bilib
haber vermek bir hârika eseridir. Kur'ân-ı Mübîn ise böyle birçok hâdiselere dâir kesin ma'lûmat vermiş ve bunlar bil'ahare
tahakkuk etmiştir. Romalıların Fürslere galibiyyeti, müslümanların Mekke-i Mükerreme'ye muzafferen girmeleri, müslümanlığın
yeryüzüne yayılması hakkındaki haberler bu cümledendir. Binâen-aleyh bu bakımdan da Kur'ân-ı Mübîn büyük bir mu'cizedir.
4- Bütün Semavi Kitablar, tahriflere bozulmalara, değiştirmelere uğramışlardır. Fakat Kur'ân-ı Kerîm, böyle bir tahrîfden salim
bulunmuştur. Zâten Kur'ân-ı Azîm'in bu mümtâziyyetini bir âyet-i celilede önceden haber vermiştir. Aradan asırlar geçti, bu
haberin bir hakiykat olduğu gün gibi sabit oldu. îşte Kur'ân-ı Mübîn, böyle Allâhu Teâlâ'nın korumasîle bütün tahriflerden mahfuz
kalması bakımından da muazzam bir mu'cizedir.
5- En kudretli edibler, şâirler maksadlarını tasvir hususunda muhtelif beyân üslûblarının nihayet birikisinde muvaffakiyyet
gösterebilirler. Her üslûbda aynı kudreti gösteremezler; kendi yazıları buna şâhiddir. Hele ilmî, ahlâkî, hukukî, tekvini mevû'larda
aynı fesahat ve belâğati göstermek her kalem sahibine nasîb olacak şey değildir. Kur'ân-ı Kerîm ise ihtiva ettiği bütün beyân
üslûblarında, telkin buyurduğu bütün mevzû'larda aynı kudreti, aynı fasâhat ve belâğati muhafaza etmiş, hârikul'âde bir
mükemmeliyyet göstermiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân-ı Mübîn, pek parlak bir mu'cizedir.
6- En câzib mevzû'lara dâir en güzel bir tarzda yazılmış eserler, birkaç kere okundukça halâvetini, rûh üzerindeki te'sîrini
kaybeder. Kur'ân-ı Kerîm ise böyle değildir. İnsan çok kere bir âyet-i celileyi yüzlerce defa okumuş, dinlemiş olduğu halde
yeniden okuyunca, ilk defa olarak okuyormuş, dinliyormuş gibi ulvî bir heyecana kapılır, yeni yeni halâvetler duyar, evvelce
düşünememiş, anlayamamış olduğu bir nice nice mazmunlara, işaretlere muttali' olur, bu semavî hitabelerin pek lâtif te'sirlerini
derin bir hayretle hisseder durur, îşte Kur'ân-ı Kerîm bu mümtâziyyeti i'tibârîle de ma'nevî bir mu'cizedir.
7- Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulü zamanında Arabistan ahâlîsi, Arab lisânının bütün inceliklerine vâkıf, kendilerine hâs, fıtrî bir
meziyyet olmak üzere pek fasîh ve belîğ bir halde bulunuyorlardı. Bi'1-bedâhe söyledikleri nutuklar, manzumeler lisân
bakımından pek parlak şey'lerdi. Yukarıda da yazdığımız veçhile bunlar, birtakım edebî bedî'alar vücûde getiriyor, bu bedî'alar
birer fasâhat ve belagat âbidesi sayılıyordu.
İşte Kur'ân-ı Mübîn, böyle bir cem'iyyet arasında nüzule başladı; bütün fasihlere, beliğlere meydan okudu: “Eğer Kur'ân'ın İlâhî
bir kitâb olduğunda şüphe ediyor iseniz O'nun bir mislini siz de vücûde getiriniz! Hayır... O'nun tamâmına değil on sûresine olsun
bir nazire yazınız! O'nun mevzuundaki hakiykatten, ulviyyetten kat'an nazar yalnız üslûbundaki mükemmeliyyeti, nazmındaki
fasâhat ve belâğati, asılsız sözler ile olsun taklide çalışınız. Hadi on sûre de dursun, yalnız bir sûresinin mislini meydana
getiriniz! Bakınız muvaffak olabilecek misiniz? Ne gezer, siz buna ebediyyen muvaffak olamayacaksınız.” mealinde hitâb etti.
Filhakiyka hiçbirisi buna muvaffak olamadı. Kılıçlar île çarpışmayı goze aldılar da kalemler île Kur'ân'ın en kısa bir sûresine
olsun nazire yazmak sûretîle mücâdeleyi nazara alamadılar. Çünkü bu husustaki acizlerini pek güzel anlamış bulunuyorlardı.
Arabcanın bütün inceliklerine, derinliklerine, üslûblarına bihakkın vâkıf olan Arab fasihleri, edîbleri, Kur'ân-ı Kerîm'e nazire
yazmaktan âciz olunca sair ırklara mensup fusahâ ve üdebânın da bundan âciz olacakları bedîhi bulunmuş olur. Nitekim aradan
ondört asır geçmiş olduğu halde hiçbir kimse tarafından böyle bir nazîre vücûde getirilememiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân-ı
Kerîm pek muazzam bir kelâm mu'cizesidir.
8- Kur'ân-ı Mübîn, yukarıda yazıldığı veçhile ya i'câz mertebesine bağlıdır veya değildir. Eğer i'câz mertebesine baliğ olur,
mâhiyyeti i'tibârîle gayr-i kabil ise bir mu'cize olduğu tebarüz etmiş olur. Bil'akis i'câz haddine baliğ olmadığı halde vuku'bulan
tehaddîlere, meydan okumalara rağmen Dîn-i İslâm'ı söndürmek istiyen bir nice muânid fusahâ ve büleğânın bu Kitâb'a bir nazire
yazmağa cür'et edememeleri, bu hususta kudretlerinin meslûb bulunmuş olması, hârikul'âde bir keyfiyyet olacağından Kur'ân-ı
Kerîm'in bu bakımdan da bir mu'cize bulunmuş olduğu sabit olmuş olur.
Velhâsıl: Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân, ebedî bir mu'cizedir. Bunun i'câzı hakkında Ebû-Bekir-i Bâkıllânî, Imâm-ı Râzî, Hattâbî,
Rumânîî, Milkânî gibi yüksek âlimler müstakil kitâblar te'lîf etmişlerdir. Bu huhûsa dâir Şifâ-i Şerîf'de, Menâr Tefsîri'nde îbn-i
Kemâl'in risaleleri arasında ve El-Zikrâ el-Muhammediyye Mecmuasında da pek güzel makaleler, yazılar vardır.[15]

12- Kur'ân-ı Mübîn'in Sarahaten Veya İşâreten İhtiva Ettiği İlimler:

Kur'ân-ı Azîm ilimlerin, hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Sûrelerin, âyetlerin herbiri düşünceli insanlara başka bir yükseklik,
başka bir uyanıklık, ilham eder. Her istiyen Kur'ân-ı Kerîm'den kendi isti'dâdı nisbetinde fâidelenir. Her bilgili kimse Kur'ân-ın
mübarek âyetlerini okudukça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan esaslara, umdelere, düstûrlara muttali' olabilir. Bu
cihetledir ki îslâm âlimleri Kur'ân-ı Mümîn'den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlara (Kur'ân-ı Kerîm'den bast ve
tefsir edilmiş bulunur.)
Bir nice âyetler de vardır ki bunlar birtakım ilimlerin, fenlerin mevzû'larını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'câzkârâne bir
surette hulasaten veya işâreten muhtevi bulunmaktadır. Biz burada bunların bir kısmına dâir biraz ma'lûmat vereceğiz.[16]

1-Tefsîr İlmî:

Kur'ân-ı Mübîn'in ba'zı âyetleri ba'zılarını îzâh ve tafsil eder. Bu cihetle mücmel ve muhtasar âyetlerin güzelce anlaşılması için o
husustaki mufassal âyetlere müracaat edilir. Bu suretle de Kur'ân-ı Kerîm'in baîzı âyetleri ba'zılarını tefsîr etmiş olur. Nitekim
âlimlerimiz diyorlar ki (Kitâb-ı Azîz'in tefsirini istiyen evvelâ Kur'ân'a müracaat etmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bir yerinde icmal,
ihtisar edilen birşey, diğer bir yerinde bast ve tefsîr edilmiş bulunur.)
Hattâ bu veçhile yazılmış tefsîr kitabları bile vardır. îbn-i Kayym-ı Cevziyye'nin dahi bu hususa dâir bir eseri vardır; bu eserde
birçok misaller kaydetmiştir. Biz de bu bâbda Tabakaatü'l-Müfessirîn kısmında ba'zı şey'ler yazmış bulunmaktayız.[17]

2-Hadîs İlmi:

Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Hadîslerinin menba'i Kur'ân-ı Kerîm âyetleridir. Peygamber-i Zî-Şân
Efendimiz, Kur'ân-ı Mübîn'in âyetlerinden mülhem olur; sözlerini, işlerini bütün Kur'ân'ın beyanâtına mutabık bulundururdu.
Saîd ibn-i Cübeyr Hazretleri diyor ki: (Bana Resûl-llâh'dan bir Hadîs baliğ olmadı ki ben onun mısdakını doğruluğunu isbât eden
şey'i Kitâbu'llah'da bulmuş olmıyayım.)
Zâten mübarek Hadîsler ile amelin lüzumunu emreden de yine Kur'ân-ı Kerîm'dir. Nazm-ı Kerîm'i buna şahiddir.
Ehl-i Kitab denilen Yahudiler ile İsevîlerin kendi Peygamberlerine birtakım bî-esas sözleri, işleri îsnâdda bulundukları
görüldüğünden birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz minbere çıkarak Ashâb-ı Kirâmına şöyle hitâb etmiş:Ya'nî her kim benim
nâmıma yalan yere kasden Hadîs uydurursa Cehennemde yerini hazırlasın. Sonra da: (Bir hadîs'in sıhhatini anlamak için Kur'ân'a
müracaat edilmelidir, Kur'ân'a uymıyan sözler bana âid değildir.)mealinde tenbîh buyurmuştur.[18]

3 -Tevhid İlmi = İlm-i Kelâm:

Dîn-i İslâm'daki i'tikada âid meselelerin birinci mehazı, Kuran-ı Azîm'dir. Ulûhiyyete, meleklere, nübüvvete, semavî kitablara
kaza ve kadere, âhiret gününe velhâsıl bütün ftikad esaslarına müteallik olan batasleri Kur'ân-ı Mübîn, pek açık, pek muknf bir
surette camı bulunmaktar.
Filhakiyka Kur'ân-ı Hakim i'tikada âid herhangi bir meseleyi ve isbât hususunda fevkal'âde bir husûsiyyet gösterir. Muhtelif
kabiliyette bulunan insanlardan herbirinı ikna've irşâd edecek tarzda deliller getirir, mes'elenin mevzuunu aydınlatır, isbât eder.
Meselâ: öldükten sonra dirilmek hakkındaki şu âyetleri bir mülâhaza edelim:
Ya'nî: (O, O Allâhu Teâlâ'dır ki rahmeti olan yağmurları önünde müjdeci olan rüzgârları yollar da, bu rüzgârlar o ağır ağır
bulutları yüklenirler. Derken biz, onları ölmüş bir il'e göndermiş, oraya suları indirmiş, onunla orada her türlü meyvaları çıkarıb
bitirmiş oluruz. İşte ölüleri de böyle kabirlerinden çıkaracağız; umulur ki bunları düşünür hatırlarsınız.”
Ya'nî (Kendi yaratılışını unutmuş da bize misâl getirmeğe kalkışmış. Çürümüş bir halde bulunan kemikleri kim diriltecektir? dedi.
De ki onu ilk defa yaratan zâr, diriltecektir. O bütün yaratılanları hakkîle bilicidir. Ya'nî “Biz ilk defa yaratmaktan âciz mi kaldık
ki tekrar yaratmaktan âciz kalalım? Belki onlar yeniden yaratılmaktan şüphededirler.”
Acabâ bunlardan daha belîğ bir surette uhrevî hayâtın imkânını, vukuunu isbâta, ihtara imkân var mıdır?
Hıristiyanların Teslis, Übüvvet ve Bünüvvet hakkındaki bozuk akidelerini ibtâl hususunda nazil olan: O Âyet-i Celîlesi'nin pek
ulvî beyanâtı da pek mühim bir ihtarı hâvidir.
Ya'nî “Gökleri, yeri misilsiz olarak yaratan O'dur. O'nun nereden çocuğu bulunur ki, O'nun zevcesi yoktur ve her şey'i O
yaratmıştır ve O her şey'i hakkiyle bilir. Artık O bütün mükevvenâtın halikı iken O'nda babalık, evlâdlık nasıl tasavvur
olunabilir?”[19]

4- Fıkıh İlmi:

İbâdetlere, hukuka, ceza işlerine, islâm siyâsetine âid mes'elelerin, düstûrların en birinci feyyaz menba'ı Kur'ân-ı Mübîn'dir, Bu
hususlarda bütün Müctehidlerin feyz iktibas ettikleri en büyük hikmet mecellesi, adalet mecmû'ası Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Allâhu Teâİâ'ya yapacağımız kudsî ibâdetleri ta'yîn eden, insanların karşılıklı vazifelerini, haklarını her selim akıllı kimsenin
takdir ve tebcil edeceği bir tarzda bildiren Kur'ân-ı Azîm'dir.
İçtimâî hayâtın fevkal'âde bir intzâm dâiresinde devam edebilmesi için tatbiki i'câbeden ceza esaslarını, derin hikmetleri
mutazammın bir halde beyân eden Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'dır.
Müslümanların büyük bir kuvvetle önemli bir şükûh ve satvetle yaşayabilmeleri için düstûrü'1-amel olacak şey'leri emir ve tebliğ
eden de yine Kur'ân-ı Hikmet-Beyân'dır. Bu hususta yalnız teberrük için: Âyet-i Celîlesi'ni okumakla iktifa ediyoruz.[20]

5-Usûl-i Fıkıh İlmi:

(Usûliyyûn) ünvânını alan bir kısım İslâm âlimleri, Usûl-i Fıkıh denilen müdevven bir ilmin kaidelerini tanzim, bâblarını,
fasıllarını tertîb, hükümlerini tebyin hususunda Kur'ân-ı Mübîn'den pekçok ilham almışlardır. Çünki Kur'ân âyetlerinin mübarek
ma'nâları mülâhaza edilince bunlardan bir kısmının umûmî, bir kısmının da husûsî olduğu görülür. Kezâlik bunlardan bir kısmının
birer hakıykı ma'nâyı, bir kısmının da birer mecazî veya kinâî ma'nâyı muhtevi olduğu anlaşılır.
Kezâlik Kur'ân'ın âyetleri nâs, zâhîr, mücmel, müfesser, muhkem, müteşâbih, emir, nehiy, nâsih ve mensûh gibi kısımlara
ayrıldığı gibi ba'zı âyetler de istikra', istishâb ı hâl, kıyâs, temsil gibi mütenevvi' delil tarzlarını mutazammın bulunmaktadır.
Binâen-aleyh bunların hükümleri hakkında bir hayli mütalâalar, tedkîkler serdedilmiş, birtakım kaideler vaz' olunmuş, bu sayede
de şer'î delillerden şer'î hükümlerin nasıl istinbât ve istihraç edileceğini bildiren Usûl-ı Fıkıh ilmi vücûde gelmiştir.
Ezcümle:
Âyet-i Celîlesi Usûliyyûn için büyük lair tedkîkat sahası vücûde
getirmiştir.[21]

6- Hikmetü't-Teşrî İlmi:

Ma'lûmdur ki Kerîm Ma'bûdümüz, Alîm'dir, Hakîm'dir. İnsanları lihikmetin yaratmış, kendilerini bir kısım ibâdetlerle, vecîbelerle
mükellef tutulmuştur.
Şu da malûmdur ki, Azîm Halikımız, kullarının ibâdetlerinden, tâatlerinden ganîdir. Ancak kullarının menfa'atleri içindir ki,
uhdelerine bu vazîfeleri tevcih buyurmuştur.
Filhakiyka mükellef olduğumuz herhangi dînî bir vazifemizi incelersek, bunların hiçbirini boş, gayesiz göremeyiz. Belki
herbirinin dünyevî, uhrevîl birçok fâideleri, maslahatları muhtevî olduğunu görürüz.
İşte bu fâideler, bu maslahatlar, o vazifelerin teşri' buyurulmasındaki yüksek hikmetler cümlesindendir.
Kur'ân-ı Mübîn, bu hikmetlerin bir kısmını sarahaten bildiriyor, bir kısmına da delâleten işaret buyuruyor. Kurân-ı Kerîm'in bu
husustaki kudsî beyanâtından mülhem olan bir kısım İslâm âlimleri ise “Hikmetü't-Teşrî'” ünvânîle bir ilim tedvin etmişlerdir.
Binaen-aleyh bu ilmin birinci menba'ı da yine Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân olmuş olur.
Birkaç misâl :
A) Hak Teâlâ Hazretleri, insanlara birçok Peygamberler göndermiştir.
Acabâ bunları göndermekteki hikmet nedir? İşte bu hikmeti Âyet-i Kerîme'si bildiriyor.
Şöyle ki: Peygamberlerin müjdelemek ve korkutmak hikmetine mebnî gönderildiklerine “Mübeşşirîn ve münzirîn” kelimelerîle
işaret buyurulmuştur. İnsanların âhirette: “Ya Rabbî! Biz gafil idik, bizi irşâd edecek bir kimse yok idi, bu sebeple biz cehalet
içinde kaldık, seni bilemedik, vazifelerimizi anlayıb yapamadık.” diye ma'zeret tarzında söz söyleyebilmelerine imkân
bırakmamak hikmetine mebnî gönderilmiş oldukları da yâ Nazm-ı Şerifi ile sarahaten beyân buyurulmaktadır.
B) Müslümanların Allâhu Teâlâ'ya, Peygamber Efendimize itaat etmeleri, münâza’alardan, muhaşamalardan kaçınmaları, kalben
müttehid olmaları i'câbeder. Acaba ne için? İşte bunun hikmetini Kur'ân-ı Kerîm bildiriyor:
Evet... Hak Teâlâ'ya, Hazret-i Peygambere itaat edilmemesi, münâzalara, münâkaşalara meydan verilmesi, Müslümanların perîşân
olmalarını, devletten, ni'metten mahrum kalmalarını intaç eder. İşte böyle elîm bir âkibete uğramamaları hikmetine binâen itaatle,
münazaaları, çekişmeleri terk ile mükellef olmuşlardır. Aralarındaki birlik, kardeşlik ancak bu suretle tecellî eder. Bakalarım
ancak bu sayede te'min edebilirler.
C) Ma'lûmdur ki namaz, pek kudsî bir farizadır, bunun farziyyeti hakkında müteaddid âyetler vardır. Acaba bunun bu kadar
ehemmiyetli bir farîza olmasının hikmeti nedir? îşte bu hikme Âyet-i Kerîme'si bildirmektedir.
Evet... Namaz, Allâhu Teâlâ'nın zikrini muhtevidir. Şeraiti dâiresinde kılınan bir namaz, sahibini fahşâdan, münkerden,
seyyielerden men' eder. Gafletten uyandırır, Halikına tevcih eyler. Süfli düşüncelerden, duygulardan kurtarır, metîn, nûrânî bir
îmâna erdirir.
D) Oruç da pek mühim bir farizadır. Biz acaba ne için bir müddet aç, susuz durmakla mükellef bulunuyoruz? İşte bunun
hikmetini Ayet’i Celîlesi gösteriyor. Demek ki,'oruç tutmaktaki başlıca hikmet, ittika imiş, kalblerimizde rikkat, merhamet, Allah
korkusu gibi yüksek duyguların tecellîsini te'mîn imiş.
E) Hac da pek mühim bir farizadır. Şeraitini hâiz olan her Müslüman, ömründe bir kere Mekke-i Mükerreme'ye giderek
Beytu'llâh'ı ziyaret ile, Arafât'da. Vakfe ile mükelleftir. Acaba bu farizada ne gibi hikmetler vardır? İşte
Âyet-i Kerîmesi bu hikmetleri nâtıktır.
Evet... Şüphe yok ki, Hac farizası neticesinde dünyevî ve uhrevî birçok fâideler elde edilmiş olur. Bu sayede muhtelif ırklara,
muhitlere mensûb birçok Müslümanlar muayyen bir zamanda, mukaddes bir mekânda toplanırlar, Hak Teala Hazretlerini bir arada
Tesbih ve Tehlil ederler;aralarında bir muarefe husule gelir. Muazzam İslam ailesi a’zası, birbirinin halinden haberdar olur.Bu
vesile ile de islam birliği tecelli ettirmiş bulunurlar.
Bununla beraber Hac vazifesi, seyahatten beklenilen ahlaki, iktisadi faidelerıde ziyadesile te’min eder.bu sebeple bir çok fakirler,
zaifler hakkında yardımda yapılmış olur.
Mösyö Mishar,(Müsamere-i Kostantaniyye)ünvanlı Fransızca kitabında Fariza-i Hacc’ımuhakeme ve tedkik ederken: “Eğer
bundan hakkiyle istifade olunursa dünya bir hükümet olur”demiş olduğunu Pertev Paşa bir makalesinde yazmıştır.
İntişar-ı İslam Tarihi müellifi İngiliz(T.V.Arnold.)dahi Hacc’ın menfaatlerini saydığı sırada diyorki:”Müminlerin efkarı üzerinde
bir hayat-ı müştereke hissi ve rabıta-i diniye dairesinde bir uhuvvet te’siri hasıl etmek için hiçbir mehay-ı mezhebi bundan daha
iyi bir tedbir tasavvur edemezdi.”
F) Zekat, bir mali ibadettir, müteaddit ayetlerde namaza mukarin olarakemrolunmuştur. O halde bu muhim farizanın hikmet-i
şer’iyyesi acaba nedir? İşte bu hikmeti: Nazm-ı Kur’anisi beyan buyurmaktadır.
Evet… Zekat, taharete, feyz ve berekete vesiledir. Sahibinin kalbini tathire, ruhunu tezkiyeye hizmet eder. Temiz yürekli bir
kimse ise herkes hakkında faideli, hayırhah bir insan demektir. Hayırhah insanlar ise herkesçe sevilir. Demek ki zekat, cem’iyyet
efradı arasında hayırhahlık duygusu beslıyor, mahabbat ve meveddet doğuruyor, binnetice cem’iyyetin ahlak bozukluğundan
temizlenmesini, fevzavi hallerden uzaklaşmasını temin ediyor.
G) Cihad da İslam dininde bir vazifedir. Acaba bunun meşru’iyyetindeki hikmet nedir?
Evet… Cihadın meşruiyyettindeki başlıca hikmet, İslam varlığını müdafaadır; fitnenin şer ve fesatın zevalini temindir. Hakiyki bir
dinin insanlar arasında yayılmasına ve bu sayede beşeriyyetin hidâyet ve saadete nailiyyetine hizmettir. Yoksa dünya için beyhude
yere kan dökmek, başkalarının yurdlarını ellerinden almak için değildir.
H) Müslümanlıkta öğüt vermek, ma'rûf ile emir, münkerden. nehyetmek de pek ehemmiyetli bir vecîbedir. Hele günahkâr olmaya
devam edib duran kimselere içlerinden birtakım sâlih zâtlerin va'z ve nasîhatta bulunmaları ise pek lâzımdır. Acaba bunun hikmeti
nedir? îşte bu hikmet, şu âyet-i celîleden pek güzel anlaşılmaktadır:
Evet... Yahudilerden bir taife, sahil ahâlîsinden bulunuyorlardı. Bunlar Cumartesi gününün kendilerine mahsûs olan hürmetini
ihlâl, seyyielere ictisâr edib duruyorlardı. İçlerinden ba'zı sâlih zâtler de, bunlara öğüt vermeye devam ediyorlardı. (Allâhu
Teâlâ'nm ihlâk veya ta'zîb edeceği bu âsî kavme neden va'z edib duruyorsunuz?) diyenler bulunmuştu. O sâlih zâtler de:
(Rabbmıza karşı bir ma'zeret olsun diye va'z ediyoruz, bununla beraber umulur ki onlar bununla uyanırlar, Hak'dan korkarlar, şu
müstehik oldukları elim akıbetten kurtulurlar.)demişlerdi. îşte felah ve necata nâm-zed olan da bu va'z eden zâtlerdi. Nitekim diğer
bir âyet-i kerîme de bunu nâtıktır.[22]

7- Hitabet ve Mev'ize İlmî:

Şüphe yok hitabet de, mev'izeler de bir kısım usûle, birtakım kaidelere, esaslara istinâd eder. Bunlar başlıbaşına bir ilim mevzuu
teşkil etmek' tedir. İşte bu ilmin de en feyizli istinâd-gâhı Kur'ân-ı Mübîn'dir.
Malûm olduğu üzere hitabet, mev'ize, ötedenberi milletler arasında carî tefhim ve tenvir vâsıtalarından bulunmuştur. İleri gitmiş
milletler arasında büyük hatîbler, vaizler yetişmiştir. Arablar içinde de câhiliyyet zamanında birtakım hatîbler yetişmiş, belîğâne
nutukları irâdetmekte bulunmuşlardır. Arabcanın genişliği, Arabların fıtraten talâkata mâlikiyyeti, aralarında bi'1-bedâhe kasideler
tanzim, hitabeler îrâd edebilecek kimselerin zuhuruna yardım etmişti. Fakat bil'âhare Kur'ân-ı Kerîm nüzule başlayıb da hikmet
dolu âyetleri belagat sahasını tezyine başlayınca fazilet ye hakiykat âleminde Lâhûtî bir güneş tulü' etmiş, artık bütün edebî
eserler, yüksek mev'izeler, bedî'î hitabeler birer kandil gibi sönük bir halde kalmış, artık yüksek hatîbler, edîbler bu yeni nûr
kaynağından istifâde ederek yazılarına, hitabelerine başka bir lâtâfet, başka bir nezâhet ve cezâlet vermeğe başlamışlardır.
Muhitlerini irşada çalışmak isteyen vaizler de, bu feyz menbaının va'de, vaîde, emsal ve ibere, tahzîr ve tebşire, haşir ve neşire,
mebde' ve miâde, hisâb ve ikabe, cennet ve nâre dâir olan âyetlerinden müstefid olarak mev'izalerini müessir, vecd-âver bir hâle
getirmeğe muvaffak olmuşlardır.
Bu mes'ud değişikliğin bir neticesi olarak İslâm âleminde birçok kudretlî hatîbler, vaizler yetişmiş, hitabete, mevâize dâir binlerce
eser te'lif edilmiştir.
Herhangi beliğ bir hitabe, müessir bir mevize arasında birer münasebetle îrâd edilen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, zerrîn levhaları
bezeyen pırlanta elmaslar gibi, veya gök kubbesini aydınlatan mehtâblar gibi derhal kendisini gösterir, çevresinde bulunanlara
başka bir lâtâfet, başka bir parlaklık vererek kendi Lâhûtî mümtâziyyetini muhafaza eder durur.
Furkaan-i Hakîm'in bir kısım âyetleri, hitabelerin en yüksek numunelerini teşkil eder.
Kur'ân-ı Mübîn'in bir kısım hitabeleri, o kadar lâtif, ruh-perver, vecdâverdir ki, bunların güzellikleri yanında en nûrânî sabahların
lâtâfeti, en rengin şafakların dilnişîn manzaraları, en sevimli çiçeklerin câzib taravetleri pek sönük, pek renksiz, pek solgun bir
halde kalır.
Yine Kur'ân-ı Azîm'in bir nice hitabeleri, o kadar mehîb, o kadar dehşetli, o kadar korkunçtur ki, bunların azametleri yanında
denizlerin müthiş dalgaları, kasırgaların garîb gürültüleri, toprağın şiddetli tarrakaları pek sessiz, te'sirsiz, ehemmiyetsiz bir halde
bulunur.
Hatîbü'l-Enbiyâ unvanını hâiz bulunan Şu'ayb aleyhi's-selam'm kavmine îrâd ettiği bir hitabeyi hâvî olan şu âyetlere dikkat etmeli
ki i'tikadî, amelî, ahlâkî, içtimaî umdeleri ne kadar bedî, hakimane bir üslûb ile telkîn ediyor:
Meâl-i Münîfi: “Medyen'e kardeşleri Şu'ayb'ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk ediniz, sizin için O'ndan
başka Tanrı yoktur. Size Rabbınızdan bir beyine Açık bir hüccet gelmiştir. Ölçeği, teraziyi tam tutun, nâsın eşyasını (Haklarını)
eksiltmeyin, yeryüzünü ıslahından sonra (Tekrar) ifsâd etmeyin, eğer bana inanır iseniz bu sizin için hayırlıdır. Bir de her
caddede (Nâs)ı korkutarak ve Allah'a inananları Allah'ın yolundan men' ile o yoîun eğriliğini isteyerek oturmayınız, hatırlayınız ki
siz az kimseler iken sizi artırdı ve bakınız ki müfsidlerin sonu ne oldu? Eğer sizden bir taife, kendisîle gönderdiğim hakiykate
inanmış, bir taife de inanmamış ise Allâhu Teâlâ aramızda hükm edinceye kadar sabrediniz. O hâkimlerin hayırlısıdır.”
Hak Teâlâ'nın ve Resûl-i Ekrem'in da'vetlerine icabetin lüzumu hakkında nâzü olmuş olan şu mübarek âyetlerin ihtiva ettiği
hakiykatı, ihtar eylediği müstakbel tehlikeleri de bir kere mülâhaza etmeli ki, ne derece ibret-âmizdir, ne kadar intibaha sâikdır:
Meâl-i Şerifi: “Ey mü'minler! Sizi diriltecek (yaşatacak) bir şey'e da'vet ettiği zaman Allah'a ve Resulüne hemen icabet ediniz ve
biliniz ki Allâhu Teâlâ muhakkak kişi ile kalbi arasına hâil olur, (ona kendisinden de, kalbinden de daha yakın olub dilediğini
hükmedebilir) ve elbette ona haşrolunacaksmızdır. Ve öyle bir fitneden sakınınız ki sizden yalnız zulmetmiş olanlara dokunmakla
kalmaz. (Belki hepinize birden dokunur) ve biliniz ki, Hak Teâlâ'nın ukuubeti muhakkak pek şiddetlidir. O zamanı da hatırlayınız
ki siz pek az idiniz, yeryüzünde zaîf (âciz) sayılırsınız, nâsm sizi çarpıp tepelemesinden korkuyordunuz. Derken sizi barındırdı
(Medine'ye hicretle selâmete çıkardı) ve sizi yardımîle te'yîd etti ve sizi temiz (Halâl) şeylerden merzûk buyurdu; tâki
şükredesiniz.”[23]

8- Ahlâk İlmi:

Kur'ân-ı Mübîn'in birçok âyetleri ahlâkî esasların, düstûrların en mükemmelini muhtevidir. İnsanlara vazifenin kudsiyyetini,
hakkın korunması lüzumunu, hayâtın gayesini, hayr-ı a'lânın neden ibaret olduğunu en güzel hakiykî bir tarzda gösteren Kur'ân-ı
Kerîm'dir. Bu kudsî kitabın gösterdiği ahlâk yollarından daha mükemmel hiçbir ahlâkî meslek, müessese bulunamaz.
Binâen-aleyh Ahlâk İlmi'nin de birinci istinâd-gâhı, şüphe yok ki, Kur'ân-ı Mu'ciz-Beyân'dir. Acaba Âyet-i Celîlesi'nden daha
cem'iyyetli bir ahlâk düstûru bulunabilir mi?
Acaba Nazm-ı Celîli'ndeki ulvî ahlâk tavsiyelerinden daha fâideli ne tasavvur olunabilir?
Yaratılışın abes yere olmadığını gösteren Nazm-ı Celîli ne kadar düşünülse az değil midir?
Doğru sözlü, doğru özlü olmanın lüzumunu, yalancılığın, seciyesizliğin kötülüğünü gösteren,
Âyet-i Celîlesi'nin dehşetli ihtarı karşısında insan titremeli değil midir?
İşte Kur'ân-ı Azîm, daha böyle nice ahlâk esaslarını, kaidelerini, tavsiyelerini, emirlerini cami' bulunmaktadır.[24]
9-Tasavvuf İlmi:

İnsanların asıl saadetleri nefislerini tezkiye ile ma'nevî kurbiyyete nâiliyyetten ibarettir. İslâmiyet'in birinci gayesi de beşeriyyet
için bu saadeti te'min etmektir. Bu husus ile başlıca uğraşan ilim ise Tasavvuf'dur.
Fena, Bakaa, Huzur, Havf, Heybet, Üns, Vahşet, Kabz, Bast, Zahir ve Bâtın gibi İlm-i Tasavvuf ıstılahlarını teşkil eden kelimeleri,
ta'birleri, Kur'ân-ı Mübîn'in pek kudsî bir surette ihtiva ettiği görülmektedir. Bu cihetle Kur'ân-ı Azîm, Tasavvuf İlmi'nin de en
birinci me'hazı, matla'-ı işrâkı bulunmuştur. Bu hususta Âyet-i Celîlesi'ni zikretmek kifayet eder.
Şunu da ilâve edelim ki Tasavvuf, Kal'den ziyâde Hâl'e âid bir ilimdir. Tasavvuf nâmına söylenilen her söz doğru değildir.
Tasavvufun asıl mi'yârı Kur'ân'dır. Şer'î hükümlerdir. Biz esasen bunlar ile mükellefiz, selâmetimiz, saadetimiz bunlar ile kaimdir.
Binâen-aleyh Kur'ân-ı Mübîn'e Şer'-î Şerifin açık, zahir olan mukaddes hükümlerine uymayan sözler, te'viller bütün bâtıl
şey'lerdir, hakiykî Tasavvufla asla alâkası yoktur..
Evet... İslâmiyyet'in hüviyyeti tamamen açıktır, sarihtir. Bunda gizli kapalı, esrârengiz hiçbir şey' yoktur. Buna muhalif olan
herhangi bir Tasavvuf mesleği, mezleka-i akdâmdır. Ondan pek kaçınmak lâzımdır.[25]

10 -Havas İlmi:

Malûmdur ki Allâhu Teâlâ ba'zı şey'lere, ba'zı zâtlere birtakım hassalar, fâideler, meziyyetler tevdî' buyurmuştur. Gözleri
hakiykatlere açık olanlar, yakînen bilirler ki, bu maddiyât âleminin fevkında bir de ma'neviyyât âlemi vardır. Bu maddiyât
sahasında sayısız hâdiseleri vücûde getiren İlâhî Kudret, ma'neviyyât âleminde de nihayetsiz şuûne olurlara vücûd vermektedir.
Bu ma'nevî şuûnun tecelliyâtı hususunda ise Kur'ân âyetlerinin pek lâtif te'sirleri vardır ki bu da Kur'ân-ı Kerîm'e Allâhu Teâlâ
tarafından mevdu' bulunan hassalardan, meziyyetlerden ibarettir. Bu cihetledirki, bir kısım hastalıkların, fûhî hâdiselerin zeval ve
inkişâfı babında Kur'ân âyetlerini okumanın pek mu'ciz te'sirleri görülmektedir.
Ezcümle Fatiha, Muavvezetyn Sûreleri'nin, Ayetü’l-kürsi’nin büyük hassalar, olduğu ehlince ma'lûmdur. Bir Hadîs. Şerif
de “Fatihatü’l-Kitâb, ölümden başka herşey' için şifâdır.” buyurulmuştu. İbn-i mes’ud ‘un rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerife
nazaran bir zât, Huzur. Nebevi’ye 1Ya Resûlâ'llah, bana birşey talim et ki Hak Teâlâ o sebeble beni faidelendirsin.1 diye rica
etmiş. Resûl-i Ekrem Hazretler! de: “Ayetü’l-kürsi’yi oku; çünkü bu âyet, seni ve senin zürriyetini, haneni, hatta hanenin
çevresindeki evleri de hıfzeder.” diye buyurmuştur. Diğer bir Hadîs-i Şerifin mealine göre de, herhangi bir nâhoş hâle tutulan
kimse: Âyet-i Kerime'sini okursa o halden halâs olur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, göğüs ağrısından şikâyette bulunan bir zâte şöyle buyurmuştur: “Kur'ân oku, Allâhu Teâlâ Kur'ân
hakkında buyurmuştur.”
Beyhakî'nin naklettiği bir Hadîs-i Şerife nazaran Nazm-ı Celîli'ni okumak; mal, evlâd gibi herhangi bir ni'metin ölümden başka
bütün âfetlerden selâmetine vesîle olur.
Bir Hadîs-i Şerife göre de, deniz yolculuğu yapan bir Müslümanın, gemiye binerken Âyetlerini okuması, gark olmaktan
kurtulmasına vesîle olur.
Neseî'nin naklettiği bir Hadîs-i Şerife göre de, her gece Tebâreke Sûresi'ni okuyacak bir mü'min, kabir azabından kurtulur.
Vel'hâsıl, Kur'ân-ı Azîm, Havas İlmi'nin de en birinci istinâd-gâhı bulunmuştur.
Kur'ân'ın havassı hakkında Imâm-ı Gazali, İmâm-ı Şafiî gibi büyük âlimlerin te’lfâtı vardır.[26]

11- Rü'yâ İlmî:

Ma'lûm olduğu üzre rü'yâ, bir sırdır; ruhî hâdiselerden biridir. Uyku hâlinde görülen birtakım hâdiseler, birtakım garîb manzaralar,
âlemler rü'yânın ruhî bir hassa, ma'nevî bir halet olduğunu gösterir.
Acaba bütün rü'yâlar birer hakıykat mıdır? Yoksa mücerred hayâlâttanmı ibarettir?
Hayır, bütün rü'yâlar, birer hakıykat değildir. Fakat bütün - bütün hayâlâttan ibaret de değildir. Belki birtakım rü'yâlar, birer
hakıykattır. Bunlara (Sâdık Rü'yâlar) denir. Birtakım rü'yâlar da hayâlâttan ibaret; bâtıl şeylerdir. Bunlara da (Adgaas-ı Ahlâm)
(Karışık Rü'yâlar) denir. Şöyle ki: Nefs-i Natıka denilen rûh-ı insanî, hadd-i zâtinde bir idrâk-ı mahzdan ibarettir. Kendisine Emir
Âlemi'ndeki birtakım hakıykatler münkeşif olur.
Ancak cismâniyyet ile hassalar ve kuvvetler ile alâkadar oldukça hassasından mahrum kalır; birtakım hakıykatlere muttali'
olamaz. Vaktaki a'sâb ve kuvâya vakit vakit fütur gelerek istirahat için rûh-ı hayvani, kalbe çekilince zahirî hasseler muvakkaten
muattal olur. Artık bu hâlden bil'istifâde rûh-ı insanî, cismânî alâkalardan soyularak kendi âlemine, Âlem-i Emr'e, Alem-i Misâl'e
ittisal eder. O âleme lâyık olan hakıykatleri kabule müste'id olur. îdrâk edebildiği hakıykatler ile geri döner, cismânî âleme rücû
ederek yüklenmiş olduğu malûmatı kuvve-i mütehayyileye atar. Bu kuvvet de o malûmatı münâsib birer suretle tasvir ederek hiss-
i müştereke tevdi' eder. Artık uyuyan kişi bunları mahsûs şey'ler hâlinde, şeklinde görür. Bu veçhile de Sâdık Rü'yâlar vücûda
gelmiş olur.
Bâtıl Rü'yâlara gelince: Bunlar, gündüzleri gördüğümüz şeylerin, uğraştığımız işlerin, yaptığımız kuruntuların birer hayâlidir.
Bunlar hayâli birer kisveye bürünerek uykuda karşımıza çıkmış şeylerdir. Bunlar hayâtın rû-fezâ, veya tâkat-fersâ hâlleri neticesi
olarak birer hayalî surette uykuda görülen ve asi ve esâsı olmayan şeylerden başka değildir.
Demek ki sâdık bir rü'yâ: Rûh-ı insanîden kuvve-i mütehayyileye mütenezzil ve mün'akis olan hayalî suretlerdir ki, bir hakıykate
sarahaten veya işâreten delâlet eder.
Bâtıl rü'yâlar ise yakaza hâlinde mütehayyilenin hayâl ve hafızaya bırakmış olduğu suver-i dimâğıyyeden ma'hûzdur. Hiçbir
hakıykata delâlet etmez. Ta'bîri kabil olmaz. Bu hâlde bu iki kısım rü'yâ arasındaki fark açık bulunmuş oluyor.
Yukarıda da işaret edildiği üzere kuvve-i mütehayyilenin hiss-ı müştereke bıraktığı malûmat suretleri ba'zan açık, vazıh bir tarzda
olur. Bunlar ta'bîrden müstağnidirler. Ba'zan da münâsib birer surette, birer misâli, remzî şekilde bulunur. Bunlar ise ta'bîr ve
te'vîle muhtaçtır.
İşte bu ta'bîr için birtakım küllî kaideler mevcuddur. Bu kaidelere tatbîkan rü'yâ ta'bîr edilir; ya'nî rü'yânın neye delâlet ettiği
gösterilir. Meselâ: Rü'yâda görülen süd ilm ile, ay ve güneş devlet ile, deniz saltanat veya menfaat ile, yılan adavet ile ve yerine
göre hayât ile veya sırrı saklamakla te'vil olunur. Bu suretle de (Ta'bîr-i Rü'yâ ilmi) tedvîn edilmiştir.
Bu, nefsânî tahayyülât ile gaybî umur arasındaki münâsebetleri bildiren bir ilimdir. Bu ilm ile nefsânî tahayyüllerden hâriçte olan
nefsânî hallere veya âfâkta carî bulunan şııûna istidlal olunur.
Rü'yâlaran ta'bîrleri, zamana, mekâna, şahıslara göre değişebilir. Muabbir olan zât, birtakım karinelerden istidlal eder, teşbih ve
tanzır kuvvetîle bakarak rü'yâyı ona göre te'vîl eyler. Bununla berâbet muhabbırde fıtrî bir kabiliyyet de lâzımdır, ki rü'yânın
ta'bîri kalbine lâyıh olsun.
İste Kur'ân-ı Mübîn, bu rü'yâ te'vili hususunda da dikkat ve isti'dât sâhiblerine bir nice ilhamlarda bulunmakta ve bir kısım
misâller göstermektedir.
Meselâ: Âyet-i Kerîmesi bildirdiği üzere Resûl-i Ekrem sallâ'llâhu aleyhi ve sellern Efendimiz, Mekke-i Mükerreme'ye Ashâb-ı
Kiram ile beraber emîn bir halde girmiş olduklarını rü'yâlarında görmüşlerdi. Bu, te'vîle muhtaç olmayacak açık bir rü'yâ idi.
Filvaki' ahâren görüldüğü gibi tahakkuk etti.
Kezâlik Âyet-i Celîlesi nâtık olduğu üzere Yûsuf Aleyhi's-selâm, onbir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini
rü'yâsında görmüştü. Bu rüya ise, remzî bir şekilde görülen rüyaların parlak bir misâlidir. Hazreti Yusuf'un babası ile anası güneş
ile ay, kardeşleri de yıldızlar ile tasvir edilmişti. Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşlerinin bu rüyada semâyı bezeyen ve birer kudret
bedîası olan yıldızlar ile tasvîr edilmeleri kendilerinin yüksek makamlarına delâlet etmekte ve kendilerinden beşeriyyet hasebîle
sâdır olan bir kötü hareketten dolayı haklarında dil uzatmanın doğru olamayacağı nüktesini işrâb eylemektedir.
Rü'yâ hakkındaki bu yazılarımıza şunu da ilâve edelim ki; ba'zı rü'yâlar da vardır ki, şeytânın ilkaâtndan sayılır. Bunlar insanın
kalbine hüzün ve keder bırakmak için vuku'bulan gayr-i Rahmani rü'yâlardır.
Sahîh-i Müslim'de mevcûd bir Hadîs-i Şerîf'de beyân olunduğu üzere sâlih rü'yâ Allah'dandır, fena rü'yâ ise şeytandandır. Bir
kimse rü'yâsında kerîh birşey görünce sol tarafına üflemeli, Allâhu Teâlâ'ya şeytandan sığınmalı ve bunu kimseye söylememelidir.
Bundan kendisine zarar gelmez. Bilakis güzel bir rü'yâ görünce de bununla istibşâr etmeli, ve bunu yalınız sevdiğine söylemeli.
Birgün Resûl-i Ekrem Efendimiz'in Huzûr-ı Saâdetine gelen bir a’râbî, rü'yâda başının kesilmiş olduğunu söylemiş. Nebiyy-i Zî-
Şân Efendimiz de: “Şeytanın seninle rü'yâda olan oynaşmasını söyleme.” diyerek a'râbîyi bu gibi rü'yâları nakilden men'
buyurmuştur.
Velhâsıl bir kısım rü'yâlar asılsız tahayyülâttan, bir kısım rü'yâlar da gayb âlemine âid hakikatlerden ibarettir. Bu hususta te'lîf
edilmiş bir hayli kitablar vardır.[27]

12- Belagat İlmi:

Belagat ilminin de en feyyaz kaynağı şüphe yok ki, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Kur'ân-ı Mübîn'in hiçbir veçhile tanzîri kabil
olmayan fasâhat ve belâğati, rikkat ve cezâleti, ifâdesindeki zinet, üslûbundaki ulviyyet, ahenk ve lâtâfet edîblerin, beliğlerin
hayret nazarlarını celb etmiş, bu edebî mu'cizenin güzelliklerini, bedîalarım mümkün mertebe gösterebilmek için Belâğat İlmini
tedvine lüzum görülmüştür.
Filhakika Küt'ân-ı Azîm’ den istifâde edilerek bu ilim tedvin edilmiş, bu ilme dâir birçok kitablar te'lîf edilmiştir.
Ma'lûm olduğu üzere Belagat İlmi, Maânî, Beyân, Bedî, kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Söylenilen veya yazılan bir sözün,
makamına, muktezây-ı hâle muvafık düşmesi belagat îcâblarındandır. Meselâ: Zihni hâli bir kim; şeye karşı söylenilecek bir söz
ile mütereddid veya münkir bir şahsa karşı söylenilecek bir söz bir tarzda olamaz.
Kezâlik ba'zı yerlerde i'câza, ba'zıyerlerde müsavata, ba'zı yerlerde ıtnaba lüzum görülür; ya'nî söz ya kısaca, veya maksada kâfi
derecede veya bir maslahata mebnî biraz uzunca söylenir. Ba'zı ibarelerde de müsned, ya müsnedün-ileyh veya başka bir kayıd
mezkûr veya mahzûf olur, ya muarref veya münekker bulunur.
Kezâlik şükür ve sena, va'd ve teşvik, tebrik ve tehniyet makamında îrâd edilecek sözler, şikâyet makamında, vaîd ve tehdit
makamında, tesliyet ve ta'ziyet makamında söylenecek sözler kabilinden olamaz.
İşte kelâmın bütün bu gibi havâssından, mezâyâsmdan bahseden, (İlm-i Maânî) dir. Kur'ân-ı Mübîn ise bu hususlarda bütün
belagat eserlerinin fevkında bir mümtâziyyeti hâiz bulunmaktadır.
Herhangi bir maksadı muhtelif üslûblardan birüe beyân etmek, maksadın vuzuh veya hafâsını te'mîn için kâh hakikat ve kâh
mecaz, kinaye, teşbih yolu île meramı ifâde eylemek de belagat muktezâsıdır.
Ba'zı maksadlar vardır ki doğrudan doğruya sarih, hakîkî lâfızlar ile ifâde edilmesi îcâbeder. Ba'zı maksadlar da vardır ki bunları
ifâde için kinaye, teşbîh, istiare gibi belagat üslûblarından birine müracaata lüzum görülür. Bu sayede maksad daha canlı, daha
müessir bir halde muhataba telkin edilmiş olur. Bahusus alelade mevzû'lar hakkında, sâde bir üslûb kifayet ettiği halde yüksek
mevzû'lar hakkında âlî veya müzeyyen bir üslûba müracaat lâzımgelir. '
İşte sözün böyle inceliklerini bildiren, sözün vuzuh ve hafâ hassalarından bahseden, bir sözün hangi bir üslûb ile söylenmesi,
yazılması muvafık olacağını gösteren de (İlm-i Beyân)dır.
Kur'ân-ı Mu'ciz-Beyân, bu bâbda da bütün büleğânın eserlerine tefevfuk etmiş, herhangi bir mevzuu ifâde için müracaat ettiği
mütenevvi' üslûblardan herbiri aynı derecede beliğ,bı-nazîr bulunmuştur.
Ba'zı sözler, yazılır; muktezây-ı hâle muvafık, vuzuh ve münakkahiyyeti hâiz olduktan sonra cinas, tersi', tevriye, hüsn-i ta'lîl gibi
bir kısım Bedîî San'atlar ile tezyin edilir. Bu sayede sözün güzelliği, kıymeti bir kat daha artmış olur.
İşte sözlerin böyle Bedîî San'atlar ile tezyin edilmesini bildiren de (İlm-i Bedî') dir. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri bu bediî meziyetler"
i'tibârîle de her türlü tasavvurun fevkında bir güzelliği hâizdir.
Binâen-aleyh İslâm âlimleri, Kur'ân-ı Mübîn'in gerek muktezây-ı hâle riâyet, gerek herhangi mevzuu muhtelif üslûblardan birîle
ifâde ve gerek edebî san'atlar ile bilâ tekellüf tezyin hususundaki mükemmeliyyetini mümkün mertebe isbât ve irâe için üç şu'beye
ayrılmış olan (Belagat îlmi)’ ni tedvine tehalük göstermişler, eserlerinde Kur'ân'ın âyetlerinden birçok misaller irâd etmişlerdir.
Meselâ: Maânî mes'elelerinden birine misâl olmak üzere Sûre-i Celîlesi'ne bir bakalım. Bir şehre iki zât gidiyor; Allâhu Teâlâ
tarafından kendilerine Peygamber olarak gönderilmiş olduklarım söylüyorlar. Şehir ahâlîsi bunları tekzîb ediyor. Derken
kendilerine bir Peygamber daha iltihak ediyor. Şimdi o münkir ahâlîye sözlerini müekked olarak diye irâd ediyorlar. Ahâlî yine
inanmıyor, “Siz de bizim gibi insansınız.” diye tekzibe devam ediyor. Bu kere sözlerini yemin ile te'kîd lamı ile de te'yîd ederek
demeye mecbur oluyorlar.
İşte muktezây-ı makam, böyle derece derece te'kîdi müstelzim olduğundan o Peygamberân-ı Âlî-Şân da sözlerini böylece te'kîdli
olarak îrâd etmişlerdir.
Beyân mes'elelerine bir misâl olmak üzere de Hak Teâlâ'nın birliğini, Hâlikıyyetini,' kudret ve azametini ifâde eden şu âyetlere bir
bakalım:
Görülüyor ki bu mübarek âyetler, bir ulvî hakikati mütenevvi' üslûb ile ne kadar parlak, ne kadar müessir ve câzib bir halde beyân
ediyorlar.
Bedî' mes'elelerine misâl olmak üzere de şu âyetleri bir göz önüne alalım Âyet-i Celîlesi'nde (Tevriye) san'atı vardır. Çünkü İstiva
lâfzının karîb ma'nâsı olan istikrar îhâm olunub baid ma'nâsı olan istilâ irâde buyurulmuştur.[28].
2- Ayet-i Kerimesi’nde iltifat san’atı vardır. Çünkü yerinde denilerek tekellümden gaybete intikal olunmuş, bununla da mağrifetin
Uluhiyyet şanı olduğu şanı olduğu nüktesine işaret buyurulmuştur.[29]
3- Ayet-i Celilesi’nde tıbak san’atı vardır. Çünkü biribirine zıd olan kelimelerinin arası bir kelâmda cem' edilmiştir.[30]
4- Âyet-i Kerîmesi'nde tashîf, başka ta'bîr ile cinâs-ı hat vardır. Çünkü kelimeleri yazıca müsâvî, noktaca muhaliftir.[31]
5- Âyet-i Celîlesi'nde cinâs-ı muharref vardır. Çünkü birinci ikinci arasında hareke i'tibârîle ihtilâf vardır.[32]
6- Nazm-ı Celîli'nde cinâs-ı hat ile cinâs-ı muharref toplanmıştır.
7- Âyet-i Celîlesi'nde nezâhet san'ati vardır. Çünkü Allâhu Teâlâ'mn da'vetinden kaçınanlar hakkında hicvi muhtevi olup fuhuş
lâfızlarından, sebb ve şetm kelimelerinden tamamen hâlî bulunmuştur.[33] Kur'ân-ı Hakîm'in müstehık olanlar hakkındaki şâir
hicâları da böyle nezîhânedir.
İşte bütün hu misâller, Kur'ân-ı Azîm'in belagat ilmine ne kadar kudsî bir tecellî-gâh olduğunu göstermektedir.[34]

13- Mantık İlmi:

Kur'ân-ı Kerîm'in her âyetinde, mantığın en parlak tecelliyâtı müşahede olunur.


Ma'lûm olduğu üzere Mantık, iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı (Sûrî Mantık) dır ki bunun kaidelerine riâyet edildiği takdirde zihin;
fikir sahasında hatâya düşmekten kurtulur. Diğeri (Tatbikî Mantık = Usûliyyât)dır.
Kî ilimlerin mâhiyyetlerinden, bu ilimleri elde edebilmek için ta'kîbi lâzımgelen yollardan, usûllerden bahseder.
Sûrî Mantık'ın esâsı, ittihâd ve tenakuz mebdeidir. (Bir şey’ ne ise odur), (Birşey' kendisinin gayri değildir) düstûrları kafidir.
Meselâ: (însan her zaman insandır, insan cemâd değildir). Bu hâlde (însan cemâddır) denilmesi tenakuzu mûcib olacağından
kabule şâyân olamaz.
Sûrî Mantık; cins, nevi' gibi külliyât-ı zihniyyeden bahseder. Bu mantıkda iki müsellem mukaddimeden bir meçhul neticeye
intikal olunur ki buna Kıyâs = Ta'lîl denir. Meselâ: (insan mahlûktur. Her mahlûk ise bir yaradana muhtaçtır.) mukaddimeleri
müsellemdir. Bunlardan: (Öyle ise insan da bir yaradana muhtaçtır.) neticesine intikal olunur.
Ba'zan Kıyas'ın mukaddimelerinden biri veya neticesi mahzûf olur. Bu tarzdaki Kıyas'a (Kıyası Matvî) adı verilir. Meselâ; (Hilm
bir fazilet olduğundan memdûhtur.) denir. Bunun aslı: (Hilm bir fazilettir. Her fazilet ise memdûhtur, o halde hilm de
memdûhtur,) şeklindedir. Muhâverâtta bu Matvî Kıyâs usûlü pek câridir.
Tatbikî Mantık'a gelince, bunun esâsı haricî hâdiselere âid kanunları, illetleri araştırmaktır. İlimlerde tatbik edilegelen (Terkîb ve
tahlil, müşahede, tecrübe, istikra, temsil, bürhân, faraziyye) gibi usûl ve menâhaci göstermektedir.
îşte Kur'ân-ı Mübîn'in ulvî beyanâtı tedkîk edildiği takdirde gerek1 Sûrî Mantık'ın ve gerek Tatbikî Mantık'ın kaideleri veçhile
birçok esasları, kıyasları ve şâir isbat yollarını mutazammın bulunduğu görülür.
Meselâ Sûre-i Celîlesi'nde Allah olan Zât-ı Eceli ve A'lâ'mn birliği, samediyyeti, vâlid ve mevlûd olmadan münezzehiyyeti ve
hiçbir ferdin kendisine müşabih, muâdil olmadığı beyân buyurulmaktadır. O halde Allah, bu vasıfları hâiz olan Zât demektir. Bu
evsâfı hâiz olmayanlar ise nakıs olacaklarından Allah olamazlar. Bu bir ittihâd mebdeidir. Selîm bir akl ise bu mebdei kabule
mecburdur; bu kabul olundu mu artık herhangi bir mahlûka (Allah) demek tenakuzdur.
Binâen-aleyh hadd-i zâtinde bir insan olan, bu cihetle bir valideden doğan, başka insanlara benzeyen Hazret-i İsâ'ya Allah demek
bir tenakuzdur. İşte bu tenakuzu beyân için de Âyet-i Celîlesi nazil olmuştur.
Bu böyle iken Hıristiyanlar; hem Allah birdir, derler, hem de (Eb, İbn, Rûhü'1-Kuds) nâmîle üç Allah'a kail olurlar. Ve bunların
birer müstakil Allah olduğunu iddia ederler. Sonra da (Bu üçü, üç Allah değil, bir Allâh'dır) zihâbında bulunurlar. Şimdi bu pek
büyük bir tenakuz değil midir?
Kur'ân-ı Kerîm, bu mantıksızlığı da Âyet-i Celîlesîle beyân buyurmaktadır.
Filhakika bugün Hıristiyanların i'tikadlarma nazaran bir, üç'de, üç, bir'de olmak üzere bir Allah vardır
Yani Allah üç değil birdir, fakat bir olmakla beraber üçtür. Şöyle ki; üç İlâhî Uknum vardır: Baba, Oğul, Rûhü'1-Kuds, Allâhu
Teâlâ Hâşa bu üç Uknûm'un aynıdır. Fakat hiçbirinin münferiden aynı değildir. Üç Uknûm'un herbiri ise Allah'ın aynıdır, Baba
vâliddir, Oğul mevlûddur, Rûhü'1-Kuds de sudur sıfatını hâizdir.
Katoliklere göre Rûhü'1-Kuds'ün iki sudur menşe-i vardır ki o da Allah olan Hâşâ Peder ile İbn'in her ikisidir.
Ortodokslara göre ise bir menşei vardır ki o da yalnız Peder'dir. ne garîb i'tikad? ne büyük tenakuz?
Kur'ân-ı Hakim ise Hak Teâlâ'nın birliğini Nazm-ı Celîlîle isbat etmektedir. Bu Nazm-ı Celîl, bir Kıyâs-ı Matvî halindedir. Diğer
bir mukaddime ile netice ilâve edilince şu mealde bir Kıyâs-ı İstisnaî şeklini almış olur: “Eğer göklerde ve yerde Allah'dan başka
Tanrılar olsaydı bunlar bozulur, harâb olurlardı. Fakat bunlar bozulub harab olmamışlardır. O halde bunlarda Allâh'dan başka
tanrılar yoktur.”
Evet... yerlerin, göklerin, varlığı, intizâmı, ahengi, halikının birliğine şâhiddir. Müteaddid ilâhlar farz edildiği takdirde bunların bu
muntazam varlığı kabil olamazdı. Nitekim îlm-i Kelâm'da (Burhân-ı Temanu') ve (Burhân-i Tevâ'rüd) sûretile bu mes'ele îzâh
olunmuştur.
“Olmaz bir âsumân iki hurşîde cilvegâh”
İnsanların yaradılışlarını nâtık olan Âyet-i Kerîmesi de Tahlil ve Terkîb usûlünü mutazammındır. Bu Nazm-ı Mübîn'de
insanların" mebde' ve müntehâları gösterilmiş,muhtelif devreleri beyân olunmuş mebde'den müntehâya ve müntehâdan mebde'e
doğru bir tahlil ve terkîb ameliyyesi yapılmış demektir.
Şu iki Âyet-i Kerîme de insanları Müşahede Usûlü'nü tatbîka da'vet etmektedir :
Ma'lûm olduğu üzere müşahede, hâdiselerin illetlerini, kanunlarını keşfedebilmek için hâdiselere dikkat nazarını tevcih etmektir.
Bu sayede hakikat tecellî eder, hilkatin meziyyetleri anlaşılır. Ruh, kâinatın mübdiini anlamaya muvaffak olur. İşte bu hikmete
mebnîdir ki Hallâk-ı Kerîm Hazretleri kullarını gözleri önünde açılmış bulunan bu bedî' kâinatı müşahedeye da'vet etmekte, bu
acîb, lâtif mükevvenâta gafilâne bakıb duranları tevbîh buyurmaktadır.
“Olanlar feyz-yâb-ı intibah âsâr-ı kudretten
Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabiatten”
Henüz meşhûd olmayan ba'zı hâdiseleri, daha meydana çıkmamış ba'zı halleri kesf ve izhâr edebilmek için. çok kere Tecrübe
Ulûlüne müracaat edilir. Güzelce yapılan tecrübeler bilgi sebeblerinden sayılır. Bugünkü müsbet ilimlerin en birinci istinâd-
gâhıdır. İşte Âyet-i Celîlesi de işbu Tecrübe Usûlü'nün ilim sebeblerinden, aklî delillerden olduğunu göstermektedir. Çünkü bu
Âyet-i Kerîme'de Resûl-i Ekrem'in nübüvvetini, Kur'ân'ın Vahy'e istinadını inkâr edenlere denilmiş oluyor ki “Hazret-i
Muhammed aleyhi's-selâmın kırk senelik hayâtı sizin gözlerinizin önünde cereyan ettiğinden pek mükemmel bir tecrübe devresi
husule gelmiştir. Resûl-i Ekrem, senelerce sizin aranızda yaşamış olduğundan onun okuyub yazmamış, İlâhiyyat ile uğraşmamış
olduğunu pekâ'lâ bilirsiniz. Artık aklınız yok mu? Hiç düşünmez misiniz? Muahharen Kur'ân-ı Mübîn gibi muazzam bir kitab
getirmesi O'nun Allâhu Teâlâ tarafından Nübüvvetle, Vahy’e mazhar olduğunu isbât etmez mi?...”
“Berk urdu cemâlinde o ümmî-i yetimin
En şa'şaalı nuru Hudâvend-i Alîm'in
Bir ders-i edeb verdi ki erbâb-ı Zekâya
Hayret verir âsârı fuhûl-i hukemâya”
Âyet-i Celilesi de temsilî, istikrâî ve muhtelif kıyas şekillerini mutazamındır. Şöyle ki: Bu Âyet-i Kerîme'nin meâl-i âlîsi: “Sen
insan olduğun için öleceksin, onlar da insan oldukları için öleceklerdir.» diye tevcih edilirse bu, bîr temsil olmuş olur. Bu, adetâ
«Küre-i arz muhtelif maddelerden mürekkeb olduğu için hadistir. O halde böyle muhtelif maddelerden mürekkeb olan filân, filân
küreler de hadistir.” demek kabilinden olur ki bu bir temsilden başka değildir.
“Vaktile dünyaya gelmiş olan insanlar birer birer irtihal etmişlerdir; hiçbiri için hulûd mukadder olmamıştır. O halde bir insan,
olan Hazret-i Muhammed de ve O'nun vefatını arzu edenler de irtihâl edeceklerdir.” diye tevcih edilse bu da bir istikra olmuş olur.
Bu, adetâ: “Bütün cisimler hararette inbisât 'ediyor, öyle ise altın da, bakır da inbisât eder.” demek mesabesindedir.
Şayet “Hiçbir insan için hulûd mukadder değildir. Hazret-i Muhammed de insandır, öyle ise onun için de hulûd mukadder
değildir.” diye tevcih edilse bu da bir kıyas olmuş olur. Bunun nazîri: “Hiçbir mahlûk ezelî değildir, dünyâ da mahlûktur, o halde
dünyâ da ezelî değildir.” cümlesidir.
Eğer: “er insan irtihâl edecektir. Çünkü insanlar için ebedî yaşayış mukadder olmadığı şimdiye kadar gelib geçen insanların
irtihâlîle sabittir. Hazret-i Muhammed de insandır, o halde O da irtihâl edecektir.” tarzında tevcih edilirse bu da bir (Kıyâs-ı
Müdellel) olmuş olur. Bunun nazîri de şudur: “Her cisim hadistir. Zira cisimler müellef olduğundan kadîm olamaz. Küre-i arz da
cisimdir, öyle ise o da hadistir.”
Velhasıl: Kur'ân-ı Kerîm'in birnice hakikatleri mübeyyin ve müsbit olan âyetleri muhaverelere, hitabelere uygun
olmak için muhtelif usûl ve menâhicin birer hulâsası tarzında şeref-nâzil olmuş, fakat pek geniş tevcihlere müsâid
bulunmuştur.[35]

14- Riyâziyye İlmi:

Ma'lûm olduğu üzere adedden, umumiyyetle mikdârlardan ve cism-i ta'lîmî = imtidâddan bahseden ve başlıca Hesâb, Cebir,
Hendese kısımlarına ayrılan Riyâziyyât; Ulûm-ı Evâil'den eski kavimlerden kalma bilgilerden sayılır. Bu gibi ilimler, âfâkiyyet
vasfını hâizdir; yalnız bir millete hâs olmayıb beyne'l-milel müşterektir. Binâen-aleyh bu gibi ilimlere dâir uzun uzadıya ma'lûmat
vermek dinlerin yüksek maksatlarından hâriçtir. Ancak Kur'ân-ı Mübîn, Riyâziyyât'a âid ba'zı hükümleri başka maksadlar
dolayısîle ihtiva etmektedir. Bahusus, miras mes'eleleri vesîlesîle vârislerin terekelerden alacakları, nısıf, sülüs, rubu', südüs,
sümün nisbetindeki hisselarını göstermektedir. Nitekim Âyet-i Kerimesi bu cümledendir.
Vârislere ve sâireye âid hıssaların tevzii ise Hisâb ilmiine, bu ilmin nisbet kaidelerini bilmeye mütevakkıf olduğundan bu hususta
da nâsin haklarım korumak için kâfi derecede Hisâb îlmi'ni öğrenmek Müslümanlarca bir Farz-ı Kifâye'dir.
Nazm-ı Kur'ânî'si, îlm-i Hisâb'ın kadrini yükseltmektedir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar arasında riyâzî mes'eleler ile uğ-
raşan, bu ilme dâir müteaddid eserler vücûde getiren birçok mütefekkir îslâm âlimleri yetişmiştir.[36]

15 -Hey'et İlmi:

Ulu Yaradan'ımız yerlerde, göklerde kendi kudretine, azametine birer parlak burhan olmak üzere milyonlarca bedialar yaratmıştır.
Bu bedîalar,ötedenberi mütefekkir insanların, nazarlarını ceîbetmiş, bunların halleri, şekilleri, mikdarları, uzaklıkları incelenib
ta'yine çalışılmış, bu hususlara dâir birçok kitablar yazılmıştır. İşte bunlara müteallik mes'elelerin, kaidelerin, mütalâalar ile
incelemelerin mecmûuna (İlm-i Hey'et) adı verilmektedir.
Kur'ân-ı Hakîm, bu hususlarda da insanlara rehber olmuş, insanların gözlerini göklere, yerlere celbetmiş, gözlerimize çarpan
milyonlarca parlak ecrâmın gafilâne bir halde temâşâ edilmemesini emretmiş, bunlar hikmet ve maslahat üzere yaratılmış,
Yaradan'ına şehâdet etmekte bulunmuş olduğunu ihtar buyurmuştur,
Bu bâbdaki beyânât-ı Kur'âniyye; Hey'et İlmi'nin kıymetini yükseltmiş, Müslümanların arasında bu ilm ile uğraşanların
çoğalmasına sebeb olmuştur. Hattâ namaz vakitlerini, Kıble cihetini ta'yîn hususunda kendisine ihtiyâç görülen ve Hey'et İlmi'nin
bir şu'besi sayılan (İlmü'l-Mevâkît) gibi şey'leri bellemek Müslümanlarca bir Farz-ı Kifâye bulunmuştur.
Şu da bedîhîdir ki; Kur'an-ı Mübin'in gayesi, semavî ecrâmın şekillerini, tavırlarını, mikdârlarını, bu'dlerini ta'yîn etmek, semâ
tabakalarının şu mâhiyyette, bu mâhiyyette bulunduğunu bildirmek değildir. Belki kısmen müşahede edebildiğimiz ve
letafetlerine, nûrâniyyetlerine meclûb bulunduğumuz semavî ecrâmın birer kudret âyeti, birer azamet numunesi, birer Ulûhiyyet
şahidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dâiresine celbetmektir.
Felekiyyat hakkındaki fennî nazariyyeler ne renk alırsa alsın; Pythagoras, Batlamyos, Kopernik, Aynştayn faraziyyeleri
birbirlerini ta'kîb edib dursun, Kur'ân'm yüksek beyanâtına, O'nun tesbit ettiği ulvî elvâhin mevcûdiyyetine bir mania teşkil edecek
bir kıymeti hâiz olamaz.
Binâen-aleyh dâima tebeddülata ma'rûz olan birtakım faraziyyelere, yarım müşahedelere uygun gelsin diye bu husustaki âyetleri
uzun uzadıya tefsire, te'vîle kalkışmak meselâ Yedi Semâ'yi, Yedi Seyyâre'den ibaret gibi göstermek caiz olamaz. Günden güne
vüs'at ve azameti daha güzel anlaşılarak akılları hayrette bırakan kâinat, nice seyyareleri nice sabiteleri kucağında besleyen, daha
nice binlerce âlemlere tecellî-gâh olan bir kudret sahasıdır. Artık semavî, mukaddes bir kitabın haber verdiği semâları inkâra veya
te'vîle nasıl cür'et edilebilir?
Semâlara ve zemine dâir Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinden birkaç misâl:
Bu Âyet-i Kerîme, Hak Teâlâ'yı herhalde zikredenlerin, yerleri gökleri ibretle temâşâ ederek bunların abes yere yaratılmamış
olduğunu anlayanların, bunlardaki kudret ve azameti müşahededen münbais bir havf ve dehşetle Allah'ın azabını hatırlayarak
O'nun Zât-i Akdesi'ne sığınanların; kadirlerini yükseltmektedir.
Bu Âyet-i Celîle'de Allâhu Teâlâ'nın Mâlikü'l-Melekût olduğunu bildiriyor. Bulutların, şimşeklerin, yağmurların, karların ve bu
gibi şâir cevvi hâdiselerin nasıl vücûde geldiğini, nerelere dağılıb isabet ettiğini göstererek gözlerimizi Kudret-i
îlâhiyye'ye celbediyor,
Bu Âyet-i Celîle de bildiriyor ki: Mukaddes, müteâlî olan Ulu Yaradan'ımız, gökte seyyarelerin menzilleri mesabesinde olmak
üzere birtakım burçlar yaratmıştır. Semâ kubbesini ziyadar Güneş ile, nûrânî Kamer ile aydınlatmıştır. Bütün bunları Hakk'ın
kudretini düşünen, ni'metlerine şükreden kimseler için bir intibah ve i'tilâ vesilesi olmak üzere vücûde getirmiştir.
Bu Âyet-i Celîle'de insanları gafletten men' ile kendi varlıklarını düşünmeğe da'vet ediyor. Bütün bu kâinatın hikmete, maslahata
mukarin olmak üzere yaratıldığını, bunların birer mukadder müddeti olub ba'dehu zevale uğrayacaklarını bildiriyor, bu suretle de
âlemi kıdem ve bakaasına kail olan, semâların hark ve iltiyâmı kabul etmeyeceğine zâhib bulunan dehriyyûnu red etmiş
bulunuyor.
Bu Ayet-i Kerîme'de Güneş ile Ay'ın ve sair yıldızlardan herbirinin kendilerine mahsûs bir felekte, kendi müstekarrında veya
cevelân-gâhında bir intizâm ve tertîb üzere hareket ve deveranda bulunduğunu bildirmekte, bunların birer semâda çakılı olub
semânın hareketine tâbi' bulunduklarına dâir olan eski bir nazariyyeyi cerh eylemektedir.
Bu Âyet-i Celîle'de yeryüzünün insanlar için ve sair birçok hayât sâhibleri için lâtîf bir ikametgâh olduğunu bildiriyor. Bu yer
sahasının aralarından ırmakların akıb gittiğini, bunun üzerinde su ve ma'den hazîneleri olmak üzere yer yer dağların bulunduğunu
gösteriyor, her iki denizin arasında bir haciz, bir hâil bulunub bunların birbirine karışmadığını anlatıyor. Artık bu bedîaları
yaradanın Hak Teâlâ'dan başka olamayacağını, buna rağmen birçok gafil kimselerin bunu bilemediklerini beyân buyurmuş oluyor.
Bu Âyet-i Celîle'de mukaddes Allah'ımızın birliğini, göklerin, yerin ve bunların aralarındaki bütün mevcudatın Rabb'ı olduğunu
bildiriyor. Güneşin bir sene içinde hergün başka matla'dan doğması cihetîle müteaddid meşrikların bulunduğunu, yıldızların da
başımızın üstündeki gök kubbesi için birer zînet olduğunu hatırlatıyor.
Bütün bu mükevvenât Ulu Yaradan'ımızın birliğine, kudretine, azametine şâhiddir. Semâları, yerleri, milyonlarca parlak güneşleri,
yıldızları ve daha nice binlerce âlemleri yaratan, yaşatan Kerîm Rabbimizin varlığında, birliğinde, büyüklüğünde hangi akıl sahibi
tereddüd edebilir?
“Varlığın bilmene ne hacet Küre-i Âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile”[37]

16- Tabîiyyât Denilen İlimler:

Tabîiyyât, cismânî ilimler, Tabîî îlimler diye iki kısma ayrılıyor. Cismanî îlimler Fizik ile Kimyâ'dır. Tabîî İlimler de Arziyat,
Maâdin, Nebâtât, hayvanât, Teşrîh ve Menâfiu'1-A'zâ ilimleridir.
Bütün bu ilimler, milletler arasında müşterektir. Bunlar, dünyevî bilgiler olduğundan bunların hakkında tetebbu'lar, tedkîkler
icrâsîle bunlardan istifâde yollarını keşf hususunda akıl kâfidir. Binâen-aleyh bu ilimlere dâir uzun uzadıya malûmat vermek dînin
kudsî vazifelerine dahil değildir. Şu kadar var ki, bu ilimlerin mevzularını = konularını teşkil eden maddeler, hâdiseler, Hallâk-ı
Âlem Hazretlerinin kudretine birer burhandır. Bunlarda tecellî eden hassalar, fâideler, Ulu Yaradan'ımızm hikmetinden, rahme-
tinden birer nişanedir. İşte bunların bu bakımdan düşünülmeleri diyanet fikrine inkişaf vereceği cihetle Kur'ân-ı Mübîn'de bu
mevzulara dâir de pekçok âyetler vardır. Bunlara dâir birkaç numune kayd edeceğiz. Şöyle ki:
1) Fizik, cisimlerin Sulb, mayi', gaz gibi nevilerinden ve bunların ağırlık, kızgınlık, eriyicilik, inbisat ve büzülmek gibi
vasıflarından bahseder, bunlara âid âletleri, vâsıtaları gösterir.
2) Kimya, cisimlerin mürekkeb ve basit oluşlarını ve bunların hassalarım bildirir.
Bu iki ilim, san'atların yükselmeleri hususunda pek büyük âmil bulunmaktadır. Hararet sebebîle cisimlere inbisât vermek, sulb
cisimleri mayi' hâline getirmek ve saire birer fizik hadisesidir.
Cisimleri teşkil' eden unsurları meydâna çıkarmak, unsurları birer nisbet dâhilinde imtizaç ettirmek de birer kimyevî hâdisedir.
İşte Zü'1-Karneyn'in yapmış olduğu sed hakkındaki:
Âyet-i Celîlesi, bu iki kısım hâdiselere temas etmektedir.
Evet... Zü'1-Karneyn Hazretleri büyük demir parçalarını istif ettirerek bunları hararetle âteşin bir hâle getirtmiş, sonra bunların
aralarına erimiş bir halde bulunan bakırı akıttırmış, artık böylece birleşen demir parçalarından ahenîn bir sed vücûde gelmiştir. Bu
cesîm ameliyye ise Fizik ve Kimya kanunlarına mutabık bulunmuştur.
3) Arziyyât, yeryüzünün teşekkülâtından, tahavvülâtından, yerde türeyen kaynaklardan, ırmaklardan, denizlerden, rüzgârlardan,
sarsıntılardan, hava boşluğunda beliren bulutlardan, buharlardan, gök gizlemelerinden, şimşeklerden, şimşek parıltılarından
bahseder.
Küre-i arzın teşekkülü hakkında muhtelif nazariyyeler vardır. Bunlardan en mu'teber sayılan (Kant ve Laplas) nazariyyesine göre
evvelce Güneş ile yer ve bütün seyyareler bir kül hâlinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi. Bunun merkezi, ziyadar: muhiti,
donuk ve gaz, buhar zerrelerinden ibaret idi. Fezada dönen bu küre, hararetini uzak mesafelere kadar yayıyordu. Nihayet bu büyük
kütlenin muhîtindeki gazlardan mürekkeb, sathî tabakalarından ba'zı parçalar koparak uzaklara gidiyor ve merkezin cazibesinden
kurtulamadıkları cihetle yine asıl kütlenin çevresine dönmeye başlıyorlardı.
Bu kopan parçaların satıhları soğuma neticesi olarak kalınlaşıyordu. İşte bu suretle de merkezi teşkil eden büyük kütle Güneşten
ibaret olub diğer parçalar da seyyarelerden ibaret bulunmuştur..
Bu seyyarelerden biri de bizim Küre-i Arz'ımızdır. Bunun üzerinde dağlar, ırmaklar, denizler ve saire türemiştir.
Şimdi Kur'ân-ı Hikmet-Beyân'ın bu husustaki ba'zı âyetlerini teberrüken okuyalım :
Evet... bu Âyet-i Celîle mantûkunca insanlar, ne semâlar ile yerin, ne de kendi şahıslarının nasıl yaratıldığını müşahede etmiş
değildirler. O halde bunların nasıl yaratılmış olduklarını doğru bir veçhile bilmek ancak Ulu Tanrı'mıza mahsûstur ve O'nun
bildirmesine mütevakkıftır. Artık bu hususlardaki beşerî bilgiler, mütâlâalar, birer nazariyyeden fazla bir kıymeti hâiz olamaz.
Bu Âyet-i Kerîme'de semânın evvelce dühan, yüksek bir buhar hâlinde bulunduğunu, sonra semâ ile arzın irâde-i ilâhiyye veçhile
teşekkül eylediğini bildirmektedir.
Bu Âyet-i Kur'âniyye'de semâlar ile yerin evvelce bir kütleden ibaret olduğunu ve sonra bunların araları açılarak herbirinin başka
bir varlık kazandığını ve her diri şey'in sudan yaratıldığını bildiriyor ve insanların bu hakikatleri im'ân-ı nazarla
anlayabileceklerine işaret buyuruyor.
Kant ve Laplas, kendi nazariyyelerinin bu babdaki beyânât-ı Kur'âniyye'ye yaklaşmasîle pek ziyâde müftehir olabilirler.
Bu Âyet-i Kerîme'de yerin menfaatlerimize elverişli bir halde teşkil edildiğini, bunun üzerinde dağların, ırmakların ve her türlü
çift çift mahsullerin vücûde geldiğini, gece ile gündüzün birbirini ta'kîb edib durduğunu nazar-ı ibrete vaz'ediyor. Mütefekkir
milletler için bunlar da nice âyetlerin, alâmetlerin münderiç olduğunu beyân buyuruyor.
Bu Âyet-i Kerîme'de denizlerin ehemmiyetini, insanlara müsahhar olduğunu, beşeriyyetin menfaatlerine hizmet ettiğini
gösteriyor; insanları şükür vazifesine da'vet ediyor.
Bu Âyet-i Celîle'de rüzgârların sıkıştırmasîle bulutlardan yağmurların yağmakta olduğunu, bununla hayat sahihlerinin, nebatların,
çeşit çeşit ağaçları, çiçekleri muhtevi olan bahçelerin vücûde getirildiğini uyanmamıza vesile olsun diye haber veriyor.
Bu mübarek Âyetler'de Allâhu Teâlâ'nm kudretîle yeryüzünde birtakım korkunç tahavvüllerin vücûde gelerek yerlerin yanlıb alt-
üst olabileceğini bildiriyor. Şiddetli rüzgârların, kasırgaların önlerine gelen herşey'i söküb atabileceğim ihtar ediyor, suların
çekilerek insanların medâr-ı hayâtları olan bu ni'metlerden mahrum kalabileceklerini beyân buyuruyor. Tâki insanlar gafletten
uyansınlar, nail oldukları ni'metlerin kadrini bilsinler, bu ni'metleri kendilerine ihsan eden Ulu Yaradan'ı bilib O'na kullukta, şükür
ve senada devam etsinler.
Velhâsıl bu mukaddes âyetlerin bildirdiği bu hâdiseler, Arziyyât îlmi' nin mevzuunu teşkil eden ve Cenâb-ı Hakk'in birer eser-i
kudreti olan şey'lerden ibarettir.
4) Ma'denler, yerin sinesinde bulunan altın, gümüş, bakır, kalay, demir gibi ma'denlerden bahseden fenne (Îlmü'l-
Maâdin) denilmiştir.
Ma'lûm olduğu üzere Küre-i Arz'da birçok ma'denler vardır. İnsanlar, bu ma'denleri keşfederek medeniyyet yolunda pek
ilerlemişlerdir. Bahusus taş ve tunç devrelerini mütcâkıb demir devri başlaması üzerine insanlar arasında büyük bir terakki yüz
göstermiştir. Bugünkü gördüğümüz sınaî terakkiler bütün demir sayesindedir. İşte: Âyet-i Kerîmesi de bu demir ma'deninin
insanlar için ne kadar fâideli olduğunu beyân buyurmaktadır.
5) Nebatat, yeryüzünü bezeyen, canlı mahlûklardan birçoklarının yiyeceğini teşkil eden nebatlara âid hususları bildiren, bunların
şekillerini, bünyelerini, vücûde getirdikleri eserleri ve ayrıldıkları sınıfları gösteren fenne (İlmü'n-Nebâtât) denilir.
Nebatlar, bir nevi' hayâta mâliktirler. Kendi gıdâalarını kökleri ve yaprakları vâsıtalarîle topraktan, havadan alarak neşvünema
bulurlar.
Nebatların şahıslarına hizmet eden uzuvları üçtür: Kök, gövde, yapraklar. Nevi'lerinin bakasına hadim olan uzuvları da
üçtür: Çiçekler, meyvalar, tohumlar.
Nebatların sayıları pek çoktur. Bunların yüzelli binden ziyâde nevi'leri dikkat nazarına alınmıştır. .
Nebatların bir kısmı Zâtü'l-Ezhâr Çiçek Sahibi, bir kısmı da Adîmü'l-Ezhâr Çiçeksiz bulunmaktadır.
Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'in bu nebatlara âid ba'zı âyetlerini okuyalım:
Bu Âyet-i Kerîme gösteriyor ki: “Her hazânı müteakip nebatat denilen otlar, kurur, mahvolur, yeryüzü bunlardan mahrum kalır.
Sonra bahar olur, Hakk'm kudretîle yağmurlar yağmaya başlayınca yeryüzünde yeni bir hareket, bir canlanma başgösterir,
toprak kabarır, her nevi'den güzel güzel, lâtîf lâtif otlar, yapraklar, çiçekler, meyvalar vücûde gelir.
Bu Âyet-i Celîle'de bu husustaki ilâhî ni'metleri ihtar buyurmaktadır. Evet...Feyyâz-ı Kerîm Hazretleri yağmurları yağdırıyor,
toprakları yararak nebatları bitiriyor, buğday ve arpa gibi hububatı, yoncaları, üzümleri, zeytunları, hurmaları, büyük-büyük
bahçeleri, mer'âları, çeşid-çeşid meyvaları vücûde getiriyor. Artık insan; kendisinin istifâdesi için yaratılmış olan bu ni'metlere
bakıb da Muazzam, Kerîm Yaradan'ma kullukta bulunmak i'câbetmez mi?
Velhâsıl bu mübarek âyetlerin bütün bu muhteviyatı, Nebatat İlmi'nin incelemekle uğraştığı en kıymetli mevzu'lardan ibaret
bulunmuştur,
6) Hayvanât, hayâta, iradî harekete sâhib olan mahlûklardan bahseden ilim şu'besine (İlm-i Hayvanât) denildiği ma'lûmdur. Hayât
sahibi olan mahlûkların en mükemmeli, en müstesnası insandır.
İnsan, bir güzellikler mecmuasıdır. Yaradılışının devreleri pek ibretlidir. Vücûdunun uzuvları pek mükemmeldir.
İnsan vücûdu, baş, gövde, kollar, bacaklar gibi kısımlara ayrılır. İnsanda göz, kulak, burun ve sâire gibi duygu uzuvları vardır.
İnsan, rûhîle, akıl ve zekâsîle, yüksek duygularîle, sair hayât sahiblerinden temayüz eder.
Yer-yüzünde sâir zî-hayât mahlûklar ise pek çoktur. Kuşlar, ehü, vahşî hayvanlar, balıklar, yerlerde sürünüb (Zehâif) ve sâire
denilen hayvancıklar bu cümledendir.
Şimdi Furkaan-ı Hakîm'in bu mahlûklardan bir kısmına âid olan ba'zı âyetlerini okuyalım:
Bu Âyet-i Kerîme, insanın hilkat devrelerini ne mükemmel bir surette bildiriyor. Şöyle ki: Hallâk-ı Hakim Hazretleri insanları
evvelâ topraktan, sonra nutfeden, sonra donmuş katı kandan, sonra tamâm ve nâtamam hilkatte olan bir et parçasından bizlere
kudretini göstermek için yaratmıştır.
Evet... O büyük Hallâk'ımız dilediği insanları malûm bir müddete değin validelerinin rahimlerinde bırakıyor, sonra onları birer
çocuk olarak meydana çıkarıyor, kendilerini kuvvetli bir yaşa yetişinceye kadar büyütüyor. Sonra da içimizden ba'zılari daha
gençken ölüyor, ba'ziları da hayâtın en zâif zamanı olan ihtiyarlık çağına eriştiriliyor. Tâki, bilginlikten sonra birşey' bilmez bir
hâle gelmiş oluyor.
Bütün bunlar, Hak Teâlâ Hazretlerinin ilk önce yarattığı insanları öldürdükten sonra tekrar yaratabileceğine birer burhandır.
Bu Âyet-i Celîle'de insanların birşey' bilmedikleri halde validelerinin rahimlerinden doğub meydana geldiklerini ve kendilerine
göz, kulak, kalb gibi duygu, düşünce uzuvlarının İnkişâfa mazhar olduğunu haber veriyor; bizleri şükran vazifesine da'vet
buyuruyor.
Bu Âyet-i Kerîme'de yer-yüzündeki hayvanâtın neş'etleri suretini bildirmektedir.
Evet... Bu hayvanâtın asıl menşeleri şudur. Bunlardan kimisi karnı üzerine sürünerek yürür, kimisi iki ayağîle, kimisi de dört
ayağîle yürür durur.
Âllâhu Teâlâ Hazretleri muazzam kudretîle dilediklerini yaratır. Şüp he yok ki O herşey'e kadirdir.
Bu Âyet-i Kerîme'de ihtar buyuruyor ki: Allâhu Teâlâ Hazretleri, insanlar için dört ayaklı hayvanları yaratmıştır ki, üzerlerine
binsinler ve ba'zılarının etlerinden yesinler. Bunlarda insanlar için daha nice menfaatler vardır.
İnsanlar onlara binerek gönüllerinin istediği, lüzum gördüğü yere kadar giderler. Karalarda bunlara, denizlerde de gemilere
yüklenirler. Hak Teâlâ Hazetleri bizlere böyle nice kudretinin nişanelerini, parlak âyetlerini göstermektedir. Artık bunları kim
inkâr edebilir?
Velhâsıl bütün bu yüksek beyanatta Hayvanat îlmi'nin başlıca mevzu'ları cümlesindendir, beşeriyyeti uyanmaya, düşünmeye,
yaratılıştan haberdar olmaya saik bulunmuştur.
7) Teşrih ve Menâfiu'1-A'zâ', malûm olduğu üzere insanların uzuvlarından ve bu uzuvların terekkübü keyfiyyetinden bahsetmek
(Teşrih îlmi)ne, bu uzuvların vazifelerinden, menfaatlerinden bahsetmek de (Menâfiul-A'zâ' îlmi) ne âiddir.
Şimdi bu iki ilmin başlıca mevzularını ihtiva eden şu Âyet-i Kerîme'yi okuyalım:
Görülüyor ki, bu Âyet-i Kerîme, insanlarda kalblerin, gözlerin, kulakların bulunmasını beyân etmesîle Teşrih İlmi'ne, kalblerin
düşünüb anlamak, gözlerin bakıb görmek, kulakların dinleyib işitmek için yaratılmış olduğuna işaret etmesîle de Menâfiu'1 A'zâ'
İlmi'ne temas buyurmuş, yaradılışlarındaki Hikmetlere göre hareket etmeyenlerin saadetten mahrum, ebdî azaba müstehak
olduklarını haber vermiş bulunmaktadır.[38]

17- Hikmetü't-Tekvîn İlmi:

Bizim görüb veremediğimiz mükevvenât arasında abes yere yaratılmış birşey' bulunamaz. Herşey'in varlığında mutlaka
gizli, aşikâr birçok maslahatlar, hikmetler vardır. Her zerrenin varlığı bir varlığa müteveccihtir. Her hâdisenin zuhuru bir sebebe
müsteniddir. Akıllı kimselerin vazifeleri de bu mükevvenâtı müşahede altına almak, herşey'de, her zerrede beliren san'at ve hikmet
eserlerini anlamaya çalışmaktır. Çünkü Sani-i Hakim olan Ulu Yaradan'ımızın varlığının, kudret ve azametinin birinci delili bu
mükevvenâttır.
Evet.. şüphe yok ki: Bu mükevvenâttaki mükemmeliyyeti, fâideleri, hikmetleri anlamaya çalışan, bunları tefekküre dalan,
bunlardaki bedîyi' ve garaibi güzelce düşünen kimseler, derhal Alim ve Hakim olan bir Hâlik'ın büyük varlığına intikâl eder,
kalblerinde yakın nurları parlamaya başlar, bunun neticesinde de hidâyete, ebedî saadete nail olurlar.
İşte bu hikmete mebnîdir ki, Allâhu Teâlâ Hazretleri Kur'ân'ın birçok âyetlerîle insanları intibaha, kâinatı tefekküre da'vet
buyurmaktadır.
Nitekim bir âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi diğer bir âyet-i celîlede de buyrulmuştur.
Mükevvenâtın hikmetlerini, fâidelerini anlamak, Allâhu Teâlâ'yı ma'rifete vesile olacağı cihetle ba'zı mütefekkir İslâm âlimleri bir
kısım mahlûkatın vücûdlarındaki hikmeti, birtakım hâdiselerin sebeblerini mümkün mertebe göstermek için müteaddid kitablar
yazmışlardır. Bu kitabların münderecâtı (Hikmetü't-Tekvîn) ilmini teşkil etmektedir. İmâm-ı Gazali' nin (Kitabü'l-Hikme fî
Mahîûkati'llâhi Azze ve Celi) unvanlı eseri bu cümledendir. (Menâfiu'1-A'zâ) ilmi de işbu Hikmety't-Tekvîn îlmi'nin bir şu'besi
demektir.
İslâm âlimleri hikmet-i tekvin hususunda Kur'ân-ı Hakîm'in ulvî beyanlarından pekçok müstefıd olmuşlardır. Bu cihetle Kur'ân-ı
Azîm, Hikmetü't-Tekvîn îlmi'nin de en birinci menbaı bulunmaktadır.
İşte birkaç misâl :
1) Acaba bizim yaradılışımızda ne gibi bir hikmet vardır? Acaba mebde' ve meâdden Murâd-ı ,ilâhî nedir? İşte bunlara şu Âyet-i
Kerîme cevâb veriyor:
Evet... bütün insanların dönüb girecekleri makam Huzûr-ı İlâhî'dir. Hak Teâlâ'nın va'di muhakkaktır; bütün insanları O
yaratmıştır, sonra öldürecek, iade buyuracak olan da O'dur. Tâki mükellef olanlar, bu dünyadaki, bu imtihan evindeki amellerinin
mükâfatına, mücâzâtına kavuşsunlar; İlâhî Adalet tamâmîle tecellî etsin; îmân edenler, güzel amellerde bulunanlar mükâfata
ersinler; Hakkı inkâr edenler de bu yüzden elîm azâblara uğrasınlar.
Demek oluyor ki: İnsanların hilkatlerindeki gaye, îmâna, güzel amellere nâiliyyet ve bü sayede ebedî saadete mazhariyyet imiş.
İnsanların bu saadetten mahrum, pek elem verici azâblara ma'rûz olmaları da kendi! kötü i'tikadlarının, isyanlarının bir neticesi
bulunuyormuş.
2) Acaba geceler ile gündüzler neden birbirini ta'kîb edib duruyor? Acaba gök kubbesini yaldızlayan şu Güneş ile Ay'ın
yaradılışlarında, şu sayısız parlak - parlak yıldızların vücûde gelmelerinde ne gibi hikmetler vardır?
İşte bunların şu varlık sahasına atılmış olmalarındaki hikmetleri de bu Âyet-i Kerîme bildiriyor :
Evet... Fâtır-ı Kudret, sabahlara inkişâf veriyor, gecelerin zulmetlerini açarak nûrânî sabahları vücûde getiriyor. Tâki insanlar için
yaşamak, maişetlerini te'min etmek kabil olsun. Fakat gündüzlerin kesilmeksizin devamı, takatleri eritecek olduğundan her
gündüzü bir gece ta'kîb ediyor; yorgun vücûdlar gecelerin tatlı kucaklarına atılarak rahat uykusuna dalıyorlar.
Güneş ile Ay ise muntazam bir yürüyüşe, deverana sâhib bulunuyor. Bunların bu deveranı neticesinde mevsimler, seneler, aylar,
günler bilhisâb taayyün ediyor. Bunların alün ve gümüş gibi parlak şuleleri uzvî hayâtı te'mîne hadim bulunuyor. O lâtâfetli
yıldızlar ise gecelerin karanlığını azaltmaya çalışıyor; denizlerde, karalarda seyahat edenlere birer rehber vazifesi
görüyor; semâmızı bezeyib duruyor.
Bunların yaradılışlarında kimbilir daha ne kadar yüksek hikmetler vardır. Elverir ki biz bunları mümkün olduğu kadar düşünerek
bunların Ulu Yaradanı'na kullukta bulunalım, ubûdiyyet secdelerine kapanalım.
3) Allâhu Teâlâ Hazretleri bütün insanları yaratmış, birtakım kuvvetlerî, varlıkları ve daha nice hayât sahihlerini çift - çift olarak
insanlara müsahhar kılmış, insanlar bu sebeble karalarda, denizlerde seyr-ü sefer edebilmek için birçok nakil vâsıtalarına mâlik
bulunmuşlardır. Bunlar birer İlâhî atiyyedir. Bunların ihtiva ettiği hikmet ise şu Âyet-i Kerîme'den anlaşılmaktadır :
Evet... Sâni-i Hâkim olan Allah'ımız, bu nice canlı - cansız nakil vâsıtalarını bizlere müsahhar kılmış, tâki bunlara binerek hayatî
menfaatlerimizi elde etmeye çalışalım, sonra, nail olduğumuz bu ni'metleri düşünelim, şu aczimizle beraber bizden pek kuvvetli
olan şey'leri bizim pençe-i teshirimize tevdi' buyurmuş oları Kerîm Hallâk'ımızı Tahmîd ve Tesbîhe gayret edelim ve bu dünyevî
olan geliş - gidişimizden asıl büyük bir sefere, bir nakl-i mekâna mecbur olduğumuzu hatırlayalım, Rabb'ımızın Huzûr-ı İzzet'ine
gideceğimiz günü düşünerek ona göre tedarikli bulunalım. Ne büyük hikmet! Ne azîm inayet!
4) Ma'lûm olduğu üzere Bedir Gazvesi'nde Ashâb-ı Kiram, savaş bakımından muhataralı bir mevki'de kalmışlardı. Kendileri
yorgun, susuz, uykusuz bir halde idiler. Derken uykuya daldılar, karşılarında hiç düşman yokmuş gibi korkusuz bir halde tatlı bir
uyku geçirdiler. Bu arada yağmurlar yağdı, bulundukları yer salâbet kazandı.
İşte ehl-i îmân hakkında bu suretle yüz gösteren Lûtf-i İlâhî'nin hikmetini de şu Âyet-i Kerîme göstermektedir:
Evet... inayetlerine nihayet bulunmayan Rabbımız, Peygamberinin o güzide Ashâb'ına tatlı bir uyku vermiş, karşılarında düşman
yok imiş gibi tam bir emniyetle uykuya dalmışlar, tâki yol yorgunluğundan kurtulsunlar, zinde, kuvvetli bir halde düşman ile
çarpışabilsinler. Sonra semâdan yağmurlar yağdırmış, tâki suya olan ihtiyaçlarından kurtulsunlar, Hak Teâlâ' nın inayetine
i'timâdları artsın, ihtilâm olanları yıkanarak temizlensinler, “Biz Müslüman olduğumuz halde neden böyle nâ-pâk bulunuyoruz?”
diye kalben bir heyecan duymasınlar ve bulundukları yer askerî hareketlere elverişli bir hâle gelsin.
Demek ki bu hâdiselerin zuhuru bir tesadüf eseri değilmiş, belki Allah'ımızın mukaddes takdirine müstenid olub saydığımız
fâideleri, hikmetleri mutazammın imiş. Artık insanlara düşen odur ki birşey'e muvaffak oldukları zaman, bunu bir tesadüf eseri
veya kendi iktidarlarının bir semeresi bilmesinler, belki Hak Teâlâ'nın mahsûs bir lûtfu olarak telâkkî etsinler.
5) Târihin muhtelif çağlarında yaşamış olan cem'iyyetlerin hallerine bakılacak olursa görülür ki bunlar vakit vakit ni'metlere,
nikbetlere uğramış durmuşlardır. Acaba bunların başlarından geçen bu muhtelif hâdiselerin ne gibi hikmetleri vardır? îşte bu
hikmeti de Benî-İsrâîl hakkındaki şu Âyet-i Kerîme haber veriyor:
Evet... Hak Teâlâ Hazretleri Benî-Isrâîli parçalamış asıl yurdlanndan ayırmış, dünyanın her tarafına atmıştır. Bunların içinde
Müslümanlığı kabul eden Abdu'llâh ibni Selâm gibi sâlih kimseler bulunduğu gibi böyle olmayan kimseler de bulunmuştur.
Allâhu Teâlâ Hazretleri bu kavmi vakit - vakit güzel ni'metler ile ve kötü kötü hâdiseler ile imtihan buyurmuştur. Bunlar Cenâb-ı
Hakk'ın birçok lûtuflarına nail olmuş, defeâtla esaretten kurtulmuş, hâkimiyyet dâiresinde yaşamışlardır. Yine bunlar istilâlara,
felâketlere uğrayarak birçok sıkıntılar' içinde asırlarca kalmışlardır. Tâki yaptıkları fenalıklardan vazgeçsinler, Allâhu Teâlâ'nın
lûtuflarını düşünerek utansınlar, kahrini düşünerek korksunlar ve bunun te'sîrîle Hakk'a dö'nsünler,inkâra, isyana nihayet vererek
salâh kazansınlar.
Demek oluyor ki, insanların saadetlerinde, felâketlerinde kendi hallerinin, hareketlerinin te'sîri var imiş. Allâhu Azîmü'ş-Şân'ın bu
âlemdeki lûtfu da, kahrı da insanları uyandırmak, insanları, Hakk'a, hakîkata döndürmek gibi hikmetlere müstenid imiş.
Velhâsıl Kur'ân-ı Kerîm, birtefekkür dâiresinde okunursa insanların gözleri önünde daha böyle nice binlerce hikmetler
tecellî eder durur.[39]

18- Siyer ve Târih İlmi:

Ma'lûmdur ki Kur'ân-ı Kerîm, insanların uyanmalarını, aydınlanmalarını, Hak'dan haberdâr olmalarını te'mîn için nazil olmuştur.
Geçmiş ümmetlerin hallerine vukuf, büyüklerin hayâtlarına, birtakım esâfilin elim akıbetlerine ıttıla' intibaha vesile olacağı cihetle
Kur'ân-ı Hakîm'in ba'zı sûrelerinde bu hususlara dâir pek ibret verici beyanât vardır.
Meselâ: Kur'ân-ı Mübîn'de Enbiyâ-i İzâm'dan yirmibeş veya yirmisekiz zâtin târîhi hayâtları hakkında kâfî derecede malûmat
verildiği gibi, Âd, Semûd gibi müşrik kavimlerin, Numrûd, Fir'avn gibi mülhid hükümdarların zalimane yaşayışları, sergüzeştleri
hakkında da ibret alınacak malûmat verilmiştir.
Öteden beri birçok hakimler, edîbler, ahlâkî, cinâî veya siyâsî mevzular hakkında okuyucuları üzerinde fazla bir te'sîr bırakmak
için hikâye tarzını iltizâm etmişlerdir.
Hakîkî veya muhtel vak'aları büyüterek canlı bir halde tasvir etmek, hikâye yazanların mesleğidir.
Evet... İnsanların bilgisine ve ahlâk i'tibârîle yükselmelerine hizmet etmek isteyen bir kısım kalem sahihleri meselâ birtakım
muaşakaların korkunç âkibetlerini, birtakım işret âlemlerinin hayâtı mahveden fedalarını, birtakım gayr-i ahlâkî hareketlerin
meş'ûm neticelerini, müessir bir' surette göstermek için hikâye şeklinde yazıvermişlerdir.
İslâm zurefâsından ba'zı zâtlerin Mesnevi, Ma'nevî, Gülistan, Bostan, Bahâristân gibi kıymetli eserlerini hikâye tarzında ve
mutasavvıfâne, edîbâne bir surette yazmaları da ruhlar üzerinde te'sîr îka' etmek düşüncesine müstenid bulunmuştur.
Bununla beraber birçok hikâyelerde muhavere ve muhataba yolu ihtiyar edilmektedir. Bu sayede okuyanların hâdiseleri, şahısları
bizzat görmüş gibi istifâdeleri te'mîn edilmiş, mütâlâaya olan şevkleri artırılmış oluyor.
İşte Kur'ân-ı Hakim bu hususlarda da her türlü tasavvurların fevkında bir muvaffakiyyet göstermiştir. .
Evet... Kur'ân-ı Mübîn, bir kısım hakîkî, pür-ibret vakaları kıssa hâlinde, fakat pek mûciz, müfid bir tarzda beyân ederek
okuyucuların huylarını yükseltmeye, fikirlerini açmaya, bilgilerini doğru bir surette artırmaya yardım etmiştir.
Bu kıssaların ba'zıları bir kısım sûrelerde birer münâsebetle ve başka-başka birer üslûb ile tekrar edilmiştir. Bu kıssaların böyle
beyân buyurulmasında birçok hikmetler vardır. Ezcümle: Bu kıssalar, Resûl-i Ekrem Efendimizin Nübüvvetleri hakkında birer
hüccettir. Çünkü kendileri evvelce meçhulü olan bu kıssalara mahzâ Vahy-i îlâhî vâsıtasîle muttali' olmuştur. Bu kıssalar,
Peygamber Efendimizin mübarek kalblerini tesbit ve tesliye fâidesini mutazammdır. Çünkü birkısım Enbiyâ-i İzâm'ın
ümmetlerinden gördükleri ezâ ve cefâ hikâye edilerek Resûl-i Ekrem Efendimiz'in müteellim ruhlarına teselli verilmiş ve atılmış
olduğu mücâdele ve mücâdede hayâtında devamı te'min edilmiştir.
Bu kıssalar, ümmetin uyanmasını, ibret dersi almasını te'min eder.
Bu kıssalar insanların vaktîle neler yapmış, ne gibi değişiklikler geçirmiş olduğunu anlatır; birtakım eski milletlerin dinî, içtimaî
hallerini haber vererek hakikati aydınlatır. ı
Bu kıssalar, birkısım büyük Peygamberlerin yüksek hasletleri, mücâhedeleri hakkında doğru malûmat verir; bu sayede hakikat
anlaşılmış, Tevratlar, İnciller gibi muharref kitabların haber verdikleri birtakım târihî vak'alar tashih edilmiş bulunur.
Biz burada kıssalara bir misâl olmak üzere Yûsuf Sûre-i Celîlesi'ni nazara alacağız.
Malûm olduğu üzere bu mübarek Sûre'nin ihtiva ettiği kıssa, unvanını hâizdir. Yâ Rabbî! ne ulvî beyân, ne ibretli manzara, ne
hitmet-karîn bir kıssa!
Yûsuf aleyhi's-selâmın târîh-i hayâtı, Tevrât'da da yazılıdır. Fakat Kur'ân-ı Mübîn'deki beyanât başka bir ulviyyeti hâizdir.
Hazret-i Yûsuf'un ser-güzeşti, Tevrât'da mücerred bir hikâye tarzında naklolunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de ise bu nezîh ser-güzeşt
beyân olunurken âyetlerin aralarında veya sonlarında i'tikada, güzel amellere, ahlâka, nezâhet-i hayâta müteallik, pek fâideli,
müessir cümleler ilâve buyurulmuş, beyân silsilesinin azameti, sâfiyyeti, semavî ahengi insanları âdeta gaşy edecek bir halde
bulunmuştur.
Bu Sûre-i Celîle'nin verdiği ilim ve irfan dersi, ahlâkî ve içtimaî terbiye her türlü tasavvurların fevkindedir. Biz burada bunlardan
birkaçını söyle muhtasarca bir tahlil edelim:
1) Yûsuf Sûre-i Celîlesi nin evvelinde Nazm-ı Şerîfîle Kur.ân-ı Mübîn'irı Arabca olduğu ve teakkul ve tefekkür için indirilmiş
bulunduğu beyan buyuruluyor, bu suretle de Hazret-i Yûsuf hakkındaki kıssanın düşünce ile, tefekkür ile okunması lüzumuna
işaret buyurulmuş oluyor.
2) Yûsuf Aleyhi's-selâm'm daha çocuk iken tam bir safvet ve ma'sûmiyyetle muttasıf olub ileride Nübüvvet şerefine mazhar
olacağı gördüğü rü'yâdan anlaşılmış, bunun zımnında da ba'zı rü'yâların Taraf-ı îlâhî'den mübeşşerâttan olduğu gösterilmiş
oluyor.
3) Yûsuf Aleyhi's-s elam'ın hakkında kardeşlerinin duyguları, bî-rahîmâne hareketleri bildirilmiş, bu suretle de insanların meftûr
oldukları birtakım ihtiraslara, hasedlere, desîlere işaret buyurulmuş oluyor.
4) Pek sevgili yavrusunun kurt pençesinde parçalandığı haberini alan Ya'kub Aleyhi's-selâm'm i'tidâlini gâib etmeyib damen-i
sabra sarıldığı, Cenâb-ı Hak'dan yardım istediği, Allah'ın inayetinden ümidini kesmediği beyân olunuyor; bu vesîle ile de
musibetler ânında nasıl hareket edileceğine dâir basiret sahihlerine İlâhî bir ders verilmiş oluyor.
5 Hazret-i Yûsuf kardeşlerinin hıyanetine uğruyor; derin bir kuyuya atılıyor; sonra bir kervan tarafından kuyudan çıkarılarak köle
olmak üzere Mısır'a götürülüyor. Yurdundan ayrılmış, ailesinden uzak düşmüş, zahiren her türlü mahrumiyetler içinde kalmış bir
biçâre. Nihayet Mısır'da (Azîz-i Mısr) denilen Mâlîye Nâzırı'na satılıyor. Azîz-i Mısr, bu hüsn ü an bedîasını, bu iffet ve nezâhet
timsâlini evine götürüyor; kendisini büyük bir şefkat ve mahabbetle . koruyor.
Hazret-i Yûsuf da tecellî eden hüsn-ü cemâl, melekleri bile mebhût edecek derecede mükemmel, henüz rüşd çağına ayak basmış,
sabâvetin en şatâretli, heyecanlı bir ânında bulunuyor; şâhâne bir saray içinde yaşıyor.
Sâhibetü'1-beyt, hüsn-ü cemâle mâlik bir nazenin, Hazret-i Yûsuf'a meftun oluyor; bu garîbü'd-diyâr, bî-kes çocuğu ni'metlere,
nüvâzişlere gark etmek istiyor; o'nun güzelliğinin şa'şaası çevresinde pervane gibi dolaşarak o taravet nurundan muktebis olmak
emelinde. Maksadının husûli için kâh niyazda, kâh tehdîd ve tahvîfde bulunuyor. Artık böyle bir halde kendi nezâhet-i
ahlâkıyyesini muhafaza edebilecek bir genç, melekler kadar kudsî sayılmaz mı?
işte Sûre-i Yûsuf'un bir kısım âyetleri, beşeriyyete böyle bir kudsiyyet ve ma'sûmiyyet numunesi gösteriyor; insanların böyle bir
ismet ve nezâ-hete mâlik olmaları lüzumuna işaret ediyor.
Evet... Hazret-i Yûsuf O ma'sûm çocuk, O Peygamber yavrusu; böyle âdet fevkında bir nezâhet gösteriyor. Allah'ını düşünüyor;
bir nübüvvet hanedanına mensûbiyyetini düşünüyor; hanesinde muazzezen yaşadığı Azîz-i Mısr'in hukukunu düşünüyor;
düşünüyor da bütün nefsâî temayüllere galebe ediyor; bütün ni'metlerinin, rahatlarının elinden çıkmasına razı oluyor da, necâbeti
simasında parlayan iffet ve ma'sûmiyyete ufak bir leke kondurmaya muvafakat etmiyor; her türlü işkencelere katlanıyor da
diyanetine, vicdanına muhalif bir harekette asla bulunmuyor.
Beşeriyyet için ne ulvî bir fazilet ve nezâhet numunesi.
Halbuki beri taraftan insan görürüz ki her türlü maişet ve saadet esbabı içinde yaşadığı, temayüllerini meşru' surette tatmine kadir
bulunduğu halde hafif bir hevâ vü heves nesîminin temevvüçlerine tahammül edemez. Nâsiye-i iffetini kirletmeden, velî-ni'metine
ihanet etmeden, hevesâtı uğrunda seciyyesini, şahsiyyetini ayaklar altına almadan geridurmaz, başkalarının harîm-i ismetine
tecâvüz eder, başkalarına kötü misâl olur, insanlar arasında iffetsizliğin, fuhşiyyâtın yayılmasına hizmet eder durur.
6) Hazret-i Yûsuf'un güzelliği cazibesine gayr-i iradî bir aşk ile, bir tehalükle kapılan bir vuslet üftâdesi, o sabâhat güneşini
kendisine celb etmek hülyasına düşüyor; olanca sevdâ-perestâne hilelere başvuruyor; şâhincesine bir pençe ile üzerine atılıyor;
fakat o iffet hümâsını pençesine geçiremiyor.
Hazret-i Yûsuf kaçıyor: bu da arkasından ta'kîbediyor; kapıya doğru yarış edercesine koşuyorlar. Ma'sûm genç, ma'nevî hayâtını
kurtarmak için hemen kapıya can atıyor; kendisini ta'kîb eden mağlûb-i heves bir pençe de güllerden daha nâzik olan o gencin
vücûdunu örten lâtîf gömleğini arka cihetinden tutarak parçalıyor. Gömleğin böyle arka taraftan parçalanması da o muhterem
gencin berâetine, ma'sûmiyyetine bir burhan teşkil etmiş oluyor.
İşte bu pek heyecanlı hâdiseyi bildiren âyetler de bizlere ma'nevî hayâtı, iffet ve ismeti kurtarmak, saklamak hususunda ne kadar
azimkâr, ne kadar fedakâr bulunmak lüzumunu telkin etmektedir.
“Dayanmaz zûr-ı bâzûy-ı cefâya perde-i ismet
Girîbân-ı Çakî-i gül, dest-i bîdâd-ı sabâdandır”
diyenlerin iddialarına bir nakız maddesi vücûde getirmektedir. Hidâyet erbabının her türlü hücumlara, desiselere rağmen kendi
iffetlerini, nezâhetlerini nasıl koruya ve kurtarabileceklerini göstermektedir. Bununla beraber ba'zı hususlarda karinelerin
alâmetlerin hüküm esbabından olabileceği düstûruna bir işareti de mutazammın bulunmuştur.
7) Yûsuf aleyhi's-selâm, iffet ve istikametinin mükâfatını göreceği yerde mücâzâta uğruyor; zindana atılıyor. Fakat kendisi pür-
neşve, arzu edilen ma'siyetten berîü's-sgha kalmış olduğu için kendisine zindan Cennet kesilmiş, Hak Teâlâ'nın kendisine ihsan
etmiş olduğu bilgiden, hikmetten zindanda bulunanları da müstefîd etmeye çalışıyor; onları Vâhid, Kahhâr olan Allah'ın birliğini
tasdîka da'vet ediyor; kendilerine Hakk'ın Dîni'ni telkin ederek küfrün, isyân'ın fenalıklarını anlatıyor.
Nihayet zâtindeki fazilet ve kemâl anlaşılıyor; hükümdarın huzurunu selbeden garîb bir rü'yânın ta'bîri kendisinden isteniliyor. Bu
vesile ile de zindandan çıkarılmasına karar veriliyor.
Fakat o mücessem metanet ve nezâhet, yerinden kımıldanmıyor, ne gibi bir sebeble zindana atılmış olduğunun evvelâ tahkik
edilmesini teklif ediyor; iffet ve ma'sûmiyyetinin herkesçe anlaşılmasını istiyor. Filhakika dâmen-i ismetinin her türlü şaibelerden
berî olduğu anlaşılıyor; evvelce kendisine iftirada bulunmuş olanlar, şimdi bir nedamet duygusîle hakikati i'tirâfa, o Muhterem
Zât'in ma'sûmiyyetini ikrara mecbur kalıyorlar.
Bir kere düşünmeli, Hak yolunda, iffet ve istikamet yolunda bu kadar sıkıntılara katlanan, bu kadar meşakkatleri gayr-i meşru'
zevklere yüzbinlerce derece tercih eden bir insan, ne büyük bir şahsiyyeti hâizdir.
Ya senelerce zindanda kalıb da halâs müjdesi yetiştiği halde temkinini bozmayan, sevincine mağlûp olmayan, ma'sûmiyyetinin
tahakkukunu arzu edib duran bir zat, ne ulvi bir ruha mâlik olan bir insandır.
İste bütün bu kemâlâtın Hazret-i Yûsuf'da mütecelli olduğunu, Sure-i Yûsuf'un bir kısım âyetleri göstermektedir. Bu âyetler
beşeriyyete rehber-i hidâyet olan zâtlerin ne mükemmel bir fıtratta yaradılmış olduklarını da bildiriyor; insanların arasında
yaşayacak, insanların umurunu deruhte edecek zâtlerin nâs arasında iffet ve istikametle maruf olmaları lüzumuna da işaret ediyor.
8) Yûsuf aleyhi's-selâm, ma'sûmiyyetinin zuhurundan dolayı Cenâb-ı Hakk'a müteşekkir, nefsine asla mağrur değil, nezâhet ve
ma'sûmiyyetîle mübâhâtta bulunmuyor. Mazhar olduğu bu yüksek meziyetlerin bir İlâhî merhamet, bir Sübhânî sıyânet neticesi
olduğunu i'tirâf ediyor.
Filhakika insan, maddî ve ma'nevî herhangi bir haslet ve ni'mete nail olursa bunu Hak'dan bilmeli, kendi şahsına güvenib
durmamalı. ;
İşte Hazret-i Yûsuf'un bu tarz-ı hareketini nâtık olan , Âyet-i Celîlesi bizlere böyle bir hikmet dersi vermektedir.
9) Yûsuf aleyhi's-selâmın artık çilesi dolmuş, şimdiye kadar göregeldiği zahmetler, üzüntüler nihayet bulmuş, fazilet ve nezâhetin
dünyevî mükâfatını göreceği zaman gelmişti.
Mısır hükümdarı kendisini sarayına da'vet ediyor diyerek, o mücessem kemâlâtı büyük bir mevki'de bulundurmak istiyor. Hazret-i
Yûsuf da insaniyete güzel hizmetlerde bulunmak için bu teklifi kabul ediyor; devletin hazînelerini muhafazaya, milletin
mallarında güzelce tasarrufa muktedir olduğunu söylüyor; ve Mâliye Nezâreti makamında bulunan mühim bir vazifeyi deruhte
ediyor.
Bu, ismet ve faziletin dünyevî mükâfatı Âhiret'de mazhar olacağı mükâfatlar ise gayr-i mütenâhî!
İşte bu cihetleri gösteren âyât-ı celîlede bizlere fazilet ve istikametin dünyâda da ukbâda da mükâfatsız kalmayacağını bildiriyor;
her işi ehline tevdî' etmenin lüzumunu gösteriyor; bir işe teayyün eden, halkın siyâsetine, âmmenin menfaatlerine, haklarını
ikameye hizmet edeceğini bilen bir zâtın o işi deruhde ederek insâniyyete hizmet etmesi i'câbdeceğini işrâb buyuruyor,
10) Yûsuf aleyhi's-selâm, memleketin iktisadî işlerini pek güzel idare ve. tenmiye ediyor; eski zamanlarda eksik olmayan kıtlık
seneleri yüz gösteriyor; her taraftan birçok yoksullar Mısır'a gelerek zahire alıyorlar. Nihayet Ken'ân ilinden bir kafile de Mısır'a
gelerek Hazret-i Yûsuf'un lûtfuna nail oluyorlar. Bu kafile halkı kimlerdir bilir misiniz? Tamam Hazret-i Yûsuf'un hayâtına kasd
etmiş olan kardeşleri! îşte intikam zamanı; bunları zincirlere vurmalı; zindanlara atmalı; yaptıkları kötülüğün acı âkibetini
kendilerine göstermeli! Hissiyatına mağlûb olan bir insan böyle düşünür değil mi? Fakat Hazret-i Yûsuf'un büyüklüğü böyle bir
harekete razı olur mu? O bilâkis beşeriyyetîn ruhunu tenşît edecek bir lâtife numunesi gösteriyor; sonra kendisini kardeşlerine
bildirerek diye hepsini affediyor; kendilerini bütün âilelerîle beraber Mısır'a celb ederek haklarında pek çok lûtuflarda bulunuyor.
Ya'kub aleyhi's-selâm da sabrının bir mükâfatı olarak pek sevgili kıymetli oğluna kavuşmuş
oluyor. ...
Ne büyük afv ü safh! Ne muazzam lûtf-u kerem!
İşte bunları bize bildiren bir kısım mübarek âyetler, de bizlere iktisâdi, idâri, ahlâkî birçok hakikatleri ifhâm etmekte bulunmuştur.
Evet... Bu yüksek âyetler umûmî servetin güzel bir tarzda muhafaza edilmesi lüzumunu bildiriyor; halktan ağır ağır vergiler,
cezalar almak sûretîle değil, halkın ihtiyâçlarını tehvîn edecek çareleri bulmak sûretîle devlet hazînesini doldurmak yolunu
gösteriyor. Fenalığa karşı fenalıkla değil, belki iyilikle mukabele edilmesinin insanlık şiarı olduğunu anlatıyor. Mazlûm, mağdur
olanların, sabredenlerin nihayet muzaffer, muvaffak olacaklarını, zulme, i'tisâfa cüret edenlerin de âkibet mahcûb bir hâle gelerek
zulüm-dîdelerine karşı: demek izdırârında kalacaklarını anlatmış oluyor.
Velhâsıl Yûsuf Sûre-i Celîlesi'nin âyetleri i'tikada, fıkha, ahlâka, fktisâ-ia, siyâsete ve şâir mühim mevzu'lara dâir nice hakikatleri,
hikmetleri muhtevîdir. Bizim bu muhtasar eserimizde bunları göstermeye imkân yoktur. Ancak şunu da arz edelim ki: Kur'ân-ı
Azîm'deki kıssalar birer mahz-ı hakikattir, akıl ve zekâ sahihleri için birer ibrettir; mü'minler için birer hü-dâ, birer rahmettir.
Nitekim bu hakikati, yine bu Sûre-i Ceîile'nin şu son âyet-i nâtık bulunmaktadır:[40]

19 - İçtimâi İlim:

Ma'lûm olduğu üzere içtimaî hey'etleri idare eden, milletlerin yükselmelerini te'mîne yarayan kanunlardan, esaslardan bahseden
ilme (îçtimâiyyât) veya (îlm-i içtimaî) adı verilmektedir.
İçtimâî hâdiselerin başlıcaları: Aileler, ırklar, kabileler, diller, dinler, haklar, örfler, âdetler, iktisâdi mes'eleler, kazanç yolları,
edebler, huylar, siyâsî teşekküller, muharebeler, muhaceretler, inkılâblar, yükselmeler, alçalmalar ve sâireden ibarettir. Binâen-
aleyh bütün bu muhtelif hâdiselerden bahseden rnüteaddid ilimler ile İçtimâi îlm'in alâkası vardır. Bununla beraber, İçtimaî îlm'in
bugün yalnız Hukuk gibi, İktisad gibi başlıca şu'beleri tekemmül etmiş, diğer şu'beleri henüz ibtidâî bir halde kalmış sayıl-
maktadır.
İşte Kur'ân-ı Azîm'in birçok âyetleri bu içtimaî mevzu'lara da pek mükemmel bir tarzda temas etmekte, bunları mahzâ insanlık
âleminin uyanması, yükselmesi, ebedî bir bahtiyarlığa erebilmesi için beyan buyurmaktadır.
Şimdi bu hâdiseleri birer misâl ile ta'kîb edelim:
1-Büyük Yaradan'ımızın insanları bir zâtden yaratdığını ve ondan eşini vücûde getirmiş olduğunu ve bu iki şahsiyyetin
birleşmesinden ilk aile hayâtının başlamış bulunduğunu haber veriyor, sonra birçok erkeklerin, dişilerin türeyib yeryüzüne
yayılmış olduklarını beyan buyuruyor; aile haklarına, akraba haklarına riâyet edilmesi lüzumuna da işarette bulunmuş oluyor.
2-Âyet-i Kerîmesi de Allâhu Teâlâ'nın insanları bir erkek ile bir dişiden yaratmış ve birbirini tanıyıb bilmeleri için kendilerini
şu'belere, kabilelere ayırmış olduğunu bildiriyor; bu ihtilâfın mücâdelelere muharebelere değil, muarefelere, tanışmalara vesile
olmak üzere vücûde getirilmiş olduğunu ve insanların biribirine tefevvuku soyları, oymakları i'tibârîle değil,
Hak'dan korunmaları derecesîle mütenâsib bulunduğunu ihtar buyuruyor.
3-Ayeti Celîleside insanlara mahsûs muhtelif lisânların, lügatlerin, mütenevvi' renklerin, simaların birer kudret âyeti olduğunu
bildiriyor. Bunlarda bilgili kimseler için Hakk'ın varlığına delâlet eder bir nice alâmetler bulunduğunu gösteriyor; dillerin,
renklerin bu tenevvu'u insanların arasında birer imtiyaz vesilesi değil, birer kudret nişanesi bulunduğuna işaret ediyor; lisanların
kıymetine, tahsiline işaret ve irşâd hikmetini de mutazammın bulunuyor.
4-Ayeti kerimesi de insanların ilk hilkat devrelerinde bir millet hâlinde yaşayıb fıtratları muktezâsınca hareket ederken kendilerine
bir ilâhî fazl u ihsan olarak birçok mübeşşir ve münzir peygamberlerin semavî kitablar ile gönderildiğini bildiriyor, bu sayede
beşeriyyetin hak ve hakikatten haberdâr edildiğini ve buna rağmen birçok insanların peygamberlere muhalefet ederek çıkmaz yol-
lara saptıklarını; uydurma dinler, mezhebler vücûde getirmiş olduklarını haber veriyor.
Filhakika Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nezdinde makbul olan dîni vakit-vakit peygamberler vâsıtasîle insanlara bildirmiş, fakat
birçok insanlar, bu ilâhî dîni bozarak muharref dinlere uymuşlar, yine birçok insanlar da mücerred kendi kuruntularının,
cehaletlerinin mahsûlü olan bâtıl dinlere uyub gitmişlerdir. Nihayet Hak Teâlâ Hazretleri Nazm-ı Kur'ânîsi ile İlâhî Dîn'in
îslâmiyyet'den ibaret olduğunu bütün âleme i'lân buyurmuştur
5-gibi bir kısım mübarek âyetlerde beşeriyyet muhitinde en âdilâne bir hukuk müessesesi vücûde getirmiş, gerek ferdlerin ve
gerek cem'iyyetlerin haklarına dâir en tabîî, en metîn ve her zaman tatbiki kabil düstûrları vaz'etmiş, insanların nezîh, fevzâvî
hallerden bir halde yaşamalarını te'mîn edecek esasları tesbît eylemiştir.
Bu mukaddes âyetlerin muktezâsınca bütün emânetler ehillerine verilecek, bütün hükümler bir adalet dâiresinde cereyan edecek,
hiçbir şahsın mallarına haksız yere el uzatılamayacak, bu mallardan ancak iki tarafın rızâsîle yapılan ticâret gibi meşru' bir
muamele ile istifâde edilebilecektir.
Bütün bunlar, hukuka riâyetin lüzumunu en kudsal bir tarzda ifâde etmektedir.
6 - Âyet-i Kerîmeside meşru, ma'kul örflere, âdetlere kıymet veriyor, bunlara riâyetin lüzumunu ihtar ediyor.
Filhakika Kur'ân-ı Kerîm'in yüksek beyanlarına nazaran güzel, fâideli örfler, âdetler memdûhtur; imtisâle lâyıktır. Bil'akis çirkin,
muzir, câhilâne örfler de, âdetler de mezmûmdur; bunlara riâyet edilmesi beşeriyyet için bir nakîsadır. Meselâ: İbrahim aleyhi's-
selâm gibi yüksek zâtlerin âdetleri, hareket tarzları bütün beşeriyyet için bir Üsve-i Hasene'dir, bir İmtisal Nümûnesi'dir. Bil'akis
Fir'avn gibi, Kaarûn gibi bedbaht şahısların âdetleri, an'aneleri de birer Üsve-i Seyyie'dir, kaçınılması lâzımgelen birer dalâlet
nümûnesi'dir.
7-Âyet-i Celîlesi de insanları maddî ve ma'nevî kazanç yollarına teşvîk etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in beyânına nazaran meşru surette yapılan bir ticâret memdûhtur. Allâhu Teâlâ'nın öyle temiz, metin kulları vardır
ki onları ticâret ile uğraşmak, zikru'llâh'dan gafil bırakmaz, onlar hem ticâretlerini yaparlar, hem de zikr ile, fikr ile kalblerini
aydınlatırlar; çalışırlar.
Kur'ân-ı Mübîn'in nazarında zirâat pek memdûhtur. Her sene yeryüzünün ekinler ile bezenmesi, yeryüzünün yeni bir hayat
bulması, bir uhrevî hayat nümûnesidir; insanların öldükten sonra kudret-i ilâhiyye ile yeniden dirilebileceklerine açık bir delildir.
Kur'ân- ı Kerîm' in işaretlerine nazaran birtakım san'atlerin de büyük kıymetleri vardır. Hazret- i Nuh' un gemi
yaptığını, Hazret-i Davud'un savaşlarda giyilmek üzere zırh yaptığını Ayetleri bildirmektedir.
Velhâsıl Kur'ân-ı Kerîm, iktisadî esasları da pek güzel muhtevidir. Birçok âyetlerinde insanların müreffeh bir halde
yaşayabilmeleri için yaratılmış olan münbit topraklardan, çeşit-çeşit, renk-renk nebatlardan, engin denizlerden çıkarılacak gıda ve
ziynet maddelerinden, nakil vâsıtalarından ve bilhassa dalgaları yararak yoluna devam eden gemilerden bildiğimiz ve bil-
mediğimiz daha nice ilâhî ni'metlerden bahsediyor. Ezcümle Âyet-i Kerîmesi beşeriyyet hakkındaki ilâhî atıfetin ne kadar büyük
olduğunu göstermeye kâfidir.
8-Âyet-i Celîlesi de âdabın, ahlâkın en önemli esaslarını muhtevidir. İnsanlara en nezîh bir terbiye vermekte, insanlara en-
mükemmel ahlâk yollarını göstermektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in daha birçok âyetleri mukaddesata anaya-babaya, akrabaya, insanlara karşı olan vazifelerimizi bize öğretmekte,
ferdî ve içtimaî âdabın, muaşeret usûlünün nelerden ibaret olduğunu bildirmektedir. Ezcümle Lokman ve Hucurât Sûrelerindeki
bir kısım mübarek âyetler, âdaba, ahlâka dâir birçok tâlîmâtı, ihtarları muhtevi bulunmaktadır.
Kur'ân-ı Mübîn'in bu ulvî beyanlarına tamâmîle riâyet edecek bir içtimaî hey'et, şüphe yok ki meleklerin bile gıbta edecekleri
derecelerde yüksek bir nezâhete, bir tesânüd ve samîmiyyete nail olur.
9-Âyet-i Celîlesi de târihin ibret verici sahîfelerine gözleri celb ediyor, bir nice siyâsî teşekküllerin, içtimâi varlıkların ne acı
hallere tutulmuş olduğuna işarette bulunuyor. Nitekim diğer birçok âyetlerde Âd, Semûd kavimleri gibi bir nice kuvvetli
milletlerin yeryüzünde bir zaman birer satvet ve ihtişam ile yaşayıb bil'âhare kötü amellerinin cezalarına kavuştuklarını,
yurdlannm pek ağır felâketlere uğradığını haber vermektedir. Bu husustaki çyât-t celîleden bazıları şu mealdedir: “Bunlar
karyelere âid haberlerdir.Bunları sana hikâye ediyoruz. O karyelerden ba'züarı henüz mevcûddur; ba'zıları da biçilmiş ekinler
gibi bitib gitmiştir. Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbının râdesi tecellî edince onlara Al
lâh'dan başka tapındıkları ma.'budları asla br fâide vermedi.Ziyanlarını artırmadan başka birşey'e yaramadı. İşte Rabbın, zâlim
olan elleri böyle yakalar. Şüphe yok ki, O'nun yakalaması elimdir, şedîddir.”
Âyeti Celîlesi de Yemen'dekieski (Sebe*) beldesi ahâlîsinin vaktîle ne kadar ni'metlere nail bulunmuş olduklarını, fakat bu
ni'metlerin şükrünü yerine getirmedikleri için bil'âhare ne büyük belâlara uğradıklarını tasvir etmektedir.
Birçok âyetlerde Benî-îsrâil ile Âmâlika gibi eski kavimlerin aralarındaki muharebeleri ve bilhassa Ashâb-ı Kirâm'ın müşrikler ile,
Romalılar ile, Yahudiler ile yaptıkları gazveleri hikâye ederek kavimler hakkındaki kazâ-i ilâhînin vakit-vakit nasıl zuhur etmekte
olduğunu göstermektedir.
Âyet-i Kerîmesi de gösteriyor ki: Her ümmet, kendi ameline göre mükâfat veya mücâzât görecek, kendisi için târîh sahîfelerinde
ya güzel veya çirkin bir ad bırakacaktır. .
Velhâsıl; Kur'ân-ı Mübîn, îçtimâiyyât mevzuunu teşkil eden hâdiseleri de kendisine hâs bir sarahatle, kendisinin istihdaf ettiği
kudsî gayelere müteveccih bir ulviyyetle muhtevi bulunmaktadır.
İşte Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i'câz dâiresinde sarahaten veya
işâreten muhtevidir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir. Nitekim ileride de
izah olunacaktır.[41]

İkîncî Bölüm

Tefsîr, Te'vîl Ve Terceme Hakkında Umumî Bilgileri Hâvîdir

Muhteviyat: Tefsir ile te'vîlin mâhiyetleri ve aralarındaki fark. Tahrif ve tebdilin mâhiyyeti. Tefsir ile terceme arasındaki fark.
Tefsirin mevzuu ile gayesi. Tefsirlerin mebâdîsi, me'hazları, menba'ları. Tefsir ilminin şeref ve ehemmiyeti. Tefsirlere olan
ihtiyaç. Tefsirlerin taksimi, rivayet ve dirayet tarîkleri. Dirayet tarikiyle yapılan tefsir ile re'ye. müstenid tefsir arasındaki fark.[42]

13- Tefsir İle Te'vîlin Mâhiyyetleri Ve Aralarındaki Fark:

Tefsir, esasen lâfzından alınmıştır. Keşf, Beyan ve izhar manasınadır. Nitekim bir şeyin beyan ve izah edilmesini istemeye de
denir, istilânda ise Tefsir: “Kur'ân-ı Azîm'deki kelimelerin mânalarını, âyetlerin mazmunlarını, hükümlerini, kıssalarını, muhkem
ve müteşâbih olanlarını, nâsih ve mensuh olanlarını ve nüzullerindeki sebepleri kendilerine açıkça delâlet eden lâfızlar ile, ta'birler
ile izah etmektir.”
Başka bir ta'rif ile de Tefsir: “Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızlarının nasıl okunacaklarını ve bunların mânalarını Arab lûgatına ve lisan
kaidelerine tatbîkan beyan, âyetlerin mânâlarını, medlullerini, hükümlerini ihtiva ettiği kıssaları izah, bu âyetlerin muhkem ve
müteşâbih olanlarını, nâsih ve mensuh olanlarını tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri mezâyây-ı
beşeriyetin takati mikdarmda tebyîn ve tavzih” etmekten ibarettir. Tefsir, şöyle de tâ'riz edilmiştir:
Binaenaleyh Tefsir bugün müdevven bir ilim hâlinde bulunmaktadır. Te'vîle gelince bu, rucu' mânasına olan kelimesinden
müştaktır. Nitekim bir şeyin' hulâsasına, zübdesine, neticesine muhassalasıria da denilmektedir. Istılahda ise Te'vîl, “Kur'ân-ı
Kerîm'in âyetlerini muhtemel olduğu müteaddit mânalardan birine sarf ve irca' etmektir.”
Diğer bir ta'rif ile: “Âyetleri zahirlerinden alıp Kitab ve Sünnet'e muvafık olmak üzere muhtemel mânâlarına sarf ve hami etmek”
demektir.
İmdi, Tefsir ile Te'vîl arasındaki fark, bu ta'riflerden anlaşılmaktadır. Bununla beraber Süyûti Merhumunda mufassalan bildirildiği
üzere ile bazı zatlere göre bunların arasında fark yoktur. Bunlar bir şey demektir. Fakat sair zatlere göre bunların beyinlerinde
mühim farklar vardır. Ezcümle Râgıb-ı îsfehânî'ye göre Tefsir, Te'vil'den eamdır. Tefsirin çokça isti'mâli lâfızları da
müfredattadır; Te'vîl'in en çok isti'mali ise mânalarda, terkîblerdedir. Bir de Tefsir ta'biri hem semavî kitablar, hem de sâir ilmî
eserler hakkındaki izahlara ıtlak olunur; Te'vil ise yalnız semavî kitablara âid izahlarda müsta'meldir.
Tefsîr ile Te'vîl arasında bir de şöyle bir fark buluyorlar. Tefsir, yalnız bir veçhe muhtemel olan lâfız hakkındaki izahtır. Te'vil ise
muhtelif mânalara müteveccih bulunan bir lâfzı o mânalardan yalnız birîle tevcihtir.
İmâm-ı Mâtürîdî'ye göre Tefsîr'de kat'iyyet vardır. “Bu lâfızdan mak-sad budur.” diye kat'î surette hüküm vermek bir tefsirdir.
Böyle bir hüküm, kat'ı bir delile müstenid ise sahihtir; değilse menhiyyün anh olan “Tefsir bi'r-re'y kabilinden olacağı cihetle
sahih değildir. Te'vîl ise ihtimâllerden birini kat'î bir surette olmaksızın tercih etmektir.
Ebû-Talibi's-Sübkî'ye göre de Tefsîr, bir lâfzın lûğavî mânâsını, bir ibarenin hakikat, mecaz, kinaye bakımından vasfını
beyanetmektir.Te'vil' ise bir ibarenin iç yüzünü, o ibareden mütekellimin asıl maksadının ne olduğunu keşf ve izhar etmekten
ibarettir.
Meselâ:
Nazm-ı Şerifini izah ederken Mirsadın raşaddan alındığını, terakkub = beklemek, fırsat gözetmek mânasına geldiğini beyan etmek
bir Tefsîr'dir. Bundan murad; gafletten, tekâsülden tahzîr, emr-i İlâhiye riâyet edilmesine teşvik, âhiret için isti'dad tedârikini
tavsiyedir, denilirse bu da bir Te'vil olmuş olur.
Kezâlk:Nazm-ı Kerîmi'ndeki hay'dan murad, kuştur; meyitten murâd da yumurtadır, demek bir Tefsîr'dir. Bunlardan murâd, gayr-i
müslimin neslinden mü'minin, câhilin neslinden âlimin meydana getirileceğini beyandır, demek de bir Te'vil'dir.
Bagavî, Gevâşî gibi bazı zatlere göre de Te'vîl; bir âyet-i celîleyi. makabline, ma-ba'dine muvafık, Kitâb'a, Sünnet'e gayr-i muhalif
olmak üzere ihtimal dâhilinde bulunan bir mânâya istinbat ve içtihad yoluyla sarf ve
hamletmektir.
Bazı zatlere göre de Tefsir, rivayet tarikîle olur. Te'vil ise dirayete, içtihada istinad eder. Müfessir, rivayet hâricine çıkmaz.
Müevvil ise Kitap ve Sünnet'e muhalif olmamak şartîle içtihad ve istinbâtına göre beyanatta
bulunur.
Sofiye hazerâtının beyanlarına göre de Te'vîl, kudsî işaretlerden, Subhânî mâ'rif etler den ibarettir ki ariflerin kalblerine münkeşif
olur. Sülük erbabına münkeşif olan dakikalara da (İşârât-ı Sofîye) denilmektedir.
Bunlar, Kitab'ın, Sünnet'in zahirine muhalif olmamak şartîle pek kıymetli sünûhattan sayılır.[43]

14- Tebdil Ve Tahrifin Mahiyyetleri:

Tebdil, bir ibarenin bütün lâfızlarını değiştirmek, bir mefhûmun yerine muhalifini koymaktır. Tahrif ise bir ibarenin lâfızlarından
bâzılarını bir garaz için tağyir,etmektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'den evvel nazil olmuş olan bir kısım semavî kitablarda böyle bir
tebdîl ve tahrîf yapılmıştır. Ezcümle îsevîler İncil'deki mânasına olan lâfzını vekil ve halaskar mânasına gelene çevirmişlerdir.
Melâhidenin, Bâtiniye taifesinin Kur'ân-ı Mübîn hakkında yazdıkları şeyler, tebdîl ve tahrîf kabilinden olduğu cihetle bunlar asla
Tefsîr ve Te'vü'den sayılamazlar.[44]

Tefsîr İle Terceme Arasındaki Fark:

Tefsîr'in mâhiyyetine dâir yukarda ma'lûmat vermiş buluşuyoruz. Bu ma'lûmattan anlaşılmıştır ki Tefsîr, bir ibarenin, bir eserin
mâhiyyeüni, başka ta'birler ile îzah eder, mânasını mümkün mertebe anlatır; kelimelerini tahlil eder; icabeden noktalarını
tevcih ve takdir ederek maksadın tecellîsine hizmette bulunmuş olur.
Binaen-aleyh Tefsir, müfesserden başkadır; onun incilâsına hadimdir. Her ikisi bir lisan ile olabileceği gibi başka başka lisanlar ile
de olabilir. Bu cihetle Kur'ân-ı Kerîm'in herhangi bir lisan ile tefsiri caiz ve tefsirin Kur'an olmadığı herkesçe ma'lûmdur.
Tercemeye gelince:Bu iki türlüdür. Biri (Terceme-i Tefsîriyye) dir ki bu da bir nevi Tefsir demektir. Bir ibarenin mânâsını daha
mufassalca bir ibare ile mümkün mertebe ifâde etmek, o ibareyi hulasaten tevcihe çalışmak demektir. Böyle bir terceme, aslın
aynı sayılmaz; belki onun mealini bir dereceye kadar anlatmış, açıklatmış bulunur. Kur'ân-ı Azîm'in bu veçhile tercemesi de tecviz
edilmiştir. Maâ-mâfih böyle bir tercemenin makbul olabilmesi için tefsirdeki şeraite riâyet edilmiş olması lâzımdır. Mücerred
re'ye lûgata istinaden yazılmış olacak bu kabil tercemeleri okumak caiz görülemez.
Tercemenin diğer türlüsü de (Terceme-i Harfiyye) dir ki, bir ibareyi onun yerine tamâmı tamâmına kaim olacak diğer bir ibareye
tebdil etmek demektir. Böyle bir terceme, bir eseri ,bir ibareyi yazıldığı lisandaki mürâdif kelimeler ile tebdil etmek sûretile
yapılabileceği gibi başka lisanlara ait, aynı mânâyı müfid olan yabancı kelimeler ile de yapılabilir. Böyle bir terceme aslının tam
dengi olmak, aslının mânâsını tamamen ifâde etmek aslının üslûbunu, belâgatini, nüktelerini tıpkısı tıpkısına cami' bulunmak
icâbeder. Böyle bir terceme ise insanların eserleri arasında bile pek müşküldür. Çünkü lügatler arasındaki farklar, insanların
uslûblarındaki, şü-mûllerindeki mübâyenetler, böyle bir tercemenin meydana gelmesine büyük bir engel teşkil eder. Artık böyle
bir terceme i'câz mertebesini hâiz bulunan bir kelâma âid olunca büsbütün muhal bulunmuş olur.
İşte bu cihetledir ki Kur'ân-ı Azîm'in terceme-i harfiyye sûretîle tercemesi tecviz edilmiştir. Bu tarzda yazılmasına çalışılacak bir
terceme, Kur'ân-ı Mübîn'in nihayet kısa bir mealinden ibaret bulunur. Kur'ân-ı Mübîn'in ihtiva ettiği mânâları, işaretleri, nükteleri,
hükümleri kısmen ifâde etmekten başka bir şey olmaz. Binâen-aleyh kendisine de asla Kur'ân hükmü verilemez.
Kur'ân-ı Kerîm'in terceme-i harfiyye suretiyle terceme edilemiyeceğine bütün islâm âlimleri kail olmuştur. Bu hususta bir
İcmâ-i Ümmet vardır. Kaffâl-i Kebir, îmâm-ı Gazali, ibn-i Teymiye, Düsûkî Şeyh Haseneyn Mahlûf, Şeyh Muhammed Bahit
gibi eski ve yeni âlimler bu mevzua dâir eserler, makaleler yazmışlar, böyle bir tercemenin mümkün ve caiz olmadığını tasrih
etmişlerdir. Bu hususa dair Haseneyn Mahlûi'un adındaki eserinde Şeyh Muhammed Süleyman'ın unvanlı kitabında ve 1357
senesi Bağdad'da neşredilmiş olan mecmuasında kâfi derecede ma'lûmat vardır.
Terceme-i harfiyyenin muhal ve gayr-i caiz olduğuna dair olan alar şu veçhile hülâsa edilebilir:
1- Kur'ân-ı Mübîn'in fasâhat, belagat, üslûb, tarz-ı beyan i'tibârîle olan i'câzı, kendisine mahsus, kudsî, mübarek nazmı vâsıtası ile
tecellî eder. Bu ulvî nazım, aradan çıkınca bu i'caz tebarüz edemez. İ'cazdan hâlî bulunan ibareler ise Kur'ân'dan başka bir şey
olmuş olur. Binaen-aleyh Kur'ân-ı Kerîm' in böyle bir tercemesi muhaldir; haramdır.
Nevevî Merhum da Îmâmü'l-Haremeyn'den şöyle nakletmiştir: “Kur'ân'ın tercemesi Kur'ân değildir. Bunda Müslümanların icmâı
vardır. Çünkü Kur'ân, mu'cizdir. Terceme ise mu'ciz değildir.”
2 -Kur'ân-ı Kerîm' in münzel olan nazmına ve tevkîfî bulunan resm-i hattına nazaran müteaddid kıraet vecihleri vardır. Bunlardan
müteaddid hükümler, nükteler tecellî etmektedir. Tercemelerde, başka resm-i hatlarda ise bunları muhafazaya imkân yoktur.
Binaen-aleyh tercemeler asla Kur'ân sayılamaz.
3-Kur'ân-ı Kerîm, yalnız nazımdan, yalnız mânâdan ibaret değil, belki her ikisinin mecmuundan ibarettir. Kur'ân'ın mânâsı İlâhî
olduğu gibi nazmı da vahye müstenid, kudsî bir hüviyyeti hâizdir. Bu nazmın okunması başlıca ibâdetlerden sayılır. Tercemeler
ise mânâ cihetleriyle Kur'ân'a yaklaşsa bile nazım i'tibârîle Kur'ân'dan ayrılmış, Kur'ân mahiyyetini hâiz bulunmamış olur.
Binaen-aleyh bu bakımdan da Kur'ân-ı Kerîm'in tercemesi mümkün ve muvafık değildir.
4 -Arabcaya mahsus (edevat) ve (huruf-ı meânî) ta'bir edi en birtakım kelimeler vardır ki bunlar diğer kelimelere inzimam edince
müteaddid mânâları, hükümleri tazammun ederler. Halbuki başka lisanlarla bunların karşılığını bulmak çok kere mümkün olamaz.
Böyle bir edatın delâletindeki urnîmiyeti veya lâtif bir işareti başka bir lâfız ile muhafaza etmek müteazzir bulunur. Maâmâfih
böyle bir terceme insanların yazıları arasında kabil olsa da İlâhî bir yazı ile beşerî bir yazı arasında asla kabil olamaz. îşte bu
bakımdan da Kur'ân-ı Mübîn'in tercemesi mümkün değildir.
5 - Allahu Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Âyet-i Kerîmesinde Arabiyyetle tavsif ediyor,Âyetlerîle de Kur'ân'ın bir Rûh, bir Nûr
olduğunu haber veriyor. Binaen-aleyh başka lisanlar ile olan terceme-ler, Arabiyyet vasfından mahrum bulunur. Rûh ile Nûr ise
esasen terceme edilemez. îşte bu i'tibâr ile de Kur'ân-ı Mübîn'in tercemesi kabil değildir.
6- Kur'ân-ı Kerîm'in nazmını, resm-i hattını değiştirmek îlâhî bir kelâmın kudsiyyetini ve Resûl-i Ekrem'in ta'lim ve işaretine
müstenid bir yazının ehemmiyetini istisgar, hürmetini ihlâl etmek demektir. Binaen-aleyh bu cihetle de Kur'ân'ın tercemesi caiz
olamaz. Maksad Kur'ân-ı Azîm' in mânâsını herkese anlatmak ve muhtelif milletlerin ellerinde bulunan tercemelerin
yanlışlıklarını göstermek ise bu, Tefsir tarzında ve münakkah bir surette yazılacak (Terceme-i Tefsîriyye) ile te'min edilebilir.
Yoksa (Terceme-i Harfîye) de Tefsire muhtaç, aslın ihtiva ettiği mânâaları ifâdeye gayr-i kâfi olacağından onunla bu maksad
te'min edilmiş olamaz. Belki Lâ-hûtî bir nûrâniyeti, bir lemeânı hâiz olan Kur'ân-ı Azîm, donuk bir şekilde gösterilmiş olur. Böyle
bir hareket ise yanlış zehablara sebebiyet verebilir.
7- Din alimlerimizin ittifakları vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm'in herhangi bir âyeti yalnız mânası i'tibariyle rivayet edilemez. Belki
kendisine has olup Resûl-i Ekrem'e indirilmiş bulunan mübarek nazmîle rivayet edilir; bir harfi bile tağyir edilemez. Nüzûli
mütevâtir olmayan bir kelime, Kur'-ân' dan sayılamaz. O halde terceme, (rivayet bil'1-mâna) kabilinden olacağı cihetle Kur'ân'da
carî olamaz. Hadîsler de ise böyle rivayet bi'1-ma'nânın caiz olup olmadığı ihtilaflı, tafsile tâbi bir mes'eledir. Nitekim usûl
kitablarında musarrahdır.
8- Kur'ân-i Kerîm, ne Resûlû'llah tarafından, ne Ashâb-ı Kiram ile islâm halîfeleri, hükümdarları tarafından terceme
edilmemiş ve tercemeye lüzum da görülmemiştir. Peygamber Efendimiz Kisrâ, Kayser gibi hükümdarlara gönderip içlerinde
Kur'ân âyetleri de bulunan mübarek mektublarını Arabca yazdırmış, o hükümdarların lûgatlarîle yazdırmamış ti. Bu da Kur'ân'da
tercemesinin caiz olmadığına bir delil demektir.
9- Küre-i arzın her tarafında bulunan ve muhtelif ırklara mensub olup başka başka dillerle konuşan Müslümanlar, Kur'ân-ı
Azîmü'ş-Şânı az çok okur, okunan Kur'ân âyetlerini tam bir hürmet ve zevk ile dinler, kabiliyetlerine göre ruhanî te'sirler içinde
kalırlar. Bu cihetle de Müslümanların arasında bir vahdet vücûde gelmiş, hepsi de Kur'ân'ın mübarek nazmından mânasını
bilsinler bilmesinler bir feyiz ve neşve almakta bulunmuştur. Kur'ân'ın tercemesi ise bu vahdeti ihlâl eder, bu feyiz ve te'siri
te'min edemez.
10- Tercemeler, mahdûd bir miktarda kalmayıp teaddüd eder. Bunun neticesinde de muhtelif, mütenâkiz tercemeler vücûde
gelmiş olur. İ'câz mertebesinde bulunmayan Tevrat ile İncil tercemeleri meydanda, bunların doğru tercemeleri kabil olmadığı
halde i'caz mertebesinde bulunan Kur'ân-ı Mübîn'in sahih, tam bir tercemesi nasıl vücûde getirilebilir. Artık bu mütebâyin
tercemelerden hangisi tercih edilecek, hangisine sahih nazariyle bakılabilecektir.
11- Terceme-i harfiyye, bir ibdâlden ibarettir. Asıl ile bedel tam birbirinin misli bulunmalıdır. Bedel, aslın muhteviyatını tamamîle
ihtiva etmelidir. Böyle bir ibdâl ise Kur'ân-ı Kerîm hakkında mümkün değildir. Çünkü ne Kur'ân'a has nazm-ı Arabînin tam bir
nazîri bulunabilir, ne de Kur'ân-ı Mübîn'in ihtiva eylediği mânâlar, işaretler başka, muâdil bir ta'-bîr ile gösterilebilir. Hiç bir i'caz
hârikasına beşerî ibareler müsavi olabilir mi?
Ulemâ arasında Kur'ân-ı Kerîm'in terceme edilebileceğine kail olanlar var ise onların maksadları bîr (Terceme-i Tefsîriye)den
başka değildir. Tefsirdeki veya terceme-i tefsîriyedeki noksanlar, nazm-ı Kur'ân'a değil, müelliflerinin hatâlarına müsamahalarına
hamledilir. Çünkü bunlar ile beraber asıl Kur'ân-ı Mübîn de yazılır. Bunları okuyanlar aynı sahifelerde Kur'ân'ın yazılmış
âyetlerini de nazar-ı mülâhazaya alarak ona göre mütalâalarına devam edebilirler. Terceme-i harfiyyede görülecek bir noksan ise
aslından münbais zannedilebileceğinden Kur'ân-ı Azîm hakkında yanlış bir fikre sebebiyet verebilir. Nitekim birçok milletlerin
ellerinde bulunan Kur'ân tercemeleri böyle bir nice noksanları ihtiva etmektedir.
Velhâsıl: Kur'ân-ı Mübîn'in bir bedîa-i semâviyye, bir mu'cize-i ebediyye olduğuna mu'tekid olan herhangi bir insan, terceme-i
harfiyyenin imkânına kail olamaz.[45]

16- Tefsirin Mevzuu İle Gayesi:

Tefsirin mevzuu, Allahu Teâlâ Hazretlerinin kelâmıdır; yani Kur'ân-ı Kerîm' in mukaddes âyetleridir. Çünkü Tefsir bu âyetlerin
vasıflarından, ihtiva ettikleri hakikatlerden, işaretlerden, derin nüktelerden, mazmunlardan bahseder. Bu cihetledir ki, İlm-i Tefsir,
sâir ilimlerden temayüz etmiş bulunmaktadır. Çünkü her ilmin kıymeti mevzûunun kıymetîle, şerefîle, ulviyyetîle mütenâsibdir.
Tefsirin gayesine gelince bu da insanların dinî ihtiyaçlarını tehvîn ve tatmin ile hakîkî, ebedî saadetlerini te'mîn etmektir. Çünkü
beşeriyetin necat rehberi, felah güneşi ancak Kur'ân-ı Azîm' dir. Bu ezelî nurdan hakkîle istifâde etmek beşeriyyet için hayatî bir
gayedir. Bu gaye ise Tefsir vâsıtasîle tecellî eder. Zira Tefsir vâsıtasîle Kur'ân-ı Kerîm' in birçok hakikatleri güzelce anlaşılır; İlâhî
hükümler tam bir vuzuh ile mütecellî olur. İnsanların dînî, ahlâkî, içtimaî bir nice ihtiyaçları tatmin edilir. Bunun netîcesinde de
insanlar için iki cihan refah ve saadeti yüz gösterir durur.[46]

17- Tefsirlerin Mebâdîsî, Me'hazleri, Menba'ları:

Tefsirlerin mebâdîsine riâyet lâzımdır. Me'hazleri, menba'ları da pek mühimdir, pek vâsi'dir. Bütün ilimler, fenler Tefsire
hadimdir. Şöyle ki: Müfessirler, ileride söyleyeceğimiz veçhile Kur'ân-ı Kerîm' in kelimelerini îzah ve tahlil için evvelâ lûgata,
iştikak ilmine, sarf ve nahiv ilimlerine ve sâir edebî ilimlere müracaat ederler. Bunlar, Tefsir İlmi'nin mebâdişidir. Sonra Kur'ân-ı
Azîm' in mânâlarını, hakikatlerini îzah için de Hadîs, Kelâm, Fıkıh gibi şer'î ilimlere müracaat ederler. Bunlardan başka da
tekvînî, içtimaî, siyâsî, ahlâkî, hayatî ilimleri nazara alırlar. Bütün bu ilimlerde Tefsirler için birer me'haz, birer ma'lûmat menbaı
bulunmuştur. (22) ve (23) serlevhalara müracaat.[47]

18- Tefsir İlmi'nin Şeref Ve Ehemmiyeti:

Bir ilmin, bir sınâatin şerefi, ehemmiyeti yukarıda da işaret olunduğu üzere onun mevzûunun şerefîle, gayesinin ehemmiyetîle,
kendisine olan ihtiyâcın derecesîle mütenâsibdir. Meselâ: Siyâgat, Tababet, Fıkıh = Hukuk bu bakımdan birer büyük kıymeti,
önemi hâizdirler. Çünkü Siyâgat'in mevzuu, maddî hayat i'tibarîle pek kıymetli olan altın ile gümüştür. Tabâbet'in gayesi de pek
mühim olan umûmî sıhhattir. İlm-i Fıkıh ise herkesin yaşadıkça muhtaç olduğu dînî, dünyevî mesâil ve ahkâmdan müteşekkil bir
ilimdir. Binaen-aleyh bunların şerefleri, ehemmiyetleri derkârdır.
İlm-i Tefsîr'e gelince: Bunun mevzuu, Kelâmu'llah'dır; gayesi, beşeriyyetin ebedî saadetidir; hükümleri veçhile hareket ise bütün
insanlar için dînî bir ihtiyaçtır. Artık bundan ulvî bir mevzu', bundan mühim bir gaye, bundan ziyade halkın muhtaç olduğu bir
feyizler menbaı tasavvur olunabilir mi? Artık, Tefsir İlmi de, gerek mevzuundaki nihayetsiz şeref 'itibarîle ve gerek gâyesindeki
fevkalâde ehemmiyet i'tibarîle ve gerek kendisine olan umûmî bir ihtiyaç cihetîle en büyük bir şerefe, bir ehemmiyete
mazhardır.[48]

19- Tefsirlere Olan İhtiyaç:

Kur'ân-ı Azîm' in tefsirlerine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa Kur'ân-i Kerîm, bir belagat mu'cizesidir. Birçok mes'eleleri,
hükümleri pek açık, me'nus lâfızlar ile beyan buyurmaktadır. Fakat ilmî, ebedî, ahlâkî, hukukî içtimaî hakikatler ne kadar vazıh
birer tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar yine bunları herkes güzelce anlayamaz, bu babda şerhlere, îzahnâmelere ihtiyâç görülür.
Bu cihetledir ki en beliğ edîblerin, en muktedir müelliflerin eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.
Bununla beraber herhangi bir mesele, birçok meseleler ile alâkadar olabilir. Mütehassıs olmayanlar, bu alâkayı göremezler. Bu
mes'eleleri bir arada mülâhazaya, mütalâaya kadir olamazlar. Şarihler, müfessirler ise her meseleyi îzah eder ve o mes'ele ile ilgili
olan sâir mes'eleleri de meydana koyar. Artık bu hususta bilinmesi icabeden maddeler bir levha halinde göze çarpar, mütalâa
sâhibleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi elde edilir.
Bir de herkes, lâfızların, ibarelerin inceliklerini anlayamaz. Ve en ibret verici noktasına işaret olunan bir kıssanın, bir vak'anın
tafsilâtına vâkıf olamaz; müfessirler ise lâfızlara âid incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiblerin hakîkî meczâzî, kinevî
mânalarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler. Kıssalara, vak'alara dâir kâfi derecede ma'lûmat verirler. Artık bu suretle Kur'ân-ı
Kerîm' in hakikatleri, bedîaları büyük bir vuzuh ile münkesif olmuş olur.
Ma'lûm olduğu üzere Ashâb-ı Kiram, selikaları dolayısîle Kur'ân'ın mübarek nazmındaki mezâyâya vâkıf idiler. Âyetleri bizzat
Fem-i Saâdet'den dinleyip işiterek nasıl okunacaklarını biliyorlardı. Kur'ân’ın terkîbâtındaki mazmunları anlayabiliyorlardı. Buna
rağmen kendilerine yine bazı mübhem cihetler kalıyordu. O halde ya Hazret-i Peygambere veya eâzım-ı Sahabeden birine
müracaat ederek müşkillerini halle muvaffak oluyorlardı. Şu kadar var ki onların zamanlarında yazılı tefsirlere pek lüzum
görülmeyebilirdi.
Halbuki Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arab kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil,
umûmî bîr dîndir. Binaen-aelyh Kur'ân'ın meânîsinden her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde
ise ancak Tefsir vâsıtasîle kabil olabilir.
Şu da malûmdur ki, zamanların geçmesile Arabların selikaları bozulmuş, dil hususundaki selim melekelerine halel gelmiş, lisânın
mezâyâsına selefleri kadar nazarlarını infaz edemez olmuşlardır. Sâir kavimler ise bu selikadan, bu melekeden esasen mahrum
bulunmuşlardır.
O halde Kitabu'llah'ın gerek nazmını ve gerek mânâsını teşrih ve tasrîh ederek bu hikmet kaynağından tevâlî edecek, asırlarca
bütün Müslümanların istifâdelerini te'mine çalışmak îcâb etmez mi? Bu da mütehassıs İslâm âlimlerinin uhdelerine düşen en
yüksek bir vazifedir. İşte bir Farz-ı Kifâye olan bu vazife, müfessirîn-i kiram tarafından ifâ edilmiş oluyor.
Bir de i'tikada, amele, hilkat eserlerine ve sair bazı hususlara dâir Kur'ân-ı Kerîm'in bazı beyanâtı vardır ki, bunların hakkında
muhtelif re'yler, düşünceler vücude gelmiş, anlayış selâmetinden mahrum olan bir takım kimseler için birer iştibah noktası veya
birer i'tiraz vesilesi teşkil etmiştir. Bu ihtilâf ve iştibâhı kaldırmak, bu i'tirâzlara cevab vermek ise diyanet muktezâsıdır. İşte bu
i'tibâr ile de tefsirlere ihtiyaç görülmektedir.
Eğer herkes, kendi anlayışına göre Kur'an'a mânâ verse, Kur'ân'ın beyanatından hüküm çıkarsa birçok hakikatler kaybolur. Birçok
hatâlar meydana gelir, birçok ihtilâflar yüz gösterir, müslümanlar arasında vücudu matlûb olan vahdetten eser kalmaz.
Binaen-aleyh Kur'ân-ı Kerîm'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi olan yüksek bilgili zatlerin yazdıkları tefsirlere dâima
ihtiyaç vardır.
Hâsılı: Kur'ân-ı Mübîn, ehl-i îman için en mukaddes bir ahkâm mecellesidir. En müessir, nâfi bir nasihat ve hikmet mecmuasıdır.
En mübeccel, İlâhî bir kitabdır. Bu kudsî kitabın mânâları vahye müstenid olduğu gibi nazm-ı lâtifi de bir vahiy muhassalasıdır.
Mânâları veçhile amel olunduğu gibi mübarek nazmı ile de taabbüd olunur.
Bu Semavî Kitâb'ın i'tikada, ibâdete, muamelâta kısas ve ibere, va'd ü vaîde, âhiret umuruna ve sâire müteallik âyetlerini güzelce
anlayıp muktezâsınca hareket lâzımdır. Bu halde Kur'ân-ı Azîm' in ihtiva ettiği bu meseleleri bu hakikatleri tafsîlâtîle keşf ve îzah
icâbeder. Bu vecîbeye mebnîdir ki: Taraf-ı İlâhîden Resûl-i Ekrem Efendimize hitaben buyurulmuştur. Bunun içindir ki Kur'ân-ı
Kerîm' in ilk müfessiri Fahr-i Âlem, salla'llahu aleyhi ve sellem Efendimiz bulunmuştur.
Artık bütün mü'minlerin rehberi, bütün dînî ilimlerin en feyyaz menbaı olan Kur'ân-ı Kerîm için dînî ilimlerde ve sair ede
mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsirler yazılmasının lüzumunda iştibâha mahal yoktur, îşte bu lüzuma mebni de birçok
faydalı tefsir yazılmıştır. Nitekim kitabımızın ikinci kısmında bunlar görülecektir.[49]

20- Tefsîrlerin Taksimi, Rivayet Ve Dirayet Tarikleri;

Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır. Birinci kısım, selefden nakledilegelen eserlere müstenid olan (Tefsîr-i Nakli) dir ki buna (Bi-
Târiki'r-Rivâye Tefsir) de denir. Bu kısım tefsirlerde âyetlerin mânâları, nüzul sebebleri, nâsih ve mensûh olanları gösterilir.
Böyle rivayet yolîle tefsirlerin başlıca me'hazleri Hadîs-i Şerif kitablarîle Siyer ve Târih kitablarıdır. Bunlara muhalif, aklın
hükmüne münâfî olan rivayetlere i'timad olunamaz.
İkinci kısım, sonradan tedvin edilen Lügat İlmi, Belagat ilmi gibi ulûm-ı lisâniyyeye istinad eden tefsirlerdir. Bunlar bir
edereceye kadar menkulâtı da ihtiva eder. Bunlardan her birine de (Bi-tarîkı'd-Dirâye Tefsir) unvanı verilir.
Şimdi bu iki kısmı biraz izah edelim. Şöyle ki: Asr-ı Saâdet'de Edebî İlimler adını alan lügat sarf, nahiv, iştikak, meânî, beyan,
bedi, vaz' gibi ilimler müdevven değildi. Fakat Arablar selîkalarındaki mükemmeliyet, lisanlarındaki sıhhat ve selâmet i'tibarîle en
beliğ, edebî eserleri anlıyor, mezâyâsına vâkıf oluyor, bunları vücude getirebiliyor. Bu hususta birtakım müdevven ilimlere
muhtaç bulunmıyorlardı. Bir bedevi: nazm-ı Kur'ânîsini işitir işitmez hemen yere kapanmış, bu kelâmların belâgatine secde
ediyorum demişti.
İşte Ashâb-ı Kiram da kendilerindeki o fevkalâde selika, fıtrî kabiliyyet sayesinde Kur'ân-ı Azîmi pek güzel anlıyor, onun
hakayıkına, mezâyâsına, işaretlerine nazarlarını infaz edebiliyorlardı. Kendi zamanlarına âid olduğu için âyetlerin nüzul
sebeblerine, nâsih ve mensûh olanlarına da muttali' olabiliyorladı.
Hattâ Haccetü'1-Veda' esnâsında: Âyet-i Celîlesi Hâzil olunca Hazret-i Ebû-Bekir'in (Radiya'llahu anh) rakik olan kalbi çarpmıya
başlamış, mübarek gözlerinden şeffaf katreler serpilmiş, sebebini soranlara şöyle demişti: “Bu Âyet-i Celîle, Resûl-i Ekrem'in
İrtihal buyuracaklarını gösteriyor. Demekki din işleri tamam olmuş, artık Hazret-i Peygamberin kudsî vazifesi yerine getirilmiş,
kerîm olan Ma'buduna kavuşacağı zaman yaklaşmış...”
İşte Hazret-i Sıddık'ın bu intikali, Kur'ân'ın işaretlerine infâz-ı nazarın en ulvî bir derecesi demektir.
Ebû't-Tufeyl demiştir ki: “Ben Hazret-i Ali'nin irâd ettiği bir hutbede hazır bulundum; diyordu ki: “Benden dilediğinizi sorunuz,
va'llahi benden her ne sorarsanız size haber veririm. Bana Kitabu'llâh'dan sual ediniz; hiç bir âyet yoktur ki ben onun gecede mi,
gündüzde mi, kırda mı, tepede mi nazil olmuş olduğunu bilmiyeyim.”
İşte bu da Hazret-i Ali'nin Kur'ân-ı Kerîm hakkında ne büyük ilmî bir ihata sahibi olduğunu gösteriyor. Sâir birçok Sahâbe-
i Güzin de böyle idi.
Eshâb-ı Kiram, selika yardımîle bilinemiyecek hususları da Resûl-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve sellem Efendimiz' den
işitmek sûretîle öğrenmişlerdi. Hangi bir meselede iştibah vâki' olsa, hangi bir hakikate vukuf mecburiyeti hâsıl olsa hemen
vahiy ve ilhâmâtın feyyaz bir menbaı olan Nebiyyi-i Zî-Şân Hazretlerine müracaat ederek bu dînî ihtiyaçlarını tatmin ediyorlardı.
Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiye diyor ki: “Şunu bilmek icâbeder ki Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâb-ı Kirâmına Kur'ân'ın lâfızlarını
beyan ettiği gibi mânâlarını da beyan buyurmuştur. Hak Teâlâ'nın: Kavl-i Şerifi her ikisine de şâmildir.”
Ebû-Abdi'1-Rahman el-Selemî'nin verdiği ma'lûmat da bunu müeyyiddir. Bu zat diyor ki: “Hazret-i Osman ve Abdu'llah İbn-i
Mes'ud gibi Kurra'dan olan zatler, Resûl-i Ekrem'den Kur'ân teallûm ederken daha on âyeti tecâvüz etmeden durur, bunlardaki
ilim ve ameli de öğrenirlerdi. Ve derlerdi ki: Biz Hazret-i Peygamber'den Kur'ân ile ilim ve ameli birlikte öğrendik. Bunun içindir
ki bazı sûreleri ezberlerken bir müddet durur, bunların hakikatlerine vukuf için teenni gösterirlerdi.”
Filhakika bu cihetledir ki Ashâb-ı Kiram, Kur'ân-ı Kerîm' in tefsiri huşunda birçok ma'lûmatı hâiz bulunuyorlardı. Faydalı ilimleri
neşr ve ta'mim, dînî bir vazife olduğundan Ashâb-ı zevü"ihtiram, kendi malûmatlarını başkalarına da naklediyor, bu suretle tabiîn
tabakasında bulunan zatler de bu ma'lûmattan tamamîle müstefîd olabiliyorlardı. Sonra bu zatler de böylece dinleyip telâkki ettikle
şeyleri “Teba-ı Tabiîn” denilen müteâkıb nesillere nakl ve ta'lîm ediyorlar.
Şunu da söyliyelim ki: Resûl-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e veya Eâzım-ı Ashâbdan herhangi birine ref edilen
bu nakiller, bu rivayetler fevkalâde bir usûl dâiresinde zabtedilmiştir. Gerek rivayet edilenlere ve gerek rivayet edenlere âid olmak
üzere birtakım usûllere, menâhiç denilen kaidelere, düstûrlara pek ziyade i'tinâ olunmuştur. Sahih olan menkulât, tam bir vüsûk ile
taayyüm etmiş, sadırlarda menkûş olan birçok ma'lûmat, satıralara da intikal edegelmiştir. Nitekim Usûl-i Hadîs İlmi bu hakikati
pek güzel göstermektedir,
İşte bu nakil ve rivayet neticesinde (Tefsir-i Naklî Bi-Tarîkı'r-Rivâye Tefsir) kısmı, vücûde gelmiş oldu. Ve bunlar: Kur'ân-ı
Mübîn'in mânâlarını, âyetlerin kırâet vecihlerini, muhkem ve müteşâbih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını, nüzul sebeblerini
bildiren sahîh rivayetlerden müteşekkil bulundu. Herhangi bir âyet-i kerîmeyi diğer bir ayet ile veya bir sünnet ile veya Sahâbe-i
Kiramın kâvlîle îzah ve tefsir etmeğe (Tefsir Bi'l-Me'sûr) namı da verilmiştir.
Maa-mâfih Kur'ân-ı Azîm' de mahzâ Hakk'ın kudretini tefekküre ve geçmiş ümmetlerin vakalarını tedebbür ve teemmül ile intibah
kazanmaya bir vesile olmak üzere birçok âyetler vardır ki, bunlar gayet beliğ ve aynı zamanda gayet vecîz bir tarzda nazil
olmuştur. Bunların bir kısmı bu âlemin nasıl tekevvün ettiğini, Hazret-i Âdem'in nasıl yaratıldığını birtakım eski kavimlerin nasıl
yaşayıp ne olduklarını bildirmektedir. Ancak bu gibi hususlar, dînin asıl maksadlarından olmadığı cihetle bunlara dâir tafsilâtı
muhtevi değildir.
Arablar ise bedâvet halinde yaşamış, âlemin vak'alarından bihaber bulunmuşlardı. İçlerinde bulunan ve Ehl-i Kitab denilen
Yahudiler ile İsevî'ler ise oldukça okuryazar ve ellerinde bulunan Tevrat ve İncil gibi kitabların bildirdiği bazı ma'lûmat ile
mücehhez bulunurlardı. Bunlardan şeref-i İslâm'a nail olanlar, âlemin yaradılışı ve sâire hakkındaki eski bilgilerini Müslümanlar
arasında yayıp duruyorlardı. Bunların verdikleri ma'lûmat, diyanetle alâkadar olmadığından bilâ tedkik dinleniyor, bunların
naklinde bir mahzur görülmüyordu.
Binaen-aleyh rivayet tarîkîle olan tefsirlerde bu kabil menkulât da yer bulmuş oluyordu. Halbuki bu menkulâtın büyük bir kısmı
hakikate uygun bulunmamıştır.
Hakîm-i Şehir İbn-i Haldun, (Mukaddime) sinde diyor ki: “Tâife-i Arab ibtidây-ı hallerinde ehl-i ilm ve kitab olmayıp bedeviyyet
ve ümmîlikleri gâlib idi. İnsan ise esbâb-ı mükevvenâtı ve ibtidây-ı hilkat-i âlemi ve esrâr-ı mevcudatı bilmeğe bittabi' meyyal
olarak Arablar dahi bunlardan birini bilmek istediklerinde kendilerinden evvel ehl-i kitab olan milletlere suâl edip onlardan
öğrenirler idi. Onlar dahi tâife-i Yahûd ile onlara tâbi' millet-ı Nasârâ'dan olan ehl-i Tevrat idi. Ol vakit Arab içinde bulunan ehl-i
Tevrat dahi Arab gibi bedevi olarak bir şey bilmeyip ancak ehl-i kitabın avamının bildiğini biliyorlar idi. Ve onların ekseri Himyer
kabilesinden yahûd dînîle mütedeyyin olanlar idi. Sonra vaktaki İslâm ile müşerref oldular ise lâzimü'l-ihtiyat olan ahkâm-ı
şer'iyede Şer'-i Şerîf-i Muhammedîye isnada münhasır olup ancak ibtidây-ı hilkat-ı âleme dâir olan haberlerde ve melâhim ve
gazavâta müteallik hikâyatta ve bunların emsali vâcıbü'l-ihtiyat olmayan mevâdda eski bildikleri üzere kaldılar ve bunlar, Ka'bü'l-
Ahbar, Veheb İbn-i Münebbih ve Abdu'llah İbn-i Selâm ve onların emsali Ashâb-ı Kirâm'dır ki böyle ahkâm-ı şer'iyeden hâriç
olan maddelerde onlardan menkul olan rivâyât ve hikâyât bizzat yahud bi'1-vâsıta rivâyât-ı sahîha ile Efendimiz aleyhi's-selâm'a
isnad ve îsal olunmayarak yalnız onlardan menkul olan ahbâr-ı mevkufe kabilinden olduğu halde bu menkulât ile tefsirler doldu.
Ve bu ahbâr-ı menkule, ahkâm-ı şer'iyyeye dokunur ve sahîh olduğu takdirce mûcib-i amel olur ve olmadığı surette bir amelin
terkini îcâbeder mevadd-ı şer'iyeden olmamak hasebîle ibtidâları bunların sıhhat ve adem-i sıhhati teftiş ve taharri olunmadı...
Sonra vaktaki nâs dâiye-i tahkik ve tedkîka rucu' ettiyse mağrıbda müteahhirînden Ebû-Muhammed İbn-i Atiyye gelip bu tefâsîrin
küllisini telhis ve tenkîh etti ve sıhhate akreb olan rivâyâtı taharri ve intihâb ederek Mağrıb ve Endülüs ahâlîsi beyninde meşhur ve
mütedâvil olan Tefsîr-i Şerif ve Kitâb-ı Lâtifi te'lif etti. Bu yolda İmâm-ı Kurtubî dahi onun isrine giderek veçh-i mezbûr ve uslûb-
i mastûr üzere bir tefsir tasnif etti ki, Meşrık'da meşhurdur.”
Bu halde rivayet tarikiyle olan tefsirlerin münderecâtı iki kısma ayrılmış oluyor. Bir kısmı tam bir usûl dâiresinde ve kemâl-i i'tinâ
ile tetkik ve tenkîd ve sıhhati tevsik edilen ve şer'î hükümler ile alâkadar bulunan menkulâttır. Diğer bir kısmı da sırf târihe âlemin
hilkatine, ümmetlerin sergüzeştine dâir olan menkulâttır. Vâkıdî, Taberî, Seâlebî gibi zatlerin tefsirleri bu iki kısım menkulâtı
muhtevi bulunmaktadır.
Bu zatler, diyanetle alâkası olmayan menkulâtı yazmakla iktifa etmiş, bunların sıhhatlerini bittabi iltizam etmemişlerdir. Nitekim
târihî, içtimaî, felsefî kitablarda da birtakım esâtîrî, sahîf ma'lûmat vardır ki bunların nâkilleri de bunların birer hakikat olduğuna
kail değildirler. Bunlar, insanlık âleminde yapılmış olan hikâyeleri, kanâatleri, an'aneleri mücerred ahlâfa bildirmek maksadîle
yazılır şeylerdir.
Halbuki bu noktayı nazara almayan bazı ecnebi münakkıdler, İslâm müellefâtında münderiç olan bu kabil bazı ma'lûmatı vesile
ittihaz ederek tenkide cesaret göstermişlerdir. Hakikati halde ise böyle bir tenkide mahal yoktur. Esâtîrî, gayr-i hakîkî menkulât
bütün kadîm milletlere, hususîle muharref kitablara mu'tekid bulunan Yahudiler ile Hıristiyanlara âid olduğundan İslâm
âlimlerinin yaptığı şey, bunları yalnız bir nakilden başka değildir. Asıl tenkîd, bu bâtıl şeyleri birer hakikat telâkki edenlere
teveccüh eder.
Bakınız bir misal arzedelim: Bazı tefsirlerde Hazret-i Âdem ile Havva kıssasında Şeytan'ın ne suretle Cennet'e girerek Hazret-i
Havva'ya vesvese vermiş olduğu yazılıdır. Bu babtaki tafsilât ise sırf ehl-i kitabdan alınmıştır. Bir kere ehl-i kitabın ellerinde
bulunan Tevrat'a göre “Yılan hayvanların en zîreği idi. Aden bahçesine girmiş, karıya, yani Hazret-i Havva'ya demiş ki: “Şu
ağaçtan yer iseniz size hayır ve şerma'lûm olur; artık burada ebedî bir halde yaşarsınız. Bunun üzerine. Hazret-i Havva bundan
yemiş, muhterem kocası Hazret-i Âdem'e de yedirmiştir.” Sonra bu yılan hikâyesi şu şekli almıştır: “Yılan dört ayaklı ve gayet
güzel bir hayvan idi. Cennet'in hâzinlerinden, bekçilerinden bulunuyordu. İblîs, Cennet'e girmek istedi bırakmadılar; yılanın
ağzına girdi, o vâsıta ile Cennet'e varıp Hazret-i Âdem ile Havva'nın memnu' ağaçtan yemelerine sebeb oldu. Bunun neticesinde
de yılan bir ceza olarak şimdiki sürünür hâline gelmiş, yeryüzünde Isfehan diyarına indirilmiştir.”
Büyük Müfessir Fahrü'd-dîn-i Râzî ise bu rivayeti şöylece tezyif etmektedir: “Bilmelidir ki bu ve emsali rivayetler, iltifat
edilmemesi îcâbeden şeylerdendir. Çünkü İblîs eğer yılanın ağzına girmeğe kadir bulunmuş ise neden doğrudan doğruya yılan
suretine temessül ederek Cennet'e girmeğe kadir olamamıştır? Bununla beraber eğer İblîs, yılanın ağzına girmiş ise bundan dolayı
yılan ne için ukuubete uğramıştır. Halbuki yılan ne akıllıdır, ne de mükelleftir.”
Hâsılı rivayet tarîkındaki böyle bazı gayr-i ma'kul nakiller mütefekkir müfessirlerimiz tarafından tenkîd
edilerek mâhiyyetleri meydana konulmuştur.
Dirayet tarikiyle olan tefsirlere gelince: Bunlar da birer lüzuma, birer maslahata müstenid bulunmuşlardır. Şöyle ki: Evvelce de
arzedildiği üzere Arablar vaktîle lisanlarının bütün inceliklerine, meziyyetlerine hâkim bulunuyorlardı. Müfred lâfızların
vasıflarını, mânalarını biliyorlardı, kelimelerin i'râbını, iştikakını, ibarelerin muhtelif üslûblar ile irâd edilebilmesini, sözlerin
muktezây-ı hâle göre söylenmesini ve bazı san'atler ile tezyin edilmesini bilip bu babda müdevven edenlere muhtaç olmaksızın
tatbik edebiliyorlardı. Fakat bilâhare selikaları bozuluyor, lîsan hususundaki melekeleri za'fa uğrayıp, Arablar. menbamdan taşan
seriü'l-cereyan bir ırmak gibi her tarafa dağılıyorlar, muhtelif kavimler ile karışıyorlar. Artık Arab lisânını muhafaza ve vikaye
için usûller konuluyor, kaideler vaz'ediliyor, lûğat, sarf, nahiv, belagat gibi fenler vücude geliyor, Arabçaya hakkîle vukuf, bu
fenlere riâyet sayesinde kabil olabiliyor. Kurân-ı Kerîm dahi Arab lisanı ve Usul-i belâğati üzerine nazil olmuş bulunduğundan
bunun tefsiri hususunda da bu fenlere ihtiyaç görülüyor. İşte bu sebeble de dirayet yolîle olan tefsirler vücûde gelmiş bulunuyor.
Zimahşerî'nin meşhur tefsiri bunun en belîğ bir nümûnesidir.
Bununla beraber dirayet tarikiyle yazılan tefsirlerin ihata dâireleri gitgide daha genişlemiştir. Çünkü İslâm ülkeleri genişleyerek
muhtelif fenler ile felsefî fikirler ile mücehhez kimseler İslâm şerefine nail oluyor, milletler arasında müşterek olan bir kısım
fenler, ilimler, Müslümanların arasında da yayılmaya başlıyor. Muhtelif mezhebler, meslekler erbabı zuhur ediyor. Binaen-aleyh
tefsirlere de bu hususlara dâir ma'lûmat dercedilmesine lüzum görülüyor. Artık müfessirler, Kur'ân-ı Kerîm' in lâfızlarını,
terkîblerini bir ilim hâlinde tedvin edilen edebî usûle tatbîka mecbur oldukları gibi ahkâma müteallik âyetleri de fıkıh dâiresinde
îzâh mecburiyetinde kalıyorlar. Arza, semâvata dâir âyetleri tekvin ve hey'et ilimlerindeki meseleler ile mütenazır bir halde tesrîh
ve tevcihe çalışıyorlar. Ahlâka, içtimaiyata mütedair âyetleri şerhederken felsefî ahlâk ve içtimâi bilgiler esaslarını da nazara
alıyorlar. İbret âmîz kıssalar hakkındaki âyetleri teşrîh ederken kâinat târihinin kaydettiği ma'lûmatı dermeyan ediyorlar. Muhtelif
mezhebler erbabı tarafından îrâd edilen fikirleri, i'tirazları, münazara ilmi dâiresinde zikr ve cerh ederek keiâm ve mantık
kaidelerine tatbîkan kendi mezheblerini, kanaatlarını isbâta gayret gösteriyorlar. Ve her müfessir yazdığı tefsirde kendi ihtisası
dâiresinde bulunan ilimler ve fenler için daha ziyade sahife ayırıyor. İşte bu sebeble de Tefsir sahasında muhtelif meslekler
vücûde gelmiştir. Bunlara (Meşâribü'l-Müfessirîn) de denir. Nitekim (Tabâkatü'l-Müfessirîn) kısmında görülecektir.
Şunu da ilâve edelim ki: Dirayet yolîle yazılan ve muktedir zatlara âid bulunan tefsirlerde menkulât, rivâyat da büsbütün terk
edilmiş değildir. Belki bunlar, tefsirlerin asıl ruhlarını teşkil etmektedirler. Bu tefsirlerde birçok âyetler, hadîsler ile îzah ediliyor.
Bu asıl kaynaklardan tasrîh edilerek veya edilmeyerek pek çok istifade edilmiş oluyor.
Velhasıl: Heer iki kısım tefsirin de şüphe yok ki pek büyük ehemmiyeti vardır. Biz bunların hiç birinden müstağni olamayız.[50]

21 - Dirayet Tarikiyle Yapılan Tefsirler İle Re'ye Müstenid Tefsirler Arasındaki Fark:

Dirayet yolîle yazılmış tefsirler, aşağıda müfessirlere âid yazacağımız âdâb ve şeraite tevfikan muhtelif mertebelerde vücûde
getirilmiş tefsirlerdir ki, bunların cevazında, lüzumunda şüphe edilemez. Bu cihetledir ki öteden beri birçok islâm eâzımı
tarafından bu yolda muhtasar ve mufassal bir nice tefsirler yazılmış, Kur'ân-ı Kerîm'in meâlîsini izaha, İslâm muhitini tenvire
hizmet gayesi ta'kib edilmiştir.
Tefsir bi'r-re'ye gelince bu, delile, sahih bir asla, nakle müstenid olmaksızın mücerred re'y ile, indî içtihad ile yapılan tefsirdir.
Böyle bir tefsir dînen memnu'dur.
Âyetlerîle Hadîs-i Şerifi böyle bir tefsirin caiz olmadığını bildirmektedir.
Îbn'n-Nukayb'e göre re'y ile olan tefsirler beş türlüdür:
1- Tefsir için cevaz veren ilimleri elde etmeden yapılan tefsirler.
2- Hak Teâlâ'dan başkasının bilmediği müteşâbihâta dâir kat'î surette olan tefsirler.
3- Herhangi bozuk bir mezhebi takrir ve te'yid için yapılan tefsirler ki, mezheb asıl, tefsir tâbi' tutulur. Tefsir, velev en zaif bir
tarîk ile olsun mezhebe irca' edilir.
4- “Allah'ın muradı böyledir.” diye kat'î surette bilâ delil vuku' bulunan tefsirler.
5- Keyf ve havaya uymak sûretîle yapılan tefsirler. Nitekim Batınîyye, Hurufîyye gibi birtakım bâtıl meslekler sâhiblerinin tefsir
diye yazdıkları mânâsız şeyler bu kabildendir. Bunlar, ilim kaidelerine muhalif, ümmetin icmâına münâfî, semavî kitabların
nüzûlündeki hikmete ve gayeye aykırı olan şeylerdir. Bu gibi cüretkârların tutulacakları elim mücâzâtı Hadîs-i Şerifi
göstermektedir.
Su kadar var ki müfessirler için lâzımgelen ilimler ile, şartlar ile mücehhez olan bir zâtın, Sahih Hadîslere muvafık, şeriat
kaidelerine mutabık olmak üzere bazı âyetlerin delâlet ettiği hakikatlere, nüktelere, bedîalara işarette bulunması bir (re'y-i
mahmûd - müstahsen bir re'y) dir ki bu tecvîz edilmektedir.[51]

Üçüncü Bölüm

Müfessirler Ve Bazı İlimler Hakkında Umûmî Ma'lûmâtı Muhtevidir


Mündericât: Tefsir ile sıkı alâkası olan bir kısım ilimler Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler Müfessirlerin âdâb ve şeraiti
Müfessirlerin arasında görülen bazı ihtilâfların hedefleri ve İhtilâfların nevi'leri.[52]

22 -Tefsîr İle Sıkı Alâkaları Olan Bir Kısım İlimler:

Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'ın tefsîrîle pek ziyade ilgili bulunan bir kısım meseleler vardır ki, bunlar mevzû'Iarı i'tibârîle birer zümreye
ayrılmış, her zümre bir ilim halinde tedvin edilmiş, bunlara âid birçok kitablar da te'lif olunmuştur. Bu ilimlerin başlıcaları elliyi
mütecavizdir. Biz bunlardan dokuzunu muhtasarca kaydedeceğiz. Bunların tafsilâtı için İtkan'a, Mahzenü'1-Ulûm'a, Mevzûâtü'l-
Ulûm'a müracaat edilmelidir.
1- (İlmü Esbâbi'n-Nüzûl): Bu ilim sayesinde âyetlerin nüzûllerindeki sebebler bilinir. Âyetlerin bir kısmı bir suâle, bir hâdiseye,
muayyen bir vak'anın ileride vuku'bulacağını ihbara ve sâireye binâen nazil olmuştur. Bunlar birer nüzul sebebidir. Bu gibi
sebebler, Ashâb-ı Kirâm'ca ma'lûm ve onlardan menkul bulunmuştur. Binaen-aleyh Esbâb-ı Nüzûl' ü bilmenin yolu, nakl-i
sahîhden ibarettir.
İbn-i Teymiye diyor ki: “Bir âyetin sebeb-i nüzulünü bilmek o âyeti anlamaya yardım eder. Çünkü sebebe vukuf, müsebbibe
vukufu irâs eder.”
Filvaki' seleften bir cemâat bazı âyetlerin mânâları hakkında işkâle ma'ruz bulunmuş iken bilâhare bunların nüzulleri esbabına
vâkıf olunca bu işkâlden kurtulmuşlardır. Bu sayede ahkâm-ı şer'iyyenin hikmeti de aletta'yîn bilinmiş olur.
Bâzan bir âyet-i celîle için müteaddid nüzul sebebleri rivayet edilmektedir. Eğer bu sebeblerin içtimâi ihtimal dâiresinde ise her
biri sebeb olarak kabul edilebilir. Eğer ihtimal dâiresinde değil ise rivayetler tetkik edilir, müreccah görülen sebeb kabul olunur.
Esbâb-ı nüzul hakkındaki kitablardan İmâm-ı Suyûtî'nin: unvanlı eseri
matbu’dur.
2- (İlmü Müfredâti'l-Kur'ân) : Bu ilim Kur'ân-ı Azîm'deki âyetlerin mânâları ve hükümleri i'tibârîle hususî hallerinden bahseder.
Binaen-aleyh hangi âyetlerin en beliğ, en ziyade mânâları cami', hangi âyetlerin en ziyade beşaret verici veya korku arttırıcı
bulunduğu bu ilim sayesinde malûm olur.
İmâm-ı Şâ'bî'den rivayet olunuyor ki: Hazret-i Ömer radiya'llahu Teâlâ anh bir yolculuğu sırasında bir kafileye tesadüf etmiş,
müşârün-ileyhin emri üzerine: (bu cemâat nereden geliyor) diye nida ederek sormuşlar. Kafile tarafından; uzak bir yoldan gelerek
Kâ'be-i Mükerreme'yi ziyaret etmek istiyoruz) diye cevap verilmiş.
Hazret-i Ömer bukafile içinde mutlaka âlim bir zat var, çağırarak sorunuz bakalım, Kur'ân-'ın hangi âyeti a'zamdır, diye emreder.
Sorarlar. Kafile tarafından: Ayeti'dir denilir.
Tekrar Kur'ân-ı Kerîm'in hangi âyeti ahkemdir, diye sorulur. Âyet-i Celîlesi'dir diye cevap verilir.
Kur'ân-ı Mübîn'in hangi âyeti daha cem'iyetlidir, diye sorulur. Âyet-i Celîlesi'dir denilir.
Tekrar Kur'ân-ı Mübîn'in en hüzün verici âyeti hangisidir, diye sorulur. Ayeti'dir, diye cevap verilir.
Kur'ân-ı Kerîm'in en ziyade reca ve ümid veren âyeti hangisidir, diye suâl edilir.
Bunun üzerine Faruk-ı A'zam Hazretleri, bu kafilede İbn-i Mes'ud olmalı, bir kere sorunuz bakalım, diye emreder. Sorarlar. İbn-i
Mes'ud Hazretlerinin, kafilede bulunduğu anlaşılır.
Filhakika o bînazîr allâme, kafilede bulunarak bütün bu cevapları kendisi vermiş idi.
3- (İlmü Î'râbi'l-Kur'ân): Bu ilim, âyetlerdeki müfredlerin, terkiblerin müsned, müsnedün-ileyh, muzaf, muzâfün-ileyh, sıfat, hal,
bedel ve sâire i'tibârîle nasıl okunub nasıl yazılacağını bildirir.
İ'rab hususundaki bir hatâdan dolayı ibarenin mânâsı tebeddül eder, yanlış bir zehâb hâsıl olur, lahn denilen lisan hatâsı husuûle
gelir. Bu cihetle i'râba riâyet pek lâzımdır. Nitekim Kur'ân'ın mânâsını güzelce anlıyamıyan bir kimse:Âyet-i Celîlesi'ndeki
kelimesini esire okuyarak büyük bir hatâya düşmüş idi. Bu hâdise de i'râba olan ihtiyacı bir kat daha isbat etmiş olduğundan bu
hususta eserler yazılmış ve hareke ihdas edilmiştir.
İbn-i Hayya'nın tefsirinde Kur'ân-ı Mübîn'in i'râbı gösterilmiş, bu hususta birçok letâif serdedilmiştir.
4- (İlmü Ma'rifeti Garîbi'l-Kur'ân): Bu ilim, Kur'ân-ı Mâbîn'in garib nâmîle anılan bazı lâfızlarının mânâlarını bilmeğe hizmet
eder. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm'in bazı lâfızları ve terkîbleri vardır ki, bunlar fusahây-ı Arabın edebî eserlerinde müsta'mel ise
de halk arasında şayi' değildir. Bu cihetle garîb adını alan bu lâfızların ve terkîblerin mânâlarını bilmek müfessirler için
pek lâzımdır. Bu hususta bazı kitablar te'lîf edilmiştir. (Müfredât-ı Râgıb ile Ebû-Ömer-i Zâhid'in ve Azîz-i
Sicistânî'nin kitabları bu cümledendir.
İmam-ı Suyûtî, Garîbü'l-Kur'ân'a müteallik olub İbn-i Abbas Hazretlerinden ve sâir Sahâbe-i Kiram'dan sahîh senedler ile sabit
olan kavilleri (itkan) unvanlı kitabında yazmıştır, Bunlardan birkaç misal:
Tefsirlerde bazı garib lâfızları îzah maksadîle Arab bülegâsının şiirleri yazılmış bulunmaktatır. Kur'ân-ı. Mübîn, Arab lisanı
üzerine inmiş olduğundan Kur'ân'daki kelimelerin Arab lisanında nasıl isti'mal edilmiş olduğunu göstermek için Arab eş'ârına
müracaat edilir.
İbn-i Abbas Hazretleri diyor ki: “Şiir Arab dîvânıdır. Binaen-aleyh Hak Teâlâ'nın bize Arab lisanı üzere indirdiği Kur'ân'ın bir
lâfzı hafî kalınca Arabın dîvânına müracaat eder, o lâfzın mânâsını orada ararız.
Bu halde şiir asıl sayılmış, şiir ile Kur'ân üzerine ihticac edilmiş olmaz. Belki bu şiir vâsıtasîle Kur'ân kelimelerinin tasrîh ve
tebyîn edilmesi kastedilmiş olur. Nitekim İbn-i Abbas (radiya'llahu Teâlâ anh) Hazretlerine Nazm-ı Şerîfi'nde nın mânâsı nedir?
diye sorulmuş, o da yapışkan manasınadır, diyerek Nâbiga'nın şu beytini okumuştur.
Yani: Hayrı kendisinden sonra artık şer olmıyacak bir şey' sanma şerri de sabit, muttasıl bir felâket zannetme; bunlar bir hal üzere
kalamaz. Binaen-aleyh ne ihtiyatı elden bırakmalı, ne de ye'se düşmeli.
5- (İlmü Mübhemâti'l-Kur'ân): Bu ilim Kur'ân-ı Kerîm'de tasrîh edilmeyip mübhem bırakılan bazı isimleri, hâdiseleri bildirir.
Şöyle ki: Bazı âyetler vardır ki kimlerin ve hangi hâdiselerin hakkında nâzl olmuş olduğu pek sarih değildir. Meselâ Âyet-i
Kerîmesi'ndeki muhacirden murad kimdir? Bu mübhem bulunmaktadır.
Maa-hâzâ bu gibi âyetlerde lâfzın umûmiyyetine bakılır, sebebin husûsiyyetine bakılmaz. Binaen-aleyh hak yolunda
ölenler, bütün bu hükme tâbi'dirler.
Bu gibi mübhemat, nakil ile bilinir, re'y ile bilinmez. Bunlarda birtakım hikmetler vardır. Zikirden istiğna hâsıl olması, veya setrin
matlub bulunması bu cümledendir.
Mübhemat hakkında müstakil kitablar yazılmıştır. Süheylî ile İbn-i Asâkir'in kitabları bu cümledendir.
6- Bu ilim ile muhkem ve müteşâbih olan âyetler ve bunların umumî hükümleri bilinir. Muhkem ile müteşâbihin mâhiyyetleri
hakkında müteaddid kaviller vardır. Bazı zatlere göre muhkem, muayyen bir mânâya, bir veçhe müteveccih olan âyettir.
Mütesâbih ise müteaddid vecihlere ihtimali bulunan âyettir. Diğer bazı zatlere göre muhkem, beyâna muhtaç olmaksızın mânâsı
anlaşılan âyettir. Müteşâbih ise beyânı umulmayan, yani bizim için mânâsını anlamak ümidi bulunmayan âyettir. Bazı sûrelerin
evvellerindeki hurûf-ı mukattaa gibi Allahu Teâlâ'ya yed, vecih, istiva isbât eden âyetler de bu kabildendir.
Acaba en kuvvetli, mütefekkir âlimler için müteşâbihâta ıttıla' kabil midir? Bu ihtilaflı bir meseledir. Sahâbe-i Güzin'den,
Tâbiîn'den ve sair Ehl-i Sünnet âlimlerinden birçoklarına göre müteşâbihâta muttali' olmak kabil değildir. Bunları bilmek yalnız
Hak Teâlâ'ya mahsûstur. Bunlar, insanları imtihan için. İnsanlara acizlerini hatırlatmak için, insanları azamet ve tekebbürden
korumak için nazil olmuştur.
Fakat İbn-i Abbas'dan bir rivayete göre müteşâbihâta vukuf, mümkündür, İmam-ı Nevevî diyor ki: Allahu Teâlâ'nın
kullarına anlıyamıyacakları bir şey ile hitab buyurması müsteb'addir. Binaen-aleyh İmam-ı Nevevî de, İbn-i Hâcib de bu imkâna
zâhibdirler. Âyet-i Celîlesi iki zümreye de delil olabilir. Nitekim tefsirlerde îzah edilmiştir.
Râgıb-ı Isfehânî, Müfredât-ı Kur'aniye'sinde müteşâbihâtı üç kısma ayırmıştır. Bir kısmına ıttıla' mümkün değildir, kıyamet vakti
ile emsali gibi. Diğer bir kısmına ıttıla' mümkündür. Garîb lâfızlar, muğlâk hükümler gibi üçüncü kısmına ise yalnız denilen
kuvvetli âlimler muttali' olabilirler.
Resûl-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve sellem Efendimizin İbn-i Abbas hakkında diye dua buyurmaları bu kısma işaret havidir.
7- Bu ilim, âyetler ve sûreler arasındaki münâsebetleri gösterir. Filvaki' Kur'ân-ı Mübîn'in mübarek âyetleri, sûreleri ve bunların
fâtihalarîle hatimeleri arasında pek lâtif bir münâsebet, bir insicam, bir hüsn-i tertib vardır. Bazı âyetlerin veya sûrelerin
arasındaki münâsebet ilk nazarda görülmiyebilir. Fakat, nüzul sebeblerıne, makam muktezâsına, muhâtabaların vecihlerine,
muhitin ve zamanın îcablarına, muhâtabaların ruhî hallerine muttali' olanlar, bunların aralarında ne kadar mükemmel bir
münâsebet bulunduğunu derhal anlarlar.
İmam Fahrü'd-Dîn-i Râzî der ki: “Kur'ân-ı Azîm, lâfızları, mânâları i'tibarîle bir mu'cize olduğu gibi âyetlerinin tertibi i'tibârîle de
bir İlâhî mu'cizedir. Hayfâ ki birçok müfessirler, bu husustaki letâife, dekaik-ı esrara vâkıf olmadıklarından tefsirlerinde bu
münâsebetleri beyâna tasaddî etmemişlerdir.”
Bu ilim ile ilk uğraşan zat, rivayete göre Şeyh Ebû-Bekr-i Nisabûrî'dir. Bu ilme dâir Burhanü'd-Dîn İbrâhim el-Bıkaaî'nin unvanlı
bir kitabı vardır. İmam-ı Suyûtî'nin adındaki eseri de meşhurdur.
8- (İlmü Havassi'l-Kur'an): Bu ilim, Kur'ân-ı Kerîm'in mübarek âyetlerindeki yüksek hassaları bildirir. Ma'Iûm olduğu üzere
Kur'ân-ı Azîm, bir Kitâb-ı İlâhî'dir; beşeriyeti hidâyete, saadete kavuşturmak için gönderilmiştir. Bunun bir ma'rifet ve irfan, bir
havas ve hikem hazînesi olduğunda kim şüphe edebilir.
Birçok sûrelerin, âyetlerin büyük büyük hassaları sulehây-ı ümmetin tecrübelerîle sabittir. Bununla beraber bu hususta bir hayli
Ahâdîs-i Şerife de vardır.
Hazret-i Enes'den şöyle mervîdir: “Yatağına yattığın vakit Fâtiha-i Şerîfe ile İhlâs sûresini okudun mu, ölümden başka herşeyden
emin olursun.” Bu ilme dâir İmâm-ı Gazâlî'nin ve sâirenin telifleri vardır. Bu babda evvelce bazı ma'lumat vermiş bulunuyoruz.
9- Buna (Hikmet-i Teşrîiyye) de denir. Bu ilim yukarıda da beyan edildiği üzere Kitabu'llah ile, Resûl-i Ekrem'in sünnetîle îcmâ-ı
Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ ile sabit olan şer'î hükümlerin hikmetlerinden, fâideleriyle gayelerinden imkân miktarınca bahseder.
Dînî vazifelerimizin bir kısmı birer emr-i teabbüdî olduğundan bunlarda hikmet aramak, yani bunlar ne için böyle olmuş da şöyle
olmamış demek doğru olamaz.
Meselâ: Sabah namazı, iki rek'at, akşam namazı üç rek'at, diğer namazlar dörder rek'at olarak farz kılınmıştır. Bu bir emr-i
teabbüdîdir. Şâri-i Hakîm, bunları böyle meşru' kılmıştır. Artık bunun ne için böyle meşru' olduğunu araştırmak ma'kul değildir.
Fakat sabah, öğle ve sair vakitlerde kılınan namazların o vakitlerde edâ edilmelerindeki hikmeti araştırmak, bu hususta münâsib
vecihler dermeyan etmek mümkündür. Nitekim Tefsîr-i Kebir'de bunlara dâir mütâlâat vardır.
Hâsılı birçok şer'î hükümlerin, namaz, oruç, hac ve zekât gibi dînî vazifelerin hikmetlerini, faydalarını araştırmak caiz, bu babda
hakimane mütâlâalar serdedilmesi kabildir.
Şâri-i Mübîn ki, Hakim ve Alîm olan Allahu Teâlâ'dır. Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz ki Nebilerin hâtemi, mürsellerin efdalidir. Dîn-
i İslâm ki, İlâhî dinlerin sonu ve hepsinin ekmelidir. Artık Müslümanlıktaki dînî hükümlerin, emirlerin, nehiylerin hikmetten hâlî
olamayacağı bedîhî değil midir?
Bu hikmeti anlamak ise kalbe itmi'nan, zihne neşat, fikre inkişaf verir. Dîne bağlılığı arttırır, dînî hükümlere riâyeti kolaylaştırır.
Tefsirlerde ve sair dînî kitablarda Hikmet-i Teşr'iyye'ye dâir müteferrik mebhasler vardır. Bununla beraber âlimlerimizden bazı
zatler, bu hususta müstakil kitablar da te'lif etmişlerdir. Buhârâ'lı Şeyh Ebû Abdi'llah Muhammed bin Abdi'r-Rahman'ın
(Mehâsinü'ş-Şerâi' vel-İslâm) adındaki eseri bu cümledendir. Abdu'llah-i Dehlevî'nin (Huccetu'llahi'l-Bâliga) sı da bu hususta pek
kıymetli bir eserdir.[53]

23- Müfessirlerin Muhtaç Oldukları İlimler:

Evvelce de beyan olunduğu üzere Kur'ân-ı Azîm, birçok ilimleri sarahaten veya işâreten câmi'dir. Binaen-aleyh bir müfessirin bu
ilimlere mümkün mertebe vâkıf olması lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm' in lâfızlarını izah, mânâsını izhar, belâgatini irâe,
hükümlerini tavzih, ahlâkî, hukukî, içtimâi meselelerini tasrîh, beşeriyyetin intibahına vesile olmak üzere inzal buyurulmuş olan
bir kısım kıssalarını tebyîn edebilmek bu ilimleri bilmeğe mütevakkıftır.
Hele her müfessir için on beş ilim ile mücehhez bulunmak bir vecîbedir. Bu ilimler: Lügat, Sarf, Nahiv, İştikak, Meânî, Beyan,
Bedi' Kırâet, Kelâm, Hadîs, Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Esbâb-ı Nüzul, Nâsih, Mensuh ve Mevhibe ilimleridir. Bunlardan başka Ahâlk,
Ruhiyat, İçtimaiyat, Tekvin, Hey'et, Coğrafya, Târih ve Siyer ilimlerine de büyük bir ihtiyaç vardır. Biz bu ilimlere dâir sırasîle
biraz ma'lûmat vereceğiz. Nitekim bir kısmına dâir evvelce de ba'zı ma'lûmat vermiş bulunuyoruz.
1- (İlm-i Lügat): Bu, lûgavî mevzuatı bildiren bir fendir. Müfred lâfızların şerhi, vaz' hasebîle olan medlulleri bu fen sayesinde
bilinir. Bunun için Mücâhid demiştir ki: “Allahu Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe inanan bir kimse için Arab lûğatlannı bilmedikçe
Kelâmu'llah hakkında söz söylemek helâl olmaz.”
Ba'zı lâfızlar birkaç ma'na arasında müşterek olur. Bunları bilmek, aralarındaki farkı anlamak da lûğat ilmine mütevakkıftır.
Arablar sair kavimlere karışınca Arab lisanı tağyire uğradı, mütearribler tarafından arabî mevzûalara muhalif ba'zı ıstılahlar
meydana çıktı, birçok Arabça kelimeler de mevzu'larının gayrinde isti'mal edildi. Bu cereyan yüzünden lûğavî vaz'lar indirâse
mahkûm olacak idi. Bu hal ise Kur'-ân-ı Kerîm'in ve Ahâdîs-i Nebevîyye'nin ileride anlaşılmayacak bir vaziyete gelebilmelerini
intaç edebilirdi. Binaen-aleyh İslâm âlimleri tarafından lûğavî mevzuat tedvin, Arabî lâfızların ehl-i lisan arasında ne suretle kul-
lanıldığı zabt ve tesbît kılınarak böyle bir netice husulüne meydan bırakılmamıştır.
İmâm Halil bin Ahmed'in (Kitabü'l-Ayn)i, Endülüs âlimlerinden Ebû-Bekr el-Zübeydî'nin (Muhtasar)ı, Meşrık âlimlerinden
Cevherî'nin (Kitabü's-Sıhah)ı, Zimahşerî'nin ma'nây-ı mecazîde kullanılan Arabî lâfızlar.' hâvî ve pek mu'teber olan (Esâsü'l-
Belâga) sı, Rağıb-ı Isfehânî'nin (Müfredat)ı, Fîruz Âbâdî'nin (Kamus)u ve (Lisanü'1-Arab) adındaki meşhur eser, en mühim lûğat
kitablarındandır.
2- (İlm-i Tasrif): Lâfızların binaları, sığaları, asıl ve muştakkun minh denilen kelimelerin diğer kelimelere ne suretle tahvil
edildiği, müfred lâfızların ne veçhile cemi'lendiği bu ilim sayesinde bilinir.
Meselâ: Sarf ilmine vâkıf olan bir zat bilir ki lâfzının cem'i: dır. Bu ilimden mahrum olan bir kimse ise sanar ki bu lâfzın cem'i
İmam'dır. Bu sanmasına mebni de: lÂyeti-i Kerîmesini “Yevm-i Kıyâmet'de herkesi analarına nisbetle da'vet ederiz.”
tarzında tefsir ederek gülünç bir mevkie düşer.
Tasrif ilmini müstakil bir ilim halinde ilk tedvin eden zat, Ebû - Osman Bekr bin Habîb el-Mâzenî'dir.
Sibeveyh'in, Ebü'1-Feth Osman bin Cinnî'nin, İ,bn-i Hacib'in İlm-i Tasrif hakkındaki kitabları meşhurdur.
3 - (Nahiv ilmi): Bu, birtakım usûlden, kanunlardan müteşekkildir ki, bununla Arabî terkiblerin irâb ve bina gibi halleri ma'lûm
olur.
Lâfızların ma'nâları, delâletleri irâd i'tibârîle tagayyür ve tahallüf eder. Bu cihetle i'râba dikkat etmek lâzımdır. Bu husustaki
ihtiyâcı tatmin eden ise İlm-i Nahiv'dir.
Bir ibareyi teşkil eden kelimelerin âhirleri nasıl okunacağını, ibaret olan' i'rabdan hangisini alacağı evvelleri Arablar arasında lisan
melekesi sayesinde bilinirdi. Muahharen bu meleke bozulmaya yüz tutmakla Arabî terkiblerin i'râbını göstermek, bu hususta
hatâdan kurtulmak için nahiv kaideleri vaz' edilmiştir.
Nahiv ilminin ilk vâzıı (Ebü'l-Esvedi'd-Düelî) dir. Bu hususta Hazret-i Ali Radiya'llahu Teâlâ anh Hazretlerinden müstefîd
olmuştur. Sonra Harûnü'r-Reşid'in asrında (İmam Halil bin Ahmed) tarafından nahiv ilmi tenzih ve tertîb edilmiştir. Ondan da
(İmam Sîbeveyh) ahz ile nahiv meselelerinin fer'lerini ikmal şâhidlerini teksir ederek meşhur kitabını vücude getirmiştir. Gide
gide bu meseleler hakkında ihtilâflar çoğalmış, Arabların kadîm şehirleri olan Küfe ile Basra'daki ilim sâhibleri tarafından
muhtelif usûller, meslekler meydana getirilmiştir. Sonraki bilginler tarafından da bu ilme dâir mufassal ve muhtasar birçok eserler
vücûde getirilmiştir.
4- (İştikak İlmi): Bir lâfzın hangi maddeden müştak olduğu bu ilim ile bilinir. Başka bir ta'bir ile: (İki lâfız arasında cevheriyyet =
madde i'tibârîle olan münâsebet, asalet ve fer'iyyet bu ilim ile anlaşılır. Meselâ: (Mesih) lâfzı seyahat lâfzından mı, yoksa mesh
lâfzından mı alınmıştır. Bu ancak bu iştikak ilmîle bilinecek maddelerdendir.
Ba'zan bir lâfız, iki muhtelif maddeden müştek olarak muhtelif ma'nâları ifâde eder. İştikak ilmine dâir müstakil müdevvenat
yoktur. Bunun meseleleri fazla irtibatları dolayısîle lûğat ve tasrif ilimlerinde münderiç bulunmaktadır.
5- (İlm-i Meânî): Bu ilim belâgatin bir şu'besi demektir. Bu ilim herhangi bir maksadı ifâde i'tibârîle sözdeki terkiblerin
hassalarını bildirir, sözün muktezây-ı hâle nasıl mutabık olacağını gösterir. Meselâ: îcâze, müsâvâta, ıtnaba nerelerde lüzum
görüleceğini, bir ibarede müsnedin veya müsnedün-ileyhin mezkûr veya mahzur olmasında, yahud muarref veya münekker
bulunmasında ne gibi nükteler bulunacağını ta'yin eder.
6- (İlm-i Beyan): Bu, vuzuh ve hafâ cihetîle sözdeki terkîblerin hassalarından bahseder. Bu maksadı muhtelif üslûblardan
hangisîle ifâde etmenin daha münâsib olacağını bildirir, hakikat mecaz, kinaye mebhaslarını ihtiva eder. Bu da belagat ilminin bir
şu'besi sayılır.
7- (İlm-i Bedi'): Bu da üç fenne ayrılmış olan belagat ilminin bir şu'besini, üçüncü fennini teşkil eder. Bir sözün cinas, tarsı',
Tevriye, Hüsn-i Ta'Iil gibi bedîi san'atlar adını alan şeyler ile tezyin ve tahsîn edilmesini bildirir.
Bunlardan başka bir de en kuvvetli ediblerin, beliğlerin en parlak manzum ve mensur âsar-ı kalemiyesinden teşekkül eden bir fen
vardır ki ona da: (Fenn-i Edeb ,= Edebiyat) adı verilmiştir. Bu fenler, insanın edebî zevkini arttırır, tenmiye eder. Bu sebeble
sözün belâğati, hüsn ve bahâsının derecesi anlaşılır, insanda intikad fikri ve kuvveti parlar.
İnsan ba'zan gördüğü bir güzelliği, okuduğu bir edebî eserin letafetini fevkalâde bir hayretle görür, anlar. Fakat bunu lâfızlar ile
kabil değil, ifâde edemez. Ruhun sezdiği bu hüsn ve bahâyı bu bedia-i garrayı tasvir için lisan kifayet etmez. İşte ruhu gaşyeden
bu derûnî halet, bir edebî zevk neticesidir; bu zevk ise, şu belagat fenleri sayesinde inkişaf eder.
Sahâbe-i Güzîn gibi selim bir fıtrata, bir melekeye sâhib olan zatlardan başkası için Kur'ân-ı Kerîm'in belâğatini, mezâyâsını,
üslûbundaki nezâhet ve ulviyyetini anlayabilmek için bu fenler ile iştigâle lüzum vardır. Bu cihetle müfessirler, bu ferilere
ziyâdesîle muhtaçtırlar.
Zimahşerî'nin zuhuruna kadar yazılan tefsirlerin birçoğu, ilm-i belagat meselelerinden ârî bulunmuştur. Zimahşerî, Kur'ân-ı
Kerîm' in i'câzını göstermek maksadîle âyetlerin belagat ve fasâhatini bu ilme tatbik sûretîle tefsirinde tetebbu' etmiş, izhâra
çalışmıştır. Bunun içindir ki tefsiri büyük bir imtiyaza mazhardır. Yazık ki kendisinin mu'tezileden olması, tefsirinin kadrini tenzil
etmiştir.
İlm-i belagat hususunda en büyük rehberlik eden (Sekkâkî)dir. Bu zat, bu ilmin meselelerini tehzîb, bablarını tertib ederek bunları
(Mitfah) adındaki kitabına bir kısım olmak üzere dercetmiştir. Sonradan gelen ba'zı âlimler, bu kitabı telhis etmişlerdir.
Müfessirlerin dâima nazara almaları icâbeden ilm-i belagat meselelerinden bir kaçını burada hülâsatan kaydediyoruz. Şöyle ki:
a) Hakikat, kendisini isti'mal edenlerin ıstılahlarına nazaran asıl vaz'-edilmiş olduğu ma'nâda kullanılan herhangi bir lâfız
demektir.
Meselâ (Salât) lâfzı lûğat bakımından dua ma'nâsına mevzu'dur. Binaenaleyh salâtın dua ma'nâsında isti'mali bir hakikattir. Fakat
bu lâfız, şeriat ıstılahı bakımından namaz ma'nâsına mevzu'dur. Binaen-aleyh erkân-ı ma'lûmeden ibaret olan namaz ma'nâsında
bir hakikattir'; başka ma'nâda isti'mâli ise mecaz olmuş olur.
b) Teşbih, bir şeyi diğer şeye benzetmek, bir şey'in diğer bir şey ile bir husustaki iştirakini usûlü dâiresinde göstermektir. Bir
misal Âyet-i Celilesi'nde Benî-İsrâil'in kalbleri gılzet hususunda taşlara teşbih edilmiştir. Burada kalbler müşebbeh, taşlar
müşebbehün bih, teşbin edatı, kasvet de veçhi şebehtir. Bu halde o kalblerin kasvet içinde kala kala taşlar gibi teessürden mahrum
bir vaziyete gelmiş olduğu, artık, kendilerine Emr-i İlâhî'nin nûfûz etmeyeceğini bu teşbih tarîkile pek belîğ bir tarzda beyan
buyurulmuş oluyor.
Ba'zan teşbih edatı mahzûf olur. Böyle edatı zikredilmeyen teşbihlerden her birine (Teşbih-i Belîğ) denir ki bu, bir maksadı daha
belîgâne ifâdeye hadimdir. Âyet-i Celîlesi'nde hem müşebbeh, hem de teşbih edatı mahzufdur.
c) Mecaz, vaz'olunduğu ma'nânın gayrinde bir alâka ile kullanılan lâfızdır. Alâkası müşabehetten ibaret olan mecaza (istiare)
denir. Müşabehetten başka olan mecaza da (Mecâz-ı Mürsel) denilir, iki misal Âyet-i Kerîmesinde mâ vuzıa lehinin gayri olan
“Dîn-i İslâm” ma'nâsında müsta'meldir. Alâkası da maksada kavuşturmak hususundaki müşübehettir. Doğru yolu ta'kib edenler
menzü-i maksûda ereceği gibi İslâm Dîni'ne sâlk olanlar da fevz-ü necata kavuşacaktır. Binaen-aleyh Sirat-ı Mustakîm'in, ya'ni
doğru yolun Dîn-i İslâm ma'nâsında isti'mali bir istiaredir. Buna (İstiâre-i Tasrîhiyye ve Hakîkıyye) de denir.
Âyet-i Celîlesi'nde Lisan-ı Sıdk'dan murad, zikr-i cemîldir. Alâkası da âliyyetdir. Çünkü lisan, söyleme âletidir, vasıtasıdır. Bu
halde lisanı sıdk, mâ vuzıa lehinin gayrı olan zikr-i cemîl ma'nâsında âliyyet alâkasîle isti'mal edildiğinden bir (Mecâz-ı mürsel)
olmuş oluyor. Buna (Mecâz-ı Lûgavî) de denir.
Bir de (Mecâz-ı Aklî) vardır ki bu da bir fiilin veya şibih fiilin mâ hüve lehine değil de mülâbisine isnad edilmesidir. Buna:
(Mecaz-i Terkibi, Mecaz fi'1-isnad) de denilir. Meselâ:
Âyet-i Kerîmesi'nde ziyade fiili, sebebiyet alâkasîle âyâta isnad edilmiştir. Hakikati halde îmânı tezyîd eden ise Allahü Teâlâ
Hazretleridir. Binaen-aleyh îmânı arttırmanın âyetlere isnad edilmesi bir mecâz-ı aklî olmuş oluyor.
Âyet-i Celîlesi'ndeki fiili, tarafiyyet mülabesesile isnad edilmiştir. Binaen-aleyh bu da bir Mecâz-ı Mecazın (Mecaz bi'n-noksan),
(Mecaz bi'z-ziyade) denilen iki kısmı daha vardır. Meselâ: Kavl-i Şerîfi'nde bir mecaz bi'n-noksan vardır. Çünkü bu meâlindedir.
Buna mahall-i zikir hâli murad denir. Ehlin hazfîle suâlin karyeye teveccühü, bir mecaz bi'n-noksan vücude getirmiştir.
Âyet-i Kerîmesi'nde de bir mecaz bi'ziyade vardır. yerinde denmekle bu mecaz vücûde gelmiş ve bu veçhile Hak Teâlâ'nın
misilden münezzeh olduğu daha belîğâne bir tarzda beyan buyurulmuştur.
İstiarenin de diğer bir i'tibar ile (îstiâre-i bi'1-kinâye), (îstiâre-i tahyiliyye), (îstiâre-i temsîüyye) gibi nevi'leri vardır. İki misal
Âyet-i Celîlesi'nde “Müşebbeh” olan (Ahd), zikrolunmuş, müşebbehünbih olan (Habl) zihinde ızmar edilmiştir. Sonra
müşebbehünbihe muhtas olan (Nakz) fiili, müşebbeh için istiare edilmiştir. Binaen-aleyh böylece zihinde muzmar olan teşbihe,
istiâre-i bi'1-kinâye denilmiştir. Müşebbehünbihe muhtas olan bir fiilin böyle müşebbeh için isbâtına da istiâre-i tahyiliyye nâmı
verilmektedir.
Âyet-i Kerîmesi'nde de böyle iki istiare vardır. Şöyle ki,' münkirlerin kalbleri hakkı kabul etmemek hususunda ağzı kapalı, mü-
hürlü bir şeye benzetilmiş, bu teşbihde müşebbehünbih zihinde ızmar edilmiş, buna mahsus olan fiili, müşebbeh olan kalblere
isbat ve izafe olunmuştur. Âyet-i Celîlesi'nde de bir “îstiâre-i temsîliye” vardır. Çünkü, veçh-i şebeh, müteaddid umurdan
münteza' bulunmuştur. Şöyle ki: Kulun Cenâb-ı Hakka i'timâdı, Allahü Teâlâ'nın himayesine vüsûku, bu sayede tehlikeli, fena
şeylerden' halâsı, havaya atılan bir şahsın yüksek bir yerden sarkıtılmış, kopmak muhatarasından masun, kuvvetli bir ipe sarılarak
düşmek hâilesinden kurtuluşuna benzetilmiştir.
Temsîliyeler mecâz-ı aklîyi hâiz olup sair istiarelerden daha beliğ sayılmaktadır.
d- Kinaye, bir lâfızdır ki, onunla ma'nâsınnı lâzımı kasdolunur. Bununla beraber o lâfzın asıl ma'nâsını irâdede caiz bulunur.
Ba'zı hallerde bir nükteye mebni asıl ma'nâ tasrîh edilmez; bundan içtinâb edilir. Belki melzûm zikrolunup lâzım kasdedilir.
Meselâ Âyet-i Kerîmesi'nde Hazret-i Âdem'den kinayedir. Hazret-i Âdem'in yüksek kadrine ve beşeriyetin menşeindeki vahdete
işaret için bu kinaye ihtiyar buyurulmuştur.
Nazm-ı Şerîfi' nde de muvakaa, rinde, bir şeyi istemek için gidip gelme ma'nâsında olan ihtiyar buyurularak beyan tarzında
nezâhat gösterilmiştir.
Tenbih: Sözde asi olan hakikattir. Ya'ni asıl vazedilmiş olduğu ma'nâda isti'mâl olunmaktır. Bir sözü hakikatinden sarfederek
mecâze hamletmek için hem ma'nây-ı hakîkî ile ma'nây-ı mecazî arasında müşühebet, külliyyet ve cüz'iyyet, sebebiyyet gibi bir
alâka bulunmak, hem de ma'nây-ı hakîkîyi irâdeye mâni' olacak bir karîne mevcut olmalıdır. Yoksa böyle bir karineye mukterin
olmadıkça bir lafzı, asıl vaz'edilmiş olduğu ma'nâdan başka bir ma'nâya sarf etmek caiz değildir. Sonra hiç bir sözün hakîkî
medlünü ta'yin etmek kabil olamaz. Böyle bir hal ise muhatâbat ve mükâtebattaki gayeye münâf dir. Bu hususta başlıca üç karîne
vardır.
Birincisi: Karîne-i Lâfziyye'dir. Meselâ Âyet-i Kerîmesi'nde Hak Teâlâ'yı “Nur” ıtlâkı mecazdır. Buna
karinede kelimesidir. Burada nûr, Zat-ı Hakk'a izafe edilmiştir. Muzaf ise muzâfun-ileyhten başkadır. Bir şey kendi nefsine
muzaf olamaz. Binaenaleyh Nazm-ı Şerifi buradaki mecaz için bir karîne-i lâfziyye teşkil etmiş oluyor.
İkincisi: Karîne-i Akliyye'dir. Meselâ cümlesinde mecazdır. Zira karye suâlin teveccühüne müstaid değildir. Binaen-aleyh burada
mahall-i zikir, hâli irâde kabilinden bir mecaz bulunduğuna bir karîne-i aklıyye mevcud bulunmuştur.
Üçüncüsü: Karîne-i Örfiyye'dir. Meselâ Âyet-i Kerîmesi'nde kelimesi, mâ'nâsında mecazdır. Zira vezir olan Hâman, bizzat bina
edemeyeceği örf muktezâsı olduğundan burada hakîkaten Hâmânın bina etmesi matlub olmadığına bir karîne-i Örfiyye vardır.
8- (İlm-i Kı râet): Bu ilim sayesinde Kur'ân-ı Kerîm' in tilâveti sureti bilinir; bununla ba'zı kırâet vecihlerinin ba'zılarından
müreccah olduğu anlaşılır.
Ma'lûm olduğu üzere Kur’ân-ı Azîm'in hey'et-i mecmuası Resûlu'llah'dan tevâtüren menkuldür. Bunda ihtilâf yoktur. Ancak ba'zı
âyetlerin sûret-i tilâvetinde, ba'zı harflerin keyfiyyet-i edasında Peygamber Efendimiz Hazretlerinden menkul, muhtelif rivayetler,
tarikler vardır. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm'e müteallik kırâet vecihlerinden yedisi bilittifak tevâtüren sabittir. Bunlara (Kırâat-i
Seb'a) denir. Bunlardan başka üç kırâet veçhi de vardır ki bunların da tevâtüren subûtuna âlimlerimizin ekserisi kail bulunmuştur.
Bunlar ile kırâet vecihleri ona baliğ olur ki mecmûuna (Kırâat-i Aşere) veya (Vücûh-ı Aşere) adı verilir.
Mütevâtir bir kırâet veçhinin üç rüknü vardır:
Birincisi doğru bir senedi bulunmak, ya'ni Resûlû'llah'dan mu'teber bir anane ile rivayet edilegelmiş olmaktır.
İkincisi: Arabçanın usûlüne, kaidelerine muvafık olmak, ya'ni kelimelerin okunuşu lâhinden, lisan kaidelerine muhalefetten berî
bulunmaktır.
Üçüncüsü: Hazret-i Osman'ın cem'ettirmiş olduğu Mushaflardan birisine uygun bulunmaktır.
Mütevâtir kırâet vecihlerinden bir kaçını müstakillen zabt ve rivayet ile uğraşmış ve bununla temayüz etmiş ba'zı zatlar vardır ki
bu vecihlerden her biri bu zatlardan birine nisbet edilmiş, kendilerine “Kırâet İmamları”denilmiştir.
“Kırâet-i Seb'a” imamları şunlardır:
1- (Nâfi' îbni Abdi'r-Rahman = veya Naîm). Bu zat aslen Isfehan'lidır. Medîne-i Münevvere ehlinin imamıdır. Abdu'llah Îbni
Abbas'dan (ra-diya'llahu anhüma) ve yetmiş kadar Tâbiîn'den Kur'ân teallüm etmiş, kendisinden de îmârn-ı Mâlik gibi zatlar
kırâet teallüm eylemişlerdir. Vefatı (169) tarihindedir. Kendisinden rivayette bulunan .Osman İbn-i Saîd'dir.
2- (İbn-i Kesîr, İbn-i Amr), Mekke-i Mükerreme' ehlinin kırâette imamıdır. Ecdadı Faris ahâlîsinden kendisi Tabiînden olup
Abdu'llah İbni Zübeyir, Ebû-Eyyub-i Ansârî, Enes İbni Mâlik gibi Sahâbe-i Kirâm'dan rivayette bulunmuş, kırâeti arz yolîle
Abdu'llah İbni el-Sâib radiya'llahu anh'den ahzetmiştir. Vefatı (120) dedir. Râvileri (İmam Ebü'l-Hasan Ahmet El-Bezzî)
ile (Kunbûl Muhammed İbni Abdi'r-Rahman El-Mekkî)dir.
3- (Ebû-Amr Îbni'1-Ulâ): Aslen Kâzerûn'ludur. İbn-i Kesîr, Mücâhid, Saîd İbni Cübeyr gibi Tâbiîn'den kırâet telâkki etmiş,
Basra'da yetişmiş, (154) târihinde Kûfe'de vefat eylemiştir. Meşhur râvîleri (Devri = Hafs İbni Ömer Ehvâzî) ile Sûs Salih İbni
Zeyyad) dır.
4- (Abdu'llah İbni Âmir), kırâette Şam'lıların imamıdır. Ashâb-ı Kirâm'dan ve bahusus Mugıyre İbni Ebî-Şihâb'dan kırâet telâkki
ve istiraa' etmiştir, Şam'da (118) târihinde vefat eylemiştir. Râvîleri (Hişam İbni Ammâr ile Abdu'llah İbn-i Zekvan)'dır.
5- (Asım Ebû-Bekr El-Esedî), Tâbiîn'den pek fâdıl, fasîhü'l-lisân bir zat idi. Kûfe'de Şeyhü'l-Kurra' bulunuyordu. (128) târihinde
Kûfe'de veya Simav'da vefat etmiştir. Râvîleri (Şu'be İbni Ayyaş) ile Kûfe'Ii (Hafs İbni Süleyman El-Esedî)dir ki Âsım'dan
ahzettiği kırâeti Hazret-i Ali'ye merfu'dur. Şu'be'nin rivayet ettiği kırâet ise Abdu'llah İbni Mes'ud Hazretlerine müntehi
bulunmaktadır.
6- (Hamza İbnü Habîbi'1-Kûfl), Tâbiîn'den olduğu muhtemeldir. Âsım' dan ve Süleyman El-A'meş'den kırâet ahzetmiştir. (158)
târihinde Hulvan'da vefat eylemiştir. Bilvasıta râvîleri Kûfe'Ii (Hallâd İbni Hâlid) ile Bağdad'lı (Half İbnü Hişâm)dır.
7- (Kisâî Ali İbnü Hamza El-Esedî), Kûfe'nin meşhur nahiv âlimlerindendir. Kendisi (Hamza İbnü Habîb) den kırâet ahzetmiş,
kendisinden de Ahmed İbnü Hanbel, Yahya İbnü Muîn gibi zatlar kırâet telâkki eylemişlerdir. Vefatı (189) tarihindedir. Râvîleri
(Ebü'1-Hâris) ile (Hafs İbnü Ömer El-Dûn)dir.
Bu yedi zâta (Eimme-i Seb'a) denir. Diğer üç kırâet imamları da şunlardır:
1- (Ebû-Cağfer El-Mahzûmî), bu zâtın Ümmühâtü'l-Mü'minîn'den “Ümmü Seleme” radiya'llahu anhânın azadlısı olup dualarına
mazhar bulunduğu rivayet olunuyor. (132) de Medîne-i Münevvere'de vefat etmiştir. Râvîleri (İbnü Cemmaz) ile (İsa İbnü
Verdân)dır.
2- (Yakub İbnü Ishak). Bu zat Basra'lıdır. Basra'lıların kırâetde imamları idi. Zamanının en kudretli âlimlerinden bulunuyordu.
(205) de vefat etmiştir. Râvîleri (Rüveys) ile (Revîh)dir.
3- (Ebû-Muhammed Half İbni Hişâm), Bağdad'lı olan bu zat, kırâetde başlıca bir imamdır. Bununla beraber Hamza'nın da
râvilerinden biridir. (229) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir. Râvîleri (İshâk) ile (İdrîs)dir.
Bu on zâta izafe edilen Kırâet-i Aşere Vücûh-ı Aşere üzerine zâid üç kırâet daha vardır ki, bunlar Şâz sayılmaktadır. Bunlar
Hasan-ı Basri ile İbn-i Muhaysın el-Mekkî'nin ve Süleyman el-Âmeş'in kırâetleridir. Bunlardan da icazet alanlar vardır. Şu kadar
varki bu Şâz kırâetlerle namaz kılınması caiz değildir.
İlimler, sadırlardan satırlara nakl edildiği zaman Kırâet ilmi de müstakil bir fen hâlinde tedvin edilmiştir. İbn-i Cezerî'nin Neşr
unvanlı eserinde yazdığına nazaran kırâet vecihlerini bir kitabda ilk cem eden zât Ebû-Ubeyd el-Kasım İbni Selâm'dır. Vefatı
(224) tarihindedir. Daha sonra Ebû-Amil Dânî zuhur ederek bu bâbda yed-i tûlâ sahibi olmuş El-Mukni' adındaki kitabı,te'lîf
etmiştir. Bil'âhare Şâtıbiyye ahâlisinden Ebü'l-Kasım İbni Feyyûre Kırâet îlmi'ni kemâl derecesine kavuşturmuştur. Bu zât Ebû-
Amr'in kitablarını tenkîh ve telhis ederek meşhur Hırzü'l-Emânî unvanlı manzum eserini vücûde getirmiştir.
9- Îlm-i Kelâm = Usûl-i Dîn;
Bu ilme Fıkh-ı Ekber de denilmiştir. Bu ilim sayesinde Müslümanlığın i'tikada âid esasları bilinir. Ve bilhassa bir kısım âyât-ı
celîlenin akaid ile ilgili olan ma'nâları ve bunların zahiren delâlet ettiği ma'nâların Zât-ı Ulûhiyyet'e isnâd edilib edilemeyeceği
anlaşılır.
Usûl-i Dîn İlmi'ne vâkıf olan bir Müslüman Zât-i Bârî'ye isnâd edilemeyecek ma'nâları usûli dâiresinde te'vîl ve tevcih edebilir.
Şân-ı İlâhî'de caiz, vâcib ve müstahîl olan şey'leri anlar, bu hususta istidlalde bulunabilir.
İbn-i Haldun'un mukaddimesinde denildiği gibi: Akaidden asıl maksad Tevhîd-i Bârî'dir. Tevhîd hususundaki İmân, yalnız bir
tasdik-i hükmîden ibaret olmamalıdır. Böyle bir îmân, nefsânî ve arızî bir haletten ibarettir, Tevhîd'de kemâl ise nefsin muttasıf
olacağı sabit bir keyfiyyetin, râsih bir sıfatın husulüdür. Bu suretle îmân, insanın sabit hallerinden olmuş olur. Nitekim
amellerden, ibâdetlerden maksud tâat ve inkıyâd melekesinin husulüdür ve kalbin mâ siva'llah ile iştigâlden hulûvvüdür.
Selef-i sâlihîn, Tevhîd'e ve Riaâlet ve Âhiret'e müteallik olan Ümmühât-ı Akaid'i, aklî ve naklî delillerden ahz etmişlerdir.
Sonraları bu akaidin tafsillerinde birtakım ihtilâflar vücûde geldiki, birçoğunun menşe-i müteşâbihattan olan âyât-ı celîledir.
Binâen-aleyh naklî delillerden başka bir kısım aklî deliller ile de istidlal edilmesi, Müslümanların arasında münâzara ve
muhâsamanın belirmesine sebeb olmuş ve bu saika ile İlm-i Kelâm tedvin edilmiştir.
Müslümanlar, akaid i'tibârîle birtakım mezheblere fırkalara ayrıldı, bunların arasında Kitâbu'llâh'a ve Resûl-i Ekrem'in sünnetine
ittibâ, edenlere Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat denilir ki, hak üzere olanlar ancak bunlardır. Bunların akaidce meşhur imamları İmâm-ı
Es'arî ile İmâm-ı Mâtürîdî Hazretleridir.
İlm-i Kelâm'a dâir yazılan Ehl-i Sünnet kitablarının meşhur ve mu'teber olanları bu iki zâtın meslekleri üzerine yazılan kitablardır.
Daha sonraları Müslümanların arasında Mantık İlmi yayılmış, felsefî mes'eleler revaç bulmuş oldu. Bunun üzerine îlm-i Kelâm'da
kudemâ mesleğinden başka müteahhirîne mahsûs bir yeni meslek zuhur etti. Artık Kelâm îlmi'nde mantık kanunları veçhile
deliller îrâd edilmekte, filozofların mezhebleri red ve cerh olunmakta bulunmuştur. Bu usûl üzere ilk eser yazan zât, İmâm-ı
Gazâlî ile ona ittiba' eden İmâm Fahrü'd-dîn-i Râzî'dir. Muahharen İlm-i Kelâm'a dâir eserlerde felsefe mes'eleleri daha çok yer
bulmuş, bu vadide Şerh-i Mevâfık, Şerh-i Makasıd gibi birçok kitablar yazılmıştır.[54]

10- İlm-i Hadîs:

Bu, Resûl-i Ekrem salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin mübarek hadîslerini ve bu hadîslerin ne suretle rivayet
edilegeldiğini bildirir ve birkaç kısma ayrılır.
Mücmel ve mübhem görülen bir kısım âyetlerin tefsiri için, Kur'ânî hakikatlerin güzelce anlaşılması için bu hadîslere vukuf
lâzımdır. Hattâ ba'zı zâtlara göre Resûl-i Ekrem Efendimize müntehi olmayan tefsirler mu'teber değildir. Velev ki müfessir, âlim,
fakîh, edîb Ahbar ve Âsâr İlmi'ne muttali' olsun.
İlm-i Hadîs' in bir kısmı, Nâsih ile Mensûh'dan bahseder. Bunları bilmek Hadis İlmi'nin en mühim ve en müşkil şu'besini teşkil
eder.
İmâm-ı Zührî demiştir ki: “Nebiyy-i Ekrem'in hadîslerindeki nâsih olanlar ile mensûh olanları bilmek fakîhleri âciz ve bîtâb
bırakmıştır. Bu hususta İmâm-ı Şafiî Hazretlerinin yed-i tûlâsı vardır.
İm-i Hadîs'in bir kısmı da isnâdların silsilesini, râvilerin tabakalarını ve sâireyi bildirir, bu kısma Usûl-i ilm-i Hadîs denir. Bu
sayede hadîslerin şartlarını cami', vâcibü'1-amel olduğu bilinir. Za'îf veya mevzu' olan hadîsler, rivayetler anlaşılmış olur.
Usûl-i Hadîs'e dâir yazılan kitabların en meşhuru Ebû-Abdi'llâh Hâkim-i Nişâbûrî'nin eseridir. Usûl-i Hadîs îlmi'ni tehzîb, bu
ilmin bâblarını, fasıllarını tertîb eden bu zâttır. Ba'dehû yedinci asır ricalinden Ebû-Amr İbni Salâh'ın, daha sonra Muhyi'ü-dîn-i
Nevevî'nin kitabları da pek mu'teberdir.
Sahâbe-i Kiram ile Tabiîn zamanlarında Ahâdîs-i Nebeviyyeyi nakil ve rivayet edenlerin en ileri gelenleri Hicaz'da, Irak'da,
Basra'da, Kûfe'de, Şam ile Mısır'da otururlardı. Bu cihetle İlm-i Hadîs'de ehl-i Hicaz, ehl-i Irak ve saire tarîkleri zuhur etmiştir.
İmâm-ı Mâlik Hazretleri Muvatta' unvanlı hadîs kitabını tarîk-ı Hicaz üzere te'lîf etmiştir.
Muahharen İmâm-ı Buharı, rivayet dâiresini genişleterek Hicaz, Irak, Şam tarîklerini cem' etmiş, meşhur kitabını fıkıh bâbları
üzerine tertîb eylemiştir. İmâm-ı Müslim de bu minval üzere ve daha müretteb ve münakkah bir tarzda Sahîh-i Müslim'i vücûda
getirmiştir Ebû-Dâvûd-i Secistânî, Ebû-İsâ-i Tirmizî, Abdu'r-Rahmân-ı Neseî, İbn-i Mâce dahî daha vüs'atü bir tarîk ile
kendilerine mensûb olan meşhur hadîs kitablarını te'lîf e muvaffak olmuşlardır. Bu zâtlar için (Tabakatü'l-Müfessirîn) kısmına da
bakmalı.[55]

11- İlm-i Fıkh:

Bu, Hukuk-ı İslâmiyye îlmi'dir. Bununla insanların lehlerine ve aleyhlerine âid olan amelî hükümler bilinir. Bu ilim şöyle de ta'rîf
edilmektedir: “Amelî ve şer'î olan hükümlerin mufassal delillerinden nasıl istihraç ve istinbât edildiğini bildiren
mes'elelerin, kaidelerin hey'et-i müdevvenesi.”
Fıkıh îlmi sayesinde Kuran âyetlerinin amelî mes'elelere dâir olan kısmı güzelce anlaşılır.
Din âlimleri, mükelleflerin fiillerine müteallik olan vücûb, hürmet, nedb ve kerahet gibi şer'î hükümleri, şer'î delillerden istihraç
etmişlerdir. Mansûs ve musarrah olmayan delillerden dolayı müctehidler arasında ihtilâf zuhur etmiştir ki bu da zarurî idi. Bunun
neticesi olarak da ümmet-i merhume için bir rahmet olmak üzere müteaddid fıkhı meslekler meydana gelmiştir.
İlm-i Fıkıf'da başlıca iki tarik vardır. Biri ehl-i re'y ve kıyas tarîki'dır. Bu tarîkin en yüksek mümessilleri ehl-i Irak'dır. Bunların
muktedâ-bihleri de İmâm-ı A'zam Ebû-Hanîfe Hazretleridir. Diğeri Ehl-i Hadîs Tarîkı'dır. Bu tarîki temsil eden en büyük zât da
İmâm-ı Mâlik Hazretleridir. İmâm-ı Şafiî Hazretleri de re'y ile Hadîs tarîklerini cem' ederek başkaca bir ictihad tarîki vücûde
getirmiştir. Sonra İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri de İlm-i Hadîs'de müteahhir olub kendine mahsûs bir Tarîk-ı Fıkhı te'sîs
etmiştir. Bütün bu tarîkler esasen Kitâbu'llah'a ve Ahâdîs-i Şerîfe'ye müstenid bulunmaktadır. Bu cihetledir ki bu dört zâtın
mezhebleri âmme-i müslimînin kabulüne mazhar olmuştur. Bu zâtlar için (Tabakatü'l-Müfessirîn) kısmına da müracaat etmelidir.
Bir de Zâhiriyye Mezhebi vardır ki bunun müessisi Dâvûd İbni Ali nâmında bir zâttır. Bu mezhebde olanlar, şer'î delilleri yalnız
Nas'larla Icma-ı Ümmet'e hasretmiş, “Bir yerde bir hükmün illetini tasrîh, o illetin bulunduğu her yerde o hükmün cereyan
edeceğini tasrîh demektir.” diyerek Kı-yâs-ı Celî'yi Nass'a irca' eylemişlerdir.
Bil'âhare Zâhiriyye Mezhebi münderis olmuş, yalnız kitabları kalmıştır. Bir aralık Endülüs Ulemâsından İbn-i Hazm,
Zâhiriyye'nin kitablarını mütalâa ederek bu mezhebe sülük etmiş, birçok eâzıma haksız yere ta'n ü teşni'de bulunmuştur. Fakat
halkın inkârına, takbihine ma'rûz kalarak bu mezhebi yeniden canlandıramamıştır.[56]

12- Usûl-i Fikh:

Bu ilim, dînî naslardan, delillerden şer'î hükümlerin ne gibi kaidelere, menheçlere tatbîkan istinbât ve istihraç olunacağını gösterir.
Usûl Fıkh'ı ilim hâlinde ilk tedvîn eden, İmâm-ı Şâfiî Hazretleridir. Sonra, Hanefî fukahâsı bu ilmi tevsi' ve tehzîb etmiştir. Hele
Ebû-Zeyd Debûsî Kıyas bahsini daha vüs'atli bir tarzda yazarak Kıyas'ın şeritini izah ve ikmal eylemiştir.
Usûl-i Fıkh'da iki meslek vardır. Biri Fukahâ Mesleği'dir ki bunlar usûl mes'elelerini fıkhı nükteler üzerine bina eder, bu
mes'eleleri fıkhî misâller ve şâhidler ile tavzîha çalışırlar.
Ebû-Zeyd'in te'lîfâtı ile müteahhirînden Şeyhü'l-İslâm Pezdevî'nin meşhur kitabı bu fıkıh mesleği üzere yazılmıştır.
Diğeri Mütekellimîn Mesleği'dir ki, bunlar, mes'eleleri fıkıhdan tecrîd ederek İstidlâl-i Aklî cihetine meyil gösterirler. Îmâmü'l-
Haremeyn'in Kitâbü'l-Bürhân'ı, İmâm-ı Gazâlî'nin Müstesfâ'sı, İmâm-ı Râzî'nin Kitâbü'l Mühsûlü, Âmidî'nin Kitâbü'l-Ahkâm'ı
Mütekellimîn Mesleği üzere yazılmış ve bu meslek nâs arasında daha revaç bulmuştur.
Sadrü'ş-Şerîa'nın Tavzîh'i üzerine Sa'dü'd-Dîn'in Telvih adındaki şerhi ve Molla Hüsrev'in Mir'ât unvanlı eseri pek kıymetli usûl
kitablarındandır.
İnsanda hukuk fikrinin güzelce inkişâfı için ve şer’i kanunî maddelerin bir ilmî yolda anlaşılabilmesi için Usûl-i Fıkh İlmi'ne
büyük bir ihtiyâç vardır.[57]
13- İlmü Esbâbi'n-Nüzûl:

Bu ilim, bir kısım âyetlerin ne gibi sebebler üzerine inzal buyurulmuş olduğunu bildirir.
Esasen âyetler iki kısma ayrılır. Bir kısmı bir suâle veya bir hâdiseye mebnî nüzul etmiştir. Bir kısmı da böyle bir suâle, bir
hâdiseye mübtenî olmaksızın nazil olmuştur.
Esbâb-ı Nüzûl'ün bilinmesinde birçok fâideler vardır. Ezcümle bu sayede hükümlerin teşri' buyurulmasma bâis olan hikmetin
veçhi anlaşılmış olur. Hak Teâlâ'nın muradı olan ma'nâ tebarüz eder, iştibâha mahal kalmaz.
Meselâ: Her namazda Kıble'ye istikbâlin bir fariza olduğunu biliyoruz. Halbuki Ayeti Kerîmesi zahiren bu farziyyetin ademini
işrâb ediyor; bunun neticesi olarak yanlış bir zihâb hâsıl olabilir.
Fakat bu Âyet-i Celîle'nin Kıble cihetinde iştibâh eden yolcular hakkında nazil olduğunu bilince böyle bir zehaba meydan kalmaz.
(22) No. lu serlevhaya da müracaat.[58]

14- İlmü'n-Nâsih Ve'l-Mensuh:

Bu ilim ile âyetlerin hükümleri bilinir, ya'ni hangi âyetlerin Muhkemat'dan olub kendilerîle amel edileceği ve hangi âyetlerin
hükümleri kaldırılıb onlar ile amel olunmayacağı anlaşılır.
Emir ve nehye dâir olan hükümlerden ba'zıları li-hikmetin tebdil edilmiştir ki buna Nesh denir. Ancak ba'zı müfessirler birçok
âyetlerin mensûhiyyetine zâhib olmuşlardır ki bu doğru değildir. Nitekim Fahrü'd-Dîn-î Râzî, bu husustaki yanlış zihâbları
tefsirinde tasrîh etmiştir.
Bu ilme dâir birçok eserler yazılmıştır. Ebü'l-Kasım Hibetu'llâh'ın kitabı, Ebû-Abdi'llâh Muhammed İbn-i Hazm'ın “Ma'rifetün
Nâsih ve'l-Mensûh” adındaki eseri bu cümledendir.[59]

15- İlm-i Mevhibe:

Bu, ilimlerîle âmil olanlara Feyyâz-ı Kerîm olan Allâhu Teâlâ'nın ihsan buyurduğu bir âlî hassadır. Hadîs-i Şerifi ile buna işaret
buyurulmuştur.
Filhak'ka îlm-i Mevhibe, insanın kudreti dâhilinde değildir; bu bir Sübhânî atiyyedir. Fakat buna nâiliyyete vesile olacak şey'
vardır ki, o da güzel ameldir; zühd ü takvadır. Bildiği güzel şey'ler ile amel eden, takva yolundan ayrılmayan zâtların ruhları bir
kısım ma'nevî bilgilere, sânihalara ma'kes olur.
Velhâsıl bu saydığımız Alî onbeş ilim, müfessirler için birer âlet, birer istinâdgâh mesabesindedir. Ashâb-ı Güzîn ile Tâbiîn'den
sonra bu ilimlere muttali' olmayan kimselerin yazmaya cür'et edecekleri tefsirler, Tefsîr bi'r-Re'y kabilinden olacağı cihetle
menhiyyün anhdır.
Sahâbe-i Güzîn ile Tabiîn ise tab'an Arabi ilimlere vâkıf idiler, sair ilimleri de Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz'den müstefîd
bulunmuşlardı.[60]

16- İlm-i Ahlâk:

Kur'ân-ı Hakîm' in birçok âyetleri, ahlâkî mes'elelerin birer kudsî, feyizli kaynağıdır. Bu mes'eleleri tenvir etmek, muhtelif ahlâk
meslekleri arasında Furkan-ı Mübîn'in gösterdiği ahlâkî mesleğin ulviyyetini ta'yîn ve isbât edebilmek için, bugün bir ilim hâlinde
müdevven bulunan ve dînî, felsefî kısımlarına ayrılan İlm-i Ahlâk'a vâkıf olmak iktizâ eder.[61]

17- Rûhiyyât:

Ruhun muhtelif vasıflarından, melekelerinden, şuûnundan, bahseden Rûhiyyât, bugün önemli bir ilim hâline gelmektedir. Bu
ilmin ba'zı mebhasleri, saf fıtratlar üzerine birer siyah tereddüt noktası koyabilecek bir mahiyyettedir. Binâen-aleyh Kur'ân-ı
Kerîm'in beyânâtîle Rûhiyyât ilmi' nin ba'zı mebhasler arasında ne derece muvafakat veya muhalefet bulunduğunu ta'yîne lüzum
görülebilir. Bu ta'yân vazifesini yapabilmek için de bu ilme vâkıf olmak ihtiyâcı yüz gösterir.[62]

18- İçtimâiyyât:

Milletlerin dînî, ırkî, iktisâdi, ma'şerî birçok hallerinden bahseden içtimâiyyât, bugün terakkiye yüz tutmuş ilimler zümresine
girmiş bulunmaktadır. Bu ilmin bir kısım mebhaslerîel Kur'ân-ı Azîm' in bize bildirdiği dînî, içtimaî ba'zı hakikatler arasında ne
dereceye kadar münâsebet ve mukarenet bulunduğunu göstermeğe lüzum görülebilir. Bu halde İçtimâiyyât İlmi'ne de vukuf
lâzımdır. Biz bu ilme dâir birinci bölümde ma'lûmât vermiş bulunmaktayız.[63]

19- İlmü't-Tekvîn:

Bu ilim, bizim meskenimiz olan Küre-i Arz'ın ve sair âlemlerin tekevvünü, menşei hakkında birçok nazariyyeleri, ihtimâlleri
ihtiva eder. Bu ilm ile Kur'ân-ı Mübîn'in hilkat hakkındaki âlî beyanâtı arasında mukayeseler yapmak, bu bâbda ba'zı fikirleri
tahdîş eden bir kısım faraziyyelerin derece-i kıymetini göstermek îcâbeder. Bu da bu Tekvin İlmi'ne vukuf sayesinde kabil
olabilir. Hikmetü't-Tekvîn İlmi için birinci bölüme müracaat.[64]

20- İlim-i Hey'et:

Kur'ân-ı Azîm' in birçok âyetlerinde göklere, göklerdeki ziyâlı, münevver ecrâma ve sâireye işaret olunmuş, bu kudret bedîalarını
tefekkür etmemiz emrolunmuştur. Biz bu muazzam varlıkların mâhiyyetlerine, vasıflarına ne kadar ziyâde vukuf kazanır isek
Halikımızın kudretindeki azamet, gözlerimizin önünde o kadar ziyâde mütecellî olur. Bu vukuf ise Hey'et İlmi'ne ıttıla' sayesinde
hâsıl olabilir. Bunun içindir ki Fahrü'd-Dîn-ı Râzî gibi mütefekkir, mütebahhir müfessirler, bu hususlara dâir tefsirlerinde pek çok
şeylere yazmışlardır. Hey'ete dâir birinci bölümde biraz ma'lûmât vermiş bulunuyoruz.[65]

21- Coğrafya:

Kur'ân-ı Mübîn'in ba'zı âyetleri yeryüzüne, yeryüzündeki sulara, muhtelif nebatlara, ma'denlere ve yeryüzünün başka-başka
parçalarında yaşamış eski milletlere, meselâ Mısırlılara, Yemenlilere, Keldânî'lere mütealliktir. Bu halde yeryüzünün uğramış
olduğu tahavvülleri bilmek, müteaddid milletleri sinesinde yaşatmış olan muhtelif iklimlerin coğrafî hallerine âid bilgiler elde
etmek iktizâ eder. Çünkü bu suretle ba'zı âyetlerin daha etraflıca, daha açıkça tefsirine imkân hâsıl olmuş olur.[66]

22- İlm-i Târih Ve Siyer:

Kur'ân-ı Kerîm' in ba'zı âyetleri de Peygamberân-ı Zî-Şân'ın mübarek hayâtlarına, kudsî mesâilerine ve geçmiş ümmetlerin en
ibretli hallerine dâirdir. Bunları îzâh için Siyar-i Enbiyâ'ya, Târîh-i Âlem'e müracaat edilmesi îcâb eder. Bahusus zamanımızda
târihin bir müstakil şu'besi olmak üzere ayrıca tedvin ve te'lîf olunmakta bulunan Târîh-i Edyân'a da vukuf lâzımdır.
Târîh ile Siyer'e dâir de birinci bölümde ba'zı tafsilât vardır.
Velhâsıl, mütefekkir bir müfessir, ne kadar ziyâde ilimlere, fenlere vâkıf bulunursa Kur'ân-ı Kerîm'in hakayıkını tecellî ettirmeye
o kadar ziyâde hizmet etmiş olur. Onun içindir ki “Müfessir olan zât mütebahhir olmalıdır.” deniliyor.[67]

24- Müfessirlerin Âdâb Ve Şeraiti:

Yukarıdanberi verilen malûmattan da anlaşılmış olacağı üzere müfessirler için riâyeti lâzım, nazar-ı dikkate alınması vâcib olan
bir kısım âdâb ve şurût vardır, bir kısım usûl ve kavâid mevcuddur. Bunların hülâsası
şunlardır:
1- Müfessirler için sahih bir i'tikad ve Sünnet-i Nebeviyye'ye riâyet lâzımdır. Kötü i'tikad sâhiblerinin yazacakları tefsirler, kendi
bozuk kanaatlerinin bir teşhîr-gâhı olacağından i'timâda, mütâlâaya lâyık olamaz.
Nebiyy-i Ekrem'in sünnetlerine sarılmayanların vücûde getirecekleri tefsirler de i'timâddan mahrum, ma'nevî feyizden bî-nasîb
olacağından yine mütalâaya şâyân olamaz.
Hele ilhâd erbabının yazacakları tefsir nâmındaki eserler, İslâm bünyesini tahrîb gibi hâinâne bir maksada müstenid olacağından
bunları ele almak bile caiz değildir. Meğer ki red ve cerh için olsun. Bâtıniyyenin, Gulât-ı Râfıziyye'nin tefsirleri bu kabildendir.
Bid’at sâhiblerinin tefsirleri de kendi zaîf, boş i'tikadlarını te'yîd düşüncesîle yazılmış şey'lerdir. Bunlardan birtakıma,
mesleklerini gizliyerek sûret-i hakdan görünmüş, halkı Selef-i Sâlihîn'in yolundan ayırmak gayesini ta'kîb ederek kalblere şüphe
bırakacak mes'eleleri dermeyân etmişlerdir. Bunlar, yazıları arasına saf zihinleri tereddüde düşürecek, muhâkemesiz kimseleri
yanlış kanaatlere saptıracak ibareler sokuşturmuşlardır.
Kaderiyye taifesinin tefsirleri bu cümledendir. Binâen-aleyh din ilimlerinde ihtisası olmıyanlar için bu gibi tefsirleri mütalâa caiz
değildir.
2- Müfessirler, güzel maksad sahibi olmalıdırlar. Tefsirlerini yalnız Hak Teâlâ'nın rızâsına nâiliyyet, Kur'ân-ı Mübîn'e hizmet, ehl-
i îmânın istifâdelerini te'min maksadîle yazmalıdırlar. Böyle hâlis bir niyetle hareket edenlerin Hakk'a. vâsıl, emellerine nail
olacakları Âyet-i Ker'mesîle sabittir.
3- Müfessirler, yazacakları tefsirlerde diğer tefsirlere nazaran bir imtiyaz, bir husûsiyyet gösterebilmelidirler. Meselâ kendi
tefsirleri, üslûb-ı beyan ve hüsn-i tertib i'tibârîle veya zamanın ihtiyaçlarına tekabül edecek yeni mes'eleleri, mütalâaları ihtiva
cihetîle bir yeniliği hâiz bulunmalıdırlar, ki zâid görülmesin. Hele başka tefsirlerin, kitabların ibarelerini me'haz
gösterilmeksizin"aynen, alıb tefsirlerine dere eden zâtların bu hareketleri asla savâb görülmese gerekir.
4- Müfessirler, hem naklî ilimler ile hem de aklî ilimler ile mücehhez olmalıdırlar. Bundan başka kendilerinde ebedî bir zevk,
ma'nevî bir neş'e bulunmalıdır. Bu gibi meziyetleri hâiz olmıyanlar için tefsir sahasında muvaffakiyyet yüz gösteremez.
Meselâ: Lisâniyyâta vâkıf olmıyan, kelimelerin, ibarelerin lûğavî ve mecazî ma'nâlarını anlamıyan, muktezây-ı hâli, muhtelif
beyân üslûblannı bilmiyen bir kimse, Kur'ân-ı Mübîn'in lâfızlarını, terkîblerini nasıl teşrih ve tahlil edebilir?
Kezâlik Kelâm ile Hadîs ile Fıkıh ile tevağğulü olmıyan bir kimse bu ilimlere temas eden âyetleri nasıl izah edebilir?
Hele ma'nevî bir neşveye, büyük bir zevk-i edebîye nail olmiyan bir zât, Kur'ân-ı Kerîm'in beyânâtındaki rengârenk ezhâr-ı
bedîadan dimağları ta'tîre nasıl kadir olabilir? Bu ezelî bedîaların insicamını, lâtif işaretlerini, ulvî ma'nâlarını ruh-perver bir
tarzda tasvire nasıl muvaffak olabilir?
5- Müfessirler, âyetlerin tefsirini evvelâ Kur'ân-ı Mübîn'de aramalıdırlar. Çünkü Kur'ân'ın ba'zı âyetleri ba'zılarıni tefsir eder.
Ezcümle ba'zı âyetlerde lihikmetin icmâlen beyân olunan birşey', diğer ba'zı âyetlerde mufassalan beyân buyurulmuştur. Kezâlik
ba'zı âyetlerde mutlak olarak beyân buyurulanı bir hüküm, diğer âyetlerde mukayyeden vârid olmuştur, Kezâlik bir âyet-i kerîme
ile emrolunan birşey', diğer bir âyet-i celîle ile nesh buyurulmuştur. İşte tefsir yazarken bütün bunları nazara almak îcâb eder.
Birkaç misâl:
a) Âyet-i Kerîmesi'nde beyân buyurulan Evliyâ'dan murâd kimlerdir? İşte bunu bu âyetin ma-ba'di bildiriyor. Demek ki bu
âyet-i celîlenin mâ-ba'di, .mâ-kablini müfessir bulunuyor.
b) Âyet-i Celîlesi'nde şeytanın ne için istikbârda bulunduğu beyân buyurulmamıştır.
Âyet-i Kerîmesi'nde ise bu cihet beyân buyurulmuştur.
c) Âyet-i Kerîmesi'nde ıtlak vardır. Her günâhın gufrana mazhar olacağı beyân buyuruluyor. Âyet-i Celîlesi'nde ise takyîd vardır.
Bir kere şirkin gufrana mahal olmadığı bildiriliyor. Sonra başka günahlara gelince bunların gufrana mazhariyyeti de
Meşiyyetu'llâh ile takyîd olunuyor. O halde ikinci âyet birinci âyeti takyîd etmiş oluyor.
d) Âyet-i Kerîmesi, müslümanlardan zînâ fazîhasını irtikâb edenlere yalnız dil ile ezâ edilmesini âmirdir. Fakat
Nazm-ı Kur'ânîsi, bunu nesh etmiş, zâniyelerin habs edilmelerini âmir bulunmuştur. Sonra Âyet-i Celîlesi de hapis hükmünü nesh
etmiş, zânî ile zâniye yüzer değnek vurulmasını emreylemiştir. Daha sonra bu hüküm de muhsan olmıyanlara tahsis edilib muhsan
olanlar, ya'nî evlenmiş bulunanlar hakkında Recm cezası teşri' kılınmıştır.
İmâm-ı Alî kerreme'llâhü veçhen Hazretleri, bir kadıya “Nasih'i Mensûh'dan fark edebilir misin?” diye sormuş, kadının “Hayır,
fark edemem.” demesi üzerine diyerek bu bâbdaki cehaletin ne mühlik birşey' olduğunu anlatmıştır.
6- Müfessirler, bir âyetin tefsirini Kur'ân-ı Mübîn'de bulamazlarsa Resûl-i Ekrem Efendimiz'in mübarek Hadîslerine müracaat
etmelidirler. Çünkü Nebiyy-i Zî-Şân Hazretleri Kur'ân'ın esrarına vâkıf, ilimlerin dekaikina muttali' olub birçok âyetleri tefsîr ve
tavzih buyurmuşlardır.
İmâm-ı Şafiî radiye'lâhu anh diyor ki: “Resûlû'llah sallâ'llâhu aleyhi ve sellem her ne ile hükmederse mutlaka onu Kur'ân-ı
Azîm'den fehmetmiştir.” O halde ümmetin muttali' olamıyacağı dekayık-ı Kur'âniyye'ye Hazret-i Peygamber'in vâkıf olacağı ve
onları bizlere anlıyacağımız veçhile îzâh buyurmuş bulunacağı şüphesizdir.
Binâen-aleyh müfessir olan zât, mübarek hadîslere müracaattan asla müstağni olamaz, Ancak rivayet bakımından bir kısım zaîf
veya mevzu, hadîsler bulunduğundan bunlara göre tefsirden kaçınmak da lâzımdır.
Sahih hadîsler ile vuku'bulan tefsirlerden birkaç nümûne:
a- Âyet-i Celîlesindeki Yahut tâifesîle de Nasârâ tâifesîle Taraf-ı Nebevî'den tefs'r buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu
tefsiri yine Kur'ân-ı Kerîm’den mülhem olmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Mübîn'de, Yahudiler hakkında buyurulmuştur. Nasarâ
hakkında da vârid olmuştur.
b- Ayet-i Kerimesindeki Taraf-ı Nebeviden ile tefsir buyurulmustur.
c- Nazm-ı Kur'ânîsi, Resûl-i Ekrem Efendimiz ile tefsir olunmuştur.
d- Âyet-i Celîlesindeki Cânib-i Nebevî’den diye tefsir buyurulmuştur.
7- Müfessirler, bir âyetin tefsirini, Peygamberimizin mübarek hadîslerinde sarahaten bulamadıkları takdirde ashâb-ı kiramın
kavillerine müracaat etmelidirler. Çünkü ashâb-ı güzîn Resûl-i Ekrem Efendimizle hem-sohbet olmak şerefine, ni'metine nail
olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm' in tefsirine dâir Nebiyy-i Zî-Şân Hazretlerinden bir nice âlî beyanat telâkki etmişlerdir. Esbâb-ı
nüzule muttali' olmuş, Nâsih ve Mensûh'ı öğrenmiş, Kur'ân'ın yüksek maksadlarına vukuf kesbedebilmişlerdir. Kendilerinde güzel
amel, temiz bir kariha, geniş bilgi ve sâir kemâller bi-hakkın inkişâf etmiştir.
Ashâb-ı Kirâm'dan bir zât, bir âyet-i celîleyi tefsir ederken: “Resûlu'llah böyle buyurmuştur.” demese bile onun bu bâddaki
beyanâtı yine merfû' ya'nî Resûlu'llah'a isnâd ve izafe edilmiş sayılır. Zîrâ Ashâb-ı Güzîn, bu gibi mühim dînî şeylerde kendi
nefislerinden birşey beyân etmezlerdi, onlar mutlaka Vahy-i İlâhî'nin ziyâlarîle iltima' kesbetmiş olan Nebiyy-i Zî-Şân’ dan
muktebes oldukları ilim ve ma'rifet nurlarını âfâka yaymakla iktifa ederlerdi.[68]

Ashâb-ı Kiram Tarafından Vuku'bulan Tefsirlere İki Misâl:

1- Âyet-i Kerîmesi'nin tefs'rinde deniliyor ki: İbn-i Abbâs Hazretleri bu Âyet-i Celîle'yi okumuş, “Burada Benî-Bekr kabilesinden
kimse var mı?” diye sormuş, orada bulunanlardan birisi “Evet... Ben Benî-Bekirdenim.” deyince müşârün-ileyh demiş ki “neye
denir?”. O zât de dalları birbirine girmiş birçok ağaçları hâvî olan vâdîye denir ki, içinden çıkacak yol bulunmaz,” diye ma'lûmât
vermiş. Bunun üzerine İbn-i Abbâs Hazretleri: “İşte kâfirin kalbi böyledir.” diyerek Lâfz-ı Kurânîsîle bildirilen bir hakikati canlı
bir surette temsil ettirmiştir.
Yine İbn-i Abbâs Hazretleri bu âyette bildirilen mefhûmunu da O, Allahu Teâlâ'nın kâfirlere musallat ettiği şeytandan ibarettir.”
diye tefsir etmiştir.
2- Âyet-i Celîlesindeki Tevbe'yi, İmâm-ı Alî kerreme'llahu vecheh Hazretleri şöylece tefsir ediyor: “Geçmiş günahlara nedamet,
farzları kaza, mezâlimi red, hasımlardan istihlâl, günâha dönmemeye azim, nefsini ma'siyet içinde terbiye ettiğin gibi tâat-i
ilâhiyye dâiresinde terbiye.”
8 - Müfessirler, Ashâb-ı Kirâm'ın kavillerine muttali' olamayınca Tâbiîn'in kavillerine müracaat etmelidirler. Çünkü Tabiîn
denilen zâtlar, Ashâb-ı Güzin'e mülâkî olmuş, onlardan pekçok istifâde etmişlerdir.
Hadîs-i Şerifi de bu zâtların kadirlerini yükseltmektedir.
Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiye diyor ki: “Ashâb-ı Kirâm'ın, Tâbiîn'in mezheblerini, tefsirlerini bırakıb da bunların ihlâfına hareket
eden kimse, bu hususta muhtî', belki de mübtedî olmuş olur. Çünkü bu zâtlar, Kur'ân-ı azimîn tefsirine ma'nasına daha âlimdirler.
Nasıl ki, Resulu'llâh'ın meb'us olduğu hak ve hakikîkate de başkalarından daha ziyâde vâkıftırlar.[69]

Tabiîn Hazerâtının Tefsirlerinden Birkaç Nümûne:

a- Âyet-i Kerîmesi'ndeki ibaresini Tâbiîn-i Kirâm'dan Mücâhid, Hasan-ı Basrî, Katâde gibi zâtlar ile tefsir ediyor ve şu beyt ile de
ihticâcda bulunuyorlar:
b- Âyet-i Kerîmesi'ndeki ile murâd kimlerdir? Atâ'nın İbn-i Abbâs Hazretlerinden rivayetine göre tâat erbabıdır.
Hakk'ın tâatından geri kalanlardır. Dahhâk'e göre bunlar muharebe saffından ileri ve geri olanlardır. İkrime'ye nazaran yaratılmış
olanlardır. Henüz yaradılmamış olanlardır.
c- Âyet-i Kerîmesi'nde Hazret-i İbrahim'e Ümmet nâmı veriliyor. Bir zâtın başlı başına bir ümmet teşkili ne suretle olabilir? Bu
hususta müfessirlerin birçok tevcihleri vardır. Tâbiîn'den olan Mücâhid diyor ki: “Bütün nâs kâfir iken yalnız Hazret-i İbrahim
mü'min, muvahhid bulunuyordu. Bunun için de kendisi başlı başına bir ümmet bulunmuş oluyordu.”
Resûl-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hunefâ'dan bulunan (Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl) hakkında buyurmuşlardı.
9- Müfessirler, âyetleri tefsir ederken Arab lisânının muktezâsına riâyet etmelidirler. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arab lûğatı,
Arabcanın üslûbu üzere nazil olmuştur. Kur'ân lâfızlarının medlulleri, lügatten anlaşılan ma'nâlardan başka olamaz. Aks-i takdirde
nüzûlündeki hikmet fevt olur. Şu kadar varki Elfâz-ı Kur'âniyye'nin ba'zı husûsiyyetleri, işaretleri, şer'î ma'nâları da olduğundan
bunları da nazara almak lâzımdır; sonra nüzul sebeblerini, kelâmın siyakını düşünmek de îcâb eder.
Müfessir olan zât, lügatlerin meşhur ve istimali kesîr olan ma'nâlarile şâz, mehcûru'l-isti'mâl, garîb olan ma'nâlarını
ayırabilmelidir. Kur'ân-ı Kerîm' in herhangi bir lâfzını, mütebâdir ve zahir olan ma'nâsına haml etmeyib de kelâm-ı Arabdan pek
azının delâlet edeceği bir ma'nâya hamletmek caiz değildir. Velev ki bu muhtemel ma'nânın isti'mâline Arab eş'ârında tesadüf
olunabilsin.
Ba'zan bir lâfzın aynı derecede isti'mâli şayi' birden ziyâde ma'nâları olabilir, ki buna (Lâfz-ı müşterek) denir. Bunları da bilib
yerine göre almak lâzımgelir. Birkaç misâl;
a- Ayet-i Celîlesi'ndeki lâfzı, lûğatta (Ziyâde sevinç) ma'nâsınadır. Râ'nın kesrîle kirâeti de vardır. Bu halde ma'nâsına olmuş
olur. Bundan murâd, yeryüzünde gâfilâne bir neşveye dalarak mütekebbirâne, müteazzimâne bir vaz'iyyetle gezmekten nehiydir.
b- Âyet-i Kerîmesi'ndeki lâfzı, evmek, ya'nî bir işini vaktinden evvel çabuk yapmak, birşey'i vaktinden mukaddem isteyib
araştırmak ma'nâsınadır. Kur'ân-ı Kerîm' de mübalâğa için “İnsan aceleden yaratılmıştır.” denilmiştir. Nitekim filân zât keremden
yaratılmıştır, yâhud mücessem adl ü keremdir denilir.
kelimeleri Himyer dilinde: Siyah, kokmuş balçığa denilirmiş. Bu halde Nazm-ı Şerifin ma'nâsı: “İnsan çamurdan yaradılmış”
demek olur. Fakat bu kelimenin birinci ma'nâda isti'mâli zahirdir ve belîğânedir. İkinci ma'nâda isti'mâli ise garîbdir, her nekadar
mısrasında bu ma'nâ maksûd ise de binâen-aleyh Âyet-i Celîle'de birinci ma'nâya almak evlâdır. Zâten âyetin mabâ'di
olan: Nazm-ı Şerifi de bunu müeyyiddir.
c- Âyet-i Kerîmesi'ndeki fiilinin masdarı olan yaratmak, artırmak, yere tohum saçmak gibi ma'nâlara gelir. Bu Âyet-i Celîle'de bu
üç ma'nâdan herhangi birini almak caizdir. Hattâ Nazm-ı Şerîfi'ni: diye tefsir edenler de vardır. Böyle bir kelimenin asıl maksadı
tağyir etmiyecek bir halde müteaddid ma'nâları ifâde etmesi Kur'ân-ı Kerîm'in mezâyâsındandır. Binâen-aleyh Kur'ân'ın herhangi
bir lisâna tercümesi takdirinde bu mezâyâyı muhafaza kabil olamaz.
10- Müfessirler, Kur'ân-ı Mübîn'in müfredâtındaki terkiblerindeki teşbihleri, mecazları, istiareleri, kinayeleri dâima nazar-ı
dikkate almalıdırlar. Bunlar Arab lisânında çokça müsta'meldir. Bunlar belagat üslûblarındandır. Bu üslûblar sayesinde maksad,
çok kere daha kısa bir ibare ile daha açık bir tarzda ifâde edilmiş olur. Bu sayede söz, başka bir revnak, başka bir letafet ve kuvvet
kazanır. Yine bu sâyede birçok mevzû'lar, gözönünde tecessüm edecek bir mertebede tezahür eder de ruhlar üzerinde büyük bir
te'sîr vücûde getirir. Ba'zan da tasrîh edilmesi nezâhet-i beyâna muhalif olan şey'ler, mecaz veya kinaye kisvesine bürünerek
mahzûrsuz olarak isbât-ı vücûd edebilir. Binâen-aleyh belagat sahasında bunların büyük bir mevkii vardır. Kur'ân-ı Azîm ise en
güzel, en mükemmel beyân ü's-lublarını cami' bir belagat mu'cizesidir. En beliğ teşbihleri, en parlak mecazları, istiareleri, en lâtif
kinayeleri muhtevidir. Şu halde müfessir olan zât, bu gibi mezâyây-ı kelâma bi-hakkın vâkıf olmalıdır ki, Kur'ân-i Kerîm'in
fasâhat ve belâğatini tefsirinde lâyıkıyle tecellî ettirebilsin. 23 No. lu serlevhaya da müracaat.
11- Müfessirler, inde'1-icâb âyetlerin muktezâlarını nazara alarak içtihâd ve istinbât yolîle tefsire muktedir bulunmalıdırlar. Bu
veçhile tefsire muktedir olmak için büyük bir zekâya, geniş bir karihaya, mühim bir ilmî ihataya ihtiyaç vardır.
İçtihad ve istinbât tarîkîle tefsirin cevazına Nazm-ı Kur'ânîsi delildir. İbn-i Abbâs radiye'llahu anhümâ hakkında diye vuku'bulan
Duây-ı Nebevi ile müşârün-ileyhin böyle bir ilmî kemâle nâiliyyeti kasd buyurulmuştur.
Ba'zu âyetlerin tefsirlerinde Ashâb-ı Kiram ile Tâbiîn'in ve sair müfessirlerin müteaddid tevcihlerde, te'villerde bulunmuş
olmaları, mahzâ hâiz oldukları içtihâd ve istinbâttan neş'et etmiştir.
İçtihâd ve istinbât ise indî bir surette olmayıb bir şer'î asla müstenid olduğundan makbuldür. Kitâb'a, Sünnet'e, İcmâ-ı Ümmet'e
Ümuhalif olan içtihâdlar, istinbâtlar ise cahilane teşehhiyyât kabilinden olduğu cihetle bâtıldır. Velev ki doğrusuna isabet etsin.
Çünkü bu isabet kabilinden olub şuursuzcasına vâki' olmuştur. Bunun bir hatâ olduğu ise. Hadisi şerif ile sabittir. Zaten:
Ayetleri de böyle bir hareketin memnûiyyetini nâtıktır. Lahika: Kur'ân-ı Mu'ciz-Beyân'ın ihtiva ettiği hakikatler üç kısımdır :
Birinci kısım, yalnız Allahu Teâlâ Hazretlerinin bildiği hakikatlerdir.
Künh-i Bârî ile ba'zı mugayyebât gibi. Bu kısım hakkında hiçbir kimsenin söz söylemesi caiz değildir.
İkinci kısım, Hak Teâlâ'nın yalnız Peygamber Efendimize bildirmiş olduğu hakikatlerdir. Bunların hakkında Resûl-i Ekrem'den
başkasının söz söylemeleri caiz olamaz. Ba'zı zevata göre Sûrelerin evvellerindeki Hurûf-ı Mukattaa bu cümledendir.
Üçüncü kısım, Hak Teâlâ'nın, başkalarına ta'lîm etmek üzere, Peygamber Efendimize bildirdiği hakikatlerdir. Kur'ân'ın
âyetlerindeki birçok celî ve hafî ma'nâlar bu cümledendir.
Bu üçüncü kısım da iki türlüdür. Birincisi, hakkında söz söylenmesi, sem'a = işitmeğe mütevakkıf olan hususlardır, Esbâb-ı
Nüzul, Nâsih ve Mensûh, Vücûh-ı Kırâet, geçmiş milletlere âid kıssalar, haşir ve miâd, lûğatler gibi.
İkincisi Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızlarından nazar, istidlal, istinbât ve içtihâd tarîkîle ahzolunabilecek hususlardır ki, bunlar da iki
nevi'dir.
Bu nevi'lerden birinin cevazında ihtilâf vardır: Allâhü Teâlâ'nın sıfatlarına müteallik müteşâbih âyetlerin te'vîli gibi. Yedi,
Kudretle te'vîl, bu cümledendir.
Diğer birinin cevazında ise ittifak vardır. Bu da Kur'ân-ı Mübîn'in lâfızlarından ve terkiblerinden aslî ve fer'î hükümleri, i'râba âid
hükümleri istinbâttan ibarettir. Çünkü bunlar kıyâs ve usûl dâiresinde anlaşılabilecek şeylerdendir.
Belagat fenlerini, mev'ızaların nevi'lerini, hikmetleri ve işaretleri istihraç da bu kabildendir. Ehliyetli olan zâtlar için bunları
Kur'ân-ı Kerîm'den istinbât etmek mümteni' değildir. Birkaç nümûne:
Âyet-i Celilesi'nden müfessirîn ve fukahây-ı kiram, birçok fer'î mes'eleler istinbât etmişlerdir. Ezcümle diyorlar ki: “Bu Âyet-i
Kerîme Kitâb ile, Sünnet ile, îcmâ-i Ümmet ile sabit olan beş vakit namazlarını remz ve işaret yolîle câmi'dir. Çünkü murâd,
güneşin Nısfü’n Nehâr Dâiresi'nden meyl ve zevalidir. Bu halde Âyet-i Celîle'nin ma'nâsı: Namazı zeval vaktinden gecenin
karanlığına kadar devam ettir, demek olur. Bu müddete ise öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları dâhildir. Salât-ı Subh yerinde
buyurulmssına gelince, bu da namazın Kur'ânsız olamıyacağına ve Sabah Namazı'nda Kur'ân'ın şâir namazlardan daha uzunca
okunacağına işareti mutazammındır. Çünkü Kur'ân'ın Sabah Namazı'nda tahsis bi'z-zikr buyurulması, Sabah namazı'nda Kur'ân
tilâvetinin ekmeliyyetine delildir.
b- Ayet-i Kerîmesi tefsirine dâir İmâm-ı Kuşeyrî, İşârâtü'l-Kur'ân unvanlı eserinde diyor ki: “Allahu Teâlâ Hazretleri Kavl-i Şerif
île Resûl-i Ekreminin şerefini izhâr buyurmuştur. Bununla buyurulmuş oluyor ki, Hazret-i Muhammed hadd-izâtinde ümmî olub
ne kitâb okumuş, ne de siyer-i enbiyâyı tetebbu' etmiştir. Bu halde O'nun hâiz olduğu faziletlerden, ilmî kemâllerden,
tenzihlerden, .şer'i hükümlerden hiçbiri kendisinin zâtinden, ilim ve içtihadından, kendi tasarrufundan ileri gelmiş değildir. Belki
Hazret-i Muhammed bunlara Allahu Azîmü'ş-Şân'in Cânib-i Sübhânîsi'nden mazhar olmuştur; ya'nî bu kemâlâta mahzâ Hak Teâlâ
Hazretleri'nin inâyetîle, Vahyîle muvaffak olmuştur.
Bu cihet ise O büyük zâtın Nübüvvet ve Risâletini isbâta kâfî bir mu'cize değil de nedir?
c- Ayet-i Kerîmesinde Arş'ı yüklenen, çevresinde dolaşan meleklerin Hak Teâlâ'yı tesbîh ve tahmîdde bulunmaları için evvelce
îmân etmiş olmaları iktizâ eder. O halde ayrıca buyurulmasında ne fâide vardır? Zimahşerî buna cevaben diyor ki: “Bundan murâd
Allahu Teâlâ'nın Arş'ı üzerinde oturur olmadığına tenbîhtir. Çünkü Arş üzerinde hâzır ve müstekar olsaydı Arş da, Arş'ın etrafında
bulunan melekler, Hak Teâlâyı müşahede ve muayene etmiş bulunurlardı. Artık Allahu Teâlâ'ya olan îmanları haklarında medhü
senayı sebeb olmazdı. Zîrâ hazır ve müşâhed olan birşey'in vücûdunu ikrar, medhü senaya sebeb olamaz. (Zâten böyle ikrar, îmân
adını da alamaz).
Görülmez mi ki güneşin varlığını ve ziyâlı bulunduğunu ikrar, medh ü senayı îcâb etmez. Halbuki Allahu Teâlâ Hazretleri
meleklerin Zât-i îlâhîsi'ne olan îmânlarını medh ü sena ediyor, ta'zim tarîkîle zikir buyuruyor. Demek ki bunlar, Cenâb-ı Hakk'ı
Arş üzerinde görmedikleri halde mücerred delil ile bilib Zât-i Ülûhiyyeti'ne îmân ediyorlar; bu cihetle de medha liyâkat kazanmış
oluyorlar.
İşte Tefsîr'-i Keşşaf sahibi,Kavl-i Şerifinde böyle güzel bir fâide buluyor. Bunu bulmak bu Nazm-ı Celü'in böyle bir esas akideye
işareti hâiz olduğunu keşf ve istinbât etmek büyük bir zekâ eseridir. Zimah-şerî'nin bu dakîk işareti keşfetmiş olması, Fahrü'd-Dîn-
i Râzî gibi mütefekkir bir allâmeyi pek mütehassis etmiş ve şu sözlerîle Zimahşerî hakkında sitâyişde bulunmuştur: “Allahu Teâlâ
Keşşaf Sahibine rahmet etsin, yalnız tefsirinin ma-hasalı bu bir nükteden ibaret bulunsa idi, yine kendisine fahr u şeref için kifayet
ederdi.” Zımahşerî'nin “Tabakatu'l-Müfessirîn” kısmındaki tercüme-i hâline de müracaat.
12- Müfessirler, kıssalara, kâinatın hilkatine, ma'denlere, nebatlara, semavî ecrâma, arzın teşekkülâtma müteallik âyetlerin
tefsirinde Vahye müstenid olmayıb mücerred his ve tecrübe mahsûlü olan ulûm ve fünûn mesailini dermeyân ederken ihtiyatlı
bulunmalıdırlar. Birtakım fennî faraziyyelere birer katiyyet mahiyyeti vererek Kur'ân'ın yüksek beyânâtîle bunların arasını kat'î
surette te'lîfe çalışmamalıdırlar. Çünkü Kur'ân'ın beyanâtı aynı, hakikattir. Fennî mes'eleler, faraziyyeler ise ilmî terakkiler netice-
sinde tebeddül edebilir. Nitekim İlm-i Hey'et mes'eleleri böyle bir tebeddüle uğramıştır, Mücedded Kudret-i İlâhiyyeyi gözler
önünde tecellî ettirmek için semavî ecrâma işaret buyuran âyetleri Batlamyus meslek-i felekîsi ile te'lîfe çalışanların bu babdaki
gayretleri bugün kıymetini gâib etmiş bulunuyor. Artık bu gibi âyetlerin Kopernik veya Aynştayn nazariyye-i felekiyyesîle te'lîf
etmek isteyenler de böyle bir akıbete uğramaktan endîşe etmeli, işin künhünü Allahu Teâlâ'nın ilmine havale eylemelidir.
13- Müfessirler, hakikati araştırmalıdırlar; lüzumsuz tafsilâttan kaçınmalıdırlar. Bahusus aslı meçhul, kıssalardan, hikâyelerden
ihtiraz etmelidirler; hurâfât kabilinden olan, halkın idrâk-i havsalasına sığmayan garîb. gayr-i sabit rivayetlerden ictinâb üzere
bulunmalıdırlar.
Bir müfessir, İslâm âlimlerinin en mütefekkiri, en münevveri olacağından eserinde bu gibi şeylere yer vermesi muvafık olamaz.
Meğer ki intikad için olsun.
14- Müfessirler, yazdıkları tefsir kitablarında muntazam bir tertîb ve tensîka riâyet etmelidirler. Âmmenin kabulüne mazhar olan
tefsirlerle mutabık kalmaya çalışmalıdırlar. Noksan ve ziyâdeden kaçınmalı, ya'nimaksadı tenvir ve tavzih edecek mikdârdan
noksan yazmamalı, garaza taallûku olmayan şey'ler ile de kitablarını doldurmamalıdırlar.
Tefsirlerde ekseri şu tertîb iltizâm edilir:
Evvelâ: Sûrelerin ma-kabillerine olan münâsebetleri yazılır, isimleri, vech-i tesmiyeleri, faziletleri gösterilir. Âyetlerinin,
kelimelerinin, harflerinin' mikdârı kayd edilir.
Saniyen: Her âyet-i celile kendi kendine bir fâtiha-i kelâm olmakla beraber bunun ma-kablindeki âyetler ile olan münâsebeti
yazılır. Çünkü gerek sûrelerin ve gerek âyetlerin aralarındaki münâsebetleri, insicamı göstermek, Kur'ân-ı Mübîn'in belagat ve
ulviyyetini bir kat daha tecellî ettirmiş olur. Hattâ bu bâbda yazılmış müstakil eserler de vardır. Şeyh Ebû Cafer'in ismindeki eseri
ve İmâm-ı Süyûtî'nin Esrârü't-Tenzîl adındaki kitabı bu cümledendir.
Âyetlerin münâsebetlerini göstermek hususunda Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin pek büyük hizmetleri geçmiştir. Tefsîr-i Kebîr'i bu i'tibâr
ile de büyük bir kıymete mâliktir. Müşârün-ileyh demiştir ki: Kur'ân-ı Kerîm'in ekser-i lâtâifi, âyetleri arasındaki tertibat ve
ravâbıta mevdu'dur.
Sâlisen: Âyetlerin muhassalası olan ma'nâya işaret olunur. Bu hususta rivayet ve dirayet yollarîle nakledilmiş olan ma'lûmat
kaydedilir. îcâb eden i'tirazlara, vârid olan suallere cevâb verilir.
Râbian: Âyetlerin kelimelerinde, terkiblerinde tahliller yapılır, lûğat, tasrif, iştikak i'tibârile lâzımgelen ma'lûmat verilir, bunların
belagat ilmine temas eden noktaları gösterilir.
Hâmisen: Âyetlerin ihtiva ettiği dînî hükümler, şer'î emirler, nehiyler îzâh edilir, İslâm ulemâsının bu hususlardaki içtihâdlarına,
kanâatlarına mümkün mertebe işaret olunur.
Sâdisen: Âyetlerin tazammun ettiği ma'nevî işaretlere, lâtâife, bedâyia meşru' bir tasavvuf neşvesîle işaret olunur, mütalâa
erbabının her veçhile istifâdesine çalışılır.
15- Müfessirler, gerek ba'zı âyetler arasında ve gerek ba'zı hadîsler ise Sahâbe-i Güzin'in ve Tabiîn ile sâir müfessirlerin beyanları
arasında vücûdu tevehhüm olunan ihtilâfları, tearuzları hal ve ref etmelidirler. Bir kere şüphe yok ki Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri
arasında asla ihtilâf ve tenakuz bulunamaz. Âyet-i Kerîmesi buna delildir. Âyetler ile sahîh hadîsler arasında da böyle bir ihtilâf ve
tenakuz bulunamaz. O halde bir müfessirin vazifesi, ilk bakışta birbirine muhalif gibi görünen, ba'zı âyetlerin veya âyetler ile
hadîslerin arasındaki ittihadı göstermek, bu zâhîrî ihtilâfın mahiyyetini îzâh ederek mes' eleyi aydınlatmaktır.[70]

25- Müfessirlerin Arasında Görülen Ba'zı İhtilâfların Sebebleri Ve İhtilâfların Nevi'leri;

İhtilâf, lügatte ittifaksızlık demektir. Hakîkî ve zahirî kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Hadd-i zâtinde (Nefse'1-emr i'tibârile) birbirine
mütebâyin bulunan iki söz arasında (Hakîkî ihtilâf) vücûde gelir. Birbirine hadd-i zâinde değil de, görünüş i'tibârîyle mütebâyin
bulunan iki söz beyninde de (Zahiri ihtilâf) bulunmuş olur.
Ba'zı zâtlara göre ihtilâf, delile müstenid olacağından içtihâd demektir. Hilaf ise delîle müstenid olmadığından memnu'dur. Demek
ki ihtilâf da maksûd bir, tarîk muhtelifdir. Hilâfda ise hem maksûd, hem de tarik muhtelifdir. Bu bakımdan ihtilâf, bir rahmet
eseridir, Hilaf ise bir bid'at eseridir,
Ba'zı zâtlara göre de iki kimse arasında ihtilâf bulunabilmesi için bunların muasır bulunmaları lâzımdır. Muasır olmayanların
arasındaki ittifaksızîığa hilaf adı verilir. Bir de râcih mukabilindeki mercûh kavle hilaf ıtlak olunur.
Bununla beraber ihtilâf ta'bîri her ilimde başka bir ma'nâya gelmektedir. Belağat ilmine nazaran fasâhatçe, rikkat ve cezâlet gibi
üslûb-ı beyânca evveli âhirine uymayan sözlere Muhtelef Kelâm denir. En belîğ sözler, bir nehc üzere muntazam bir halde
bulunur.
Hadîs-i Şerîf ilmine nazaran aralarında ma'nâ hasebîle zahiren bir tezâd görülen iki hadîse Muhtelef denilir. Bu halde tezâd
kaldırılarak hadîslerin araları cem' ve te'lîf edilir. Aralarını te'lîf mümkün olmazsa biri tercih olunur. Tercih de kabil olmazsa
tevekkuf edilmesi lâzımgelir.
Mütekellimlerin muhakkiklerine göre ihtilâf, iki şey'in mütekabil ve mütemâsil bulunmasıdır. Başka bir ta'bîr ile iki mevcudun ne
mütezâd, ya nî birbirine mütekabil, ne de mütemâsil. ya'nî sıfât-ı nefsiyyenin cümlesinde müteşârik olmasıdır. Buna tehâlüf de
denir. Vâcib ile mümkin gibi.
Hukemâya göre ihtilâf, iki şey'in bir mâhiyette temâmîle müteşârik bulunmasıdır. Böyle mütehâlif olan iki şey' arasında ba'zen
tezâd bulunur, ba'zan bulunmaz.
Tefsir bakımından ihtilâfa gelince bu da gerek ba'zı âyetlerin ma'nâları arasında ve gerek bu âyetlere âid olmak üzere
müfessirlerin beyânları arasında görülen mubâyenetlerden ibaret olub ihtilâf-ı hakîkî ve ihtilâf-ı zahirî kısımlarına ayrılır.
Bir kere Kur'ân-ı Kerîm, bir Kelâm-ı îlâhî olduğundan âyetleri arasında hakîkî surette bir ihtilâf vukuuna imkân yoktur. Ancak
bâdi-i nazarda ba'zı âyetler arasında bir ihtilâf nişanesi görülebilirse de cüz'î bir inceleme neticesinde böyle bir ihtilâfın mevcûd
olmadığı anlaşılır.
Âyetler ile hadîsler arasında veya hadîsler beyninde dahî hakîkî bir ihtilâf mevcud olamaz. Çünkü Resûl-i Ekrem sallâ'llahu aleyhi
ve sellem Efendimiz Âyet-i Kerîmesi mantûkunca Hak Teâlâ'nın Vahy'ine mazhar olduğu cihetle kendisinden mütebâyin sözler
sâdır olamaz. Ancak mutlak ve mukayyed olan, nâsih ve mensûh bulunan nasları gözden uzak tutmamalıdır.
Hulâfây-ı Râşidîn Hazretlerîle sair Sahâbe-i Güzin'in îçtihâd eseri olmayan ifâdeleri ile Kitâb ve Sünnet arasında da hakîkî ihtilâf
asla bulunamaz. Zîrâ bu yüksek zâtlar, bir Vahy ve ilham menbaından müstefîd oldukları ve dinî iğlerde son derece ihtiyatlı olub
Kitâbu'llah'a, Sünnet'e muhalefetten kaçındıkları için aralarında hakîkî surette ihtilâflar yüz gösteremez. Bu mübarek zâtların
sözleri arasında zahiren bir .münâfât görülürse bu anlayışımızdaki kusurdan münbais olacağından bir tedkîk neticesinde bunun
mevcûd bulunmadığı tezahür eder. Ve bu zâtlardan herhangisinin sözü alınacak olsa savâba isabet edilmiş olur.
Ashâb-ı Kiram ile Tâbiîn'in beyanâtı arasında görülen ihtilâflar da çok kere zahirîdir. Tabiîn Hazerâtı, Ashâb-ı Güzîn vâsıtasîle
dînî bilgilere nâil olmuş oldukları cihetle birer Zülâl-i Hikmet kaynağı olan Sahâbe-i Güzîne muhalefet edemezler. Bununla
beraber muhalefet ettikleri takdirde Ashâb-ı Kirâm'ın beyanâtı tercih olunur.
Sırf içtihâdî mes'elelerde olub sem'a (Resûl-i Ekrem'den işitmeye) mütevakkıf bulunmayan hususlarda ise daha ziyâde
teeyyüdeden kavil ahzolunur.
Gerek Tabiîn Hazerâtının ve gerek sâir müfessirlerin ifadeleri arasındaki ihtilâflara gelince, bunların en büyük kısmı zahirîdir.
Evet... bir âyetin tefsir ve tevcihi hususunda bu zâtlardan menkul birçok sözler görür, bunları ilk nazarda birbirine muhalif sanırız.
Halbuki nazarımızı biraz derinleştirince böyle bir muhalefetin bulunmadığı anlaşılır.
Ba'zan olur ki bir âyet-i kerîmedeki bir lâfız, iki türlü okunur veya iki üç ma'nâya gelir. Her müfessir, bir okunuşa, bir ma'nâya
göre âyeti tevcih eder. Bu halde aralarında nefse'l-emr i'tibârîle bir muhalefet bulunmuş olmaz.
Kezâlik ba'zan bir hakikati, müfessirlerden ba'zıları lâzımîle, ba'zıları da semere ve gâyesîle tevcih eder, bunların hepsi de bir
ma'nâya râci' olur.
Yâhud bir hakikati bir müfessir, kendisine daha zahir olan veya sorucunun hâline daha uygun bulunan bir ta'bîr ile tefsîr eder, sair
tevcihler ile meâlen müttehid bulunur.
Kezâlik ba'zan bir hakikati bir müfessir, ihtiva ettiği nevi'lerden, vasıflardan yalnız birine veya ikisine göre temsîl yolîle tefsîr
eder. Diğer bir müfessir de bunu diğer bir nev'ine veya vasfına göre tevcih eder. Bunlardan her biri bir hakikatin mütenevvi'
safhalarında yalnız bir ikisini göstermiş olur. Artık aralarında bir mübâyenet bulunmuş olamaz.
Tâbiîn'den bir zâtın bir âyet hakkında iki tevcihi bulunursa bakılır. Eğer kabil ise bunların araları te'lîf edilir. Değilse son tevcihi
tercih olunur. Meğer ki bu iki tevcîhden evvelkisi daha sahih bir tarîk ile kendisinden rivayet edilegelmiş bulunsun. O halde
birinci tevcihi takdîm edilir.
Ba'zı tefsirler arasında hakîkî surette ihtilâflar görülebilir ki bunun başlıca beş sebebi vardır:
Birincisi: Sem'a mütevakkıf bulunan bir husûsda müfessir, rivayeti tashîha i'tinâ etmeyib zaîf kavillere hükmünü bina eder, sahîh
rivayetlere müstenid tefsirlere muhalefet ederek hataya düşmüş olur.
İkincisi: İşitmeye mütevakkıf olmayıb içtihâd ve istinbâta mesağ bulunan bir hususta müfessir, ilim kaidelerine aykırı hareket
eder, sair müdekkiklerin tevcihlerini nazara almaz, neticesinde hakka isâbet edemeyerek hatâya ma'rûz kalır.
Üçüncüsü: Müfessir, âyet-i celîlenin sibak ve siyakını, sebeb-i nüzulünü, mensûh olub olmadığını nazara almaz, âyetin
kelimelerini, terkiblerini yalnız Arab lügatine tevfikan halle çalışır, neticesinde hatâya düşmüş olur.
Dördüncüsü: Müfessir, âyet-i kerîmenin lûğavî ma'nâsını, hakîkî medlulünü hiç nazara almaz, kelâmın siyakına, âyetin ma-
kabline, maba'dine olan irtibatına hiç ehemmiyet vermez. Bu husustaki rivayetleri de hiç nazar-ı dikkate almaz, kendisinin felsefî
düşüncesine, veya tasavvufî zevkına göre âyete ma'nâ verir; daha doğrusu âyetin ma'nâsım kendi fikrine, akidesine imâle etmiş
olur. Bunun neticesinde de tefsir i'tibârîle hatâya ma'rûz kalmış olur.
Zevk-i Tasavvufla yazılan tefsirler, hadd-i zâtinde tefsir sayılmaz. Bununla beraber bunların bir kısmı büyük bir kıymeti hâizdir.
Hakîkî mutasavvifeden olan zâtlar, yazdıkları tefsirlerin müteaddid sahîfelerinde âyetlerin lûğavî ma'nâları veçhile olan
tefsirlerine riâyetin vücûbunu ihtar ederler, kendi yazılarının da Kur'ân-ı Azîm'in mücerred bir kısım lâtâifinden, işârâtından ibaret
olduğunu sarahaten i'tirâfda bulunurlar.
Beşincisi: Müfessir, bid'at erbabından olur. Ba'zı âyetleri mücerred kendi mezhebini terviç edecek surette te'vîle cür'et eder, bu
suretle Ehl-i Sünnet'den bulunan müfessirler ile aralarında bir ihtilâf yüz göstermiş olur.
Ehl-i Sünnet ulemâsı, bütün bu ihtilâfları incelemiş, hakîkî ihtilâflar ile zahirî ihtilâfları ta'yân etmiş, Kur'ân-ı Kerîm'in yüksek,
hakîkî ma'nâları hakkîle mütecellî olmuştur.
Zahirî ihtilâflardan birkaç nümûne:
A - Âyet-i Kerîmesi münkirlerin meslûbü'l-ihtiyâr olduklarına delâlet ediyor. Âyet-î Celîlesi ise bunların ihtiyara nâiliyyetlerini
gösteriyor. Birinci âyet-i kerîmeye nazaran ihtiyardan mahrum oldukları cihetle münkirlerin îmân ile mükellef olmamaları
lâzımgelir. Halbuki Ayet-i Kerîmesi bu mükellefiyeti nâtıktir.
Binâen-aleyh birinci âyetle diğer iki âyet arasında bir ihtilaf yokmudur? Hayır yoktur. Çünkü birinci âyetteki icmal, Âyet-i
Celîlesi ile ve emsâlîle tafsil buyurulmuştur. Demek ki onlar, münkir oldukları için kalbleri mühürlenmiştir. Yoksa kalbleri
mühürlendiği için münkir olmuş değildirler. Artık îmânı kabule esasen müsteid bulunmuş olduklarından îmân ile mükellef
olmaları, teklîf-i mâ-lâ-yutak kabilinden sayılamaz. Ve âyetler arasında da ihtilâf mezhebine meydan kalmaz.
Bu mes'eleyi Cemâlü'd-Dîn-i Aksarâyî, (Es'ile ve Ecvibe-i Kur'âniyye) adlı kitabında şu mealde tasvir etmiştir: “Çünkü Hak Teâlâ
onların kalbleri Üzerine hatm buyurmuş ola. Küfrün zevali, îmânın husulü mutasavver olmaz. Artık îmân ile mükellef olmaları
nasıl caiz olur? El-Cevâb: Hatm, onların sû-i ihtiyarları sebebîle adem-i tevfikdan ibarettir. Bu ma'nâ ise asıl İhtiyarı nefy etmez ki
teklife mâni' ola; mâni-i teklif ise asıl ihtiyarın intif asıdır.”
B- Nazm-ı Kur'ânîsini, müfessirler, Kur'ân'a ittiba' ile, İslâm ile, Sünnet ve cemâat ile, tarîk-ı ubûdiyyetle, Allahü Teâlâ'ya ve Re-
sule itaat ile tefsir etmişlerdir. Bu bir ihtilâf değil midir? Hayır değildir. Çünkü Sırât-ı Müstekîm'den asıl murâd, Hakk'a îsâle
vesile olan şey'dir. Kur'ân'a ittiba', İslâm ve saire ise böyle birer vesileden ibarettir. O halde bu tefsirlerden herbiri bir hakikatin
mütenevvi' sıfatlarından, safhalarından birini göstermiş oluyor.
C- Âyet-i Kerîmesini müfessirlerden ba'zıları ile, ba'zıları ile, kimi ile, kimisi ile, kimisi de ile te'vîl
ediyor.
Bu halde ihtilâf vücûde gelmiş olmuyor mu? Hayır olmuyor. Çünkü bunlar ile te'vîili şâyi'dir, Âyet-i Celîle de bu te'villere
mütehammildir. Her müfessir bunlardan birine göre âyeti tevcih etmiş oluyor.
D- Âyet-i Kerîmesinde ile ibareleri muhtelif suretlerle tefsir edilmiştir. Bu halde ihtilâf vücûde gelmiş olmuyor mu? Hayır
olmuyor. Zira müfessirlerden herbiri bir hakikatin nevilerinden birini nazara alarak o hakikati yalnız o nevi' ile bir temsil olarak
tefsir etmiş bulunuyor. Şöyle ki: den murâd, vâcibleri terk, haram olan şey'leri irtikâb edendir. (Aimzi) den murâd, vâcibleri edâ,
muharremâtı terk edendir. dan da murâd vâcibleri edâ ile beraber hasenata müsâreat edendir. Şimdi zâlimi yalnız ikindi namazını
te'hir eden, veya zekâta mâni' olan ile, muktasıdı da namazını vakti içinde kılan veya zekâtını veren ile, sabık bi'1-hayrâtı da
namazını vaktinin evvelinde edâ eden, veya zekâtîle beraber sadaka da veren ile tefsir edenler, bu hakikatleri, ihtiva ettikleri
nevilerden yalnız birîle tevcih etmiş olurlar; aralarında hakîkî bir ihtilâf bulunmamış olur. Buna İhtilâf-ı Tenevvu' denir ki caizdir.
E- Âyet-i Kerîmesinde kelimesi üç hayz ile, üç tuhr ile tefsir olunuyor. Bunların arasında bir tezâd bulunmuş olmuyor mu? Hayır
olmuyor. Çünkü kelimesinin müfredi olan bir müşterek lâfızdır. Hem. hayza, hem de tuhra şâmildir. Müfessirlerden, fakîhlerden
her biri bu iki ma'nâdan birini almış ve bu iki ma'nâya göre bir kısım fıkhı mes'eleler teferru' etmiştir.[71]

Hakikî İhtilâflardan Birkaç Nümûne:

A- Âyet-i Kerîmesindeki murâd, Ehl-i Sünnet'in cumhuruna göre rü'yettir. Bu Âyet-i Celîle, mü'minlerin âhiret âleminde rü'yet-i
İlâhiyyeye nail olacaklarını tebşir etmektedir. Mu'tezile taifesi ise rü'yetu'llâh'a kail olmadıklarından âdetleri veçhile pek baîd
te'vîllere müracaat ediyor, nazar ile rü'yetin başka başka şeyler olduğunu iddia ederek nazarı intizâr ma'nâsına alıyor, Kavl-i
Şerifini ile te'vîle çalışıyorlar. Hattâ Mu'tezile'den olan Zimahşerî, rü'yetu'llâh'a kail olmadığından Âyet-i Kerîmesi'nin tefsiri
sırasında en büyük fevz ü necatın Cennet'e girmekten ibaret olduğunu iddia etmiş, bu suretle, de kendi, sahîf mezhebine işarette
bulunmuştur. Halbuki Ehl-i Sünnet'çe en büyük fevz ü necat, en büyük ni'met ve saadet rü'yetu'llâh'a mazhariyyettir. Binâenaleyh
bu hususta Ehl-i Sünnet'den olan müfessirler ile Mu'tezile'den olan müfessirler arasında hakiîki bir ihtilâf iki tarafın delilleri
tefsirlerde ve bilhassa akaid kitablarında yazılıdır.
B- Âyet-i Celîlesinde Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva'nın bir ağaca yaklaşmaktan nehiy buyuruldukları beyân olunuyor. Acaba
bu ne ağacı idi? Buna garaz taallûk etmediği için âyette bir delâlet yoktur. Bunun ne olduğunu târih vasıtasîle de öğrenemeyiz.
Çünkü bu hâdise tarihten evvelki zamanlara âiddir. Bu bâbda Ehl-i Kitâb'ın sözlerini de kabul ve redde mecbur değiliz. Çünkü bir
hadîs-i Şerîf'de buyurulmuştur. O halde Vahy-i İlâhî'ye mazhar olan Hazret-i Peygamberin beyanâtını araştırırız. Eğer bu hususta
birşey beyân buyurduğu sahîh bir rivayet ile sabit ise o sayede hakîkat-i hâle muttali' oluruz. Sabit değilse tevakkuftan başka
çâremiz kalmaz. Halbuki müfessirlerden biri kalkıyor, Âyet-i Celîledeki şecereden murâd, buğdaydır diyor. Diğer biri de,
hayır, bundan murad incir ağacıdır, diyor. Üçüncüsü de, yok, bu ağaçtan murâd, üzüm kütüğüdür, diye ma'lûmat veriyor, iste bu
zâtlar arasında fâidesiz yere hakîkî bir ihtilâf vücûda gelmiş bulunuyor.
Nûh aleyhi's-selâmın gemisinin mikdârı, Ashâb-ı Kehf'in isimleri, Hıdır aleyhi's-selâmın Emr-i İlâhî ile öldürmüş olduğu çocuğun
adı ve emsali hakkındaki ihtilâflar da bu kabildendir.
C- Ayet-i Kerîmesi'nden murâd, yaş, yeşil bir ağaçdan su gibi söndürücü bir maddeyi hâvî olduğu halde sıcak, yakıcı bir
maddenin zuhurunu beyân ve bu vesile ile Kudret-i İlâhiyye'nin hârika gösteren bir eserini tefekkür sahasına vaz'etmekten
ibarettir.
Kelâmın şevki bunu muktazîdir. Lûğat de bundan başkasına müsâid değildir. Halbuki Ebû-Muâz-ı Nahavî diyorki: Bu Âyet'deki
yeşil ağaçtan murad, İbrahim aleyhi's-selâmdır. Ateşten murad da İbrahim aleyhi's-selâmın neslinden olub bir hidâyet nuru
bulunan Hazret-i Muhammed aleyhi's-selâmdır, îkad, yakmakdan murad ise, o Peygamber-i Zî-Şân'ın neşrettiği Dîn-i İslâm'dan, o
nurlu menba'dan bizim feyz ve saadet iktibas etmemizdir. işte bu, bir mutasavvifâne tevcîhden başka değildir. Böyle teşbîhâta
müstenid bir tevcih, sahîh olabilir. Fakat bu tevcih hiçbir vakit bu Âyet'in bir tefsiri mesabesinde olamaz. Burada medlul doğru
olsa da delilin delâleti teslim olunamaz. Binaen-aleyh bu tevcih sahibi ile müfessirler arasında bir hakîkî ihtilâf bulunmuş
demektir.
D- Âyet-i Kerîmesîle de başka bir kudret hârikası tasvir buyuruluyor. Hak Teâlâ Hazretlerinin seyelân hâlinde bulundurduğu acı
ve tatlı iki denizin satıhları âdeta birbirine temas ediyor. Fakat aralarında bir haciz, bir mania bulunuyor, birbirine tecâvüz
edemiyor, birbirinin hâssasını ibtâle kadir olamıyor, herbiri kendi varlığını, kendi hassasiyetini muhafaza edebiliyor, bunlardan
inci, mercan gibi kıymetli şeyler çıkıb duruyor. Ne büyük kudret eseri! Bunu kim inkâr edebilir?
İşte müfessirlerin ifâdeleri bu merkezdedir. Lisan da bunun böyle olmasını îcâb etmektedir. Şimdi öteden bir Şiî çıkıyor da
diyorki: İki denizden murad, Hazret-i Alî ile Hazret-i Fâtıma'dır. İnci ile mercandan murad da Hazret-i Hasan ile Hazret-i
Hüseyn'dir.
Artık kelimelerin ma'nâları böyle tayyedilir de her lâfza istenilen bir ma'nâ verilirse buna tefsir denebilir mi? Artık söz, bir tefhim
ve tefehhüm vâsıtası olabilir mi? Binâen-aleyh burada da Ehl-i Sünnet'den olan müfessirler ile Gulât-ı Şîa arasında hakîkî bir
ihtilâf bulunmuş oluyor.
E- ve emsali, Ehl-i Sünnet'e göre Müteşâbihâttandırlar. Bunlar, evvellerinde bulundukları sûrelerin unvanları olmıya, veya Hak
Teâlâ ile Nebiyy-i Zî-Şân arasında birer hususî remizden ibaret bulunmıya muhtemeldirler. Bizim için bunların ma'nâlarını kat'î
surette ta'yin etmek kabil değildir. Halbuki Erbâb-ı Hevâ'dan ba'zılarına göre dan murad, Hazret-i Alî ile Hazret-i Muâviye'nin
harbidir. Mervân'ın valiliğine,Abbâsîlerin hükümetine, Süfyânîlerin hâkimiyyetine da Mehdî'nin kuvvetine işarettir.
Şimdi bu harflerin böyle birer ma'nâya delâleti nasıl kabul edilebilir? Öteden biri çıkıb da ne için dan murad, Hazret-i Peygamber
ile Kureyş'in harbi olmasın? Ne için dan murad, Mervân'ın valiliğine işaret olunsun da Hazret-i Muâviyeîinin veya Mansûr'un
saltanatına işaret olmasın? dese ne denilebilir? Bu gibi esassız te'vîlerin hiç bir kıymet-i ilmiyyesi yoktur. Doğrusu, bunlar, Ehl-i
Hakk'ın sözlerîle ihtilâf teşkil edecek kadar bir kıymeti de hâiz değildirler. Bu gibi te'vîllerden kaçınmak her müslüman için bir
vecîbedir.
Velhâsıl müfessirler, kendilerine teveccüh etmesi melhuz olan ma'nevi bir mes'ûliyyetten son derece titrerler. Müfessir olmak,
öyle kolay birşey değildir. Bunun için pekçok ilim ister, büyük bir zekâ ve irfan ister, nezih bir akideye sâhib olmak lâzımgelir,
tefsîre hâs olan usûl ve kavâide riâyet etmek lâzımgelir.
Yukarıdanberi yazdığımız evsâfı hâiz, âdâb ve şeraite riayetkar olan bir müfessir, her veçhile tebcile lâyıktır, onun yazdığı tefsir,
bütün müslümanlar için bir ilim ve irfan menbaı, bir hidâyet ve saadet rehberi mesabesinde bulunur.[72]

Bu Kısma Âid Başlıca Me'hazlar:

Tefsîr-i Kurtubî Mukaddimesi Tefsîr-i İbn-i Atiyye Mukaddimesi Tefsîr-i Nîsâbûrî Mukaddimesi Tefsîr-i İbn-i Arefe
Mukaddimesi Aynü'l-A'yân Mukaddimesi Sevâtıu'l-İlhâm Mukaddimesi Tefsîr-i Âlûsî
Mukaddimesi.[73]

BÜYÜK TEFSİR TARİHİ

TABAKAT'ÜL MÜFESSİRÎN
İkincî 1Kısım:

Muhteveyat : Mukaddime. -- Müteaddid tefsir yazılmasındaki hikmet. — Müfessirlerin tefsir sahasındaki meslekleri. —
Müfessirlerin tabakaları. — Müfessirlerden mümtaz tabakamn terâcim-i ahvâli. — Müfessirlerden ondört tabaka ricalinin terâcim-
i ahvâli. — Tefsirlere âid cedvel.
Zeyil : Kur'ân'ın tefsirini bizzat Resûl-i Ekrem'den veya Sahâbe-i güzînden ahzetmiş veya Kur'ân-ı Kerîm'in bâzı sûrelerine tefsir
yazmış olan zevatın terâcim-i ahvâli. — Kur'ân-ı Azîm'e dâir yazılmış olan bir kısım eserler. — Bu kısım eserleri yazan zevâtm
terâcim-i ahvâli, — Hecâ tertibiyle umûmî fihristler.[74]

Mukaddime

(Usûl-i Tefsir) ünvâniyle yazmış olduğumuz birinci kısımda Kur'ân-ı Mübîn'e ve Kur'ân'ın tefsir ve te'vîline, müfessirler için
lâzımgelen şeraite, Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ulûm ve fünûna ve sâireye dâir oldukça mufassal ma'lûmât vermiş idik. Şimdi bu
eserimiz de (Tabakatü'l-Müfessirîn) nâmiyle yazılarak, Kur'ân-ı Azîm'in tamâmına veya büyük bir kısmına dâir tefsir yazmış olan
zevâtm mesleklerine, tabakalarına, tefsirlerine, terceme-i hallerine müteallik bir hayli ma'lûmâtı muhtevi bulunacaktır. Bundan
başka Kur'ân'ın bâzı sûrelerine tefsir yazmış zevat ile bâzı tefsirler hakkında haşiyeler, ta'lîkalar kaleme almış zevattan bir
çoğunun terâcim-i ahvâline dair de bâzı ma'lûmât kaydedilecektir. Kur'ân-ı Mübîn'e müteallik yazılmış şâir birçok eserler ile
bunların müelliflerine dâir de mümkin mertebe ma'lûmât verilecek, bu hususlara âid cedveller ilâve olunacaktır.
Bu iki eser, (Tefsir Târihi) ser-levhasiyle birleşecek, bunun birinci kısmım (Usûl-i Tefsir), ikinci kısmını da işbu (Tabakatü'l-
Müfessirîn) teşkil edecektir.
Ma'lûmdur ki îslâm muharrirleri, islâm muhitinde yetişmiş ve muhtelif ilimlere intisâb ile ihtisas kazanmış ulemâyı -ya ilmî
kudretlerine ve yaşadıkları asırlara göre- tabakalara ayırarak bunların mufassal veya muhtasar terceme-i hallerini yazmış, eserleri
hakkında ma'lûmât vermişlerdir.
Tabakatü'l-Kurrâ', Tabakatüyl-Muhaddisîn, Tabakatü'l-Fukahâ, Tabakattü’l-Usûliyyîn, Tabakatü'l-Mütekellimîn, Tabakatü'n-
Nuhât, Tabakatü'l-Udebâ', Tabakatü'ş-Şuarâ, Tabakatü'l-Etıbbâ' nâmlariyle yazılmış olan eserler bu cümledendir.
Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîriyle meşgul olan bir kısım yüksek âlimlerimiz de böyle tabakalara ayrılmış, (Tabakatü'l-Müfessirîn)
ünvâniyle bâzı kitablar yazılmıştır. Şu kadar var ki. bu ünvân ile yazılıp bizce ma'lûm olan eserler pek muhtasar şeylerdir ki,
bunlar ne müfessirlerden birçokları hakkında ma'lûmâtı câmi'dir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütâleâtı muhtevidir, îmâm-ı
Süyûtî'nin (Tabakatü'l-Müfessirîn) nâmiyle yazmış olduğu matbu' bir eser bu cümledendir.
Ahmed b. Muhammed nâmında bir zâtın yazmış olduğu Türkçe bir (Tabakatü'l-Müfessirîn) de vardır ki, birçok müfessirlerin
isimlerini kaydetmekle beraber meslekleri, tefsirleri hakkında malûmatı ihtiva etmemektedir. Bir yazma nüshası İstanbul'da Veli-
Efendi Kütüphânesi'nde (427) numarada mukayyeddir.
Sırrı Paşa'nın (Tabakatü'l-Müfessirîn) nâmiyle yazmış olduğu matbu' bir eser ise bir risaleden başka değildir.
Bâyezid Dersiamlarından Bergamalı Cevdet Efendi merkumun (Tefsir Târihi) ünvâniyle yazmış olduğu matbu' bir eser de
(Tabakatü'l-Müfessirîn) kabilinden olub, meşhur müfessirlerden ve muhaşşüerden (95) kadar zevat ile tefsirleri hakkında kısmen
muhtasar ve kısmen oldukça mufassal, fâideli bâzı ma'lûmâtı ihtiva etmekte ise de, bundan da birçok müfessirler hâriç kalmıştır.
Muhammed b. Alî b. Ahmed ed-Dâvûdî el-Mâlikî nâmında bir zâtın yazmış olduğu bir (Tabakatü'l-Müfessirîn) de mevcûddur ki,
Hamîdiye Kütüphânesi'nde (179) numarada mukayyeddir. Başka yere nakledildiğinden mütâlâasına muvaffak olamadık; bunun da
pek mufassal bir eser olmadığı anlaşılmaktadır.
Bizim bu kerre yazmaya başladığımız bu eser ise, bi'n-nisbe daha vâsi', müfessirler ile tefsirleri hakkında oldukça daha geniş
ma'lûmâtı cami' bulunacaktır.
Evet., biz, müfessirlerin tefsir sahasındaki mesleklerini ve yaşamış oldukları asırlar i'tibâriyle de tabakalarını ta'yîne çalışacağız;
mütâlâasından müstefîd olabildiğimiz tefsirleri ve şâir eserleri hakkında az çok ma'lûmat vereceğiz. Müfessirlerden ve bir kısım
tefsirlere haşiye veya ta'lîka yazan zâtlardan ve Kur'ân-ı Mübîn'e dâir eser te'lîfine muvaffak olmuş sair zevattan (464) kadar
yüksek din âlimlerinin terâcim-i ahvâlini mümkin mertebe ihatalı bir halde yazmaya gayret ederek oldukça cem'iyyetli bir (Ta-
bâkatü'l-Müfessirîn) vücuda getirmiş olacağız.
Böyle güzide din âlimlerinin, üm ü irfan naşirlerinin hâiz oldukları yüksek vasıfları mümkin mertebe tebarüz ettirmek, ilm ü
ma'rifet nâmına bir şükran vazifesidir. Bu mümtaz zevatın namlarını her vesîle ile yâd etmek Rahmet-i İlâhiyye'nin nüzulüne bir
vesiledir.
Bu muhterem zevatın terâcim-i ahvâline vâkıf olmak insanı pek ziyâde ma'nevî zevkler, neşveler içinde bırakır. Bu gibi
büyüklerin terâcim-i ahvâlini okuyub bundan zevk-yâb olmak yalnız ilim erbabına münhasır değildir; bunların mütâlâasından, az
çok tahsil görmüş olan her hangi bir meslek sahibi de müstefîd, mütelezziz olur; dînî, ahlâkî, içtimaî bîr çok meselelere, vecizelere
vukuf ile maîlûmâtını tevsîa fırsat bulur.
Ancak şunu da i'tirâf edelim ki, bu gibi büyük zâtların hâiz oldukları fazilet ve kemâl ile mütenâsib bir tarzda terceme-i hallerini
yazarak, ilmî, dînî meziyetlerini bihakkın tecellî ettirmeğe böyle bir iki cildden müteşekkil serler kâfi olamaz. Ve böyle bir eser
bir hayli noksanlardan hâlî bulunamaz.
Her veçhile mükemmel eserler vücûde getirmek insan için birinci gaye ise de, buna muvaffakiyet, maalesef çok kerre müyesser
olmamaktadır. Buna ne zaman, ne mekân, ne hayâtı şerait, ne de hâl-i hâzırdaki vesâit çok kere müsâid bulunmuyor.
O halde böyle bir eser yazmaktan sarf-ı nazar mı edilmeli? Hayır, bizce böyle bir eseri hiç yazmamaktansa bunu noksâniyle
beraber vücûda getirmek ilim nâmına yine bir kârdır. îşte bu mülâhazaya mebnî biz de bu eseri yazmaya cür'et etmiş bulunuyoruz.
Ve mina'llâhi't-tevfîk"[75]

Müteaddid Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet

Ma'lûmdur ki Allahu Teâlâ Hazretleri'nin beşeriyete ihsan buyurduğu en son semavî kitab'ı Kur'ân-ı Mübîn'dir. Bu Kitâb-t İlâhî,
bütün insanlara hitâb eder, bütün insanların hatt-ı hareketini gösterir, bütün insanları hidâyete, fazilete kavuşturmak ister, bütün
insaniyetin necat ve saadetine vesîle olacak ahkâmı muhtevi bulunur. Asırların tevâlîsi, beşeriyetin edvâr-ı terakkisi ne kadar
artarsa artsın, insanlar dâima muhtaç oldukları ulvî, ma'nevî, içtimâi hakikatleri, çareleri yalnız Kur'ân’ın lâhûtî beyanâtı sayesinde
elde edebileceklerdir.
Beşeriyetin muhtelif edvâr-ı hâyatiyesine muntabık olan, insaniyetin her türlü sınıflarına yüksek hitabelerini tevcih eden Kur'ân-ı
Azîm'in, artık ne kadar mu'ciz bir mahiyeti hâiz olduğunu, ne kadar tükenmez bir ilm ü irfan, bir hidâyet ve burhan hazînesi
bulunduğunu düşünmelidir.
Evet.. Kur'ân-ı Azîm, hadd-i zâtında böyle bir i'câz bedîasıdır, böyle bir hikmet ve irfan hazinesidir. Nitekim bir Hâdîs-i
Şerif'de: buyurulmuştur.
Filhakika Kur'ân-ı Kerîm, beşeriyetin, hak ve hakikate selâmet ve saadete, en ulvî bir gaye olan ma'rifet-i ilâhiyyeye nâiliyeti için
en metin, en mukaddes bir vâsıtadır. Bu Kitâb-ı Hakîm'in acâib ve letâifi nihayet bulmaz, hiçbir kimse bunun mânâlarının
künhüne kavuşamaz, her mütefekkirin tefekkürü pîş-gâhında nice nice yüksek mazmunları dâima tecellî eder durur, fa-sâhat ve
belâğati nezih ruhları gaşyeder, lâtif, i'câzkâr nazmındaki muhtefî hakikatler, vakit vakit urafâ-yı ümmete münkeşif olarak kalbleri
ma'nevî zevkler, neşveler içinde bırakır.
Maahâzâ bu Kitâb-ı Mübîn'ın âyetleri ne kadar tekrar edilse revnakı, kırâetindeki zevk-ı ma'nevî zail olmaz; ne okuyanların
lisanlarına ağırlık verir, ne dinleyenleri usandırır, ne de mütefekkirlerin zihinlerini yorar.
Sözlerini Kur'ânâ uyduranlar doğru söylemiş olurlar. Kur'ân ile amel edenler hakka isabet etmiş, Kur'ân ile hükmedenler adalette
bulunmuş, Kur'ân'a sarılanlar doğru yola kavuşmuş bulunurlar.
İşte Kur'ân-ı Mübîn, böyle bî-nihâye hasâis ve hakayıkı cami', bütün insanların en mükemmel, en mukaddes bir rehberi olduğu
içindir ki, bunun gerek mübarek nazmındaki en yüksek fesahat ve belâğati mümkin mertebe göstermek, ve gerek lâtif mânâsmdaki
nihayetsiz hakayık ve bedâyi'den beşeriyet ijin münkeşif olacak bir kısım meâlîyi izah edebilmek ve binnetîce Kitabu'llâh'a hizmet
şerefine nail olmak maksad ve hikmetine mebnî yüzlerce tefsir kitabları te'lîf edilegelmiştir.
Her müfessir, kendi isti'dâdı, kendi ihtisası, kendi sünûhâtı derecesinde Kur'ân'ın hakikatlerine, bedîalarına, i'câzma tercemân
olmuş olduğundan, mütenevvî tefsirler vücûde gelmiş, hiçbiri diğerinden tamamen muğnî bulunmayıp her birinden mütâlâa
erbabı için başka bir fâide, başka bir feyz gelmekte bulunmuştur.
Bu muhtelif isti’dadların, tecellileri birer muhassalası olan tefsirlerin her biri kendi başına bir hususiyeti, bir mümtaziyyeti haizdir.
Fakat teferruat’dan kat’-ı nazarla takib dilen usulün kadir-i müştereki nazara alındığı takdirde, müfessirleri sekiz,dokuz
zümreye,mesleğe, tefsirleri de bu mikdar nev’a ayrılabiliriz.[76]

Müfessirlerın Meslekleri

Müfessirîn-i kiram, yaşadıkları asırlar i'tibâriyle bugün on dört tabakaya ayrıldıkları gibi tefsir sahasında ta'kib ettikleri usul,
serdeyledikleri ma'lûmat ve mütâlâat i'tibâriyle de müteaddid zümrelere, mesleklere ayrılırlar.
Müfessirlerin böyle mesleklere ayrılmaları, yazmış oldukları tefsirler arasında birer husûsiyyet, birer vasf-ı mümeyyiz
bulunmasına mütevakkıftır. Biz bu husûsiyyette, bu vasf-ı mümeyyizde müttehid ve müşterek olmak i'tibâriyle müfessirleri -
aşağıdaki veçhile- dokuz mesleğe ayırabiliriz.
Birîncî Meslek : Mümtaz bir tabaka teşkil eden Ashâb-ı Kiram Hazerâtına âiddir. Ashâb-ı Güzîn, müstakil, müdevven bir halde
tefsir yazmış değildirler. Belki Resûl-i Ekrem (salla'llâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'den telâkki ettikleri âyetlerden bâzılarının
mânâsını, sebeb-i nüzulünü kendilerine mulâkî olan bâzı zevata beyân etmişler, o zevat da bunları hıfz ve zabt ederek ümmet
arasında nakil ve neşre himmet eylemişlerdir.
İkîncî Meslek : Birinci tabaka ile kısmen ikinci tabakayı vücûda getiren Tâbiîn'e aittir. Bu zâtlar, bizzat Ashâb-ı Kirâm'dan
Kur'ân'ın bâzı mânâlarını telâkki ederek rivayette bulunmuş, İslâm âleminin muhtelif merkezlerinde tslâm ulûmunu neşre
muvaffak olmuşlardır. Bu zevatın da bildiğimiz tarzda bütün Kur'ân'ın maânîsıni cami', mufassal tefsirleri mevcûd değildir.
Bunlardan bazılarının rivayetleri zabt ve cem' edilerek bilâhare namlarına birer muhtasar tefsir vücude getirilmiştir.
Üçüncü Meslek : Tabiîne tâbi' olan ve ikinci tabakaya mensub bulunan bir kısım zevata âiddir. Bu zevat, Ashâb-ı Güzîn ile
tâbi'lerin tefsir hakkındaki beyanât ve rivayetini cem' ve telfîk etmiş, rivayet tarikına büyük bir inkişaf vermişlerdir. Bunlar
oldukça mufassal tefsir kitapları yazmış, tefsiri müdevven bir ilim hâline getirmişlerdir.
Dördüncü Meslek : Üçüncü tabakayı teşkil eden selef-i sâlihîne âiddir. Bu zâtlar, hem Ashâb-ı Kirâm'm, hem de Tabiîn ile Tebe-
i Tâbiîn'in kavillerini cem' ve telfîk etmiş, tefsir sahasını genişletmişlerdir. Bu meslek müntesiblerinden bâzıları rivayetler
arasında mukayeseler, tedkikler yapmış, âyât-ı celîleden ilmî menâhice tatbîkan ahkâm istinbâtına çalışmış, Kur'ân'ın nazmım
lisan kavâidi i'tibâriyle de îzâha hizmet eylemişlerdir.
Beşinci Meslek : Dördüncü ve daha sonraki tabakalarda mensûb olan bir kısım zevata âiddir. Bu zâtlar, Ashâb-ı Kirâm'dan,
Tabiîn'den ve eslâfdan menkul akvâli toplamış, mufassal tefsir kitabları yazmışlardır. Fakat bu menkulâtın senedâtı ihtisar edilmiş,
râvîlerin isimlen kısmen veya tamamen terk olunmuştur. Bu zâtlar, tefsirlerinde bi'1-münâsebe bâzı ulûm ve fünûna da temasda
bulunmuşlar, nazm-ı Kur'ân'ın delâlet ve işaretinden istifâde ederek bir takım nüktelerden, letâifden bahse de kıyam eylemişlerdir.
Hattâ bunlardan bir kısmı, yazdıkları tefsirlerde kendi sünûhât-ı fikriyyelerini de dere etmiş, sonradan gelenler de hüsn-i zanna
mebnî bu sünûhâtın bir esâsa müstenid olduğuna zâhib bulunmuş, bu hususta selef-i sâlihînin sözlerini araştırmaya lüzum
görmemişlerdir.
İslâm âleminde ulûm ve fünûnun tevessüü, fikirlerin inkişâfı, muhtelif felsefî düşüncelerin meydan alması, müteaddid mezâhib ve
mesâlik erbabının zuhuru tefsir sahasında büyük bir inkılâba sebebiyyet vermiş, bunun neticesinde birçok hakayık tecellî etmiş ise
de bir hayli ihtilâfât, indiyyât da vücûde gelmiştir.
Bahusus müfessirlerin eslâfına isnâd olunan akvâlin senedâtı terk veya ihtisar edildiği cihetle sahihini sakîminden ayırabilmek
müşkil olmuştur. Kendi ilmî kudretine güvenerek rivayet tarikiyle pek alâkadar olmak istemeyen bâzı âlimlerin yazdıkları
tefsirlerde ise hakikatten inhiraf tehlikesi yüz göstermiştir.
Velhâsıl bu meslek müntesibleri tefsir sahasında bir de vâsi' surette bir dirayet tarîki vücûde getirmişlerdir.
Altıncı Meslek : Yazdıkları tefsirlerde en ziyâde mütehassıs bulundukları ilimlerden bahseden ve kendi mezheblerini tervice
çalışan ve üçüncü tabakadan i'tibâren muhtelif tabakalara mensub bulunan bir kısım zevata âiddir. Bu zâtlardan bir kısmı, lisan
kavâidine, fesahat ve belagata müteallik ilimlerde kemâlâtı hâiz olduklarından, tefsirlerinde âyât-ı celîlenin elfâz ve terâkîbini
nahiv kaidelerine, edebî fenlere göre pek çok îzâha çalışmışlardır.. Zeccâc gibi.
Bir kısmı da Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Hilâfiyyât gibi ilimlerde ihtisas sahibi bulunduklarından bunlar da tefsirlerini bu ilimlere âid
meseleler ile doldurmuşlardır. Kurtubî gibi.
Diğer bir kısmı da ilm-i Kelâm ile, Felsefe ile, sair akü ilimlerle ziyâde meşgul bulunmuş olduklarından tefsirlerinde bunlara
mütedair birçok şeyler yazmışlardır. Fahr-i Râzî gibi.
Diğer bir kısmı da tarihî ilimlere münhemik oldukları cihetle tefsirlerinde tarihe müteallik birçok ma'lûmât vermiş, naklettikleri
tarihî vak'aların, kıssalar ile hikâyelerin doğru, ma'kul olub olmadığını tedkik ve tenkide lüzum görmemişlerdir. Seâlibî gibi.
Bu mesleğe mensub sayılabilen ve bid'at erbabından bulunan birtakım müfessirler de en cüz'î bir delâlet ve vesileden bilistifade
kendi mezheblerine uygun mes'eleleri, fikirleri tefsirlerine dercetmeden geçmemişlerdir. Zemah-şerî
gibi.
Yedinci Meslek : Kur'ân-ı Kerîm'in bâzı sûrelerine tefsir yazan ve mufassal tefsirler üzerine haşiyeler, ta'lîkalar yazmakla iktifa
eden zevata âiddir. Bu zâtlar, Fatiha, Yâ-Sîn, Feth, Mülk sûreleri gibi birer veya ikişer sûre-i celîleye mahsûs tefsirler yazmışlar,
Keşşaf gibi, Envârü't-Tenzil gibi muhtasar, münakkah tefsirlerin mühim noktalarını ve îzâha, intikada muhtaç yerlerini şerh ve
tavzîha çalışmışlardır. Bu zâtlar en ziyâde Beşinci Tabaka'dan sonraki tabakat ricali arasında bulunmaktadırlar.
Sekizinci Meslek : Yeni ilimleri, yeni nazariyyeleri nazara alan, İslâm âleminin intibahına vesile olacak mütalâalarda bulunan
zevata âiddir. Bu zâtlar, on üçüncü, on dördüncü tabakalara mensub müfessirler arasında görülmektedir.
Son zamanlarda birtakım ilimler, nazariyyeler inkişâfa başlamış, şark ile garb arasında sıkı temaslar vücûda gelmiş, birtakım
müsteşrikler tarafından İslâmiyet hakkında doğru, yanlış mütâlâalar serdedilmiş, İslâm âlemi birtakım yabancı milletlerin
hücumuna mâruz kalmıştır. Bunlardan müteessir olan bir kısım müfessirlerimiz, yazdıkları tefsirlerde bi'l-münâsebe bu hallerden
bahse lüzum görmüş, İslâm âleminin intibahına çalışmış, İslâmiyet hakkındaki hücumlara ilmî ve felsefî bir tarzda cevablar
vermişlerdir.
Dokuzuncu Meslek : Âyât-ı celîlenin işârât ve lâtâifini îzâha çalışmakla iktifa eden ve ehl-i tasavvuf denilen zevata âiddir. Bu
yolda yazılan tefsîre (Tefsîr-i İşarı) adı verilir. Bu, bir nevi' te'vîldir.
İlm-i Tasavvuf dâiresinde tefsir yazmış olanlar iki kısma ayrılır: Birinci Kısım : Şer'-i Şerifin âdâb ve ahkâmına zahiren ve bâtınen
riâyet eden ve hakikî tasavvuf ehli bulunan sûfiyye hazarâtıdır. Bu âlî zâtlar Kur'ân âyetlerinin Arabi lügatlar bakımından ifâde
ettiği mânâları hakkıyyetine, murâd-ı îlâtrî olduğuna ve ümmet-i merhumenin de bununla mükellef bulunduğuna mu'tekid
bulunurlar; bu i'tikadlarını yazdıkları kitablarda tasrîh de ederler. Bununla beraber, ulûm ve maârifin bî-pâyân bir bahri olan
Kur'ân-ı Azîm'in tazammun ettiği bir nice lâhûtî hakikatlere, bir kısım hafî, manevî işaretlere, letâife nazarlarını infaz ederek
bunlardan da mümkin mertebe bahse himmet ederler; ümmetin ulvîyyete, meyyal olan ruhunu bu veçhile de i'lâya çalışırlar ki,
bunlar hadd-i zâtında âyât-ı Kur'âniyyenin nazm-ı celîlinden anlaşılan mânâlara münâfî bulunmazlar. Ve bunları birer şâhid-i şer'î,
müeyyid bulunur.
İkinci kısım : Şerîat-ı Garrâ'nın âdâb ve ahkâmını ihlâl eden, sermâye-i marifeti birtakım sûfiyye istılâhâtını bellemiş olmaktan
ibaret bulunan ehl-i hevâdır. Bunların akideleri fâsiddir. Bunların fikirleri birtakım yanlış düşüncelerin te'sîri altında' kalarak
sönüp gitmişlerdir. Bunların tefsir diye yazdıkları şeyler eslâfdan mütevâris, sahîh bir nakle müstenid değildir. Bu kitablar,
nusûsa, şer'î usûle, edebî kaidelere muhaliftir. Binâenaleyh bunlara hiçbir veçhile tefsir nâmı verilemez.
Esasen mücerred tasavvuf neşvesiyle yazılmış olan kitablar, Kur'ân-ı Mübîn'in bir kısım işârât ve letâifinin tecellîsine hadim
olmakla beraber hakikaten tefsirden ma'dûd değildir. Bunlar alelekser te'vilât nâmiyle yâd olunur. Ehl-i hevâ'run yazdıkları
kitabların ise Furkan-ı Hakîm ile hiçbir alâkası yok demektir. Bunları mütâlâa bile caiz değildir. Meğer ki bu.mütâlâa, onların
münderecâtını red ve cerh etmek maksadına müstenid olsun.
Yukarıdanberi mesleklere dâir verdiğimiz ma'lûmattan da anlaşılacağı üzere müfessirlerden bir kısmı, yazmış oldukları tefsir
kitablarının teaddüdü veya muhtelif münderecâtı i'tibâriyle başka başka bakımdan müteaddid mesleklere mensub addedilebilirler.
Meselâ: îmâm-ı Gazâlî, Kemâlü'd-dîn-i Kâşânî, hem müfessirlerin usûlü veçhile, hem de tasavvuf tarikiyle tefsir yazmışlardır.
Binâenaleyh bunlar hem beşinci, hem de dokuzuncu meslek ricalinden sayılabilirler.
Kezâlik İmâm-ı Süyûtî de hem rivayet tarîki üzere müstakil tefsir yazmış, hem de Tefsîr-i Kaadî üzerine mükemmel bir haşiye
vücûde getirmiştir, Binâ-berîn kendisi hem beşinci, hem de yedinci mesleğe mensub bulunmuştur,
Müfssirlerden büyük bir kısmının terâcim-i ahvâline ve yazmış oldukları tefsirlere dâir vereceğimiz ma'lûmat ile bu mesâlik
erbabı daha güzelce teayyün edecektir.
Tenbîh: Son zamanlarda Ulüm-i İslâmiyye ile kâfî derecede tevağğulü bulunmayan bâzı muharrirler, Kur'ân-ı Mübîn'in
tercemesini, tefsirini yazmaya cür'et göstermişlerdir. Bunlar yazılarında ahengi, selâseti, şîve-i hâzıraya mutabakatı te'min
maksadiyle çok kerre mânâ cihetini ihmal etmekte ve asrı fikirlere, garplıların telâkkilerine uygun gelsin diye Kur'ân-ı Kerîm' in
bildirdiği birtakım hakikatleri tahrife, birtakım hârikaları te'vüe, birtakım vak'aları yanlış tevcihe cür'etden tevakki
etmemektedirler. Bu gibi yazıcıların hiçbir veçhile müfessir addedilemeyeceği, yazdıkları şeylere de hiçbir suretle tefsir nâmı
verilemeyeceği bedîhîdir. Binâenaleyh bunlar için de ayrıca bir tefsir mesleği ta'yînine lüzum yoktur.[77]

Müfessirlerin Tabakaları

Kur'ân-ı Mübîn'in en mükemmel tefsiri evvelâ yine Kur'ân-ı Mübîn'in kendisidir; sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz'in
hadîsleridir. Çünkü Kur'ân' ın âyetleri biribirini îzâh eder; birinde mündemiç olan hakikat, daha mufassal diğer bir âyet-i celîle
vâsıtasiyle mütecellî olur.
Kur'ân âyetlerinin, mücmel, müfesser, müteşâbih, muhkem gibi nevîlere ayrılmış bulunması şüphe yok ki birer hikmete müstenid
bulunmuştur. Âyetlerin böyle tenevvüü, nüfûs üzerinde matlub olan te'sirleri vücûde getirir. Bu âyetler muhtelif istîdâtdaki
insanlara mütenevvî üslûblar dâiresinde hitâb eder; aynı hakikati muhtelif vecihler ile beyân ederek aynı i'câzı muhafaza eder ve
bu suretle de Kur'ân'ın bir bedîa-i i'câz olduğunu gösterir; mütefekkir ruhlara birtakım hakikatleri bâzan bir zübde hâlinde, bazan
da mufassal bir surette telkin ederek kendilerini tefekküre, i'mâl-i fikre saik olur.
Velhâsıl Kur'ân-ı Mübîn, kendisinin bir müfessiri demektir. Nitekim bâzı zevat Kur'ân'ın âyetlerini yine Kur'ân'ın âyetleriyle tefsir
ederek o veçhile tefsir kitabları yazmışlardır. Ebü'1-Vefâ Senâi'llâh'ın (Tefsîrü'l-Kur'ân bi-Kelâmi'r-Rahmân) ünvanlı eseri bu
cümledendir.
Hadîslere gelince: Bunlar da bir kısım mücmel âyetleri îzâh eder; bunlar da murâd-ı îlâhî'nin ne olduğunu anlatarak ümmet-i
merhume için birer ilim ve irfan kaynağı bulunur. Bu cihetle Resûl-i Ekrem Efendimiz hem Kur'ân'ın nüzulüne tecellîgâh olan bir
Nebiyy-i zî-Şân'dır, hem de Kur'ân'm bütün beşeriyyete mübelliği ve âyetlerinin pek büyük bir müfessiridir.
Resûl-i Ekrem'in huzurunda bulunmak şerefini ihraz etmiş olan Ashâb-ı Kiram ise Kur'ân'm tefsirini bizzat Hazret-i
Peygamberden telâkki etmiş, ve bu tefsirin ümmet arasında intişârına vâsıta olmuş oldukları cihetle müfessirlerin mümtaz bir
tabakasını teşkil etmekte bulunmuşlardır.
Binâenaleyh biz Ashâb-ı Kiram arasında tefsîr-i Kur'ân'a bihakkın vâkıf olmakla müştehir on beş zâtı (Mümtaz Tabaka) olarak
kaydettikten sonra sair müfessirîn-i kiramı, Tâbiîn'den i'tibâren târîh-i irtihâllerine veya son yaşamakta oldukları asırlara göre on
dört tabakaya ayırmış bulunmaktayız.[78]

Mümtaz Tabakaya Dair Teberrüken Bir Nebze Ma'lümât

1- Ebü Bekr Es-Sıddık (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Abdu'llâh b. Ebî Kuhâfe Osman b. Âmir et-Teymî el-Kureşî, Ashâb-ı Kirâm'ın efdali, Hulefâ-yı İslâm'ın birincisidir. Nesebi
(Mürre b. Kâ'b) de Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellec Efendimizin neseb-i şerîfiyle birleşmektedir. Resûl-i Ekrem'den iki
sene birkaç ay sonra, yâni milâdın (568) inci senesinde dünyâya gelmiştir. Lâkabı (Atik) dir. Hüsn ü cemâle mâlik olması veya
Hazret-i Peygamberin kendisine hitaben : “Sen AllâhuTeâlâ'nın nârından âzadlısısın” buyurması bu lâkabı almasına vesile
olmuştur.
Peygamber Efendimizin gerek risâletlerini ve gerek Mi'râclarını bilâtereddüd tasdik ettiği ve dâima sıdk u istikametle muttasıf
bulunduğu cihetle de (Sıddîk) lâkabını ihraz etmiştir. Hicret-i Nebeviyye'nin (13) üncü senasinde Âhiret'e irtihal etmekle Nebiyy-i
zî-Şân'ın Ravza-i Saâdet'i civarına defn edilmiştir.
Pederleri Ebû Kuhâfe, Mekke-i Mükerreme'nin fethi günü şeref-i İslama nâil olmuş, Hazret-i Ömer'in hilâfetine kadar yaşamıştır.
Validesi ümmü'1-Hayr Selmâ binti Sahr da islâmiyet şerefine nâil olmuştur. Hem kendisi, hem ebeveyni, hem de evlâdiyle bâzı
ahfadı Sahabeden bulunmak şerefini hâizdir. Zürriyeti arasında üç batın Sahâbî bulunan zât yalnız Ebû Kuhâfe'dir; bu şeref,
Ashâb-ı Kiram arasında yalnız kendisine hâs bir mazhariyettir.[79]

Hazret-i Ebû Bekr'in Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar


Ebû Bekr es-Sıddîk, bi'setden evvel Kureyş arasında nezâhet ve nebâhetle yetişmiş, herkesin muhabbetini kazanmış, rüesâ sırasına
geçmiş, Resûl-i Ekrem ile de dost bulunmuştu. Bi'seti müteâkıb da hemen Hazret-i Peygam-ber'i tasdîka koşmuş, İslâm Dîni'ne
hizmete başlamış, Nebiyy-i zî-Şân ile refakat şerefine nail olarak birlikte Medîne-i Münevvere'ye hicret etmiş, Resûl-i Efham'ın
maiyyetinde olarak bütün gazvelerde hazır bulunmuş, Uhud, Huneyn gazvelerinde Resûl-i Ekrem'in yanından asla ayrılmamış,
şecâatiyle, sehâvetiyle Ashâb-ı Kiram arasında temayüz eylemiştir.
Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz maraz-ı mevtinde Ashâb-ı Güzin'ine namaz kıldırmak için Hazret-i Sıddik'ı imâm tâyin
buyurmuştu. Yine birgün bu hastalığı esnasında minbere çıkarak Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senadan sonra Ashâb-ı Kirâm'ına
hitaben: "Nâs arasında, bana karşı gerek malı ve gerek nefsi hususunda Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe'den daha fedakâr bir kimse
yoktur. Eğer ben nâsdan birini halîl İttihâz edecek olsaydım mutlaka Ebû Bekr'İ hafîi ittihaz ederdim. Lâkin İslâm dostluğu daha
faziletlidir. Bu mescide, Ebû Bekr'in kapısından başka açılan bütün kapıları kapayınız." diye emretmişti.
Bütün bunlar, Hazret-i Sıddîk'ın Hilâfet makamına geçmesine birer işaret bulunuyordu.
Filvaki' irtihâl-i Nebeviyi müteâkıb, Sahâbe-i Kirâm'm ittifâkıyle Ebû Bekr es-Sıddîk Hilâfet makamına geçmiş, ötedenberî de yüz
gösteren irtidad hâdiselerini harikulade bir metanetle bertaraf ederek îslâm ordularını şark ve garbde büyük zaferlere sevk etmiştir.
Peygamber Efendimizin irtihâli üzerine Mekke-i Mükerreme'de büyük bir eyecan vücûde gelmişti. A'mâ bulunan Ebû Kuhâfe,
bunu işidince "Nedir bu hal?" diye sormuş, Resûlu'llâh'ın irtihâlini haber alınca "Azîm bir hâdise" demiş, "Ya ondan sonra kim?"
diye tekrar sormuş, "Senin oğlun" denilince "Buna Abd-i Menâf oğullan, Muğire oğulları razı olmuşlar mı?" diye söylenmiş,
"Evet razı olmuşlar." cevabını alınca da demeğe başlamıştır.
Hazret-i Sıddîyk, Hulefâ-i Râşidîn'in ve Aşere-i Mübeşşere'nin birincisidir. Bu yüksek makama liyâkatini, târîh-i âlemi tezyin
eden ulvî icrâatiyle pek güzel isbat etmiştir. Hâlid b. Velîd, Âmri'bni'l-Âs, Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh, Alâ' b. Hadramî, Yezîd bin
Süfyân, Mesnâ b. Harise gibi ne dirayetli kumandanları cihâd işlerinde istihdam etmiş, Şam'ın fütuhatını te'mîn, Irak'ın büyük bir
kısmını fetheylemistir.[80]

Hazret-İ Ebü Bekr'in Tefsir İlmindeki Mevkii

Cenâb-ı Sıddîk, Arab'ın lisânına, ensâbına, vakayiine herkesden ziyâde vâkıf idi. Hattâ muasırları kendisini Kureyş'in âlimi olarak
tanıyorlardı. Filhakika, gayet fasih, beliğ, hatîb, ma'lûmatlı bir zât bulunuyordu. Bununla beraber bizzat Resûl-i Ekrem'den feyz
almış, Onun medrese-i irfanından yetişmiş, Kelâmu'llâh'ın maânî ve hakayıkına dâir malûmatı ve o büyük menba'dan ahzetmişti.
Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirine, dekayıkına bihakkın muttali' idi. Kur'ân'ın âyetlerinden dînî hükümleri istinbat, lâtâif ve
nükâtı istihraç hususunda büyük bir kudret sahibi idi. Hattâ Hilâfete intihâb olunacağı gün Sakîfe'de îrâd ettiği pek beliğ,
hakimane hutbesinde: âyet-i ker'mesini okumuş, Muhacirinin Ensâra takaddümünü bu nazm-ı ce-lîlde muhacirinin mukaddem
zikredilmiş olmasiyle de isbât etmişti.
Hazret-i Sıddîk, bir gün cemâate şöylece hitabda bulunmuştu: "Ey nâsi Siz[81] âyet-i kerîmesini okuyorsunuz da bunu mevziinin
gayrine vaz' ediyor, yâni yanlış tefsire tâbi' tutuyorsunuz. Ben Resûlu'llâh'dan, şöyle buyurduğunu işittim:
“Halk bir fenalığın yapıldığını görür de tağyirine çalışmazsa, Allahu Teâlâ onun ukubetini hemen hepsine şâmil kılar.”
Hazret-i Sıddîk'ın bu ihtarından anlaşılıyor ki, ihtidaya nâiliyyet, bütün emirlere itaatle ve nehiylerden ictinâb ile kaimdir.
Münkeri tağyire çalışmak da bu itaat cümlesindendir. Bunu kudreti nisbetinde îfâya çalışmayan bir insan, Hakk'a itâatda kusur
etmiş olacağından bihakkın ihtida etmiş olamaz ki, melhuz zarardan müstesna kalabilsin.
Velhasıl Hazret-i Ebû Bekr, mümtaz müfessirîn tabakasını teşkil eden Sahâbe-i Güzîn'in birincisi bulunmaktadır. Maahâzâ kendisi
pek ihtiyatkârâne hareket ettiği için tefsîre dâir pek çok şey zikretmemiştir. Hattâ bir gün kendisinden[82] nazm-ı celîlindeki den
muradın ne olduğu suâl edilmiş, bundan murâd-ı İlâhî'nin ne olduğunu yakînen bilmediği için cevab vermeyib demekle iktifa
etmişti. Yâni, kendi re'-yimle keyfe-mâ-yeşâ' te'vîl ve tefsîre kalkışır isem beni hangi semâ gölgelendirir, beni azâb-ı İlâhî'den kim
kurtarabilir.[83]

Hazret-i Sıddîk'ın Hadîs İlmi'ndeki Mevkii

Ebû Bekr es-Sıddîk, Resûlu'llâh'ın enîsi, Yâr-ı Gâr'ı, Ashabının efdal ve akdemi idi. Bu cihetle Nebiyy-i zî-Şân Hazretlerinin
mübarek akvâl ve ef'âline pek yakından vâkıf bulunmuştu.
Hazret-i Sıddîk'dan Ömer bin el-Hattâb, Osman b. Affân, Aliyyü'l-Murtazâ, Abdü'r-Rahmân b. Avf, İbn-i Mes'ud, İbn-i Ömer,
İbn-i Abbâs, Huzey-fe, Zeyd b. Sabit gibi Sahâbe-i Güzin, hadîs rivayet etmişlerdir.
Cenâb-ı Sıddîk, Resûl-i Ekrem'den sonra Hilâfet işleriyle meşgul olmuş, Hazret-i Peygamber'den her gördüğünü, her işittiğini
rivayet edecek kadar yaşamamış, ahâdîs-i şerifenin de yalnız meâlen değil, aynen elfâz-ı mübârekesiyle beraber nakli cihetini
iltizam eylemiş olmakla kendisinden rivayet edilen ahâdîs-i şerife büyük bir mikdâra baliğ.olmamıştır.
İbn-i Hazm'in beyânına göre Hazret-i Sıddîk'ın yalnız müsned olarak rivayet ettiği hadîslerin adedi yüz kırk ikidir.
Hazret-i Sıddîk'dan mervî ahâdîs-i şerife İmâm-ı Ahmed'in (Müsned) inde ve sair muhaddislerin kitablarında münderictir.
Bunlardan üç hadîs-i şerifi teberrüken naklediyoruz:
1- Her kim bir kötülük yaparsa anınla dünyâda cezalanır."
2- Misvak ağzı temizlemeğe, Hakk'ın rızâsını celbe vesiledir."
3- Allâhu Teâlâ'dan,evvel ve ahır afv, afiyet ve yakın isteyiniz.[84]

Hazret-i Siddîk'ın Fıkıh İlmi'ndeki Mevkii

Hazret-i Ebû Bekr, Ashâb-ı Kirâm'ın en büyük fukahâsındandır. Resûl-ı Ekrem'in pek müstesna bir surette teveccühlerine mazhar,
feyzlerine ma'kes olduğu cihetle kendisinde ilm ü irfan lâyıkıyle tecellî etmiş, İslâm'ın mesâil ve ahkâmına bihakkın vâvkif
bulunmuştur.
"Resûl-i Ekrem Hazretlerinin zamanında kimler fetva verirdi?" diye İbn-i Ömer'den sorulmuş, o da: "Ebû Bekr ile Ömer fetva
verirdi; bunlardan başkasının fetva verdiğini bilmiyorum." demiştir.
Filhakika Hazret-i Sıddîk ile Hazret-i Faruk, gerek Kitâbu'llâh'a ve gerek Peygamberimizin sünnetlerine bihakkın muttali'
oldukları cihetle fetva vermek salâhiyyetini zamân-ı Nebevide bile hâiz bulunmuşlardı.
Hazret-i Ebû Bekr, vermiş,olduğu fetvaların adedi i’tibariyle fukaha-yı sahabenin mutavassıtlarından sayılmaktadır. Radrya'llahu
Teala anh.
Me'hazlar: Sahîh-i Buhârî - Umdetü'l-Kaarî - Müsned-i Ahmed b. Hanbel. Üsdü'l-gâbe, El-Vasît fi'l-Edebi'l-Arabî, El-A'lâm.[85]

2- Ömer B. El-Hattâb (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Ebû Hafs Ömer el-Fâruk el-Adevî el-Kureşî, Ashâb-ı Kirâm'ın güzîdesi Hulefâ-yı islâm'ın ikincisidir. Resûl-i Ekrem salla'llâhu
aleyhi ve sellem Efendimiz'in vilâdetlerinden on üç sene sonra Mekke-i Mükerreme'de dünyaya gelmiştir. Validesi Hanteme bint-i
Hâşim b. Mugîre'dir, ki Ebû Cehl'in amcasının kızıdır.
Hazret-i Ömer'e taraf-ı Nebeviden (Ebû Hafs) künyesi verilmiştir. Aşere-i Mübeşşere'dendir. Hulefâ arasında (Emîrü'l-Mü’minin)
ünvâniyle ilk yâd olunan zât kendisidir. Hak ile bâtılın arasını lâyıkıyle ayırdığı veya Müslümanlar ile gayr-ı müslimler arasındaki
ayrılığı tebarüz ettirdiği için (Fâ-rûk-ı A'zam) lâkabını da ihraz etmiştir. Fil senesinden on üç sene sonra dünyâya gelmiş, hicretin
(23) üncü senesinde Muğîre b, Şu'be'nin kölesi olan mecûsî Ebû Lü’lü tarafından Medîne-i Münevvere'de şehîd edilmiştir. Zâten
kendisi böyle bir şehâdete nâihyyetini evvelce Cenâb-ı Hak'dan niyaz etmişti, Nitekim Sahîh-i Buhârî'de şu duası mündericdir:
Hazret-i Hafsa: "Bu nasıl olabilir?" diye sormuş, Hazret-i Ömer de: "Allâhu Teâlâ dilerse bunu vücûde getirir." demiştir. Resûl-i
Ekrem ile Hazret-i Sıd dîk'ın medfûn bulundukları Ravza-i Mutahhare'ye defnedilmiş ve Şâir-i Nebevî Hazret-i Hassan tarafından
şu mersiye söylenmiştir:[86]

Hazret-i Ömer'in Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar

Ömerü'l-Fâruk, ötedenberi Kureyş arasında yüksek bir sîmâ idi. Fasâhat ve belâgatiyle, eş'âr-ı Arab'a vukufiyle, güzel siyâset ve
kiyâsetiyle temayüz etmişti. Kureyş ile sair kabileler arasında tekevvün eden muharebelerde, mufâharelerde sefaret vazifesi
uhdesine tevdi' edilirdi. Peygamber Efendimiz İslâmiyyeti neşre başlayınca bidâyeten muhalif bir cebhe almış,, fakat az sonra
Dîn-i İslâm'ın en büyük hadimleri sırasına geçmişti. Kalbinde İslâmiyyete karşı ne veçhile bir temayül zuhura geldiğini şöylece
anlatmıştır:
"Resûlu'llâh'a taarruz için hanemden çıkmıştım. Kendisini benden evvel Mescid-i Haram'a gitmiş bulmağla hemen arka tarafında
durdum. El-Hâkka sûresini okumaya başlamıştı, Kur'ân'ın fe'lîfine -fasâhat ve belâğatine- teaccüb ettim. Kalben "Va'llâhi bu,
Kureyş'in dediği gîbi bir şâirdir." der demez Hazret-i Peygamber,[87]âyet-i kerîmesini okudu. Kendi kendime, bu, kâhin olacak,
dedim. Bu kerre de[88] nazm-ı celîlini okumasın mı? Artıkİslâmiyet kalbimde büyük bir yer tutmuştu."
Hâsılı Hazret-i Ömer, Resûl-i Ekrem'de ve Kur'ân-ı Kerîm'de tecellî eden mekârim ve mehâsini görmüş, kalbinde İslâmiyet nurları
parlamaya başlamış, nihayet huzûr-ı Nebeviye giderek İslâmiyetini i'lân etmişti. Bu esnada kendisiyle erkek olan Müslümanların
adedleri kırka, kadınların adedi de yirmi bire baliğ olmuştu. Bunun üzerine :[89]
“Ey Peygamber! Sana, Allahu Teâlâ ile sana tâbi' olan mü'minler kifayet eder.” âyet-i kerîmesi nazil oldu. Artık Müslümanlar
dînî vazifelerini Mescid-i Hârâm'a gidip alenî surette îfâya başlamış, İîslâm kuvveti de günden güne artmaya yüz tutmuştu.
Hazret-i Ömer, Resûl-i Ekrem'den evvel Medîne-i Münevvere'ye hicret. etmiş ve Hazret-i Peygamber'in bütün gazvelerine iştirak
eylemiştir. Resûlu'llâh'a karşı olan muhabbeti, fedâkârlığı her türlü tasavvurun fevkında idi.Bilâhare Ebû Bekr es-Sıddîk
tarafından velî-ahd tâyin edilen Hazret-i Ömer'in Hilâfetini bütün Ashâb-ı Kiram memnuniyetle karşılamışlardı. Vücûdu, adâlet-i
diyanetten temessül etmiş gibi bulunan Hazret-i Ömer, bu makama gelince vazifesinin ağırlığını ve o nisbette de ulviyyetini
bihakkın müdrik bulunduğundan pek harikulade bir metanet ve istikametle işe başlamış, az zaman içinde bir mislini daha âlem-i
târihin kaydetmemiş olduğu bir nice muazzam fütuhata, muvaffakıyyâta nail olmuş, zamanında Irak, Şam, Mısır, El-Cezîre, Diyar
- Bekr, Ermeniyye, Azerbaycan, Bilâd-ı. Cibâl, Bilâd-ı Fâris, Huzistân gibi ülkeler, şehirler feth edilmiştir.
Resûl-i Ekrem vaktiyle, “Yâ Rabbîi İslâmİyyeti Ömer b. el-Hattâb ile kuvvetlendir." diye duâ buyurmuştu. Hazret-i Peygamber'in
bu duası müstecâb olduğundan Hazret-i Ömer, bu kadar hizmetlere muvaffak olmuştur.
Hazret-i Ömer'in erbâb-ı ilme ve bilhassa Hânedân-ı Nübüvvete olan mahab-betleri, teveccühleri de pek ziyâde idi. Sahâbe-i
Kiram arasında pek genç olan İbn-i Abbâs hakkındaki teveccühleri ma'lûmdur.
İslâm âleminde ilk Kur'ân mektebinin müessisi de Hazret-i Ömer'dir. Medîne-i Münevvere'de bu mektebi vücûde getirmiş, bunun
muallimliğine Âmir b. Abdi'llâh el-Huzâî'yi tâyin ve kendisine Beytül-Mâl'den maaş tahsis etmişti.
Velhâsıl, Hazret-i Ömer, İslâmiyyet'e pek büyük hizmetler etmiştir. Hazret-i Ömer kadar, kalblerde hürmet ve mahabbetle
mümtezic bir haşyet ve mehabet uyandırmış' bir zât daha yok gibidir. Son derece şecî' ve azimkar idi. Zamanında birtakım
dirhemler darb edilmiş, üzerlerine El-Hamdü li'llâh, Muhammed Resûlu'llâh, gibi cümleler yazılmıştır. Beytü'l-Mâl-i Müslimîn
nâmiyle hazîne-i devlet te'sîs, dîvan teşkilâtı ihdas, Târîh-i Hicrî vaz', Basra, Küfe şehirleri bina olunmuştur.[90]

Hazret-i Ömer'in Tefsirdeki Mevkii:

Hazret-i Ömer, Kureyş'in en beliğlerinden, en mütefekkirlerinden olduğu cihetle fitrî selîkasiyle kelâmın dekaayıkına pek ziyâde
vâkıf idi. Bundan başka senelerce Huzûr-ı Nebevî'de bulunmuş, Kur'ân âyetlerinin mânâlarına, nüzulü sebeblerine muttali' olmuş,
bunların tefsiri hususunda Hazret-i Peygamber'den pek çok şey'ler öğrenmiştir.
Bütün hayâtını İslâmiyet'in maâlîsine tevcih ve tahsis etmiş olan Hazret-i Ömer, şüphe yok ki Kur'ân-ı Kerîm'in hakaayıkına
vukuf hususunda buyük bir ihtisas sahibi idi. Binâenaleyh kendisi, müfessirlerin mümtaz tabakasını teşkil eden zevatın en
güzidelerinden bulunmaktadır.
Hazret-i Ömer'den nakledilen tefsir verililerinden bir nümûne:
Bezzâz, Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle naklediyor: "Hazret-i Ömer- dedi ki:[91] murâd rüzgârlardır.[92] de sefinelerdir. [93]Meleklerdir.
Eğer ben böyle buyurduğunu Resûlu'llâh'dan işitmiş olmasaydım bunu böyle söylemezdim."[94]

Hazret-i Ömer'in Hadîs İlmindeki Mevkii:

Fârûk-ı A'zam, Resûl-i Ekrem'in veziri, nedimi, sıhriyet i'tibarîyle karîbi bulunuyordu. Bu cihetle Hazret-i Peygamber'in birçok
mübarek akvâl ve ef'â-line vâkıf olduğu şüphesizdir.
Filhakika Hazret-i Ömer'in muhaddisler arasındaki mevkii pek yüksektir. Kendisinden birçok hadîsler mervîdir. Bunların bir çoğu
İmâm-ı Ahmed'-in Müsned'inde cem' edilmiştir. İbn-i Hazm'in beyânına göre Müsned olarak rivayet ettiği hadîslerin miktarı
(573)'dür.
Maahâzâ Hazret-i Ömer, hadîs-i şerif hususunda pek ihtiyatkârâne hareket eder. Resûlu'llâh'a isnâd edilen her şeyi kuvvetli bir
delil ile sabit olmadıkça hemen bir hadîs-i şerif olarak kabul etmez, hadîs rivayet edecek zâtları intibaha, basiret üzere harekete
da'vet ederdi. Bu cihetledir ki Hazret-i Muâviye derdi ki: "Ömer b. el-Haîtâb'ın ahdindeki hadîslere iyi sarılınız. Çünkü o, nâsı,
Resûlu'llâh'dan hadîs rivâyetii hususunda ihâfe etmişti." Binâenaleyh onun zamanında sahîh olmayan hadîsleri rivayet etmeye
kimse cür'et edemezdi.
Hazret-i Ömer'in rivayet ettiği ahâdis-i şerîfeden ikisini burada teberrüken kayd ediyoruz;
Yâni: "Nebiyy-i Zî-Şân, beş şeyden; cimrilikten, korkaklıktan, tevbesiz ölümden, kabir azabından, kötü işten -Allah'a-
sığınırdı."
Yâni: Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu, herhangi çenebaz olan
münafıktır."
Ashâb-ı Kiram arasında Ömer isminde yirmi üç kadar Sahâbî mevcûd ise de, Hazret-i Fârûk'dan başka (Ömer b. el-Hattâb)
isminde bir zât mevcûd değildir. Fakat Sahabeden olmayan muhaddisler arasında (Ömer b. el-Hattâb) nâmında altı zât daha
mevcûddur.[95]

Hazret-i Ömer'in İlm-i Fıkıhdaki Mevkii

Hazret-i Ömer, büyük bir fakîhdir, yüksek bir müctehiddir. Kendisinden birçok fetvalar menkuldür. İbn-i Abbâs gibi nice kudretli
âlimler, Hazret-ı Faruk'un birer çırağı mesâbesindedirler. Kitâbu'llâh ile, Sünnet ile, Ashâb-ı Kiram'ın icmâiyle hükmü sabit
olmayan hâdiseler hakkında ictihâd eder, kıyas tarîkına gider, hikmet ve maslahatı nazara alır, Ashâb-ı Güzin'in fukahâsiyle
müdâvele-i efkârda bulunurdu. îctihadlarında, hükümlerinde büyük isabetler görülmektedir. Fıkhın esaslarını vaz' hususunda pek
mühim hizmetleri sebk etmiştir. Bu hususta en ileri gelen rüfekaası Hazret-i Alî ile Abdu'l-lâh b. Mes'ûd, Übey b. Kâ'b, Zeyd b.
Sabit, Ebû Mûse'l-Eş'arî Hazarâtıdır. Bu altı zât, Ashâb-ı Kirâm'ın en büyük âlimleri ve içtihada muktedir en güzide fakihleri idi.
Muhammed b. Vâil diyor ki: "İbn-i Mes'ûd: Eğer Ömer'in ilmi terazinin bir gözüne, nâsın. ilmi de diğer bir gözüne konulacak olsa
idi elbette Ömer'in ilmi ağır gelirdi, demişti. Ben bu sözü İbrahim'e naklettim, İbrahim dedi ki: "Va'llâhi, Abdu'llâh bundan daha
fazlasını söylemiştir." Ne söylemiştir? diye sordum. Dedi ki: Hazret-i Ömer vefat edince, Abdu'llâh: İlmin onda dokuzu gitti,
demiştir."
Kubeysa b. Câbir de diyor ki: "Ben raiyyesi hakkında Hazret-i Ebû Bekr'den daha re'fetli, daha hayırlı bir zât görmedim. Hazret-i
Ömer'den ziyâde de Kaari-i Kur'ân, Dîn-i İlâhî'de fıkîh, hudûdu'llâhı ikaameye mukdim, ricalin kalblerinde mehîb bir .zât
görmedim. Hazret-i Osman'dan ziyâde de hayâlı bir zât müşahede etmedim:"
Hazret-i Ömer, kesret-i iftâ ile mâruftur. Âdâb-ı kazaya dair Basra kadısı Ebû Mûse'l-Eş'ârî'ye yazmış olduğu meşhur mektubu
onun derece-i fakaahatini parlak bir surette gösterir. Bu da bî-nazîr bir vesikadır. (Kitâbü's-Siyâse) ünvâniyle yâdolunan bu
mektub, Mebsûd-ı Serahsî, El-Bedâyi' ve İlâmü'l-Muvakkıîn gibi kitablarda tamamen münderictir.
Hazret-i Faruk'un daha çok birçok hutbeleri, mektubları vardır ki, bunlar son derece belagat üzeredir. Kendisine birşey arz
edilmezdi ki, onun hakkında si'r-i Arab'dan bir beyit okumasın..
Kumandanlarına dâima sabr u sebat, adi ü takva tavsiyesinde bulunurdu, İmâm-ı Mâlik, Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet etmiştir:
"Şam orduları kumandanı Ebû Ubeyde Hazretleri, yazmış olduğu bir mektubda Rumların tahşîdâtından, korkunç vaziyetlerinden
bahsetmişti, Buna Hazret-i Ömer şöyle cevap vermiştir:[96]
Meâl-i şerîfi: "Emmâ ba'd: Şübhe yok ki, bir mü'min kula, bir mahalden, her ne zaman bir mihnet yüz gösterirse, Allâhu Teâlâ
andan sonra bir halâs çâresi halk eder. Ve şüphe yok ki, birçetinlik, iki kolaylığa galebe edemez. Çünkü her bir usre, iki yüsrün
mukaarın olacağınıbir âyet-i kerîme nâtıktır. Ve yine şüphe yoktur ki, Allâhu Teâlâ Kitâb'ında şöyle buyurmuştur: Ey mü'minler!
Sabrediniz; sabır hususunda a'dâ-i dîne galebe ediniz. İslâm hududunu bekleyiniz ve Allâhu Teâlâ'dan korununuz ki, felah
bulabilesiniz."
Velhâsıl Hazret-i Ömer'in maddî ve manevî kemâlâtını tasvir için böyle binlerce sahife kifayet edemez. Radiya'lîâhu anh.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Teysîrü'l-Husûl, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Üsdü'i-Gaabe, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan, El-Basît
fi'1-Edebi-l-Arabî, El-A'lâm, Tehzîbü'l-Esmâ.[97]

3- Osman B. Affân (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Emîrü'l-Mü'minîn Osman b. Affân b. Ebi'l-Âs el- Kureşî el-Emevî, Hu-lefâ-yı Râşidîn'in üçüncüsüdür. Resûl-
i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve selem Efendimiz'den altı sene sonra dünyâya gelmiştir. Validesi "Ervâ" Hazret-ı Peygamberin
annesi-kızıdır. Fahr-i Âlem Efendimiz'in evvelâ "Rukayye" nâ-mındaki kesmesiyle, anın vefatından sonra da (Ümmü-Gülsüm)
ismindeki kerîme-i muhtereme siyle teehhül bahtiyarlığına nail olduğu için (Zi'n-Nûreyn) lâkabını hâiz bulunmuştur. Resûlu'llâh'i
ilk tasdik edenlerdendir. Bir aralık Habeşistan'a, sonra da Hazret-i Peygamberden evvel Medîne-i Münevvere" ye hicret etmiştir.
(35) senesinde Medîne-i Münevvere/de "İlâdü't-Tecîbî" tarafından şehîd edilmiştir. Baki makberesinde (Haşa Kevkeb) denilen
mahalde medfundur. Bu mahalli hayâtında satın alarak Bakî kabristanına ilâve etmişti. Ashâb-ı Kiram arasında Osman b. Affân
nâmında başka bir zât yoktur.[98]
Hazret-i Osman'ın Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar:

Hazret-i Osman, Kureyş kabilesi arasında ötedenberi pek muhterem bulunmakta idi. Suretinde tecellî eden hüsn ü behâ, sîretinde
de fevkalâde bir halde mütecellî bulunmuştu. Vücûdu, necâbetten, haya ve iffetten tecessürr. etmiş gibi bir nezâhet numunesi idî.
Bu cihetle herkes kendisini sever, herkes kendisine kalben müncezib bulunurdu. Resûl-i Ekrem Hazretleri İslâmiyyet'i neşre
başlayınca hemen Dîn-i İslâm'ı kabul ederek "Sâbıkun" dan bulunmak şerefini kazanmıştır. Hazret-i Peygamber'in uğrunda
caniyle, maliyle pek büyük fedâkârlıklarda bulunmuş, Bedir'den başka bütün gavzelere iştirak eylemiştir. Bedir gazvesi esnasında
muhterem refikası Rukayye Hazretleri hasta bulunuyordu. Resûl-i Ekrem'in emriyle onun yanında kalmıştı Bedir
muzafferivyetinin haberi Medîne-i Münevvere'ye geldiği gün Hazret-i Rukayye vefat etmişti.
Peygamber Efendimiz'in Hazret-i Osman hakkındaki mahabbet ve teveccühüne bakmalı ki: "Eğer kırk kızım olsa idi, bunlardan
bir tanesi kalmayıncaya kadar birer birer Osman'a tezvîc ederdim." buyurmuştur.
Hazret-i Alî'ye, “Yâ Emîre'l-Mü'minîn! Osman b. Affân'a dâir bize ma'-lûmat ver." denilmiş, Hazret-i Murtazâ da şöyle
buyurmuştur: "O bir zâttır ki, Mele-i A'lâ'da (Zi'n-Nûreyn) diye yâd olunur. Resûlu'llâh'ın iki kerîmesini almak suretiyle damadı
idi. Resûl-i Ekrem onun için Cennet'de bir beyt verilmesini zâmin olmuştur."
Velhâsıl Hazret-i Osman ilim ile amel, itkan ile cihad, infak ile sıla-i er-hâma riâyet beynini cem' etmiş, bütün mü'minlerin
kalblerinde nihayetsiz bir hürmet ve muhabbet duygusu vücude getirmiş olan pek büyük bir zâttır. Tebük gazvesinde İslâm
ordusunun yarısını kendi maliyle techîz etmişti. (Ceyş-i usret) denilen bu orduya yüz deve ile bin dînar teberru' eylemişti. Târîh-i
Hulefâda, üç defada yüzer deve va'd buyurmuş olduğu rivayet olunmaktadır.
Bilâhare (23) senesinde ehl-i Şûrâ'nın karâriyle Hilâfet makamına geçmiş, muttasıf olduğu adalet ve istikaametiyle, nezâhet ve
mülâyemetle İslâm milletinin işlerini idareye başlamıştır. Fârûk-ı A'zam'ın ahdinde vuku' bulan fütuhatı ikmâle çalışmış,
zamanında Horasan, Mağrib iklimleri fethedilmiştir.
Hazret-i Osman'ın devr-i Hilâfeti altı sene kadar gailesiz geçmişti. Ba'dehu Mısır'da, Basra'da, Kûfe'de birtakım muhalifler
türemiş, Hazret-i Osman'ın valilerinden şikâyetler başlamış, o büyük Halîfe'yi hal' etmek için Medîne-i Tâhireye gelib
toplanmışlar, nihayet o kudsî-sîret zâtı şehîd etmişlerdir.
Zâten Zi'n-Nûreyn Hazretleri sehâdet rütbesine nail olacağını vaktiyle Resûl-i Ekrem'den haber almıştı. Son günlerinde de
rü'yâsında Resûl-i Ekrem Hazretlerini ve Hazret-i Sıddik ile Ö'merü'l Faruk'u görmüş, kendisine: "Sabret, yarın bizim yanımızda
iftar edeceksin." diye tebşir etmişlerdi. Binâenaleyh, kalbinin her köşesine mahabbetleri hâkim olan bu üç mukaddes zâta bir an
evvel kavuşmak arzûsiyle nefsini âsîlere karşı müdâfaaya lüzum görmemiş, Kur'ân-ı Kerîm'i açıp okumaya devam etmiş, şehîd
edilirken mübarek vücûdundan fışkıran kanların birkaç katresi[99] âyet-i celîlesinin üzerine isabet etmişti. Ne büyük, ne mu'ciz bir
işâret-i Kur'âniyye!.
Hilâfeti zamanında Ermeniyye, Kavkaz, Horasan, Kirman, Sicistan, Afrikıyye, Kıbrıs fethedilmiştir.[100]

Hazret-i Osman'ın Tefsîr İlmindeki Mevkii:

Zi'n-Nûreyn Hazretleri, müfessirlerin mümtaz tabakasını vücûde getiren zevatın en güzîdelerindendir, Gerek selikası ve gerek
Fahr-i âlemden aldığı feyz ve hareket sayesinde Kur'ân-ı Mübîn'in dekaayıkına mükemmel bir surette muttali' idi. Hele Mesâhif
nüshalarını teksir hususundaki hizmeti pek büyüktür. Bu cihetle "Câmiü'l-Kur'ân" ünvânını almıştı.
Kur'ân-ı Kerîm hakkında malûmat almak için bâzan Hazret-i Osman'a müracaat olunurdu. Ez-cümle İbn-i Abbâs gibi pek kudretli
bir müfessir, bir gün Hazret-i Osman'a şöyle bir sualde bulunmuştu: "Neden Sûre-i Enfâl ile Berâe Sûresi'ni muttasıl yazdınız da
aralarını Besmele ile ayırmadınız? Neden bu iki Sûreyi (Seb'u tıvâl) denilen sûreler sırasına vaz' ettiniz?" Buna karşı Hazret-i
Osman şu mealde cevab vermişti: "Resûl-i Ekrem zamanında vakit vakit sûreler, âyetler nazil olunca Vahiy Kâtipleri'ne, şu âyeti
şu sûredeki şu âyetlerin yanına yazınız, diye emrederdi. Sûre-i Enfâl, Medine'de ilk nazil olan sûrelerden, Sûre-i Tevbe ise en son
nazil olan âyât-ı Kur'âniyyedendir. Her ikisinin muhteviyatı arasında bir müşabehet vardır. Biz bu iki sûrenin bir olduğuna zâhib
olduk. Resûlu'llâh, irtihâlînden evvel bu sûrenin o sûreden olup olmadığını bize bildirmemişti. Binâenaleyh bunları muttasıl
yazdık. Aralarını Besmele ile ayırmadık ve bunları Seb'u tıvâl sırasına vaz' ettik."
Hazret-i Osman'dan mervî ma'lûmât-ı tefsîriyye pek çok değildir. Kur'ân'm cerm'i mese'lesi için (Usûl-i Tefsir) kısmına
müracaat.[101]

Hazret-i Osman'ın İlm-i Hadîsdeki Mevkii:

Osmân-ı Zi'n-Nûreyn, Ashâb-ı Kiramın ilm ü irfan i'tibâriyle pek temayüz etmiş yüksek bir zümresine mensubdur. Nebiyy-i zî-
Şân'ın mübarek sîretine, akvâl ve ef âline pek yakından vâkıf bulunuyordu. Bu cihetle kendisinden bir hayli ahâdîs-i şerife
nakledilmiştir. Bunların adedi Umdetü'1-Kaa-rî'nin beyânına göre (146) hadîs-i şerif dir. İmâm-ı Buhârî bunlardan on birini kendi
Kitâb-ı Sahîh'inde rivayet etmiştir. İmâm-ı Ahmed'in Müsned'i bu hadîsleri câmi'dir.
Bunlardan iki Hadîs-i şerifi teberrüken kaydediyoruz:
1- Ebû Abdi'r-Rahmân, Hazret-i Osman'dan şöyle rivayet etmiştir:
Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki: Sîzin en faziletliniz, Kur'ân'ı Öğrenip öğreten kimsedir."
2- Hazreti- Osman'ın kölesi "Hâni" şöyle rivayet etmiştir: Osman b. Affân bir kabre uğradı mı, mübarek sakalı ıslanacak derecede
ağlardı. Kendisine: "Sen Cenneti, nârı hatırladığın zaman böyle ağlamıyorsun da neden kabirleri ziyaret edince ağlıyorsun?" diye
soruldu. O da şöyle cevab verdi:
Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdu ki: Kabir, âhiret menzillerinin birincisidir. Bundan kurtulunca artık ötesi bundan kolaydır.
Bundan kurtulmayınca da ötesi bundan daha şiddetlidir."
Yine Resûlu'llâh Hazretleri buyurdu ki: "Vallahi ben hiçbir manzara görmedim ki kabir andan daha sedîd olmasın.."[102]
Hazret-i Osman'ın İlm-i Fıkıhdaki Mevkii:

Osman b. Affân Hazretleri ilim ile ameli zâtında bi-hakkın cem' etmiş, pek salâbet sahibi bir zât idi. Dâima Resûl-i Ekrem'in
tarîkına ta'kib eder, her fılini ef'âl-i Nebeviyyeye göre tanzime çalışır, Mescid-i Nebevî'de cemâate karşı pek beliğ hutbeler îrâd
eder, fıkha dâir bir kısım mes'eleleri bahis mevzuu ederek bu hususta halkı tenvir etmek isterdi. Hattâ bir gün Resûlu'llâh'ın ne
veçhile abdest aldığını yanında bulunanlara ta'lîm için su celb ettirerek abdest almaya başlamış, üç kerre yüzünü yıkamış, üçer
kerre ağzına, burnuna su almış, üçer kerre iki elini dirseklerine kadar yıkamış, sonra başına, kulaklarına meshetmiş, üçer kere de
iki ayağını yıkadıktan sonra "İşte Resûlu'llâh safla'llâhu aleyhi ve sellem böyle abdest alırdı." demiştir.
Bir sene Hac için Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş idi. "Minâ" mevkiinde namazını dört rek'at olarak kıldı. Nâs bunu garîb görmüş,
"Seferi olduğu halde neden kasr-ı salâtda bulunmuyor?" demeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hazret-i Osman : "Ey nâs! Ben
Mekke'ye geldiğim gün teehhül ettim. Ben Resûlu'llâh'ın: Herkim bir beldede evlenirse mukîm kimsenin namazı gibi namaz
kılsın, buyurduğunu duymuş bulunuyorum." dedi. Bu mes'elede Hazret-i Osman'ın içtihadı böyledir.
Velhâsıl Hazret-i Osman i'akahet i'tibariyle de pek yüksek bir mevki' sahibidir. (Radiya'llâhu Teâlâ anh.)
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Üsdü'l-Gâbe, Tezkiretü'l-Huffâz, el-Vasît fi Edebi'l-Arabî ve Târihini,
El-A'lâm.[103]

4- Alî B. Ebi Tâlib (Radiya'llâhü Teâlâ Anh):

Emîrü'l-Mü'minîn Alî b. Ebî Tâlib b. Abdi'l-Muttalib b. Hâşim el-Kureşî, Hulefâ-yı Râşidîn'in dördüncü, Benî Hâşim'den Halîfe
olanların birincisidir. Resûl-i Ekrem salla'Ilâhu aleyhi ve sellem Hazretlerinin amca-zâdesi, damadı, muâhât tarikiyle kardeşidir.
Resûlu'ilâh'ın vilâdetlerinden otuz iki sene sonra Mekke-i Mükerreme'de dünyâya gelmiştir. Künyesi (Ebü'l-Hüseyn) dir.
Kendisine taraf-ı Nebeviden bir iltifat olmak üzere (Ebû-Türâb) künyesi de verilmiştir. (Esedü'lîâhi'l-Gâlib) lâkabını da hâizdir.
Hicretin kırkıncı senesinde Küfe mescidinde hâricilerden "Abdü'r-Rah-mân b. Mülcimü'I-Murâdiyyi'l-Himyeri" tarafından zehirli
bir kılıç darbesiyle şehîd olmuştur. Kûfe'de medfundur.
Hazret-i Alî'nin şehâdeti, kalblerde ilelebed bir ceriha vücûde getirmiştir. Bu hususta birçok mersiyeler yazılmıştır. Ebü'I-
Esvedü'd-Düelî'nin şu beyitleri de bu cümledendir :[104]

Hazret-i Alî'nin Hayâtına Ve Devre-i Hilâfetine Bir Nazar:

Aliyyü'l-Murtazâ, çocukluğundanberi Resûlu'llâh'ın himayesinde yetişmiş, Hânedân-ı Nübüvvet a'zâsından bulunmuştur. Risâlet-i
Muhammediyyeyi ilk tasdik etmek şerefi kadınlardan Hazret-i Hadîce'ye, çocuklardan da Hazret-i Alî'ye âiddir.
Hazret-i Alî, sabâvetindenberi Nebiyy-i zî-Şân'ın ulvî nazarlarına,1 mahabbetlerine mazhar olduğundan dolayı kendisinde
harikulade meziyyetler tecellî edip durmuş, Resûl-i Ekrem'in ilmen, ahlaken vârisi olmuştur.
Hazret-i Alî, büyük bir fedakâr idi. Onun Resûl-i Ekrem uğrunda gösterdiği fedâkârlık, ferâğ-ı nefs her türlü takdirlerin
fevkindedir. Ezcümle hicret esnasında Hâne-i Saâdet'in etrafını düşmanlar kuşatmış olduğu pek tehlikeli bir anda, Resûl-i
Ekrem'in mübarek yatağına sokuluyor, Nebiyy-i zî-Şân'ın hareketine dâir düşmanlara bir per-rişte vermemek için kendi hayâtını
büyük bir muhataraya atıyor, sonra bir fırsat bularak kendisi de tek ü tenhâ yola çıkıyor, gündüzleri saklanıyor, geceleri Medîne-i
Münevvere'ye doğru yaya olarak yürüyüp duruyordu. Hakk'ın sıyânetinde olarak Medîne-i Münevvere'ye kavuşmuştu. Fakat
ayakları şişmiş, artık yürüyemez bir hâle gelmişti. Ayaklarından sular akıyordu. Huzûr-ı Nebeviye gidemeyecek bir halde idi.
Resûl-i Ekrem Hazretleri bunu haber alınca bizzat kendisi teşrif etmiş, Hazret-i Alî'yi görünce hâline acımış, sevgili fedakâr amca-
zâdesini kucaklamış, mübarek iki eliyle, o hak yolunda binlerce mezâhime katlanmış olan o nermin ayakları okşamış, kendisine
afiyetle duâ buyurmuştu. Hattâ Hazret-i Alî'nin bu fedâkârlığı üzerine,[105] Nâsdan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızâsı için
nefsini feda eder." âyeti celîlesinin nazil olduğu mervîdir.

(1) Meali : Ebü'l-Hüseyn Aliyyü'l-Murtazâ'nın yüzüne dönüp baktığın zaman bakanların pek hoşuna gidecek parlak bir ay parçası
görmüş olurdun. Biz onun şehâdetinden evvel, hayr içinde yaşıyorduk. Resûlu'llâh'ın sevgilisini, kendi aramızda görüp
duruyorduk. Hazret-i Alî'yi kaybettiklerinde ise halk, sanki senelerce, bir sahada hayretler içinde kalmış deve kuşlarına
dönmüştür.

Peygamber Efendimiz Aliyyü'l-Murtazâ'yı pek çok severdi. Sevgili kerîmesi Hazret-i Fâtıma'yı ona tezvîc etmişti. Bu, Hazret-i
Alî hakkındaki ilti-fât-i Nebevinin en yüksek bir nişânesiydi.
Bir gün Ashâb-ı Kirâm'dan bir zümre gaza için yola çıkmışlardı. Hazret-i Alî de bunların arasında idi. Resûl-i Ekrem
Efendimiz "Yâ Rabbî! Alî'yi bana tekrar göstermedikçe beni öldürme." diye dua buyurdu. Bir hadîs-i şerîf-de de Aliyyü'l-
Murtazâ'ya hitaben: “Seni ancak mü'min olan sever, sana ancak münafık olan buğzeder." buyurulmuştur.
Hazret-i Alî pek büyük bir metanete mâlik idi. Tebük gazvesinde Resûl-i Ekrem'e niyâbeten Medîne-i Münevvere'de kalmış,
bundan başka bütün gazvelerde hazır bulunmuş, nezd-i Nebeviden asla ayrılmamıştır. Ühud gazvesinde on altı kılıç darbesi
almışta. Bu gazvede Ashâb-ı Kirâm'dan bir hayli zevat şehîd düşmüştü. Bu şerefe nail olamadığından dolayı me'yûs görünen
Hazret-i Alî'ye hitaben Resûl-i Ekrem Efendimiz : "Yâ Alî, şehâdet senin arkandadır. Bunlar kan ile boyandığı zaman nasıl sabr
edeceksin?" buyurarak mübarek elleriyle onun başını, sakalını okşamıştı. Hazret-i Alî de: "Yâ Resûlâ'llâh, şu buyurduğun hal
benim hakkımda tahakkuk edince o, sabredilecek şeylerden delil, beşâreî ve keramet sayılacak şeylerden olmuş olur." diye cevâb
vermiştir.
Hazret-i Alî, Irak'a giderken Abdullah b. Sellâm ziyaretine gelmiş, "Ya Alî.. Irak'a gitme, korkarım ki orada vücûduna bir kılıç
ağzı isabet eder." demiş Hazret-i Alî de: "Evet.. Kasem ederim ki bunu bana Resûlu'llâh haber vermiştir" diye mukabelede
bulunmuştu.
Ebü'l-Esved diyor ki: "Ben o gündeki gibi böyle nefsinin musâb olacağını haber veren bir muhârib görmedim."
Amr İbn-i zî-Mürr el-Hemedânî şöyle rivayet ediyor: "Hazret-i Alî Kûfe'de kılıç darbesini aldıktan sonra huzuruna girdim. Başını
birşey ile sarmıştı. Dedim ki: "Yâ Emîre'l-Mü'minîn! Cerihayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. Birşey yok, hafif
bir yaradan ibaret, dedim. Hazret-i Alî : Evet, sizden ayrılmaktayım, dedi. Ker'mesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya
başlamıştı. Hazret-i Alî : Kızım sükût et; eğer benim gördüğümü görecek olsan ağlamazsın, dedi. Yâ Emîre'l-Mü'minîn, ne
görüyorsun? diye sordum. Buyurdu ki : İşte bunlar melekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem
: Yâ Alî, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hal, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye buyuruyor."
Hazret-i Alî'nin Hilâfetine gelince : Da'lûmdur ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yalnız Dîn-i İslâm'ı bütün beşeriyyete tebliğ ve neşr
için meb'ûs olmuştu. Onun en ulvî vazifesi, en mukaddes gayesi bundan ibaretti. Onun kud-sî nazarları, başka maddî şeylere
teveccüh etmemiş, ne kendisi ve ne de Ehl-i Beyt'inden birisi nâmına bir saltanat kurmak arzusunda asla bulunmamıştı. Anın
samîmiyyeti, Onun ferâğ-ı kalbi, Onun âlâyiş-i dünyâya asla iltifat buyurmamış olduğu bu gün dünyâca müsellemdir. Bu
cihetledir ki, Hilâfet mevkiini de kendi hanedanından bir zâta tahsis etmemiş, bu makamı ehl-i İslâmın re'yine bırakmış, bu
makama en ziyâde lâyık görülecek zâtların getirilmesine işaret buyurmakla iktifa etmişti.
Binâenaleyh, irtihâl-i Nebeviyi müteakip hemen Hazret-i Alî Hilâfet makamına getirilmemişti. Fakat Resûl-i Ekrem'in pek büyük
teveccühlerine mazhar olan üç zât, o muallâ makamdan ayrılıb âhirete gittikten sonra, artık sinni ilerlemiş, tecrübesi artmış, hâiz
olduğu fazilet ve liyâkati kemâliyle tecellî etmekte bulunmuş olan Hazret-i Alî'ye sıra gelmişti :
Filhakika Hazret-i Alî, men'ine çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim bir şehâdet vak'ası üzerine halkın ittifâkiyle (35)
senesi Hilâfet makamına geçti. Yalnız Emeviyye hanedanı, o şehâdet vak'asmdan dolayı bu ittifaka dâhil bulunmamıştı.
Meleklerden daha saf, daha nezih bir sîrette yaradılmış olan Hazret-i Alî, mukadderata boyun eğmiş, Hilâfet yükünü ister istemez
deruhte etmiş, İslâm milletini ta'kîb etmekte bulundukları azametli terakkiler sahasında muvaffakiyetten muvaffakiyyete
kavuşturmak istemişti. Fakat mukadderat her veçhile arzusuna tevâfuk etmemiş, ehl-i İslâm arasında muvakkat bir ihtilâf yüz
göstermiştir.
Hazret-i Osman'ın bir zulüm eseri olarak akıtılmış olan mübarek kanı heder olup gitmiş gibi görünüyordu. Bundan galeyana gelen
bâzı Ashabı Kiram, dînî bir gayretle heyecana gelmiş, Hazret-i Alî ile aralarında (36) senesinde (Cemel Muharebesi) denilen elîm
bir vak'a zuhur etmiş, neticesinde iki taraf da müteessir, nadim, dilhûn olmuştu. Bir sene sonra da Şam ordulariyle Irak orduları
arasında “Sıffîn” mevkiinde bir takım fecî muharebeler vücûde gelmiş, iki taraftan birçok İslâm kanları akıp gitmiştir. (38)
senesinde de Nehrüvân vak'a-i harbiyyesi vuku' bulmuştu.
Hâiz olduğu ulvî bir fıtrat, nezîh bir terbiye, kendisini diyanete, ahlâka münâfî hareketlerden her veçhile men' etmekte bulunan
Hazret-i Alî, hasımlarının yanlış içtihadları, düşünceleri yüzünden zuhura gelen bu hâileler karşısında derin teessürler duyuyordu.
Kılıçlardan daha müessir olan hitabeleri, mektupları bile bu yanlış içtihadları tebdilden âciz kalmıştı.
Hazret-i Murtazâ'nın hilkatindeki safveti, İslâmiyyet'in ahkâmına olan fevkalâde merbûtiyyeti takdir edemeyenler, onun siyâset
sahasında büyük bir kudret gösteremediğine zâhib olabilirler. Fakat zekâsı, ilm ü irfanı binlerce dâhilerin dehâsı fevkında olan
Hazret-i Alî, yalnız açık bir siyâset ta'kib etmekte, yalnız hak ve hakikati iltizâm eylemekte, dînin ahkâmına muhalif olacak her
türlü hareketlerden kaçınmakta idi. O, yalnız fânî bir saltanat, gayr-i ahlâkî bir gurur uğrunda ebediyyete müteveccih olan ulvî
fıtratını feda etmekten müctenib bulunuyordu. Temiz ruhunu hileli siyâsetlerle şâibedâr olmaktan siyânet. ediyordu. Yoksa
Hazret-i Alî'nin kiyaset ve dirayetini güzelce takdir edenler, onun bu gibi siyasetlerin a'mâkma nazarlarını infaz edemeyecek bir
zât olduğuna asla kail olamazlar.
Cenâb-ı Murtazâ hâiz olduğu fevkalâde bir metanet ve şehâmetle bütün bu hâileleri karşılamakta, tedbirler düşünmekte idi.
Hayfâkî böyle bir zamanda hâin bir Hâricî'nin gadrine uğramış, ötedenberi bir şevk ile beklemekte olduğu şehâdet mertebesine
kavuşmuş, Müslümanların kalblerinde kıyâmete kadar hüzün ve kederle mümtezic bir mahabbet ve ihtiram duygusu bırak-
mıştır.[106]

Hazret-i Alî'nin İlm-i Tefsirdeki Mevkii:

Hazret-i Alî, fevkalâde beliğ, fasîh bir zât idi. Resûl-i Ekrem'den sonra Aliyyü'l-Murtazâ derecesinde beliğ hutbe tertîb ve îrâd
eden bir zât görülmemiştir. .Arab lisânının ilk kavâidini vaz' eden zât da Hazret-i Alî'dir. Bu cihetle Kur'ân lisânına herkesten daha
ziyâde âşinâ idi. Kur'ân'ın belâğatine, i'câzma, hakayıkına herkesten daha ziyâde muttali' bulunuyordu. Resûî-i Ekrem'den işrak
eden füyüzât nurlarına en evvel ma'kes olan Hazret-i Alî' nin nezîh ruhu idi. Artık onun en büyük bir müfessir olduğunda kim
şüphe edebilir? Eğer onun zamanında tefsire dâir kitap yazılması mu'tâd olsa idi, kim bilir, o büyük zâtdan tefsire dâir bizlere ne
kıymetli ma'lûmât intikal ederdi. Maahâzâ kendisinden tefsire âid bir çok şeyler nakledilmiştir. Hadîs, tefsir kitablarında Hazret-i
Alî'den rivayet edilegelen bir hayli ma'lûmât vardır.
İbn-i Mes'ûd Hazretleri demiştir ki: "Kur'ân yedi harf üzerine inzal buyuruldu. Her harfin zahrı da, batnı da vardır. Aliyyül'-
Murtazâ'nın nezdinde ise Kur'ân'ın zahiri de bâtını da mevcuddur."
Hazret-i Alî'den tefsire dâir iki nakil:
1- Hazret-i Alî demiştir ki: "Ben Resûl-i Ekrem'den "Yevmü'l-Hacci'l-Ekber"i sordum. Buyurdu ki: "Yevmü Nahir" dir. Yâni
Kur'ân-ı Mübîn'deki (Hacc-ı Ekber Günü) nden murâd. Kurban Bayramının kurban kesilecek günüdür." (Sünen-i Tirmizî).
2 - Hazret-i Alî söyle demiştir : “Size Kur'ân-ı Kerim de’kı efdal âyeti haber vereyim mi? O[107] ayet-i kerîmesidir ki, bunu bize
Resûl-i Ekrem haber verdi ve ' Ya Alı sana tefsir edeceğim." diye şöyle buyurdu :
Yâni, size dünyâda marazdan, ukubetten veya belâdan her ne isabet ederse, kendi ellerinizin kazandığı şeyler yüzündendir, -kendi
günahlarınızın birer cezasıdır. Bunlardan dolayı âhirette ikinci bir ukubet daha görmeyeceksinizdir.- Allâhu Teâlâ ondan dolayı
âhirette ikinci bir ukubet vermekten daha kerîmdir. Allâhu Teâlâ'nın dünyâda afv ve setr ettiklerine gelince: Şüphe yok Allâhu
Teâiâ, bu afvinden sonra ıkaaba avdet buyurmaktan daha halimdir. Artık bundan dolayı âhirette başka bir ceza vermeyecektir.
Çünkü afv edilen bir cürümden dolayı sahibinin tekrar muâhaze edilmesine hilm-i İlâhî, kerem-i Sübhânî müsâade
etmez.”(Müsned-i Ahmed b. Hanbel.)
Hâsılı Hazret-i Alî, Kur'ân'a büyük bir vukuf sahibi idi. Hattâ bir gün hutbe îrâd ederken cemâate hitaben : “Sorunuz! Bana ne
sorar iseniz size cevâbını veririm. Kitâbu'llâh'dan bana sorunuz. Vallahi bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi,
kırda mı, cebelde mi nazil olduğunu bilmîyeyim” diye buyurmuştu.[108]
Hazret-i Alî'nin İlm-i Hadîsdeki Mevkii:

Aliyyü'l-Murtazâ, Hânedân-ı Nübüvvet erkânından olduğu ve pek yüksek ilm ü irfan ile mücehhez bulunduğu cihetle Resûl-i
Ekrem'in sîretine, sünnetlerine, akvâl ve ef'âline herkesten daha ziyâde muttali' idi. Bu hususta kendisi ehl-i îslâmın yegâne bir
mercii idi. Kendisinden nakl edilen ahâdîs-i şe-rîfe'nin mikdarı, UmdetÜ'l-Kaarîn'in beyânına nazaran beş yüz seksen altı hadîs-i
şeriftir. Bunlardan yirmisi hem Sahîh-i Buhârî'de, hem de Sahîh-i Müslim'de münderictir. Bunlardan başka dokuz hadîs-i şerif
yalnız Buhârî' de, on beş hadîs-i şerîf de yalnız Sahîh-i Müslim'de mevcuddur. Bu Ahâdîs-i Şerîfe'nin hepsi, İmâm-ı Ahmed b.
Hanbel'i Müsnedi'nde cem' edilmiş bulunmaktadır. Bunlardan teberrüken üç Hadîs-i Şerîf kayd ediyoruz :
1- Hazret-i Alî Resûl-i Ekrem'den şu hadîs-i şerifi rivayet ediyor :
Allâhu Teâlâ Hazretlerine isyanı iktizâ eden hususta mahlûka itaat caiz değildir.
2- Hazret-i Alî, Cemel Muharebesi esnasında Hazret-i Zübeyr'i şehid eden ve bir ihsana nâiliyyet ümidiyle Cenâb-ı Murtazâ'nın
ikaametgâhina gelip kapısında bekleyen şahıs hakkında, "Elbette (İbn-i Safiyye) yi katleden Cehennem'e gidecektir. Ben
Resûlu'llâh'ın: Her Peygamberin bir nasırı vardır; benim nasırım da şüphe yok ki, Zübeyr b. el-Avvâm'dır, buyurduğunu işittim."
demiştir.
3- Hazret-i Alî, kendisine: “Sen nâsın hayırlısısın.” diyen kimseye hitaben : "Bu ümmetin en hayırlısı. Peygamberden sonra Ebû
Bekr ile Ömer -radiya'llâhu Teâlâ anhümâ- dır." demiştir.[109]

Hazret-i Alî'nin İlm-i Fıkıhdaki Mevkii:

Hazret-i Alî, Resûlu'llâh'dan sonra bütün Ashâb-ı Kirâm'ın en âlimi, en fakîhi idi. Kendisinde fevkalâde bir ilm ü irfan vücûde
gelmiş, en büyük bir ictihad kudreti tecelli etmişti. Hazret-i Ebû Bekr, Hazret-i Ömer gibi Sahâ-be-i Güzin'in eâzımı dâima ilmî,
fıkhî mes'elelerde kendisiyle müzâkere ve müşaverede bulunur, kendisinin ilminden, fakaahetinden müstefîd olurlardı. Yemen'e
Kadı nasb edilmiştir.
Velhâsıl, Hazret-i Alî fevkalâde malûmatlı, ulûm-ı Nebeviyyeye muttali' bir zât idi. Maahâzâ kendisine esrâr-ı dîniyye veya
ilmiyye nâmiyle husûsî birşey tevdi edilmiş olduğu hakkındaki iddialar doğru değildir. Bizzat Hazret-i Alî, "Resûlu'llâh'ın sana sır
olarak bildirmiş olduğu şeyden bizi haberdâr et." diyenlere şöyle cevab vermiştir: "Hazreî-İ Peygamber, nâsdan sakladığı herhangi
bir şey'i bana bir sır olarak bildirmiş değildir. Fakat ben Resûl-i Ekrem'den işittim, şöyle buyuruyordu : Allâhu Teâlâ, Allah'dan
başkasına kurban kesene lâ'net etsin. Allâhu Teâlâ, bir muhdesi himaye edene lâ'net etsin. Allâhu Teâlâ, anasına babasına lâ'net
edene lâ'net etsin. Allâhu Teâlâ yerin hududunu, -yâni sınırlarını, alâmetlerini- değiştirenlere lâ'net etsin."
Hazret-i Alî'ye isnâd edilen bir dîvân-ı eş'âr, tamamen veya kısm-ı ekserisi i'tibâriyle medsusdur; nâm-ı âlîsine izafe edilmiştir.
Irâd etmiş olduğu hutbelerin, yazmış olduğu mektupların ve şâir akvâl-i aliyyesinin bir kısmı (Nehcü'l-Belâğa) nâmiyle bir kitab
hâlinde cem' edilmiştir. Maahâzâ bu kitabın münderecatının Hazret-i Alî'ye âidiyyeti de kabul edilmemektedir. Filhakika bu
kitabda münderic bâzı yazılar da bunu te yıd etmektedir.
Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, El-Vasit, Üsdü'l Gabe, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan, El-A'lâm.[110]

5- Übeyy B. Kâ'b (Radiya'llâhu Teâlâ Anh)

Übey b. Kâ'b b. Kays Ebü'l-Münzir el-Hazrecî en-Neccârî, Ensâr-ı. Kiram'dandır. Sahâbe-i Güzin arasında büyük bir mevkii
vardır. Hazret-i Ömer, kendisine "Seyyidü'l-Müslimîn" der, ikram eder, kendisinden bâzan istiftâda bulunurdu. Vefat ettiği gün =
Müslümanların ulusu öldü." diye teessürünü izhar buyurmuş olduğu mervîdir.
Ashâb-ı Bedir'dendir. Akabe Bîati'nde hazır bulunmuştu. Kable'l-İslâm Ehbâr-ı Yehûd'dan olup kütüb-i kadîmeye muttali' idi.
Onları okur yazardı. Ba'de'l-İslâm Vahiy Kâtibi olmuş, Bedir, Uhud, Hendek gazvelerinde ve sair gazalarda ve Hazret-i Ömer ile
beraber Câbiye vak'asında hazır bulunmuş, Beyt-i Makdis ahâlîsi için musâlâhanâmeyi yazmıştır. Kur'ân-ı Mübîn'in cem'i
hizmetinde de encümen azasına iltihak etmiştir.
Bir rivayete göre (21) senesinde vefat etmiştir. Fakat sahih olan kavle nazaran vefatı (30) tarihine müsadiftir.[111]

Übeyy B Kâ'bın İlmi Kirâatdaki Mevkii:

Übey b. Kâ'b Hazretleri dâima Resûlu'llâh'a musâhib olmuş, Kur'ân-ı Kerîm'i bizzat Resûl-i Ekrem'den teallüm etmiştir. Ashâb-ı
Kiram arasında “Reîsü'l-Kurrâ” sayılıyordu. Hattâ bir hadîs-i şerifte, "Ümmetimin ümmetine en merhametlisi Ebû Bekr'dir. Dîn-i
İlâhî'de en şiddetlisi Ömer'dir. Hayaca en sâdıkı Osman'dır. Kazaya en muktediri Alî'dir. Halâl ve harama en âlimi Muâz b.
Cebel'dîr. Ferâize en vukuflusu Zeyd b. Sâbit'dir. En kaariü'l-Kur'-ânı da Übey b. Kâ'b'dır. Her ümmetin bir emîni vardır. Bu
ümmetin emini de Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh'dır." Duyurulmuştur.
Hattâ bir defa Resûl-i Ekrem Efendimiz, Übey b. Kâ'b'a "Allâhu Teâlâ[112] Sûresini sana okumaklığımı bana emr etti." diye
tebşirde bulunmuştu. Bunun üzerine fevkalâde müteheyyic olan Übey b. Kâ'b .Çul Allah mı benim adımı sana andı?" diye
Hazret-i Peygamberden sormuş, "Evet." cevabını alınca ağlamaya başlamıştır.[113]

İlmi Tefsirdeki Mevkii:

Übey b. Kâ'b, Resûlu'llâh'ın Medîne-i Münevvere'de ilk Vahiy Kâtibi bulunmuştur. Kendisi hazır bulunmadığı zaman, o ulvî
vazifeyi Zeyd b. es-Sâbit Hazretleri ifâ ederdi.
Übey b. Kâ'b'dan Tefsîr'e dâir büyük bir nüsha mevcuddur ki, bunu Ebû Ca'fer er-Râzî, Rebi' b. Enes'den, o da Ebü'l-Aliye'den, o
da Übey b. Kâ'b'dan rivayet etmiştir. Bu, sahih bir isnaddır. İbn-i Cerîr, İbn-i Ebî Hâkim, el-Hâkim, Ahmed b. Hanbel Hazarâtı
bundan birçok şeyler rivayet ve tahrîc etmişlerdir. Bahusus Tirmizî ile İbn-i Cerîr[114] nazm-ı celîlindeki dan muradın (Kelime-i
Tevhîd) kavli şerifi olduğunu Übey b. Kâ'b'dan bi'1-vâsıta rivayet etmişlerdir.
[115]
Ayet-i kerîmesi'nin nefyedilen Yehûd taifesi hakkında nazil olduğu da Übey b. Kâ'b'dan rivayet edilmiştir.[116]

Îlm-i Hadîsdeki Mevkii:

Übey b. Kâ'b, Resûl-i Ekrem'in mübarek ef'âl ve akvâline ıttıla’ cihetiyle de pek mümtaz bir Sahabidir. Kendisinden İbn-i Abbâs,
Ubâde b,. es-Sâmit, Abdullah b. Habbâb gibi Sahâbe-i Güzîn hadîs rivayet etmişlerdir. Hadîs kitablarında kendisinden yüz altmış
dört hadîs rivayet edilmektedir. Bunlardan üçü hem Sahîhü'l-Buhârî'de hem de Sahîh-i Müslim'de mündericdir. Bunlardan başka
dört hadis yalnız Buhârî'de, yedi hadîs de yalnız Müslim'de mezkûrur. İmâm-ı Ahmed b. Han.bel'in Müsned'i bütün bu hadîsleri
câmi'dir.
Biz bunlardan Tirmizî'nin tahrîc ettiği bir hadîs-i şerîf'i teberrüken kaydediyoruz :
1- Übey b. Kâ'b'dan mervîdir ki, Resûl-i Ekrem saila'llâhu aleyhi ve sellem kendisine şöyle buyurmuştur :
Yâni, "Âdemoğlu için bir vadi dolusu mal olsa/ onun bir ikincisini de ister1. Eğer bir ikincisi de olsa, onun bir üçüncüsünü de
talep eder. Âdemoğlunun içerisini topraktan başka birşey doldurmaz. Allâhu Teâlâ ise tevbekâr olanın tevbesini kabul buyurur."
Velhâsıl, Übey b. Kâ'b, pek muhterem bir Sahâbîdir. Kur'ân'da, Tefsirde, Hadîs'de büyük bir imamdır. Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Teysîrü'l-Vusûl, Üsdü'1-Gâbe, Tezkiretül-'Huffâz, İtkaan, El-A'lâm.[117]

6- Abdu'llâh B. Mes'ûd (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Abdu'llâh b. Mes'ûd b. el-Hâris b. Gaafil b. Habîb el-Hezlî, Ashâb-ı Güzin'in fudalâsından fukahâsından pek büyük bir zâttır.
Künyesi "Ebû Abdi'llâh"dır. Mekke-i Mükerreme'de doğmuş, daha pek genç iken İslâm şerefine nail olmuş, Mekke'de Kureyşîlere
karşı Sûretü'l-Kalem'i cehren okumak suretiyle onlara Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini ilk duyuran zât, kendisi bulunmuştur.
Bir aralık Habeşe'ye, sonra da Medîne-i Münevvere'ye hicret etmişti. Bedir, Uhud, Hendek gazvelerine iştirak etmiş, Bîatü'r-
Rıdvân'da bulunmuş, Yermûk seferinde de isbât-ı vücûda muvaffak olmuştur. Yermûk seferinden sonra Hazret-i Ömer tarafından
Kûfe'ye muallim gönderilmişti. Bu münâsebetle Hazret-i Faruk, ehl-i Kûfe'ye gönderdiği bir mektubunda şöyle demişti: "Ben size
Ammâr b. Yâsir'i vali, Abdu'llâh b. Mes'ûd'u da muallim ve vezir olarak gönderdim. Bu ikisi Resûlu'llâh'ın necib Ashabından ve
ehl-i Bedir'dendir. Bunlara iktidâ ediniz, itâatta bulununuz, sözlerini dinleyiniz. Ben Abdu'llâh'ı göndermekle sizi kendi nefsime
tercih etmiş bulunuyorum."
İbn-i Mes'ûd Hazretleri, Hazret-i Osman'ın Hilâfetine kadar Kûfe'de kaldı. Ba'dehû Hazret-i Osman tarafından davet olunmakla
Medîne-i Münevvere'ye döndü. Nihayet (32) senesinde vefat ederek Bakî makberesine defnolundu. Vefatında altmış yaşını biraz
tecâvüz etmişti.
Validesi (Ümmü Abd) da sahâbiyâttandır. Bu cihetle kendisine "İbn-i Ümmü Abd" da denilir.[118]

İlm-i Kırâetdeki Mevkii:

İbn-i Mes'ûd Hazretleri Kur'ân-ı Mûbîn'i bizzat Resûl-i Kibriya aleyhi ekmeli't-tehâyâ Efendimizden teallüm etmiştir.
Kendisinden de Esved, Temîm b. Hazm, Haris b. Kays, Ubeyd b. Kays, Alkame, Ubeyde el-Selmânî, Amr b. Şurahbil, Ebû
Abdi'r-Rahmân es-Sülemî, Ebû Amr Şeybânî, Zeyd b. Vehb, Mesrûk gibi meşâhir ahz u teallümde bulunmuşlardır.
Âsim, Hamzâ, Kisâî, Halef, Â’meş gibi meşhur Kırâet imamlarının silsile-i kırâetleri İbn-i Mes'ûd'a müntehi olmaktadır.
İbn-i Mes'ûd Hazretleri diyor ki: Birgün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem : "Sûretü'n-Nisâ'yı oku da dinliyeyim." diye bana
emretti. "Sana nazil olduğu halde ben nasıl olur da sana okuyabilirim?" dedim. "Ben onubaşkasından dinlemeği severim." diye
buyurdular. Artık okumaya başladım.[119] Halleri ne olacak! Her ümmetden bîr şâhid getireceğimiz, seni de onların üzerine
şâhid getireceğimiz zaman!." âyet-i celîlesine gelince Resûlu'llâh'ın mübarek gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı.[120]

İlm-i Tefsirdeki Mevkii:

İbn-i Mes'ûd Hazretleri, Allah'ın Kitâb'INa, Resûlu'llâh'ın Sünnetlerine İttıla' hususunda temayüz etmiş bir zâttır. Onun bu
faziletini Hazret-i Alî gibi yüksek bir ilm ü irfan timsâli bile i'tirâf ediyor. Bizzat ibn-i Mes'ûd diyor ki: "Kendisinden başka
ma'bûdun bi'l-hak olmayan Zât'a kasem ederim ki, Kiîâbu'llâh'dan bir âyet yoktur ki, ben onun kim hakkında ve nerede nazil
olduğunu bilmiyeyim. Eğer Kitâbu'Llâh'ı benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğu yeri haber alsam ve beni oraya râhileler
götürecek olsa mutlaka oraya çıkar giderim."
Tefsîr-i Taberî'de ve sair bazı tefsirlerde ibn-i Mes'ûd'dan Tefsîr'e dâir bazı rivayetler mevcuddur. Ezcümle ibn-i Ebî
Hâtem,[121] âyet-i kerîmesi'ndeki den muradın (Emn ü sıhhat) olduğunu İbn-i Mes'ûd'dan bi'l-vâsıta rivayet etmektedir.[122]

İlm-i Hadîsdeki Mevkii:

Abdu'llâh b. Mes'ûd, Hadîs hususunda da en büyük bir imamdır. Kendisinden İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, Ebû Mûse'l-Eş'arî, İmran
b. Husayn, îbnü'-Zübeyr, Câbir, Enes, Ebû Saîd, Ebû Hüreyre gibi Sahâbe-i Güzîn ile Al-karne, Ebû Vâil, Esved gibi Tabiîn hadîs
rivayet etmişlerdir. Bu hadîslerin adedi sekiz yüz kırk sekize baliğ olmaktadır. Bunlardan altmış dördü hem Sahîhü'l-Buhârî'de,
hem de Sahîh-i Müslim'de münderiçtir. Bunlardan başka yirmi bir hadîs yalnız Buhârî'de, otuz beş hadîs de yalnız Sahîh-i Müs-
lim'de mezkurdur. Bu hadîsler tamamen İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'in Müs-ned'inde cem' edilmiştir.
Bunlardan teberrüken üç hadîs-i şerîf kaydediyoruz :
1- İbn-i Mes'ûd'dan mervîdir : Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
İktisâda riâyet eden fakir olmaz."
2- İbn-i Mes'ûd diyor ki, Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu :
Allâhu Teâlâ Hazretleri hiçbir maraz yaratmamıştır ki, ana bir de deva yaratmış, vücûde getirmiş olmasın.. Bunu bilen bilmiş,
bilmeyen de cehalette kalmıştır."
3- İbn-i Mes'ûd'dan mervîdir : Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sei-lem şöyle buyurmuştur :
Siz üç kişi olunca içinizden ikisi, öbür artkadaşları yanında gizlice konuşmamalıdır. Çünkü bu konuşma onu mahzun eder."[123]

İlm-i Fıkıhtaki Mevkii:

Abdu'llâh b. Mes'ûd Hazretleri yüksek bir fakîh, bir müetehiddir. Irak müctehidlerinin en büyük üstadı Hazret-i Alî ile İbn-i
Mes'ûd'dur. Hattâ İmâm-ı A'zam'ın silsile i ilmiyyesi şu veçhile bu iki kadri âlî Sahâbî'ye müntehî olmaktadır :
Yâni : "İmâm-ı A'zam ilmi Hammâd'dan, o da İbrâhîm-i Nehaî'den, o da Alkame ile Esved'den, bu ikisi de Hazret-i Alî ile İbn-i
Mes'ûd'dan, bunlar da bizzat Nebiyy-i zî-Şân Hazretlerinden ahzetmişlerdir."
Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde :
İbn-i Mes'ûd'un sözüne, bilgisine sarılınız. buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-işerîf'de de :
Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes'ûd'u tâyin ederdim." buyurulmuştur.
Velhâsıl, Abdu'llâh İbn-i Mes'ûd, Tezkiretü'l-Huffâz'da da denildiği veçhile bir îmânı-ı Hûda'dır. Hattâ kendi tilmizleri Ashâb-ı
Kirâm'dan hiçbirini İbn-i Mes'ûd üzerine tafdîl etmezlerdi. Maahâzâ müşarünileyh bazı kırâetler ve fetvalar hususunda münferid
kalmış, bu husustaki içtihadı cumhurun içtihadına muhalif tecellî etmiştir. Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar: Umdetü'l-Kaarî, Müsned-i İmâm-ı Ahmed, Tezkiretü'l-Huffâz, Itkaan.[124]

7- Ebû Müse'l-Eş'ar! (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Abdu'llâh b. Kays b. Selîm, Ashâb-ı Güzin'in büyüklerindendir. Resûl-i Ekrem salla'llâhu Teâlâ aleyhi ve sellem Hazretlerinin
bi'setini haber alınca iki büyük biraderi ve kavminden elli üç kadar kimse ile beraber Mekke-i Mükerreme'ye gitmek üzere
Yemen'den ayrılmış, râkib oldukları sefine kendilerini Habeşe'ye çıkarmış, orada muhacir bulunan Hazret-i Ca'fer ile görüşerek
bir müddet ikaamet etmiş, ba'dehu hepsi birlikte Medîne-i Münevvere'ye gelmek üzere tekrar yola çıkmışlar, Hayber'in fethi
esnasında gelip Resûlu'llâh'a mülâki olmuşlardır.
Bu gazveye iştirak etmemiş oldukları halde kendilerine ganimet mallarından bir mikdar şey i'tâ buyurulmuştu.
Ebû Mûse'l-Eş'arî, ulemâdan, fudalâdan, şeciî', Fütuhata nail bir zât idi. Resûl-i Ekrem, kendisini bir aralık Zebîd'e, Adn'e, Yemen
sahiline âmil tâyin buyurmuştu. Hâzret-i Ömer tarafından da (17) târihinde Küfe, Basra valiliklerine nasb olunmuştur. Zamanında
Ehvâz, Isfahan cihetleri feth edilmişti. Hazret-i Osman Halîfe olunca kendisini Basra valiliğinde bir müddet ikbaa ve bilâhare
azletmiş, fakat Kûfe'lilerin arzularına mebnî Küfe valiliğine tâyin eylemişti. Hazret-i Alî Hilâfet makamına geçince bu muhterem
zâtı Küfe valiliğinde ibkaa etti. Bilâhare Cemel Vak'ası sıralarında Basra tarafına giderken Kürelileri de yardımına çağırmıştı.
Fakat valileri bulunan Ebû Mûse'l-Eş'arî, böyle Müslümanların arasında zuhur eden bir fitne esnasında bitaraf bulunmanın
lüzumuna kaani' olduğundan ahâlîye yerlerinde oturmalarını emretmişti. Bunun üzerine kendisini Hazret-i Alî azletmiş, daha
sonra da Sıffîn vakayü esnasında hakem tâyin eylemiştir.
Hazret-i Alî'nin bu tâyini, Yemenlilerin musırrâne arzularına mebnî vuku' bulmuştu. Yoksa bu vazifeye diğer tarafın hakemi olan
Amr b. el-As'a siyâsetçe nıüsâvî olacak diğer bir zâtın tâyini düşünülmüştü. Duhât-ı Arab' dan Ahnef b. Kays, İbn-i Abbâs'ın
hakem nasb edilmesini istemiş, İbn-i Ab-bâs da Ahnefin bu işe ehil olduğunu Hazret-i Alî'ye arz etmişti. Fakat mukadderat yerini
bulmuş, Ebû Mûse'l-Eş'arî Hazretleri hakem nasbedilerek bu vazifesini kemâl-i ciddiyet ve samimiyetle îfâya çalışmış ise de,
diğer tarafın bu samimiyetten uzak bulunması üzerine, târihin kaydettiği o müessif neticeler yüz göstermiştir.
Ebû Mûse'l-Eş'arî, Yemen'de (Zebîd) beldesinde doğmuş, altmış üç yaşında olduğu halde (45) senesi Mekke-i Mükerreme'de veya
Kûfe'de vefat etmiştir.[125]

İlm-i Kırâet Ve Tefsirdeki Mevkii:

Ebû Mûse'l-Eş'arî, pek güzel Kur'ân okurdu. Son derece güzel sadâya mâlik idi. Bir kerre okuduğu Kur'ân-i Azîm'i Peygamber-i
zî-Şân Hazretleri dinleyerek; “Buna muhakkak Davud'un güzel seslerinden bir ses verilmiş”diye buyurmuştur.
Bu mübarek zât, İlm-i Tefsîr'e de pek güzel vâkıf idi. Kur'an âyetlerinin dekaayıkına, İşaretine bihakkın muttali' bulunuyordu.
Kendisinden şöyle mervîdir :
Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem :
[126]
Şüphe yok ki, Allâhu Teâlâ, zâlim için bir mühlet verir. Bir kerre de yakaladı mı artık bırakmaz." buyurdu. Sonra âyet-i
[127]
kerîmesini okudu.

İlm-i Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii

Ebû Mûse'l-Eş'ari, İlmi Hadîs'de de büyük bir mevki' sahibidir. Kendisinden Enes b. Mâlik, Târik b. Şihâb gibi Sahâbe-i güzîn ve
bir nice Tabiîn hadîs rivayet etmişlerdir. Hadîs kitablarında kendisinden üç yüz altmış hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunların
ellisini Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim müttefikan. tahrîc etmişlerdir. Bunlardan başka Buhârî'de beş, Sahîh-i Müslim'de, de
onbeş hadîs daha mündericdir.
Bu hadîslerden birini teberrüken kayd ediyoruz:
Ebû Mûse'l-Eş'arî diyor ki: "Yâ Resûlâ'llâh, hangi İslâm efdaldir?" diye sordular. Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem de :
Dilinden, elinden Müslümanların salim bulunduğu Müslüman efdaldir." diye buyurdu.
Bu muhterem Sahâbînin fakaahetine gelince: Bu i'tibar ile de kendisi yüksek bir mevki' sahibi idi. Fıkha dâir birtakım fetvaları
menkuldür. Hattâ Safvân b. Süleym diyor ki: "Resûl-İ Ekrem Efendimiz zamanında Hazret-i Ömer ile Alî'den ve Muâz İle Ebû
Mûse'l-Eş'arî'den başkaları fetva vermez idi."
Velhâsıl, Ebû Mûse'l-Eş'arî pek muhterem bir Sahâbî'dir. Radiya'1-lâhu Teâlâ anh.
Me' hazlar: Umdetü'l-Kaarî Teysîrü'l-Vusûl, İtkaan, Târih-i İbn-i Esîr, Üsdü'l-Gâbe.[128]

8- Zeyd B. Sabit (Radiya'llâhu Teâlâ Anh)

Zeyd b. Sabit b. Mahhâk b. Zeyd en-Neccârî, Ensâr-ı Kirâm'dandır. Babası Sabit, hicretden mukaddem Evs ile Hazrec kabileleri
arasında (Yevmü Buâs) nâmiyle yâd olunan bir muharebede ölmüştü. Kendisi Medine'de doğmuş, Mekke'de neş'et etmiş, ba'dehû
Medine'ye hicret eylemişti. Hicret-i Nebeviyye esnasında henüz on bir yaşında pek zekî bir çocuk bulunuyordu. Resûl-i Ekrem'in
feyz-i nazarına mazhar olarak İslâm şerefine nail olmuş, Hendek gazvesine iştirak ederek toprak nakli ile tavzif edilmiş, Hazret-i
Peygamberin “O ne güzel çocuk" yollu iltifatlarını celbe muvaffak bulunmuştu.
Bilâhare Tebük gazvesinde Mâlik b. Neccâr'ın sancağını Ummâre b. Hazm) taşıyorken Resûl-i Ekrem, sancağı alıb Zeyd b. Sâbit'e
tevdi' etmiş, Ammâre'nin "Yâ Resûlâ'llâh,. benden birşey mi duydun?" demesi üzerine de"Hayır, ve lâkin Kur'ân mukaddemdir.
Zeyd ise Kur'ân'ı ahz hususunda senden daha ziyâdedir." diye buyurmuştur.
Zeyd b, Sabit, daha başka gazvelere de iştirak etmiş, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman Hacc'a gittikleri zaman onlara Medîne-i
Münevvere'de niyabette bulunmuştur.
Zeyd b. Sabit, Hazret-i Osman tarafdarı idi. Hazret-i Alî hakkında da pek ta'zîm gösterir, onun fazlını izhâr ederdi. Fakat Cenâb-ı
Murtazâ'nın yaptığı muharebelerde kendisiyle beraber bulunmamıştır. (54) senesinde vefat etmiştir.[129]

İlm-i Kırâetdeki Mevkii:

Zeyd b. Sabit Hazretleri Ashâb-ı Kirâm'in en yüksek Kurrâsından biridir. Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce hıfz ve itkan suretiyle teallüm
etmiş, kendisinden İbn-i Abbâs, Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî gibi Sahâbe-i güzîn Kur'ân okumuşlardır.
Süleyman b. Yesâr diyor ki: "Hazret-i Ömer ile Osman, fetva, ferâiz ve kırâet hususunda hiçbir kimseyi Zeyd üzerine takdim
etmezlerdi."
Sıddîk-ı A'zam Hazretleri Zeyd b. Sâbit'i Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'ı cem' ve tertibe me'mûr etmişti. Bu hususta pek muvaffakıyyetli
bir surette çalışmış, bu kudsî vazifeyi îfâ etmişti. Bilâhare Hazret-i Osman tarafından da Mesâhif-i Şerîfe'yi tahrîre me'mûr
edilmiş, bu pek şerefli vazifeyi de kemâl-i muvaffakıyyetle ikmâl etmişti. Hıfz ile, emânetle, güzel kitabetle bihakkın muttasıf idi.
Zâten aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimizin zamanında Vahiy Kâtibi olmak şerefini hâiz idi. Bundan başka da emr-i Nebevi ile
Süryânî lisânını, kitabetini onbeş gün kadar az bir müddet içinde bir hârika kabilinden olarak öğrenmişti. O lisân ile Resûl-i
Ekrem'e gönderilen bir kısım tahrîrâta cevab yazardı. Bu hususta başka milletlerden kâtib istihdamına i'timâd olunmamıştı.[130]

İlm-i Tefsirdeki Mevkii:

Zeyd b. Sabit, İlm-i Tefsîr'de de büyük bir vukuf sahibi idi. Kâtibü'l-Vahy olmak ni'metine nail, fevkalâde zekî, Hulefâ-yı
Râşidîn'e mukaarin olduğu cihetle bir çok âyât-ı celîlenin esbâb-ı nüzulünü bilir, hakayık ve hikemiyyâtına muttali' bulunurdu.
Kendisinden Tefsîr'e dâir bir kısım ma'lûmât rivayet edilmiştir. Ez-cümle,[131]
Size ne oluyor ki, o münafıklar hakkında iki fırkaya ayrılmış bulunuyorsunuz." Nazm-ı Celîlinin sebeb-i nüzulünü şöyle
anlatmıştır :
Resûl-i Ekrem'in Ashabı arasında bulunan birtakım kimseler Uhud seferinden geri dönmüşlerdi. -Bunlar Abdu'llâh b. Übey b.
Selûl'e tâbi' olan üç yüz kadar münafık idi- Nâs bunların hakkında iki fırkaya ayrılmış, bir fırkası bunların öldürülmesini, bir
fırkası öldürülmemesini Resûl-i Ekrem'den istiyordu. İşte bunun üzerine âyet-i Celîlesi nazil oldu.[132]

İlm-i Hadis Ve Fıkıhdaki Mevkii:

Zeyd b. Sabit, Sahâbe-i Kirâm'ın en âlimlerinden ve ilimde râsihundan sayılırdı. Resûl-i Ekrem'in senelerce huzûr-ı saadetinde
bulunmuş, o ilâhi menba'dan birçok şeyler ahz etmiştir. Kendisinden de Ebû Hüreyre, İbn-i Ömer, Ebû Saîd, Enes b. Mâlik, Sehl
b. Sa'd, İbn-i Hârice, Ebû Amr gibi Ashâb-ı Güzin, Saîd b. Müseyyeb, Kaasım İbn-i Muhammed, Süleyman b. Yesâr gibi Tabiîn
hadîs rivayet etmişlerdir. Şu hadîs-i şerif de bu cümledendir.
Namazın efdali, farz namazlar müstesna olmak üzere, insanın hanesinde kıldığı namazdır."
Zeyd b. Sabit Hazretleri fekaaheti, ferâize vukufu i'tibâriyle de teferrüd etmiştir. Alî b. Rabâh diyor ki: Bir kimse Zeyd b. Sabit’
den bir hâdise hakkında istiftâda bulununca : "Allah için doğru söyle, bu hâdise böylece vuku' bulmuş mudur?" diye sorar, evet
cevâbını alırsa fetva verir, almazsa sükût ederdi.
Bu, mühim bir meseledir. Henüz tahaddüs etmemiş vak'alar hakkında vuku' bulacak istiftâlar, ekseri hüsn-i niyyete mukarin,
tezvir ihtimâlinden hâlî olmadığından bunlar hakkındaki hükm-i şer'îyi beyân etmek ihtiyata münâfîdir.
Zeyd b. Sabit vefat edince, Ebû Hüreyre Hazretleri : "Bu ümmetin âlimi vefat etti. Umulur ki Allahu Teâlâ İbn-i Abbâs'ı ona
halef buyurur." demisti.
İbn-i Abbâs, kadrinin celâleti, ilminin vüs'ati ile beraber Zeyd b. Sabit'-in hanesine gidip ondan istiftâda bulunmak ister; îlm'e
gidilir, ilim gelmez." derdi.
İbn-i Abbâs, bir defa Zeyd'in rikâbim tutmuş, Zeyd kendisini men' edince İbn-i Abbâs; "Biz âlimlerimize böyle yapmakla
me'mûruz." demiş, Zeyd Hazretleri de İbn-i Abbâs'ın elini tutarak öpmüş, "Biz de Peygamberimizin Ehl-i Beyt'ine böyle hürmet
etmekle emr olunduk." demiştir.
Şafiî, Ferâiz hususunda Zeyd b. Sâbit'in kavlini ahzetmiştir.
Velhâsıl, bu mübarek Sahâbî, elsine-i ümmetde dâima hürmetle yâd olunan eâzımın en güzîdelerindendir. Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, İrşâdü's-Sârî, Câmiu's-Sağir, Üsdü'l-Gaabe, Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[133]

9- Ebû Hüreyre (Radiya'llâhu Teâlâ Anh):

Abdu'llâh -veya Abdü'a-Rahmân- b. Sahr ed-Devsi'1-Yemânî, Ashâb-ı Kirâm'ın fudalâsındandır. Hayber gazvesi esnasında
İslâmiyyeti kabul ve bu gazveye iştirak etmiştir. Câhiliyyet devrinde adı "Abdü'ş-Şems" idi. Ebû Hüreyre künyesini kendisine ya
Peygamber Efendimiz veya çocukluğunda kendi pederi vermiştir. Ashâb-ı Güzin arasında "Ebû Hüreyre" künyeli başka bir zât
yoktur. Hazret-i Ömer tarafından “Bahreyn” valiliğine tâyin edilmiş, ibâdet ve tâatle pek meşgul, tab'an mülayim olduğu için
bilâhare azl olunmuştu. Daha sonra yine valiliğe tâyini istenilmiş ise de kendisi kabul etmeyib Medîne-i Tâhire'de ikaamet etmiş,
yetmiş sekiz yaşında olduğu halde (59) senesi vefat ederek (Bakî') makberesine defn edilmiştir. Validesi (Meymûne)
Sahâbiyyelerdendir.[134]

Tefsir İlmi'ndeki Mevkii:

Ebû Hüreyre Hazretleri, pek yüksek bir din âlimi idi. Büyük bir müfessir bulunmakta idi. İslâmiyetin bütün maâliyâtını kavramak
hususunda pek büyük bir tehalük gösteren böyle bir zâtın tefsir ilmine bihakkın vâkıf olmasında tereddüd edilemez. Şu kadar var
ki, kendisinden tefsire dâir nakledilen ma'lûmât pek çok değildir.
Bu hususta aşağıdaki iki rivayeti kayd ile iktifa edeceğiz : - Ebû Hüreyre demiştir ki: Resûlu'llâh Sallâ'llâhu aleyhi ve sellem : [135]
Sûra üflendi de göklerde kim varsa, yerde kim varsa çarpılıp yıkıldı. Yalnız Allâhu Teâlâ'nın dilediği müstesna" âyet-i
kerîmesinde
— Bayılıb düşmek) den istisna edilen zevatın kimlerden ibaret olduğunu Cibrîl-i Emîn'den suâl etmiş, o da bunların "Şühedâ"dan
ibaret bulunduğunu haber vermiştir.
2- Ebû Hüreyre diyor ki :
Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem:[136]
O gün yer, bütün haberlerini anlatır" âyet-i kerîmesini okudu ve :
"Yerin vereceği haberlerden murad ne olduğunu bilir misiniz?" diye sordu.
Ashâb : "Allâhu Teâlâ ile Resulü bilir." dediler.
Resûl-i Ekrem de :
"Bundan murâd, her erkeğin veya kadının kendi üzerinde ne yapmış olduğuna yerin şahadet etmesi, bu, şu günlerde şöyle şöyle
yaptı demesidir." diye buyurdu.[137]

Fıkıh Ve Hadis İlimlerindeki Mevkii:

Ebû Hüreyre Hazretleri, Ashâb-ı Kirâm'ın fukahâsındandır. Kendisi bir mahfaza-i ilimdir. Eimme-i fetvanın kibârındandır.
Celâlet-i kadre mâlik, tevazu' ve vakar ile muttasıf. yüksek bir âlimdi. Hadîs rivayeti hususunda da Ashâb-ı Güzîn arasında
temayüz etmiştir.
İmâm-ı Şafiî diyor ki : "Ebû Hüreyre, zamanındaki hadîs râvîlerinin ahfazıdır. Kendisinden beş bin üç yüz yetmiş dört hadîs
rivayet edilmiştir."
Kendisinden hadîs rivayet edenler, Ashâb ve Tabiînden olmak üzere (Sekiz yüz) zâtdır,
Ebû Hüreyre Hazretlerinin rivayet ettiği hadîslerden (325) i Sahîhü'l-Buhârî ile Sahîh-i Müslim'de münderiçdir. Bundan başka
(93) ü yalnız Buhârî'de, (190) ı da yalnız Sahîh-i Müslim'de mevcuddur. Mütebakisi de şâir hadîs kitablarında mezkûrdur.
Bu muhterem zât, Ashâb-ı Suffe'dendir. Dâima Mescid-i Nebevî'de ikaamet eder, dâima Huzûr-ı Saâdet'de bulunur, Resûlu'llâh'ın
bütün ef âl ve akvâlini hıfza çalışırdı. Kendisi diyor ki: "Sîz dersiniz ki, Ebû Hüreyre ne çok hadîs rivayet ediyor? Vallâhü'l-
mev'id, ben fakir bir kimse idim. Resûl-i Ekrem'e karın tokluğuna hizmet ederdim. Muhacirin ise çarşı-pazarda alış-verişle meşgul
idiler. Ensâr ise mallariyle iştigale kıyam ederlerdi. Bir gün Resûllu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Kim sevbini yayarsa benden
işiteceği şeyleri unutmayacaktır." diye buyurduğundan ben hemen sevbimi açıb yaydım. Resûl-i Ekrem'in mübarek sözleri tamâm
olunca toplayıb giyindim. Artık ondan sonra işittiğim hadîslerden hiç bir şey unutmadım,"
Ahâdîs-i şerîfe'nin ümmet arasında intişârı matlub olduğundan Ebû Hüreyre hakkında böyle bir mu'cizenin tecellîsi, şüphe yok ki,
dînî bir hikmete müsteniddir.
Ashâb-ı Kirâm'ın hepsi de adûldür. Bahusus zühd ü takva ile mevsuf, fukahâdan mâdud, etrafı bütün eâzım-ı sahabe ile muhat
olan Ebû Hüreyre gibi bir zâtın Resûlu'llâh'a karşı hakikate muhalif bir şey iddia etmesi asla mutasavver değildir. Bunun hilâfına
bir zehâbda bulunmak Ashâb-ı Kirâm'-m ulûvv-i kadrini, diyanet ve faziletini takdir edememekten ileri gelir.
Asr-ı Saadette ve onu tâkib eden asırlarda harikulade zekâya, hafızaya mâlik binlerce İslâm âliminin yetiştiği târihçe sabit bir
hakikattir. Esasen Arabların fıtratan büyük bir kuvve-i hafızaya mâlik oldukları da müsellem dir.
Hâkim Ebû Abdi'llâh en-Nîsâbûrî diyor ki: Vaktiyle "huffâz-ı hadîs" nâmını alan her zât, beş yüz bin hadîs hıfz etmiş bulunurdu.
Tâbiîn'den olan Şa'bî'nin hiçbirini tekrar etmeksizin bir ay kadar şiir inşâd edecek derecede mahfûzâtı var idi.
İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'in hafızasında bir milyon kadar hadîs bulunuyordu.
Ebû Zür'a er-Râzî, yedi yüz bin hadîs ezberlemişti. İmâm-ı Buhârî, hafızasından üç yüz bin hadîs naklederdi.
Bu misaller istenilirse yüzlere, binlere baliğ olabilir. Artık İslâm ümmeti arasında tecellî eden bu kemâlâttan Ebû Hüreyre gibi
muazzam bir Sahâbî'nin büyük bir mikyasta nasîbedâr olması neden çok görülsün?.
Maahâzâ şunu ilâve edelim ki, huffâz-ı hadîs'in rivayet ettikleri hadîslerin büyük bir kısmı Ef'âl-I Nebeviyye'ye dâirdir. Yâni
Resûl-i Ekrem'in müşahede olunan harekât ve sekenâtına mütealliktir. Bunların hatırda kalması ise binnisbe daha kolaydır.
Sonra İlm-i ıstılahınca Resûlu'llâh'ın bir kavli veya bir fi'li müteaddid râvîler tarafından rivayet edilirse, bunların herbiri müstakil
bir hadîs sayılır. Meselâ aynı bir kavli on zat rivayet etse, bu, on hadîs olmuş olur. Binâenaleyh huffâz-ı hadîs'in hâfızalarındaki
hadîslerin adedine, buna göre hüküm vermek lâzımdır.
Ebû Hüreyre Hazretleri'nin rivayet etmiş olduğu ahâdîs-i şerîfe'den üçünü teberrüken kayd ediyoruz :
1- Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular :
İman altmı'ş şu kadar" şu'beye ayrılır. Haya da îmândandır.'
2- Nebiyy-i Efhâm salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular :
Tatlı, güze! söz sadakadan ma'dûddur."
3- Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki :
Kocasız kadına ve yoksul kimseye yardıma koşan, Allah yolunda mücâhid veya gündüzün sâim, geceleyin ibâdetle kaaim olan
kimse mesabesindedir."
Velhâsıl, Ebû Hüreyre Hazretleri edille-i şer'iyyenin büyük bir rüknü olan ahâdîs-i Nebeviyye'nin İslâm âleminde intişârına
mühim hizmetlerde bulunmak şerefini hâizdir. Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, Umdetü'l-Kaarî, İtkaan, Üsdü'l-Gaabe, Tezkiretü'l-Huffaz, El-A'lâm.[138]

10- Abdu'llâh B. Amr (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ)

Abdu'llâh b. Amr b. el-Âs el-Kureşi's-Sehmî, Sahâbe-i Güzin'dendir. Künyesi (Ebû Muhammed) ve (Ebû Ab di'r-Rahman) dır.
Babası Amri'bni'1-Âs'dan mukaddem İslâmiyyeti kabul etmiş idi. Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem kendisini babası üzerine
tafdil buyururdu. Babası kendisinden on iki yaş büyüktü. Sıffîn muharebelerinde bulunmuş, fakat silâh istimal etmemiştir.
Vaktiyle gazalara, harplere iştirak etmiş, âhir-i ömründe âmâ olmuştu. Pekçok ibâdetle meşgul olurdu. Bu cihetle Resûl-i Ekrem
ona hitaben :
Şüphe yok ki, senin üzerinde cesedinin hakkı vardır ve senin üzerinde zevcenin hakkı vardır ve senin üzerinde iki gözünün hakkı
vardır..." diyerek kendisini i'tidâle da'vet buyurmuştu.
Yetmiş iki yaşında olduğu halde (65) senesi Mekke-i Mükerreme'de veya Tâif'de, yâhud Mısır'da vefat etmiştir.[139]

Tefsîr İlmi'ndeki Mevkii:

Abdu'llâh h. Amr, Kur'ân-ı Mübın'in tefsirine güzelce muttali' bulunuyordu. Kendisinden kıssalara; fitneler hakkındaki haberlere,
âhiret ahvâline ve emsaline dâir bir hayli şeyler rivayet edilmiştir. Süryânî lisânına âşinâ idi. Ehl’i Kitâb'ın asarını da mütâlâa
etmiş, bunlarda bir takım acîb ve garîb ma'lûmâta muttali' olmuştu. Binâenaleyh naklettiği şeyler arasında bu eserlerdeki
ma'lûmâta müstenid bâzı haberler de vardır. Bunlar, iltizam tar'kıyle söylenilmiş haberler olmayıp mücerred nakil ve
hikâye tarikiyl dermeyân edilmiştir.
Tefsîr'e dâir verdiği ma'lûmattan iki misâl kaydediyoruz:
1 -[140] Ayet-i celîlesi'nin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir :
"Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem finâ-i Kâ'be'de namaz kılarken "Ukbe b. Ebî Muayt" gelmiş, Nebiyy-i zî-Şân'ın
omuzuna sarılmış, sevbini toplayarak mübarek boynuna sarmak istemiş, hayât-ı Nebeviyyeye kasd etmek cür'etini göstermiş idi.
Bu esnada Ebû Bekri's-Sıddîk koşub gelmiş, Resûl-i Ekrem'i müdâfaa ederek: "Rabbim Allah'dır, diyen ve bu iddiasını beyyine ile
isbât eden bir zâtı böyle dediğimden dolayı öldürecek misiniz?" demişti, işte bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
2-[141] Ayet-i kerîme'si münâsebetiyle de şöyle demiştir : "Tevrât'da da Resûlu'llâh'ın evsâfını mübeyyin şöyle bir âyet vardır:
Ey peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci ve ümmîler için bir muhafız gönderdik!. Sen benim kulumsun ve elçimsin. Sana mü-
tevekkil ismini verdim. (Bir peygamber ki) fena huylu değildir, katı yürek
li değildir, pazar yerlerinde çağırtkan değildir. Yaramazlığı yaramazlıkla
karşılamaz. Fakat affeder, vaz geçer. Allâhu Teâlâ eğrilmiş bir kavmi Lâ ilahe illa'llâh diye anınla doğrultacaktır. Artık
Hak Teâlâ bu Kelime-i Tevhîd ile kapalı gözleri, sağır kulakları, perdeli kalbleri açacaktır."[142]

Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii:

Abdu'llâh b. Amr Hazretleri fakîh bir zât idi. Fakat hadîs ile iştigâl ve iştiharı daha ziyâdedir. Katta Ebû Hüreyre Hazretlerinden
daha ziyâde hadîs zabt etmiştir. Çünkü Ebû Hüreyre hadîsleri yazmadığı halde, kendisi yazardı. Resûl-i Ekrem'den görüb
işittiklerini yazmasına taraf-ı Nebeviden izin verilmişti. Maahâzâ kendisinden rivayet edilen hadîsler, Ebû Hüreyre' den emrvî
olan hadîslerden azdır. Kendisinden yedi yüz hadîs-i şerif rivayet edilmektedir. Bunların on yedisi Sahîh-i Buhârî ile Sahîhli
Müslim'de mevcuddur. Sekizi de yalnız Buhârî'de, yirmisi de yalnız sahîh-i Müslim'de mündericdir.
Bu muhterem Sahâbîden İbnü'l-Müseyyeb, İkrime, Ebû Abdi'r-Rahmân el-Hublâ, Urve gibi kibâr-ı Tabiîn hadîs rivayet
etmişlerdir.
Muhaddisler arasında Abdu'llahlar denildi mi, bununla Abdu'llâh b. Ömer, Abdu'llâh b. Abbâs, Abdu'llâh b. ez-Zübeyr, Abdu'llâh
b. Amri'bni'1-Âs kasdedilir. Abdu'llâh b. Mes'ûd, Sahâbe-i güzîn'in kudemâsındandır; bu tâbire dâhil değildir. Fakat fıkıh
kitablarında Abâdile denilince, bununla alelekser İbn-i Mes'ûd ile İbn-i Abbâs ve İbn-i Ömer b. el-Hattâb kasd olunur.
Radiyâ'llâhu Teâlâ anhüm.
1- Şübhe yok ki, Allâhu Teâlâ kulunun üzerinde ni'metinîn nişanesinin gömülmesini sever."
2- Şübhe yok ki, Hak Teâlâ katında günâhın en büyüğü, bir şahsın, nafakası üzerine lâzımgelen kimseleri zayi'
kılması, perişan, muhtaç bir halde bırakmasıdır."
İki huy vardır ki, onları Allâhu Teâlâ sever; iki huy da vardır ki onlara Hak Teâlâ buğz eder, Allâhu Teâlâ'nın sevdiği o iki huy,
sehâ İle şecâatdir. Allâhu Teâlâ'nın buğz ettiği o iki huy da, kötü ahlâk ile hıssetdir, Cenâb-i Hak bîr kuluna hayır murâd edince
de anı nâsın ihtiyaçlarını yerine getirmek hususunda istihdam eder."[143]

Lahika

Burada bir ilâve olarak hadîslerin yazılıb yazılmaması hususundaki akvâl-i ulemâya işaret edeceğiz. Şöyle ki: ahâdîs-i şerîfe'nin
bir kitab hâlinle yazılıb cem' edilmesi hususunda vaktiyle iki nokta-i nazar vardı. Birine göre, bunlar yazılıb cem' edilmemelidir.
Yalnız hıfziyle iktifa etmelidir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz bir hadîs-i şerîfiyle bunu men' etmişti. Diğer nokta-i nazara göre
ise, bunlar yazılıb cem' edilmelidir. Çünkü bütün ümmetin istifâdesi ancak bu suretle te'min edilebilir. Ashâb-ı Kiram arasında bu-
nunla iştigal eden zevat bulunmuştur. Bu bâbda kat'î bir emir olmadığı anlaşılmaktadır.
İki tarafın mütâleaları şu veçhile telhis edilebilir:
Hadîslerin yazılmamasma taraftar olan zevat şöyle diyorlar :
1- Ebû Saîdi'l-Hudrî'den mervîdir : Resûl-i Ekrem Efendimiz,
Kur'ân'dan başka bir şey benden yazmayınız. Bir kimse Kur'ân'dan başka birşey benden yazmışsa anı hemen imha etsin."
İbn-i Nadre diyor ki: Ben Ebû Saîd'e, "Senden işittiğimiz hadîsleri yazmayalımmı?" diye sordum. Dedi ki: "Hadîsleri bir mushaf
mı kılmak istiyorsunuz? Peygamber Aieyhi's-salâtü ve's-selâm beyanatta bulunurdu, biz de hıfzederdik. İmdi siz de
bizim hıfzettiğimiz gibi hıfzediniz.
2- İbn-i Vehb, Mâlik'den şöyle naklediyor: Ömer b. el-Hattâb bu hadîsleri yazmak istemiş veya yazmış, sonra da
demiş, bundan vaz geçmiş. Hattâ deniliyor ki, bu hususta Ashâb-ı Kiram'-dan istiftâda bulunmuş, muvafakat cevâbı almış, fakat
bilâhare bu azminden rücû' ederek hadîslerin yazılmamasını emreylemiştir.
3- İbn-i Abbâs, İbn-i Şihâb, Nehaî, Katâde gibi zevat hadîslerin ya zurnasını kerih görmüşlerdi. Evzâî demiştir ki: Bu ilim, ricalin
efvahinden telâkki ve aralarında müzâkere olunduğu müddetçe şerefli bir şey idi. Vaktâ ki yazılmaya başlandı, nuru gitti, ehlinin
gayrına intikal etti.
4- Hadîsler vazılacak olursa, Kur'ân-ı Mübîn'e müşabih bir kitab vücûde getirilmiş gibi olur. Bu ise muvafık değildir.
5- Hadîsler her tarafta intişâr etmiş, her tarafta rivayete başlanmıştır. Bir kısım hadîsler kitab hâlinde cem' edilecek olsa,
yazılmayan kısımların hadîs sayılmaması, bu yüzden bir şübhe tevellüd ederek bir nice ahâdîs-i şerîfe'nin i'tibâra alınmaması
melhuz bulunur.
6- Hadîsler yazılacak olsa, halk kitablara iğtirâren, hıfz hususunda müsamaha gösterirler. îlim sadırlardan satırlara intikal etmiş,
hafızalar cevher-i ilimden hâlî kalmış olur. Vecizesi malûmdur. Hadîslerin yazılmasına tarafdâr olan zevat da şöyle diyorlar:
1- Kur'ân-ı Mübîn'in nüzulü esnasında âyât-ı celîle hemen yazılıyordu. Bunlar ile beraber hadîslerin de yazılması belki bir iştibâha
sebeb olabilirdi. Bu cihetle muvakkaten men' edilmiş olması melhuzdur. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri temâmen yazılıp
tevâtüren tekarrür etmiş, bunları binlerce zevat hıfz eylemiş olduktan sonra, Hadîslerin yazılmasında artık istibah ihtimâli
kalmamıştır.
Maahâzâ bu men'in vaktiyle de umûmî olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Resûlu'llâh hadîslerin yazılması için bâzı zevata ruhsat
vermişti. Hazret-i Alî, Enes b. Mâlik, Abdu'llâh b. Amr gibi zevat, zamân-ı Nebevide birçok hadîsler yazıb zabt etmişlerdi.
2- Ashâb-ı Kirâm'ın bir kısmı birçok hadîsler yazmış, bilâhare eâzım-ı müctehidîn de hadîs kitablan yazıb tertib ve neşr etmiş, bu
husustaki mesaîyi cumhûr-ı ulemâ-yı İslâm tebcil ve senaya şâyân görmüştür. Eğer bu hususta dînî bir memnuiyyet olsa idi bu
kadar ekâbir-i İslâm buna cür'et gösterebilirler miydi?
3- Sünen-i Ebî-Dâvûd'da, ve İbn-i Mâce'de mezkûr olduğu üzere, Abdu'llâh b. Amr'ın yazmış olduğu hadîsler, Hudcybiye'ye ve
sâireye âid muâhede-nâmeler, taraf-ı Nebeviden muhtelif kabilelere, rüesâya gönderilen emirler, bin beş yüz Şahabının isimleri
vesâir bu gibi vesaik Hazret-i Peygamberin zamanında tamamen yazılmış bulunuyordu. Sadakalara, diyetlere, ferâize müteallik
hadîsler de bu cümledendir.
4- Enes b. Mâlik Resûl-i Ekrem'den : hadîs-i şerifini rivayet etmiştir. İlmin yazılması, bekaasını te'min edeceği cihetle
memduhdur." vecizesi de ma'lûmdur,
5- Hazret-i Ömer'in, hadîsleri bir aralık yazmaya azmetmesi ve bu hususta Sahâbe-i Kirâm'ın fetvaları, bu kitabetin cevazına,
bunun hilâfına sarih bir emir bulunmadığına açık bir delildir. Eğer bu bâbda kat'î bir mem nûniyyet bulunsa idi ne Hazret-i Ömer
kitabet cihetini düşünür, ne de Sahabe-i Kiram bunu tecviz ederdi.
6- Hatîb-i Bağdâdî'nin (Takyîdü'1-îlm) inde deniliyor ki: Sahâbe-i Kiram Resulu'llâh'in hadîslerini dinlemek için Enes b. Mâlik'in
etrafında toplanırlardı. O da koynundan bir sahife çıkararak, "Bu, Resûl-i Ekrem Salla'l-lâhu aleyhi ve selemden işitmiş olduğum
hadîslerdir." diye rivayet ederdi. Bu da kitâbet-i hadîs'in cevazına şâhiddir.
7- İshak b. Mansûl diyor ki: İmâm-ı Ahmed b. Manbel'e sordum ki, ilmin yazılmasını kimler kerih gördü? Dedi ki: "Bunu bir
cemâat kerih gördü; diğer bir cemâat da buna ruhsat verdi." dedim ki, "Eğer ilim yazılmamış olsa idî elbette gider -zayi' olur- du".
"Evet., dedi, eğer ilim yazılmamış olsa idi biz ne olabilirdik?" Sonra bunu Râheveyh'den de sordum. O da İmâm-ı Ahmed gibi
cevab verdi.
Velhâsıl, ahâdîs-i şerîfe'nin bir kısmı, daha zamân-ı Nebevide yazılmış, zabt edilmiş, bilâhare kısm-ı a'zamı da Ömer b.
Abdi'kAzîz'in zamanında (122) târihinden i'tibâren fevkalâde bir i'tinâ ile cem' ve tahrîr edilegelmiştir. Eğer bunlar yazılıp
zabtedilmemiş olsa idi, zamanların tevalisi, muhtelif ilimlerin intişârı, eski hafızaların pek nedret peyda etmiş olması, dînî ilimlere
talebkâr zevatın binnisbe azalması neticesinde İslâm ahkâmının bir rükn-i rekîni olan birçok ahâdîs-i şerife unutulur giderdi.
Binâenaleyh ahâdîs-i şerîfe'nin yazılıp zamanımıza kadar pek mükemmel bir halde muhafaza edilmiş olması, Mu'cizât-ı
Nebeviyye'den ma'dûd, her veçhile istihsâna lâyıktır.
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, Câmiü's-Sağîr, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan, El-A'lâm, El-Kavlü'l-Fasl.[144]

11— İbn-i Abbâs (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ) :

Abdu'llâh b. Abbâs b. Abdi'l-Muttalibi'l-Hâşimî, Ashâb-ı Kirâm'ın en yüksek âlimler indendir. Künyesi Abü'l-Abbâs'dır. Resûl-i
Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin amca-zâdesi, Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Mey-mûne'nin de kız kardeşi oğludur.
Validesi Ümmü'1-Fadl Lübâbetü'l-Kübrâdır.
İbn-i Abbâs Hazretleri Hicret-i Nebeviyye'den üç sene mukaddem Mekke-i Mükerreme'de dünyâya gelmiştir. Nebiyy-i Âlî-Şân'ın
mübarek nazarlarına, ulvî dualarına mazhar olduğu cihetle kendisinde harikulade bir isti'dâd tecellî etmiş, daha pek genç iken
Ashâb-ı Güzîn arasında ilm ü irfâniyle mümtaz bir hâle gelmiştir. Resûl-i Ekrem'den sonra Hulefâ'yı Râşidîn'in büyük iltifatlarına
nail olmuş, onların ilmî mes'elelerde bir müşâvir-i hâssı mesabesinde bulunmuştu. Hazret-i Alî ile beraber Sıffîn muharebesinde
bulunarak bir fırkanın kumandanlığını der'uhte etmiş ve bir aralık Hazret:i Ali tarafından Basra vâlîsi tâyin edilmiş ise de bilâhare
bu vazifeden ayrılarak Hicaz'a avdet eylemişti.
Abdu'llâh İbn-i Zübeyr ile Abdü'l-Melik b. Mervân arasında fitne zuhur ettiği zaman Muhammed b. el-Hanefiyye Hazretleriyle
beraber evlâd u yallerini alarak Mekke-i Mükerreme'ye rıhlet etmişler, musırren vâki' olan tekliflerine rağmen Abdu'llâh b.
Zübeyr'e de bîat etmeyip bitaraf kalmışlar, nihayet Küfe’den celb ettikleri kendi tarafdarları vasıtasıyla tazyikde'i kurtularak Tâif'e
gitmişlerdi.
İbn-i Abbâs, (68) senesi Tâif'de hastalanarak vefat etmiş, cenaze namazını Muhammed b. el-Hanefiyye kaldırmıştır.
Sabîhü'1-vech, nezîhü'1-kalb, fasîhü'l-lisân olan İbn-i Abbâs, son günlerinde a'mâ olmuştu. Bu arızaya karşı olan metanetini şu
kıt'asiyîa ibraz etmişti.[145]

İlm-i Tefsirdeki Mevkii:

İbn-i Abbâs Hazretleri, Tercemânü'l-Kur'ân, Sultânü'l-Müfessirîn unvanını hâizdir.


Kendisi en büyük bir müfessirdir. Kitâbu'llâh'a dâir kendisinden pekçok şeyler rivayet edilmiş, rivâyed tarîkına müstenid birçok
tefsirlerde bu rivayetlerden birçoğu nakledilegeimiştir. Fîrûz-Âbâdî, bu rivayetlerin bir kısmını toplayarak "Tenvîrü'l-Mikyâs
Tefsîr-i Îbni'l-Abbâs" unvanıyla muhtasar, müfîd bir tefsir yazmıştır ki, ileride buna dâir biraz ma'lûmât verilecektir.
Filhakika İbn-i Abbâs, zamanının en büyük âlimi, en yüksek müfessiri idi. Binlerce zât etrafını alarak kendisinden istifâdeye
çalışırlardı. Akdettiği meclislerde birgün yalnız Tefsîr-i Kur'ân ile meşgul olurdu; birgün yalnız fıkıh meselelerinden bahsederdi;
birgün yalnız Megâzîye, Gazevât-ı Nebevîyye'ye dâir ma'lûmât verirdi; birgün yalnız Eş'âr-ı Arab'a dâir birçok şeyler bildirirdi;
birgün de yalnız Eyyâm-ı Arab'dan, Arablar arasındaki târihî vak'alardan bahsederdi. Huzuruna dâhil olan her âlim, kendisine kar-
şı' mutlakaa" hürmet ve hudûa mecbûriyyet hissederdi. Kendisinden herhangi bir mes'efeyi soran kimse o hususta mutlakaa ilmî
bir cevâba destires olurdu.
İbn-i Abbâs Hazretleri, daha genç iken tefsire, fıkha dâir halka ma'Iûmat verirdi. Birgün Harem-i Kabe'de oturmuş, başına
toplanan cemâate, tefsire dâir ma'lûmât veriyordu. Bu hâli karşıdan müşahede eden Nâfi' b. el-Ezrak ile Necdetü'bnü Uveymir
bakalım bilir-bilmez Kur'ân'ın tefsirine cür'et eden şu genç kimdir? Diye Hazret-i İbn-i Abbâs'ın yanına sokulmuş, "Sana
Kitâbu'llâh'dan bâzı şeyler soracağız; Kur'ân, lisân-ı Arab üzere nazil olmuştur; bize lisân-ı Arabdan istişhâd ederek cevab ver."
demişler. "İstediğinizi sorunuz." diye aldıkları müsâade üzerine, ikiyüz kadar garîb ke-limât-ı Kur'âniyye'nin ma'nâsını sormuşlar,
hepsinin hakkında da birer Arabi beyit ile istişhâd edilmek suretiyle lâzımgelen cevâbı almışlardı.
Ez-cümle Nâfi' :[146] Kavl-i İlâhîsindeki den murâd nedir?" diye sormuş, İbn-i Abbâs da "Bundan murâd, ince halkalar, dağınık
fırkalar"dır, diye cevab vermiş; Nâfi' "Arab bunu böyle bilir mi?" diye tekrar sormuş, İbn-i Abbâs da "Evet, böyle bilir,
Ubeyd b. el-Ahvas'ın şu beytini duymadınız mı?" diyerek, beytini okumuştur. Yâni : "Minberini netrâfını ince halkalar gibi
sarmak için ona koşub geldiler." Diğer sualler, cevablar da bu veçhile tevâlî etmiştir. Bunların birçoğu İtkan'da mündericdir.
Velhâsıl, İbn-i Abbâs Hazretleri büyük bir müfessirdir. Kendisinden birçok rivayetler, tarîkler vardır, fakat bunların dereceleri
müsavi değildir, bâzı rivayetler, bâzı tarîkler kuvvetli, ceyyid, bâzıları da zaîf, vâhîdir. Binâenaleyh o büyük Sahâbîye isnâd edilen
her tefsir vechinin mutlakaa kendisine âid olduğu kestirilemez. Meğer ki en kuvvetli, makbul tarîklar ile rivayet edilmiş olsun. Bu
tarîkların başlıcaları şunlardır :
1- Alî b. Ebî Talha el-Hâşimî tarîkidir. Kâtibü'1-Leys denilen Ebû Salih, Muâviye b. Sâlih'den, o da Alî İbn-i Ebî Talha'dan, o da
ya bizzat veya Mücâhid veya Saîd İbn-i Cübeyr vâsıtasiyle İbn-i Abbâs'dan rivayet eder.
Bu tarîk, muhtelif tarîkların (ceyyid =) sağlamlarındandır. Buhârî, Sahîh'inde İbn-i Abbâs'dan ta'lîkan zikrettiği tefsirde bu tarîka
i'timâd etmektedir, İbn-i Cerîr ile İbn-i Ebî Hâtem de tefsirlerinde bu tarîkdan tahricde bulunmuşlardır. Maahâza Ebû Salih ile
Muâviye b. Salih'i zaîfü'l-hadîs görenler de vardır.
2- Kays tarîkidir. Bu zât, Atâ' b. es-Sâib'den, o da Saîd b. Cübeyr'den, o da Ibn-i Abbâs'dan rivayet eder. Bu tarîk Ceyyiddir.
Buhârî ile Müslim'in şeraiti veçhile sahîhdir.
3- Ebû İshak tarîkidir. Bu zât, Muhammed b. Ebî Muhammed'den, o da îkrîme veya Saîd b. Cübeyr'den, bunlar da İbn-i Abbâs'dan
rivayet eder. Bu tarîk de Ceyyid, isnadı hasen bir tarîkdir.
4- Atiyyetü'1-Avfî tarîkidir. Bu zaîf bir tarîkdir. Maahâzâ vâhî değildir. İbn-i Cerîr ile İbn-i Hâtem bu tarîkden tahrîcde
bulunmuşlardır,
5- Süddî-i Kebîr tarîkidir. Bu tarîk, Müslim ile Sünen-i Erbaa ashabı yanında mergubdur. Süddî'nin Ebû Salih ve Ebû Mâlik
vasıtalarıyla İbn-i Abbâs'a ve Mürr vasıtasıyla da İbn-i Mes'ûd'a nisbet eylediği bir tefsiri vardır. Bunu İbn-i Cerîr, Esbât
vasıtasıyla tefsirinde nakleylemektedir.
Ebû Zür'a, Esbât b. Nasrân el-Hemedânî'nin za'fına kaaildir.
6- Dahhâk tarîkidir. Bu tarîk Munkatı'dır. Çünkü Dahhâk İbn-i Abbâs'a mülâki olmamıştır. Buna Bişr b. İmârenin Ebî Ravk'dan
rivayeti munzam olursa Zaîf bir tarîk olmuş olur. Şâyed Dahhâk'dan Cüveybir rivayet ederse o zaman bu za'f daha artar. Çünkü
Cüveybir ziyâde zaîfdir; metrûkü'1-hadîs'dir.
Dahhâk'in Saîd b. Cübeyr'den tefsir ahzettiği mervîdir.
İbn-i Cerîr ve İbn-i Hâtem, Bişr b. İmâre tarikiyle tefsir tahrîc etmektedirler.
7- Kelbî tarîkidir. Bu zât, Ebû Salih Bâzân'dan, o da İbn-i Abbâs'dan rivayet eder. Bu tarîk Vâhî'dir. Hele buna Muhammed b.
Mervân es-Süddî es-Sağîr inzimam ederse bir silsile-i kizb olur. Maazâlik Sa'lebî, Vahidî bu tarîkden birçok tefsîr tahrîc
etmişlerdir. Mıkyâsü't-Tenvîr de bu tarîka göre yazılmıştır.
İbn-i Adiyy'in Kâmil'de dediğine nazaran Kelbî'nin Ebû Sâlih'den rivayet ettiği bir kısım sâlih, hâs hadîsler de vardır.
8- Mukaatil b. Süleyman tarîkidir. Kelbî, Mukaatil üzerine tercih ediliyor. Çünkü, Mukaatil bâzı fena akaaid ile şaibelidir.
Bunlara dâir kendi tabakalarında da bâzı ma'lûmat daha verilecektir.[147]

İbn-i Abbas'ın Hadîs İlmindeki Mevkii:

Abdu'llâh b. Abbâs hadîs İlminde de bihakkın temayüz etmiştir. Resûl-i Ekrem'in nezdinde yetişmiş, Peygamber-i zî-Şân'in ef'âl
ve akvâline yakından muttali' olmuştur. Bu cihetle kendisinden bin altı yüz altmış hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunlardan
doksan beşi Sahîh-i Buharı ile Sahîh-i Müslim'de mündericdir. Bunlardan başka, yüz yirmi hadîs yalnız Sahîh-i Buhârî'de, kırk
dokuz hadîs de Sahîh-i Müslim'de mevcuddur. Bütün bu hadisleri Ahmed b. Hanbel Hazretlerinin Müsned'i cami' bulunmaktadır.
İbn-i Abbâs'ın ilmindeki kudreti, hafızasındaki vüs'ati, Resûlu'llâh'a olan kurbiyyetini güzelce takdir edemeyen bâzı müsteşrıklar,
genç bir Sahâbînin Resûl-i Ekrem'den bu kadar hadîsi nasıl telâkki edib de rivayette bulunmuş olduğunu lâyıkıyla anlayamıyorlar.
Vakıa İrtihâl-i Nebevî'de İbn-i Abbâs, henüz on üç yaşında idi. Fakat o bir hârika-i zekâ idi. O, Resûl-i Ekrem'in amcası oğlu,-
Ümmü'l-mü'minîn Hazret-i Meymûne'nin de yeğeni bulunduğu için dâima nezd-i Nebevide bulunabiliyor, Resûlu'llâh'ın ef'âl ve
akvâlini yakından görüb işitebiliyordu. Hafızasındaki kuvvet ise her türlü tasavvurların fevkında idi. Artık o kadar ulvî fıtratta
yaratılmış bir zâtın, bu kadar ahâdîs-i şerife rivayet etmiş olması çok görülemez. Bahusus bu hadîslerin büyük bir kısmı ef'âl-i
Nebeviyye'ye mütealliktir. Resûl-i Ekrem ile birkaç sene değil, birkaç ay bile beraber bulunmak şerefine nail olan herhangi bir zât,
o Nebiyy-i zî-Şân'ın birçok ef'âl ve harekâtına şâhid olabilir. Artık bunlara dâir bilâhare vereceği ma'lûmat neden çok görülsün?
Maahâzâ şunu da ilâve edelim ki, İbn-i Abbâs, bütün bu hadîsleri bizzat Resûl-i Ekrem'den görüb veya işitib nakletmemiştir. Belki
bunların büyük bir kısmım Hazret-i Ömer'den, Hazret-i Alî'den, Muâz b. Cebel ile Ebû Zer' den rivayet etmiş, fakat bu zâtların
isimlerini tasrîhe lüzum görmemiştir. Bu misilli hadîslere "Ahâdîs-i Mürsele" nâmı verilir. Ashâb-ı Kirâm'ın hep si de âdil, sika
olduğundan, onların böyle mürsel olarak rivayet ettikleri hadîsler bi'1-ittifak makbuldür.
Bu cihetler düşünülürse, İbn-i Abbâs'dan daha ziyâde hadîs rivayet et mesi pek tabii olarak beklenebilirdi.
Şu da İslâm âleminde kat'iyyeh sabit bir hakikattir ki, vaktiyle Müslümanların arasında hafızalarını binlerce, yüz binlerce hadis ile
veya eş'âr ile veya herhangi bir ilme âid mesâil ile tezyin etmiş olan yüzlerce, binlerce zevat yetişmiştir. Târih sahnelerinde,
Tezkiretü'l-Huffâz denilen Terâ-cim-i Ahvâl kitablarında bunları mütevâtir bir halde görüp duruyoruz. Nitekim bâzılarına dâir bir
nebze ma'lûmat vermiş bulunuyoruz. İbn-i Abbâs'ın hafızası ise bu hususta en müstesna bir hârika idi. Huzurunda ilk defa okunan
bir uzun manzumeyi derhal ezberler, isterse onu ezber olarak tamamen okuyabilirdi. Ez-cümle Ömer b. Ebî Rebîa'nın : matlaıyle
inşâd ettiği seksen beyitli bir Kasîde'yi bir defa dinlemekle kamilen hıfzına alarak huzurunda bulunanları hayrette bırakmıştı.
Bunlar târihin kaydetmiş olduğu birer hakikattir.
Velhâsıl, İbn-i Abbâs Hazretlerinin İlm-i hadîs'deki yüksek mevkiini görüb i'tirâf etmemek hiçbir munsıf, garazsız insan için
kaabil olamaz.
Rivayet etmiş olduğu ahâdîs-i şerîfe'den üçünü teberrüken kaydediyoruz.
1- Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki,
İşitmek görmek gibi değildir."
2- Nebiyye-i zî-Şân Hazretleri şöyle buyurmuştur :
Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz. Ve sizden biri kızınca sükût edi versin."
3- Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
Büyüğe ta'zîm, küçüğe merhamet, ma'rûf ile emir, münkerden nehyet-meyen bizden değildir."[148]

İbn-i Abbâs'ın İlm-i Fıkıhdaki Mevkii

Abdu'llâh b. Abbâs, Ashâb-ı Kirâm'ın en büyük fakîhlerinden idi. Kendisinden Fıkh'a dâir birçok mesâil menkuldür. Hulefâ-yi
Râşidîn'in refakatinde bulunmuş, onların hükümlerine muttali' olmuş, onlardan kaza umuruna dâir birçok istifâdelerde bulunarak
her veçhile tekemmül etmiştir.
İbn-i Uyeyne diyor ki: "Ashâb-ı Kiram arasında îbn-i Abbâs, Tabiîn arasında Şa'bî, Tebe-i Tabiîn arasında da îbrâhîm-i Nehaî
zamanlarının en büyük fukahâsından bulunuyorlardı." Hattâ deniliyor ki: Hazret-i Ömer, müşkil bir mes'ele-î fıkhiyye karşısında
kalınca İbn-i Abbâs-ı da'vet eder, mes'eleyi ona bildirir, onun kavlini ahzederdi. Bu gibi mu'dil mes'elelerde ondan başkasını
da'vet etmezdi.
Hazret-i Fârûk'dan başka, Ashâb-ı Kirâm'dan yetmiş kadar zât da mühim, ilmî bir mes'ele zuhurunda İbn-i Abbâs'a müracaat
ederlerdi.
İbn-i Abbâs, bir ilm ü irfan ummanı idi. Bu cihetle kendisine "El-Bahr", "Hibrü'1-Ümme" nâmı verilirdi. Resûl-i Ekrem Hazretleri
İbn-i Abbâs hakkında: Yâ Rabbî! Ona hikmet öğret.", İlâhî! Ona dinde fakaahet ver ve onaTefsir ilmini nâsîb buyur." diye duâ
etmiştir Artık o mübarek Sahâbînin en mümtaz bir hakîm, bir fakîh, bir müfessir olacağında kim şüphe edebilir.
Resûlu'llâh'ın mâdihi olan Hassan b. Sabit, bâzı şiirleriyle İbn-i Abbâs' ı tavsif ederek onun fazâiline tercemân olmuştur.
Radiya'llâhu Teâlâ anhüm.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Musned-i Ahmed b. Hanbel, Üsdü'l-Gabe, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan, Şerh-i Şevâhidü'l-
Muğni (= Süyûtî), El-A'lâm.[149]

12- Abdu'llâh B. Ömer (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ):

Ebû Abdi'r-Rahmân Abdu'llâh b. Ömer b. el-Hattâb el-Adevî, Ashâb-ı Kirâm'ın pek büyükîerindendir. Muhterem pederi Hazret-i
Ömer ile berâber henüz bulûğ çağında bulunmadığı bir sırada İslâmiyeti kabul etmiş ve onunla beraber Medine'ye hicrette
bulunmuştur.
Abdu'llâh b. Ömer, son derece metin, muttaki bir zât idi. Pekçok; haccederdi. Pekçok sadaka verirdi. Hattâ bir mecliste otuz bin
dirhem sadaka verdiği olurdu. Resûlu'llâh'ın sünnetlerine pek ziyâde ittibâ' ederdi. Hazret-i Peygamber hangi yerlerde namaz
kılmış ise, kendisi de oralarda namaz kılmağa çalışırdı.
Câbir b. Abdi'llâh diyor ki, "Bizden bir kimse yoktur ki, dünyâ kendisine, kendisi de dünyâya meyletmiş olmasın; Ömer ile oğlu
Abdu'llâh ise müstesna!"
Hazret-i Ömer'den sonra oğlu Abdu'Ilâh'ın Hilâfet makaamına geçme sini pek ziyâde isteyenler bulunmuştu. Şamlılar da kendisini
pek ziyâde seviyor, istiyorlardı. Fakat kendisi asla böyle bir arzuda bulunmamıştır. Hazret-i Ömer'in, "Bir aileden bir kurban kâfî."
dediği malûmdur.
Abdu'llâh Hazretleri, subavetine mebnî Bedir kazvesinde bulunmamış, fakat Hendek, Mu'te, Yermûk muharebelerine iştirak
etmiş, Mekke'nin, Mısır'ın, Afrika'nın fethinde hazır bulunmuştur. Bilâhare Müslümanların arasında zuhur eden fitnelere
karışmamış, Hazret-i Alî'nin yaptığı muhârebelere de -kendince hâsıl olan bir iştibâha mebnî- iştirak etmemiştir. Fakat rivayete
nazaran Hazret-i Alî ile beraber bulunmadığına bilâhare nadim olmuştur.
İbnü'z-Zübeyr'in şehâdetinden dolayı da pek müteessir olmuş, Haccâc hakkında : "Adüvvu'llâh, Cenâb-ı Hakk'ın muharremâtını
istihlâl etti. Allâhu Teâlâ'nın Beyt'ini tahrîb etti. Allâhu Teâlâ'nın velîlerini katletti." diye söylenmiştir.
Hattâ birgün Haccâc hutbe okurken: "İbnü'z Zübeyr Kelâmu'llâh'i tebdil etti." demekle İbn-i Ömer Hazretleri ayağa kalkarak,
"Yalan, ne İbnü'z Zübeyr, ne de sen Kelâtmu'llâh'ı tebdile muktedir olamazsınız." diye bağırmış, Haccâc'ın "Sen bunamış bir
ihtiyarsın, otur yerine." demesi üzerine de. "Sen sözünü tekrar edersen ben de tekrar ederim." diye mukaabelede bulunmuştu.
Abdu'llâh b. Ömer, Mekke-i Mükerreme kurbinde (Fahh) denilen mevzi'de seksen altı yaşında olduğu halde (73) senesi vefat
etmekle Muhassab denilen makbereye defnedilmiş, cenaze namazını Haccâc kıldırmıştır.
Mekke'de en son vefat eden Sahâbî, bu zâttır. Âhir-i hayâtında kendisine amâ arız olmuştu.
Bu mübarek zâtın şehîden vefat ettiği de mervîdir. Şöyle ki: Haccâc, Îbnü'z-Zübeyr'i şehîd ettikten sonra nâsa haccettirirken
Abdu'llâh b. Ömer'e ittibâ etmesi için Abdü'l-Melik'den emir almıştı. İbn-i Ömer'in gerek Mev-kıf'de ve gerek şâir yerlerde
kendisine tekaddüm etmesi gururuna dokunmuş olduğundan, gizlice talimat verdiği bir şahıs, Hac esnasında nâsı öteye beriye
dağıtırken hazırlamış olduğu zehirli harbesini Hazret-i Abdu'llâh'ın ayağı üzerine dokundurmuş, o mübarek zât da bunun te'sîriyle
birkaç gün hasta olduktan sonra ebediyyet âlemine intikaal etmiştir. Hastalığı esnasında Haccâc ıyâdetine gitmiş ise de İbn-i Ömer
Hazretleri onun ne selâmını almış, ne de kendisiyle konuşmaya tenezzül etmiştir. Radiya'llâhu Teâlâ anhüma.[150]

Abdu'llâh B. Ömer'in Tefsirdeki Mevkii

Abdu'llâh Hazretleri, şüphe yok ki, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirine pek mükemmel bir surette vâkıf idi. Gerek Resûi-i Ekrem'den ve
gerek kibâr-ı Sahabeden tefsîr'e dâir birçok şeyler ahzetmiş, kendisinden de birçok şeyler rivayet olunmuştur. Bunların bir kısmı
tefsir kitablarında münderictir. Bunlardan ikisini kaydediyoruz :
1- İbn-i Ömer[151] âyet-i kerîmesindeki Makaam-ı Mahmûd'ın, Şefâat-i Kübrâ olduğunu şöylece beyân etmiştir :
"Halk Kıyamet günü dizüstüne çökecek. Her ümmet kendi peygamberinin ardına düşüb, "Bize şefaat et." diye çağrışacak. Nihayet
şefaat şerefi Nebiyy-ı zî-Şân Efendimize teveccüh edecektir, işte bu, Allâhu Teâlâ'nın Resûl-i Ekrem'ini Makaam-ı Mahmûd'a ba's
buyurduğu bir gündür."
2- İbn-i Ömer,[152] Onlardan ölen hiçbirinin üzerine asla namaz kılma ve kabrinin üzerinde durma. Çünkü onlar Allah'ı ve
Resulünü inkâr etmiş, fâsık olarak da ölmüşlerdir." âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzulünü de şöyle anlatmıştır :
Reîsü'l-Münâfıkîn Abdu'llâh b. Übey ölünce oğlu Abdu'llâh Resûl-i Ekrem'in huzuruna gelerek keyfiyyeti haber verdi. Resûlu'llâh
da İbn-i Übeyy'-in kefenlenmesi için mübarek gömleğini verdi. Sonra da cenaze namazına hazırlandı. Hazret-i Ömer -bu lûtf-ı
Peygamberîyi görünce dayanamadı- Resûl-i Ekrem'in sevb-i saadetini tutarak : "Yâ Resûlâ'Ilâh, İbn-i Übeyy'in cenaze namazını
kılacak mısın? Halbuki o, münâfikdır. Allahu Teâlâ ise onlara istiğfardan seni nehyetmiştir." dedi. Resûl-i Ekrem de: "Allâhu
Teâlâ beni muhayyer kıldı ve onlar için ister istiğfar et, isler istiğfar etme.. Yetmiş defa istiğfar etsen de yine Allah onlara asla
mağfiret etmeyecektir, diye beyan buyurdu. Ben ise yetmişten daha ziyâde istiğfar edeceğim." dedi ve İbn-i Übeyy'in cenaze
namazını kıldı. Biz de beraber kıldık. Sonra Resûl-ı Ekrem'e işbu âyet-i Celîlesi nazil oldu.
Resûl-i Ekrem'in bu lûtufkârâne hareketi, birtakım hikmetleri mutazammın idi. Ez-cümle bu hareket, bir kerre zâhir-i hâle göre
muamele yapılmasının lüzumunu göstermiştir. İbn-i Übeyy b. Selûl ise zahiren Müslüman idi.
ikincisi, Hazret-i Peygamberin bütün beşeriyyete, hattâ kendi düşmanlarına karşı da nekadar şefik ve rahim olduğu bu vesile ile de
tecellî etmiştir :
Üçüncüsü, bu suretle İbn-i Selûl'ün gayet muhlis ve pek fâzıl bir Sahâbî olan oğlu Abdu'llâh taltif edilmiştir.
Dördüncüsü, İbn-i Übey b. Selûl, Bedir gazvesinde esir düşmüş olan Hazret-i Abbâs'a bir libas giydirmişti. Bu defa Resûl-i Ekrem
de amucasına yapılmış olan o iyiliğe bu veçhile bir mukaabelede bulunmuştur.
Beşincisi; bu lûtf-ı Nebevi, birçok kalblerden nifak şaibesini silib çıkarmış, yüzlerce kimsenin samimî surette Müslüman olmasına
sebeb olmuştur.[153]

İbn-i Ömer'in Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii

İbn-i Ömer Hazretleri Ashâb-ı Kirâm'ın fukahâsındandır. İmâm-ı Mâlik diyor ki: "Abdullah İbn-i Ömer, Nebiyy-i Ekrem
salla.llâhu aleyhi ve sellem'den sonra Hac mevsiminde ve sâirede nâsa altmış sene fetva vermiştir. İftâ hususunda pek ihtiyatlı
idî."
İmâm-ı Şa'bî'nin beyânına nazaran İbn-i Ömer'in hadîs İlmi'ndeki iktidarı, Fıkih'daki iktidarından daha ziyâde bulunuyordu. Ebû
Hüreyre'den sonra Ashâb arasında en çok hadis rivayet eden İbn-i Ömer'dir. Bizzat Resûlu' llâh'dan birçok hadîs rivayet ettiği gibi,
Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ebû Zer, Muâz b. .Cebel, Râfi', Ebû Hüreyre, Âişe-i Sıddîka Hazarâtından da birçok hadisler rivayet
etmiştir. Kendisinden de İbn-i Abbâs, Câbir gibi Sahâbe-i Güzîri. Saîd b. Müseyyeb, Mus'ab b. Sa'd ve kendi oğulları. Salim,
Abdu'llâh, Hamza gibi Tabiîn, rivayette bulunmuşlardır.
İbn-i Ömer'den iki bin altı yüz otuz hadîs-i şerif mervîdir. Bunların yüz yetmişi Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'de mevcuddur.
Seksen biri de yalnız Buhârî'de, otuz biri de yalnız Müslim'de mündericdir. Mütebakisi de şâir hadîs kitablarında mezkûrdur.
Bunlardan teberrüken üçünü kaydediyoruz :
1- Halk ancak yüz deve gibidir.. Az kalsın içlerinden bir binit deve bulamayacaksın.” yâni, kendisinden bihakkın istifâde olunacak
kimseler yüzde bir nisbetinde çetin bulunabilir.
2- Sizden herbiriniz Cum'a Namazı'na gelecek olunca iğtisâl etsin.” yâni, bütün vücûdunu yıkasın, nezâfete dikkat etsin, fena
râyihasıyla, kirli elbisesiyle kimseye eziyet vermesin.
3- Şüphe yok ki, adak -mukadder olan- bir şeyi ne takd'm ne de te'hir eder. Bununla ancak cimrî olandan -bir mal- çıkarılmış
olur."
Yâni, insan sadakalarını., teberrû'larını mahzâ rızâ-yı Hak için yapmalıdır. Yoksa şahsî bir menfaatin, dünyevî bir maksadın
husulü için yapılan nezirlerin, teberrû'ların ahlâkan büyük bir kıymeti olamaz.
Velhâsıl : Abdu'llâh b. Ömer Hazretleri ümmetin kalblerindç pek hürmetli bir mevki' işgal etmiş olan pek muhterem, müteevrri',
âlim bir zâttır. (Radiya'llâhu Teâlâ anhümâ).
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Tezkiretü'l-Huf-fâz, Umdetü'l-Kaarî, Üsdü'l-Gaabe, İrşâdü's-Sârî, El-
A'lâm.[154]

13- Abdu'llâh b. Ez-Zübeyr (Radiya'llâhu Teâlâ Anhümâ):

Abdu'llâh b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm el-Kureşî el-Esedî, Sahâbe-i Güzin'dendir. Muhacirinin Medîne-i Münevvere'de dünyâya ilk
gelen çocuğu bu zâttır. Bunun tevellüdü, Müslümanlar için büyük bir inşiraha vesile olmuştu. Çünkü Yahudiler : "Biz sihr ettik,
muhacirlerin çocukları olmayacaktır." diye söylemişlerdi. Bu mübarek zevâdın kudümü, düşmanların yalanlarını meydana
çıkarmış, kendilerini inkisâr-ı hayâle uğratmıştı.
Bu zâtın pederi, Aşere-i Mübeşşere'dendir. Validesi, Hazret-i Sıddîk'ın (Zâtü'n-Nitâkayn) nâmıyla ma'rûf muhterem kerîmesi
Esmâ'dır. Hâlesi, Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Âişe-i Sıddîka'dır. 'Babası tarafından ceddesi. Abdü'l Muttalib'in kızı, Resûl-i
Ekrem'in ammesi bulunan Hazret-i Safiyye'dir.
Böyle şerefli, kudsî bir aileye mensûb olan Abdu'llâh, hicretin ilk senesi Kubâ karyesinde dünyâya gelmiş, validesi tarafından
Resûl-i Ekrem'in kenâr-ı iltifatına takdîm edilerek o Peygamber-i zî-Şân'ın teveccühlerine, dualarına mazhar olmuştur. Künyesi
"Ebû Bekr" dir. Diğer bir künyesi de "Ebû Hubeyb" dir. Hicretin (73) üncü senesinde Mekke-i Mükerreme'de şehîden vefat
etmiştir.[155]

Târih-i Hayâtına Kısa Bir Nazar

Doğmasiyle Müslümanların kalblerini sevinç içinde bırakan bu dırahşan sîmâ, şehâdetiyle de ehl-i İslâmın kalblerinde ebedî bir
ceriha açmıştır.
Gece ve gündüz ibâdet ve tâatla meşgûr olan İbnü'z-Zübeyr, aynı zamanda; biüyük bir mücâhid, pek şeci' bir muhârib idi.
Abdu'llâh İbn-i Sa'd ile beraber Afrika muharebelerine iştirak etmiş, yüzyirmi bin askerle harb meydanına atılan Hükümdar
Cercîr'i yirmi bin kadar kişilik bir İslâm ordusuyla mağlûp etmişlerdi. İslâm ordusuna bu galibiyeti asıl kazandıran zât, İbnü'z-
Zübeyr idi. Çünkü o, birkaç mücâhid ile beraber Cercîr üzerine atılarak onu öldürmüş, bu sâyade düşman kuvvetleri bozularak
zafer nesîmi Müslümanların tarafında esmeye başlamıştı.
İbnü'z-Zübeyr, Cemel Vak'asında pederiyle beraber hazır bulunmuştu. Bilâhare hükümet mevkiini işgal eden Yezîd'e bîatden
imtina etmesi üzerine Yezîd'in gönderdiği Müslim b. Akabe el-Merî Medîne-i Münevvere'yi muhasara ederek Müslümanların
yüreklerini ebediyyen sızlatacak olan Harre vak'asını vücûde getirmiş, sonra da Îbnü'z-Zübeyr ile harb etmek için Mekke-i
Mükerreme'ye doğru yürümüş ise de yolda öldüğünden bu teşebbüsü akim kalmıştı.
İbnü'z-Zübeyr, Hazret-i Hüseyin'in şehâdetini ve Yezîd'in mevtini mütaâkıb (64) senesi Mekke-i Mükerreme'de hilâfetini i'lân
etmiş, kendisine Hicaz, Mısr, Yemen, Irak, Horasan ahâlîsi ve Şam'ın büyük bir kısmı tâbi' olmuştu. Kâ'be-i Muazzama'yı ta'mîr
ettirmiş, hüccâc-ı Müslimîne sekiz sene haccettirmekte bulunmuştu.
(65) târihinde Emeviyye hükümetini ihraz eden Abdü'l-Melik'in (72) târihinde gönderdiği Haccâc-ı Zâlim, Mekke-i Mükerreme'yi
muhasara ederek Îbnü'z-Zübeyr Hazretleriyle aralarında kanlı muharebeler başlamıştır.
Bu esnada Hazret-i Abdullah'ın göstermiş olduğu şecaat ve şehâmet, her türlü tavsifin fevkındadır.
Îbnü'z-Zübeyr, bu muharebe esnasında birgün validesini ziyarete gitmiş, a'mâ ve hasta bulunan ve fevkalâde bir şehâmet-i ruha
mâlik olan o büyük kadın ile konuşmaya başlamış, "Ölümde rahat vardır." demişti. O mübarek valide de "Sen galiba benim
ölmemi temenni ediyorsun. Hayır., ben senin galib veya mağlûb olduğunu haber almadıkça ölmeyi arzu etmiyorum. Sen ya hak
yolunda şehîd olmalısın da ben onunla ihtisâbda bulunayım -yâni o acıya katlanarak Hak'dan mükâfatını bekleyeyim- veya sen
zaferyâb olmalısın da benim bundan gözlerim rûşen olmalıdır." diye mukaabelede bulunmuştu.
Îbnü'z-Zübeyr'in şehâdetinden birgün evvel, etrafındaki cemâat dağılmış, içlerinden on bin kadarı gidip Haccâc'a dehalet etmişti
ki, kendisinin Hamza ve Habîb adındaki iki oğlu da bunlar ile beraber bulunmakta idi. Yalnız, "Zübeyr" ismindeki diğer bir oğlu
kendisinden ayrılmamıştı. "Oğlum, hadi sen de git, kendine Haccâc'dan eman dile." diye teklif etmiş ise de Zübeyr bunu kabul
etmemiş, "Ben seni bırakıp da nefsimi kurtarmak istemem." diyerek sabr u sebat göstermiş ve muhterem pederiyle beraber şehîd
düşmüştür.
Îbnü'z-Zübeyr, bu vaziyyet üzerine validesini tekrar ziyarete gitmiş, aralarında şu mealde bir muhavere cereyan etmişti :
Îbnü'z-Zübeyr: "Muhterem validem, ordum dağıldı. Arkadaşlarım, hattâ evlâdım, akrabam bile düşman tarafından geçti. Yanımda
durup sebat edenlerin de yalnız bir saatlik bir metanetleri kaldı. Bununla beraber düşmana teslim olursam bana eman verilecek
ve istediğim kadar dünyalık da benden diriğ edilmeyecek. Bu hususta re'yin nedir?" Zâtü'n-Nitâkayn :
"Evlâdım, sen kendi nefsini daha iyi bilirsin. Eğer kendini hak üzere görüyor, Hakk'a hizmet ettiğine kaanî' bulunuyor isen,
yolunda devam et. Senin uğrunda hayatlarını feda edenleri düşün. Benî Ümeyye çocuklarına mel'abe olma. Yok eğer şimdiye
kadar olan hareketlerinle dünyâyı kasdetmiş îsen pek fena kimse demeksin. Bu halde hem nefsini, hem de yolunda ölenleri helak
etmiş olacaksın. "Hayır., ben hak üzereyim, ne yapayım ki ashabıma vehn arız oldu da ben zaîf düştüm." diyecek olursan bu da
ahrâr, diyanet ehline yakışır bir söz değildir. Dünyâda daha ne kadar yaşayabileceksin? Öyle yaşamaktan ise katledilmek daha
iyidir." Îbnü'z-Zübeyr :
"Korkuyorum ki, katledilirsem Şamlılar beni müsle yapacak, cesedimi salb edecektirler." Zâtü'n-Nitâkayn :
"Oğlum, koyun soyulmakla, asılmakla müteellim olmaz. Sen basiret üzere hareket et. Allah'dan yardım iste. Metin ol. İzzet ve
şeref uğrundaki bir kılıç darbesi, zilletdeki kırbaç darbesinden hayırlıdır. Sakın ölümden korkub da hakkında zilleti müstelzim
olan bir vaziyeti kabul etme." Îbnü'z-Zübeyr :
"Muhterem validem, benim re'yim de tamamen bu merkezdedir. Ben ötedenberi dünyâya meyletmedim. Hayâtı sevmedim. Bu
hurucuma sebeb ise ancak " dır, hurumâtin istihlâl edilmesidir. Ben yalnız senin re'yini de öğrenmek istedim. Sen benim
basiretimi artırdın. Bak bu gün nasıl muharebe edeceğimi, nasıl şehîd olacağımı göreceksin. Hüznün artmasın, işi Allah'a teslim
et. Şüphe yok ki, senin oğlun ne bir münkeri ihtiyar etti, ne de fahiş bir işi irtikâb eyledi. Ne bir müslime, muâhide zulm etmek
istedi, ne de bir emânete hıyanet etti. Ne de me'murlarından birinin işlediği bir zulümden haberdâr oldu da ona razı oldu. Benim
yanımda Allah'ın rızâsından daha müreccah birşey yoktur. İlâhî! Ben bunu nefsimi tezkiye için söylemiyorum. Lâkin validemi
ta'ziye için söylüyorum. Tâ ki müteselli olsun." Zâtü'n-Nitâkayn :
"Evlâdım! Ümid ediyorum ki, hakkında sabr-ı cemile nail olurum. Eğer benden evvel ölürsen sabrederek sevab kazanmış olurum.
Eğer zaferyâb olursan sevinirim. Git bakalım, işin sonu ne olacak!" Îbnü'z-Zübeyr :
"Allahu Teâlâ sana mükâfat versin; bana duayı terk etme." Zâtü'n-Nitâkayn :
"Evlâdım, ben sana dâima duâ edeceğim. Kim bâtıl üzere katledilirse edilsin, sen hak üzere katledilmiş olacaksın.
Allâhım! Sen uzun gecelerde uzun boylu ibâdet ve tâatle olan kıyama, âh u enine, şu Mekke'nin, Medine'nin sıcak günlerindeki
susuzluğa, babasına ve bana olan itaatine merhamet et.
Allâhım! Evlâdımı Senin emrine teslim ettim. Kazana razı oldum. Beni ondan dolayı sâbiriler, şâkirler sevabına nail et!"
İbnü'z-Zübeyr, validesinin iki elini tuttu, öpmek istedi. Veda etmek istiyordu. Zâtü'n-Nitâkayn :
"Oğlum, basiret üzere bulun. Bana yaklaş, seninle vedâlaşayim." dedi. Kendisine sarılıb ellerini takbîl eden kahraman oğlunun
giyinmiş olduğu zırha elleri değince : "Bu ne?.. Bu senin, istediğini isteyen bir kimsenin yapacağı birşey değil. Buna neden lüzum
gördün?" diye sordu. İbnü'z-Zübeyr :
"Artık bu benim son günümdür. Sana metânet-i kalb vermek için bu zırhı giydim. Yoksa buna hakîkî bir ihtiyaç hissetmiş
değilim." dedi. Ve Hazret-i Esmâ'nın: "Hayır böyle birşey bana metanet vermez." demesi üzerine zırhı üzerinden çıkarıb attı ve
son vedâını yaparak muhterem validesinden ayrıldı.
Tekrar muharebe meydanına atılan İbnü'z-Zübeyr, hücum ettiği düşman kuvvetlerini darmadağın bir hâle getiriyordu. Bir aralık
(Makam) denilen mevzi-i mübârekde iki rek'at namaz kıldı. Yeniden harbe atıldı. Derken Safa tarafından gelen bir taş parçasıyle o
arslan kalbli mücâhid ağır bir surette yaralandı. Yüzünden kanlar fışkırmaya başlamıştı. Buna rağmen :[156] deyip turfeye devam
ediyordu.
Nihayet her taraftan etrafını saran düşman kuvvetlerinin akurâne savletleri neticesinde hâk-i şehâdet'e düştü.
İbnü'z-Zübeyr Hazretleri doğduğu gün Ashâb-ı Kiram, sevinçlerinden Tekbîr almışlardı. Şimdi de vefatından dolayı sevinen
düşmanları Tekbîr alıyorlardı' Abdu'llâh b. Zübeyr Hazretleri :
Onun doğması üzerine tekbîr almış olanlar, onun katledilmesi üzerine tekbîr alanlardan hayırlıdır." demişti.
Haccâc hâlâ gâyzını teskin edememişti. O muhterem Sahâbîyi asdırmak; fazâhatini de irtikâb etti. Onun hakkında mülhid,
münafık, şerir demek gibi hakaaretlere de cür'et göstermekte bulunmuş idi.
İbn-i Ömer Hazretleri bu mübarek şehidin asıldığı yerden geçerken: tevakkuf etmiş, kendisine bakarak : diye selâm vermiş, duâ
etmiş, sonra da : "Şerlisi senin gibi olan bir ümmet, vallahi'l-azîm nekadar iyi bir ümmettir," diye düşmanlarının sözlerine ta'rizde
bulunmuştur.
Şehîd edilen Îbnü'z-Zübeyr'in mübarek başı kesilib Şam'a gönderilmiş, salb edilen cesedi de bir müddet sonra Abdü'l-Melik'in
emriyle defnedilmiştir.
Diğer bir rivayete göre, validesi rica ve şefaat etmedikçe defnine müsâade edilmiyordu. Hazret-i Esmâ'nın ulûvvİ fıtrati ise böyle
bir ricada bulunmaya müsâid değildi. Nihayet birgün : "Şu hatîb bu minberden hâlâ inmeyecek mi?" demiş, bu söz bir şefaat
telâkki edilerek o büyük kahramanın defnine müsâade edilmişti.
Târih-i Kâmil'in beyânına nazaran Haccâc, Hazret-i Esmâ'yı nezdine musırren da'vet etmiş., bu büyük yürekli kadın, olanca
tehdidlere rağmen bu da'vete icabet tenezzülünde bulunmamış, nihayet Haccâc onu ziyarete gelmiş,
"Abdu'llâh'a yaptığımı nasıl görüyorsun?" diye sormuş, Hazret-i Esma da:
"Görüyorum ki sen oğlumun dünyâsını ifsâd ettin, oğlum da senin âhiretini ifsâd etti." demiş. Haccâc,
"Bırak o münafığı" demekle, Hazret-i Esma,
"Va'llâhi o münafık değildi, belki savvâm, kavvâm idi. İbâdetle, sıla-i rahme riâyetle muttassf idi." diye mukaabelede
bulunmuştu. Haccâc,
"Hadi git, sen bunamışsın." demeğe cür'et etmekle, Hazret-i Esma:
"Yok, va'llâhi ben bunamadım, lâkin ben Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem'in Sakîf kabilesinden bîri yalancı, biri de müfsid
olmak üzere iki şahıs zuhur ede çektir, buyurduğunu işitmiştim. Yalancıyı ki, Muhtâr-ı Sakafî'dir, gördük. Müfsid olan Sakafî
de senden başka değildir." diye mukaabelede bulunmuştur.
Mücâhid oğlunun ufûlünü gördükten birkaç ay sonra da Hazret-i Esrnâ, terk-i hayât ederek ebediyyet âleminde sevgili yavrusuna
kavuşmuştur. Radiya'llâhu Teâlâ anhümâ.[157]

Abdu'llâh B. Ez-Zübeyr'in Tefsir İlmindeki Mevkii

İbnü'z-Zübeyr Hazretleri, sâhibü's-seyf olduğu gibi aynı zamanda sahibü'l-ilm de bulunuyordu. Ashâb-ı Kirâm'ın müfessirlerinden
ma'dûddur. Kendişinden tefsire, bâzı âyetlerin nüzulüne dâir bâzı hadîsler, rivayetler menkuldür. Ez-cümle, âyet-i-Celîlesinin
sebeb-i nüzulünü şöylece beyân etmiştir :
"Nebiyy-i zî-Şân'a Benî - Temîm'den bir cemâat gelmişti. -Kendilerine bir Emîr tâyin edilmesini istiyorlardı. Hazret-i Ebû Bekr
Ka'ka' b. Ma'bed'-in, Hazret-i Ömer de Akra' b. Hâbis'in Emîr tâyin edilmesi re'yinde bulunmuştu. Hazret-i Sıddîk: Yâ Ömer, sen
bana muhalefet için bu re'yde bulunuyorsun, demiş. Ömerü'l-Fâruk da : Hayır, ben muhalefet için bu re'yde bulunmadım, demekle
aralarında sesler yükselmeye başlamıştı. Bunun üzerine âyet-i kerîmesi nazil oldu, -Huzûr-ı Nebevide yüksek sesle konuşulmanın
muvafık olmayacağı beyan buyuruldu-.[158]

Hadîs Ve Fıkıh İlimlerindeki Mevkii

İbnü'z-Zübeyr, ahâdîs-i şerîfe'ye vâkıf, fakaahetle muttasıf idi. Hâiz olduğu ilm ü irfan kendisini daimî surette ibâdet ve tâatte
bulunmaya saik olmuştu. Hânedân-ı Nübüvvete mensûb, Ashâb-ı Cüzînden birçoklarına musâhib olduğu için Resûlu'llâh'ın
Sünen-i Seniyyelerine, mübarek akvâl ve ef’âline lâyıkıyle vâkıf bulunmuştu. Kendisinden Sahîhayn'de otuz üç hadîs-i şerîf
rivayet edilmektedir. Bunların altısı Sahîhü'l-Buhârî'de münderictir.
Sünen-i Tirmizî'de mezkûr bir hadîs-i şerîf'i teberrüken kaydediyoruz:
Abdu'llâh b. ez-Zübeyr'den şöyle mervîdir : Demiştir ki : Vaktaki[159] âyet-i kerîmesi nazil oldu, Zübeyr :
Yâ Resûlâ'llâh! Bizim aramızda dünyâda iken vuku’ bulan husûmet, bilâhare hakkımızda tekerrür edecek midir? diye sordu.
Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem de: Evet, buyurdular, iş o zaman daha şediddir."
Evet, buyurdular, iş o Velhâsıl Abdu'llâh b. ez-Zübeyr her veçhile tebcile lâyık, fazâil ile mev-sûf pek muhterem bir zâttır. Cenâb-
ı Hak kendisinden de, şehid-i muhterem pederlerinden de razı olsun. Âmin.

(1) Sûre : 49 (Hucurât), âyet : 1


Me'hazla : Umdetü'l-Kaarî, Tirmizî, İrşâdü's-Sârî, Üsdü'l-Gaabe, Târîh-i İbn-i Esîr, El-A'lâm.[160]

14- Cabir B. Abdi'llâh (Radîya'llâhu Teâlâ Anh):

Câbir b. Abdi'llâh b. Amri'l-Ensârî es-Selemî, pek muhterem bir Sahâbîdir. Künyesi, "Ebû Abdi'llâh" veya "Abdü'r-Rahmân"dır.
Kendisinden başka, Sahabe arasında Câbir b. Abdi'llâh nâmında iki zât daha vardır. Ashâb-ı Kirâm'dan olmayan hadîs râvîleri
arasında da aynı isimde beş zât mevcûd-dur.
Hazret-i Câbir, Ensâr-ı Kirâm'dan İslâmiyet'i ilk kabul eden zâttır. Birinci Akabe'den evvel Resûl-i Ekrem'e mülâkî olarak
Islâmiyyet şerefine nail olmuştu. Bilâhare Ensârdan yetmiş zât ile beraber İkinci Akabe'de hazır bulunmuş, Bedir, Uhud, Hendek
gazvelerine ve sâireye iştirak etmiş, Bîatü'r-Rıdvân'da da bulunmuştur. Son zamanlarında kendisine amâ târî olmuştu. (94) yaşında
olduğu halde (78) târihinde âhirete irtihâl etmiştir. Medîne-i Münevvere'de vefat eden Sahâbe-i Kirâm'ın âhiridir.[161]

Tefsir İlmindeki Mevkii :

Hazret-i Câbir, Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsına, dekaayıkına vukuf, âyetlerin esbâb-ı nüzulüne ıttıla' ve şâire hususunda da büyük bir
kudret sahibidir. Kendisinden Tefsîr'e dâir bâzı ma'lûmât mervîdir. Ez-cümle,[162]
O an ki, sizden iki taife, Allah nasırları iken korkup zaf göstermek istemişlerdi. Ve mü'minler ancak Allah'a i'timâd etmelidirler."
âyet-i kerîmesi'nin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir :
"Bu âyet-i kerime -Uhud gazvesi üzerine- biz Benî - Seleme ile Benî -Harise hakkında nazil oldu. Biz iki taife, bu âyet-i
Celîle'nîn hakkımızda nazil olmamış olmasını arzuda bulunmayız. Çünkü bu Nazm-i Celîl'de, Allâhu Teâlâ onların velîsi, yâni
nasırı veya hafızı iken, buyurulmuştur. Ne şerefli bir izafet! Ne büyük bir tebşîr!."
[163]
Tezekkî eden muhakkak kurtulmuştur."
Ayet-i kerîmesi'ndeki ma'nâsını da Resûl-i Ekrem'den şöyle rivayet etmiştir: Allâhu Teâlâ'dan başka ma'bûd olmadığına,
ve Hazreti Muhammed'in risâletine şehâdet etmek, endâdı, şebîh ve nazîri red ve hal' eylemektir.[164]

Fıkıh Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii :

Hazret-i Câbir, Sahâbe-i Kirâm'ın fakihlerindendir. Zamanında Medîne-i Münevvere'nin Müftîsi bulunuyordu. Resûl-i Ekrem
Sallâ'llâhu Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz'den birçok ilim ahz etmiştir. Kendisinden bin beş yüz kırk hadîs-i şerîf rivayet
edilmektedir. Bunlardan iki yüz on hadîs Sahîhü'l-Buhârî ile Müslim'de mezkûrdur. Şöyle ki: Bunların elli sekizi her ikisinde,
yirmi altısı yalnız Buhârî'de, yüz yirmi altısı da yalnız Müslim'de mündericdir.
Bunlardan, teberrüken ikisini kaydediyoruz
1- Hayırlılarınız, ömürleri daha uzun, amelleri daha güzel olanlarınızda."
2- Zulümden sakınınız; çünkü zulüm. Kıyamet gününde zulmetlerdir, -şedâid ve nekâle sebebdir-. Hıssetden de sakınınız; zîrâ
hisset, -hırs ve buhl- sizden evvelkileri helak etmiş, onları birlbirinin kanlarını dökmeye, aralarındaki haram olan şeyleri halâl
saymaya sürüklemiştir."
Velhâsıl : Câbir Hazretleri ilm ü irfan ile mücehhez, islâmiyet'in intişârına hizmeti mesbûk, pek muhterem bir zâttır. Radiya'llâhu
Teâlâ anh.
Me'hazlar: Sahîhü'l-Buhârî, Sahîhü'l-Müslim, Müstedrek Umdetü'l-Kaarî, Üsdü'l-Gaabe, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan.[165]

15- Enes B. Mâlik (Radiya'llâhu Anh):

Enes b. Mâlik b. en-Nadîr el-Ensârî el-Hazrecî, pek muhterem bir Sahâbîdir. Künyesi, "Ebû Hamza"dir. Hicret senesinde henüz on
yaşında bulunuyordu. Validesi tarafından Resûl-i Ekrem'in hizmetine tâyin edilmişti. Nebiyy-i zî-Şân'ın :
Yâ Rabbi, malına, evlâdına bereket ver, ömrünü uzun et, günâhını yarlığa!" diye duâsına mazhar olmuştur. Bu cihetle pek çok
evlâdı dünyâya gelmiş, malında feyz ü bereket yüz göstermiş, yüz üç sene kadar yaşamıştır. "Resûlu'llâh'ın hakkımda duâ
buyurduğu dört şeyden üçü tahakkuk etti. Artık hayattan usandım. Şimdi dördüncüsü olan mağfiret-i İlâhiyyeyi ummaktayım."
derdi. Son zamanlarında Basra'da bulunurken -Hazret-i Osman'a yardım etmediği bahanesiyle- Haccâc-ı Zâlim'in bir müddet
gadrine uğramış, mübarek boynuna lâle geçirilmiştir. Haccâc, bu câniyâne hareketiyle o muhterem zâtı nâsın gözünden düşürmek
istemiş, kendisinden halkın uzaklaşmasını, istifâde etmemesini arzu etmişti.
Hazret-i Enes, (93) senesinde Basra'da vefat etmekle Basra'dan bir buçuk fersah uzak bir mesafede bulunan köşkünde husûsî
makbereye defnedilmiştir. Basra'da vefat eden Ashâb-ı Kirâm'ın en sonuncusudur.[166]

Tefsir İlmindeki Mevkii:

Hazret-i Enes'de, terbiye-i Nebeviyyeden münbais büyük bir feyz ü kemâl müncelî idi. Bu cihetle Kur'ân-ı Kerîm'in hakaayıkına
muttali' bulunuyordu. Kendisinden tefsîr'e müteallik bâzı ma'lûmât nakledilegelmiştir. Bunlardan ikisini kaydediyoruz :
1- Hazret-i Enes :[167] Ayet-i celîlesi'nde beyan buyurulan istikaamet erbabının kimler olduğunu şöyle bildiriyor:
"Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem bize bu âyet-i ker'me'yi tilâvet buyurdu. Nâsdan bir; kısmı, böyle, Rabbimiz Allah'dır,
demiş, sonra dönüb kâfir olmuştur. Herkim bunu ölünceye kadar böyle demiş olursa işte o,bunun üzerine istikamette
bulunanlardan olmuş olur." Yâni istikaamet, bu husustaki i'tikaadın ölünceye kadar devamı takdirinde husule gelmiş olur.
2- Hazret-i Enes:[168] Ayet-i celîlesi'nin sebeb-i nüzulünü şöyle rivayet ediyor : "Ebû Cehil, "Yâ Rabbî! Eğer şu, senin tarafından
gelmiş bir kitab ise bizim üzerimize semâdan taşlar yağdır veya elîm bir azâb getir." diye söylenmiş, bunun üzerine bu âyet-i
kerîme nazil olmuştur ki, meali şöyledir : "Halbuki, sen onların aralarında bulundukça Allâhu Teâlâ onlara azâb edecek değildi,
ve onlar istiğfar ettikleri takdirde Allâhu Teâlâ kendilerine azâb edecek değildir. Hem onların neleri vardır ki Allâhu Teâlâ
kendilerine azâb etmesin?. Onlar ki, Müslümanları Mescid-i Harâm'dan men' ediyorlar, halbuki, kendileri Onun -O Mescid-i
Harâm'ın-ehli de değildirler. Onun ehli, -hizmetine lâyık- olanlar ise ancak müttekîlerdir, fakat çokları bilmezler."
Bilâhare Ebû Cehil ve emsali, ta'cîl ettikleri azaba kavuşmuş, Bedir günü İslâm'ın seyf-i celâdetiyle kahrolup gitmişlerdir.[169]

Hadis İlmindeki Mevkii:

Enes b. Mâlik, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in on sene kadar hizmetleriyle şeref-yâb olmuştur. Hattâ derdi ki: "Ben on sene
Resûlu'llâh'a hizmet ettim. Hiçbir gün ne yapmış olduğum birşey için, "Niçin bunu böyle yaptın?" dîye buyurdu; ne de
yapmadığım bir hizmet için "Niçin bunu yapmadın?" diye îhtatfda bulundu."
Hazret-i Enes, bu hizmeti sayesinde Resûl-i Ekrem'in birçok mübarek ef âl ve akvâline yakından şâhid olmuştu. Bununla beraber
Hazret-i Ebû Bekr'den, Hazret-i Ömer ile Osman'dan, Übey b. Kâ'b ile şâir Sahâbe-i Güzin'den de birçok hadîsler ahzetmiştir.
Kendisinden, iki bin yüz seksen altı hadîs-i şerîf rivayet edilmektedir. Bunların yüz altmış sekizi Sahîhayn'da mevcuddur. Seksen
üçü yalnız Buhârî'de, doksan biri de yalnız Sahîh-i Müslim'de mündericdir. Bunlardan teberrüken yalnız üç hadîs-i şerîf
kaydediyoruz :
1- Resûlu'llâh Salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdular : Hangi biriniz, kendi nefsi
için sevdiğini, kardeşi için sevmedikçe, bihakkın mü'min olmuş olamaz."
2- Nebiyy-i zî-şân Efendimiz şöyle buyurdular: Kolaylaştırınız, güçleştirrneyiniz; teskin ediniz, tenfîr etmeyiniz."
3- Resûl-i Ekrem Hazretleri söyle buyurdular:
"Birbirinize buğz etmeyiniz, hasedde bulunmayınız, arka çevirmeyiniz; ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslüman için
kardeşini üç günden ziyâde terk etmek helâl olmaz."
Velhâsıl : Enes b. Mâlik Hazretleri, Resûl-i Ekrem'in hadimi olmakla mümtaz, ilm ü irfan ile mücehhez, zühd ü takva ile mevsûf,
muhterem bir zât idi.. Radiya'llâhu Teâlâ anh.
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, Umdetü'l-Kaarî, Şifâ-i Şerîf, Üsdü'l-Gaabe, Tezkiretü'l-Huffâz, İtkaan, Târîh-i Kâmil.[170]

Birinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

16- Alkame:

Ebû-Şibl, İbn-i Kays b. Abdi'llâh el-Kûfî, Tâbiîn'in pek büyüklerindendir. İrtihâl-i Nebevî'den evvel doğmuş, fakat mülakat
şerefine nail olamamıştır. Evlâd bırakmaksızın (62) veya (70) veya (90) târihinde vefat etmiştir.[171]

Tefsirde Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:

Alkame büyük bir âlimdir. Müfessir, muhaddis, fakîh bir zâttır. Celâleti ve tevsiki hakkında ittifak vardır. İbn-i Mes'ûd'dan
Kur'ân-ı Kerîm-i teallüm etmiş, fıkh öğrenmişti. Kur'ân-ı Mübîn'i güzel bir savt ile okur, ahlâk ve atvârıyle üstâzı İbn-i Mes'ûd'a
benzerdi.
Alkame, Ömer b. el-Hattâb'a, Osman .ta. Affân'a, Aliyyü'l-Murtazâ'ya, Ebü'd-Derdâ'ya mülâki olmuş, onlardan hadîs dinlemiş,
ilim ahzetmiştir. Hazret-i Ebû Bekr'den ve bir kısım Sahâbe-i Kirâm'dan hadîs rivayet eder. Kendisinden de Ebû Vâil, Muhammed
bin Şîrîn, İbrâhim en-Nehaî, Şa'bî gibi zâtlar ilim ahzetmiş, rivayette bulunmuşlardır. İbn-i Mâce'den başka Buhârî'de ve şâir bir
kısım kütüb-i ahâdîsde rivayetleri mevcûddur.
Tefsîr'e dâir Buhârî'de mezkûrbirrivayetini kaydediyoruz: Alkame, İbn-i Mes'ûd'dan şöyle naklediyor: Vaktaki:[172]
Îmân edip de, îmanlarını bir zulm ile karıştırmayan kimseler -yok mu?- işte korkudan eınîn olmak onlara mahsustur; hidâyete
erenler de onlardır."
âyet-i celîlesi nazil oldu. Ashâb-ı Kiram: "Hangimiz zulm etmiş bulunmuyoruz?" dediler, -heyecana düştüler-. Bunun üzerine
:[173]
Hani Lokman da oğluna öğüd vererek demişti ki: Oğulcağızım, Allah'a şirk koşma! Şüphe yok ki bu şirk pek büyük bir
zulümdür." âyet-i kerîmesi
nazil oldu.
Demek oluyor ki, bu Nazm-ı Celîl, evvelki âyetteki umûmu, tahsis etmiş, emândan, hidâyete nâiliyyetten mahrûmiyyeti intâc eden
zulmün Cenabı Hakk'a şerik ittihâz etmekten ibaret olduğuna işareti mutazammın bulunmuştur. Filhakika Resûl-i Ekrem
Efendimiz de bir hadîs-i şerîfiyle bu zulümden, bir zulm-i mukayyed murâd olduğunu tasrîh etmiştir ki, o da şirkten ibarettir.
Velhâsıl : Alkame, Tabiîn arasında büyük bir mevki' sahibidir. (Kaa-bûs b. Ebî Zabyân el-Kûfî) diyor ki: Ben babama, "Niçin
Ashâb-ı Kirâm'ın meclislerini bırakıb da Alkame'nîn yanına gidiyorsun?" diye sordum. Babam dedi ki: "Ben Resûlullâh'ın birçok
Ashabına yetiştim ki, onlar Alkame'den soruyor, ondan istiftâda bulunuyorlardı."
Ebû İshak da derdi ki: "Alkame Rabbâniyyûndandır." Rahmetu'llâhi aleyh.
Me'hazlar:.Sahîhü'l-Buhârî, Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Takrîbü’t-Tehzip.[174]
17- Muhammed b. Kâ'b:

Ebû Hamza İbn-i Kâ'b b. Selîm İbn-i Esed el-Kurazî el-Medenî, Tabiîn'in büyüklerindendir. (40) tarîhinde doğmuş, (90) veya
(120) senesinde Medîne-i Münevvere'de bir mescidde hadîs-i şerîf okuturken tavanın yıkılması üzerine cemâatten bir kısmıyla
beraber enkaz altında kalarak vefat etmişlerdir.
Zamân-ı Nebevide doğmuş olduğuna dâir olan rivayet, vehim sayılmaktadır.[175]

Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:

Ebû Hamza büyük bir âlimdir; muhaddislerce sikadır. Avn b. Abdi'llâh demiştir ki: "Ben Kurazî kadar te'vîl-i Kur'ân'a vâkıf bir
kimse görmedim”' İbn-i Sa'd ve İclî de kendisini tevsik etmektedirler.
Ebû Hamza bir müddet gidib Kûfe'de ikaamet etmiş, sonra yine Medîne-i Münevvere'ye avdet eylemiştir. Hayâtını ilme vakfetmiş
ve o yolda ömrü nihayet bulmuştur. Hazret-i Âişe'den, İbn-i Ömer'den, İbn-i Abbâs'dan, Zeyd b. Erkam'dan, Fadâle b. Ubeyd'den,
Ebû Hüreyre'den vesâire'den rivayet eder.Kendisinden de İbnü'l-Münkedir, Yezîd Îbnü'l-Hâdî, El-Velîd b. Kesîr gibi zâtlar
rivayette bulunurlar. Rivayet ettiği hadîsleri Eimme-i Şifte tahrîc etmişlerdir. Tefsîr'e dâir verdiği ma'lûmât, rivayet tarîkına
müste-niddir.Bizzat İbn-i Abbâs'dan, İbn-i Ömer'den tefsir ahzetmiştir.
İbn-i Cerîr'in nakline nazaran Muhammed b. Kâ'b :[176]
Yoksa sanıyorlar mı ki, biz onların sırlarını, gizli sözlerini işitmiyoruz?. Evet.. İşitiyoruz,
hemonların yanlarında elçilerimiz vardır; yazıyorlar."
âyet-i celîlesi'nin sebeb-i nüzulünü şöyle anlatmıştır:
"Kâ'be-i Muazzama ile estâr-ı Kâ'be arasında oturup konuşan iki Kureşî ile bir Sakafî veya iki Sakafî ile bir Kureşî beyninde bir
muhavere cereyan etmiş, bunlardan biri demiş ki: Nasıl görürsünüz, Allâhu Teâlâ bizim lâkırdılarımızı işidir mi? Diğeri de demiş
ki; Aşikâr söyler iseniz işidir; gizlice söyler iseniz işitmez. Bunun üzerine, âyet-i kerîmesi nazil olmuştur."
Velhâsıl; Muhammed b. Kâ'b, müfessirlerin kudemâsmdan fâzıl, muhterem bir zâttır. Rahmetu'llâhi aleyh.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Takrîbü't-Tehz'b, Mevzûâtü'l-Ulûm.[177]

18- Mürre B. Şurahbîl:

Mürre b. Surahbîl el-Hemedânî el-Kûfî, Tâbiîn'in büyüklerindendir. Asr-ı,Nebevî'de tevellüd etmiş ise de Resûl-i Ekrem'i görmek
şerefine nail olmamıştır. (90) târihinde vefat etmiştir.[178]
Mürre büyük bir âlimdir. Muhaddisler arasında mühim bir mevki' sahibidir, Hazret-i Alî'den, İbn-ı Mes'ûd ile Ebû Mûse'l-
Eş'arî'den hadis rivayet eder. Kendisinden de İsmâîlü's-Süddî, Talha bin Musarrif, Ata' İbnüs-Sâbî gibi Tabiîn rivayette
bulunmuşlardır. Rivayet ettiği ahâdîs-i şerîfe'nin bâzıları Kütüb-i Sitte'de mezkûrdur.
Mürre, müfessirler arasında da büyük bir kudret sahibidir. Hakkında Zehebî merhum : Tefsir hususunda nüfûz-ı nazara mâlik
idi." demiştir.
Bu zât pek âbid, zâhid idi. Bu cihetle kendisine ."Müretü't-Tîb", "Mürretü'1-Hayr" da denilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, Takrîbü't-Tehzîb.[179]

19 - Refî' B. Mihrân:

Ebü'l-Âliye, Refî' b. Mihrân er-Riyâhî el-Basrî, Tâbiîn'in kibârındandır. Câhiliyyet devresinde yetişmiş, irtihâl-i Nebeviden iki
sene sonra îslâmiyyet şerefine nail olmuş, Ebû Bekri's-Sıddîk'ı ziyaret etmiş, Hazret-i Ömer'in arkasında namaz kılmış, (93)
târ'hinde vefat eylemiştir. Latifeyi sever, lâtif meşrebli bir zât olduğu rivayet olunmaktadır.[180]

Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:

Ebü'l-Âliye, Tabiîn arasında yüksek bir âlimdir. İbn-i Abbâs Hazretleri, huzurunda Kureyş'den birçok kimseler bulunduğu halde
Ebü'l-Âliye'yi yanına oturtturur, "İşte ilim, insanın şerefini böyle kat kat eder." derdi.
Ebû Bekr b. Dâvûd demiştir ki: "Ashâb-i Kirâm'dan sonra Kur'ân'a, Ebü'l-Âliye'den, ba'dehû Saîd b. Cübeyr'den daha âlim bir
kimse yoktur."
Ebü'l-Âliye, Kur'ân ilmini Übey b. Kâ'bdan, Zeyd b. Sâbit'den öğrenmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan, Aliyyü'l-Murtazâ'dan, Âişe-i
Sıddîka ile İbn-i Mes'ûd gibi zevattan rivayet eder. Kendisinden de Hâlidü'l-Hazzâ', Rebî' b. Enes ve şâire rivayette bulunurlar.
Ebü'l-Âliye, Tefsir İlmini İbn-i Abbâs'dan öğrenmiştir. Bu hususta en ziyâde, üstâzı tbn-i Abbâs'a istinâd eder.[181]
Ayet-i kerîmesinin tefsirinde diyor ki : Allâhu Teâlâ'nın Resûl-i Ekrem'ine salâtından murâd, anı melâike-i kiram indinde
sena buyurmasıdır. Melâikenin salâtından murad da onların Nebiyy-i zî-Şân'a duâ etmeleridir."
Velhâsıl : Ebü'l-Âliye, ilm ü irfânıyla temayüz etmiş büyük bir zâttır, Rahmetu'Hâhi aleyh.
Me'hazlar : Sahîhü'l-Buhârî, Umdetü'l-Kaarî, Tezkîretü'l-Huffâz, Mevzûâtü'l-Ulûm.[182]

[1]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/3.
[2]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/5-7.
[3]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/7-8.
[4]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/9.
[5]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/9-10.
[6]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/
[7]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/10-12.
[8]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/12-16.
[9]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/17.
[10]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/17-20.
[11]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/20-25.
[12]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/26-36.
[13]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/36-37.
[14]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/38-43.
[15]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/43-46.
[16]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46.
[17]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46-47.
[18]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47.
[19]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47-48.
[20]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/48-49.
[21]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/49.
[22]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/50-53.
[23]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/53-56.
[24]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/56.
[25]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/56-57.
[26]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/57-58.
[27]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/58-61.
[28]
Tevriye; karîb ve baid iki ma'nâsı olan bir lâfzı îrâd odib karîb ma'nâsı îhâm edildiği halde baîd ma'nâsını kasdeylemektir
[29]
İltifat; bir nükteye mebnî tekellümden, hitâbdan, veya gaybetten diğerine kelâmı nakletmektir. Meselâ o derken beni demeye başlamak gibi.
[30]
Tıbâk; "bir kelimede ağlamak - gülmek, ölmek - dirilmek gibi iki mütezâd lâfzı cem' etmektir.
[31]
Tashîf; iki kelimedeki harflerin noktalarca ihtilâfıdır.
[32]
Cinâs-ı muharref; kelimelerdeki harflerin hareke i'tibârîle ihtilâfıdır.
[33]
Nezâhet; bir şahıs hakkındaki hicânın fuhuş lâfızlarından hâlî olmasıdır. Bir hâlde ki genç bir kız bile onu başkaları yanında hiçbir hicâb duymaksızın oku-
yabilir.
[34]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/61-64.
[35]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/64-69.
[36]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/69.
[37]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/69-72.
[38]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/72-79.
[39]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/79-84.
[40]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/84-91.
[41]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/91-95.
[42]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/97.
[43]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/97-99.
[44]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/99.
[45]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/99-104.
[46]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/104.
[47]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/104.
[48]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/105.
[49]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/105-107.
[50]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/107-114.
[51]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/114--115.
[52]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/117.
[53]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/117-123.
[54]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/123-134.
[55]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/134-135.
[56]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/135-136.
[57]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/136-137.
[58]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/137.
[59]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/137-138.
[60]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/138.
[61]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/138.
[62]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/138-139.
[63]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/139.
[64]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/139.
[65]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/139.
[66]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/139-140.
[67]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/140.
[68]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/140-144.
[69]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/144-145.
[70]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/145-153.
[71]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/153-158.
[72]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/158-161.
[73]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/161.
[74]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/179.
[75]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/179-181.
[76]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/181-182.
[77]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/183-187.
[78]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/187-188.
[79]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/203.
[80]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/203-204.
[81]
Sûre : 5 (Mâide), âyet : 105
[82]
Sûre : 80 (Abese), âyet : 31
[83]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/204-205.
[84]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/205-206.
[85]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/206-207.
[86]
Meali: Üç zat ki, fazilet ve ulviyetleriyle temayüz etmişlerdi, Rabbü’l-alemin onları haşr olunacakları günde revnak ve behcete müstağrak edecektir. Yad
olundukları zaman anları başkalarına tafdil ve tercih etmiyecek mutabassır bir mü’min mutasavver değildir. Her üçü de birbirinden ayrılmaksızın birlikte
yaşadılar;irtihallerinde de makbere-i saadetlerine konulduklarına yine birleştiler.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/207.
[87]
Sûre: 69 (Hakka), âyet : 40, 41
[88]
Sûre : 69 (Hakka), âyet : 42
[89]
Sûre : 8 (Enfâl), âyet : 64
[90]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/208-209.
[91]
Sûre : 51 (Zâriyât), âyet : 1
[92]
Sûre : 51 (Zâriyât), âyet : 3
[93]
Sûre : 51 (Zâriyât), âyet : 4
[94]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/209-210.
[95]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/210-211.
[96]
Sûre : 3 (AI-i îmrân), âyet : 200
[97]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/211-212.
[98]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/212-213.
[99]
Sûre : 2 (Bakare), âyet : 137
[100]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/213-214.
[101]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/214-215.
[102]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/215.
[103]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/215-216.
[104]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/216.
[105]
Sûre : 2 (Bakare), âyet : 207
[106]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/217-220.
[107]
Sûre: 42 (Şûra), âyet : 30
[108]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/220-221.
[109]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/221-222.
[110]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/222-223.
[111]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/223.
[112]
Sûre : 98 (Beyyine)
[113]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/223-224.
[114]
Sûre: 48 (Feth), âyet : 26
[115]
Sûre: 59 (Haşr), âyet : 2
[116]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/224.
[117]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/224-225.
[118]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/225.
[119]
Sûre .4 (Nisa), âyet : 41
[120]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/225-226.
[121]
Sûre: 102 (Tekâsür), âyet: 8
[122]
226.
[123]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/226-227.
[124]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/227-228.
[125]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/228-229.
[126]
Yâni: İşte zulm etmekte olan memleketleri yakaladığı zaman da Rabbitı böyle yakalar. Anın yakalaması, çarpması elimdir; şedîddir.
Sûre : 11 (Hûd), âyet : 102
[127]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/229.
[128]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/229-230.
[129]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/230-231.
[130]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/231.
[131]
Sûre: 4 (Nisa), âyet : 88
[132]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/231-232.
[133]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/232-233.
[134]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/233.
[135]
Sûre : 39 (Zümer), âyet : 68
[136]
Sûre : 99 (Zilzâl), âyet : 4
[137]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/233-234.
[138]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/234-236.
[139]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/236.
[140]
Sûre : 40 (Gâfir), âyet : 28
[141]
Sûre : 48 (Feth), âyet : 8
[142]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/236-237.
[143]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/237-238.
[144]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/238-241.
[145]
Meali: "Allâhau Teâlâ iki gözümün nurunu aldı ise de, benim lisânımda, kalbimde onlardan bir nûr mevcuddur, Kalbim parlaktır. Aklım da kusurdan beridir.
Lisânımda ise ötedenberi kılınç gibi keskin bir te'sir vardır.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/241-242.
[146]
Sûre : 70 (Maâric), âyet . 37
[147]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/242-244.
[148]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/244-246.
[149]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/246-247.
[150]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/247-248.
[151]
Sûre : 17 (Isrâ) âyet : 79
[152]
Sûre : 9 (Tevbe), âyet : 84
[153]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/248-249.
[154]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/250-251.
[155]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/251.
[156]
Yâni : "Biz, yaralarımız arka taraflarımıza kanar kimseler değiliz. Fakat Dizim kanlarımız, ayaklarımızın, üzerine damlar durur."
[157]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/251-255.
[158]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/255-256.
[159]
Sûre: 39 (Zümer), âyet : 31
[160]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/256-257.
[161]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/257.
[162]
Sûre : 3 (Al-i İmraan), âyet : 122
[163]
Sûre : 87 (A'lâ), âyet : 14
[164]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/257-258.
[165]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/258.
[166]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/258-259.
[167]
Sûre : 41 (Fussilet), âyet : 30 ve Sûre : 46 (Ahkaf), âyet : 13
[168]
Sûre:8 (Enfâl), âyet : 33
[169]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/259-260.
[170]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/260-261.
[171]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/261.
[172]
Sûre : 6 (En'âm), âyet : 82
[173]
Sûre : 31 (Lokman), âyet : 13.
[174]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/261-262.
[175]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/262.
[176]
Sûre :43 (Zuhruf), âyet : 80
[177]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/262-263.
[178]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/263.
[179]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/263-264.
[180]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/264.
[181]
Sûre: 33 (Ahzâb), âyet :56
[182]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/264-265.
ext style='text-align:justify'> [164]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/257-258.
[165]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/258.
[166]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/258-259.
[167]
Sûre : 41 (Fussilet), âyet : 30 ve Sûre : 46 (Ahkaf), âyet : 13
[168]
Sûre:8 (Enfâl), âyet : 33
[169]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/259-260.
[170]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/260-261.
[171]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/261.
[172]
Sûre : 6 (En'âm), âyet : 82
[173]
Sûre : 31 (Lokman), âyet : 13.
[174]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/261-262.
[175]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/262.
[176]
Sûre :43 (Zuhruf), âyet : 80
[177]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/262-263.
[178]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/263.
[179]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/263-264.
[180]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/264.
[181]
Sûre: 33 (Ahzâb), âyet :56
[182]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/264-265.
1.CİLT / 2.Bölüm
20- İbrahim En-Nehaî:
Tefsir Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:
21- Saîd b. Cübeyr
Tefsirde Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:
Hâdise-i Şehâdeti:
İkinci Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler
22- Mücâhid B. Cebr;
Tefsirde Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:
23- Şa'bi:
Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:
24- Dahhâk
Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:
25- Tâvûs B. Keysân:
Mevki-i İlmisi:
26- İkrime:
Tabiîn Arasındaki Mevkii:
27- İbn-i Sîrîn:
Tabiîn Arasındaki Mevkii :
28- Hasan-ı Basrî:
Tabiîn Arasındaki Mevkii:
29 - Atıyyetü'l-Avfî :
Mevki-i İlmîsi:
30- Ata B. Ebî Rebâh:
Tabiîn Arasındaki Mevkii:
31- Katâde :
Tabiin Arasındaki Mevkii:
34- Süddî-i Kebîr:
Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii :
35 - İbn-i Ebî Nüceyh Es-Sakafî:
Mevki-İ İlmîsi :
36- Zeyd B. Eşlem :
Mevki-i İlmîsi:
37- Rebî' B. Enes:
Mevki-i İlmîsi:
38- Alî B. Ebî Talha
Mevki-i İlmisi:
39- Amr B. Ubeyd:
Mevki-i İlmîsi
40 — İbnü's-Sâib El-Kelbî
Mevki-i İlmîsi:
41- İmâm-ı A'zam:
İmâm-ı A'zam'ın Meşâyihi:
İmâm-ı A'zam'ın Tefsirdeki Mevkii:
İmam-ı A'zam'ın İlm-i Hadisdeki Mevkii
42- Mukatil İbn-i Süleyman :
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
43- Şu'be B. El-Haccâc:
Mevki-i İlmîsi:
44- Sufyan-ı Sevr ı :
Mevki-i İlmîsi:
45- İmâm-1 Mâlik:
İmâm-ı Mâlik'in Meşâyihi:
İmâm-ı Mâlik'in Tefsir Ve Hadisdeki Mevkii:
46- Abdü'r-Rahmân:
Mevki-i İlmîsi:
47- Hüşeym B. Beşîr:
Mevki-i İlmîsi:
48- Yûnus B. Habîb
Mevki-i İlmîsi
49- Ebü'l-Hasen El Kisâî:
Mevki-i İlmîsi:
50- Muhammed Ruvâsi:
Mevki-i İlmîsi:
51- Süfyân B. Uyeyne :
Mevki-i İlmîsi:
52- Vekî' B. El-Cerrâh:
Mevki-i İlmîsi:
Müfessirlerin Üçüncü Tabakası
53- İmâm-1 Şafiî :
İmâm-1 Şafiî'nin Meşâyihi:
İmâm-ı Şafiî'nin Tefsir, Hadîs Ve Fıkıh İümlerindeki Mevkii :
54- Ravh B. Ubâde:
Mevki-i İlmîsi:
55- Yezîd B. Hârûn :
Mevki-i İlmîsi;
56- Muhammed B. El-Müstenîr:
Mevki-i İlmîsi:
57 - Vâkidi:
Vâkidî'nin Mevki-i İlmîsi:
58- Ferrâ':
Mevki-i İlmîsi:
59- Ebu Ubeyde, Ma'mer B. El-Musenna:
Kudret-i İlmiyyesi:
60- Abdü'r-Rezzâk B. Hemmâm:
Mevki-i İlmîsi:
61- Ahfeş-i Evsat :
Mevki-i İlmîsi:
62- Âdem B. Ebi İyâs:
Meşâyihi:
Tefsir İlmindeki Mevkii:
Muhaddisler Arasındaki Mevkii:
Bir Muhaveresi:
63- Kasım B. Sellâm :
Kudret-i İlmiyyesi:
64- Muhammed B. Hatim :
Kudret-i İlmiyyesi:
65- Ebü Bekr İbn-i Ebî Şeybe:
Kudret-i İlmiyyesi:
66- İshâk B. Râheveyh
Mevki-i İlmîsi :
67- Osman B. Ebî Şeybe:
Mevki-i İlmisi:
68- İmâm-ı Ahmed B. Hanbel:
İmâm-ı Ahmed'in Meşâyihi:
İmâm-ı Ahmed'in Tefsir, Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii
İmâm-i Ahmed'in İbtilâsı Ve Metânet-i Ahlakıyyesi:
69- Ebü'l-Hasen Alî El-Mervezî:
Kıymet-i İlmiyyesi :
70 - Abd B. Humeyd:
Mevki-i İlmîsi:
71- Dârimî:
Kudret-i İlmiyyesi:
72- İmâm-ı Buhârî:
Meşâyihi:
Tefsir İlmindeki Mevkii:
Muhaddisler Arasındaki Mevkii:
Hafızasındaki Kuvvet:
Seyâhatları Ve İbtilâsı:
Şiir İle Alâkası:
73- Îmam-i Müslim:
Meşâyihi:
Tefsir İlmindeki Mevkii:
Muhaddisler Arasındaki Mevkii:
74- İbn-i Abdi'l-Hakem :
Mevki-i İlmîsi:
75 - İbn-i Mâce:
Meşâyihi :
Tefsir Ve Hadis İlmindeki Mevkii:
76- Ebû Dâvüd Es-Sicistani :
Meşâyihi
Tefsir Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii :
Basra'da İkametinin Sebebi:
77 - İbn-i Nakîb:
Meşâyihi:
Tefsir Ve Hadîs İlmindeki Mevkii:
78- Bak1yy B. Mahled:
Kudret-i İlmiyyesi ;
79- İbn-i Kuteybe:
Mevki-i İlmîsi:
80 - Ebu Hatim Er-Râzî:
Meşâyihi:
Mevki-i İlmîsi:
81- Tirmizî:
Meşâyihi:
Tefsir Ve Hadîs İlmindeki Mevkii:
82- Ebû Hanîfe Ed-Dineveri:
Kudret-i İlmiyyesi:
83- İsmail b. İshak:
Kudret-i İlmiyyesi:
84- Sehl Et-Tüsterî:
Tefsir Ve Tasavvurdaki Mevkii:
85- Müberrid:
Kudret-i İlmiyyesi:
86- El-Haffâf:
Mevki-i İlmîsi:
87- Sa'leb:
Mevki-i İlmîsi:
88- Ebû Yahya Er-Râzî:
Mevki-i İlmîsi :
89- İsmail b. İshâk:
Mevki-i İlmîsi:
Dördüncü Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
90- Neseî:
Meşâyihi
Tefsir Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii:
91- Alî El-Kummî:
Mevki-i İlmîsi :
92-Velld b. Ebân :
Mevki-i İlmîsi :
93- İbn-i Cerîr:
Seyâhatları Ve Üstadları :
İbn-i Cerîr'in Tefsîr'deki Mesleği :
İbn-i Cerîr'in Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii:
İbn-i Cerîr'in Edebiyattaki, Târihdeki Mevkii:
94- Ebû İshâk Ez-Zeccâc:
Kudreti İlmiyyesi:
95- İbn-i Ebî Dâvûd :
Mevki-i İlmisi:
96- İbnü'l-Münzir :
Mevki-i İlmîsi:
97- İbnü'l-Hayyât:
Kudret-i İlmiyyesi :
98 - İbn-i Keysân:
Kudret-i İlmiyyesi:
99- Ebû Ca'fer Et-Tahâvî:
Kudret-i İlmiyyesi :
100 - Ebû Zeyd El-Belhî:
Mevki-i İlmîsi:
101- Ebu Müslim, Muhammed:
Kudret-i İlmiyyesi:
102 - İmâm Ebü'l-Hasen El-Eş'arı:
Mevki-i İlmîsi:
103 - İbn-i Ebî Hatim:
Mevki-i İlmisi
104- İmâm Ebü Mansür-i Mâtürîdî :
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
105- El-Hasen Alî B. Îsâ:
Mevki-i İlmîsi:
106 - Ebû Ca'fer En-Nahhâs:
Mevki-i İlmîsi :
107- İbn-i Cemşâd :
Mevki-i İlmîsi:
108- Kasım B. Asbağ :
Mevki-i İlmîsi :
109- İbn-i Deresteveyh :
Mevki-i İlmisi :
110- Ebü'l-Hakem, Münzir:
Mevki-i İlmîsi:
111- İbn-i Ebî Osman:
Mevki-i İlmisi:
112- İbn-i Miksem :
Kudret-i İlmiyyesi :
113- Ebü Bekr En-Nakkaş :
Mevki-i İlmîsi:
114- El-Kaaliyy :
Mevki-i İlmîsi:
115- Ebü't-Kaasim Et-Taberânî:
Mevki-i İlmîsi:
116- Kafkal-i Kebîr:
Kudret-i İlmiyyesi:
Mezhebi:
117 - Ebü'l-Hasen El-Cürcânî:
Kudret-i İlmiyyesi:
118- Ebü’ş-Şeyh :
Mevki-i İlmîsi
119- Ebû Kansûr El-Ezherî:
Kudret-i İlmiyyesi:
120- Ebû Bekr El-Cessâs
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
121 - Muhammed B. Muhammed El-Herevî:
Kudret-i İlmiyyesi :
122 - Ebü'l-Leys:
Mevki-i İlmisi :
Tefsirdeki Mesleği:
123- Ebû Alî El-Fârisî:
Kudret-i İlmiyyesi:
124- İbn-i Atıyye El-Kadîm :
Kudret-i İlmiyyesi :
125- Ebü'l-Hasen Er-Rummânî:
Mevki-i İlmîsi:
126- İbn-i Şahin:
Mevki-i İlmîsi :
127- Ubeydullah El-Esedî:
Mevki-i İlmîsi :
128 - Muhammed El-Üdfuvî:
Mevki-i İlmîsi
129- Ebû Muhammed El-Mâhânî El-İsfehânî:
Mevki-i İlmisi :
130- El-Muâfâ En-Nehrevânî :
Mevki-i İlmîsi:
131- Ahmed B. Fâris:
Mevki-i İlmisi:
132 - Ebü Hilâl El-Askerî:
Mevki-i İlmisi :
Beşinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler.
133- El - Hâkim :
Meşâyihi
Tefsir Ve Hadis İlimlerindeki Mevkii:
134- İbn-i Fûrek:
Mevki-i İlmîsi:
135- Ebü'l-Kaasım En-Nîsâbûrî:
Kudret-i İlmiyyesi:
136- Şerif Radıyy:
137- Ebu'l-Kaasım Hibetullah:
Mevki-i İlmîsi:
138- Ebû Bekr Muhammed En-Nîsâbûrî:
Mevki-i İlmisi:
139- Ebü Abdi'r-Rahmân Es-Sülemî:
Meşâyihi:
Mevki-i İlmîsi
Tefsirdeki Mesleği:
140- İbn-i Merdevey H:
Tefsir Ve Hadis İlmindeki Mevkii:
141- Abdü'l-Kaadir El-Bağdâdî:
Kıymet-i İlmiyyesi:
142- Ebû İshak Sa'lebî:
Mevki-i İlmîsi:
143- İbn-i Sînâ:
İbn-i Sînâ'nın Seyahatları Ve Me'mûriyetleri:
İbn-i Sînâ'nın Mevki-i İlmîsi:
144- Ebü Ömer, Meâfirî:
Kudret-i İlmiyesi
145 - Alî El-Havfî:
Kıymet-i İlmiyyesi:
146 - İsmail B. Ahmet El-Hîrî:
Mevki-i İlmîsi:
147- Şerîf Murtazâ
Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
148- Mekkî B. Hammûş:
Mevki-i İlmîsi:
149- Ebû Muhammed El-Cüveynî:
Üstadları:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Zühd Ü Takvası:
150- Ahmed B. Ammâr :
Kudret-I İlmiyyesi :
151 - Ebû Osman Es-Sâbûnî:
Üstazları:
Mevki-i İlmisi:
152 - Mâverdi:
Üstazları:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Mâverdî'nin Seciyyesi, Tevazuu:
153- Ebû Müslim, Muallim-i İsfehânî :
Mevki-i İlmisi
154- Ebû Ca'fer Et-Tüsî:
Mevki-i İlmisi
155- Ebü'l-Kaasım El-Kuşeyrî:
Üstazları:
Kudret- İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Seyahatleri:
156- Vâhîdî
Üstazları
Mevki-i İlmîsi
Tefsirdeki Mesleği:
157-Ebü'l-Muzaffer Şahfûr:
Mevki-i İlmîsi:
158- İmâmü'l-Haremeyn:
Üstazları:
Kudret-i İlmiyesi:
Seyahatleri:
159 - Ebü Ma'şer Et-Taberî:
Mevki-i İlmîsi:
20- İbrahim En-Nehaî:

Ebû Imrân, İbrahim b. Yezîd b. Kays el-Küfı, Tâbiin'in büyüklerindendir. Kendisi Kûfe'lidir. Fakat aslen Yemen'deki Neha'
kabilesinden olduğundan "Nehaî" nisbetiyle meşhur olmuştur. Daha ihtiyar olmadan H. 95 târihinde vefat etmiştir.

İbrâhîm-i Nehaî büyük bir âlim, büyük bir fakîhdi. Hadîs'de de ihtisas sahibi bulunuyordu. Şöhretden kaçınır, sorulmadıkça ilme
dâir söz söylemezdi.

Abdü'l-Melik b. Ebî Süleyman demiştir ki: "Ben Saîd b. Cubeyr'den, şöyle dediğini işittim: Siz benden fetva istiyorsunuz. Halbuki
aranızda İbrâhim en-Nehaî mevcud bulunuyor."

İbrâhîm en-Nehaî, akrabası olan Alkame'den ve Mesrûk ile Esved'den rivayet eder. Kendisinden de Hammâd b. Ebî Süleyman ve
Simâk gibi zâtlar rivayette bulunurlar.

İmâm-ı A'zam, üstâzı Hammâd'dan hikâye ediyor: Hammâd demiş ki: "Ben İbrâhîm en-Nehaî'ye Haccâc-ı Zâlim'in öldüğünü
müjdeledim. Hemen secdeye kapandı ve sevincinden ağladı."

Bu mübarek zattan tefsîr'e dâir de bâzı şey'ler nakledilmiştir.

İbn-i Ebi Hâtem şöyle naklediyor: "İbrâhîm en-Nehaî dedi ki:

"Ey örtünmüş olan! Gece kalk"[1] âyeti celîlesi nazil olduğu zaman Rasûlullâh bir havluya bürünmüş bulunuyordu."

Resûl-i Ekrem Hazretleri bu âyeti kerîme ile geceleri kalkıp bir müddet namaz kılmak ve Kur'ân tilâveti ile meşgul olmakla
mükellef kılınmıştı. Bu cihetle, Teheccüd namazı Resûl-i Ekrem'e hâs bir vecîbe idi.

İbrâhîm en-Nehaî Fıkıh Târîhi'nde büyük bir mevki' sahibidir. İmâm-ı A'zam'ın bil-vâsıta üstadlarından sayılır.[2]

21- Saîd b. Cübeyr

İbn-i Hişâm el-Kûfî el-Esedî, Tâbiîn'in en meşhurlarındandır. Künyesi, "Ebû Muhammed" veya "Ebû Abdillâh"dır. Aslen Habeşîdir.
Takriben H. 46 târihinde doğmuş, H. 95 senesinde şehîd olarak vefat etmiştir. Kabri Vâsit şehri hâricinde bir ziyâretgâhdır.

Saîd b. Cübeyr büyük bir imam; yüksek bir âlimdir. Yüce kadrini, celâlet-i şânını, zühd ü takvasını herkes tasdik etmektedir. Hazık,
nâkıd, mütebassir bir zât idi. Bu cihetle kendisine Cehbezü'l-ülemâ denilmiştir.

Süfyân-ı Sevrî demiştir ki: "Tefsîr ilmini dört kişiden alınız. Saîd İbn-i Cübeyr, Mücâhid, İkrime ve Dahhâk."

Katâde de diyor ki : "Tâbiîn'in en âlimi dört zâttır: Menâsik'de, Atâ' İbn-i Ebî Rebâh; Tefsîr'de, Saîd b. Cübeyr; Siyer'de, İkrime;
Mevıze, Helâl ve Haram'da da, Hasan-ı Basrî."

Saîd b. Cübeyr, Kur'ân-ı Kerîm'i İbn-i Abbâs'dan teallüm etmiş, Tefsîr'e, Hadîs'e müteallik ma'lûmâtı yine İbn-i Abbâs ile, İbn-i
Ömer, Abdu'llâh b. Câbir, Abdu'llâh b. ez-Zübeyr'den ve sair birçok Sahâbe-i Güzin'den ahzeylemiştir. Kendisinden de birçok
kimseler müstefîd olmuş, Zührı ile şâir bir hayli Tabiîn rivâyetde bulunmuşlardır.

Abdü'l-Melik İbn-i Mervân'ın talebi üzerine Saîd b. Cübeyr'in yazdığı Tefsîr'i Atâ' b. Dînâr nakletmiştir. Bu tarîk ile vârid olan
tefsîr'in yazılabileceği ve ihticâca sâlih bulunduğu Itkan'da beyân olunuyor.

Dahhâk'in İbn-i Abbâs'dan olan rivayeti, Saîd b. Cübeyr vasıtasıyla olduğunu Şu'be hikâye etmiştir.

Abd b. Humeyd ile İbn-i Cerîr dahi Tefsîr'e dâir İbn-i Cübeyr'den bir hayli şey nakletmişlerdir. Ez-cümle diyorlar ki: Saîd b.
Cübeyr,[3]

Ayet-i celilesini tefsir etmiştir. Yâni, mağfirete mazhariyyet için Hak Teâlâ'ya itaatte bulunmak lâzımdır.

Velhâsıl, İbn-i Cübeyr her veçhile mükemmel bir şahsiyyettir. Hayfâki bu ilm ü irfan timsâli, bu fazilet ve kemâl âbidesi, Haccâc'ın
zulmüne kurban gitmiş, beşeriyyet târihinin hûnîn sahîfelerinde ebedî bir leke bırakmıştır. İmâm-ı Ahmed b. Hanbel, bu hâdiseyi
teessüfle yâd ederek demişdir ki: "Haccâc, Şaîd b. Cübeyr'i şehîd etti. Öyle bir zâtı ki, yeryüzündekilerîn hepsi de ona, onun ilmine
muhtâc idi."[4]

Hâdise-i Şehâdeti:

Haccâc, Abdu'r-Rahmân b. Muhammed b. el-Eş'âs'ı kırk bin kişi ile Türkistan taraflarına gönderdiği zaman, Saîd b. Cübeyr'i de
maiyyetine vermiş, ordunun iaşesine me'mûr etmişti.

Îbnü'l-Eş'as, gördüğü lüzum üzerine Haccâc'dan emir almaksızın Türkistan'dan avdet etmeye başladığı için i'dâm ile tehdîd
edilmiş, o da hayâtını müdâfaa için Haccâc'a karşı cephe almıştı. Bidâyeten İbn-i Eş'as, Haccâc'a galebe çalarak Basra taraflarını
elde etmiş ise de muahharen (Deyrü'1-Cemâcîm) de cereyan eden bir çarpışma neticesinde İbn-i Eş'as, mağlûb olub Türkistan
taraflarına kaçmış, kendisine tarafdar görülenlerin bir kısmı i'dâm edilmiş, bir kısmı da öteye beriye dağılmıştı.

İşte Saîd b. Cübeyr de bu esnada İsfahan'a çıkıp gitmişti. Derdest edilmesi için Isfahan valisine Haccâc tarafından bir emir
verilince vali, İsfahan'dan ayrılmasını Saîd'e mahremâne bir surette ihtar etti. Saîd de Azerbaycan'a çıkıb gitti. Fakat orada da
rahat edemediğinden Mekke-i Mükerreme'ye gidib orada mütenekkirâne bir halde yaşadı. Mekke'de kendisi gibi birtakım
mülteciler daha var idi. Ömer b.'Abdi'1-Azîz vali bulunduğundan bu bî-günâh zâtları himaye ediyor ve Haccâc'ın zulmünden Halîfe
Velîd'e şikâyette bulunuyordu. Haccâc keyfiyetten haberdâr olunca Velid'i bir takrîb ile idlâl ederek Ömer b. el-Azîz'i Mekke'den
uzaklaştırdı. Yerine Hâlid b. Abdi'llâh el-Kasrî vali olmuştu.

Bu yeni valinin fena bir adam olduğundan bahisle Mekke-i Mükerreme'den uzaklaşmasını Saîd b. Cübeyr'e tavsiye edenler
bulundu. Fakat Saîd bu tavsiyeyi kabul etmedi. "Vallahi ben şimdiye kadar firar edib durdum. Artık Allahu Teâlâ'dan haya
ediyorum. Mukadder ne ise yerini bulacak." diyordu.

Filhakika, Irak mültecilerinin Haccâc'a gönderilmesi için Velîd'den emir almış olan yeni vali, Sâid b. Cübeyr'i, Mucâhid'i, Talha b.
Hubeyb'i tutup Haccâc'a gönderdi. Talha yolda ölmüş, Mücâhid de Haccâc'ın vefatına kadar mahbus kalmıştı. Saîd'e gelince :
Kûfe'ye götürülerek evvelâ hanesinde bırakılmış olduğundan, Küfe âlimleri ziyaretine koşmuşlardı. Ayaklarına demir zincir
vurulmuş olan Saîd, zâirlerine mütebessimâne bir halde hadîs rivayet ediyordu. Fakat kucağına sokulan kızcağızı, bu zincirleri
görünce ağlamaya başlamıştı. Nihayet Saîd'i götürüp Haccâc'ın huzuruna çıkardılar. -Haccâc'ın bu esnada, Vâsıt'da bulunduğu ve
hâdisenin orada cereyan ettiği anlaşılıyor.-

Saîd b. Cübeyr, Haccâc'm huzuruna çıkarken,[5] âyet-i kerîmesini okumuştu.

Haccâc, bu muhterem zâtı görünce Hâlid'i kasd ederek : "Allah şu nasrânîyye dölüne lâ'net etsin. Bu zâtı tutup bana göndermiş
ise de ben bunun ulûvv-i kadrini bilmez miyim?" diye kendi kendine söylendi. Sonra Saîd'e

tevcîh-i hıtâb etmekle aralarında şöyle bir muhavere başladı, Haccâc :

-Yâ Saîd! Ben seni kendi imametime ortak kılmadım mı? Ben sana şöyle yapmadım mı? Ben seni istihdam etmedim mi? Saîd :

-Evet., ettin. Haccâc :

-O halde sen neden bana karşı isyan ettin? Saîd :

-Ben Müslümanlardan kâh hatâ ve kâh isabet eder bir ferdim; başka birşey değilim.

Bu sırada Haccâc'ın hiddeti biraz sükûnet bulmuş, hatırı hoş olmaya başlamış gibi idi. Tekrar isticvaba başlayarak :

-Neden İbn-i Eş'as'a tarafdarlık ettin? dedi. Saîd de :

-Ben ona verdiğim bir ahidden dolayı böyle hareket ettim, diye cevap verdi.

Artık Haccâc pek hiddetlenmişti. Şu veçhile istintaka devam etti :

-Yâ Saîd! Ben Mekke'ye gelib de İbnü'l-Zübeyr'i öldürdüğüm zaman, Emîrü'l-Mü'minîn Abdü'l-Melik nâmına senden ve
Mekkelilerden ahid almış değil mi idim? Saîd :
-Evet., almıştın. Haccâc :

-Sonra ben Kûfe'ye Vali oldum. Mubayaayı yeniledim. Sen de o zaman

Emîrü'1-Mü'minin nâmına tekrar bîat etmiş değil mi idin? Sâîd :

— Evet, etmiştim. Haccâc :

— O halde neden Emîrü'l-Mü'minîn nâmına yaptığın iki ahdi unuttun da bir çulhacı oğlu çulhacıya verdiğin bir ahdi yerine
getirmek istedin. Senin adın nedir? Saîd :

— Benim adım Saîd b. Cübeyr'dir. Haccâc :

— Hayır.. Öyle değil; Şaki b. Küseyr'dir. Saıd :

— Babam benim adımı senden daha iyi bilir. Haccâc :

— Sen de, baban da şakidir. Saîd :

— Gaybı ancak senden başkası bilir. Haccâc :

— Ben senin dünyânı cehennem ateşine döndüreceğim. Saîd :

— Ben senin elinde böyle bir kudret olduğunu bilse idim, senden başkasını îlâh ittihâz etmezdim. Haccâc :

— Halîfeler hakkında fikrin nedir? Saîd :

— Ben onların vekili değilim. Haccâc :

— Ben seni öldüreceğim; ne suretle öldürülmeni sen ihtiyar et. Saîd :

— Yok, şakî herif! Sen kendin için istediğin ölümü ihtiyar et. Allah hakkı için bugün sen beni nasıl öldürür isen yarın ben de
âhiretde seni o veçhile öldüreceğim.

Saîd b. Cübeyr, Haccâc'ın işaretiyle öldürülmek üzere hârice çıkarılırken gülümsedi. Bunu gören Haccâc, Saîd'i tekrar döndürerek,
gülümsemesinin sebebini sordu. Saîd de:

"Ben senin Cenâb-ı Hakk'a karşı olan cür'etinden, Hak Teâlâ'nın da hilm ü sabrından dolayı teaccüb ederek gülümsedim." dedi ve
aralarında yine şöyle bir muhavere cereyan etti. Haccâc :

— Hayır, ben seni öldüreceğim. Saîd :

— O halde validem ismimde isabet etmiş. Şehîd olursam saîd olurum.

Haccâc :

Alî ile Osman hakkında ne dersin? Bunlar Cennette midirler, yoksa Cehennemde mi? Saîd ;

—Ben Cennet ile Cehennem'i gidib görmedim. Eğer onları gezib dolaşmış olsa idim hallerine vâkıf olarak sana cevap verebilirdim.
Haccâc :

— Abdü'l-Melik hakkında ne dersin? Saîd :

— Ona dâir bana nasıl suâl îrâd edebilirsin ki, onun seyyiâtı cümlesinden biri de sen değil misin?

Artık cellâda emir verilmişti. Saîd b. Cübeyr, yüzünü Kıble'ye tevcih ederek,[6] âyet-i celîlesini okudu. Yüzünü Kıble'den
çevirdiler.[7]Nazm-ı Münîfini okumaya başladı. Haccâc : "Bire vurun." diye haykırınca Saîd[8] âyet-i kerîmesini tilâvet etti ve Yâ
Rabbî! Kanımı Haccâc'a halâl kılma ve anı benden sonra yaşatma." diye inkisarda bulundu. Ve Haccâc'a hitaben: "Artık sen de
felah bulamayacaksın." dedi. Haccâc :

"Sen mi? Ben senden daha nice faziletli kimseleri öldürdüm." diye söylendi. Saîd de şöyle mukaabelede bulundu:
"Evet., öldürdün. Onlar âhirete daha ziyâde râğıb bulunuyorlardı. Ben ise henüz yaşamak arzusundayım."

Nihayet o nezîh vücûd, cellâdın bîrahîmâne darbesiyle ruhunu Hakk'a teslim etmiş, mübarek başı göğdesinden ayrılırken üç defa
Kelime-i Tevhîd'i okumuştu.

Mazlum şehidin duası müstecâb olmuş, Haccâc da artık huzurdan mahrum kalmıştı. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Uyur
uyumaz Saîd zuhur eder, yakasına sarılır : "Ey Allah'ın düşmanı!. Ne için beni öldürdün?.." diye sorar, Haccâc da heyecanlar
içerisinde uyanarak, "Benim Saîd'le hâlim ne olacak?" derdi. Aradan çok bir müddet geçmeden Haccâc da lâyık olduğu cezaya
kavuşmak için âhiret âlemine gitmiş, Saîd b. Cübeyr'den sonra, başka birini öldürmeye vakit bulamamıştı.

Saîd'in şehâdetiyle İslâm âlemi büyük bir müfessirini, yüksek bir muhaddisini, fakîhini, pek seciyeli, faziletli bir bahadırını kayb
etmiş oldu. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Dürrü'l-Mensûr, Takrîbü't-Takrîb, Takri-bü't-Tehzîb, Târîh-i İbni Esîr, Târihi İbn-i Şıhne, Mes'ûdî.[9]

İkinci Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler

22- Mücâhid B. Cebr;

Ebü'l-Haccâc el-Mekkî, Tâbiîn'in büyüklerindendir. Abdu'llâh b. es-Sâib el-Mahzûmî'nin mevlâsı, yâni âzadlısı idi. Bu münâsebetle
Mahzûm kabilesine mensup bulunmaktadır. Kendisine "İbn-i Cübeyr" de denir. (21) târihinde doğmuş, (103) senesi secde
hâlinde vefat etmiştir.[10]

Tefsirde Ve Sair İlimlerdeki Mevkii:

Mücâhid, Tabiîn arasında pek yüksek bir âlimdir. Tefsîr'de, hadîs'de, fıkıh'da imâm idi. Sika olduğunda, celâlet-i kadrinde ittifak
vardır. Kendisi demiştir ki : "Ben Kur'ân-ı Kerîm'i otuz defa İbn-i Abbâs Hazretlerinin huzurunda okudum. Her âyeti okudukça
tevakkuf eder, kimin hakkında nüzul ettiğini ve nasıl olduğundan kendisinden sorar idim."

Katâde de demiştir ki: "Selefden baki kalanlar arasında tefsîr'e en âlim olan, Mücâhid'dir."

Mücâhid; İbn-i Abbâs'dan tefsîr'i ahzetmiş, yine İbn-i Abbâs'dan ve Abdu'llâh b. Ömer, Ebû Hüreyre, Câbir gibi şâir Sahâbe-i
Kirâm'dan hadîs telâkki eylemiş, kendisinden de Katâde, İbn-i Kesîr, Ebû Amr b. el-Alâ', İbn-i Muhaysin gibi zevat tefsir ve hadis
tahsil eylemişlerdir.

İmâm-ı Şafiî ile İmâm-ı Buhârî'nin Mücâhid hakkında büyük îtimadları vardır. Sahîhü'l-Buhârî'de Mücâhid'den birçok Tefsîr'ler,
hadîsler rivayet olunmaktadır.

Ez-cümle Âdem İbn-i İyâs :[11]

— Yemin olsun ki biz gökleri ve yeri ve bunların aralarındaki mevcudatı altı gün içinde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk da ânz
olmadı." âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzulünü Mücâhid'den şöyle nakletmiştir : Mücâhid dedi ki : meşakkat, yorgunluk
manasınadır. Yahudiler : Cenâb-ı Hak yerleri ve gökleri altı gün içinde yarattığından yoruldu da Cumartesi günü istirahat etti ve o
oturuş oturdu, derler. İşte bu i'tikadı red için, âyet-i kerîmesi nazil oldu."

Rivayete nazaran "ilk Tefsir kitabı" Mücâhid'e âiddir. Bu tefsîr'i Kaasım İbn-i Ebi'1-Bez imlâ suretiyle vücûda getirmiştir, İbn-i
Nüceyh, İbn-i Cerîr gibi Mücâhid'den tefsir rivayet edenler de bu rivayetlerini Kaasım İbn-i Ebi'l-Bezz'in yazdığı bu kitabdan
almışlardır.

Mücâhid, tefsîr'ini İbn-i Abbâs'dan nakil suretiyle imlâ ettirmiştir. "Bu tefsir, esasen İbn-i Abbâs'a âid olmak lâzımgelirken niçin
Mücâhid'e nîsbet ediliyor? diye A'meş'e sormuşlar, o da :

Mücâhid'in Ehl-i kitabdan bâzı şeyler sorduğuna zâhib olanlar var idi." diye cevap vermişti.
Mücâhid'in tefsîr'e âid kavillerinden ikisi merdûd görülmüştür. Birisi Makaam-ı Mahmud)[12] şefâat-ı kübrâya hamletmemesidir.
Diğeri de[13] Nazm-ı Kerîm'indeki rü'yete değil, muntazıra ma'nâsına hamletmiş olmasıdır.

Mücâhid der ki : "Bir kinişe yoktur ki, sözü kabul de terk de edilmesin. Yalnız Resûl-i Ekrem müstesna ki, Onun her sözü mutlakaa
kabul edilir."

Velhâsıl, Mücâhid, İslâm ulemâsı arasında mümtaz bir simadır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar: Umdetü'l-Kaarî,' Tezkiretü'l-Huffâz, Levâkı-ı Şa'rânî, Mevzûâtü'i-Ulûm.[14]

23- Şa'bi:

Ebû-Amr Âmir b. Şurahbil el-kûfî, Tâbiîn'in ekâbirindendir. Ecdadı Yemenli ve Himyerî olup kendisi Hemdân kabilesinden bir batın
olan (Şa'b) a nisbet edilmiştir. Babasının isminde ihtilâf edilmiştir. Abdu'llâh olduğuna kaail olanlar da vardır. Validesi Fas nahiyesi
kurbunda (Celûlâ) denilen mevzi'den seby edilmiş bulunuyordu. Takriben (26) târihinde Kûfe'de doğmuş, (103) târihinde Kûfe'de
füc'eten vefat etmiştir.[15]

Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:

Şa'bî pek büyük bir âlim, kudretli bir fakîhdir. Hattâ İmâm-ı A'zam gi bi bir müctehidin hadîs ilminde en yüksek bir şeyhidir.
Harikulade bir hâfızaya mâlik idi. Eline kalem alıp hiçbir şey yazmamıştı. Bununla beraber kendisine rivayet edilen binlerce
ahâdîs-i şerîfe'yi derhal hıfzeder, hiçbirinin tekrar edilmesine lüzum hissetmezdi. Kendisi derdi ki: "Benim en az rivayet ettiğim
şey şiirdir. Maahâzâ eğer istesem size iade etmeksizin bir ay muttasıl şiir inşâd edebilirim."

Âsim el-Ahvel demiştir ki: "Ben Küfe, Basra, Hicaz ehlinin rivayet ettiği hadîslere Şa'bî'den daha âlim bir kimse görmedim."

Şa'bî, Ashâb-ı Kirâm'dan beş yüz zâta yetişmiş, Hazret-i Âişe ile Hazret-i Ali'den, İmran b. Husayn, Cerîr b. Abdi'llâh, Ebû Hüreyre,
İbn-i Abbâs, Abdu'llâh İbn-i Ömer gibi zevatdan hadîs rivayet eder, kendisinden de İsmail b. Ebî Hâlid, Eş'as b. Misvâr, Ebû İshak,
A'meş, İmâm-ı A'zam gibi zâtlar rivayette bulunurlar.

Şa'bî, kırâet İlmini Abdu'r-Rahmân es-Selemî ile Alkame'den rivayet eder. Kendisinden de Muhammed b. Ebî Leylâ rivayette
bulunur. El-Hâri-sü'1-A'ver'den de hesab öğrenmiştir.

Şa'bî zamanının İbn-i Abbâs'ı sayılırdı. Bununla beraber Tefsir hususunda gayet mümsik davranır, ihtiyatkâr bulunurdu. Tefsîr'e
âid beyanâtı bütün rivayet tarîkına müsteniddir.

Şa'bî birçok hadîs rivayet etmiştir. Şu hadîs-i Şerifi de Abdu'llâh İbn-i Ömer'den rivayet etmektedir :

Müslim-i kâmil o mü'.mindir ki, lisânından, elinden Müslümanlar selâmette bulunur. Bihakkın muhacir de odur ki, Allâhu
Teâlâ'nın nehyettiği şeyleri terk eder."

Şa'bî der ki : "İlim, cehil; cehil de ilim olmadıkça kıyamet kopmaz” Şa'bî, bir aralık Muhtâr-ı Sakafî'den kaçarak Medîne-
i Münevvere'de ikaamet etmiştir. (83) târihinde İbn-i Eş'as ile beraber Cemâcim vak'asında da hazır bulunmuştu. Maamâfih
Haccâc'ın katlinden kurtulmuş, bu hareketi afvedilerek kendisi Küfe kadılığına tâyin edilmiştir.

Rivayete nazaran Şa'bî, Abdü'l-Melik b. Mervân tarafından sefaretle Kayser-i Rûm nezdine gönderilmişti. Vazifesini îfâ ettikten
sonra bir mektubu hâmil olarak vatanına avdet etmiştir. Abdü'l-Melik mektubu okuyunca aralarında şöyle bir muhavere cereyan
etmiş :

— Şa'bî! Biliyor musun Kayser mektubunda ne yazmış?

— Hayır, bilmiyorum.

— Yazmış ki, "Senin dindaşlarının hâline şaşılır, nasıl olmuş da sefirini Halîfe yapmamışlar?."
— Yâ Emîre'l-Mü'minîn! O yalnız beni gördü. Seni görmüş olsa idi böyle yazmazdı.

— Hayır, o, bu yazısı ile seni öldürmek için beni tahrik etmek istemiş.

Filhakıyka Kayser'in, o sözleri bu maksatla yazmış olduğu muahhar en Kayser'in kendi ifâdesinden anlaşılmıştır.

Velhâsıl : Şa'bî, gayet âlim, fâzıl, şâir, mütefekkir bir zât idi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar:Umdetü'l-Kaarî,Dürrü'l-Mensûr,Tezkiretü'l-Huffâz,Takrî-bü't-Tehzîb,Mevzûâtü'l-Ulûm, Kaamûsu'l-A'lâm,[16]

24- Dahhâk

El-Mezâhimü'1-Hilâlî el-Horasânî, Tâbiîn'in kudemâsındandır. Künyesi (Ebü'l-Kaasım) veya (Ebû Muhammed) dir. Rivayete
nazaran anasının rahminde iki sene kalmış, sonra gülerek doğmuştur. Bu münâsebetle "Dahhâk" nâmını almış bulunuyor. (105)
târihinde vefat etmiştir.[17]

Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii:

Dahhâk, meşhur bir âlimdir. Ahmed b. Hanbel'e, İbn-i Maîn ile Ebû Züra'a'ya göre sikadır, Me'mûndur, sadûktur. Yahya el-
Kattân'a göre ise zaîfdir.

Dahhâk, İbn-i Ömer'den, İbn-i Abbâs ile Ebû Hüreyre'den, Enes b. Mâlik'den rivayet eder. Kendisinden de İbn-i Cerîr, İbn-i Hatim
rivayette bu lunur.

Cüveybir Ebû Ravk, Mukatil b. Habbân da kendisinden ilim ahz ve rivayet etmişlerdir.

Dahhâk'in İbn-i Abbâs'dan, Ebû Hüreyre'den rivayetlerinde nazar vardır. Çünkü bunlara mülâki olmamıştır. Arada bir vâsıta
olacak, bu zikredilmiyor. Bu cihetle Dahhâk'in rivayeti ibn-i Abbâs'dan munkatı'dır deniliyor. Maamâfih munkatıın za'fına
hükmolunamaz. Aradaki vâsıta, sahîh bir maksada mebnî terk edilmiş olabilir. Bu cihetle kendisine "Kesîrü'l-İrsâl" denilmiştir.

Dahhâk, tefsiri doğrudan doğruya İbn-i Abbâs'dan nakleder. Bu zâtın tarîki, İbn-i Abbâs'a müntehî olan tarîklerin altıncısı
sayılmaktadır. Evvelce de beyân edildiği üzere bu tarîk inkıtaa uğramıştır. Çünkü kendisi, Abdü'1-Melik b. Meysere'nin ve Şâşî'nin
ifâdlelerine nazaran İbn-i Abbâs'a mülâkî olmamıştır.

îmâm-ı Buharı, Sûre-i Rahman tefsirinde Dahhâk'in tefsîr'e âid bâzı akvâlini mevkufen zikretmiştir.

İbn-i Cerîr'in tahrîcine nazaran Dahhâk, İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet etmiştir1 : "İbn-i Abbâs Radiya'llâhu anh dedi ki : Allâhu
Teâlâ, Hazret-i Muhammed'i Resul gönderince, Arablar veya bunların bir kısmı bunu inkâr ettiler. Allâhu Teâlâ, beşerden elçi
göndermekten müteâlîdir, dediler. Bunun üzerine Allâhu Teâlâ :[18]

Nâsı korkutsun ve mü'minlere Rablarının huzurunda yüksek makamlar olduğunu müjdelesin diye içlerinden bir kişiye vahy
etmekliğimiz nâs için teaccüb edilecek bir şey midir? Kâfirler, bu, şüphesiz apâşikâr bir sihirdir,

dediler." âyet-i kerîmesiyle[19] Senden evvel de ancak şehirler ahâlîsinden olup kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden
başkasını Resul göndermedik, ya yeryüzünde gezmediler mi? Baksalara, kendilerinden evvelki kavimlerin akıbetleri ne oldu? El-
bette âhîret evi müttakîler için daha hayırlıdır. Artık akıl etmez misiniz?" âyet-i celîlesini indirdi. Vaktaki Hak Teâlâ o münkirlere
karşı bu hüccetlerini böyle tekrar etti; dediler ki : Allâhu Teâlâ'nın elçisi beşer olduğu takdirde bu risâlete başkaları
Muhammed'den daha müstehak idi. Kur'an, o iki belde ahâlîsinden, daha büyük, yâni Muhammed'den daha şerefli bir şahsa
indirilmeli değil mi idi? Bu şahıs ile, Mekke'den Velîd b. el-Muğîre'yi, Tâif’den Mes'ûd b. Amr es-Sakafî'yi kasd ediyorlardı. Bunun
üzerine de Allâhu Teâlâ onları red için [20]

Rabbinin rahmetini, dilediğine risâlet vermesini- onlar mı taksim ederler?.. Hayât-ı dünyâda onların maişetlerini aralarında biz
taksim ittik; bâzıları bâzılarını istihdam edebilmek İçin bâzılarının derecelerini diğerininkinden yüksek kıldık. Rabbinin rahmeti ise,
onların topladıkları servetlerden daha hayırlıdır." âyet-i celîlesini inzal buyurdu."
Filhakika, câhiliyyet halkı, bir insanın Risâlet-i İlâhiyyeye nâiliyyetini istiğrâb ediyor ve bu risâlete olsa olsa Velîd gibi, Mes'ûd-ı
Sakafî gibi şöhret ve servet sahihlerinin lâyık olacağına zâhib bulunuyorlardı. Cenâb-ı Hak ise bu fikrin butlanını beyân için bu
âyât-ı celîleyi inzal buyurmuştur.

Velhasıl Dahhâk, âbid, zâhid, hayırhah bir zât idi. Bin kadar kız çocuğuna kâfî bir mekteb yaptırmış, bu mektebin muallimliğini
fahrî olarak defuhde etmiştir. Birtakım muavinleri var idi. Bunları, gider teftiş ederdi. Muahharen Haccâc'ın korkusundan Belh'a
kaçmıştı. Orada yakalanarak zindana atılmış ve zindanda vefat etmiştir. İnsan, eslâfın da başına gelen bu felâketleri düşündükçe :

"Fazilet ehline dâim tahakküm-i cühela Cihanda kaidedir tâ cihan cihan olalı"

demekten kendisini alamıyor. Rahmetu'Mâhi aleyh.

Me'hazlar : Lübâbü'n-Nükul fî Esbâbi'n-Nüzûl, Takrîbü't-Tehzîb, Takrî-bü't-Takrîb.[21]

25- Tâvûs b. Keysân:

Ebû Abdi'r-Rahmân el-Yemânî, meşhur muhaddislerdendir. Aslen Fârisî’dir. Himyer kabilesi âzadlılarından bulunduğu cihetle
kendisine, "Tâvûs-i Himyerî" de denir. Bir kavle göre adı "Zekvân" dır. Tâvûs ise lâkabıdır. Vefatı (106) târihine müsadiftir.[22]

Mevki-i İlmisi:

Tâvûs büyük bir muhaddis, kuvvetli bir fakîh, kadîm müfessirlerden ma'dûd pek muhterem bir zâttır. Sika olduğunda muhaddicler
müttefiktir. Kırâet İlmi'ni İbn-i Abbâs'dan teallâm etmiş, Hazret-i Âişeden, Ebû Hüreyre, Abdu'llâh İbn-i Ömer, Abdu'llâh İbn-i
Amr, Zeyd b. Erkanı gibi Sahâbe-i Kirâm'dan hadîs ve ilim ahzeylemiştir. Kendisinden de oğlu Abdu'llâh ile, Zührî, İbrahim b.
Meysere, Mücâhid, Amr b. Dînâr gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır.

İbn-i Ebî Hâtem ve İbn-i Ebi'd-Dünyâ, Tâvûs'dan şöyle naklederler: "Tâvûs dedi ki : Bir şahıs, yâ Resûlâ'llâh, ben vakf ediyor, Vech-
i İlâhî'yi diliyor, ikaametgâhımın, -uhrevî makaamımın- görülmesini arz eyliyorum, demiş, Resûl-i Ekrem de kendisine redd-i cevâb
etmemiş idi. Bunun üzerine,[23]

imdi herkim Rabbının likaasını, -rızâsını- ümid ediyorsa hâlis amel işlesin ve Rabbının ibâdetine hiçbir kimseyi şerik ittihâz
etmesin." âyet-i kerîmesi nazil oldu.

Velhâsıl, Tâvûs, büyük bir zât idi. Zehebî diyor ki : "Tâvûs, ehl-i Yemen'in şeyhi, bereketi ve müftîsi idi. Büyük bir celâlet sahibi
bulunuyordu. Pek çok Hac yapmış, nihayet Mekke'de kable't-terviye vefat etmiş, namazım Hal'fe Hisâm b. Abdi’l-Melik
kıldırmıştır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazta : Lübâbü'n-Nükul,. Tezkiretü’l-..Hufaz, Takrîbü't-Tehzib, Mevzûâtü'l-Ulûm.[24]

26- İkrime:

Ebû Abdi'llâh.el-Medenî el-Hâşimî, Tâbiîn'in büyüklerindendir. İbn-i Ab-bâs'ın kölesi idi. Bu, İbn-i Abbâs'a Basra vâlîsi bulunduğu
zaman hibe edilmişti. Bilâhare (107) târihinde Medîne-i Münevvere'de vefat etmiştir.[25]

Tabiîn Arasındaki Mevkii:

İkrime büyük bir âlimdir. Daha İbn-i Abbâs hayâtta iken fetva vermeğe başlamıştı. Hattâ İbn-i Abbâs'ın kendisine şöylece ta'lîmât
verdiği mervîdir
— Hadi git, onlara fetva ver-. Sana bir kimse gelir de kendisine mühim bir şeyden suâl ederse fetva ver ve bir kimse gelir de
kendisine alâkası olmayan bir şeyden suâl ederse ana fetva verme. Sen bu veçhile kendinden, nâsın üçte iki nisbetinde
maûnet'ınî, meşakkatini bertaraf etmiş olursun." İbn-i Abbâs'ın bu tavsiyesi, iftâ hususunda tâkib edilecek mesleki gösterir.

İkrime, İbn-i Abbâs Hazretlerinden Kur'ân, hadîs ve sair İslâm ilimlerini öğrenmiştir. Hazret-i Âişe'den ve Hazret-i Alî ile Ebû
Hüreyre'den, İbn-i Abbâs'dan tefsir, hadîs rivayet eder. Kendisinden de Eyyûb, Ebû Bişr, Âsim el-Ahvel ve daha birçok zevat
rivayette bulunurlar.

Şa'bî demiştir ki : "Kitâbu'llâh'a İkrime'den daha âlim bir zât kalmamıştır."

Kurre b. Hâlid de diyor ki:"İkrime Basra'ya gidip orada bulundukça Hasan-ıBasrî va'z etmekten, fetva vermekten çekinirdi."

Takrîbü't-Tehzîb'deki beyanâta nazaran İkrime, Berberiyyü'l-asıldır. Kendisi sikadır. Tefsîr'e âlimdir. Kizbi ve bid'ati sabit değildir.

Maahâzâ bâzı zevata göre İkrime, hâricilerin efkârını terviç ve bunu Afrika'da neşre çalışmış olmakla müttehemdir. Bundan dolayı
İmâm-ıMâlik, îmâm-ı Müslim kendisinden i'râz etmişlerdir. îkrime'nin bâzı rivayetlerini naklettiğinden dolayı İmâm-ı Buhârî'yi
muâhaze edenler bile bulunmuştur, İmâm-ı Buhârî ise demiştir ki : "Bizim ashabımızdan kimse yoktur ki, İkrime ile
ihticâcda bulunmasın."

Ahmed İbn-i Abdi'îlâh el-İclî de demiştir ki :

İkrime sikadır; o kendisine nâsın isnâd ettiği şeylerden bendir."

Tâvûs diyor ki: "Eğer İbn-i Abbâs'ın kölesi, yâni İkrime Allah'dan ittika edüb de bâzı sözlerini söylememiş olsa idi ilim tahsili için
kendisine her taraftan, koşub gelirlerdi."

İkrime, tefsir'de İbn-i Abbâs'a istinâd eder. Kendisinin tefsir'de büyük bir ihata sahibi olduğuna kaail idi. Bu iddiasına işaret için
birgün Saîd b. el-Müseyyeb, bir âyetten suâl eden bir zâta hitaben :

Kur'ân'dan bana sorma. Kendisine Kur'ân'dan hiçbir şey gizli kalmadığına zâhib olan kimseden sor." demiştir.

A'meş'in rivayetine göre.[26] Murad nedir?" diye îkrime'ye ibrahim en-Nehaî sormuş, o da: "Yevm-i kıyamettir." diye cevap
vermiş. İbrâhim en-Nehaî, bundan murâd, İbn-i Mes'ûd'un beyânına nazaran "Yevm-i Bedir"dir, demiş, îkrime de bundan sonra
böyle demeğe başlamıştır.

İbn-i Ömer Hazretleri mevlâsı Nâfi'a hitaben : Yâni, İkrime İbn-i Abbâs'a söylemediği şeyleri isnâd ettiği gibî, sen de bana isnâd
etme." demişti.

İkrime'den birçok zevat tefsir ve, saire naklederler. Ez-cümle İbn-i Ebî Hâtem,Ve gördüğün zaman, orada büyük bir naîm - lezzet
ve saadet- ve pek büyük bir mülk -ve saltanat- görürsün." âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzulünü İkrime'den şöyle rivayet etmiştir :
İkrime dedi ki : Birgün Ömer b. el-Hattâb aleyhi's-salâtü ve'sselâm'ın huzuruna girmiş. Hazret-i Peygamber'in hurma çubuğundan
yapılmış bir hasır üzerinde uyukladığını ve mübarek yanına hasırın te'sîr etmiş olduğunu görünce ağlamış, Resûl-i Ekrem uyanıp :

"Niçin ağlıyorsun?" diye sorunca,

"Yâ Resula’llah, ben Kisra’yı, Hürmüz'ü,Habeşe Hükümdarını ve onların mülklerini hatırladım. Sen ise Allahu Teala’nın bir Resûlü
olduğun halde ceridden bir hasır üzerinde bulunuyorsun." demiş.Nebiyy-i zi-Şan Hazretleri de,

— Razı olmaz mısın ki, dünyâ onların, âhiret de bizim olsun." diye buyurmuştu. Bunun üzerine[27] âyet-i kerîmesi nazil olmuştur.

Velhâsıl İkrime, Tabiîn arasında mümtaz bir zâttır. İbn-i Abbâs'ın kölesi olduğundan, vefatında, oğlu Alî'ye intikal etmiş, Alî de bu
büyük âlimi dört bin dînâr mukaabilinde Hâlid b. Zeyd'e satmıştı. Bunun üzerine İkrime Alî'ye hitaben : "Yazık ettin; pederinin
bütün ulûmunu âdî bir menfaat mukabilinde sattın." demiş, bu sözden müteessir olan Alî b. Abdi'llâh satış muamelesini bozmuş,
İkrime'yi geri alıb âzâd etmişti.

İşte İslâmiyyet'in feyyaz devreleri, köleler arasından bile böyle bînazîr âlimler, fâzıllar yetiştirmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Lübâbü'n-Nükul, Tezkiretü'l-Huffâz, Kaamûsü'l-A'lâm, Tehzîbü'l-Esmâ'.[28]


27- İbn-i Sîrîn:

Muhammed b. Şîrîn Ebû Bekr el-Ensârî el-Basrî, Tâbün'in büyüklerin-dendir. Babası Şîrîn, Hazret-i Enes'in kölesi idi. Mükâtebe
suretiyle âzâd olmuştur. Validesi Safiyye de Hazret-i Ebû Bekr'in âzadlısıdır. Kendisi (110) târihinde Basra'da vefat etmiştir.[29]

Tabiîn Arasındaki Mevkii:

İbn-i Sîrîn, Tabiîn arasında sikadır. Âbid, zâhid bir zâttır. Ashâb-ı Kirâm'dan otuz kadar zâta yetişmiş, Hazret-i Âişe'den, Ebû
Hüreyre'den, İmrân İbn-i Husayn ile İbn-i Abbâs'dan ve İbn-i Ömer'den ve birçok Tabiîn'den rivayet eder. Kendisinden de Şa'bî,
Katâde, Ebû Eyyûb, İbn-i Avn, Mâlik b. Dînâr, Ebû Hilâl ve saire rivayette bulunur. Tefsir, hadîs, Fıkıh, ilimlerinde büyük bir iktidar
sahibi idi'. Rü'yâ ta'bîrinde de pek meşhurdur.

Hatîb-i Bağdadî târihinde diyor ki; "İbn-i Sîrîn kendi zamanında vera ve takva ile mezkûr, fukahâdan biri idi."

Muhammed İbn-i Sa'd da demiştir ki : "İbn-i Sîrîn, sikadır, me'mûndur, âlîdir, refî'dir, fakîhdir, imamdır, kesîrü'l-ilimdir, vera'
sahibidir."Firyabi:[30]

Hacılara su içirmeyi ve Mescid-i Harâm'ı ma'mûr etmeyi Allah'a ve âhiret gününe inanıp Allah yolunda çalışan kimse gibi mi
tuttunuz? Bunlar Allah indinde müsâvî olamazlar. Ve Allah zâlim olan kavme hidâyet etmez." âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzulünü
İbn-i Sîrîn'den şöyle rivayet ediyor:

İbn-i Şîrîn dedi ki : Hazret-i Alî Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş, Abbâs'a hitaben : "Amca, Resûlu'llâh'a daha lâhık olmayacak
mısın?" demiş, Abbâs da : "Ben Mescid-i Harâm'ı imâr, Beytu'llâh'ı iksâ ediyorum”. diye mukaabelede bulunmuştu. Bunun
üzerine." âyet-i kerîmesi nâzîl olmuştur.

Bu âyet-i kerîmesi, îmâna mukaarin olmayan herhangi bir amelin ind-i ilâhîde hâiz-i kıymet olmadığını göstermektedir.

İbn-i Sîrîn'in mezâyâsı hakkında birçok rivayetler vardır. Ez-cümle Ebû Avâne der ki: "Ben İbn-i Sîrîn'i gördüm; onu bir kimse
gördü mü mutlaka Cenâb-ı Hakk'ı zikreder."

İbn-i Sîrîn bir aralık bir borcundan dolayı habsedilmiş, hapishane me'mûru: "Geceleyin git, evinde yat; gündüzleri gelir, burada
bulunursun," demiş, İbn-i Sîrîn ise : "Emânetine hıyanet hususunda ben sana yardım edemem." demiştir.

İbn-i Sîrîn'e denilmiş ki : "Bâzı kimseler semâ' yerlerine gidiyor, semâın te'sîriyle düşüb bayılıyorlar; sen buna ne dersin?" Demiş
ki :

"Aramızda bir gün tâyin edelim. Onlar gelsinler, bir duvar üzerinde otursunlar Kendilerine Kur'ân-i Azîm, tamâmiyle okunsun.
Eğer Kur'ân'ın te'sîriyle yere düşerlerse onlar dediğiniz gibidirler."

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Lübâbü'n-Nükul, El-Kevâkibü'd-Dürriyye, Mevzûâtü'l-Ulûm, Tehzîbü'l-Esmâi ve'l-


Lügat.[31]

28- Hasan-ı Basrî:

Ebû Saîd Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Ensârî, Tâbiîn'in büyüklerindendir. Kendisi Yezî b. Sâbit'in âzadlısıdır. Validesi "Hayre"
de Ümmühâtü'l-Mü'minîn'den Ürams Seleme Radiyallâhu anhâ'nın âzadlısı idi. (21) târihinde doğmuş, Medîne-i Münevvere'de
neşv ü nema bulmuş (110) târihinde Basra'da vefat etmiştir.[32]

Tabiîn Arasındaki Mevkii:


Hasan-ı Basrî, âlim, fakiri, emîn, mevsuku'1-kelim, melîhü'l-vecih bir zât idi. Hayâtım ilim ile cihâda hasretmişti. Meşhur
şüc'ândan sayılırdı. Hânedân-ı Nübüvvet'den aldığı bir feyz ile kendisinde birçok kemâlât tecellî etmişti. Pekçok Ashâb-ı Kirâm'a
yetişmiştir. Hattâ kendisi derdi ki : "Biz gaza için Horasan'a gittiğimiz zaman ordumuzda Ashâb-ı Kirâm'dan üç yüz zât
bulunuyordu."

Ebû Mûse'l-Eş'arî'den Kur'an teallüm etmiş, İbn-i Ömer, Enes, Semüre, Kays b. Âsim gibi Sahâbe-i Güzin'den rivayette
bulunmuştur. Ebü'l-Âliye, Fadl b. Iyâz gibi Tabiînden de istifâde etmiş, rivayette bulunmuştur.

Hasan-ı Basrî, İmâm-ı Zehebî'nin dediği gibi bir allâmedir; bir mütebahhirdir. Fakîhü'n-nefs, belîğu'l-mev'izedir. Bâzı rivayetleri
arasında tedlîs âsârı görülür. Meselâ: Hazret-i Alî'den menkul bir hadîs-i rivayet ederken müşârün-ileyhin ismini zikretmezdi.
Bunun sebebini sormuşlar, "Haccâc gibi bir- zâlim halkın başına musallat iken ben Hazret-i Alî'den nasıl hadîs, rivayet edebilirim."
tarzında cevap vermiştir. Haccâc ile aralarında bir hayli korkunç mâcerâ vuku' bulmuş, Haccâc'ın ezasından kurtulabilmiştir.

Hasan-ı Basrî tefsirini rivâye ttârikıyle takrir etmiştir. Bâzı zevatın beyânına nazaran Basra Ulemâsının ekserisi gibi Hasan-ı Basrî
de bidâyeten Kaderiyye mezhebine mütemayil gibi görünmüş ise de bilâhare bir münazara neticesinde bu temayülüne nihayet
vermiş,

Allahu Taâlâ şeytanları da yarattı, hayrı da şerri de yarattı." demiş ve tefsirlerini, kaderi isbat eder veçhile takrir etmiştir.[33]

Nâsdan öyleleri de vardır ki, bilmeyerek halk, Allah yolundan sapmak ve o yol ile istihzada bulunmak için eğlenceli sözler satın
alırlar. Onlar yok mu, onlar için tezlîl edici bir azâb vardır." âyet-i kerîmesindeki den murâd, Hasan-ı Basrî'ye göre gınadır. Yâni
hanendelerin terennüm ettikleri şarkılar, manzumelerdir. İbn-i Mes'ûd ile İbrahim en-Nehaî'nin kavli de böyledir.

Hasan-ı Basrî, gayet belîğâne, hakimane, bir tarzda va'z u nasihatte bulunurdu. Medîne-i Münevvere'de yetişmiş olduğundan
Hazret-i Osman'ın hutbelerini defeatle dinlemişdi. Hazret-i Alî'ye bîat edildiği zaman henüz onbeş yaşında bulunuyordu. Hazret-i
Alî'yi yalnız Medîne-i Münevvere'de görmüş, bilâhare Kûfe'ye, Basra'ya gitmiş olan Aliyyü'l-Murtazâ'ya mülâkî olamamıştır.

Hasan-ı Basrî bir aralık Mekke-i Mükerreme'ye gitmişti. Ahâlî başına toplanmış, rivayet ettiği ahâdîs-i şerîfe'yi dinliyorlardı. Bu
cemâat arasında Tâvûs, Atâ', Mücâhid gibi eâzım da vardı. Herkes bu kudretli âlimin liyâkat ve talâkatine hayret etmiş, "Bunun
bir misli görülmemiştir." demeğe mecbur; olmuştu.

Hasan-ı Basrî, Hazret-i Muâviye devrinde Horasan valisi bulunan "Rebf b. Ziyâd"ın kitabet vazifesini de ifâ etmiştir.

Ömer b. Abdi'1-Azîz Hilâfet makaamını ihraz ettiği zaman Hasan-ı Basrî'ye mektup yazarak kendisine yardım edecek kimseleri
tavsiye etmesini rica etmiş. Hasan-ı Basrî de şu mealde cevap vermişti: "Zamane insanlarını sen istemezsin; âhiret erleri de seni
istemezler, O halde Allâhu Teâlâ'dan istiânede bulun."

Velhâsıl Hasan-ı Basrî, emsali pek nâdir görülmüş eâzım-ı ümmetden bir zât idi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, İhyâü'l-Ulûm, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm.[34]

29 - Atıyyetü'l-Avfî :

Atıyye b. Saîd, Tâbiîn'den Kûfe'li meşhur bir zâttır. Küfe ahâlîsi arasında Hazret-i Alî'nin şîasından sayılır. İbn-i Eş'as ile beraber
hurûc etmiş, bilâhare ele geçirilerek Haccâc tarafından, Hazret-i Alî'ye sebbetmesi istenilmiş, bundan imtina etmesi üzerine
kendisine dört yüz değnek vurulmuşr sakalı tıraş edilmiş, bir takrîb oradan Horasan'a çekilib gitmiş, İbn-i Hubeyre'nin valiliğine
değin Irak'a avdet etmemiştir. Vefatı (111) târihine müsadif dir.[35]

Mevki-i İlmîsi:

Atıyeytü'1-Avfî, meşhur bir müfessirdir. Kendisinin tarîki İbn-i Abbâs'a müntehi olan tarîkların yedincisidir. Bu bir zaîf tarîkdır.
Fakat vâhî değildir. Kendisinden İbn-i Cerîr ile İbn-i Hatim tefsir rivayet etmişlerdir. Kelbî'den telâkki ettiği tefsire âid ma'lûmâtı,
diye nakleder, Bunun Kelbî'ye âid bir künye olduğunu bilmeyenler "Ebû Saîdi'l-Hudrî"den nakledildiğine zâhib olurlar.
Binâenaleyh bu ta'bîr, telbisden hâlî değildir.
Atıyye, Ebû Hüreyre, İîbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, Zeyd b. Erkam gibi Sahâbe-i Güzin'den ve Kelbî'den hadîs rivayet etmiştir.
Kendisinden de hem oğulları Hasan, ile Ömer, hem de A'meş ile İbn-i Leylâ gibi bâzı zevat tefsîr ahz etmişlerdir.

İmâm-ı Ahmed Atıyye'yi zaîf saymıştır. Maahâzâ Zeyd b.Erkam'ın Müsned'inde Atıyye'nin rivayet ettiği hadîsleri de tahrîc etmiş
bulunuyor. Atıyye,[36] âyet-i kerîmesi'nin sebeb-i nüzulünü İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet etmiştir :

Necrân'dan bir hey'et gelip Resûlu'llâh'ın huzuruna kabul olunmuş, aralarında Seyyid ile Âkıb adında iki şahıs da var idi. "Neden
bizim sahibimizi anıb duruyorsun?" dediler. Resûl-i Ekrem de : "Sahibiniz kim?" diye sordu. "Sahibimiz İsa'dır. Sen zu'm ediyorsun
ki O, Allah'ın kuludur." dediler. Resûlullâh : "Evet" deyince, "Sen hiç İsâ'nın mislini gördün mü veya işittin mi?" demeğe başladılar.
Sonra da Huzûr-ı Nebevî'den çıktılar. Bunun üzerine Cibrîl-i Emîn nazil olub dedi ki: "Onlar gelince kendilerine şu âyeti oku:

Yâni, "Şüphe yok ki İsa'nın Allah yanında meseli, Âdem'in meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ana: Ol! dedi. O da hemen
oluverdi."

Görülüyor ki, Hazret-i Âdem'in hilkati daha garibdir. Hazret-i Âdem'in babasız, anasız olarak topraktan yaratılması, elbette yalnız
babasız olarak bir valideden yaratılan Hazret-i İsâ'nın mümkinü'l-hilka bir insan olduğuna en kuvvetli bir burhandır. Artık, Hazret-i
Âdem'in bu bedı' hilkati, kendisinin ubûdiyyetine mâni' olmayınca Hazret-i İsâ'nın hilkati hiç mâni' olamaz.

Velhâsıl, Atıyyetü'1-Kûfî tefsir târîhi'nde meşhur zâttır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar: Kitâbü'l-Menkul fî Esbâbi'n-Nüzûl, .İman, Keşfü'z-Zünûn,[37]

30- Ata B. Ebî Rebâh:

Atâ' b. Müslim Ebû Muhammedi'l-Mekkî, Tâbiîn'in kibârındandır. Babası Ebû Rebâh'ın ismi "Müslim"dir. Hazret-i Ömer'in
Mekke'de âmili bulunan "İbn-i Haysem el-Fehrî"nin âzadlısı idi. Bu cihetle kendisine "Müslim el-Mekkî el-Kureşî" denir.

Atâ' Habeşiyyü'1-asl olduğundan siyah renkli idi. (35) târihinde doğmuş, (115) senesi Mekke'de vefat etmiştir.[38]

Tabiîn Arasındaki Mevkii:

Atâ' büyük bir âlimdir. İlminin çokluğuyla, lisânının fasâhatıyle temayüz etmişti. Herkes, sika olduğunu, diyanet ve celâlet sahibi
bulunduğunu i'tirâf etmektedir. Ekseri sükût eder, söze başlayınca da min indi'llâh müeyyed gibi sanılırdı.

Atâ', iki yüz kadar Sahâbe'ye yetişmiştir. Hazret-i Âişe'den, Abdu'llâh b. Abbâs, Abdu'llâh b. Ömer, Abdu'llâh b. Câbir gibi zevattan
hadîs rivayet eder. Kendisinden de Ebû İshak, Mücâhid, Zührî, Amr b. Dînâr ilim ahzetmislerdir. İmâm-ı A'zam, Eyyûb, Hüseyin el-
Muallim, İbn-i Cüreyc, Evzâî gibi zâtlar da rivayette bulunurlar.

Mekke-i Mükerreme'de iftâ vazifesi Atâ'ya müntehi olmuştu. İbn-i Abbâs veya İbn-i Ömer Hazretleri: "Ey Mekkeliler! Sizin
yanınızda Atâ' bulunduğu halde neye benim başıma toplanıyorsunuz?" demişti.

İmâm-ı A'zam derdi kî: "Ben Atâ'dan daha faziletli bir zât görmedim."

İbn-i Abbâs'dan sonra kürsî-i tedris Atâ'ya intikaal etmişti. Tefsirleri, emsali gibi, rivayet tarîkına müstenid, bizzat Ashâb-ı
Güzînden müstefâddır. En ziyâde İbn-i Abbâs'dan rivayette bulunur.

İbn-i Hacer'in ifâdesine nazaran rivayet ettiği hadîslerin bâzılarında İrsal vardır. Yani Resûl-i Ekrem'den ilk rivayet eden zâtın ismi
zikredilmemektedir.
[39]
Sizden adalet sahibi olanları îşhâd ediniz." âyet-i kerîmesi'nin tefsiri sırasında, Abd b. Humeyd ile Abdü'r-Rezzâk, Atâ'-dan
şöyle nakletmektedirler: "Ata' dedi kî: Nikâh şuhûd iledir, talâk şuhûd iledir, müracaat da şuhûd iledir."

Velhâsıl, Atâ b. Ebî Rebâh, mümtaz, mübarek bir âlimdir. Rahmetu'Ilâhi aleyh.

Me'hazlar:Umdetü'l-Kaarî, Ed - Dürrü'I- Mensûr Takrîbü't-Tehzîb, Hâ-şiye-i Takrîb,Mevzûâtü'1-Ulû Tehzîbül Esmâ' ve'l-Lûğat.[40]


31- Katâde :

Ebü'l-Hattâb İbn-i Diâme es-Sedûsî el-Bısrî, Tabiîn'in ekâbiriridendir. A'mâ olarak (60) târihinde doğmuş, Basra'da yaşamış, (118)
târihinde Vâsıt'da taundan vefat etmiştir. Yetmiş beş sene yaşadığına kaail olanlar da vardır.[41]

Tabiin Arasındaki Mevkii:

Katâde, bir allâmedir. Fevkalâde bir kuvve-i hafızaya mâlik idi. Kendisi derdi ki: "Ben hiçbir muhaddise, bana bir daha iade et,
demedim ve kulaklarımın her işittiğini kalbim mutlaka hıfzetti."

İImâm-ı Ahmed b. Hanbel, Katâde'yi hıfz ile, fakaahetle sena eder, "Katâde tefsîr'e, ulemânın ihtilâfâtına pek vâkıftır." derdi.

Saîd b. el-Müseyyeb de: "Bize Katâde'den daha mahfûzâtı çok bir Iraklı gelmemiştir." der idi.

İbn-i Şîrîn de derdi ki : "Katâde nâsın ahfazıdır."

Filhakika Katâde bir hârika idi. Tefsir'de. hadis'de, ilm'i ensâb'da, lisân-ı Arab'da, vekayi-i Arab'a vukufda asrının en ferîdi idi.
Tefsir sahibidir.

Katâde, Enes b. Mâlik'den, Abdu'llâh b. Sercis'den, Saîd b. el-Müseyyeb ile İbn-i Sîrın'den, İkrime ile Hasan-ı Basrî'den rivayet
eder. Kendisinden de Mis'ar, Ma'mer, Şeybân, Şu'be, Hammâd b. Seleme, İbn-i Amreveyh gibi zâtlar rivayette bulunurlar.

Zehebî'nin nakline nazaran Katâde, tedlîs ile ma'rûfdur. Yâni bâzan şeyhini bırakır da onun fevkindeki şeyhinden (= üstâzından)
rivayette bulunur.[42]

Mesela: Said b. Cübeyr’den, Mücahid’den bizzat hadis işitmediği halde bunlardan hadis rivayet eder; aradaki vasıtayı zikretmez.
Bu hal,sahih bir garaza müstenid olmadıkça kerih görülür.

Kütüb-i Sitte’de bu zattan başka Tabiin’den ve onların tabi’lerinden Katade: “Her şey Allah’ın kudretiyledir, maasi mütesna.”
derdi. Bu i’tikadiyle beraber rivayet ettiği hadislerle ihticacdan kimse geri durmazdı. Maahaza bu akidesinden rücu ettiği de
rivayet olunuyor.

İbn-i Ebi Hatim, Katade’den şöyle rivayet ediyor.:

“Bize beyan olundu ki, Rasul-i Ekrem Salla’llahu aleyhi ve selem, Rum ve Faris mülkünün ümmetine verilmesiniRabbından
istemiş, bunun üzerine Allahu Teala: De ki: Mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin; Sen mülkü dilediğinden
çekip alırsın ve dilediğini de zelil edersin. Hayır Sen’in yedindendir.Şüphe yokki Sen her şeye kadirsin.” Ayet-i kerimesini inzal
etmiştir.”(1)[43]

Katade demiştir ki: “Hazret-i Peygamber’in zamanında Kur’an-ı Kerim’i kimler cem’ etmişti? Diye Enes b. Malik’den sual ettim,
dedi ki:

Dört zat cem’ etmişti ki hepsi de Ensar’dan idi. Bunlar Übey b. Ka’b Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd idi.”

Velhasıl: Katade nevadir-i hilkatten alim bir zattır. Rahmetu’llahi aleyh.

Me’hazlar: Ed-Dürrü’l- Mensür. Kitabü’l- Menkul, Umdetü’l- Karia, Tezkiretü’l- Huffaz, Kaamüsü’l-A’lam,El-A’lam.[44]

32- Kays B. Müslim:

Ebü Amr el-Cedeli el-Kufi, Tabiin’in büyüklerindendir. (120) tarihinde vefat etmiştir.[45]
Mevki-i İlmisi:

Kays b. Müslim, büyük bir alim, yüksek bir müfessirdir; sikadır. Celalet-i kadri kabil-i inkar değildir. Maahaza irca’ ile müttehem
bulunmuştur. Tarık b. Şihab, Mücahid gibi zatlar hadis ahzetmiş, Ata’ b. Sabit’den ve saireden rivayette bulunurlar.

Kays, tefsir’e aid ma’lumatını Ata b. Sabit’den, o da Said b. Cübeyrden, o da İbn-i Abbas’dan rivayet eder. Bu rivayetler İbn-
i Abbas’a müntehi tariklerin ikincisini vücuda getirmektedir. Bu tarik, pek sağlamdır. İmam-ı Buhari ile İmam-ı Müslim’in
şeraitine da tevafuk etmektedir.

Kays, Tarık b. Şihab vasıtasıyla Ömer b. el-Hattab’dan şöyle bir rivayette bulunuyor: Yahudilerden biri –Ka’bü’l-Ahbar- Hazreti
Faruk’a: Ya Emire’l- Mü’minin: Sizin kitabınızda okuduğunuz bir ayet vardır ki, eğer biz Yahud cemaatine nazil olmuş olsa idi, o
günü bayram ittihaz ederdik.” demiş. Hazret-i Ömer: “O hangi ayettedir?” diye sorunca , (1) [46]

Bu gün size dininizi ikmal ve size ni’metimi itmam ve sizin için din olarak İslam’ı ihtiyar ettim.” ayetidir, diye cevap vermiş. Bunun
üzerine Hazret-i Ömer de: “Biz o ayetin Resul-i Ekrem’e nazil olduğu günü de, mekanı da biliriz. Resulu’llah Cum’a günü Arefe’de
kaaim bulunurken bu ayet-i kerime nazil olmuştur.” demiştir.

Yani onu ihmal, ta’zimini terk etmiş değiliz. Cum’a günü ise zaten Müslümanlarca bayram ittihaz edilmiştir. Nüzulünün ertesi
günü de Kurban Bayramı’na müsadif olmakla bir Iyd-i Ekber vukua gelmiş demektir.

Velhasıl, Kays b. Müslim alim, abid, şayan-ı vüsuk bir zattır. Rahmetu’l-lahi aleyh.

Me’hazlar: Umdetü’l-Kaari, Takribü’t- Tehzib, İtkaan.[47]

33- Ataü’l- Hüzeli:

Ata’ b. Dinar, Mısırlıdır. (126) tarihinde Mısır’ da vefat etmiştir. Künyesi, Ebü’r- Reyyan veya Ebü Talha’dır.[48]

Mevki-i İlmisi:

Ata’ b. Dinar rical-i hadis’den, saduk, müfessir bir zattır. Tefsir’e dair bir kitabından bahsolunmaktadır. Bunu Said b. Cübeyr’den
nakil ve rivayet etmiştir.

Me’hazlar: Tehzibü’t- Tehzib, El-A’lam, Takribü’t- Tehzib.[49]

34- Süddî-i Kebîr:

Ebû-Muhammed İsmail b. Abdi'r-Rahmân, Tâbiîn'den meşhur bir zâttır. Babası Isfahan ahâlîsinden imiş; kendisi Hicaz'lıdır.
Kûfe'de sakin olmuştur. Küfe câmi-i şerifi süddesinde, yâni gölgesinde oturmak âdeti olduğundan "Süddî" diye yâd olunmuştur.
Bir rivayete göre de Medîne-i Münevvere'de "Südd" denilen bir mahalde oturduğu için (Süddî) nisbetini almıştır. Vefatı (127)
târihine müsadiftir.[50]

Tefsirde Ve Sâir İlimlerdeki Mevkii :


Süddî-i Kebîr yüksek bir âlimdir. Tefsirde, Hadîs'de büyük bir kudret sahibidir. İmâm-ı Müslim, hadîslerini tahrîc etmiş, İbn-i
Hayyân da kendisini sikaat meyânında zikr eylemiştir. Cüzcânî, Süddî-i Kebîr'i kizbe nisbet ediyorsa da bu zât, Küfe ehli hakkında
tecâvüzkârlıkla ma'rûfdur.

Maahâzâ Taberî de : Süddî'nin hadîsiyle ihticâc olunamaz." demiştir.

Süddî-i Kebîr, Knes b. Mâlik, İbn-i Abbâs, Ebû Abdi'r-Rahmân es-Selemî, Atâ', İkrime gibi zavatdan ilim ahzetmiş, kendisinden de
Şu'le, Sevrî, Ebü'l-Avâne, Ebû Bekr b. Ayyaş gibi zâtlar müstefîd olmuşlardır.

Süddî'nin İbn-i Mes'ûd ile İbn-i Abbâs'dan rivayet tarikiyle bir Tefsîr'i vardır. Bu Tefsîr'i tilmizi Esbât b. Nasrân el-Hemedânî rivayet
etmektedir. Fakat Ebû Zür'a, Esbât'ı taz'îf ediyor.

Süddî'nin Ebû Salih ve Ebû Mâlik vasıtalarıyla İbn-i Abbâs'a ve Mürr vasıtasıyla da İbn-i Mes'ûd'a nisbet edilen tefsirini, İbn-i Cerîr,
kendi tefsirinde mezkûr Esbât vasıtasıyla nakletmektedir.

Süddî'nin yalnız Mürr tarikiyle vâki' olan rivayetlerini de Hâkim Müstedrek'inde tahrîc etmişdir.

İbn-i Ebî Hatim de Süddî'den şöyle bir rivayette bulunuyor :

Süddî dedi ki : "Kureyş kabilesi, erkek evlâdı kalmayan kimse hakkında, Falan zürriyetden mahrum kaldı" derlerdi. Vaktaki Nebiyy-
i Ekrem Efendimiz'in mahdumları da vefat etti, Âs b. Vâil: dedi. Bunun üzerine Kevser Sûresi nazil oldu ki, meâl-i şerifi
şöyledir: "Yâ Muhammed! Biz sana muhakkak Kevser verdik. İmdi sen de Rabbın için namaz kıl; kurban kes. Sana buğz eden
yokmu? İşte, şüphesiz ebter olan zürriyetden ve her hayırdan mahrum bulunan- ancak odur."

Kevser, ma'lûm olduğu üzere lügat i'tibâriyle, (pekçok şey) demekdir, Müfessirlerin bu hususda birçok tevcihleri vardır. Ez-cümle
Resûl-i Ekrem'e verilen Kevser'den murâd, ya Cennet'de bir nehirdir veya Nübüvvet şerefidir veya ümmetin âlimleridir veya etba'
ve ashabıdır yâhud Hazret-i Pey-gamber'in zürriyet-i mübârekesinin kesretidir. Maahâzâ Kevser ta'bîri, bunların hepsine birden
Şâmil olabilir; buna bir mâni' yoktur.

Velhâsıl, Süddî-i Kebîr, müfessirler arasında ma'rûf bir simadır [51]. Rahmetu’llâhi aleyh.

Me'hazlar: Kitâbü'l-Menkul, İtkaan, Mu'cemü'l-Üdebâ'.[52]

35 - İbn-i Ebî Nüceyh Es-Sakafî:

Ebû Yesâr, Abdu'Uâh İbn-i Ebî Nüceyh el-Mekkî, büyük bir âlimdir. (131) târihinde vefat etmiştir.[53]

Mevki-İ İlmîsi :

Ebû Yesâr muhaddislerdendir, İbn-i Hayyân vesaire tarafından tevsik olunmuştur. Hattâ kendisini İcli de tevsik etmekle beraber :

Kaderiyye mezhebine kail îdi; kendisini Ömer İbn-i Ubeyd ifsâd etmiştir." diyor.

Ebû. Yesâr babasından ve Ata’, Mücâhid, İkrime, Tâvûs gibi ekâbirden tefsir, hadis ahzetmiştir. Kendisinden de Şu'be, îbn-i
Uyeyne, Şibl b. Abbâd gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır.

Ebû Yesâr, tefsirini Mücâhid'den rivayet eder. Vekî'in beyânına göre Sevrî, Ebû Yesâr'ın tefsirini sahih addederdi. Maahâzâ bu
tefsiri Mücâhid' den bizzat istimâ' etmeksizin andan rivayet ettiği de söylenmektedir. Bu cihetle Neseî, Ibn-i Ebî Nüceyh'i
müdellisler arasında zikretmiştir.

Bu zâtın Sahîhül-Buhârî'de bâzı rivayetleri vardır. Ez-cümle Huzeyfe'-den, Mücâhid ve İbn-i Ebî Leylâ vasıtalarıyla şu hadîs-i şerifi
rivayet:etmiştir :

Ebû Huzeyfe diyor ki:


Yâni : "Resûl-i Ekrem Hazretleri bizi altın ve gümüş kab ile su içmekten, böyle bir kabda yemek yemekten nehyettiler. Bizi ipek
elbise ve atlas giymekten ve onun üzerinde oturmaktan da nehiy buyurdular."

Velhâsıl İbn-i Ebî Nüceyh, müfessir, muhaddis, fakîh bir zâttır. Amr b. Dinar'ın vefatından sonra yerine iftâ ile meşgul olmuştur.
Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar: Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz.[54]

36- Zeyd B. Eşlem :

Ebû Abdi'llâh (veya Ebû Üsâme) el-Umrî el-Medenî, Tâbiîn'in büyüklerindendir. Hazret-i Ömer'in oğlu Abdu'llâh'ın âzadlısı
idi. (136) târihinde Medîne-i Münevvere'de vefat etmiştir.[55]

Mevki-i İlmîsi:

Zeyd b. Eşlem âlim, fakîh bir zâttır. Medine-i Münevvere'de yetişen müfessirlerin en meşhurudur. Mescid-i Nebevî'de ders
okutur, birçok zâtlar kendisinden istifâdeye koşarlardı. Hattâ Alî b. el-Hüseyn Radiya'llâhu anhümâ da bu meclisin
müdavimlerinden idi. Birgün kendisine :

Kendi kavmin meclislerini basıb geçiyor da Ömer" b. el-Hattâb'ın kölesine gidiyorsun." denilmiş, o da :

İnsan kendisine dîni hususunda fâide verecek kimsenin yanına gider oturur." diye cevap vermiştir.

Zeyd b. Eşlem, Abdu'llâh b. Ömer, Enes b. Mâlik, Seleme b. el-Ekva’ gibi zevattan rivayet eder. Kendisinden de Şeybetü'n-Naddâh
kırâet ahzetmiş, İmâm-ı Mâlik, Hişâm b. Sa'd, Zühr4, Sevrî ve kendi oğulları Hassan, Abdu'llâh, Abdü'r-Rahmân ve şâire rivayette
bulunmuşlardır.

Zeyd b. Eslem'in tefsîri, ahâdîs-i şerife ile Tâbiîn'in akvâlinden mütesekkildir. Bu tefsîri kendisinden oğlu Abdü'r-Rahmân rivayet
eder. Bu zât hakkında Ubeydu'llâh İbn-i Ömer'in :

- Anda bir kusur bilmiyorum; şukadar var ki, Kur'ân', re'yi ile tefsir ediyor ve bunu çok yapıyor." dediğini Hammâd b. Zeyd
nakletmiştir..

Zeyd b. Eslem : âyet-i kerîmesi'nin sebeb-i nüzulünü şöyle anlatmıştır :

Yahudilerden Şâs, b. Kays, birgün Evs ve Hazrec kabilelerinden bir cemâatin oturup ülfet ve sohbette bulunduklarını görünce
hasedinden ölecek bir hâle gelmiş, yanında bulunan bir gence gidip yanlarında oturarak kendilerine "Yevmü Buâs"ı hatırlatmasını
tenbîh etmişti. Genç de gitmiş, Evs ile Hazrec arasında vaktiyle zuhur etmiş olub Yevmü Buâs diye yâd olunan kanlı bir muharebe
macerasını kendilerine hatırlatmış, bunun üzerine aralarında münazaa çıkmış, biribirine karşı tefâhura başlamış, Evs kabilesinden
Evs b. Kurazî, Hazrec kabilesinden de Cebbar b. Sahr sıçrayıb kalkmış, gürültüyü artırmışlar;, nihayet her iki taife biribiri üzerine
atılarak hemen hemen mukaateleye başlamak üzere bulunmuştu. Keyfiyetten haberdâr olan Resûl-i Ekrem, vak'a mahallini teşrif
ederek kendilerine va'z etmiş, aralarını ıslah buyurmuş, onlar da mr-i Nebeviyi dinleyerek itaat eylemişlerdi.Bunun üzerine Evs
ile Cebbar’ın ve anlar ile beraber bulunanların haklarında :[56] Ayet-i kerîmesi nazil oldu. Velhâsıl : Zeyd b. Eşlem, mübarek bir
zâttır. Pek müttekî, pek mehîb idi. İmâm-ı Mâlik, İbn-i Aclân'dan naklediyor; İbn-i Aclân demiş ki : "Ben
Zeyd b. Eslem'den duyduğum mehabeti hiçbir kimseden duymadım."

Muhammed b. Sa'd da demiştir ki : Resûl-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem'in Mescid-i Saâdet'inde Zeyd b. Eslem'in bir halka-i
tedrisi var idi; sika idi, kesîrü'l-hadîs idi. Eimme-i Sitte Zeyd'in hadîslerini tahrîc etmişlerdir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar:Umdetü'l-Kaarî,Tezkiretü'l-Huffâz,Kitâbü'l-Menkul fî Es-bâbi'n-Nüzûl, Mevzûâtü'i-Ulûm, Tehzîbü'l-Esmâ.[57]


37- Rebî' B. Enes:

Bu zât Benî Bekr veya Benî Hanîfe kabilesine mensubdur. Bu cihetle (Bekrî) ve (Hanefî) denilir. Basralıdir. (140) târihinde vefat
etmiştir.[58]

Mevki-i İlmîsi:

Rebî' b. Enes, Basra'da yetişen yüksek âlimlerdendir. İbn-i Ömer, Câbir, Enes b. Mâlik gibi Sahâbe-i Kirâm'dan, Ebü'l-Âliye, Hasan-ı
Basrî gibi Tâbün'den istifâde etmiştir. Kendisinden de Ebû Ca'fer-i Râzî, Mukatil b. Hayyân, İbn-i Mübarek, A'meş gibi meşâhir
rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadîsleri Sünen-i Erbaa ashabı tahrîc etmişlerdir.

Rebî', Ubey b. Kâ'b Hazretlerinin tefsire âid akvâlini Ebü'l-Âliye vasıtasıyla rivayet etmiştir. Binâenaleyh Rivayet mesleğine sâlik,
müfessirlerin kudemâsından ma'dûddur. Ebü'ş-Şeyh, Rebî b. Enes'den şöyle nakleder:[59]

Ayet-i Celîlesindeki den murâd Arşü'r-Rahmân'dır. Dan murâd da Arş'ın altında bulunan yüksek şudur.

İbn-i Cerîr de Rebî b. Enes'den şöyle naklediyor :[60] Ayet-i kerîmesi şu mealdedir :

Ey ümmet! Sizin kâfirleriniz, geçmiş ilk asırlarda helak etmiş olduğum mezkûr! kavimlerden daha hayırlı mıdır? -ki anları helak
etmeyeyim-!.."

Rebî' b. Enes sika, sadûk sayılmaktadır. Maahâzâ evham ile, teşeyyü' ile de ittihâm edilmiştir. Bir aralık Haccâc'ın şerrinden ihtifâ
etmiş, Horasan'a gitmiş, Ebû Ca'fer el-Mansûr devrine yetişmiştir. Her halde pek faziletli bir âlim olduğunda şüphe yoktur.
Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar:Ed-Dürrü'l-Mensûr, Kitâbü'l-Menkul, Takrîbü't-Tehzib[61]

38- Alî B. Ebî Talha

Ebü'l-Hasen Alî b. Ebî Talha Salim el-Hâşimî, meşhur bir zâttır. Cezîre'de doğmuş, Hıms'a intikâl etmiştir. Bu cihetle nisbetinde
(Hımsî) de denir. Vefatı (143) târihine müsadiftir.[62]

Mevki-i İlmisi:

Alî b. Ebî Talha kudretli bir âlimdir, muhaddistir. Râşid İbn-i Sa'd el-Mukrî, Kaasım b. Muhammed'den Kur'an teallüm etmiş,
birçok zevattan hadîs ahzeylemistir. Kendisinden de Dâvûd b. Ebî Hind, Muâviye b. Salih, Sevrî gibi zâtlar hadîs ahzeylemişlerdir.

Tefsirine gelince : Buna doğrudan doğruya İbn-i Abbâs Radiya'llâhu anhümâ'dan rivayet eder. Halbuki İbn-i Abbâs'dan tefsir
istimâ1 etmiş olduğu sabit değildir. Bunu ya Mücâhidden veya Saîd b. Cübeyr'den dinlemiştir. Şu kadar var ki, aradaki bu vâsıtalar
sika olduğundan bunların isimlerini tasrîh etmemesi rivayetinin ciyâdetine mâni değildir.

İmâm-ı Buharı, bu zâtın İbn-i Abbâs'dan Muâviye b. Salih tarikiyle vârid olan tefsirini çok kerre ismini zikretmeksizin yalnız yahud
diye tahrîc etmektedir. Alî b. Ebî Talha.[63]

Ayet-i celîlesinin sebeb-i nüzulünü İbn-i Abbâs'dan şöyle nakletmlştir: Müslümanlar, Resûlu'llâh'a zahmet verecek derecede
suallerini artırmışlardı -yâni, Resûl-i Ekrem'i sık sık ziyaret ederek gizli, husûsî ma'rûzatta bulunub duruyorlardı. Cenâb-ı Allah ise
Peygamberi hakkında tahfif murâd etti de,

Ayet-i kerîmesini indirdi. Bu âyet nazil olunca bâzı kimseler sabredib suâlden nefislerini men' ettiler. Bundan sonra da Allâhu
Teâlâ :[64] âyet-i kerîmesini inzal buyurdu.
Maâl-i Şerifi : "Ey Mü'minler! Peygamberle gizlice, husûsî konuşmak istediğiniz zaman bu konuşmanızdan evvel -fukaraya- bir
sadaka takdim ediniz. Bu, sizin için hem bir hayırdır, hem de büyük bir nezâhettir. Fakat verecek sadaka bulamazsanız, şüphe yok
ki Allah Gafûr'dur, Fahîm'dir. -Bundan dolayı sizi muâhaze etmez.-

Ya bu konuşmanızdan önce sadaka takdiminden korktunuz mu?. Madem ki yapmadınız, -sadaka vermediniz- Allah da size tevbe
lütfetti. Artık namaza devam ediniz, zekâtı veriniz ve Allah'a ve Resulüne itaat ediniz ki, Allah yaptıklarınıza habîrdir."

Alî b. Ebî Talha, Âl-i Abbâs'ın Emevîler hakkında tatbik ettikleri imha siyâsetini terviç edercesine bâzı beyanâtta bulunmuş
olduğundan dolayı ehl-i arasında muâhaze edilmiştir. Bu cihetle Ebû Dâvûd : demiştir. Yâni, fena fikirli idi. Kılıcı, siyâsette imha
hareketini muvafık görüyordu.

Velhâsıl ; Alî b. Ebî Talha değerli, kudretli bir âlimdir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Kitâbü'l-Menkul, Tezkiretü'l-Huffâz, EI-A'lâm.[65]

39- Amr B. Ubeyd:

Ebû Osman Amr b. Ubeyd el-Basrî, meşhur bir âlimdir. Ceddi Fâris esirlerinden idi. (80) târihinde doğmuş, '144) târihinde Mekke-i
Mükerrerce kurbunda (Mürrân) mevkiinde vefat etmiştir. Babası nessâc iken bilâhare Basra'da Haccâc'ın şurta me'murluğunda
bulunmuştu.[66]

Mevki-i İlmîsi

Amr âlim, müfessir bir zâttır. Asrında Mu'tezile'nin şeyhi idi. Meşhur zâhidlerden biridir. Halîfe Mansûr ile münâsebette
bulunurdu. Mansûr bunun hakkında: demiştir.

il Mansûr bunun hakkında mersiye söylemişti. Mansûr'dan başka mâdûnu hakkında mersiye-hân olmuş bir Halîfe işitilmemiştir,
deniliyor.

Amr'ın, (Et-Tefsîr), (Er-Reddü ale'l-Kaderiyye) nâmiyle iki eseri vardır. Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, EI-A’lâm.[67]

40 — İbnü's-Sâib El-Kelbî

Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî el-Kûfî, meşhur bir zâttır. Künyesi Ebü'n-Nasr'dır. Dedesi ile babası Cemel Vak'ası'nda Hazret-i Alî
tarafında bulundukları gibi kendisi de (Cemâcim) vakıasında İbn-i Eş'as ile beraber bulunmuştur. Şîa-i Alîdendir. Kûfe'de doğmuş,
yine orada (146) târihinde vefat etmiştir.[68]

Mevki-i İlmîsi:

Kelbî, muktedir bir âlimdir. Ensâba vâkıf, kuvvetli bir muhaddistir, müfesstrdir. Ümmü Hânî Hazretlerinin âzadlısı Ebû Sâlih-i
Bâzân ile Şa'bîden ve biraderleri Süfyân ile Seleme'den rivayette bulunmuştur. Kendisinden de Sevrî, İbn-i Uyeyne, Hammâd b.
Seleme, İbnü'l-Mübârek, İbn-i Cüreyc, İbn-i İshâk, Süddî-i Sağîr, Ebû Avâne, Ebû Bekr b. Ayyaş rivayette bulunmuş-
lardır.

Kelbî'ye bilâhare nisyân târî olduğu mervîdir. İbn-i Adiyy diyor ki: "Kelbî'nin sâlih hadîsleri vardır. Bilhassa Ebû Sâlih'den rivayet
ettiği hadîsler.. Hiçbir kimsenin ondan mufassal tefsiri yoktur. Kendisinden birçok sikat rivayette bulunmuş, tefsirini
memnuniyetle karşılamışlardır. Fakat hadîsleri arasında münkerleri de vardır. Zuafâ arasındaki şöhretine rağmen hadîsleri
yazılabilir."
Kelbî,- tefsirini, Ebû Salih vasıtasıyla İbn-i Âbbâs'dan nakletmektedir. Halbuki Ebû Salih'in İbn-i Âbbâs'dan tefsir dinlediği, telâkki
ettiği sabit değildir. Bunu İbn-i Hibbân tasrîh ediyor. Bu cihetle "Kelbî tarîki, İbn-i Abbâs'a varan tarîklerin en zaîfidir." deniliyor.
Maahâzâ Sa'lebî, Vahidî bu tarikden birçok şeyler tahrîc etmişlerdir.

İbn-i Merdeveyh, Kelbî tarikiyle İbn-i Âbbâs'dan şöyle naklediyor :

"Birgün Avf b. Mâlik el-Eşcaî Huzûr-ı Nebevî'ye gelerek :

Yâ Resûlâ' llâh! Oğlumu düşman esîr etti, validesi pek müteessir, bana ne emredersiniz? dedi.

Resûl-i Ekrem de:

Sana ve ona kavlini çokça okumayı emrederim, diye buyurdu.

Kadın bunu haber alınca : Sana ne güzel şey emretmiş!., deyip bu kavl-i şerifi çokça tekrar etmeye başladılar. Az sonra oğulları
düşmanın gafletinden bilistifade koyunlarını sürerek yanlarına çıkıp geldi. Müteakiben de :Ayet-i kerîmesi nazil oldu.

Velhâsıl : Kelbî, tefs're dâir bir hayli ma'lûmat vermiştir. Fakat hadîs hususunda, ahkâm-ı fer'iyye hususunda sözlerine i'timâd
edilmemesini birçok zevat söylemektedirler. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Ed-Dürrü'l-Mensûr, Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[69]

41- İmâm-ı A'zam:

Ebû Hanîfe Nu'mân b. Sabit b. Mirzebân el-Kûfî, bütün İslâm âleminin en büyük müctehidi olan bir zâttır. Velâ' i'tibâriyle nisbeti
"Teymî"dir. Silsile-i nesebinde müteaddid akvâl vardır. Ecdadının Irak ahâlîsinden veya Ensâr-ı Kirâm'dan veya ebnâ-yı Fârisden
veya Horasan'ın Neşe' beldesinden olduğuna kail olanlar vardır. Pederi Sabit, sahavetinde Hazret-i Alî'ye hizmet ederek duasını
almıştır.

Meâî-i şerif : Her kim Allah'dan korkarsa, Allah ona bir mahreç -bir çâre-i halâs- yaratır ve anı ummadığı yerden rızıklandırır ve
her kim Allah'a i'timâd ederse Allah ona yetişir, Allah emrini yerine getirir. Allah her şey için muhakkak bir mikdâr tâ'yin
etmiştir.,[70]

İmâm-ı A'zam (80) târihinde Kûfe'de dünyâya gelmiş, orada neşv ü nema bulmuş, zamanının en parlak ilm ü irfan merkezlerinden
biri bulunan Basra'ya da rivayete nazaran yirmi defa giderek oradaki ulemâya mülâkî olmuş, bâzı hevâ ve bid'at ehliyle
münazaralarda bulunmuştur.

Emeviyyeden mervân b. Muhamnıed zamanında Irâkayn vâlîsi bulunan Yezîd b. Ömer İbn-i Hübeyre İmâm-ı A'zam'ı Küfe kadısı
ta'yîn etmek istemiş, kabul etmediğinden dolayı o mübarek zâtı döğdürrnüştür. Bu mezâlimden nefsini kurtarmak için kaçıp
Haremeyn'de mücavir kalmaya başlamış, nihayet Abbâsiyye hükümeti vücûde gelince vatanına avdet etmiş, daha sonra Ebû
Ca'fer, Mansûr Halîfe tarafından Bağdad'a da'vet edilmiş, kendisine tevcîh edilen (Kaadi'l-Kudât) mansıbını kabul etmediği için
darb ve habs edilmiştir. Elli beş defa haccettiği ve nihayet hapishanede mesmûmen vefat eylediği mervîdir. İrtihalleri (150)
senesinde müsadiftir.

.Sultan Melik-Şâh Selçûkî'nin veziri Şerefü'l-Milk Ebû Sa'd. Muhammed, İmâm-ı A'zam'ın Bağdad'da bulunan kabri üzerine güzel
bir türbe yaptırmış, sonra bu türbe, Osmanlı hükümdarları tarafından defeâtla ta'rnîr ve tezyîn edilmiştir. Elyevm bir
ziyâretgâhtır.[71]

İmâm-ı A'zam'ın Meşâyihi:

İmâm-ı A'zam'ın meşâyihi, yâni kendilerinden hadîs, fıkıh ahzetmiş olduğu zevat, dört bin kadardır. Bu hal, başka zevata nasib
olmamış gibidir, İmâm-ı Şafiî'nin yalnız seksen şeyhi var imiş. Vâkıâ İmâm-ı Buhârî gibi bâzı eâzımın binlerce şeyhi vardır. Fakat
bunlar meşâyih-i hadîsdir. Bunların herhalde birer büyük âlim olması lâzım gelmez. Meşâyih-i Fıkıh ise herhalde pek âlim
zâtlardan ibarettir. Bu cihetledir ki, bunların mikdârı daha azdır.
Maahâzâ İmâm-ı A'zam'ın Ashâb-ı Kirâm'dan Enes b. Mâlik, Ebû İbrahim Abdi'llâh b. Ebî Evfâ, Sehl b. Sâid el-Ensârî, Âişe bintü
Acer Hazara tını da görmek şerefine nail olduğu mervîdir, ki bu mazhariyyet de dört büyük müctehid arasında kendisine hâs bir
meziyyet demektir.

Sonra : Hammâd b. Ebî Süleyman gibi ekâbirden fıkıh okumuş, Atâ, Nâfi', Abdu'r-Rahmân b. Hürmüz, Adiyy b. Sabit, Seleme b.
Küheyl, Ebû Ca'fer Muhammed b. Alî, Katâde, Amr b. Dînâr, Ebû İshak gibi eâzımdan da hadîs ahzetmiştir. Kendisinden de Vekî' b.
Yezîd, Sa'd b. es-Salt, Ebû Asım Abdi'r-Rezzâk, Abdu'llâh b. Mûsâ, Ebû Nuaym, âbû Abdi'r-Rahmân el-Mukrî gibi birçok mesâhir
hadîs rivayet etmişlerdir.

İmâm-ı A'zam'dan fıkıh ahzeden zevat ise pek çoktur. Bahusus, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed b. el-Hasen, Züfer b el-
Hüzeyi, Hasan b. Ziyâd, Vekî', Abdu'llâh el-Mübârek, Bişr b. Gıyâs el-Merîsî, Afiye b. Yezîd,

Dâvûd et-Tâî, Yûsuf b. Hâlid eş-Şemenî, Nûh b. Ebî Meryem gibi her biri başlı başına bir müstehid olmak kudretini hâiz bulunan
eâzım, bütün o büyük İmâm'ın birer çırağı, birer muakkibi olmakla müftehir bulunmuşlardır. İmâm-ı A'zam'ın silsile-i ilmiyyesi
İmâm-ı Alî ile İbn-i Mes'ûd Hazretlerine müntehi olmaktadır. Şöyle ki, ilmi, Ebû Hanîfe Hammâd'dan, o da İbrahim Nehaî'den, o
da Alkame ile Esved'den, bu ikisi de Hazret-i Alî ile İbn-i Mes'ûd'dan, bunlar da bizzat Nebiyy-i zî-Şân Hazretlerinden
ahzetmişlerdir.[72]

İmâm-ı A'zam'ın Tefsirdeki Mevkii:

İmâm-ı A'zam, müfessirlerin ikinci tabakası ricâlindendir. Âyât-ı Kur'âniyyenin ihtiva ettiği dînî mesâil ve hakaayıkı anlamak ve
anlatmak kudreti en ziyâde müctehidlerde tebarüz etmektedir. Bu cihetle Hazret-i İmâm, Üstâzü'l-Müfessirîn unvanına bi-hakkın
lâyıktır.

Hangi bir âyet-i celîle'nin nassından, delâletinden, işaret ve iktizâsından yüzlerce meş'ele istinbâtına kadir olan bir büyük
müctehidin en yüksek bir müfessir olduğunda kim tereddüd edebilir?

Vâkıâ İmâm-ı A'zam, tefsir nâmiyle bir kitâb vücûde getirmemiştir. Fakat onun bütün ictihâdâtı en evvel Kitâbu'llâh'a istinâd
ettiğinden kendisinin en ziyâde ahkâma müteallik âyât-ı Furkaniyyeyi tefsir ve tavzih ile iştigal etmiş olması zarurîdir. Bu cihetle
tefsirlerde münderic i'tikaada, ibâdâtâ, muamelâta müteallik binlerce mesâilin en büyük kâşif ve tercemanlarından biri de
(İmâm-ı A'zam) olduğunda şüphe edilemez. Hele kendi mezhebine tâbi' fukahânın vücûde getirmiş oldukları tefsirlerde Hazret-i
İmâm'ın da şüphe yok ki büyük bir hıssası vardır. Nitekim meşhur fakîh Cessâs'ın te'lîf etmiş olduğu (Ahkâmü'l-Kur'ân) unvanlı
tefsiri bu cümledendir.[73]

İmam-ı A'zam'ın İlm-i Hadisdeki Mevkii

İmâm-ı A'zara, büyük bir muhaddistir. Resûl-i Ekrem'in ahâdîs-i şerîfesi tulu' eder etmez ziyaları bütün yeryüzüne yayılan güneş
gibi az bir müddet içinde islâm âleminin her tarafını kaplamış, Hazret-i İmâm da bu feyyaz menba'dan bihakkın istifâde etmişti.

Dört bin kadar meşâyihi olan, zekâ ve hafıza i'tibâriyle de hârikalardan sayılan İmâm-ı A'zam'ın hadis ilmindeki ihâta-i külliyyesini
takdir etmemek lâyık mıdır?

Hazret-i İmâm, büyük bir müctehid, yüksek bir münekkid ve mütefekkir ve pek ziyâde müttekî idi. Binâenaleyh merviyyâtı,
mühim bir intikaada tâbi' tutar, kendince sabit olmayan hadislere hadîs-i sahîh hükmünü vermekten tevakki eder, Kıyâmet'e
kadar payidar olmak üzere vücûde getirdiği mezhebini, bütün sahîh hadisler üzerine te'sîs etmek isterdi. Bu cihetle hadîs'e dâir
merviyyâtını bi'n-nîsbe az görenler bulunabilir. Hayfâkî bu hâli düşünmeyenler, Hazret-i İmam'ın hadis ilmindeki ihatasını takdir
edememiş, o büyük İmâm ile ona tâbi' olanları "Ehl-i Re'y" diye tavsif etmişlerdir.

"İmâm-ı A'zam zamanında ilm-i hadis Haremeyn'de ziyâde intişâr etmiş ise de Küfe gibi yerlerde o kadar intişâr etmemişti.
Binâenaleyh İmâm-ı A'zam pek o kadar ahâdîs-i şerîfeye destres olamamıştır," diyenler de vardır. Fakat bu iddia da her veçhile
doğru değildir. Bahusus İmâm-ı A'zam, senelerce Mekke-i Mükerreme'de, Medîne-i Münevvere'de mücavir bulunmuş, bir nice
muhaddislere musâhib ve mülâkî olmuştur.
İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde "İmâm-ı A'zam, hadislerin şurût-ı sıhhatında teşeddüd göstermiş olduğu için anın yanında sahîh
olduğu sabit olan hadîsler on yedidir." demiştir ki, bu büyük bir hafvedir, bu söze aklanılmaması îcâb etmektedir. Nitekim (El-
Kavlü'1-Fasl) da deniliyor ki ; "İmâm-ı A'zam'ın rivayet ettiği ahâdîs-i şerife on yedi değil, on yedi kitab teşkil etmiştir ki, bunlardan
herbirine (Müsned-i Ebî Hanîfe) nâmı verilir. Bunları huffâz-ı Hadîs'den, ilm-i hadîs'e vâkıf zevattan birer cemâat esânîdiyle be-
raber tahrîc etmişlerdir. Bunların arasında İmâm-ı Şafiî'nin Sünen'inden, Müsned'inden küçüğü pek az bulunur.

İmâm-ı Ebû Yûsuf derdi ki: "Ben hadîs-i tefsir ve îzah hususunda Ebû Hanîfe'den daha âlim bir zât görmedim."

Yahya b. Muîn de demiştir ki : "Ebû Hanîfe sika idi. Yalnız hıfzetmiş olduğu hadîsleri rivayet eder, hıfzetmediklerini rivayet
etmezdi."

Velhâsıl bu büyük müctehidin Müsned unvanlı muazzam eserleri, ilm-i hadîs'deki kudret ve dirayetini göstermeye kâfidir. Bu
mübarek eserler, ilk yazılan hadîs kitablarından ma'dûddur.

İmâm-ı A'zam'ın müctehidler arasındaki yüksek mevkiine, İlm-i fıkıh'daki kudretine, İslâm hukukundaki meslekine ve metânet-i
ahlâkıyyesine dâir (Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye) ünvanlı eserimizde kâfî derecede ma'lûmat vardır.

Velhâsıl : Bu muazzam İmam'ın vücûdu, bütün İslâm âlemi için bir rahmet bulunmuştur. Rahmetu'Ilâhî Teâlâ aleyh.

Me'hazİar : Tezkiretü'l-Huffâz, EI-cevâhirü'l-Mudîe, El-Kevkebü'd-Dürriyye, El-Vasît fi'l-Edebî'l-Arabî ve Târîhihî, El-Bahrü'l-Muhît,


Keşfü'z-Zünûn, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-Kavlü'1-Fasl, Akvemü'l-Mesâlik, El-A'lâm.[74]

42- Mukatil İbn-i Süleyman :

Ebü'l-Hasen Mukatil İbn-i Süleyman el-Horasânî el-Belhî, meşhur bir müfessirdir. (150) de vefat etmiştir. Rahmetu'liâhi aleyh.[75]

Mevki-i İlmîsi:

Mukatil, kudretli bir âlimdir. Nâfi', Ebû İshâk, Zührî, Dahhâk, Mücâhid, İbn-i Sîrîn, Zeyd b. Eşlem, Atâ, İbn-i Ebî-Müleyke, Atiyye b.
Sa'd gibi zevâtten ilim ahzetmiştir. Kendisinden de Buğye b. Velîd, Sa'd İbnü's-Salt, Abdü's-Samed İbnü'1-Iyd gibi zâtlar tahsilde
bulunmuşlardır.

Mukatil, tefsir, hadîs ilimlerinde büyük bir iktidar sahibi idi. Kendisini tezkiye edenler bulunduğu gibi cerh edenler de vardır.

Şu'be'nin, Mukatil'i hayr ile yâd ettiği mervîdir. İmâm-ı Şâfiî de: Nâs tefsir hususunda Mukatil'in nevâle-cînidir"
demiştir.

Halîlî de demiştir ki : "Mukatil'in mevkii ehl-i tefsir nezdinde büyüktür. Lâkin huffâz, kendisini rivayet hususunda taz'îf
etmişlerdir." Zehebî de diyor ki : "Müsfessir Mukafil b. Süleyman, metrûkü'l-hadîsdir, tecsîm ile şâibedârdır. Maahaza ilim
ev’iyesindendir; tefsirde mütebahhirdir.”

'Mukatil ile Cehm b. Safvân, Horasan'da beraber bulunurlar imiş. Aralarında mezheb i'tibâriyle şiddetli bir münâferet var imiş;
biribiri aleyhine eserler yazmışlardır.[76]

Tefsirdeki Mesleği:

Mukatil tefsirini İbn-i Abbâs Hazretlerinden ahzetmiştir. Bu tefsiri Dahkâk'in hayâtında tedvin eylemiş olduğu mervîdir. Bağavî,
Mukatil'in tefsirini Abdu'llâh b. Sabit tarikiyle tahrîc etmektedir.

Mukatil'in, tefsirini Kelbî'den aldığını Hammâd- b. Ebî Hanîfe'ye söylemişler, Hammâd da : "Mukatil, Kelbî'den daha âlim iken
nasıl olur da tefşîrîni ondan almış olur?." demiştir. İbn-i Uyeyne bir kerre Mukatil'e sormuş ki : "Sen Dahhâk'den rivayet
ediyorsun. Halbuki senin Dahhâk'den semâın sabit değildir." Mukatil de cevaben demiştir ki : "Ben babam ile beraber Dahhâk'e
giderdim; üzerimize bir kapı kapanırdı. Bu böyle iken benim ondan semaım nasıl istib'âd olunabilir?"

Mukatil Tefsîri'nin bir nüshası, Birinci Sultan Hamîd Kütüphanesinde (58) numarada ve Kütüphâne-i Umûmî'de (561), (281)
numaralarda mevcuddur.

Me'hazlar': Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[77]

43- Şu'be B. El-Haccâc:

Şu'be b. el-Verd Ebû Bistâm el-Ezdî el-Vâsitî, meşhur, kesîrü'l-menâkıb bir zâttır. (82) târihinde doğmuş, Vâsıt'da yetişmiş, sonra
Basra'ya rıhlet ederek orada (160) târihinde vefat etmiştir. Ezd kabilesinin mevâlîsinden idi.[78]

Mevki-i İlmîsi:

Şu'be'nin imamet ve celâleti. hakkında ittifak vardır. Sika, âbid, zâhid bir zât idi. Enes b. Mâlik ile Ömer b. Seleme'yi -radiya'llâhu
anhümâ- gördüğü mervîdir. Muâviye b. Kurre, Enes b. Sîrîn, Sâbit-i Bennânî, Hamdûd b. Süleyman, A'meş gibi Tâbiîn'den hadis
rivayet eder, kendisinden de Eyyûb-ı Sahtiyânî, Süfyân-ı Sevrî, Abdu'llâh b. Mübarek gibi zâtlar rivayette bulunur. Rivayet ettiği
hadîsler iki bin kadardır. Sabit vâsıtasiyle Enes b. Mâlik'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerif de bu cümledendir :

Asıl sabır, ilk çarpışı ânında olandır."

Yânî : Bir mekrûhui, bir musibetin ilk zuhuru ânında te'sirîri ziyâde olacağından bu anda gösterilecek sabrın mükâfatı da ziyâde
olur.

Kütüb-i Sitte'deki râvîler arasında bundan başka (Şu'be b. el-Haccâc) nâmında bir zât yoktur.

Süfyânü's-Sevrî demiştir ki : "Şu'be hadîs ilminde Emîrü'l-Mü'minîndir."

İmâm-ı Şafiî de der ki : "Şu'be olmasaydı lrak'da hadîs ilmi bilinmezdi."

İmâm-ı Ahmed de der ki : "Şu'be hadîs hususunda ümmet-i vahidedir."

Irak'da ricâl-i hadîsi teftiş ve intikada ilk tâbi' tutan, Sünnet-i Nebeviy-ye'yi müdâfaaya çalışan Şu'be'dir

Şu'be aynı zamanda kadîm müfessirlerdendir. Tefsiri ve (El-Garâib) nâmında hadîse dâir bir kitabı vardır. Edebiyata, şiire de âşinâ
idi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Sahîhü'l-Müslim, Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Takrîbü't-Tehzîb, El-A'lâm.[79]

44- Sufyan-ı Sevr ı :

Ebû Abdi'llâh Süfyân b. Saîd, Mudar kabilesine mensub meşhur bir zâttır. (97) târihinde Küfe'de doğmuş, (161) senesi Basra'da
vefat etmiştir.[80]

Mevki-i İlmîsi:

Sevrî büyük bir âlimdir; büyük bir müctehiddir. Cüneyd-i Bağdadî gibi bir kısım zevat, Sevrî'nin mezhebine tâbi' bulunmakta idi.
Bu mezheb ta'kîb edilmemiştir.
Aynî'nin beyânına göre Süfyân-ı Sevrî, mezâhib-i sitte-i metbûa sâhiblerinden biridir.

Sevrî'nin celâlet-i kadri, kesret-i ilmi, salâbet-i dîni, tevsiki, emaneti hakkında ittifak vardır. Filhakıyka Sevrî, tefsirde, hadîsde,
fıkıhda büyük bir iktidar sahibi idi. Diyanetle, zühd ü takva ile ma'rûf idi. Hattâ : "Sevrî olmasaydı iffet ve itfika mahvolur giderdi."
denilmiştir,

Süfyân b, Uyeyne demiştir ki : "Ben halâl ve haramı tefrik hususunda Sevrî'den daha âlim kimse görmedim."

Îbnü'l-Mübârek de der ki : "Ben bin yüz kimseden yazdım; Süfyân'dan efdal bir kimseden yazmadım."

Sevrî'nin hafızası fevkalâde kuvvetli imiş. "Hiçbir şey hıfzetmedim ki, anı unutmuş olayım." dermiş.

Mansûr Halîfe, Sevrî'yi Kadı tâyin etmek istemişti. Bunu kabulden imtina’ ederek (144) târihinde Kûfe'den çıkmış, Mekke-i
Mükerreme'ye, Medîne-i Münevvere'ye giderek oralarda sakin olmuş, Mekke-i Mükerreme'de iken İbrahim Edhem ile görüşmüş,
bilâhare Halîfe Mehdî kendisini taleb etmekle Basra'ya intikal ederek vefatına kadar orada kalmıştır.

Sevrî'nin menâkıbı hakkında İbn-i Cevzî'nin bir kitabı vardır.

Süfyân-ı Sevrî, birçok ahâdîs-i şerife rivayet etmiştir. Şu hadîs-i şerîf de bu cümledendir :

Nebiyy-i Ekrem Salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki :

Meali : Dört huy vardır ki, bunlar her kimde tamamen bulunursa hâlis bir münafık olur. Ve her kimde bunlardan biri bulunursa
kendisinde, bunu terk edinceye değin nifaktan bir haslet bulunmuş olur; şöyle kî: Emniyet edildiği zaman hiyânet eder, söz
söylediği zaman yalan söyler, ahd ü peymanda bulunduğu zaman gadreder, münâkaşa ettiği zaman söğüb sayar.

Sevrî'nin tefsîr'e dâir bir eseri vardır. Hadîs'e dâir de (El-Câmiu'1-Ke-bîr), (El-Cem'u'1-Kebîr) unvanlı iki eseri, bir de (Kitâbü'l-
Ferâiz) nâmında başka bir eseri vardır.

Velhâsıl : Süfyân-ı Sevrî vücûdiyle teberrük olunan eâzım-ı İslâmiyyeden bir zâttır. Rahmetu’llâhî aleyh.

Me'hazlar: Sahîhü'l-Müslİm, Umdetü'l-Kaarî, El-A'lâm, İbn-i Nedîm, Lûğaat-ı Târihiyye, Kaamûsü'l-A'lâm.[81]

45- İmâm-1 Mâlik:

Ebû Abdi'llâh Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Âmir, ehl-i İslâmın mâ-bihi'l-iftihârı olan dört muazzam müctehidin ikincisidir. Yemen
kabilelerinden (Benî Asbah) kabilesine ve Himyerîlerden bir hükümdar hanedanına mensubdur. (93) veya (95) târihinde Medîne-i
Tâhire'de doğmuş, orada nevş ü nema bulmuş, o belde-i münevvere ufuklarında senelerce bütün İslâm âlemine ilim ve hikmet
nurlarını neşretmiş, nihayet (179) târihinde yine o mübarek beldede vefat etmekle Cennetü'1-Baki denilen
makbereye defnedilmiştir. Rahimehu'llâhi aleyh.[82]

İmâm-ı Mâlik'in Meşâyihi:

Tabiîn hazerâtının birçok fukahâ ve fudalâsına yetişmiş olan İmâm-ı Mâlik, gençliğinden i'tibâren ilim sahasına atılmış, üçyüzü
tâbün'den, altıyüzü de onların tâbi'lerinden olmak üzere dokuzyüz şeyhden hadîs ahzetmiştir. Yahya b. Saîd, Nâfi', Zührî,
Makburî, Muaym el-Muhaccir, Abdu'l-Iah b. Dînâr, Muhammed b. el-Münkedir, Hişâm b. Amr, Zeyd b. Eşlem, Rebîa b. Ebî Abdi'r-
Rahman gibi bir nice ekâbir bu cümledendir.

Ebû Bekr Hatîb-i Bağdâdî'nin te'lîf ettiği bir kitabdaki beyânına göre, İmâm-ı Mâlik'den rivayet eden zevatın adedi'de (993)
kadardır. Kadı Iyâz' in beyânına göre ise, bin üçyüz kadardır. Ez-cümle Hulefâdan Mansûr, Mehdî, Hâdî, Hârûn-ı Reşîd, Emin,
Me'mûn meşâhîr-i ulemâdan İmâm-ı Muhammed b. Hasan eş- Şeybânî, İmâm-ı Şafiî, Ebû Hâşim, Abdü'1-Azîz b. Ebî Hazım, Muin
b. İsâ, Yahya b. Yahya, İbnü'l-Mübârek, El-Kattân, İbn-i Vehb gibi zâtlar İmâm-ı Mâlik'den rivayette bulunmuşlardır. İmâm-ı
Mâlik'in sil-sile-i ümiyyesi şöyledir : Mâlik b. Enes Rebîa'dan, Rebîa da Enes b. Mâlik'den, o da bizzat Resulü'llâh'dan ilim
ahzetmiştir.
Kezâlik Mâlik b. Enes, Nâfi'den, o da İbn-i Ömer'den, o da Nebiyy-i zî Şân Efendimizden ilim ahzetmiştir.[83]

İmâm-ı Mâlik'in Tefsir Ve Hadisdeki Mevkii:

İmâm-ı Mâlik Hazretleri şüphe yok ki pek büyük bir müfessirdir. Kur'ân-ı Mübîn'in âyetlerinden binlerce şer'î hükümler istinbâtına
muktedir olan büyük bir müctehid, elbette tefsir hususunda pek derin bir nüfûz-ı nazara mâlikdir. Hattâ kendisinin (Tefsîr-i
Garibi'1-Kur'ân) unvanlı bir eseri de vardır ki, bunu kendisinden Hâlid b. Abdir-Rahmân el-Mahzûmî rivayet eder.

Hadîs hususuna gelince, İmâm-ı Mâlik pek yüksek bir muhaddistir. Kendisinin sahîhü'r-rivâye bir hüccet olduğunda ümmetin
ittifakı vardır. Te'lîf etmiş olduğu (El-Muvatta') kitabı Hadîs âleminde pek muteber, pek feyizli bir eserdir. İmâm-ı Şafiî der ki : "Yer
yüzünde Kitâbu'llâh'dan sonra İmâm-ı Mâlik'in (Muvatîa')ından ziyâde (savab =) doğru olan bir kitab yoktur."

İmâm-ı Mâlik, (Muvatta')ı kırk sene içinde vücûde getirmiştir. Bidâyeten dört bin kadar ahâdîs-i şerîfe'yî ihtiva ediyormuş.
Bilâhare Hazret-i İmam seneden seneye bunu telhis ederek Müslümanların ahvâline aslah olan mikdârını ibka etmiştir ki, bin
kadar hadîs-i şerîfden ibarettir.

Başka zevat da (El-Muvatta’) ünvâniyle hadîs kitabları yazmışlardır. Hattâ İmâm-ı Mâlik'e : "Sen (Muvatta') için bu .kadar emek
sarf ettin. Halbuki şimdi başkaları da böyle (Muvatta') lar vücûde getirdiler." denilmiş, o da cevaben demiş ki : "Bu kitablardan
hangilerinin li-vechi'llâh te'lîf edilmiş olduğunu elbette göreceksinizdir." Filhakika diğer (Muvatta') lar sanki kuyulara atılmış gibi
görünmez bir hâle gelmiş, yalnız Hazret-i İmâm'ın (Muvatta') ı her tarafa intişâr etmiştir.

Hârûnü'r-Reşîd, (Muvatta') a bir resmiyyet vermek, bunu her tarafa neşrederek herkesçe ma'mûlün-bih bir hâle getirmek
istemişti. Fakat pek munsıf, mütefekkir olan o büyük İmâm, buna razı olmamış, Ahâdîs-i Şerîfe her tarafa intişâr etmiş, islâm
diyarının her kısmında âlimler, muhaddisler, müctehidler yetişerek kitablar tedvinine başlamış ve bu suretle vücûde gelen
ictihâdlar, eserler İslâm milleti için birer rahmet mâhiyetinde tecellî etmekte bulunmuş olduğundan yalnız kendi kitabının
ma'mûlün-bih tutulmasını muvafık görmemiştir.

imâm-ı Mâlik, Hadîs-i Şerîf rivayet edeceği zaman abdest alır, yıkanır, temiz elbîse giyinir, güzel kokular sürünür, saçma sakalına
intizam verir, vakar ve heybetle yerine oturur, hiçbirşey ile meşgul olmaksızın kemâl-i ta'zîm ile ahâdîs-i gerîfe'yi rivayete
başlardı. Pekçok olan tilmizleri etrafını sarar, rivayet ettiği hadîsleri zabta çalışırlardı. İslâm âleminin her tarafından yüzlerce zevat
Medîne-i Tâhire'ye sefer ederek bu büyük muhaddisin meclisinde hazır bulunurlardı.

İmâm-ı Mâlik, hadîs takrir ederken bir mes'ele zımnında yüksek sesle birşey söylenecek olsa men' eder,[84]

âyet-i celîlesini okur, Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin huzurunda ref-i savt memnu' olduğu gibi, Onun
ahâdîs-i şerîfesi, okunurken de ref'-i savtın muvafık olmayacağına işaret ederdi.

Hattâ birgün Halîfe el-Mansûr ile berâber- Ravza-ı Mutahhara'yı ziyaret ederken Mansûr yüksek bir sesle konuşmak istemişti.
Hazret-i İmâm derhâl bu âyet-i celileyi okuyarak Mansûr-ı irşâd etmiştir.

İmâm-ı Mâlik'in müctehidler arasındaki mevkiine, ilm-i Fıkıh'daki mesleğine, metânet-i ahlâkıyyesine dâir (Hukuk-ı İslâmiyye
Kamusu)muzda tafsilât vardır.

İmâm-ı Mâlik Hazretlerinden pek hakimane sözler menkuldür. "İlim, kesret-i rivayetle değildir; belki o bir nurdur ki, Allahu Teâlâ
onu kalbe vaz' eder de onunla hak ile bâtılın arası tefrik olunur." diye buyurmuştur.

Hazret-i İmam fetva vermekte acele etmeyi kerih görür, çok kerre Bilmiyorum" der ve ilmin siperi, kalkanı

bilmiyorum demektir." diye buyururdu.

Mutarrif der ki : İmâm-ı Mâlik, "Halk benim hakkımda ne söylüyor?" diye benden sordu. "Dost olanlar sena ediyor, düşman
olanlar da aleyhinize düşüyorlar, dedim. "Zâten nâs ötedenberi böyledir.

Fakat bütün lisanların biribirine uymasından, yânî bütün halkın aleyhde söz söylemesinden Allah'a sığınırım."

diye mukabelede bulundu.


İmâm-ı Mâlik'den şu mealde bâzı tavsiyeler de mervîdir :

"Ehl-i ilm için lâyık olan, kendilerini ferahdan hâli bulundurmaktır. Bâhusûs ilim zikrolunduğu zaman ve âlim için münâsib olan
havâicini çarşı -pazardan bizzat satın almamaktadır. Velevki buyüzden malı eksilsin. Çünkü âmme onun kadrini bilemez."

Velhâsıl, İmâm-ı Mâlik Hazretleri zî-vakar, ulûvv-i tab'a mazhar, kemâlât ile mücehhez pek büyük, pek muhterem bir müctehid,
bir âlim-i dîn idi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, El-Kevâkibü'd-Dürriyye, Kitâb-ı Tezyînü'l-Memâlik, Kitâb-ı Menâkıbü'l-İmâm-ı


Mâlik, El-Vasît Fi'l-Edebi'l-Arabî ve Târîhihî, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm.[85]

46- Abdü'r-Rahmân:

Abdü'r-Rahmân b. Zeyd b. Eşlem el-Adevî, ma'rûf bir zâttır. (182) târihinde vefat etmiştir.[86]

Mevki-i İlmîsi:

Abdü'r-Rahmân kudretli bir âlimdir; müfessirlerden ma'dûddur. Hadîs'de bir üstâz idi. Îbnü'l-Münkedir, Saffâ b. Süleym, Seleme
b. Dînar ile kendi pederinden tefsir, hadîs ahzetmiş, kendisinden de Abdullah b. Vehb, Abdü'r-Rezzâk, Vekî', İbn-i
Uyeyne gibi meşâhîr rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadîs'lerden bâzılarını Tirmizî ile İbn-i Mâce tahrîc etmişlerdir.
Maahâzâ bu zâtı bâzı muhaddisler tevsik ettikleri halde bâzıları zaîf görmektedirler.[87]

47- Hüşeym B. Beşîr:

Ebû Muâviye, Hüşeym bin Beşîr es-Sülemî, Benî - Süleym'in mevâlîsinden meşhur bir zâttır. (183) târihinde Bağdat'da vefat
etmiştir.[88]

Mevki-i İlmîsi:

Hüşeym âlim, müfessir, nıuhaddîs, müteverri' bir zâttır. Hadîs kitablarında kendisinden bir hayli hadîsler rivayet edilmiştir. Ez-
cümle Sahîh-i Buhârî'de Minhâl vâsıtasiyle Hüşeym'den şu mealdeki hadîs-i şerif tahrîc edilmiştir:

Adiy b. Hatim radiya'llâhu anh demiştir ki :[89] âyet-i kerîmesinin nüzulüne muttali' olunca, baş yastığımın altına biri siyah diğeri
beyaz iki ip koydum. Geceleyin kalkıp baktım, birşey anlayamadım. -Yâni renklerini tefrîk ederek imsak vakti olup olmadığını
kesdiremedim-. Sabahleyin huzûr-ı Nebevî'ye gittim, bunu arzettim. Resûl-i Ekrem, "Bundan murad gecenin karanlığiyle,
gündüzün beyazından ibarettir." diye buyurdular.

Hüşeym, şu mealdeki Hadîs-i Şerifin de râvîlerindendir :

Nebiyy-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki : "Bana beş -haslet- i'tâ olundu ki, bunlar benden mukaddem hiçbir kimseye
i'tâ olunmamıştır. Ben, mücerred (düşmanlarımın kalbine ilkaa edilen) korku ile bir aylık mesafeye kadar nusrata nail oldum.
Bana yer - yüzü mescid ve temiz kılınmıştır; artık ümmetimden herhangi kişi namaz vaktine kavuştu mu hemen namazını kılsın,
(yâni su bulamazsa teyemmüm ederek namazını bulunduğu yerde edâ eylesin). Bana ganimet malları halâl kılınmıştır, halbuki
benden evvel kimseye halâl kılınmış değildi. Bana şefaat (salâhiyyeti) verilmiştir. Ve her nebî yalnız kendi kavmine meb'ûs
olmuştu; ben ise bütün nâsa (Peygamber) ba's olundum."

Velhâsıl : Hüşeym, mübarek bir zâttır. İbn-i Avn der ki : "Hüşeym vefatına kadar on sene yatsı namazının abdestiyle sabah
namazını kılmıştır."
Bu âbid, zâhid zâtın (Kitâbü't-Tefsîr), (Kitâbü's-Sünen fi'1-Fıkıh), (Kitâ-bü'1-Kırâât) ünvânıyle bâzı müellefâtı da
vardır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Fihrist-i İbn-i Nedîm,[90]

48- Yûnus B. Habîb

Ebû Abdi'r-Rahmân (veya Ebû Muhamrned) Yûnus, Fudalâdan bir zâttır. A'cemiyyü'1-asl olduğu mervîdir.-.Benî Leys'in ve
Dabbe'nin mevâlîsinden imiş. Yüz yaşını mütecaviz olduğu halde (183) târihinde vefat etmiştir.[91]

Mevki-i İlmîsi

Yûnus b. Habîb, yüksek bir âlimdir. Nahiv ilmine herkesten ziyâde vâkıf idi. Ebû Amr b. el-Alâ'nın ashabından bulunuyordu.
Basra'da tedris ile iştigal ederdi. (Kitâbu Maâni'l-Kur'ân), (Kitâbü'l-Lûgat), (Kitâbü'n-Nevâdi-ri'1-Kebîr), (Kitâbü'l-Emsâl) vesaire
ünvanlariyle bâzı müellefâtı vardır.[92]

Me'hazlar : Fihrist-i İbn-i Nedîm.

49- Ebü'l-Hasen El Kisâî:

Alî b. Hamza b. Abdi'llâh meşhur bir âlimdir. Bir Kisâ ile ihrâmlandığı için Kisâî nisbetini almıştır. Esed'in mevlâsıdır. Kûfelidir.
Bağdad'da tavattun etmiş, Hârûn er-Reşîd ile beraber sefere çıkarak (189) târihinde Rey şehrinde vefat eylemiştir. O gün İmâm-ı
Muhammed de Rey şehrinde vefat etmekle Hârûn er-Reşîd pek müteessir olmuş : Fıkıh ile nahvi bir günde defn ettim diye
hüznünü izhâr etmiştir.[93]

Mevki-i İlmîsi:

Kisâî, Kûfelilerin Nahiv'de, Lûgat'da imamıdır ve yedi meşhur kurrânın biridir. Bağdad'da evvelâ Hamza'dan kırâet ahzetmiş, sonra
kendisi içün başka bir tarz-ı kırâet ihtiyar eylemiştir. Süleyman b. Erkam ile Ebû Bekr b. Ayyâş'dan hadis dinlemiş, Muâzü'l-
Herrâ'dan nahiv okumuş, sonra Basra'ya giderek İmam-ı Halil'e mülâki olmuş, halka-i tedrisinde hazır bulunmuştur. Daha sonra
hicaz ve şâir havâlî bâdiyelerinde dolaşarak Arab lisânını tedkîyk ve zabtederek ba'dehû Basra'ya avdet eylemiştir.

Kisâî sadûk, arabiyyâta vâkıf, tefsire âşinâ şâir bir zât idi. Hârûnü'r-Reşîd'in oğlunu te'dîb ve terbiyeye me'mûr olmuştu. Kendisiyle
îmâm-ı Ebû Yûsuf arasında bâzı musahabe ve mübâhaseler cereyan etmiştir.

Müellefâtı şunlardır : (Maâni'l-Kur'ân), (El-Kırââtü'n-Nevâdir), (Eş'ârü'1-Muâyât), (El-Masâdır), (El-Hurûf), (Muhtasar) ve sâire.

Me'hazlar : Buğyetü'1-Vuât, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm.[94]

50- Muhammed Ruvâsi:

Ebû Ca'fer Muhammed b. Ebî Sâre el-Kûfî, büyük bir âlimdir. (190) târihine doğru vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[95]

Mevki-i İlmîsi:
Muhammed Ruvâsî, kadîm bir üstâzdır. Kisâî ile Kurrâ'nın üstâzıdır. Küfe ulemâsından Nahv'e dâir ilk kitab te'lîf eden, bu zâtdır.
(Maâni'l-Kur'ân) unvanıyla Tefsîr'e dâir bir eseri vardır. (El-Fasîl), (El-Vakf ve'1-Ibtidâ') da âsârındandır.

Me'haz : El-A'lâm.[96]

51- Süfyân B. Uyeyne :

Ebû Muhammed el-Hilâlî el-Kûfî, pek meşhur bir zâttır. (107) târihinde Kûfe'de doğmuş, (198) târihinde Mekke'de vefat
etmiştir.[97]

Mevki-i İlmîsi:

Süfyân b. Üyeyne pek yüksek bir müfessir, bir muhaddis, bir fakıyhdir. Muhaddisü'l-Harem unvanını hâiz bir allâme idi. Amr b.
Dînar, Zührî, Zi-yâd b. Alâka gibi zevattan hadîs istima' etmiştir. Kendisinden de A'meş, İbn-i Cüneyc, Şu'be, Îbnü'l-Mübârek,
İmâm-ı Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ishâk b. Raheveyh gibi meşâhîr hadîs rivayet etmişlerdir.

Süfyân'ın rivayet ettiği hadîsler ile ihticâc hususunda bütün ümmet müttefikdir. Çünkü hıfz ile, fakahet ve emânet ile mevsûf idi.
Şu kadar var ki, bâzı rivayetlerinde tedlîs vardır, yâni râvîlerden bâzılarının ismi zikredilmemiştir. Fakat isimleri terk edilen râvîler
sikattan oldukları cihetle bu tedlîs mahzurlu görülmemiştir.

Takrîb'de deniliyor ki : "İbn-î Uyeyne sikadır, hafızdır, fakıyhdir, imamdır, hucceîdir. Şu kadar var kî, son günlerinde hafızası
tağayyür etmişti."

İmâmı Şafiî diyor ki : "Ben ahkâma müteallik hadislerin otuzu müstesna olmak üzere mütebakisini İmâm-ı Mâlik'in yanında
bulmuştum. Süfyân b. Uyeyne'nin yanında ise altıdan başka hepsini buldum ve hadîsi tefsir ve îzâh hususunda ondan daha
güzelini görmedim."

İbn-i Vehb de demiştir ki : "Ben tefsire Süfyân b. Uyeyne'den daha âlim bîr kimse bilmiyorum."

Süfyân b. Uyeyne : [98] âyet-i kerîmesinin tefsirinde Hazret-i Huzeyfe'den şöyle nakletmiştir : "Bu, Allah yolunda fakirlikten
korkarak nafakayı terk etmekten ibarettir."

Yâni, cihad yolunda nafaka ile, levâzım-ı harbiye ile mücehhez bulunmalıdır. Fakirlik endişesiyle bu yolda emvali bezi etmekten
kaçınmamalıdır. Çünkü aksi takdirde insan kendisini tehlikeye atmış olur.

Süfyân b. Uyeyne, Sahîhü'l-Buhârî'nin ilk sahîfesini tezyîn eden şu Hadîs-i Şerifin de râvîlerindendir :

Meâl-i şerifi : "Ameller ancak niyetlere göredir ve her kimse için ancak niyyet ettiği şey vardır. İmdi, her kimin hicreti, bulacağı bir
dünyâya veya evleneceği bir kadına ise, hicreti Allah'a ve Resulüne değil, muhaceret ettiği şeye âiddir, müteveccihtir. Yâni her
amelin hükmü, kıymeti sahibinin niyyetine göre olur."

Velhâsıl, Süfyân b. Uyeyne pek fâzıl, muhterem bir zattır. Latif bir ahenk ile hadîs rivayet ederdi. Yetmiş kerre haccetmişti. (Et-
Tefsir), hadise dair( El-Câmi) ünvanlı eserleri vardır. Rahmetu’ llahi, aleyh.

Me 'hazlar: Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Tezkiretü’l-Huffâz Hâşiyesi, Mevzûâtü'l-Ulûm, Lübâbü'n-Nükul fî Esbabi'n-


Nuzul.[99]

52- Vekî' B. El-Cerrâh:

EM Süfyân ibn-i Melîh b. Adiyy el-Kûfî meşâhirdendir. Aslen Nisâbur'lu veya Sind'lidir. (127) târihinde Kûfe'de doğmuş, (197)
senesi Hac'dan avdet ederken (Feyd) denilen mahalde vefat etmiştir. Nisbetinde (Er-Ruvâsî) de denir ki Kays-i Aylân'dan bir batın
olan Ruâs kabilesine nisbettir.[100]
Mevki-i İlmîsi:

Etbâ-ı Tâbiîn'in kibarından ve İmâm-ı A'zam'ın kudretli talebesinden olan Vekî', büyük bir âlim idi. Asrında Irak'ın en büyük
muhaddisi bulunuyordu; pek yüksek bir fakîh idi. Birçok zevattan ilm ü irfan tahsil etmişti. Ez-cümle Hişâm İbn-i Urve, Süfyân b.
Uyeyne, Süfyân-ı Sevrî, Evzâî, Şu'be b. el-Hâlid gibi zevattan hadîs ahzetmiş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den fıkıh öğrenmiş, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Züfer'den de müstefîd olmuştur. Kendisinden de İbnü'l-Mübârek, Yahya b. Eksem, Yahya b. Maîn, İmâm-ı
Ahmed b. Hanbel, Raheveyh, İbn-i Saîd, Ebû Hayseme, Alî b. el-Medenî gibi meşhur zâtlar ilim ahzetmiş, hadîs ve fıkıh rivayet
etmişlerdir.

Vekî'in rivayet ettiği hadîslerden biri de şudur: Her kim rıfkdan mahrum olursa hayırdan mahrum olur."

Vekî', aynı zamanda bir müfessirdir. Tefsire, hadîse, fıkha dâir müellefâtı vardır.

Vekî', bir diyanet ve fazilet numunesi idi. Hem ilme çalışır, hem de ilin" neşreder, hem de gece gündüz ibâdet ve tâatle meşgul
olurdu.

Vekî'in babası Kûfe'de Beytü'1-Mâl nâzırı idi. Hârûnü'r-Reşîd, kendisin Kadı tâyin etmek istedi, fakat Vekî' bunu kabul etmedi.
İmâm-ı A'zam'ın kavliyle fetva verirdi.

Ahmed b. Hanbel derdi ki : "Gözlerim Vekî'in mislini görmemiştir. Hadîs ezberler, fıkıh müzâkere eder, ibâdet ve tâatle uğraşır,
güzelce muvaffak da olurdu. Kimsenin aleyhinde söz söylemezdi. Vekî'in musannefâtına i'tinâ ediniz, ben ondan daha ziyâde ilmi
ihata etmiş bir kimse görmedim."

İbn-i Eksem de demiştir ki : "Ben Vekî'e seferde de, hazerde de musâhib oldum; onu dâima oruç tutar, her gece Kur'ân-ı Kerîm’in
sülüsünü okumadıkça yatmaz, sonra gece sonlarına doğru da uyanır kalkar bir halde buldum."

Vekî' gayet etli-canlı bir zât imiş, bir sene Hicaz'a gitmişdi, Fudayl b. lyâz bir lâtife olarak : "Yâ Vekî' ne bu semizlik? Sen Irak'ın bir
âbid ve zahidi olacaksın." demiş. Vekî'de : "Evet., bu semizlik İslâmiyetle ferahyâb olmamın bir semeresidîr." diyerek Ibn-i Iyâz-ı
susturmuştur.

Vekî'e dostlarından bir zât gelmiş, hâfızasızlığından şikâyette bulunmuştu. Vekî'de ona günahlardan kaçınılması lüzumunu tavsiye
etmişti. O zât bu tavsiyeyi şu kıt'asiyle hikâye etmiştir :

Meali : Ben hafızamın fenalığından Vekî'e şikâyet ettim. Bana günahları terk etmek yolunu gösterdi ve şöyle ta'lîl etti ki : İlim bir
fazl-ı ilâhîdir, Allah'ın fazlını ise günahkâr ihata edemez.

Velhâsıl : Vekî' her veçhile hürmete lâyık, mübarek bir İslâm âlimi idi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Sahîhü'l-Müslim, Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, El-Fevâidü'l-Behîyye, Mevzûâtü'1-Ulûm, El-A'lâm.[101]

Müfessirlerin Üçüncü Tabakası

53- İmâm-1 Şafiî :

Bu zâtın künyesi (Ebû Abdi'llâh) dır. ismi (Muhammed b. İdrîs b. el-Abbâs) dır. Bu büyük müctehid, eimme-i kiram arasında
Kureşiyyü'n-neseb olmakla mümtazdır. Büyük dedesi Şâfi', gençliğinde Resûl-i Ekrem'e mülâki olmuştur. Onun babası Sâib de
Bedir gazvesinde İslâmiyyeti kabul etmiş, muhterem bir sahâbîdir.

İmâm-ı Şafiî (150) senesi Şam beldelerinden "Gazze"de doğmuştur. Diğer rivayetlere göre (Askalân) da veya Yemende
doğmuştur. (199) senesi Mısır'a rıhlet ve fustât beldesinde tavattun etmiş, (204) târihinde Mısır'da vefat eylemiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[102]
İmâm-1 Şafiî'nin Meşâyihi:

Şafiî Hazretleri daha pek genç iken lügat, şiir, eyyâm-ı Arab, tıb hususlarında ihtisas sahibi olmuş, sonra Mekke-i Mükerreme
müftîsi Müslim b, el-Hâlid'den, İmâm-ı Mâlik'den, İmâm-ı Muhammed b. el-Hasan'dan ilm-i fıkıh ahzetmiş, İmâm-ı Muhammed'in
kitablarını istinsah ederek onlardan müstefîd olmuş, İmâm-ı Mâlik, Süfyân İbn-i Uyeyne, Abdü'1-Azîz b. el-Mâcişûn gibi
büyüklerden hadîs-i şerîf telâkki eylemiştir.[103]

İmâm-ı Şafiî'nin Tefsir, Hadîs Ve Fıkıh İümlerindeki Mevkii :

İmâm-ı Şafiî, Kur'ân-ı Mübîn'in lisânına hakkıyle vâkıf, mukaddes ahkâmına lâyıkıyle muttali', yüksek bir müctehid olduğu cihetle
İlm-i tefsîr'e pek ziyâde âşinâ olduğu şüphesizdir. Bu muhterem İmâm'ın kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden ne kadar bir i'tinâ ve i'tidâl
ile ahkâm-ı şer'iyyeyi istinbatta bulunmuş olduğu (Kitâbü'1-Üm) ünvanlı eserinin mütâleâsından pek güzel anlaşılır.

İlm'i hadisdeki ihtisası ise pek meşhurdur. Daha yirmi yaşında iken İmâm-ı Mâlik'in (Muvatta’) ünvanlı hadis kitabını kamilen
ezberlemişti.

İmâm-ı Şafiî'nin müctehidler arasındaki mevkii ise pek yüksektir. Ehl-i Sünnet'in bilittifak kabul etmiş oldukları dört büyük
mezheb-i fıkhîden üçüncüsünün müessisi bulunmuştur. .İctihâdları Kitâbu'l-lah'a, Sünnet'e, İcmâ-ı Ümmet'e, Ashâb-ı Kirâm'm
müttefekun-aleyh olan kavillerine ve mdelîcâb Kıyâs'a istinâd eder.

Velhâsıl, Şafiî merkumun tefsir hadîs, fıkıh ilimlerindeki mevkii pek yüksektir. Bu hususa dâir (Hukuk-ı İslâmiye) kamusumuzda
tafsîlât vardır, (Ahkâmü'l-Kur'ân), (Es-Sünen), (Kitâbü'1-Üm), (Müsned-i Şafiî) gibi pek kıymetli eserleri vardır.

Me'hazlar : Et-Tabakaatü'1-Kübrâ, Et-Tabakaatü'l-Hanâbile, El-Vasît fi'l-Edebi'l-Arabî ve Târîhihî, Mevzûâtü'I-Ulûm, El-A'lâm.[104]

54- Ravh B. Ubâde:

Ebû Muhammed, Îbnü'1-Alâ' b. Hassan el-Kaysî el-Basrî muktedir ulemâdandır. Takriben (125) târihinde doğmuş. (205) târihinde
âhirete irtihâl etmiştir.[105]

Mevki-i İlmîsi:

Ravh hâfızü'l-hadîs'dir; müfessirdir, mevsuk bir zattır. Avn, Hüseyn el-Muallim gibi zâtlardan hadîs ahzetmiş, kendisinden de
Ahmed b. Hanbel, İshak, Bindâr ve şâire rivayette bulunmuşlardır.

Alî b. el-Medînî diyor ki : "Ravh b. Ubâde'nin yüz bin hadisden ziyâde mervîyyâti olduğunu gördüm, bunlardan on binini yazdım."

Yahya b. Maîn de diyor ki : "Ravh, lâ beisdir, sadûkdur,"

Yalnız Kavârîrî, Ravh b. Ubâde'nin İmâm-ı Mâlik'den rivayet ettiği hadîslerin çokluğuna bakarak hakkında bâzı şeyler söylemiş,
neseî de "Ravh b. Ubâde kavî değildir." demiştir.

Ravh'ın İmâm-ı Mâlik'den rivayet ettiği ahâdîs-i şerife dokuz yüzdür. Ravh, Buhârî'de münderic olan şu hadis-i şerifin
râvîlerindendir :

Meâl-i şerifi : Her kim bir müslümanın cenazesini îmân ile, ecrini Hak'-dan ümid ile ta'kib edib de namazını kılıncaya ve
defnedilinceye kadar beraber bulunursa, iki kırat ecr ile dönmüş olur. Her kırat ise Uhuddağı mikdârıdır. Yalnız üzerine
namaz kılub da daha defnedilmeden dönen kimse ise bir kırat ile dönmüş olur."

Ravh b. Ubâde, bir tefsir cem' etmiştir. Sünen'e, ahkâma dâir de bir hayli müellifâtı vardır. Rahmetu'llâhi aleyh.
Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Takrîbü't-tehzîb, El-A'lâm.[106]

55- Yezîd B. Hârûn :

Ebû Hâlid İbn-i Zâdân el-Vâsıtî, Benî - Selem kabilesi âzâdlılarından meşhur bir zâttır. Bu cihetle kendisine (Ebû Hâlid es-Selemî)
denir. Takriben (116) târihinde doğmuş, (206) senesinde Vâsıt'da vefat etmiştir.[107]

Mevki-i İlmîsi;

Yezîd b. Hârûn yüksek bir âlimdir, sikadır, âbiddir, itkan sahibidir. Bu tün imamlar senasında bulunmuşlardır. Meclis-i ilminde
yetmiş bin kişinin toplanmış olduğu rivayet ediliyor. Bu zât berhayat bulundukça Me'mûn, ha.lk-ı Kur'ân mes'elesini ortaya
atamamıştı.

"Ebû Hâlid kimdir ki, ondan sakınıyorsunuz?" diyenlere karşı Memûn : "Korkuyorum ki, bunu izhar etsem, Ebû Hâlid reddeder de
nâs ihtilâfa düşerek bir fitne tehaddüs eder."

Tefsîr'e dâir bir eseri vardır.

Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm. ( Kaamûs-i Terâcim).[108]

56- Muhammed B. El-Müstenîr:

Ebû Alî Kutrub en-Nahvî Basra'da yetişmiş meşhur bir zâttır. (206) târihinde vefat etmiştir.[109]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Alî Kutrub, tefsirde, nahiv ve lûgatda pek mahir bir üstâz idi. Edebiyyattaki iktidarı herkesçe müsellemdir. Fakat hadis, lügat
rivayetinde sika sayılmıyor. Basra'da Sîbeveyh'den ve şâir âlimlerden teallüm etmiştir.

Derse pek düşkün olduğu cihetle daha sabah olmadan Sîbeveyh'in kapısına gider, ders saatine muntazır olurdu. Bir gün Sîbeveyh
kendisine : Sen ancak bir gece kuşusun." diye iltifatta bulunmuştu. Bu yüzden Kutrub lâkabını almıştır. Ebû Dülef el-İclî'nin
çocuklarını ta'lîme me'mûr olmuştu. Nazzâm'dan mezhebini ahzetmîş, bu cihetle Mu'tezile-i Nazzâmiyye mezhebinde bulunmuş
idi.

Lûgatta (Müselles) usûlünü ilk vaz' eden Kutrub'dur. Şu kıt'ası da pek güzeldir :

Meâlı : Sen ey nedîme-i ruhum! Benimle beraber bulunmasan da yâdın benimle beraberdir. Gözümden gaib olduğun zaman seni
kalbim görmeğe başlar. Göz sevdiğini görür, araştırır; kalb gözü, dîde-i basiret de nazardan hâlî olmaz.

Müellefâtı :

Me'hazlar:Vefeyâtü'l-A'yân, Buğyetü'l-Vuât, Kaamus Tercemesi,Keşfü'z-Zunûn, Mevzûâtü'l-Ulûm,Kaamûsül-A'lâm, El-A'lâm.[110]

57 - Vâkidi:

Ebû Abdi'llâh, Muhammed b. Ömer b. Vâkıdî el-Eslemî el-Medenî, meşhur bir zâttır. Velâ' i'tibârîyle Eşlem ve Kureyş kabilelerine
mensubdur. (129) târihinde Medîne-i Münevvere'de doğmuş, gençliğinde bir müddet buğday ticaretiyle meşgul olmuş, fakat
şahsan âlîcenâb olan ve ilim adamı olmak üzere yaratılmış bulunan bu zât, ticâret sahasında muvaffakıyyet te'mîn edememiş,
hattâ sermâyesini de elinden çıkararak bir aralık ihtiyâç içinde kalmıştır. Fakat ilim yolundaki pek parlak muvaffakiyyeti imdadına
yetişmiş, kendisini meşhur Yahyâ-yı Bermekî'nin teveccühlerine, atiyyelerine nail etmiş, bu vâsıta ile Halîfe Me'mûn'a takarrüb
ederek evvelâ Bağdad'ın garb mahalleleri kadılığına, sonra da Bağdad'ın (Rusâfe) ve (Asker-i Mehdi) denilen şark kısmı kadılığına
ta'yîn edilmiş, Me'mûn'un yanında yüksek bir kadir ve i'tibâra mâlik bulunmuş, debdebeli, riyaset ve celâletle mümtaz, herkesin
hürmetine mazhar bir halde yaşamış, nihayet (207) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir. Bağdad'ın garb canibinde Makabir-i
Hayzerân'da medfundur.[111]

Vâkidî'nin Mevki-i İlmîsi:

Vâkıdî, meşhur bir âlimdir. Tefsire, hadîse, fıkha büyük bir vukuf sahibidir. Nâmına izafe edilen bir tefsir vardır. Asrının birçok
âlimlerinden müstefîd olmuş, bilhassa Sevrî, Mâlik b. Enes gibi ekâbirden teallüm etmiş, Muhammed b. İshâk, Muhammed b.
Sa'd gibi meşâhir de kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Maahâzâ Vâkıdî'nin asıl ihtisası târih sâhasmdadır. Kendisi ilk İslâm
müverrihlerindendir. Bu cihetle cihanda yüksek bir nam bırakan eâzımdan biridir. Fakat muhaddisler arasında ilm-i hadîs
i'tibâriyle zaîf görülmektedir. Hadîslerinin metrûkiyyeti hakkında ittifak var gibidir.

Ma'lûmdur ki : Sahâbe-i Kiram zamanında kitab tasnifi âdet değildi. Ashâb-ı Kiram bildikleri hadisleri, fıkıh mes'elelerini, siyere ve
sâireye âid ma'lûmatı tabiîne lisânen rivayet ederlerdi. Tabiîn de telâkki ettikleri şeyleri kendi tâbi'lerine yine şifahen
naklederlerdi, bu suretle râvîlerin ahvâli kendi aralarında temâmen ma'lûm idi. Zaman uzadı, birinci asr-ı hicrînin mürurunu
müteâkıb tedvîn-i ulûm devresi başladı.

İşte Vâkıdî böyle bir devrede yetişti. Hadîs, fıkıh, tefsir ilimlerinin ilk tedvin zamanını idrâk etti. Fakat bu devre ulemâsı arasında
da Sahâbe-i Kiram ile Tâbiîn'in ahvâlini, şâhid oldukları vakayii, târîh-i tevellüd ve irtihallerini zabt ve tedvîn ile iştigâle nefislerini
hasretmiş zevat bulunmamakta idi. Bu mühim işi Vâkıdî deruhte etti. Ashâb-ı Kiram ile Tâbiîn'in ahvâlini, en-sâbını, iştirak etmiş
oldukları gazveleri, yapmış oldukları siyâsî hareketleri, nail oldukları fütuhatı tedkıyka başladı. Her tarafa can attı. Birçok zevat ile
gidib görüştü. Elde ettiği ma'lûmatı günü gününe kayd etti.

Vâkıdî'nin kayd ve naklettiği malûmat arasında pek kuvvetlileri bulunduğu gibi, zaîfleri, munkatı'ları, garibleri de bulunuyordu.
Bir müverrih, bunları kayd ve zabt etmekten bittabi' kendisini alamazdı. İşte bu yüzden Vâkıdî'ye hücum edenler oldu. Onun
rivayetlerinin vâhî olduğuna kail olanlar bulundu.

Maahâzâ kudemâ arasında Vâkıdî'nin kadrini takdir edenler de vardır. Ez-cümle İbrahim el-Harbî demiştir ki : "Vâkıdî, ehl-i İslâm
hakkında nâsın en eminidir. Emr-i İslama da nâsın en âlimidir."

Muhammed b. İshâk da demiştir ki: ‘Vakidi indimde sika olmasaydı,ondan va’llahi hadis
rivayet etmezdim."

Doğrusu budur ki çok şeyler yazan, nakleden zevatın bâzı sözleri garîb, zaîf bulunur, bahusus evvelce tesbit edilmemiş olan
vakayı' ile fütuhatın târihlerinde birtakım ihtilâflar görülebilir. Bu cihetle Vâkıdî ma'zûr görülmek lâzımgelir. Yoksa şüphe yok ki
Vâkıdî, magâzîde, siyerde büyük bir üstâzdır. İslâm târihine büyük hizmetlerde bulunmuştur. İslâm müverrihlerinin en kadîm, en
mümtaz bir simasıdır. Müslümanların cihâna medeniyyet ve fazilet neşreden feyyaz fütuhatını olanca şa'şaasîyle tasvire çalışmış,
İslâm mücâhidlerinin fütuhat sahalarındaki nezîh, necîb etvâr ve harekâtını pek canlı ve heyecanlı bir tarzda tecellî ettirmiştir.

Vâkıdî'nin her sahîfesi bir şehâmet ve celâdet menkıbesini ihtiva eden târihî eserleri, ahlâf üzerinde pek müessir olacak birer
kahramanlık, fedâkârlık kasîdesidir. Bu eserlerin bir kısmı evvelâ Avrupa'da -İngilizce, Lâtince mukaddimeler, ta'lîkalar, şerhlerle
beraber- tab' edilmiş, sonra da Mısır'da ve şâir yerlerde tab' olunmuştur.

Vâkıdî'nin iki kölesi var idi ki, bunlar onun yazılarını gece gündüz tebyize çalışırlardı. Vefatında bin iki yüz insanın yüklenebileceği
kadar kitab terk etmiştir. Bu kitablardan her insanın taşıyabileceği mikdârı on kitab farz edersek, mecmuu on iki bin kitab eder.
Demek ki, bir ömür içinde ne kadar kitab tasnif edilmiş ki, bunlardan yalnız Vâkıdî'nin kütübhânesinde on iki bin kitab
bulunuyormuş. Artık mebâdî-i İslâm'da ilim hareketinin ne kadar fevkalâde olduğunu düşünmelidir.

Velhâsıl Vâkıdî, İslâm Târihi'ne büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bu mesaîsi bir takım tenkidler yüzünden heder olub gitmeğe
mahkûm iken kıymetli kâtibi ve tilmîzi Muhammed b. Saîd yetişmiş, üstâzının ulûmunu neşre başlamış, kitablarını me'haz ittihâz
ederek (Et-Tabakaatü'1-Kübrâ) yi vücûde getirmiş, hâiz olduğu teveccüh ve i'timâd sayesinde hem kendi nâmını, hem de
üstâzının nâmını yaşatmıştır. Rahmetu'llâhi aleyhimâ.

Vâkıdî'nin nâmına tab' edilen müellefât :

Me'hazlar : Takrîbü't-Tehzib, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm, İbn-i Sa'd Tabakatının mukaddemesi, Mürûcü'z-Zeheb, Kaamûsü’l-A'lâm,
İslâmda Târih ve Müverrihler.[112]

58- Ferrâ':

Yahya b. Ziyâd b. Abdi'llâh b. Mervân ed-Deylemî, meşhur bir âlimdir. Künyesi (Ebû Zekeriyyâ) dır; (Ferrâ') demekle şöhret
bulmuştur. (140) târihinde Kûfe'de doğmuş, birçok zaman Bağdad'da oturmuş, (207) târihinde Mekke-i Mükerreme yolunda
vefat etmiştir.[113]

Mevki-i İlmîsi:

Ferrâ', Arabiyyât'da imamdır. Nahivde Kisâî'den sonra Küfe âlimlerinin en büyüğü idi. Maahâzâ fakıyh, mütekellim, müfessir,
eyyâm-ı Arab'a vâkıf, nücûma, tıbba âşinâ bir zât bulunuyordu. İlm-i Kelâm'ı sever, eserlerinde felsefî ta'bîrlerden hoşlanır,
Mu'tezile i'tikadına mütemayil görünürdü.

Ferrâ' mütedeyyin, müteverri' idi. Mutaazzım, mütekebbir sanılırdı. Halîfe Mem'mûn'un oğullarının terbiyelerini deruhte etmişti.
Fevkalâde bir kuvve-i hafızaya mâlikdi. Eserlerini bütün ezber yazmıştır.

Dört cildden müteşekkil bir Tefsîr'i vardır. Kendisi Arabcaya hâkim olduğundan, Tefsır'inde en ziyâde bu babdaki ihtisasını tecellî
ettirmiştir. Bu Tefsîr'in bir nüshası İstanbul'da Süleymâniye Kütüphanesinde mevcuddur.

Müellefâtı:

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz li'z-Zehebî, Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm, Mevzuaü'l-Ulûm.[114]

59- Ebu Ubeyde, Ma'mer B. El-Musenna:

Ma'mer b. el-Müsennâ el-Basrî, meşhur bir âlimdir. Kureyş'in Teym kabilesine mensub, onların mevâlîsindendir. Hasan-ı Basrî'nin
vefat ettiği geceye müsadif (111) târihinde Basra'da doğmuştur. (188) senesinde Hârûnü'r-Reşîd'in da'veti üzerine Basra'dan
Bağdad'a gitmiş, (209) târihinde Basra'da vefat etmiştir, İbâziyye mezhebine sâlik ve Şuûbiyye'den ma'dûd idi. Lisânından kimse
kurtulamamıştı. Vefatında yalnız kalmış, cenazesinde kimse bulunmamıştır.[115]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebû Ubeyde, zamanındaki ulûm ve fünûna herkesden daha ziyâde vâkıf bulunuyordu. Lügat, nahiv, edeb, hadis, ensâb-ı Arab,
ahbâr-ı Arab hususlarında mütehassıs idi. (118) târihinde Bağdad'a gelince orada bir çok zevattan ezcümle Osman el-Mâzinî, Ebû
Hatim es-Sicistânî gibi meşâhirden ilim ahzetmiş, kendisinden de Kasım b. Sellâm ve bir çok zevat teallümde bulun-
muşlardır.

Ebû Ubeyde, Fazl b. Rebî'in da'veti üzerine Bağdad'a gidib Ismaî ile beraber Hârûnü'r-Reşîd'e takdim edilmişlerdi. Ebû Ubeyde
bunu şöylece anlatmıştır :

"Vâki' olan da'vet üzerine Bağdad'a gittim; Fazl b. er-Rebî'in huzuruna girdim. Yanında yer gösterdi, oturdum. Huzuruna dâhil
olan bir zâta beni takdîm ederek : Bu, ehl-i Basra'nın allâmesi olan Ebû Ubeyde'dir, dedi. O zât da memnûniyyet arz ederek
"Zâten ben bu zâta nüştâk idim." dedi ve müsâademi istihsâl ederek :[116] Onun tomurcukları sanki şeytanların basları gibidir."
âyet-i celîlesinde Cehennemdeki ağacın tal'ı, tomurcuğu, şeytanların başlarına teşbih edilmiş.. Hâlbuki va'd ve vaîd, ma'rûf olan
şey ile yapılır. Bu teşbihin sebebi nedir? diye bana sordu. Ben de dedim ki : Allahu Teâlâ Arab'a kendilerinin usûl-i mükâlemeleri
veçhile hitab buyurmuştur. İmriü'l-Kays'ın şu beytini işitmedin mi? :

Şâir, bu beytinde kendisinin güllerin azı dişlerine teşbih etmiştir. Halbuki güller görülmüş şeyler değildir. Fakat onlar gülü korkunç
bir mahlûk tasavvur ettikleri için anınla tahvîf vâki' olmuştur.

Bu cevâbım hoşlarına gitti. Cevâbımı tahsîn ettiler. O günden i'tibâren Kur'ân-ı Kerîm hakkında bir kitab yazmak, bu misilli
mes'eleler hakkında ve bilinmesi için ihtiyaç görülen hususlara dâir bir eser vücûde getirmek fikrinde bulundum. Basra'ya avdet
edince (Mecâzü'l-Kur'ân) unvanlı kitabımı tasnîf ettim. Bana sual soran zâtın da, Vezîr'in kâtiblerinden İbrahim b. Ismâiî olduğunu
bilâhare öğrendim."

Ismaî, bu kitabı te'lif ettiğinden dolayı Ebû Ubeyde'yi ta'yîb eder, Kur'ân'ı kendi re'yiyle tefsir ettiğini söylermiş. Ebû Ubeyde bunu
işidince birgün Ismaî'nin meclisine gitmiş, "Yâ Ebâ Seyyid! Hubz nedir?" diye sormuş, o da : "Yuğurup yediğin şeydir." demekle
Ebû Ubeyde, "Sen Kitâbu'llah'ı kendi re'yinle tefsîr ettin. Kur'ân'da :[117]

buyurulmustur." demiş, Ismaî "Hayır, ben kendi re'yimle tefsîr etmedim; bu bana zahir olan birşeydir ki, bunu söylemiş oldum."
demekle Ebû Ubeyde : "İşte bu birşeydir ki, sen beni bundan dolayı ta'ylb etmiş bulunuyorsun. Benim yaptığım şeyler de bana
zahir olan ma'nâlardır. Yoksa kendi re'yimie bir tefsîr değildir." diyerek Ismaî'nin meclisini terk etmiştir.

Ebû Ubeyde demiş oluyor ki : Ben Kur'ân-ı Kerîm'i, lisân-ı Arab nokta-i nazarından tefsîr etmiş, ehl-i lisan arasında ma'rûf ve
mütedâvil olan ma'nâlara göre îzâh eylemiş bulunuyorum. Yoksa kendimden bir ma'nâ çıkarmış değilim. Bu ise re'y ile tefsir
sayılmaz.

Deniliyor ki : Ebû Ubeyde'nin ma'lûmatı vâsi', mütenevvi' idi. Ismaî'nin malûmatı ise Nahiv hususunda daha mükemmel, hüsn-i
ibare i'tibâriyle de daha edîbâne idi.

Ebû Ubeyde, vefatına kadar te'lîfat ile uğraşmıştır. İki yüz kadar müellefâtı vardır. Bir kısmı şunlardır :

Bu son eser, bir dîvân-ı şiirdir. Cerîr ve Firezdak'ın şiirlerinde vuku' bulan mütenâkız sözleri mutazammındır. İngilizce bir
mukaddime ile Londra'da tab' edilmiştir.

Me'hazlar: Nüzhetü'l-Elîbbâ', Buğyetu'l-Vuât, Vefeyâtü'l-A'yân,El- A'lâm, Mu'cemü'l-Kütübil-Arabiyye ve'l-Mütearribe.[118]

60- Abdü'r-Rezzâk B. Hemmâm:

Ebû Bekr, İbn-i Hemmâm İbn-i Nâfi’ es-San'ânî, meşhur bir âlimdir. Benî Himyer kabilesi âzâdlılarından idi. Bu cihetle kendisine,
Ebû Bekr el-Himyerî de denir. (126) târihinde San'a'da doğmuş, (211) senesinde Yemen'de vefat etmiştir.[119]

Mevki-i İlmîsi:

Abdü'-Rezzâk el-Himyerî, bir ilm ü irfan mahfazası sayılmaktadır. Müfessir, muhaddis bir zâttır. Abdu'llâh el-Ma'merî'den, İbn-i
Cüreyc ile Evzâî, Sevrî, Mâlik gibi zevattan rivayet eder. Kendisinden de Buhârî, İmâm-ı Ahmed, İshâk, İbn-i Muin ve saire
rivayette bulunurlar. Kendisini birçok muhaddisler tevsik, bâzıları da taz'îf ve tekzîb etmektedirler. On yedi bin hadîs-i şerif
hafızasında var imiş. Rivayet ettiği hadislerin bir kısmı Kütüb-i Sıhâh'da münderic bulunmaktadır. Kendisine teşeyyu' isnâd
edilmiştir. Fakat bu hususta gulüv göstermezdi. Belki Hazret-i Alî'yi çok sever, anınla mukatelede bulunanlara buğs ederdi. Ehli
Beyt'in fezâiîi, bâzı kimselerin de maâyibi hakkında bir hayli hadisler rivayet etmiştir.

Seleme b. Şeyb diyor ki : Ben Abdü'r-Rezzâk'ın şöyle dediğini işittim : "Vallahi sînem, Hazret-i Alî'yi Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-
i Ömer üzerine tafdîl için asla münşerih olmamıştır."

İmâm-ı Buhârî de Târîh-i Kebîr'inde diyor ki : "Abdü'r-Rezzâk'ın kendi kitabından rivayet ettiği şeyler’ yok mu, onlar daha
şahindir."
İmâm-ı Ahmed b. Hanbel de demiştir ki : "Ben Abdü'r-Rezzâk'dan daha güzel görmedim."

Abdü'r-Rezzâk'ın Katâde'den tahrîcine nazaran :[120] âyet-i celîlesindeki Leyle-i Mübâreke'den murâd, Leyle-i Kadir'dir.

Abdü'r-Rezzâk, Sahîhü'l-Buhârî'de münderic olan şu hadîs-i şerifin râvîlerindendir :

Meâl-i şerifi : Sizden biri İslâmını güzel edince, yâni Hakk'a inkıyâd ederek ihlâsda, ibâdet ve tâatde bulununca, yapacağı her
haseneden dolayı kendisi için ondan, yedi yüz misline kadar sevâb yazılır. Yapacağı her seyyieden dolayı da kendisine yalnız bir
misli günah yazılır. Yâni hasene takdirinde fazl-ı İlâhî tecellî ederek ez'âf-ı muzâafını ihsan buyurur.

Müellefâtı: Hadîse dâirdir.

Me'hazlar: Dürrü'l-Mensûr, Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Haffâz, Keşîü'z-Zünûn, El-A'lâm, Kaamûsü'l-A'lâm.[121]

61- Ahfeş-i Evsat :

Ebü'l-Hasen, Saîd b. Mes'ade, meşhur bir âlimdir. Ehl-i Belh'den Benî -Mecâşi'in mevlâsıdır. Basra'da sakin olmuş, (215) târihinde
vefat etmiştir.[122]

Mevki-i İlmîsi:

Ahfeş-i Evsat, nahiv ulemâsındandır. Kendisinden sinnen küçük olan Sîbeveyh'den Arabiyyat okumuş, fıkıh tahsîl etmiş, Kelbî'den,
Nehaî ile Hişâm b. Urve'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebû Hatim es-Sicistânî rivayette bulunmuştur. Bağdad'a
giderek Kisâî ile mubâhaselerde bulunarak Kisâî'nin takdirlerine mazhar olmuş ve onun talebiyle (Meâni'1-Kur-ân) unvanlı tefsiri
te'lîf etmiştir.

Ahfeş, tefsire vâkıf, nâsın kelâma en âlimi, cedele en hazıkı idi. Arûz'a bir bahir ilâve etmiş, bununla bahirler on altıya baliğ
olmuştur.

Müellefâtı :

Me'hazlar : Vefeyâtü'l-A'yân, Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm.[123]

62- Âdem B. Ebi İyâs:

Künyesi Ebü'l-Hasen olan bu zâtın bir ismi de (Abdu'r-Rahmân) veya (Nahiye) dir. Horasan'ın merkezi olan (Merv) şehrine
mensubdur. (132) târihinde doğmuş, Bağdad'da neşv ü nema bulmuş, orada birçok zevattan ilim tahsil etmiş, sonra seyâhata
çıkarak Kûfe'ye, Basra'ya, Hicaz'a, Mısır'a, Şam'a gitmiş; birer ilm ü irfan merkezi olan bu yerlerdeki âlimler ile, muhaddisler ile
görüşmüş, kendilerinden birçok ahâdîs-i şerife telâkki etmiş, nihayet Askalân'a gidib orada tavattun eylemiştir.. Bu cihetle
kendisine (Âdem-i Askalânî) de denir. (221) senesi Askalân'da vefat etmiştir.[124]

Meşâyihi:

Âdem-i Askalânî, birçok eâzımdan hadis ahz ü rivayet etmiştir. Ezcümle en büyük muhaddislerden olan Şu'beden, İbn-i
Yûnus'dan, İbn-i Ebî Zi'b'den ve bunların .tabakasındaki daha birçok ekâbirden hadis rivayet eder. Kendisinden de, İslâm âleminin
en meşhur âlimlerinden, muhaddislerinden bulunan Ebû Zür'a, Ebû Hatim, İmâm-ı Buhârî, Neseî, Ebû Dâvud, İbn-i Mâce,
Taberânî, Dârimî gibi zevat hadis rivayet ederler. Hadis kitablarındaki râvîler arasında kendisinden başka (Âdem b. Ebî îyâs)
nâmında bir zât mevcut değildir.[125]
Tefsir İlmindeki Mevkii:

Âdem-i Askalânî, tefsir âlimlerinin kudemâsındandır. Bu muhterem müfessir, bâzı âyetlerin ma'nâsını, eshâb-ı nüzulünü, mensûh
olub olmadığını iki üç vâsıta ile Ashâb-ı Güzin'den veya Tâbiîn'den rivayet eder.

Üç nümûne :

1- Ümmü'l-Kur'ân ta'bîrinin Fatiha sûre-i celîlesinden ibaret olduğunu iki vâsıta ile Ebû Hüreyre radiya'llahu anhden şöyle rivayet
etmiştir :

Ümmü'l-Kur'ân, Seb'ul-Mesâni denilen Fatiha sûresi'dir. Kur'ân-ı Azîm de -bu ümmete ihsan buyurulan- Kitab-
ı İlâhî'nin hey'et-i mecmuasıdır."
[126]
2- Ayet-i kerîmesi'nin mensûh olmadığını iki vâsıta ile Saîd b. Cübeyr'den şöyle nakletmiştir :

Saîd b. Cübeyr diyor ki : Küfe fukahâsı bu âyet-i celîlede ihtilâf etmişlerdi. Ben gidip bunu İbn-i Abbâs'dan sordum; dedi ki : Bu,
kati hakkında en son nazil olan bir âyettir. Bunu birşey nesh etmiş değildir. Bu âyet-i Kerîme'nin meali şudur : "Bir mü'mini bi-
gayri hakkın kasden öldüren kimsenin müstehak olduğu ceza, ebedî bir halde Cehennem azabıdır. Binâenaleyh bu cinayeti halâl
addetmiş ise, bir daha o azabdan kurtulamaz. Fakat halâl addetmemîş, başka bir manî de bulunmamış olursa, bir müddet ceza
gördükten sonra hakkında afv-i İlâhî tecellî eder,"
[127]
3- Ayetlerinin sebeb-i nüzulünü iki vâsıta ile (Zeyd b. Erkam) dan şöyle rivayet etmiştir :

Hazret-i Zeyd diyor ki : Ben münafıklardan Abdu'llâh b. Übeyy'in şöyle dediğini işitmiştim : "Resûlu'llah'ın yanında bulunanlara
nafaka vermeyiniz; tâki dağılsınlar. Vallahi eğer bir kerre Medine'ye dönersek elbette azîz olanlar oradan zelîl olanları
çıkaracaktır."

Bu sözleri amcama duyurdum, o da Resûl-i Ekrem'e arz etmiş. Bunun üzerine (İbn-i Übeyy) Huzûr-ı Nebevî'ye giderek böyle
birşey söylemediğine hem kendisi, hem de arkadaşları yemin etmekle Nebiyy-i zî-Şân onu tasdik, beni tekzîb etti. Artık büyük bir
hüzün içinde evde kapanmış kalmış idim ki, Hak Teâlâ Hazretleri bu âyetleri inzal buyurmuş, Resûl-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve
sellem beni huzuruna celb ederek bunları bana okudu ve "Allahu Teâlâ seni tasdik buyurdu." diye tebşirde bulundu.

Bu hâdise, Benî-Mustalık Veya Tebûk gazvesi esnasında vuku' bulmuştur.[128]

Muhaddisler Arasındaki Mevkii:

Âdem-i Askalânî'nin hadis ulemâsı arasında da büyük bir mevkii vardır. Tâbiîn'in etbâından bulunmaktadır.. Âbid, zâhid, mevsuk
bir zât olduğuna şehâdet edilmektedir.

Ebû Hatim diyor ki : "Âdem b. Ebî İyâs, sikadır, emindir, mu'teberdir; Cenâb-ı Allah'ın hayırlı kullarından biridir."

Ahmed b. Hanbel de demiştir ki : "Şu'be'nin huzurunda altı zât dâima hadis zabtiyle meşgul olurdu ki, bunlardan biri de Âdem b.
Ebî İyâs'dır."

Âdem-i Askalânî işittiği hadisleri yazmak suretiyle cem' ve tesbîte i'tinâ ettiği için kendisine (Verrâk) denilmektedir. İmâm-ı
Buhârî, hadîs-i şerifini bu zâttan rivayet etmiştir. Yânî : "Müslümanlar odur ki, dilinden, elinden Müslümanlar selâmette bulunmuş
olurlar. Muhacir de Allahu Teâlâ'nın men' ettiği şeyleri terk eden kimsedir."[129]

Bir Muhaveresi:

Muhammed b. Attâb diyor ki : Ben Âdem-i Askalânî'yi ziyarete gitmiştim, aramızda şöyle bir muhavere cereyan etti :
M — Abdu'llah b. Salih sana selâm gönderdi.

A — Sen benden ona selâm götürme,

M — Niçin?

A — Çünkü o, Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûkiyyetine kaail olmuş.

M — O bu hususta ma'zûr idi. Bu sözünden nedametini izhâr etmiş, rücûunu halka bildirmiştir.

A — Öyle ise kendisine selâmımı götürebilirsin.

M — Ben Bağdad'a gitmek istiyorum, bir hacetin var mı?

A — Evet... Bağdad'a gittiğinde Ahmed b. Hanbel'i ziyarete gider, kendisine selâmımı tebliğ eder ve dersin ki : "Allahu Teâlâ'dan
dâima iftîka üzere ol, içinde bulunduğun hal ile Cenâb-ı Hakk'a tekarrüb et. Hiç bir kimse senin metanetini ihlâl etmesin." Leys b.
Sa'd'in : "Sizi Allah'a isyana sevk eden kimseye itaat etmeyiniz." hadîs-i şerifini bana rivayet etmiş olduğunu da kendisine haber
ver.

Vaktaki ben Bağdad'a gittim, hapishanede bulunan Ahmed b. Hanbel'i ziyarete koştum. Kendisine Âdem-i Askalânî'nin selâmını
ve şu sözleriyle hadîs-i şerifi tebliğ ettim. İmâm-ı Ahmed bir müddet gözlerini yere tevcih edib durdu. Sonra başını kaldırarak dedi
ki : "Allahu Teâlâ ona hayatında da, memâtinda da rahmet etsin., ne güzel nasihatte bulunmuş!"

Âdem-i Askalânî'nin bir Tefsîri vardır.

Me'hazlar: Sahîh-i Buhârî, Umdetü'l-Kaarî, Tezkiretü'l-Huffâz, Tehzîbü't-Tehzîb, Takrîbü't-Tehzîb, Tabakaatü'l-Hanâbile,


Mevzûâtü'l-Ulûm, Keşfü'z-Zümûn.[130]

63- Kasım B. Sellâm :

Ebû Ubeyd Kasım muhterem bir âlimdir. (156) târihinde doğmuş, (223) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir.[131]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebû Ubeyd, asrının her fende bir üstâzı idi. Nahiv ulemâsından, fâzıl, mütedeyyin, hüsn-i te'lîfe mâlik, sahîhü'n-nakil bir zât
bulunuyordu. Ebû Ubeyde, Ismaî, Ebû Muhammed el-Yezîdî, Îbnü'l-A'râbî, Kisâî, Ferrâ' gibi meşâhirden teallüm etmiş,
kendisinden de Yahya b. Muîn ve sâire müstefîd olmuşlardır..

Müellefâtı :

Me'haz : Buğyetü'l-Vuât.[132]

64- Muhammed B. Hatim :

Ebû Abdi'llâh, İbn-i Meymûn el-Semîn el-Mervezî, meşhur bir muhaddistir. (235) târihinde vefat etmiştir.[133]

Kudret-i İlmiyyesi:
Muhammed b. Hatim müfessir, hâfızü'l-hadis bir zâttır.

İbn-i Adiy, Dârekutni gibi muhaddisler kendisini tevsik etmektedirler. Yalnız Ebû Hafsi'l-Gallâs : "Muhammed b. Hatim, Birşey
değildir." demiştir. Fakat Zehebî diyor ki : "Bu söz merdûd bir cerhdir."

Binâenaleyh bu söz ile o muhterem zâtın kadri tenzil edilmiş olamaz.

Muhammed b. Hatim, Abdu'llah İbn-i İdrîs, Süfyân b. Uyeyne, İbn-i Uley-ye, Vekî', Kattan gibi zevattan hadîs ahzetmiş,
kendisinden de İmâm-i Müslim, Ebû Dâvud, Hüseyin b. Süfyân, Ahmed b. el-Hasen es-Sûfî ve saire rivayette bulunmuşlardır.

Muhammed b. Hatim, Sahîh-i Müslim'de münderic olan şu iki Hadîs-i şerifin de râvîlerindendir :

İbn-i Ömer'den mervîdir, demiştir ki : Her sekir verici şey şarabdır; her şarab ise haramdır."

Resûl-i Ekrem buyurdu ki : Sizden hiçbirini, ameli, cennete idhâl edemez.

Yâ Resûlâ'llah, seni de mi? dediler.

Buyurdu ki : Beni de.. Meğer ki Allahu Teâlâ beni kendi fazl-ı rahmetiyle mağfiret buyursun."

Yâni Cennet'de yüksek derecelere nâiliyyet için güzel amellerin medhali var ise de, asıl Cennete girmek hususunda medhali
yoktur; bu mahzâ bir fazl-ı ilâhîdir. Çünkü insanların amelleri, haddi zâtında böyle ebedî bir ni'-mete nâiliyyet için kifayet edemez.

Muhammed b. Hatim, rivayete nazaran Tefsîr'e dâir bir kitab cem' etmiş, bunu birçok kimseler Bağdad'da kendisinden
yazmışlardır.

Me'hazlar : Sahîhü'I-Müslim, Tezkiretü'l-Huffâz, EI-A'Iâm.[134]

65- Ebü Bekr İbn-i Ebî Şeybe:

Abdu'llah b. Muhammed b, Ebî Şeybe el-Kûfî, büyük muhaddislerdendir. (235) târihinde vefat etmiştir.[135]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebû Bekr İbn-i Ebî Şeybe, müfessirdir; nazîrsiz bir muhaddis, bir nih-rîr sayılmaktadır.

Hatîb-i Bağdadî diyor ki : "Ebû Bekr hafızdır; hadisde itkan sahibidir."

İmâm-ı Ahmed b. Hanbel de diyor ki : "Ebû Bekr, sadûktur; kendisi bana kardeşi Osman'dan daha sevimlidir."

Ebû Zür'a gibi muhaddisler de demişlerdir ki : "Biz Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den mahfûzâtı daha çok bir kimse görmedik."

Ebû Bekr b. Ebî Şeybe, Kadî Şüreyk, Ebü'l-Ahvas, İbnü'l-Mübârek, İbn-i Uyeyne, Cerîr b. Abdi'l-Hamîd gibi meşâhîrden teallüm ve
hadîs istimâ' etmiş, kendisinden de Ebû Zür'a, İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce, Ebû Bekr b. Ebî Âsim gibi
büyük zâtlar hadîs rivayet etmişlerdir.

Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den (Sidretü'l-Müntehâ) hakkında şöyle bir rivayet vardır :

İbn-i Abbâs demiş ki : Ben Sidretü'l-Müntehâ'nın ne olduğunu Kâ'b'dan sordum, o da şöyle cevab verdi : Sidretü'l-Müntehâ ki,
bütün meleklerin ilimleri orada nihayet bulur. Onu bir ilim tecâvüz edemez. Allahu Teâlâ'nın emirlerini orada bulur, -telâkki
ederler. Kâ'b'dan Cennetti'1-Me'vâ'yi da sordum. Dedi ki : O bir Cennettir ki orada yeşil kuşlar vardır. Şehidlerin ruhları bunların
içinde olarak yükselirler.

Ebû Bekr b. Ebî Şeybe, şu hadîs-i şerifin de râvîlerindendir :Kavi, -yâni azîm et-i nefse, kuvvet-i karihaya mâlik- olan mü'min, zaîf
olan mü'minden hayırlıdır ve Allahu Teâlâ'ya daha sevimlidir."
Müellefâtı :

Me'hazlar: Sahîhü'I-Müslim, Lübâhü'n-Nükul, Tezkiretü'l-Huffâz, Keşfü’z-Zunun.[136]

66- İshâk B. Râheveyh

Ebû Ya'kub İbn-i İbrahim b. Mahled el-Hanzalî el-Mervezî, büyük, âlimlerdendir. (168) veya (161) târihinde doğmuş, bilâhare
Irak'a, Hicaz'a Şam ile Yemen'e rıhlet etmiş, nihayet (238) târihinde Nisâbur'da vefat etmiştir. Babası Mekke-i Mükerreme
yolunda doğmuş olduğu için (Râheveyh) adım almıştır.[137]

Mevki-i İlmîsi :

Merv ahâlîsinden olup Horasan'ın yegâne âlimi olan İbn-i Râheveyh, gerek muhaddisler ve gerek fakîhler arasında pek muhterem
bir imam sayılmaktadır. Kendisi hem pek kudretli bir âlim, hem de pek ziyâde ibâdet ve tâatle muttasıl bir zâhid idi. Kendisine
(Şehinşâh-ı Hadîs) ünvanı verilmiştir. Hafızası bir hârika idi. Mahfûzâtı insana hayret verir; kitablarının bütün münderecâtı
ezberinde idi. Hattâ kendisi derdi ki : "Ben her işittiğimi hıfzettim. Kİtablarımdaki yetmiş bin hadîse sanki gözümün önünde imiş
gibi bakıyorum."

İbn-i Râheveyh, hadîs cem'i için birçok beldeleri dolaşmış, birçok zevata mülâkî olmuş, birçok eâzımdan ilim tahsil etmiştir. Ez-
cümle Abdu'llah b. el-Mübârek, El-Fazlü'ş-Şeybânî, Cerîr b. el-Hamîd, Süfyân b, Uyeyne, Abdü'1-Azîz Ed-Derâverdı gibi Tâbiîn'den
ve sâireden hadîs rivayet eder, kendisinden de İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Neseî, İmâm-ı Ahmed b.
Hanbel gibi yüksek muhaddisler, müctehidler hadîs rivayet etmişlerdir.

Ebû Dâvûd el-Haffâf diyor ki : "İshâk bize on bir bin hadîs, hıfzından rivayet ederek, yazdırdı sonra bunları bize ne bir harf ziyâde,
ne de noksan olmaksızın tekrar okudu."

Ahmed b. Seleme de demiştir ki : "Ben Ebû Hatim er-Râzî'ye dedim ki, İshak bize hafızasından tefsir okuyub yazdırdı. Ebû Hatim
de dedi ki : Bu daha garîb. Çünkü ahâdîs-i müsnede'yi hıfzetmek, tefsîr'in esânîd ve elfâzını zabt ve hıfzetmekten daha kolay,
daha hafiftir."

İmâm-ı Ahmed b. Hanbel de demiş ki : "Horasan köprüsünden İshâk b. Râheveyh gibi bîr zât daha geçmemiştir."

Sulehâdan bir zât olan Alî b. Seleme El-Kerâbîsî demiştir ki : "İshâk b. Râheveyh'in vefat ettiği gece, İshâk'ın mahallesinden bir
kamerin semâya yükseldiğini, sonra aşağıya inerek onun defnedildiği yere düştüğünü, rü'yâda gördüm. Vefatından haberim
yoktu. Sabahleyin kalktım, bîr de baktım ki, rü'yâda kamerin düştüğünü gördüğüm yerde İshâk için bir kabir kazılıyor."

İshâk b. Râheveyh'in tefsiri ve bâzı müellefâtı vardır. El-Hâkim Ebû Abdi'llâh diyor ki: "İshâk b. Râheveyh ile İbnü'l-Mübârek ve
Muhammed b. Yâhyâ kitablarını defnetmişlerdir."

İshâk b. Râheveyh,[138] nazm-ı celîli münâsebetiyle İmâm-ı Alî'den şöyle naklediyor : Bir kimse Hazret-i Alî'ye "Beytü'l-Ma'mûr
nedir " diye sormuş, O da : "Semâda bir beyttir; adına (Durâh) denilir. Mekke'nin hizâsındadır. Onun semâda hürmeti, Kâ'be-i
Muazzama'nın yerdeki hürmeti gibidir. Onda hergün yetmiş bin melek, bir daha avdet etmemek üzere namaz kılar." demiştir,

İbn-i Râheveyh, Zührî'den de şöyle bir rivayette bulunmuştur :

Uhud günü, "Muhammed katlolundu." diye şeytan sayha etmişti. Kâ'b b. Mâlik demiştir ki : O gün Resûlu'llâh'ı ilk gorüb tanıyan
ben olmuş idim. Miğferinin altından mübarek gözlerini gördüm, yüksek sesle : "İşte Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem!" diye
nida ettim. Bunun üzerine Allahu Teâlâ : [139] âyet-i kerîmesini inzal buyurdu.

Velhâsıl İbn-i Râheveyh, müfessir, muhaddis, fakîh, zâhid bir zâttır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar: Umdetü'l-Kaarî, Lübâbü'l-Menkul, Tabakaatü's-Şâfüyye li's-Sübkî, EI-A'lâm, Dürrü'l-Mensûr,[140]


67- Osman B. Ebî Şeybe:

Ebü'l-Hasen Osman b. Muhammed b. Ebî Şeybe İbrahim el-Kûfî, mütefennin bir âlimdir. (156) târihinde doğmuş, (239) târihinde
vefat etmiştir. Kardeşi Ebû Bekr İbn-i Ebî-Şeybe'den üç yaş büyük imiş.[141]

Mevki-i İlmisi:

Osman b. Ebî Şeybe, müfessir, muhaddis, edebiyatta, coğrafyada mahir bir zâttır. Irak, Şam taraflarında bir müddet dolaşmıştır.
Şureyk, Hüşeym, İsmâil b. Ayyaş, Îbnü'l-Mübârek gibi meşâhirden hadîs istîmâ1 etmiş, kendisinden de Tirmizî'den başka diğer
büyük muhaddisler ve Ebû Ya'lâ, Ahmed b. el-Hasen es-Sûfî, Bağavî ve daha birçok zevat rivayette bulunmuşlardır.

Osman b. Ebî Şeybe, muhaddisler arasında sika, me'mûn, büyük bir muhaddis olarak tanınmıştır. İmâm-ı Ahmed b. Hanbel, bu zât
hakkındaki bir suâle cevab olarak: "Ben onu hayırlı bir kimse biliyorum, başka türlü bilmiyorum." demiştir. Kendisinden İmâm-ı
Buhârî ve Müslim bir hayli hadîsler tahrîc etmişlerdir. Bunlardan Sahîh-i Müslim'de münderic iki hadîs-i şerîfi kayd ediyoruz :

1- Bir kişinin taamı iki kişiye kifayet eder. İki kişinin taamı dörde kifayet eder. Dördün taamı da sekize kifayet eder."

Bu hadîs-i şerîf muvâsâta, âlî-cenâblığa teşvik etmekte ve içtimâ' hâlinde feyz ü bereket hâsıl olacağına işaret buyurmaktadır.

2- Bir zât, Resûlu'llah salla'llahu aleyhi ve sellem'e gelerek : Yâ Re-sûlâ'llah! Bir kavmi sevdiği halde anlara lâyık olmayan bir şahıs
hakkında re'yiniz nasıldır? diye sormuş. Resûl-i Ekrem de : diye buyurmuştur.

Yâni bir zümreyi kalben seven o zümreye dâhil olur; velevki onlar, onlar kadar amelde bulunmuş olmasın. Çünkü bu sayede
kalblerinde bir tekaarun sabit olmuş olur. Bu muhabbet, o şahsı, bu zümrenin ef âl ve harekâtına muvafakat etmeye saik
bulunur. Velhâsıl bu hadîs-i şerîf de erbâb-ı salâha muhabbet için bir terğîbi mutazammındır.

Osman İbn-i Ebi Şeybe'nin (Et-Tefsîr), (El-Müsned) ve saire nâmiyle bâzi müellefâtı vardır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Me'hazlar : Umdetü'l-Kaarî,Tezkiretü'l-Huffâz, Sahîhü'l-Müslim, El-A'lâm.[142]

68- İmâm-ı Ahmed B. Hanbel:

Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. Hilâl eş-Şeybânî el-Mervezî, meşhur büyük bir müctehiddir. Künyesi (Ebû Abdi'llâh) olub.
nesebi Adnan'a müntehi olmaktadır. (164) târihinde Bağdad'da -veya Merv'de- doğmuş, Bağdad'da neşv ü nema bulmuş, bir
aralık Kûfe'ye,. Basra'ya, Mekke-i Mükerreme'-ye, Medîne-i Münevvere'ye, Yemen'e, Şam'a, El-Cezîre'ye, Fâris'e, Horasan'a, El-
Cibâl'e rıhlet etmiş, birçok ilim merkezlerini gezib dolaşmış, sonra yine Bağdad'a dönmüştür. (241.) târihinde vefat etmiştir.
Bağdad'da (Bâb-ı Harb) denilen makberede medfundur.[143]

İmâm-ı Ahmed'in Meşâyihi:

İmâm-ı Ahmed Hazretleri birçok büyük âlimlere mülâki olmuştur. Ez Cümle İmâm-ı Şafiî'den, Süfyân İbn-i Uyeyne'den,
İbrahim İbn-i Sa'dden, İmâm-ı Yûsuf’dan ve daha birçok büyüklerden fıkıh ve hadis ahzetmiştir.[144]

İmâm-ı Ahmed'in Tefsir, Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii

Ahmed b. Hanbel Hazretleri, büyük bir müfessirdir. Kur'ân-ı Kerîm'e dâir bir tefsir tasnif etmiştir ki, yüz yirmi bin hadîs-i şerîfden
müteşekkildir.
İlm-i hadis'deki ıttılâı da harikulade idi. (Kitâb-ı Müsned) denilen eseri birçok ahâdîs-i Şerîfe'yi câmi'dir.

İmâm-ı Ahmed'in fıkıh'daki mevkii de pek yüksektir. Dört büyük mezheb sahibi müctehidin dördüncüsü bulunmaktadır.

Bu zât, fıkıh'da azîmet tarîkim iltizâm ederdi. İctihadları Kitabu'llâh'a, Ahâdîs-i Sahîha'ya, Ashâb-ı Kirâm'ın akvâline istinâd
etmektedir. Bâzı hususlarda re'y ve kıyas tarîkına da müracaat ederdi.[145]

İmâm-i Ahmed'in İbtilâsı Ve Metânet-i Ahlakıyyesi:

Ahmed b. Hanbel Hazretleri, zühd ü takva ile bihakkın mücehhez, yüksek bir seciyyeye mâlik bir zât idi. Fakirane yaşamayı bir
ni'met sayardı. "İnsana az bir mal yetişir, çok mal yetişmez." derdi. Kendisine teveccüh eden serveti, riyaseti kabulden istinkâf
ederdi. Halîfe Mütevekkil tarafından kendisine her gün pek mükellef bir sofra yemek gönderilirdi. Fakat o bunu kabul etmez, bu
yemeklerden yemezdi. Vakit vakit yüz gösteren sıkıntılara, ibtilâlara karşı büyük bir metanetle mukavemet' gösterir, ta'kîb ettiği
zühd ü takva yolundan asla ayrılmazdı.

Ma'lûm olduğu üzere Halîfe Me'mûn, Kaadil-Kuzât'ı bulunan Ahmed b. Davud'un yanlış bir içtihadına tâbi' olarak Kur'ân-ı
Kerîm'in hâşâ mahlûkıyyetine kail olmuş (218) senesinden i'tibâren halkı bu i'tikadına davete başlamış, bu i'tikadda
bulunmayanları döğmeye, öldürmeye kıyam etmişti. Kendisinden sonra halefi Mu'tasım ile Vâsık da bu i'tikadda bulunmuş, ni-
hayet bu yanlış iddia (234) senesi Mütevekkil zamanında terk edilmiş, Mu'tezile fırkası sönmüştür.

İşte bu yüzden İmâm-ı Ahmed de büyük bir ibtilâ devresi geçirmişti. Şöyle ki: Halîfe Me'mûn cihâd için Rûm diyarına sefere çıkmış
idi. Kaadi'l-Kuzât'ı da beraber bulunuyordu. Bağdad'da Nâib bulunan Kadı İshâk b. İbrâhim el-Huzâî, aldığı bir emre mebnî Bağdad
ulemâ ve fudalâsını huzuruna celb ederek imtihan ediyor, Kur'ân'ın mahlûkıyyetine kaail olmayanları Me'mûn'a bildiriyordu.
Sonra bir kısım ekâbir-i ulemâ da Me'mûn’un bulunduğu (Rakka) beldesine celb edilmiş, onlar da gördükleri tehdidlere binâen bu
i'tikada temayül göstermiş, fakat bilâhare bu i'tikaddan berî olduklarını i'lân etmişlerdi.

İşte bu sırada Ahmed b. Hanbel de Kadî îshâk'ın huzuruna celb edilmiş, "Kur'ân mahlûk mudur, değil midir?" suâline cevaben :
"Kur'ân Kelâmu'llah'dır. Ben böyle derim; bundan fazla birşey söylemem." demişti. Keyfiyet Me'mûn'a arz edilince canı sıkılmış,
İmâm-ı Ahmed'in ne demek istediğini anlamış, onun bu sözleriyle cehaletine istidlalde bulunmuş, o büyük İmâm'ın Rakka'ya
gönderilmesine emir vermişti.

Ayakları zincirli bir halde yola çıkarılmış olan Hazret-i İmam, ellerini Bârigâh-ı Ülûhiyyet'e kaldırmış, "Yâ Rabbî! Benimle Me'mûnu
bir arada cem' etme." diye duâ etmişti. Kendisi daha Rakka'ya vâsıl olur olmaz Me'mûn (Bendûn) denilen mevkı'de vefat etti.
Cenazesi Tarsus'a götürülerek defnedildi. Hazret-i İmâm da Rakka'da mahbûs kaldı. Mu'tasım, Halîfe olunca imâmı Bağdad'a celb
ettirdi. Mevkuf bir halde isticvaba bağlayarak o fâ-sid i'tikadı kabul ettirmeye çalıştı. Fakat metaneti, şehâmet-i rûhiyyesi dağ-
lardan daha metîn olan o koca imam, dâima hakkı müdâfaa ediyor, olanca işkencelere karşı asla telâ'süm göstermiyordu.
Kendisine kırbaçlar vuruldukça : Daha hızlı vur; Allah elini koparsın." deyib duruyordu.

Nihayet yine birgün huzura celb edilmişti. Bütün iddialara, îrâd edilen delillere cevab veriyor, bunların ihticâca sâlih şey'ler
olmadığını gösteriyor, vâki' olan ilhâha karşı da: "Bana Kur'ân-i Mübîn'den,.Sünen-i Peygamberîden bir delil irâd ediniz de ana
tâbi' olayım." diyordu.

Kendisini ber-mu'tâd kamçı ile döğmeye başlamışlardı, ilk kamçı vurulunca : dedi. İkinci kamçıda :dedi. Üçüncü kamçı vurulunca
Kur'ân Kelâmu' llahdır, gayr-î mahlûktur." dedi. Dördüncü kamçıda ise :[146] âyet-i celilesini

okudu. Kamçıların adedi yirmi dokuzu bulmuş, o mücessem-i diyanet ve fazilet olan nezîh vücud da kanlar içinde kalarak lâ ya'kıl
bir halde yerlere serilmişti. Artık taşlara kadar te'sîr edecek olan şu hazîn manzara, Mu'ta'sım'ın da kalbini sızlatmış olacak ki, bu
büyük İmâm'ın sebilini tahliye ettirdi. Bu muhterem imam da bütün hak ve hakikat tarafdarlarının kıyamete kadar tebciline lâyık
bir diyanet ve şehâmet misâli vücûde getirmiş oldu, İmâm-ı Ahmed, Mu'tasım tarafından habsedilmiş, hapis müddeti yirmi sekiz
ay devam edib (220) senesinde hapisten çıkarılmıştır. Vâsık zamanında kendisine bir fenalık yapılmamış, Vâsık'dan sonra Hilâfete
nail olan kardeşi Mütevekkil b. el-Mu'tasım, Hazret-i İmâm'a ikram etmiş, onunla meşveret etmedikçe kimseye bir vazîfe tevcih
etmemekte bulunmuştu. Bu ikram ve hürmet, İmâm-ı Ahmed'in vefatına kadar devam etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Müellefâtı:
Me'hazlar: Tabakaatü'l-Hanâbile, Tabakaatü'l-Kübrâ, Keşfü'z-Zunûn, El-A'lâm, El-Vasît fî'l-Edebi'l-Arabî ve Târîhihî, Mevzûâtü'l-
Ulûm.[147]

69- Ebü'l-Hasen Alî El-Mervezî:

Alî b. Hacer b. lyâs es-Sa'dî, muhaddislerden bir zâttır. (154) târihinde doğmuş, (244) de vefat etmiştir.[148]

Kıymet-i İlmiyyesi :

Alî el-Mervezî tefsire vâkıf, huîfâz-ı hadîs'den ma'dûd, şiir ve edebe âşinâ bir zât idi. Sikadır. Birçok seyâhatlarda bulunmuştur.

Müellefâtı : (Ahkâmü'l-Kur'ân) ve sairedir,

Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[149]

70 - Abd B. Humeyd:

Ebû Muhammed Abdi'llâh İbn-i Humeyd en-Nasr el-Kissî, meşhur bir âlimdir. Semerkand'e yakın bir belde olan (Kiss)'e
mensubdur. (249) da vefât etmiştir. İsminin Abdü'l-Hamîd olduğu da mervîdir.[150]

Mevki-i İlmîsi:

Abd b. Hamîd, müfessir, kadîm, bir muhaddistir; sikattan ma'dûddur. Ca'fer b. Avn, Yezîd b. Hârûn, Ravh b. Ubâde, Abdü'r-
Rezzâk gibi meşâhîrden tefsir, hadis ahzetmiş, kendisinden de Müslim, Tirmizî, Sehi b. Şâzeveyh, Süleyman b. İsrâîl gibi zevatlar
rivayette bulunmuşlardır.

İbn-i Hibbân ile İmâm-ı Buhârî bu zâtı Abdü'l-Humeyd nâmiyla yâd ediyorlar. Tefsiri vardır ve hadisden büyük bir kitab olan
(Müsned) i meşhurdur. Dürrü'l-Mensûr gibi rivayet tarikiyle yazılmış olan Tefsir kitabında, bu zâtın Tefsirinden birçok şeyler
nakledilmektedir.

İki Numune :

1- Abd b. Humeyd,[151] âyet-i kerîmesinin tefsiri sırasında, İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ediyor : Kamer, Resûlu'l-lah'ın
zamanında, bir parçası dağın üstünde, bir parçası da ötesinde olmak üzere iki parçaya ayrıldı. Resûl-i Ekrem sallâ'llahu aleyhi ve
sellem de "Şâhid olunuz." diye buyurdular.

2- Abd. b. Humeyd[152] âyet-i kerîmesinin tefsirini Katâde'den şöyle tahrîc etmiştir : "Sizin için yer yüzünde yaradılmış olan
muhtelif behâim, ağaçlar, meyvalar, Allah tarafından mütezâhir ni'metlerdir. Bunlardan dolayı Allâhu Teâlâ Hazretlerine şükr
ediniz."

Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm, Ed-Dürrü'l-Mensûr.[153]

71- Dârimî:

Ebû Muhammed, Abdu'llah b. Abdi'r-Rahmân et-Temîmî ed-Dârimî, Semerkand'li büyük bir âlimdir. (181) târihinde doğmuş,
(255) de vefat etmiştir.[154]
Kudret-i İlmiyyesi:

Dârimî âkil, fâzıl, müfessir, muhaddis, fakıyh bir zâttır. Huffâz-ı hadîs'den sayılmaktadır. Semerkand kadılığında bulunmuş, hadis
ilmi'ni Semerkand'de neşre muvaffak olmuştur. Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.

Müetlefâtı:

Me'hazlar: EI-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûâtü'l-Arabiyye.[155]

72- İmâm-ı Buhârî:

Muhammed, Ebû Abdi'llâh b. İsmâil b. İbrahim b. el-Muğîre el-Cu'fî, Müslümanların büyük bir imâmı, muhaddislerin en yüksek
bir üstâzıdır. (194) târihinde Buhârâ'da doğmuş, ulemâdan pederi Ebü'l-Hasen İsmail'in vefatı üzerine yetim kalmış, bir ilim ve
fazîlet hârikası olarak yetişmiş, birçok yerlere seyahatte bulunmuş, İslâm âlemine pek ulvî, pek muhalled olan eserlerini bırakarak
(256) senesinde Semerkand'in (Hartenk) karyesinde ebediyyt âlemine intikal etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[156]

Meşâyihi:

İmâm-ı Buhârî, evvelâ kendi vatanında pek genç iken tahsile başlayıb Kur'ân-ı Kerîm'i ve İbnü'l-Mübârek'in tasnîfâtını ezberlemiş,
Buhârâ'da Muhammed b. Sellâm el-Beykendî, Muhammed b. Yûsuf el-Beykendî, Abdu'llah b. Muhammed el-Müsnediyy, İbrahim
b. El-Eş'as'dan hadis dinlemiş, sonra Belh'de Mekkî b. İbrahim'den, Merv'de Alî b. el-Hasen İbn-i Şefîk'den, Nîsâbur'da Yahya b.
Yahya'dan, Rey'de İbrahim b. Musa'dan, Bağdâd'da Süreye b. el-Nu'raân'dan, Ahmed İbn-i Hanbel'den ve akranlarından, Basra'da
Ebî Âsim en-Nebil'den, Kûfe'de Ebû Nuaym'dan, Mekke-i Mükerreme'de Humeydî'den, Medîne-i Münevvere'de Abdü'1-Azîz el-
Evsî'den, Vâsıt'da, Mısır'da, Dımışk ile Kaysâriyye ve Askalân'da dahi birçok eâzımdan hadîs ahzetmiştir. Bunların adedi bini
mütecavizdir.

Kendisinden de Ebû Zür'a, Neseî, Ebû Hâtim-i Râzî, Tirmizî, Müslim b. el-Haccâc, Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Salih b.
Muhammed, Ebü Bekr İbn-i Huzeyme, Ebü'l-Abbâs es-Serrâc gibi pek çok meşâhîr hadis rivayet etmişlerdir.

İmâm-ı Buhârî, evvelce Humeydî'den Şâfiî Fıkhı'nı teallâm ederek Şafiî mezhebine sâlik bulunmuştu. Bilâhare kendine has bir
ictihad yolu ihtiyar etmiştir.[157]

Tefsir İlmindeki Mevkii:

İmâm-ı Buhârî, büyük bir müfessirdir. Tefsire dâir büyük bir eser yazmış ise de, nüshası görülememiştir. Yalnız (El-Câmiu's-Sahîh)
ünvanlı kitabının bir kısmını tefsire tahsis etmiş olduğundan bu kısım, dâima ehl-i ilmin ellerini tezyin edib durmaktadır,

İmâm-ı Buhârî, tefsire âid rivayetleri en ziyâde Mücâhid b. Cübeyr'den rivayet eder. Bunlar bâzı âyât-ı celîlenin tefsirine veya
sebeb-i nüzulüne müteallik olan ahâdîs-i şerîfe'den veya Ashâb-ı Kiram ile Tâbiîn'in beyanâtından ibaret bulunmaktadır.

İlki numune :

1- İmâm-ı Buhârî, Muhammed b. Sellâm'dan, o da iki vâsıta ile İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet eder : İbn-i Abbâs demiştir ki, Ukâz,
Mecenne, Zü'l-Mecâz câhiliyye devrinde birer panayır idi. Müslümanlar Hac mevsimlerinde ticâret ile iştigali
günah saymaya başlamışlardı. Bunun üzerine:[158] Sizin üzerinize, Rabbınızdan bir fazi ve menfaat istemeniz bir günah
değildir." âyet-i kerîmesi nazil oldu, - o mevsimlerde de ticâretin memnu' olmadığı bildirildi-.

2- İmâm-ı Buhârî,[159] âyet-i celîlesindeki ta'bîrini ile tefsir etmiş, diye tefsir edildiğini de nakleylemistir.
Yâni : Herşey hâlikdir, mahva mahkûmdur, Allâhu Teâlâ'nın mükü, azamet ve hâkimiyyeti müstesna. Yâhud herşey hâlikdir,
kendisiyle rızâ-yı İlâhî kasdedilmiş, riyadan hâlî bulunmuş olan şey müstesna, bu helake ma'rûz değildir; belki sahibi için ebedî bir
karîndir.[160]

Muhaddisler Arasındaki Mevkii:

İmâm-ı Buhârî, zühd ve takvası, tilâvet-i Kur'ân'a, ibâdet ve tâate muvâzabeti i'tibâriyle müteferrid bulunduğu gibi, ihn-i hadis
i'tibâriyle de pek ziyâde temayüz etmiş bir zâttır. İbn-i Huzeyme demiştir ki: "Semâ kubbesi altında Buhârî'den daha ziyâde hadîse
âlim bir zât yoktur."

Filhakika İmâm-ı Buhârî, muhaddislerin en büyük üstazlarından biridir. Daha genç iken hafızasını binlerce ahâdîs-i şerife ile tezyin
etmişti. Halk, o mücessem hârika-i kemâlâtın rah-güzârinde bekler, onun rivayet edeceği hadisleri yazmaya koşarlardı. Rivayet
edilen hadislerin illetlerine, vecihlerine, dereceli sıhhatlanna, râvîlerin ahvâline, kendisinden evvel, kendisi kadar vâkıf bir zât
görülmemiştir. Bu cihetledir ki, (El-Câmiu's-Sahîh) ünvanlı mübarek kitabı, Kitâbu'llah'dan sonra en sahih bir kitab olmak üzere
kabul edilmiştir. Bu muazzam kitab, İslâm âleminde bu tertîb üzere yazılan kitabların birincisidir.

İmâm-ı Buhârî, yüz bin sahîh, iki yüz bin de gayr-i sahîh hadis hıfzetmiş, bulunuyordu. (El-Câmiu's-Sahîh) i altı yüz bin hadis
arasından intihâb ettiği 7275 hadîs-i şerîfden "müteşekkil olmak üzere, on altı senede vücûde getirmiştir. Bunların bir kısmı,
vecihlerinin, senedlerinin tekerrürüne mebnî mükerrer bulunmaktadır. Bu mükerrerler sayılmayınca geriye dört bin hadîs-i
şerîf kalmış oluyor.

Zeynü'd-Dîn Ahmed Zehîdî, bu dört bin hadîs-i şerifi alarak Sahîh-i Buhârî Muhtasarı olan (Tecrîd-i Sarîh) adındaki eseri te'lîf
etmiştir.[161]

Hafızasındaki Kuvvet:

İmâm-ı Buhârî, hafıza i'tibâriyle de bir hârika-i fıtrat idi. Verrâk Muhammed b. Ebî Hâtim'den mervîdir ki : Buhârî daha pek genç
iken, yaşlı zevat ile beraber hadis dinlemeye gider. Fakat dinlediği, işittiği hadîsleri yazmadan dönerdi. Aradan böylece günler
geçmiş, arkadaşları : "Ne için yazmıyorsun?" diye tekrar tekrar söylenmeye başlamışlardı. Buhârî'nin sabrı tükenir : "Artık çok
oldu. Zanneder misiniz ki, ben boş yere gidip gelir, günlerimi zayi' ederim? Çıkarınız bakalım ne yazdınız?" der. Onlar da yaz-
dıklarını meydana çıkarırlar. On beş bin hadîs'den ziyâde olduğu görülür. Buhârî bu hadisleri tamamen ve onların yazılarındaki
bâzı noksanlardan âzâde bir halde ezber olarak okumaya başlayınca hepsi hayrette kalır. Kitaplarını tashihe koyulur, bu genç
muhaddise kimsenin tefevvuk edemiyeceğine hükmederler.

İmâm-ı Buhârî, daha hayatta iken cihân-şümûl bir şöhret kazanmıştı. Nîsâbûr'a girdiği gün kendisini istikbâl edenler arasında
piyadelerden ve sâireden başka yalnız dört bin atlı mevcûd bulunuyordu. Bağdad'a gittiğinde şehrin âlimleri toplanmış, yüz hadîs-
i Şerifin metinlerini, senedlerini tebdil ederek içlerinden on zâta bu hadîslerden onar aded tevzî' eylemişlerdi. Şehrin büyük
misâfiriyle bir meclisde toplandılar. Hadîs ilmindeki ihatasını anlamak istiyorlardı. O zâtlardan herbiri kendisine verilen on hadîsi
Buhârî'ye karşı okuyor, Buhârî de her defasında : "Ben böyle bir hadîs bilmiyorum." diyordu, işin farkına varamayanlar Buhârî'nin
aczine zâhib oluyor, âlimler ise biribirine bakarak : "Koca muhaddis anladı." demek istiyorlardı. Yüz hadis bu veçhile tamâm
olunca Buhârî sır asiyle kendilerine teveccüh ederek: "Birinci hadîs'in metni şöyle, senedleri şöyledir; ikincinin, üçüncünün de
şöyledir." diye yüzünü de aslı veçhile okuyunca, artık onun şöhreti fevkinda bir iktidara, fevkalâde bir hafızaya mâlik olduğunu
anlamışlardı.[162]

Seyâhatları Ve İbtilâsı:

İmâm-ı Buhârî, evvelâ vâlidesiyle, kardeşiyle beraber Hac harîzasını îfâ için Hicaz'a gitmiş, (210) senesinden i'tibâren hadisdeki
ıttılaını tevsi' için onlardan ayrılarak Horasan, Cebel, Irak, Şam, Mısır gibi şarkın ilim ve irfan merkezlerini gezmiş dolaşmış,
binden ziyâde meşâyıha mülâkî olarak kendilerinden hadis telâkki eylemiş, böyle senelerce tevâlî eden bir seyahat neticesinde
vatanına derin bir iştiyak hissetmekl Buhârâ'ya dönmüş, fakat orada bâzı hâsidlerin gayzına hedef olmuş, "Lâfz-ı Kur'ân'ın
mahlûkiyyetine kaaildir." diye hakkında ta'n ü teşnîa başlamışlardı. Buhârâ Emîri Hâlid b. Ahmed ed-Dehlî, İmâm-ı Buhârî'den
husûsî bir surette hadis okumak istemişti. Buhârî ise, "Umûma hitaben takrîr etmekte bulunduğum derslerde hâzır bulunabilir."
diye Emîr'in arzusunu is'âf etmemişti. Bu cihetle Emîr de ahâlîyi Buhârî aleyhine teşvik etmişti. Nihayet vücûdiyle ebedî bir şeref
verdiği vatanından kendisini çıkardıkları için gidib vefatına kadar (Hartenk) karyesinde ikamette bulunmuştur.

İmâm-ı Buhârî sekiz defa Bağdad'a gidip gelmişti. Her defasında İmâm-ı Ahmed b. Hanbel ile görüşüb konuşmuştu. Son defa
vedâa gittiği zaman kendisine hitaben İmâm-ı Ahmed ; "Ey Ebû Abdi'llâh! Sen ilmi, nâsı bırakarak Horasan'a mı gideceksin? Nâs
şuyuhdan -esâtizeden- ibarettir. Şüyûh gittikten sonra kim ile yaşanabilecektir?" demişti.

Îhâta-i ilmîyyesi cihan kadar vâsi' olan bu büyük âlim, şimdi Hartenk karyesinde kapanıp kaldığı cihetle kadîm dostu Ahmed b.
Hanbel'in o sözlerini hazin hazin hatırlayıb duruyordu. Hattâ bu hâlinden pek sıkılmış, "Yâ Rabbî! Yeryüzü şu kadar geniş iken
benim başıma bu kadar oldu. Artık ruhumu kabzet de beni kurb-i Ulûhiyyetine kavuştur," diye niyazda bulunmuş, aradan bir ay
geçmeden ebediyyet âlemine rıhlet etmiştir.[163]

Şiir İle Alâkası:

İmâm-ı Buhârî dâima hakayık-ı ilmiyye ile meşgul olduğu için şiir ile uğraşmış olması müsteb'addır. Hattâ deniliyor ki, hadisler
sırasında nadiren vârid olan şiirden mâadasını inşâd etmezdi. Yalnız muhaddîs-i şehîr Ebû Muhammed Abdi'llâh ed-Dârimî'nin
vefatını haber alınca pek müteessir olmuş, ağlamış, ağlatmış, şu şiir parçasını inşâd etmiştir :[164]

Maahâzâ şu kit'a da İmâm-ı Buhârî'ye nisbet edilmektedir:[165]

Müellefâtı: Bu üç kitab matbu'dur. Muhaddislere âid,. Kebîr, Evsat, Sağir nâmiyle üç kitabdır ve kısmen matbu'dur.

Me'hazlar: Tabakaatü'l-Huffaz, Tabakaatü'l-Hanâbile, Tabakaatü'l-Kübrâ, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-Vasît, fi'l-Edebi'l-Arabî ve Târîhihî,


El-A'Iâm, Mu'cemü'l-Matbûâtü'l-Arabiyye, Tehzîbü’l-Esmâ'.[166]

73- Îmam-i Müslim:

Ebü'l-Hüseyn, Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, pek meşhur bir muhaddisdir. (204) târihinde Nîsâbûr'da
doğmuş, neşv ü nema bulmuş hadîs ilmindeki ihatasını pek mükemmel bir hâle getirmek için bir müddet vatanım terk ederek
Hicaz'a, Mısır'a, Şam'a, defeât ile Irak'a gitmiş, en yüksek âlimlere, muhaddislere mülâki olmuş, nihayet (261) târihinde Nîsâbûr
şehri hâricinde bulunan (Nasr-Âbâd) da vefat etmiştir. Kabri bir ziyâretgâhdır. Rahmetu'llâhi aleyh.[167]

Meşâyihi:

İslâm âleminin pek ulvî bir siması olan İmâm-ı Müslim, birçok zevattan ilm ü irfan tahsil etmiş, bahusus Yahya b. Yahya en-
Nîsâbûrî, Kuteybe İbn-i Saîd, İshâk b. Râheveyh, Ahmed b. Hanbel, Abdu'llah b. Mesleme, Ahmed b. Yûnus gibi bir nice ekâbirden
hadis ahzetmiş, bahusus İmâm-ı Buhâri'ye, Nîsâbûr'a son geldiği zaman mülâki olarak o büyük muhaddis hakkında pek-çok
hürmetler göstermiştir. Şâfiiyyü'l-mezheb bulunuyordu.

Kendisinden de Tirmizî, İbrahim b. Ebî Tâlib, İbn-i Huzeyme, es-Serrâc, İbn-i Sâid, Abdü'r-Rahmân b. Ebî Hatim gibi meşâhîr
rivayette bulunmuşlardır.[168]

Tefsir İlmindeki Mevkii:

İmâm-ı Müslim, Ilm-i tefsire bihakkın vâkıf, müfessirlerden ma'dûddur. Vâkıâ tefsire dâir müstakil bir eser vücûde getirmiş
olduğunu bilmiyoruz. Fakat hadîs'e âid yazdığı muhalled kitabları, rivayet tarikiyle yazılan tefsirlerin pek kıymetli menba'larından
bulunmaktadır. Bu kitablarda tefsiri tenvir edecek birçok âhâdîs-i şerife mündericdir. Maahâzâ (El-Cârniu's-Sahîh) unvanlı
eserinde (Kitâbü't-Tefsîr) nâmiyle bir kısm-ı mahsûs da vardır.

Tefsîr'e âid bir rivayetini teberrüken kaydediyoruz :

İmâm-ı Müslim, Alî b. Hucr es-Sa'diyy'den, o da iki vâsıta ile Enes b. Mâlik'den şöyle rivayet ediyor :

Hazret-i Enes dedi ki ; Bir gün Resûlû'llah salla'llahu aleyhi ve sellem Mescid'de aramızda bulunurken hafif bir uykuya dalar gibi
oldu, müteakiben mütebessim olarak mübarek başını kaldırdı,

"Yâ Resûlâ'llah! Gülümsemene sebeb ne oldu?" diye sorduk.

"Az evvel bana bir sûre nazil oldu." diyerek (Sûre-i Kevser) i tilâvet etti, sonra da :

"Bilir misiniz (Kevser) nedir?" diye sordu.

"Allanır Teâlâ ile Resulü a'lemdir" dedik.

Buyurdu ki :

"O, bir ırmakdır; Rabbim Teâlâ onu bana va'd etti. Onda çok hayır vardır. O, bir havuzdur; Kıyamet günü ümmetim anın üzerine
gelir -toplanırlar. Bardakları yıldızlar sayısıncadır. Derken onlardan birer takımları -gelmekten- men' edilir. Yâ Rabbî! Onlar benim
ümmetîmdendir, derim. Hemen Hıtâb-i İzzet vârıd olur ki : Sen bilmezsin, onlar senden sonra neler ihdas ettiler neler!.."[169]

Muhaddisler Arasındaki Mevkii:

İmâm-ı Müslim, hadîs ilminde müteferrid bir üstâzdır. Hafızasını binlerce ahâdîs-i şerîfe ile tezyin etmişti. (Câmiu's-Sahîh),
(Sahîhü'l-Müslim) veya (El-Müsnedü's-Sahîh) denilen meşhur kitabını üç yüz bin hadis arasından intihâb ettiği sahîh, müsned
hadislerle vücûde getirmiştir. Bu kitabda mükerrerler hesaba katılmazsa, geriye dört bin hadîs-i şerif kalmaktadır.

(Es-Sahîhayn) denildi mi, bununla Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim kasdedilir. Bâzı zevat, Sahîh-i Müslim'i, Sahîh-i Buhârî üzerine
tercih etmektedir, İbn-i Ukayde'den : İmâm-ı Buhârî mi, yoksa İmâm-ı Müslim mi daha hafızdır? diye sorulmuş, o da :
Muhammed Buhârî de âlimdir, Müslim de âlimdir, diye cevab vermiş, fakat tekrar tekrar sorulunca demiş ki : "İmâm-ı Buhârî ehl-i
Şâm hakkında bâzan galata ma'rûz kalır. Çünkü onların kitablarını alıp mütâlâa etmiş, çok kerre bir râvînin bir yerde ismi, diğer bir
yerde de künyesi yazılmış olduğundan İmâm-ı Buhârî bunları başka başka zât zanneylemiştir. İmâm-ı Müslim ise, onun ilel
hususunda galata ma'rûz kalması pek azdır. Zîrâ o, yalnız müsned olan hadisleri yazmış, makatı' ve merâsil denilen hadîsleri
yazmamıştır."

Fakat ekseriyyetin kanâatine göre Sahîh-i Müslim, tertîb ve hadislerin tarîklerini ziyâde ve noksansız olarak telhis ve râvîlerin
lâfızlarındaki ihtilâflara tenbîh i'tibâriyle pek muntazam, bî-nazîr ise de Sahîh-i Buhârî kıdem, esânîdin yüksekliği ve şâir
muhaddislere bir rehberlik vazifesi görmüş bulunması i'tibâriyle bütün hadis kitablarına râcihdir.

Hattâ İmâm-ı Nevevî, Sahîh-i Müslim Şerhi mukaddimesinde diyor ki: "Ulemâ ittifak etmiştir ki, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra
kitabların en sahihi, Sahîhü'l-Buhârî ile Sahîh-i Müslimdir." Ümmet bunları telâkki bi'1-kabûlde bulunmuştur. Bu iki kitabın en
sahihi, zahir ve ğâmız maârif ve kavâid i'tibâriyle en kesîri ise Sahîh-i Buhârî'dir. Müslim'in Buhârî'den müstefîd olduğu ve hadîs
ilminde onun nazîri bulunmadığını i'tirâf eylediği sabittir. Bunlar, Buhârî'nin müreccah olduğunu gösterir; mezheb-i muhtar da
budur. Her ne kadar Ebû Alî el-Hüseyn en-Nîsâbûrî ile Mağrib şüyûhundan bâzıları kitâb-ı Müslim'in esahhiyyetine kail olmuşlar
ise de, Îmâmü'l-Eimme Muhammed b. İshâk İbn-i Huzeyme derdi ki : "Ben gök kubbesi altında Resûl-i Ekrem salla'lahu aleyhi ve
sellem Hazretlerinin hadislerine Muhammed b. Ismâîl-i Buhârî'den daha âlim bir zât görmedim." İmâm-ı Buhârî'nin bu ulüvv-i
kadrini kendisinin üstâzları bile böyle bir lisân-ı tebcil ile i'tirâf ederlerdi.

Müellefâtı: Matbû'dur. Ahmed b. Hanbel'den sorulan şeyleri muhtevidir. Ve sâire.

Me'hazlar: Tabakaatü'l-Huffâz, Müslim Şerhi (Nevevî), Tabakaatü'l-Hanâbile, Es-Sirâcü'l-Vehhâc, Şerh-i Muhtasar-i Müslim,
Mevzûâtü'l-Ulûm, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm.[170]
74- İbn-i Abdi'l-Hakem :

Ebû Abdi'llâh Muhammed b. Abdi'llâh İbn-i Abdi'l-Hakem el-Mısrî, ma'rûf bir zâttır. (182) de doğmuş, (268) de vefat etmiştir.
Rahmetu'Ilâhî aleyh.[171]

Mevki-i İlmîsi:

İbn-i Abdi'l-Hakem, asrının en kudretli fukahâsındandır. Mısır'da riyâset-î ilmiyye kendisine müntehi olmuştu. Birçok âsârı
vardır. Adındaki eserleri bu cümledendir.

Me'haz : El-A'lâm.[172]

75 - İbn-i Mâce:

Ebû Abdi'llâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, pek muhterem bir muhaddisdir. (209) târihinde doğmuş, ilm ü irfan ve bilhassa ilm-
i hadis tahsili için birçok zaman seyâhatlarda bulunmuş, Basra'ya, Bağdad'a, Kûfe'ye, Mekke-i Mükerreme'ye, Şam ile Mısır'a,
Horasan'a, Rey beldesine rıhlet etmiş, nihayet (273) târihinde vefat eylemiştir.[173]

Meşâyihi :

İbn-i Mâce birçok muhaddislere mülâki olmuş, ez-cümle Leys, İbrahim b. el-Münzir, Muhammed b. Abdi'llâh b. Nümeyr gibi
zevattan hadis ahzetmistir. Kendisinden de Ebü'l-Hasen el-Kattân, Ahmed b. Ravh el-Bağdâdî, Muhammed b. İsâ el-Ebherî vesaire
rivayette bulunmuşlardır.[174]

Tefsir Ve Hadis İlmindeki Mevkii:

İbn-i Mâce bir müfessirdir, büyük bir muhaddisdir, sikadır, celâlet-i kadri hususunda ittifak vardır. (Kütüb-i Sitte) denilen en
mu'teber altı hadis kitabının biri de bu zâtın (Sünen-i İbn-i Mâce) unvanlı muhalled eseridir. Bu muazzam eser, dört bin hadîs-i
şerifi ihtiva etmekte ve Kütüb-i Sitte'nin altıncısı sayılmaktadır.

Meşhur muhaddis Ebû Ya'lâ el-Halîl demiştir ki : "İbn-î Mâce sikadır, büyüktür, müttefekun-aleyhdir, muhteccün-bihdir, ma'rifet
ve hıfz sahibidir."

Hafız Zehebî de diyor ki : "Sünen-i İbn-î Mâce bir güzel kitabdır. Eğer hadd-i zâtında çok bulunmayan bazı vâhî hadisler safâsını
ihlâl etmemiş olsaydı.."

Bu kitabda isnadı zaîf ahâdîsin nihayet otuz kadar olduğu mervîdir. Kabûl-i âmmeye mazhar olan bu mübarek kitabdaki ahâdîs-i
şerîfe'den beşini teberrüken kaydediyoruz:

1- Sizin hayırlılarınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğreten kimselerdir.

2- Hayırlılarınız kadınları için hayırlı olanlarınızdır."

3- Hayır bir âdetdir; şer ise hasmâne bir inadcılıktır. Allahu Teâlâ da her kime hayır dilerse, onu dîn hususunda fakahet ve ilm ü
irfan sahibi kılar."

4- Malda zekatdan başka bir hak yoktur. Yâni zekâtı verilen bir maldan müstehak olamaz."

5- Şüphe yok ki, Allahu Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat sizin ancak kalblerinîze ve amellerinize bakar."
Müellefâtı :

Me'hazlar : Tezkiretü'I-Huffâz, Tehzîbü't-Tehzîb, Câmiu's-Sağîr, A'lâm.[175]

76- Ebû Dâvüd Es-Sicistani :

Süleyman b. Eş'as b. İshâk el-Ezdiyyi's-Sicistânî, pek büyük bir muhaddisdir. Hindistan'a mücavir olan Sicistan iklîmine
mensubdur.

(202) târihinde dünyaya gelmiş, bilâhare Hicaz'a, Şam'a, Mısır'a, Irak'a, Horasan'a, Basra'ya gitmiş; defeâtla Bağdad'da bulunmuş;
gittiği yerlerde hadis rivayet ve tedrisiyle iştigal etmiş, nihayet Basra'da ikamet edib (275) târihinde Basra'da vefat eylemiştir.
Rahmetu'llâhî aleyh.[176]

Meşâyihi:

Ebû Dâvûd, birçok zevata mülâki olmuş, ez-cümle Müslim b. İbrahim, Süleymen b. Harb, Abdu'llâh b. Mesleme, Yahya b. Maîn,
Ahmed b. Hanbel gibi cazımdan hadîs ahzetmiştir. Kendisinden de oğlu Abdu'llâh ile Abdü'r Rahmân en-Neseî, Ahmed b.
Muhammed el-Hallâî, Tirmizî gibi meşâhîr rivayette bulunmuşlardır.

Ebü'l-Hasen eş-Şîrâzî'nin Tabakaatü'l-Fukahâ'daki beyânına nazaran Ebû Dâvud, İmâm-ı Ahmed'in ashabından bulunuyordu.[177]

Tefsir Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii :

Ebû Dâvûd, Kur'ân'ın hakayıkına bihakkın muttali' bir zât olduğu cihetle şüphe yok ki, İlm-i Tefsîr'e büyük bir vukuf sahibi idi.
Tefsîr'e dâir (Kitâbü's-Sünen) ünvanlı meşhur eserinde bir hayli ma'lûmat vardır. Ez-cümle cedelden, Kur'ân-ı Mübîn'deki
müteşâbihâta ittibâ'dan nehy için tahsis ettiği bâbda Ka'nebî'den, o da üç vâsıta ile Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet ediyor:

Âişe-i Şıddîkâ demiştir ki : Resûlu'llah salla'llahu aleyhi ve sellem[178] âyet-i kerîmesini okudu ve buyurdu ki: "Ondan -Kitâb-ı
İlâhî'den- müteşâbih olanlara ittibâ' edenleri gördüğünüz zaman -biliniz ki- Allahu Teâlâ'nın Kalblerinde eğrilik bulunanlar) diye
tesmiye ettiği kimseler işte onlardır; artık onlardan kaçınınız."

Yâni : Kur'ân-ı Kerîm'deki muhkemâtı bırakıb da müteşâbih âyetlere tâbi' olanlar, onları kendi düşüncelerine göre te'vîle
çalışanlar, yanlış bir harekette bulunmuş olacakları cihetle onlara uymaktan hazer etmelidir.

Hadîs'e gelince : Şüphe yok ki, Ebû Dâvûd, pek yüksek bir muhaddisdir. Zehebî merhum, bu büyük zât hakkında, "Seyyidü'l-
Huffâz" demektedir.

Muhaddislerden Mûsâ b. İbrahim demiştir ki : "Ebû Dâvûd, dünyâda hadîs için, âhiretde de Cennet için yaradılmiştır. Ben ondan
efdal bir zât görmedim."

Ebû Dâvûd, beş yüz bin hadîs-i şerîf ile hafızasını tezyin etmiş bulunuyordu. Bunlardan intihâb ettiği dört bin sekiz yüz hadîs-i
sahih iîe (Sünen-ı Ebî Dâvûd) denilen meşhur kitabını vücûde getirmiştir. Bu kitab bilhassa ahkâm-ı fıkhiyye için pek mu'teber bir
merci'dir. Ebû Dâvûd, bu kitabını İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'e arz etmiş, o büyük müctehidin istihsânını celb eylemiştir.

Bu mübarek muhaddis demiştir ki : "Bu kadar ahâdîs-î şerife arasında dört hadîs-i şerîf vardır ki, insana dîni için kifayet eder."
Bunları teberrüken kaydediyoruz :

1- Amellerin hükmü, kıymeti niyyetlere göredir."

2- İnsanın kendisine fâidesi olmayan şeyleri terk etmesi, İslâmiyyetinin güzelliğindendir."


3- Bir mü'min,kendi nefsi için isteyib hoşlandığı şeyi kardeşi için de istemedikçe bihakkın mü'min olamaz."

4- Helâl de zâhîr, haram da zahirdir. Bunların arasında ise birtakım iştibahlı şeyler vardır." (Binâenaleyh harama düşmemek için
bu şüpheli şeylerden de sakınmak lâzımdır.)[179]

Basra'da İkametinin Sebebi:

Ebû Dâvûd vefatına kadar Basra'da ikamet etmişti. Bunun sebebini kendi hadimi Ebû Bekr b. Câbir şöyle nakletmiştir :

"Ben Ebû Dâvûd ile beraber Bağdad'da bulunuyordum. Bir gün Akşam namazım henüz kılmıştık ki, kapı çalındı, açtım. Gelen zât,
Emîrü'l-Mü'minîn Ebû Ahmed el-Muvaffak idi. istizan ederek içeriye girdi. Ebû Davud'un yaınnda oturunca aralarında şöyle bir
muhavere cereyan etti :

— Emîrü'l-Mü'minîn'in böyle bir vakitte gelmelerinin sebebini öğrenebilir miyim?

— Üç şeyi rica için geldim.

— Buyurunuz.

— Birincisi, sen Basra'ya rıhlet ederek orada tevattun etmelisin, tâ ki senden istifâde için her taraftan talebe-i ulûm Basra'ya akın
edib gelsin de, sayende o şehir ma'mûriyyete yüz tutsun. Bilirsin ki, Zenc isyanı dolayısiyle o şehir harâb olmuş, halk oradan
kesilmiştir.

— Evet, bu biri. Ya ikincisi?

— İkincisi de, evlâdıma senin Kitâbü's-Sünen'ini rivayet edersin.

— Evet., üçüncüsünü îrâd buyurunuz.

— Üçüncüsü de onlar için husûsî bir meclisde rivayette bulunursun. Çünkü hulefâ evlâdı âmme ile beraber oturmazlar.

— Hâ, buna yok yoktur. Çünkü, nâsın şerifi de, gayr-i şerifi de ilim hususunda müsavidir.

İbn-i Câbir diyor ki : "Halîfenin çocukları da âmme ile beraber hadis meclisinde hazır bulunmaya başladılar. Şu kadar var ki,
kendileriyle nâs arasına bir perde konuluyordu."

İşte bu taleb üzerine Ebû Dâvûd, Basra'ya gitmiş, o fazilet ve irfan timsâli olan mübarek vücûdiyle Basra'ya ebedî bir feyz ve şeref
bahsetmişti.

Müellefâtı: Matbu' iki cilddir; Kütüb-i Sitte'nin, ta'bîr-i aharla Sıhâh-ı Sitte'nin üçüncüsü sayılmaktadır. hadîs'e dâir olub bu da
matbu' bulunmuştur.

Ma'lûm olduğu üzere Kütüb-i Sitte'nin birincisi Sahîh-i Buhârî, ikincisi Sahîh-i Müslim, üçüncüsü işbu Sünen-i
Ebî Dâvûd, dördüncüsü Sünen-i Tirmizî, beşincisi Sünen-i Nesei, atana’ da Sünen-i İbn-i Mâce'dir. Bunların altısına birden
Sıhâh-ı Sitte nâmı da verilmektedir.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Tabakaatü'l-Hanâbile,Mevzûâtü'l-Ulûm, Kesfü'z-Zünûn, El-A'lfim, Mu'cemü'l-Matbûâti'l-


Arabiyye.[180]

77 - İbn-i Nakîb:

İbn-i Nakîb İbn-i Muhammed el-Endülîsî, pek fâzıl bir âlimdir. (201) târihinde doğmuş, bilâhare birçok seyâhatlar yaparak asrının
büyük âlimlerine, muhaddislerine mülâkî olmuş, nihayet (276) senesinde vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[181]
Meşâyihi:

İbn-i Nakîb, ilm ü irfan tahsili için seyahat etmiş olduğu Şark ve Garb memleketlerinde (280) kadar meşâhîrden istifâde etmiş, ez-
cümle İmâm-ı Ahmed b. Hanbel'e husûsiyyeti olduğu gibi Yahya b. Yahya el-Leysi, Ebû Mus'ab ez-Zührî, Yahya b. el-Bükeyr, Ebû
Bekr İbn-i Şeybe gibi zevattan da hadîs ahzetmiştir. Kendisinden de oğlu Ahmed ile Eşlem b. Abdi'1-Azîz, Ab-du'llah Yûnus el-Kîrî,
Muhammed bin Lübâbe ilim ahzetmişlerdir.[182]

Tefsir Ve Hadîs İlmindeki Mevkii:

İbn-i Nakîb, büyük bir müfessirdir. Rivayet tar'kında büyük bir kudret göstermiş, mufassal bir tefsir kitabı vücûda getirmiştir, İbn-i
Hazm diyor ki : "Ben kat'iyyen derim kî, İslâm'da İbn-i Nakib'in Tefsîr'inin misli te'lîf edilmemiştir. Ne İbn-i Cerîr Tefsiri, ne de
başkası buna muâdil değildir."

İbn-i Nakîb aynı zamanda yüksek bir muhaddisdir, bir fakîhdir. Kendi himmetiyle Endülüs'de hadis rivayeti pek vüs'at bulmuştu.
Bin iki yüz Sahâbî'nin hadislerini cami' bir (Müsned-i Kebîr) i vardır ki, bî-nazîr bir eserdir.

Zehebî diyor ki: "İbn-i Nakîb bir müctehid idi, bir kimseyi taklîd etmezdi. Âbid, zâhid bir zât idi. Yetmiş gazveye iştirak etmiş
olduğu mervîdir. Sûfiyye mesleğine muhib, müstecâbü'd-da've bulunuyordu.

Maa't-teessüf eserleri intişâr etmemiştir.

Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[183]

78- Bak1yy B. Mahled:

Ebû Abdi'r-Rahmân Bakıyy b. ahled el-Endüllsî el-Kurtubî, yüksek bir ilim sahibidir. (231) târihinde doğmuş, (276) da vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[184]

Kudret-i İlmiyyesi ;

Bakıyy müfessir, muhakkik, hâfızü'l-hadîs, müctehid bir zâtdır. Daha hayatta iken müellefâtı her tarafa intişâr etmişti. Yazmış
olduğu tefsir kitabı hakkında İbn-i Beşküvâl demiştir ki : "Bu fefsîr'în misli İslâmda te'lîf edilmemiştir."

Müellefâtı: Sahâbe-i Kirâm'ın isimlerine göre tertîb edilmiştir.

Me'haz: El-A'lâm.[185]

79- İbn-i Kuteybe:

Ebû Muhammed, Abdu'llah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî, meşhur bir âlim ve müverrihtir. Babası Mervlidir. Bu cihetle
nisbetinde (Mervezî) de denir. Fakat kendisi (213) târihinde Bağdad'da doğmuş, veya Kûfe'de doğup Bağdad'a yetişmiş, bir
müddet (Dînever) de kadılık etmiş olduğu cihetle (Dîneverî) nisbetini almış ve nihayet (276) târihinde Bağdad'da vefat
eylemiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[186]

Mevki-i İlmîsi:
Hayâtını ilm ü irfana hasretmiş olan bu kıymetli âlim, İshâk b. Râheveyh, Ebû İshâk İbrahim b. Süfyân, Ebû Katim es-Sicistânî gibi
büyük fakîh ve muhaddislerden ilim ahzetmiş, kendisinden de oğlu Ebû Ca'fer Ahmed ile Ebû Muhammed, Abdu'llâh İbn-i
Deresteveyh gibi zâtlar müstefîd olmuşlardır.

Bu mümtaz sîmâ, Bağdad'da uzun bir müddet tedris le, fâideli eserler te'lîf etmekle iştigal etmiş, bir aralık kadılığa ta'yîn edilmiş
ise de, az sonra isti'fâ ederek yine rûhan meclûb olduğu tedris ve tasnif sahasına can atmıştır.

İlm ü faziletle temayüz etmiş olan bu zât hakkındaki beyhakî diyor ki: "İbn-i Kuteybe Kerrâmiyyeden idi." Dârekutnî de demiştir
ki: "İbn-i Kuteybe teşbihe mütemayil idi." Halbuki bu iddia, müsteb'addır. Zîrâ onun Müşebbihe aleyhine bir eseri vardır.

Hâkim'in iddiasına nazaran da İbn-i Kuteybe, bütün ümmet nazarında kezzâbdır.

Zehebî ise herkesi tenkid ve taz'îf ettiği halde bu iddiayı Mîzân'ında pek tecâvüzkârâne buluyor ve diyor ki : "Hatîb, İbn-i
Kuteybe'yi tevsik etmiştir1. Deccâl ile Müseylime'den başkasının kizbi üzerine bütün ümmetin icmâ'da bulunduğu da bence
ma'lûm değildir."

Filhakika Hatîb-i Bağdadî diyor ki : "İbn-i Kuteybe, sika, fâzıl, diyanetli bir kimse idi."

İbn-i Hazm da demiştir ki : "İbn-i Kuteybe dîninde ve ilminde sika idi."

Deniliyor ki : İbn-i Kuteybe, Nasibi bulunuyordu. Hâkim ise bunun zıddı olarak Ehl-i Beyt'e pek merbut bulunuyordu. Bu cihetle
İbn-i Kuteybe hakkında böyle bir ta'nda bulunmuştur."

İbn-i Kuteybe, bir müverrih sıfatiyle bâzı zaîfü's-sübût şeyleri de nakletmiş olabilir. Bu cihetle de kendisi kizbe nisbet edilmiş
olabilir.

İbn-i Kuteybe'nin fürû' i'tibâriyle İbn-i Râheveyh veya İmâm-ı Mâlik mezhebine sâlik olduğu söylenmektedir. Velhâsıl âlim, fâzıl,
müfessir. mütefennin bir zât idi.

Müellefâtı: matbû'dur. Risalelerden müteşekkil olub müsteşrıklar tarafından tab' edilmiştir. matbû'dur, câhiliyye devrine âid bir
hayli malûmatı hâvidir, iki yüz elli senelik kadar da İslâm vakayiini ihtiva etmektedir. Asr-ı Saâdet'e, Tabiîn Hazarâtına,
birçok müctehidlere, munaddişlere ve sâir İslâm âlimlerine dâir pek faydalı ma'lûmâtı câmi'dir. Bu da matbûdur.ve saire
nâmlariyle on kitabdan müteşekkildir. Bir kısmı Mısır'da, Berlin'de, Strasburg'da tab' edilmiştir. Bu son iki kitab İbn-i Kuteybe'ye
cihân-şümûl bir şöhret te'mîn etmiştir. Bu da matbû'dur. Uzun bir mukaddimeyi hâvi, kitabetin âdâb ve şeraitini mübeyyindir. Bir
çok edebî parçalar ile, beyitler ile müzeyyendir. Müteaddid şerhleri vardır. İbn-i Haldun, târihinin mukaddimesinde diyor ki:
“Üstâzlarımızdan işittiğimize göre fenn-i edebin usûl ve erkânı dört dîvandan ibarettir.Bunlar İbn-i Kuteybe'nin İbn-i
Kuteybe'nin, Müberrid'in , Câhiz'in, Ebû Alî el-Kaalî'nin dedir."Matbu'iki cüz'dür.Mısır'da el-
Muktebes mecmuasında neşredilmiştir. Matbû'dur.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm, Kaamûsû'l-A'lâm, İslâm'da Târih ve Müverrihler, Mu'cemü'l-Matbûâti'l-


Arabiyye.[187]

80 - Ebu Hatim Er-Râzî:

Muhammed b. İdrîs b. el-Münzîr el-Hanzalî, meşhur bir muhaddistir. (195) târihinde Rey'de doğmuş, daha pek genç iken vatanını
bırakarak seyâhata çıkmış, günlerce piyade olarak yol yürümüş, birçok ihtiyaçlara katlanmış, Bahreyn'e, Mısır'a, Remle'ye,
Tarsus'a, Bağdad'a, Basra'ya, bilâd-ı Rûm'a gitmiş, buralarda senelerce kalarak birçok âlimlere mülâkî olmuş, nihayet (277)
târihinde Bağdad'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[188]

Meşâyihi:

Ebû Hatim, Abdu'llah b. Mûsâ, Muhammed b. Abdi'llah el-Ensârî, Ismaî, Ebû Muaym, Ahmed b. Hanbel gibi eâzımdan hadîs
ahzetmiş, kendisinden de Yûnus b. Abdi'l-A'lâ, Muhammed b. Avf et-Tâî, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn-i Ebi'd-Dünyâ, Ebû Avâne el-
Esferâyînî, Ahmed b. Mansûr er-Remâdî gibi zâtlar hadis rivayet eylemişlerdir.[189]
Mevki-i İlmîsi:

Ebû Hatim, a'lâm-ı ümmetden biridir, müfessir, fakîh bir zâttır. Bâhusûs hadîs'de itkan ve ihtisas sahibi idi. Bağdad'da, Dimeşk'da,
Mısır'da hadis okutmuştur. Mûsâ b. İshâk el-Ensârî demiştir ki: "Ben Ebû Hâfim'den mahfûzâti daha çok bir zât görmedim."

Bizzat Ebû Hatim de derdi ki : "Ben işittiğim şeylerin en güzelini yazdım. Yazdığım şeylerin en güzelini hıfzettim. Hıfzettiğim
şeylerin de en güzelini söyledim." İsimli bir eseri vardır.

Me'hazlar : Tezkiretü'I-Huffâz, Tabakaatü'l-Hanâbile, El-A'lâm.[190]

81- Tirmizî:

Ebû İsâ, Muhammed b. İsâ b. Sevre es-Sülemî et-Tirmizi, Mâverâü'n-Nehir'de (Iirmiz) denilen beldede (209) târihinde doğmuş
pek meşhur bîr muhaddistir. Bu zât da sair büyük muhaddisler gibi seyâhatlarda bulunmuş, bilhassa Hicaz'a gitmiş, Irak, Horasan
havalisini gezib olaşmış, muhalled eserlerini İslâm âlemine bergüzâr bıraktıktan sonra (279) târihinde Tirmiz'de vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[191]

Meşâyihi:

Tirmizî, asrının yüksek muhaddislerine, âlimlerine mülâkî olmuş, bahusus Kuteybe b. Saîd, Ebû Mus'ab, Mahmûd b. Gaylân,
Muhammed b. Beşşâr, Süfyân İbn-i Vekî', Muhammed b. İsmâil el-Buhârî gibi ekâbirden hadîs ahzetmiştir.

Kendisinden de Muhammed b. Ahmed el-Mahbûbî, Mekbûl b. el-Fazl, Hammâd b. Şâkîr gibi zevat rivayette bulunmuşlardır.[192]

Tefsir Ve Hadîs İlmindeki Mevkii:

İmâm-ı Tirmizî kudretli ve emîn muhaddislerden olduğu cihetle rivayet ettiği ahâdîs-i şerife ile Kelâmu'llah'ın tefsirine pek büyük
hizmetlerde bulunmuştur. En sahîh esbâb-ı nüzulü bildirmek, garîbü'l-Kur'ân denilen bâzı elfâz-ı Kur'âniyyeyi en güzel bir veçhile
şerh etmek, Kur'ân-ı Mübin'deki bâzı kıssalar hakkında en doğru ma'lûmâtı muhtevi bulunmak i'tibâriyle İmâm-ı Buhârî'nin ve
Tirmizî ile Hâkim'in Tefsirleri birinciliği ihraz etmekte ve muhaddisler arasında "Esahhü't-Tefâsîr" sayılmaktadır. Hiç bir müfessir,
bu üç zâtın Tefsirlerinden müstağni olamaz. .

Muhammed b. İshâk, Vâkıdî, Kelbî gibi müfessir ve müverrihlerin bu kıssalara dâir kendi kitablarında vermiş oldukları tafsilâtın
ekserisi, muhaddisler arasında gayr-i sahîh görülmekte, isnâdlarında nazar bulunmaktadır. Bu tafsilât güzelce ta'mîk edilirse
bunların kütüb-i sâlifeden, ehl-i kitâbdan menkul olduğu anlaşılır. Binâenaleyh mütefekkir, münekkid müfessirler, bu gibi
menkulâta büyük bir kıymet vermemektedirler. Bu husûsâtı, malûmatı şurût-ı tefsirden saymak doğru değildir.

Hadîs ilmine gelince : Tirmizî bu hususta da yüksek bir mertebeyi hâizdir. Hıfzı hususunda kendisiyle mesel darb olunurdu.

Hâkim diyor ki : Ben Ömer b. Alekk'in şöyle dediğini işittim:"Buhârî Âhiret'e gitti; Horasan'da ilim, hıfz, zühd ü takva cihetiyle Ebû
İsâ gibi başka bir halef bırakmadı."

Tirmizî, hadis'de olduğu gibi fıkıh ilminde de büyük bir kudret sahibi idi. Haşyetu'llah ile ağlaya, ağlaya son günlerinde iki sene
kadar a'mâ kalmıştır.

Rivayet etmiş olduğu ahâdîs-i şerife'den üçünü teberrüken kaydediyoruz:

1- Bizim gencimize merhamet, ihtiyarımıza hürmet etmiyen bizden değildir."


2- Taamın bereketi taamdan evvel ve sonra elleri yıkamakladır''

3- Kardeşine, zâlim olsa da, mazlum olsa da yardım et. Ona, zâlim olduğu halde nasıl yardım edebilirim? denildi. Buyurdu ki : Anı
zulümden men'edersin, işte bu, ona yardımdır."

Müellefâtı : Matbû'dur. Kütüb-i Sitte'nin dördüncüsüdür. Bu kitabda mezahib ve istidlal vecihleri gösterilmiş, hadislerin sahîh,
hasen, garîbine işaret olunmuş, râvîlerin cerh ve ta'dîli cihetine gidilmiş, âhirine birçok faideli mebâhisi muhtevi olan ilâve
edilmiştir. Esasen bu mübarek kitab şu dört kısma ayrılmıştır :

1- Sıhhatine kat'iyyen hükmedilen hadisleri hâvidir.

2- Ebû Dâvûd ile Nesei’nin şartlarına uygun hadislerden ibarettir.

3- Kendilerinden men' ve tahzîr için ihrâc edilmiş olan gayr-i sabit hadislerdir.

4- Kendisince kat'iyyetle sabit değilse de bâzı fukahâca ma'mûlünbih olduğu için yazılmış olan hadislerdir,

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Tefsîrü'l-Kur'ân bi-Kelâmi'l-Kur'ân Mukaddimesi, Câmiü's-Sağîr, Mevzûâtü’l-Ulûm, El-A'lâm.[193]

82- Ebû Hanîfe Ed-Dineveri:

Ahmed b. Dâvûd b. Venend, meşhur, mütefennin bir âlimdir. Irâk-ı Acem'de Hemedân'a yakın bir mesafede vaktiyle pek ma'mûr
ve elyevm harab bulunan (Dînever) şehrinde doğmuş, bilâhare Basra'lı, Kûfe'li birçok zevattan ilm ü irfan tahsil etmiş, bilhassa
lisâniyyâtı, edebiyyâtı İbn-i Sikkit'den teallüm eylemiş, nihayet (282) tarihinde vefatı vuku' bulmuştur.[194]

Kudret-i İlmiyyesi:

Bu zât yüksek bir âlimdir, müfessirdir. Hanefiyyü'l-mezheb idi. Fıkıh'dâ, edebiyyatta mütebahhir olduğu gibi, riyâziyyât, tabîiyyât,
târih, hey'et ilimlerinde de mütehassıs bulunuyordu. Bu ilimlere dâir yazmış olduğu müteaddid eserler, iktidarının birer parlak
delilidir. Sika, zâhid, müttekî idi. Süyûtî'nin ifâdesi veçhile Arab'ın âdâbiyle felâsifenin hikmetini cem' etmişti.

Müellefâtı : Bu meşhur bir târih kitabıdır; eski İran, Yemen, Rûm, Türk hükümdarlarına, Asr-ı Saâdet'e, Emevî ve Abbasî
halîfelerinden bir kısmına, Kerbelâ, İbnü'z-Zübeyr ve Haccâc vak'alarına, Haricîlerin teşkilâtına dâir faydalı ma'lûmâtı câmi'dir.
Mes'ûdî'nin ifâdesine nazaran İbn-i Kuteybe, bu târihden pek çok şeyler iktibas etmiştir. Bu târih, Garb'da büyük bir ehemmiyetle
karşılanmış, (1888) târihinde Leyden'de basılmıştır. Bilâhare bir müsteşrik tarafından bu târihe mahsus yapılmış olan mükemmel
bir fihris de (1912) senesinde yine Leyden'de tab' edilmiştir. O bu eser- Arablarca ma'lûm olan ecrâm-ı semâviyyeye, cevv-i
hevâya, rüzgârlara ve sâireye müteallıkdır. Bu eser, Âl-i Büveyh'den Rüknü'd-Devle'nin nâmına yazılmıştır. Rüknü'd-Devle'nin Ebû
Hanîfe için (235) târihinde İsfahan'da bir rasadhâne yaptırmış olduğu mervîdir. Bu eser, Ebû Hanîfe'nin pek mütehassıs
nebâtiyyûndan olduğunu göstermektedir. Meşhur nebâtiyyûndan olan İbn-i Baytar, bu kitabdan istifâde -etmiştir. Ve sâire...

Me'hazlar :Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm, Kaamûsü'l-A'lâm, İslâm'da Târih ve Müverrihler, el-Mu'cemü'l-Matbûâti'l-Arabiyve.[195]

83- İsmail b. İshak:

Ebû İshak, İsmail el-Basrî, muktedir bir âlimdir. (200) târihinde doğmuş, (282) de füc'eten vefat etmiştir.[196]

Kudret-i İlmiyyesi:
Ebû Îshak, fâdıl, Arabiyye'de, Fıkh-ı Mâlikî'de imâm idi. Zamanında nahiv ve lügat ilmi kendisine müntehi olmuştu. Tefsire, sair
ulûm-ı İslâmiyyeye bihakkın âşinâ idi. Halîfe Mütevekkilin zamanında Bağdat kadılığına ta'yîn ve bir aralık azledilmiş ise de,
bilâhare Mu'temed devrinde tekrar Bağdat kadılığına nasbedilerek vefatına kadar o makamı muhafaza etmiş, kendisinden sonra
Bağdat üç ay kadisız kalarak halk söylenmeğe başlamıştı. Velhâsıl muhterem bir âlim, bir müfessir idi.

Müellefâtı:

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, Tahakatü'n-Nühât.[197]

84- Sehl Et-Tüsterî:

Ebû Muhammed, Sehl b. Abdi'llâh b. Yûnus et-Tüsterî, sûfiyyeden büyük bir zâttır. (200) târihinde Tüster'de doğmuş, uzun bir
müddet Basra'da yaşamış, Şeyh Zü'n-Nûn-ı Mısrî'ye mülâki olmuş, (283) târihinde Basra'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi
aleyh.[198]

Tefsir Ve Tasavvurdaki Mevkii:

Sehl et-Tüsterî, Sûfiyyenin ulemâsından, ekâbirinden bir zâttır. Ihlâsa, riyâzet-i nefse, uyûb-i ef'âle dâir derin mütâlealarda
bulunmuştur. (204) sahîfeden müteşekkil bir tefsiri vardır; Mısır'da tab' edilmiştir. Bâzı âyât-ı celîle hakkında güzel
hadisler,mutasavvifâne sözler, mütâlealar yazmış bulunmaktadır. Ez-cümle:[199] âyet-i kerîmesinin tefsirinde diyor ki : "Taharet şu
dört şeydir : Safâ-yı mat'am, sıtku'l-lisân, mübâyenetü'1-âsâm, huşûi's-sır. Bu dörtten herbiri a'zâ-yı zahireden herbirinin tathîrine
tekabül eder. Bu eser, tefsîr-i işârî kabîlindendir.

Me'hazlar : Tabakaatü's-Sûfiyye, Vefeyâtü'l-A'yân, Mu'cemü'l-Matbûâti'l-Afabiyye.[200]

85- Müberrid:

Muhammed b. Yezîd b. Abdi'l-Ekber el-Basrî, meşhur bir âlimdir. Künyesi, (Ebü'l-Abbâs) dır. (210) târihinde Bağdad'da doğmuş,
(286) târihinde yine Bağdad'da vefat etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[201]

Kudret-i İlmiyyesi:

Müberrid, kudretli bir âlim, bir müfessirdir. Tefsîrinde lisan i'tibâriyle büyük bir kudret göstermiştir. Arabca'nın dekayıkına vâkıf,
fasîh, belîğ, zarîf, doğru sözlü, lâtif üslûblu bir zât idi. Mâzenî, Kisâî, Ezdî, Ebû Hatim es-Sicistânî gibi meşhur zâtlardan ilim tahsil
etmiş, kendisinden de Nıftaveyh, İsmâil Saffâr, Sûlî gibi âlimler rivayette bulunmuşlardır.

Üstâzı Ebû Osman el-Mâzînî, te'lîf etmiş olduğu ünvanlı kitabındaki bâzı dakik mes'eleleri Ebü'l-Abbâs'a sormuş, pek muvafık
cevâblar alınca kendisine :Kalk; artık sen hakkı isbâta muktedirsin." diye iltifatta bulunmuştu. Bu münâsebetle adı (Müberrid)
kalmış, bilâhare bu isim yanlış olarak (Müberred) diye okunmuştur.

Müberrid, Basrahlar, Sa'leb de Kûfeliler arasında asırlarının imâmı bulunuyordu. Bu iki zât arasında bir münâferet ve bürûdet
mevcûd idi. Hattâ bu münâferet, bir darb-ı mesel sırasına geçmiş olduğundan bir şâir şöyle
demiştir :[202]

Maahâzâ bu iki âlim arasındaki münâferetin bir münâkaşa dâiresini tecâvüz etmediği anlaşılmaktadır. Çünkü Müberrid'in
vefatından Sa'leb pek müteessir olarak şu beyitleri söylemiştir :[203]

Müellefatı: Bu kitab Arab lisânına, edebiyyâtına dâir yazılmış nazîrsiz bir eserdir; matbû'dur.
Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât,Vefeyâtü'l-A'yân, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbuâti'l-Arabiyye.[204]

86- El-Haffâf:

Ebû Yahya, Zekeriyyâ b. Dâvûd b. Bekr en-Nîsâbûrî, âlim bir zattır. (286) târihinde vefat etmiştir.[205]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Yahya, müfessirdir, hâfız-ı hadîs'dir. Bâzı âsârı vardır. Ünvanlı eseri bu cümledendir.

Me'hazlar: Tezkiretül-Huffâz, El-A'Iâm.[206]

87- Sa'leb:

Ahmed b. Yahya b. Yezid eş-Şeybânî el-Bağdâdî, meşhur lisan âlimIerindendir. Künyesi (Ebü'l-Abbâs) dır. (200) târihinde
Bağdad'da dünyâya gelmiştir. Son günlerinde kendisine sağırlık arız olmuştu. Bir Cum'a günü îkindi namazından sonra camiden
gelirken arkasından koşan bir hayvanın çarpmasiyle bir çukura düşerek (291) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir.[207]

Mevki-i İlmîsi:

Sa’leb, yüksek bir âlimdir. İbn-i A'râbî, Muhammed h. Sellâm El-Cümahî, Alî b. el-Muğîre el-Eşrem, Seleme b. Âsim gibi büyük
âlimlerden ders okumuş, Ferrâ'nın bütün kitaplarını ezberlemiştir. Lûgatta birinci üstâzı İbn-i A'râbî idi. Nahivde de en ziyâde İbn-
i Âsım'a i'timad gösterirdi.

Sa'leb nahivde, lûgatta, şiir ve edebde zamanının en değerli imamı bulunuyordu. Hele nahivde Kûfelilerin imamıdır. Hafızasını
birçok ma'lûmât ile tezyin etmişti. Mütefennin, i'timâda şâyân bir zât idi. Tevazu'dan ayrılmaz, bâzı suallere karşı : Bilmiyorum'
demekten çekinmezdi.

Müellefâtı:

Me'hazlar: El-A'lam, Mevzûâtü'l-Ulum, Lügat-ı Târihiyye ve Coğrafya.[208]

88- Ebû Yahya Er-Râzî:

Abdü'r-Rahman b. Muhammed b. Müslim, fudalâdan bir zâttır. (281) târihinde vefat etmiştir.[209]

Mevki-i İlmîsi :

Bu zât müfessîr, hâfızü'l-hadîs'dir. Isfahan câmi-i şerifinin imamı bulunuyordu. (Tefsir) ile (Müsned) nâmında iki eseri vardır.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz,El-A'lâm.[210]
89- İsmail b. İshâk:

İsmail b. İshâk b. İsmail b. Hammâd el-Ezdî, muhterem bir âlimdir. "El-Cehzamî" denmekle ma'rûftur. (200) senesinde Basra'da
doğmuştur. (282) de füc'eten vefat etmiştir.[211]

Mevki-i İlmîsi:

İsmâil el-Ezdî, kudretli bir müfessirdir, muhaddistir. Bağdad'da tevattun etmişti. Bağdad'da, Medâyin'de, Nehrevan'da kadılık
etmiş, vefatında Kadi'l-Rudât bulunmuştu. Mâliki mezhebini Irak'da neşreden, bu zâtın mensûb olduğu hanedandır. Bunlara
(Hammâd Ailesi) denir ki, Irak'da bir beytü'1-ilimdir. Bu aileden üç yüz sene kadar bir müddet içinde birçok âlimler
yetişmiştir.

Halîfe Mütevekkil zamanında Bağdad kadılığına ta'yîn ve bir aralık azledilmiş ise de, bilâhare Mu'temid devrinde tekrar kadılığa
nasbedilerek vefatına kadar o makamı muhafaza etmiş, kendisinden sonra Bağdad üç ay kadısız kalarak halk söylenmeye
başlamıştı. Velhâsıl muhterem bir müfessir idi.

Müellefâtı: Fıkıhdandar.on cilddir. İki cilddir. Bu iki eser bâzı fetvalar hakkındadır.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, Ed-Dîbâcü'l-Müzehheb, Tabakaatü'n-Nuhât, El-A'lâm.[212]

Dördüncü Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

90- Neseî:

Ebû Abdi'r-Rahmân, Ahmed b. Alî b. Şuayb b. Alî; Horasan'ın "Nesâ" beldesine mensûb olan bu meşhur muhaddis 225 senesinde
dünyaya gelmiş, bilâhara İslâm ilim merkezlerini gezib dolaşmış, bilhassa Horasan'a, Hicaz'a, Irak'a, Kahire'ye, Şam'a, El-Cezîre'ye,
Tarsus'a gitmiş; bir müddet Mısır'da tavattun etmiş, Mısır Emîri ile gazaya çıkarak büyük şehâmetler göstermiş, 302 târihinde
Mısır'ı terk ile Filistin'e rıhlette bulunmuş; Dımeşk câmi-i şerifinde Hazret-i Alî'yi medh, Hz. Muâviye'nin fazâiline dâir bir şey
söylemekten imtina etmekle mescidden çıkarılmış, Remle'ye nefy edilmiş, orada 303 târihinde vefat eylemiştir.

Diğer bir rivayete göre Hz. Muâviye'nin fazâiline dâir vâki' olan suâle cevab vermediğinden câmi-i şerif içinde döğülmüş, hasta
olduğu halde talebine mebnî Mekke-i Mükerreme'ye gönderilmiş olmakla orada vefat edib Safa ile Merve arasında defn
olunmuştur. Rahmetu'llâhi aleyh.[213]

Meşâyihi

İmâm-ı Neseî, pek çok âlimlere, muhadclislere mülâkî olmuş, ez-cümle Yûnus b. Abdi'1-A'lâ, Kuteybe b. Saîd, Muhammed b.
Beşşâr. Mahmûd b. Gaylân, Ishak b. Râheveyh, Hişâm b. Ammâr, Ebû - Dâvûd Süleyman b. el-Eş'as gibi ekâbirden hadîs
ahzetmiştir. Kendisinden de Ebû Bişr ed-Dûlâbî, Ebû'l-Kasım et-Taberî, Ebû Ca'fer et-Tahâvî, Ebû Alî el-Hüseyn en-Nîsâbûrî, Îbnü'l-
Haddâd Ebû Bekr gibi meşâhir rivayette bulunmuşlardır.[214]

Tefsir Ve Hadîs İlimlerindeki Mevkii:

Ahmed en-Neseî, büyük bir müfessirdir. Rivayet ettiği ahâdîs-i şerîfe ile rivayet tarîkında yazılan tefsirlere hizmet etmiş, bu
cihetle müfessirlerin eâzımından ma'dûd bulunmuştur. İslâm âleminin bu büyük imamı, hele muhaddislerin pek mübeccel bir
üstâzıdır. Hadîs ilmindeki vukufu ile, ıtkanı ile ve ulûvv-i isnadı ile temayüz etmiştir. Hattâ allâme Zehebî'nin, Alî b. Abdi'l-Kâfî
Sübkî'nin ifâdelerine nazaran Neseî, İmâm-ı Müslim'den bile ahfazdır. Sa'd b. Alî ez-Zencânî'nin beyânına göre de Neseî'nin ricâl-i
hadîs hakkındaki şeraiti, İmâm-ı Buhârî ile Müslim'in şeraitinden daha ağırdır. Binâenaleyh Sünen-i Neseî'deki râvîlerin sıkatdan
olduğunda hiç şüphe edilemez.

Şâfüyyü'l-mezheb olan Neseî, zühd ü takvâsiyle; ibâdet hususundaki mü câhedeleriyle de pek meşhurdur. Rivayet etmiş olduğu
hadislerden beşini teberrüken kayd ediyoruz :

Allâhu Teâlâ'ca amellerin en sevimlisi vaktinde kılınan namazlardır, sonra anaya, babaya riâyettir, sonra da Hak yolunda
mücâhededir."

Kocasız kadının, yoksul kimsenin işine koşan bir Müslüman, Allah yolunda cihâd eden, veya geceleri kaaim, gündüzleri sâim
bulunan kimse gibidir.''

Allâhu Teââl'ya ma'sıyyefi müstelzim olacak herhangi hususda bir kimseye itaat edilemez. İtaat ancak meşru', müstahsen olan
hususdadır."

Eğer ümmetime meşakkat vermeyecek olsaydım, onlara her namaz için -yeni bir- abdest ile ve her abdest ile beraber de misvak
ile emrederdim."

Biliniz ki, sizden bir kimse yoktur kî, ona vârisinin malı, kendisinin malından daha sevimli olmasın. Senin malın, takdim ettiğin,
yâni hayatta iken meşrû' surette sarf eylediğindir. Vârisinin malıda sonraya bıraktığındır."

Müellefâtı: Bu, Kütüb-i Sitte'nin Hazret-i Alî'nin fazâiline beşincisidir, matbû'dur.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Tabakaatü'l-Kübrâ, Keşfü'z-Zunûn, Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm.[215]

91- Alî El-Kummî:

Ebü'l-Hasen, Alî b. İbrahim b. Hâşim el-Hanbelî, muhterem bir âlimdir. (305) târihinde vefat etmiştir.[216]

Mevki-i İlmîsi :

Alî el-Kummî, müfessirlerden faziletli bir zâttır. Tefsîrül-Kummî nâmında Ahkâmü'l-Kur'ân'a dâir bir eseri vardır. (1313) târihinde
İran'da tab' edilmiştir.

Me'hazlar : Keşfü'z-Zünûn, Mu'cemü'l-Matbûati'l-Arabiyye.

92-Velld b. Ebân :

Ebü'l-Abbâs, Velîd b, Ebân b. Tevbe, muktedir bir âlimdir. Isfahan ahâlisindendir. 310) târihinde vefat etmiştir.

Mevki-i İlmîsi :

Ebü'l-Abbâs, müfessir, hâfızü'l-hadîs, fakîh bir zâttır. Sıkatdandır. Et-Tefsîr, el-Müsnedü'1-Kebîr nâmında iki eseri vardır.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[217]

93- İbn-i Cerîr:


Ebû Ca'fer, Muhammed b. Cerîr b. Yezîd et-Taberî el-Âmilî, cihân-şümûl bir şöhret sahibi olan büyük bir âlimdir. (224) târihinde
Taberistan'ın Âmil şehrinde doğmuş, (310) senesi Bağdad'da vefat etmiştir. Rahbet-i Yâkub denilen mahallede kâin kendi hanesi
içinde husûsî bir kahire defn edilmistir. Kabri el-yevm bir ziyâretgâhdır. Rahmetu'llâhi aleyh.

Bu yüksek âlimin irtihâli, islâm âleminde büyük bir teessür uyandırmış, bu ilim ve kemal güneşinin ufûlü, hassas ruhlara heyecan
vermiş, birçok edîblerin, şâirlerin mersiyeler yazmalarına saik olmuştur. Ez-cümle, meşhur şâir İbn-i Düreyd, bu hazîn ufûlü
şöylece tasvîr etmiştir :[218]

Seyâhatları Ve Üstadları :[219]

Muhammed bin Cerîr, yirmi yaşına kadar kendi vatanında ikamet edib birçok şeyler okumuş, öğrenmiş, sonra da şâir bir kısım
İslâm mütefekkirleri gibi ma'lûmâtına küşâyiş vermek, İslâm ülkesinin yüksek âlimlerine mülâki olmak için seyâhata çıkmış,
Müslümanların ilim ve irfan merkezlerini ziyaret etmiş, bahusus Küfe, Basra, Rey, Suriye, Mısır topraklarını gezib dolaşmış,
nihayet Hilâfet merkezi olan, İslâm alemindeki muhtelif şuûnun tecellîsine birinci derecede bir saha teşkil eden Bağdad'a giderek
orada tavattun eylemiş, tedris ile, kıymetli eserlerini tahrîr ile meşgul olmuştur.

Bu pek çalışkan âlim, birçok eâzımdan istifâde etmiş, ez-cümle Muhammed b. Abdi'l-Melik, İshak b. Ebî-İsrâîl, Velîd b. Şücâ' gibi
meşâhirden hadîs okumuş, Dâvûd'dan Fıkıh taallüm etmiş, Fıkh:ı Şafiî'yi Mısır'da Rebî' b. Süleyman'dan, Bağdad'da Muhammed
Zağferânî'den ahzeylemiş, Fıkh-ı Mâlikî'yi Yûnus b. Abdi'l-A'lâ'dan ve sâireden, ehl-i Irak'ın fıkhını da Rey'de Ebû Mukaatil'den
tahsilde bulunmuştur. Kendisinden de Ebû Şuayb el-Harrânî, Abdü'l-Gaffâr el-Husaybî gibi zevat rivayette bulunmuşlardır.[220]

İbn-i Cerîr'in Tefsîr'deki Mesleği :

İbn-i Cerîr, ilim ve irfan târihinde emsaline pek az tesadüf olunabilecek nevâdirden biridir. Ez-cümle tefsirde, hadîsde, fıkihda,
edebiyyatda, târihde teferrüd etmiş bulunuyordu.

Hele İbn-i Cerîr pek büyük bir müfessirdir. Pek derin bir ilim ve fazilet semeresi olan tefsiri, emsaline tesadüf olunamayacak kadar
kıymetlidir. Bütün İslâm âlimleri bunu i'tirâf edib durmaktadırlar.

Ez-cümle Tezkiretü'l-Huffâz'da deniliyor ki: "Tefsîr-i Taberî'nin bir misli daha tasnîf edilmemiştir." İmâm-ı Nevevî de diyor ki:
"Tefsîr-i Taberi bir misli daha tasnîf edilmemiştir; bu hususta ümmet ittifak etmiştir."

İmâm-ı Süyûtî de İtkan'da diyor ki :"Tefsîr-i Taberî, tefsirlerin en ,celîli, en azîmidir; kendi vadisinde şâir tefsirlere
fâikdir."

Şâfiîlerin en büyük âlimlerinden olan Ebû Hâmid el-Esferâyînî de demiştir : "Bîr kimse İbn-i Cerîr tefsirini elde edebilmek için Çin'e
kadar gidecek olsa bu çok bir şey olmaz."

Filhakika Tefsîr-i Tabarî, bir ilmî hârikadır; kendisinden sonra bu tarzda yazılan tefsirler için pek zengin, pek feyizli bir me'haz
teşkil etmiştir.

Bu tefsirde ittihâz edilen meslek, şöylece hulâsa edilebilir : Bu tefsirde âyât-ı celîleden herbiri hakkında Resûl-i Ekrem'den, Ashâb-
ı Kiram'dan, Tâbiîn'den her ne rivayet olunmuş ise bunlar sırasiyle nakl edilmiş, bunların arasında muhakemeler yürütülmüş,
muhtelif tevcihlerden hangisinin daha râcih olduğu gösterilmiş, âyât-ı Kur'âniyye'den istinbât olunan ahkâm bildirilmiş, i'râba,
lisan kavâidine dâir de iktizâ eden bâzı ma'lûmât verilmiştir, işte Cerîr Tefsiri bu muhakeme ve şâire i'tibâriyledir ki, kendisinden
evvelki rivayet tarîkıyla yazılmış olan bütün tefsirlerden temayüz itmektedir. Ünvanını hâiz bulunan bu büyük tefsîrin
mukaddimesinde şu mebâhis mevcûddur :

1- Kelâmu'llah'ın belagat ve fasâhati; kelâm-ı beşerden mâ-bihfi-im tiyâzı olan vech-i i'cazı hakkında mütâlâa.

2- Tefsir ve te'vîle, Kur'ân'ın yedi harf üzerine nüzulüne dâir ma'lûmât.

3- Sahâbe-i Güzin'in, Tâbiîn'in, Tebe-i Tabiîn'in akvâli; bunlardan hangisinin diğerine müreccah olduğu.
4- Kelimât-i Kur'âniyye'den bâzılarının gayr-i Arabî olub olmadığına, terkiblerin i'râb i'tîbâriyle tevcihine dâir ma'lûmât.

5- Nâsih ve mensûh olan âyetleri irâe.

6- Bid'at erbabının temessükâtına, selef mezhebine göre cevâb i'tâsı.

7- Kur'ân'daki mukattaâtın te'vîli hakkında mütâlâa ve kendi nokta-i nazarını beyan.

İbn-i Cerîr bu tefsirinde lügat i'tibâriyle Ahfeş, Kisâî, Ferrâ', Kutrub gibi nahiv âlimlerinin eserlerini, rivayet i'tibâriyle de İbn-i
Cüreyc, Abdü'r-Rahmân b. Zeyd b. Eşlem, Mukaatil b. Hibbân'ın tefsirlerini me'haz ittihâz etmiştir. Târihde Kelbî, Hişâm,
Vâkıdî'den istifâde ettiği halde tefsirinde bunlardan ve Mukaatil b. Süleyman'dan bir şey nakletmemektedir. Bunları müttehem
gördüğü için tefsirini zaîf kavillerden sıyânet etmek istemiştir.

Maahâzâ Esbat vâsıtasiyle Süddî-i Kebîr'den, Bişr b. Ammâr vâsıtasiyle de Dahhâk'den rivayette bulunmuş olduğu cihetle tefsiri
bu yüzden biraz intikaada uğramıştır.[221]

İbn-i Cerîr'in Hadîs Ve Fıkıhdaki Mevkii:

İbn-i Cerîr, büyük bir muhaddistir. Binlerce ahâdîs-i şerife ile hafızasını tezyin etmişti. Binlerce ahâdîs-i Nebeviyyeyi kitablarında
rivayet etmiştir. Fakat bu ahâdîs-i mübârekeyi yalnız böyle bilip yazmakla kalmamış, bunların ahkâmına da bihakkın vâkıf
bulunmuştur. Bunların mertebelerini lâyıkıyle idrâk etmiş, bunların ilel ve esbabına tamâmiyle muttali' olup, hangisinin râcih,
hangisinin daha kuvvetli olduğunu ta'yîne de muktedir bulunmuş-

Bu cihetledir ki İbn-i Cerîr, aynı zamanda büyük bir fakîhdir. Bütün mezâhib-i fıkhiyyeye vâkıftır. Bununla beraber kendisi de
fıkıhda, İslâm hukukunda bir mezheb sahibidir. Yalnız taklîd ile, başkalarının istinbât etmiş olduğu mesaili hıfz etmekle iktifa
etmemiş, kanâatine, ilmî tetebbuâtına isti-nâd ederek bir kısım mes'elelerde şâir müctehidlerden ayrılmış, teferrüd etmiş,
kendisi de İslâm dünyâsının başhbaşına ilmen, dînen mübeccel bir imâmı olmuştur.

Şöyle ki: İbn-i Cerîr, i'tikadca Ehl-i Sünnet ve Cemâat mezhebine sâliktir. îbâdât ve muamelât hususunda ise evvelce Şafiî
Mezhebi'ne tâbi' idi. Bu mezhebin intişârına büyük hizmetlerde bulunmuş, on sene kadar Bağdad'da bu mezheb dâiresinde fetva
vermiştir. Fakat bilâhare kendisi de bir müctehid için lâzım gelen dînî ilimler ile bihakkın mücehhez bir hâle gelmiş olduğundan
kendi nâmına içtihada kıyam etmiş, öyle bir mezhebi taklîd ile iktifa edecek zevâtdan olmadığını âsâr-ı ilmiyesi ile isbâta muvaffak
olmuştur.

Yazık ki, bu yüzden bâzı muasırlarının ta'n ve teşnîine uğramış, hattâ hılâfiyyât'a dâir adındaki kitabında İmâm-ı

Ahmed'in hilâfiyyât'a âid mesailinden bahsetmemiş, ve onun bir fakih değil, bir muhaddis olduğunu söylemiş olduğu için
Hanbelîlerin hücumlarına ma'ruz kalmış, hükümet kuvvetlerinin müdâhalesine meydan verilmiştir.

Hattâ Zehebî merhum, bu zât hakkında Onda biraz Şiîlik vardır." demiştir ki, bu da Zehebî'nin Hanbelî Mezhebi'ne fart-ı
meclûbiyyetinden mütehassıl bir duygu.eseri olsa gerektir.

İbn-i Cerîr, haksız yere uğradığı i'tir âzlar dan, hücumlardan kalbi münkesir olmuş, kıymetli eserlerini yazabilmek için müsait
zamana ihtiyaç görülmüş olduğundan dolayı olmalıdır ki, son zamanlarında inzivaya çekilmiş, husûsî dostlarından başkasiyle
görüşmemeğe başlamıştı.

Filhakika, bu inziva sayesindedir ki, o kadar muazzam eserlerini yazmak imkânını elde edebilmiştir. Yazmış olduğu kitapların
varakaları, kendisinin baliğ olduğu günden vefatı târihine kadar olan günlere taksim edilmiş, her güne ondört varaka isabet
etmiştir.

Bu azimkar âlimin ilmindeki vüs'ate, zâtındaki gayret ve himmete bakmalı ki, kendisinden ilim ve irfan tahsil eden tilmizlerine
hitaben, "Size bir tefsir, bir târih yazacak olsam hoşunuza gider mi? Bundan mahzûz, münbasit olur musunuz?" diye sorar. Onlar
da bu eserlerin ne kadar varakadan müteşekkil olacağını sorarlar. Otuz biner varakadan ibaret olabileceğini haber alınca, böyle
mufassal eserleri okumaya ömürlerin kifayet edemiyeceğini söylerler. Bunun üzerine o koca âlim, yalnız üçer bin varakalık bir
tefsîr ile bir târih yazar, Himmetler ölmüş." diye teessüfünü izhârdan kendisini alamaz.[222]
İbn-i Cerîr'in Edebiyattaki, Târihdeki Mevkii:

İbn-i Cerîr, pek kudretli bir edibdir. Pek kıymetli manzumeleri vardır. O büyük bir müverrihidir. Kâinatın umûmî bir târihini
yazmış, hilkatten i'tibâren Hicret-i Nebeviyye'nin (302) senesine kadar olan vak'aları muntazam bir surette zabt etmiştir.
Hilkatten Hicret'e kadar olan vakayii işittiği, eski târih kitablarında, gördüğü, Kütüb-i Mukaddese'de münderic bulunduğu veçhile
hikâye etmiş, Hicret'den sonraki vakayii de vesaik ve rivâyâta istinâd ile pek mükemmel, vâsi, bir tarzda tesbît eylemiştir.

İbn-i Esîr diyor ki: "Ebû Ca'fer, târihî vak'aları nakledenlerin en sikasıdır."

İbn-i Cerîr, Bağdad'da İslâm şuûnunu yakından ta'kîb etmiş, İslâm varlığının uğradığı mühlik sadmelere şâhid olmuş, İslâm ruhunu
sızlatan, ağlatan, heyecanlar içinde bırakan bir kısım acı acı sukutları, ufûlleri, ihtirasları, hâileleri derin bir teessür ile temâşâ
'ederek bunları tedkîk ve tasvire çalışmıştır. İşte bu tedkîk ve tasvirin kıymetli bir mahsûlüdür. Târih-i Taberî, Târîh-i Ca'ferî
unvanlarıyla da yâd olunan bu kitab, târihî eserler arasında müstesna bir mevkii hâizdir. Kıdemi, mevsûkıyyeti, münakkahıyyeti
ve münderecâtının vüs'ati i'übâriyle pek kıymetli bulunmakta, müverrihler için mühim bir me'haz teşkil etmektedir.

Müellefâtı: Onüç cilt olarak tab edilmiştir.Bu tefsir Nûh Sâmânî'nin oğlu Mansûr nâmına Fârisî'ye tercüme edilmiştir. Fıkha dâir
muhtasar bir eserdir. Nâzîr bir eserdir, Aşere-i Mübeşşerenin, Ehl-i Beyt-i Nebevî'nin mevâlînin v'e kısmen İbn-i Abbâs'ın
müsnedlerini, rivayet ettikleri bir kısım ahâdîs-i şerîfeyi cami' bunların hakkında ilm-i hadîs, fıkıh, lügat i'tibâriyle lâzım gelen
mütâleâtı hâvidir. îkmâl edilememiştir.Ashâb-ı Kiram ile Tâbiîn'in ahvâline dâir olup Târîh-i Taberî'nin on üçüncü cildi oîmak üze-
re Mısır'da tab' ve neşr edilmiştir.

Me'hazlar: Tezkihetü'l-Huffâz, Tabüakaatü's-Sübkî, Târîh-i Kâmil, Vefeyâtü'l-A'yân, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm, İslâmda Târih ve
Müverrihler.

Zeyl : Tefsîr-i Taberî'yi 326 târihinde vefat eden İbnü'l-Ihşîd Ebû Bekr Ahmed b. Alî ihtisar etmiştir. Fakîh, fasîhü'l-lisârı, mu'tezile
mezhebine sâlik, zühd ile ma'rûf olan İbn-i Ahşîd'in Fazlü'l-Kur'ân, El-İcmâ' ve sâire nâmiyle başka eserleri de vardır.

Me'haz : El-A'lâm.[223]

94- Ebû İshâk Ez-Zeccâc:

İbrahim b. es-Seriyy b. Sehl, meşhur bir nahiv âlimidir. (241) târihinde Bağdad'da doğmuş (311) târihinde yine Bağdad'da vefat
etmiştir.[224]

Kudreti İlmiyyesi:

Fazilet ve diyanetle muttasif olan Zeccâc, müfessir, edîb, fâzıl bir zâttır. Hele nahiv ilminde imâm sayılmaktadır. Müberrid'den,
Sa'leb'den ve şâir meşâhîrden ilm ü edeb tahsil etmiştir. Gençliğinde bir taraftan ilme çalışır, bir taraftan da hakkâklık san'atiyle
maişetini te'mîn ederdi. Bu münâsebetle kendisine Zeccâc denilmiştir. Kazancından bir mikdârını üstadı Müberrid'e verirdi,
bilâhare Vezir Ubeydu'llah b. Süleymânîın oğlu Kaasım'a muallim ta'yîn edilmişti. Sonra Kaasım da Vezîr olunca Zeccâc'ın tâlii
parlamış, mevkii yükselmiş, varidatı pek ziyâde artmış, Kasım'ın kâtipleri arasına girmiştir.

Zeccâc, tefsirde de ihtisas sahibidir. Tefsirinde en ziyâde lisaniyat belâğat i'tibâriyle büyük bir kudret göstermiştir, Zemahşerî gibi
bî-nazîr bir müfessir, nahv'e âid tedkîkat ve tahkikatını Zeccâc'ın tefsirinden mülhem olmuş gibidir.

Zeccâc, Hanbeli Mezhebi'ne büyük bir merbûtiyyet gösterirdi. Hâttâ vefatı esnasında "Yâ Rabbî! Beni Ahmed b. Hanbel
(radiya'llahu anh) in mezhebi üzerine haşr eyle." diye dua etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Müellefâtı: Bu kitabın bir kısmı Süleymâniye Kütüphânesi'nde 1089 numarada mevcûddur. Tasrif-i elfâz'a dâir olup matbû'dur.

Me'hazlar: Buğyetü'I-Vuât, Mu'cemü'l-Üdebâ, Mevzûâtü'l-Ulûm.[225]


95- İbn-i Ebî Dâvûd :

Abdu'llah b. Süleyman b. el-Eş'as el-Ezdî es-Sicistânî, meşhur bir muhaddistir. (230) târihinde Sicistan'da doğmuş, babasiyle
beraber birçok seyâhatlarda bulunmuş, Bağdad'da tavattun edip (316) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[226]

Mevki-i İlmisi:

İbn-i Ebî Dâvûd, Ehl-i Irak'ın imâmı idi. Müfessir, muhaddis bir zât idi.

Müllefatı: Matbu'dur.

Me'hazlar : Tezkiretü'l-Huffâz, El-A'lâm.[227]

96- İbnü'l-Münzir :

Muhammedb.İbrahim Ebû Bekr en-Nîsâbûrî, kudretli bir âlimdir. Mek-ke-i Mükerreme'de mücavir bulunmuştur. (309) veya (310)
târihinde vefat ettiği kaydolunuyorsa da bunu Zehebî kabul etmiyor. Çünkü Muhammed b. Yahya bu zâta (316) senesinde mülâki
olmuştur.[228]

Mevki-i İlmîsi:

İbnü'l-Münzir, tefsirde, hadîsde, fıkıhda bir imamdır. îctihad mertebesini ihraz etmiş olduğundan Zehebî'nin beyânına göre
başkalarını taklîd etmezdi. Fakat, İbn-i Sübkî'nin ifâdesine nazaran İmâm-ı Şafiî'nin ashabına dâhildir. Kendisi her ne kadar
içtihâd-ı mutlak derecesini hâiz ise de bu hâl Şafiî mezhebinde bulunmasına mâni' değildir. Çünkü, ictihadları İmâm-ı Şafiî'nin
içtihadına tevâfuk eden ve bu cihetle ale'l-ekser İmâm-ı Şafiî'nin usûlü dâiresinde mesaili istihraca çalışan zevat, İmâm-ı Şafiî'nin
ahzâbından sayılır. İşte İbn-i Münzir de bunlardan biridir.

Müellefâtı: Ve sâire.

Me'hazlar: Tezkîretü'l-Huffâz, Tabakaatü's-Sübkî.[229]

97- İbnü'l-Hayyât:

Ebû Bekr, Muhammed b. Ahmed b. Mansûr, muktedir bir nahiv âlimidir. Semerkand ahâlîsinden olub Bağdad'a gitmiş, orada
İbrâhim ez-Zeccâc ile görüşmüş, aralarında münazaralar cereyan etmiştir. Vefatı (320) târihine müsadiftir.[230]

Kudret-i İlmiyyesi :

Îbnü'l-Hayyât müfessir, lisân-ı Arabîye bi-hakkın vâkıf, hüsn-i ahlâka mâlik, hoş sohbet bir zâttır. Nahivde iki mezhebi biribirine
karıştırırdı.

Müellefâtı:

Me'hazlar: Fihrist-i İbn-i Nedîm, Buğyetü'l-Vuât.[231]


98 - İbn-i Keysân:

Ebü'l-Hasen,Muhammed b. Ahmed b. İbrâhim b. Keysân, nahiv âlimlerindendir. (320) târihinde vefat etmiştir.[232]

Kudret-i İlmiyyesi:

İbn-i Keysân, fâdıl, âlim, müfessir bir zâttır. Müberrid'den, Sa'leb'den teallüm etmiştir. Nahiv hususunda Basralılar ile Kûfelilerin
mezheblerini karıştırmıştır.

Ebû Hayyân et-Tevhîdî demiştir ki : "Ben İbn-i Keysân'ın meclisinden daha fâideli, daha mütenevvi' ulûm ve fünûnu cami' bir
meclis görmedim."

Müellefatı: 400 vara.Mikdarıdır. Ve saire[233]

Me’hazlar : Fihrist-i İbn-i Nedim, Buğyetü’l- Vuat.

99- Ebû Ca'fer Et-Tahâvî:

Ebû Ca'fer, Ahmed b. Muhammed b. Seleme el-Ezdî et-Tahâvî, meşhur bir âlimdir. Saîd-i Mısır'dan Tahâ'da (239) senesinde
doğmuş, orada büyümüş, (268) târihinde Şam'a rıhlet ederek Ahmed b. Tulun'a intisâb etmiş, (321) târihinde vefat
eylemiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[234]

Kudret-i İlmiyyesi :

Ebû Ca'fer et-Tahâvî, pek fâdıl bir zâttır. Bi-hakkın müfessir, muhaddis, fakîh bulunuyordu. Ehl-i Irak'ın mezhebi üzere tefakkuh
etmiş, Mezheb-i Hanefî'yi müdâfaaya çalışmış, Mısır'da Hanefiyye Riyaseti kendisine müntehi olmuştu. Bir müddet Müzenî'nin
derslerine devam etmiş ise de bilâhare onu terk etmiştir. Şam'da Kadı Ebû Hâzım'dan fıkıh ahzetmiş olduğu mervîdir.

Müellefâh: Matbû'dur. Hadîs'e dâir, matbu', dört cüz'dür, hadîs.'e dâir, matbu', iki cüz'dür, bir risaledir, bu büyük eser nâ-
tamamdır.

Me'hazlar: Fihrist-i İbn-İ Nedîm, Tabakaat-ı Süyûtî, El-Fevâidü'1-Behiyye.[235]

100 - Ebû Zeyd El-Belhî:

Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl, değerli bir âlimdir. (322) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[236]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Zeyd, fâdıl, eski ve yeni ilimlere muttali' bir zâttır. Müellefâtında felâsife tarîkına münselik idi. Maahâzâ üdebâya daha yakın
idi. Terceme-i hâline dâir Ebû Sehl Ahmed b, Ubeydu'llah tarafından bir eser te'lif edilmiştir.

Müellefâhtı: Ve saire.
Me'haz: Buğyetü'l-Vuât.[237]

101- Ebu Müslim, Muhammed:

Muhammed b. Bahr el-Isfahânî, ulemâdan bir zâttır. Isfahan ve Fâris âmilliğinde bulunmuştur. (254) târihinde doğmuş, (323)
senesinde vefat etmiştir.[238]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebû Müslim, nahiv ulemâsından müfessir, edîb, beliğ, bahhâs bir zât idi. Mu'tezile mezhebine sâlik bulunmuştu. Zarîfâne şiirleri
de vardır. Eş'ârindan bir nümûne :

Müellefâtı: Mu'tezile Mezhebi üzere yazılmış on dört cildlik bir tefsirdir, ve sâire.

Me'haz: Buğyetü'l-Vuât.[239]

102 - İmâm Ebü'l-Hasen El-Eş'arı:

Alî b. İsmâil b. İshak Ebî Bişr el-Basrî, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in pek büyük bir imamıdır. Büyük dedesi Ashâb-ı Kirâm'dan Ebû
Mûsâ el-Eş'arî'dir. (260) senesinde Basra'da doğmuş, takriben (324) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[240]

Mevki-i İlmîsi:

Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, ilim ve irfan i'tibâriyle bir hârika idi. Yalnız ilm-i kelâmda değil, tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf ilimlerinde de
büyüg bir mütebahhir idi. Ebû İshak el-Mervezî'den Fıkh-ı Şafiî'yi teallüm etmiş, üvey babası Ebû Alî el-Cübbâî'den i'tizâl
mezhebine müteallik ma'lûmâtı almıştır. Asrının birçok fudalâ' ve meşâhiriyle görüşerek aralarında fıkha, kelâma dâir mühim
mesaili müzâkere ve mütâlâada bulunmuşlardır.

-Pek büyük bir üstâz olan Ebû İshak. el-Esferâyînî diyor ki: "Ben şeyh Ebü'l-Hasen el-Bâhilî'nin yanında denizden bir katre
mesâbesindeyim. Öyle iken Ebü'l-Hasen el-Bâhilî'den işittim ki, şöyle diyordu : "Ben Eş'arî'nin yanında denize nazaran bir kafre
gibi kalmıştım."

Milhakîka, Ebü'l-Hasen el-Eş'arı ilminin vüs'ati, fikrinin azameti, i'tikadının safveti, ifâdesinin vudû' ve münakkahiyyeti i'tibâriyle
nazirsiz bir allâme idi. İlmî kanâatine gösterdiği sadâkat, hak yolunda ıktihâm ettiği mücâhede, İslâm akaaidinin mükemmeliyyet
ve nezâhetini tecellî ettirmek hususunda ibraz eylediği azîm ve metanet her türlü tasavvurların fevkindedir.

İbn-i Asâkir İmâm-ı Eş'arî'nin fazâiline dâir isminde bir kitap yazmıştır.

Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, tefsir sahasında da büyük bir kudret göstermiş, büyük bir tefsir kitabı vücûda getirmiştir. Bu tefsirin 60
cüzden müteşekkil olduğu söylenmektedir.

Eş'arî, bu tefsiri i'tizâl mezhebini terk ettikten sonra yazmış, ilk cüz'ün-den i'tibâren Mu'tezile'yi redde; onların te'vîlâtındaki
fesadı, tahriflerindeki kesreti göstermeğe çalışmıştır. Binâenaleyh bu tefsir, İlm-i Kelâm bakımından pek kıymetlidir.

Hafız Zehebî merhum, ruhen Eş'arî mezhebine muhalif gibi olduğundan imâm-ı Eş'arî'nin bu tefsirini i'tizâli zamanında yazdığını
söylüyorsa da, Tâcü'd-dîn-i Sübkî bu iddiayı reddetmektedir.

Müellefâtı : Yüzden ziyâdedir. Bir kısmı şunlardır : Bu son iki eser matbû'dur.
Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, El-A'lâm, Mevzûâtü'l-UIûm.[241]

103 - İbn-i Ebî Hatim:

Abdü'r-Rahmân b. Muhammed b. İdrîs b. el-Münzir et-Temîmî el-Han-zalî er-Râzî, meşhur bir âlimdir. Künyesi Ebû
Muhammed'dir. Hanesi Rey şehrinde Hanzala derbendinde bulunduğu cihetle oraya nisbet edilmiştir. (247) târihinde doğmuş,
çocukluğunda babasiyle, bilâhare kendi başına se-yâhatlarda bulunmuş, Hicaz, Şam, Mısır, Irak, Cibâl, Cezîre taraflarını ziyafet
etmiş, birçok âlimlere mülâki olmuş, nihayet (327) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[242]

Mevki-i İlmisi

İbn-i Ebî Hatim, mütebahhir bir âlim, kadîm bir müfessir, bir muhaddis sayılmaktadır. Dürrü'l-Mansûr gibi rivayet tarikiyle
yazılmış olan tefsirlerde bu zâtın birçok rivayetleri münderictir. Kendisi Hâfızü'r-re'y ünvanını hâizdir. Hele ricali ma'rifet
hususunda, hilâfiyyât ilminde pek mütehassıs idi. Aynı zamanda zühd ü takva ile de pek muttasıf bulunuyordu.

Ebü'l-Hasen diyor ki : "Cenâb-i Allah Abdü'r-Rahmân'a bir bahâ ve nûrâniyyet geydirmiş idi ki, kendisine bakan mesrur olurdu."

Hikâye olunuyor ki : Birgün talebesine kendi müellefâtından olan "Kita-bü'1-Cerh ve't-Ta'dil"i okutuyorken orada bulunan Ebû
Bekr Muhammed b. Mihreveyh er-Râzî şöyle bir rivayette bulunur : "Yahya b. Maîn demiş ki : "Biz bir takım kimseler hakkında
ta'n ediyoruz, belki de onlar ikiyüz senedenberi yüklerini Cennet'e atmış bulunuyorlar."

İbn-i Ebî Hatim bunu işidince elleri titremeğe, gözlerinden yaşlar akmaya başlamış, kitabı elinden düşmüş, bu rivayeti tekrar
tekrar söyleterek ağlamıştır.

İbn-i Ebî Hatim, seksen senelik ömrünü hep bir tarzda geçirmiş, hiçbir zaman yolundan inhiraf etmemiştir.

Müellefâtı: Dört cilddir, âsâr-ı müsnededen müteşekkildir, bir cüd mahfuz kalmıştır. Altı cildden müteşekkildir. Haydarâbâd'da
basılmıştır.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, Fevâtü'l-Vefeyât, El-A'lâm.[243]

104- İmâm Ebü Mansür-i Mâtürîdî :

Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Ehl-i Sünnet'in pek büyük bir imamıdır. Semerkand'de Mâtürîd denilen mahallede
dünyâya gelmiş, (333) tarihinde yine Semerkand'de irtihâl etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[244]

Mevki-i İlmîsi:

İmâm Ebû Mansûr, fıkhen Hanefiyyü'l-Mezheb'dir. î'tikad hususunda Ehl-i Sünnet ve Cemâat'ın iki büyük imamından biridir. Ebû
Bekr Ahmed el-Cürcânî, Ebû Nasr el-Iyâz'dan hadîs, fıkıh tahsil etmiş, daha birçok ekâbirden müstefîd olmuş, kendisinden de nice
zâtlar istifâde eylemişlerdir. İlmindeki vüs'at ve kudretle, İlm-i Tevhid'deki dirayet ve faziletiyle teferrüd etmiş, bütün Ehl-i
Sünnet'in teveccüh ve i'timâdını kazanmış, İmâmü'1-Mütekellimîn ünvanını bihakkın ihraza muvaffak olmuştur.

Ma'lûm olduğu üzere Ehl-i S,ünnet'in i'tikadca ikinci imâmı da Ebü'l-Hasen el-Eş'arî'dir. Bu iki büyük imam arasında esas i'tibâriyle
bir ihtilâf mevcud değildir. Ancak, tâli derecedeki bâzı mes'elelerde bir ihtilâf görülmektedir. Fakat, bunların da ekserisi nizâ-ı lâfzı
kabilinden bulunmaktadır.[245]
Tefsirdeki Mesleği:

Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî büyük bir müfessirdir, Te'vilât-ı Mâtürîdiyye unvanlı tefsiri bî-nazîr bir eserdir. Deniliyor ki, tefsirler
sayılacak olsa Te'vîlât birinciliği hâiz bulunur; bunun ikincisi yoktur. Bu ilimde buna muvâzî ve belki karîb bir kitab te'lîf
edilmemiştir.

Filhakika bu, mükemmel bir tefsir kitabıdır. Bu tefsirde İlm-i Kelâm'a âid mes'eleler Ehl-i Sünnet Mezhebine göre tevcih,
Mu'tezile'nin kavilleri cerh edilmiş bulunmaktadır.

İbaresi açık, metin, mütâlâası pek müfid bir eserdir. Bunun pek mükemmel, müzehheb, yazma bir nüshası Lâleli Kütüphanesi'nde
(100) üncü numarada mevcûddur. 1916 sahîfe teşkil etmektedir.

Bu kitapda bütün Âyât-ı Kur'âniyye tefsir edilmiş değildir, belki her sûreden bir kısım Âyât-ı Celîle'nin îzâhiyle iktifa edilmiştir.

Meselâ :[246] Nazm-ı şerifinin tefsirinde deniliyor ki:

"Hikmet, bâzılarının beyânına göre kavilde, fiilde isabetten, bâzılarına göre fehim ve akıldan, bâzılarına göre dîn hususunda fehim
ve fıkıhdan ibâretir. Gûyâ Cenâb-ı Hak buyurmuş oluyor ki : "Biz Lokmân'a ilim ve kütüb-i mukaddimeye fehim i'tâ ettik. Fıkıh, bir
şeyi, başkasına delâlet eden nazîriyle bilmektir, veya gâib olanı müşahede edilen bir şey ile bilip anlamaktır, veya hafî, bâtını olan
bir şeyi zahir ile, emsali ile bilip tanımaktır."

Felâsifeye göre hikmet : Amele mukarin olan ilimdir; bu halde hakim de kendisinde ilm ile ameli cem' eden zât demektir.

Maahâzâ deniliyor ki : (Te'vilâtül-Mâtürîdiyye fî beyânı usûli Ehli's-Sünne ve Usûli't-Tevhîd) 80 cüz'den müteşekkil bir kitaptır.
Kendisi tarafından takrir edilen tefsir dersleri, yüksek tilmizleri tarafından zabt edilmiş, Tuhfetü'l-Fukahâ' sahibi Alâü'd-Dîn
Muhammed Semerkandî ma'rifetiyle tedvin olunmuştur.

Bu halde elyevm mevcûd olan Te'vîlâtü'l-Mâtürîdiyye nâmındaki tefsir, bu mufassal tefsirin bir hulâsası olmak lâzım gelir.

Müellefâtı : Akâide dâirdir.Usûl-i Fıkh'a dâirdir.

Me'hazlar : El-Fevâidü'1-Behiyye, El-Cevâhirü'l-Mudîe, Mevzûâtü'l-Ulûm, Keşfü'z-Zünûn, EI-A'lâm.[247]

105- El-Hasen Alî B. Îsâ:

Alî b. İsâ b. Dâvûd, Bağdad ulemâsından, rüesâsından bir zâttır. (244) târihinde doğmuş, (334) de Bağdad'da vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[248]

Mevki-i İlmîsi:

Bu zât, hem yüksek bir ilim sahibidir, hem de ricâl-i siyâsiyyeden biridir. Bir müddet Mekke-i Mükerreme valisi olmuş, (300)
târihinde Vezâret makamını ihraz etmiş, (304) târihinde Halîfe Muktedir tarafından azl ve habs edilerek (311) târihinde Mekke-i
Mükerreme'ye, oradan da San'a'ya nefyedilmiş, bilâhare yine Muktedir tarafından Vezârete iade, bir müddet sonra da tekrar azl
olunmuştur. Hüsn-i idareye mâlik bir zât idi.

Müellefâtı :

Me'haz : EI-A'lâm,[249]

106 - Ebû Ca'fer En-Nahhâs:


Ahmed b. Muhammed b. İsmail, Mısırlı bir âlimdir. Mısır'da doğmuş, (338) târihinde Mısır'da mağrûkan vefat etmiştir. Şöyle ki :
Bir gün Nil kenarında Durcu Mikyas'da oturarak bir şi'ri taktı' ederken câhil bir fellâh bunu işitip "Bu adam Nil'e büyü yapıyor ki,
artmasın" diye ayağıyla teperek bîçâre zâtı Nil'e bırakmış, gark-ı nâbedîd olmasına sebebiyyet vermiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[250]

Mevki-i İlmîsi :

Ebû Ca'fer, fazl u kemâl sahibi bir müfessirdir. Bağdad'a giderek Ahfeş-i Aşgar'dan, Müberrid'den, Nıftaveyh ile Zeccâc'dan ilim
ahzetmiş, Mısır'a avdet ederek Neseî'yi ve sâireyi dinlemiştir.

Müellefâtı: Hadîse âid, matbûdur, Ve sâire.

Me'hazlar: Vafeyâtü'l-A'yân, El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûâti'l-Arabiyye, Buğyetü'l-Vuât.[251]

107- İbn-i Cemşâd :

Ebü'l-Hasen, Alî b. Cemşâd en-Nîsâbûrî, muktedir bir âlimdir. (338) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[252]

Mevki-i İlmîsi:

İbn-i Cemşâd, fâdıl bir müfessirdir, muhaddislerin büyüklerindendir. Pek çalışkan, bir ilim sahibidir.

Müellefâtı: 10 cilddir, 104 cüz'dür, 260 cüz'dür.

Me'haz: El-A'lâm.[253]

108- Kasım B. Asbağ :

Ebû Muhammed, Kasım b. Asbağ b. Muhammed el-Kurtubî, muktedir bir âlimdir. (247) de doğmuş, (340) târihinde Kurtuba'da
vefat etmiştir. Velîd b. Abdi'l-Melik'in âzâdlısı idi. Rahmetu'llâhi aleyh.[254]

Mevki-i İlmîsi :

Kasım b. Asbağ, müfessirdir. Hadîs'de, ricâl-i hadîse vukufda, nahiv ile şiir'de bir üstâz idi. Bâzı seyâhatlarda bulunmuş, Bakıy b.
Mahled'den, İbn-i Vaddâh'dan, Bağdad'da Sa'leb'den, Müberrid'den, İbn-i Kuteybe'den ilim tahsil etmiştir. Endülüs'e avdet
ederek orada ehl-i ilm için bir mürâcaatgâh olmuştu.

Müelle'fâtı: Sahih-i Müslim Ahirindedir.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm. [255]

109- İbn-i Deresteveyh :

Abdu'llah b. Ca'fer b. Deresteveyh, nahiv ulemâsındandır. Künyesi Muhammed'dir. (258) de doğmuş, (347) târihinde vefat
etmiştir. Rahmetu'I-lâhî aleyh.[256]
Mevki-i İlmisi :

İbn-i Deresteveyh, ulûvv-i kadr ile, kesret-i te'lîfât ile müştehir, müfessir bir zâttır. Müberrid'e, Sa'leb'e musâhib, İbn-i Kuteybe'ye
mülâki olmuş, kendisinden de Dârekutnî, ve şâire hadîs ahzetmiştir. Nahiv ve lûgatde Basralılara yardım ederdi. Kendisini İbn-i
Mende tevsik, Hibetu'llah el-Lâlekâî taz'îf etmiştir. Vefatına kadar Bağdad'da ikamet etmiştir.

Müellefâtı: Nahivdendir, matbû'dur.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, Mu'cemü'l-Matbûât.[257]

110- Ebü'l-Hakem, Münzir:

Ebü'l-Hakem, Münzir b. Saîd, fudalâdan bir zâttır. (302) de doğmuş, (349) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[258]

Mevki-i İlmîsi:

Ebü'l-Hakem Münzir, ulemâdan, Endülüs üdebâsından, tefsire vâkıf bir zâttır. Gırnata'da El-Cemâa kadılığına ta'yîn edilmişti.
Dâvûd-i Isfahânî' nin mezheb-i fıkhîsine sâlik idi. Fakat, meclis-i hüküm'de İmâm-ı Mâlik ile ashabının mezhebine göre
hükmederdi.

Müellefâtı : Eş'ân da vardır.

Me'haz : El-A'lâm.[259]

111- İbn-i Ebî Osman:

Ebû Saîd Ahmed b. Ebî Bekr Muhammed en-Nîsâbûrî, faziletli bir zâttır. (228) de doğmuş, (353) senesi Tarsus'da şehîden vefat
etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[260]

Mevki-i İlmisi:

İbn-i Ebî Osman, zamanının kudretli bir âlimidir. Bir müfessirdir. Natûk, haşmet ve kemâl ile muttasıf, nıücâhid bir zât idi.
Horasan'da, Irak'da, Cibuti'de birçok meşâhire mülâki olmuş, ezcümle Ebû Amr el-Haffâf, Abdu'llah b. Sîreveyh, Hasen b. Süfyân,
El-Heytem b. Halef ed-Dûrî, Hâmid b. Şuayb gibi ekâbirden Hadîs dinlemiş, kendisinden de Hâkim birçok rivayetlerde
bulunmuştur.

Müellefâtı: Ve saire.

Me'haz: Tezkiretü'l-Huffâz.[261]

112- İbn-i Miksem :

Muhammed b. el-Hasen b. Ya'kub İbn-i Miksem, Ebû Bekr el-Attâr, nahiv ve ilm-i kırâet mütehassıslarından bir zâttır. (265) de
doğmuş, (355) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[262]
Kudret-i İlmiyyesi :

İbn-i Miksem, müfessir, zabt ve itkan ile ma'rûf, ulûm-i Arabiyye'ye vâkıf, meşâhîr-i kurrâdan ma'dûddur. Eimme-i kırâete bâzı
muhalefetlerinden dolayı tenkîde uğramıştır. Ebû Müslim el-Keccî'den, Sa'leb ile Yahya b. Muhammed İbn-i Sâid'den ilim
ahzetmiş idi. Kûfelilerin nahvinde bihakkın mütehassıs bulunuyordu. Mütefennin, çalışkan bir zât olduğu asarından anlaşıl-
maktadır.

Müellefâtı :

Me'haz : Buğyetü'l-Vuât.[263]

113- Ebü Bekr En-Nakkaş :

Muhammed b. el-Hasen b. Ziyâd el-Mevsılî, Şafiî âlimlerinden muktedir bir zattır. (266) târihinde Bağdad'da doğmuş, Bağdad'da
neş'et ederek tedris ile meşgul olmuş uzun bir müddet de seyahatte bulunmuştur. Gençliğinde tavanları, duvarları boyadığı için
Nakkaş denmekle ma'rûf olmuştur. Vefatı (355) târihine müsadiftir.[264]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Bekr en-Nakkaş'ın ilmindeki celâlete herkes şahadet etmektedir. Bu hususda ittifak vardır. Ancak rivayet ettiği hadîslerin bir
kısmı mevzu' veya münkerdir. Bu cihetle kendisini tevsik ve tezkiye edenler bulunduğu gibi, taz'îf edenler de bulunmuş, hakkında
"Metrûkü'l-hadîs" denilmiştir.

Bu zât, bir müfessirdir. Hattâ "Şifâü's-Sudûr" nâmıyla yazmış olduğu tefsirde başka müfessirlerin sözlerini iktibas etmemek
cihetini İltizâm etmiştir. Tefsirinde rivayet tarîkına büyük bir mevki' vermiştir. Fakat bunların arasında br kısım münker, mevzu'
hadisler de bulunmuştur. Bu cihetle El-Lâlekâî diyor ki: "Bu, Şifâü's-Sudûr değil, İşfâü's-Sudûr'dur".

Müellefâtı: Ve Sâire,
[265]
Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz,Tabakaatü's-Sübkî,Keşfü'z-Zünûn,El-A'lâm.

114- El-Kaaliyy :

Ebû Alî îsmâîl b. Kaasım b. Abdûn b. Hârûn el-Bağdâdî, muktedir bir âlimdir. Diyarbakır'da Malazgird kasabasında (280) târihinde
doğmuş, (303) târihinde Bağdad'a gitmiş, 25 sene Bağdad'da oturmuş, (328) târihinde Mağrib tarafına azimet edip (330)
senesinde Endelüs'e varmıştır, Abdü'r-Rahmân en-Nâsır zamanı idi, pek çok hürmete nail olarak orada neşr-i ulûma devam,
etmiş, nihayet (356) târihinde Kurtuba'da vefat eylemiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.

Bu zât Ermîniyye müzâfâtından Kaalîkalâ'ya mensûbdur. Kaalîkalâ'nın Diyarbakır olduğu mervîdir. Bunun Erzen-i Rûm olduğu da
İmâdü'd-Dîn Kâtib-i Isfehânî'nin Târîh-i Selçûkıyye'sinde mezkûrdur.[266]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû-Alî el-Kaaliyy, müfessir, âlim bir zâttır. Hele ulûm-i Arabiyye'de bir imâm idi. Ebü'l-Kaasım Muhammed el-Bağavî, Ebû Saîd el-
Hüseyn el-Adevî, Ebû Bekr Abdullah b. Ebî Dâvûd es-Sicistânî'den hadîs dinlemiş, Ebû Bekr b. Düreyd, Ebû Bekr b. es-Serrâc, Ebû
Abdi'llâh Nîftaveyh, Ebû İshak es-Seccâc, Ahfeş gibi meşâhirden ilim ahzetmiştir. Birçok nâfi' eserleri vardır. Bunlar fevkalâde bir
zabt ve itkan üzere yazılmıştır.

Müellefâtı: Lûgata dâirdir. Bunda lügat kitaplarını cem' etmiştir. 3000 varakayı müştemildir. Zübeydî diyor ki : Mütekaddimînden
kimseyi bilmeyiz ki, onun bir mislini te'lîf etmiş olsun. Lûgat kitabında eş'âr-ı Arabdan birçok şevâhid îrâd ederdi. Ve sâire,

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, Mu'cemü'l-Üdebâ.[267]

115- Ebü't-Kaasim Et-Taberânî:

Süleyman b. Ahmed b. Eyyüb b. Mutyar eş-Şami el-Lahmi et-Tareani, meşhur bir muhaddisdir.260 tarihinde Şam Taberiyyesi’nde
doğmuş,sabavetindenberi tahsile, bahusus hadis istimaına son derce düşkün olduğundan birçok zaman vatanından ayrılarak
Şam,Harameyn,Yemen ,Mısır, Bağdad,Küfe, Basra, El-Cezîre taraflarını gezmiş, (290) senesinde de İsfahan'a gitmiş, nihayet (360)
târihinde İsfahan'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[268]

Mevki-i İlmîsi:

Taberânî, büyük bir âlimdir, müfessirdir, muhaddistir. Hattâ muhaddisler arasında "El-Hucce" unvanını hâiz, sadûk, sikadır. Çok
rivayetle ma’rûftur. Rivayet ettiği ahâdîs-i şerife, bütün İslâm âlemine intişâr etmiştir. "Bu kadar ahâdîs-i şerife rivayetine nasıl
muktedir oldun?" diyenlere, "Ben otuz sene kuru hasırlar üzerinde uyudum." demiştir, ilim uğrunda bütün huzur ve rahatını feda
ederek sâde bir hayâta kanâat ettiğini bu sözüyle anlatmış oluyor. Bu uğurdaki seyahatleri 33 sene kadar devam etmişti. Eslâftaki
muvaffakıyyetin sırrı bütün bu fedâkârlıkta, bu mütemâdi sa'y ü gayrette mündemicdir.

Rivayet etmiş olduğu hadîslerden üçünü teberrüken kayd ediyoruz:

Şübhe yok ki, Allahu Teâlâ sâlih bir müslim sebebiyle komşularından olan yüz aileden belâyı def eder."

Bir kişinin kendi hanesi, ailesi, çocukları, hizmetçileri hususunda sarf ettiği şey kendisi için bir sadakadır." Yâni: sadaka vermiş gibi
sevaba nail olur.

Üç halet vardır ki, müslim olan kimsenin dünyâda saadeti cümlesindendir. Bunlar da : Sâlih komşu, geniş ev, kolayca binilir
hayvandır."

Müellefâtı: Bu matbu’dur.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Tabakaatü's-Sübki,Câmiu's-Sağîr, El- A'lâm.[269]

116- Kafkal-i Kebîr:

Ebû Bekr, Muhammed b. Alî b. İsmâîl eş-Şâşî, meşhur bir âlimdir. Vaktiyle pek ma'mûr bir ilim ve irfan merkezi olan Semerkand'e
tâbi' (Şaş) ülkesine mensûbdur. (291) târihinde doğmuş, bilâhare defeâtla Nîsâbûr'a gitmiş, Irak'a azimet etmiş, bir müddet
Buhârâ'da kalmış, Halîfe Mutî' li'l-lâh zamanında Müslümanlar ile Romalılar arasında vuku' bulan muharebelerde hazır bulunmuş,
Hicaz'a, Şam'a da rıhlet eylemiştir. Mâverâü'n-nehir'deki Şafiî âlimleri arasında hadîs tahsili için en ziyâde seyahatta bulunan zât,
işbu Kaffâl-i Kebîr'dir. Nihayet (365) senesinde Şâş'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[270]

Kudret-i İlmiyyesi:

Kaffâl-i Kebîr, İslâm âleminin büyük âlimlerinden biri sayılmaktadır. Tefsire, hadise, fıkha, usûl ve fürûa müteallik ilimlerde,
edebiyyâtda bir mü-tebahhir bulunuyordu.
İbn-i Hüzeyme'den, İbn-i Cerîr'den, Abdu'llah el-Medînî'den ve sair meşhur âlimlerden tefsir, hadîs, fıkıh gibi ilimleri ahzetmiştir.
Kendisinden de Ebû Abdi'llah el-Hâkim, Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî, Ebû Abdi'llah el-Halîmî ve sâire hadîs rivayet etmişlerdir.

Halîmî diyor ki: "Üstadımız Kaffâl, kendilerine mülâkî olduğum ulemâyı asrının en âlimi idi." Hâkim de diyor ki : "Kaffâl, asrının
imâmı olan bir fakîh-i edîbdîr."

Şeyh Ebû İshak eş-Şîrâzî de demiştir ki Kaffâl, bir imâm idi, hiçbir kimsede nazîri bulunmayan birçok te'lifâtı var idi. Fukahâdan
Cedel ilmine dâir ilk kitab tasnif eden zât Kaffâl-i Kebîr'dir.

Bu zât, İslâmiyyet'e hem kalemiyle, hem de kılıcı ile hizmet etmiştir. Pek bedî' yazıları, muhteşem kasideleri vardır. Hattâ
deniliyor ki : Müslümanlar ile Bizanslılar arasında vuku' bulan bir muharebeye Horasan ve Mâverâü'n-Nehr Müslümanları da
iştirak etmişlerdi. Bunların arasında Kaffâl de bir mücâhid olarak hazır bulunuyordu.

Bu esnada Kayser, Arabca yazdırmış olduğu bir kasideyi İslâm diyarına göndermişti. Bu kasidede Müslümanların aleyhinde birçok
cür'etkârâne tehdidler, tahkirler mevcûd idi. Müslümanların bir müddettenberi bir rehavet içinde yaşadıklarından ve bu cihetle
birçok yerleri ellerinden çıkarmış bulunduklarından ve sâireden bahsolunuyordu.

Kaside İslâm ordugâhına gelmişti. Şiir i'tibâriyle mühim idi, Buna mükemmel bir cevap vermek îcâb ediyordu. Orduda
Horasan'dan, Irak'dan, Şam'dan gelmiş birçok üdeba ve şuârâ bulunuyordu, fakat, bu kasideye mükemmel bir tarzda nazmen
cevap veren zât Kaffâl olmuştu.

Bu harb esnasında Bizanslıların ellerine esir düşmüş olan bir Müslüman âlimi diyor ki : "Kasîde-i Cevâbiyye Kostantıniyye'ye
gelince şehrin ilim adamları toplanmış, bu kasidenin belagat ve metanetine hayrette kalmış, kasidenin şâirini ve bunun hangi
beldeden olduğunu sormaya başlamışlardı. Müslümanların arasında bu kadar muktedir bir şâirin mevcûd bulunduğunu
zannetmemiş olduklarını söylüyorlardı.” Bu iki kaside ile sonradan İbn-i Hazm-ı Zahirî tarafından yazılan üçüncü bir kaside
tamamen Tabakaatü's Sübkî'de mündericdir.[271]

Mezhebi:

Kaffâl-i Kebîr, fıkhen Şâfiiyyü'l-mezhebdir. Mâverâü'n-nehir'de bulunan Şâfiîlerin ilimce, irfanca reisi bulunmuştur. Hattâ
Türkistan'ın her tarafında Hanefî Mezhebi şayi' iken Şaş havalisine Şafiî Mezhebi'ni neşreden bu zât olmuştur.

İ'tikad i'tibâriyle Mu'tezile mezhebi'ne mütemayil iken bilâhare Eş'arî mezhebi'ne rücû' etmiş olduğu rivayet olunmaktadır. Zâhid,
müttekî bir zât idi.

Şeyh Ebû Muhammed el-Cüveynî'nin ifâdesine nazaran Kaffâl-i Kebîr, kelâm ilmini İmam Eş'arî'den ahzetmiş, Eş'arî de Kaffâl'in
fıkhından müs-tefid olmuştur.[272]

Me'hazlar : Tabakaatü's-Sübkî, EI-A'lâm, Kaamûsü'l-A'Iâm.[273]

117 - Ebü'l-Hasen El-Cürcânî:

Alî b. Abdi'1-Azîz b. el-Hüseyn, meşhur bir Şafiî âlimidir. (290) da Cürcan'da doğmuş bilâhare Irak, Şam taraflarında birçok
seyahatlerde bulunmuş, Cürcan'da, Rey'de kadılık etmiş, nihayet (366) târihinde Nîsâbûr'da,;vefat etmekle na'şı Cürcan'a
nakledilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[274]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebü'l-Hasen, müfessir, fakîh, şâir, edîb bir'zât bulunuyordu. Seâlibî, Yetîmetü'd-Dehr adlı eserinde bu zâtı pek ziyâde sena ederek
hakkında "Ferl-dü'z-zaman, Nâdiretü'l-Felek, İnsânü Hadekati'1-ilm, Kubbetü tâci'1-edeb" demiştir.
Müellefâtı: Mufassal bir tefsirdir. Dörtbin mes'eleyi hâvidir. Taberî Târîhi'nin muhtasarıdır. Bu eserde kudret-i edebiyyesini
göstermiş, Mütenebbî'nin eş'ârını tenkîd etmiştir, matbû'dur.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûâti'l-Arabiyye.[275]

118- Ebü’ş-Şeyh :

Ebû Muhammed, Abdu'llah b. Muhammed b. Ca'fer b. Hibbân el-Büstı el-Ensârî, meşhur bir âlimdir. (274) de doğmuş, İsfahan'da
yetişmiş, (369) târihinde vefat etmiştir. Keşfü'z-Zunûn'a göre ismi Muhammed, künyesi Ebû Abdi'llâh, târih-i vefatı (354) dür.
Rahmetu'llâhi aleyh.[276]

Mevki-i İlmîsi

Ebü'ş-Şeyh müfessir, yüksek bir muhaddistir. İsfahan'ın en yüksek hafızı, zamaânının pek muhterem bir istinadgâhı sayılırdı. İbn-i
Merdeveyh, Ebû Nuaym, Ebû Bekr el-Hatîb gibi muhaddisler kendisini tevsik ediyor, "A'lâm-i ümmetden bîri idi" diye kendisini
tavsîfde bulunuyorlar.

Ebü'ş-Şeyh birçok ekâbire mülâki olmuş, bir nice eâzımdan müstefîd olmuştur. Ezcümle validesi tarafından ceddi : Zâhid Mahmûd
b. el-Ferec'den ve İbrahim b. Sa'dân, Muhammed b. Abdi'llâh el-Hemedânî, Ebû Ya'Iâ el-

Mevsıli, Ebu Arube, el-Harrani gibi meşahirden hadîs ahzetmiş, kendisinden de Ebû Bekr Ahmeti b. Abdi'r-Rahmân cş-Şîrâzî, Ebû
Bekr İbn-i Merdeveyh Ebu Nuaym, Süfyân b. Miskeveyh, Fadl b. Muhammed el-Kasânî gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır.

Dürrü'l-Mensûr gibi tefsirlerde Ebü'ş-Şeyh'den birçok rivayetler nakledilmektedir. Bunlardan üçünü kayd ediyoruz :

1- Ebü'ş-Şeyh[277] âyet-i celîlesinin tefsirinde Süfyân-ı Sevrî'den diye rivayet etmiştir. Yânî: Zât-ı Ulûhiyyeti düşünmek caiz
değildir, bütün düşünceler bunda nihayet bulur.

2- Ebü'ş-Şeyh. İbn-i Abbâs'dan şu hadîs-i şerifi naklediyor : Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Zâtu'llâhı tefekküre dalmış
bir cemâate müsadif olmakla : Diye buyurmuştur. Yâni : Mahlûkaatı tefekkür ediniz, Hâlik'ın hüviyyet-i ezeliyyesini tefekkür
etmeyiniz. Çünkü siz buna kaadir olamazsınız.

3- Ebü'ş-Şeyh[278] âyet-i kerîmesi hakkında Ebû Meysere'den şöyle rivayet ediyor : Allâhu Teâlâ dilediğini azîz eder, dflediğini zelîl
eder, esiri esaretten kurtarır. Yânî : bunlar şuûn-ı İlâhîden birer şe'ndir.

Müellefâtı: Ve saire.

Me'hazlar : Dürrü'l-Mensûr, Tezkiretü'l-Huffâz, Keşfü'z-Zünûn.[279]

119- Ebû Kansûr El-Ezherî:

Muhammed b. Ahmed b. el-Ezher b. Taîha el-Herevî, meşhur bir âlimdir. (282) senesinde Herat'da doğmuş, (370) târihinde yine
Herat'da vefat etmiştir.[280]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebû Miansur-ı Ezherî, muktedir bir müfessirdir, fakihdir, lisân-i Arab'a bihakkın vâkıftır. Herat'da Hüscyn b. İdrîs ile
Muhammed b.Abdi'r-Rahmân es-Sâmî'den, Bağdad'da El-Kaasım el-Bağavî ile Ebû Be İbn-i Ebû Dâv.ûd'dan ve sâireden ilim
ahzetmiş, kendisinden de Ebû Ya'kı el-Gurâb, Ebû Zer Abd b. Humeyd, Ebû Ubeyd el-Herevî'gibi zatlar müstefid olmuş; rivayette
bulunmuşlardır.

Ezherî evvelâ fıkıh ile iştigâl etmiş, bu hususta, şöhret bulmuş, sonra Arabiyye'de tebahhur etmek arzusuna düşmüş, lûgatde,
edebiyyatda hir üstâd olmuştur. Bir aralık Karâmita eline esir düşerek bâdiyelerde garîbâne bir halde dolaşıp durmuş, pek fasih
olan bedeviler ile düşüp kalkaralf kendilerinden birçok şeyler zaht etmiştir.

Ezherî, Şafii mezhebinde bulunmakta idi. Zünd ve salâh ile muttasıf idi. İmâm Şafiî'ye büyük bir merbûtiyyet gösterir, onu dâima
müdâfaaye çalışırdı.

Tehzîb nâmındaki kitabının kendi el yazısiyle olan nüshasında şu manzume görülmüştür :[281]

Müellefâtı: Tefsirdir. Bullûgata âid, cilddir.Bunun bir kısmı "Le Mopde mecmuasında kısmen neşredilmiştir.

Me'hazlar; Tabakaatü's-Sübki, El-A'lâm.[282]

120- Ebû Bekr El-Cessâs

Rey şehrine mensûb olan bu büyük âlimin ismi, Ahmet b. Ali, lâkabı. Cessâs; künyesi, Ebû Bekr'dir. (305) târihinde tevellüd
etmiştir.

Hatîb-i Bağdâdî'nin ifâdesine nazaran bu zât, (325) senesinde Bağdad'a gelmiş, bir aralık Ehvâz'a gitmiş, sonra Bağdad'a
dönmüştür. Daha sonra Hâkim en-Nîsâbûrî ile beraber Nisâbûr'a rıhlet etmiş, (344) târihinde tekrar Bağdad'a avdet edip (370)
senesi Bağdad'da vefat eylemiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[283]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Bekr er-Râzî, asrında Hanefîlerin en büyük imamı, zamanının en yüksek âlimi bulunuyordu. "Müctehid fi'1-mezheb"
mertebesini ihraz etmiş olduğuna ilmî eserleri şehâdet etmektedir. Binâenaleyh bu zâtı yalnız "Ashâb-ı Tahrîc" den addedenler
bu yüksek üstâzin kadrini tenzil etmiş olurlar. Semsü'l-Eimme ve sâire gibi bir kısım zevat, müctehidler sırasında gö-
rülmektedirler. Halbuki bunlar, Ebû Bekr el- Cessâs'ın ilim ve fazlından müstefîd olmuş, onun ıyâline dâhil sayılmışlardır. Artık
onlar müctehid mertebesinde görüldükleri halde Ahmed er-Râzî neden îctihad mertebesini hâiz görülmesin? Ebü'l-Hasen el-
Kerhî, Ebû Sehl ez-Zeccâc, Ebû Saîd el-Berdaî, Mûsâ b. Nusayr er-Râzî gibi eâzımdan fıkıh ve sâire okumuş, Abdü'1-Bâkî b.
Kaani'den hadîs ahzetmiştir. Kendisinden de Ebü'l-Hasen Muhammed ez-Zağferânî, Kudûrî'nin üstâzı Ebû Abdi'llâh Muhammed
el-Cürcânî gibi meşâhir ders okumuşlardır.

İlmen pek âlî olan Ebû Bekr er-Râzî, zühd ve takva i'tibâriyle de pek yüksek bulunuyordu. Defeatla kadı ta'yîn edilmek istenilmişse
de asla kabul etmemiştir.[284]

Tefsirdeki Mesleği:

Ebû Bekr er-Râzî, kudretli bir müfessirdir. Ahkâmü'l-Kur'ân ünvanlı, iki cildden müteşekkil, matbu' tefsiri yalnız ahkâma müteallik
âyât-ı celîle'nin îzâhını ihtiva etmektedir. Hanefî fukahâsı arasında temayüz eden şâir müctehidlerin akvâline de muttali' bulunan
bu kıdemli âlim,, bu tefsirinde fıkhı mes'eleler hakkında uzun uzadıya tetkiklerde bulunuyor, müctehidlerin o babdaki akvâlini
yazıyor, bunların istinâd ettikleri nasları, delilleri senedâtiyle beraber îrâd ediyor.

Hanefî fıkhı'nı iltizâm ve müdâfaa eden bu kudretli âlimin tefsiri, ilm-i fıkh, usûl-i fıkh, hilâfiyyât bakımından büyük bir kıymeti
hâizdir.

Maahâzâ bu tefsirde Mu'tezile Mezhebi'ne biraz temayülü gösterir bâzı beyanât da göze çarpmaktadır.
Müellefâtı:

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-Behiyye, Miftâhü's-Saâde, Mevzüâtü'l-Ulûm.[285]

121 - Muhammed B. Muhammed El-Herevî:

Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. el-Ezher, muktedir bir âlimdir. (282) de doğmuş, (370) de vefat etmiştir.[286]

Kudret-i İlmiyyesi :

Muhammed el-Herevî, müfessir, edîb bir zâttır. Şâfiiyyü'l-mezheb idi. Rebî' b. Süleyman, Nıftaveyh, Îbnü's-Serrâc'dan ilim
ahzetmiştir. Lügatte, nahiv'de üstâz idi. Uzun bir müddet Karâmıta elinde esîr kalmıştır.

Müellefâtı:

Me'haz : Buğyetü'l-Vuât. ve saire.[287]

122 - Ebü'l-Leys:

Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim es-Semerkandî, "Îmâmü'1-Hüdâ" unvâniyle meşhur bir âlimdir. (373) târihinde ve
bâzılarına göre (375) veya (393) senesinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[288]

Mevki-i İlmisi :

Ebü'1-Leys, faziletli, âbid bir âlimdir. Hanefî Mezhebi eimmesinden fakîh, nezîhü'l-ahlâk, mutasavvifeden ma'dûd müfessir bir
zâttır. Ebû Ca’fer el-Hinduvânî'den ve sâireden ilim ve irfan iktisâb etmiştir.[289]

Tefsirdeki Mesleği:

Ebü'1-Leys tefsirini mutavassıt bir hacimde vazıh, nâfi', bâzı nasâyihi hâvî bir tarzda yazmıştır. Bu lâtif tefsirdeki hadîsleri (879)
târihinde vefat etmiş olan Şeyh Zeynü'd-dîn Kaasım b. Kutlubuğa tahrîc etmiştir. Bu meşhur tefsiri (854) târihinde vefat eden
Şihâb Ahmed b. Muhammed Türkçe'ye tercüme etmiştir. Hanefî Mezhebi'nde bulunan bu mütercim zât, (İbn-i Arabşâh) demekle
ma'rufdur.

Müellefâtı: Matbu'dur. Ahlâka, âdâb-ı şer'iyyeye dâir olup matbu'dur mevâiz ve hikemi cami', Zehebî'nin ifâdesine nazaran
birçok mevzuatı hâvî matbu' bir kitaptır. Ve sâire.

Me'hazlar: EI-Fevâidü'l-Behiyye, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûât.[290]

123- Ebû Alî El-Fârisî:

Hasan b. Ahmed b. Abdü'l-Gaffâr, muktedir bir âlimdir. (288) târihinde Fâris ülkesinde "Nesâ" denilen beldede doğmuş, bilâhare
seyahatlarda bulunarak (307) senesinde Bağdat'a gitmiş, sonra Şam diyarını dolaşmış, (341) de Haleb'e giderek Seyfü'd-Devle'nin
yanında bir müddet ikamet etmiş, daha sonra Fâris bilâdına avdet edip Adudü'd-Devle'ye muhasip olmuş, nihayet Bağad'a avdet
ederek orada (377) târihinde vefat etmiştir. Rahmefu'llâhi aleyh.[291]

Kudret-i İlmiyyesi:

Bu zât, âlim, fâdıl, müfessir, bilhassa nahiv ilminde mütebahhir idi. Bağdad'da bir çok zevattan ilim ve irfan tahsil etmiş, ezcümle,
Zeccâc, İbnü's-Serrâc, Mebremân gibi meşâhirden müstefid olmuş, kendisinden de İbn-i Cinnî, Alî b. İsâ er-Rebaî gibi zatlar ders
almışlardır.

Ebû Alî el-Fârisî, edîb, beliğ olduğu halde şiir ile pek o kadar meşgul olmamıştı. Eş'ârı bir kaç beyte münhasırdır.

"Yüz lügavî mes'elede hatâ ederim de bir kıyâsi mes'elede hatâ etmem." dediğini İbn-i Cinnî rivayet ediyor. Mütenebbî ile
aralarında bir çok musahabeler, mübâhaseler cereyan etmiştir.

Müellefâtı: Nahivdendir nahve dâirdir birkaç ciltlik bir eserdir. Bunu Ebü'1-Feth Osman Cinnî en-Nahvî telhîs etmiştir.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, Buğyetü'l-Vuât, Nüzhetü'l-Elibbâ, El-A’lâm.[292]

124- İbn-i Atıyye El-Kadîm :

Ebû Muhammed, Abdullah b. Atıyye b. Abdi'llâh b. Hubeyb ed-Dımışkî, kadîm bir müfessirdir. (383) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[293]

Kudret-i İlmiyyesi :

İbn-i Atıyye, muktedir, mukrî, fâdıl, zâhid bir zâttır. Mahfûzâtı harikulade bir derecede bulunuyordu, hattâ Kur'ân-ı Kerîm'deki
kelimâtın ma'nâlarını îzah ve bu hususta istişhâd için eş'âr-ı Araptan elli bin beyt hıfzetmiş olduğu rivayet olunuyor. "Tefsîrü İbn-i
Atıyye" nâmiyle bir tefsir sahibidir. Muhaddisler arasında da sika, me'mûn bir zât olarak tanınmıştır. Bâb-ı Câbiye denilen
mevki'deki bir mescid-i şerifin imamı bulunuyordu. Bu mescid, "Mescid-i Atıyye" demekle ma'ruftur.

Me'hazlar : "Tefsır-i Şevkânî Mukaddimesi, Mevzûâtü'l-Ulûm.[294]

125- Ebü'l-Hasen Er-Rummânî:

Alî b. İsâ b. AH er-Rummânî, nahviyyûnun kibarından bir âlimdir. Aslı Sâmerrâ'dandır. (296) da Bağdad'da doğmuş, (384)
târihinde yine Bağdad'da vefat etmiştir.[295]

Mevki-i İlmîsi:

Bu zât, müfessirdir, nahiv, lügat, fıkıh, mezheb-i Mu'tezile veçhile kelâm ilimlerinde mütehassıs bulunuyordu. Ebû Bekr b. es-
Serrâc'tan ve Ebû Bekr b. Düreyt'den ilim ahzetmiş, kendisinden de Ebü'l-Kasım Alî ed-Dakîkî teallümde
bulunmuştur. Rahmetu'llâhi aleyh.

Müellefâtı : Ve sâire.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât. Nüzhetü'l-Elibbâ', El-A'lâm.[296]


126- İbn-i Şahin:

Ebû Hafs, Ömer b. Ahmed el-Bağdâdî, meşhur bir âlimdir. (297) de doğmuş, (385) te vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[297]

Mevki-i İlmîsi :

İbn-i Şahin, kuvvetli bir ilim sahibidir. Muhammed b. Muhammed b.. el-Bâğandî'den, Muhammed b. Hârûn el-Mücedder'den,
Ebü'l-Kasım el-Bagavî'den, Ebû Alî Muhammed b. Süleyman el-Mâlikî'den ve Dımışk'da Ebû Ishak ibn-i Ebî Sabit'ten hadîs
dinlemiştir. Kendisinden de Ebû Saîd el-Mâlînî ve Ebû Bekr el-Berkaanî gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır.

Meşhur bir vaiz olan İbn-i Şahin, muhaddisü'1-Irak sayılmaktadır. İbn-i Ebi'l-Fevâris diyor ki : "İbn-i Şahin sikadır, me'mûndur,
kimsenin tasnif edemeyeceği kadar kitap tasnîf etmiştir."

Muhammed b. Ömer ed-Dâvûdî de demiştir ki; "İbn-i Şâhîn, bakıyyetü'ş-şüyûhtur. Şu kadar var ki, lâhhândır, bir de fakih değildir,
onun yanında bir kimsenin mezhebinden bahsedilse, ben "Muhammediyyü'l-Mezhebim", der."

Dârekufnî de İbn-i Şâhin'in lâhhân olduğuna kaail olmakla beraber sika bulunduğunu tasdik ediyor.

Müellefâtı : Uç yüz otuz kitap tasnîf ettiği mervî olan İbn-i Şâhin'in bir kısım eserleri şunlardır: Otuz cilt kadardır. Cüzdür. 150
cüzdür 100 cüzdür.

Me'haz : Tezkiretü'l-Huffâz.[298]

127- Ubeydullah El-Esedî:

Ebü'l-Kaasım, Ubeydullah b. Muhammed el-Mevsılî, ulemâdan bir zâttır. (387) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[299]

Mevki-i İlmîsi :

Ubeydullah, Arabiyyâta muttali', müfessir, Mu'tezile mezhebine sâlik bulunuyordu. Çalışkan bir ilim sahibi olduğu asarından
anlaşılmaktadır.

Müellefâtı : Kur'ân'a dâirdir. Aruza dâirdir kafiyeler hakkındadır. Eş'ârı da vardır.[300]

128 - Muhammed El-Üdfuvî:

Ebû Bekr, Muhammed b. Alî b. Muhammed El-Udfuvî, kudretli bir âlimdir. (304) târihinde doğmuş, (388) senesinde vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[301]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Bekr el-Üdfuvî, müfessir, ilim ve edeble mümtaz, salâh-ı hâl ile ma'ruf bir zâttır. Ebû Ca'fer en-Nahhâs'tan nahiv, Ebû Ganim
el-Muzaffer b. Ahmed'den ilm-i kıraat ahzetmiştir. Ünvanlı tefsirinin yüz ciltten müteşekkil olduğu beyân olunmaktadır.
Me'haz: Buğyetü'l-Vuât.[302]

129- Ebû Muhammed El-Mâhânî El-İsfehânî:

Abdullah b. Hâmid b. Muhammed el-Vâiz, Şâfü ulemâsındandır. Nîsâbur'da dünyâya gelmiş, (389) târihinde 83 yaşında olarak
vefat etmiştir. Babası Isfahan tacirlerinin a'yânından idi. Rahmetu'llâhi aleyh.[303]

Mevki-i İlmisi :

Bu zât, birçok meşâhirden istifâde etmiş, ezcümle Ebü'l-Hasen el-Bey-hakî'den fıkh, Ebû Alî es-Sakafî'den kelâm teallâm
eylemiştir. Kendisinden de el-Hâkim ve saire rivayette bulunmuşlardır. Fakîh, müfessir bir zât idi. (Tefsîr-i Abdullah b. Hâmid) bu
zâta âit olacaktır ki, bunu kendisinden Sa'lebî kırâet etmiştir.

Me'hazlar : Tabakaaf-ı Şâfüyye, Keşfü'z-Zünûn.[304]

130- El-Muâfâ En-Nehrevânî :

İbn-i Zekeriyyâ b. Yahya b. Humeyd, büyük bir âlimdir. Künyesi Ebü'l-Ferec'tir. (305) senesinde doğmuş, (390) târihinde vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[305]

Mevki-i İlmîsi:

Muâfâ Nehrevânî, meşhur bir allâmedir. Muktedir bir müfessirdir. Hatîb-i Bağdadî diyor ki : Bu zât, kendi zamanında fıkıh, nahiv,
lügat, edebiyat i'tibâriyle nâsm en âlimi idi. Berkanî de Muâfâ'nın sika olduğuna ve nâsın en âlimi bulunduğuna şehâdet etmiştir.
Muhammed b. Cerîr et-Taberî'nin mezhebine sâlik idi, bir müddet kadılıkta bulunmuştur.

Muâfâ; Begavî, İbn-i Eb-i Dâvûd, İbn-i Sâid, Ebû Hâmid el-Hadramî, Ebû Saîd el-Adevî, İbn-i Şenbûz gibi yüksek âlimlerden,
muhaddislerden ilm-i hadîs ve şâire ahzetmiş; kendisinden de Ahmed b. Mesrur, Ebû Sâleb el-Mülcem; Ebü'1-Alâ el-Vâsıtî, Ebü'l-
Kasım el-Ezherî, Ebü't-Tayyib et-Taberî, Ebû Alî Muhammed el-Cârûdî gibi zatlar hadis ve sâire ahz ve rivayet etmişlerdir. Altı
ciltten müteşekkil bir vardır. Zehebî diyor ki, bu tefsirde muhabbeât da, nefîs fevâit de vardır.

Ünvanlı diğer bir eseri' de mevcuttur.

Me'haz : Tezkiretü'l-Huffâz.[306]

131- Ahmed B. Fâris:

Ebü'l-Hüseyn, Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ el-Kazvînî er-Eâzî, muktedir bir âlimdir. Aslı Kazvin'dendir. (329) târihinde doğmuş, bir
müddet Hemedan'da ikamet etmiş, sonra Rey şehrine intikal edip orada (395) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhî aleyh.[307]

Mevki-i İlmisi:

Ahmed b. Fâris, müfessirînden bir zâttır. Lügat, edep eimmesindendir, kendisinden Bedî-i Hemedânî, Sâhib b. Abbâd gibi meşahir
teallümde bulunmuşlardır.
Vüellefâtı : Dört cilt tefsirdir.Sâhib b. Abbâd'ın hazinesi için te'lîf etmiştir güzelce eş'ân da vardır.

Me'hazlar : Mu'cemü'I-Üdebâ, Vefeyâtü'l-A'yân.[308]

132 - Ebü Hilâl El-Askerî:

Hasen b. Abdi'llâh b. Sehl el-Askerî, muktedir bir âlimdir. (395) târihlerinde berhayat bulunmuştur.[309]

Mevki-i İlmisi :

Ebu Hilâl, Müfessir, fakîh, şiir ve edeble müştehir, âlicenap bir zattır. Ebû Ahmed el-Askerî'nin tilmizlerindendir. Kendisinden Ebû
Sa'd es-Semmân ve sâire rivayette bulunmuşlardır.

Müellefâtı :

Me'haz: Buğyetü'l-Vuât.[310]

Beşinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler.

133- El - Hâkim :

Ebû Muhammed Abdullah b. Abdillâh b. Hamdeveyh b. Nuaym en-Nîsâbûrî, Îbnyü'1-Bey' demekle ma'rûf, meşhur bir
muhaddistir. (321) târihinde doğmuş, (405) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhî aleyh.[311]

Meşâyihi

El-Hâkim, Ebû Muhammed, gençliğinden i'tibâren ilim ve irfan tahsiline başlamış, iki bin kadar zevattan hadis dinlemiş, ezcümle
Ebû Hatim b. Hibbân, Muhammed b. Alî el-Müddekir, Muhammed b. Ya'kub el-Asam, Ebû Alî en-Nişâbûrî gibi büyüklerden hadîs
okumuş, icazet almış Ebû Alî b. Ebî Hüreyre, Ebû Sehl es-Su'lûkî gibi zatlardan fıkıh teallüm etmiş, Ebû Ömer b. Muhammed el-
Huldî, Ebû Osman el-Mağribî gibi sûfiyyeden de tasavvuf ahz eylemiştir.

Kendisinden de Ebü'I-Hasen ed-Dârekutnî, Ebü'l-Kaasım el-Kuşeyrî, Ebû Zer el-Herevî, Ebû Bekr el-Beyhakî gibi meşâhir hadis
rivayet etmişlerdir.[312]

Tefsir Ve Hadis İlimlerindeki Mevkii:

El-Hâkim, ulûm-ı İslâmiyyeye vâkıf müfessir, fakîh, muktedir bir zattır. Hele İlm-i hadîste büyük bir imamdır, kadrinin celâlet ve
haşmeti, İslâm ahkâmının muhafazası hususundaki güzel hizmeti ulemâ arasında bilittifak i'tirâf edilmektedir. Sikadır. îlmi
vâsi'dir, musannafâtı mahâsinperver olmakla müştehir olup beş yüz cüz'e karıp bulunmaktadır. Rivayet olunan âsârın illetlerini,
sahîh ve sakîmini tefrik ve ta'dil hususunda asrındaki âlimlerin bir mercii bulunuyordu. Zamanında teferrüd etmişti, İslâm
âleminin her tarafında bulunan muhaddislerin en mümtazı sayılıyordu, bütün âfaktan ilim ve irfan müştakları hadis ahzetmek için
Nîsâbur'a gelerek etrafında toplanıyorlardı.

Sâmâniyye zamanında (359) senesi Nesâ beldesi kadılığına ta'yîn edilmişti. Bilâhare Cürcan kadılığına da ta'yîn edilmek istenilmiş
ise de, bunu kabulden imtina etmiştir.
El-Hâkim, mîr-i kelâm, hoş sohbet bir zât idi. Lâtif muhavereleri bulunduğu meclislerde huzzârın kalblerini tenşît, ruhlarını
kendisine cezbederdi.

El-Hâkirn'e teşeyyu' isnâd edenler bulunmuştur. Filvaki' Tâcü'd-Dîn-i Sübkî'nin dediği veçhile Hazret-i Alî kerrema'llâhu veçheye
karşı şer'an matlûb olan mertebeden daha ziyâde bir meyil beslerdi. Fakat Şeyhayn ile Hazret-i Osman'ın hakk-ı tekaddümünü de
i'tirâf eder, Ehl-i Sünnet ulemâsını pek ihtiramkârâne bir tarzda yâd eylerdi. Bütün âsârı ve bahusus Terâcim-i ahvâle dâir olan
kitapları buna şahittir.

Bu husus, Tabakatü'l-kübrâ'da pek mükemmel bir halde muhakeme edilerek bu büyük muhaddisin fıkhen Şafiî mezhebine tâbi',
akîde i'tibâriyle Eş'ariyyeden ma'dûd olduğu pek güzel isbât edilmiştir.

İmam Zehebî'nin beyanâtına nazaran bu zâtın El-Müstedrek nâmındaki meşhur eseri münderecâtı i'tibâriyle üç kısma ayrılır:
Bunun dörtte ikisini İmam Buhârî ile İmam Müslim'in hadisteki şartları dairesindeki ahâdîs-i şerîfeden ibarettir. Dörtte biri de bâzı
illetlerle beraber seneden sahîh olan hadislerden mürekkeptir. Mütebaki dörtte biri de menâkir ve vâhiyyattan müteşekkildir ki,
bunların içinde bâzı mevzuat da vardır.

El-Hâkim'in rivayet ettiği ahâdîs-i mübârekeden beşini teberrüken kaydediyoruz.

1- Şüphe yok- ki; Allahu- Teâlâ- her bir hazin kalbi sever."

2- Teenni her bir şeyde hayırlıdır, âhiret ameli ise, müstesna

3- Nâsın hayırlısı ömrü, uzun, ameli güzel olandir, Nâsın şerlisi ise ömrü uzayan, ameli fena olan kimsedir.” - 4-
Şerlerinden, zahmetlerinden komşusu emin bulunmayan kimse bî-hakkın bir mü'min değildir.

5- Allâhu Teâlâ kendisince talâktan daha mebguz bîr şeyi helâl kılmamıştır."

Müellefât,: Ve Sâire.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Et-Tabakaatü'l-Kübrâ, El-A'lâm.[313]

134- İbn-i Fûrek:

Muhammed b. "el-Hasen b. Fûrek el-Ensârî el-Isfehânî, meşhur bir âlimdir. Künyesi "Ebû Bekr" dir. (406) târihinde vefat etmiştir.
Nîsâbur'da "Hîre" denilen mahalde medfûndur. Kabri bir ziyâretgâh bulunmaktadır.[314]

Mevki-i İlmîsi:

İbn-i Fûrek, Şafiî fukahâsından müfessir, fâzıl bir zâttır. Ebü'l-Hasen el-Bâhilî, Abdullah b. Ca'fer el-Isfehânî, İbn-i Hurrezât el-
Ehvâzî gibi meşâhirden ilim ahzetmiş, kendisinden de El-Hâkim, Ebû Bekr el-Beyhakî, Ebü'l-Kasım el-Kuşeyrî gibi zatlar rivayette
bulunmuşlardır.

İbn-i Fûrek, Irak'ta Şafiî mezhebini tahsil etmiş, Rey şehrine gidip orada bir müddet kalmış, sonra Nîsâbur'a giderek orada had's
okutmuş; bir medrese yaptırmış,uhdesine tevcih edilen bir medrese müderrisliğini de kemâl-i muvaffakiyetle îfâda bulunmuştur.

İbn-i Fûrek, Kerrâmiyye taifesi aleyhinde bulunduğundan onların siyâseti üzerine Sultan Mahmud Gaznevî tarafından isticvâb için
Gazne'ye celb edilmiştir, kendisine isnâd edilen i'tikadî bir töhmetten beri olduğu tezahür etmiş, vuku' bulan münazaralarda
yüksek kudreti anlaşılmıştır. Nîsâbur'a avdet ederken yolda Kerrâmiyye taifesine mensup bir şahıs tarafından tes-mîm edilmekle
şehîden vefat etmiş, naşı Nîsâbur'a nakledilmiştir.

Ebü'l-Kasım el-Kuşeyrî diyor ki : Ebû Bekr b. Fûrek'ten işittim, diyordu ki : Ben bir fitne yüzünden mukayyet olarak Şîrâz'a
götürülmüştüm, sabah vakti idi ki, şehrin kapısına yaklaşmış bulunuyordum, kalben çok mahzun idim, aydınlık başlayınca
gözlerim şehrin kapısı üzerindeki bir mescidin mihrabı üzerine dokundu, bu mihrap üzerinde[315] nazm-ı Kur'anîsi yazılmış
bulunuyordu. Bunu görünce derhal bana kalben bir kanâat geldi ki, ben bu fitneden Hakk'ın yardımiyle yakın bir zamanda
kurtulacağım, filvaki' öyle de oldu.

İbn-i Fûrek bir allâmedir. Tefsir, fıkıh, usûl-i fıkh, kelâm ilimlerinde mütebahhir idi, mehîb, müteverri' olan bu zâtm mev'ızaları da
pek beliğ idi. Tefsîre, kelâma, usûl-i fıkh'a dâir yüze karip eseri vardır.

Sa'lebî diyor ki : İbn-i Fûrek, tefsirini evvelce bize ezber olarak basît bir tarzda yazdırmaya başlamıştı, sonra yeniden yazmaya
başlayıp bitirinceye kadar yalnız sualler ile cevaplara hasretti.

Me'hazlar : Tamakaatü's-Sübkî, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm.[316]

135- Ebü'l-Kaasım En-Nîsâbûrî:

El-Hasen b. Muhammed b. el-Hasen el-Vâiz, nahvıyyûndan âlim zattır. Vefatı (406) târihine müsadiftir. Rahmetullâhi aleyh.[317]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebü'l-Kasım el-Vâiz, müfessir, edip, siyer'e, kasas'a vâkıf neşr-i ulûma muvaffak bir zâttır. Halka va'z eder, ehl-i tahkîka ders verir,
beldesi ahâlisine fahrî olarak fâide-bahş olmaya çalışırdı.

Asam'dan ve sâireden hadîs rivayet etmiştir. Ebü'l-Hasen es-Sa'lebî tilmizlerinin havâssından ma'dûttur. Vaktiyle Kerrâmiyyü'l-
mezhep iken bilâhere Şafiî mezhebini kabul ettiği mervîdir. Deniliyor ki: Tefsîr-i meşhurdur, eserleri bütün âfâka intişâr etmiştir.

Me'haz : Buğyetü'l-Vuâd.[318]

136- Şerif Radıyy:

Ebü'l-Hasen, Muhammed b. Tâhir el-Alevî, meşhur bir Şia âlimidir. (359) târihinde Bağdat'da doğmuş, (406) senesi Bağdat'da
vefat etmiştir.

Şerif Radî, yüksek bir âlimdir, tefsirde, ve şâir ilimlerde büyük bir iktidar sahibi idi. Sîrâfî'den ve daha birçok fudalâdan ilim ve
edeb tahsil etmiştir. Irak'da neşv ü nema bulmuş olan bu pekbeliğ, edîb zât hakkında deniliyor ki: "Ebnâ-i zamanının en bedii, Irak
sâdâtının en necibi idi, hakkında eş'ar-ı Kureyş denilse hakikate muhalif olmaz." Büyük bir külliyyât teşkil eden edebî yazıları bu
iddiayı, te'yîd edecek mâhiyettedir.

Şerif Radî, daha babası hayatta iken Bağdat'ta Nakîbü'l-eşrâf makaamını ihraz etmişti. Tefsirinde nahiv, lügat, belagat bakımından
büyük bir kudret göstermiştir. Fakat rivayet i'tibâriyle i'timâda lâyık görülmüyor. Mezhebini tervîc için ilmi hadîs i'tibâriyle sabit
olmayan rivayetlerle tefsirini doldurmuştur.

Müellefâtı : İbn-i Ishak-ı Sâbiî ile aralarında teâtî edilen mektuplardan müteşekkil bir mecmuadır. Matbû'dur.

Me'hazlar : Vefeyâtü'l-A'yân, Yetîmetü'd-Dehr, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm.[319]

137- Ebu'l-Kaasım Hibetullah:

Hibetu'llah b. Selâme, Bağdat'lı, a'mâ bir âlimdir. (410) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu' llâhi aleyh.[320]
Mevki-i İlmîsi:

Hibetu'llah, müfessir, İlm-i kırâata muttali' bir zât idi. Ebû Bekr el-Katîî'den hadis dinlemiş idi, Câmiü'l-Mansûr'da tedris ile meşgul
olurdu, tefsiri ve "En- Nâsih ve'1-Mensûh" adlı küçük bir eseri vardır. Nahv'e dâir "El-Mesâilü'l-Mensûre" adiyle bir eser de te'lîf
etmiştir.

Me’hazlar: Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm.[321]

138- Ebû Bekr Muhammed En-Nîsâbûrî:

Muhâmmed b. İbrâhim b. Abdullah el-Edîb, ulemâdan bir zâttır. (310) da vefat etmiştir. Rahmetu'ilâhi aleyh.[322]

Mevki-i İlmisi:

Muhâmmed en-Nîsâbûrî, eski müfessirlerden ve nühâtdan ma'duttur. İshak b. İbrâhîm ile Yezîd b. Salih el-Ferrâ'dan ilim telâkki
etmiş, kendisinden de Ebü'l-Abbâs b. Hârûn rivayette bulunmuştur. Tefsiri vardır.

Me'hazlar: Keşfü'z-Zünûn, Buğyetü'l-Vuât.[323]

139- Ebü Abdi'r-Rahmân Es-Sülemî:

Muhâmmed b. El-Hüseyn b. Mûsâ el-Ezdî, mutasavvifeden bir âlimdir. Babası tarafından Ezdî, anası tarafından Sülemî'dir.
Validesi cihetinden ceddi bulunan El-Kudve Amr, Nîsâburlu olup aslen Benî Sülem kabilesine mensuptur.

Ebû Abdi'r-Rahmân (330) târihinde Horasan'da doğmuş, (412) senesi Nîsâbur'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[324]

Meşâyihi:

Ebû Abdi'r-Rahmân, ilim ve irfan tahsili için bir çok seyahatları göze aldırmış, Nîsâbur, Merv, Irak, Hicaz havalisindeki birçok
âlimlere mülâkî olmuş, ezcümle Ebü'l-Abbâs el-Asamm, Ahmed b. Alî el-Mağribî, Muhâmmed b. Ahmed er-Râzî, Hafız Ebû Alî el-
Huseyn en-Nîsâbûrî, Saîd b. el-Kaasım el-Berdaî gibi meşâhirden hadis ahz ve rivayet etmiştir. Kendisinden de el-Hâkim Ebû
Abdi'llâh, Ebü'l-Kaasım el-Kuşeyrî, Ebü Bekr el-Beyhakî gibi yüksek âlimler rivayette bulunmuşlardır.[325]

Mevki-i İlmîsi

Ebû Abdi'r-Rahmân, Horasan'ın en büyük bir âlimidir. Sûfiyyenin de en muhterem bir şeyhidir. Kırk sene kadar hadis okutmuş,
yazdırmıştır. Tasavvuf tarikına, hakayık ilimlerine, selefin siyer ve menâkıbine bihakkın vâkıf olduğu cihetle tasavvufa ve sâireye
dâir yüzlerce kitap yazdığı rivayet olunuyor.

Maahâzâ kitaplarında hadis ilmi usulünce sabit olmayan bir kısım hadisler mevcut bulunmaktadır. Bu cihetle hakkında sika
değildir, zayıftır denilmiştir, fakat kendisini tezkiye edenler de vardır. Ezcümle Hatîb-i Bağdadî diyor ki: "Ebû Abdi'r-Rahmân'ın
kadri hemşehrileri arasında pek yüksektir, kendisi mahmûdü'l-hâldir, ehl-i hadîstir."

Tâcü'd-Dîn-i Sübkî de diyor ki: "Doğru olan Hafîb'İn sözüdür. Ebü Ab-di'r-Rahmân sikadır, aleyhindeki lâkırdılar mu'teber
değildir."[326]
Tefsirdeki Mesleği:

Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî Hakayiku't-Tefsir ünvanlı kitabını mutasavvıfların mesleği üzere yazmıştır. Bu kitapta âyât-ı
Kur'âniyyenin mutazammın olduğu işaretlerden, latifelerden bir kısmını kendi sünûhâtı dâiresinde yazmağa çalışmıştır.

Bu kitap, bâzı zevatın tenkidine hedef olmuştur. Ezcümle Zehebî merhum diyor ki: "Ebû Abdi'r-Rahmân, celâleî-i kadre mâliktir,
musannefâtının bin cüz' olduğu söyleniyor, onun (Hakaayiku't-Tefsîr) unvanlı bir kitabı var, keski onu yazmamış olsaydı, bu, bir
tahriften bîr karmatadan ibarettir."

Tezkiretü'l-Huffâz'ında da diyor ki: "Ebû Abdi'r-Rahmân, Hakaayiku't-Tefsîr'i te'lîf etmiş, bunda birtakım musibetleri, Bâtmiyye
te’vilâtını ityâh etmiştir.

Filhakika Sûfiyyenin bu kabil kitapları hadd-i zâtında Kur'ân-ı Kerîm'in bir tefsiri olmak mâhiyetinden uzaktır. Bunlar, Kur'ân-ı
Mübîn'in asıl bütüh beşeriyyete hitap eden âyât-ı celîlesini lisan kavâidine mutabık, Şâri-i Hakîm'in asıl muradına muvafık surette
tefsir etmek vazifesini deruhte etmiş değildirler, bu gibi zevat bu âyât-ı İlâhiyyenin asıl zahirî olan ma'nâlarının murâd-ı ilâhî
olduğunu ve buna münâfi olacak te'vîlât ve tevcîhâtın bâtıl bulunduğunu kitaplarının müteaddit yerlerinde bi'1-münâsebe
dermeyân etmişlerdir. Bu zâtlar, yalnız bu âyât-ı Sübhâniyyenin tazammun ettiği hakayık ve ledünniyyâttan bir kısmını kendi
mazhariyetleri nisbetinde izhâra çalışmışlardır. Bu cuhetle tahrîrine muvaffak oldukları kitaplar da birer tefsir değil, Kur'ân-ı
Mübîn'den mülhem oldukları bir kısım işârât ve letâif mecmuası mâhiyetinde bulunmaktadır.

Şu kadar var ki, işârât ve letâif denilen yazıların bir kısmı, rûh-ı Kur'-ân'a münâfî görüldüğünden bu cihetle din âlimlerinin nazar-ı
tenkidini celbetmiş, bu yazıların sahipleri hakkında bi'z-zarûre bâzı sözler söylenmiştir.

Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî gibi hakîkaten Sûfiyyeden bulunan bir zâtın bu baptaki yazıları ise, hüsn-i niyyete mukarin, te'vil ve
tavzîha müstaid olduğundan hakkında ta'n ü teşnîa lüzum yoktur, hatâsı olsa da hüsn-i niyyete bağışlanacağı lûtf-i îlâhî'den
me'muldür.

Müellefâtı : Muhtasar, mutasavvifâne bir eserdir: Ve sâire.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Tabakaatü's-Sübkî, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lâm.[327]

140- İbn-i Merdevey H:

Ahmed b. Mûsâ b. Merdeveyh el-Isfehânî, meşhur bir muhaddistir. Künyesi Ebû Bekr'dir. (323) târihinde doğmuş, (416)
senesinde vefat etmiştir.[328]

Tefsir Ve Hadis İlmindeki Mevkii:

İbn-i Merdeveyh, müfessirdir, müverrihtir, bahusus büyük bir muhaddistir. Hafız, i'timâde şâyân, hadis ricalinin ahvâline muttali'
bir zâttır. İsfahan'ın en yüksek ulemâsından, üdebâsından sayılırdı, Ebû Sehl b. Ziyâd el-Kattân, Meymûn İîbn-i Ishak el-Horasânî,
Muhammed b.Abdil’llâh es-Saf-fâr gibi meşâhirden hadis azhetmiş, kendisinden de Ebü'l-Kaasım Abdü'r-Rahmân b. Mende,
Abdü'l-Vehâb, Ebû Muti' Muhammed el-Mısrî gibi zatlar rivayette bulunmuşlardır. "Melîhü't-tesânîf" olmakla ma'ruftur.

Rivayet etmiş olduğu ahâdîs-i şerîfeden dördünü teberrüken kaydediyoruz :

1- Şüphe yok ki. Kur'ân-ı Mübin hüzn ile nazil olmuştur. Binâenaleyh, Kur'ân'ı okuduğunuz zaman hüzün göstermeğe çalışınız."

2-“ Tebâreke Sûresi yok mu, o kabir azabını men’ edicidir”.

3- Hızır, llyas'tan başka değildir.

4- Deniz tamâmiyle pâktir, suyu da temizdir."


Müellefâtı:

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, KünûzÜ'l-Hakaayık fi Hadis-i Hayri' Halayık, Kaamûsu'l-A'lâm.[329]

141- Abdü'l-Kaadir El-Bağdâdî:

Abdü'l-Kaadir b. Tâhir b. Muhammed, bir kâmil üstâzdır. Künyesi: "Ebû Mansûr"dur.Bağdat'ta doğmuş, yetişmiş, (427) târihinde
Esferâyîn'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[330]

Kıymet-i İlmiyyesi:

Bu zât, tabakaat-ı nühâta dâhil, edîb, şâir, hesapta mahir idi. Aynı zamanda müfessirînden ma'dûd olup Nîsâbur'a giderek
fukahâdan, muhaddisînden de müstefîd bulunmuştu.

Büyük bir servet sahibi iken hepsini ilim yolunda infak etmiştir. Akranına tefevvuk edip birçok ilimler tedris etmekle temayüz
eylemişti. Tefsiri vardır.

Müellefâtı :ve saire..

Me'hazlar : Buğyetü'l-Vuât, EI-A'Iâm, Tabakaatü's-Sübkî.[331]

142- Ebû İshak Sa'lebî:

Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, meşhur bir âlimdir. Sa'lebî, Seâlibî lâkabiyle yâd olunur. Bu, tilki derilerini
döğmekle meşgul olanlara mahsus bir nisbettir. îhtimal ki, Ebû İshak da vaktiyle böyle bir san'atla meşgul olmuştur. Vefatı (427)
târihine müsadiftir.[332]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû İshak, Kur'an ilminde zamanının birincisi sayılmakta idi. Hele lügatte, edebiyatta, târihte bir imam bulunuyordu. Birçok
zevattan istifâde etmiş, ezcümle Ebû Tâhir Muhammed b. el-Fadl'dan, Ebû Muhammed el-Huldî'den, Ebû Bekr b. Hânı ile Ebû
Bekr Ibn-i Mihrân el-Mukrî'den hadis ahz ve rivayet eylemiştir, kendisinden de Ebü'l-Hasen el-Vâhidî ve saire rivayette
bulunmuşlardır.

Sa'lebî, tefsir sahasında da büyük bir şöhret kazanmıştır. Maamâfîih tefsirinde birtakım zayıf kaviller, esassız kıssalar da yer
bulmuştur. Tefsirinde Süddî-i Sağîr vâsıtasiyle İbn-i Abbâs Hazretlerinden rivayette bulunur, Süddî-i Sağîr ise vâhî sayılmaktadır.

Fatih Kütüphanesinde (398) numarada "Nihayetti'1-Beyân fi Tefsîri’l Kur'ân" ünvâniyle bir tefsirin beşinci cildi mevcuttur. Bu cilt,
Sûre-i Enbi-yâ'dan Sûre-i Nahl'e kadardır.[333] Bu tefsir Sa'lebî'ye izafe edilmektedir. Sahibinin mütefekkir bir müfessir olduğu
anlaşılıyor, mühim noktalar oldukça tenvir edilmiş, vücûh-i kıraat gösterilmiş, âyetlerin fazâili, esbâb-ı nüzulü
yazılmıştır.Dahhâk'ten Nakkaş'tan, İbn-i Kuteybe'den rivayetler vardır. Mugayyebât-ı hamse hakkında da güzel tevcihler var,
ezcümle deniliyor ki, umûr-ı gaybiyyeden olan bâzı şeylerin, meselâ hamlin zükûret ve ünûset i'tibâriyle mâhiyyetinin bilinmesi
uzun bir tecrübe neticesi olarak insanlar için hâsıl olabilir, bu bir ta'lîm-i İlâhîdir. Bu, gayba ittıla' sayılmaz. Allâhu Teâlâ ise,
bunları bir muallimden -bir tecribeden- istifâde etmeksizin bilir.

Peygamberlerin bâzı mugayyebâta muttali' olmaları da bir ta'lîm-i İlâhî sayesindedir. Mugayyebât hakkındaki âyet-i kerîme
kâhinlerin, müneccimlerin, envâ' ile istiskaada bulunanların iddialarını iptal için nazil olmuştur.

Müellefâtı: Kısas-ı Enbiyâyı câmi'dir. Matbu bulunmaktadır. matbû'dur. Ve saire.


Gibi mu'teber matbû'birtakım kitaplar bu zâta âit değildir. Bunların müellifi (350) senesinde doğmuş (429) târihinde vefat etmiş
olan Ebû Mansûr Abdül-Melik b. Muhammed Seâlibî en-Nîsâbûrî'dir.

Me'hazlar : Tabakaatü's-Sübkî, Mevzüâtii'i-Ulûm, Lûgaat-i Târihîyva ve Coğrâfiyye, Mu'cemü’l-Matbuâti’l-Arabiyye, Buğyetü'l-


Vuât.[334]

143- İbn-i Sînâ:

Ebû Alî, Hüseyn b. Abdi'llâh, cihanşümul bir şöhrete mâlik olan ve "Eş-Şeyhü'r-Reîs" ünvâniyle de yâd olunan büyük bir islâm -
Türk feylesofudur. Babası Belh'lidir. Sâmânîlerden Nûh b. Mansûr zamanında Buhârâ'ya giderek orada Harmeysen karyesine
me'mûr olmuş ve o civarda Efşene karyesinden Sitâre isminde bir kızla evlenmekle Ebû Alî Hüseyn orada (370) târihinde tevellüd
etmiş, bilâhare (438) târihinde Hemedan'da vefat eylemiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[335]

İbn-i Sînâ'nın Seyahatları Ve Me'mûriyetleri:

İbn-i Sînâ, Buhârâ'ya giderek az bir müddet içinde bir çok ilimler tahsîl etmiş, ba'dehû tıb ve felsefe ile iştigal ederek bu sahada
da büyük bir muvaffakiyet göstermiş, icrâ-yı tababete başlayarak Horasan Sahibi Nuh b. Nasr-ı Sâmânî'yi tedavi etmekle
kendisine intisâb eylemiş ve o sayede Sâmânî Hükümdarlarına mahsus, nâdir, nefis kitapları muhtevi bir kütüphaneye destres
olarak ondan pek çok müstefîd olmuştur.

İbn-i Sînâ, mülkiye me'murlarından olan babasiyle beraber bir müddet bâzı beldeleri devredip durmuş, kendisi otuz iki yaşında
iken babası vefat etmiş, müteakiben Sâmânîlerin ikbâli de zevale yüz tutmuş olmakla Buhârâ'yı bırakıp Hârezm'in Kürkânç
şehrine gitmiş, Harzemşah Alî b. Me'mûn'a intisâb ederek muhassasâta nail olmuş, ba'dehû Nesâ'ya, Ebiyverd'e, Tûs'a ve şâir
beldelere giderek Emîr-i Şemsü'l-Maâlî Kapus'a intisâb eylemiş ise de, emîr'in ahz ve haps edilmesi üzerine İbn-i Sînâ, Dihistan'a
intikal etmiş, orada bir hastalığa tutulmakla Cürcan'a avdet eylemiştir. Daha sonra Rey, Kazvîn, Hemedan beldelerine gidip
Şemsü'd-Devle'nin veziri olmuş, bir aralık aleyhine askerler kıyam ederek hanesini yağma ve katlini talep etmeleri üzerine azliyle
iktifa olunmuş, müteakiben kulunca tutulan Şem-sü'd-Devle'yi tedâvî ettiğinden tekrar vezârete getirilmiştir.

Şemsü'd-Devle'nin vefatında halefi olan Tâcü'd-Devle, İbn-i Sînâ'yı ve-zârette ipka etmediğinden ibn-i Sînâ, İsfahan'a çıkıp gitmiş,
orada Alâü'd-Devle'ye intisâb etmiş, müptelâ olduğu kulunçtan dolayı perhize i'tinâ ile kendisini iyice tedâvî edemediğinden
nihayet Hemedan'da âhirete irtihâl etmiştir.[336]

İbn-i Sînâ'nın Mevki-i İlmîsi:

İbn-i Sînâ, bir hârika-i zekâ idi, daha on yaşına baliğ olur olmaz, Kur'ân-ı Kerîm'e, edebe, usûl-i dîne, riyâzıyyâta dâir birçok şeyler
öğrenmişti. Ba'dehû tabîî ve îlâhî ilimler ile iştigal etmiş, Hakîm Ebû Abdi'llâh el-Belhî'den mantık ve felsefe okumuş, ilm-i tıbba
da çalışarak bu hususta da mütehassıs olmuştu.

İbn-i Sînâ, gerek îslâm ilimlerine ve gerek Yunan felsefesine pek mükemmel vâkıf bulunuyordu. Şöhreti bütün medeniyet âlemine
şâmildir. Felsefî eserleri orta asırlarda garp dârü'l-fünunlarında okunuyordu. Asarının tenevvüü, iktidâr-ı ilmîsinin vüs'ati
takdirlere şayandır. Yalnız tıb, riyâziyyât, felsefe sahalarında değil, dînî ilimler sahasında iktidarını birtakım eserleriyle isbât
etmiştir. Ezcümle bâzı sûreler hakkında tefsirler yazarak kıymetli, hakimane mütâlâalar serdetmiş, bâzı eserlerinde birtakım
ahkâm-ı şer'iyyenin hikmetini îzâha çalışmıştır.

İbn-i Sînâ, edebiyyâta da hizmet etmiş, Arapça ve Fârisîce güzel manzum parçalar vücûda getirmiştir. Kasîde-i Rûhiyyesi
meşhurdur. Şu iki kıt'a da kendisine isnâd edilmektedir :[337]
[338]
Velhasıl : İbn-i Sînâ, ilim ve felsefe bakımından bî-nazîrdir. Şu kadar var ki, felsefiyyâtın te'sîri altında kalarak, veya eski
feylesofların efkârına tercüman olarak dermeyân ettiği bâzı mütâlâât ve tetkîkatı, hakayık-ı İslâmiyye nokta-i nazarında tenkîd ve
tashîha muhtaç bulunduğundan bu cihet, kendi aleyhinde bâzı i'tirazları, tenkitleri celbetmiştir.
Müellefatı: Matbû'durlar. Bu dört kitap, felsefeye, tıbba dâir olup Avrupa lisanlarına terceme edilmiş ve bunlar birçok hükemâ ve
etıbba tarafından şerh ve tahşiye olunmuştur. Aristo'nun kitaplarının şerhini cami’ yirmi cilttir. ahlâka dâir iki cilttir. Bu iki kitabın
nüshaları nâdirdir.Matbû'dur. Fârisîce yazılmış bir lûgat,matbudur.matbudur. matbû'dur. Mantığa dâirdir. Matbû'dur.Emir Nuh'a
ihdâ edilmiştir, matbû'dur. Matbû'dur.matbû'dur. Ve sâire.

Me'hazlar : Vefeyâtü'l-A'yân, Hizânefü'l-Edeb, Kaamûsü'l-A'lâm, Mu'ce-mü'l-Matbûât.[339]

144- Ebü Ömer, Meâfirî:

Ebû Ömer, Ahmed b. Muhammed b. Ebî Abdi'llâh el-Meâfirî el-Ende-Lüsî, büyük bir âlimdir. Aslı Endelüs-i şarkî hududundan
Talemenke'dendir. Kurtuba'da ikaamet etmiş, şark tarafına rıhlet edip bilâhare (429) târihinde Talemenke'de vefat eylemiştir.
Rahmetu'llâhî aleyh.[340]

Kudret-i İlmiyesi

Ebû Ömer, yüksek bir âlimdir. Kur'ân-ı Mübîn ile, hadîs-i şerîf ile tevaggul etmiş, bir müfessir ve bir muhaddistir. Pek çalışkan bir
âlim olduğunu, yazmış bulunduğu kitapların müteaddit ciltleri göstermektedir. Endelûs'ün vaktiyle ne feyizli bir toprak olduğuna,
üstünde yetişmiş olan bu gibi kıymetli zevatın hazin hâtıraları birer şahittir.

Müellefâtı: Yüz cilt kadardır. Yüz cilttir. Bir risaledir.

Me'haz : El-A'lâm.[341]

145 - Alî El-Havfî:

Ahmed b. İbrahim b. Saîd b. Yûsuf, nahiv ülemâsındandır. Vefatı (430) târihine müsadiftir.[342]

Kıymet-i İlmiyyesi:

Alî el-Hafvî, lisân-ı Arab'a vâkıf, müfessir bir zâttır. Ebû Bekr el-Udfuvî'den teallüm etmiştir.

Müellefâtı: Nahivdendir.

Me'hazlar: Buğyetü'l-Vuât, Keşfü'z-Zünûn.[343]

146 - İsmail B. Ahmet El-Hîrî:

İsmail b. Ahmet b. Abdi'llâh el-Hıyeriyy, muktedir bir âlimdir.. Mensûb olduğu (Hîre) Nîsâbûr'da bir mahallenin ismidir. (361) de
doğmuş, (430) da Nîsâbûr'da vefat etmiştir. Künyesi Ebû Abdi'llâhtır. Rahmetu'llâhi aleyh.[344]

Mevki-i İlmîsi:

İsmâil el-Hîrî, müfessir, mukrî. fakîh, muhaddis, vaiz zâhid bir zât idi, kendisine amâ arız olmuştu. Zâhidü's-Serahsî'den hadîs,
Ebü'l-Heysem'den Sahîh-i Buhârî'yi dinlemiş, kendisinden de Hatîp Ebû Bekr el-Bağdâdî gibi meşâhir rivayette bulunmuşlardır.
Ulûm-ı Kur'ân'a, kıraate, hadîse, mev'izaya dâir meşhur musannafâtı vardır. İsminde bir tefsir de te'lîf etmiştir. Bunun bir nüshası
İstanbul'da Kütüphâne-i Umûdî'nin 283 umûmî ve 36 sıra numarasında mevcuttur.

Me'hazlar : Mu'cemü'I-Üdebâ, Buğyetü'l-Vuât.[345]

147- Şerîf Murtazâ

Ebü'l-Kaasım, Alî, b. et-Tâhir b. Ahmed, Irak'ta yetişmiş olan Şia ülemâsındandır. (355) senesi Bağdat'ta doğmuş, (436) târihinde
Bağdat'ta vefat edip hânesindeki husûsî bir kabre defnedilmiştir.[346]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Şerîf Murtazâ, asrında Irak'ın muktedir bir âlimi sayılıyordu. Tefsirde, Um-i kelâmda, şiir ve edebde bir üstâz idi. Beliğ yazıları, lâtif
manzumeleri vardır. İmâm Alî Hazretlerine nisbet edilen Nehcü'l-Belâğa'yı ya bu zât veya biraderi Şerif Radî cem' ve tertîb
etmiştir. İbn-i Nubâte'den Müfîd Ebû Abdi'llâh Muhammed'den ilim ahzetmiştir.

Şerîf Murtazâ tefsîr'e dâir yazılarında lisan, belagat i'tibâriyle büyük bir iktidar göstermiş, bâzı kelimât-ı Kur'âniyyenin mânâlarını
ta'yîn için müteaddit Arapça beyitler zikretmiştir. Dirayet sahasında görülen bu iktidarı, rivayet tarîkında görülmemektedir, kendi
mezhebini te'yid ve tervîc için zikrettiği hadisler, yaptığı tevcihler tetkike muhtaçtır. Hattâ kendisinin gulât-ı Şia'dan olduğu da
mervîdir. Maahâzâ kabule şâyân bir kısım derin tevcihleri, te'villeri de vardır.

Emâlî adb eserinin ikinci meclisinde[347] âyet-i celîlesine dâir güzel ma'lûmât vermekte ve suâle mutabık olan cevap verilmiş
olduğunu isbât etmektedir.

Kırk altıncı meclisinde de[348] âyet-i kerîmesine, dâir âlimâne tevcihlerde bulunmuş, yapılan dualara ne veçhile câ-bet-i İlâhî
vuku' bulduğunu tavzihe çalışmaktadır.

Müellefâtı: Tefsîre, hadîse, edebiyyâta dâirdir. Buna da denilir. Fıkha dâirdir. Bunlar matbû'dıırlar. on binden ziyâde ebyâti
hâvidir.

Me'hazlar: Mu'cemü'l- Üdebâ, Vefeyâtü'l-A'yân, EI-AMâm, Mu'cemü'l-Matbûât, Keşfü'z-Zünûn.[349]

148- Mekkî B. Hammûş:

Ebû Muhammed, Mekkî b. Ebî Talip Hammûş el-Endelüsî el-Kaysî, nahiv ülemâsındandır. (355) târihinde Kayruvan'da doğmuş
(377) senesinden sonra bir çok yerlerde seyahatte bulunup (393) târihinde Kurtuba'da tavattun etmiş ve (437) senesinde
Kurtuba'da vefat eylemiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[350]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Muhammed Mekkî, Kur'an ilimlerinde, Arabiyyede, mütebahhir, akıl ve fehmi ile, güzel ahlâkı ile, salâh-ı haliyle müştehir idi.
Mekke-i Mü-kerreme'de, Mısır'da Ebü't-Tayyib, Abdü'l-Mün'im'den ilim ahzetmiş, Kurtuba Câmi-i Şerifinde hitabette, tedriste
bulunmuştur.

Müellefâtı : Kur'ân-ı Mübîn'in tefsirine dâir yetmiş ciltlik bir eserdir.Bu da tefsire, kırâât-ı seb'aya âit beş ciltlik bir eserdir. Nâsih
ve nıensûha dâirdir.Kıraate mütealliktir. Ahbâra dâir dört cilttir.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, Buğyetü'l-Vuât, El-A'lâm, Nüzhetü'l-Elibbâ'.[351]


149- Ebû Muhammed El-Cüveynî:

Abdullah b. Yûsuf b. Abdi'llâh "Rüknü'l-İslâm" lâkabını hâiz, yüksek bir âlimdir. Horasan'da Nîsâbur ile Bistam arasındaki Cüveyn
nahiyesine mensuptur. (438) târihinde Nîsâbur'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[352]

Üstadları:

Ebû Muhammed, evvelâ kendi nahiyesinde Âlî Ebû Ya'kub el-Ebîverd' den bir miktar fıkıh okumuş, sonra Nîsâbur'a giderek
ma'lûmâtını Ebü't Tayyib es-Su'lûkî'den ikmâle çalışmıştı. Daha sonra Merv şehrine gidip Kaffâlül-Mervezî'nin derslerinde hazır
bulunmuş; onun fıkıhtaki mesleğini tetkik ve ta'kîb ederek kendisinden icazet almıştır. Hadis ilmini de Kaffâi'den, Adnan b.
Muhammed ed-Dabbî'den, Ebû Nuaym Abdü'l-Melik b. el-Hasen'den ve Bağdat'ta Ebü'l-Hüseyn b. Bişrandan istimâ' etmiştir.

Kendisinden de oğlu Îmâmü'l-Haremeyn ile Sehl b. ibrahim el-Mescidî, Alî b. Ahmedi'l-Medînî gibi birçok zevat rivayette
bulunmuşlardır.[353]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Zühd Ü Takvası:

Şafiî mezhebindeki âlimlerin pek büyüklerinden olan Ebâ Muhammed el-Cüveynî, tefsirde, hadiste, fıkıhta, lügatte mühim bir
iktidar sahibi idi. Nahiv'de, edebiyatta büyük bir melekesi vardı. Yazmış olduğu tefsir, rivayet ve dirayet tariklerini ihtiva eden
cem'iyyetli, mufassal bir eserdir. Bu eserde her âyet-i celîle on veçhile tefsir ve tevcih edilmiştir. Maamâfih bu pek emekli eserde
bir hayli munkatı' hadisler, rivayetler de yer bulmuştur.

Ebû Muhammed el-Cüveynî, bilhassa zühd ü takvâsiyle, güzel ahlâkiyle fevkalâde temayüz etmişti. Belki yerine sarf edilmemiş
veya niyyete mukarin bulunmamıştır, diye her sene hemen hemen iki defa malının zekâtını verirdi. Pek mehabetti bir zât idi,
huzurunda yalnız zühd ü takvaya, ilim ve irfana dâir sözler söylenebilirdi.

Bir aralık kendi ilmî kudretine güvenerek içtihada kıyam etmiş, hiç bir mezheb-i fıkhîye temâmen bağlanmayarak ahâdîs-i
şerîfeden bâzı ahkâm istinbât etmek istemiş, bu maksatla Muhît adlı bir kitap yazmağa başlamıştı. Bu mühim eserinin üç cüz'ünü
pek muktedir bir muhaddis, bir âlim olan dostu Hafız Ebû Bekr el-Beyhakî'ye gönderdi. Beyhakî, bu yazıları tenkîd etti, bundaki
hadislerin ihticâca sâlih olup olmadığını tafsîlâtiyle bildirdi. Ve şu mealde bâzı ihtarlarda bulundu: "Kendisini dâima hayır ile yâd
ettiğim Ebû Muhammed el-Cüveynî bilir ki, benim hadis-i şerif ile iştigalim çoktur, birçok kimseler görülüyor ki, hâdis-i
merviyyenîn sahihini, gayr-i sahihinden temyiz edemiyorlar, hangi hadislerin ihticâca sâlih, hangilerinin gayr-i sâlih olduğunu
kestiremiyorlar, Ebû Muhammed'in istinâd ettiği hadisleri bu hususta en selâhiyattar olan İmam Şafiî görmemiş midir? diyeceğiz!
Hayır o, bunları görmüş, fakat bâzı illetlerden dolayı bunlardan ahkâm istinbâf etmeyip i'râz etmiştir". Bunu hadis ilminde iîkan
sahibi olanlar iak-dîr ederler,.»

Beyhakî'nin büyük bir risale teşkil eden tenkitnâmesini Ebû Muhammed el-Cüveynî alınca: "işte bu, bereket-i ilimdir" diye
Beyhakî'ye dua etmiş ve onun bu veçhile irşadına mebnî Muhît'ini itmam etmekten vaz geçmiştir.

Hakikati araştıran zevat, işte böyle hayırhah, böyle munsif olur!

Ebû Bekr Beyhakî'nin yazdığı bu mühim risale, Tabakaatü's-Sübkî'de münderictir.

Ebû Muhammed el-Cüveynî'nin muktedir bir şâir olduğu da dostlarından biri hakkında bir mersiye olarak söylediği şu kıt'adan
anlaşılmaktadır:[354]

Müellefâtı : Büyük bir eserdir, ad fıkıhtandır.

Me'hazlar : İbn-i Hallekân, El-Fevâidü'l-Behiyye, Tabakaatü's-Sübkî, Mevzûâtii'l-Ulûm, El-A'lâm.[355]


150- Ahmed B. Ammâr :

Ahmed, Ebü'l-Abbâs el-Mehdevî, nahiv ülemâsındandır. Aslen Mehdiyye'den olup Endelüs'e rıhlet etmiştir. Vefatı (440) târihine
müsadiftir.[356]

Kudret-I İlmiyyesi :

Ahmed b. Ammâr, müfessir, Arabiyatta mütehassıs bir zâttır. Fâideli kitaplar te'lîf etmiştir. Tefsîri de bu cümledendir.

Me'haz: Buğyetü'l-Vuat.[357]

151 - Ebû Osman Es-Sâbûnî:

İsmail b. Abdi'r-Rahmân b. Ahmed en-Nîsâbûrî, büyük bir üstazdır. (373) târihinde Nîsâbur'da doğmuş, (449) senesinde yine
Nîsâbur'da vefat etmiştir.[358]

Üstazları:

Ebû Osman, Nîsâbur'da Ebü'l-Abbâs Tâbûtî ile Ebû Saîd es-Simsar'dan, Herat'ta Ebû Bekr el-Furât'tan ve Ebû Meâz Şâhit'ten,
Şam'da, Hicaz'da bâzı zevattan hadis dinlemiş, Mearratü'n-Nu'mân'da Ebü'1-Alâ Ahmed ;b. Süleyman'a mülâki olmuştur. Kendisi
de Nîsâbur'da, Horasan'da, Gazne'de, Hindistan'da, Cürcan'da, Âmil ile Taberistan'da, Şam'da, Beytü'l-Makdis'te, Hicaz'da hadîs
rivayet etmiştir. Kendisinden de, Ebû Bekr el-Beyhakî, Ebû Abdi'llâh el-Kaari', Ebû Salih el-Müezzin gibi zatlar hadîs rivayet etmiş-
lerdir.[359]

Mevki-i İlmisi:

Ebû Osman, asrının büyük bir âlimi idi. Müfessir, muhaddis, vaiz, hatîp. şâir bir zât idi. Yetmiş sene kadar va'z ve nasihatle halkı
irşada çalışmıştır. Bâzan bir âyetin tefsirine aylarca devam ederdi. Horasan'da "Şeyhül-îlim" unvanını almıştı. "Seyfü's-Sünne"
diye de yâd olunurdu. İlim ve zekâsiyle, zühd ü tâkvâsiyle mesel darbolunurdu. Tasnîfâtının kesretiyle de meşhurdur. Ezcümle
"Akîdetü's-Selef" unvanlı bir eseri de vardır.

Eş'ârından bir parça :[360]

Me'hazler: Tabakatü's-Sübkî, Mu'cemü'l-Üdebâ.[361]

152 - Mâverdi:

Alî b. Muhammed b. Hubeyb meşhur bir zâttır. Künyesi Ebü'l-Hasen'dir. (364) târihinde Basra'da doğmuştur. Bilâhare Bağdat'a
rıhlet etmiş, birçok beldelerde Kadılık'ta bulunmuş, Kaaim bi-Emri'llâh zamanında "Akda'1-Ku-dât" payesini ihraz etmiş, hülefâ
yanında büyük bir mevki' sahibi olmuş, çok kerre Halîfeler ile Melikler, ve büyük Emirler arasındaki gerginlikleri izâle için muslih
sıfatiyle hareket eylemiştir. Kendisine gülsuyu satışına nisbetle Mâverdî denilmiştir.(450) târihinde Bağdat'ta vefat etmiştir. Bâb-ı
Harp denilen makberede medfundur.[362]
Üstazları:

Mâverdî, Basra'da Ebü'l-Kaasım es-Saymerî'den fıkıh okumuş, sonra Bağdad'a giderek Ebû Hâmid el-Esferâyînî'nin derslerinde
hazır bulunmuştur. Hadîs ilmini de Hasen Ibn-i Alî el-Hanbelî, Muhammed b. Adiyyi'l-Mukrî, Muhammed b. el-Muallâ el-
Ezdî, Ca'fer b. Muhammed el-Bağdâdî'den rivayet eder. Kendisinden de Ebû Bekr el-Hatîb, Ebü'l-Iz b. Kâvûş gibi zatlar rivayette
bulunurlar.[363]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Mâverdî, büyük bir Şafiî âlimidir. Şark ve garpta kendini eserleriyle tanıtmış, çok ma'lûmatlı, mütefekkir bir müelliftir. Gerek
tefsirde, fıkıhta ve gerek sair ilimlerde mütefennin bir zattır. Basra'da, Bağdat'ta senelerce tefsir, fıkıh, usûl-i fıkıh, edebiyat
okutmuş, neşr-i ulûma himmet etmiştir.

Tefsire dâir yazılarında hem Ehl-i, Sünnet'in, hem de tenkide tâbi' tutmaksızın Mu'tezile gibi bid'at erbabının sözlerini, tevcihlerini
nakleder. Bu cihetle kendisinin Mu'tezile i'tikaadında bulunduğuna zâhib olanlar bulunmuştur.

Fakat Mâverdi, Mu'tezile mezhebine tamamen taraftar değildir. Onlara alenî bir surette müzâharet gösterdiği de yoktur. Daha
ziyâde Sünnî olmakla beraber kanaatına uygun gelen yerlerde Mutezilenin fikrine iştirak etmiştir, İki nümûne :

1- [364]Ayet-i celîlesindeki ma'nâsına olan kelimesini Mu'tezilenin esaslarına ibtinâ ederek şu iki veçhile tefsir etmektedir:

a) "Biz onların a'dâ olduğuna hükmettik."

b) "Biz onları adavetleri üzere terk ettik, kendilerini o adavetten men'etmedik."

2- [365]Ayet-i kerîmesinde ise, Ehl-i Sünnet'e ittibâ' etmiş, Kur'ân-ı Kerîm'in kıdemine münâfı bir şey söylememiş, Mu'tezilenin
i'tikaadına uygun bir tevcihte bulunmamıştır.

Maahâzâ kader mes'elesinde dâima Mu'tezileye muvafakat etmektedir. Bu cihetledir ki, "Tefsîr'i ehl-i bâtılın te'vîlâtiyle doludur,
tefrik ve tahkîka muktedir olmayanların bu tefsîri okumalarında büyük zarar vardır." denilmiştir.[366]

Mâverdî'nin Seciyyesi, Tevazuu:

Mâverdî, güzel seciyyesiyle, tevazuu ile, metîn ahlâkiyle temayüz etmiştir. Bu pek değerli âlimin seciyyesini gösterir bir fetvasını
hikâye edeceğiz, şöyle ki:

Abbasiye Halîfelerinden El-Kaaim bi-Emrillâh (439) târihinde Şehinşâh-ı Â'zam lâkabını hâiz bulunan Celâlü'd-Devle İbn-i Büveyh'e
Melikü'l-Mülûk lâkabını da vermiş, hatipler de kendisini bu unvan ile yâd etmeğe başlamıştı, bâzı âlimler bu lâkabı münâsip
görmemiş, kâinatın hakîkî mâliki olan Cenâb-ı Hakk'a âit bir vasfın herhangi bir hükümdara verilemeyeceği kanâatinde
bulunmuşlardı. Hanefî fukahâsından Hımyerî, "Bu hususta kasıt ve niyyefe bakılır" diyordu. Kadı Ebü't-Tayyip et-Taberî de bunun
cevazına kaail olmuş, "Bu, yeryüzündeki meliklerin meliki ma'nâsinadır. Kaadı'l-Kudât denildiği gibi Melikü'l-Mülûk de denilebilir"
demişti,

Mâverdî ise, Sultan Celâlü'd-Devle'nin en ziyâde havâssmdan olduğu halde böyle bir unvanın fânî bir hükümdara
verilemeyeceğine dâir fetva vermiş., bu bâbtaki kanâatini şiddetle müdâfaa etmiş, artık Celâlü'd-Devle'den kesilmişti.

Fakat bilâhare Celâlü'd-Devle'nin da'veti üzerine büyük bir korku içinde ziyaretine gitmiş, Celâlü'd-Devle bu seciyyeli âlimi
huzuruna kabul edince şöyle demiştir :

"Bence tahakkuk etmiştir ki, eğer sen bir kimseye dostluk gösterecek olsa idin, aramızdaki hususiyyete mebnî mutlaka benim
hakkımda göstermiş olacaktın, seni o fetvaya sevk eden, mücerred senin diyanetindir, binâenaelyh şimdi senin mevkiin benim
yanımda eskisinden daha ziyâdedir."
Gariptir ki, Celâlü'd-Devle, bu ünvânı aldıktan sonra ancak bir kaç ay yaşayabilmiş, kendisinden sonra Benî Büveyh Devleti
tamârmen münkariz olmuştur.

Mâverdî'nin tevâzuuna, diyanetine, nefsi ile olan rnücâhedesine delîl olmak üzere, kendisinden şöyle bir vak'a naklolunmaktadır:

Mâverdî, diyor ki: "Ben bey' mes'elelerine dâir bir kitap tasnif etmiş, fukahânın bu husustaki sözlerini kudretim dâhilinde
toplamağa çalışmıştım. Kitabım, mühezzep, mükemmel bir hâle gelince ben bununla az kalsın böbürlenecek idim. Kendimin bu
mes'elelere herkesten ziyâde muttali' olduğumu tasavvura başlamıştım ki, iki köylü Arap yanıma glip bana bey'a âit bir sual
sormasınlar mı! Dört şartı mutazammın olmak üzere bâdiye'de yapmış oldukları bir alım satım muamelesi. Ben bunlardan
hiçbirinin cevâbını bilemedim, yere bakarak fikre daldım, kendi hâlimle bunların hallerini ibretle düşünmeğe başladım. "Sen şu
cemâatin reîisi olduğun halde bizim bu suâlimize verecek cevâbın yok mu?" dediler. "Hayır yok dedim", "Yazık sana!" diyerek
yanımdan ayrıldılar, sonra benim şakirtlerimden birçoklarının kendisine ilimce faik bulunduğu bir zâta gidip sordular, derhal lâzım
olan cevâbı aldılar, memnun ve müteşekkil kaldılar, ilmini sena ederek çıkıp gittiler. Bu hal bana nefsimin tezellülünü, ucbümün
tevâzua tahavvülünü îcâb edecek bir nasihat, bir ders-i ibret oldu.

Müellefâtı : Bundan natamam üç cilt fâdıl Ahmed Paşa Kütüphanesinde 23, 24, 25 numaralarda mevcuttur. Şafiî fıkhına dâir
yirmi cilttir. Bu .la fıkha aittir. Kelâma mütealliktir. Matbû'dur. Hükümetlerin siyâsetine dâirdir. Matbû'dur. Meşhur ve mu'teber
bir ahlâk ve edeb kitabıdır, matbû'dur. İstanbul ulemâsından Erzincan'lı Üveys Vefa Efendi tarafından Arapça yazılmış, münakkah,
mukayyed, matbu' bir şerhi vardır. Bu kitap, yine İstanbul Müderrislerinden Bergama'lı Cevdet Efendi t Türkçe'ye tercüme
edilmiştir.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-A'yân, Tabakaatü's-Sübkî, Mu'cemü'l-Üdebâ, Keşfü'z-Zunûn,Mevzûâtü'l-Ulûm, El-A'lâm.[367]

153- Ebû Müslim, Muallim-i İsfehânî :

Muhammed b. Alî b. Muhammed b. el-Hüseyn b. Mihrâyzüd, nahiv âlimlerindendir. (459) da vefat etmiştir. Buna "Isfehânî-i
Kadîm" de denir.[368]

Mevki-i İlmisi

Ebû Müslim İsfehânî, ulemâdan, müfessirlerden bir zattır. Tefsiri vardır, î'tizal mezhebine fazla merbut idi. Asrında İsfahan'ın
muhaddisi idi, Edebiyyâta da vâkıf idi, yirmi cilt teşkil eden bir tefsiri vardır.

Me'hazler: Buğyelü'I-vuât, Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm.[369]

154- Ebû Ca'fer Et-Tüsî:

Muhammed b. el-Hasen b. Alî, Şia fükahâsının büyüklerindendir. (385) târihinde dünyâya gelmiş, bilâhare Bağdat'ta ikâmet
etmiş, Ehl-i Sünnet ile Şiîler arasında zuhur eden bir hâdise esnasında kitapları yanmış, kendisi de (440) târihinde Necef'e intikal
edip orada veya Kûfe'de (460) senesinde vefat etmiştir.[370]

Mevki-i İlmisi

Ebû Ca'fer Tûsı, müfessir, fakîh bir âlim idi, mezheb-i Şafiî üzre tefek-kuhta bulunmuştu, bu mezhebe intisap iddiasında
bulunurdu. Mütefennin, çalışkan bir zât olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır.

Müellefâtı: Büyük bir tefsir kitabıdır hadîse dâirdir , matbû'dur. fıkh'a âit seksen bir ciltlik bir eserdir. usûle mütealliktir İbâdât-ı
yevmiyyeye dâirdir. Ricalin tabacat ve terâcimiiıe aittir. Basılmıştır.Ve saire. ,
Me'hazlar : Tabakatü's-Sübki, El-A'lâm, Mu'cemü’l-matbûâtı'l-Arabiyye.[371]

155- Ebü'l-Kaasım El-Kuşeyrî:

Abdü'l-Kerîm b. Hevâzin b. Abdi'l-Melik en-Nîsâbûrî, Söfiyyeden büyük bir zâttır. Lâkabı Zeynü'l-İslâm'dır. Kuşeyr b. Kâ'b
kabilesine mensuptur. Bu kabile, vaktiyle Horasan taraflarına gidip tavattun eden Araplardandır.

Ebü'l-Kaasım, (376) târihinde Üstüvâ nahiyesinde doğmuş, bilâhare bir çok seyahatlerde bulunmuş, Îmâmü'l-Haremeyn'in babası
Ebû Muhammed el-Cüveyni ve Ahmed b. Hüseyn el-Beyhakî gibi bir kısım meşâhir ile refik olarak Beytu'llâhı ziyarette bulunmuş,
nihayet (465) senesi Nîsâbur'da vefat etmiştir. Ustâzı Şehîd Ebû Alî ed-Dekkaak'ın yanında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[372]

Üstazları:

Ebü'l-Kaasım; evvelâ Arapçayı, edebiyyâtı, Ebü'l-Kaasım el-Yemânî' den öğrenmiş, sonra Fıkh'ı Ebû Bekr Muhammed b. Bekr et-
Tûsî'den, İlm-i Kelâm ile Usûl’i Fıkh'ı üstâz Ebû Bekr b. Fûrek'ten ve üstaz Ebû İshâk Esferâyînî'den okumuş, hadîs ilmini Ebü'l-
Huseyn el-Haffâf'tan, Ebû Nuaym Esferâyînî'den vesâireden tahsil etmiş, Tasavvuf ilmini de Ebû Alî el-Hasan ed-Dekkaak'tan
ahzeylemiş, Ebû îshâk ile Kâdî Ebû Bekr b. et-Tayyîb el-Bâkıllâni'nin kitaplarından da müstefîd ve mülhem olmuştur.[373]

Kudret- İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî, tefsirde, hadîste, fıkıh ve usûl-i fıkıhta, tasavvufta, şiir ve edebte nazîrsiz bir üstâz idi. Zahirî ve ma'nevî
ilimlerde büyük bir kudret sahibi olduğundan bu ilimlerin âsârı tefsirinde de tecellî etmektedir. Tefsirinde mutasavvıfa mesleğini
iltizâm etmiştir. Âyât-ı Celiledeki en lâtif işaretleri sezip bunları istinbât etmek hususunda adîmü'n-nazîr bir müfessir
sayılmaktadır. Maahâzâ tefsirinde bir kısım münkatı' rivayetler de yer bulmuştur.

Kuşeyrî'nin lisânındaki talâkat, sözlerindeki kuvvet, yazılarındaki güzel üslûp, tabîatindeki nezâket fevkalâde idi. Eş'ârı lâtif,
mektupları pek mukni'dir. Söfiyye Hazarâtının sözlerini nakil ve hikâye hususundaki iktidarı pek büyüktür. Hele mev'ızalarındaki
kalpleri teshir eden beliğ te'sir, tasavvurların fevkindedir. Hatîb diyor ki : "Kuşeyrî Bağdat'ta hadis takrîr etti, biz kendisinden
hadis yazdık, sika idi, güzel va'zlarda bulunurdu."

Alî b. el-Hasen de (Dirnyetü'1-kasr) unvanlı eserinde diyor ki : "Zeynü'l-İslâm Kuşeyrî, bütün mehâsini cami' idi, en çetin şeyler
olanca müşkülâtına rağmen kendisine râm olurdu. Tehdid-âmiz hitabelerini taşlara tevcih etse idi onları eritir idî, meclis-i va'zına
İblis'i; bağlasa idiler tevbekâr olurdu."

Söfiyye Hazerâtının i'tikadlanna, terâcim-i ahvâline, tasavvufun mâhiyyetine ve zühd ü takvanın neden ibaret olduğuna dâir
yazmış olduğu meşhur Risâle-i Kuşeyriyye'si şark ve garbda intişâr etmiş, bütün ulemâ ve mutasavvıfın tarafından hürmetle kabul
edilmiştir.

Güzel bir şâir, mükemmel bir muharrir, muktedir bir hattat olan Kuşeyrî, ayni zamanda at oynatmasını ,silâh kullanmasını bilir
şeci' bir kahramandır.

Es'ârından bir kıt'a :[374]

Ebü'l-Kaasım, Hicaz'da bulunduğu zaman, Beytu'llâhı ziyaret için toplanmış olan hüccâc-ı kiram arasında îslâm âleminin her
tarafından gelmiş binlerce ulemâ ve füdalâdan başka dört yüz kadar da kadı bulunuyordu. Bu cihetle bu yıla senetü'l-kudât
denilmiştir. Harem-i Şerifte bir hitabe îrâd edilmesi istenilmişti, bu hitabeyi îrâd eden zât, bütün bu meşâhir ve eâzımın tensîbiyle
Zeynü'l-Islâm Ebü'l-Kaasım olmuştu.[375]
Seyahatleri:

Ebü'l-Kaasım el-Kuşeyrî, on beş sene kadar vatanından ayrılmış, bir müddet Bağdat'ta ikâmet etmiştir. Şöyle ki: Bu yüksek âlim,
Şâfü mezhebinin ve Eş'arî i'tikadımn pek ziyâde müdâfi'lerinden bulunuyordu, pek müessir mev'izaları esnasında Şafiî mezhebine
olan meclûbiyyetini izhâr edip duruyordu, ilmen hâiz olduğu yüksek mevki, bâzı kimselerin hasedini tahrik etmişti.

Sonra Nîsâbur'da üstâz Ebû Sehl İbni'l-Muvaffak büyük bir ihtişam ve riyaset sahibi idi, Hanefî ve Şafiî fükahâsı evinde toplanarak
mübâhaselerde bulunurlardı, pek çok talebesi vardı, kendisi vezâret makamına namzet gibi bulunuyordu. Bu cihetle Selçuk
Hükümdarı Tuğrul Beyin veziri Ebû Nasr Mansûr Muhammed el-Kindî, Ebû Sehl'i rakip telâkki ederek aleyhinde bir cereyan
vücûde getirmek istiyordu. Nihayet veziri Ebû Nasr, âdil, mütedeyyin, ulemâ ve fudalâya muhip, Hanefiyyü'l-mezhep bulunan
Tuğrul Beyi iğfal ederek bid'at sahiplerine minberlerde lâ'net okunması için bir ferman istihsâl etti, bunun üzerine birtakım
kimseler, Eş'arîleri de ehl-i bid'-atten sayarak haklarında lâ'net okumaya başladılar, derken bu yüzden büyük bir fitne zuhur etti,
bunun zararı Horasan'a, Şam'a, Hicaz', Irak'a kadar sirayet eyledi.

Mu'tezile mezhebinde olan vesâir bâtıl mezheblerin her türlü mesâvîsini de cami' bulunduğu söylenilen vezîr Ebû Nasr,
Nîsâbur'da ikâmet eden Ebû Sehl ile İmâmü'l-Haremeyn'in ve Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî ile Reîsü'1-Fürâtî'nin nefy ve hapsi hakkında
da bir irâde elde etmişti. Ebû Sehl ile İmâmü'I-Haremeyn elde edilememiş, Ebü'l-Kaasım ile Reîsü'l-Fürâtî nefy ve haps edilmişti.

Bu mahbûsiyyet, bir aydan fazla devam etti, sonra Ebü's-Sehl başına toplayabildiği bir kuvvet sayesinde bu iki zâtı hapisten
kurtardı.

İşte bu vak'a üzerine Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî, vatanından uzaklaşmış gurbet ellerine düşmüştür, Muharamed el-Cüveynî de Hicaz'a
giderek bir müddet Mekke-i Mükerreme'de, bir müddet de Medîne-i Münevvere'de mücavir kalmış ve bu vesile ile îmâmü'l-
Haremeyn unvanını almıştır. Ebû Sehl de bir aralık elde edilerek hapsolunmuş ise de bir müddet sonra hapisten kurtularak
Hicaz'a gitmiştir. Hâin vezir Ebû Nasr ise, pek az sonra fena bir halde katledilmiştir.

Galiba bu fitne hâdisesinde İmâmü'l-Haremeyn ile bâzı Şafiî âlimlerinin kendi mezheplerini, içtihadlarını fazla müdâfaa ederek
sair mezhepler eimmesini tenkide cür'et etmiş olmalarının da te'sîri bulunmuştur.

İmam Kuşeyrî, bilâhare Tuğrul Bey ile görüşerek derdini anlatmak istemiş, sonra Bağdat'a giderek Hilâfet makamında bulunan El-
Kaaim bi-Em-ri'llâh'ı ziyaret etmiş, teveccühlerine mazhar olmuştur.

Velhâsıl bu fitnenin te'sîri (455) târihine kadar devam etmiş, saltanat nöbeti Alpaslan'a gelmişti. Artık Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî
vatanına dönmüş, Alpaslan'dan hürmet ve ikram görmüş, kendi yurdunda pek muhterem ve muazzez bir halde on sene kadar
daha yaşamıştır.

Müellefâtı: Hadîse dâirdir. Tasavvufa âit, matû'dur, Fransızca, tercemesi de basılmıştır.Bu bir risaledir, Nîsâbur'da elîm vak'ayı
musavvirdir, o zaman bütün İslâm âlemine neşredilmiştir. Kuşeyrî, bu risalesinde îmâm Eş'arî hakkındaki bî-edebâne tefevvühâtı
yana yakıla anlatıyor, o büyük imamın mezhebini delilleriyle beraber yazarak hakkında şüphe edenlerin fikirlerini tashîha
çalışıyor. Bu risale, Tabakaat-ı Sübkî'de münderiçtir.

Me'hazlar : Vefeyâtü'l-A'yân, Tabakât-ı Sübkî, Şerh-i Risâle-i Kuşeyrî, Mevzûâtü'1-Ulûm, Lûgat-ı târihiyye ve coğrâfiyye,
Kaamûsü'l-A'lâm.[376]

156- Vâhîdî

Alî b. Ahmed b. Muhammed el-Vâhidî en-Nîsâbûrî, meşhur bir müfessirdir. Künyesi Ebü'l-Hasen'dir, aslı "Sâve" dendir. (468)
senesi Nîsâbûr'da uzun bir hastalığı müteakip vefat etmiştir. Rahmetu'llâhı aleyh.[377]

Üstazları
Vahidî, Arabî ilimleri Ebü'l-Hasen el-Kuhündürî'den, lügat ilmini Ebû Mansûr Ezherî'nin arkadaşı olan Ebü'1-Fadl Ahmed el-
Arûzî'den öğrenmiş, müfessir Ebû Ishâk Sa'lebî'nin ve daha bir nice zevatın derslerinde hazır bulunmuş, ma'lûmâtını tevsî' için
seyahat suretiyle bâzı yerleri ziyaret de etmiştir.[378]

Mevki-i İlmîsi

Vahidî, tefsirde, nahivde; edebiyyatta, daha bir hayli ilimlerde asrının birincisidir. Büyük bir imam, muktedir bir müfessir, güzel
düşünceli bir şâirdir. Hattâ hakkında: denilmiştir. Yâni: Bütün ilirn ve fazilet nişaneleri bir zâtta, bizim üstâzımız olan Vâhidî'de
toplanmıştır.

Filhakika Vahidî ihtirama, ta'zîme her veçhile lâyıktır. Bu cihetledir ki, Nizâmü'l-Mülk'ün ikramlarına, ta'zimlerine mazhar
olmuştu. Ancak eski âlimlerden bâzıları hakkında dil uzatmış olması hoş görülmemiştir. Ezcümle Ebû Abdi'r-Rahmân es-Süllemî
hakkında : "Bu adam, (Hakaayiku't-tefsîr) dîye bir kitap yazmış, eğer bunun hakîkaten Kur'an tefsiri olduğuna mu'tekid ise
şüphesiz kâfirdir." demiştir. Bu tefsir hakkında îbn-i Hazm de i'ti-razda bulunmuştur.[379]

Tefsirdeki Mesleği:

Vahidî, tefsir sahasında en ziyâde rivayet tarîkim iltizâm etmiştir. Hattâ bir tefsirinin mukaddimesinde şu hadîs-i şerifi rivayet
ediyor.

Her kim Kur'anda kendi re'yile hükmedip de isabette bulunsa yine hatâ etmiş sayılır."

Vahidî evvelce Meâni't-tefsîr, Müsnedü't-tefsîr ve Muhtasaru't-tefsîr nâmiyle üç tefsir yazmış, ba'dehu iklâl ve imlâlden hâli,
mutavassıt derecede bir tefsir yazmak istemiş, "Tefsîr-i vasît" nâmındaki eserini meydana getirmiştir.

Vahidî, tefsirinde Ferrâ'dan, Zeccâc'dan, Katâde ile Ebü'l-Âliye'den, Ebû Ubeyde'den, Dahhâk ile îbn-i Sikkît'den rivayette
bulunmuştur. Ibn-i Abbâs Hazretlerine isnâd edilen bir kısım rivayetleri de Süddî-i Sağîr tarikiyle tahrîc etmiştir. Bu tarîk ise
vahidir.

Vahidî, Vasît nâmındaki tefsirinde sûrelerin tefsirinden evvel fazâili hakkındaki hadîsleri yazıyor, sonra âyetleri parça parça tefsir
ediyor, fakat tafsilât vermiyor, âyetleri lügat ve mefhum i'tibâriyle güzel tavzih ve tahlîl ediyorsa da en mühim mesâil-i
kelâmiyyeyi mutazamının âyetleri lâyıkiyle izah etmiyor, hatıra gelen bâzı ukdeleri halledecek bir usul takîb eylemiyor.[380] Ayet-i
celîlesi hakkında oldukça mu-

fassal ma'lûmât vermekte, mahv ve isbâtın ne gibi şeylerde câri olduğuna dâir olan akvâli kaydetmektedir. Hulâsası şudur :

Mahv ü isbât, rızikda, ecelde, şekavet ve seâdette câri olur. Bu Hazret-i Ömer ile îbn-i Mes'ûd, Ebû Vâil vesaire mezhebidir.

Mahv ü isbât, mevt ile hayattan, rızk ile ecelden mâada şeylerde carîdir. Bu da bâzı zevatın mezhebidir.

Saîd b. Cübeyr ile Katâde'ye göre de Allâhu Teâlâ şerâyi'den dilediğini mahv ü nesh eder, dilediğini isbât edip nesh buyurmaz. Bu
kavil Ebû Alî Fârisî'nin ihtiyarıdır.

Ebû Alî diyor ki: Bu, Allâhu a'lem, alâ hasebi'l-evkât masâlih üzerine mevkuf olup nesh ve tebdile ihtimâli bulunan şerâyi'
hakkındadır. Bundan mâadası ne mahv olur ne de tebdil edilir.

Bu tefsirin üç cilt olduğu anlaşılıyor. Birinci cildi Fâtih Kütüphanesinde (477) numarada mukayyettir.(680) târihinde yazılmıştır.

Vahidî merhum, tefsir hususunda bir çok faydalı şeyler yazmış, bir hayli tahkikatta bulunmuştur. Musannefâtının güzelliği
herkesçe müsellemdir.
[381]
Sûre-i Celîlesi tefsirinde şöyle bir vak'a hikâye etmektedir: İbn-i Utbe demiştir ki: "Bir gece bâdiye'de büyük br hüzün ve elem
içinde kalmış fikrime şu beyit sânih olmuştu :[382]
Vakta ki gecenin karanlığı her tarafı kapladı, hava tarafından şu hâtifâne sözleri işittim :[383]

Müellefâtı: Bu üç kitap tefsire dairdir.Bunların üçüne birden denilmektedir matbû'dur. matbû'dur,matbû'dur ve şâire.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, Buğyetü'l-vuât, Mevzûâtü'l-ulûm, Keş-fü'z-zünûn.[384]

157-Ebü'l-Muzaffer Şahfûr:

Şahfûr b. Tâhir b. Muhammed el-Esferâyînî, yüksek bir Şafiî âlimidir. Vefatı (471) târihine müsadiftir. Şahfûr, Şahpûr'un
muarrebidir ki, Şâh-oğlu demektir.[385]

Mevki-i İlmîsi:

Ebü'l-Muzaffer, kudretli bir âlimdir, müfessirdir. Kelâm ilminde mütehassıs bulunuyordu. İlim ve irfan tahsili için bir çok
seyahatlerde bulunmuş, Ebü'l-Abbâs Asamm'dan ve Alî Hâmid b. Muhammed'in ashabından hadîs dinlemiş, tefsir ve fıkıh
ilimlerinde büyük bir iktidar göstermiştir. Tûs'da senelerce ikâmet ederek neşri ulûma çalışmıştı. Güzel eş'ârı da vardır.

Bir Kıt'ası :

[386]
Müellefâtı : Fârisîce yazılmış, müsteşriklerden bâzılarının teşebbüsü ile İran'da basılmıştır.Milel ve nihale âit bir eserdir. İslâm
âleminde zuhur eden mezheplere, felsefî mesleklere âit bir eserdir. Mısır'da pek nefîs bir tarzda tab' edilmiştir. Müsteşriklerden
bâzıları İslâm mezâhib-i kelâmiyyesine dâir yazdıkları eserlerde bu kitaptan istifâde etmişlerdir.

Me'hazler: Tabakaatü's-Sübkî; Et-Tabsîr mukaddimesi.[387]

158- İmâmü'l-Haremeyn:

Abdu'l-Melîk b. Abdi'llâh b. Yûsuf el-Cüveynî, pek meşhur bir âlimdir, Ziyâü'1-Hak lâkabını, Îmâmü'l-Haremeyn, Ebü'l-Meâlî
unvanını hâizdir. (419) senesi Cüveyn'de doğmuş, kendisinde büyük bir zekâ ve isti'dât parlamağa başlamış az bir zaman içinde
şöhreti şark ve garbı tutmuş nihayet (478) târihinde Nîsâbur'da ufûl ederek binlerce müstenîr dimağları neşretmekte olduğu feyz
ve kemal ziyalarından mahrum bırakmıştır. Rahmetu'llâhi aleyh.[388]

Üstazları:

Îmâmü'l-Haremeyn'in ilk üstâzı, kendisinin pederi olan meşhur Ebû Muhammed Cüveynî'dir. Ebû Muhammed, ilim ve hüner
cihanının yeni tülûa başlamış olan bu parlak sitâresine baktıkça gözleri nurlanıyor, gönlünde büyük bir sevinç parıldanıyor,
hayâtının bu şa'şaalı semeresiyle bi-hakkın iftihar ediyordu.

Ebü'l-Meâlî, sabâvetinde fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini evvelâ pederinden, sonra Ebü'l-Kaasım el-Esferâyînı'den okumuş, hadîs
ilmini de evvelâ pederinden, sonra Ebû Hassan Muhammed el-Müzekkî'den, Ebû Sa'd Abdü'r-Rahmân en-Nadravî'den, Ebû
Abdi'llâh Muhammed el-Müzekkî'den ve sâire-den ahzetmiş, kırâet ilmini de Ebû Abdi'llâh el-Habbârî'den tahsil eylemiştir.[389]

Kudret-i İlmiyesi:

İmâmü'l-Haremeyn, Şafiî ulemâsı arasında pek yüksek bir mevki' sahibidir. Müfessir, müdekkik bir zâttır. Hele Fıkh-ı Şafiî'ye olan
hizmeti fevkalâdedir. Pederinden çok şeyler öğrenmiş olmakla beraber ne pederini, ne de sair üstazlarını taklîd ile iktifa etmeyip
kendi tetebbuâtına, tefekkürât ve içtihâdâtına büyük bir inkişaf vermiş, kanâatına tevâfuk etmeyen bâzı mes'elelerde pederine,
hattâ esasen mezhebine sâlik olduğu îmam Eş'arî'ye bile muhalefetten çekinmemiştir. îlm-i İlâhî hakkındaki kanâati bu
cümledendir. Bu cihetle bâzı zevatın itirazlarına hedef olmuştur,

Îmâmü'l-Haremeyn unvanını kolaylıkla kazanmış olmayan bu güzîde âlim, büyük bir müdekkik, muktedir bir ilm-i kelâm üstâzı,
asrında ve müteakip asırlarda nazîri belki de pek az bulunabilen bir fıkıh mütehassısıdır, Fıkıhta, usulde, ilm-i kelâmda kendisine
has bir tarik takip etmiştir.

Ebû İshâk-ı Şîrâzî derdi ki : Bu imamdan müstefîd olunuz, çünkü bu, bu zamanın nüzhetidir. Kendisine hitaben de: "Sen bu gün
İmâmü'l-Eimmesin' der idi.

İmâmü'l-Haremeyn, bu mütefekkir âlim, gayet fasîh bir hatîb, pek hassas ruhlu bir edîb idi. Saatlerce ders takrir eder,
ifâdelerindeki belagat ve insicam hiçbir sekteye uğramazdı. Sözlerindeki ahenk, cereyan etmekte bulunan şeffaf bir nehrin
teranesini andırırdı. Mev'ızalarındaki te'sîr, dinleyenleri elektrik cereyanına tutulmuş gibi titretirdi. Müessir bir beyt okunduğu,
veya mâneviyyâta âit bir söz söylendiği zaman hissiyatı galeyana gelir, gözlerinden berrak yaşlar saçılır, ruhunda ebediyyete
müteveccih bir i'tilâ tecellî ederdi.

Ebü'l-Meâlî, tasavvuftan da büyük bir zevk almış, ahlâkını güzelce tehzîbe muvaffak olmuştu. Bu cihetle gayet mütevazı, munsif,
kadirşinas idi. Huzurunda söylenilen bir sözü nezâketle dinler, hoşuna giderse takdir eder, Nâfi' görürse ondan müstefîd
olduğunu söylemekten çekinmezdi. Ara sıra şiir söyler, fakat manzumelerini başkalarına okumazdı.

Gazâlî'leri yetiştiren bir üstâz-ı a'zamın, ilmen, irfânen ne yüksek bir mevki' sahibi olacağını îzâha hacet yoktur.

Şu kıt'a kendisine isnâd edilmektedir:[390]

Seyahatleri:

Ebü'l-Meâlî, henüz yirmi yaşına girmek üzere idi ki, pederi vefat etmiş, kendisi de onun yerine müderris olmuştu. Bir taraftan
yüzlerce talebeye ders veriyor, bir taraftan da müktesebâtını tezyîd için Beyhakî Medresesine giderek üstâz Ebü'l-Kaasım'ın
derslerinde hazır bulunuyordu. Bu esnada Nîsâbur'da Eş'arîler aleyhinde bir cereyan vuku' buldu, Ebü'l-Meâlî de bir kısım âlimler
ile beraber vatanından uzaklaşmaya lüzum gördü. Evvelâ ordugâh olan "Sürre-men-reâ" ya, müteakiben Bağdad'a giderek oranın
âlimleriyle görüştü, mübâhaselerde, münazaralarda bulundu, artık büyük bir şöhret kazanmaya başlamıştı. Sonra Hicaz'a rıhlet
ederek Mekke-i Mükerreme'de, Medîne-i Münevvere'de dört sene kadar mücavir kaldı, tedris ile, iftâ ile, ibâdet ve tâat ile
meşgul oldu, ve Îmâmü'l-Haremeyn unvanını aldı.

Nihayet Sultan Alparslan Hükümdarlık mevkiine gelmiş, Horasan havalisindeki ilmî ihtilâl sükûnet bulmuş olduğundan Ebü'l-Meâlî
vatanına avdet eyledi. Nîsâbur'daki Nizamiye Medresesi Müderrisliği uhdesine tevcih edildi, zamanının hükümdarından,
ricalinden pek büyük hürmetler, ta'zimler görmeğe başlamıştı. O muazzam ilim müessesesinde rakipsiz olarak otuz sene kadar
ilim ve kemal neşrine muvaffak olmuştur. Bir aralık da İsfahan'a giderek Nizâmü'1-Mülk ile görüşmüş, ba'dehû muazzezen yine
Nîsâbur'a. dönmüştür.

Rivayete nazaran İmâmü'l-Haremeyn'in Muğîsü1-Hakk nâmındaki eseri de kendisinin vatanından uzaklaşmasını intâc eden
fitnenin zuhuruna sebebiyet vermiştir. Şöyle ki: Bu eserinde îmâm-i A'zam ile İmâm Şafiî arasında mukayeseler yaparak, îmam
Şafiî'yi tercih etmeye yeltenmiş, îmâm-ı A'zam'ın ulüvv ü kadrine münâfî bâzı mütâlealarda bulunmuştu.

Bu eser, Îmâmü'l-Haremeyn'in mebâdî ahvâline müsadif olduğundan ilmen, mantıkan büyük bir kıymet ve kuvveti hâiz değildir.
Bu eserin aleyhinde doğrudan doğruya veya bi'1-münâsebe yazılmış olan reddiyeler bu hakîkatı tebarüz ettirmektedir. Şemsü'l-
Eimme el-Kürdî'nin adlı kitabı, Sirâcü'd-Din Ömer b. İshak el-Gaznevî'nin ünvanlı eseri, Muhammed Zâhid Kevoeri'nin de
serlevhalı mütâleanamesi bu cümledendir.

Vakıa Îmâmü'l-Haremeyn bu hareketinden bilâhare peşîmân olmuş, sinni, müktesebâü derece-i kemâle erince eâzım-ı
müçtehidînin ulüvv ü kadrini daha güzel anlamış, îmâm-ı A'zam gibi bînazîr bir müctehidin aleyhindeki sözlerinden dolayı bir
nedamet hissetmiştir. Netekim bu hal, bilâhare te'lîf etmiş olduğu eserlerden anlaşılmaktadır.
Sunu da ilâve edelim ki, Îmâmü'l-Haremeyn, belki ibnen pederine fâiktir. Fakat onun kadar hakîkat-bîn olmasa gerektir. Çünkü
pederleri Beyhakî'nin bir ihtarı üzerine içtihattan vaz' geçmiş, hakkı maa'l-memnûniyye kabul etmişti, Îmâmü'l-Haremeyn ise,
îmâm-ı A'zam gibi bir zâta karşı mütecâvizâne mütâlealardan çekinmemiş, kendisinde büyük bir ictihad selâhiyetı görmüştü.
Halbuki kendisinin tâbi' olduğu, tercihine çalıştığı îmâm Şâfıî Hazretleri bile kendisini fıkhan îmâm-ı A'zam'ın halkasına dâhil
görüyordu.

Müellefatı: İlmi kelama dair beş cilttir. Bunu Mekke-i Mükerreme'de te'lıfe başlamış, Nîsâbûr'da ikma. etmiştir. İbn-i Hallikân
diyor ki: İslâm âleminde böyle bir kitap dala tasnif edilmemiştir. Bunun bâzı eczası Dârü'I-Kütübi'l-Mısnyye'de
mahfıd bulunmaktadır. Vezîs Gıyâsü'd-Dîn Nizâmü'1-Mülk nâmına te'lîf edilmiştir, El Ahkâmü's-Sut tâniyye tarzında bir
eserdir. matbu'dur.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-a'yân, Tabakaatü's-Sübkî, Mevzûâtü'l-ulûm, El-A'lâm, İhkaaku'l-Hak.[391]

159 - Ebü Ma'şer Et-Taberî:

Abdü'l-Kerîm b. Abdi's-Samed b. Muhammed el-Kattân, meşhur kurrâdan bir zâttır. (478) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat
etmiştir. Rahme-fu'llâhi aleyh.[392]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Ma'şer, kırâât-i meşhûrede, Araabiyyede bir imâm idi. Asrında ehl-i Mekke'nin en büyük mukrîi bulunuyordu. Tefsîr-i
Sa'lebî'yi musannifinden, Tefsîr-i Nakkaş ile Müsned-i îmâm Ahmed'i de üstâzı Zeyd'den rivayet etmiştir.

Müelfefâtı: Tefsirdir. Kırâete, Arabiyyeye dâirdir. Ve sâire.

Me'haz: Tabakaatü's-Sübkî.[393]

[1]
Müzzemmil: 73/1
[2]
Lübâbü'n-Nükul fî Esbâbi'n-Nüzûl, Tezkiretü'l-Huffâz, Kaamûsü'l-A'lâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin),
Bilmen Yayınevi: 1/265-266.
[3]
Bakara: 2/152
[4]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/266-267.
[5]
Sûre : 19 (Meryem), âyet : 18
[6]
Sûre: 6 (En'âm), âyet : 79
[7]
Sûre: 2 (Bakare), âyet : 115
[8]
Sûre: 20 (Tâ-hâ), âyet :55
[9]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/267-270.
[10]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/271.
[11]
Sûre :50 (Kaf), âyet : 38
[12]
Sure:17 (İsra), ayet:79
[13]
Sure:75 (Kıyame), ayet:23
[14]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/271-272.
[15]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/272.
[16]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/272-274.
[17]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/274.
[18]
Sûre : 10 (Yûnus), âyet : 2
[19]
Sûre : 12 (Yûsuf), âyet : 109 ve Sûre : 16 (Nahl), âyet : 43
[20]
Sûre : 43 (Zuhruf), âyet : 32
[21]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/274-276.
[22]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/276.
[23]
Sûre : 18 (Kehf), âyet : 110
[24]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/276-277.
[25]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/277.
[26]
Sûre :44 (Duban), âyet : 16
[27]
Sûre: 76 (însân), âyet : 20
[28]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/277-279.
[29]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/279.
[30]
Sûre: 9 (Tevbe), âyet : 19
[31]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/279-280.
[32]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/280-281.
[33]
Sûre : 31 (Lokman), âyet : 6.
[34]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/281-282.
[35]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/282.
[36]
Sûre : 3 (Al-i îmrân), âyet : 59
[37]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/283-284.
[38]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/284.
[39]
Sûre: 65 (Talâk), âyet : 2
[40]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/284-285.
[41]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/285.
[42]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/285.
[43]
Sure: (Al-i İmran), ayet: 26
[44]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/285-286
[45]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/286
[46]
Sure: 5 (Maide), ayet: 3
[47]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/286-287
[48]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/287
[49]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/287
[50]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/288.
[51]
Bir Süddî daha vardır ki, Süddî-i Sağîr denmekle ma'rûfdur. O, Muhammed b. Merivân el-Kûfi'dir. Kelbî'den, Dâvûd b. Ebî Hind'den ve Hişâm b. Urve'den ri-
vayet eder. Kendisinden de oğlu Alî ile Yûsuf b. Adiyy, Ala' b. Amr, Ebû İbrahim et-Türcümânî ve başkaları rivayette bulunurlar.

İbn-i Mende bu Süddî-i Sağîr tarikiyle İbn-i Abbâs'dan şöyle nakletmektedir: Bedir gazvesinde Temîm b. el-Hamâm şehîd olmuştu. Bunun ve sair şühedânın
hakkında: Allah yolunda katledilenlere (ölüler) demeyiniz. Belki onlar diridirler; fakat siz idrâk etmezsiniz." âyet-i kerîmesi nazil oldu. Sûre : 2 (Bakare), âyet : 154.

Süddî-i Sağîr, sika sayılmıyor İm'âm-ı Buhârî diyor ki: "Sâhibü'l-Kelbî olan Muhammed b. Mervân el-Kûfl'nin rivayet ettiği hadîs elbette yazılmaz. Bu zât, herkes
tarafından taz'îf edilmiş-, hadîs vaz' ettiği de rivayet olunmuştur.

El-ilmü inda'llâh. Me'hazlar :Kiltâbü'l-Menkul, İtkaan, Mu'cemü'I-Üdebâ'.


[52]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/288-289.
[53]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/289.
[54]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/289-290.
[55]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/290.
[56]
Meâl-i şerifi : "Ey mü'minler! Eğer siz kendilerine evvelce kitab verilmiş olan kimselerden her hangi bir takıma uyacak olursanız, sizi şeref-i imâna nail olmuş
iken, çevirip yeniden küfre sokarlar."
[57]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/290-292.
[58]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/292.
[59]
Sûre: 52 (Tûr), âyet : 5, 6
[60]
Sure: 54 (Kamer), ayet :43
[61]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/292-293.
[62]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/293.
[63]
Sûre :58 (Mücâdile), âyet : 12.
[64]
Sûre : 58 (Mücâdile), âyet : 13.
[65]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/293-294.
[66]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/295.
[67]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/295.
[68]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/295.
[69]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/295-296.
[70]
Sûre 65 (Talâk) Ayet: .2.
[71]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/296-297.
[72]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/297-298.
[73]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/298.
[74]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/298-300.
[75]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/300.
[76]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/300.
[77]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/300-301.
[78]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/301.
[79]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/301-302.
[80]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/302.
[81]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/302-303.
[82]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/303-304.
[83]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/304.
[84]
Sûre:49 (Hucurât), âyet : 2. F : 20
[85]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/304-306.
[86]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/306.
[87]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/306-307.
[88]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/307.
[89]
Sûre : 2 (Bakare), âyet : 187.
[90]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/307-308.
[91]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/308.
[92]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/308.
[93]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/308.
[94]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/308-309.
[95]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/309.
[96]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/309.
[97]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/309.
[98]
Sûre: 2 (Bakare),âyet ; 195.
[99]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/309-311.
[100]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/311.
[101]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/311-312.
[102]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/313.
[103]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/313.
[104]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/313-314.
[105]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/314.
[106]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/314-315.
[107]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/315.
[108]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/315.
[109]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/315.
[110]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/315-316.
[111]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/316-317.
[112]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/317-319.
[113]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/319.
[114]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/319-320.
[115]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/320.
[116]
Sûre: 37 (Sâffât), âyet : 65.
[117]
Sure : 12 (Yûsuf), âyet :36.
[118]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/320-322.
[119]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/322.
[120]
Sûre : 44 (Duhân), âyet : 3.
[121]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/322-323.
[122]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/323.
[123]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/323-324.
[124]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/324.
[125]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/324.
[126]
Sûre : 4 (Nisa), âyet : 93.
[127]
Sûre : 63 (Münâfikun), âyet :1
[128]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/324-325.
[129]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/325-326.
[130]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/326-327.
[131]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/327.
[132]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/327.
[133]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/327.
[134]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/327-328.
[135]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/328.
[136]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/328-329.
[137]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/329.
[138]
Sûre : 52 (Tûr), âyet : 4.
[139]
Sûre : 3 (Ali İmrân), âyet . 144.
[140]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/330-331.
[141]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/331.
[142]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/331-332.
[143]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/332.
[144]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/332-333.
[145]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/333.
[146]
Sûre . 9 (Tevbe), âyet : 51. 334
[147]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/333-335.
[148]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/335.
[149]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/335.
[150]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/335.
[151]
Sûre : 54 (Kamer), âyet : 1
[152]
Sûre : 16 (NahI), âyet : 13.
[153]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/335-336.
[154]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/336.
[155]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/336.
[156]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/337.
[157]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/337.
[158]
Sûre: 2 (Bakare), âyet : 197
[159]
Sûre : 28 (Kasas), âyet : 88.
[160]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/337-338.
[161]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/338-339.
[162]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/339.
[163]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/339-340.
[164]
Meali : Eğer uzun bir müddet yaşar isen, bütün dostlarına, gaybubetlerinden dolayı acınır durursun. Ya kendi nefsinin zevali ise, bîçâre insan!. Daha ne kadar
acınılacak bir haldir.
[165]
Meali : Müsâid zaman elde iken rükû' ve sücûd fazlından istifâdeye çalış. îhtimal ki, füc'eten ölürsün de -telâfî-i mâfâte imkân bulamazsın-. Nice sıhhatli
kimseler görmüşsündür ki, bir hastalık olmaksızın sapsağlam canı ansızın çıkıp gitmiştir.
[166]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/340-341.
[167]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/341.
[168]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/342.
[169]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/342.
[170]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/342-344.
[171]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/344.
[172]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/344.
[173]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/344.
[174]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/344-345.
[175]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/345-346.
[176]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/346.
[177]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/346.
[178]
Sûre : 3 (Al-i İmrân), âyet : 7.
[179]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/346-347.
[180]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/347-349.
[181]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/349.
[182]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/349.
[183]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/349.
[184]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/350.
[185]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/350.
[186]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/350.
[187]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/350-352.
[188]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/352.
[189]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/352.
[190]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/353.
[191]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/353.
[192]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/353.
[193]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/353-355.
[194]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/355.
[195]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/355-356.
[196]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/356.
[197]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/356.
[198]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/357.
[199]
Sûre : 5 (Mâide), âyet : 6.
[200]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/357.
[201]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/357.
[202]
Meâli: Bedenlerimiz bir beldedir, mülakatımız ise müşkildir, Sanki ikimiz Sa'leb ile Müberrid'iz.
[203]
Meali : Müberrid gitti; günleri tükenüb bitti. Müberrid ile beraber şüphe yok ki Sa'leb de gidecektir. İlm! ü edebten bir beytin yarısı harâb oluverdi; anın diğer
yarısı da yakında harâb olacaktır.
[204]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/357-358.
[205]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/359.
[206]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/359.
[207]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/359.
[208]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/359.
[209]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/360.
[210]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/360.
[211]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/360.
[212]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/360.
[213]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/361.
[214]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/361.
[215]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/361-362.
[216]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/363.
[217]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/363.
[218]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/363.
[219]
Meali : Ölüm, o büyük zâta kıymakla yalnız bir insan itlaf etmiş olmadı, belki din için dikilmiş, yüksek bir ilim ve irfan âbidesini mahvetmiş oldu. O nezîh zât ile
zamanın ahlâk ve atvârı feyz ve safvet bulmakta idi; şimdi ise sâfiyyetini kaybederek bulanık bir hâle geldi.

Hayır, onun günleri ilim ve marifet için nûr, zühd ü takva için birer mihrâb-ı pür-huzûr teşkil eden parlak zamanlar idi.
[220]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/364.
[221]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/364-366.
[222]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/366-367.
[223]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/367-369.
[224]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/369.
[225]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/369.
[226]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/370.
[227]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/370.
[228]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/370.
[229]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/370.
[230]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/371.
[231]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/371.
[232]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/371.
[233]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/371.
[234]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/372.
[235]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/372.
[236]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/372.
[237]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/372-373.
[238]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/373.
[239]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/373.
[240]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/374.
[241]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/374-375.
[242]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/375.
[243]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/375-376.
[244]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/376.
[245]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/376.
[246]
Sûre: 31 (Lokman), âyet : 12.
[247]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/377-378.
[248]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/378.
[249]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/378.
[250]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/378.
[251]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/378-379.
[252]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/379.
[253]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/379.
[254]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/379.
[255]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/379-380.
[256]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/380.
[257]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/380.
[258]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/380.
[259]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/380-381.
[260]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/381.
[261]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/381.
[262]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/381.
[263]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/381-382.
[264]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/382.
[265]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/382.
[266]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/383.
[267]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/383.
[268]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/383-384.
[269]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/384-385.
[270]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/385.
[271]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/385-386.
[272]
Bir Kaffâl daha vardır ki, Şâfiîlerin meşhur fukahasındandır. Îmâmü'1-Haremeyn'in pederi Ebû Muhammed el-Cüveynt'nin üstâzıdır. (417) târihinde 90 yaşla-
rında olarak Sicistan'da vefat etmiştir. Adı : Ebû Bekr, Abdu'llah b. Âhmed el-Mervezî'dir. Buna Kaffâl-i Sağır denir.
[273]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/386.
[274]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/387.
[275]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/387.
[276]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/387.
[277]
Sûre : 53 (Necnı), âyet : 42
[278]
Sûre : 59 (Rahman), âyet : 29
[279]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/387-388.
[280]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/388.
[281]
Kendisini senden daha âlim sanıp duran bir câhile ilim öğretmeğe çalışman doğrusu büyük bir yorgunluktur.

Bir müessese, ne zaman olur da bir gün nihayete erebilir ki, sen onu yapmaya uğraştıkça başkası yıkmaya çalışır durur. ,

Evet, bir bina nasıl tamamlanabilir ki. arkasında binlerce, binlerce, belki daha ziyâde yıkıcı bulunur.
[282]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/388-389.
[283]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/390.
[284]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/390.
[285]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/390-391.
[286]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/391.
[287]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/391.
[288]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/391.
[289]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/391.
[290]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/392.
[291]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/392.
[292]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/392-393.
[293]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/393.
[294]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/393.
[295]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/394.
[296]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/394.
[297]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/394.
[298]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/394-395.
[299]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/395.
[300]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/395.
[301]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/395.
[302]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/395.
[303]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/396.
[304]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/396.
[305]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/396.
[306]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/396.
[307]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/397.
[308]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/397.
[309]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/397.
[310]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/397.
[311]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/398.
[312]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/398.
[313]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/398-399.
[314]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/400.
[315]
Sure: 39 (Zümer), ayet :36
[316]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/400.
[317]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/401.
[318]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/401.
[319]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/401-402.
[320]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/402.
[321]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/402.
[322]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/402.
[323]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/402.
[324]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/403.
[325]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/403.
[326]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/403.
[327]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/403-404.
[328]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/405.
[329]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/405.
[330]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/406.
[331]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/406.
[332]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/406.
[333]
Bu unvan ile Ebû Muhammed, Cemâlüd-Dîn el-Muâfâ el-Mevsilînin bir tefsîri mevcuttur.
[334]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/406-407.
[335]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/408.
[336]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/408.
[337]
Meali:Yâ Rabbî! Bütün halkın sığınışı, Sen'in' mağfiretinedir, bütün vasfediciler, Sen'in vasfında âciz kalmışlardır. Bizi affet, çünkü biz beşeriz, Seni
bihakkın bilmekle bilmiş değiliz.
[338]
Meali: Benim gibi bir kimseyi tekfir etmek kolay değildir. Çünkü benim îmânım gibi bir îman olamaz. Zamanede benim gibi bir şahsiyyet, o da kâfir ise, artık
bütün asırlarda bir Müslüman bulunamaz.
[339]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/408-410.
[340]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/410.
[341]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/411.
[342]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/411.
[343]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/411.
[344]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/411.
[345]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/412.
[346]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/412.
[347]
Sûre: 17 (îsrâ1), âyet : 85.
[348]
Sûre 2 (Bakare), âyet : 186.
[349]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/412-413.
[350]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/413.
[351]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/413-414.
[352]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/414.
[353]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/414.
[354]
Meali : İlmi, hazin hazin ağlamakta, fazl u kemâli de : “Ey hüzn ve elem” diye feryâd ü enin etmekte gördüm, bunlara bu hâlin sebebini sordum, denildi ki;
Ebû Sehl, Muhammed b. Mûsâ vefat edip gitti!.
[355]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/414-416.
[356]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/416.
[357]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/416.
[358]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/416.
[359]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/416.
[360]
Meali : Bana ne oldu ki, ben zamanın kerem sahibi yetiştirip civanmertlik yapmadığını görüyorum? Neden halka yardıma çalışır, lütuf ve ihsana koşar bir zâtın
vücûdiyle cömertlik göstermiyor?

Nâs arasında bir kimse göremiyorum ki, in'âm ve ihsan ile güzel sena kazanmaya talip bulunsun!. Bütün halk, cimriliklerine dalmak hususunda mütesâvî bulunur
olmuşlardır. Sanki hepsi de bir dokuma âleti ile dokunmuşlardır!..
[361]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/417.
[362]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/417.
[363]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/417-418.
[364]
Sûre : 6 (En'âm), âyet :112.
[365]
Sûre: 21 (Enbiyâ1) âyet: 2
[366]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/418.
[367]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/419-420.
[368]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/420.
[369]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/421.
[370]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/421.
[371]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/421.
[372]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/421-422.
[373]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/422.
[374]
Meali : Büyüklerin hizmetlerini terk etme, ve bil ki küçükler ile düşüp kalkmakta zillet vardır. Sen yemininde senin için yümn ü bereket olan kimseyi ara,
onun yesânnda da yesâr, vüs'at ve gına görürsün.
[375]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/422-423.
[376]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/423-425.
[377]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/425.
[378]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/425.
[379]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/425.
[380]
Sûre : 13 (Ra'd), âyet : 39.
[381]
Sûre: 94.
[382]
Meali : “Gamlı bir halde yaşayıp duran kimse için ben ölümü daha görürüm'.”
[383]
Meali: “Ey şiddetli hüzün ve kedere tutulan, ve inşâd ettiği bir beyt fikrinde dolaşıp duran kimse! Uyan, sıkıntın müşted olunca Elem Neşrah Nazm-ı Celîlini
düşün, bir sıkıntı iki kolaylık arasındadır, bunu görüp anla da ferahlan.”
[384]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/426-427.
[385]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/428.
[386]
“Cömert, mücerred, malını sarf ve bezi eden kimse değildir, belki cömert, yaptığı lütuf ve ihsanı ehemmiyetsiz gören, cûd ve keremi mukabilinde asla şükür
istemeyen, ve bundan dolayı minnette, eziyette bulunmayan zâttır.”
[387]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/428.
[388]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/429.
[389]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/429.
[390]
Meali : “Kardeşim! Sen ilme ancak altı şey ile nail olabilirsin. Anların tafsilini sana beyân edeceğim: Anlar zekâ, heves, çalışma, kâfî maişet ile üstâzın takriri,
bir de zamanın uzamasıdır.”
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/429-430.
[391]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/430-432.
[392]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/432.
[393]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/432.
BÜYÜK
TEFSİR TARİHİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN

2.CİLT / 1.Bölüm
160- el-Ferezdakî:
161- Fahru'l-İslâm el-Pezdevî:
162- Alî b. el-Hasen en-Nîsâbüri
163- Ebü Hâmîd Semerkandî:
164- İbnü's-Sem'ânî:
165- Selmânü'l-Hulvânî:
Altıncı Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler:
166- Hatîb-i Tebrîzî :
167- Râgıb-ı İsfehânî:
168- Ebü'l-Hasen, Alî Et-Taberî:
169- İmâm-ı Gazâlî:
Üstadları:
Seyahatleri:
Kemalât-ı Zatiyyesi:
Gazalî Hakkındaki İtirazlar Ve Bunların Saikleri:
Gazâlî Hakkındaki Î'tirazları Tahlil:
Gazâli'nin Tefsirdeki Mesleği:
170- Tâcü'l-Kurrâ':
171- Ebü Muhammed Bagavi:
172- Îbn-i Mevheb:
173- Ömer b. Muhammed en-Nesefî:
174 — Mahmûd Zemahşerî:
Kudret-i İlmîyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
Amel Ve İ'tîkadca Mezhebi:
Keşşâf'a Tamamen Veya Kısmen Haşiye Veya Ta'lîka Zevat:
Keşşâf'daki Ahâdîs-i Şerîfeyı Tahrîc Eden, Keşşaf Hakkında Eser Yazan, Keşşâf'ın
175- Ebü'l-Hasen, Alî El-Harzemî:
Kudret-i İlmîyyesi:
176- Îbn-i Atıyye-i Müteehhir:
Mevkî-i İlmîsî:
Tefsirdeki Mesleğî:
177- Ebü Bekr İbnî'l-Arabî:
Üstazları Ve Seyahatları:
Kudret-i Îlmiyyesî:
Tefsirdeki Mesleği:
178 — Ebü'l-Mehasîn Ahmed Mes'üd El-Beyhakî:
Kudret-i Îlmîyyesî:
179- Ahmed El-Beyhakî:
Kudret-i Îlmiyyesî:
180- Ebü'l-Feth Muhammed Eş-Şehrîstânî:
Mevkl-i İlmisi:
181- Emînü'd-Dîn Et-Tabersî:
Kudret İlmîyyesi:
182- Ebû Hafs Ömer El-Cenzî:
Kudret-i İlmiyyesi:
183- Hüccetü'l-Efâdıl, Alî Harzemî:
Kudret-i Îlmiyyesî:
184- Îbn-i Zafer:
Kudret-i İlmiyyesi:
185- Ebü'l -Hasen Alî El-Ensârî:
Kudret-i Îlmiyyesi:
186- İbnü'd-Dehhân, Nâsıhü'd-Dîn:
Mevki-i Îlmısî:
187- Muhammed El Bakkaalî:
Kudret-i Îlmiyyesi:
188 — Zahîrü'd-Dîn:
Mevki-i Îlmisi:
189- Âlî El-Gaznevî:
Mevki-i İlmîsi:
190- Ebû Nasr El-Attâbî:
Mevki-i İlmisi:
191- Ahmed En-Nâtıkî:
Mevki-i İlmîsi:
192- Muhammed El-Enbârî:
Kudret-i İlmiyyesi:
193- Ebü'l-Ferec El-Cevzî:
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
194- Hasen Nu'mânî = Ebü Alî Farisî
Kudret-i Îlmiyyesî:
195- Abdü'l-Mün'im El-Hazrecî:
Kudret-i İlmîyyesi:
196- Nasr B. Alî Şîrâzî:
Kıymet-i İlmîyyesi:
197- Îbn-i Tayfur Es-Secâvendî:
Mevki-i İlmîsi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Yedîncî Tabakayı Teşkil Eden Müfessîrler
198- Îmam-ı Fahrü'd-Din-İ Râzî:
Üstazları Ve Seyahatları:
Herat'taki Bîr Sergüzeşti:
Kudret-i Îlmîyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
Mefâtîhü’ l-Gayb'ın Îkmali:
Mev'izaları:
Nazım Ve Nesrî:
Hakkındaki Takdirler, Tenkîdler:
199- Ruzbîhân Baklî:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
200- Necmü'd-Dîn-1 Kübrâ:
Meşâyıhî Ve Seyehatleri:
Kemâlat-ı Zâtîyesî:
Tefsirdeki Mesleği:
201- Îbn-i Teymîyye Ebü Abdî'llâh:
Mevki-i İlmîsi:
202 — Îbnü'l-Esîr Mecdü'd-Dîn:
Üstazları Ve Me’muriyetleri:
Mevki-i İlmisi:
203- Ebü'l-Kaasım Er-Râfiî:
Mevki-i İlmisi
204- Abdü's-Selâm İbn-i Berrecân:
Mevkî-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
205- El-Muâfâ B. İsmail:
Mevki-i İlmisi:
260- Şihâbü'd-Dîn-i Sühreverdî :
Kemâlât-ı Îlmiyyesi:
207- Şeyh Muhyî'd-Dîn-i Arabî:
Üstaz Ve Meşâyihi:
Seyahatleri:
Kemâlât-ı Zâtîyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
Hakkındaki Takdirler Tenkitler:
208- Mûsâ B. Yûnus
Kudret-i İlmiyyesi:
209- Ebu'l-Mehâsin Hüseyn Cürcânî:
210- Alemü'd-Dîn Es-Sehâvî:
Mevki-i İlmîsi:
211- Îbn-i Teymiye Mecdü'd-Din:
Mevki-i İlmîsi:
212- Yûsuf Sıbt İbni'l-Cevzi :
Mevkî-i İlmîsi:
213- Şerefü'd- Dîn El-Mürsî:
Kudret-i Îlmîyyesi:
214- İbn-i Abdü's-Selâm:
Üstazları Ve Seyahatları:
Kemâlat-ı Zâtiyyesî:
215- Abdü'r-Rezzâk Er-Rüstağfenî:
Mevki-i İlmîsi:
216- Ebû Abdullah El-Kurtubî:
Kudret-i İlmîyyesi:
Tefsirdekî Mesleğî:
217- Sadrü'd-Dîn-i Konevî:
Kemalât-ı Zâtiyyesi:
218- Muvaffaku'd- Dîn El-Kevâşî:
Mevkl-i İlmîsi:
219- İbnü'l-Münîr El-İskenderî:
Mevki-i İlmîsi:
220- Abdu'r- Rahmân El-Hanbelî:
Mevki-i Îlmîsi:
221- Kaazî Beyzâvî:
Mevki-i İlmisi:
Tefsirdeki Mesleği:
222- Burhan En-Nesefî:
Mevki-i İlmîsi:
223- Burhânü'd- Dîn El-Hanefî:
Mevkî-i İlmisi:
224- Şeyh Abdü'l-Azlz Dîrînî:
Mevki-i Îlmisî:
225- Hîbetu'llah İbn-i Seyyid El-Küll:
Mevki-i İlmîsi:
226- İbnü'n-Naklb El-Makdisî:
Mevki-i İlmîsi:
Sekizinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
227- Ebu'l-Berekât En-Nesefî:
Mevki-i Îlmisî:
Tefsirdeki Mesleği:
Medârîk Tefsirine Haşiye Yazan Zatlar:
228 — Alemü'd-Dîn El-Irâki:
Kudret-i İlmıyyesî :
229- Kutbü'd-Dîn-i Şîrâzî:
Kudret-i İlmıyyesî:
230- Necmü'd- Dîn Et-Tûfî:
Kudret-i Îlmiyyesî Ve Mezhebi:
231- İmâdü'l-Kindı:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleğî:
232- Îbnü'l-Mutahher El-Hillî:
Kudret-i Îlmîyyesî:
233- İbn-i Teymîyye Takıyyü'd-Dîn
Kudret-i Îlmîyyesî Ve Mezhebi:
234- Rüknü'd-Dîn Muhammed Et-Tunusî:
Kudret-i İlmiyyesi:
235- Îbnü'l-Bârîzî:
Mevkî-i İlmîsi:
236- Ebü'l-Hüseyn El-İskenderî:
Mevkî-i İlmîsi:
237- Hâzîn-i Bağdadî:
Tefsirdeki Mesleği:
238- Şerefü'd-Dîn Et-Tibi:
Kudret-i Îlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
239- El-Hasen B. Muhammed Et-Tîsi:
Kudret-i Îlmîyyesi:
240- Ebü Hayyân El-Endelüsî:
Üstazları Ve Seyehatları:
Kudret-i İlmîyyesî Ve Kemâlât-ı Zatîyyesî:
İlm-i Tefsir Hakkındaki Fikri:
Tefsirdeki Mesleği:
Edebiyattaki Kudreti:
İtmamına Muvaffak Olamadığı Kitaplar:
241- Ahmed El-Çarperdî:
Mevki-i Îlmisi:
242 — Tâcü'd-Dîn Ebû Muhammed En-Nahvî:
Mevkî-i Îlmisî:
243- Îbnü'l-Lebban:
Mevki-i İlmîsi:
244- Ebu's-Senâ El-Isfehânî:
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
245- Îmâdü'd- Dîn Yahya:
Kudret-i İlmiyyesî:
246- Îbn-i Kayyîm El-Cevziyye:
Mevki-i İlmîsi:
247 — Şeyh Semîn:
Mevki-i İlmisi:
Takıyyüd- Dîn Es-Sübkî:
Mevki-i Îlmisi:
249- Kaadi Adudü'd-Dîn El-İci:
Mevki-i İlmisi:
Tefsirdeki Mesleği:
250- Ebü Umâme İbn-i Nakkaaş:
Kudret-İ İlmiyyesi:
251- Kutbü'd-Dîn-i Râzî:
Mevki-i İlmîsî:
252- Muhammed B. Ebî Bekr Er-Râzî:
Mevki-i İlmisi:
253- Îbn-i Akîl:
Mevki-i İlmisi:
254- Cemâlü 'D-Dîn Akserâyî:
Kudret-i Îlmiyyesi:
255- Îbn-i Kesîr El-Basrî:
Kudret-i İlmiyyesî:
Tefsirdeki Mesleği:
256- Ebu's-Senâ', Mahmûd El-Konevî:
Mevki-i İlmisi:
257- Şihâbü'd-Din Sivâsî:
Mevkî-i İlmisi:
Tefsirdeki Mesleği:
258- Ekmelü'd-Dîn Bâbertî:
Mevkî-i Îlmîsî
259- Şemsü'd-Dîn Muhammed El-Kirmânî:
Kudret-i İlmiyyesî:
260- El - Atâıkî:
Mevki-i İlmîsi:
261- Allâme Teftâzânî:
Mevki-i İlmîsi:
Mezhebi Ve Tefsirdeki Mesleği:
262- Ebü Bekr El-Habdâdî:
Tefsikdeki Mesleği:
Dokuzuncu Tabakayı Teskîl Eden Müfessirler
263- Muhammed B. Arafe
Tefsirdeki Mesleği:
264- Sirâcü'd-Dîn Bülkînî:
Kudret-i İlmiyyesi:
265- Fîruzâbadı:
Mevkî-i İlmîsi:
Seyahatleri Ve Mazhar Olduğu Teveccühler:
Tefsirdeki Mesleği:
266- Seyyid-i Şerîf:
Üstazları Ve Kudret-i İlmiyyesî:
Seyahatları:
Bir Mübâhase-i İlmiyye:
Tefsirdeki Mesleği:
267- Hâcî Paşa
Mevki-i İlmisi:
268- Kutbü'd- Dîn İznîkî:
Mevki-i Îlmisi:
269- Îbnü'l-Bülkinî:
Mevkî-i İlmîsi:
270- Bedrü'd-Dîn B. Kaazî Simâvna:
Mevki-i İlmisi:
271- Hoca Muhammed Parsa:
Kemalât-ı Zâtiyyesi
272- Kara Ya'kub:
Mevki-i İlmîsi:
273- Muhammed Fenârî:
Üstazları Ve Seyehatları:
Kudret-i İlmıyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
274 - Alîyyü'l-Mehâyîmî:
Kemalat-ı Zâtiyyesi :
275- El-Hafîd Îbn-i Merzuk:
Mevkî-Î İlmîsi:
276 — Yazıcı – Zade:
Kemâlat-ı Zatıyesi:
277- Bürhânü'd-Dîn El-Bîkaaî:
Kudret-i İlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleği:
278- Alâü'd-Dîn Semerkandî:
Kudretli Îlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleği:
279- Celâlü'd-Dîn El-Mahallî
Kudret-i İlmîyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Celâleyn Haşiyeleri:
280- Alemü'd- Dîn El-Bülkînî:
Mevki-i Îlmisi:
281- Alâüd-Dîn Musannifek:
Üstazları Ve Seyehatları:
Kudret-i Îlmiyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
282- Alâü'd-Dîn Çelebî:
Mevki-i İlmîsi:
283- Abdu’r-Rahmân Es-Seâlîbî:
Mevkî-i İlmîsî:
160- el-Ferezdakî:

Alî b. Fedâl K Alî el-Kayruvânî, muktedir bir âlimdir. Ferezdak'ın hafidi olduğu için Ferazdakî denilmekle şöhret bulmuştur. Vefatı
(479) târihine müsadiftir.

Ferezdakî, tefsîre, lugata, edebiyyâta büyük bir vukuf sahibi idi. Bir müddet Gazne'de, sonra da Bağdat'da ikaamet etmiştir. Eş'ârı
da vardır.

Şu kıt'a da cümledendir[1] :

Müellefâtı, yirmi cilttir[2]

161- Fahru'l-İslâm el-Pezdevî:

Ali b. Muhammed b. el-Hüseyn b. Abdil-Kerîm b. Mûsâ, pek meşhur bir âlimdir. Takrîben (400) târihinde doğmuş, (482) senesi
Keşş kasabasında vefat etmekle na'şı Semerkand'e nakledilmiştir. Rahmetullâhi aleyh.

Fahrü'l-İslâm, Mâverâü'n-Nehir'de yetişen en büyük Hanefî fukahâsındandır. Tefsirde, usulde, füru'da mütebahhir idi. Hanefî
mezhebindeki pek geniş iktidarı darb-ı mesel sırasına geçmiştir. Semerkand'de tedrîs ile meşgul olmuş, pek kıymetli kitaplar te'lîf
etmiştir.

Müellefâtı, her biri Mushaf-ı Şerif hacminde yüz yirmi ciltten müteşekkil imiş. Bir cildi Es'ad Efendi Kütüphanesinde
(145) numarada mukayyettir. onbir cilttir. Usûl-i Pezdevî diye meşhur olan bu kitabı Abdü'1-Aziz Buharı Keşfü'l-Esrâr nâmiyle
şerh etmiştir. Matbû'dur, başka şerhleri, haşiyeleri de vardır.[3]

162- Alî b. el-Hasen en-Nîsâbüri

Alî b. el-Hasen b. Alî Ebü'l-Muhsin, yüksek seciyyeli bir âlimdir. (484) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Alî en-Nîsâbûrî, muktedir, Hanefiyyü'l-mezhep bir âlim, zahit, müttekî bir zât idi. Tefsirde, kelâmda mütehassıs idi. Horasan
âlimlerinin âdetleri veçhile va'z ve nasihatte bulunurdu. El-Hüseyn b. Alî es-Saymûrî'den ilim ahzetmiştir. Sultan Tuğrul Bey ile
beraber Bağdad'a gelmişti, Nîsâbûr'a avdet edince münzeviyâne yaşamaya başlamış, vaktini ibâdet ve tâate hasr etmiş, ekâbiri
ziyaretten kesilmişti. Bir gün Sultan Melik Şah, bu muhterem üstâzı eâmi-i şerifte görmüş, "Niçin bana gelmiyorsun?" diye
sormuş, bu mübarek üstaz da şöyle cevap vermişti : "Ben istiyorum ki, sen alimleri ziyaret etmekle hükümdarların hayırlısı olasın,
ben de hükümdarları ziyaret etmekle âlimlerin şerlisi olmıyayım".

Bu zât ile Ebû Muhammed el-Cüveynî ve oğlu Ebü'l-Meâlî arasında fürû' ve usûle müteallik bâzı mes'eleler dolayısiyle bir
muhalefet mevcut bulunuyordu, her birinin birtakım taraftarları vardı. Aralarındaki münazaralara dâir Aliyyü'1-Kâri' bir hayli
şeyler kaydetmiştir. Alî en-Nîsâbûrî'nin tefsiri ve sâir bâzı asarı vardır.[4]

163- Ebü Hâmîd Semerkandî:

Muhammed b. Abdi'r-Reşîd b. el-Hasen Alâü'd-Dîn, muhterem bir âlimdir. Semerkand'te El-Üsmûnt karyesinde doğmuş, bilâhare
Hicaz'a gidip avdetten sonra (488) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Ebû Hamid, Hanefî fuikahâsının fühûlünden sayılmaktadır. Es-Seyyid Eşreften ilm-i fıkıh ve sâire teallüm etmiştir. Tefsirde, fıkıhta
hilâfiyyatta mütebahhir idi

Müellefâtı, birkaç ciltden müteşekkildir.[5]


164- İbnü's-Sem'ânî:

Mansûr b. Ahmed b. Abdi'l-Cebbâr el-Mervezi et-Temîmî, meşhur bir âlimdir. Künyesi Ebü'l-Muzaffer'dir (426) târihinde doğmuş,
bilâhare birçok seyahatlerde bulunmuş, Horasan'da, Bağdat'ta, Kûfe'de, Hicaz'da bir hayli meşâhire mülâkî ohnuş, bir müddet
Horasan'da ikamet etmiş, nihayet Merv'e avdet edip orada (489) târihinde vefat eylemiştir. Mensup olduğu hanedan efradı fi'l-
asl "Benî Temîm" den "Sem'ân" Kabilesine mensupturlar. Bu cihetle Sem'ânî nisbetiyle şöhret bulmuştur. Rahmetu'llahi aleyh.

Îbnü's-Sem'ânî, büyük bir ilim ve irfan ocağına mensuptur. Babası da, kardeşi de, evlâd ve ahfadı da bütün ilim ve faziletle
temayüz etmiş kimselerdir. Kendisi, babası Ahmed b. Abdül-Cebbâr'dan, Ebû Ganim Ahmed'ten, İbni Heysem ile Ebü'1-Gar’âim b.
el-Me'mûn gibi zâtlardan ilm-i hadîs ve şâire ahzetmiştir. Kendisinden de oğullariyle Ebû Tâhir es-Sincî, îbrâhim el-Mervezî, Ömer
b. Muhammed es-Serahsî gibi meşâhir rivayette bulunmuşlardır.

Ebü'l-Muzaffer, tefsirde, hadîste, fıkıh ve usûl-i fıkıhta büyük bir üstaz idi, pek kıymetli eserleri, fazilet ve irfanının birer şahididir,
ifâdesi fasîh, hafızası güzel hikâyeler ile, nükteler ile, manzumeler ile müzeyyen idi.

İmâmü'l-Haremeyn, Ebü'l-Muzaffer hakkında pek takdirkâr bulunurdu. Abdü'l-Gaafir el-Fârisî dahi derdi ki : Ebü'l-Muzaffer,
zamanında fazl, zühd ve vera tarikat i'tibâriyle asrının feridi idi.

Ebü'l-Muzaffer, bidâyeten Hanefiyyü'l-mezhep iken bilahare Şafiî mezhebine intikaal etmiştir.

Şöyle ki : Ahmed es-Sem'ânî, Hanefî imamlarından fâzıl bir zât idi. tki oğlu var idi. Biri işbu Ebü'l-Muzaffer, diğeri de Ebu’l Kaasım
Alî, her ikisi de Hanefî mezhebine sâlik, Hanefî fukahâsı arasında müşârün-bi'l-benân idi. Ebü'l-Kaasım, yüksek me'mûriyetlerde
bulunmuş, büyük bir servet ve haşmet sahibi olmuştu. Ebü'l-Muzaffer ise, uzun seyahatlerden sonra (468) senesi Merv'e avdet
etmişti, hâlâ Hanefî mezhebinde bulunuyordu.

Müdâfaası uğrunda otuz sene kadar münazaralarda bulunmuş olduğu Hanefî mezhebini bilâhare terkederek Şafiî mezhebini
taklide başlamıştır.

Ebü'l-Muzaffer, bu mezhep tebdilini bâzı mânevi işaretlere mebnî iltizâm ettiğini hikâye etmiştir. Bu yüzden iki mezhep
müritesipleri arasında bâzı münâkaşalar, muhâsamalar yüz göstermiş, hattâ bizzat kardeşi Ebü'l-Kaasım dahi bu hareketinden
dolayı Ebü'l-Muzaffer'i muâhaze etmek istemiş, Ebü'l-Muzaffer de bir aralık Merv'i terk ederek Nîsâbûr'a gitmişti.

Ebü'l-Muzaffer, vaktiyle yapmış olduğu bir seyahat esnasında başından geçen bir vak'ayı şöylece anlatmıştır :

"Ben (461) târihinde Bağdad'a gitmiştim, orada fukahâ ile münazaralarda bulunmuş, daha sonra Hicaz'a giderken yolda Urbâ'nın
eline esîr düşmüştüm. Urban, beni de yanlarına alarak develeri gütmek için beraber gezdirirlerdi. Ben onlara okur yazar
olduğuma dâir bir şey söylememiştim, bir gün ileri gelenlerinden biri evlenecek oldu, şehirlerden birine giderek nikâhlarını akd
ettirmek istiyordu, esirler arasında bulunan bir şahıs, beni göstererek şu kendisiyle beraber deve güttüğümüz adam, Horasan'ın
fakîhidir, demesin mi?. Hemen beni çağırdılar, bâzı sualler sordular, ben de kendilerine Arapça cevap verince pek mahcup
oldular, beni esîr etmiş olduklarından dolayı i'tizâra başladılar, nikâhlarını kıydım, pek sevindiler, kendilerinden bir şey istememi
rica ettiler, ben istemekten çekindim, beni alıp Mekke-i Mukerreme'ye kadar götürdüler."

Ebü'l-Muzaffer, böyle bir esaret devresi geçirdikten sonra Mekke-i Mükerreme'de bir müddet mücavir kalmış, bu esnada "Sa'd
ez-Zencânî" ye musahip olmuş, ba'dehû Horasan'a dönmüş, (468) târihinde Merv'e vâsıl olmuştur.

Bir aralık Nîsâbûr'a gidince kendisine bir kürsî-i tezkır ihzar edilmişti. Burada müessir, beliğ mev'ızalariyle halkı tenvir etmiş,
bilâhare tekrar Merv'e dönünce Şâfiîlere mahsus bir medresede tedris ile meşgul olmuştur.

Ebü'l-Muzaffer'den sonra gelen Sem'ânî ailesi umûmen Şafiî mezhebine sâlik olmuşlardır! Hepsi de ilim ve irfan ile târihte
temayüz etmiş zatlardır. Bahusus (506) târihinde doğmuş olan meşhur müverrih Ebû Saîd Abdü'l-Kerîm es-Sem'ânî işbu Ebü'l-
Muzaffer’ in hafididir. Tâcü'1-İslam ünvanını hâiz bulunan bu kıymetli müverrih Hatîb-i Bağdâdî'nin kırk ciltten müteşekkil Târîh-i
Bağdat adındaki eserine on beş ciltlik bir zeyil yazmıştır. Bundan başka Kitâbü'l-Ensâb ünvanlı beş ciltlik bir eseri daha vardır ki, o
da pek kıymetlidir. "Merv" şehrinin mükemmel bir târihini de yazmıştır ki, yirmi ciltten mürekkeptir. Bir de oğlu Ebü'l-Muzaffer
Abdü'r-Rahîm için Mu'cemü'l-Meşâyih,Avâlî nâmiyle iki kitap yazmıştır. Mu'cemü'l-Büldân, Tuhfetü'l-Müsâfir, El-Esfâr ani'l-Eş'âr,
Et-Tahbîr fi'1-Mucemi'l-Kebîr, Fazâilü'ş-Şâm ünvanlı eserleri de vardır. Tezkiretü'1-Huffâz'da kendisinden pek sitâyişli bir lisan ile
bahsedilmektedir. .
Müellefâtı: Ebü'l-Muzaffer, Mansûr-ı Sem'ânî'nin bir çok mu'teber te'lîfâtı vardır. Bir kısmı şunlardır : üç cilttir. Usûl-i fıkh'a aittir.
hilâfiyyâta mütealliktir.bu kitap, Ebû Zeyd ed-Debbûsî'ye red ve onun Esrâr-ı Debbûsî ünvanlı eserine cevap olarak yazılmıştır.
(Hadîs-i şerîfe dâir zaibt edilen takrirleri) bütün bu eserler, Şafiî Mezhebine göre kaleme alınmıştır.[6]

165- Selmânü'l-Hulvânî:

Ebû Abdi'llâh, Selmân b. Abdi'llâh b. Muhammed en-Nakî el-Hulvânî, nahiv âlimlerindendir. Nehrevân ahâlîsinden olup (494)
târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Selmânü'l-Hulvânî, Bağdad'da ilim tahsil etmiş, Irak'ta cevelân ederek neşr-i ilme çalışmış, bilâhare İsfahan'a gidip orada tavattun
eylemiş, gayretli bir âlimdir, müfessirdir, bahusus nahivde mütehassıstır.

Müellefâtı: Kıraat üzeredir. lügate dâir on cilt olup, misli tasnif edilmemiştir, deniliyor. Ve sâire. Eş'ârı da vardır.[7]

Altıncı Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler:

166- Hatîb-i Tebrîzî :

Ebû Zekeriyyâ, Yahya b. Alî b. el-Hasen b. Muhammed eş-Şeybânî, nahiv ve lügat âlimlerindendir. (421) senesi Tibrîz'de doğmuş,
bilâhare Bağdad'da ikaamet etmiş, bir aralık gençliğinde Mısır'a gitmiş, ba'dehû yine Bağdad'a avdet edip (502) târihinde
Bağdad'da vefat etmiştir.

Hatîb-i Tibrizî, tefsirde, hadîste mahir olduğu gibi lügatte, edebiyatta da büyük bir üstâz idi. Ebü'l-Alâi'I-Maarrî, Ebû Muhammed
ed-Dehhân el-Lûgavî, Kadî Ebu't-Tayyîb et-Taberî, Hatîb-i Bağdadî gibi meşâhirden ilim ahzetmiş, kendisinden de Ebul-Fazl
Muhammed en-Nâsır, Mevhûbü'1-Cevâlîkî gibi bir çok fudalâ müstefîd olmuştur.

İlim ve irfan ve bilhassa edebiyyat sahasında büyük bir şöhrete mâlik olan bu zâtın işrete müptelâ olduğu maa't-teessüf rivayet
olunmaktadır. (Allah onu affetsin.)

Müellefâtı: Mülâhhas tesmiye edilen bu eser 4 cilttir. matbu'dur, matbû'dur, "Leyden" de basılmıştır. matbu'dur. aruz ile
kaafiyyeye dâirdir. Vesaire.[8]

167- Râgıb-ı İsfehânî:

Ebü'l-Kaasım, Huseyn b. Muhammed b. Müfaddal pek meşhur bir âlimdir. (503) târihinde vefat etmiştir.

Râgıb-ı Isfehânî, pek mütefekkir, mütebahhir ulemâdan ma'duttur. Şer'î ilimlerde büyük bir iktidar sahibi olduğu gibi hikmette,
ahlâkta, edebiyatta da yüksek bir ihtisas sahibi idi. Fahrü'd-Dîn-i Râzî, Te'sîsü't-Takdîs ünvanlı eserinde bu zâtı Ehl-i Sünnet
imamlarından ve Gazâlî'nin muâsırlarından olmak üzere göstermiştir. Binâenaleyh, Mu'tezile mezhebinde olduğuna dâir olan bir
zehap doğru değildir. Fıkhan Hanefiyyü'l-mezheb idi.

Rivayete nazaran İmâm-ı Gazâlî, Râgıb-ı Isfehânî'nin Mekârimü'ş-Şerîa ünvanlı eserini nefasetinden dolayı pek tahsîn eder, dâima
yanında bulundururdu.

Râgıb-ı Isfehânî hadd-i zâtında büyük bir müfessirdir, tefsir ihnine büyük bir hizmette bulunmuştur. Tefsire dâir yazdığı bir eseri
ikmâl edememiştir. Fakat bu natamam eser büyük bir kıymeti hâizdir, hattâ Kaadî Beyzâvî gibi bir büyük müfessir, bu kitaptaki
tahkîkattan müstefîd olmuştur.
Bu kitabın yazma müzehhep bir nüshası, Lâleli Kütüphanesinde (171) numarada mukayyettir. Fatiha süresiyle, Bakare sûresinin
evâiline dâirdir. Bu kitap, usûl-i tefsire dâir pek mükemmel bir mukaddimeyi cami'dir ki, eser de hatt-ı zâtında bu mukaddimeden
ibarettir.

Bu mukaddimede ezcümle Kur'ân'ın nasıl bir mu'cize olduğuna dâir pek güzel malûmat vardır. Bahusus deniliyor ki : Aklî ve sem'i
ma'lûmâtın. külliyyâtını müş'ir olan hiçbir büfhan, delâlet, taksim ve tahdit yoktur ki, Kitâbullâh onu nâtık bulunmasın. Şu kadar
var ki, Cenâb-ı Allah bu Kitâb-ı Mübîn'i, Arabın âdeti, tarz-ı muhâverâtı üzere i'râd buyurmuş, ve şu iki sebepten dolayı
hükemânın, mütekellimînin dakîk tarikları veçhile i'râd ve inzal buyurmamıştır.

Birincisi[9] : âyet-i kerîmesiyle beyân buyurulan sebeptir. Yâni Peygamberler, kendi kavimlerine lisanlariyle, onların idrâk
edecekleri bir veçhile hitab ederek muhtâc oldukları şeyleri beyan buyururlar, bu bir risâlet muktezâsıdır.

İkinci sebep de: Cenâb-ı Hakk'ın her hakikati her veçhile tefhim ve tebyîne kaadir bulunmasıdır. Şöyle ki : Dakîk hüccetler gayr-i
vazıh deliller i'trâdına mail olanlar, açık hüccetler ikaamesinden âciz olanlardır. Çünkü ekseriyyetin anlayabileceği bir tarzda
maksadı ifhâma muktedir olan bir zât, öyle az kimselerin zevkine varabilecekleri tarzda muratlarını ifhâma çalışmazlar. Allâhu
Teâlâ ise, en mühim hakaayıkı herkesin idrak edebileceği bir tarzda tebyîne kaadir olduğundan Kur'an'da muhâtabâtını bütün
böyle açık, herkesçe anlaşılması mümkün bir halde izhâr buyurmuştur.

Bu mukaddimede mu'cizât hakkında da pek güzel ma'lûmât serdedilmiştir. Şu veçhile hülasa edilebilir:

Mu'cizeler, hissi ve aklî olmak üzere iki türlüdür: Göz ile görülebilen ve âmme tarafından idrâk olunan mu'cizeler, birer hissî
mu'cizedir. Tûfân-ı Nûh, Nâr-ı İbrâhîm, Asâ-yı Mûsâ gibi. Basiret ile idrak olunan, hakîkaten, ukûl-i râciha sahipleri tarafından
mu'cizeler de birer aklî mu'cizedir. Ta'rîz veya tasrîh suretiyle gaibden haber vermek, birtakım ulûmun hakaayıkına bilâ-teallüm
muttali' olmak gibi. Hissî mu'cizeler, bâzan olabilir ki, kehânetten, veya ittifakı surette vâki' olmuş hâdiselerden az kalır ki, tefrik
edilemesin, aklî mu'cizeler ise böyle değildir.

Benî İsrail'in belâdetlerinden, basiretlerinin kılletinden dolayı kendilerine karşı ibraz buyrulan mu'cizelerin ekserisi hissî idi.
Ümmet-i Merhumenin kemâl-i aklından, kemâl-i fehm ve zekâsından dolayı da kendilerine ibraz buyrulan mu'cizelerin ekserisi
aklî bulunmuştur. Bunun içindir ki, aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz buyurmuştur.

Râgıb-ı Isfehânî: unvanlı eseriyle de müfessirlere büyük bir hizmette bulunmuştur. Bu eser, Kur'ân-ı Kerîm'in elfâz-ı mübârekesini
tahlîl ve tavzih eder. Bunların müştakkaatini, lûgavî ma'nâlariyle mecazî ve kinâî ma'nâlarını ve aralarındaki münâsebetleri
gösterir. Mühim bir felsefe-i lügat ünvanına lâyık olan bu eser, tefsir ile iştigal eden her zât için büyük bir rehberdir. Bu kıymettar
eser, Beyzâvî'nin de me'hazlarından biri bulunmaktadır.

Müellefâtı: Na tamam. matbû'dur. matbû'dur. üvanlı bir esere zeyl olarak basılmıştır.tasavvufa, ahlâka dâir, matbu' bir eserdir.
nevâdiri cami', ilm-i nefs ile ahlâka dâir, matbu' bir kitaptır. matbu' dur, iki cilddir. ve sâire.[10]

168- Ebü'l-Hasen, Alî Et-Taberî:

Cemâlü'd-din, Alî b. Muhammed b. Alî, ulemâdan bir zâttır. El-Kiya'l-Herrâsî denmekle ma'rûftur. (450) târihinde Taberistan'da
doğmuş, (504) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.

Ebü'l-Hasen Taberî, müfessir, Şâfiiyyü'l-mezheb bir âlim olup irtihâline kadar Bağdad'da Nizâmiyye medresesi müderrisi
bulunmuştur.ünvanlı bir eseri vardır.[11]

169- İmâm-ı Gazâlî:

Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed eb-Tûsi, âleminin yetiştirdiği en nezîh simalardan biridir. "Hüccetü'l-İslâm",
"Zeynü'd-dîn" lâkablarını hâizdir. (450) senesi Horasan'da Tûs şehri civarında Gazale karyesinde doğmuştur. Binâenaleyh bu
karyeye mensûb bulunmuştur. Bâzı zevata göre de gazi maddesine mensûbdur. Çünkü babası gazzâl idi, yâni yünden iplik yapıp
dükkânında satardı. "Gazzâl, Hubbâz, Saffâr gibi kelimelere yâ-i nisbet ilâvesiyle Gazâlî, Hubbâzî, Saffârî demek Harzem, Cürcan
ahâlîsince âdettir.
Gazâlî'nin pederi vefata yüz tutunca kendisiyle kardeşi Ahmed Gazâlî'yi, mutasavvifeden ve ehl-i hayırdan bir dostuna vasıyyet
etmiş, bir miktar da mal bırakmıştı. Bilâhare bu mal bitmiş, idareleri müşkil bir hâle gelmiş olmakla medreseye intisâb etmişler,
bu intisab saadetlerine, derecelerinin i'tilâsına sebep olmuştur, Nihayet bu büyük âlim, az bir müddet içinde cihanşümul bir
şöhret sahibi olduktan sonra (505) târihinde Tûs'da vefat etmiştir. Tayran kasabası hâricinde bulunan kabri, bir ziyâretgâhtır.
Rahmetu'llâhi aleyh.[12]

Üstadları:

İmâm-ı Gazâlî, evvelâ Tûs'da Alî Ahmed er-Râzegânî'den bir müddet fıkıh okumuş, sonra Cürcan'da İmâm Ebû Nasr el-İsmâilî'nin
derslerinde hâzır bulunmuş, bilâhare Nîsâbûr'da İmâmü'l-Haremeyn Ebü'l-Maâlî'den ilm-i kelâm, usûlü fıkh, mantık ve saire tahsil
ederek onun hayâtında te'lîfâta başlayıp büyük bir şöhret kazanmıştır.

Ebû Sel Muhammed'den Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim-i, Hâkim Ebü'1-Feth et-Tûsî'den Sünen-i Ebî Davud'u dinlemiş, Şeyh
Karmedî'den de tarîkate, tasavvufa dâir bir hayli hakikatler ahzederek onun gösterdiği zühd ve riyazet yoluna sülük etmiştir.[13]

Seyahatleri:

İmâm-ı Gazâlî, gerek maddî ve manevî kemâlâtını artırmak ve gerek kendi ma'lûmâtından âfâkı müstefîd etmek maksadîyle bir
hayli seyahatlerde bulunmuştur. Bir aralık Cürcân'a sonra Nîsâbûr'a gitmiş, üstadı Ebü'l-Maâlî'nin vefatını müteâkıb
"Sürremenreâ" ya giderek Vezîr Nizâmü'1-Mülk ile görüşmüş, bu kiymet-şinâs Vezirin huzurunda birçok âlimler ile
mübâhaselerde bulunarak iktidarını isbât etmiş, (484) senesinde uhdesine Bağdad'daki Nizâmiyye Medresesi Müderrisliği tevcih
olunmuştur. Artık Gazâlî'nin şöhretine, azamet ve ihtişamına nihayet yoktu. Fakat ruhunda lâtîf bir tahavvül husule gelmekle bu
haşmet ve dârâtdan tecerrüd ederek Hac farizasını ifâ için yeniden seyahate çıkmış, Hicaz'dan avdetle (489) târihinde Şam'a
uğramış, burada birkaç gün kaldıktan sonra Beyt-i Makdis'e teveccüh etmiş, bir müddet de orada kalmış, ba'dehû Şam'a avdet
eylemiştir. Şam'da on. sene kadar kaldığı rivayet olunuyor.

İmâm-ı Gazâlî bu seyahati esnasında Mısır'a da uğramış, İskenderiye'ye giderek orada bir müddet ikaamet etmiştir.

Mağrib hükümdarı Sultan Yûsuf b. Tâşfîn'nin güzel nam ve adlini işitmiş olduğundan onunla görüşmek için Mağribe gitmek üzere
yola çıkmış ise de bu hükümdarın vefatını yolda işitmekle bu seferi bırakarak kendi vatanı olan Tûs'a avdet eylemiştir.

Vezâret nöbeti, El-Ecell Cemâlü'ş-Şühedâ Fahrü'l-Mülk'e müntehi olmuştu. Bu zât, Gazâlî'yi ziyarete koşmuş, bu ilim ve irfan
güneşinin ziyasından muhitin mahrum kalmasını münâsib görmediğinden tekrar tedrîs kürsisine şeref vermesini musırran rica
etmiş, uhdesine Nîsâbûr'daki Nizâmiyye Medresesi Müderrisliği'ni tevcih ederek o feyizli üstâzı yeniden tedrisâta mecbur
eylemişti.

Artık Gazâlî, birtakım âlimler ile mübâhaselerde, münazaralarda bulunmak fikrinden vazgeçmiş, talebesini irşâd ve tenvîre devam
ederek dedikodudan âzâde, sükûnetli bir halde yaşıyordu.

Maamâfih Gazâlî, biraz sonra yine vatanına dönmüş, hanenin bir tarafında, fukahâ için bir medrese, sofiyye için de bir hânkaah
yaptırmış, kâh ilim sahipleriyle, kâh tarikat erbabı ile görüşüp konuşuyordu. Artık ruhunu i'lâ edecek ibâdetler ile, Kur'ân-ı Kerîm'i
tilâvet ile kudsî bir hayâta kavuşmuştu,[14]

Kemalât-ı Zatiyyesi:

İmâm-ı Gazâlî'nin fazl u kemâli, yalnız Şark'ın değil Garb'in de gözlerini kamaştırmış, terceme-i hâline dâir gerek Şark'da ve gerek
Garb'da bir hayli kitaplar yazılmıştır.

Gazâlî, asrında Şafiî ulemâsının en yükseği' bulunuyordu, pek parlak bir zekâya mâlikti, naklî ve aklî birçok ilimler ile müzeyyen
olan ruhunda birçok faziletler bihakkın tecellî etmişti. Lisânındaki talâkat, ifâdesindeki belagat rûhları teshir ediyordu. Yüksek ilim
müesseselerinde tevâlî eden dersleriyle, rengin hitâbeleriyle, fâideli yazılarıyle pek büyük bir şeref ve şan kazanmıştı. Herkesin
mahabbetini celb etmişti. Mazhar olduğu azamet ve ihtişam, Bağdad Dârü'l-Hilâfe'sindeki ümerâ ve vüzerânın haşmet ve
azametine tefevvuk etmiş bulunuyordu.

Gazâlî'nin maddî varlıklarla, zahirî faziletlerle bir gûnâ kanâat etmeyen ruhu, mânevi sahalarda da kendisini tatmin edecek
feyizler arıyordu. Bu cihetledir ki, maâlî semâlarına yükselerek pek müterakkî, mühezzeb bir hâle gelmeğe muvaffak olmuştur.

Gazâlî'nin zâhîrî kemâlâtına bakanlar diyorlar ki: Gözler Gazâlî gibi mükemmel bir âlim görmemiştir. Bunlardan biri diyor ki :
"Gazâlî'nin kadrini anlayabilmek için Gazâlî kadar muktedir olmalı ve hiç olmazsa ona yakın bir fazîlet sahibi bulunmalıdır. Halbuki
Gazzalî'den sonra kendisine müsavi veya mütekeaarib sayılacak bir kimse yetişmemiştir. Artık o büyük âlimi bihakkın takdir kaabil
değildir. Onu herkes ancak kendisinin ilim ve irfanı derecesiyle mütenâsip bir surette takdir edebilir"

Gazâlî, daha hayatta iken eserleri her tarafa intişâr etmişti. Hattâ seyahati esnasında Şam'a gitmiş, orada bir müderrisin dersinde
mütenekkiren hazır bulunmuştur. Müderris, tilmizlerine bir mevzuu takrir ediyor, "Bu hususta Gazâlî de şöyle demiştir" diye
dersini tenvire çalışıyordu. Bunu işiden Gazâlî'nin artık ruhî duygularını düşünmeli : O nezih âlim, kendisine bir ucub ârız
olmasından korkmuş, hiç kimseye sezdirmeden Şam'a veda ederek başka bir semte çıkıp gitmişti.

İmâm Gazâlî'nin ma'nevî cephesine nazır olanlar da onun pek büyük bir mutasavvıf, pek kıymetli bir hal ehli olduğuna kaani'
bulunuyor, onun maddî varlıktan müteneffir olan ruhundaki ulvî tecelliyâta meftûniyet gösteriyorlar.

Endülü'sün pek büyük âlim ve müfessiri olan Kaadî Ebû Bekir el-Arabî diyor ki : "Ben îmâm Gazâlî'ye bir sahrada tesadüf ettim,
üzerinde eski bir kisve, elinde ucu demirli bir asa, koltuğunda bir su ibriği bulunuyordu, halbuki ben onu evvelce Bağdad'da
görmüştüm ki, dersinde büyük fazîlet sahiplerinden dörtyüz kadar zat hazır bulunmakta idi. Kendisine yanaştım, selâm verdim, ve
dedim ki : Ya İmam! Senin için Bağdad'da ders ile bahs ile meşgul olmak bu halden daha hayırlı değil midir? Bana göz ucu ile
hiddetli bir tarzda bakarak şöyle dedi :[15]

Gazalî Hakkındaki İtirazlar Ve Bunların Saikleri:

İmam Gazâlî'yi takdir ve tebcil edenler pek ziyâde olduğu gibi onun hakkında bâzı i'tirazlarda bulunan birtakım zevat da vardır. Bu
i'tirazların hakîkî sâikleri şu veçhile hülâsa edilebilir :

1- Dînî esaslara muhalefet şaibesi. Şöyle ki :

Gazâlî'nin bâzı sözleri, yazıları dînî esaslara zahiren muhalif gibi görünüyordu.O zamana kadar görülmiyen derin fikirler, yanlış
anlaşılmaya kaabiliyetli mütâlâalar Gazâlî'nin eserlerinde görülmiye başlamıştı. Binâenaleyh bâzı müteverri', ihtiyatlı zevat, bir
hüsn-i niyyetle bu gibi şeyleri hoş görmüyorlardı.

2- Bâzı büyük müctehitlere muhalefet hâli. Şöyle ki :

Gazâlî bâzı şeylerde büyük müctehitlerden ayrılmak, onları tenkît etmek gibi bir cesaret göstermişti. Semâ' hakkındaki bâzı
kanâatleri Hanefiyye hakkındaki bâzı sözleri bu kabildendir. Binâenaleyh Gazâlî'nin bu cesareti de bi'z-zarûre hoş görülmemiştir.

3- Bâzı mes'eleleri taz'îfe kıyam. Şöyle ki : .

Gazâlî esasen Şafiî mezhebine mensuptur, o mezhep kavâit ve usulü dairesinde içtihada kaadir olabilecek bir âlimdir, bu cihetle
şâir mezheplere, bâ-husûs Mâlikî mezhebine ait bâzı mes'eleleri taz'îfe kıyam etmişti. Binâenaleyh Gazâlî'nin bu hareketi de
muhalefet ettiği mezhep ulemasının hoşnutsuzluğuna sebebiyet vermiştir. 4- Eş'arî mezhebine muhalefet.
Şöyle ki :

Gazâlî, kelâmda üstâzı Ebü'l-Meâlî'nin meslekini ta'kîb etmiş, hususlarda Eş'arî mezhebine muhalif bir vaziyet almıştı.
Binâenaleyh Eş'arî mezhebine pek ziyâde bağlı olan ve talî mes'elelerde bile bu mezhebe muhalefeti tecvîz etmiyen zevat
Gazâlî'nin bu vaziyetinden münfail olmuşlardır.

5- Mezâhib ihtilâfı. Şöyle ki :

Muhtelif mezâhib ve mesâlik erbabı alelekser biribirini tahtıe ve takbih edegelmişlerdir. Sofiyye tarîkına sâlik olanlar arasında bile
hal görülüyor, Gazâlî ise tasavvuf tarîkına sülük ederek birtakım Hakikatleri ta'mîka başlamış, Mâlikî imamlarından olan ve keskin
bir zekâ sahibi bulunan Mâzerî gibi mu'terizleri ise ibarelerin zevahiri ile iktifâ ederek başka ta'mîkaata lüzum görmemiş
olduklarından aralarında bi'z-zarûre bir sû-i tefehhüm vücûda gelmiştir.

6- Yeni bir tarz-ı hareket. Şöyle ki : ,

Gazâlî, ilm-i kelâma mantık kavâidini tatbîk etmiş, İhyâü'l-Ulüm'u Sofiyye mezhebi üzerine yazmış, bunda fıkıh kanununu terk
eylemiş, yazılariyle yeni bir çığır açmış olduğundan bu tarzdaki hareketi de dedi-koduya bâis olmuştur.

7- Felsefenin, bâzı ilimlerin inkişâfına muhalefet. Şöyle ki :

Gazâlî bâzı kimselerin iddiasına nazaran felsefeyi tezyif etmiş, feylesofların fikirlerini cerha çalışmış, Fârâbî ile, İbn-i Sînâ ile
inkışafa başlayan felsefe cereyanlarının devamına engel olmuş, Yunan felsefesinden Müslümanların istifâdesine mâni' olarak
İslâm âleminin terakkiyâtını asırlarca tevkife sebebiyet vermiştir. İşte böyle zannedenler de o büyük âlim, mütefekkir hakkında
i'tirâza yeltenmişlerdir. Biz bunların bir kısmını aşağıda tahlîl edeceğiz.[16]

Gazâlî Hakkındaki Î'tirazları Tahlil:

Gazâlî, evvelce söylediğimiz veçhile cihanda bir çok âlimlere, dahîlere nasîb olmayan pek büyük hürmetlere, takdirlere mazhar
olmuştur. Büyüklüğüne, yazmış olduğu kıymetli eserler, hakkında görülen bir kısım ma'nevî işaretler birer şahit olarak
gösterilmektedir. Bununla beraber aleyhinde söz söyliyenler, kitaplarını birer bid'at mecmuası sayarak ihrak ve imhasına
çalışanlar da bulunmuştur. Hattâ bu mu'terizler arasında pek büyük, muhterem âlimler de vardır. Kaadî-Iyâz, Ebû Abdillâh el-
Mâzerî, Ebü'l-Velîd et-Turtûşî, Zehebî gibi zevat bu cümledendir.

Ebü'l-Ferec el-Cevzî diyor ki : "İhyâ'nın galatlarını toplayarak yazdığım bir kitaba adını verdim,"

Mağrib âlimlerinden bir zât da nâmiyle bir kitap yazmış ise de bilâhara gördüğü korkunç bir vakıa üzerine Gazâlî hakkında
kanâatini tashih etmiştir.

İbn-i Teymiyye de Gazâlî hakkında bâzı tenkitlerde bulunmuştur. Fakat Gazâlî'ye isnâd edilen bâzı yazıların Gazâlî'ye âit
olmadığını söyleyerek onu müdafaaya da çalışmıştır.

Şimdi bu i'tirazların başhcalarını cevaplariyle beraber hulâsatan tahlîl ve tavzîh edelim:

1- Gazâlî nahiv i'tibâriyle Arap lisânına hâkim değildir, söylerken bâzı lâhinlerde bulunur, sözlerinde bâzı ı'rab hatâları görülürdü.

C: Bu i'tirâz, Gazâlî'nin ilim sahasındaki iktidarını tenkîs edemez. Kendisi esasen evlâd-ı Araptan değildir, hayâtım da bütün
lisaniyata tahsîs etmemiştir. Hattâ kendisi pek munsıf bir zât olduğundan dermiş ki : "Ben nahiv ilmi ile ihtiyaçtan fazla meşgul
olmadım, bu cihetle yazılarımda bir nahiv hatâsı görürseniz ıslah edebilirsiniz?" Fakat bu, bence büyük bir tevazu' eseridir, yoksa
Gazâlî pek fasîh, belîğ, Arap lisânına vâkıf bir zâttır. Öyle güzel ibareleri, beliğ hutbeleri, makaaleleri vardır ki, bunları birçok
edipler, fasihler tanzîre zor muvaffak olabilirler, İhyâü'l-Ulûm'un her faslındaki parlak mukaddimeler, hutbeler buna şâhiddir.

2- İmam Gazâlî, Kimyâyı Saâdet'inde ve bâzı sûrelerin şerhi, bâzı meselelerin îzâhı hususunda şer'-i şerîfe muhalif görülecek
birtakım yazılar yazmış, fikirlerde bulunmuştur. Bunlar Hüccetü'l-İslâm ünvanını hâiz bir zâtın kaleminden sudur etmemeli idi.

C : Bu i'tirâz üzerinde biraz tevakkuf etmek ister : Evvelâ şu müsellemdir ki, Peygamberlerden başka hiçbir kimse ma'sûm,
hatâdan mahfuz değildir, bu i'tibârla Gazâlî de bâzı hatâlara ma'ruz kalmış olabilir. Dînî esaslara muhalif olan sözler her hangi
kalemden sudur etmiş olursa olsun redde mahkûmdur. Hele müslümanların arasında büyük tanınmış, kitapları umûmun istifâdesi
sahasına vazedilmiş olan zevat; fikirlerinde daha ziyâde mütebassır bulunmalı, cumhûr-ı Müslimînce kabul edilmiş esaslara
münâfî görülecek tarzda yazılar yazmamalıdır. Fakat her fikri, her yazıyı dînî esaslara muhalif zannederek sahibinin aleyhine
yürümek de dâima doğru olamaz. Bu gibi fikirlerin, yazıların dînî esaslara muhalif olmadığı güzel bir tetkik ve tevcih neticesinde
tebeyyün edebilir. Bâhusûs faziletiyle, diyânetiyle tanınmış zevatın lehine binlerce fikirleri, yazıları şehâdet edip dururken hemen
birkaç fikirlerine, yazılarına bakarak aleyhinde bulunmak muhataralı bir harekettir. Bir söz, te'vil ve tevcihi kaabil oldukça kaalinin
aleyhine hüccet ittihâz edilemez. İşte Gazâlî'nin bir takım fikirleri, sözleri de bu kabilden bulunmaktadır.
3- Gazâlî, ilm-i kelâmda mütebahhir değildir. Hattâ kelâm ilmini tahsil etmeden evvel felsefe ile uğraşmış, felsefenin te'sîri altında
kalmış, felsefenin verdiği cür'etle bâzı hakîkatlara hücum etmiştir. Çünkü bir feylesof, kendisini dinî hükümlere riâyet
mecburiyetinde görmez, kendisini eimme-i dîne tâbi' tutmaz.

C: Bu iddia da Gazâlî hakkında pek nâbecâdır. Gazâlî ilm-i kelâmda mütebahhir olmayabilir. Gazâlî kelâm ilmine dâir mufassal
eserler yazmamıştır. Fakat kelâm meselelerine dâir ve ehl-i Sünnet mezhebine muvafık öyle vâkıfâne yazılar yazmıştır ki, bunlar O
büyük âlimin kelâm ilminde de ne kadar kudret sahibi olduğunu isbâta kifayet eder.

Gazâlî, kelâm ilmini felsefeden sonra okumamış, bilâkis kelâm ilmini tahsîl ettikten sonra felsefe ile meşgul olmuştur.Bunu bizzat
Gazâlî adlı eserinde sarahaten bildiriyor.

4- Gazâlî'nin kitapları muvahhidîn ile felâsife, mütesavvife ve işârât ashabı meslekleri arasında mütereddit bulunuyor, kâh
feylesofâne kâh mütesavvifâne fikirler dermeyân ediyor, bu bâbtaki hareketi, dînî esaslara tamamen tevâfuk etmemektedir.

C: Bu i'tirâz da ta'mîka muhtaçtır. Esasen İmam Gazâlî, birçok ilimler ile, fenler ile mücehhez bir âlimdir, gayesine hizmet için
bâzan felsefeden, bâzan tasavvuftan vesâireden istifâde edebilir. Fakat O, dînî ilimlerde mütehassıs, metin bir diyanete sahip
olduğundan onun felsefî ve tasavvufî beyanâtı, dînî esaslara muvafık bir dâirede cereyan eder.

Acaba "muvahhidîn" ta'bîrin'den maksat nedir? Bununla Cenâb-i Hakk'ın Vahdâniyyetine kaail olan mü'minler kasdediliyorsa
felâsife ile mütesavvifenin muvahhidîn üzerine atfedilmesi burada doğru olamıyacaktır. Çünkü bu atıf, mugayereti
îcâbetmektedir. Halbuki felsefe ve tasavvuf sâlikleri arasında da birçok müvahhit olanlar vardır. Ve eğer "muvahhidîn" ta'bîriyle
ekserisi ilhak ve hulule mensup olan vahdet-i mutlakaya kaail olan kimseler kasdediliyorsa Gazâlî'nîn bunlar ile hiçbir alâkası
yoktur, bilâkis bunlardan müteneffirdir, bu gibi vahdet-i mutlakaya kaail olanları tekfir etmiştir. Artık Gazâlî nasıl olur da bunların
arasında mütereddit bir vaziyette bulunur?

5- İmam Gazâlî, İbn-i Sina'nın felsefesiyle iştigal etmiş, ona i'timat göstermiş, ondan mülhem olmuştur. Müellifi feylesof olan ve
müteaddit risalelerden teşekkül eden "îhvânü's-sâfa" mecmuasını da okumaya devam eylemiştir. Hâsılı felsefî fikirleri, dînî
mes'elelere mezcetmeye çalışıyor, bu fikirleri tezyine uğraşıp duruyordu.

C : Bu i'tîraz da Gazâlî hakkında bir sû-i zan eseridir. Vâkıâ bu büyük mütefekkir, felsefe ile de uğraşmıştır, ve iştigali öyle İbn-i
Rüşd'ün iddiası veçhile yalnız İbn-i Sina'nın felsefesine münhasır da değildir, daha eski felsefe mekteplerini de tetkik etmiş,
bunların arasında hakîkata tekarrup i'tibâriyle farklar bulunduğunu tasrîh eylemiştir. Fakat Gazâlî, hiçbir vakit İbn-i Sina'dan ve
saâir feylesoflardan ilham almamıştır. Bilâkis Feylesofların bir kısım yanlış i'tikatlarını eserlerinde ve bilhassa "Tehâfütü'l-felâsife"'
sinde göstermiştir.

Maahâzâ bir fikir, felsefî olduğu için mutlaka fena olmak îcâb etmez, hakka tercemân olan birtakım felsefî mütâlâalar, kanâatler
de bulunabilir. Binâenaleyh bunların tahsîne şâyân olduğunu i'tirâf etmek, munsif, mütefekkir bir âlim için bir vazifedir, hadis-i
şerifini de unutmamalıdır.

6- Gazâlî, mantığa büyük bir kıymet vermiş, mantıkta ihtisası olmayanın ilmine i'timâd edilemiyeceğini iddia etmiş, dînî ilimlere
felsefeyi karıştırmıştır. Bu cihetle Gazâlî, İslâm âlimlerinin evvelki safvetini ihlâl etmiş oluyor.

C: Bu i'tiraz da Gazâlî'yi ve onun sözlerini iyice anlamamaktan neş'et etmiş olmalıdır. Gazâlî, zamanında, felsefe, Müslümanların
arasında da intişâra başlamıştı. Felsefeye tehalük gösterenler çoğalmıştı. Feylesofların yaldızlı sözleri bâzı sâde dillerin gözlerini
kamaştırıyor, kalplerini teshir edebiliyordu, artık mücâhit bir İslâm âlimi için bu felsefe cereyanlarını takip etmek, feylesofların
ratb ve yâbis sözlerinin kıymetini meydana çıkarmak mühim bir vazife teşkil ediyordu. Hasma karşı hasmın silâhiyle mukaabelede
bulunmak ihtiyâcını hisseden Gazâlî, mücâhedelerinde muvaffak olmak için felsefe tetebbüâtına başlamış ve feylesofların
müddeâlarını isbât için müracâat ettikleri mantık kavâidinden de istifâdeye lüzum görmüştür. Gazâlî, bu tetebbuât, bu istifâde
sayesindedir ki, feylesofların sözlerindeki birçok çürük noktaları keşfedebilmiş, onların iddialarını ilmî usuller dâiresinde
reddederek kendi gayesine hizmete muvaffak olmuştur.

7- Gazâlî, tasavvuf hususunda "Ebû Hayyân et-Tevhîdînin kitaplarını me'haz ettihâz etmiş, kendisi Sofiyyeden olmadığı halde
tasavvuftan dem vurmuştur. Aslen Şîraz'lı veya Nîsâbur'lu bulunan Ebû Hayyân ise fena şöhret kazanmış bir şahıstır, Zehebî'nin
beyânına göre adüvvu'llahdır, sû-i akîde sahibi bir yalancıdır. Ebü'l-Ferec bin Cevzî'nin Târih'indeki beyânına göre de
zenâdıkadandır, sû-i i'tikaadını gizlediği cihetle de zındıkların en şedididir.
C: Bu i'tiraz da yerinde değildir. Bir kere Ebû Hayyân'ın bu kadar fena bir şahıs olduğu herkesçe müsellem değildir. Dörtyüz
târihinde berhayat olduğu anlaşılan Ebû Hayyân, Tâcüddîn-i Sübkî'nin ifâdesine nazaran fakîh, mütekellim, müverrih bir kimsedir,
lûgatta, tasavvufta imamdır, El-Besâir, El-İşârât gibi birtakım musannefâti vardır.

İbn-i Neceâr da diyor ki : "Ebû Hayyân Tevhîdî, fakir, sâbir, mütedeyyin, sahih i'tikatlı, basâir gibi güzel müellefât sahibi bir zâttır.

Sonra "İmam Gazâlî ahlâk ve tasavvufa dâir kitaplarında Ebû Hayyân'ın eserlerini me'haz ittihâz etmiştir." denilmesi de doğru
değildir. Gazâlî, Ebû Tâlib-i Mekkî'nin Kuutü'l-kulûb'unu, üstâz Ebü'l-Kaasım Kuşeyrî'nin "Kitâbü'r-risâle"sini, Hâris-i Muhâsibî'nin
kitaplarını me'haz ittihâz etmiş, Cüneyd, Şiblî, Ebû Yezîd-i Bistâmî, Alî Alâî gibi ekâbirin makaalelerinden müstefîd olmuş,
bunlardan başka da kendi ilim ve irfanına istinatta bulunmuştur.

Gazâlî'nin Sofiyyeden olmadığını iddia ise güneşin ziyadan mahrum olduğunu iddia etmek kadar gariptir. Mutasavvıfların en
büyüklerinden olan Şeyh Muhyyiddîn-i Arabî bile: "Gazâlî tarik ehlinin reislerindendir." diyor ve Gazâli’nin İhyâü'l-ulûm'unu
Mescid-i Haram'da Kâ'be-i Mükerreme muvacehesinde okumuş olduğunu haber veriyor.

8- Gazâlî akıl ve fehmi ile ilimdeki mümâresesiyle temayüz etmiş bir âlim idi, fakat bilâhara şeytanın vesvesesine kapılarak ilmi
de, ilim ehlini de bırakmış, tedris vazifesine nihayet vermiş, feylesofların fikirlerine, Hallâc'ın remizlerine tercemân olmuş,
bâtınîlerin sözlerini îzâha çalışmış, kitaplarını mütesavviflerin sözleriyle doldurmuş, fukahâya, mütekellimîne ta'n ve teşnî'de
bulunmuştur.

C: İşte bunlar da tetkik ve tahlile muhtaç birtakım isnadlar. Filvaki' Gazâlî büyük bir âlim, pek kıymetli bir müderris idi, senelerce
ilim neşrine devam etmiş, binlerce dimağları tenvire muvaffak olmuştur. Fakat muahharan şeytanın vesvesesine değil, Râhmân'ın
ilhamına mazhar olarak bir müddet de kendi ruhunu tasfiyeye, kendi ebedî istikbâlini te'mîne çalışmış, müstait olduğu ma'neyî
kemâlâtı elde ettikten sonra yine eski hayâta dönmüş, hem ilim ve ve kemal taliplerine, hem de tarikat sâliklerine daha
mükemmel, daha nâfi' bir tarzda hizmet etmiştir.

Gazâlî, muhitinde mütekellimler, feylesoflar, bâtınîler, mütesavvifler nâmiyle dört zümre bulmuştu ki, bunlardan her biri kendi
mesleğinin hakkıyyetini iddia edip duruyordu. Gazali, evvelâ kelâm ilmiyle iştigal etmiş, Mütekellimlerin istidlal yoliyle hakikatten
haberdâr olduklarına kaani' olmuştur, kendisi de bu tarîka sâlik idi, fakat istidlal tarikiyle olan yakînini, keşif ve müşahede
mertebesine yükseltmek istiyordu.

Sonra feylesofların tarîkini tetkike başlamış, hiç kimseden ders almaksızın kendi kendine iki sene kadar felsefe ile tevaggul etmiş,
neticesinde feylesofların hak ve hakikati taharri hususunda birçok hatâlara mâruz kaldıklarını görmüştür.

Bir aralık da bâtınîlerin iddialarını tetkike başlamış, "İnsanlara hak ve hakikatin inkişâfı ancak ma'sum bir mürşidin ta'lîmi
sayesinde kaabil olur" iddiasında bulunan bu fırkanın bu husustaki delillerini tavzih ve tahlil ettikten sonra bunları tenkîd etmiş,
bunların nekadar vâhî, mülhidâne bir maksada müstenit olduğunu meydana çıkarmıştır.

İmam Gazâlî, daha sonra Sofiyye tarıkına nazarlarını tevcih etmiş, bir tereddüt devresi geçirdikten sonra Sofiyye tarîkına sülük
etmiş, bu tarîkin ehline mukaarin olmuş, artık aradığı keşif ve müşahede gayesine bu sayede nail olabilmiştir.

Demek oluyor ki Gazâlî, Hakk'a vusul için kudsî bir maksat ta'kîb etmiş, kelâm ilmiyle tasavvufu Hakk'a hadim bulmuş, bunlara
muhalif olan tariklerin butlanını teşhire çalışmıştır. Artık Gazâlî'nin mütekellimîne, fukahâya ta'n ve teşnî'de bulunduğu nasıl iddia
edilebilir ki, kendisi de O zümrenin en mümtaz bir mümessilidir.

İmam Gazâlî, İhyâda görüldüğü veçhile yalnız maddî bir menfaat mülâhazasiyle fıkıh, kelâm tahsil edenlere ta'n ediyor, İslâm
yurdunun her tarafında tababet gibi lüzumlu ilimler, zımmîler elinde kalmış olduğundan, bir kısım Müslümanların ise yalnız hâkim
olmak, mansıp sahibi bulunmak hevesiyle İslâm hukukunu teşkîl eden fıkha inhimak gösterdiklerinden şikâyette bulunuyor.

Filhakika bu şikâyet doğrudur, dînî ilimler kudsiyyetinden dolayı müstakiller birer gaye teşkil etmelidir, bunların tahsili yalnız
maddî menfaatler mülâhazasına mübtenî olmamalıdır ve Müslümanlar için lâzım gelen sair ilimleri de tahsile gayret edip yalnız
bir iki ilim ile iktifa etmemelidir.

Gazâlî, böyle yalnız maddî bir menfaat düşüncesiyle ilim tahsil edenlerden şikâyet ettiği gibi Sofiyyeyi taklîd eden, kendilerini
halka satmaya çalışan birtakım tarikat düşkünlerinden de şikâyette bulunmuştur.

9- Gazâlî, diyor ki : "Bildiğimiz bâzı şeyler vardır ki bunlar kitaplara tevdi' edilemez, bâzı bu kabil ma'lûmat vardır ki'bunları İşâaya
mesağ yoktur, bunlar ehlince ma'lûm hakîkatlardır"
Acaba işâasına mesâğ olmayan bu şeyler hak mıdır, bâtıl mıdır? Eğer bâtıl şeyler ise doğrudur, bunlar kitaplara tevdî edilemez ve
eğer hak iseler, ki Gazâlî'nin maksadı budur, bunlar neden kitaplara tevdî edilemesin? Bunlar anlaşılması müşkil şeyler ise izah
edilmelerine ne mâni' vardır?

C : Bu i'tiraz da pek varit değildir. İşâa edilmesine mesağ olmayan mes'elelerle işâasında mahzur bulunmayan mes'eleler arasında
esasen bir tehâlüf ve tebâyün mevcut olduğuna Gazâlî asla kaani' değildir. Bütün dînî ahkâm ve maârif, biribirini mütemmim,
aynı menba'dan müstenbat, aynı hakikati mutazammındır. Zahire muhalif olan bir bâtın, nazar-ı hakikatte bâtıldır. Şu kadar var
ki, bir kısım maârif vardır ki bilinmesi her fert için îcâbetmez ve bunların künhüne her fert vâkıf olamaz, bunlar dakik
mes'elelerden bulunduğu cihetle bunların işâa edilmesi bâzı yanlış telâkkilere, tefsirlere sebebiyet verebilir. Binâenaleyh
bunların işâası doğru olamaz.

Netekim bâzı muâlecâta, tıbbî mesâile müteallik şeyler de açıkça yazılıp herkesin istifâdesine arzedilmez. Çünkü tıp fennine
müntesip olmayanların bir yanlışça tatbik ve isti'mâl ederek hayatî bir tehlikeye uğramalarından korkulur. Bu gibi şeylere esrâr-ı
ilim, esrâr-ı san'at denilmektedir.

İşte bâzı dînî hakikatler de böyledir, maamâfih bunların bir kısmını hakkiyle ifâde ve îzah edecek ta'bîrât dahi
bulunamıyacağından bunlar bi'z-zarûre kitaplara tevdî' edilemez. Bunlar hâl ehline âit, zevk ile bilinir hakîkatlardır.

Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Alî'den şöyle rivayet olunuyor :

Halka bildikleri, anlayabilecekleri şeyler île söz söyleyiniz, Allâhu Teâlâ ile Resulünün tekzîb edilmesini arzu eder misiniz?"

Filvaki' nâsa anlayamayacakları, zevkine varamıyacakları birtakım şeyler söylenirse hayrette kalırlar veya inkâr ederek büyük bir
tehlikeye düşerler.

10- Gazâlî, kitapları birçok vâhî, mevzu' hadîsler ile doldurmuştur, îhyâ'daki hadîslerin bir kısmı bu kabildendir. Müteverri' bir zât,
kendince sabit olmadıkça; "İmâm Mâlik şöyle dedi, İmâm Şafiî böyle söyledi" diyemez. Artık nasıl olur da Resûl-i Ekrem'den sabit
olmayan sözler, hadîs nâmiyle Nebiyy-i zîşân'a isnâd edilerek denilebilir.

C : Bu i'tirâza da şöyle cevap verilebilir. Vakıa İhyâ'da vesâir bâzı kitaplarda böyle bir kısım hadîsler vardır. Evlâ olan bunların
hadîs olarak zikredilmemesidir. Şu kadar var ki, bunlar ahkâma değil, yalnız fazâile, tergîb ve terhîbe müteallik sözler olduğundan
bunların hadîs nâmiyle zikredilmesinde ötedenberi müsamaha gösterilmiştir.

Maahâzâ İmâm Gazâlî hadîs ilminde büyük bir ihata sahibi değildir. Kendisinden yalnız bir hadîs-i şerif rivayet edilmiştir. Son
zamanlarında hadîs ile tevaggula başlamış ise de ömrü vefa etmemiş, hadîs ilminde tekemmül edememiştir. Kitaplarındaki
hadîsleri kendisinden evvelki ulemânın, Sofiyyenin kitaplarından alarak nakletmiştir. İhtimal ki bunların sıhhatine kaail olmuş,
bunları bir hüsn-i zanna binâen iktibas etmiştir. Yoksa kitaplarını vâhî, mevzu' hadîsler ile doldurmak istememiştir.

Şunu da ilâve âdelim ki : İhyâ'daki hadîslerin birçoğu bilâhara bâzı âlimler tarafından hadîs ilmine tevfikan tahrîc edilmiştir. (806)
târihinde vefat eden Zeynüddîn el-Irâkî bu bâbda iki cilt kitap yazmıştır. Tahrîc edilmiyen, isnatsiz kalan, yâni râvîleri teayyün
etmiyen hadîsler ise mahduttur. Nitekim Tâcüddîn-i Sübki bunları Tabakaat'ında tesbît etmiş bulunuyor. Maamafih bu isnatsız
kalan hadîslerin birçoğu da sahîh hadîslere maâlen mutabıktır.

Gazâlî merhum, daha hayatta iken İhya hakkındaki bâzı i'tirazlara muttali' olmuş, bunlara adındaki bir eseriyle cevap vermiştir.
Bu eser, Zebîdî'nin ünvanlı kitabının hamişinde tab' edilmiştir.

11- Gazâlî, İmâm-ı A'zam gibi ekâbir-i müctehidin hakkında tenkîdimsi sözler söylemiş, haddini tecâvüz eylemiştir.

C: Filvaki' Gazâlî böyle bâzı tenkitlerde bulunmuş, bu hareketinin cezasını da görerek kendi bâzı mezhebdaşları tarafından
zendeka ile itham edilmiş, hemen hemen katli cihetine gidilmek istenilmiştir. Bereket versin ki yine Hanefî ulemâsından bâzı
zevat imdadına yetişmiş, Horasan Valisi olan Emir Sencer Selçukî'ye müracaat ederek tahlîsini te'mîn eylemistir. Fakat bu hareket
Gazâlî'nin şebabeti zamanına müsadiftir. Bilâhara tevbe etmiş, İmâm-ı A'zam hakkındaki hüsn-i re'yini İhyâü'1-ulûm'da
göstermiştir. Artık böyle terk edilmiş bir kanâaatten dolayı âlim bir zât muaheze edilemez.

12- İmâm Gazâlî demiştir. Bu söz, Allâhu Teâlâ'ya aciz isnadını işrab edeceğinden doğru değildir.

C: Bu i'tiraz da îzâha muhtaçtır. Filvaki' bu sözden ilk nazarda böyle bir isnat münfehim olabilir. Ve bu söz Cenâb-ı Allah'ın fail bi'l-
ihtiyar değil, fâil bi'1-îcâb olduğunu îhâm eder. Halbuki, Allâhu Teâlâ'nın kudreti gayri mütenâhîdir. Kendisi de fail bi'1-ihtiyardır,
kendi kudret |ve ihtiyariyle bu bedî' âlemi yarattığı gibi daha nice bedîs âlemleri de yaratabilir, O'nun gayri mütenâhî olan
kudretini hiçbir şey tahdîd edemez.

Bu hakikate şüphe yok ki Gazâlî de mu'teriz kadar, belki ondan daha ziyâde vâkıftır. O halde bu sözden maksat ne olabilir?

Bir kerre şunu arzedelim ki, mümkün olmayan bir şeyin vücûda gelemiyeceğini söylemek Cenâb-ı Hakk'a aciz isnadını işrâb
etmez. İşte Gazâlî de böyle söylüyor, “Bu kâinattan daha bedl' bir şey imkân dâiresinde mevcut değildir.” diyor, Mümkün
olmayan şey ise bi'z-zarûre vücûde gelemez, çünkü Kudret-i İlâhiyyenin taallûkuna müstaid değildir.İki nakîzın içtimâi gibi.
Binâenaleyh böyle mümkün olmayan bir şeyin vücûda gelememesinden acz-i İlâhî lâzım gelmez. Ancak bu kâinat hakkında böyle
bir iddia doğru mudur? Yâni hakîkaten bu mükevvenattan daha bedî' bir âlem, imkân dâiresinden hâriç midir? Bunu halletmek
îcâb eder. Ebû Bekr el-Arabî vesaire bunun imkânına kaaildirler. Diğer bâzı zevat da adem-i imkânına k'aail bulunuyorlar.

Ezcümle bu hususta Şeyh Muhyiddîn-i Arabî Fütûhât'ında diyor ki : "Burada yalnız iki mertebe vardır : Kıdem mertebesi, hudus
mertebesi, birinci mertebe Hak Teâlâ'ya mahsustur,ikinci mertebe de halka aittir. Artık Cenâb-ı Allah ne yaratacak olsa hudus
mertebesinden çıkamaz. Hallâk-ı Kerîm, kendisine müsâvî bir kadîm yaratamaz mı da denilemez, çünkü bu gaye-i muhalde bir
sözdür." Yâni bir şey hem yaratılsın, hem de Yaradan'a müsâvî bir kadîm olsun, buna imkân mutasavver değildir.

Gazalî'nin bu sözünü Abdii'l-Kerîm Cîlî de şöyle tevcih ediyor : "Vücuda gelen her şey hakkında Allâhu Teâlâ'nın kadîm olan ilmi
sebketmiştir, artık o şey İlm-i İlâhî'deki mertebesinden ne yükselebilir, ne de alçalabilir."

Binâenaleyh bu nıükevvenât hakkında da Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi taallûk etmiş olduğundan bunlar da bulundukları halden
daha bedî', veya daha vadi' olamaz.

Bu hususta Şeyh Şâzilî de şöyle demiştir : "Bizim aklımızın hükmüne nazaran bu âlemden hikmetçe daha bedî’ bir şey imkânda
mevcut değildir. Allâhu Teâlâ'nın kendi ilmiyle istîsâr ve ihtiyar ettiği şey ise bunun hîlâfınadır."

Demek ki bu âlemden daha bedî' bir âlemin vücûduna Allahu Teâlâ'nın ilim ve irâdesi taallûk etmiş olsa öyle bedî' bir âlem de
vücuda gelebilir.

Bu tevcihlerden hiçbiri büyük bir kuvve-i mantıkıyyeyi hâiz değildir. Bunlara karşı da lâzım gelen cevaplar verilmiştir. Maahâzâ
daha başka tevcihler de vardır. İbrîz'e müracaat!..

Velhâsıl böyle te'vil ve tevcihi kaabil bir sözden dolayı o koca mütefekkir Gazâlî'ye i'tirâzına mahal yoktur.

13- Gazâlî, dînî esaslara bağlanmış, felsefenin aleyhinde bulunarak Yunan felsefesinin İslâm muhitinde inkişâfına mâni' olmuş,
İslâm âleminin asırlarca terakkiden mahrumiyetine sebebiyet vermiştir.

C: Son zamanlarda bâzı kimselerin dermeyân ettikleri bu i'tiraz da pek vahidir. Bir kerre şüphe yok ki Gazâlî de bizzat felsefe ile
uğraşmış, felsefenin hakîkî cephesini göstermeye çalışmış, feylesofların hakikate tevâfuk etmiyen bâzı nazariyelerini tenkit etmiş,
muhtelif felsefî meslekler arasındaki tezatları meydana çıkarmıştır ki, bu mesâi tarzı da ayrıca bir felsefe meslekî demektir.

Sonra felsefeden ne kastediliyor? Vaktiyle riyâzî, tabiî, tıbbî ilimler de bütün felsefeye dâir sayılıyordu. Bilâhara bunlar birer
müstakil ilim hâlinde bulunmuş, felsefe ise sırf mükevvenattan, mücerredâttan, kâinatın ilel-i evveliyesinden umumî surette
bahse mahsus bir tetkik ve tefahhus, bîr nazariyecilik tarîki olarak kabul edilmiştir.

Gazâlî'ye gelince: Bu zât, hiçbir vakit riyâzî, tabiî, tıbbî ilimlerin aleyhinde bulunmamış, bilâkis bunları tahsile teşvîk etmiş, hattâ
Müslümanların tıb gibi nâfi' ilimler ile uğraşmadıklarından yana yakıla şikâyette bulunmuştur.

Mücerret nazariyattan ibaret olan, hakikate tevâfuk etmiyen, İslâmî esaslara aykırı gelen birtakım felsefî fikirlere, akidelere
muhalefet etmesi ise neden İslâm terakkiyâtını sekteye uğratmış olsun? Bu kabil bir Yunan felsefesi asıl zuhur ettiği kendi
muhitinin hayâtını, terakkiyâtını idâmeye hizmet edememiş olduğu halde İslâm âleminin hayâtına, terakkiyâtına mı hizmet
edecek idi!.

Târih gösteriyor ki, Yunan felsefesi İslâm âleminde intişâra başlamadan evvel Müslümanlar sırf Kur'an'dan, Hadis'ten aldıkları bir
ilham sayesinde büyük bir faaliyet ve cevvâliyet göstermiş, terakkiden terakkiye mazhar olmuş, varlıklarını parlak bir surette
tevsîa muvaffak bulunmuşlardı. Vaktâ ki Yunan felsefesi İslâm muhitinde intişâra başladı, fikirlerde zahiren bir inkişaf yüz gösterir
gibi oldu, fakat hakîkat-ı halde İslâm alemindeki eski kuvvet ve faaliyet zevale yüz tuttu, nâfi' bir cevvâliyet yerine bir zevk ve
sefâhet hayâtı kaaim oldu, akideler gevşedi, ihtilâf çoğaldı, İslâm rabıtası çözülmeye başladı.
Binâenaleyh Gazâlî, eserleriyle İslâm faaliyetini, terakkiyâtını sekteye uğratmamıştır. Belki bu faaliyeti, bu terakki hayâtını felce
uğratan kuru bir felsefe dedi-kodusu yerine hakîkî, feyizli bir İslâm hikmetinin ikaame edilmesini tavsiye etmiş, kendisi de böyle
bir hikmetin tecellîsine hizmette bulunmuştur.[17]

Gazâli'nin Tefsirdeki Mesleği:

İmam Gazâlî, her ilimde olduğu gibi tefsir ilminde de bir üstazdır. Bu ilme dâir de eserler yazmıştır. Hattâ nâmındaki tefsiri 40 cüz'
veya 10 cilttir. Bu tefsiri İstanbul kütüphanelerinde çok aradım, nihayet Eyüp Sultan'da Bahriye Nâzın Hasan Paşa Kütüphanesin-
de (54) numarada mukayyet bir cildini buldum. Bu cilt, Sûre-i Mülk'ten âhir-i Kur'ân'a kadar olup (430) sahifeden müteşekkil
bulunmuştur. (811) târihinde yazılmış, Gazâlî'nin olduğu üzerinde yazılı, üslûbundan da anlaşılıyor.

Bu tefsir oldukça münakkah ve toplu bir surette yazılmıştır. Evvelâ âyetler tahlil ve tefsir olunuyor, Mücâhit'ten, Nesefî'den,
Tüsterî'den vesâireden bâzı şeyler naklediliyor. Sonra bâzı âyât-ı celîlenin tefsiri sırasında adetâ İhyâü'l-ulûm'da olduğu gibi züht
ü takvaya vesaire dâir sahifelerce ma'lûmat veriliyor.

Bu ciltte[18] âyet-i kerîmesi Ebû Katâde'den mervî bir hadîs-i şerife mebnî diye tefsir olunuyor. Sonra da şu hadîs-i şerif rivayet
ediliyor :
[19]
Bir de Sûre-i Yûsuf Tefsirine dâir Bombay'da tab' edilmiş olan nâmındaki kitap,Gazâlî'ye nisbet edilmiştir. Bu tefsir de aşk ve
mahabbetin yüksek mâhiyetine dâir arifane sözleri, hakimane hikâyeleri, mütasavvifâne beyitleri, nükteleri ihtiva etmektedir.
Ezcümle mukaddimesinde şöyle deniliyor : "Biliniz ki Allâhu Teâlâ mahabbeti, mümkinâtın zuhuruna; illet ve meveddeti
mevcudatın sürûruna sebep kılmıştır. Çünkü Allâhu Teâlâ Kelimât-ı Kudsiyyesinde buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden
biri de "Mahbûb" dur.

Yine bu tefsirde şu mealde bir hikâye vardır : Hazret-i Yûsuf bir gün başını babası Hazret-i Yâküb'un dizine koyarak uyumaya
dalmıştı. Anın lâtif çehresine bakan Hazret-i Yâkup, âcabâ bu yüz mü güzel, yoksa ay ile güneş mi diye düşünüyordu. Derken
Hazret-i Yûsuf uyanıp ay ile güneşi rü'yâda kendisine secde eder bir halde gördüğünü haber vermiştir.

Hazret-i Yûsuf demiş oluyor ki: Şems ile Kamer iki cemattır, ben ise Hallâk-ı Kerîm'in sun'u olan bir zî-hayâtım. Binâenaleyh ben
onlardan daha güzelim, buna şahit te bunların bana secde eder bir halde görülmüş olmalarıdır.

İlâveten de deniliyor ki: Gündüzün görülen rü'yâlar sahîh olmaz denilmesi galattır. Çünkü Hazret-i Yûsuf da, Katayfur da
rü'yâlarını gündüzün görmüşlerdir ki bunlar birer sahîh rü'yâ idi.

Bu tefsirde şöyle bir kıt'a da vardır.[20]Nâmındaki bu lâtif kitap, bir tefsir olmaktan ziyâde bir ibret, bir mev'ıza', bir tasavvuf
mecmuası demektir.

Müellefatı: [21]Ayet-i celîlesi hakkında tetkîkaatı muhtevidir ve sâire. ünvanlı kitap Gazâlî nâmına tab'edilmiş ise de onun değildir.
Bu kitap li-maksadin Gazâlî'ye nisbet edilmiştir. Bu kitap sahibi kıdem-i âleme kaaildir. Gazâlî ise kıdem-i âleme kaail olanları
tekfir etmektedir. Tehâfüt-i felâsife'si buna şahittir. (750) târihinde vefat etmiş olan Ebû Bekr Muhammed bin Abdillâh el-Mâlikî
bu kitap hakkında bir reddiye yazmıştır.[22]

170- Tâcü'l-Kurrâ':

Ebü'I-Kasem, Mahmud b. Hamza b. Nasri'l-Kirmânî, Nahiv ulemâsından bir zâttır. Bir aralık vatanından ayrılmış, (500) târihinde
berhayât olup bu târihten sonra vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Tâeü'l-Kurrâ', müfessir, lisân-ı Arapta mütehassıs, pek zekî, dikkat-i nazara, husn-i istinbâta mâlik Şâfiiyyü'l-mezhep bir âlimdir.
Kıymetli müellefâtı vardır.

Tâcü'l-Kurrâ'nın Lübâbü't-Tefâsir nâmındaki eseri, metin, vâzih, münakkah, müfessirlerin akvâlini muhtasarca cami', pek faydalı
bir kitaptır. Hele âyetleri tavzih ve tahlil hususunda pek mükemmeldir. Tef sîr-i Kaadî’den bir hayli mufassaldır.En ziyâde dirayet
tarikiyle yazılmış, ahkâm-ı şer'iyyenin hikmetlerine işareti hâvî bulunmuştur. Ezcümle:[23] âyet-i kerîmesinin tefsiri şu mealdedir :
''Bunlar ile ticârette menfaat vardır. Şarap, zaîfe kuvvet verir. Taamın hazmına yardım eder. Mahzunu testiye edip
korkaklara şecaat, cimrilere sehâvet bahş eyler. Meysir denilen humar ile de ihtiyaç sahiplerine vüs'at gösterilmiş olur. Çünkü
bunu oynayanlar deve boğazlamak ve bunun etini muhtaçlara dağıtmak için oynarlar. Boğazlayacakları develerin etinden
kendileri yemezler. İşte bunların bu gibi birer menfaati vardır. Fakat bunlar sebebiyle tehaddüs edecek günah daha büyüktür.
Bunların yüzünden insanlar arasında adavetler, buğzlar vücûda gelir. Bunlar fuhşiyyâta saik olur. Bunlar, aklın zevâline sebebiyet
verir. Daha nice nice sayılması uzayacak fenalıkları meydana getirir. Binâenaleyh bunların menfaatlarına aldanmamahdır. Çünkü
bunların zararları bu menâfi'den kat kat ziyâdedir."

Bu tefsirin birinci cildi Üsküdar'da Nûrbânû Kütüphanesinde (24) numarada mukayyettir. Kezâlik birinci ve ikinci ciltleri Veli
Efendi Kütüphanesinde (249 ve 250) numarada mukayyettir. Üçüncü cildi de Fâtih Kütüphanesinde (417) numarada mukayyed
olup sûre-i Meryem'den Sure-i Sâffât'ın nihayetine kadardır.

Müellefâtı: bu son iki kitap nahve dâirdir.[24]

171- Ebü Muhammed Bagavi:

Hüseyin b. Mes’ud b. Muhammed el- Ferra, meşhur bir alimdirMuhyi’s-süüne), (Rüknü’d-din) ünvanı haizdir. Takriben(426)
tarihinde doğmuş, (516) tarihinde vefat etmiştir. Ehl-i Horasan’dandır. İkamet etmiş olduğu da medfundur.Rahimehu’llahu Teala.

Ebu Muhammed Begavi,Şafii fukahasında ve büyük muhadislerden bir zattır. Fıkıh ve hadis ilimlerinde imam sayılmaktadır.
Müfessir,Fadıl,gayet mütevviri,metin Selef mesleğine salik,sahih akideli bir mübarek alim idi. Kaffal-i mervezi’nin talebesinden
olan Kaadi Hüseyn’den ve sairden hadis ve fıkıh ahzetmiştir.Kendisinden de Ebu Mansur Muhammed el-Attâr, Ebü'l-Fütûh
Muhammed et-Tâî gibi zatlar rivayette bulunmuşlardır.

Bagavî'nin tefsiri, rivayet tarîkına müstenid, mütevassıt bir haldedir. Birçok ahâdîs-i şerîfeyi muhtevidir. Ashâb-i Kirâm'dan,
Tabiînden ve Tabiîne tâbi' olan zatlardan tefsire dâir rivayet edilen akvâli cami' bulunmaktadır. Bununla beraber İsrâiliyyât
kabilinden olan bir kısım târîhî ma'lûmâtı da hâvidir. Bunlar; dînî bir mâhiyeti hâiz, ahkâmdan gayri ma'dûd olduğundan bir tenkit
ve tetkîke tâbi' tutulmaksızın bâzı tefsirlere böyle dere edilegelmiştir. Bu kabil rivayetler bir tetkik haddesinden geçirilmeden
tefsirlere dere edilmemiş olsaydı elbette daha isabet edilmiş olurdu.

Bagavî'nin bu tefsirini (875) târihinde vefat etmiş olan Şeyh Tâcüddîn Ebû Nasr Abdü'l-Vehhâb ile Hâzin-i Bağdadî ihtisar
etmişlerdir. Fadıl, şâir bir zat olup (1042)' de Câmiü's-sağîr'i tercüme ederek Dördüncü Sultan Murad'a ihdâ etmiş bulunan Biga'lı
Kadri Mehmet Efendi, tefsîr-i Bagavî'yi tercüme ettiğini mezkûr Câmiü's-sağîr tercemesi mukaddimesinde zikretmiştir.

Müellefâtı: Matbu' bir tefsirdir. 4484 hadisten müteşekkil matbu' bir kitapdır. hadîse, fıkha dâir üç citlik mu'teber bir eserdir.
fıkha dâirdir. ve sâire.[25]

172- Îbn-i Mevheb:

Alî b. Abdillâh b. Mevheb el-Cüzâmî, ulemâdandır. (441) de doğmuş, (532) târihinde vefat etmiştir; Rahmetu'llâhi aleyh.

İbn-i Mevheb, müfessir ve kıymetli bir zâttır. (Tefsîrü'l-Kur'ân) ünvanlı bir eseri vardır.[26]

173- Ömer b. Muhammed en-Nesefî:

Ebû Hafs Necmü'd-din Ömer b. Muhammed b. Ahmed, Mâverâü'nnehr'de yetişen Türk âlimleri arasında pek parlak bir nâsıyeye
mâlik bir fâzıldır. (461) târihinde Nesef'de doğmuş, (537) târihinde Semerkant'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Ömer en-Nesefî, tefsir, hadîs, kelâm, fıkıh, usûl-i fıkh, belagat, târih ilimlerinde büyük bir ihtisas sahibi idi. Hanefî fukahâsından
olan bu zat fıkıh ilmini Sadrü'I-İslâm Ebü'1-Yüsr Muhammed el-Pezdevî'den, sâir ilimleri de birçok eâzımdan ahzetmiştir.
Ma'lûmâtının vüs'atinden ve ilminin her tarafa intişârından dolayı kendisine (Müfti's-sakaleyn) ünvanı verilmiştir. Zekâsının
parlaklığı, ahlâkının metanet ve safveti ile temayüz etmiş, yüze yakın kitap te'lîf eylemiştir. Tefsîre dâir yazmış olduğu kıymetli
eserinin, mukaddimesinde usûl-i tefsire âit nâfi' ma'lûmat vardır. Âyât-ı celîleyi geniş bir surette îzah etmiştir.

Bu muhterem âlim, Mekke-i Mükerreme'de iken Zemahşerî'yi ziyarete gitmiş, o koca allâmenin kapısını çalınca aralarında kapı
arkasından bir lâtife olmak üzere şöyle bir muhavere cereyan etmiş olduğu mervîdir :

Zemahşerî :

— Kim o? Nesefî :

— Ömer, Zemahşerî :

— Munsarıf ol, yâni çekil git. Nesefî :

— Efendim! Ömer munsarıf olmaz. Zemahşerî :

— Nekre olunca munsarıf olur.

Müellefâtı: dört ciltten müteşekkildir. Bir nüshası Kütüphâne-i Umûdî'de (329) umûmî ve (76) sıra numarada mevcuttur. tefsire
dâirdir.fıkha, hadîse dâirdir. Fıkha dâir nazmen yazılan ilk eserdir. fıkha dâir bir manzumedir. fıkıh ıstılahını muhtevidir. yirmi
cilttir. İslâm muhitinin yalnız bir köşesinde yetişmiş olan binlerce yüksek âlimlerin hazin hâtıralarını ihya etmektedir. ve
saire. Teftâzânî tarafından şerh edilmiş olan adındaki meşhur metin, bu zâta nisbet ediliyor: Fakat Zürkaanî'nin ifâdesine nazaran
bu zâtın eseri değildir. Belki Muhammed Ebü'1-Fadl Burhânü'd-dîn en-Nesefî'nin eseridir.[27]

174 — Mahmûd Zemahşerî:

Ebül-Kaasım, Mahmûd b. Ömer b. Muhammed b. Ahmed, pek meşhur bir müfessirdir, Türkistan'ın bir büyük parçasını teşkil eden
Harzem ülkesinin Zemahşer köyünde (467) târihinde doğmuş, bilâhare seyahatlerde bulunup defeatle Bağdad'a gitmiş, Mekke-i
Mükerreme'de mücavir kalıp Cârullah ünvân-ı mefharetini ihraz etmiş, bir sefer esnasında isabet eden soğuk bir kardan dolayı bir
ayağı kesilerek, a'rec kalmış, nihayet Mekke-i Mükerremeden Harzem'e avdet edip (538) târihinde bir arefe gecesi vefat etmiştir.
Cürcan kasabasında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[28]

Kudret-i İlmîyyesi:

"Fahr-ı Harzem" lâkabını da hâiz bulunan Zemahşerî, ilim ve kemal i'tibâriyle bir hârikadır. Bağdad'da Alî b. Muzaffer en-
Nîsâbûri’den, Ebü'n-Nasr el-Isbehânî ile Ebû Mansûr el-Cevâlikî'den ilim ahzetmiş, zamanının bir kısmı Arabistan'da ve bahusus
Mekke-i Mükerreme'de mücavir bir halde geçerek Arap lisânına fevkalâde bir sûrette muttali' olmuştur. Hattâ birgün Ebî Kubeys
dağına çıkarak Arap kabilelerine hitaben: "Babalarınızın, dedelerinizin dilini gelin benden öğreniniz." diyecek kadar kendisinde bir
kudret görmüş, filvaki1 vücûde getirmiş olduğu kıymetli eserleriyle bu iddiasını isbât etmiştir.

Zemahşerî, Tefsir, hadîs, lügat belagat ilimlerinde bî-nazîr idi, hac için yapmış olduğu bir sefer esnasında Bağdad'a uğramıştı,
şöhreti her tarafa yayılmış olan bu yüksek âlimi, Şeyh-i Şerîf b. eş-Şecerî ziyaret edince: kıt'asını temessülen okumuştu.[29]

Bu cümleye karşı Zemahşerî, teşekkür etmiş ve bir makamla ola şu hadîs-i şerifi nakl ile Şerîf hakkında duâ ve senada
bulunmuştur

"Zeydü'l-Hayl, huzûr-i Nebevi'ye dâhil olunca yüksek bir ses ile şehâdet getirmiş, Resül-i Ekrem salla'llahu aleyhi ve sellem de
:[30] diye buyurmuş, işte Şerif hazretleri de böyledir.

Bu muhavere esnasında bulunan zevat, hadîs-i şerifi îrâd etmek Şerife, şiiri inşâd etmek de Zemahşerî'ye lâyık olacağını
düşünerek bu .musahabeden taaccüb etmişlerdi.
Zemahşerî'nin gösterdiği bu kemalden dolayı taaccübe pek o kadar mahal yoktur. Ma'lûmdur ki, Müslümanlığın tulûiyle birçok
milletler birdenbire tenevvür etmiş, ilim ve irfan sahasında büyük muvaffakiyetler göstermiş, aralarından ne büyük muhaddisler,
fakîhler, edipler yetişmiştir.

İşte Asya kıt'asının en eski ve medenî sakinlerinden olup kadîm çağlardanberi yüksek varlıklar göstermiş olan Türkler de kendi
ulvî, şahâmetli fıtratlarına pek uygun olan dîn-i İslâm'ı kabul edince pek büyük muvaffakiyyetler göstermeğe ve bu dîn-i mübîne
pek mühim hizmetler etmeğe başlamışlardı. Daha aradan çok zaman geçmeden Türkler arasında gerek siyasetçe ve gerek ilim ve
irfanca pek mümtaz zevat yetişmiş oldu. Artık İslâmiyete hizmeti kendilerine en ulvî bir gaye ittihâz eden, İslâm ilimlerinin
tedvinine, neşrine harikulade bir surette himmet ve gayret gösteren Türk âlimleri, mütefekkirleri Arapça konuşuyor, eserlerini
Arapça yazıyor, gerek dînî ilimlerin, ve gerek Arap'lisânının dekaayıkına vukuf i'tibâriyle adetâ Araplar ile müsabakaya çalışıyor ve
pek parlak bir tarzda muvaffak da oluyorlardı.

İşte böyle" bî-nazîr muvaffakiyetlere mazhar olan Türk zekâsının en mükemmel mümessillerinden biri de Zemahşerî'dir. Bu zâtın
ilmindeki vüs'at, yazılarındaki belagat, üslûbudaki azamet, fikrindeki metanet her türlü takdirlerin fevkindedir.

Binâenaleyh Zemahşerî, İslâm ulemâsı arasında kendisine ebedî ve pek şa'şaalı bir mevki' te'mîn etmiş bulunmaktadır.[31]

Tefsirdeki Mesleği:

Zemahşerî tefsir sahasında büyük bir inkılâp vücûde getirmiş, lâ-yemût bir şöhret kazanmıştır. Evvelce müfessirlerin hemen kısm-
ı a'zamı yalnız rivayet tarikını ta'kîb ediyor, âyetlerin ma'nâlarını temhîde, mebânîsini teşyîde, hükümlerini tenbîhe çalışıyorlardı.
Dirayet tarîkına ikinci derecede ehemmiyet veriyor, veya bu ciheti bilkülliyye ihmâl ediyorlardı.

Zemahşerî ise tefsirinde başka gayeler de ta'kîb etmiş, Kur'ân'ın bir mu'cize-i belagat olduğunu isbâta çalışmıştır.

Filhakika Kur'ân-ı Mübin'in belagat ve fasâhatca bütün edebî âsârın kat kat fevkinde olduğunu, hattâ bu i'tibâr ile bütün semavî
kitaplardan da mümtaz bir mevki'de bulunduğunu tebarüz ettirmiş, Kitâb-î İlâhînin lâtif lâtif nüktelerini, işaretlerini izhâra çalışıp,
pek güzel muvaffak da olmuştur.

Bu hârika-i zekânın tefsîrindeki dakik nüktelerden, işaretlerden birini kaydedelim. Bir nükte ki, bir işaret ki Fahr-i Râzî gibi en
mütefekkir bir müfessiri bile takdir ve tahsîne mecbur etmiştir.

Râzî şöyle diyor : "Denilse ki :[32] âyet-i kerîmesindeki nazm-ı şerifinde fâide nedir? Melekler zâten teşbih ve tahmîd ile iştigalleri,
Cenab-ı Allah'a evvelce îmân etmiş olmalarını muktazîdir, artık tekrar imân ile tavsif edilmelerinde fâide ne olabilir?

Deriz ki : Bundaki fâide, sâhib-i Keşşafın beyân ettiği nüktedir, Zemahşeri, bu nükteyi cidden pek güzel bulmuş, diyor ki : Bundan
murâd Cenâb-ı Allâh’tan arş üzerinde hâzır ve müşahit olmadığına tenbîhdir. Çünkü orada câlis ve müşahit olsa idi, arşı hâmil
olan, etrafında bulunan melekler zâtu'llâh'ı müşahede ve muayene etmiş olurlardı, o halde Allâhu Teâla’nın varlığına imanları—
îmân bi'l-gayb kabilinden olmıyacağı cihetle— haklarında meth ü senaya sebeb olmazdı. Çünkü hâzır ve müşahit olun bir şeyin
varlığına îman, medh ü senaya sebep olmaz. Görülmez mi ki güneşin vücûdunu, parlaklığını ikrar etmek senayı îcâbetmez. Artık
Allâhu Teâlâ, meleklerin îmânını medh ve ta'zîm tarikiyle zikredince anlaşılmış oluyor ki melekler, zât İlâhî'yi arş üzerinde hâzır ve
câlis olmadığı halde mücerred delil ile bilip tasdik etmişlerdir. Allâhu Teâlâ Keşşaf sahibine rahmet etsin, eğer kitabında bu
nükteden başka bir şey bulunmasa idi yine kendisine fahr ve şeref olmaya kifayet ederdi."

Filhakika Fahr-ı Râzî'nin bu senası yerindedir. Çünkü : nazm-ı celilinden böyle bir nükteye intikal etmek, bununla da
Mücessimenin i'tikaadındaki butlanı meydana çıkarmak büyük bir nufûz-ı nazar eseridir.

İşte bu gibi hususlardan dolayıdır ki, Zemerşerî'nin tefsiri, kendi zamanına kadar misli yazılmamış, yeni bir tarzda vücûde
getirilmiş, Ebü's-Suûd merhumun da dediği veçhile : Bu tefsir çehre-i i'câzın incilâsı için parlak bir âyine olmuştur.

Hattâ Zemahşeri dahi bir tahdîs-i ni'met makaamında olmak üzere kendi tefsirinin kıymetini şu kıt'asiyle i'lâna lüzum görmüştür
:[33]

Zemahşerî, bu mühim tefsiri üç sene kadar az bir zaman zarfında yazıp vefatı târihi olan senenin Rebîü'l-âhirinde ikmâl
etmiştir.[34]
Amel Ve İ'tîkadca Mezhebi:

Fıkhan Hanefiyyü'l-mezheb olan ve âbid ve zâhid bulunan Zemahşerî, i'tikadca maatteessüf Mu'tezili bulunmuştur, hattâ bu
i'tikaadiyle iftihar da ederdi. Bu cihetle yazdığı o muazzam tefsir, kendi i'tikaadının cefi ve hafî surette bir tercümanı olmak
şaibesinden kurtulamamıştır.

Filvaki' Zemahşerî, rü'yetu'llâhı münkir idi. Tasavvuf neşvesinden mahrum idi, bu yüzden Ehl-i Sünnet'e, Söfiyye hazarâtına ta'n
ve teşnîa cür'et göstermiş;[35] âyet-i celîlesinin tefsiri sırasında evliyâullah aleyhinde birtakım gayr-i lâyık sözler söylemiştir ki,
bunların alelade bir eserde bile yazılması müstehcen görülür.

Maahâzâ kendi mezhebine muvafık düşmeyen âyetleri birtakım bârid tekellüfât irtikâbiyle te'vîle de kalkışmıştır. Bu cihetledir ki,
ilm-i kelâmdan bi-hakkın behresi olmayanların Keşşaf tefsirini mütâlâa etmeleri ihtiyata münâfîdir.

Vâkıâ birçok muhaşşîler, bahusus Şerefü'd-Dîn-i Tayyibî, Keşşaf'daki i'tizâl mesâil ve mevâzıını teşrih etmiş, red ve" tashîha
çalışmış ise de melhûz olan muhatara yine tamamen zail olmamıştır.

Keşşaf'da i'tizal mesaili bâzan pek açık bir halde görülür, bâzan da herkesin infâz-ı nazar edemiyeceği derecelerde kapalı bulunur.

Meselâ: Mu'tezile taifesi, rü'yetullâhı münkirdirler. Bunlara göre rü'yetin birinci şartı mer'înin bir cihette bulunmasıdır. Bu da
mer’inin ya cisim veya cismânî olmasiyle kaabildir. Halbuki Zât-ı Bârî, cisim ve cismânî olmaktan münezzehtir. Binâenaleyh kaabil-
i rü'yet değildir.

İşte Zemahşerî [36] âyet-i kerimesinin tefsirinde bu mes'eleyi açık bir tarzda beyân ederek diyor ki : “Gözler Zât-ı Îlahi'ye taallûk
edemez ve kendisini göremez. Çünkü Allâhu Teâlâ zâtında mubassır olmadan mutedildir. Gözler ecsâm gibi asaleten veya a'râz
gibi teb'iyyeten bir cihette bulunan şeylere taallûk eder, Zât-ı Bari ise böyle değildir."

Halbuki Ehl-i Sünnet'e göre rü'yetin şartı, mer'înin mevcûd olmasıdır, Allâhu Teâlâ ise mevcûd-ı hakîkî olduğundan dâr-ı âhirette
görülmesine bir mâni' mutasavver değildir. Âyet-i celîle ise ru'yeti değil, ebsârın ihata veçhile idrâkini nefyetmektedir. Her ne ise
Zemahşerî, burada I'tizâl akîdesini sarahaten dermeyân etmiştir. Fakat: âyet-i kerîmesinin tefsirinde bu akidesine pek hafî bir
halde işaret ederek demiştir ki : "Cennete giren kimse için mutlak ve her türlü necata vesile olan şeye mütenâvil olan fevz hâsıl
olmuş olur. Çünkü fevz ve. necat için Allah'ın suhtundan, Cehennemin ebedî azabından kurtuluşun, naîm-i muhalîede nâiliyyetin
ötesinde bir gaye mevcut değildir."

Zemahşerî, fevz ve zafere gaye olmak üzere bunları gösteriyor, bununla da rü'y^tullâh'm ademini işrâb etmiş oluyor.

Halbuki Ehl-i Sünnet'e göre en büyük fevz ve necat, en büyük ni'met ve saadet, en yüksek gaye rü'yetullâh'a nâiliyyettir.

Bunun içindir ki. ecille-i ulemâdan Bülkînî, diyor ki :

âyet-i kerimesinin tefsirinde Keşsâf'dan i'tizâli cınbızlar üe çekip çıkardım, Zemahşerî, Cennet'e duhulden daha büyük'hangi fevz
ve necat vardır? Demek istiyor, bununla da adem-i rü'ye'te işaret ediyor."

Velhâsıl: Keşşafın bedr-i münir kadar nûrânî olan çehre-i mehâsininde bu gibi i'tizâl kavâid ve mesaili, kelefü'1-bedr mesabesinde
birer leke teşkil etmektedir. Bununla beraber tefekkürât ve tetebbüâtın parlak birer tecellîgâhı olan, esrâr-ı belagatın en lâtif bir
tercümanı bulunan bu mühim eserden ehl-i ilm için istiğna kaabil değildir. Bu cihetledir ki, bu muazzam eseri şâibedâr olduğu
nekaayisden tecrîd ile güzel bir tarzda telhîsa veya bunun şaibeli noktalarım haşiyeler ile, ta'lîkalar ile tavzih ve ta'yîne lüzum
görülmüş, bu vazife bir çok kudretli âlimler tarafından ifâ edilmiştir.[37]

KEŞŞAFI TELHİS EDEN ZEVAT:

Adet İsmi îrtihâli Tercüme-i hal sırası

1 Şeyh Muhammed b. Aliyyü'l-Ensârî 662


2 Kadı Nâsırü'd-Dîn el-Beyzâvî 685

3 Kutbü'd-Dîn Muhammed es-Sayrâfî[38] 698

4 Alâü'd-Dîn Alî et-Tûsî 816

5 Abdü'l-Evvel b. Hüseyn, Ümmü Veled. 950

Keşşâf'a Tamamen Veya Kısmen Haşiye Veya Ta'lîka Zevat:

Adet İsmi Îrtihâli Tercüme-i hal sırası

1- Kutbü'd-Dîn Mahmûd eş-Şîrâzî 710

2- Şerefü'd-Dîn Muhammed et-Tayyibî 743

3- Ömer b. Abdürrahmân el-Kazvînî 745

4- Fahrü'd-Dîn Ahmed el-Çarperdî 746

5- Îmâdü'd-Dîn Yahya el-Alevî (D 750

6- Kutbü'd-Dîn et-Tahdânî 766

7- Ekmelü'd-Dîn el-Bâbertî 783

8- Sa'dü'd-Dîn Teftâzânî 792

9- Sırâcü'd-Dîn Ömer el-Bülkînî 805

10- Seyyid Şerif Cürcânî 816

11- Veliyyü'd-Dîn Ebû Zür'a 826

12- Burhânü'd-Dîn Haydar el-Herevî 830

13- Yûsuf b. Hasan et-Tebrîzî 840

14- Alâü'd-Dîn alâ musannifik 871

15- Hasan Çelebi "Hâşiye-i Seyyid'e haşiye" 885

16- Hatip-zâde Muhyiddîn ;'Ta'lîka" 901

17- Kemâlü'd-Dîn İsmail Karamanı "Ta'Iîka" 920

18- İbn-i Kemal Paşa "Ta'Iîka" 940

19- Hayrü'd-Dîn Hızır el-Atûfî 948

20- Mevlânâ Alî Kuşçu "Hâşiye-i Sa'deddîn'e haşiye" 978

21- Sun'ullâh Efendi , 1011

22- Saçaklı zade Mehmet Efendi 1145

23- Abdülkerim b. Abdülcebbâr (825) de berhayât idi. ........

24- Alâüddin Alî pehlivan. …….


25- Ebü'l-Abbâs Ahmed Îbnü'1-Benâ' ........

26- Mevlâ İbnü'l-Hatîb ........

27- Selanik kadısı Hâmid b. Mustafa ........

Keşşâf'daki Ahâdîs-i Şerîfeyı Tahrîc Eden, Keşşaf Hakkında Eser Yazan, Keşşâf'ın Şevâhîd Ve Ebyâtını Şerh Etmîş Olan Zatlar:

Keşşaf tefsirine birçok zevat hizmet etmiştir. Ezcümle Keşşafın ihtiva ettiği ahâdîs-i şerîfeyi Cemâlüddin Abdullah ez-Zeylaî ile
Hafız Şihâbüddin Ebü'1-Fazl tahrîc etmişlerdir.

Keşşaf hakkında Nâsırüddîn Ahmed tarafından (El-İntisâf), Alemu'd-Dîn el-Irâkî tarafından (El-İnsâf) ve “717” târihinde vefat et-
miş olan Alî Ömer el-Mağrîbî es-Sekûnî tarafından da (Kitâbü't-temyîz ale'l-keşşâf) ünvanlı eserler te'lîf olunmuştur.

Keşşaf’ın şevâhidini Hızır b. Muhammed el-Mevsılî, iki cild olarak şerh etmiştir. Kezâlik (949) da Hamâ'da doğmuş ve (1016) da
Dımeşk'da vefat etmiş olan Muhibbü'd-Dîn Muhammed Hamevî ile (1110) da Fas'da doğmuş ve (1170) de Medîne-i
Münevvere'de vefat etmiş olan Mâliki ulemâsından muhaddis Ebû Abdillâh Muhammed b. et-Tayyib de şerh etmişlerdir.

Keşşaf'da bin kadar beyit vardır. Bunları bâzı fuzalâ şerh etmiştir. Ekserisi mensûrü'l-mekaatı' olduğundan gayeleri ekser-i
üdebâya, hattâ fuhûle bile hafî bulunmaktadır.

Keşşâf'ın hutbesini .= mukaddimesini de bâzı zevat şerh etmiştir. Bunlardan biri Fîrûz-Âbâdî'dir. Diğer biri de Hâmid b. Alî ed-
Dımeşki'dir ki, vefatı (1171) târihine müsadiftir.

Zemahşer’nin müellefâtı :

matbu' tefsirdir.nesâyiha dâir matbu' bir eserdir.matbû'dur. lûgata dâir matbu' bir eserdir, nahve dâirdir, matbû'dur. matbû'dur.
Fransızca tercemesi de matbû'dur. sınâat-ı i'râba dâir matbu’bir eserdir. matbû'dur. matbû'dur.matbû'dur. aruza dâirdir.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiy Buğyetü'l-vuât, Vefeyâtü'l-a'yân, El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbûât, Keşfü'zzünûn.[39]

175- Ebü'l-Hasen, Alî El-Harzemî:

Alî b. el-Irak es-Smnârî, yüksek bir âlimdir. (539) târihinde vefat etmistir. Rahmctu'llâhi aleyh.[40]

Kudret-i İlmîyyesi:

Ebü'l-Hasen, tabakaat-ı nuhâta da dâhildir. Müfessir, fakîh, lisân-i Arab'a vâkıf bir zâttır. Şeyh Ebû Alî ed-Darîr en-Nîsâbûrî'den
edeb okumuş, Buhârâ'ya rıhlet ederek oranın ulemâsından fıkıh ahzetmiştir. Eş'âr-ı avîsaya yâni ma'nâsını anlamak müşkül
şiirlere de muttali' idi. isminde bir tefsiri vardır.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, El-A'lâm.[41]

176- Îbn-i Atıyye-i Müteehhir:

Abdü'1-Hak b. Gaalip b. Atıyye el-Muhârîbî el-Mâlikî, büyük bir müfessirdir. Künyesi Ebû Muhammed'dir. Gırnata ahâlîsinden
olup (481) târihinde doğmuş ve (542) senesi Mağrıb'da (Lûraka) denilen mahalde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[42]
Mevkî-i İlmîsî:

İbn-i Atıyye, bir ilim ve celâlet hanedanına mensup, zekâsiyle, hüsn-i fehmiyle meşhur, âlim, mütefekkir bir zâttır. Tefsîre, hadîse,
fıkha, edebiyata bi-hakkın vâkıf bulunuyordu. Babası Ebû Bekr Hafız Galip'den ve Ebû Alî el-Gassânî'den, Suğdîdî rivayet eder.
Mağrıpda (El-Meriyye) beldesinde (529) senesi kadılık yapmıştır. Nesri lâtif, eş'ârı rengin ve dil-nişîndir. unvanlı tefsîriyle
(İmâmü'1-müfessirîn) unvânına liyâkat kazanmıştır. Bu tefsir, âlem-i İslâm'da büyük bir rağbete mazhar olmuş, her tarafa intişar
etmiştir. Bu tefsirin birinci cildi ile son cildi Lâleli Kütüphanesinde (116-120) numaralarda mukayyettir.[43]

Tefsirdeki Mesleğî:

İbn-i Atıyye, tefsirinin mukaddimesinde diyor ki: Ben bu tefsiri Selef-i sâlihînin isrine tebaiyyet suretiyle yazdım, ehl-i ilhâd'ın
akvâlinden ictinâb edip îcâbeden yerlerde onların akvâlini reddettim, Kur'ân'ın efâz-ı mubârekesini tavzih hususunda
mechûdumu bezl eyledim.

Bu tefsirin mukaddimesinde ilm-i tefsîre, merâtib-i müfessirine, Arap kabilelerinden hangilerinin lisanlarını muhafaza edip
hangilerinin muhafaza edememiş olduğuna dâir ma'lûmât vardır.

Sonra Kur'ân-ı Kerîm'de gayr-i Arabî lâfızlar var mıdır, yok mudur? Mes'elesi de bahis mevzuu edilerek denilmiştir ki, Tabarî'ye ve
sâireye göre Kur'an'da Arapca-i sarîhadan başka lâfız yoktur. Sair lûgatlara nisbet edilen kelimeler tevârüd kabilinden olup
bunları Araplarla şâir kavimler bilittifak isti'mâl etmişlerdir. Fakat İbn-i Atıyye bu iddiayı savab görmüyor. Ona göre Arab-ı
âribenin lisanlarına seyahatleri, neticesinde bâzı lûgatlar girmiştir. Şu kadar var ki, bunlar pek azdır, bunlar Araplar tarafından
tasrîf edilerek kendi lisanlarına mal edilmiştir. Maamâfih bunlar az bir kısmında da bir tevârüd ve ittifak bulunmuş olmalıdır.

Bu tefsirde hem rivayet tarîkına riâyet edilmiş, hem de dirayet tarıkından istifâdeye çalışılmıştır. İltizâm edilen rivayet tarîki yalnız
bir nakilcilikten ibaret değildir, belki bu hususta pek mutabassırâne hareket edilmiş, mevzu' veya hurâfât kabilinden ma'dûd
ahbâr ve asardan kitap sıyânet olunmuş, ehl-i Sünnet mezhebine uygun, fitrat-ı selîme ashabının hüsn-i telâkki edecekleri bir
tarza makrûn olarak malûmat serdedilmiştir. Bu tefsirde vücûh-ı kıraate, bâzı mesâil-i fıkhiyyeye, ezcümle akrabaya, ebeveyne
olan vasıyyetler ve kısas hakkındaki ihtilaf-ı fukahâya dâir nâfi' ma'lûmat vardır.

İbn-i Haldun, bu tefsirin büyük müellifini takdirler ile yâd etmektedir. Ebû Hayyân da (El-Bahrü'1-muhît) unvanlı tefsirinde İbn-i
Atıyye'nin bu tefsîriyle Keşşaf arasında bir mukaayese yapıyor, bu tefsiri daha cem'iyyetli, daha hâlis, rivayet tarîkına daha
mutabık buluyor.

Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiye de : "İbn-i Attyye'nin tefsiri Sünnet'e muvafık, bid'attan halidir. Keşke âsâr-ı Selefe ittibâ' hususunda
biraz daha sebat gösterseydi, birtakım Mütekellimînin istidlallerini nakletmeseydi" mealinde mütâlâada bulunmuştur.

Me'hazlar : El-Bahrü'l-muhit, Tefsîr-i Şevkânî mukaddimesi, Buğyetül-vuât, Keşfü'z-zünûn.[44]

177- Ebü Bekr İbnî'l-Arabî:

Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed b. Abdillâh, İbnü’l Arabi el-Meâfirî denmekle ma'rûf büyük bir âlimdir. (468) tarihinde
Endülüs’ün "îşbîliyye" şehrinde doğmuş, (543) senesinde Fas'ta vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[45]

Üstazları Ve Seyahatları:

Ebû Bekr b. el-Ârabî, kendi beldesinde babasından ve dayısı Ebü'l-Kaasım Hasan'dân ve seyahat ettiği yerlerde bir çok âlimlerden
ilim ahzetmistir. Ezcümle Şam'da Ebû Bekr Muhammed et-Turtuşı den fıkıh ilmini tahsîl etmiş, yine Şam'da Ebû Hâmid Gazali’ye,
Kuduste el-Hafız Mekkî b. Abdi's-Selâm er-Remlî'ye, Bağdad'da Ebu Bekr es-Şâşi’ ye, Mısır'da bir çok muhaddislere mülâki
olmuştur. Kendisinden de el-Hasen b. Alî el-Kırâcî, Kaadî Iyâz ve daha başka bir çok âlimler rivayette bulunmuşlardır.
Endülüs Hükümeti inkıraza yüz tuttuğu cihetle Ebû Bekr b. Arabî ülemâdan, vüzerâdan bulunan pederiyle beraber (485) târihinde
vatanından ayrılmış, Mısır'a, Şam'a iki defa Bağdad'a, Hicaz'a gitmiş, bir müddet İskenderiyye'de ikaamet etmiş, pederi orada
(493) senesi vefat eylemişti. Kendisi bir müddet îşbîliyye'de kadı olduğu gibi bir müddet de Halep'de ve sâir yerlerde kadı
bulunmuştur. Nihayet (495) senesi Endülüs'e dönmüş, bir aralık da Fas'a gitmiş, oradan avdet ederken yolda vefat etmekle na'şı
Merrâkiş'e nakledilmiştir.[46]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Ebû Bekr b. el-Arabî, Endülüs ülemâsının hâtimesidir. Rivayete âit ilimlerde büyük bir ihata sahibidir, hilaf, usûl, kelâm
mes'elelerinde büyük bir vukufa mâliktir. Zehebî merhum, kendisini "El-Hâfızü'1-allâme" diye zikrediyor. Şarktan İşbîliyye'ye
dönüşünde zamanının en büyük âlimi bulunuyordu, şarka rıhlet edenlerden hiçbir zat, bu kadar ilim ile mücehhez bir halde
Endülüs'e avdet etmemiştir. Fasih, edîb, şâir, hoş sohbet, târih-şinâs. hayırhah bir zât idi. Müteaddit ilimlerde mahir, güzel ahlâk
ile, hüsn-i muaşeretle, kerem-i nefs ile mümtaz idi. Va'z ile, tedris ile meşgul olmuş, tefsire, hadîse, fıkha, usûle, târihe, nahve
dâir bir çok kitaplar te'lîf etmiştir. Servet sahibi idi, Îşbîliyye'de kendi malından bir sur yaptırmıştır, kendisini bir çok şâirler
methetmislerdir.[47]

Tefsirdeki Mesleği:

Endülüs'ün, o ufûl etmiş îsîâm yurdunun ebedî eserlerini canlandıran bu yüksek âlimin tefsire dâir yazdığı mufassal eserler
maalesef kütüphanelerimizde mevcut değildir. Bu zâtın bugün elimizde iki ciltten müteşekkil bir tefsiri mevcuttur ki, bu, Fas
Sultânı Muhammed Ref, Abdü'1-Ha-fîz tarafından (1331) senesi Mısır'da tab' ettirilmiştir. Bu, bir kıymetli tefsirdir, ahkâm
âyetlerini îzah etmektedir, güzel bir tertibe tâbi'dir. Şöyle ki:

1- Bu tefsirde âyât-ı celîleden bir kısmının esbâb-ı nüzulü zikredilmektedir.

2- Alelekser her sûre-i celîledeki âyetlerin mutazammın olduğu hükümler, fikhî mezheblere göre tefsir ve tavzih edilmiştir. Bu
âyetlerden istiribat edilen hükümler, birinci mes'ele, ikinci, üçüncü mes'ele... diye güzelce tertibe tâbi' tutulmuştur.

3- Sâhib-i eser, müteaddit müctehitlerin, muhaddislerin sözlerini naklediyor ve ara sıra (tenkîh) serlevhası altında kendi nokta-i
nazarını îrâd ederek kudret-i ilmiyyesini gösteriyor.

4- Sâhib-i eser, arasıra muhtelif mezhep sahiplerinin içtihadlarını yazıyor, sonra kendisinin mensûb olduğu Mâliki mezhebine âit
akvâli zikrederek bunun rüchânını iltizamda bulunuyor. Bâzan da alelıtlak müctehitlerin akvâli hakkında ilmî tetkiklerde
bulunarak kendince râcih olan kavli gösteriyor, rıdâ' mes'elesinde olduğu gibi.

Velhâsıl: pek münakkah ve vâsi' bir ilmin metin bir mahsûlü olan bu tefsîr-i şerif her veçhile senaya lâyıktır. Meşhur Hanefî âlimi
Ebû Bekr Cessâs'ın (Ahkâmü'l-Kur'ân) ünvanlı tefsirine tekaabül etmektedir.

Müellefâtı: yirmi senede te'lîf edilmiş seksen bin varakalık bir tefsir imiş. Dağınık bir halde bulunan cüz'leri onun bunun elinde
kalmış. Bu tefsîr'in sekzen ciltten müteşekkil tamam bir nüshası Merâkiş emîri Melik-i Âdil Ebû İnân'ın kitap sarayında (760) sene-
si mevcut bulunduğu mervîdir. tefsir ilmine dâir bir eserdir.

Muvatta' şerhidir. ahkâmı hâvi, matbu', iki ciltten müteşekkil bir tefsirdir. matbû'dur.

Me'hazlar : Ed-Dîbâcü'l-müzehheb fî ma'rifeti ulemâil-'mezheb, Cilâü'l-ayneyn, Tezkiretü'l-huffâz, Terâcimü'l-ahvâl li’z-Zehebi, El-


A’lâm.[48]

178 — Ebü'l-Mehasîn Ahmed Mes'üd El-Beyhakî:

Mes'ud b. Alî b. Ahmed es-Suvânî, ma'ruf bir âlimdir. "Fahrü'z-zamân" lâkabını hâizdir. (544) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'llahi aleyh.[49]
Kudret-i Îlmîyyesî:

Bu zât, tefsirde, lûgatta, nahiv'de büyük bir üstad sayılmaktadır. Kıymetli eserleri ilmindeki kudret ve vüs'ati göstermeğe kâfidir.
Aynı zamanda kudretli bir şâirdir. Bîr kıt'asını kaydediyoruz :[50]

Müellefâtı: Usuldendir. usul-i fıkıhdandır. dört ciltdir. usuldendir.dîvân-ı eş'ârdir.

Me'hazlar: Buğyetü't-vuât, Keşfü'z-zünûn, El-A’lâm.[51]

179- Ahmed El-Beyhakî:

Ahmed b. Alî b. Muhammed, "Ca'ferik" denmekle ma'rûf bir âlimdir. (470) hududunda doğmuş, (544) târihinde vefat etmiştir.[52]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Ahmed el-Beyhakî, tefsirde, kırâette, Iûgat ile nahivde imam bulunuyordu. Daha hayatta iken tefsiri her tarafa inşâr etmişti.
Ebu'l-Ha' sen es-Sandalî ve Ebû Nasr b. Sâid'den ilim ahzetmiştir.

Müellefâtı : Kur'an ve hadisdeki masdarları muhtevidir. Me'haz : Buğyetü'l-vuât.[53]

180- Ebü'l-Feth Muhammed Eş-Şehrîstânî:

Muhammed b. Abdü'l-Kerîm b. Ahmed, meşhur bir âlimdir. Nîsâbur ile Harzem arasında bulunan Şehristan'da (467) târihinde
doğmuş, (510) da Bağdad'a gitmiş, üç sene sonra vatanına avdet edip (548) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[54]

Mevkl-i İlmisi:

Muhammed Şehristânî, mütefekkir, mütefennin, fakîh bir zâttır. Ahmed el-Havâfî ile Ebû Nasr el-Kuşeyrî'den fıkıh, Ebu'l-Kaasım
el Kuşeyrî'den de ilm-i kelâm tahsil etmiştir. Kelâmda Eş'arî mezhebine sâlikti.İlm-i kelâma, târîh-i edyâna, feylesofların mezâhip
ve mesâlikine vâkıf idi. Sûre-i Yûsuf'a felsefî bir üslûb ile bir tefsir yazmıştır, de âsârı cümlesindendir.

Me'hazlar: Mu'cemü'l-üdebâ, Vefeyâtü'l-a'yân, El-A'lam.[55]

181- Emînü'd-Dîn Et-Tabersî:

Emînü'd-Dîn, Ebû Alî, el-Fadl b. el-Hasen, Tabaristan'a mensup bir zâttır. (548) târihinde "Senirvâr" da vefat etmekle na'şı
Meşhed'e nakledilmiştir.[56]

Kudret İlmîyyesi:

İmâmiyye'den bulunan Tabersî, müfessir, müdekkik, lisân-ı vâkıf bir âlimdir. Birtakım eserleri vardır.
Müellefâtı: bu iki eser tefsire dâirdir bu iki eser, Keşfü'z-zünûn'a göre Ebû Ca'fer, Muhammed b. el-Hasen et-Tûsî'nindir

Me'hazlar : El-A'lâm, Ravzâtü'l-vennât.[57]

182- Ebû Hafs Ömer El-Cenzî:

Ömer b. Osman b. el-Hüseyn, muktedir bir âlimdir. Yetmiş yaşını mütecaviz olduğu halde (550) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh,[58]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ömer el-Cenzî, nahv ve edebde imam idi, müttekî, nezâhet-i nefse mâlik, kuvvetli biır şâir bulunuyordu. Bağdad'a giderek birçok
fudalaya mukaarin olmuş, Ebü'l-Muzaffer el-Ebîverdî'den edeb, Abdü'r-Rahmân ed-Dûnî'den hadîs ahzetmiştir.

Sem'anî diyor ki: Bu zât bir tefsir tasnif etmiştir ki, eğer tamam olsa idi bir misli bulunmazdı.

Mehaz : Buğyetü'l-'vuât.[59]

183- Hüccetü'l-Efâdıl, Alî Harzemî:

Ebü'l-Hasen, Alî b. Muhammed b. Alî el-Imrânî, büyük bir edipdir. Fahrü'l-meşâyih lâkabını da hâizdir. (560) târihlerine doğru
vefat etmiştir.[60]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Bu zât, Zemahşeri’nin en büyük tilmizlerindendir, mezheben Mu'tezilî'dir. Müfessir, esrâr-ı edebe vâkıf, kelâm-ı Arab'ın
gavâmızına muttali' idi. Ömrünün âhirini neşr-i ilme hasretmiş, salâh-ı hâl ile zühd ü takva ile muttasıf bulunmuştur.

Müellefâtı :

Me'hazlar : Keşfü'z-zünûn, Buğyetü'l-vuât.[61]

184- Îbn-i Zafer:

Ebû Abdi'llâh, Hüccetü'd-Din, Muhammed b. Muhammed b. Zafer el-Kureşî es-Saklebî, büyük bir edîbdir. (497) târihinde
Saklebe'de doğmuş, Mekke-i Mükerreme'de neş'et etmiş, Afrika'da, Endelüs'de seyehatlerde bulunduktan sonra Şam'a avdet
edip Hamâd'da tavattun eylemiş ve orada (565) târihinde vefatı vuku' bulmuştur. Rahmetu'Mâhi aleyh.[62]

Kudret-i İlmiyyesi:

İbn-i Zafer, kudretli bir âlimdir, eserleri her tarafa intişâr etmiştir.Nahiv ilminde mütehassis idi, müfessir, müdekkik, sâlih, zahit,
mâ-lâ ya'nîden müctenip bir zât idi Bir aralık Halep'de Sünnîler ile Şiîler arasında zuhur eden bir fitne neticesinde kitapları
yağmaya, uğramıştı.
Müellefâtı: bir kaç ciltlik bir tefsirdir.Üç cildi Dârü'1-kütübi'-Mısriyye'de (310) numaradadır, (matbû'dur. necîb evlâda âid, matbu'
bir eserdir. tefvîza, teessîye, sabr u rızâya, zühde müteallik, matbu’ bir eserdir. İtalyancaya, İngilizceye terceme edilmiştir.
Tercemeleri de matbû'dur, ve saire.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-a'yân, El-A'lâm, Keşfü'z-zünûn, Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye, Buğyetü'l-vuât.[63]

185- Ebü'l -Hasen Alî El-Ensârî:

Alî b.Abdi'llâh b. Halef el-Endelüsî, nuhâtdan bir zâttır. Vefatı (567) târihine müsadiftir. Rahmetu'llâhi aleyh.[64]

Kudret-i Îlmiyyesi:

Bu zât, İbnü'n-ni'me denmekle ma'rûf, kitabeti ile, ulûm-ı Arabiyyeye vukufu ile meşhurdur. Tefsire, fıkha hadim, tedrise
muvâzab idi. Kur-ân-ı Kerîm'e tefsir, Sünen-i Neseî'ye şerh yazmıştır.

Me'hazlar : Buğyetül-vuât, El-A'lâm,[65]

186- İbnü'd-Dehhân, Nâsıhü'd-Dîn:

Saîd b. el-Mübârek b. Alî, nuhâtın a'yânından meşhur bir zâttır. (494) târihinde doğmuş, (569) da Musul'da vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[66]

Mevki-i Îlmısî:

İbnü'd-Dehhân, yüksek bir âlimdir, Ebü'l-Kaasım Hibetullâh'dan, Ebû Gaalib Ahmed b. el-Bennâ'dan ve sâireden hadîs dinlemiştir.
İmâdü'1-Kâtib der ki: "İbnü'd-Dehhân, asrının Sîbeveyhi'dir,onun zamanında denilirdi ki El yevm Bağdad'da nahiv âlimi şu dört
zattan ibarettir. Cevâliki, İbnü'ş-Şecerî, Îbnü'l-Haşşâb, İbnü'd-Dehhân." Müfessir olan bu zâtın bir kısım eş'ân da vardır. Bir
kıt'asını kaydediyoruz :[67]

Müellefatı: kırk ciltmiş.nüket-i nahviyyeye dâirdir ve saire.

Me'haz': Buğyetü'l-vuât.[68]

187- Muhammed El Bakkaalî:

Muhammed b. Ebi'l-Kaasım el-Harzemî, büyük bir âlimdir. Künyesi: "Ebü'1-fazl", lâkabı : "Zeynü'l-meşâyih" dir.Takriben (506)
târihinde doğmuş,(576) senesi Harzem Cürcâniyyesinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[69]

Kudret-i Îlmiyyesi:

Ebü'1-Fazl, Bakkaalî, âlim, fâzıl, müfessir, fakîh, edîb bir zâttır. Arap lisânında bir hüccet idi. Güzel i'tikaada mâlik, Hanefî
mezhebine sâlik bulunuyordu. Mahmûd Zemahşerî'den teallüm etmiş, üstâzının vefatından sonra da yerine kaaim olarak tedris
ile, te'lîfât ile meşgul olmuştur.
Müellefâtı: ve sâire.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zünûn.[70]

188 — Zahîrü'd-Dîn:

Şeyh Ebû Ca'fer,Muhammed b.Mahmûd en-Nîsâbûrî, ulemâdan bir zâttır. (577) târihinde berhayat bulunuyordu.[71]

Mevki-i Îlmisi:

Zahîrü'd-Dîn ma'rûf bir âlim, bir müfessirdir. Fârisî lisâniyle bir kaç cilt olarak yazmış olduğu ünvanlı kitabını (577) târihinde ikmâl
etmiştir.

Me'haz: Keşfü'z-zünûn.[72]

189- Âlî El-Gaznevî:

Âlî b. İbrahim b. İsmail, Nâsırü'd-Dîn, Ebû Alî el-Hanefî, mübarek bir âlimdir. Vefatı (582) târihine müsadiftir.[73]

Mevki-i İlmîsi:

Yüksek bir Hanefî fakîhi olan Âlî, tefsirde, cedel ve usulde de büyük bir ihtisas sahibi idi, tefsirinde nahve i'râba dâir ma'lûmat
vermiş, bedîâne bir üslûp ihtiyar etmiştir.

Müellefâtı: bir kaç cilttir. fıkha dâirdir. El-Meşâri'in şerhidir.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zünûn.[74]

190- Ebû Nasr El-Attâbî:

Ahmed b. Muhammed b. Ömer el-Buhâri, meşhur bir âlimdir. "Ebü'l-Kaasım" künyesiyle de yâd edilir, (586) senesi Buhârâ'da
vefat etmiştir. Dâr-ı Attâb, Zehebî'nin ifâdesine nazaran Buhârâ'da bir mahallenin adıdır.[75]

Mevki-i İlmisi:

Ebû'Nasr, Hanefî imamlarından sayıhr, müfessir, fakîh bir zâttır. Fıkha dâir mu'teber eserleri vardır.

Müellefâtı: dört cilttir.

Me'hazlar: Keşfü'z-zünûn, el-Cevâhirü'l-Mudie.[76]

191- Ahmed En-Nâtıkî:


Ahmed b. Muhammed en-Nâtıki et-Taberî, ma'ruf bir âlimdir, vefatı (586) târihine müsadiftir.[77]

Mevki-i İlmîsi:

Ahmed en-Nâtıkî, Irâkayn'de yâni Küfe ile Bağdad havâlisinde yetişen Hanefî fukahâsının büyüklerinden sayılır. Tefsirde, fıkıhta
mütehassıs idi. Ebû Abdillâh el-Cürcânî'den teallüm etmişti. Bu zâtın (Tefsîrü'l-Kur'ân), (Fetâvâ-i Attâbiyye) namiyle iki eserinden
bahsolunuyor. Halbuki Fetâvâ-yi Attâbiyye, cevâmiül-fıkıh'tan ibaret olup Ahmed el-Attâbî'ye aittir. Bu iki zât biribirinden tefrik
edilmemiş gibi görülüyor. Keşfü'z-zünûn'da (Fetâvâ-yı Nâtık) denilmiştir.

Me'hazlar: El-Fevâidü'I-Behiyye, Keşfü'z-zünûn.[78]

192- Muhammed El-Enbârî:

Ebû Tâhir, Muhammed b. Ebi'1-Fazl, meşhur bir edîbdir. Aslen En-bar'lıdır. (507) târihinde Mısır'da doğmuş, (596) târihinde vefat
edip "Kurâfe"de defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[79]

Kudret-i İlmiyyesi:

Muhammed el-Enbârî, tefsirde, hadisde, şiir ve inşâda büyük bir iktidar sahibi idi, güzel yazısı ile, kıymetli eş'âriyle meşhurdur.
Selâhuddîn-i Eyyûbî'nin Yemen'de hâkim olan biraderi Seyfü'l-İslâm Tuğtikin tarafından husûsî bir me'mûriyetle ve Huccâc ile
beraber Bağdad'a gidip halîfenin ikram ve iltifatına nail olmuş, bir müddet Bağdad'da kalmış idi. Selâhuddîn-i Eyyûbî tarafından
da Tinnîs ve İskenderiyye'de bâzı mühim me'muriyetlere tâyin edilmişti. Tefsîr-i şerifi ve (Kitâbü'l-manzûm ve'l-mensûr) adlı iki
ciltlik bir eseri ve sair eş'ârı da vardır.

Me'hazlar : El-A'lâm, Kaamûsü'l-a'lâm.[80]

193- Ebü'l-Ferec El-Cevzî:

Abdurrahman b. Ebi'l-Hasen Alî b.Muhammed el-Bağdâdî, pek meşhur bir zâttır. Hazret-i Sıddik'ın neslindendir. Lâkabı
"Cemâlü'd-Dîn" dir. Büyük ceddi Vâsıt ahâlîsindendir. Vâsıt'da yalnız bu zâtın hanesinde bir ceviz ağacı bulunurmuş, bu
münâsebetle kendisine "Cevzî" denilmiş, sonra bu nisbet, evlât ve ahfadına intikal etmiştir. "Ferdatü'1-Cevz" denilen ma'ruf bir
mahalle nisbet edildiği de mervîdir.

Ebü'l-Ferec, takriben (510) senesinde Bağdad'da doğmuş, (597) tarihinde yine Bağdad'da vefat etmiştir. Orada "Bâ'bü'1-Harb"
denilen makberede medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[81]

Mevki-i İlmîsi:

Îbnü'l-Cevzî, zamanında Irak'ın büyük bir allâmesi, İslâm afakinin pek belîğ, heyecanlı bir vaizi idi. Mev'izelerini binlerce halk
toplanıp dinlerdi, meclis-i va'zında Bağdad'ın bütün ekâbiri hazır bulunurdu.

İbnü'l-Cevzî, Ebü'l-Kaasım b. el-Husâyn'dan Alî b. Abdülvâhid ed-Dîneverî'den, Ebû Abdillâh el-Bâri' ile Ebû Gaalib Muhammed el-
Hasen el-Mâverdî'den ve Hatibü'l-Isfehan ile diğer meşâhirden ilim ve irfan tahsîl etmiş, kendisinden de Îbnü's-Sâhib Yahya, Hafız
Abdü'1-Ganî, İbnü'z-Zeynebî İbnü'n-Neccâr gibi zâtler nıüstefîd olmuşlardır.
İbnü'l-Cevzî, Hanbelî mezhebinde idi, gayet âbid, zâhid idi. Şemaili lâtif, harekât ve nağmâtı mevzun, latifeleri tatlı idi. Birçok
ilimler ile mücehhez bulunuyordu. Bahusus tefsirde, hadîsde, târihte mütehassıs idi. İki üç yüz kadar telîfâtı vardır. Maahâzâ
kitaplarının bâzılarında bir hayli yanlışlıklara tesadüf olunmaktadır. Bir kitabı yazar yazmaz tetkik ve tehzî'bine lüzum görmeden
onu bırakıp diğer' bir kitap te'lîfine başlarmış, Zehebî merhum diyor ki : "Evet., ona bu hal, bu vehm, aceleden ve hemen diğer
hitaba başlamadan neş'et etmiştir."

İbnü'l-Cevzî, bir risalesinde Hanbelî mezhebinin bir mücessime mezhebi hâline gelmesine sebebiyet verenlerden şikâyet etmiştir.
Müteşâbihâtı te'vîle meyyaldir, aklı ihmâl etmenin doğru olamıyacağını söylemiştir, İmâm Gazâlî'yi intikaad ettiği için kendisini de
İbn-i Esîr tenkîd etmiştirl( Kendisini tenkîd edenler arasında Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiye de vardır.

İbnü'l-Cevzî, hayâtının son günlerinde nefy ve tağrîb musibetine uğramıştır. Abdü'l-Vehhâb el-Hanbelî adında garazkâr bir şahsın
iğmâzına mebnî vezîr Îbnü'l-Kaasâb, bu muhterem zâtı acınacak bir halde Vâsıt'a nefyetmiş, orada bir hâne içinde mahbûsâne bir
halde yaşamasına sebep olmuştur.

İbnü'l-Kassâb, Şîî mezhebinde idi, İbnü'l-Cevzî'nin Hazret-i Sıddîk sülâlesinden olması, bu hususta tesirden hâlî kalmamıştı.[82]

Tefsirdeki Mesleği:

Ebü'l-Ferec b. el-Cevzî, Kur'ân'ın ruhuna âşinâ, mütefekkir bir müfessir olduğundan (Zâdü'l-Mesîr) ünvanlı tefsirini âlimâne,
belîgaane, mürşidâne bir tarzda yazmıştır. Bu eserinde meânî ve beyân ilimlerine çok i'tinâ göstermiş, bu iki ilim olmaksızın
Kur’ân-ı Azîmüşşân'ın bi-hakkın tefsir edilemiyeceğini Câhız'dan naklen beyân etmiş ve bu iki ilme sûre-i Bakare tefsirinde bir
nümûne olmak üzere daha ziyâde temasta bulunmuştur.

Bu tefsirde birçok mu'dal mevzu'lar suâl ve cevap tarzında halledilmiştir.

Beni âdemin ne suretle tekrîm-i İlâhîye mazhar olduğu :[83] Ayet-i celîlesinin tefsiri sırasında beyân olunarak deniliyor ki : Allâhu
Teâlâ benî âdemi akıl, nutk, temyîz, hat, güzel suret, mu'tedil kaamet, maaş ve meâd işlerini tedbîre iktidar ile tekrîm
buyurmuştur. Ve denilmiştir ki, Allâhu Teâlâ benî âdemi yeryüzünde bulunan şeylere teslît ve bu şeyleri insanlara musahhar
kılmak suretiyle tekrîme mazhar kılmıştır.

(Zâdü'l-Mesîr)'in (2084) sahifeden müteşekkil, serlavhası müzehheb, fevkalâde bir nüshası Hamidiye kütüphanesinde (102)
numarada mevcuttur. Bu nüshadaki bütün âyât-ı celîle, yaldız ile yazılmıştır. Bu Tefsîr-i şerîfin yazma bir nüshası da Kütüphâne-i
Umûmîde (110) numaradadır.

Müellefâtı: Dört cüzden müteşekkil bir tefsirdir. Bir nüshası Kütübhâne-i Umûmî'de (389) umûmî ve (131) sıra
numarada mevcuttur.ulûm-i kıraate dâir büyük bir eserdir, hadîse dâir matbû'dur. mev' izedir. tefsire dâirdir.[84]

Me’hazlar: Tezkiretü’l-huffaz li’z-Zehebi, İbn-i Hallikan, Cilaü’l-ayneyn, El-A’lam, Keşfüz-zünun, Mevzuatü’l-ulum, Kaamusü’l-
a’lam

194- Hasen Nu'mânî = Ebü Alî Farisî

Ebû Alî, Hasen b. el-Hatîr en-Nu'mânî, muktedir bir âlimdir. Bağdad ile Vâsıt arasında bulunan Nu'mâniye karyesine nisbetle
kendisine "Nu'mânî" denildiği gibi ceddi Nu'mân b. Münzir'e nisbetle de "Nu'mânî' denilmektedir. Şîraz'da ilm-i fıkıh tahsil ettiği
için kendisine "Fârisî" de denilmiştir. Lâkabı: Zahirî veya Zahîrü'd-Dîn'dir. (547) târihinde doğmuş (599) da vefat etmiştir.[85]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Hasen Nu'mânî, kırâet, tefsir, fıkıh, kelâm, cedel ilimlerinde bir mütehassıs olduğu gibi mantık, hey'et, tıp, hesap ilimlerine de
vâkıf idi. Nahiv, lügat, aruz, kavâfî, şiir, târihte de iktidar sahibi bulunuyordu, İbrâniyyeye de âşinâ idi. Bir aralık Şam'a rıhlet
ederek Kudus-i Şerîf'de tedrisât ile meşgul olmuştur. Mısır'da da bir müddet kalmıştı.
Müellefâtı: ve saire.

Me'hazlar : Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zünûn.[86]

195- Abdü'l-Mün'im El-Hazrecî:

Abdü'l-Mün'im b. Muhammed b. Abdü'r-Rahîm, değerli bir âlimdir. Vefatı (599) târihine müsâdifdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[87]

Kudret-i İlmîyyesi:

İbnü'l-Feres el-Gırnatî denmekle ma'rûf olan Abdü'l-Mün'im, lûgatta, Arabiyyede bir imam idi. Tahsilini babasından, dedesinden
yapmış, fıkıhda, usûl-i dinde mütebahhir olmuştur. (Ahkâmü'I-Kur'ân) unvanlı bir tefsiri vardır. Bir manzumesi :[88]

Me'haz: Buğyetü'l-Vuât.[89]

196- Nasr B. Alî Şîrâzî:

Ebû Abdİ'llâh,Nasr b. Alî b.Muhammed,İbn-i Meryem denmekle ma'rûf bir zâttır. (565) târihinde berhayât idi.[90]

Kıymet-i İlmîyyesi:

Şeyh Nasr b. Alî, Şîrâz'ın en yüksek hatibi, âlim ve edibi idi. Umûr-ı şer'iyyede, müşkilât-ı edebiyyede kendisine müracaat
olunurdu. Mahmud b. Hamze el-Kirmânî'den ilim tahsil etmiştir. Tefsiri ve Fârisîce şerh-i îzâhı vardır.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Keşfu'z-zünûn.[91]

197- Îbn-i Tayfur Es-Secâvendî:

"Muhammed b.Tayfur, Ebû Abdi'llâh el-Gaznevî, kıymetli bir âlimdir. Altıncı asr-ı Hicrî, ortalarında yaşamıştır.[92]

Mevki-i İlmîsi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Secâvendî, büyük bir müdekkik, muktedir bir müfessirdir. Tefsir, kıraat, nahiv ilimlerinde mütehassıs bulunuyordu. Güzel bir
tefsiri vardır. Âyât-ı celîlenin bâzı kelimelerini sırasiyle tefsir ve kadîm müfessirlerin akvâlini nakleder. Ehl-i Sünnet mezhebine
mutabık, bâzı nâfi' îzâhâtı muhtevidir.[93] Nazm-i şerifi hakkına İmâm-ı Alî'den şöyle naklediyor : "İstiva, gayr-i meçhuldür,
keyfiyeti gayr-i ma'kuldür, buna îman vâcibdir, bundan suâl ise bid'attır. Çünkü Allâhu Teâlâ mekân yok iken yine var idi, O yine
mekânı yaratmasından evvelki vasıf üzeredir.

Müellefâtı: Bunun üçüncü cildi Molla Murad Kütüphanesinde (133) numarada mevcuttur. Bu tefsirin muhtasarı dır.

Me'hazlar: Gaayetü'n-nihâye, Keşfü'z-zünûn.[94]


Yedîncî Tabakayı Teşkil Eden Müfessîrler

198- Îmam-ı Fahrü'd-Din-İ Râzî:

Ebû Abdi'Ilâh, Muhammed İbni'l-Allâme Hatîbü'r-Rey Ziyâü'd-Dîn Ömer et-Teymî el-Bekrî, pek meşhur bir âlimdir. Nesebi Kureyş
kabilesine müntehi olmaktadır. Asılları Taberistan'dandır. (543) senesi Rey şehrinde doğmuş olduğundan oraya nisbetle
kendisine "Râzî" denilmiştir. (606) târihinde Herat'ta vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[95]

Üstazları Ve Seyahatları:

Fahr-i Râzî'nin ilk muallimi babası Ziyâü'd-Dîn'dir.Bu zât, Muhyi's-Sünne Muhammed Bagavî'nin tilmizlerinden gaayet fasîh, beliğ,
hutbe iradında mahir idi. Hatîbü'r-Rey diye ma'rûfdur.

Fahr-i Râzî, bilâhare "Merâğa" da Alî Mecducîlî'den hikmet okumuş, Kemal Sümmânî'den fıkıh tahsîl etmiş, daha sonra Şeyh
Necmü'd-Dîn-i Kübrâ'dan zühd ve tasavvuf dersi almıştır.

Seyehatlerine gelince: Fahr-i Râzî, mütebahhir bir âlim olduktan sonra seyehâte çıkmış, Hârezm'e giderek orada mu'tezile
fırkalariyle bir çok münazaralarda bulunmuştur, bunun neticesinde Hârezm'i terke lüzum görmüştü.

Sonra Mâverâünnehr'e gitmiş, orada da birçok mübâhaselerde, münazaralarda bulunmuş, bir aralık vatanı olan Rey şehrine
dönmüştü. Orada hazık ve pek zengin bir doktor, iki kızını Fahr-i Râzî'nin iki oğluna tezvîc etmiş, bilâhare kendisi vefat etmekle o
cesîm serveti Fahr-i Râzî ailesine intikaal eylemiştir.

Fahr-i Râzî, bu servetin büyük bir kısmını Sultan Şihâbü'd-Dîn Gûrî'ye ikraz etmişti. Muahharen bunu istîfâ için Gazne'ye gitmiş,
orada Şihâbü'd-Dîn'in birçok ikramlarına nail olmuştur.

Güneş gibi ufuklara ziyalar neşretmek fıtratında bulunan bu yüksek âlim, bir aralık Horasan'a gidip orada da kemâlâtını neşre
başlamış, Sultân-ı Kebîr Alâü'd-Dîn Harzemşâh Muhammed ile aralarında büyük bir mahabbet ve samîmiyyet vücûda gelmişti.

Fahrü'd-Dîn-i Râzî, bir müddet de Herat'ta ikaamet etmiştir. Burada "Şeyhü'l-İslâm" lâkabı ile anılıyordu. Buradaki Kerrâmiyye
taifesinin yanlış akidelerini teşhir ediyor, halkı tenvire çalışıyordu.[96]

Herat'taki Bîr Sergüzeşti:

Allâme Muhammed b. Şıhne diyor ki: Fahr-i Râzî'nin yalnız Arâbî ilimlerde değil, her ilimde yed-i tûlâsı var idi. Birçok ülkelere
gitmiş, hükümdarlara müsâhib olmuş, bu yüzden, büyük bir fitne de tehaddüs etmiştir. Şöyle ki:

Hükümdar Gıyâsü'd-Dîn, Fahr-i Râzî'ye pek müteveccih bulunuyordu, onun için Herat'ta bir medrese yaptırdı. Bu teveccüh,
Kerrâmiyye mezhebinde bulunan Herat ahâlîsine ağır gelmişti, bunlar tecsîm ve teşbihe kaail kimselerdir. Nihayet bir gün
Kerrâmiyye, Hanefiye, Şâfiiyye âlimleri münazara için Gıyâsü'd-Dîn'in huzurunda toplandılar, Fahrü'd-Dîn-i Râzi ile Kerrâmiyyenin
büyüğü ve en âlim ve zahidi bulunan Abdü'l-Mecîd b. el-Kudve de o meclisde hazır bulunmuşlardı.

Râzî söylüyor, İbn-i Kudve ve i'tirazda bulunuyordu, Gıyâsü'd-Dîn meclisten kalkmış, Râzî de İbn-i Kudve'ye kızarak bâzı lâkırdılar
söylemişti. Ertesi gün Îbnü'l-Kudve, şehrin büyük camiinde va'za başlıyarak cemâate hitaben: "Ey insanlar! Biz Resûl-i Ekrem'den
sahîhan naklolunan şeylerden başkasına hami bulunmuyoruz, biz Aristo ilmini, İbn-i Sina'nın küfriyyâtını, Fârâbî'nin felsefesini
bilmiyoruz, o halde Allâhu Teâlâ'nın dînini, Peygamberinin Sünnetini müdâfaa edip duran bir İslâm âlimi ne için dünkü gün sebb ü
şetme uğramış bulunsun?" diye ağlamağa başlamış, kürsî-i hitabeti etrafında bulunanlar da hep birden ağlamağa iştirak etmişler,
derken umûmî bir vaveyla, bir kıyam kopmuş, şehir bir fitne sahası hâlini almıştı. Nihayet Gıyâsü'd-Dîn, Fahr-i Râzî'yi
şehirden çıkaracağını halka va'd ederek fitneyi teskine muvaffak oldu. Râzî de şehirden çıkıp gitti.[97]
Kudret-i Îlmîyyesi:

Fahrü'd-Dîn-i Râzî, bir ilim ve kemâl timsâli idi. Tefsir, kelam, fıkıh, usûl-i fıkıh gibi dînî ilimler ile bi-hakkın mücehhez olduğu gibi
edebiyatta, riyaziyatta, kimya, hey'et, tıp gibi ilimlerde de büyük bir iktidar sahibi idi. Pek parlak bir fikre, büyük bir muhakeme ve
tenkit kudretine mâlik bulunuyordu, dînî mezheplerin esaslarını, felsefî mesleklerin mesailini tetkik etmişti, kendisinde parlayan
bîr dehânın yardımiyle bid'at erbabına, mütefelsif zümrelere karşı bir cephe almış, hakikatin tecellîsini te'mîn için büyük bir
şehâmetle mücâdele meydanına atılmıştı. Her hangi zümre ile münazarada bulunacak olsa galibiyyet nesîmi mutlaka kendi
tarafında esmeğe başlardı.

Râzî'nin müellefâtı, İslâm âleminin her tarafına dağılmış, ilim sahipleri eski âlimlerin kitaplarını bırakarak onun eserleriyle iştigale
başlamıştı. Binlerce ilim ve irfan talibi ve muhtelif mezâhip müntesipleri Râzî'nin huzurunda toplanır, herbirinin îrâd ettiği suâle
güzelce cevaplar verirdi.

Asrının hükümdarları ziyaretine koşar, bir yere gitmek için atına binecek olsa üç yüz kadar talebesi etrafında yürürlerdi. Büyük bir
vekar ve mehabet sahibi olan bu yüksek âlime karşı herkes pek ziyâde tevkîr ve ta'zimde bulunurdu.[98]

Tefsirdeki Mesleği:

Fahrü'd-Dîn-i Râzî, denebilir ki, tefsirde kendine has bir meslek tutmuş, tefsir kitabını o zamana kadar yazılmamış bir tarzda
vücûda getirmiştir. "Mefâtihü'l-gayb" nâmındaki bu tefsirin başlıca bariz vasıfları şu veçhile hülâsa edilebilir.

1- Yalnız Fatiha sûre-ı celîlesi, bir cilt teşkil edecek derecede mufassal bir tefsire tâbi' tutulmuştur. Buna sebep de şu olmuştur:

Râzî diyor ki : "Yalnız Fatiha süresinin fevâid ve nefaisinden on bin kadar mes'ele istinbât olunabileceğini her nasılsa bir mecliste
söylemiş idim, bunu istib'ad edenler bulundu, ben de telifine başladığım bu tefsir için böyle mufassal bir mukaddime yazıp
iddiamın mümkinü'l-husûl bir şey olduğuna bir beyyine vücûde getirdim."

Filhakika birçok bedîaları, nefis nefis ilmî sânihaları, mes'eleleri cami' olan bu mukaddime, hem beyânât-ı Kur'âniyyenin azamet
ve ulviyyetine, hem de Râzî'nin ilim ve ma'rifetindeki vüs'ata büyük bir burhandır.

2- Bu tefsir, hem rivayet, hem de dirayet tarîkini câmi'dir. Âyetlerin îzâhı sırasında hem Ashâb-ı Kirâm'dan, Tabiînden ve şâir
zevattan menkul olan tefsir vecihleri yazılmış, hem de dirayet yoluyla bunların tavzih ve tahliline çalışılmıştır.

3- Bu tefsirde sûrelerin ve birçok âyetlerin aralarındaki münâsebet ve insicam öyle güzel, öyle mütefekkirâne bir tarzda
gösterilmiştir ki, bunları mütâlâa edip de eser sahibinin fikrindeki küşâyişi, nazarındaki derin nüfuzu takdir etmemek kaabil
olamaz.

4- Fahr-i Râzî, fıkhan Şafiî, i'tikadca Eş'arî Mezhebine sâlik olduğundan tefsirinde fıkha, hilâfiyâta, kelâma müteallik mesâilde
alelekser Fıkh-ı Şafiî iltizâm edilmiş, Kaderiye mezhebi tenkîd ve cebr-i mutavassıt akidesi te'yîd ve müdâfaa olunmuştur.

5- Bu tefsirde ahlâka, ilahiyata, felsefeye, hey'ete teallûk eden mevzu'lar büyük bir vukuf ile îrâd ve muhakeme edilmiş ve bütün
mebâhis, okuyucuları yormıyacak bir surette tertîb edilerek bir kısım vecihlere, mes'elelere ayrılmıştır.

6- Bu tefsirde bahusus eski hey'et âlimlerinin iddiaları, nazariyeleri birer tenkîd haddesinden geçirilmiş, Kur'ân-ı Hakimin
beyanâtına münâfî görülen noktalar cerh edilmiş, meselâ:[99] Nazm-ı celîli îzâh edilirken hey'et ulemâsının semâ hakkındaki
nazariyeleri ve seyyarelerin başka başka birer semâda merkûz olduğuna dâir iddiaları mufassalan yazılarak tenkîd edilmiş, ecrâm-
ı semâviyenin 'birer semâda merkûz olmayıp kendi başlarına müteharrik, bir fezada sâbih bulunabilmeleri imkânı dermeyan
edilerek yeni hey'etçe kabul edilen esaslara işaret olunmuştur.

7- Bâzı zevatın beyânına nazaran Fahr-i Râzî Sofiyye tarîkına sülük ettikten sonra bu tefsirini yazmaya başlamıştır. Bu cihetle bu
mübarek tefsir, birçok tasavvufî beyanât ile de müzeyyen bulunmaktadır. Hattâ[100] âyet-i celîlesinin tefsîri sırasında İmâm-ı
Gazâlî'nin "Mişkâtü'l-envâr" ismindeki risalesi tamamen dercedilmiştir. Bu risale ise ma'lûm olduğu üzere bu âyet-i kerîmeye dâir
tasavvufî bir neşve ile yazılmış, kıymetli bir eserdir.
Velhâsıl "Mefâtîhü'1-gayb" birçok hakikatların inkişâfını te'mîn eden pek faydalı bir tefsirdir. Fettâh-ı Kerîm Hazretleri müellifinin
ruhuna gayb âleminde rahmet kapılarını dâima açık bulundursun, âmîn.[101]

Mefâtîhü’ l-Gayb'ın Îkmali:

İmâm Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin (Tefsîr-i Kebîr) diye yâd olunan Mefâtîhü'1-gayb ismindeki tefsîri, vaktiyle on iki veya on üç cilt olmak
üzere tertîb edilmiş, muahharen altı ve sekiz ciltten müteşekkil olmak üzere müteaddit defa tabedilmiştir.

Bâzı zevatın beyânına nazaran Fahr-i Râzî bu kitabını ikmâl etmeden vefat etmekle bunu başkaları ikmâl etmiştir.

Fahr-i Râzî, alelekser sûrelerin tefsirini yazıp bitirdiği târihi sûrelerin tefsirleri nihâyetinde kaydetmiştir. Fetih sûresinin tefsirini
(17 Zilhicce 603) târihinde bitirmiştir. Bundan sonraki sûrelerin nihayetlerinde târihe tesadüf olunmuyor. Bu halde sûre-i Feth'e
kadar olan tefsir kısmı Fahr-i Râzî'ye ait olmak lâzım gelir. Bu kısmı vefatından üç sene mukaddem yazmış bitirmiş oluyor. Bundan
sonra üç sene daha yaşamış olduğundan mütebaki kısmı da yazıp bitirmiş olabilirdi. Fetih sûresinin tefsirini iki üç gün içinde
yazdığı, sûrelerin nihâyetindeki târihlerin tekaabülünden anlaşılıyor, böyle geniş bir ilim, sür'atli bir kalem sahibi için mütebaki
kısmı iki üç sene içinde yazmak pek kolay bir şeydi, eğer bir maniaya binâen bu son kısmı yazmaya muvaffak olamamış ise işte bu
kısım başkaları tarafından yazılmış olacaktır.

Keşfü'z-zünün'da yazıldığına göre bu tefsirin noksan kalan kısmını (639) târihinde vefât eden Kaadıl-Fukahâ' Şihâbüddîn ed-
Dımişkî ikmâl etmiştir. Kezâlik (777) târihinde vefat eden Şeyh Necmüddin Ahmed el-Kamûlî de bu tefsire bir tekmile yazmıştır.
Celâlüddîn-i Süyûtî de bu tefsir nâmına Sebbaha[102] sûresinden âhir-i Kur'anâ kadar bir cilt olarak yazmıştır. Fakat elimizde
matbu' olan Tefsîr-i Kebîr nüshalarında bunlara dâir bir işaret yoktur. Ve Tefsîr'in tarz-ı tahrîrinde bîr tebeddül de görülmüyor.

Ayasofya Kütüphanesine Sultan Ahmed mahzeninden nakledilen kitaplar arasında (11) numara ile mukayyed bir "Sûre-i Nebe"
tefsiri vardır ki, bu da' Râzî'ye nisbet edilmiştir. Bunun zahrında deniliyor ki : "Fahr-i Râzî'nin Tefsîr'i, Ankebut sûresine kadardır.
Bu sûreden i'tibaren mütebakisi, İmam Saîd ve Şehid Kaadı'l-Kudât, Hüccetü'l-İslâm, Müfti'ş-Şam, Şemsüddîn Ebû Abbâs Ahmen
b. Halil b. Suâdeti'l-Hûbî'ye aittir." Bizce bu iddia doğru olmasa gerek.[103]

Mev'izaları:

Fahrüddîn-i Râzî fevkalâde fasih, belîğ idi, Arabi ve Farisî lisanlariyle va'z u nasîhatta bulunurdu. Va'z esnasında kendisine vecd
hâli arız olur, müessir sözler söyler, çok kere dînî bir duygunun lâtif te'sîriyle gözlerinden yaşlar akardı. Hattâ, birgün va'z
ediyordu, Sultan Şihâbüddin de cemâat arasında bulunuyordu, kendisine yeni vecd arız olmakla şöyle bir nidada bulunmuştu :
"Ey Sultân-ı âlem! Ne senin saltanatın kalır, ne de Râzî'nin telbîsi, hepimizin dönüp gideceğimiz huzûr-ı İlâhidir:

Birgün de Herat'da minbere çıkmış, hutbe îrâd ederken şehir ahâlî sine bâzı itablarda bulunduktan sonra şu beyti inşâd etmiştir
:[104]

Bir nasîhatnâmesinde:"Ben turuk-ı kelâmiyyeyi, felsefî menhecleri tecrübe ettim, Kur'ân-ı Mubîn'de bulduğum fâideye müsavi
olacak bir fâide bunlarda görmedim." demiş, bunun sebebini hakimane bir surette îzâh etmiştir.[105]

Nazım Ve Nesrî:

Fahrüddîn-i Râzî'nin nesri de, nazmı da pek selis ve metindir. İbareler^ insanı yormaz, nazmı hikmetten hâlî bulunmaz, Arabî ve
Fârisî eş'ârı vardır. Manzumelerinden iki numune :[106]

Hakkındaki Takdirler, Tenkîdler:


Fahrüddîn-i Râzî'nin terceme-i ahvâline dâir müstakil eserler yazılmıştır. Herkes kendisini büyük bir imam, bir allâme tanır. Hattâ
tefsir kitaplarında: denildi mi bununla mutlaka Fahr-i Râzî kasdedilir. Bununla beraber hakkında bâzı tenkîdimsi lâkırdılar da
mevcuttur. Ezcümle tefsirinde felsefeye, bâzı fenlere dâir fazla ma'lûmat bulunmasını bu tenkide vesile ittihâz edenler vardır,
müfessir Ebû Hayyân gibi.

“Tefsîr-i Râzi’de tefsirden başka her şey vardır” diyenler de bulunmuştur. Halbuki böyle bir iddia doğru, değildir. Tefsîr-i Râzî'deki
felsefeye vesâir fünûna müteallik malûmat çıkarılacak olsa yine bu kitap, yalnız tefsire ait kalacak mesâil ve mebâhisi i'tibâriyle
sair bir kısım tefsir kitaplarının "bir kaçına muâdil olarak müstesna mevkiini yine muhafaza eder.

Maahâzâ bu felsefî, fennî malûmatın bu tefsire dercedilmiş olması bir lüzuma mebnîdir, Râzî'nin istihdaf ettiği ulvî bir maksada
müstenittir. Malûmdur ki, Râzî'nin bu Tefsîr-i Kebîrinden evvel yazılmış olan tefsirlerin bir çoğu yalnız tefsire has ulûmu ihtiva
ediyor, rivayet tarikiyle sabit malûmatı cami' bulunuyordu. Artık mütemadiyen bu usul dâiresinde tefsir yazılmasından o kadar
fazla bir fayda beklenilemezdi. Beri taraftan İslâm âleminde felsefe ve saire intişâra baölamış, fikirlerde başka bir tahavvül
vücûda gelmiş olduğundan birçok âyât-ı celîle ile erbâb-ı fünûnun nazariyyât ve felsefiyyâtı arasındaki tevâfuk ve tegaayürü
göstermek için de mufassal tefsir kitaplarının vücûdüne ihtiyaç hissedenler çoğalmıştı.

Mütâlâa erbabının tetkik ve tefahhus duygularını tatmin etmek, zihinlere gelen şüpheleri, tereddütleri izâleye çalışmak ise
Kur'ân-ı Hakîm'in hakaayıkını tecellî ettirmeğe çalışan mütefekkir, mütefennin bir müfessirin en kudsî bir vazifesidir.

İşte Fahrüddîn-i Râzî bu mühim vazifeyi ifâya çalışmış, asrının fennî terakkiyâtı nisbetinde buna muvaffak da olmuştur.

Binâenaleyh, bu i'tibâr ile tenkîd edilmesi muvafık değildir.

Bir de Zehebî merhum, (Mîzânü'l-i'tidâl..)’inde Fahrüddîn-i Râzî'-yi hadîs-i şerîf râvîleri arasında zuafâdan saymıştır ki, bu da
doğru değildir.

Tâcüddin-i Sübkî'nin de dediği gibi Fahr-i Râzî'yi bu râvîler sırasında zikretmek ma'nâsızdir. Çünkü bu zât, muhaddislerden değildir
ki, bu i'tibâr ile zuafâdan olup olmadığı bahis mevzuu olsun.

Maahâzâ Râzî, bu ümmetin yüksek âlimlerinden doğru sözlü, temiz seciyeli, pek muhterem bir zâttır. Nitekim Zehebî de bilâhare
bu hakikati i'tirâfa mecbur olmuştur.

Bir de: (Es-Sırrü'1-mektûm fî muhâtabati'n-nücûm) nâmındaki tılı-sıma dâir bir kitap Fahr-i Râzî'ye isnâd edilerek bundan dolayı
da aleyhinde dedikodu yapılmıştır. Zehebî, bu kitaba "bir sihirdir" diyor ve bunu o koca müfessire isnâd etmek istiyor. Halbuki bu
kitap, Râzî'nin eseri değildir, bunu ona isnâd etmek bir iftira demektir. Bu kitaba revaç vermek için bunu o büyük zâta nisbet
etmişlerdir. Maamâfih bu kitap sihire âit bir eser de addedilemez.

Sonra bir de bâzı müteahhir müfessirler, Râzî'nin tefsîrindeki bir kısım tetkîkat ve tevcîhâtı tenkide yeltenmişlerdir, Âlûsî-zâde de
bu cümledendir. Ancak şu da şüphesizdir ki, bu müteahhir "müfessirlerin hepsi de Râzî'nin sofra-i ilmiyyesinden nevâleçîn olmuş
olduklarını inkâr edemezler.

Mellifi beşer olan koskoca bir kitapta bâzı isabetsiz yazıların, mütâlâaların bulunması pek zarurî görülmelidir.

Yalnız şunu da ilâve edelim ki: Eslâfa pek hürmetkar olan Fahr-ı Râzî, kendisinden pek ziyâde yüksek olan İmâm-ı A'zam gibi bâzı
ekâbire karşı içtihadı bâzı mes'elelerden dolayı her nasılsa tefsirinde ve Menâkıbü'1-İmâmı'ş-Şâfiî ünvanlı eserinde
hürmete münâfî görülecek bir tarzda tenkîdimsi bir lisan kullanmıştır. Bu halde kendisinin uğradığı tenkidler de bir nevi1 ma'nevî
ceza mâhiyetinde görülebilir.

Muellefâtı: Tefsîr-i Kebîr diye yâdolunan bu muazzam eseri. (687) de vefat eden Burhânüddîn en-Nesefî ismiyle telhis ettiği
gibi Muhammed b. el-Kaadî Ayasuluğ dahi telhis etmiş, buna bâzı faydalı şeyler ilâve ederek bâzı indî tasarrufatta
bulunmuştur. Bu son kitabın beşinci kısmı nihâyetinde bunun (17 Cûmâde'1-ûlâ 605) târihinde yazılmış olduğu bildirilmiştir. O
halde bu kitap Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin son eserlerinden olacaktır. İlm-i kelâma dâir olan bu kıymetli eseri, Çelebi-Zâde
Abdurrahman Efendi şerh etmiştir.

Fahr-i Râzî'nin bunlardan başka da âsârı vardır.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, Ravzatü'l-menâzır fî ahbâri'l-evâül-evâhir, İtkaan, El-A'lâm, Mevzûâtü'l-ulûm, Keşfü'z-zünûn.[107]


199- Ruzbîhân Baklî:

Şeyh Ebû Muhammed İbn-i Ebi'n-Nasr-ı Şîrâzî, meşhur arif bir zâttır. Şîrâz'da ikaamet edip (606) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'l-lâhi aleyh.[108]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Şeyh Ruzbihân, mutasavvifeden fâzıl bir zâttır. Tasavvuf mesleği üzere Arâisü'l-beyân ünvâniyle iki ciltlik bir tefsiri vardır ki,
mütâlâası ruha inşirah verir. Kur'ân'ın işaretlerini kendi makaamına göre göstermiş, kendi meşâyihinin akvâlini de ilâve etmiştir.
Sadr-ı evveldeki meşâyihe iktidâ ettiğini söylemektedir.

Tefsirinin mukaddimesinde diyor ki: Mükâşefe erbabı, Kur'ânın letaif ve esrarını kendi makamları ile mütenâsip bir halde
beyanda bulunmuşlardır. Kur'ân'ın işaretlerini idrakleri, muâyenât ve mükâşefattaki derecelerinin tefâvütleri veçhile mütefâvit
bulunmuştur. Maahâzâ söyledikleri, haber verdikleri şeyler ile bihâr-ı Kur'ân'ın ka'nna vâsıl olamamışlardır. Çünkü Kur'ân sıfât-
ı'Rahmân'dır, Onun hakaayıkını hadis olanlar idrâk edemezler.

Ca'fer b. Muhammed'den şöyle naklediyor: Kitâb-i İlâhî, şu dört şeyi ihtiva etmektedir. İbâre, işaret, letâif, hakaayık. İbâre avama,
işaret havassa, letâif evliyaya, hakaayık da enbiyâya aittir.

Müellefâtı: Hihd'de iki cilt olarak tab' edilmiştir. ve saire. Eş'ârı da vardır.

Me'hazlar: Keşfü'z-zünûn, Kaamûsü'l-a'lâm.[109]

200- Necmü'd-Dîn-1 Kübrâ:

Ebü'l-Cennâb, Ahmed b, Ömer el-Huyûfî, sofiyyeden pek meşhur bir zâttır. Tahsili esnasında mübâhase ve münazarayı pek sever,
muarızlarına dâima galebe çalar bir âlim olduğundan kendisine (Et-Tâmmetü'1-kübrâ) denilmiş, sonra tahfif için (Tâmme) lâfzı
bırakılıp lâkabı: (El-Kübrâ) olarak kalmıştır. Şehâdeti (618) târihine müsadiftir.[110]

Meşâyıhî Ve Seyehatleri:

Necmü'd-Dîn-i Kübrâ, birçok zevattan ilim ve irfan tahsil etmiş, Ferruh Tibrîzî, Şeyh İsmâil-i Kasrî, Ammâr-ı Yâsir, Şeyh Ruzbihân
gibi büyük zatlardan da tarîkatle tasavvuf ahzeylemiştir. Necmü'd-Dîn-i Râzî, Mecdü'd-Dîn-i Bağdadî, Sa'dü'd-Dîn-i Hamevî,
Seyfü'd-Dîn-i Bâharzî, Kemâl Hucendî gibi meşâhir de kendisinin müritlerinden bulunmuşlardır.

Necmü'd-Dîn-i Kübrâ, birçok yerleri gezip dolaşmış, İskenderiye'ye, Nîsâbûr'a giderek oralardaki meşâyihden hadîs dinlemiş, bir
aralık Fahrü'd-Dîn-i Râzî ile mülâkaatda bulunmuş, nihayet Harzem'de tavattun eylemiştir.[111]

Kemâlat-ı Zâtîyesî:

Harzem ikliminin yetiştirmiş olduğu bu dırahşan sîmâ, zahirî, bâtınî ilimlerde büyük bir meleke ve zevk sahibi idi. Softyyenin pek
büyüklerinden, şuarânın en güzidelerinden bulunuyordu. Şâfüyyü'l-mezhep olduğu mervîdir. Hadîs ve Sünnete muttali' idi. Lisânı
birçok hakîkatlâra tercüman olmuş, kaleminden bir nice letâif ve işârât teraşşuh etmiştir. Aynı zamanda azîmü'1-câh, gurebâya
penâh, lâimin levminden korkmaz, fedakâr bir mücâhit idi. Fazilet ve keramet sahasındaki şöhreti, nâsıyesindeki kudsiyet pertevi,
Cengiz’in de kulaklarına aksetmişti.

Cengiz orduları Harzem diyarını istilâya başladığı sıralarda Cengiz tarafından bu muhterem zâta bir imtiyaz verilmek istenilmiş,
orduları tarafından biı tecâvüze uğramaması için başına bir alâmet vaz' etmesi tavsiye edilmiş, bu sayede hem kendisinin hem de
ihtiyar edeceği bir kısım halkın kurtulabileceği söylenmişti. Fakat yüzbinlerce dindaşlarının, hemşehrilerinin kanlar içinde kalan
ma'sum vücutlarını görüp duran Necmü'd-Dîn-i Kübrâ, bu teklife muvafakat etmemiş, Cengiz ordularının çekilip gitmesinden
başka bir şey ile memnun olamayacağını söylemiş, nihayet kendisi de harp meydanına atılarak birçok kahramanlıklar
gösterdikten sonra şühedâ zümresine iltihak etmiştir. Şehîd olurken düşman efradından bir mecûsînin perçemini yakalamıştı,
herifin perçemini kesmedikçe başını bu dem-i hurûşân şehidin elinden kurtaramadılar.

Hazret-i Mevlânâ, Necmü'd-Dîn-i Kübrâ lisânından söylediği şu beyitler ile bu vak'aya işaret etmiştir :[112]

Tefsirdeki Mesleği:

Necmü'd-Dîn-i Kübrâ, "Te'vüât-ı Necmiye" ünvanlı tefsirini tasavvuf lisânı ile yazmış, Kur'ân âyetlerinin tazammun ettiği
nihayetsiz bedâyi' ve letâifden bir kısmına kendi yüksek ilhâmâtı ile mütenâsip bir tarzda tercüman olmuştur.

Bu eser, bir tefsirden ziyâde bir te'vil mecmuasıdır. Kur'ân-ı Azîm'e on iki ciltlik bir tefsir yazmış olduğu da mervîdir.

Te'vilât-ı Necmiye, İsmâil Hakkı merhumun (Rûhü'l-beyân) ünvanlı efsîrindeki tasavvufî yazılar için başlıca bir me'haz teşkil
etmektedir.

Te'vîlât-ı Necmiye'de "Kürsî" nin ma'nâsı münâsebetiyle güzel bir mütâlâa vardır, bu mütâlâa, hakîkî mutasavvifenin mesleğini
pek iyi göstermektedir. Hülâsası şu veçhiledir : "Kur'ân ile hadislerin nâtık olduğu a'yân hakkında te'vilde bulunmamak, bunların
ma'nâlarını Resûlullâh'ın, Sahabenin, ulemâyı Selefin tefsirleri veçhile kabul etmek her bir Müslim için din ve diyanet
muktezâsıdır. Meğer ki muhakkık olsun, hakikattan, ma'nâları, sırları, işaretleri keşfe, hakkiyle te'vîle taraf-ı İlahi’den tahsis
edilmiş bulunsun. Bu takdirde Cennet, Cehennem, hür, kusur, sırat, mizan, enhâr, eşcâr, arş, kürsî, şems ve kamer gibi a'yân
suretlerini iptal etmeksizin bunlar da kendisine lâih olacak işaretleri, tahkikleri dermeyân edebilir. Çünkü Allâhu Teâlâ suret
âleminde her ne yaratmış ise onun nazîrini ma'nâ âleminde de yaratmıştır."

Yâni bir Müslim, evvelâ bunların ma'nâ-yı lûgavîleri i'tibâriyle hakîkatlarını, mevcudiyetlerini teslim eder. Sonra da Bunların
delâlet ve tazammun ettikleri bir kısım işaretlere, letâife intikal eyler, bunlardan birini kabul, diğerinin inkârını iktizâ etmez.

Me'hazlar: Tabâkaatü's-Sübkî, Ravzatü's-safâ’ Lûgat-ı târihiyye, Kaamûsü'l-A'lam.[113]

201- Îbn-i Teymîyye Ebü Abdî'llâh:

Ebû Abdi'llâh, Muhammed b. Ebi'l-Kaasım el-Hadr b. Muhammed el-Harrânî, kudretli bir müfessirdir. Fahrü'd-Din lâkabını hâizdir.
(542) târihinde Harran'da doğmuş, (621) senesi yine Harran'da vefat etmiştir. Rahmutu'llâhi aleyh.[114]

Mevki-i İlmîsi:

Ebû Abdi'llâh Harrânî, Hanbejî ulemâsından müfessir, fakîh, hatîb, vaiz bir âlimdir. Bir çok ekâbirden fıkıh ve hadis ahzetmiştir. Bir
kısım beliğ, müstahsen hutbeleri, manzumeleri vardır ki, tab'ındaki cevdet ve vüs'ate şahadet eder.

Müellefâtı: ve saire.

Me'hazlar: Mevzûâtü'l-ulûm, Keşfü'z-zünûn.[115]

202 — Îbnü'l-Esîr Mecdü'd-Dîn:


Ebü's-Saâdât el-Mübârek b. Muhammed b. Muhammed b. Abdü'1-Kerîm b. Abdü'l-Vâhid eş-Şeybânî el-Cezerî, meşhur bir
âlimdir. (544) senesi İbn-i Ömer Ceziresinde doğmuş, bilâhare Musul'a intikal etmiş, (606) târihinde Musul'da vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[116]

Üstazları Ve Me’muriyetleri:

Mecdü'd-Dîn, Ebû Muhammed Said b. el-Mübârek'ten nahiv ilmini tahsîl etmiş, Yahya b. Sa'dûn el-Kurtubî, Hatîbü'l-Mevsıl et-
Tûsî, İbn-i Küleyb gibi zevattan hadîs dinlemiş, ve sâir ilimleri ahzeylemiştir.

Kendi vatanında neşv ü nema bulduktan sonra, Musul'a giderek Emîr Mücâhidü'd-Dîn'in dîvan kâtibi olmuş, vefatından sonra da
Musul Hükümdarı Îzzü'd-Dîn Mes'ûd'a intisâb ederek mektupçuluğu, vazifesine ta'yîn edilmiş, ondan sonra da mahdumu Nûrü'd-
Dîn Arslan Şâh'a intisapla yanında büyük hürmetlere, ni'metlere nail olmuştur.[117]

Mevki-i İlmisi:

Ebü's-Saâdât Mecdü'd-Dîn, zamanının yüksek bir âlimi, kudretli bir müellifi, meşhur bir kâtibi idi. Bâzı eş'ârı da vardır. Son
zamanlarda kendisine bir nevi' felc arız olmuş, konağına çekilerek ilmî tetebbüâta başlamıştı. Hanesi zâirlerle, asrının ulemâ ve
üdebâsiyle dolar, aralarında dâima ilmî mübâhaseler, musahabeler cereyan ederdi. Bu son hâlinden pek memnun idi. Tutulduğu
hastalıktan kurtulmak istemiyordu, bu hastalık sayesinde resmî vazifelerden kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş, ehibbâ ve
esdikaasiyle ilmî sohbetlerde bulunmaya muvaffak olmuştu. Binâenaleyh muâlecâta devam edilmesini kendisine söyleyen
biraderi meşhur müverrih Îzzü'd-Dîn'e hitaben: "Ben hastalığımın zevalini, tedavisini muvafık görmüyorum, ömürden pek az bir
şey kaldı, bırak beni zilletten selim olarak hür yaşayayım." diyordu.

Bu zâtın bir kardeşi de müellif i bulunan Vezir Ziyâ-ü'd-Dîn Nasrullâh el-Cezîrî'dir. Üçü de ilim ve fazl ile mütemayizdir.

Müellefâtı: Tefsirdir. Sa'lebî ile Zemahşerî'nin Keşf ü Keşşaf adındaki tefsirlerini cem' etmiştir. Kütüb-i Sitte'yi cami’ ve
matbû'dur. hadîse dâir matbû'dur. âbâ ve ümmehât ve sâire hakkında matbu' bir eserdir.dualara, zikirlere âiddir. münşeata
dâirdir. Ve saire.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-Huffâz, Vefeyâtü'l-a'yân, Tabakaatü's-Sübkî, Keşfüz-zünûn, El-A'lâm.[118]

203- Ebü'l-Kaasım Er-Râfiî:

Abdü'l-Kerîm b. Muhammed b. Abdi'l-Kerîm el-Kazvînî, Şafiî fukahâsının büyüklerinden bir zâttır. (623) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[119]

Mevki-i İlmisi

Râfiî, şer'î ilimlerde yed-i tûlâ sahibi idi. Babasından ve Ebû Hâmid Abdullah İbn-i Ebi'l-Fütûh'dan ve sâireden hadîs dinlemiş,
kendisinden de Abdü'1-Azîm el-Münzirî ve saire rivayette bulunmuşlardır.

Râfiî, tefsîr, hadîs, usul, fıkıh ilimlerinde pek büyük bir ihtisasa mâlik bulunuyordu. Ebû Abdi'llâh Muhammed el-Esferâyînî diyor
ki: "Bizim şeyhimiz Râfiî, Îmâmü'd-Din, Nâsırü's-Sünne'dir. Ulûm-ı dîniyyede asrının vahidi’ mezhebde zamanının müetehidi,
tefsirde vaktin ferîdi idi. Zühd ü takva ile muttasıf, kerameti zahir, pek mübarek bir zât idi.”
Müellefâtı: otuz meclisden müteşekkil olup Fatiha hakkındaki ahâdîs-i şerifeyi muhtevidir. bu, hiçbir mezhebde misli tasnif
edilmemiş pek mühim bir kitap sayılmaktadır. Fıkha dair pek mufassal fakat nâ-tamam bir eserdir. Bâzı eş'ârı da vardır.

Me'haz: Tabakaatü's-Sübkî.[120]

204- Abdü's-Selâm İbn-i Berrecân:

Ebü'l-Hakem, Abdü's-Selâm b. Abdi'r-Rahmân b. Abdi's-Selâm, Endelüs'ün İşbîliyye şehrinde yetişmiş olan meşhur bir âlimdir.
İbn-i Berrecân, İbn-i Ebî'r-Ricâl'den muhaffefdir. (627) târihinde Merakeş'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[121]

Mevkî-i İlmîsi:

İbn-i Berrecân, birçok ilimlerde, bahusus lügatta, nahivde ve ulûm-ı garibe denilen şeylerde büyük bir ihtisas sahibi idi. Sadûk,
sika olarak tanınmıştır. Ünvanlı nâ-tamam bir tefsîri vardır. Esmâ-i Hüsnâ'ya dâir bir şerh de yazmıştır. İbn-i Seyyide üzerine bir
reddiyesi de mevcuddur.[122]

Tefsirdeki Mesleği:

îbn-i Berrecân, tefsirinde en ziyâde âyetlerin mutazammm olduğu esrar ve havasdan bahsetmiş, rumûz-ı Kur'aniyyeden istikbâli
keşfe dâir bir nice hakikatlerin istihraç edilebileceği mütâlâasında bulunmuştur.

İbn-i Hallikân'ın naklettiğine nazaran, Sultan Selâhü'd-Dîn (579) tarihinde Halep şehrini fethettiği zaman Ebü'l-Maâlî ed-
Dımışkî yazdığı bir kasidede : demişti. Filvaki' ertesi sene Receb ayına üç gün kalmış iken Kudüs-i Şerîf de fethedilmişti. "Âtiye
ait olan bu hâdiseye vukuundan evvel nasıl muttali' oldun?" diye vâki' olan suâle, Ebü'l-Maâlî şöyle cevap vermişti. : “Ben
buna;[123] âyet-i kerîmesine dâir İbn-i Berrecân'ın yazmış olduğu tefsir vâsıtasiyle muttali' oldum." Bu gibi müstakbele âit
hâdiseler, birer uzun hesap ameliyesi neticesinde bâzı âyât-ı celîleden istihrac olunmaktadır.

Âyât-ı Kur'âniyyenin ihtiva ettiği hakaayık ve havâssa, nihayet yoktur. Fakat istikbâli keşf için uğraşmak, bu gibi keşfiyyâta tatbîk-i
hareket ederek lâzım gelen esbaba tevessülü terk ile faaliyeti ta'tîl etmek İslâm ruhuna münâfî, Kur'ân'ın umûma vazıh, parlak bir
surette feyz ve irfan bahşeden teâlimine muhâlifdir.

Tefsîrü'l-İrşâd'ın' iki cildi Dâmâd İbrahim Paşa Kütüphanesinde (25 ve 26) numaralarda mevcuddur.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-a'yan, Buğyetü'l-vuât, Mevzûâtü'l-ulûm.[124]

205- El-Muâfâ B. İsmail:

İbn-i İsmail eş-Şeybânı el-Mevsılî, Şâfiiyyü'l-mezheb bir âlimdir. Künyesi Ebû Muhammed, lâkabı: Cemâlü'd-Dîn' dir. Tahminen
(500) târihinde Musul'da doğmuş, (631) târihinde yine Musul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[125]

Mevki-i İlmisi:

El-Muâfâ, müfessir, muhaddis, edîb bir zâttır. Ünvanlı bir tefsiri ile serlevhalı bir eseri umûmî ve (177) sıra numarada mevcuttur.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, El-A'lam.[126]


260- Şihâbü'd-Dîn-i Sühreverdî :

Şeyh Ömer b. Muhammed b. Abdi'llâh, sofiyyeden meşhur bir zâttır. (539) târihinde Sühreverd şehrinde doğmuş, (632) târihinde
Bağdad'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[127]

Kemâlât-ı Îlmiyyesi:

Şeyh Sühreverdî, Şafiî fukahâsından büyük bir âlimdir. Amucası Ebü'n-Necîb'in yanında nesv ü nema bulmuş, ondan hadîs fıkıh,
tasavvuf ahzetmiş, Bağdad'da senelerce va'z u nasihatle iştigal ederek Şeyhü'ş-şüyûh ünvanını ihraz eylemiştir. Ünvanlı bir tefsiri
vardır. ve serlevhalı tasavvufa dâir eserleri de matbû'dur.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, El-A’lam.[128]

207- Şeyh Muhyî'd-Dîn-i Arabî:

Ebû Bekir, Muhyi'd- Dîn meşhur bir zâttır. “Şeyh-i Ekber” ünvanına haizdir. Endülüs’ün “Mürsaiye” şehrinde (560)
senesi doğmuş, bilahara birçok seyahatlerde bulunarak maddi ve ma'nevî kemalat tahsiline,neşreine çalışmış, mütaddit
ve muhtelif ilmi, tasavvfî eserlerini cihanın münakaşalı nazarları önüne vaz ettikten sonra (638) senesi Şamda vefat etmiştir.
(Salihiyye) mevkiinde medfundur. Bir aralık kabri buldurmuş, üzerine mükemmel bir türbe, civarına da bir cam-i şerif ile bir
dergah yaptırmıştır. Türbesinde şu kıt’a yazılıdır.[129]

Üstaz Ve Meşâyihi:

Muhyi'd-Dîn-i Arabî, İşbîliyye'de İbn-i Beşküvâl'den ve muhaddis Ebî Muhammed gibi âlimlerden ders okumuş, İbn-i Asâkir, Ebu'l-
Fereç İbn-i Cevzî, İbn-i Sikkît'e, İbn-i Hulvân, Câbir b. Ebî Eyyûb gibi bir çok ekâbire mülâki olarak kendilerinden müstefîd
olmuştur. Ebû Medyenü'l- Mağribî, Cemâlü'd- Dîn Yûnus b. Yahya el-Kassâr, Ebû Abdillâh et-Teymî el-Fâsî, Ebu' l-Hasen İbn-i
Cami' gibi Sofiyye hazrâtından da tasavvufî, ma'nevî ilimleri' ahzetmiş, Abdu'1-Kaadir-i Geylânî Hazretlerinden de bir vâsıta ile
feyz almıştır.[130]

Seyahatleri:

Muhyi'd- Dîn-i Arabî, ilim ve irfan tahsili için (568) senesi İşbîliyye'ye gitmiş, orada (598) târihine kadar kalmış, bir müddet de
Mağrib hükümdarlarından bâzılarının kitabetinde bulunmuş, sonra şark canibine seyahate çıkarak Mekke-i Mükerreme'yi,
Medîne-i Münevvere'yi ziyaret etmiş, Ba'dehu Mısır'a, Şam'a, Irak'a, Elcezire'ye varmış; Anadolu'da Sivas'a uğramış, bir müddet
de Konya'da kalarak Sadrü'd-Dîn-i Konevî'nin dul bulunan vâlidesiyle evlenmiş, nihayet Şam'a avdet ederek orada tavattun
eylemiştir.

Bu büyük zâta, Konya'da Selçuk Hükümdarı ikram ve ta'zimde bulunduğu gibi asrının şâir Hükümdarları da ihtiramda bulunur,
hediyeler, caizeler gönderirlerdi. Kendisi de bütün bu hediyeleri, caizeleri ihtiyaç sahiplerine tevzî' ve tasadduk ederdi.[131]

Kemâlât-ı Zâtîyyesi:
Endelüs diyarının, o hazin yâdı hatırlarda kalan muğterip İslâm: ülkesinin yetiştirmiş olduğu Şeyh-i Ekber, bir ilim ve ma'rifet
güneşidir. İlmi pek parlaktır, tefekkürâtının şa'şaasına nihayet yoktur, nazarlarındaki nüfuz pek dakiktir, şiir ve edebdeki mesleki
pek bedî'dir, mazhar olduğu garip tecelliyat hayretlere şayandır, zahirî ilimler bakımından nazirsiz bir üstazdır. Ma'nevî ilimler
nokta-i nazarından misilsiz bir mürşittir. Kitaplarının binlerce sahifelerini teşkil eden yazıları, kendisinin şer'-i şerife son derece
riâyetli, nezih i'tikatlı bir üstâz-ı kül olduğuna şahittir. Yine kitaplarının bir çok sahifelerindeki ahlâkî, tasavvufî satırlar, kendisinin
fazilet timsâli, tasavvuf âbidesi ıtlakına lâyık bir mürşit bulunduğuna bir burhandır. Fakat yine kitaplarının bâzı sahifelerinde göze
çarpan, dînî terbiye ile tenevvür etmiş nazarlar önünde pek kesif bir sis tabakası gibi teşekkül eden şatahat kabilinden sayılacak
birtakım mutasavvifâne, feylesofâne yazıları da vardır ki, bunlar da birer garip muamma denilmeye lâyıktır.

Tulü' ile gurubun, bahar ile hazânın, hayat ile mevtin müteyâdd-ı teakup ve tezahürünü andıran bu mütahâlif sahifeler, bu büyük
irfan âleminin hayatındaki garip, mütabâyin tecellîlerin birer ma'kesi mesabesinde bulunmaktadır.

Binâenaleyh bu pek yüksek zâtın tülü' ile baharı andıran yazılarını mütâlâa edenler dimağlarını irfan nurlariyle parlatmış, ruhlarını
ma'nevî bir feyz ile neşvelendirmiş oluyorlar. Bilâkis onun o gurup ile hazânı temsil eden, o sisli sahifelerine bakanların bir kısmı
da mühlik bir akidenin zebûnu, muzlim bir hayâtın esîri olup kalıyorlar.[132]

Tefsirdeki Mesleği:

Muhyi'd-Dîn-i Arabî, hem tefsire ait ilimlere lâyıkiyle vâkıf, hem de tasavvuf ilminde bi-hakkin mütahassıs olduğu cihetle tefsire
ait yazılarında hem müfessirlerin mesleğini ta'kîb ederek âlimâne beyanatta bulunmuş, hem de Söfiyyenin tarîkına sâlik olarak
pek mutasavvifâne te'viller, tevcihler serdetmiştir.

Hatta rivayete nazaran nıüfessirîn tarîkına uygun olmak üzere sekiz ciltlik bir tefsir yazmış olduğu gibi tasavvuf mesleği üzere de
(Sûret-i Kehf)'e kadar altmış ciltlik bir te'vil kitabı vücûda getirmiştir. Bu kitaplar, maatteessüf bugün kütüphanelerimizde mevcut
değildir.

Muhyi'd- Dîn-i Arabî, nâmına hem nıüstakillen, hem de Hâzin tefsirinin hamişinde tab' edilmiş olan ve ibaresiyle başlayan
tefsir, Kâşâni'ye aittir. Bu, tasavvuf tarîkına göre yazılmış güzel bir kitaptır, bu bir tefsirden ziyâde bir te'vil mecmuasıdır, nitekim
bunun bu mâhiyetini müellifi de mu'teriftir. Buna dâir ileride de malûmat vereceğiz.

Muhyi'd- Dîn-i Arabî, sair eserlerindeki ve bilhassa Fütûhât-ı Mekkiyye'sindeki yazılarından da anlaşıldığı üzere pek mütefekkir bir
müfessirdir, bir müevvildir. Bir kısım âyât-ı Kur'âniyyenin tazammun ettiği işârât ve letâifi hakikat lisâniyle, tasavvuf neşvesiyle
pek ince bir surette tevcih ve te'vîle çalışmıştır. Bâzı âyât-ı celîlenin delalet ve işârâtını anlamak hususunda kavâid-i lisâna
muhalefet ederek şâir müfessirlerden ayrılmış olduğu da görülmektedir.[133]

Hakkındaki Takdirler Tenkitler:

İlim ve faziletiyle parıldayıp duran ve kamerin safhasındaki "Kelefü'1-bedr" nâmını verdiğimiz ziyâ-yı remâdî kabilinden birtakım
donuk lekeleri de görülen Şeyh-i Ekber hakkında İslâm âlimleri, mütefikkirleri, bir hüsn-i niyetle üç zümreye ayrılmış
bulunuyorlar:

1- Birinci zümreye göre Muhyi'd- Dîn-i Arabî, büyük bir âlimdir, büyük bir mürşittir, büyük bir velîdir. Dâhil olduğu her beldede
meâsiri meşhur, kerametleri meşhuddur. Zahirî ve bâtinî ilimlere dâir yazmış olduğu kitaplar, iktidarının vüs'atine, kendisinin
Söfiyyeden nezih, mütefekkir bir zât olduğuna şahadet etmektedir.

Kaadî Şihâbü'd-Dîn Ahmed ez-Zebîdî, Şeyhü'l-Müzcâcî, Şeyh Cemâlü'd- Dîn Muhammed el-Kirmânî, Mecdü'd-Dîn-i Fîrûzâbâdî,
Şeyhülislâm İbn-i Kemal, Abdü'r-Razzâk-ı Menâvî, Celâlü'd- Dîn-i Devvânî, Şeyh Nablusî bu zümreye dâhildirler.

Fîrûzâbâdî diyor ki : "Muhyi'd- Din-i Arabî, hâlen ve ilmen tarikat şeyhidir, zahiren ve nefsef’l-emir itibariyle hakikat imamıdır,
fiilen ve ismen maarif rüsumunun muhyîsidir. Onun kitaplarının hassalarından dır ki, onları mütâlâaya devam eden kimsenin
sinesinde mu'dalleri keşf, müşkilleri hal için bir inşirah vücûda gelir"
Fîrûzâbâdî şunu da ilâve ediyor : "Şeyh-i Ekber, Kur'ân-ı Mübîn'i yetmiş şu kadar cilt olmak üzere[134] nazm-ı şerifine kadar tefsir
etmiş, bu kelime-i celîleye gelince ruhu kabzedilmiş tir. Bu hal, onun kâmil, muvahhid bir zât olduğuna büyük bir burhandır."

Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemal de bir fetvasında şöyle diyor : Eyyühe'n-nâs! Biliniz ki, Şeyh-i A'zam, Muktedâ-yı Ekrem, Kutbü'l-ârifın,
İmâmü'l-muvahhidîn Muhammed b. el-Arabî el-Endelüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşittir, onun acîb menkıbeleri,
harikulade halleri, ulemâ ve fudalâ yanında makbul tilmizleri vardır, inkâr eden hatâ etmiş, inkârında ısrar eden dalâlete düşmüş
olur, te'dîbi ve bu itikattan tahvili Sultan üzerine lâzım gelir, çünkü Sultan, ma'ruf ile emir, münkerden nehiy etmekle
mükelleftir.

Onun bir çok te'lifâtı vardır, Fusûs-ı Hikemiyye, Fütuhât-ı Mekkiyye de bunlardandır. Bunlardaki meselelerin bir kısmı lafzan ve
ma'nen anlaşılmakta, Allâh'ın emrine, Peygamber’in şer'ine muvafık bulunmaktadır. Bir kısmı da keşf ve bâtın ehlinin değil, ehl-i
zahirin idrâkinden hafi kalmaktadır. Kasdedilen ma'nâya muttali’olmayan kimse için[135] kavl-i İlâhisi mucibince sükût etmek
îcâb eder."

Birçok zevat, Muhyud-Dîn-i Arabi'yi müdâfaa için kitaplar, risâleler, makaleler yazmışlardır. Şam ulemâsından Ömer Hafîd eş-
Şihâb Ahmed el-Attâr'ın yazdığı Şeyh Abdü'1-Gani Nablusî'nin yazdığı ve yaver-i Sultan Selimin emriyle Muhammed b.
Muzafferü'd-Din'in yazdığı unvanlı kitaplar bu cümledendir.

2- İkinci zümreye göre İslâmiyet'in i'tikaadî, amelî, ahlâkî esasları Kur'ân-ı Mübîn ile, Sünnet ile, büyük müctehidlerin icmâ' ve
ictihadlariyle sabit olmuş, takarrur etmiştir. Dînî ta'birlere, mefhumlara bütün âlimler, hakîkî sofiler riâyet edegelmişlerdir. Halkın
yanlış telâkkisine meydan verecek yazıların, ta'birlerin makdûhiyyeti de yine umum İslâm ulemâsı, söfiyyesi tarafından kabul
edilmiştir.

Hele dînî mesâil içinde bir kısım hükümler vardır ki, bunlara "zarûriyât-ı diniyye" denir. Hâlık-ı Âlem'in ezeliyet ve ebediyeti,
mahlûkaatını hudûsu, fenası, ve Zât-ı Bârî'nin birer eser-i kudreti olmaları gibi. Bu hükümlere muhalefet, İslâmiyet'ten rabıtayı
kesmek demektir. Binâenaleyh elimizde böyle bir mikyas vardır. Artık bir söz, ümmetin herhangi bir ferdinden sâdır olursa olsun,
o ferdin şahsına değil, o sözüne bakılır, Peygamberlerden başka hiçbir kimse ma'sum olmadığından herhangi bir şahsın bidâyeten
veya nihâyeten hatâya, küfre düşmesi dâima imkân dâiresindedir. Bu halde söylenilen söz, bu mikyasa muvafık ise haktır, değilse
bâtıldır. Ve bu butlan derecesine göre söyleyenin ya fıskını veya küfrünü müstelzimdir.

Muhyi'd- Dîn-i Arabi'ye gelince, bunun ilme, fadlen muktedir bir şahsiyet olduğu inkâr edilemez ve âhirete ne veçhile gittiği de
bilinemez. Fakat bir kısım sözleri vardır ki, bunlar, dînî mikyasa muhâlifdir, bunların bir kısmı, sahibinin fıskını, icmâa
muhalefetini, diğer bir kısmı da îman dâiresinden büsbütün çıkmasını müstelzimdir.

Muhyi'd-Dîn'nin kitaplarında, bâ-husûs Fusûsu'l-hikem'inde bu gibi bir çok sözlere tesadüf olunuyor, Fir'avn'ın îmânına,
cehennem azabının adem-i devamına kaail bulunuyor, âbide ma'bûdiyet, mahlûka hâlikiyet sıfatını izafe ediyor, bütün eczâ-i
kâ'nâta birer hıssa-i u'ûhiyet ayırarak onlara karşı yapılacak ibâdetlerin Allah'a ibâdet olacağını iddia ediyor, daha birçok sözler ki,
hiçbir veçhile tevcih ve te'vîli kaabiî bulunmamakda. Eğer bu sözlerde bütün dînî esaslara, lisan kanunlarına, kadîm Söfiyye
hazaratının nezih, perhizkârâne sözlerine muhalif olmalarına rağmen te'vil edilirse artık cihanda bâtıl hiçbir söz kalmamak, ve
hiçbir bâtıl akide bulunmamak îcâb eder. Bunun neticesinde sözler, maksatlara, hakikatlere delâlet hassasından mahrum kalır.

Hâsılı bu sözler sarihtir, bunları te'vîle çalışmak zaittir, bunlar bir vecd ve sekir hâlinde söylenmiş şeyler de değildir. Çünkü
kitaplarda yazılmış, bunların ibkaasına kaailleri tarafından çalışılmıştır. Bu sözler, ma'sum halkın temiz akidelerini bozuyor, bir
kısım kimseleri ilhâda sevkediyor, evâmir ve nevâhîye itaat kalmıyor, bunlar kendilerinde birer rubûbiyet hıssası görerek birer
fir'avn kesiliyorlar. Bu hal ise hem ferdin, hem cemiyetin saadetine, intizâmına muhaliftir.

Bir "Vahdet-i Vücûd" sözüdür, birtakım lisanlarda deveran edip duruyor, daha ilimlerin mebâdîsinden haberdar olmayan bir nice
gaafiller, işittikleri bu sözün te'sîriyle ne muzlim çukurlara yuvarlanıp gidiyorlar.

Evet. "Vahdet-i Vücûd" haktır, şu ma'nâya ki: bütün mükevvenât, âdisdir, mahlûkdur, Allah'ın kudretiyle kaaimdir, Allâhu Teâlâ
ise ezelîdir, kadîmdir, hâlık-ı kâinattır, bizzat kadîmdir. Binâenaleyh bütün mükevvenât kendi mâhiyetine nazaran yok
mesabesindedir. Hak Teâlâ'nın varlığı karşısında adetâ bir zıll-i zâikien, bir hayalden ibarettir. Bunlar bizzat kaaim
olmadıklarından kendilerinde hakîkî bir varlık semmesi mevcut değildir. İşte bu i'tibâr ile denir ve Allah'dan başka olan mevcutlar
yok hükmünde tutulur. Yoksa bunların da Hakk'ın Vücûduna delâlet eden, Hakk'ın kudretiyle kaaim olan birer vücûdu vardır.

Evet sâlike bâzan seyr-ü sulük esnasında bir tecellî, bir vecd ve sekir hâli arız olur, mâsivâ gözünde kaybolup kendisini de göremez
bir hâle gelir, kendisine yalnız Hakk'ın şa'şaası lâyih olmaya başlar. Güneş doğduğu zaman yıldızlar gözden kaybolduğu gibi
Cenâb-ı Hakk'ın tecellî nurları parlamaya başlayınca da mâsivâ göze görünmez olur, bu, bir Vahdet-i Vücûd değil, bir Vahdet-i
Şuhûd'dur. Artık sâlik Haktan başkasını göremeyince Allâhu Teâlâ'yı —hâşâ— her şeyin aynı imiş gibi zanneder, diğer bir ta'bir ile
her şeyi Allah’da mündemeç, Onunla müttehid gibi görmek hayâline düşer. Bu hal ise bir sâlik için ilk merhaledir ve İmâm-ı
Rabbânî'nin dediği gibi bir berzahdır, tehlikeli bir ibtilâdır. Vaktâ ki sâlik bu merhaleden ileri gider, nusrat-ı ilâhî de kendisini te'yîd
eder, o zaman anlar ki bütün eşya, Vucûd-ı Hakk'ın —hâşâ— aynı değil, .belki Onun birer feyzidir, Kudret-i Hakk'ın taallûkiyle
vücûda gelmiş birer şâhid-i rubûbiyyettir.

Artık böyle bir sâlik, ya o ilk merhaledeki zannına göre söz söyliyerek feyz-i İlâhî'den mahrum, sukuta mahkûm olur, veya nadim
ve itâib olarak bu mühlikeden kurtulur.[136]

Demek oluyor ki, böyle bir tarzda Vahdet-i Vücûd tecellîsi muvakkattir, tekâmül mertebesinden dûn bir şuhûd haletinden
ibarettir ki, bu sâlik için bir akabe demektir. Bundan geçmeyen bir sülük sahibi, büyük tehlikelere ma'ruz kalabilir.

İşte Fusus'daki sözlerin bir kısmı da sahibinin bu mehlekelere dûçâr olduğunu göstermektedir.

Şeyh Alâü'd-Dîn en-Neccârî, Îzzü'd-Dîn b. Abdi's-Selâm, Takıyyü'd-Dîn b. Dakîk, Zeynü'd-Dîn el-Irâkî, İmam Ebû Hayyân, Şeyhü'l-
Islâm İbn-i Teymiye, Allâme-i Taftâzânî, Aliyyü'l-Kaarî, Sîrâcü'd-Dîn ekBülkînî, Şemsü'd-Dîn Muhammed el-Cezerî, Kutbü'd-Dîn el-
Kastalânî, Bedrü'd-Dîn Muhammed b. Cemâa, şârih-i Sahîhü'l-Müslim Kaadî Şerefü'd-Dîn, Allâme Ebû Amr b. el-Hâcib, Sa'dü'd-
Dîn Çelebi, Şeyhü'l-İslâm Ebû Zür'a, Çivi-Zâde İbrahim Bikaaİ, İmam Radiyyü'd-Dîn b. el-Hayyât, Zeynü'd-Dîn el-Ezhed gibi pek
meşhur ve muktedir ulemâdan, muhaddisînden, fukahâdan, sofiyyeden bir çok zevat bu ikinci zümreye dâhildir.

Müfessir Ebû Hayyân,[137] âyet-i celîlesinin tefsirinde diyor:

"Zahiren Müslüman kisvesine bürünen, söfiyyeye intisap da'vâsında bulunan birtakım kimseler vardır ki, bunlar hulule, ittihada
kaaildirler, Hallâc, İbn-i Arabi ve sâire gibi."

Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiye de bir mektubunda şöyle diyor : "Ben evvelce İbn-i Arabî hakkında hüsn’i zan ve ta'zim edenlerden
idim,, çünkü gibi kitaplarında fâideli şeyler görmüştüm, fakat hakîkî maksadına muttali' olmamış, Fusûs'u gibi eserlerini henüz
okumamıştım, biz din kardeşlerimizle toplanır, hakkı araştırır, tarîkin hakikatini anlamaya, keşfe çalışırdık, vakta ki iş anlaşıldı,
artık üzerimize vâcib olan şeyleri anlamış olduk."

İbn-i Teymiye, daha bir çok ma'lûmat veriyor ve ezcümle eliyor ki: "Vahdet-i Vücûd'a kaail olanlar üç tarıka ayrılmıştır, İbn-i Arabi,
birin'ci tarîka mensubdur. Bundan dörtyüz sene mukaddem İslâm muhitinde bir bid'at türemişti, o da ma'dûmun îlm-i îlâh’den
hâriç, bir şey’i sabit olması iddiasıydı. İbn-i Arabî, bu iddiada bulunanlara iltihak etmiştir. Fusus'daki iki esasdan biri budur. Diğeri
de Hâlık ile mahlûkaatın Vahdet-i Vücûduna kaail olmasıdır. Bu sözleriyle kendisinden evvelki bütün meşâyihden, ulemâdan
ayrılmış bulunuyordu. Mütebaki ittihâdiyenin kavilleri de böyledir. Şu kadar var ki, onların arasında İslâm'a en yakın olan İbn-i
Arabi'dir. Onun birçok yerlerde güzel sözleri vardır. Çünkü o mesâhir ile müzahir beynini ayırıyor, emir ve nehyi, ve olduğu gibi
şerâyii ikrar ediyor, şâir meşâyih gibi bir kısım ahlâk ile, ibâdât ile seyr ü sülûkde bulunmayı tavsiyede bulunuyor. Bunun içindir ki,
birçok âbid kimseler onun sözlerini, hakaayıkını anlamaksızın ahzetmiş, onunla intifa'da bulunmuştur. Fakat bu hakaayıkı
anlayarak İbn-i Arabi'ye ittibâ' edenlerin sözleri ise malûm."

Yine Şeyh Takıyyü'd-Dîn İbn-i Teymiye, (Aliyyü'l-Kaarînin unvanlı kitabında münderec) bir fetvasında Fusûsu'l-hikem'in bâzı
ibarelerini tahlil ederek İbn-i Arabî hakkında daha âteşîn bir lisan kullanmaktadır.

İmam Süyûtî'nin Muhyi'd- Dîn-i Arabî hakkındaki sözlerine gelince bunlar mütenâkız görülmektedir. Şeyh Burhânü'd-Dîn el-Bikaaî
ile muârazada bulunmuş, ona karşı: nâmındaki eserinde İbn-
i Arabi'nin tarîkini tasvip ve müdâfaa etmiştir. ünvanlı kitabında ise İbn-i Arabi'nin tarîkatini tahtıe etmiş, "Kur'ân-ı
Kerîm'i cevher-i lâfzının iktizâ etmediği biı veçhile tefsir etmek tahrîm-i galiz ile haramdır. Kendisine Kitâbül-Fusûs nisbet edilen
mübtedi' İbn-i Arabi'nin yaptığı gibi" demiştir.

Kezâlik unvanlı eserinde de şöyle demişlerdir: "Biz i'tikaad ederiz ki, ilmen, amelen, sohbeten Sofiyyenin seyyidi bulunan Ebu'l-
Kaasım el-Cüneydî'nin tarîki, kavim bir tarîktir. Çünkü bu, bid'ailerden hâli, tefviz ve teslim, nefisden teberrî dâiresinde carîdir,
İbn-i Arabî ve emsali gibi mutasavvıf eden bir cemâatin tarîki hilâfına ki, o zendikadır, Kitap ve Sünnet'e münâfîdir."

Vaktiyle Yemen havalisindeki ulemâ ve söfiyyeden bir kısmı Muhyi'd- Dîn-i Arabi'ye şiddetle tarafdar olup onu müdâfaa ediyor,
eserlerini tedrise, neşre çalışıyordu. Ezcümle Cemâlü'd- Dîn-i Kirmanı bu zâtın kitaplarını tedris ile tavzih ve tefsir ile meşgul
oluyordu, diğer bir kısmı da İbn-i Arabi'nin Şer'-i Şerife muhalif, ittihâd ve hululü müş'ir olan yazılarını sened ittihâz ederek
nıüdâfaacılara hücum ediyor, İbn-i Arabi'nin hatâlarını nazmen ve neşren tenkid ve teşhîre uğraşıyordu. Nihayet büyük bir fitne
yüz göstermeye başlamıştı, mes'ele hükümete aksetmiş, Sultan Nasır, İbn-i Arabi' nin bâzı kitaplarını toplayarak kütüphanesinde
saklamış, Kirmani de yaptığından nedamet göstererek tâib ve müstağfir olmuştu.

(828) senesi idi ki, Şeyh Semsü'd- Dîn Muhammed el-Cezerî, Yemen'e gelmiş, neşr-i ilme başlamıştı, birçok âlimler, fâzıllar
toplanarak kendisinden icazet almaya koyulmuşlardı, İbn-i Arabî mes' elesini bu büyük âlimden suâl ettiler, onun vereceği
cevâba, karâra intizarda bulundular. Muhammed el-Cezerî, İbn-i Arabi' nin eserlerini okumuş, vaktiyle bu hususta şâir ekâbirin
mütâlâasından müstefid bulunmuş, lâzım gelen kanâati edinmişti. Bu yüksek âlimin ihzar ettiği cevap Taiz şehrinde medrese-i
Eşrâfiyyede yapılan bir icazet merasimi esnasında kürsüye çıkılarak okundu. Orada medresenin istîâb edemiyeceği kadar çok olan
ulemâ ve fukahâ tarafından tasvîb edildi. Sonra bütün Yemen havalisine ta'mîm edilen bu cevap, oralardaki âlimler tarafından da
tasdik olundu.

Bu cevâbın hülâsası şöyledir: "Evet. Şer-i Şerifin zahirine muhalif, Müslümanların zihinlerine şek ve şüphe ilkaasına müsait olan
kitaplar, gerek İbn-i Arabi'ye ve gerek başkalarına ait olsun imha edilmelidir. Bu, salâhiyattar olan makamlar için bir vecibedir. Bu
kitapları mütâlâa etmek haramdır, bunlar te'vil edilmelidir" diyenlerin sözlerine bakma-malı, bu yanlış bir düşüncedir, gibi sözler
nasü te'vîl edilebilir,

böyle bir te'vil kapısı açılırsa artık dünyâda hiçbir bâtıl söz kalmaz,

Bence en iyi görünen şudur: İbn-i Arabî, riyazetle tevaggul edince üzerine sevda galebe etmiş, artık dediğini demiştir, bunun
içindir ki, sözleri arasında birçok ihtilâflar, tenakuzlar bulunmaktadır, bugün bir şey der, yarın onun hilâfına başka bir şey söyler,
artık böyle bir kimsenin sözüne bakmak caiz olur mu? Nerede kaldı ki, sözlerini nakl ve neşr caiz olsun, onu taklîd eden, onun
hakkında hüsn-i san besleyen, iki kimseden biridir: Ya onun sözlerini tahkik edemiyen, onun içtihadına, ilminin çokluğuna bakıp
onu bu cihetle sofu, hayırlı bir şahıs zanneden vicdanı selim bir kimsedir veya zahiren müslim görünen, hakikatte ise ibâhaya,
hulule kaail bulunan bir zındıktır."

İşte bu ikinci zümreye mensup zevatın kanaatleri, fikirleri bu merkezdedir. Şer'-i Şerifin ahkâmını muhafaza, İslâm akaaidini
himaye, birtakım muhakemeden mahrum kimseleri dalâlete düşmekten vikaaye maksadiyledir ki, bu zatlar bu gibi mütâlâalarda,
müdâfaalarda bulunmuş ve bu hususta birçok eserler yazmışlardır. İbn-i Nûrü'd-Dîn-i Hanefî'nin yazdığı:onun tilmizlerinden
birinin yazmış olduğu Teftâzânî'nin veya Aliyyü'l-Kaarî'nin yazmış bulunduğu ve saire gibi.

3- Üçüncü zümreye göre Şeyh-i Ekber'in hakkında hüsn-i zanda bulunmalı, fakat kitaplarının mütâlâasını tecviz etmemelidir.
Bunlar demek istiyorlar ki:

Muhyi'd- Dîn-i Arabî, hakîkaten büyük bir zâttır, ibâdet ve tâat hususundaki ict'hâdı, keşf ve kerameti menkuldür, eserlerinin
birçokları Kitâbullâh'a muvafık, ahlâkı tehzîbe hadimdir. Fakat her nasılsa yazıları arasında hulul ve ittihadı gösteren birtakım
satırlar da vardır, bunlar bozuk i'tikatlı kimselerin elinde birer sened olmuş, kendi bâtıl da'vâlarını tervîce vesile ittihâz edilmiştir.

Vâk'â kadrinin celâletini inkâr kaabil olmayan Şeyh-i Ekber, bu sözlerin müteâref ma'nâlarını kastetmiştir denilemez, fakat
değilmi ki bunlar yanlış telâkkilere yol açıyor, artık böyle yanlış anlaşılmıya kaabiliyetli sözleri ihtiva eden kitapları mütâlâa,
muhataralı bir şey olduğundan câis olamaz. İhtiyat ve hikmet de bunu îcâb eder.

Binâenaleyh biz kendisinin fazilet ve kemâlini i'tir'âf eder, velayeti hakkında hüsn-i zanda bulunuruz, fakat bu tehlikeli eserlerin
okunmasını da caiz görmeyiz.

Muhyi'd- Dîn-i Arabî hakkında en ziyâde tenkidi câlib kitab, (Fusûsu'l-hikem)'dir. Aliyyü'l-Kaarî merhum, bu kitabın
münderecâtından yirmi dört mes'eleyi pek ilmî, tasavvufî bir tarzda tetkik ve intikaad etmiştir. Vâkıâ bu kitabı kırk kadar meşhur
zevat şerh etmişlerdir. Bu cihetle Fusûs'un Şeyh-i Ekber'e aidiyyetini kabul etmiş bulunuyorlar. Fakat bu şerhlerin bir kısmı, o
kitabdaki dînî esaslara uygun görülmeyen sözleri tevcih ve te'vîl ve bu suretle Şeyh-i Ekber'i tenkidden siyânet maksadına
müstenid bulunmuş olabilir, nitekim şârih Bâlî merhum, Fir'avn'ın îmânı mes'elesinde böyle mükemmel bir tevcihde
bulunmuştur.

Şeyh Abdü'1-Vehhâb Şa'râni, serlevhalı kitabında diyor ki: "Halk, Muhyi'd- Dîn-i Arabî hakkında iki fırkaya ayrılmıştır. Bir fırka,
onun velayetine mu'tekiddir, 'musıb olan da bu fırkadır. Diğer bir fırka ise bunun hilâfınadır, bence mes'eleyi halledecek bir'tarîk
daha vardır ki, şu iki fırka buna râzı olmaz. Bu tarîk ise Şeyh-i Ekber'in velayetine i'tikaddan, kitablarına ise nazarı fahrimden —
yâni mütâlâasını haram görmekten— ibarettir. Hattâ bizzat Şeyh-i Ekber de demiştir ki: Biz cemâatiz ki, bizim kitablarımıza nazar
haramdır, çünkü Sofiyyenin bilittifak kabul ettikleri birtakım ıstılahlar vardır, onlar bu ıstılahların ulemâ arasında müteâref olan
ma'nâlarını kast etmemişlerdir. Bunları müteâref ma'nâlarına hami, dîne münâfîdir, bu ıstılahlar tarikat gayretiyle, iltizâm
edilmiş, ehil olmıyanların tarikat nâmına söz söylemelerine meydan vermemek maksadına müstenid bulunmuştur." .
İmam Gazali de Söfiyye'nin bu ıstılahları hakkında demiştir ki: 'Bunlar Kur’ân-ı Mübin'deki, Sünnet'deki vech, yed, istiva gibi
müteşâbih kelimelere benzer, binâenaleyh.bunları zahirî ma'nâlarına haml, sahih olamaz.”

Maahâzâ bunlar, zevka, ehl-i hâle âit şeyler olduğundan bunları Öyle herkes de anlayamaz.

Büyük bir mutasavvıf olan Şeyh Takiyyü'd- Dîn Ebû Bekr el-Kudsî de diyor ki : Dostlarımdan bâzıları İbn-i Arabi'nin kitablarınıı
okutmamı tavsiye ettiler, bâzıları da beni bundan men'a çalışıyorlardı. Bu hususda Şeyh Yûsuf es-Suğdî ile istişarede bulundum,
dedi ki: Oğlum! Allâhu Teâlâ seni muvaffak etsin, İbn-i Arabi'ye mensub olan bu ilim, onun için ihtira' edilmiş değildir, o, bu fende
mahir idi. Onun tarîkına mensup olanların iddialarına nazaran bu ilim ancak keşf tarıkıyla anlaşılabilirmiş; bu iddiaları sahih ise o
ilmi takrirde fâide yoktur, çünkü eğer mu' karrir ile kendilerine takrir olunan kimseler buna muttali' iseler artık takrir, hâsılı tahsil
kabilinden olur, ve eğer yalnız biri muttali' ise bu takrir diğerine fâide vermez, şayet her iki taraf da muttali' değilse artık hayret
ve zulmet içinde kalmış, hatâya düşmüş olurlar." Ne güzel bir kıyâs-ı mukassem da da şu mealde bir ibare vardır: Sofiyye'nin
ıstılahlarını hâvi bir kısım kitapları okumağa ve okutmağa çahşanlar, ne kendileri, ne de başkaları hakkında Hayır-hâhlık etmiş
olmazlar. Bâ-husûs zahirî ilimlerden kaasır bulunurlarsa dal, hem de mudil olurlar. Söfiyye hazarâtı, kendi kitaplarını başkalarına
okutmazlardı, onların ilimleri öyle kitaplardan ahzedilemez."

Şunu da ilâve edelim ki: Muhyi'd- Dîn-i Arabi'nin dînî âdaba riâyet ettiğini, güzel i'tikad ve amel sahibi olduğunu gösterir binlerce
yazıları vardır. Hattâ kendisi, en son eseri olup gaayet mu'teber ve meşhur bulunan ve kendisine âidiyyetinde hiç şüphe
edilmiyen Futuhât-ı Mekkiyye'sinin mukaddimesinde kendi i'tikaadını uzun uzadıya tasrîh eder ki, Ehl-i Sünnet mezhebine
muvafıktır.

Yine Futuhât'ının (62) nci babında der ki: "Günahkârlar dört taifedir, hepsi de cehennemliktir, oradan çikmıyacaklar dır, bunlar
Allâhu Teâlâ'ya karşı tekebbür gösteren kimselerdir, kendileri için rubûbiyet iddiasında bulunan Fir'avn ve emsali gibi. Nemrud ile
gayrileri de böyledir.

Hazret-i Şeyh'in bu sözleri Fusus'daki sözlere tamamen muhalif, dinî esaslara muvafıktır. Bununla beraber bu sözler gösteriyor ki,
Şeyh-i Ekber, Fir'avn'ın îmân'ına mu'dekid değildir, bilâkis onun küfrüne kaanîdir, kezâlik cehennem azabının müebbediyyetine
kaail, mahlûkaatın rubûbiyyet ve hâlıkıyyet sıfatını hâiz olamayacağına mu'tekiddir.

Kezâlik Şeyh-i Ekber'in asarından isdidlâl ediyoruz ki, kendisi bihakkın âlim, mütefekkir, kuvve-i hafızaya mâlik bir zâttır. O halde
denilebilir ki, böyle bir zattan mütenâkız lâkırdıların zuhuru beklenilemez.

Binâenaleyh Futuhat'daki sözleri esas olarak kabul edilmelidir. Bunlara muhalif olarak Fusus'da veya sâir eserlerinde görülen
sözler ise ya muvakkat bir şuhûd hâlinin hatâ-âlûd birer semeresidir, yâhud başkaları tarafından li-maksadin yazılıp bu büyük zâta
nisbet edilmiştir.

Nitekim buna zâhib olanlar da vardır. Ezcümle Şa'rânî merhum, bunu iddia ediyor, daha kendisi hayatta iken kitaplarına başkaları
tarafından ilâveler yapıldığını, hakkında fena bir cereyan uyandırılmak istenildiğini, bu ilâveleri bir ilmî heyet huzurunda isbat
eylediğini kitaplarında tessüfle anlatıyor. Şeyh-i Ekber'in kitaplarına da böyle ilâveler yapılmış olduğunu isbâta çalışıyor.

Şeyhü'l-İslâm Ebu's-Suûd merhumun da şöyle bir fetvası vardır: “Bir kimse Şeyh Muhyi'd- Dîn'nin Fusıısu'l-Hikem'i Şerîatden
hâriçtir, halkı idlâl için bunu tasnif etmiştir, bunu mütâlâa eden mülhiddir, dese ona ne lâzım gelir? El-Cevab: Evct, o kitapda
Şeriata mübâyin kelimât vardır, bâzı mutasalliflcr bu kelimeleri Şer'a irca için tckellüfde bulunmuşlardır, lâkin biz teyakkun etmiş
bulunuyoruz ki, bunları bâzı yahudiler Şeyh -kuddise sırruhû- ya iftira etmişlerdir. Binâenaleyh o kelimelerin mütâlâasını terk ile
ihtiyatda bulunmak vâcibdir. Zâten bundan nehiy hususunda emr-i Sultanî de sâdır olmuştur, artık her veçhile ictinab îcâb eder."

Vâkiâ Şeyh-i Ekber'in vaktiyle yazma ve müteferrik bir halde bulunan bâzı eserlerine her hangi hâinâne bir maksada mebnî bâzı
yanlış cümlelerin, hâriçden ilâve edilmiş olması müsteb'ad değildir.

Velhâsıl: Bu üçüncü zümrenin bu hususdaki kanâati daha salim, daha tehlikesizdir. Şöhreti ve fazileti Şark ve Garb'ı tutmuş,
büyüklüğüne her asırda binlerce îmân ehli kaani' bulunmuş olan bir zât hakkında bu gün sû-i zanda bulunmakda hiçbir fâide
yoktur.

Hâdimî merhum diyor ki: “Muhyi'd- Din-i Arabi gibi eslâfdan bâzı zevat hakkında hak olan, imsâk-i lisanda bulunmakdır, nitekim
(Bezzâziye) gibi fetva kitaplarında deniliyor ki: Bir mes'elede yüz vech olsa da bunlardan doksan dokuz vech, küfrü mûcib, bir
vech de küfre mâni' bulunsa âlim olan, bu bir veçhe meyleder, bir müslimin sözünü güzel bir mahmele hami mümkün oldukça
küfrüne kaail olmaz. İlm-i usulde beyân olunduğu üzere kesret-i edille tercihi îcâb etmez. Bâ-husûs İbn-i Arabi'nin hüsn-i hâli
mütevatirdir, hüsn-i i'tikaadına sâir musannefâtı şahittir. Bunun hakkında Süyütî, İbn-i Kemal, Ebu's-Suûd, Fîrûzâbâdî, Seyyid-i
Şerif gibi zevatın fetvaları vardır ki, bunlar onun medhini, kitaplarının da men'-i mütalâasını icâb etmektedir.”

Binâenaleyh bu gibi büyük tanınmış zevat hakkında sû-i zandan fena tefevvuhâtdan ihtiraz etmelidir. Bununla beraber bütün
Müslümanlarca diyanetleri, faziletleri, kerametleri müsellem bir çok İslâm eâzımının, cihan kütüphanelerini tezyin edip i'tikaada,
ahlâka, tasavvufa, hikmete ve sair ulûm ve fünûna müteallik ve her türlü yanlış telâkkilere gayri müsâid bulunan binlerce
kitaplarının mütâlâasını da şüpheli, muhataralı, müphem, yanlış telâkkilere müstaid eserlerin mütâlâasına tercih etmelidir. Bâ-
husûs hal ve zevkdan mahrum, bir istiğrak ve şuhûd tecellîsinden bî-haber, Sofiyye hazarâtının zühd ü takvasından zâhil kimseler,
Vahdet-i Vücûd gibi mâhiyyeti binlerce tefsîr ve tavzîha müsâid mes'eleler ile uğraşmamalıdırlar. Böyle bir iştigâl pek muhataralı
bir haldir.

Bu hususda: diyenler şüphe yok ki daha ihtiyatlı hareket etmiş olurlar.

Müellefatı: Şeyh-i Ekber'in (439) adet te'lîfâtı olduğu kendisinin yazmış olduğu bir cetvelden anlaşılmaktadır. Bir kısmı
şunlardır: Kehf sûresine kadar altmış cilddir.sekiz cilddir.El-Faslü'1-Müfîd ismindedir.dört cilt matbu bir eserdir. matbû'dur. Bu
kitabı, Sadru'd-Dîn-i Konevî, Mevlânâ Câmî, Hoca Parsa, Dâvûd-ı Kayseri, Kemâlü'd-Dîn-i Kaaşânî, Abdü'1-Ganî Nablûsî, Şâir Nev'î,
Sofyalı Bâlî, Baba Ni'metu'llah Nahcüvânî, Yazıcı-Zâde Mehmed Efendi, İsmâîl-i Ankaravî ve daha birçok zevat şerh etmiştir.

Me'hazlar: Mîzân-ı Zehebi, El-İber, Târîh-i Zehebî, Cilaül'l-ayneyn, Kurru'l-avn, El-A'lam, Dürrü'l-muhtar, Er-Reddü'l-muhtâr,
Mevzûâtu'l-ulûm, Kaamûsü'l-a'lam, Terceme-i hâl ve fazâil-i Şeyh-i Ehber.[138]

208- Mûsâ B. Yûnus

Ebu'1-Feth, Mûsâ b. Yûnus, feylesof-meşreb bir âlimdir. (551)'de Mevsıl'da doğmuş, (639) da yine Mevsü'da vefat etmiştir.[139]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ebu'1-Feth Mûsâ riyâziyyâta, musikiye vâkıf idi. Tevrat'dan, İncil'den yahûdîlere, hristiyanlara ders verirdi, bu iki kitabı onlar için
fâideli bir tarzda şerh etmişti. Aklî ilimler ile çok tevaggul ettiği, için dînen müttehem görülmüştü.

Müellefâtı: Kur'ân-ı Mübîn'in tefsirine dâirdir. O nücûma dâirdir. Ve saire.

Me'hazlar: Vefeyâtü'l-a'yân, El-A'lâm,[140]

209- Ebu'l-Mehâsin Hüseyn Cürcânî:

HüseynCürcâni, değerli bir âlimdir.(640)da vefât etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh. Ebu'l-Mehâsin, fâzıl bir müfessirdir, nâmında bir
tefsiri vardır.[141]

210- Alemü'd-Dîn Es-Sehâvî:

Ebu'l-Hasen, Alî b. Muhammed b. Abdu's-Samed el-Mısrî es-Sehâvî, meşhur bir âlimdir. Mısır'da Sehâ beldesine mensubdur.
(558)'de doğmuş, bir müddet Dimeşk'da ikaamet edip (643) târihinde orada vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[142]

Mevki-i İlmîsi:
Sehâvî, tefsire, fıkha, usûl-i fıkha, Kur'ân'a, lûgat-ı Araba bi-hakkın vâkıf, kıymetli eş'âra mâlik idi. Fevkalâde zekî, güzel ahlâk ile
muttasıf idi. Kahire'de Şeyh Ebû Muhammed el-Kaasım eş-Şâtıbî’den ve Tâcü'l-Kindî'den ilm-i kıraat ahzetmiş; İskenderiyye'de
Silefî'den, İbn-i Avf’dan, Mısır'da Busayrî'den ve İbn-i Yâsîn'den hadîs dinlemişti. Dimeşk'a rıhlet ettiği zaman kendisinden pek çok
kimseler kırâât ahzetmişlerdir. Şâfiiyyü'l-mezheb bulunuyordu.

Müellefâtı: Sûre-i Kehf'e kadar dört ciltlik bir tefsirdir. müteşâbihât-ı Kur'ân'a dâir bir manzümedir ve matbü’dür, tecvide dairdir.
Usul-i dine dairdir.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm, Vefeyâtü'l-a'-yân.[143]

211- Îbn-i Teymiye Mecdü'd-Din:

Mecdii'd-Dîn, Abdü's-Selâm b. Abdullah b. el-Hadr el-Harrânî, büyük bir âlimdir. Harran'da doğmuş, bilâhare Bağdad'a gidip altı
sene kalmış, sonra Harran'a dönmüştür. Vefatı (652) târihine müsâdifdir.[144]

Mevki-i İlmîsi:

Hanbelî fukahâsından olan Mecdü'd- Dîn, ilim ve irfâniyle asrının ferîdi idi. Harran'da tedris ile, te'lîf ile meşgul olmuş, birtakım
kıymetli eserler vücûda getirmiştir.

Müellefâtı: Fıkha dâirdir.

Me'hazlar: Cilâü'l-ayneyn, Keşfü'z-zunûn.[145]

212- Yûsuf Sıbt İbni'l-Cevzi :

Şemsü'd-Dîn,Ebu'l-MuzafferYûsufb. Kız Oğlu b.Abdullah el-Bağdadi, meşhur âlimlerden ve müverrihlerdendir. Ebu'l-Ferec İbni’l-
Cezvi’nin sıbtı denmekle ma'ruftur. Babası Kız Oğlu b. Abdull, Vezir Avnü'd-Dîn b. Hübeyre'nin pek sevgili bir kölesi, idi, Vezir,
evlat gözüyle baktığı bu kölesini âzâd etmiş, ona Bağdad'.n en yüksek alimi olan Ebu-1 Ferec'in kızını almıştı.İşte Ebu'l-Muzaffer
bu mes’ut izdivacın kıymetli bir semeresi olarak (581)'de Bağdad'da dünyaya gelmiş,(654) târihinde de Dimeşk'da vefat etmiştir.
Aslen Türktür, Cebel-ı Kaasıyunda medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[146]

Mevkî-i İlmîsi:

Ebu'l-Muzaffer Yûsuf, âlim, fakîh, vaiz, pek zekî, belagat ve telâkatla mümtâz bir zât idi. Evvelâ gençliğinde dedesi Ebu'l-Ferec’in
terbiyesi altında bulunarak ondan fıkıh okumuş, Hanbelî mezhebine sâlik bulunmuştur. Bilâhare Mevsıl'a Dimeşk'a gitmiş,
Cemâlü'd- Dîn Mahmûd el-Hasîrî'den tefakkuh ederek Hanefî mezhebine dâhil olmuştur.

Ebu'l-Muzaffer, Dimeşk mescidinde va'z ederdi, halk geceleyin gelip mescidde yatar, bu zâtın lâtîf, müessir mev'ızalarını
dinliyebilmek için oturacak yer tedârikine çalışır, bu hususda birbirleriyle müsabaka edercesine hareket ederlerdi. Bu zât, ayni
zamanda büyük bir müverrih idi, Cihan kütüphanesini unvanlı kırk ciltlik bir târih ile tezyin etmişti. Bu târih, birçok müverrihler
için bir me'haz teşkil etmiştir. Hafız Zehebî merhum, bu târihi tenkîd ediyor, bunda birtakım esassız hikâyelerin bulunduğunu
söylüyor, "Ebu'l-Muzaffer'in naklettiği şeyler husûsunda sika olduğunu zannetmem." diyor, kendisine rafz ve muvazenesiz
hareket isnâd etmek istiyor.

Mir'âtü'z- zamân'a zeyl yazmış olan "Sa'dü'd-Dîn b. el-Arabî" ise bu târih aleyhindeki sözleri hasede hamlediyor, Zehebî gibi,
Suğdî gibi zatların bu târihden müstefîd olmuş, bunu me'haz ittihâz etmiş olduklarını söylüyor.
Müellefâtı: Ebul-Muzaffer'in birçok te'lîfâtı vardır, bir kısmı şunlardır: yirmi dokuz cilttir.on iki imâma dâir matbu' bir
eserdir, bunun bâzı yazma ciltleri kalmış ye yalnız sekizinci cildi fotoğraf ile tab' edilmiştir. Bundan bâzı müntehab parçalar da
Fransızca tercemeleriyle beraber basılmıştır.

Me'hazlar: İbn-i Hallikân, Keşfü'z-zunûn, El-Fevâidü'l-behiyye, Mu'-cemü’l-matbûât.[147]

213- Şerefü'd- Dîn El-Mürsî:

Ebû Abdillâh (veya Ebu'1-Fazl) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed, büyük bir müfessirdir. Aslen Mürsiye'li olup (570)
târihinde doğmuş, bir müddet Endelüs'de dolaşmış, sonra Bağdad'ı, Horasan'ı ziyaret edip bir müddet Haleb'de, Dimeşk'da
kalmış, hac vazifesini ifâdan sonra Dimeşk'a avdet, daha sonra Medîne-i Münevvere'de -ikaamet ve bilâhare (624) de Mısır'a
rıhlet, oradan da Dimeşk'a giderken (655) târihinde Arîş ile Za'ka arasında vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[148]

Kudret-i Îlmîyyesi:

Şerefü'd-Din, nahiv ulemâsından müfessir, muhaddis, fakîh, ilm-i usûle vâkıf, edîb, zâhid bir zâttır, A'mâ bulunuyordu.
Mâlikiyyü'l-mezhep idi. Tâcü's-Sübkî'ye göre Şâfiiyyü'l-mezheb idi. İbn-i Ğalbûn ve sâireden kırâet, Ebu'l-Hasen Alî b. Yûsuf Dânî
ve Tayyîb b. Muhammed'den nahiv, İbrahim b. Dahhâk'den ve sâireden usûl, İbn-i Abdü's-Semî'ile sâireden de hadîs ahzetmiştir.
Kendisinden de Muhibb-i Taberî, Şeref Fezârî, Muhammed b. Yûsuf b. el-Minhâr gibi zâtlar rivayette bulunmuşlardır, tefsiri ve
sâir kıymetli eserleri vardır. Tefsirinde âyetlerin biribirine olan irtibatını beyâna i'tinâ etmiştir. Zamanının fahri sayılırdı. Nazm ve
nesri de pek lâtif idi.

Müellefâtı: Bu yirmi ciltlik bir tefsîr-i kebîrdir. On cüzdür. üç cüz'dür. Zemahşeri'nin Mufassal'ı hakkında tenkıdâtı da vardır.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât,Keşfü'z-zunûn, El-A'lam.[149]

214- İbn-i Abdü's-Selâm:

Şeyh Abdü'1-Azîz b. Abdü's-Selâm b. Ebi'l-Kaasım es-Sülemî, pek meşhur bir zâttır. Künyesi: Ebû Muhammed'dir, Şeyhü'l-İslâm,
Sultânü'l-ulemâ’, Îzzü'd-Dîn unvanlarını hâizdir. (577) de dünyâya gelmiş, (660) târihinde Kahire'de vefat etmiştir. Kurâfe-i
Kübrâ'da medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[150]

Üstazları Ve Seyahatları:

İbn-i Abdü's-Selâm, aslen Mısırlıdır. Fahrü'd-Dîn İbn-i Asâkir'den fıkıh, Seyfü'd-Dîn Âmidî'den ve sâireden usûl, Hafız Ebu
Muhammed el-Kaasım'dan ve sâireden hadîs okumuş, Şeyh Şihâbü'd-Dîn Suhreverdî'den de tasavvuf ahzetmiştir. Kendisinden de
tilmizleri olan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Dakîk el-İyd, Ebü'I-Hasen el-Bâcî, Şeyh Tâcü'd-Dîn Îbni'l-Garkâh, Hafız Ebû Muhammed ed-
Dimyâtî gibi meşâhîr rivayette bulunmuşlardır.

Bu muhterem zât bir müddet Dimeşk'da tavattun ederek zâviye-i Gazâliyye'de ve sâirede tedris ile meşgul olmuş, câmi-i
Emevî'de hitabet ve imamet vazifesini îfâ etmiş ve bu vesile ile minbere kılıç vurmak gibi hatiplerin yapageldikleri birtakım
bid'atleri kaldırmış, bilâhara Dimeşk hâkimi Salih İsmail'in Frenklerden yardım isteyerek mukabilinde Sayda Şehrini ve Şakîf
kalesini terketmesinden pek müteessir olarak (639) hududunda Kahire'ye çıkıp gitmiş. Mısır Hükümdarı Melik Salih, Necmü'd-Dîn
Eyyûb b. el-Kamî! tarafından kemâl-i ihtiram ile karşılanarak Mısırda kadı ve Amr b. el-Âs camiine hatip tâyin edilmiş ve bilâhara
medrese-i Sâlihiyye bina edilince Şâfiiye'nin tedrisi de uhdesine tevcih olunmuştur.[151]
Kemâlat-ı Zâtiyyesî:

İzzü'd-Dîn büyük bir Şafiî âlimi idi, ve aynı zamanda yüksek bir mutasavvıf bulunuyordu. Zühd ü takvâsiyle temayüz etmiş ve
kendisinden birçok kerametler zuhur eylemiştir. Zamanının hükümdarlarına, ricaline karşı ma'ruf ile emir, münkerden nehiy
hususunda asla müsamaha göstermezdi.

Ccmâlü'd-Dîn b. el-Hâcib diyor ki: İbn-i Abdü's-Selâm, Gazâlî'den daha fakihdir.

Şeyhü'l-İslâm İbn-i Dakîk da diyor ki: İbn-i Abdü's-Selâm, selâtîn-i ulemâdan biri idi.

Ehl-i Sünnet'in i'tikaadını beyan zımnında Melik Eşref'e yazmış olduğu pek kıymetli bir mektubu Tabakaat-ı Sübki'de münderiçtir.

Müellefâtı: Tefsîr-i İbn-i Abdi's-Selâm diye ma'rûf, muhtasar bir tefsirdir. Bu tefsir, Köprülü Kütüphanesinde (44) numarada
(Emâlî) unvâniyle mukayyettir. tasavvufa dâirdir. matbu'dur. bu son üç kitap matbu’dur.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye.[152]

215- Abdü'r-Rezzâk Er-Rüstağfenî:

İzzü'd-Dîn, Abdü'r-Rezzâk b. Rızku'llâh, Hanbeli ulemâsından bir zâttır. (589) da Re'sü'l-Ayn'da doğmuş, (661) de vefat etmiştir.
Rahmetu'llahi aleyh.[153]

Mevki-i İlmîsi:

Abdu'r-Rezzâk Rüstağfenî, yüksek bir müfessir, büyük bir muhaddisdir. Sair ilimlerde de ihtisas sahibiydi. Şiir ve edebde mahir bir
üstâz bulunuyordu. Bağdad'da Abdü'l-Azîz b. Menînâ'dan, Dimeşk'da Ebu'l-Yümn el-Kindî'den, kendi beldesinde Ebü'1-Mecd el-
Kazvînî'den, Haleb'de İftihar Abdu'l-Muttalib'den ve sâireden hadis ahz etmiş kendisinden de oğlu Şemsü'd-Dîn ile Dimyâtî ve
saire rivâyetde bulunmuşlardır. Mevsıl'de dâru'l-hadîs müderrisliğine tâyin edilmişti. Mufassal, güzîde âyeti bir tefsir
yazmıştır.[154] âyet-i kerîmesinin tefsirinde diyor ki: Bu nazm-ı celîl, Bedir gazvesinde mubârezede bulunan Hamza, Alî ve Ubeyde
b. el-Hâris (radiya'llâhu teâlâ anhüm) hazarâtiyle Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa ve Velîd b. Utbe hakkında nazil olmuştur, bunlar
biribirine karşı cephe almış, iki kısma ayrılmışlardı. Bu tefsîr-i şerifde hadîsler, senedleriyle rivayet edilmiştir. Suyûtî merhum, bu
tefsiri ihtiyar etmiştir.

Müellefâtı: tefsirdir. ve saire.

Me'hazlar: Tezkiretü'l-huffâz, Kcşfü'z-zunûn.[155]

216- Ebû Abdullah El-Kurtubî:

Ebû Abdullah, Şemsü'd- Dîn Muhammed b. Ahmed b. Ebî el-Ensârî el-Hazreci, Endülüs'de yetişen yüksek âlimlerden biridir.
Bilahare Mısır'da “Münyetü Ebi’l-Hasib” da ikaamet ve (671) tarihinde vefat etmiştir.[156]

Kudret-i İlmîyyesi:

Mâlikî fukahâsından'olan Kurtubî, büyük bir allâmedir, tefsirde, hadîsde, hılâfiyyâtda mütebahhir idi. İbn-i Devah, İbnü'l-Himyerî,
Ebu'l-Abbâs İbni'l-Müzenî gibi meşâhirden ilim ahzetmiş, kendisinden de oğlu Şihâbü'd-Dîn Ebu'l-Abbâs ile saire rivayette
bulunmuştur.[157]
Tefsirdekî Mesleğî:

Bu büyük müfessir, tefsirinde rivayet tarîkına i'tinâ etmiş, dirayet i'tibâriyle de muvaffakiyet göstermiştir. Tefsirinin
mukaddemesinde Kur'ân'ın fazâiline, keyfiyyet-i tivâletine, tefsirine, i'câzına, cem' ve tertibine ve sâireye dâir nâfi' malûmat
vermiş, müfessirlerin merâtibine işarette bulunmuştur.

Bu tefsir, lisaniyata, fıkhî ahkâma, hilâfiyyâtâ, muhaddislerin cerh ve ta'dîline dâir birçok tafsilâtı câmi'dir.
[158]
Ayet-i kerîmesinin tefsirinde şöyle deniliyor : "Kasvet, salâbet, şiddet, kuruluk demektir, ki burada kalblerin inâbeden —
Hakk'a rücû'dan—, âyâtı ilâhiyyeyi iz'andan hâlî bulunmasından ibarettir. Müsned-i Bezzâr'da Hazret-i Enes'den mervîdir, Resûl-
i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem: buyurmuştur. Yâni şu dörtşey, şekaavet eseridir: Göz kuruması, yürek katılığı, uzun uzadıya
ümid, dünyâya düşkünlük.

Yine bu tefsirde Urve b. ez-Zübeyr'den naklen deniliyor ki: Haddi veya bir farizayı nâtık olan âyetler Medîne-i Münevvere'de,
ümmetlerin ahvâline, azaba müteallik âyetler de Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.

Başlayan âyetlerde Medîne-i Tâhire'de nüzul etmiştir.ile başlayan âyetler ise Alkarae ile Mücâhid'e göre Mekke-i Mükerreme'de
nazil olmuştur. Fakat bu iddia doğru olmayacaktır, çünkü Bakare ile Nisa' sûreleri Medîne-i Münevvere'de nazil olduğu halde
bunlarda da: başlayan âyetler vardır.

Kurtubî merhum, tefsirinde âyetlerden mustenbat mes'eleleri yazıyor, bu husustaki müctehidlerin sözlerini naklediyor ve çok
kere kendi mezhebini te'yîde çalışıyor. Meselâ[159] Ayet-i kerimesinin tefsirinde Kur'ân-ı Azîm'in bir ücret mukaabilinde ta'lîm
edilip edilemiyeceği mes'elesini bahis mevzuu ediyor, bunun Zührî ile ashâb-ı re'ye göre caiz olmadığını, çünkü bu ta'lîmin sâir
vâcibât gibi bir vecîbe olup ihlâsa, takarrup niyetine muhtaç bulunduğunu kaydediyor, sonra da kendi mezhebini şöylece
bildiriyor:

Eğer bir kimse başkasına Kur'an ta'lîm etmek üzere teayyün etmiş olursa, yâni ondan başka ta'lîm edecek kimse bulunmassa bilâ-
ücret ta'limden imtina' edemez. Fakat ta'lîmı için teayyün etmiş olmassa imtina edebilir." Bu ta'lîm, onun hakkında vâcib olmaz.
Olabilir ki nefsinin ve ailesinin nafakalarını te'mîn edecek bir mala mâlik bulunmaz. İmâmü'l-Müslimîn'e vâcibdir ki, ikaame-i din
için bu gibi zevatın maişetlerini te'mîn etsin, etmezse bu vecîbe müslümanlara teveccüh eder. Nitekim Hazret-i Sıddik, Hilâfet
makaamına geçip ümmetin masâlihiyle meşgul olunca kendisine bir maaş tahsis edilmiş, kendi maişetini te'mîn için ticaretle
meşgul olmasına meydan verilmemişti.

Müeltefâtı: on iki ciltlik bir tefsirdir. Ahîren Mısır'da nefis bir surette tab' edilmeye başlanılmıştır. Bu tefsiri (804) de vefat eden
Sirâcü'd- Dîn Ömer b. Alî b. el-Mülâkkın eş-Şâfiî ihtisar etmiştir. matbû'dur.

Me'hazlar: Kitâbü'n-nübelâ = Zehebî, Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûât.[160]

217- Sadrü'd-Dîn-i Konevî:

Ebu'l-Maâlî, Muhammed b. İshak, meşhur mesâyih ve ulemâdan bir zâttır. Konya'da doğmuş, (673) târihinde vefat etmiştir.[161]

Kemalât-ı Zâtiyyesi:

Sadrü'd- Dîn-i Konevî, zahirî ve bâtinî ilimlerde temayüz etmiş, birtakım mutasavvifâne, âlimâne eserler vücûda getirmiştir. Daha
çocuk iken pederi vefat etmekle validesi Şam'dan Konya'ya gelmiş olan Şeyh Muhyi'd-Dîn-i Arabi ile tezevvüc etmişti. Bu cihetle
Sadrü'd- Dîn, Muhyi'd- Dîn-i Arabi'nin feyz-i terbiyesine nail .olmuştur. Kendisinden de Mevlânâ Celâlü'd- Dîn-i Rûmî'nin ulûm
ahzetmiş olduğu mervîdir. Bâzı mesâil-i hikemiyye hakkında Hoca Nasîrü'd-Dîn-i Tûsî ile mükâtebat ve muhâberatda
bulunmuştur. Neticesinde Tûsî, acz ü taksirini i'tirâf etmiştir.
Müellefâtı: tasavvuf tarikiyle yazılmış matbu', bir Fatiha tefsiridir. Atpazârî Osman Fazlî-i Dâhi bu tefsire unvâniyle bir haşiye
yazmıştır.Bu zât (1102) târihinde Magosa'da menfî iken vefat etmiştir.matbû'dur matbu’dur. ve sâire.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Kaamûsu'l-a'lâm, Osmanlı müellifleri, Mu’cemü'l-matbûât.[162]

218- Muvaffaku'd- Dîn El-Kevâşî:

Şeyh Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Yûsuf el-Mevsilî, müfessirlerden bir zâttır. (590) da Mevsıl mülhâkaatından Kevâşe kal'asında
doğmuş, (680) târihinde Mevsil'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[163]

Mevkl-i İlmîsi:

Kevâşî, Şafiî fukahâsından Arabiyyeye, kirâet ile tefsîre bi-hakkın vâkıf, zühd ile sıdk ve ihlâs ile muttasıf bir zât idi, adîmü'n-nazîr
sayılmaktadır. Kendisini zamanının Hükümdarı ve ricali ziyaret ederdi, fakat kendisi bunlara ehemmiyet vermez, atiyyelerini kabul
etmezdi. Keşf ü keramet ile meşhurdur.

Evvelâ mufassal bir tefsir yazmış, sonra bunu telhîs etmiştir. Bu tefsirinde i'râba ve sâireye dâir güzel ma'lûmat vermiş, bu
tefsirden birer nüsha Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere'ye ve Kudüs'e göndermiştir. Şeyh Celâlü'd- Dîn-i
Mahallî,tefsirinde Kevâşî'nin tefsirine i'timâd etmiştir. Suyûtî merhum da bu tefsirin tekmilesinde Kevâşî'nin tefsirine îbn-i
Kesîr'e, Vecîz ile tefsîr-i Beyzâvî'ye i'timâd ettiğini söylemistir.

Kevâşî'nin muvassal tefsirinin adı:Muhtasar tefsirinin adı da :

Me'hazla: Tabakaat-ı Şâfiiyye, Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zunûn[164]

219- İbnü'l-Münîr El-İskenderî:

Ebu'l-Abbâs, Nâsırü'd-Din Ahmed b. Muhammed b. Mansûr el-Mâlikî, ulemâdan, üdebâdan bir zâttır. (620) 'de doğmuş, (683)
târihinde İskenderiyye'de vefat edip Câmi-i Garbî'de pederinin türbesine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[165]

Mevki-i İlmîsi:

İbnü'l-Münîr, kudretli bir âlimdir, müfessirdir, bâzı me'mûriyetlere ve iki defa İskenderiyye kadılığına ve hitabetine tâyin
edilmiştir. Fakîh, edib, fâzıl, beliğ bir zât idi. Şeyh İzzü'd-Dîn İbni's-Selâm demiştir ki: Diyâr-ı Mısrıyye iki tarafında iki zât ile iftihar
eder, İskenderiyye'de İbnü'1-Münîr ile Kus'da da Dakîku'1-îyd ile.

Müellefâtı: Zemahşerî ile münâkâşâtını cami', tefsîre âit bir eserdir, gençliğinde te'lîf etmiştir. Keşşaf'ın hamişinde tab'
edilmiştir.Şifâ-i Şerîf tarzındadır .ve sâire. Eş'ârı da vardır.

Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-mat'bûât.[166]

220- Abdu'r- Rahmân El-Hanbelî:

Abdu'r- Rahmân b. Ömer b. Ebi'l-Kaasım el-Basrî, muhterem bir âlimdir. (624) de Basra'da doğmuş, orada büyümüş,
(634) târihinde gözlerine a'mâ arız olmuş, (684) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[167]
Mevki-i Îlmîsi:

Bu zât, bir müddet vatanında tedris ile, iftâ ile iştigal etmiş, ba'dehu (657)'de Bağdad'a gitmiş, (681) senesi uhdesine Medrese-i
Buşeyriyye ve ba'dehu Medrese-i Müstensıriyye müderrisliği tevcih olunarak bu ilim müesseselerinde Hanbelî mezhebinde
bulunan talebeye ders vermiştir. nâmında dört ciltlik bir tefsiri-ve fıkha dâir adında bir eseri vardır.

Mehaz: El-A'lam.[168]

221- Kaazî Beyzâvî:

İmam Nâsırü'd- Dîn, Ebu'1-Hayr Abdullah b. Ömer b. Muhammed b. Alî, pek meşhur bir allâmedir.Şîraz nevâhîsinden "Beyzâ" da
doğmuş, (685) veya (691) târihinde Tibriz'de vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[169]

Mevki-i İlmisi:

Şâfiiyyü'l-mezheb olan Abdullah Beyzâvî, büyük bir sîmâ-yı fazilet idi. Birçok ilimler île mücehhez bulunuyordu, bilhassa tefsir,
fıkıh, usûl, kelâm, mantık, nahiv, belagat, târih ilimlerinde bi-hakkın mütehassıs idi. Arif, sâlih, müteabbid idi. Tarîk-ı kazaya sülük
etmiş, bir aralık Tibriz'e gitmiş, orada vezirin hazır bulunduğu bir meclis-i ilmîde kendi kemâlâtını isbât ederek vezirin fevkalâde
iltifatlarına nail olmuş, nihayet Şiran'da Kaadi'l-Kudât mesnedini ihraz eylemişti.

Rivayete nazaran son zamanlarında Şeyhi Muhammed b. Muhammed Kethânî'nin işaretiyle kadılığı terk ile onun sohbetine
mülâzemet etmiş, meşhur tefsirini te'lîf eylemiş, vefat edince de şeyhinin kabri yanına defnedilmiştir.[170]

Tefsirdeki Mesleği:

Kaazî Beyzâvî, tefsir sahasında büyük bir ikdidar göstermiş, fevkalâde münakkah, rnüfîd, beliğ bir tefsir kitabı yazmış, ona: nâmını
vermiştir.

Fi'1-vâkı' bu tefsir, yazılışı i'tibâriyle külfetten berî, selîs bir üslûbu hâiz, müfessirlerin bildirdikleri birçok vecihleri pek mûciz bir
tarzda câmi'dir. Bir kısım mutasavvifâne, hakimane beyanâtı muhtevidir! Münakkahiyyeti i'tibâriyle de bî-nazîr olduğundan ilim
kürsülerinde tedrîsi için pek elverişli bulunmuştur.

Beyzâvî merhum, bu kıymetli eserinin mukaddimesinde diyor ki: "İlimlerin mıkdâren en büyüğü, şerefçe ve alâmetçe en yükseği
tefsir ilmidir. Bu, dînî ilimlerin başı ve reisidir, Şer'-i Şerif kavâidinin binası ve esâsıdır. Tefsir yazmağa ve tefsir hakkında söz
söylemeye o kimse lâyikdır ki, dinî ilimlerin hepsinde, usûl ve furûunda akranına tefevvuk eder, Arabî san'atların, edebi fenlerin
bütün nevi'lerinde yüksek bir mevki' sahibi bulunur.

Çoktanberi düşünüyordum ki tefsire dâir bir kitap yazayım da Ashâb-ı Kirâm'ın büyüklerinden, Tâbiîn'in âlimlerinden, daha
sonraki Selef'i Sâlihînden bana baliğ olan şeylerin hülâsasını ihtiva .etmiş, gerek benim istin'bat eylediğim ve gerek benden
evvelki efâdil-ı müteelihırînin ve emâsil-i muhakkikinin istanbât ve istihraç eyledikleri birtakım mühim, dakik nükât ve letâifi
muhtevi bulunsun. Meşhur sekiz imama müntehi olan vücûh-i kırâeti ve mu'teber kurrâdan mervî bulunan şevâzz'ı da mübeyyin
olsun.

Şu kadar var ki, iktidarımın noksanı bu emre ikdamdan beni alıkoyuyor, bu makamda durmakdan beni men’ ediyordu. Tâ ki
ba'de'l-istihâre mazhar olduğum sünûhat sayesinde tereddütden kurtuldum ve itmam edince: (Envârü't-tenzîl..) tesmiye edeyim,
diye karar verdim, işte maksada mübaşeret ediyorum."

Kaazî'nin bu sözleri, tefsirinde ne gibi bir meslek iltizâm etmiş olduğunu pek güzel anlatmaktadır.
Celâlü'd-Dîn-i Süyûtî, bu tefsir üzerine unvâniyle yazmış olduğu haşiyesinde diyor ki:

"Keşşaf hakkındaki muhtasarâtın seyyidi, Kaazî Nâsırü'd~Dîn Beyzâ-vî'nin : (Envârü't-tenzil.) kitabıdır. Kaazî, Keşşafı telhis etmiş,
pek güzel muvaffak da olmuştur. Kaazî, Keşşaf'daki i'tizal hafâgâhını keşfetmiş, bunların izâlesini yed-i kifayetine almış, desâyis ve
cidal mevâzıını tarh eylemiş, mühim şeyler yazmış, ilâveler yapmıştır. Artık bu kitabı, ayarı hâlis altun gibi meydana çıkmış,
gündüz ortasındaki güneş gibi şöhret bulmuş, mütâlâasına ilim sahipleri muvâzabet edip durmuştur."

Kâtip Çelebi merhum da demiştir ki : "Bu tefsir, şânı azîm, beyandan müstağnî'dir. Kaazî, bu kitabında i'râba, maânî ile beyâna
müteallik şeyleri Keşşaf'dan; hikmete, kelâma dâir şeyleri Tefsîr-i kebir'den; iştikaaka, gavâmız-i hakaayıka, letâif-i işârâta âit
şeyleri de Tefsîr-i Râgıb'dan telhis etmiştir. Maahâzâ Kaazî, kitabına kendi parlak fikrinin mahsûlü olan birçok ma'kul vecihler,
makbul tasarruflar da ilâve eylemiştir. Bu cihetle çehre-i serâirden şek şaibesini gidermiş, ilim sahasında vüs'at ve basiret
artırmıştır.
[171]
Kaazî'nin vücûh-i tefsire dâir ikinci, üçüncü veya dördüncü derecede olarak lâfziyle îrâd ettiği şeyler, za'f-ı mercuh veya za'f-ı
merdud suretiyle zayıf demektir.

Kaazî'nin tefsirinde bâzı vecihler vardır ki, bunlar, kendisine aittir. "Melaikenin Arşu'r-Rahmân'ı hâmil ve etrafında tâif
bulunmaları Arş'ın hıfz ve tedbîrinden ve sâireden mecazdır," demesi bu misillû tevcihler cümlesindendir. Bu gibi tevcihlerin
vücûh-i âliye-i tefsirden ma'dud olmaya lâyık olmadığı zannedilmiştir. Bu gibi zanlar, fehmin kusurundan, ilmin noksanlığından
neş'et etmiş şeylerdir. Çünkü Kaazî, Ehl-i Sünnet ve cemâat mezhebi üzre olup dinî ilimlerin, müsbet fenlerin zımâmına mâlik
bulunmuştur. Artık onun tefsiri, ilimden bir nice kaviyyü'1-mesâlik fenleri ve tarikleri muhtelif, mütenevvi’ bir nice kaaideleri
muhtevidir. Az kimse bulunur ki, bir fende ihtisas kesbetmesi başka fenler ile tevagguluna mâni1 olmasın, Kaazî ise böyle
değildir, insan bilmediğinin düşmanıdır.

Kaazî, tefsirinde sûrelerin fazâiline dâir bâzı zaif veya mevzu' hadisler zikretmiştir. Fakat bu, onların mâhiyetine adem-i
vukufundan dolayı değildir, belki onun âyîne-i kalbi safvet kesbetmiş, Rabbisinin nefehât-ı feyzine mazhar bulunmuş olduğundan
bu hususda tesâmuh göstermiştir, tahriç ve ta'dil esbabından kaçınmış, tergîb ve te'vil canibine meyletmiştir.

Sonra bu tefsir, min indi'llâh cumhûr-ı efâdılın kabulüne nail olmuş, bunun tedrisine, tamamen veya kısmen tahşiyesine
mülâzemet edilmiştir."

Kâtip' Çelebi'nin bu mealdeki sözleri pek doğrudur, Tefsîr-i Kaazî, binlerce ehl-i ilmin hadde-i tetkikinden geçerek muhtelif
tetebbu'lar, tahliller neticesinde pek kıymettar bir tefsir olduğuna âmmece karar verilmiştir. En büyük âlimler tarafından üzerine
iki yüz elliden ziyâde haşiye ve ta'lîka yazılmış ve bu mübarek tefsir gerek Şark'ta ve gerek Garb'da asırlardanberi ilâhiyyât
kürsülerini tezyin etmekte bulunmuştur.[172]

KAAZÎ TEFSİRİNE TAMAMEN VEYA KISMEN HAŞİYE YAZAN ZÂTLAR

Adet İsmi İrtihâli Tercüme sırası

1- Ebû bekr b. Ahmed es-Sâiğ el-Hanbelî 786 ----

2- Molla Hüsrev 885 288

3- Şemsü'd- Dîn Yûsuf el-Kirmânî 786 ----

4- Molla. Gûrânî 890 291

5- Muslihü'd- Dîn tbn-i Temcid 890 ----

6- Baba Ni'metu'llah Nahçuvânî 902 306

7- Ahmed-Zâde Yûsuf Tokaadî 902 ----

8- Kaazî Zekeriyyâ el-Ensârî 910 310


9- Celâlü'd-Dîn-i Süyûtî 911 305

10-Kemâiü'd-Dîn İsmail Karamam 920 ----

11-Cemâlü'd-Dîn Karamânî 933 ----

12-İbn-i Kemal-Paşa 940 313

13-Ebu'1-Fadl el-Kâzerunî 940 314

14-Isâmü'd-Dîn el-Esferâyînî 943 318

15-Sa'du'llâh Efendi Sa'di Çelebi 945 319

16- Atûfî Hayrü'd- Dîn 948 320

17- Şeyh- Zâde Muhyi'd-Dîn 950 321

18- Ebu'1-Fidâ' İsmâîl-i Konevî 1195 411

19- Mustafa es-Sürûrî 969 ----

20- Mahmûd es-Sâdikî el-Geylânî 970 ----

21- Nûru'd- Dîn Hamza el-Karamânî 971 ----

22- Amasya Müftîsi Muhmed Efendi 973 ----

23- Abdü'1- Kerîm- Zâde Mehmed 975 ----

24- Dede Cengî 975 327

25- Kınalı- Zâde Alâü'd-Dîn 979 331

26- Sinânü'd- Dîn Yûsuf Amasyalı 986 337

27- Kadı- Zâde Şeyhü'l-İslâm Şemsü'd-Dîn 988 ----

28- Alâiyeli Mevlânâ İvazı 993 ----

29- Abdü'1- Ganî Efendi: Kuzâtdan ve Bolu 995 ----

Sancağının Gerede Kasabasından

30- Molla Ahmed Şemsü'd- Dîn Karabâğî 1009 ----

31-Sıbgatu'llâh b. Rûhu'llâh el-Berveci

32-Bedrü'd-Dîn el-Hasen es-Saffûrî el-Bûrîni

33-Behâü'd-Dîn Âmilî

34-Muhammed Emîn b. Sadrü'd-Dîn Şirvânî

35-Alâmek Muhammed Bosnevî

36-Ganî-Zâde Nâdiri

37-Îbnü's-Sâiğ Muhammed el-Mısrî

38-Abdu'llah el-Kerderî

39-Amasyalı Hıdr b. Muhammed


40-Yûsuf-Zâde Abdu'llah Hilmi

41-Abdü'l-Hakîm es-Seyalkûtî

42-Şihâbü'l-Hafâcî

43-Burhânü'd-Dîn ibrahim el-Mısrî

44-Kırımlı Muhammed b. Kadreşî (1)

45-Minkaarî-Zâde Yahya Efendi

46-Hamza Efendi

47-Abdu'r.-Rahman el-Mahallî

48-Feyzullah Efendi

49-Uşşâkî-Zâde Abdü'1-Bâkî

50-Muhammed Akkirmânî

51-Manisalı Halil Naîmî

52-Ebü'l-Hasen Nûrü'd-Dîn Sindî

53Saçaklı-Zâde Mehmed Mar'aşî

54-Mestci-Zâde Abdu'llah

55-Mehmed Emîn Üsküdârî

56-Abdu'r-Rahmân b. Ömer es-Sefercelânî

57-Câru'llah Veliyyü'd-Dîn Efendi

58-Ahmed Kaaz-âbâdî

59-Osman b. Ya'kub Kemahlı (2)

Tercüme

îrtihâli sırası

1015 __

1024 —

1031 354

1036 356

1046 358

1034 —

1066 —

1064 —

1067 370

1067 403
1067 369

1069 371

1079 —

1079 —

1088 374

1081 —

1098 —

1099 385

1090 —

1114 —

1130 390

1138 ■—■

1145 393

1148 —

1149 396

1150 —

1151 397

1163 400

1171 __

(1) Kendi el yazisiyle muharrer bir nüshası Kılıç Ali-Paşa Kütüphânesindedir.

(2) Tefsir-i Fatiha ile tefsîr-i Nebe" üzerine haşiyesi vardır. Hizb-i a'zâm'i da şerh etmiştir, İstanbul'da medfundur.

532 Adet

Tercüme Irtihâli sırası

İsmi

60-Muhammed Hâdimî

61-Allâme Muhammed el-Büleydî el-

Endülüsî

62-Abdu'l-Gafûr = Lebîb Âmidî

63-Aydınlı Karatepeli Hüseyin

64-İsmail Müfid Efendi

65-Muhammed Mekkî Efendi


66-Mantıkî Mustafa Efendi

67-Gazzî-Zâde Abdu'l-Lâtif

68-İbn-i Âbidîn, Muhammed Emîn

69-Ni'metu'llâh, Perveşnî el-Aydînî

70-Şeyh Muhammed eş-Şîrânî

71-Şeyh Muhammed b. Cemâlü'ş-Şirvânî

72-Hasen b. Muhammed es-Saffûrî

ed-Dımeşkî

73-İsâ b. Muhammed el-îcî es-Safevî

74-Ebu'l-Kaasım b. Ebî Bekr el-Leysî

75-Sirozlu Yûsuf b. Hamza el-İlyâsî (1).

KAAZÎ TEFSÎRÎNE TA'LÎKA YAZAN ZEVATTAN BÂZILARI

1176

1176 1185 1191

1210 1212 1244 1247 1252

404

408 410 418 419 420 421 423

Adet İsmi

1-Seyyid-i Şerif Cürcânî

2-Seyyid Ahmed Kırîmî

3-Şeyh Kaasım b. Kutlubuğa

4-Muhammed b. İbrahim Niksârî

5-Kemâlü'd- Dîn Muhammed el-Kudsî

6-Muhyi'd- Dîn Muhammed Aheveyn

7-Yavsı Muhammed Muhyi'd- Dîn İmâdî

8-Muhyi'd- Dîn Muhammed el-İskilibî

9-Muhyi'd- Dîn Muhammed Karabâğî

Tercüme îrtihâli sırası

816 850 879 901 903 904 922 932

Beyzâvi üzerine bir hâşiye-i Kadîmesi, bir de hâşiye-i cedidesi vardır.

10-İbn-i Muhyi'ş-Şîrâzî

11-Hayrabolulu Hayyâmî
12-Muhammed b. İbrâhim el-Halebî

13-Mahmud-Paşa İmâm Zade Mehmed İstanbulî

14-Nasru'd- Dîn er-Rûmî el-Manastırî

15-Muslihü'd- Dîn Muhammed Lârî

16-Bustan Muslihü'd-Dîn Mustafa

17-Ramazan- Zâde Ahmed Çelebi

18-Şeyhü'l-İslâm Zekeriyyâ Efendi

19-Ahmed b. Rûhu'llah el-Ensârî

20-Molla Hüseyin Halhali

21-Sadrü'd- Dîn Şirvânî

22-Şeyh Radiyyü'd- Dîn Muhammed İbn-i Ebi'L-Lûtf el-Kudsî

23-Ganî- Zâde Mehmed b. Abdü'1-Ganî

24-Alâiyeli Hidâyetu'llâh

25-Muhammed b. Mûsâ el-Bosnevî

26-Nûru'llah eş-Şirvânî

27-Manisalı Kuddûsî Abdu'r-Rahmân

28-Remzi Efendi = Lem'atü'I-Envâr

29-Şeyhü'l-îslâm Abdu'r-Rahim Efendi

30-Dârendeli Muhammed b. Ömer

31-Bursalı Abdu'r- Rahmân Rahîmî Erzurum Müftüsü Muhammed Hazık Efendi

33-Gazzî- Zâde Mustafa Nesîb

34-Burdurlu Halil Efendi

35-Hasan Fehmi Efendi

36-Muhammed Emîr Pâdişâh-ı Buhara

37-Muhammed Kemâlü'd- Dîn Taşkendi

38-Sinânü'd- Dîn el-Berdaî

39-Şeyh Edîb el-Halebî

Tercüme

îrtihâli sırası

945 —_
971 —

971 —

973 __

976 —

977 330

977 328

986 —

1001 345

1009 —

1014 —

1020 361

1028 —

1036

1039 —

1046 —

1035 367

1080 —

1100 381

1128 —

1152 —

1161 —

1176 406

1202 415

1289 432

1294 —

534

Velhâsıl: Kaazî tefsirine haşiye ve ta'lîka yazan daha birçok zevat vardır. Bunların bir kısmına dâir ileride ma'lûmât verilecektir.

Kaazî tefsirini (874) tarihinde vefat etmiş olan ve "Îmâmü'1-Kâmiliyle" diye ma'ruf bulunan Şafiî âlimlerinden Kahire'li
Muhammed İbn-i Muhammed b. Abdu'r- Rahmân ihtisar etmiştir.
Kaazî tefsirindeki ahâdîs-i şerîfeyi de (1175) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiş olan Himmât-Zâde Muhammed b.
Hâsen ed-Dımeş-kî: nâmındaki eserinde tahrîc etmiştir, matbû'dur.

Kaazî tefsirini Akhisar'da tedrîa ve te'lîf ile iştigal ve (1185) de vefat etmiş olan Birgili’li Alî Efendi nâmında bir zâtın terceme
ettiği: adındaki eserde mündericdir. Bu zât Şerh-i Mevâkıfı da terceme etmiş.

Kaazî'nin Müellefâtı:Tefsirdir. Usuldendir. usulden İmâmFahrü'd-Dîn'nin Müntehab'ına şerhdîr. kelâma dâirdir. mantıktandır.
fıkha dâirdir. Kâfiye'nin muhtasarıdır, bunu nâmiyle Birgivî Mehmed Efendi şerh etmiştir.

Me'hazlar: Tabahaatü's-Sübkî, Buğyetü’l-vuât, Keşfü'zumûn, Mevzûâtü'l'ulûm, Mu'cemü’l-matbûât, Osmanlı müellifleri, Şakaayık


zeyli Atai.[173]

222- Burhan En-Nesefî:

Ebu'1-Fazl Muhammed b. Muhammed b. Muhammed, fudalâdan bü zâttır. Takriben (600) târihinde doğmuş, (686) veya (679)da
Bağdad'da vefat ederek İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretlerinin türbesi civarına defnedilmiştir. Rahmetu’llahi teala aleyhima.[174]

Mevki-i İlmîsi:

Hanefî mezhebinde bulunan Burhan en-Nesefi, âlim, müfessir, muhaddis bir zâttır, kelâm ve usul ilimlerinde imam sayılmaktadır,
İmâm Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin ismindeki Tefsîr-i kebîr'ini telhis etmek suretiyle nâmında bir tefsir kitabı vücûda getirmiş, bu tefsirde
Râzî'nin mesleğini ta'kîb etmiştir.

Burhân-ı Nesefî'nin ilm-i kelâma dâir yazmış olduğu: nâmındaki eseri de pek makbuldür. Bu eseri gerek Teftâzânî ve gerek
Keşfü'z-zunûn sahibi Ömer en-Nesefî'ye nisbet ediyor, fakat bunun sâhib-i tercemeye âit olduğunu Zürkaanî tasrîh etmektedir.
nâmiyle ihn-i cedele dâir bir eseri de vardır. Bunu Şemsü'd- Dîn Muhammed Semerkandî şerh etmiştir. Bunun adında diğer bir
şerhi de vardır.

Me'hazlar: El-Fevâidül-behiyye, Keşfü'z-zunûn, Tehzibü'l- esmâ'.[175]

223- Burhânü'd- Dîn El-Hanefî:

Ebu'l-Maâlî, Ahmed b. Nasır b. Tâhir, ulemâdan bir zâttır. (689) da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[176]

Mevkî-i İlmisi:

Bu zât, sâdatdan müfessir, fakîh, zâhid bir âlimdir. nâmiyle yedi ciltden müteşekkil bir tefsiri ve yetmiş mes'eleyi muhtevi usûl-i
dîne dâir bir eseri vardır.

Me'haz: El-Cevâhirü'l-mudie.[177]

224- Şeyh Abdü'l-Azlz Dîrînî:

Ebû Muhammed, Sa'dü'd- Dîn Abdü'1-Azîz Ahmed b. Sâid ed-Dîrînî, Mısırlı bir âlimdir. Dîrînî denmekle şöhret buhnuştur. (612)
de doğmuş, (694) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[178]
Mevki-i Îlmisî:

Dîrînî müfessir, fakîh, sofu bir zâttır. Şeyh Îzzü'd-Dîn b. Abdü's-Se-lâm'dan Ebü'1-Feth b. Ebi'l-Ganâim'den ve sâireden ilim ve
irfan ahz etmiştir. Tasavvufa pek meyyal idi. Halk ziyaretine koşarak kendisiyle teberrükde bulunurlardı. Rufâî tankına
mensubdur.

Müellefâtı: bin iki üz beyitten Ziyâde bir ercûze'dir, kırk günde nazm edilmiştir. Hak beyti şudur :

Bu eser, Mısır'da tab' edilmiştir. Kenarında Irâkî'nin hakkındaki Elfiye'si, İbn-i Sellâm'ın risalesi, ve Ca'berî'nin "Mekkî ve Medenî
âyetler" hakkındaki manzumesi yazılıdır. tevhide dâir delilleri ve Nasara hakkında reddi muhtevidir. Mısırda basılmıştır tasavvufa
dâir, matbu' bir eserdir.matbu'bir risaledir.

Mecazlar: Tabakaatü's-Sübkî, Mu'cemü'l-matbûât, Keşfü'z-zunûn.[179]

225- Hîbetu'llah İbn-i Seyyid El-Küll:

Ebu'l Kaasım, Behâü'd-Dîn İbn-i Abdullah el-Kıftî, ulemâdan, fukahâ-yı Şâfiiyye'den bir zâttır. (599) da doğmuş, (697) târihinde
İsnâ'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[180]

Mevki-i İlmîsi:

Bu zât, fıkıhda, usulde, ferâizde, nahivde, cebir ve mukaabelede ve sair bir kısım ilimlerde temayüz etmiş bulunuyordu. Râfızîlerin
fazâyihini beyân ile haklarında nasihatlerde bulunurdu, Bu cihetle hayâtına defeât ile sû-i kasd etmişlerdi.

Müellefâtı : Sûre-i Meryem'e kadardır, fıkıhdan beş ciltdir.Taberî'nin Umde'sini şerhdir ve saire.

Me'haz: Buğyetü'l-vuât.[181]

226- İbnü'n-Naklb El-Makdisî:

Ebû Abdi'llâh, Muhammed b. Süleyman b. el-Hasen Cemâlü'd- Dîn, meşhur bir müfessirdir. Aslen Belh'lidir, kendisi (611)
târihinde Kudüs'de doğmuş, (698) de orada vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[182]

Mevki-i İlmîsi:

İbnü'n-Nakîb, Hanefî fukahâsından, mütefennin bir zâttır. Kahire'ye giderek bir müddet Câmi-i Ezher'de ikaamet etmiş,
"Âşûriyye" medresesi müderrisliğinde bulunmuş, sonra yine Kudüs'e dönmüştür. Herkes ziyaretine giderek duâsiyle teberrükde
bulunurdu.

Bu azimkar âlim, elli tefsiri cem' ederek: unvâniyle seksen ve doksan dokuz ciltlik muazzam bir tefsir vücûde getirmiştir. Bu tefsir,
âyât-ı celîleye âit lügatler, kırâetler, i'râb, esbâb-ı nüzul ve saire i'tibâriyle her güne tafsilâtı câmi'dir.

İmam Şa'rânî diyor ki : "Ben bundan daha vâsiini mütâlâa etmedim."

Kesfü'z-zunûn'a nazaran bu tefsîr-i şerîf elli şu kadar ciltten müteşekkildir.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, El-A'lâm, Kaamûsü'l-a'lâm.[183]


Sekizinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

227- Ebu'l-Berekât En-Nesefî:

Hâfızü'd-Dîn, Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, pek mübarek bir âlimdir. Buhara Hanlığının güzel, ma'mûr bir şehri olan ve şimdi
"Kaareşî" adiyle anılan "Nesef" beldesine mensubdur. (710) da vefat etmiştir. Ayni senede Bağdad'ı ziyaret etmişti, Rahmetu'llâhi
aleyh.[184]

Mevki-i Îlmisî:

Ebu'l-Berekât, pek yüksek bir âlimdir. Tefsirde, hadisde, fikıh'da. usulde büyük bir vukuf sahibi idi, Hanefî mezhebinin
imamlarındandır. Muhammed b. Abdi's-Settâr el-Kerderî'den, Hamîdü'd-Dîn Darîr'den, Hâher-Zâde Bedrü'd-Dîn'den fıkıh
ahzetfniştir. Zamanında bî-nazîr bulunuyordu, pek fâideli te'lîfâtiyle nâmını ibkaa etmiştir.[185]

Tefsirdeki Mesleği:

Bu büyük müfessir, tefsirinin mukaddimesinde diyor ki: Arzusunu yerine getirmekliğim teayyün eden bir zât, benden "te'vîlât-ı
Kur'âniyye" ye dâir bir kitap yazmakhğımı istemişti, şöyle ki: Bu kitap, vücûh-i kırâeti, i'râbı cami', bedî' ilimlerin inceliklerini,
işaretlerini mutazammın, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin sözleriyle müzeyyen, bid'at ve dalâlet ashabının ebâtılından hâlî olacak, ne
okuyuculara usanç verecek derecede uzun, ne de maksadı ihlâl edecek tarzda kısa bulunacak.

Ben bu hususta kuvve-i beşeriyyenin kusurunu ve muhataralı bir vaziyetten ihtirazın lüzumunu nazara alarak bir müddet
tereddüt ettim, fakat bilâhara birçok mâialara rağmen bunu yazmağa karar verdim ve Cenâb-ı Hakk'ın tevfîkiyle az bir müddet
içinde yazıp bitirdim.

Fi'1-hakîka bu tefsîr-i şerîf, arzu edildiği veçhile yazılmış nâfi' bir eserdir. Kaazî Beyzâvî'nin meşhur tefsirinden biraz daha
mufassal ve ondan daha vâzıhdır. Müellifin hadisdeki, fıkıhdaki kudret-i ilmiyyesini göstermekte, mevzu' hadislerden, hurâfâtdan
sayılacak tarihî ma'lûmattan hâlî bulunmaktadır.

Kaazî ile Ebu'l-Berekât arasında pek az bir zaman farkı olmakla beraber bu tefsirde Kaazî'nin beyanâtını, tahrir tarzını andıran bir
kısım ibarelere tesadüf olunmaktadır. Sâhib-i terceme, ya (685) de vefat etmiş olan Kaazî'nin tefsirini görüp okumuş, veyâhud her
ikisi bir me'hazden müstefîd olmuştur.[186]

Medârîk Tefsirine Haşiye Yazan Zatlar:

1- Muhammed Abdü'1-Hak el-Hindî: unvâniyle Tefsîr-i Medârik'e bir haşiye yazmıştır. Bu eser (1336) târihinde Hind'de yedi cüz'
olarak tab' edilmiştir.

2- Fakîh, zâhid bir zât olup Dimeşk'da sakin bulunan ve kendi maişetini elinin emeğiyle te'mîne çalışan Şeyh Abdü'l-Hakîm Efgaanî
de Tefsîr-i Nesefî'ye bir haşiye yazmıştır. Son asırlarda uzun bir müddet yaşamış olan bu zâtın Kenz'e, Neceârî'ye, Hidâye ile
Menâr'a ve Şâtıbiyye'ye de birer şerhi vardır.

Müellefâtı: ciltten, müteşekkil, matbu' bir tefsirdir.London'da basılmıştır. Umde'nin şerhidir. usûl-i fıkıhdan dır. matbû' durlar.
fıkıhdan mu'teber bir metindir. bu da fıkıhdan bir metindir. Vâfî'nin muhtasar ve müfîd bir şerhidir. Ebû Hafs Ömer en-Nesefî'nin
hilâfiyyâta âid adlı eserinin şerhidir. Kaasım b. Yûsuf el-Medînî'nin fıkıhdan adındaki eserinin şerhidir.

Me'hazlar: El-Fevâidü’l-behiyye, Keşfü’z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûât, El-A'lam.[187]


228 — Alemü'd-Dîn El-Irâki:

Abdü'l-Kerîm b. Alî b. Ömer el-Ensâri, Mısırlı a'mâ bir müfessirdir, Mühezzeb sarihi Ebû Ishak el-Irâkî'nin ana cihetinden torunu
olduğu için bu münâsebetle "Irâkî" nisbetini almıştır. (623) de doğmuş, (704) de Kahire'de vefat etmiştir. Rahmettu'llâhi
aleyh.[188]

Kudret-i İlmıyyesî :

Alemü'd- Dîn, zekî, mütefekkir bir âlimdir. Tefsir hususunda büyük bir iktidar sahibi idi. unvanlı eseri bir muhâkeme-
i ilmiyeyi muhtevidir. İbnü'l- Münîr Sekenderî'nin "El-İntisâf" adlı eseriyle Keşşaf hakkında derin mütâlâaları ihtiva etmekte ve
El-İntisâf'in muhtasarı sayılmaktadır.[189]

Me'haz: Tabakaatü's-Sübkî.

229- Kutbü'd-Dîn-i Şîrâzî:

Mahmûd b. Mes'ûd b. Muslih el-Fârisî, meşhur bir âlimdir. (634)'de Şîrâz' da doğmuş, muahharan diyâr-ı Rûm'a rıhlet ederek-
Sivas ve Malatya kadılıklarında bulunmuş, Şam'ı ziyaret ettikten sonra gidip Tibriz'de ikaamet etmiştir. Vefatı (710) târihine
müsadiftir. Rahmetu'llâhi aleyh.[190]

Kudret-i İlmıyyesî:

Kutbü'd-Dîn, nakliyyât ve akliyyâta bi-hakkin vâkıf, tab'an zarif, hüzn ve gamdan âzâde bir zât imiş, satranca, mûsikîye, şa'bezeye
de vukufu varmış. Şîraz hatîbi bulunan babasından ve sonra Nasîrü'd-Dîn-i Tûsî'den ilim ahzetmiş, Sadr-ı Konevî'den de Câmiü'l-
usûl'ü rivayette bulunmuştur. Şafiî mezhebinde bulunan bu zât, ezkiyâ-ı âlemden ma'duddur.

Mûellefâtı: Kırk ciltlik bir tefsirdir. Tefsırü'l-allâmî diye ma'rufdur.[191] Kavl-i Şerifine kadar olan bir cüz'ü "Dârü'l-Kütübi'l-
Mısriyye" de (181) numarada mevcuddur. İstanbul'da Es'ad Efendi Kütüphanesinde de (111) numarada bir nüshası ve
diğer nüshaları mevcut bulunmaktadır. Sühreverdî'nin esrarına aittir. belagata dâir bir eserdir. hikmete mütealliktir. hey'ete
dâir dir.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, El-A’lâm.[192]

230- Necmü'd- Dîn Et-Tûfî:

Ebü'r-Rebî', Süleyman b. Abdü'1-Kavî es-Sarsarî el-Bağdâdî, meşhur âlimlerdendir. İbnü'1-Yûfî denmekle ma'rufdur. (600)
târihinden biraz sonra Bağdad'da Sarsar beldesi karyelerinden "Tûf" da doğmuş (710) veya (716) senesi Halîlü'r-Rahmân
kasabasında vefat etmiştir.[193]

Kudret-i Îlmiyyesî Ve Mezhebi:

Necmü'd-Dîn-i Tûfî, fakîh, edib, şâir, târihde, nahiv ve lügatte mütehassıs, şedîdü'z-zekâ' bir âlim idi. Şam'da Şeyhü'l İslâm Ahmed
b. Teymiye'ye ve sair fuzalâya mülâkî olmuş, Mısır'a giderek orada hadîs okumuş, Ebû Hayyân'dan Kıtâb-ı Sîbeveyh'in muhtasarını
dinlemiş, bir müddet Kahire'de ikaamet etmiştir.
Hanbeliyyü'l-mezheb olan Tûfî, Rafızîlikle müttehem idi, hattâ kendisi bile nefsini Eş'arî, Hanbelî, Rafızî olmakla tavsîf ederdi. Bu
hâlinden dolayı bir aralık darb ve Kûs'a nefy ile tiâbs ve teşhîr edilmişti. Ba'de'n-nefy : Şeyn-âver olacak hâli görülmemiştir.
Hicaz'a gitmiş, Haremeyn'de mücavir kalarak orada birçok kitaplar okumuş, daha sonra Şam'a giderek orada tavattun etmiştir.

Müellefâtı: kendi tarzında bî-nazîr bir tefsirdir. Bir nüshası İstanbul'da Murad Molla Kütüphanesinde (31) numarada, bir nüshası
da Dârü'l-Kütübi'l-Misriyye'de (687) numarada mevcuddur. bir kaç cilttir. usuldendir. bu eseri, sû-i i'tikaadına delildir.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Cilâü'l-ayneyn, Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm.[194]

231- İmâdü'l-Kindı:

Ebu'l-Hasen, İbn-i Ebî Bekr en-Nahv el-Mâlikî, muktedir bir âlimdir, İskenderiyye kadısı diye meşhurdur. Endelüs'de Gırnata
şehrinde tavattun etmişti, vefatı (720) târihine müsadiftir. Rahmetu'llâhi aleyh.[195]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleğî:

Imâdü'l-Kindî, muktedir bir âlimdir, hele nahiv ilminde mütebahhir idi. unvâniyle yirmi üç büyük ciltlik bir tefsiri vardır. Bu
tefsirde evvelâ bir iki âyet-i celîle tivâlet, sonra bu âyetler hakkında Zemahşerî'nin akvâlini nakleder, daha sonra lüzum gördüğü
tevcihât ve münâkaşâtı îrâda çalışır, bunlardan fazla da sair tefsirlerdeki akvâli ityân eder. En ziyâde nahve âit hususlar ile iştigal
ettiği görülmektedir.

Bu tefsîrin yirmi bir cildi, müellifin elyazısiyle olarak Dârü'1-kütübil-Mısriyye'de (187) numarada mevcuttur.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye Fihristi,[196]

232- Îbnü'l-Mutahher El-Hillî:

Cemâlü'd-Dîn, el-Hasen b. Yûsuf b. Alî b. el-Mutahher, Şîa imamlarındandır. "El-Allâme" denmekle ma'rufdur. Irak'da "Hille" ye
mensuptur. (648)'de doğmuş (726)'da vefat etmiştir.[197]

Kudret-i Îlmîyyesî:

Ibnü'l-Mutahhcr, kudretli, çalışkan bir âlimdir. Tefsire, usûle, fıkha, edeb'.yâta, feisefeye vâkıf bulunuyordu. Doksan kadar te'lîfâtı
vardır. Babası Sedîdü'd-Dîn Yûsuf'dan ve Şeyh Necmü'd-Dîn Ebu'l-Kaasim el-Hilli'den ve sâireden ilim tahsil etmiştir. Zamanında
Şîa fırkasının riyâseti kendisine intikal etmişti. Şâh Hüdâ-Bende diye anılan Sultan Mu-hammed el-Moğolı'ye takarrub edip o
sayede mezhebini te'yîd ve tervice çalışmıştı

Müettefâtından bir kısmı : hadîse dâirdir. Tahran'da basılmıştır. matbû'dur. Bu eserde yüz delil Hazret-i Ali'nin imametine, bin
delil de muhaliflerin şüphelerini ibtâie dâir îrâd edilmiştir. matbû'dur. İbn-i Teymiye tarafından bir kaç ciltlik bir
eserle reddedilmiştir. hikmete dâir olup kadîm hükemâ ile münâkaşayı hâvidir.

Me'hazlar : El-A'lâm, Ravzâtü'l-cinân, Ed-Dürerü'l-kâmine, Mu'ce-i'l-matbûât.[198]

233- İbn-i Teymîyye Takıyyü'd-Dîn


Şeyhü'l-lslâm, Takıyyü'd-Dîn Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Abdü'I-Halîm İbn-i Abdi's-Selâm el-Harrânî ed-Dimeşkî, pek meşhur bir
âlimdir. Harran'da (661) târihinde doğmuş, Tatar mezâliminden dolayı pederiyle beraber Dimesk'a hicret etmiş, (728) târihinde
de vefatı vuku' bulmuştur. Vefat ettiği gün şehrin bütün dükkânları kapatılmıştır, cenazesini elli binden ziyâde kimse teşyî'
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[199]

Kudret-i Îlmîyyesî Ve Mezhebi:

Takıyyü'd- Dîn, tefsirde, hadîsde, usulde, fıkıhda, Arabiyyatda mütebahhir idi. Henüz yirmi yaşında yok iken tedrise başlamış,
fetva vermeğe ehliyet kesbetmiş, daha üstazları ber-hayât iken ulemânın büyüklerinden sayılmağa başlanmış, Şeyhü'l-İslâm
unvanını ihraza muvaffak olmuştur.

Hanbelî mezhebinde bulunan Takıyyü'd- Dîn, bâzı mes'elelerde Cumhura muhalefet ettiği için aleyhinde bir cereyan
başgöstermiş, nihayet Mısır'a celbedilerek Mısır kal'asında hapsedilmiş, bilâhare sebîli tahliye edildiğinden Dimesk'a avdet
ederek ta'lîm ve iftâya devam eylemiştir.

Fi'1-hakîka bu zat, bir cerbeze-i ilmiyye kabilinden olarak bâzı i'tikaadî ve amelî mes'elelerde Cumhura muhalefet etmiş, bu
hususda hakka isabet edememiş olduğu müteaddit ulemânın tenkitleri ile, mütâlâalariyle sabit olmuştur.

Bâzı zevatın iddiasına nazaran Takıyyü'd-Dîn, Mücessimedendir, cihete kaaildir, Arşın nev'an kıdemine kaani'dir, kabirleri
ziyarete, üç talâk ile kat'î beynûnet vukuuna âit mes'elelerle Cumhûr'a muhâlifdir, ta'mîk edildikçe isabetsizliği sabit olacak daha
bâzı ictihadları vardır.

İbn-i Teymiyye'yi tenkit eden ulemâ arasında Takıyyü'd-Dîn es-Sübki ile Şihâbü'd-Dîn İbn-i Hacer, Ahmed el-Heytemî de vardır.
Âlûsî- Zâde Nu'man Efendi nâmiyle yazdığı bir eserde İbn-i Teymiyye'yi müdâfaa etmiştir.

Âlûsî Mahmud Efendi merhum da nâmındaki eserinde İbn-i Teymiyye'nin tecsîm ve teşbihe kaail olmadığını kaydediyor, furûâta
âit bâzı mes'eleler hakkındaki kanaati ise kuvvetli şüphelerden neş'et etmiştir, bu hususda kendisi yalnız değildir, kendisinden
mukaddem de bu mes'elelerde Cumhura muhalefet edenler bulunmuştur, diyor. Fi'1-hakîka, pek yüksek bir âlim olan İbn-i
Teymiyye'nin bir kısım sözlerini bilâhare bâzı mutaassıp kimseler sened. ittihaz etmiş, bunları kısmen yanlış tefsîre tabi' tutmuş,
bu zâtın sarih sözlerine bakmayıb da bâzı sözlerinin lâzımını ele almış, bunları bugünkü Vehhâbiyye mezhebinin esasları
meyânında göstermişlerdir. Yoksa İbn-i Teymiyye'nin âlim, fâzıl, müteşerri', zahit bir zat olduğunda şüphe yoktur.

Me'hazlar: Fevâtü'l-vefeyât, Ed-Dürerü'l-Kâmine, Cîlâü'l-ayneyn Mu'cemü'l-matbûât.[200]

234- Rüknü'd-Dîn Muhammed Et-Tunusî:

Rüknü'd-Dîn, Muhammed b. Muhammed b. Abdi'r-Rahmân el-Ca'ferî et-Tunusî, mütefennin bir âlimdir, künyesi "Ebû Abdi'llâh"
dır. (664) de Tunus'da doğmuş, (690) da Dimeşk'a gitmiş, (738) târihinde Kahire'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[201]

Kudret-i İlmiyyesi:

Rüknü'd- Dîn, olgun bir âlim idi, Dimeşk'da birçok âlimlerden müstefîd olmuş, kendisi de tedrisatta bulunmuştur. Bir mes'eleye
dâir ma'lûmat verirken sanki bütün hayâtını o mes'elenin âid olduğu ilme sarfetmiş gibi dekaayık ve gavâmızına müteallik
mütâlâalar serdederdi, İbn-i Sina'nın Şifâ'sını da her gece mütâlâada bulunurdu. Hoş sohbetli, mütâlâası çok bir zât idi. Kaf Sûre-i
Celîlesine tefsiri ve Dîvân-ı Müteneb-î'ye şerhi vardır.

Me'haz: Buğyetü'l-vuât.[202]
235- Îbnü'l-Bârîzî:

Îbnü'l- Bârizî, Hibetu'llâh. b. Abdü'r-Rahîm, Ebü'l-Kaasım, Şerefü'd-Dîn, Hamat ahâlîsinden bir âlimdir. (645) de doğmuş, (738) de
vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[203]

Mevkî-i İlmîsi:

Îbnü'l-Bârizî, Şafiî fukahâsından müfessir, muhaddis bir zattır. Hamat'da maaşsız olarak kadılıkda bulunmuş, Mısır kadılığına
defeâl ile ta'yîn edilmiş ise de kabulden istinkâf etmiştir. İhtiyarlığında Basra'ya gitmişti. nâmındaki münakkah eserinin Sûre-i
Meryem'den Sâffât'ın âhirine kadar bir cildi Fâtih Kütüphanesinde (233) numarada mevcuttur.[204] âyet-i kerîmesinin tefsirinde
diyor ki: "Yahya aleyhi's-selâm'ın bu isim ile tesmiye edilmesinde bir münâsebet vardır. Çünkü O, meyyit mesabesinde
olan iki şahıstan tevellüd etmiştir ki, biri bir Şeyh-i kebîr, diğeri de âkır olan bir mer'e-i kebîredir."

Müellefâtı: iki cilttir, on iki cilttir. Şafii fıkhına dâir iki cilttir.

Me'haz: El-A'lâm.[205]

236- Ebü'l-Hüseyn El-İskenderî:

Ebü'l-Hüseyn b. Ebî Bekr b. el-Hüseyn el-Mâlikı, ulemâdan bir zâttır. (654) de doğmuş, (741) târihinde vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[206]

Mevkî-i İlmîsi:

Ebu'l-Hüseyn, çalışkan âlimlerden, müfessir, nahivde mütehassıs bulunuyordu, Dimyâtî'den rivayette bulunmuş, kendisi de birçok
kimseleri ma'lûmâtından müstefîd etmiştir. On ciltden müteşekkil bir tefsiri vardır.

Me'haz: Buğyetü'l-vuât.[207]

237- Hâzîn-i Bağdadî:

Şeyh Alâü'd- Dîn Alî b. Muhammed es-Söfî, ahlâkının saffet ve nezâhetiyle temayüz etmiş bir âlimdir. (678)'de Bağdad'da
doğmuş, (741)'de Haleb'de vefat etmiştir. Rahmettu'llâhi aleyh.[208]

Tefsirdeki Mesleği:

Tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerinde büyük bir kudret sahibi olan Hâzin unvâniyle pek nâfi' bir tefsir yazmıştır. Bu mübarek zat,
Bagavî'nin ismindeki tefsirini teletmiş, buna sair tefsirlerden aldığı faydalı birçok ma'lûmâtı da ilâve eylemiştir. Şöyle ki:

1- Tefsir ilmine müteallik nâfi' bir mukaddimeden sonra sûreleri tefsire başlıyor, bu sûrelerin fazâili hakkındaki hadîsleri yazıyor,
âyetlerden istinbat olunan i'tikaadî, fıkhî mes'eleleri güzel bir tertip dâiresinde gösteriyor.

2- Maalimü't-tenzil'den ve sâir tefsirlerden aldığı hadislerden bir kısmının esânîdini yazmış, bir kısmını da terk etmiştir, Me'haz
ittihâz edilen hadîs kitaplarından Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim'i birer işaret ile gösteriyor, diğer kitapların da isimlerini yazıyor.
3- Birçok Âyât~ı Celîleyi muhtasar ve müfîd bir tarzda tefsir ediyor, arasıra tevakkuf ederek ilmî bir mevzu' hakkında etraflıca
malûmât veriyor, sonra yine tefsiri ta'kîbe başlıyor.

4- Maalimü't-tenzil’de münderic İsrâiliyyatdan ma'dud birtakım kıssaları Hâzin de tefsirine dercetmiş, bunları ilim sahiplerinin
nasıl karşılamış olduklarını bildirmiş, kendisi yalnız bir nâkil vaziyetinde kalmıştır.

Velhâsıl: Bu tefsîr-i şerîf, pek vazıh, ahkâma dâir nâfi' tahlîlâtı cami', güzel bir tertibi hâizdir. Dört cilt olarak basılmıştır.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûât.

Zeyl: Mûsâ b. Hacı Hüseyn İznikî nâmında bir zât, nâmîyle Hâzin tefsirini terceme etmiştir. Bir nüshası Enderûn-ı Hümâyûn'da
Revan Odası ile Bursa'da Câmi-i Kebîr Kütüphanesinde mevcuttur.

Bu zât, Ebu'1-Leys tefsirini de terceme etmiştir. Bir nüshası Revan Odası Kütüphanesinde mevcuttur. Hoca Parsâ' nın tasavvuf ve
ahlâka dâir olan ını da terceme etmiştir. Bunlardan başka nâmında ilm-i ahlâka dâir açık bir Türkçe ile yazılmış bir eseri daha
vardır ki, birer nüshası Kütüphâne-i Umûmî ile Nurûosmânî ve Manastır Kütüphanelerinde mevcuttur.

Mehaz: Osmanlı müellifleri.[209]

238- Şerefü'd-Dîn Et-Tibi:

Şerefü'd-Dîn, Hasen b. Muhammed b. Abdillâh, Mağribde yetişmiş olan büyük âlimlerdendir. (743) de vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[210]

Kudret-i Îlmiyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Tîbî, zamanının bir allâmesi idi, aklî ve naklî ilimlerde teferrüd etmiş, bahusus müfessirler arasında büyük bir şöhret kazanmıştır.
Zühd ü takva ile, tevazu' ile, cûd u kerem ile muttasıf idi. Ticaret yoluyle maişetini te'mîn eder, müstahık olanlara yardımda
bulunurdu. Hattâ deniliyor ki: İrs ve ticaret tarikiyle elde etmiş olduğu büyük bir serveti vücûh-i hayra sarfetmekîe âhir-i ömründe
fakir düşmüştü.

Tîbî, mübtediayı reddederdi, Kitab ve Sünnet'den dekaayıkı istihraç hususunda bir âyet idi. Sabahdan öğleye kadar tefsîr ile,
öğleden ikindiye kadar da hadis ile iştigal ederdi. Zemahşerî'nin Keşşâf'ına yazmış olduğu haşiye adındadır. Bu hâşiyesiyle
Keşşafın bi-hakkın inkişâfına hizmet etmiştir. Bu haşiye, Keşşaf'daki vücûh-i kırâeti îzâh eder, hadislerin, rivayetlerin derece-i
sıhhatini gösterir, lügatleri tahlil ve tahkik ile mes'elelerî takrire çalışır; nükteleri, işaretleri tetkik ve tavzihde bulunur.

Deniliyor ki: "Tîbî'nin haşiyesi olmaksızın Keşşafı okumak câiz değildir." Çünkü Tîbî merhum, Ehl-
i Sünnet ulemâsından olduğu cihetle Keşşaf'daki î'tizal mes'elelerini tetkik ve tenkîd eder, Zemahşerî'nin maksadını terviç için
ibareler arasında pek kapalı olarak îrâd ettiği Mu'tezile akidelerini bulup meydana çıkarır.

Tîbî haşiyesinde lüzumundan fazla "nükât-i beyâniyye" îrâd edilmiştir, denilmekte ise de bu iddia, bu mühim eserin kıymetini
tenkis etmez,

Müellefâtı: Altı ciltten müteşekkil, matbu' bir haşiyedir. 'bunu tilmizlerinden Alî b. İsâ: unvâniyle şerh etmiştir.

Me'hazlar: Dürer-i Kâmine, Keşfü'z-zunûn, Mevzûâtül-ulûm, Kaamûsü'l-a'lâm.[211]

239- El-Hasen B. Muhammed Et-Tîsi:

El-Hasen b. Muhammed b. Abdullah et-Tîsî, büyük bir âlimdir. (743) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[212]
Kudret-i Îlmîyyesi:

EI-Hasenü't-Tîsî, kudretli bir ilim sahibiydi, İbn-i Hacer'in beyânına göre bu zat, Kur'ân-i Mübîn'den ve Sünnet-i Nebeviyye'den
dakik mes'eleleri istihraç hususunda bir âyet idi. İlmî neşre müteveccih, mütevazı', güzel i'tikaada mâlik idi, felâsife ile mübtediayı
şiddetle reddederek fazîhalarını izhâra çalışırdı.

Sahî ve âlicenab olan bu zât, irs ve "ticaret tarikiyle elde etmiş olduğu büyük bir serveti vücûh-i hayrata sarf ederek âhir-i
ömründe fakir kalmış idi. Her gün sabahtan öğlene kadar tefsir, öğleden ikindiye kadar da hadis ile uğraşırdı. Keşşaf'ı şerhetmiş
ve demiştir ki: Ben bu şerha başlamadan evvel Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'i rü'yamda gördüm, bana bir
kadeh süt ihsan buyurdu, ondan içtim.

Müellefâtı:

Me'haz: Buğyetü’l-vuât.[213]

240- Ebü Hayyân El-Endelüsî:

Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân, Endülüs'de yetişşen âlimlerin, ediblerin büyüklerindendir. Lâkabı: "Esîrü'd-Dîn"
dir. (654) de Gırnata şehri mülhakaatından "Matahşariş" beldesinde doğmuş, (745) senesi Kahire'de vefat etmiştir. "Makaabir-i
Söfiyye" denilen mahalde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[214]

Üstazları Ve Seyehatları:

Ebû Hayyân, pek çok zevata mülâki olmuş, pek çok zevattan ilim ahzetmiştir. Ezcümle Gırnata'da üstaz Ebû Ca'fer b. ez-Zübeyr,
Ebû Ca'fer b. Beşîr, Ebû Ca'fer b. et-Tıbâ' ve sâireden; Mâlaka'da Ebû Abdillâh Muhammed b. Abbâs el-Kurtubî'den; Bîcâye'de
Ebû Abdi'llâh Muhammed b. Salih el-Kinânî'den; Tunus'da Ebû Muhammed Abdi'llâh b. Harun'dan ve sâireden; İskenderiye'de
Abdü'I-Vehhâb b. Hasen'den; Mekke-i Mükerreme'de Ebu'I-Hasen Alî b. Salih el-Cesenî'den; Mısır'da Abdü'1-Azîz el-Harrânî'den,
Ebû Muhammed Dimyâtî'den ve sâireden İtirâât, hadis, fıkıh, nahiv, lügat, edebiyat gibi ilimleri tahsîl etmiş, kendisinden de bir
çok zevat, bâ-husûs Tabakaat-ı Şâfiiyye sahibi Tâcü'd-Dîn es-Sübkî ile babası Alî b. Abdü'1-Kâfî es-Sübkî gibi meşâhir ders
almışlardır.

Deniliyor ki: Ebû Hayyân, kırâet, nahiv, lügat ilimlerini Gırnata'da tahsil ettikten sonra müktesebâtını artırmak için (680) târihi
sıralarında Afrika'ya geçmiş, oradan da İskenderiye'ye Mısır'a uğramış, Hicaz, İrak, Şam havalisini ziyaret etmiş, nihayet Mısır'a
avdet ederek orada tedrîs ile, kitaplarını te'lîf ile meşgul olmuştur.[215]

Kudret-i İlmîyyesî Ve Kemâlât-ı Zatîyyesî:

Ebû Hayyân, büyük bir allâmedir, tefsirde, hadisde, kırâette, edebiyatta, târihte pek mütehassıs
idi, zamanındaki ulemânın, üdebânın mümtazı, nuhâtın üstâzı idi. Kahire'deki birçok âlimler kendisinden ders almışlardı, her
taraftan yüzlerce ilim ve ma'rifet talibi Mısır'a gelerek bu büyük üstâzın derslerinde hazır bulunuyorlardı. Daha kendisi ber-hayat
iken yetiştirmiş olduğu tilmizleri eimme ve esâtize sırasına geçmişlerdi. Kendisine "Iisânül-Arap" deniliyordu. Gaayet fasih, itkaan
ile muttasıf, dakikaları araştırmakla marruf idi. Tab'an latifeye meyyal olduğundan Kahire'deki fudalâya, üdebâya karşı istihza
edercesine muamelede bulunurdu, fakat hepsinin üzerinde üstâziyet hakkı olduğundan onlar bu muameleye tahammül
ederlerdi.

Ebû Hayyân, sadûk, sâlimü'l-akîde, melîhü'1-vech bir zât idi. Huşu' ve bükâsı çok idi. Kur'an tilâvet ederken ağlardı. Şafiî
mezhebine sâlikti, Zahirî mezhebine de mütemayil idi. Ebü'l-Bekaa'nın ifâdesine nazaran dâima zâhiriyyü'l-mezheb bulunmuştur.
Hazret-i Alî hakkında büyük bir mahabbet beslerdi.
Ebû Hayyân, Sîbeveyh'in kitaplarına pek meclûb idi. Hattâ bu yüzden Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye ile araları açılmıştı. Şöyle ki:
Ebû Hayyân, Şam'da bulunurken İbn-i Teymiyye'ye mülâki olmuş, onun faziletini takdir ederek senasına dâir bir kaside de
söylemişti. Fakat bilâhare nahivden bir kaaideye ait aralarında cereyan eden bir mübâhase esnasında İbn-i Teymiyye, "Sîbeveyh
otuz yerde hatâ etmiştir." demekle Ebû Hayyân bundan çok müteessir olmuş, İbn-i Teymiyye hakkında tenkitkâr bir vaziyet almış,
En-Nahr unvanlı tefsirinde İbn-i Teymiyye'ye pek fena atmıştır.

Ebû Hayyân, Arap ulemâsından olduğu halde Türkçe'yi de öğrenmiş, Türkçe kavâidini cami' bir kaç kitab da telîf etmiştir, Fürs,
Habeş lisanlarına vukufu da kaydolunmaktadır. Mansûriyye'de tefsir, Câmiü'l-Akmer'de kırâet tedrîs ederdi.[216]

İlm-i Tefsir Hakkındaki Fikri:

Pek büyük bir müfessir olan Ebû Hayyân diyor ki: İlimler pek çoktur, hepsi de mühimdir. Bunların ehemmi ise ebedî hayâta,
sermedî saadete medar olanıdır ki, bu da Kitâbu'Ilâh ilmidir. Bizzat maksûd olan budur, başkaları vesâit mesabesindedir. Bu
cihetle şu son zamanlarımda nazarlarımı yalnız tefsire hasretmeği düşünüyordum, Cenâb-ı Hak lûtf etti, bu arzuma nail oldum,
şöyle ki:

(710) senesi nihayeti ve hayâtımın (57) nci senesi evâili idi ki Sultan Melik Mansûr'un kubbesinde Tefsir müderrisliğine ta'yîn
olundum, bu vesile ile tefsirimi yazmağa başladım, sâir zevatın tefsirlerini de mütâlâaya koyuldum, bu kitaplardaki mufassal
yazıları telhîsa, müşkülen halle, mutlakları takyide çalıştım, sonra müfekkiremin istihraç edebildiği letâif ve bedâyii, lisaniyata âit
dekaayık da yazdığım tefsire ilâve ettim, bunlar senelerce vuku' bulan ilmî mesâimin mahsûlüdir. İlim tahsili için birçok
fedâkârlıklara katlandım, ilim tahsilini evlâd ü ıyâlime tercih ettim, cihanın şark ve garbını dolaştım, nice âlimlere mülâki olup
kendilerinden istifâdeye gayret gösterdim.

Bu husustaki sözlerini hulasaten naklettiğimiz Ebû Hayyân'a göre, bir kimse Arabca'ya hakkiyle vâkıf olursa Kur'ân-ı Kerîm' in
ma'nâsını başkalarından rivayete muhtaç olmaksızın anlayabilir, ancak bir kısım ahkâm ve mesâil i'tibâriyle rivayete ihtiyaç vardır.

Her hangi bir lisâna âit kelimelerin terkibinden evvel medlullerini, hükümlerini ve bu kelimelerin o lisanda nasıl terkîb edildiğini
bilen ve bu kelimelerin güzelce terkîb edilip edilmediğini bilen ve bu kelimelerin güzelce terkîb edilip edilmediğini temyiz edecek
dereceye yükselen bîr zat, bu kelimelerden terekküb eden ibarelerin ma'nâlarını anlamak hususunda bir muallime ihtiyaç
görmez. Şu kadar var ki, bu anlayış hususunda nâsın isti'dâdı mütefâvittir. Bunun içindir ki anlayışlar arasında ihtilâflar, tebâyün
ve tearuzlar görülür.

Ebû Hayyân, bu mealde mütâlâada bulunduktan sonra diyor ki: muasırlarımızdan bâzıları, "Kur'ân-ı Mübîn'deki kelimelerin,
tekriplerin anlaşılması nakle mütevakkıftır, bunların ma'nâları Mücâhid, Tâvûs, İkrime gibi Tabiinden an'anesiyle nakl edilmiş
olmalıdır." diyor. Ne garibdir ki bu muasır zât, Mücâhid, Tâvûs gibi Tâbiîn'in tefsirleri arasında ne kadar ihtilâflar, mübâyenetler
olduğunu da bilmektedir.

Bunun nazîri şöyledir: Farz ediniz ki bir kimse Türkçe'yi güzel biliyor, Türkçe kelimelerin, terkiplerin ma'nâlarını anlıyor, kendisi de
Türkçe'yi güzelce yazıp konuşuyor, Türkçe olarak yazdığı şeyleri Türklerin yazılarına tatbik ediyor, onların lisânına tamamen
uygun buluyor, hattâ muntazam mensur ve manzum eserler vücûde getirerek Türk üdebâ ve fusahâsı arasında bir mevki' sahibi
bulunuyor. Bununla beraber kendisine gönderilmiş olan Türkçe bir mektubun ma'nâsını belki ben anlayamam diye Türk Sungur,
veya Sencer'den soruyor, o mektubu anlamak için kendi fikrini işletmekten kaçınıyor, şimdi böyle bir kimse ukalâdan sayılır mı?

Muasır zat sanıyor ki her âyet-i celîlenin ma'nâsını mutlaka halef, seleften bi'1-isnad nakletmiş ve bu, böylece Ashâb-ı Kiram'a
müntehi olmuştur. Yine bu zâtın ifâdesine nazaran gûyâ Ashâb-ı Kiram, her âyetin ma'nâsını mutlaka Resûl-i Ekrem'den sorup
öğrenmişlerdir. Halbuki Ashâb-ı Güzin, Arab'ın fusahâsından bulunuyordu, Kur'ân-ı Mübîn, kendi lisanları üzere nazil olmuştu.

Demek ki bu muasır zâta göre Tabiîn hazarâtından sonraki İslâm âlimlerinin ilm-i tefsire âit istihraç ettikleri maânî ve dekayıkı
Kur'ân-ı Azîm'in i'câzma, fasâhat ve belagatına dâir dermeyân ettikleri mesâil ve bedâyi', Mücâhid'den ve sâireden menkul
olmadığı için tefsirden sayılmayacak! Bu ise sakıt bir sözdür.

Ebû Hayyân şunları da söylemektedir:

Müfessir olabilmek için ilm-i tefsirin mütevakkıf bulunduğu ilimleri bi-hakkın bilmek lâzımdır. Bundan başka da fikirde selâmet
bulunmalıdır, nesir ve nazma tab'an isti'dâd da lâzımdır, Kur'ân-ı Mübîn'in i'câzı taklîd ile değil, zevk ile bilinir. Bu ilimleri, bu
hasletleri cami' olmayanlar, Kitâbu'llâh'ın gavâmızını anlayamazlar, letâifini idrak edemezler. Onların tefsir diye yazacakları şey,
başkalarının satırlarını nakle inhisar eder, asırlarca deveran edip duran mahfûzâtı tekrar etmekten ibaret kalır.

Ebû Hayyân, bu mealdeki mütâlâasını serd ettikten sonra müddeâsına delil olmak üzere Keşşafın mukaddimesindeki bâzı sözleri
zikrediyor, Ebu'l-Kaâsım Mahmûd Zemahşerî ile Ebû Muhammed İbn-i Atıyye'nin tefsirlerini senada bulunuyor, maa-hâzâ
bunların da intikaada tâbi' olabileceğini söylüyor.[217]

Tefsirdeki Mesleği:

Müfessirlerin sekizinci tabakası ricalinden olan Ebû Hayyân, tefsir âleminin büyük bir allâmesidir. Arab lisânına pek çok vukufu
vardır. Bu cihetle tefsirinde en ziyâde lisan kavâidine, belagat ve fasâhate müteallik tahkikat göze çarpar. Bu hususda en kuvvetli
gördüğü Zemahşerî ile, İbn-i Atıyye ile çarpışır, pek çok takdîr eylediği bu iki müfessir ile ilim sahasında adetâ bir mübârezeye
atılmış gibi bir vaziyet gösterir, belîğ bir kalemin, metin bir muhakemenin, cevval bir fikrin mahsûlü olan El-Bahru'l-muhit, En-
Nehrü'1-mâdd adındaki iki tefsiri, engin denizlerin, lâtîf cereyanlı ırmakların birer âlî timsâli denilecek kadar vüa'atli, letâfetli bir
manzara teşkil etmektedir.

El-Bahru’l-muhit'te şu tertibe riâyet edilmiştir:

1- Tefsirin mukaddemesinde ilm-i tefsirin mütevakkıf bulunduğu ilimlere ve bu ilimlere âit olan en cem'iyyetli, en mu'teber
kitaplara, me'nazlara dâir pek faydalı ma'lûmat verilmiştir.

2- Tefsirde âyât-ı celîleyi teşkil eden kelimeler, lügat ve nahiv kaaidelerine göre îzah edilmiş, bir kelimenin müteaddit ma'nâları
var ise bunlar da yazılmıştır.

3- Âyetlerin tefsiri yazılmış, esbâb-ı nüzulü ma'lûm ise gösterilmiş, mensuh olanları var ise işaret edilmiştir.

4- Âyetlerin arasındaki münâsebetler, irtibatlar gösterilmiş, bunların kırâetine âit vecihler yazılmış, bu vecihler Arapçanın
kavâidine tatbîkan tetkik edilmiştir.

5- Âyetlerin hakkında Selef'den Halefe nakledilegelen ma'nâlar, tevcihler yazılmış, bunların açığı da, kapalısı da gösterilmiş, i'rab
ve belagat i'tibâriyle bir kısım dekaayık ve letâif kaydedilmiştir.

6- Biribirinin. aynı olan kelimelerden veya terkiplerden biri hakkında verilen ma'lûmat, lüzum görülmedikçe diğerlerinde tekrar
edilmemiş, evvelce verilmiş olan ma'lûmâtın mahalline işaretle iktifa olunmuştur.

7- Âyetlerden bâzılarının ihtiva ettiği şer'î hükümler hakkında dört mezhep imamlarının ve sâir müctehidlerin sözleri yazılmış,
bunların istinâd ettikleri deliller zikredilmiyerek fıkıh kitaplarına alınmıştır. Meğerki garîb veya hilâf-i meşhur bir hüküm olsun.

8- Bâzı âyetlerin tefsiri sırasında Söfiyye hazarâtının sözleri bi'l-münâsebe yazılmış, fakat bir kısım mutasavvıfların, Kur'an
elfâzının nıedlûlleriyle hiç alâkası bulunmayan sözleri yazılmamış, hele Bâtiniyye taifesinin sıkılmadan Cenâb-ı Hakk'a veya
Hazret-i Alî ile encâl-i kiramına isnâd ettikleri esassız sözlere tefsirde hiç yer verilmemiştir. Müfessir, bu sözleri "hezeyan"
nâmiyle yâdediyor.

9- Âyetler, lisâniyyât ve belagat i'tibâriyle, tahlil ve terkib suretiyle tafsil edildikten sonra o âyetlerdeki birkaç vecihle tefsire tâbi'
bulunan kısımlar hakkında güzel, mûcez bir fezleke yapılmış, bu vecihlerden hangisinin sâhib-i eserce müreccah olduğuna işaret
olunmuştur.

10- Usûlü dâiresinde sabit olmayan esbâb-ı nüzule, sûrelerin fazali hakkında tashih edilmiyen haberlere, münasebetsiz
hikâyelere, İsrâiliyattan sayılan ma'lûmâta bu mübarek tefsirde tesadüf olunamaz.[218]

Edebiyattaki Kudreti:

Mütefennin Ebû Hayyân, yüksek bir şâirdir. Büyük bir şiir mecmuası vücûde getirmiştir. Manzumelerinin bir kısmı âlimâne,
hakîmânedir, bir kısmı da şairane, âşıkaanedir. Müveşşahât denilen manzumeleri daha parlaktır.
Ashâb-ı Kiram'dan Kâ'b Hazretlerinin meşhur kasidesine nazire yazmıştır. Bir beyti:[219]

Ebû Hayyân, bir kasîdesiyle de îmam Buhârî'yi medh etmiştir ki, matlaı şudur :[220]

Ebû Hayyân, bir kasîdesiyle de İmam Şafiî'yi medh etmiştir. Bu kasidenin ilk beytlerinde "Nahiv ilmiyle neşv ü nema bulduğunu,
Zeyd ile Amr'ın çarpışmaları neticesinde kuru bir şöhretten başka bir şey elde edemediğini, şimdi ise bu ilmin ehli kalmadığını"
söylüyor, "Ba'de-mâ dünyâya'da âhirete de yarıyacak olan İlm-i fıkh ile iştigal edeceğini"anlatıyor,ve böyle bir girizgâh bularak
Hazret-i İmâm'ı medhe başlıyor. Bu kasideden iki beyt:[221]

Ebû Hayyân, şu kıtasiyle de üstâza olan ihtiyâcı anlatmaktadır:[222]

Ebû Hayyân'ın şu manzumesi de hoştur :[223]

Ebû Hayyân'ın şu manzumesi de âşıkaane bir mazmunu hâvidir:[224]

Müeltefâtı: Sekiz cilt tefsirdir.El-Bahrü'1-muhît'in bir zübdesidir, bâzı ilâveleri de hâvidir. Her ikisi bir arada tab' edilmiştir.[225]

İtmamına Muvaffak Olamadığı Kitaplar:

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübkî, Buğyetü’l-vuat, Cilâü'l-ayneyn, El-A'lâm, Keşfü'z-zunûn, Mevzûâtü'l-ulûm, Kaamûsü'l-A'lâm, Lügat-


ı, târihiyye ve coğrâfiyye.[226]

241- Ahmed El-Çarperdî:

Fahrü’d-Dîn, Ahmed b. Hasen, meşhur bir âlimdir. (746) târihinde Tibriz'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[227]

Mevki-i Îlmisi:

Çarperdî, âlim, fâzıl, edîb, vakur, zâhid bir zâttır. Kaazî Nâsirü'd-Dîn Beyzâvî'den ve sâireden ilim ahzetmiştir. Ehl-i Sünnet
mezhebine büyük hizmetlerde bulunmuş, Keşşâf'a yazdığı haşiyede Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnet'e karşı nazmen ve neşren yapmış
olduğu ta'rizlere, hücumlara aynı suretle mukaabelede bulunarak Ehl-i Sünnet'in şükranını kazanmıştır.

Ezcümle Zemahşerî, Ehl-i Sünnet'e karşı şu manzûmesiyle gayzını izhâr etmişti :[228]

Zemahşerî'nin lisân-ı edebe yakışmayan bu sözlerine Çarperdî şu kit'asiyle cevap vermiştir :[229]

Müellefâtı: Fıkıhtan nâ-tamam. ve saire.

Me'hazlar: Tabakaatü's-Sübki, Buğyetü'l-vuât.[230]

242 — Tâcü'd-Dîn Ebû Muhammed En-Nahvî:

Ahmed b. Abdü'l-Kaadir b. Ahmed el-Kaysî el-Hanefî, ulemâdan bir zâttır. İbn-i Mektûm denmekle ma'ruftur. (682)'de doğmuş,
(749) da mat'ûnen vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[231]

Mevkî-i Îlmisî:
Tâcü'd-Dîn, nahiv ulemâsından muktedir bir müelliftir. Bahâ' b. en -Nehhâs'dan nahiv okumuş, uzun bir müddet Ebû Hayyân'a
mülâzemet etmiş, Serûcî'den ve Dimyâtî'den ve sâireden ilm-i hadîs ve sâire ahzeyr lemistir.

Ebû Hayyân'ın tefsirinde İbn-i Atıyye ile Zemahşerî'ye dâir serdedilen mütâlâaları, i'tirazları, tenkidleri cem' nâmiyle tefsire âit bir
eser vücûde getirmiştir.

Yaşı ilerledikten sonra hadîs istimâına, kitabetine başlamış olduğundan bunu çok görenlere karşı şu manzûmesiyle cevap
vermiştir :[232]

Müellefâtı: Bahr-i muhît'in kenarında tab' edilmiştir.lûgata dâirdir. Bunu telhis da etmiştir. Fıkıhdandır. Ve sâire.

Me'hazlar: Buğyet’ül-vuât, Keşfü'z-zunûn.[233]

243- Îbnü'l-Lebban:

Şemsü'd-Dîn, Muhammed b. Ahmed b. Abdü'l-Mü'min, Dimeşk'lı bir âlimdir. (679) da doğmuş, (749) târihinde vefat etmiştir.
Rdhmetu'llahi aleyh, Nisbeti : "El-İs'ırdî" dir.[234]

Mevki-i İlmîsi:

İbnü'l-Lebbân, fâzıl, müfessir bir zâttır. Tefsire dâir bir eser yazmıştır. Bunun birinci cüz'ü yazma olarak mevcuttur.Dârü'1-
Kütübi'l-Mısriyye'nin (9) numarasında mukayyeddir. İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesinde (188) numarada da unvâniyle bir
nüsha mevcuddur ki, Kur'ân-ı Kerîm'deki kelimelerin kaçar türlü isti'mâlini bildirir.

Me'haz: El-A'lam.[235]

244- Ebu's-Senâ El-Isfehânî:

Şemsü'd-Dîn, Mahmud b. Abdi'r-Rahmân b. Ahmed, meşhur bir âlimdir. (674) de Isfehan'da doğmuş, (749) tarihinde Kahire'de
bir taun neticesinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[236]

Mevki-i İlmîsi:

Ebu's-Senâ, hem nakliyyatda hem de akliyyâtda büyük bir üstâz idi. Babasından ve memleketi ulemâsından ilim ve irfan tahsil
etmiş, (724) de Hicaz'a gidip Kudüs'ü ziyarette bulunmuş, (725)'de Dimeşk'a rıhlet ederek ahâlisinin ikramlariyle karşılanmış,
hakkında İbn-i Teymiye gibi büyük bir âlim pek ta'zîmatda'bulunarak bir meclisde huzzâra hitaben: "Sükût ediniz, beldelere misli
girmemiş olan bu zâtın sözlerini dinleyelim." demiştir.

Ebu's-Senâ Zemlekânî'den sonra bir müddet "Revâhiyye" de müderris bulunmuş, ba'dehu vuku' bulan da'vet üzerine (732)
târihinde Mısır'a gitmiş, Melik Kavsun tarafından Karâfe'de bir hankah bina, kendisi de oraya şeyh ta'yîn edilmiş idi. Yüksek bir
ilme, şerefli, şanlı bir hayâta nail olmuştur. Şâfiiyyü'l-mezhep idi.[237]

Tefsirdeki Mesleği:

Ebu's-Senâ Isfehânî'nin dört ciltten müteşekkil olan tefsiri pek nâfi' erden biridir. Bu eserin tefsire, kelâma, elfâzın medlullerine,
vaz'ına,tefsir ilimlerine müteallik yirmi üç mukaddimeden müteşekkil bir dibacesi vardır ki, pek mühimdir.
Ba'dehu tefsir kısmı başlıyor, Besmele'nin Fâtiha'dan bir ayet olup olmadığına dâir sair tefsirlerde görülemiyecek derecede
mufassal, âlimâne bir tetkîk-i ilmî mevcuttur. Bu tefsirde kelâm ve Hilâfiyyat mes'eleleri de pek güzel tavzih edilmiş, lisaniyat
i'tibâriyle de fâideli tahliller yapılmıştır.

Ebu's-Senâ, Keşşâf'dan, Fahr-i Râzî'den bâzı şeyler nakleder, Keş-şâf'ın akvâlini ve onu müteakip sâhibü’l-întisaf’ıin reddiyelerini
de yazar.

İhlâs sûresinin tefsirindeki bir kısım beyanâtı hulasaten şu veçhiledir : Kur'ân-ı Azîm'de Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı Selbiyyesine Sıfât-ı
Celâl, Sıfât-ı İcâbiyyesine de Sıfât-ı İkrâm tesmiye olunmuştur. Nitekim Allâhu Teâlâ Hazretleri:[238] buyurmuştur. Artık her kim
:[239] Kavl-i Şerifinin ma'nâsını bilirse Allâhu Teâlâ'yı bilcümle Sıfât-ı Celâl ve Cemâliyle bilmiş, Bunlar esastır, Nazm-ı Celîl'i de bu
esaslar üzerine câri mesâil kabîlindendir. Muhakkikin, evvelâ asıl ve kaaideyi zikrederler, sonra da bunların üzerine mes'eleleri
tefrî' ederler, işte bu Sûre-i Celîle'deki beyanat da bu menhec üzere vâki' olmuş, yâni evvelâ esaslar zikrolunup ba'dehu bunlann
üzerine ibtinâ edecek mes'eleler beyân olunmuştur.

Müellefâtı: Tefsirdir. Bunun fevkalâde güzel bir nesih ile muharrer ve bî-nazîr tezhîbi hâiz bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde
(1054) numarada ve serlevhası müzehheb bir nüshası da Lâleli Kütüphanesinde (176, 177)numaralarda mevcuttur. Nasr-ı
Tûsî'nin Tecrîdül-akaaid'ine şerhdir. matbü'dur.

Me'hazlar: Buğyetül-vuât, El-A'lam.[240]

245- Îmâdü'd- Dîn Yahya:

Yahya b.Kaasim el-Alevî, Fâzıl-ı Yemeni denmekle ma'ruf bir alimdir. (750)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[241]

Kudret-i İlmiyyesî:

Îmâdü'd-Dîn, Yemen ahâlîsinden fâzıl, müfessir bir zâttır. (738) târihinde unvanlı haşiyesini ikmâl etmiş, ba'dehu Hâşiye-i Tîbî ile
Dürerü'l-esdâf'daki ma'lûmâtı cem' ederek adındaki ikinci haşiyesini vücûda getirmiştir. Bu eserler, kendisinin çalışkan, muktedir
bir âlim olduğuna şehâdet eder,

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm.[242]

246- Îbn-i Kayyîm El-Cevziyye:

Ebû Abdi'llâh, Şemsü'd- Dîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ed-Dımeşkî, meşhur bir âlimdir. (691)'de Dımeşk'da doğmuş,
(751)'de yine Dimeşk'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[243]

Mevki-i İlmîsi:

Hanbelî mezhebinde bulunan İbn-i Kayyim, tefsire vâkıf, usûle, fıkha, tasavvufa ıttılâiyle ma'rûf, âbid, zâhid bir zâttır. Defeât ile
haccetmiş, Mekke-i Mükerreme'de bir müddet mücavir kalmıştı. Mekke-i Mükerreme ahâlîsi kendisinin kesret-i tavaf ve
ibâdetine teaccüb ederlerdi. Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye'nin tilmizlerindendir. Arabiyyeyi Aliyyü'l-Mecd et-Tunûsî ile İbn-i Ebi'1-
Feth el-Ba'lîden, hadîsi de et-Tekıyy Süleyman ile Ebû Bekr b. Abdü'd-Dâim'den ve Ebû Nasr b. eş-Şîrâzî'den ve sâireden
ahzetmişti. ibn-i Teymiyye'ye pek ziyâde merbut idi. İbn-i Teymiyye'nin kitaplarını tehzîb, ilmini neşr, mezhebine nusrat etmiş,
onunla beraber Dimeşk karasında hapsedilmiş, İbn-i Teymiyye'nin vefatından sonra hapishaneden kurtulmuştur. Güzel ahlâka
mâlik, .kudretli, mütefekkir bir âlim olan İbn-i Kayyim, maa't-teessüf teşbih ve tecsîmi andırır birtakım yazılar yazmıştır. Nâs
arasında sevimli bir sîmâ olarak tanınmış olan bu âbid, zâhid zâtın ahlâka, tasavvufa dâir bir hayli güzel eserleri de vardır.
Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Cüâü’l-ayneyn, El-A'lam, Mu’cemü’l-matbûât.[244]

247 — Şeyh Semîn:

Şihâbü'd-Dîn, Ahmed b.Yûsuf b.Abdü'd-Dâim el-Halebî bir zâttır.Kahire'ye gelip tavattun etmiş, (756) târihinde vefat etmiştir.[245]

Mevki-i İlmisi:

Şihâbü'd-Dîn Semin, çalışkan bir âlim, bir müfessirdir.Müteaddit cüzlerden müteşekkil bir tefsiri ve unvanlı bir eseri vardır. Bu
tefsirin bir nüshası Şehîd Ali Paşa Kütüphanesinde (115) numarada mevcuttur. Keşfü'z-zunûn'a nazaran bu zâtın tefsirinin ismi
dir.Bir de nâmında bir eseri vardır ki, müfredât-ı Râgıb kabîlindendir. Müfredât-ı Râgıb'daki ve emsâlindeki noksanları da ikmâl
etmiş, Elfâz-ı Kur'âniyyeyi maânî-i mecaziyyesini değil, asıl maânî-i lûgaviyyesini de îzâha çalışmıştır. Bî-nazîr bir eserdir. Güzel bir
nüshası Selim Ağa Kütüphanesinde (142) numarada mevcuttur.

Me'haz: Zürkaanî = Şerhü'l-Mevahib[246]

Takıyyüd- Dîn Es-Sübkî:

Ebul-Haaen, Takıyyü'd-Dîn Alî b. Abdü'1-Kâfî b. Yûsuf el-Ensârî, asrında Şeyhü'l-İslâm unvanını ihraz etmiş, meşhur bir âlimdir.
Mısır'da "Sübk" denilen mahalde (683) de doğmuş, sonra Kahire'ye, Şam'a gitmiş, (739)'da Şam kadılığına ta'yîn edilmiş, daha
sonra Kahire'ye alil olarak avdet edip orada (756) târihinde vefat etmiştir. Bâbu'n-Nasr'da medfundur.[247]

Mevki-i Îlmisi:

Takryyü'd- Dîn, pek yüksek bir âlimdir. Müfessir, hâfız-ı Hadîs, müdekkık, bahhâs, Şâfiiyyü'l-mezhep bir zâttır. Takiyy-i Sâiğ'den
kırâet, Alemüd-Dîn Iraki'den tefsir, İbnü'r-Rif’a’dan fıkıh, Alâ-i Bâcı'den usul, Ebû Hayyan'dan nahiv, Şeref Dimyâtî'den hadîs
okumuş, Tâcü'd-Dîn b.Atâu'llâh'dan tasavvuf ahzetmiş, sair meşâhirden de müstefîd olmuştur. Eşrefiyye, Şâmiyye, Berâniyye,
Mesrûriyye Dârü'l-Hadisleri meşîhatini ihraz etmişti. Dimeşk Câmi-i Şerifinde bir defa bir hutbe îrâd etmiş idi, bu hâdiseyi Hafız
Zehebî şu kıt'asiyle yaşatmıştır:

Pek muktedir, afif ve lâtif dakikaları istinbat hususunda bînazîr olan Takıyyü'd-Dîn'in yüz elli kadar eseri ve kıymetli eş'ârı vardır.

Müellefâtı:[248] nâ-tamamdır. Ravza-i Mutahhara'yı ziyaret hakkındadır. Matbû'dur.matbûdur. risalelerden müteşekkildir. Ve


sâire.

Me'hazla : Buğyetü'l-vuât, Tabakaatü’s-Sübki, El-A’lam, Mu'cemü'l-Matbûât.[249]

249- Kaadi Adudü'd-Dîn El-İci:

Abdü'r- Rahmân b. Ahmed b. Abdü'l-Gaffâr, yüksek bir âlimdir. (700) târihinde Şîraz nahiyelerinden "İc" de doğmuş, (756)'da
vefat etmiştir, Hazret-i Sıddik'ın neslinden olduğu mervîdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[250]

Mevki-i İlmisi:
Şafiî fukahâsından olan Adudü'd- Dîn, naklî ve aklî ilimlerde büyük bir üstâz idi, tefsîre, kelâma, fıkha, edebiyata dâir yazmış
olduğu eserleri kendisinin mütefekkir, pek muktedir bir zât olduğunu göstermektedir. Kaazî Beyzâvî'nin tilmizi Şeyh Zeynü'd- Dîn
el-Heykî'den ve şâir ekâbirden ilim ve irfan tahsil etmiş, kendisi de Şeyh Şemsü’d-Dîn el-Kirmânî, Seyfü'd-Dîn el-Ebherî, Allâme
Teftâzânî gibi pek fâzıl tilmizler yetiştirmiştir.

Adudü'd- Dîn, büyük bir servete mâlik, âlicenaplık ile ma'rûf bulunuyordu, tilmizlerine nakden yardım eder, servetinden
'başkalarını da müstefîd eylerdi. Sultan Ebû Saîd zamanında bâzı şehirlerde kadılık yapmış, Kaadü'l-Kudât unvanını ihrazetmişti.
Bilâhare vatanı olan Ic'e dönmüş, orada bir mes'eleden dolayı Kirman Hükümdârı'nın zulmüne uğrayarak ölünceye kadar
"Direymiyan" kal'asında mahpus kalmıştır.[251]

Tefsirdeki Mesleği:

Adudü'd-Dîn, unvâniyle yazmış olduğu tefsirinde şâz kırâetleri, mercuh vecihleri terk ederek bunların yerine bâzı lüzumlu
kaaidelerin yazılmasını tercih eylemiştir. Tefsirin ibaresi pek belîgânedir, birçok dekaayık-ı Kur'âniyyeyi îzâh etmekte, âyetler
arasındaki münâsebât ve irtibâtâtı göstermekte, bâzı beyânât-ı Kur'âniyenin takdim ve te'hîrindeki, tevhid ve teksîrindeki nüket
ve esrân. bedî' bir tarzda mübeyyin bulunmaktadır. Bid'at ve neva enimi red hususunda da kıymetli yazıları câmi' dir.

Bu tefsirde Keşşaf'dan, Mefâtîhü'l-gayb'dan ve Kaazî'den istifâde olunmuştur. Adudü'd- Dîn, tefsirinin mukaddimesinde tefsirin
yalmz Selefden mervî olan akvâle hasredilmesinin muvafık olmadığını, Kur'ân'ın bedâyi' ve acâibinin, belagat ve fasâhatının
tebarüzünü te'min hususunda ahlâfın da birçok mesaîsi sebk ettiğini ve aksi takdirde birçok letâif ve fevâidin zayi' olacağını
Mefâtih sahibinden naklen zikretmektedir.

[252]
Ayet-i kerîmesinin tefsirinde belîgâne tevcîhat vardır. Resûl-i Ekrem'in bütün mü'minler için ve bilhassa kendi kavmi için nasıl
bir ni'met-i İlâhiyye olup imtihân için ulvî bir mahal teşkil ettiği tasvir edilmiş, o Peygamber-i zî-Şân'ın Kitâbu'llah ile ne gibi
hakaayikı ümmetine keşf ve telkin .buyurmuş olduğu mücmel bir surette güzelce yazılmıştır.

Müellefâtı: 1442 sahifeden müteşekkil serlevhası müzehheb, fevkalâde güzel bir yazı ile muharrer bir nüshası Hamidiye
Kütüphanesinde (61) numarada mevcuttur. matbû'dur. matbû'dur. kelâma dâir, matbu', muhtasar bir eserdir. kelâma dâir olup
Seyyid-i Şerif tarafından şerh edilmiştir. ilm-i vazi'dendir. usuldendir. Vezir Gıyâsü'd-Dîn nâmına yazılmış, maânî ve beyân
ilimlerine âît bir eserdir. [253]"âyet-i kerîmesine müteallik olup Fahrü'd-Dîn Ahmed Çarperdî ile aralarında teâtî edilmiştir. Bu ilmî
mubâhaseye bilâhare Çarperdî'nin oğlu İbrahim de iştirak ederek babasını müdâfaada bulunmuş, mubâhase bir mücâdeleye
müncer olmuştur. Bu mükâtebâtın bir kısmı Et-Tabakaatü'1-kübrâ'da mündericdir.

Me'hazlar: Tabakaatü's- Sübkî, Buğyetü'l- vuat, Mevzûâtü'l- ulûm. Mu'cemü'l- matbûât.[254]

250- Ebü Umâme İbn-i Nakkaaş:

Şemsü'd-Dîn, Muhammed b. Alî b, Abdü'-Vâhid ed-Dekkâlî el-Mısrî, kudretli bir âlimdir. (720)'de doğmuş, (763)'de vefat etmiştir.
Rahmetu’llâhi aleyh.[255]

Kudret-İ İlmiyyesi:

Îbnü'n-Nakkaş, nıüfessir, fakîh, mütefennin, vaiz, şâir bir zât idi. İlm-i kırâeti Burhânü'r-Reşîdî'den, Arabiyyeyi Ebû Hayyân'dan ve
sâireden teallüm etmiş, Dimeşk'a giderek Sübkî'nin ikramına nail olmuş, ümerâ ile musahip bulunmuştur. Şafiî mezhebine
muhalif bir fetvasından dolayı da bir aralık Hirmas tarafından nefyedilmişti. Yazmış olduğu tefsir kitabında hiçbir kimseden bir
harf bile nakletmemeği iltizam etmiştir.

Müellefâtı:

Me'hazlar: Buğyetü’l- vuât, Keşfü'z- zunûn.[256]


251- Kutbü'd-Dîn-i Râzî:

Mahmûd b. Muhammed el-Büveyhî, hükemâdan, fuzaladan bir zâttır. Âl-i Büveyh'e mensuptur. Medrese-i Zâhiriyye'nin alt
katında ikaamet ederdi, bu medresenin üst katında ikaamet eden diğer bir Kutbü'd-Dîn'den temayüz etmesi için kendisine "Kutb-
ı Tahtânî" denilirdi. (766) târihinde vefat etmiştir. Dimesk'da Sâlihiyye'de medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[257]

Mevki-i İlmîsî:

Kutbü'd-Dîn-i Râzî, mütefekkir, hakîm bir âlimdir. Akliyyatta bir imamdır. Kaadî Aduddan ve sair birçok fuzaladan, ba'dehu Allâme
Şeyh Cemâlü'd- Dîn b. Mutahhir el-Hillî'den ilim ahzetmiştir. (763) târihinde Dimeşk'a rıhlet etmişti. hadîs-i şerifini Sübkî'den
sormuş, aldığı cevâbı kâfi görmediği cihetle bâzı tahkikatta bulunmuş, bunun üzerine Sübkî ile araları açılmıştı. Sübkî, bu zâtın,
makaasıd-ı şer'a ve mantık kaidelerinin zahirine vâkıf olmadığını ileri sürmüştür. Kâfiyeci de dermiş ki: Seyyid ile Kutb-ı Tahtani
İlm-i Arabiyyeyi tanımamışlardır, belki onlar hakîm kimselerdir.

Müellefâtı: Sûre-i Enbiyâ'ya kadardır, Hâşiye-i Tayyibî'nin münakkah bir hülâsası demektir. matbû'dur.

Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l- matbuat.[258]

252- Muhammed B. Ebî Bekr Er-Râzî:

Zeynü'd-Dîn Muhammed b.Şemsü'd-Dîn Ebî Bekr el-Hanefî, meşhur bir âlimdir. (768) târihinde ber-hayât idi.[259]

Mevki-i İlmisi:

Zeynü'd-Dîn-i Râzî, asrının ferîdi sayılan bir zâttır. Birtakım kıymetli eserleri mevcuttur.

Müellefâtı : Matbû'dur. Sihâiı-i Cevherî'den ihtisar edilmiş ve bâzı şeyler ilâve olunmuştur. Matbû'dur.

Me'hazlar : Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûât.[260]

253- Îbn-i Akîl:

Behâü'd-Dîn Abdullah (veya Muhammed) b. Abdü'r-Rahmân b. Akil b. Muhammed Bâlisî el-Kureşî, meşhur bir âlimdir. Aslen
Hemedan'lı olup Mısır'ın "Bâlis" beldesinde yetişmiştir, (698)'de doğmuş, (769) târihinde Kahire'de vefat etmiştir. İmam Şafiî'nin
kabri civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[261]

Mevki-i İlmisi:

İbn-i Akil. Nuhât imamiarından mehîb. kerîm, fâzıl bir zât idi. Takıyy-ı Sâiğ'den, Zeynü'l-Kettânî'den, Alâ-i Konevî'den, Celâl Kazvînî
ile Ebû Hayyân'dan ilm ü irfan ahzetmiştir. Arabiyye'de büyük bir maharet sahibi idi. Ebû Hayyân demiştir ki: Gök kubbesi altında
İbn-i Akîl'den daha ziyade nahve vâkıf bir kimse yoktur. Kahire'de kadı naipliğinde bulunmuştur.

Müellefâtı: A1"i İmrân'ın âhirine kadar bir tefsirdir. fıkha dâirdir.Şafiî fıkhına ait büyük bir kitaptır. İbn-i Melek'in Elfiyye'sine
serhdir.
Me'hazlar: Buğyetü'l-vuât, Ed-Dürerü'l-kâmine, El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbûât.[262]

254- Cemâlü 'D-Dîn Akserâyî:

Muhammed b. Muhammed b. Muhammed, yüksek bir âlimdir. Dedesi Muhammed, Fahrü'd- Dîn-i Râzî'nin oğludur. Pek genç
iken vefat ederek Râzî'nin kalbinde derin izler bırakmıştı. Nitekim bâzı kitaplarında ve bilhassa Tefsîr-i kebîr'in bir cildinde bu' pek
zeki olan oğlunu bir lisan-ı teesürle yad etmiştir.Cemâlü'd-Dîn'in vefatı takriben (770) târihine müsadiftir.[263]

Kudret-i Îlmiyyesi:

Cemâlü'd- Dîn, Hanefî mezhebine sâlik, birçok ilimler ile mücehhez, talâkat-ı lisâna mâlik idi. Karaman'da "Medrese-i Müselsele"
denilen dâru'l-ulûmda müderris bulunuyordu. Buraya müderris olabilmek için bir çok ilimlere vâkıf olmakla beraber Sıhâh-ı
Cevherî'yi ezberlemiş olmak da vakfiyye îcaplarındandı. İşte Cemâlü'd-Dîn, bu. şeraiti cami' olduğu için o müderrisliği kazanmıştı.

Cemâlü'd-Dîn'in tilmizleri, meşşâiyyûn, revâkıyyûn, sakinin namiyle üç zümreye ayrılmıştı. Birinci zümre, yolda giderken
kendisinden müstefid olan talebesi idi. İkinci zümre, odaların önündeki kubbeler altında barınan şakirtleri idi. Üçüncü zümre de
medrese odalarında oturan yüksek tilmizleri idi. Fenan merhum, gençliğine mebnî ikinci zümreye dâhil bulunuyordu.

Müellefâtı: Tıbba mütealliktir.

Me'hazlar: Şakaayık-ı Nu'mâniyye, El-Fevâidü'l-behiyye.[264]

255- Îbn-i Kesîr El-Basrî:

Hafız İmâdü'd- Dîn, Ebü'1-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesir, yüksek bir


âlimdir. (703) târihinde Şam'daki ''Busrâ" karyelerinden birinde doğmuş, yedi yaşında iken biraderi ile beraber1 Dimeşk'a
giderek orada neşv ü nema bulmuş,(774) senesi Dimeşk'da vefat etmekle Makbere-i Söfiyye'de İbn-i Teymiyye'nin civarına
defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[265]

Kudret-i İlmiyyesî:

İbn-i Kesîr, pek muktedir bir âlimdir, birçok ilimlerde âdeta mütebahhir bulunmakta idi. Tefsirde, hadîsde, târihte zamanının
ferîdi idi. İbn-i Şihne'den, İshak Âmidî'den hadîs dinlemiş, Burhan Fezâri'den, İbn-i Teymiyye'den ve daha bir kısım meşâhirden
fıkıh ve sâire ahzetmiştir Kendisinden de İbn-i Hacer-i Askalânî gibi meşhur zatlar ders almışlardır.

Asrında ilmî riyaset kendisine müntehi olmuştu. Üstâzı İbn-i Teymiyye'ye çok merbut idi. Kendisi Şâfiiyyü'l-mezheb olduğu halde
bâz mes'elelerde ve bâ-husûs talâk mes'elesinde İbn-i Teymiyye'nin ictihaı ve kanâatine göre fetva vermiş ve bu yüzden bâzı
mihnetlere uğramıştır. Hadîs metinleri ezberinde idi. Hakkında: "İstihzarı kesir, nisyân kalıt idi" denilmiştir.[266]

Tefsirdeki Mesleği:

İbn-i Kesîr, tefsirinde en ziyâde rivayet tarîkına i'tinâ göstermiştir. Maahâzâ dirayet tarîkini da ihmâl etmemiştir. Çok kere bir
sûreyi, veya bir sûrenin birçok âyetlerini yazar, ba'dehu bunları sırasiyle tefsire çalışır. Tefsirinde cerh ve ta'dîle, târihî ma'lûmâta
da büyük bir yer vermiştir. Yalnız nakl ile iktifa eden bir müfessir değildir, intikaad fikrine mâlik, ihatası vâsi', muktedir, itimâda
şâyân bir müfessir olduğunu tefsiri isbât etmektedir.
Müellefâtı: Fethü'l-beyân'ın kenarında beş cilt olarak tab' edilmiştir. sekiz cilttir. beş cilttir. Târih-i Kâmil tarzında olup (738)
târihine kadar olan vakaayii zabt etmiştir, matbû'dur. ikmâl edilememiştir.

Me'hazlar: Cilâlü'l-ayneyn, Ed-Dürerü'l-kâmine, El-A'lâm.[267]

256- Ebu's-Senâ', Mahmûd El-Konevî:

Mahmûd b. Ahmed b. Mes'ûd, Şam'lı bir âlimdir. (777) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi
aleyh.[268]

Mevki-i İlmisi:

Ebu's- Senâ' Konevî, Hanefî fukahâsından muktedir bir zâttır". Dimeşk'da kadılık yapmış, güzel eserler vücûde getirmiştir. Aklî
ilimlere de âşinâ idi.

Müellefâtı: Usulden Muğnî şerhidir. fıkha dâirdir.

Me'hazlar: El- Fevâidü'l-behiyye, El- A'lâm.[269]

257- Şihâbü'd-Din Sivâsî:

Ahmed b. Mahmûd, ma'rûf bir âlimdir. (780) senesinde Ayasluğ'da vefat etmiştir. Kabri bir ziyâretgâhtır. Rahmetu'llâhi aleyh.[270]

Mevkî-i İlmisi:

Şihâbü'd-Dîn, fazilet ve kemâl ile zâtını tezyin etmiş bir zâttır.Vaktiyle Sivas'da birinin kölesi iken ilim tahsiline başlamış, birçok
zevattan müstefîd olmuş, sonra Şeyh Zeynü'd-Dîn Hâfikî'nin halîfesi Şeyh Muhammed halîfeye intisâb ederek ondan da tarîkatle
tasavvuf ahzetmiştir.

Bir aralık şeyhi Muhammed Halîfe ile beraber Ayasluğ'a gitmiş, orada hüküm süren Aydın-Oğlunun hürmet ve ikramına nail
olmuştu.[271]

Tefsirdeki Mesleği:

Şihâbü'd-Dîn, talebe-i ulûmun da kolaylıkla anlayabileceği veçhile selîs, müfîd, muhtasar bir tefsir yazmıştır. Kendisinin ifâdesine
nazaran bu tefsir, tenâvülü karîb, tefâsıldan baîd, Kur'ân'ın hakaayıkını keşfe şâfî, dekaayıkını derke kâfi olmak üzere
yazılmıştır. unvâniyle yazılan bu eser "Tefsîr-i Şeyh" diye şöhret bulmuştur. Muhtelif tefsirlerden müntehabdır. Zühre hakkında
esâtîrî bir rivâyeti, olduğu gibi naklediyor. Gûyâ Hazret-i Ömer, Zühre'ye baktıkça "İki meleğin fitneye dûçâr olmasına sebep oldu"
diye lâ'net edermiş! Bu tefsirin mütebâriz bir vasfı görülememiştir.

Müellefâtı: iki veya üç cilttir. Birinci cildi Atıf Efendi Kütüphanesinde (258) numarada mevcuttur. Üç nüshası da Dârü'l-kütübi'l-
Mısriyye'nin (146), (140) ve (760) numaralarında mukayyettir. tasavvufa dâirdir. nahivdendir. Ve sâire.

Me'hazlar: Tâcü't-tevârih, Keşfü'z-zunûn, Kaamûsu'l-a'lâm, Şakaayık tercemesi.[272]


258- Ekmelü'd-Dîn Bâbertî:

Ekmelü'd- Dîn Muhammed b. Mahmûd, muhterem bir âlimdir. Bağdad nahiyelerinden "Bâbertâ" ya mensuptur. (714) de
doğmuş, muahharen Haleb'e, ba'dehu Kahire'ye rıhlet etmiş, (786)' târihinde Mısır'da vefat eylemiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[273]

Mevkî-i Îlmîsî

Ekmelü'd-Dîn, Hanefî fukahâsından mütefennin, kaviyyü'n-nefs, mehîb, ulûm-ı edebiyyeye vâkıf bir zâttır. Şemsü'd-Dîn
lsfehânî'den, Ebû Hayyân'dan ve sâir meşâhirden ilm-i hadîs ve saire ahzetmiş, "Şeyhûniyye" de müderris bulunmuştur. Sultan
Zahir Berkuk ziyaretine gelirdi. Mısır'da büyük bir hürmete mazhar idi.

Müellefâtı: Bakare ve Âl-i İmran surelerinin t amamına kadardır. matbu’dur.

Me'hazlar: Buğyetü’l-vuât, El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn.[274]

259- Şemsü'd-Dîn Muhammed El-Kirmânî:

Eş-Şeyh Şernsü'd- Dîn, Muhammed b.Yûsuf b.Alî el-Kirmânî,el-Bağdâdî, büyük bir allâmedir. (717)'de doğmuş, (786) "da vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh. Kabri Bağdad'da Ebû İshak eş-Şîrâzî'nin kabri civarındadır.[275]

Kudret-i İlmiyyesî:

Muhammed el-Kirmânî, tefsirde, hadîsde, fıkıhda, usul ile Arabiyyatda büyük bir üstâz idi. Babası Bahâü'd-Dîn'den tahsile
başlamış, sonra Kirman'a giderek Adud'dan ve sâireden ilim ahzetmiş, daha sonra Dimeşk'a ve Mısır'a giderek orada Nâsırü'd-Dîn
el-Fârûkî'den Sahîh-i Buhârî'yi okumuş, bir aralık da Hacca gitmiş, ba'dehu Bağdad'a giderek orada tavattun etmiştir. Akranına
faik, hüsn-i hâl ile ma'rûf idi.

Müellefâh: Sûre-i Yûsuf'a kadardır. maânî ile beyâna mütealliktir.

Me'haz: Buğyetü'l-vuât.[276]

260- El - Atâıkî:

Abdur'r-Rahmân b. Muhammed b. İbrahim, Irak ulemasındandır.Irak'da "Hille" beldesi köylerinden Atâik'a mensuptur. Hille'de
doğmuş, (790) târihlerine doğru vefat etmiştir.Rahmetu’llahi aleyh.[277]

Mevki-i İlmîsi:

Atâikî, mütefennin bir âlimdir. Vatanında ilim tahsil etmiş, târih ile felsefe ile uğraşmış, sonra İran'a seyahat ederek (746) târihine
kadar yirmi sene tegayyüb eylemiş, bu müddet içinde en ziyâde Isfehan'da oturmuş, daha sonra Necef'e rıhlet ederek o havalide
vefatı vuku' bulmuştur.

Birçok âsârı vardır. Bu eserler ya şerhlerden veya başkalarının eserlerinden yapılan muhtasarâttan ibarettir. Bunlardan Necef
Kütüphanesinde aşağıdaki kitaplar kalmıştır.
Müellefâtı: Alî b. İbrahim'in yazmış olduğu tefsirin bir muhtasarıdır. hey'ete dâir bir manzumedir. ilm-i hey'ete dâirdir. tıbba dâir-
dir bu da tıbba dâirdir.

Me'haz: El-A'lâm.[278]

261- Allâme Teftâzânî:

Sa'dü'd-Dîn, Mes'ûd b. Ömer b. Abdullah el-Herevî el-Horasânî, Şark'ın pek büyük bir âlimidir. (727) veya (712) târihinde
Horasan'da Nesâ civarında büyük bir karye olan "Teftâzân" da doğmuş, (792) veya (793) târihinde Semerkand'da vefat edip na'şı
Serahs'e nakledilmiştir.

Vefatına Seyyid-i Şerîf: cümlesini târih düşürmüştür ki, 793 târihini gösterir. Rahmetu'llâhi aleyh.[279]

Mevki-i İlmîsi:

Sa'dü'd-Dîn Teftâzânî, Şark'ta ilm ü irfan yeni baştan ihyaya çalışan eâzımdandır. Bir aralık Moğol fecâyii yüzünden Şark'ta İslâm
Medeniyyeti tevakkufa uğramış, yüksek âlimler kalmamış, İslâm ilim müesseseleri sönmeğe yüz tutmuştu, işte böyle bir zamanda
Teftâzânî yetişti, Şark ufuklarını yeniden ilim ve ma'rifet zıyâlariyle aydınlatmaya çalıştı. Kutbü'd-Dîn-i Râzî ile Abdudü'd-Dîn el-
îcî'den ilim ahzetmiş, kendisi de yüzlerce tilmiz yetiştirmiştir. Serahs'de ikaamet ederdi, bir aralık Timur ile beraber seferlerde
bulunmuş, nihayet Timur tarafından Semerkand'a gönderilmişti.

Teftâzânî'nin yazdığı eserler, binlerce ilim ve kemal müştakları tarafından mütemadiyen istinsah edilerek cihanın her tarafına
neşredilirdi. Bu suretle İslâm âlimleri iki devreye ayrılmıştır. Teftâzânî'den evvelki devrelerdeki âlimlere “Mütekaâdûmîn” ondan
sonraki âlimlere de “Müteehhirın” nâmı verilir.

Teftâzânî, bir aralık da Türkiye'yi ziyaret etmiş, Osmanlı ulemâsiyle görüşmüş, aralarında mübâhaseler vukua gelmiş, o târihten
i'tibâren kitapları Türkiye ilim müesseselerinde okunmaya başlanmıştır.

Deniliyor ki: Teftâzânî, zamanın mahâsininden idi, gözler onun bir mislini a'lâm ve a'yân arasında görmüş değildir, O alelıtlak bir
üstâz idi, bilittifak müşârün-bi'1-benân idi, eserleri yeryüzüne dağıldı, hattâ Seyyid-i Şerîf bile te'lîf ve tasnife ilk başladığı
zamanlarda Teftâzânî'nin tedkîkaat ve tahkîkaatına dalar, ondan istifâdeye, iltikaata çalışır, onun yüksek kadrini i'tirâf ederdi.
Hayfâ ki bilâhare Timur'un meclisinde vuku' bulan ilmî bir münazara, aralarındaki mahabbet ve samimiyeti ihlâl etmiştir.

Hâsılı, Şark'ta riyâset-i ilmiyye Teftâzânî'ye müntehi olmuştu. Hele belagat ilmindeki ihtisası pek mükemmeldir. Parlak eş'ârı da
vardır.[280]

Mezhebi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Teftâzânî, fıkhan Hanefî mezhebinde idi. Hanefî fıkhına ve fukahâsına dâir yazdığı eserleri buna şehâdet etmektedir. Bahr-i Râik
sahibi İbn-i Nüceym, Ahmed et-Tahâvî, Aliyyü'l-Kaarî bu kanâattedirler. Aliyyü'l-Kaarî, Teftâzânî'yi Tabakaatü'l-Hanefiyye'sinde
zikrediyor.İbn-i Nüceym'e göre de Teftâzânî, zamanında Hanefiyye'nin riyasetini ihraz etmiş, Hanefî kadılığına ta'yîn edilmiştir.

Fakat bâzı zevatın iddiasına göre Teftâzânî Şafiî mezhebinde idi. Kefevî, Hasan-Çelebi, Keşfü'z-zunûn sahibi bu kanâattedirler.
Kefevî diyor ki: Teftâzânî ulemâ-i Şâfiiyye'nin kibârındandır. Bununla beraber usûl-i Hanefiyye üzere te'lîf ettiği birçok büyük
eserleri de vardır.

Tefsirdeki mesleğine gelince: Teftâzânî unvâniyle Fârisiyyü'l-ibâre bir tefsir yazmış ise de bunu görmek nasîb olmamıştır. Her
halde sâir eserleri derecesinde intişâra mazhar olmadığı anlaşılıyor. Ancak Keşşafa yazmış olduğu bir haşiyesi kendisinin yüksek
bir müfessir olduğunu göstermektedir.
Teftâzânî, Keşşafa yazdığı haşiyede Tayyibî'nin bu hususdaki ilmî tetkikaatından müstefid olarak bunları veciz bir tarzda iktibas ve
ihtisar etmiş, bundan birçok kıymetli, belîgaane şeyler ilâvesiyle haşiyesini tezyin eylemiştir. Hayfâ ki ihtiyarlığı zamanına müsadif
olduğundan bunu ikmâl edememiştir.

Teftâzânî'nin haşiyesi Yûnus sûresinin ihtidasına kadardır. Bir parça da Sâd suresinin evvelinden Kamer sûresine kadar yazılmıştır.
Bunun hitâmı (789) târihine müsadiftir. Bu haşiye, bir kısım tahkik ve tedkîki ve tevfîk ile telfîka âit letâifi müstemil olduğu cihetle
bî-nazîr sayılmaktadır.

Müellefâtı: tefsirdir. Nahivden dir. mantıkdandır. Bu eserlerin ekserisi matbû' dur.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zunm El-A'lam.[281]

262- Ebü Bekr El-Habdâdî:

Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Muhammed ez-Zebîdî, Yemen'li bir âlimdir. (800) târihinde Zebîd'de vefat etmiştir.
Rahmetullâhi aleyh.[282]

Tefsikdeki Mesleği:

Hanefiyyü'I-mezheb olan Haddâdî, kuvvetli, meşhur bir müfessirdir, bir fakîhdir. İki ciltten müteşekkil olan tefsirinde sûrelerin
fazâiline dâir âsârı nakleder, âyetleri parça parça muhtasaran tefsire çalışır, sûrelerin esbâb-ı nüzulünü gösterir, kırâet vecihlerine
de bazen işarette bulunur. Mutavassıt hacimde nâfi' bir eserdir. İbn-i Abbas'dan, Mücâhid'den, Ferrâ' ile Dahhâk'den rivayet
eder.[283]

Ayet-i Celîlesinin tefsirinde zahirî ve bâtınî olan ni'metleri güzelce teşrîh ederek ezcümle der ki :

Zahirî ni'metler, güzel huy, selâmet-i a'zâdır. Bâtınî ni'metler de akıl, fehm, fetanet, ma'rifetu'llâhdır. Zahiri ni'met, İslâm'dır.
Batıni, ni’met, edilen zünûb ve averâtdır. Zahirî ni'metler, hasenatından nâsın bildiği seylerdir. Bâtınî ni'metler, seyyiâtından
nâsın haberdar olmadığı şeylerdir. Zahirî ni'metler, hüsn-i suret, imtîdâd-ı kaamet, tesviye-i aza. Niam-i dünyâ tesviye-i zahir,
zikrü'l-lisândır. Batını ni’metler de ma’rifet niam-i ukbâ, tasfiye-i serâir, zikrü'l-cenandır.

Bu tefsirin unvanı dır.Bunun bir nüshası Lâleli Kütüphanesinde (154) numarada mukayyeddir. İkinci cildi de Fâtih Kütüphanesinde
(396) numarada mevcut olup Meryem Sûresinden âhir-i Kur'ân'a kadardır.

Haddâdî'nin adındaki eseri de meşhurdur ki fikh-ı Hanefî'den Kudûrî metninin kıymetli bir şerhidir, Mısır'da ve İstanbul'da tab'
edilmiştir.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü’l- matbûât[284]

Dokuzuncu Tabakayı Teskîl Eden Müfessirler

263- Muhammed B. Arafe

Ebû Abdi'llâh Muhammed D. Arafe el-Mâlikî, büyük bir âlimdir, (803) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[285]

Tefsirdeki Mesleği:
Beliğ, muktedir bir müfessir olan İbn-i Arafe'nin tefsiri, takrirlerinden müteşekkildir. Şöyle ki: Tefsire âit takrirleri talebesi
tarafından zabt edilmiş, (830)'da vefat eden tilmizi Ahmed b. Muhammed el-Büseylî tarafından da bâzı ilâveler ile müdevven bir
hâle getirilmiştir.

Bu tefsir, bir bakımdan bir tefsir hâşiyesi, ta'lîkası mesabesindedir. Bunda Zemahşerî ve Fahr-i Râzî gibi müfessirlerin tevcihleri
nakl edilmiş, bâzı âyetler hakkında faydalı izahlar yapılmış, derin muhakemeler, mütâlâalar serdolunmuştur.

Bu tefsirin ilk sahifesinde Besmele-i Şerife münâsebetiyle isim, müemmânın aynı mıdır, değil midir,, mes'elesi dermeyân edilerek
İbn-i Arafe'den şu üç kavil rivayet edilmiştir :

1- İsim, müsemmânın aynıdır. Müsemmâdan ibarettir.Bu, ehî-i hakkın kavlidir.

2- İsim, müsemmânın gayridir. Bu, Mu'tezilenin kavlidir, Eş'arî1’den de böyle bir kavil menkuldür.

3- Allâhu Teâlâ'nın Hâlık gibi Sifat-ı Fiil i'tibâriyle isimleri müsemmânın gayridir. Böyle olmıyan isimler ise müsemmânın aynıdır.
Bu da Bâkıllânî'nin kavlidir.

Bu tefsirde bir kısım mühim, muğlâk mes'eleler de suâl ve cevap tarikiyle îzâh edilmiştir.[286] Nazm-ı Celîli sırasında ilm-i hey'et
bakımından da güzel bir tetkîk mevcuttur.

Bu tefsirin (718) sahife teşkil eden bir nüshası Atıf Efendi Kütüphanesinde (90) numarada, diğer bir nüshası da Damad İbrahim
Paşa Kütüphanesinde (50) numarada mukayyeddir.

Me'haz: K.eşfü'z-zunûn.[287]

264- Sirâcü'd-Dîn Bülkînî:

Şeyhü'l-İslâm, Sirâcü'd-Dîn Ömer b. Reslan, Şâfüyyu'l-mezheb kudretli bir âlimdir, muhaddisdir, Bülkın'da doğmuş, (805) de
Kahire'de vefat etmiştir.[288]

Kudret-i İlmiyyesi:

Sirâcü'd- Dîn, muktedir, mümtaz bir müfessirdir. Keşşaf üzerine unvâniyle üç ciltlik bir haşiye yazmış, başka mukassilerin sözlerini
pek az zikretmiş, kendisine mahsus bir üslûb ihtiyar eylemiştir.

Müellefâtı: Fıkhına dâir olup itmam edilmemiştir. fıkha dâir altı cilttir. fıkıhdandır. hadisdendir. iki cilttir.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A’lâm,[289]

265- Fîruzâbadı:

Ebû Tâhir, Mecdü'd-Dîn Muhammed b. Ya'kub b. Muhammed eş-Şirâzî, pek meşhur bir âlimdir. Şîraz ülkesinin "Kâzerûn"
karyesinde (729) senesinde doğmuş, (816) tarihinde Yemen’in "Zebîd" şehrinde vefat etmiştir. Silsile-i müntehi olduğu mervîdir.
Rahmetu'llahi aleyh.[290]

Mevkî-i İlmîsi:

Fîruzâbâdî, bir hârika-ı zekâ idi, hafızasındaki kuvvet, küşâyiş, ifâdesindeki metanet ve cezâlet hayretlere şayandı, dekaayıkına
olan vukufu her türlü tasavvurun fevkinde idi. Her okuduğunu ezberler, her gece mühim mevzulara ait iki yüz satırlık bir ibare
ezberlemedikçe gözüne uyku girmezdi, Zamanında tefsir, hadîs, lûgat ilimlerinde bir merci' bulunuyordu. Yüksek bir Hanefi fakihi
idi.

Fîruzabadi ulumun mukaddemâtını babasından tahsil etmiş, sonra Kıvamü’d- Din Abdullah, Muhammed b. Yûsuf ez-
Zerendî,Kaadi Şeref, Nâsırü'd-Dîn Ebû Abdi'llâh, İbnü'l-Habbâz, İbnü'l-Kayyim, Takıyyü'd-Dîn-i Sübkî, İbn-i Nübâte, Şeyh Halîl
Mâliki gibi en kudretli âlimlerin, muhaddislerin meclis-i kemâlâtına dâhil olmuştur.[291]

Seyahatleri Ve Mazhar Olduğu Teveccühler:

Fîruzâbâdî, daha çocuk iken simasında parlayan fazl ve dehâ lem'aları kendisinin ileride büyük bir âlim, nazirsiz bir mütefennin
olacağını gösteriyordu. Müstaid olduğu kemâlâtın tecellîsini te'mîn için evvelâ babası tarafından Şiraz'a götürülmüştü, sonra
kendisi bizzat Bağdad'a gitmiş, Nizamiyye Medresesinde tahsilini bitirerek ilim âleminde büyük bir şöhret kazanmıştır. Fakat
bununla da kanaat etmiyerek seyahatine devam etmiş, Hind'e, Suriye'ye, Türkiye'ye, Mısır'a, Hicaz'a, Yemen'e rıhlet ederek
buralardaki meşâhire mülâki olmuş, ma'lûmâtını artırmaya çalışmıştır.

Pek halım,kerîm,mütevazı olan Firuzâbâdî, gittiği yerlerde âlimlerin, hükümdarların hürmetlerine, teveccühlerine mazhar olurdu.
Bağdad hâkimi İbn-i Üveys'in Azerbaycan Hükümdarı Şâh Şücâ'ın, Mısır Sultânı Eşrefin, Türk Hükümdarı Timur'un pek ziyâde
muhabbetlerine, atıyyelerine nail olmuştu. Türkiye'ye geldiği zaman Bursa'da Sultan Murad Han'ın defeâtle huzuruna kabul
edilmiş, o kadir-şinas Hükümdarın da iltifatlarına, atıyyelerine müstağrak olmuştur.

Nihayet Hicaz'a gidip oradan da (796) senesi Yemen'e azimet ederek Zebîd şehri Hükümdarı bulunan Melik Eşref İsmail'in de
fevkalâde muhabbet ve hürmetine mazhar olmuş, bu Hükümdarın kerîmesiyle evlenmiş, (veya bu Hükümdar bu zâtın hafîdesiyle
evlenmiş) kendisine Kadı'1-Kudâtlık ve Şeyhü'l-İslâmlık unvanları, mansıpları tevcih edilmiş, orada yirmi sene kadar yaşayarak o
havaliyi bir ilim ve irfan merkezine döndürmüştü.[292]

Tefsirdeki Mesleği:

Fîruzâbâdî, tefsire de büyük hizmetlerde bulunmuştur. Fâtiha'ya dâir bir eser yazdığı gibi tefsire dâir unvanlı bir eser de yazmıştır.
Bunlardan başka isminde tefsire âit kıymetli bir eseri de vardır. Bu müstakil bir tefsir hâlinde değildir, belki her sûre-i Celîleden
ibtisâr ve intibahı mûeib olacak âyetleri almış, bunları lügat, belagat, fıkıh ve tasavvuf bakımından îzâh etmiş, kelimât-ı
Kur'âniyyenin ma'nâlarını, inceliklerini pek vâkıfâne bir tarzda tahlile çalışmıştır. Her sûrenin kaç âyetten, kaç kelimeden ve kaç
harfden müteşekkil olduğunu da göstermiştir. Pek ziyâde mütâlâaya şâyân bir eserdir. unvanlı tefsirin cem' ve tertibi de bilâhare
Fîruzâbâdî'ye isnâd edilmiştir. Bu matbu' tefsir, Kur'ân-ı Mübîn'deki kelimelerin ma'nâlarını, bâzı âyetlerin esbâb-ı nüzulünü ve
mu-tazammın oldukları hükümleri vecîz, selis bir veçhile bildirir. Bu tefsir, , —evvelce de bildirdiğimiz veçhile— müfessir Kelbî ve
Ebû Salih tarikiyle İbn-i Abbâs Hazretlerinden rivayet edilmiştir. Kelbî. tarîki ise İbn-i Abbâs'a âit rivayet tariklerinin en vâhîsi
sayılmaktadır. Binâenaleyh bu tefsirdeki te'vîlât ve tavzîhâtm tamamen İbn-i Abbâs (radiya'llâhu anhümâ'ya) âid olduğuna
hükmedilemez. Maahâzâ müfîd, mûcez bir tefsîr-i şerifdir. Bundan bir nümûne olmak üzere : [293] âyet-i kerîmesine dâir olan îzâhı
maâlen ve teberrüken kaydediyoruz:

O haydır, bir kadîm-i ezelîdir, hayat verdiği şeylerin cümlesinden mukaddemdir. Ve O, bir hayy-ı bakîdir, dâimdir, öldüreceği her
şeyden sonra da mevcuttur. Ve O, her şeye gaalibdir, Ve her şeye âlim olan da ancak O'dur. Şöyle de denilir:

O başka bir kimsenin ikdâmiyle olmaksızın bizzat kadîmdir.Ve O, başkasının ibkaasiyle olmaksızın bizzat bakîdir.Ve O, başkasının
galip kılmasiyle olmaksızın bizzat gaalibdir.Ve O, hiçbir ferdin i’lamiyle olmaksızın zahir ve bâtına bizzat âlimdir.O evvel ve âhir
zahir ve bâtın her şeye alimdir.

Müettefâtı: Hadîse, sîrete dâirdir.Sabihü'l-Buhârî'nin şerhidir. İbn-i Hacer'in ifâdesine nazaran bu şerh garâbet-i nukul ile
doldurulmuştur, yirmi cilttir. altmış ciltten müteşekkil Arapça lügat kitabı.El-Lâmi'in bir hulâsası olup büyük Türk âlimi ve edibi
Mehmed Âsim Efendi tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olan meşhur lügat kitabı. ve saire.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye. Buğyetü'l-vuât, El-A'lâm, Meşâhir-i İslâm. Kaamûs tercemesi.[294]


266- Seyyid-i Şerîf:

Ebu'l-Hasen, Alî b. Muhammed b. Alî el-Hüseynî el-Cürcânî, pek büyük bir şöhret sahibi bir âlimdir. (740) senesi Gürcan'da
Esterâbâd kurbunda "Tâgû" da doğmuş, (816) târihinde Sîraz'da vefat etmiştir. Rahrnetu'llâhi aleyh.[295]

Üstazları Ve Kudret-i İlmiyyesî:

Hanefî mezhebinde bulunan Seyyid-i Şerif, şer'î ve edebî ilimleri Ek-melü'd-Dîn Muhammed el-Bâbertî ile En-Nûru't-Tâvûsî'den
okumuş, Kutbü'd-Dîn Muhammed er-Râzî, Mevlânâ Mübarek Şah gibi ekâbirin meclislerinde bulunmuş, daha bir çok eâzımdan
ilim ve irfan tahsil etmiş, tarikat ve tasavvuf dersini de Hoca Alâü'd-Dîn Attâr ile Nizâmüd-Dîn Hâmûşî'den almıştır.

Şark'ın pek nevvâr bir sîmâsı olan Seyyid-i Şerîf, bütün hayâtını îlim ve irfana hasretmiş, her ilim ve fenden müstefîd olmuş,
birçok ilimlere dâir kitaplar yazmış, allâme unvanını bi-hakkın ihraz edip muhalled eserleriyle parlak bir nam kazanmıştır.

Tefsire, hadîse, kelâma, fıkha derin bir vukuf sahibi olduğu Keşşaf'a, Hıdâye'ye, Tayyibî'nin usûl-i hadîs hakkındaki Hulâsa'sına,
Mevâkıf a yazdığı haşiyeler ile şerhler ile isbât etmiştir. Mantıkta, felsefede mütebahhır olduğuna da bu husustaki eserleri birer
şâhiddir.

Alâme Aynî diyor ki -. "Seyyid Şark'ın âlimidir."

Pek halûk, fukaraya karşı pek mütevazı' olan Seyyid-i Şerîf, tasavvufdan da pek çok zevk almıştı, yazılarında bu zevkin âsân pek
ziyâde göze çarpar, kendisinden bu yolda müstefîd olduğu Alâü'd-Dîn Attâr'a derin bir mahabbetle merbuttu. O muhterem
mürşidin huzurundan uzak bulunduğu bir sırada kendisine gönderdiği bir mektubuna şu kıt'ayı dercetmışti :[296]

Seyahatları:

Seyyid-i Şerîf, kendi vatanında birçok ma'lûmat ile mücehhez bir hale gelmiş, fakat bununla kanaat etmeyip kudret-i ilmiyyesini
tezyîd' için seyahate çıkmıştı. Herat'da Kutbü'd-Dîn-i Râzî'nin meclisinde hazır bulunup kendisinden mantık okumak istemişti, pîr-i
fânî denilecek bir yaşta bulunan Kutbü'd-Dîn, karşısında gözleri zekâ ve fetânet nurlariyle parlayan genç Seyyid'i görünce
ma'zeret dermeyan etmiş, o cevval genç âlimi kendi tilmizlerinden olup Mısır'da tavattun etmiş bulunan Mübarek Şâh'a
göndermişti. Bu maksatla Mısır'a müteveccih olan Seyyid, Cemâlü'd-Dîn Muhammed Akserâyî'nin şöhretini işitmiş olduğundan
onu da ziyaret etmek için Anadolu'ya uğramış, Karaman'a yaklaştığı esnada Cemalü'd-Dîn'in "îzâh" unvanlı eser hakkındaki
şerhini elde ederek okumuş, bu eser pek hoşuna gitmemişti, fakat Cemâlü'd-Dîn Akserâyî'nin takriri, tahrîrinden daha
mükemmeldir, denilmiş, Seyyid de azminde sebat ederek Karaman'a kadar gelmişti. Hayfâ ki şehir kapusuna yaklaştığı zaman
karşısına büyük bir ihtifal çıktı, bu, Muhammed Akserâyî’ nin cenaze alayı idi. Seyyid, o koca âlim ile mülâkaata nail
olamamış, fakat onun yüksek bir tilmizi bulunan Fenârî'ye mülâki olmuştu. Bu iki ilim ve irfan seyyaresi, birlikte Mısır'a gitmiş,
Ekmelü'd-Dîn'den ders almışlardır. Seyyid, bu esnada Mübarek Şâh'ın derslerinde de bulunuyor, ondan mantık dersleri alıyordu.

Seyyid-i Şerif, az bir müddet içinde akranına tefevvuk etmiş, büyük bir şeref ve şan kazanmış, uzun bir müddet Mısır'da kalmıştı.
Nihayet Mısır'ı bırakarak Şiraz'a gitmiş, Şah Şücâü'd-Dîn Muzaffer'in takdirlerine mazhar olmuştur.

Timurlenk (789) da Şiraz'ı elde edince Seyyid'in Ferîdü'd-Dehr bir âlim olduğunu anlamış, hakkında fevkalâde hürmetler
göstermiş, bu kıymetli âlimin hanesine iltica edenlere eman vermişti. Timur bilâhare Seyyid-i Şerifi alıp Maveraü'n-nehr'e
götürdü, artık Semerkand şehri Seyyid'in şa'şaa-i kemâlâtına sahne olmuştu. Seyyid, Timur'un vefatını müteakip tekrar Şîraz'a
dönmüştür.[297]

Bir Mübâhase-i İlmiyye:


Timurlenk, yüksek âlimlere pek hürmetkar idi, meclisinde asrının en değerli âlimleri toplanırdı, bu âlimlerden ikisi de meşhur
Allâme Teftâzânî ile Seyyid-i Şerîf idi.

Teftâzânî, bînazir, mütebahhir, kıdemli ve mülâhhanı bir âlim olduğundan Timur'un huzurunda daima sadrı işgal eder, ayaklarını
uzatarak otururdu, Timur da bu veçhile ayaklarını uzatıyordu, Allâme'nin bu vaziyeti, söylendiğine göre Timur'un pek de hoşuna
gitmiyordu, fakat kendisinin henüz hükmü cereyan edemeyen yerlerde Teftâzânî'nin ilmî eserleri hükümran oluyordu. Bu cihetle
onu incitmek de pek istemiyordu. Maamafih kalben Seyyid-i Şerife müteveccih idi, hatta kendi kendine diyordu ki: Farz edelim ki,
her ikisi de ilimce müsavidirler, ya Seyyid'in. nesebce olan şerafetine ne diyelim, neden sadr-ı meclisi o işgal etmesin.

Timur, Seyyid'in bu rüchanim ilim sahasında da göstermek için huzurunda bir mübahasenin tahaddüsüne sebebiyet verdi.
Şöyle ki :[298]

Nazm-ı Kur'ânîsinin tefsiri sırasında Zemahşerî'nin kelimesine dâir işaret ettiği istiarenin yalnız bir istiâre-i teb'iyye mi, yoksa
teb'iyye ile beraber bir istiâre-i temsîliyye mi olduğuna müteallik ortaya bir bahis konuldu, Nu'mânü'd-Dîn el-Harzemî de hakem
nasb edilmişti.

Teftâzânî, istiâre-i teb'iyye ile istiâre-i temsîliyyenin bir yerde içtimâ' edebileceğini, Seyyid-i Şerîf de bunların içtimâ'
edemiyeceğini müdâfaa ediyor, her ikisi de istinâd ettikleri delilleri îrâd ederek kendi müdâfaalarını takviyeye çalışıyordu.
Nihayet hakemin karârına müracaat edildi, hakem de Seyyid-i Şerifin lehine karar verdi. Bu hâdiseden pek müteessir olan
Teftâzânî, kendi âlemine çekilmiş, zamanın nâ-revâ temâyülâtından bir eserinde yana yakıla şikâyette bulunmuş, aradan çok geç-
meden ebediyet ve hakkaaniyet âlemine can atmıştır.

Bu mes'ele o târihtenberi ulemâ arasında bir münâkaşa mevzuu teşkil etmiştir. Teftâzânî'yi haklı görenler daha çoktur; Şeyhü'l-
İslâm Ebu's-Suud Efendi, Seyyid'i haklı bulmakta, Alûsî-Zâde de Teftâzânî'yi nıusîb görmektedir. Âlûsî-Zâde' nin bu mes'eleye dair
bir mühim risalesi vardır.

Bu edebî bir mes'eledir, zevka, i'tibâra tâbi'dir, hakikatin hangi tarafta olduğunu riyâzî veya naklî bir kat'iyyetle isbât edecek elde
bir mikyas yoktur. Bu cihetle bunu uzun uzadıya münâkaşa mevzuu etmek de pek doğru olmasa gerek. Ne yazık ki uzun bir
müddet biribirini pek çok sevmiş, biribiri hakkında pek hürmetkar bulunmuş iki muazzam âlim arasında bu yüzden bir bürûdet
zuhura gelmiş ve bu yüzden bir ilim ve irfan güneşi bir teessür ve keder içinde sönüp gitmiştir.[299]

Tefsirdeki Mesleği:

Seyyid-i Şerifin tefsir ilmindeki kudretine yazmış olduğu Keşşaf haşiyesi, Kaazî ta'lîkası mükemmel birer şâhiddir. Bu cihetledir ki
kendisine "Eâzım-ı müfessirînin iftiharı" denilmiştir.

Keşşaf haşiyesi:[300] âyet-i kerîmesine kadardır. Güzel tahlilleri, tetkikleri ve bâzı i'tirazları muhtevidir. Bu haşiye, Keşşafın
kenarında tab' edilmiştir.

Seyyid'in Keşşaf haşiyesi üzerine (901) de vefat eden Muhyi'd- Dîn Muhammed b. el-Hatîb ile (816) da vefat etmiş olan Alâü'd-
Dîn Alî et-Tûsî ve Kemal-Paşa Zade birer haşiye yazmışlardır.

Sa'dü'd- Dîn'in hafîdi Şeyhü'l-İslâmYahya el-Herevî, Sa'dü'd-Dîn'in haşiyesine yazmış olduğu haşiyede Seyyid'in i'tirazlarına cevap
vermiştir. Sa'dü'd-Dîn'in tilmizi ölüp (830) da vefat eden Burhanü'd-Dîn Haydar b, el-Herevî de Keşşafa yazdığı talikasında
Seyyid'in i'tirazlarına cevap vermeğe çalışmıştır. (885) de vefat eden Hasan Çelebi b. Muhammed Şah el-Fenârî'nin de Seyyid
haşiyesi üzerine bir haşiyesi vardır. Bütün bunlar, Seyyid'in hâşiyesindeki ehemmiyeti göstermektedir.

Müellefâtı: matbû'dur. âdâb-ı mübâhase hakkında matbû'dur. matbû' dur. matbû' dur. Ve saire.

Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zunûn, lû-gat’ı târihiyye ve coğrâfiyye.[301]

267- Hâcî Paşa


Celâlü'd-Dîn Hızr b. Hoca Alî b. Murad b. Hoca Alî b. Hüsâmü'd-Din, mütefennin bir âlimdir. Esasen konyalı olup bilâhare intikal
ettiği Aydın'a nisbetle "Aydınlı Hâcî Paşa" denildiği anlaşılmaktadır. (820) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[302]

Mevki-i İlmisi:

Hâcî Paşa, âlim, müfessir, tabîb bir zâttır. Memleketinde ilim tahsil ettikten sonra mal'lûmâtını arttırmak için Mısır'a gitmiş, orada
Seyyid-i Şerîf ile, Bedrü'd-Dîn-i Simâvî ile şerik olarak Mübarek Şâh'dan ulûm-i akliyyeyi okumuşlar, Şeyh Ekmelü'd-Dîn'den de
istifâde etmişlerdir. Bu esnada hasta olmakla tıbba olan ihtiyâcı takdir etmiş, ilm-i tıb tahsil ederek kendisini tedavide bulunmuş,
bu sahada gösterdiği hazakate mükâfat olarak Mısır hastahanesi baştabipliğine ta'yîn edilmiştir. Bilâhare memleketine avdet edip
Aydın Hükümdarı, Aydınoğlu Mehmed Bey'in taleb ve iltimâsiyle Birgî'ye giderek orada vefatına kadar tedris ve te'lîf ile iştigal
etmiştir.

Müellefâtı:Arapça iki cilt tefsirdir. Bir nüshası Câru'llâh Veliyyü'd-Dîn Efendi Kütüphanesinde vardır, ismindeki eserinin
şerhidir.eski hikmet ile mantıka dâirdir. Kaazî ırâcü'd-Dîn Mahmûd Ermevî'nin, şerhi de Râzî'nindir. Bu haşiye, Seyyid-
i Şerifin haşiyesinden evvel yazılmıştır. Şerh-i Matâli'nin tasavvurât ve tasdîkat kısmına aittir. ilm-i tıbba dâir olup Şifâü'l-
eskam'dan hülâsa edilmiş Türkçe bir eserdir. Kendi yazısiyle bir nüshası Enderunda Üçüncü Sultan Ahmed Kütüphanesinde
mevcuttur, bu da tıbba âit muhtasar bir eserdir tıbba dâir Arapça bir eserdir. Müellifinin yazısiyle bir nüshası Enderun'da Üçüncü
Sultan Ahmed Kütüphanesinde mevcuddur. Aydınoğlu Mehmet Bey nâmına te'lif etmiştir. bu da tıbba aittir. Müellifinin yazısiyle
bir nüshası "Yeni Cami" Kütüphanesinde mevcuttur, bunun bir adı da dir. Bu da tıbba âit Arapça bir eserdir
Türkçede "yen" ma'nâsınadır. müellifinin yeninde kolaylıkla taşıdığı tıb muhtırası yerinde kullanılmıştır. Bir nüshası Lâleli
Kütüphanesinde mevcuttur.

Me'hazlar: Kesfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî = Tezkire-i meşâhir-i Osmâniyye, Şakaayik tercemesi.[303]

268- Kutbü'd- Dîn İznîkî:

Muhammed b. Muhammed, meşâyihden âlim bir zâttır. Birinci Sultan Bâyezid devri ulemâsından idi. İznik'de doğmuş ve (821)
târihinde vefat etmiştir. Halil Paşacamii ittisâlindeki türbede medfundur. Rahmetullahi aleyh.[304]

Mevki-i Îlmisi:

Kutbü'd-Dîn, muktedir bir müfessirdir. Şer'î ve tasavvufî ilimlerde mütehassıs bulunuyordu. (705) târihinde Hasan Paşa'dan Şerh-i
Matâli'i okuduğu bu kitabın âhirindeki bir yazısından anlaşılmıştır. Timura karşı zalimane harekâtından bahs ile bâzı ihtarlarda
bulunmuştu.

Müellefâtı: Bir kaç ciltten müşetekkildir. tahsili farz olan ilimlere dâirdir,

Me'hazlar: Kaamûsu'l-a'lâm, Osmanlı müellifleri, Şakaayık tercemesi — Mecdi Efendi.[305]

269- Îbnü'l-Bülkinî:

Celâlü'd- Dîn, Abdu'r- Rahman b. Ömer b. Reslanel- Kenânî el- Askalânî, Mısır' da yetişmiş büyük-

muhaddislerdendir. (763) de doğmuş, (824) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[306]

Mevkî-i İlmîsi:
İbnü'I-Bülkînî,müfessir, muktedir bir zâttır. Babasının vefatından sonra fetva riyaseti kendisine müntehi olmuş ve defeât ile Mısır
kadılığında bulunmuştur.

Müellefâtı: Nâ-tamamdır. Sahih-i Buharı hâşiyesidir.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm,.[307]

270- Bedrü'd-Dîn B. Kaazî Simâvna:

Şeyh Bedrü'd- Dîn, Mahmûd b. İsrâil b. Kadı Simâvna, meşhur bir zâttır. Rumeli'de "Simavna" kal'asında doğmuş, (823) târihinde
Siroz'da salben i'dâm edilmiştir.[308]

Mevki-i İlmisi:

Bedrü'd-Dîn, Hanefî fukahâsından ve ehl-i tasavvufdan bir âlimdir. Şâhidî'den ders almış, Mısır'a rıhlet ederek Seyyid-i Şerîf ile
beraber Mübarek Şâh'dan ve Ekmelü'd-Dîn'den ilim tahsil etmiş, Hüseyn Ahlâtî'den de tasavvuf ahzeylemiş, bir aralık Tibrîz'e
gitmiş, Timur'un meclisinde beyne'l-ulemâ vuku' bulan bir mübâhaseden dolayı hakem ta'yîn edilerek fazlını isbâta muvaffak
olmuştu. Heşt behişt'deki ve sâiredeki rivayete nazaran isyankâr bir ruha mâlik olup bâzı gayri meşru' akvâl ve ef'âli görül-
düğünden i'dâm edilmiştir. Mevzûâtü'l-ulûm'daki beyanâta göre de Bedrü'd-Dîn, Yıldırım Bâyezid'in oğlu Musa Çelebi'nin
kazaskeri olup, ba'dehû Çelebi Mehmed tarafından habsedilmiş, bir aralık firar ederek Emir İsfendiyâr'ın yanına gitmiş, oradan da
Tataristan'a gitmek istemişti. Fakat Emir, Çelebi Mehmed'den korkarak bu zâtı Zagza'ya gönderdi. Orada birçok kimseler başına
toplanarak kendisine hümette bulundular. Nihayet bâzı kimselerin iğmâzma mebnî zulmen kati edilmişti.

Müellefâtı: iki ciltlik bir tefsirdir,etrafında hamişleri de vardır.Gayet lâtif bir tefsir olduğumervîdir.fürûa dâirdir. fıkıhdan Fusûl-i
İmâdî il Fusûl-i Üşrûşînî'yi câmi'dir. tasavvufa dâirdir. Şer'-i Şerife muhalif bir kısım beyanâtı muhtevidir. Şeyh Muhyi'd-Dîn
Muhammed, Nûrü'd-Dîn-Zâde tarafından üzerine yazılan şerhde bir çok i'tirazlar dermeyân edilmiştir. Şeyh Abdullah İlâhî ta-
rafından da bir şerh yazılmıştır. Daha başka te'lîfâtı da vardır.

Me'hazlar: Şakaayık-ı Nu'mâniyye, El-Fevâdü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn.[309]

271- Hoca Muhammed Parsa:

Şeyh Muhammed b. Mahmûd el-Buhârî, Nakşibendî meşâyıhından meşhur bir zâttır. Tahmînen yetmiş üç yaşında iken (822)
târihinde Medîne-i Münevvere'de vefat etmiş, namazında Şemsü'd-Dîn-i Fenârî bulunmuştur. Rahmetu'llâhi aleyh.[310]

Kemalât-ı Zâtiyyesi

Muhammed Parsa, pek muhterem bir ârifdir. Şeyh Bahaü’d-Din Nakşibendî'nin en güzide halîfelerindendir. Müşârün-ileyhe
intısab için gelip hanesinin önünde durmakta iken kendisi bir câriye görup “Dışarıdaya bir genç parsa var” diye Hazret-i Şeyh'a
haber vermiş, o da mülakat esnasında “Sen parsa imişsin” diye iltifatta bulunmuş olmakla Hoca Muhammed, Parsa lâkabiyle
şöhret bulmuştur. Şeyh Bahaüd-Din Hicaza ikinci seferinde şeref-i refakatine nail olmuş, sonra kendisi de ikinci deta olarak
Hicaz'a gitmiş, ba'de'1-hacc hasta olarak Medîne-i Münevvere ye gidip orada irtihâl etmiştir.

Müeltefâtı: Mülk ve Nebe' cüzlerinden bazı sûrelerin Fârisîce tefsiridir. Kazasker Mehmed Murad Kütüphanesinde (73)
numarada Molla Câmi' nin yazisiyle bir nüshası mevcuttur. ve saire.

Me'hazlar: Reşehât, Kaamûsü'l- alâm, Keşfü'z-zunûn, Şakayık tercemesi.[311]


272- Kara Ya'kub:

Mevlâ Kara Ya'kub b. İdrîs Karamani, ulemâdan bir zâttır. (789) târihinde Niğde kasabasında doğmuş, (833) de vefat etmiştir.
Kabri Lârende'dedir. Rahmetu'llâhi aleyh,.[312]

Mevki-i İlmîsi:

Kara Ya'kub, tefsire, hadîse, fıkha ve siyere vâkıf bir âlimdir. Evvelâ kendi memleketinde sonra da Arap ve Acem diyarında
tahsilini ikmâl etmiş, ba'dehu Lârende kasabasında tedris ve te'lîf ile meşgul olmuştur.

Peygamberlerin,Kibâr-ı Sahabe ile Tâbiîn'in ve bir kısım meşâhirin terâcim-i ahvâlini câmi'dir. İmam Gazâlî' nin terceme-i haliyle
nihayet bulmuştur.

Me'hazlar: Kesfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık tercemesi.[313]

273- Muhammed Fenârî:

Muhammed b. Hamza b. Muhammed Şemsü'd- Dîn, Osmanlı Şeyhü'l-İslâmlarının birincisidir. (751)'de "Fenâr" karyesinde
doğmuş, (834) târihinde vefat etthiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[314]

Üstazları Ve Seyehatları:

Fenârî merhum, Alâü'd-Dîn Esved, Cemâlü'd-Dîn Akserâyî, Eîkmelü'd-Dîn Babertî gibi meşâhirden ilim ve irfan tahsîl etmiş, babası
Ebû Muhammed Hamza'dan ve Şeyh Hamîdü'd-Dîn Kaysarî'den de tasavvuf öğrenmiştir. Kendisinden de İbn-i Hacer gibi, Kâfiyeci
Muhyi'd-Dîn gibi meşhur zevat icazet alarak müstefîd olmuşlardır.

Fenârî, kendi vatanında ilim ve irfan kazandıktan sonra nıa'lûmâtını tevsi' için Mısır'a gitmiş, orada Seyyid-i Şerif ile şerik olarak
Şeyh EkmeIü'd-Dîn gibi bir allâmeden birçok istifâdelerde bulunmuştur. Bir aralık vatanına dönmüş, ba'dehu yine Mısır'a gitmiş,
orada ulemâ ve fuzala ile mübâhaselerde bulunarak ne kudretli bir âlim olduğunu isbâta muvaffak olmuştu.

(822) senesinde Hicaz'a gitmiş, avdetinde Mısır Sultanı Melik Müeyyed'in da'vetiyle Kahire'ye uğramış, birçok fuzala ile hem-
sohbet olmuş, bu yolculuğu esnasında Kuds-i Şerifi de ziyaret etmişti.

(832) târihinde Antakya ve Şam tarikiyle tekrar Hicaz'a gitmiş, mukaddes makamları ziyaret etmiş, avdetini müteakip vefatı vuku'
bulmuştur.

Fenârî merhumun âhir-i ömründe gözlerine bir perde gelmiş, fakat bilâhare zail olmuştu, son haccını bunun bir şükrânesi olmak
üzere îfâ etmiştir.[315]

Kudret-i İlmıyyesi:

Muhammed Fenârî, asrının büyük bir allâmesidir, sekizinci asırda teferrüd eden dört zattan biridir. Şöyle ki: Bu asırda Şeyh
Sirâcü'd-Dîn İbnü'l-Mülâkkan, fıkıh ve hadîse â'it birçok te'lîfâtiyle; Fîruzâbâdî, lügat ilmindeki kudretiyle; Zeynü'd-Dîn et-Tûfî,
hadîs ilmindeki vukufiyle; Fenârî merhum da aklî ve naklî ilimlerdeki ıttılaiyle teferrüd etmişdi.

Fenârî, Bursa'da müderrislik ve kadılık vazifelerini îfâ etmiş, ikinci Sultan Murad Han'ın büyük teveccühlerine mazhar olarak iftâ
makaamına irtikaa eylemiş, Padişah'ın müşâvir-i hâssu'l-hâssı bulunmuştur.
Bu yüksek âlime karşı halkın gösterdiği ihtirâmât fevkalâde idi. Câmi-i şerife giderken halk kendisini görmek için toplanır, o fazilet
timsâlini görmekten büyük bir haz duyarlardı.[316]

Tefsirdeki Mesleği:

Fenâri merhum, tefsir ilminde de tam bir vukuf sahibidir. Fâtiha-i Şerife için yazmış olduğu bir tefsir buna şahittir. Bu tefsir
kitabının mukaddimesinde ilm-i tefsîre, tefsirin istinâd ettiği ilimlere, müfessirlerin ittihâz edecekleri tertip ve usûle dâir pek
mühim ma'lûmât vardır. Bu kıymettar eser, ilmî, tasavvufî birçok mütâlâât ve tahkikat ile tezyin edilmiştir. Bu eserde Muhyi’d-
Dîn-i Arabi'nin tefsirinden bâzı parçalar alınmış, ezcümle Fütûhât-ı Mekkiyye'den neş'et-i uhreviyye hakkında uzun bir bahis
iktibas edilmiştir.

Fenârî merhum, Muhyid-Dîn-i Arabi'ye temayül ile ve onun Fusûs'unu okutmasiyle teayyüb edilmekte imiş, Mısır'a gidince bu
temayülünü izhâr etmemiş olduğu mervîdir.

Velhâsıl: Gâh lisân-ı ilm ile ve gâh lisân-ı tasavvuf ile pek de mürettep görülmiyecek bir tarzda yazılmış, bir hayli nâfi' ma'lûmâtı
da muhtevi bulunmuş olan bu Fatiha tefsiri, ilm-i tefsire vukuf için insana büyük bir rehberlik edecek bir mâhiyettedir.

Fenârî merhum bu tefsiri Osmanlılarca intisabından evvel yazmış olmalıdır. Çünkü bunun mukaddimesinde Muhammed b. Saîd
Şehîd Alâü'-Dîn Bey İbn-i Karaman nâmına bir medhiye vardır. Bu tefsiri onun işaretiyle yazmış olduğunu göstermektedir.

Müellefâtı: Fatiha tefsiridir. Matbû'dur. usûl-i fıkha dâir bir eserdir, otuz senede yazıldığı mervîdir.Bir gün içinde yazılmıştır. yüz
fenden bahis bir risaledir. Bâzı fenlere dâir müşkil sualleri cami' bir risaledir. her biri bir ilme âit olmak üzere garip bir şekilde
tanzim edilmiş yirmi kıt'adan müteşekkildir.

Me'hazlar: Devhatü'l-meşâyih, El-Fevâidü'l-behiyye, Buğyetü'l- vuât, El-A'lâm, Mevzûâtü'l-ulûm.[317]

274 - Alîyyü'l-Mehâyîmî:

Şeyh Alî b. Ahmed b. Alî İbrâhim b. İsmail el-Kevkebî el-Hindî "El-Mahdûmü'l-Mehâyimî" demekle ma'ruf, muhterem bir zâttır.
Hindistan'da Bombay kurbunda Mehâyim karyesine mensuptur. (776)'da doğmuş, (835) 'de vefat etmiştir. Kabri Mehâyim'de bir
ziyâretgâhdır. Rahmetu'llâhi aleyh.[318]

Kemalat-ı Zâtiyyesi :

Alî Mehâyimî, muktedir bir âlim, ince ruhlu, müteşerri', mütefekkir bir tasavvuf ehlidir. ünvanıyle pek güzel, mutasavvifâne bir
tefsir kitabı te'lîf etmiştir. Bu de İlm-i tefsîr ile tasavvufu mezcederek Âyât-ı Celileyi muhtasar, ve pek lâtif bir veçhile tefsîr
etmiş, kendi ibareleriyle ayetler arasında pek mükemmel bir insicam ve irtibat vücûde getinmştır. Bu tarzda yazılmış başka bir
tefsîre tesadüf edilemez, denilse mübalâğa edilmemiş olur. iki cilt olarak Hind'de, Mısır'da basılmıştır.

Bu muhterem müfessirin: Nâmında bir eseri daha vardır ki Bemmî'de tâb' edilmiştir.

Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbuat.[319]

275- El-Hafîd Îbn-i Merzuk:

Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn-i Merzuk et-Tilimsânî, kudretli bir âlimdir. (766)'da Tilimsen'de doğmuş, (842)'de yine
orada vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[320]
Mevkî-Î İlmîsi:

İbn-i Merzuk,fakîh,muhaddis,usûle, edebiyata vâkıf bir zâttır. Hicaz'a, Meşrık havalisine seyahatte bulunmuştur.

Müellefâtı: üç tanedir. Şâtıbiyye tarzındadır.

Me'haz: El-A’lâm.[321]

276 — Yazıcı – Zade:

Şeyh Mehmed Bîcân Îbni'l-Kâtib Salâhü'd-Dîn, meşhur bir zâttır. Rumelide Malkara köylerinden "Kadıköy"ünde doğmuş,
Gelibolu'da ikaamet edip (855) senesinde vefat etmiştir. Türbesi Gelibolu'da bir ziyâretgâhtır. Rahmetu'llûhi aleyh.[322]

Kemâlat-ı Zatıyesi:

İkinci Sultan Murad devri meşâyihından olan Yazıcı-Zâde, âmmenin teveccühüne mazhar olmuş, rûşen-zamîr

bir pirdir. Evvelâ, birçok zevattan ilim tahsil etmiş, İran'a, Mâverâü'n-Nehr'e giderek Haydar Hâfî, Zey-nü'1-Arab' gibi fuzalâdan
müstefîd olmuş, sonra Ankara'dan Edirne'ye giderken Gelibolu'ya uğramış olan Hacı Bayrâm-i Velî'ye intisâb ederek tarîkatden
de feyz almış, o büyük mürşidin en güzide halîfeleri sırasına geçmiştir.

Konya muzafferiyetini bildirmek için Hüdâvendigâr Gazî tarafından sefaretle Mısır'a gönderilmişti. Tabiat-ı şâirâneye mâlik idi.
Aşıkaane, arifane birçok manzumeleri vardır. Mahlası "Dâi" dir. Bâ-husûs (853)' de ikmâl etmiş olduğu Muhamnıediyye unvanlı
Türkçe manzum eseri pek meşhurdur. Bir zamanlar Anadolu'nun birçok yerlerinde, bilhassa kış geceleri köy meclislerinde
mütemadiyen okunurdu. Bu kitabı Bursalı İsmail Hakkı merhum şerh etmiştir.

Müellefâtı: Bu tefsirin Melâhide-i Vücûdiyyeyi red için yazıldığı dibacesinde mezkûrdur. Arabcadır ve Muhammediyye'nin aslıdır.
Ve sâire.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Kaamûsü'l-a'lâm, Lûgaatı târihyye ve coğrafya, Osmanlı müellifleri, Şakaayık tercemesi:[323]

277- Bürhânü'd-Dîn El-Bîkaaî:

Bürhânü'd-Dîn, İbrâhim b. Ömer, meşhur bir müfessirdir. Aslı Suriye'de "Bikaa" denilen mahaldendir. (809) da doğmuş,
Dimeşk'da ikaamet edip orada (885) târihinde vefat etmiştir.[324]

Kudret-i İlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleği:

Bikaaî, kudretli bir müfessirdir, edîb, mütefekkir, müverrih, bir zâttır. Münâsebât-i Bikaaî diye ma'rûf olan tefsirini (861) 'de
yazmaya başlamış, yarısına kadar yazmış, birçok munsif âlimler tarafından takdirlere mazhar olmuş, fakat birtakım hâsidlerin de
dedikodusunu celbetmiş olduğundan araya fasıla girmiş, bâzı vak'alar tehaddüs etmiş, nihayet (885) târihinde ikmâline muvaffak
olmuştur. Bu, kendi tarzında bî-nazîr bir tefsirdir, sûreler ile âyetlerin arasındaki münâsebetleri, irtibatları gösterir, esrâr-ı
Kur'âniyyenin tecellîsine hizmet eder; büyük bir iktidarın, nûrânî bir fikrin mahsûlü olduğunda şüphe yoktur. Muhi'd-Dîn-i Arabî
hakkında şiddetli tenkitleri vardır.

Müllefatı: Tefsirdir. Buna El-Münasebet, Tefsirü'l- Bikaai dahi denir. İki cilttir. Bir nüsha. Nuruiosmâniye Kütüphanesinde (242)
numarada mevcuttur. Her sûrenin ismiyle müsemmâsı arasındaki mutâbakatı gösterir bir eserdir. Bir nüshası Bağdatlı Vehbi
Efendi Kütüphanesinde (96)numarada mevcuttur.Âyetul-Kürsî'nin tefsiridir. (879) senesinde Kahire'de ikmâl edilmiştir. Ünvân-ı
zamân'ın hülâsasıdır. Masâriü'l-uşşâk'ın muhtasarıdır. İbn-i Kayyim'in Kitâbü'r-rûh' undan ihtisar edilmiştir. Matbû'dür.
London'da basılmıştır.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûât, Sicill-i Osmânî[325]

278- Alâü'd-Dîn Semerkandî:

Seyyid Alâü'd-Dîn Ali b. Yahya es-Semerkandî, muhterem bir âlimdir. Söfiyyeden olup Maverâü'n-Nehir'den Rum diyarına hicret
ederek Lârende kasabasında ikaamet etmiş ve rivayete nazaran yüz elli yaşına yakın iken (860) târihinde Lârende'de vefat
eylemiştir. Kendisine: Alâü'd-Dîn Karamani de denir. Rahmetu'llâhi aleyh.[326]

Kudretli Îlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleği:

Hanefiyyü'l-mezheb olan Şeyh Alâü'd-Dîn, kudretli, mütefekkir bir âlimdir, unvanlı tefsiri dört ciltten müteşekkil olup Mücâdele
sûresinde nihayet bulmuştur. Bu tefsîr, birçok tefsir kitablarından intihab edilen ve müellifi tarafından da ilâve olunan pek lûmâtı
câmi'dir. Bu tefsir, mütâlâa erbabını birçok tefsirlerden kılacak bir tarzda yazılmıştır. Âyetler, kelimeler edilmiş, tefsir vecihleri
gösterilmiş, bilhassa belagat cihetıne pek itina olunmuş, arasıra pek güzel mutasavvifâne şeyler de bildirilmiştir.

Lâfz-ı Şerifinin tefsirinde deniliyor ki: Burada denilmeyip de denilmesi yemin ile teyemmünün arasını fark ve teberrük ve
istiânenin İsm-i İllâhî'yi zikir ile olacağına işaret içindir.

Bu tefsirde kelâm mes'elelerinde de arasıra bahsedilerek Mu'tezile reddolunmuştur.

Velhâsıl: Fâideli mübarek bir eserdir. Nahil Sûresinin âhirine kadar bir nüshası Lâleli Kütüphanesinde (98) numarada mevcuttur.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Kaamûsü'l-a'lâm.[327]

279- Celâlü'd-Dîn El-Mahallî

Celâlü'd-Dîn, Ebû Abdi'llâh Muhammed b. Ahmed eş-Şâfiî, meşhur bir âlimdir. (791)'de Kahire'de doğmuş, (864)'de Mısır'da vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[328]

Kudret-i İlmîyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Celâlü'd-Dîn, tefsir, kelâm, usûl, fıkıh, nahiv, mantık gibi ilimlerde bi-hakkın mütehassıs idi. El-Bedr Mahmûd el-Aksarâyî'den,
Bîcûrî'den, Şems-i Bisâtî ile Alâ-i Neccârî'den ilim tahsil etmiş idi, bir zekâ hârikası sayılırdı, bâzı muasırları derlerdi ki: "Mahallenin
zekâsı elması deler" kendisine tevcih edilen kadılıkdan imtina edip Müeyyediyye ve Berkukiyye'de tedrisat ile meşgul olmuştur.
Bazı eserleri vardır. iki cilttir. Fıkh-ı Şafiî'den "Minhâc"ın şerhidir. Usuldendir. Usuldendir. Bahusus Bakare Sûresinden Isrâ'
Sûresinin nihayetine kadar bir tefsir yazmıştır ki, bunu bilâhare Celâlü'd-Dîn-i Süyûtî ikmâl etmiştir. diye yâdolunan bu mübarek
tefsir, gaayet

muhtasar, nıüfid bir eserdir. Her iki müfessir aynı üslûbu ta'kîb etmiştir. Garib kelimelerin ma'nâları gösterilmiş, meşhur
kırâetlere tenbîh olunmuş, ercah olan kavillere i'timâd edilmiştir. Bu veciz tefsire denilse lâyıktır.[329]

Celâleyn Haşiyeleri:
1- (910)'da doğmuş ve (1006) târihinde Mısır'da vefat etmiş olan Muhammed Bedrü'd-Dîn el-Kerhî namiyle Celaleyn
üzerine dört ciltlik bir haşiye yazmıştır.

2 - (1036)'da Fas'da vefat etmiş olan Abdü'r-Rahmân b. Muhammed el-Fâsî el-Kasrî'nin de bir haşiyesi vardır.

3- (1190) târihinde vefat eden Atıyye b. Atıyye el-Burhânî el-Üchuri’nin de nâmiyle bir haşiyesi mevcuttur.

4- (1204)'de vefat eden Şeyh Süleyman Cemel'in adında dört ciltlik bir haşiyesi vardır.

5- (1268) târihinde vefat eden Muhammed b. Salih es-Sibâî de Celâleyn tefsirine üç ciltlik bir haşiye yazmıştır.

6- Sa'du'llah b. Gulâm el-Kandihârî de isminde bir haşiye vücûde getirmiştir. Hanefiyyü'l-mezhep ve Nakşibendi tarîkına mensûb
olan bu zâtın bu eseri iki cüz' olarak Bombay'da tab' edilmiştir.

7- Şemsü'd-Dîn Muhammed el-Alkamî de ismiyle iki ciltlik bir haşiye yazmıştır.

8- Abdullah en-Nibrâvî eş-Şâfiî'nin de unvâniyle altı ciltlik bir haşiyesi vardır.

9- Aliyyü'l-Kaarî merhum da nâmiyle bir haşiye yazmiştır.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn,El-Vasît fi’l-edebi'l-Arabi ve târihihî, Mu'cemü'l-matbûât, El-A'lâm.[330]

280- Alemü'd- Dîn El-Bülkînî:

Alemü'd-Dîn Salih b.es-SirâcÖmer el-Bülkînî; muhterem bir alimdir.(868) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[331]

Mevki-i Îlmisi:

Şafiî mezhebinde bulunan Alemü'd-Dîn, müfessir, muktedir bir zâttır. diye yâd olunur bir tefsiri vardır. Kendisi müfessir Celâlü'd-
Dîn Abdu'r-Rahmân el-Bülkînî'nin kardeşidir.

Me'haz: Keşfü'z-zunûn.[332]

281- Alâüd-Dîn Musannifek:

Mevlâ Alâü'd-Dîn Alî b. Mecdü'd-Dîn Muhammed eş-Şahrûdi, ma'rûf bir âlimdir, Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin ahfâdındandır. Nesebi bir
cihetten Hazret-i Ömer'e, bir cihetten de Hazret-i Sıddîk'a müntehi olur. (803) târihinde Horasan'da Bistam mülhakaatından
"Şâhrûd" da doğmuş, (875)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Ebû Eyyûb-i Ensârî civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[333]

Üstazları Ve Seyehatları:

Alâü'd-Dîn, Teftâzânî'nin tilmizi olan Celâlü'd-Dîn Yûsuf ile Kutbu'd-Dîn Ahmed el-Herevî'den Arabiyyeyi, Abdü'1-Azîz Ahmed el-
Ebherî'den fıkh-ı Şafiî'yi, Fasîhü'd-Dîn'den de fıkh-ı Hanefî'yi teallüm etmiştir.

(823) târihinde biraderi ile beraber tahsil için seyehâte çıkmış, (839) senesinde Herat'a gitmiş, bilâhara (848) târihinde Osmanlı
ülkesine hicret ederek evvelâ Konya'da müderris olmuş, ba'dehu Vezir Mahmud Paşa'nın da'vetiyle İstanbul'a gelip Sultan Fâtih'e
takdim edilerek iltifatlara, muhassasâta nail olmuş, vefatına kadar İstanbul'da yaşamıştır.

Musannifek, anlaşıldığına göre evvelâ bir müddet Karaman'da kalmış, ba'dehu İstanbul'a rıhlet etmiştir. unvâniyle yazmış olduğu
tefsirin mukaddimesinde: Karaman'dan İstanbul'a geldiğini, Karaman'ın harâb-ı hazîzinden kurtulup sâhib-i devlet, âlî-himmet
olan zevatın civarı evcine intikal ettiğini, Allah'ın inâyetiyle zulmetlerden nura çıktığını söylüyor ve Fâtih hakkında yazmış olduğu
bir kasidesi şu beyitleri de ihtiva ediyor.[334]

Kudret-i Îlmiyyesi:

Mevlânâ Alâü'd-Dîn, âlim, fâzıl, şâir bir zâttır. Pek genç iken te'lîf ve tasnife başlamış olduğu cihetle kendisine tasgîr sîgasiyle
(Musannifek) lâkabı verilmiştir. Feyizli bir kalem sahibidir, tasavvufdan da nasibedârdır. Birçok eserlere mâlik olan bu zât, Sultan
Fâtih nâmına da, müşârün-ileyhin işaretiyle Fârisiyyü'l-ibâre bir tefsir yazmıştır. Bu tefsirin ismi Buna ; "Muhammediyye" de
denilmektedir. Bu tefsirde zahir ve gayri zahir hakikatler bast edildiği için buna namı da verilmiştir. Binâenaleyh bu üç nâmiyle
yad edilen tefsir, müteaddit değil, birdir. Nitekim bu tefsirin mukaddimesinden de bu cihet anlaşılmaktadır. Keşfü'z-zunûn'da ise
tefsîr-i Muhammediyye ile Mülteka'1 bahreyn başka başka gösteriliyor, bu doğru olmasa gerek.[335]

Tefsirdeki Mesleği:

Alâü'd-Dîn, Fâtih'e usulen bir Tuhfe takdim etmek istemiş, Fâtih'in işaretine mebnî Fârisiyyü'l-ibâre olan Mülteka'l-bahreyn'i
yazıp Padişah'a ref etmiştir. Bu tefsîr-i şerîf, birçok mühim mesâil ve mebâhisi câmi'dir, fasîhâne bir ibare ile yazılmıştır, hele
dibacesinde tefsir kavâidine ait pek kıymetli ma'lûmat vardır. Şöyle ki:

Bu tefsirin mukaddimesinde birtakım fâideler kaydedilmiştir. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm' in nüzulüne, inzalin izahına, Kur'an lâfzının
ma'nâsına, Kur'ân'ın kelâm-ı lâfzı ve nefsî i'tibâriyle ma'nâlarına, tefsirin mâhiyetine, kırâet vecihlerini beyâna, Sahâbe-i Kiram ile
Tabiîn ve Müteehhirîn arasındaki müfessirlerin merâtibine mütealliktir.

Bir "fasl" unvanı altında da bir takım kaaideler zikredilmiştir. Bunlar da elfâz-ı Kur'âniyye'nin zevahirinden udûl edilmesinin caiz
olmadığına, yâni nusûs-ı şer'iyyeyi zevahiri veçhile kabul etmenin vücûbuna ve sâireye aittir. Bu hususta şer'î ve aklî deliller,
mütâlâalar serdedilmiştir.

Bilâhare Eüz-ü Eesmele'nin ve müteakiben Âyât-ı Celîlenin tefsirine başlanmış, lisan, belagat, fıkıh, usul, maarif ve letâif i'tibâriyle
birçok şeyler yazılmıştır. Bundan başka esbâb-ı nüzul gösterilmiş, sûrelerin fazâiline dâir ma'lûmat verilmiş, bir nevi1 "İbn-i
Nakîb" mesleği ta'kîb edilmiştir.

Alâü'd-Dîn, bu tefsirinde ilm-i hilafa dâir de birçok şeyler yazmıştır. Meselâ: Namazda Fatiha Sûresinin her halde okunması farz
mıdır, değil midir? mes'elesine ait mezâhib-i erbaa imamlarının akvâlini ve istinâd ettikleri delilleri uzun uzadıya yazıyor,
muhakemeler yapıyor, cemâatle kılınan namazlarda da her musallî için kırâetin farziyyetine kaail olan eimmenin içtihadını
kuvvetli buluyor. Resûl-i Ekrem'in bir münâdîsi, Medîne-i Münevvere'de: diyenida etmiş olduğundan bahisle bundan Fatiha
kırâetinin farziyyetine istidlal etmek istiyor. Fakat bu istidlal zaifdir, bu olsa olsa yalnız kırâetin farziyyetine delâlet eder, yoksa
ale't-ta'yîn Fatiha kırâetinin farziyyetine delâlet etmez.

Velhâsıl: Bu tefsîr-i şerif, tertîbindeki ve mebâhisin yerli yerinde yazılmamış olmasındaki noksana rağmen pek fâideli bir eserdir.
Maalesef ikmâl edilememiştir.

Müellefâtı: Bir kaç ciltten müteşekkil, nâ-tamam bir tefsirdir, Fâtih'e nisbetle (El-Muhammediyye) diye tesmiye edilmişir. Bir
nüshası Fâtih Kütüphanesinde (636) numarada, bir nüshası da Kütüphâne-i Umûmî'de (296) numarada mevcuttur. bunu 856
târihinde yazmıştır. Vezir Mahmud Paşa için Fârîsîce yazılmıştır.

Me'hazlar: El-Fevâidül-behiyye, Keşfü'z-zunûn, Kaamûsu'l-a'lâm.[336]

282- Alâü'd-Dîn Çelebî:

Alî b. Hüseyn, Amasya'lı bir âlimdir. (875)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[337]
Mevki-i İlmîsi:

Alâü'd-Dîn Alî, fâzıl bir zâttır. Sûre-i Yâ-sîn için bir tefsir yazmışta Bir nüshası Yerebatan'da Es'ad Efendi Kütüphanesinde
mevcuttur. Âdâb ve terbiyeden bahis veya isminde bir eseri daha vardır. Bir nüshası Nûruosmâniye Kütüphanesinde mevcuttur.
Bu eseri 857'de, yâni İstanbul'un fethi senesinde te'lîf etmiştir. isminde manzum bir eseri de vardır.

Me'haz: Osmanlı müellifleri.[338]

283- Abdu’r-Rahmân Es-Seâlîbî:

Ebû Zeyd, Abdu'r- Rahmân b. Muhammed b. Mahlûf el-Mâlikî el-Eş'ari, muktedir âlimlerdendir. Afrika'da Cezâir mülhakaatından
Seâlibe'ye mensuptur. Cezâir civarında "Vâdîyüsr" denilen mahalde (785) târihinde doğmuş, (875)'de Cezâir'de vefat etmiştir.
Kabri bir ziyâretgâhtır. Rdhmetu'llâhi aleyh.[339]

Mevkî-i İlmîsî:

Abdu'r-Rahmân Seâlibî, bir allâmedir. İlim tahsîli için seyahatlerde bulunmuş, ezcümle "Câye" şehrine gidip orada başlıca tahsîlini
yapmış, sonra Şark'a teveccüh edip Mısır'da Şeyh Veliyyü'd-Dîn Irâkî'ye mülâki olmuş, daha sonra Mekke-i Mükerreme'ye gidip
birçok muhaddisler ile görüşmüş, ba'dehu Mısır'a dönmüş, bir sene de gidip Tunus'da kalmış, oradan da Cezâir'e avdet etmiştir.
unvanlı bir tefsiri vardır. Bu nefis bir eserdir. İbn-i Atıyye ile Ebû Hayyân tefsirlerinin bir zübdesidir. Sefâkusî'den de i'rab
mes'elelerini almıştır.

Müellefâtı: Koca Râgıb Kütüphanesinde (77) numarada bir nüshası mevcuttur. Tab' edilmiştir. matbû' dur. matbû' dur.
Ve sâire.

Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Ed-Dav'ü'l-lami' li's-Sehavî, Mu'cemü'l-matbûât.[340]

[1]
Meali: Birtakım kardeşler ki, ben onları birer zırh sanmıştım. Evet onlar birer zırh imişler, fakat düşmanlar için. Onları hedefe isabet eder birer ok zannetmiştim,
fil: vâki' birer ok imişler, lâkin benim yüreğimde “bizim kalplerimiz saf, hâli bir hâle gelmiştir.”» dediler, filhakika doğru söylediler, lâkin bana dostluktan”.
[2]
Buğyetü’l-Vuat, el-A'lâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/435.
[3]
el-Fevâidü'l-Behiyye, Mevzûâtü'l-Ulûm, el-A’lam. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/435-436.
[4]
el-Fevâidü'l-Behiyye, el-A'lâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/436.
[5]
el-Fevâidü'l-Behiyye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/436-437.
[6]
Tabakatü's-Sübki, Tezkiretül-Huffâz, Keşfü'z-Zünûn, Kamûsu’l-Alâm, el-A'lâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen
Yayınevi: 2/437-439.
[7]
Buğyetü’l-Vuât. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/439.
[8]
Vefeyâtü’l-A'yân, Buğyetü'l-Vuât, Keşfü'z-Zünûn, El-A'lam. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/440.
[9]
İbrahim: 14/4
[10]
El-Fevâidü'l-behiyye, Buğyetü'l-vuât, Keşfü'z-zünûn. El-A'lam. Mu'cemü'l-matbûâti’l-Arabiyye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-
Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/441-443.
[11]
Vefeyâtü'l-a'yân. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/443.
[12]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/443-444.
[13]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/444.
[14]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/444-445.
[15]
Meali: Vaktâ ki irâde semâsında saadet bedri doğdu, visal güneşi vuslat mağriplerine meyletti, ben Leylâ'nın da sa'dâ'nın da nevasını bırakıp uzaklaştım, ilk
menzilin azîmet noktasının düzeltilmesi için geriye döndüm. Şevk ve aşk bana nida ederek: “Dur! İste sevdiğinin menzilleridir, yavaş ol, aşağıya iniver” dedi. Ben
onlara O Bağdad'daki taliplere ince bir iplik büktüm, fakat bu ipliğime bir dokuyucu bulamadım da çıkrığımı kırıp attım.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/445-446.
[16]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/446-448.
[17]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/448-457.
[18]
Sûre: 11 (Hûd), âyet: 7
[19]
Yâni: Sizin akılca en tamam olanlarınız, Allâhu Teâlâ'dan korkuca en şiddetli ve Allâhu Teâlâ'nın emir ve nehiy eylediği şeyler hakkında nazar
ve mülâhazaca en güzel olanlarınızdır, velev ki nafile ibâdetlerce sizin en azınız olsunlar.
[20]
Meali : Allâhu Teâlâ bir âşıki firaka müptelâ etmesin, çünkü firakın tadı hakikaten pek acıdır. Eğer firaka bir yol bulabilecek olsak, elbette firaka da firakın
tadını tattırır, onun nekadar acı bir şey olduğunu kendisine de anlatırdık.
[21]
Sûre: 24 (Nûr). âyet: 35
[22]
Tabakaatü's-Sübkî, Cilâül-Ayneyn, İbriz, Mevzûâtül -ulûm, Keşfü'z-zünûn, El-A’lam, Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir
Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/457-460.
[23]
Süre:2 (Bakare), âyet:219.
[24]
Bûğyetü'l-vuat, Kesfü'z-zünun,Tabakaatü’l-kurra’ li’l-Cezeri Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/460-461.
[25]
Tabakatü's-sübkî, Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm, Osmanlı müellifleri. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/461-
462.
[26]
El-A'lam. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/462.
[27]
El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zünûn, El-A'lâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/463-464.
[28]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/464.
[29]
“Nâka suvar olan yolcuların biribirinden soruşturmalan, bana Ahmed b. Duâd'dan en güzel haberleri ihbar edip duruyordu, tâ ki kendisine mülâki oldum. Hayır,
Allah'a yemin ederim ki kulaklarımın işitmiş olduğu şeyler, gözümün, gördüğünden daha güzel değilmiş.”
[30]
“Ey Zeydü'1-Hayl! Bana tavsif edilen her şahsı o tavsifin dûnunda bulmuştum, yalnız sen müstesna, çünkü ben seni hakkındaki tavsifin fevkinde buldum.
[31]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/464-466.
[32]
Sûre : 40 (Gafir), âyet : 7
[33]
Meali: Şübhe yok ki, dünyâda tefsirler sayılamıyacak kadar çoktur, fakat bunların arasında hayâtım hakkı için -Keşşaf 'ımın bir misli yoktur. Eğer sen hidâyet
istiyor isen bunu okumaya devam et, çünkü cehalet bir hastalık gibidir, Keşsaf ise şifâ verici gibidir.
[34]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/466-467.
[35]
Süre : 5 (Maide) âyet : 54
[36]
Sûre : 6 (En'âm), âyet : 103
[37]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/467-469.
[38]
Bu zâtın yazdığı eserin adı: «Takrîbü't-tefsir»dir. Bunun nâmiyle bir haşiyesi vardır ki, müellifi Erzincanlı Alî b. Ömer'dir.
[39]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/470-471.
[40]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/471.
[41]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/472.
[42]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/472.
[43]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/472.
[44]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/472-473.
[45]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/473.
[46]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/473-474.
[47]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/474.
[48]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/474-475.
[49]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/475.
[50]
Meali: Bir takım kimseler mecd ü şeref tahsiline zorzoruna çalıştılarsa da nihayet usanıp kaldılar, sen ise mecd ü şerefe âşık, onunla muhat bulunmaktasın. Sen
sanki sedef içinde parlak bir inci tânesisin, nâs ise etrafında bütün o sedef (mesabesinde) dirler.
[51]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/475-476.
[52]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/476.
[53]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/476.
[54]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/476.
[55]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/477.
[56]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/477.
[57]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/477.
[58]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/477.
[59]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/478.
[60]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/478.
[61]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/478.
[62]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/478.
[63]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/478-479.
[64]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/479.
[65]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/479.
[66]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/479.
[67]
Sanma ki, kitaplar ile bizim nazîrimiz olabileceksin, tavuğun da kanadan vardır, fakat uçamaz.
[68]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/479-480.
[69]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/480.
[70]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/480.
[71]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481.
[72]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481.
[73]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481.
[74]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481.
[75]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481.
[76]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/481-482.
[77]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/482.
[78]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/482.
[79]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/482.
[80]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/482.
[81]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/483.
[82]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/483-484.
[83]
Süre : 17 (İsra), âyet : 70
[84]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/484-485.
[85]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/486.
[86]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/486.
[87]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/486.
[88]
Nedir hâlimiz ki, biz muhabbetimizde müttehem bulunuyoruz? Halbuki biz sizin muhabbetiniz uğrunda ölüp durmaktayız. Siz sanki muhtemel için zahirin
terkedilmesine kaail olan bir fakîh gibisiniz.
[89]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/486.
[90]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/487.
[91]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/487.
[92]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/487.
[93]
Sûre : 20 (Ta-ha), âyet : 5
[94]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/487.
[95]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/488.
[96]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/488.
[97]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/489.
[98]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/489-490.
[99]
Sûre : 2 (Bakare), âyet : 29
[100]
Sure : 24 (Nûr), Ayet : 35
[101]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/490-491.
[102]
Sûre: 59 (Haşr)
[103]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/491-492.
[104]
Yâni, insan hayatta bulundukça hakaarete uğrar, kıymeti bilinmez. Fakat elden çıktığı zaman büyük zayiattan olduğu anlaşılır.
[105]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/492.
[106]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/493.
[107]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/493-496.
[108]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/496.
[109]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/496-497.
[110]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/497.
[111]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/497.
[112]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/497-498.
[113]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/498-499.
[114]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/499.
[115]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/499.
[116]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/499.
[117]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/499-500.
[118]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/500.
[119]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/
[120]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/501.
[121]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/501.
[122]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/501.
[123]
Süre: 30 (Rûm),
[124]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/501-502.
[125]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/502.
[126]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/502-503.
[127]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/503.
[128]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/503.
[129]
"İbn-i Arabî Muhyi'd-Dîn'nin kabri ki, her kim buna sığınır veya bunu ziyaret ederse günahları taraf-î İlâhî'den af ve setr edildikten sonra hacetleri de yerine
getirilir."
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/503.
[130]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/504.
[131]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/504.
[132]
Sûre: 67 (Mülk), âyet : 2
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/504-505.
[133]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/505-506.
[134]
Sûre : 18 (Kehf), âyet : 65
[135]
Sûre: 17 (İsrâ'), âyet :36
[136]
Sûre: 28 (Kasas), âyet:68
[137]
Sûre:5 (Mâide), âyet:72-73.
[138]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/506-517.
[139]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/517.
[140]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/517-518.
[141]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/518.
[142]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/518.
[143]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/518-519.
[144]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/519.
[145]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/519.
[146]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/519.
[147]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/519-520.
[148]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/520-521.
[149]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/521.
[150]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/521.
[151]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/521-522.
[152]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/522-523.
[153]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/523.
[154]
Sûre: 22 (Hac). âyet: 19
[155]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/523.
[156]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/523-524.
[157]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/524.
[158]
Sûre: 2 (Bakare), âyet : 74
[159]
Sûre: 5 (Mâide), âyet: 44
[160]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/524-525.
[161]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/525.
[162]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/525-526.
[163]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/526.
[164]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/526-527.
[165]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/527.
[166]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/527.
[167]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/527.
[168]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/527-528.
[169]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/528.
[170]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/528.
[171]
Meali: Akıl ve fikîr Sahipleri tilâvet" olunan Kur'ân-ı Mübîn'in başörtüsünü, - çeh're-i i'câzındaki perde-i letâifi- açabilecek bir şey vücûda getiremediler, fakat
-bu hususta- Kaazî Beyzav’inin mahv u münderis olmıyacak bir yed-i beyzası, -sönmiyecek parlak bir kudreti- vardır.
[172]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/528-530.
[173]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/535.
[174]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/535.
[175]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/535.
[176]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/536.
[177]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/536.
[178]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/536.
[179]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/537.
[180]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/537.
[181]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/537-538.
[182]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/538.
[183]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/538.
[184]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/539.
[185]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/539.
[186]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/539.
[187]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/540.
[188]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/540.
[189]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/540-541.
[190]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/541.
[191]
Sure:2 (Bakare) ayet:120
[192]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/541.
[193]
El-A'lâtn'da tevellüdü (673) gösterilmiştir. Tûfî de Tûhî yazılmıştır.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/542.
[194]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/542.
[195]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/542.
[196]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/543.
[197]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/543.
[198]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/543-544.
[199]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/544.
[200]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/544-546.
[201]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/546.
[202]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/546.
[203]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/546.
[204]
Sûre: 19 (Meryem), âyet: 7
[205]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/546-547.
[206]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/547.
[207]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/547.
[208]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/547.
[209]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/547-548.
[210]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/549.
[211]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/549.
[212]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/550.
[213]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/550.
[214]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/550.
[215]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/550-551.
[216]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/551.
[217]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/552-553.
[218]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/553-555.
[219]
Meali: Resûl-i Ekrem Efendrmiz'e Kamer'in parçalanması şehâdet etmektedir. Netekim Hazret-i Musa'ya da denizin açılmış olması naklen sabit bulunmuştur.
[220]
Meali : Ey Hazret-i Peygamber'in Hadislerini işitip dinleyen zât! Müjde sana, dünyâda ululuğa, âhirette de necata erdin.
[221]
Meali : İlm-i fıkıh Hazret-i Peygamber'in dîninin esasıdır. Artık onu tahsile bi-hakkın .azmet, onun için yeni bir sa'y ü gayre göster. Ve imam Şafiî'ye uy, onun
yoluna yürü, ki o sayede en son gayeye erişirsin.
[222]
Meali: Gafil kimse sanar ki ilimleri bi-hakkın anlıyabilmek için kitaplar, zekâ sahibi içn kâfi bir rehberdir, Câhil şahıs bilmez ki ilimlerde öyle derin
mes'eleler zuhur eder ki, en anlayışlı kimsenin aklını hayrette bırakır.
[223]
Meali: Düşmanlarını yok mu, onların benim üzerimde Iûtufları, minnetleri vardır. Allâhu Teâlâ benden düşmanları eksik etmesin. Onlar benim hatâlarımdan
bahsettiler de ben o hatâlardan kaçındım, onlar benimle rekaabete kıyam ettiler de ben çalışıp maâliyâta nail oldum.
[224]
Meali: Ders verirken karşıma biri beyaz, yumuşak, diğeri de esmer, nermîn iki güzel müsadif olup vücûdumu kırıp geçirdiler. O biri iki taraftan dosdoğru,
nafiz bir süngü depretti, şu diğeri de iki göz kapağından Hindvâri bir kılıç çekip durdu.
[225]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/555-556.
[226]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/557.
[227]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/558.
[228]
Meali: Yemîn ederim ki, kendi hevâlarına Sünnet nâmını veren bir cemâat, aırtına semerler' vurulmuş
merkepler kaafilesine benzerler. Yaradanı, yaratmış olduğu şeylere benzettiler de nâsın ta'n ve teşnîinden sıkılarak bilâ-keyf demekle ayıplarını örtmeğe
çalıştılar.
[229]
Meali: O zâlim güruhun hâline şaşılır ki, adi ve tevhîd kisvesine büründüler. bunlarda yemin ederim ki ma'rifet nâmına hiçbir şey yoktur. Bunlara sıfatları nefy
sebebiyle farkında olmadıkları halde Zâtu'llâhı ta'tîl de lâzım geliyor, ne büyük dalâlet!..
[230]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/558.
[231]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/559.
[232]
Meali: Bi r takım kimseler; kendileri taayyübe daha lâyık iken, bendin ihtiyar olduktan sonra hadîs dinlemeye başlamamı taayyüb ettiler. Ve «Birçok ilimlerde
İmam olan bir zat, sabah, akşam hadis dinlemek için koşup duruyor." dediler. Ben bunların cehaletine muttali1 olup taaccüb ederek sözlerine cevaben dedim ki:
maâli nâmına fevt, etmiş olduğu şeyleri tedârik için çalışıp koşan insanı, hazme nisbet edilir, yoksa cehle nisbet edilmez.
[233]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/559.
[234]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/560.
[235]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/560.
[236]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/560.
[237]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/560.
[238]
Sûre; 55 (Rahman), ayet: 78.
[239]
Sûre: 112 (İhlas), âyet : 1,2
[240]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/560-561.
[241]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/562.
[242]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/562.
[243]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/562.
[244]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/562-563.
[245]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/563.
[246]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/563-564.
[247]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/564.
[248]
Sûre: 3 (Al-i îmrân), âyet : 81.
[249]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/564-565.
[250]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/565.
[251]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/565.
[252]
Sûre : 3 (Al-i İmrân), âyet : 164.
[253]
Sûre: 2 (Bakare), âyet : 23.
[254]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/565-566.
[255]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/567.
[256]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/567.
[257]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/567.
[258]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/567-568.
[259]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/568.
[260]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/568.
[261]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/568.
[262]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/568-569.
[263]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/569.
[264]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/569-570.
[265]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/570.
[266]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/570.
[267]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/570-571.
[268]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/571.
[269]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/571.
[270]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/571.
[271]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/571.
[272]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/572.
[273]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/572.
[274]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/572-573.
[275]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/573.
[276]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/573.
[277]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/573.
[278]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/574.
[279]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/574.
[280]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/574-575.
[281]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/575-576.
[282]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/576.
[283]
Sûre : 31 (Lukmân), âyet : 20.
[284]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/576-577.
[285]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/577.
[286]
Sûre : 71 (Nûh), Ayet : 16.
[287]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/578.
[288]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/579.
[289]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/579.
[290]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/579.
[291]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/579-580.
[292]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/580.
[293]
Sûre : 57 (Hadid), âyet : 3
[294]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/580-582.
[295]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/582.
[296]
Meali: Ne gariptir ki onlar benimle beraber oldukları haide ben onlar için inliyorum, onlann haberlerini sorup arıyorum, onlar gözümün siyahında iken gözüm
onlara iştiyak hissediyor, onlar kaburga kemiklerimin arasında iken kalbim onları arayıp duruyor.Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-
Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/582-583.
[297]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/583-584.
[298]
Sure:2 (Bakare),ayet:5
[299]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/584-585.
[300]
Sûre: 2 (Bakare), âyet: 26
[301]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/585-586.
[302]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/586.
[303]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/586-587.
[304]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/587.
[305]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/587-588.
[306]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/588.
[307]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/588.
[308]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/588.
[309]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/588-589.
[310]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/589.
[311]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/589-590.
[312]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/590.
[313]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/590.
[314]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/590.
[315]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/590-591.
[316]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/591.
[317]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/591-592.
[318]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/592.
[319]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/592-593.
[320]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/593.
[321]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/593.
[322]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/593.
[323]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/593-594.
[324]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/594.
[325]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/594-595.
[326]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/595.
[327]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/595-596.
[328]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/596.
[329]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/596.
[330]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/597.
[331]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/597.
[332]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/598.
[333]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/598.
[334]
Meali: iki cihanın mülkünden kurtulmuş, hür bulunmaktayım, fakat hâlâ kendi hükümdarımın bendeliğinden bir şeref tutmaktayım. Yüz binlerce hâdiseler
okundan bana ne gussa, çünkü ben Ulu Padişahın lûtfundan kendi kal'amı yapmış bir haldeyim.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/598.
[335]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/599.
[336]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/599-600.
[337]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/601.
[338]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/601.
[339]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/601.
[340]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/601-602.
2.CİLT / 2.Bölüm
284- Seyyid Ahmed Kırîmî:
285- Muhyi'd-Dîn Kâfiyeci:
Üstazları Ve Seyahatları:
Kudret-i İlmiyyesi:
286- Hasan Çelebî:
Mevki-i Îlmisî:
287- Sirâcü'd-Dîn El-Mahzümî:
Mevkî-i Îlmîsi;
288- Molla Husrev:
289- Kemâlü'd-Dîn El-Kâşânî:
Kemâlât-ı Zâtiyyesî Ve Tefsîrdekî Mesleği:
290- İbn-i Temcîd:
Kudret-i Îlmiyyesi:
291- Molla Gürâni:
Üstazları Ve Seyehatleri:
Kudreti İlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleğî:
Me'müriyetlerî Ve Hususi Ahvâli:
292- Nürü'd-Dîn Seyyîd Muin:
Tefsirdeki Mesleği:
293- Muhammed Es-Senüsî:
Mevkî-i İlmîsi:
294- Molla Câmî:
Kemâlât-ı Zâtiyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
Seyahatları Ve Hükümdarlar Nezdindekî Mevkii:
295- Cemal Halveti:
Kemâlât-ı Zâtiyyesî:
296- Muhammed Karahisârî:
Mevki-i İlmîsî:
297- Hüsâmü'd-Dîn Bîtlîsi:
Mevkî-i Îlmîsi:
298- Bâyezıd-i Rûmî:
Mevki-i İlmîsi:
299- Nizâmü'd-Dîn En-Nîsâbûrî:
Kudret-i İlmıyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Onuncu Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
300- Hatip-Zâde Muhyi'd-Dîn:
Mevkı-i İlmîsi:
301- Muhammed Muhyi'd-Dîn-i Nîksârî:
Mevkî-i İlmîsi:
302- Hüseyin El-Kâşlfî:
Mevki-i İlmisi:
303- Celâlü'd-Dîn-İ Devvânî:
Kudret-i Ilmiyyesi:
304- Hakîm Şah:
Mevkî-i İlmîsî:
305- İmam Süyûtî:
Ustazları Ve Seyehatları:
Kudret-i İlmiyyesî:
Tefsirdeki Mesleğî:
Kemalat-ı Zatıyyesî:
Tefsirdeki Mesleğî:
307- Kara Kemâl:
Kudret-i Îlmîyyesi:
308- Müeyyed-Zâde:
Kudret-i İlmîyyesi:
309- Cemal Halîfe:
Kemâlât-ı Zâtiyyesi:
310- Zekeriyyâ El-Ensârî:
Mevki-i İlmisî:
311- Ebü'l-Yümn El-Uleymî
Mevkî-i Îlmîsi:
312- Yahşi Halîfe:
Mevkî-i İlmîsi:
313- İbn-i Kemâl Paşa:
Mebâdi-i Hâli:
Me'mürîyetleri:
Kudret-i Ilmiyyesi:
Tefsirdeki Mesleğî:
Nesir Ve Nazmı:
314- Ebu'l-Fazl El-Kâzerünî:
Kudret-i Îlmîyyesî:
315- Mehmed Muhyî'd- Dîn Vefâî:
Mevki-i İlmîsi:
316- Muhyi'd-Din Mehmed Cami:
Mevkî-i İlmîsî:
317- Mehmed Karabâği:
Mevki-i İlmisi:
318- İsâmü'd-Dîn-i Esferâyînî:
Mevki-i İlmisi:
319- Sa'dî Çelebi:
Mevki-i İlmisi:
320- Atûfi:
Mevki-i İlmisi:
321- Şeyh-Zâde Muhyi'd-Dîn:
Mevkî-i İlmîsi:
322- Muhammed El- Bekrî:
Mevki-i İlmisi:
323- Fenârî- Zâde Muhyî'd- Dîn:
Mevki-i İlmisi:
324- Bedrü'd-Dîn Mahmûd:
Mevki-i İlmisi:
325- Şeyh Bedrü'd-Dîn El-Gazzî:
Kudret-i İlmîyyesi:
326- Abdü'l-Kerim-Zâde:
Mevkî-i İlmîsi:
327- Dede Cengî:
Mevkı-i İlmîsî:
328- Bostan-Zâde Mustafa:
Mevki-Î Îlmîsi:
329- Hatîb Şerbînî:
Mevki-i Îlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
330 — Muslîhü'd-Dîn El-Lârî:
Mevki-i Îlmisî :
331- Kınalı-Zâde Alâü'd-Dîn:
Kudret-i İlmiyyesî:
332- Nûrü'd-Dîn-Zâde Muslihü'd-Dîn:
333- Nürü'd-Dîn Ahmed Kakamânî:
Kudret-i Îlmîyyesi:
334- Mehmed Bîrgîvî:
Mevki-i Îlmîsı :
335- Mevlâna Ebu's-Suüd:
Üstazlarî Ve Me'mûrîyetleri:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Yüksek Şeref Ve Şânı:
Tefsirdeki Mesleğî:
Kaazi Tefsiri İle Ebu's-Suûd Tefsiri Arasında Bir Mukaayese:
Ebu's-Suûd Tefsirinden Îkî Numune:
İkinci Numune:
Edebîyyattakı Kudreti:
Ebu's-Suüd Efendî'nîn Müellefâfı:
336- Atıyye B. Alî:
Kudret-i Îlmiyyesı:
337- Yûsuf Sînânü'd-Dîn:
Kudret-i Îlmiyyesî:
338- Ramazan-Zâde:
Kudret-i İlmiyyesi:
339- Molla Ivaz:
Kudret-i İlmiyyesi:
340-Baba-Zâde Mehmed Efendî:
Mevki-i İlmisî:
341-Tatar Pazarcıklı Mehmed Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
342- Münşî Mehmed:
Kudret-i İlmîyyesi:
343- Emîr Pâdişâh Buhârî:
Kudret-i İlmlyyesi:
344- Muinü'd-Din El-Îcî:
Tefsirdeki Mesleğî:
Onbirinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
345- Zekeriyyâ Efendi:
Mevki-i İlmisi:
346- Mehmed Bedrü'd-Dîn:
347- Feyzî-i Hindî:
Mevki-i İlmisi:
Tefsirdeki Mesleği:
Edebiyyattaki Kudreti:
348- Galatalı Mehmed Efendi:
Kıymet-i Îlmiyyesı:
349- Şemsu'd-Dîn Karabâğî:
Mevki-i Îlmîsi:
350- Sun'u'llâh Efendi:
Mevkî-i İlmisi:
351- Aliyyü'l-Kaarî:
Kudret-i İlmîyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
352 -Abdü'n-Nâfi' Hamevî:
Kudret-i Îlmîyyesî:
353- Şeyhü'l-İslâm Mehmed Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
354- Bahaü’d-Dîn El-Âmîlî:
Seyehatları:
Mezhebi Ve Kudret-i İlmiyyesi:
Tefsirdeki Mevkii
Edebiyyattakî Mevkii:
355- Mer'î B. Yûsuf El-Kermî:
Mevki-i Îlmisî:
356- Muhammed Emîn Şîrvânî:
Mevkî-i İlmisi:
357- İsmâil Ankaravî:
Kemalât-ı Zâtiyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
358- Alâmek Mehmed Bosnevî:
Mevkî-i Îlmisi:
359- Abdü'l-Mecîd Sîvâsî:
Kemâlât-ı Zâtîyyesi:
360- Ferecü'llâhi'l-Huveyzî:
Kudret-i Îlmiyyesl:
361- Sadrü'd-Dîn Eş-Şîrazî:
Kudret-i İlmiyyesi:
362- Abdu'r-Rahmân El-İmâdî:
Mevkî-i İlmisi:
363- Beypazarı Muslihü'd-Dîn:
Kudret-i İlmiyyesi:
364- Şah Muhammed:
Kudret-i İlmiyyesi:
365- Vardarlı Şeyh-Zâde Mehmed:
Kudreti İlmıyyesî:
366- İşî Mehmed Efendi:
Kudret-i Ilmîyyesı:
367- Nûru'llah Şirvâni:
Mevki-i Îlmîsî:
368- İbnü's-Sâîğ:
Kudret-i İlmiyyesi:
369- Abdü'l-Hakîm Es-Siyâlkütî:
Mevki-i İlmîsî:
370- Hızır B. Mehmed:
Mevki-i İlmisi:
371- Şîhâbü'l-Hafâcî:
Mevki-i İlmîsi :
372- Burhânü'd-Dîn Îbrâhîm:
Kudret-i Îlmîyyesî:
373- Kuddûsî Abdu'r-Rahmân:
Mevki-i İlmisi:
374- Minkaarî-Zâde Yahya Efendi:
Mevki-i Îlmisi:
375- Abdü'l-Halîm Efendi:
Mevki-i İlmisî:
376- Molla Muhsin El-Kaşânî:
Mevki-i İlmisî:
377- Kadı Ahmed Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
378- Ahmed Nâsıh Gurab-Zâde:
Mevki-i İlmisi:
379- Alâü'd-Dîn Atvel:
Mevki-i İlmîsi:
380- Abdü'l-Kerîm Celveti:
Mevkî-i İlmîsi:
381- Remzi Efendi:
Mevki-i İlmisi:
382-Abdü'l-Bâki Et-Tîbrizî:
Tefsîrdekî Mesleği:
On Îkînci Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler
383- Alî Çelebi İznikî:
Mevki-i İlmisî:
384- Şeyh İsmâîl:
Mevki-i İlmîsî:
385- Feyzu'llah Efendi:
Mevki-i İlmisi:
Sûret-i Şehâdetî:
386- Ebdü'l-Hay Efendi:
Kemâlât-ı Zâtîyyesi:
387- Kara Halîl Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
388- Menteşî-Zâde Abdü'r-Rahîm Efendi
Mevki-i İlmîsi:
389- Şeyh Nasuhi Efendi:
Kemâlat-ı Zâtiyyesî:
390- Naîmî Halil Efendi:
Mevkî-i Îlmîsî:
391- Şeyh Molla Ciyven:
Mevkî-i İlmîsi:
392- Şeyh İsmail Hakkı:
Kemâlat-ı Zâtiyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
393- Saçaklı-Zâde Mehmed Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
394- Mestci-Zâde Abdullah Efendi:
Mevkî-i İlmisi:
395- Muhammed B. Selâme:
Kudret-i Îlmîyyesı:
396- Mehmed Emîn Üsküdârî:
Kudret-i İlmiyyesi:
397- Câru'llah Veliyyü'd-Dîn Efendi:
Mevki-i Îlmîsî:
398- Eşref-Zâde Îzzü'd-Dîn:
Mevki-i İlmisi:
399- Abdu'r-Rahman Rahmi:
Mevkî-i Îlmîsî:
400- Kaazâbâdî:
Mevki-i Îlmîsî:
401- Mehmed Îzmîrî:
Kudret-i Îlmiyyesi:
402- Lübbî Mehmed Efendi: -
Mevkî-i Îlmîsi:
403- Yüsuf-Zâde Abdu'llâh Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
404- Ebü Saîd El-Hâdîmî:
Mevkî-i İlmîsi:
405-Şah Velîyyu'llâh Dihlevî:
Mevkî-i Îlmîsî:
406- Mehmed Hazık Efendi İbn-i Ebî Bekr:
Mevkî-i İlmîsi:
Edebiyattaki Kudreti:
407 — Bükâi-Zâde Veliyyü'd-Dîn:
Mevki-i Îlmîsî:
408- Lebîb Amîdî:
Mevki-i Îlmîsî:
409- Mehmed Said Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
410- Karatepelî Hüseyin Efendi:
Mevki-i İlmisi:
411- Konevî İsmail Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
On Üçüncü Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
412- Lütfu'llah Erzurümî :
Mevki-i Îlmîsî:
413- Eşref-Zade Abdu'l-Kaadir:
Mevkî-i İlmîsi:
414- Müstakîm-Zade;
Mevkî-i İlmîsi:
415- Gazzî-Zâde Nesîb:
Mevki-i İlmîsi:
416- Hacı Emîr-Zade Âlim:
Mevkî-i İlmîsi:
417- Şeyh Cemel:
Mevkî-i İlmisi:
418- İsmail Müfîd Efendi:
Mevk-i Îlmisi:
Mehmed Mekkî Efendi:
419- Mevki-i İlmîsi:
420- Mantıkî Mustafa Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
421- Gazzî-Zâde Abdü'l-Lâtîf:
Mevkî-i Îlmîsi:
422- Muhammed Eş-Şevkânî:
Mevki-i Îlmîsî:
Fıkıh Ve Akide İ'tibâriyle Mezhebi:
Tefsirdeki Mesleği:
423- İbn-i Abidîn:
Mevki-i İlmîsi:
424 - Abdu'llah Eyyûbî:
Mevki-i İlmisi:
425- Gözübüyük-Zâde İbrahîm:
Kudret-i İlmiyyesi:
426- Kadı-Zade Tâhîr Efendi:
Mevkî-i Îlmisî:
427- Ferruh İsmail Efendî:
Kudret-i Îlmîyyesi:
428- Kayserî'li Mehmed Saîd:
Mevkî-i Îlmisî:
429- Molla Halîl Siirdî:
Mevki-i İlmîsi:
430- Abdü's-Selâm Efendî:
Mevkî-i Îlmisî:
431- Mîrganî Muhammed Osman:
Kemâlât-ı Zâtiyyesi:
432- Burdürî Halîl Efendi:
Mevkî-i Îlmlsî:
433- Âlüsî-Zade Mahmud Efendi:
Kudret-i Îlmîyyesi:
Fıkıh Ve Îtikad Cîhetiyle Mezhebi:
Tefsirdeki Mesleği:
Nesir Ve Nazmı:
İstanbul'a Seyahati:
434- Mola Ebü Bekr El-Külâlî:
Mevki-i İlmisi:
435- Ebü Bekr El-Bennanî:
Kemalat-ı Zatîyyesi:
436- Hamid Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
437- Osman Necati Veya (Recaî):
Mevkî-i İlmisi:
438- Ahmed Muhtar Bey:
Mevki-i İlmisi:
439- Muhammed Senau'llâh:
Mevki-i İlmisi:
440- Ebu'l-Vefâ Senâu'llâh:
Tefsirdeki Meslegî:
On Dördüncü Tabakayı Teşkîl Eden Mufessirler
441- Kilisli Abdullah Efendi:
Kudret-i İlmîyyesi:
442- Mahmud Hamza Efendi:
Mevkî-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleği:
443- Sıddık Hasan Bahâdır Hân:
Mevki-i İlmisi:
Tefsirdeki Mesleği:
444- Keşfî Mustafa Efendi:
Mevki-i İlmîsi:
445- Râif Efendi:
Mevkî-i İlmisi:
446- Hacer-Zâde Receb Efendi:
Mevkî-i Îlmîsi:
447- Sabit Mehmed Efendi:
Mevkî-i Îlmîsi:
448- Sırrı Paşa:
Mevkî-i İlmî Ve Resmîsi :
449- Mehmed Fevzi Efendi:
Mevki-i Îlmisî:
450- Şeyh Muhammed Abduh:
Tahsîlî Ve Seyahatları:
Me'mürîyetlerî:
Kudret-i Îlmîyyesi:
Tefsirdeki Mesleğî:
Hakkındaki İtirazlar:
Lehindeki Tezahürat:
451- Alî Yekta Efendi:
Mevki-i İlmîsî:
452- Manastırlı İsmail Hakkı Efendi:
Mevkî-i Îlmisî:
453- Et-Tafeyyiş:
Mevki-i Îlmîsî:
454- Cemalü’d-Din El-Kaasımi:
Kudret-i Îlmiyyesî:
455- Musa Kazım Efendi:
İlmi Ve Resmî Mevkîi:
Tefsirdeki Mesleğî:
456- Tâhîr El-Cezâirî:
Kudret-i İlmiyyesi:
457- Abdu'l-Aziz Çaviş:
Mevki-i İlmîsi:
Tefsirdeki Mesleğî:
458- Şeyh Reşid Rızâ:
Hayât-ı İlmîyyesi:
Tefsirdeki Mesleği:
459- Tantâvî Cevheri:
Kudret-i Îlmiyyesî:
Tefsirdeki Mesleği:
460- Elmalı'lı Mehmed Hamdi Efendi:
Üstazları Ve Îlmî, Resmî Hizmetleri:
Îlmî Ve Edebi Kudreti:
Tefsirdeki Meslegî :
Ahlâkı, Seciyesi, Hareket-i Fikriyyesi:
461- Konyalı Vehbî Efendî:
Mevki-i İlmîsi:
462- Ebü Abdi'l-Mu'tî Nevevi:
İlmi Hizmetleri:
463- Abdü'l-Fettah Halîfe:
Mevkî-i Îlmisî:
464- İbrahim El-Cîbâli:
Mevki-i İlmîsi:
284- Seyyid Ahmed Kırîmî:

Kırîmî Seyyid Ahmed b. Abdullah, ulemâdan bir zâttır. (879)'da vefat etmiştir. Kabri Fâtih civarında Molla Kestel mescidi
yanındadır. Rahmetu'llâhi aleyh.
Ahmed Kırîmî, kudretli bir ilim sahibidir. Sultan Fâtih'in teveccühlerine mazhar bulunmuştu. Tefsîr-i Beyzâvî'ye unvanlı bir
haşiyesi vardır. Bir nüshası Üsküdar'da Atik Valide Kütüphanesinde mevcuttur.
Müellefâtı: Ve sâire...[1]

285- Muhyi'd-Dîn Kâfiyeci:

Muhyi'd-Dîn Muhammed b. Süleyman b. Saîd, büyük bir Türk âlimidir. Esasen Bergamalıdır. İbn-i Hâcib'in Kafiye kitabiyle çok
iştigal ettiği için "Kâfiyeci" nisbetini almıştır. (788)'de doğmuş, (879) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Muhyi'd-Dîn, bir müddet vatanında ilim ve irfan tahsil edip ba'dehu ma'lûmâtmı tevsî' için seyahate çıkmış, Acemistan'a,
Tataristan'a rıhlet etmiş, daha sonra Kahire'ye giderek orada tekemmül etmiştir. Şemsü'd-Dîn Fenârî'den, Mecma' şârihi İbn-i
Ferişte'den, Hâfizü'd-Dîn Muhammed el-Bezzâzî'den, Teftâzânî'nin tilmizi Burhan Hayder'den ilim tahsil etmiş, kendisinden de
İmam Süyûtî gibi bir nice efâdıl müstefîd olmuştur. Mısır'da Ibn-i Hümâm'dan sonra "Şeyhûniyye" medresesi müderrisliğine
ta'yîn edilmişti.[2]
Hanefiyyü'l-mezheb olan Kâfiyeci, her ilme vâkıf idi, tefsirde, hadisde, usûl-i fıkıhda büyük bir kudret sahibi idi. Lûgatta,
belagatta, mantık ile felsefede, hey'ette de mühim bir melekeye mâlik bulunuyordu. .
İmam Süyûtî diyor ki: Üstâzımız allâme Kâfiyeci üstazların üstâzı idi, kendisine on dört sene mülâzemet ettim, ziyaretine her
gittiğimde kendisinden evvelce işitmediğim başka başka tahkikler, acibeler işitirdim. Hattâ birgün bana: terkibini sordu, bu zât,
bizi çocuk mesabesinde tutuyor, bize bu gibi basit bir terkibi soruyor, demek istedim, derken bu terkipde yüz on bahis vardır,
demesin mi? Öyle ise bunları anlamadıkça bu meclisden çıkıp gitmem, dedim, mecmuasını çıkarıp verdi, ben de onları yazdım.
Bu büyük üstâzm tefsire dâir büyük bir eseri yoktur, yalnız (856) târihinde ikmâline muvaffak olduğu nâmında usûl-i tefsire
müteallik, iki bab ile bir hatimeden müteşekkil, muhtasar bir eseri vardır.
Muhterem müellif, bu eseriyle iftihar ediyor, kendisinden evvel bu usul dâiresinde başkalarının kitap yazmamış olduğuna zâhib
bulunuyordu. Halbuki (794) târihinde vefat etmiş olan Bedrü'd-Dîn ez-Zerkeşî'nin: unvanlı bir eseri vardı ki, bu hususda daha
mükemmel bulunuyordu. Hattâ Kâtip Çelebi diyor ki: Eğer Teysir sahibi bu kitabı görmüş olsa idi kendi eserinden utanırdı.
Fakat her eser, kendine göre bir kıymeti, bir mümtâziyeti hâiz olacağından sahibi için az çok iftihara vesile teşkil edebilir.
İstihyâya mahal olmasa gerek.
Velhâsıl üstaz Kâfiyeci, sahîh bir akîde sahibi idi, Söfiyye hakkında hüsn-i i'tikaadı vardı, hadis ulemâsına mahabbet ederdi,
sabûr, âbid, zâhid, doğru sözlü bir zât idi.
Müellefâtı: Bu nıütebahhir zât, birçok kitaplar te'lîf etmiştir. Hattâ İmam Süyûtî, kaydetmek için bunların isimlerini kendisinden
sormuş, "Müellefâtımın isimlerini şimdi ben de hatırlayamıyacağım." cevâbını almıştır. Bir kısmı şunlardır: Ve sâire.[3]

286- Hasan Çelebî:

Muhammed Şah Fenârî'nin oğludur. (885) târihinde Bursa'da vefat edip Zeynîler nam mahaldeki câmi-i şerifin minaresi yanında
medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.
Hasan Çelebi, muktedir, tefsire vâkıf bir âlimdir. Molla Tûsî talebesindendir. Mısır'da tahsilini ikmâl ettikten sonra vatanı olan
Bursa'ya avdet etmiş ve sahn müderrisi olmuştur. Seyyid-i Şerifin Keşşaf üzerine yazmış olduğu haşiyeye haşiye yazarak
tefsirdeki vukufunu göstermiştir. Tasavvufa da âşinâ idi. Ve saire.[4]

287- Sirâcü'd-Dîn El-Mahzümî:

Sirârü'd- Dîn Muhammed b. Abdullah-el-Mahzûmî er-Rüfâî, asrının Şeyhü'l-İslâm'ı olan büyük bir âlimdir. (793)'de Vâsit'da
doğmuş, (885) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir.
Sirâcü'd-Dîn, yüksek tanınmış bir zâttır. İsminde bir tefsiri vardır. Keşfü'z-zunûn'a göre (630) Ma vefat eden Sâlihiyye müderrisi
Muâfâ İbn-i İsmail el-Mevsilî'nin de bu namda bir tefsiri vardır.
Müellefâtı: Hadise dâirdir. Eş'ârı da mevcuttur. [5]

288- Molla Hüsrev:

Husrev Mehmed Efendi, yüksek bir Türk âlimidir.Tokat civarındaki Türkmenlerden kabîlesindendir. terkibinin gösterdiği (885)
târihinde İstanbul'da vefat etmiş, na'şı Bursa'ya nakledilmiştir. Medfûn olduğu vakıf medrese hazîresi bilâhare maatteessüf
satılmış, bereket versin ki alan zât, bu büyük âlimin kabrini muhafaza etmekte, ziyaret edilmesine mâni' olmamaktadır.
Rahmetu'llâhi aleyh.
Babasının Rûmiyyü'1-asl olup bilâhare İslâm olduğuna dâir olan bir rivayet teeyyüd etmemektedir. ismindeki eserinin sonunda:
diye yazıyor ki, bu, babasının da, dedesinin de esasen Müslüman olduğunu gösterir.
Molla Hüsrev, yüksek bir âlimdir, zamanının en büyük fakîhidir. Burhânü'd-Dîn el-Herevî'den ilim ahzetmiş, Edirne'de
müderrislik yapmış, Sultan Fâtih'in büyük hürmetlerine mazhar olmuş, İstanbul'un feth edildiğini müteakip Hızır Bey'den sonra
İstanbul kadılığına ve Ayasofya müderrisliğine ta'yîn edilmiş, Bursa'da bir medrese yaptırıp orada da müderrislikte bulunmuştur.
Fâtih kendisiyle iftihar eder, vüzerâsına hitaben: "Bakınız! Bu, zamanın Ebu Hanîfe’sidir." derdi.
Hanefiyyü'l-mezhep olan Molla Hüsrev; mehîb, vakur, mütevazı', halûk bir zât idi, birçok hizmetçileri olduğu halde
mütâlâahânesinde kendi işlerini bizzat kendisi görürdü,
Tefsîr-i Kaazî üzerine bir haşiyesi var ki haşiyelerin ahseni, belki de ercahı sayılmakdadır.[6] Kavl-i Şerifine kadardır.
Buna (1016) da vefat etmiş olan Muhammed b. Abdü'l-Melik Bağdadî Hanefî, Bakare Sûresinin tamâmına kadar bir zeyl
yazmıştır.
Müellefâtı: Bir nüshası Atıf Efendi Kütüphanesinde (340) numarada mevcuttur. matbû'dur. matbû' dur. Hatt-ı destiyle muharrer
olup (878)'de Fâtih' e ihdâ etmiş olduğu bir nüshası Köprülü Kütüphânesindedir. Matbû'dur. Kendi yazisiyle bir nüshası Yenicami
Kütüphanesinde mevcuttur. Tesmiye, ahbâr-ı nübüvvet, fıkıh, usul, belagat, mantık hakkında olmak üzere altı mebhasi câmi' dir.[7]

289- Kemâlü'd-Dîn El-Kâşânî:

Ebu'I-Ganâim Abdu'r-Rezzâk b. Cemâlü'd-Dîn es-Semerkandî, mutasavvifeden bir âlimdir. Kâşî, Kaaşânî diye de yâd olunur.
(887)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[8]

Kemâlât-ı Zâtiyyesî Ve Tefsîrdekî Mesleği:

Şeyh Kemâlü'd-Dîn, tasavvufda ve sâir ilimlerde mütehassıs, mübarek bir zâttır. Tefsirinin mukaddimesindeki beyanâtına nazaran
Şeyh Nûrü'd-Dîn Abdu's-Samed b. Alî en-Nazarî nâmında bir zât, kendisine mücâhededen evvel ilim tahsiline muvâzabet, fuhûl-i
ulemâya intisâb etmesini tavsiye etmiş olmakla Şemsü'1-Hakk ve’l mille Saîdü'l-Kebşî'ye intisâb edip ondan tefsir, hadis
ilimlerini ahzetmiş ve bir aralık Kehf Sûresine beş nehc üzere bir tefsir yazmış, ba'dehu tarikata sülük ederek kendi hâline göre
hakaayık-ı te'vîle dâir muhtasar bir tefsir yazıp bitirmiştir. Bilâhare mücâhede ve riyazetini ikmâl ederek ehibbâ ve asdikaasiyle
mülâkaata başlayınca onların taleplerine mebnî, ihtiyarlığı çağında metâib-i hayâtı iktihâm ederek daha geniş bîr tefsir yazmaya
başlamış, her Âyet-i Celîlenin evvelâ lûgatlarını teşrih etmiş, saniyen i'rab vecihlerini yazmış, sâlisen maânî ve beyâna müteallik
nüktelerini göstermiş, râbian zahir i'tibâriyle tefsirini bildirmiş, hâmisen hakaayık-ı te'vile dâir meşruhatta bulunmuştur.
Zevâhir-i tefsir hususunda Zemahşerî'nin Keşşafını ta'kîb etmiş, fakat Kelâmu'llah'ın manâsım kendi i'tikaadına tatbik
hususundaki mezhebine mürâatda bulunmamıştır.
Kâşânî, bu tefsirine: Nâmını vermiştir. Bu, mutasavvifâne bir tarzda yazılan tefsirlerin en güzîdelerindendir. Âyetlerin asıl matlûb
olan zahirî ma'nâlarına riâyetin lüzumunu birçok yerlerde beyân ederek o veçhile tevcîhatta bulunmuş, hem de bu zâh'rî ma'nâlara
muhalif olmamak üzere birtakım işârât ve letâif serd eylemiştir.
Meselâ:[9] Nazm-ı Şerif indeki beyanâtı şu mealdedir: "Ey zümre-i sâlikin! Kalb ülkesine giriniz ki, o tecellûyât-ı sıfat
makaamıdır. Çünkü o semâ-yı ruha nisbetle bir Arz mesâbesindedir ki, Allâhu Teâlâ onu kazâsında sizin için ta'yin
buyurmuştur."[10] Âyet-i Kerîmesinin te'vîl kısmındaki beyanâtı da meâlen şu veçhiledir :
"Allah yolunda katledilenler iki sınıftır. Biri cihâd-ı asgar ile, Allah'ın rızâsını taleb için nefsi bezl suretiyle katledilenlerdir.
Nitekim zahir olan da budur. Diğeri de cihâd-ı ekber ile, kesr-i nefs ile, hevâyi izâle ile maktul olanlardır. Nitekim Resûl-i Ekrem
Efendimiz bâzı gazalarından avdetini müteakip: buyurmuşlardır. Bu iki sınıfın ikisi de ölü değildir. Belki Rablarının nezdinde ha-
kikî bir hayât ile diridirler. Tabiatların kirlerinden mücerred, Hazret-i Kuds'de mukarreb, ma'nevî rızıklardan, yâni maârif ve
hakaayıktan ve istişrâk-ı envardan merzukdurlar. Veya sûri Cennette dirilerin merzuk oldukları gibi merzuk olmaktadırlar.
Veyâhud her ikisinde de merzuk bulunmaktadırlar .Çünkü cennetlerin mertebeleri vardır.Bâzıları ma'nevî, bazıları da süridir ve
bunlardan her birinin de —maârif ve ulûm, mekâsib ve a'mâl hasebiyle— muhtelif dereceleri vardır. İmdi ma'nevî olanlar,
cennât-ı zât ile cennet-i sıfattır. Sûri olanlar da cennet-i ef'âldir."
Velhâsıl bu, güzel bir tefsirdir. İkmâl edilip edilmediği anlaşılamamıştır. Bunun birinci yazma bir cildi, Fâtih Kütüphanesinde
(198) numarada, ve Üsküdar'da Üçüncü Sultan Murad validesi Nûr-Bânû Kütüphânesinde (24) numarada mevcuttur.[11] Bu cilt,
Âyet-i Kerîmesinde nihayet bulmuştur.
Müellefâtı: Bu, Kâşânî'nin muhtasar tefsiridir. Her nasılsa Muhyi'd-Dîn-i Arabi'ye nisbet edilmiş, diye hem müstakıllen, hem de
Tefsîr-i Hâzin'in kenarında tab’ edilmiştir. Tefsîr-i menar sahibi Şeyh Rızâ diyor ki: İşâre adı verdikleri şeylerde Bâtıniyye'nin
sözleriyle Söfiyye'nin sözleri nâsa müştebih bir halde bulunmaktadır. Şeyh-i Ekber'e nisbet edilen tefsir de bu cümledendir. Bu,
meşhur Kâşânî-i Bâtınî'nin eseridir. Bunda öyle nezeât vardır ki, ondan Allah'ın dîni de, Kitâb-ı Azîzi de teberrî eder.
Doğrusu Kâşânî'nin Bâtmiyye'den olduğu bizce meçhuldür. Matbû dur. matbu’ dur. matbu’ dur. Ve sâire.[12]

290- İbn-i Temcîd:

Muslihü'd-Dîn Mustafa b. İbrahim, muktedir bir âlimdir, İbn-i Temcîd diye müştehirdir, (890) 'da vefat etmiştir. Bahmetu'llâhi
aleyh.
İbn-i Temcîd, kudretli bir zâttır, salâh-ı hâl ile ma'rufdur. Bir müddet Sultan Fâtih'e muallimlikte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî
üzerine üç ciltlik bir haşiyesi vardır. Bunu Keşşaf haşiyelerinden telhis etmiştir. Kaazî tefsirinin gaamız, müşkil noktalarını tavzih
ve tenvîr etmektedir, İsmail Konevî'nin haşiyesi kenarında tab' edilmiştir. Bu zâtın Arabî, Fârisî eş'ârı da vardır.[13]

291- Molla Gürâni:

Şemsü'd-Dîn Ahmed b. İsmail, Osmanlı Şeyhü'l-İslâmlarının dördüncüsüdür. "Esferâyin" karyelerinden olan "Gürân" da doğmuş,
(893)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Yüksekkaldırım'da yaptırmış olduğu câmi-i şerîfin hazîresinde medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh.[14]

Üstazları Ve Seyehatleri:

Molla Gürânî, evvelâ kendi memleketinde ilim tahsil etmiş, sonra bilgilerini artırmak için o zamanlar İslâm âleminin en yüksek
âlimlerini sinesinde yaşatan Mısır'a giderek orada kırâet, tefsîr, hadîs okumuş, birçok meşâhirden istifâde etmiş, İbn-i Hacer-i
Askalânî'den icazet almıştır.
İlim ve irfan aşkıyle memleketini bırakarak Kahire'ye gitmiş olan Molla Gürânî, artık yüksek âlimler sırasına geçmiş, Kahire'de
tedrise başlamıştı. Hicaz'dan avdet ederken Kahire'ye uğrayan ve "Molla Yegân Efendi" diye meşhur bulunan Muhammed b.
Armağan, Gürânî ile görüşmüş, onun fazl u kemâlini pek takdir etmiş, bu kudretli âlimi Rum diyarında parlak bir devlet ve
saltanatın payitahtı olan Edirne'ye alıp getirmişti.
İkinci Sultan Murad, kendisini ziyarete gelen Molla Yegân Efendi'ye hitaben: "Hedâyâ mesnundur, bakalım sen bize ziyaret
ettiğin yerlerden ne hediye getirdin?" diye iltifatta bulunmuş, Molla Yegân da: "Bize Molla Gürânî nâmında zurnanın
nâdirlerinden sayılacak yüksek bir ilim ve irfan sahibini armağan olarak getirdim." diyerek o bî-nazîr fâzılı kadir-şinâs hükümdara
takdim etmişti.
Molla Gürânî bir müddet Bursa'da bulunmuş, tekrar Mısır'a gitmiş, daha sonra yine diyâr-ı Rûm'a gelip istanbul'da tavattun
etmiştir.[15]

Kudreti İlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleğî:

Molla Gürânî, pek muktedir bir âlim idi. Tefsirde, hadisde, fıkıhda, usulde zamanının ferîdi idi. Hanefî mezhebine sâlik idi. Zühd
ü takvâsiyle, yüksek seciyesiyle, vekar ve mehabetiyle, salâbet ve necdetiyle temayüz etmişti. Gecelerini Kur'ân-ı Kerîm
tilâvetiyle ihya ederdi. Vazifelerini îfâ hususunda hakkaaniyetten ayrılmaz, hiçbir te'sîre tâbi' olmazdı. Padişah'a bile inhina
göstermez, yalnız musâfaha ile iktifa ederdi. Bayramlardan başka da'vet vuku1 bulmadıkça Hükümdarı ziyarete gitmezdi. Vücûde
getirmiş olduğu kıymetli eserleriyle nasıl bir allâme olduğunu isbât etmişti, bâ-husûs pek münakkah, müdekkikaane bir tefsîr
yazmıştır. Bu tefsir bir kısım dakik mes'eleleri hâvî, kelâma, fıkha, siyere dâir bâzı mühim ma'lûmâtı, mutâlââtı câmi'dir.
Zemahşerî ile Beyzâvî'nin tefsirleri hakkında tenkitleri, muâhazeleri muhtevidir. Parlak bîr zekânın, kudretli bir kalemin eseri olan
bu tefsir, vaktiyle bâzı Osmanlı Hükümdarları tarafından yazdırılarak Buhârâ Hanlığına ve sâireye birer nüsha ihdâ edilmiştir. Pek
güzel, müzehheb iki nüshası Murad Molla Kütüphanesinde mevcuttur. Böyle mükemmel bir tefsirin şimdiye kadar tab' edilmemiş
olması ilim nâmına acınılacak bir haldir. İki ciltten müteşekkil olan bu tefsirin ismi:[16]

Me'müriyetlerî Ve Hususi Ahvâli:

Sultan Murad, Molla Gürânî'nin ilim ve fazlına büyük bir meclûbiyet göstermişti. Kendisini Bursa'da Kaplıca ve Yıldırım
medreselerine müderris ta'yîn etti, Manisa sancağında bulunan Şehzade Mehmed, tab'an celâdetli bir çocuk olduğundan tahsil ve
terbiyesine ta'yîn edilen hocalarının sözlerini dinlemez, derslerine çalışmazdı. Sultan Murad, bu âteşin tabiatlı Şehzadesinin ta'lîm
ve terbiyesini büyük bir salâhiyetle Molla Gürânî'ye havale etti. Bu heybetli âlim, elindeki sopasiyle Şehzadenin gözünü yıldırdı,
kendisini okutmaya pek kolay muvaffak oldu. Bilâhare Fâtih, tahta cülus edince hocasına olan ma'nevî borçlarını ödemek için
kendisine vezâret teklif etti, fakat Molla Gürânî, o makama başkalarının daha lâyık olacağını söyliyerek bu teklifi kabul etmedi,
nihayet (855)'de kazaskerliği kabul ile iktifa etti.
Molla Gürânî, kendi istikaametine, ve üstâziyet hakkına güvenerek bâzı cihetleri, irâde istihsal etmeksizin müstahak olanlara
tevcih ediyordu. Bu büyük üstâzın îcâb-ı hâle pek de muvafık görülmeyen bu kadar geniş salâhiyeti Padişahın hoşuna gitmemeğe
başlamıştı, ecdadının Bursa'daki efkaafını i'mar ve ihya bahanesiyle Molla Gürânî'yi Bursa evkaafına nazır ta'yin ederek
kazaskerlikten uzaklaştırdı. Büyük âlim bu vazifesini de güzelce ifâya çalışıyordu, bir gün kendisine takdim edilen bir irâdeyi
Şer'-i Şerife muhalif gördüğü için parçalayıp attı, bunu getiren mâbeyn çavuşunu da gösterdiği gayri lâyık bir hareketinden dolayı
güzelce bir dövdü. Artık Fâtih Sultan daha ziyâde münfail olmuş, üstâzının bu vazifesine de nihayet vermişti. Molla Gürânî de
eski me'vâsı olan Kahire'ye tekrar can atmış, Mısır Sultanı Kayıtbay'ın büyük iltifatlariyle karşılanmıştı.
Fakat Fâtih, yaptığına nadim oldu, üstâzına mektuplar göndererek İstanbul'a dönmesini rica etti, Molla Gürânî de "Benimle Fâtih
arasındaki rabıta, baba ile oğul arasındaki rabıta gibidir, bu kaabil-i inkıta' değildir." diyerek Kayıtbay'a veda' etti, bir lıayli
hediyeler ile (862) senesinde İstanbul'a geldi, bu defa uhdesine evvelâ Bursa kadılığı, sonrada (885) târihinde müfti'l-enamhk
mansıbı tevcih edildi, vefatına kadar sekiz sene bu makamda kaldı.
Molla Gürânî. son zamanlarında pek nahif düşmüş, hastalanmıştı. Vefat edeceği sene yaz mevsimini İstanbul hâricinde bir
sayfiyede geçirmiş, kışa doğru İstanbul'daki hanesine nakl edilmişti. Artık son günlerini yaşıyordu, kendisinden kırâet taallüm
etmiş olan hafız efendiler etrafında toplanmışlardı, Davut-Paşa da ziyaretine gelmişti. Molla Gürânî gözlerini açtı, yanıbaşında
ağlayıp duran Davud Paşa'yı tatyîb etti, ve onunla Padişah'a selâm gönderdi, "Öldüğüm zaman cenaze namazımı bizzat Fâtih
kıldırsın, borçlarımı da versin." dedi, "Hâ bir de benim na’şımı sürükliyerek kabre indirsinler." diye vasiyet etti. İkindi vakti
olmuştu, müezzin minarede yüksek bir ses ile (Allâhu Ekber) derken o muhterem âlim de hazîn, lâtif bir lisân ile (La ilahe
illâ'llâh) diyerek ruhunu Ma'bûd-ı Kadîm'ine teslîm etti. Bütün arzuları yerine getirildi, yalnız hürmetsizlik olmasın diye na'şı
sürüklenerek değil, bir hasır üzerine konulup çekilerek kabrine kadar götürüldü, defn edildi. Bu gün de artık bir ilim ve kemal
güneşi gurûb etmişti. Rahmetu'llâhi teâlâ aleyh.
Müellefâtı: Cem'ül-cevâmi' şerhidir. İlm-i kırâete dâirdir. Bu eser, Sahihü'l-Buhârî'nin mütevassıt hacimde bir şerhidir.
Mukaddimesinde Resul-i Ekrem'in sîreti ile İmam Buhârî'nin menâkıbı yazılmıştır. Birçok yerlerinde Şârih Kirmânî ile İbn-i
Hacer'e i'tirâz edilmiş, lugatların muşkilatı izah olunmuş, râvîlerin iltibasa mahal olan yerlerde isimleri yazılmıştır. Aruza dâir
Fâtih nâmına yazılmış altı yüz beyitli bir manzûmedir.[17]
Zeyl: Terceme-i hâlini yazmış bulunduğumuz Molla Gürânî'ye: "Gürâni-i Kadim" denilir. Bir de “Gürânî-i Müteahhır” vardır ki,
ismi Şeyh Abdü'l-Muhsin b. Süleyman el-Gürânî'dir. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in Ravza-iMutahharalarında müderris
bulunuyordu. nâmiyle A'raf Sûre'sine kadar yazmış olduğu tefsîr-i şerîfi Dördüncü Sultan Murad'a ihdâ etmişti "Keşfü'z-zunûn".
Es'ad Efendi Kütüphanesinde Muhammed El-Vânî nâmına 104 numarada nâmında bir tefsir mukayyed olduğu gibi Dârü'l-
kütübi'l-Mısrıyye'de de "Şeyh Muhammed b. Mustafa el-Gürânî el-Vânî" nâmına unvanlı bir tefsirin ikinci cüz'ü (162) numarada
mevcut gösterilmektedir.[18]
292- Nürü'd-Dîn Seyyîd Muin:

Şeyh Nûrü'd-Dîn Seyyid Muîn b. Seyyid Safiyyü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. (894) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir.
Rahmetu'l-lâhi aleyh.
Şeyh Nûrü'd-Dîn unvâniyle bir tefsir yazmış, bunu Mekke-i Mükerreme'de (870) târihinde ikmâl etmiştir. Bu tefsir, muhtasar ve
oldukça münakkah bulunmaktadır. Mukaddimesinde müellifinin ifâdesine nazaran i'tizal ve felsefeden musaffa bir halde ya-
zılmıştır, birçok tefsirlerin ihtiva ettiği şeyler, bu tefsirde maânî-i sahîha ile yazılmış bir halde görülebilecektir.
Maahâzâ bu kitabda birçok âyetler pek kısaca tefsir edilmiştir, bu cihetle büyük bir ehemmiyeti hâiz değildir. Bunun 980
sahifeden müteşekkil yazma bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (126) numarada mevcuttur.[19]

293- Muhammed Es-Senüsî:

Ebû Abdi'llâh, Muhammed b. Yûsuf b. Ömer el-Hüsnî, et-Telemsânî, meşhur bir zâttır. "Senûsî-i Eş'arı" diye ma'rufdur. (832)'de
doğmuş, (895)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Muhammed Senûsî, asrında Telemsan'ın büyük bir âlimi idi. Zahirî ve bâtını ilimlere muttali', hele tefsirde, kelâmda, hadisde,
fıkıhda bi-hakkın mütehassıs idi. Murakabe ve mücâhede sahibi bulunuyordu, menâkıbına dâir nâmiyle bir eser yazılmıştır.
Müellefâtı; Sâd Süresiyle ondan sonraki sûrelere aittir.Nâ-tamamdır.Sahîh-i Müslim şerhidir, matbû'dur. akaaide âit, matbû' bir
eserdir, buna "Akide-i suğrâ", “Senûsiye-i suğrâ"da denir. Almanca ve Fransızca tercemeleri de matbû' dur. Buna "El-Kübre's-
Senûsî" de denir.El-Kübra's-Senûsî'nin şerhidir, ikisi de basılmıştır, matbû'dur. matbû' dur. matbû' dur. Metin de kendisinindir.
Ve saire.[20]

294- Molla Câmî:

Mevlânâ Nûrü'd-Dîn Abdü'r-Rahmân, büyük bir âlim ve edibdir. Babası ulemâdan Şemsü'd-Dîn Ahmed'dir ki, nesebi İmam
Muhammed eş-Şeybânî'ye müntehi olmaktadır. Câmî' nin babası veya dedesi Isfehan'dan Horasan'ın. Cam kasabasına gelmiş,
daha sonra Herat'a intikal etmiştir. Câmî (817)'de Cam kasabası yakınındaki bir karyede doğmuş, (898) senesi Herat'ta vefat
etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh. Vefatına" şöyle bir târih yazılmıştır:[21]
Vefatına dâir Alîşîrnevâî'nin yazdığı mersiyeden bir beyt:[22]

Kemâlât-ı Zâtiyyesi:

Câmî, Şark'ın yetiştirdiği en yüksek âlimlerden, şâirlerden biridir. Güzel ahlâkiyle, şiir ve edebdeki kudretiyle, muaşeret âdabına
hüsn-i riâyetiyle temayüz etmiş, nakli ve aklî ilimler ile mücehhez olduktan sonra tasavvuf, zühd ve takva sahalarında da büyük
terakkilere nail olmuştur.
Câmî, Herat'da Cüneydü'l-Usûlî'den ders okumuş, sonra Seyyid-i Şerif’in talebesinden Hoca Aliyyü's-Semerkandî'nin derslerine
devam etmiş, daha sonra Teftâzânî'nin tilmizlerinden Şihâbü'd-Dîn'in halka-i tedrisine dâhil bulunmuştur. Bir aralık da
Semarkand'da Kaadî Mûsâ er-Rûmi'nin derslerini dinlemiştir.
Şeyh Bahâü'd-Dîn Nakşibendî'nin halîfesi Sa'dü'd-Dîn Kâşgarî'denr Hoca Ubeydu'llâh Ahrâr Taşkendi'den ve Hoca Muhammed
Parsâ'dan da tarikat ve tasavvuf dersi alarak Söfiyyeye iltihâk etmiştir.
Kaadî Mûsâ er-Rûmî dermiş ki: "Semerkand'a, binası kurulduğu târihdenberi Câmî gibi Cevdet-i tab'a mâlik bir zât gelmemiştir."
Câmî, Herat'da iken meşhur Alî el-Kuşcu ile mübâhasede bulunmuş, Tecrîd sarihi bulunan o koca allâmeye galebe çalmıştır. Bu
pek yüksek allâme, talebesine şöyle dermiş: "Ben anladım ki, bu âlim zatta bir nefes-i kudsî mevcut bulunuyor.
Câmî, bir gece rü'yâ görmüş, büyüklerden bir zât kendisine: Seni irşâd edecek bir dost edin.’ diye hitab etmişti, bu işaret üzerine
Semerkand'dan Horasan'a gidip Şeyh Ubedu'llâh'ın hizmetinde bulunmuş, ondan aldığı feyz ile Söfiyyenin a'yânı
sırasına geçmiştir.[23]

Tefsirdeki Mesleği:

Câmî, yüksek bir azm ü himmet sahibi olan bu dırahşan sîmâ, büyük bir tefsir yazmaya başlamış, Âyât-i Kur'âniyye'nin hakaayık
ve dekaayıkını mümkün olduğu kadar mükemmel bir surette tahrir ve tavzih arzusunda bulunmuştur. Bu azm ile başladığı
tefsirinin mukaddimesinde şöyle diyor: "Kalbimi tehyîc edip duruyordu ki, bir tefsir tertip edeyim de Kur'ân-ı Kerîm’in lâfız ve
mânâsının vücûhunu cami olsun, bunlardaki bütün dakikaları, latifeleri izhâr etsin, büleganın nüktelerini muhtevi, urefânın
işârâtını müştemil bulunsun…”
Hayfâ ki bu kudretli müfessir, bu emeline nail olamamış, te'life başladığı tefsirini ancak[24] Nazm-ı Celîline kadar yazmıştır.
Ufak bir cilt teşkil eden bu mübarek tefsîr bir lisân-ı tasavvuf ve irfanla yazılmış, îcâb eden tatbîkaat-ı lisâniyyeyi, edebî beyanâtı
muhtevi bulunmuştur.[25]

Seyahatları Ve Hükümdarlar Nezdindekî Mevkii:

Câmî merhum, birçok seyahatlarda bulunmuş, Herat'a, Semerkand'e, Horasan'a gitmiş, (877)'de Hicaz'a azimet ederek Mekke-i
Mükerreme'de, Medîne-i Münevvere'de bir müddet kalmıştır. Medîne-i Münevvere'ye teveccühleri esnasında mu'cizât-ı
Nebeviyyeyi müştemil bir kaside tanzim etmiştir ki, matlaı şudur:
Câmî, bu seyâhatları esnasında Bağdad'ı, Kerbelâ'yı ziyaret etmiş, Bağdad'da Rafîzîler ile mübâhasede bulunarak kendilerini ilzam
eylemiştir. Kerbelâ'ya eriştiklerinde şu matlaı hâvî bir gazel yazmıştır:
Cami, Dimeşk'ı, Haleb'i ve sair Şam havalisini dolaşmış, Tibriz'e uğramış, bir aralık da Konya'ya kadar gelerek Hazret-i Mevlânâ'
nın kabrini ziyarette bulunmuştur. Mevlânâ hakkındaki şu manzumesi meşhurdur:
Câmî, birçok hükümdarların, ekâbirin hürmetlerine mazhar olmuştu. Ezcümle Timur saltanatının vârislerinden olan Sultan Ebû
Saîd'in fevkalâde ihtiramına nail olduğu gibi Sultan Hüseyn Baykara'nın ve vezîri Alîşîrnevâî'nin de pek çok teveccühlerine nail
bulunmuştu.
Câmî, Sultan Fâtih ile de muhabere ve mükâtebede bulunmuş, Fâtih'in daveti üzerine İstanbul'a müteveccihen hareket ederek
Konya'ya kadar gelmiş ise de bu sırada Sultan Fâtih vefat ettiğinden kendisini gelip ziyaret edememiştir.
Ebu'1-Feth Sultan Mehmed hakkında yazmış olduğu bir kaside lisânımıza terceme edilmiştir.
Müelllefatı: Sofiye mezhebine dair, matbu’ bir eserdir. Bu son yedi kitap, “Heft Örnek" ünvâniyle Hamse-i Nizami tarzında
yazılmıştır. Gülistan'a bir nazire olmak üzere yazılmış lâtîf, dil-nişîn bir eserdir. Fakat Gülistan'ın bî-nazîr olan revnak ve taraveti
yanında pek solgun bir halde kalmıştır. Câmî' nin bütün eş'ârını cami', pek mükemmel bir ta'lik yazı ile muharrer ve pek nefis
surette müzehhep bir külliyyât-ı eş'ârı, Fâtih Kütüphanesinde mevcuttur.[26]

295- Cemal Halveti:

Şeyh Muhammed Cemâli, Çelebi Halîfe demekle meşhurdur, Aslen Karaman'lıdır, Amasya'da tevellüd etmiştir. Cemâlü'd-Dîn
Akserâyî'nin neslindendir. Hac yolunda (899)'da veya (912)'de vefatı vuku' bulmuştur. Rahmetu'llahi aleyh.
Çelebi Halîfe, Halvetiyye mesâyihinden muhterem bir âlimdir. Şeyh Alâü'd-Dîn, Halveti hulefâsından Karaman'da mukim Şeyh
Abdu'llâh'ın yanında sülûke girmiştir. Sonra Tokat'a gidip Şeyh İbn-i Tâhir'e intisâb etmiştir. İkinci Sultan Bâyezid'in da'veti
üzerine İstanbul'a gelip Koca Mustafa. Paşa dergâhında tarikat neşr etmiştir. Sultan Bâyezid, kendisini muridlerinden kırk zât ile
Ka'be-i Mükerreme'ye göndermişti. Hakkında çok teveccühü var idi, Cem Sultan mes'elesinden dolayı duasını İstirham ederdi.
Müettefâtı: Ve saire. Eş'ârı da vardır.[27]

296- Muhammed Karahisârî:

Muhammed b. Necîb, Afyonkarahisar'lı âlim bir zâttır. H. 900’de vefat etmiştir.


Muhammed b. Necîb, kıymetli bir Türk âlimidir. Unvâniyle bir tefsir yazmıştır. Bunun bir nüshası Kütüphâne-i Umûmî'de (368)
aded-i umûmî ve (110) sıra numarasiyle mukayyettir. adında sâir eserleri de vardır.[28]

297- Hüsâmü'd-Dîn Bîtlîsi:

Hüsâmü'd-Din Alî, Mevlânâ İdrıs Bitlîsî'nin babasıdır. (900)'de vatanında vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[29]

Mevkî-i Îlmîsi:

Hüsâmü'd-Dîn, âlim, müfessir, Tarîkat-ı nûr-ı bahşâ'ya mensup bir zâttır.İsminde iki ciltten müteşekkil "bir tefsiri vardır ki, bir
nüshası Edirne'de Sultan Selim Kütüphanesinde mevcuttur. Gülşen-i Râz'a Fârisî bir şerh yazmış, Kâşânî'nin "Istılahât-ı Sofiyye"
sini de şerh etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[30]

298- Bâyezıd-i Rûmî:

'Bâyezîd Halîfe, fuzalâdan bir zâttır. (900) 'de Edirne'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[31]

Mevki-i İlmîsi:

Bâyezîd Halîfe, Cemal Halvetî'nin hulefâsından muhterem bir âlimdir. Edirne'de halka pek beliğ bir lisân ile va'z u nasîhatta
bulunurdu. Nâmında bir Fatiha tefsiri yazmıştır. Fusûlü'l-hikem şerhi, Nusus şerhi, Tûr-ı Sînâ ve sâire de âsârı cümlesindendir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[32]

299- Nizâmü'd-Dîn En-Nîsâbûrî:

Hasen b. Muhammed b. Hüseyn, pek mübarek bir müfessirdir, "Nizâmü'1-A'rec" ve "Kummî" diye ma'ruftur. Kum ahâlisindendir.
Târîh-i vefatı kat'iyyetle ta'yîn edilmiyor, dokuzuncu asrın nihayetlerinde ber-hayât olduğu anlaşılıyor. Nîsâbur'da vefat etmiştir.
(730) 'da vefat ettiğine dâir olan bir rivayet doğru değildir. Ravzü'l-cinân'da kaydedildiğine nazazaran dereceten Celâlü'd-Dîn-i
Devvânî'ye, Kastalânî'ye karîbd'ir.[33]

Kudret-i İlmıyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:

Nizâmü'd-Dîn, bir allâmedir, birçok ilimlere, fenlere vâkıftır. Kıymetli eserleri vardır. Unvanlı bir tefsir de yazmıştır. Kendisinin
ifâdesine nazaran: îmam Fahrü'd-Dîn'in tefsirini pek cem'iyyetli, ismini müsemmâsına mutabık gördüğü için bunu esâs ittihâz
etmiş, onun letâif ve fevâidini almış, maksadı ihlâl etmeksizin zevâidini terk eylemiştir. Buna Keşşaf da. ve sâir tefsirlerde
bulunan mühim mes'eleleri de zammetmiş, mu'teber kırâet vecihlerini yazmış, Keşşafın muşkil noktalarını halle çalışmıştır.
Bu mübarek tefsirin evvelinde Kur'ân'ın ve kaari-i Kur'ân'ın faziletlerine, Kelâmu'llâh'ın kıdemine, âyetlerden hükümlerin nasıl
istinbât olunduğuna ve saire dâir müteaddit mukaddimeler vardır. Bu tefsirde münderic hadisler, mu'teber kitaplardan, Tefsîr-i
kebîr ile Keşşaf’dan alınmış, fakat Keşşaf'daki sûrelerin fazâiline âit olan hadîslerin kısm-ı a'zamı bırakılmıştır. Esbâb-ı nüzule âit
ma'lûmat, Câmiü'l-usul'den, Miftah'dan, Tefsîr-i kebîr ile Keşşafdan alınmış, ahkâma müteallik mes'eleler Râ-fiî'nin Şerhü'l-
vecîz'inden iktibas olunmuş, te'vîlâta dâir husûsat da Necmü'd-Dîn Dâye'den alınıvermiştir.
Nizâmü'd-Dîn, tefsirinde Ehl-i Sünnet tarıkından ayrılmamış, müçtehidlerin fürûa dâir akvâlini delilleri ile beraber zikrederek bir
tarafa taassup göstermemiştir.
Ulûm-ı edebiyye bütün nevi'leriyle, ulûm-ı usûliyye bütün feri'leriyle, ulûm-ı hikemiyye olanca kısımlariyle Kitâbu'llâh'ın
ma'nâlarını fehme vesîle olduğu için bunları tefsirinde zikre lüzum görmüş, veciz bir tefsir yazmak cihetini iltizâm etmemiştir.
Bu muazzam eseri, İmâm Alî'nin hilâfeti kadar bir müddette, yâni dört seneye yakın bir zamanda yazdığını, eğer birtakım
üzüntülere, manialara raa'ruz kalmamış olsa idi, bunu Hazret-i Sıddîk'ın hilâfeti kadar bir müddetde ikmâl edebileceğini
söylemektedir ki, bu feyizli mesaîyi takdir etmemek elden gelmez.
Bu tefsirin her sahifesinde bir samîmiyyet ve rûhâniyyet tecellî etmektedir. Bunun fevkalâde yazma, müzehheb bir nüshası Râgıb
Paşa Kütüphanesinde, yine böyle fevkalâde bir nüshası da Murad Molla Kütüphanesinde (240) numarada mevcuttur.
Yazılarındaki, tezhiblerindeki, ciltlerindeki mükemmeliyet, insanı gaşyetmekte âbâ ü ecdadımızın ne yüksek ilmî, bediî bir zevka,
bir varlığa mâlik olduklarını isbât edip durmaktadır.
Bu tefsîr-i şerif ahîren Tefsîr-i Taberî'nin kenarında tab' edilmiştir.
Müellefâtı: Tûsî'nin gayet mûcez ve muakkad olan unvanlı riyâzâta. âit bir eserini îzâh etmektedir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Buğyetü'l-vuât, Mu'cemü'l-matbuât.[34]

Onuncu Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

300- Hatip-Zâde Muhyi'd-Dîn:

Muhyi'd-Dîn b. Tâcü'd-Dîn İbrahim, Kastamonulu bir âlimdir. (901) de vefat etmiştir. Eyüp Sultan civarında Ali Kuşçu kurbunda
medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[35]

Mevkı-i İlmîsi:

Hatip-Zâde, babasından, Mevlânâ Alî Tûsî île Mevlânâ Hızır Bey'den ilim ve irfan tahsil etmiş, muktedir bir âlimdir. İznik'te ve
İstanbul'da Sahn-ı Semân medresesinde müderris bulunmuştur. Her nasılsa Fâtih'in iğbirarını celbedip Sahn müderrisliğinden
azledilmişti. Molla Gürânî merhum: Fâtih'e nasihat vermiş, ulemânın hatırlarına riâyetin lüzumunu bildirmiş, Hatip-Zâde de bu
müderrisliğe tekrar iade edilmişti. Fâtih bu zâtı kendisine hoca ittihâz etmiş, kendisiyle müsahabetlerde bulunmuştu, Hatip-Zâde,
nahvet-i ilmiyyesi sebebiyle Hoca-Zâde ile müsâhabe-i ilmiyyede bulunmak temayülünü göstermiş, fakat bu hareketi Fâtih'in
tekrar infialini celbetmiş, sen onunla mubâhase yapabilir misin? diyerek adem-i ilmine îmâda bulunmuş, buna rağmen Hatip-Zâde,
bu mubâhaseye muktedir olduğunu iddia etmişti.
Hatip-Zâde, şedîdü'l-lisân, kaviyyü'l-muhâvere bir zât idi. Vükelâya ve hattâ Sultan Bâyezid'e bile azamet gösterir, selâm verirken
inhina göstermez; resmî günlerde Pâdişâhın bile elini öpmeyi şeref-i ilme münâfî görürdü. Fâtih'in huzurunda ulemâ ile yaptığı bir
mubâhasede mağlûb bir vaziyete düştüğü halde kendisini müdâfaaya devam, etmiş ve hattâ bu hususta bir risale yazıp Fâtih'e
takdim eylemiş olduğundan Fâtih'in nazarından büsbütün düşmüştü. Seyyid-i Şerîf'in Keşşafa yazdığı haşiyenin evâiline
hâşiye=ta'lîkası vardır. Bundan başka hâşiye-i Tecrîd'e ta'lîka ve şerh-i Vikaaye'ye haşiye yazmıştır.
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şekaayık-ı Nu'mâniye.[36]

301- Muhammed Muhyi'd-Dîn-i Nîksârî:

Muhammed b. İbrahim, ulemâdan bir zâttır. Şekaayık-ı Nu'mâniye sahibinin pederi Muslihi'd-Dîn'in dayısı imiş. (901)'de vefat
etmiştir. İstanbul'da Şeyh Vefa kurbunda medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.Sultan Bâyazîd'in teveccühlerine nail bulunmuştu.[37]

Mevkî-i İlmîsi:

Muhammed Niksârî, muktedir Türk âlimlerindendir. Tokat'lı Hüsam Çelebi'den ve Yûsuf Bâlî b. Muhammed Fenârî'den ve
Mevlânâ Bukâî'den telemmüz etmiştir. Kastamonu'da müderris bulunmuş, mütenevvi' ilimlere vâkıf idi. Ayasofya ve Fâtih
camilerinde tefsir okutmuş, va'z u nasihatte bulunmuştur.
Ayasofya'da takrir ettiği tefsîr-i şerifi hatmedince: Ey cemâat! Ben bu tefsiri bitirinceye kadar yaşamamı Cenâb-ı Hak'tan isterdim,
şimdi tefsîri bitirdim, artık bu hatim mukabilinde bana da hüsn-'i hatime vermesini Hak Teâlâ'dan dilerim, demiş, ve az sonra
hasta olup âhirete irtihâl etmiştir. Sûre-i Duhân'a, ve Sûre-i İhlâs'a Türkçe tefsir yazmıştır. Sâir eserleri de vardır. Sûre-i Duhân'a
yazdığı tefsir asrı ulemâsınca istihsân edilmiştir. Tefsîr-i Kaazî'nin müşkil noktalarını halledecek mütâlâaları vardır.Sadrü'ş-
Şerîa'nın Vikaaye şerhine de haşiye yazmıştır;
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[38]

302- Hüseyin El-Kâşlfî:

Vaiz Hüseyn b. Alî, mübarek bir zâttır. (903) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[39]

Mevki-i İlmisi:

Hüseyn Vaiz, tefsire, ahlâka, siyere, nücûma dâir vâsi' ma'lûmat sahibi bir âlimdir. Nâmiyle Fârisî bir tefsîri vardır.
Bunu evvelâ (982)'de vefat etmiş olan Ebû Bekr el-Fazl Muhammed b. İdris el-Bitlîsî, sonra da (1256) târihinde vefat eden Ferruh
İsmail Efendi Türkçe'ye çevirmiştir. Ferruh Efendi'nin tercemesine (Mevâkib) nâmı verilmiştir.
Hüseyn Vaiz: bir de Emir Alişir nâmına unvâniyle Fârisî bir tefsir yazmaya başlamış, fakat bunu itmam edememiştir. Bu tefsir,
Sûre-i Bakare ile Sûre-i Âl-i İmrân'ı muhtevidir. Bu nun mukaddimesinde tefsir ve te'vîlin mâhiyetine ve tefsire müteallik yirmi
iki ilim ve fenne dair nâfi' ma'lûmat vardır.
Bu tefsirin bir nüshası (1268) sahifeden ibaret olarak Hamidiye Kütüphanesinde (118) numarada mevcuttur.
İsmail Hakkı merhum, Rûhu'l-beyân'ında Zâtın tefsirinden arasıra bâzı şeyler iktibas etmiştir. Başka âsârı da. Vardır.Va'z u
nasihatinde büyük bir te'sîr var idi.Bu cihetle Vaiz lâkabîyle iştihar etmişti. Fenn-i inşâya da bi-hakkın âşinâ idi.
Me'hazlar: Keşfu'z-zunûn, Sefînetü'ş-şuarâ', Lûgat-i târihiyye ve coğrâfiyye.[40]

303- Celâlü'd-Dîn-İ Devvânî:

Celâlü'd-Dîn Muhammed b. Es'ad es-Sıddîkî eş-Şâfiî, meşhur bir âlimdir. Kâzerun mülhakaatından (Devvân) karyesinde (830)
târihinde doğmuş, bilâhare diyâr-ı Rûm'a, Horasan'a, Mâverâü'n-Nehr'e rıhlet etmiş, (907) veya (918) târihinde vefat
eylemiştir. Kabrinin Devvân'da. bulunduğu mervîdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[41]

Kudret-i Ilmiyyesi:

Muhammed Devvânî, her ilimde ve bilhassa aklî ilimlerde bir mütehassıs idi. Mahbûbî Lârî'den, Hasen el-Bakkal ve sâireden ilim
ahzetmiş, Fâris ikliminde kadılık yapmış, vaktinin büyük bir kısmını Şiraz'da, geçirmiş yüksek bir mütefekkirdir. Lâfziyle
başlayan sûrelere ayrı ayrı tefsirler yazmıştır ki, hepsine birden nâmı verilir.
Müellefâtı: İngilizceye çevrilmiştir. Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-Fevâidü'l-behiyye, Kaamûsü'l-a'lam.[42]

304- Hakîm Şah:

Muhammed b. Mübarek el-Kazvînî, ulemâdan bir zâttır. Babası etibbâdan bulunuyordu. Aslen İran'daki Kazvin Şehri
ahâlîsindendir. (908) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[43]

Mevkî-i İlmîsî:

Hakim Şâh, Celâlü'd-Din-i Devvânî'nin tilmizlerindendir. Mekke-î Mükerreme'yi ziyaret edip orada mücavir kalmıştı. Müeyyed-
Zâde'nin tavsiyesi üzerine Sultan Bâyezîd tarafından İstanbul'a da'vet edilmiştir. İkinci Sultan Bâyezîd devri ulemâsından dır.
Sultan Süleyman devr-i saltanatında vefat etmiş olduğunu Keşfü'z-zunûn kaydediyor. Tefsir, kelâm, fıkıh, mantık, tıb, edebiyyat
hususlarında büyük bir vukuf sahibi olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır.
Müellefâtı: Fetih Sûresinden âhir-i Kur'ân'a kadardır ki pek kıymetli, bedîü't-terkip görülmektedir. Fâtiha-i Şerîf'e den hatimesine
kadar âyetleri, sûreleri rabtedip aralarındaki irtibatı göstermek için müstakil bir kitap yazmış olduğu da rivayet
olunuyor. Tıbba dâirdir. Osmanlı şâirlerini ilâve etmiştir.
Me'hazlar: Keşfiuz-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[44]

305- İmam Süyûtî:

Ebu'1-Fazl Abdu'r- Rahmân Celâlü'd-Dîn b. Kemâlü'd-Dîn el-Hudayri meşhur büyük bir âlimdir. (849) 'da Kahire'de doğmuştur.
Babası Kahire kadısı bulunuyordu. Kendisi henüz beş yaşında iken yetim kalmıştır. Ecdadı Mısır'ın (Süyût) kasabasında ikaamet
etmiş oldukları için oraya nisbet edilmiştir. (911) târihinde Kahire'de vefat edip Karâfe kapısı hâricinde nâmına izafe edilen
makbereye defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[45]

Ustazları Ve Seyehatları:

İmam Süyûtî, daha sekiz yaşında Kur'ân-ı Mübîn'i hıfz etmiş, bâzı metinler ezberlemiş, ba'dehu Alemü'd-Dîn Bülkînî, Allâme
Muhyi'd-Dîn Kâfiyeci gibi meşâhirden ilim ve irfan tahsil ederek (866) da icazet almış, Şerefü'1-Menâvî'ye, et-Takıyyü'ş-
Şümmünî'ye mülâzemette bulunmuştur.
Şâfiiyyü'l-mezheb olan Süyûtî, İslâm âleminin yüksek âlimlerine mülâki olup malûmatını artırmak için seyahata çıkmış, Dimyat'a,
İskenderiye'ye, Şam'a, Hicaz'a, Yemen'e, Hind'e, Magrib'e, Sudan-ı garbî'deki Tükrûr'a —Eâlî'ye— gitmiş, asrının maârifini,
şuûnunu yakından ta'kîbe çalışmıştır.[46]

Kudret-i İlmiyyesî:

İmam Süyûtî, zamanının teferrüd etmiş bir allâmesi idi, şöhretçe bütün muasırlarına galebe etmiş, vücûde getirdiği kıymetli
eserleriyle nâmını herkesten ziyâde ibkaaya muvaffak olmuştur. Bilhassa tefsir, hadis, fıkıh, nahiv, belagat, lügat, târih ilimlerinde
bir mütebahhir idi. Eslâfın ulûm ve fünûnunu ahlâfa devretmek için hıfzetmiş, sonradan geleceklere tahsil yollarını kolaylaştırmış,
fevkalâde çalışkan, feyizli bir âlim bulunmuştur.
Mısır'da (Şeyhûniye) medresesinde müderris idi. Senelerce tedris ile ve (871)'den i'tibâren iftâ ile meşgul olmuştu. Ahkâm-ı
Şer'iyyede, hadiste, Arabî ilimlerde ictihâd-ı mutlak derecesini ihraz etmiş olduğunu iddia eder, akran ve emsaline tefevvuk
ettiğini tahdîs-i ni'met kabilinden olarak söyler, kendisiyle mubâhase ve' münâkaşada bulunacaklara karşı şiddetli bir lisan
kullanırdı. Bu cihetle aleyhinde bir cereyan meydana gelmiş, Şeyhûniyye'deki yüksek hizmetine Tombay tarafından nihayet veril-
mişti. Bunun üzerine inzivaya çekilerek muhalled eserlerini vücûde getirmiştir.
İmam Süyûtî'nin imha ettiği yazılarından başka dört yüz kadar eseri vardır. Müsteşriki ardan bâzılarının ifâdesine nazaran bu
eserlerin miktarı 415 veya 560'dır. Bu eserlerin mühim bir kısmı matbû' dur. Bu eserlerden bir çoğunun münderecâtı, eslâfıh
eserlerini aynen veya hulasaten iktibas etmek, ilâveler yapmak suretiyle vücûde gelmiştir. Maahâzâ çok kere me'hazlere işaret
edilmiş, ve nakil tarikiyle yazıldığı gösterilmiştir. Binâenaleyh bunlar intihale haml edilemez.[47]

Tefsirdeki Mesleğî:

Süyûtî merhum, tefsir sahasında da büyük bir azim ve kudret göstermiş, tefsire dâir müteaddit, kıymetli eserler vücûde getirmiştir.
İlk te'lîf ettiği eser, istiâze ile Besmele şerhidir. Celâlü'd-Dîn Ahmed el-Mahallî'nin itmamına muvaffak olamadığı muhtasar,
müfîd tefsiri de aynı tarz üzere ikmâl etmiştir ki, "Tefsîr-i Celâleyn" unvâniyle ma'ruftur.
Bu muhterem müfessir, kendi ifâdesine nazaran, unvâniyle bir tefsir-i şerif yazmış, tefsir kitaplarından aldığı ahâdîs ve âsân bütün
senedleriyle zikrederek birçok müeelledât vücûde getirmiştir. Fakat bilâhare bunu okuyacak kimselerden ekserisinin
himmetlerindeki kusuru gördüğünden ihtisarına lüzum hissetmiş, senedleri tayy, yalnız
me'hazları zikretmek suretiyle, unvâniyle bi'n-nisbe muhtasar bir tefsir tertip etmiştir ki, bu da beş ciltten müteşekkildir.
Bu mübarek tefsirde her sûrenin âyetleri tamamen yazılmamıştır, belki haklarında hadîse, âsâra dâir bir şey mevcûd olan âyetler
alınmış, onlara müteallik her ne rivayet varsa nakledilmiştir.
İşbu Ed-Dürrü'1-mensûr kısmen Tefsîr-i Taberî tarzında yazılmış, fakat Taberî tefsîrindeki rivayetlerin tercih ve tashihine, tenkid
ve muhakemesine âit bulunan tetkîkat ve tahkikattan hâlî bulunmuştur.
Ed-Dürrü'1-mensûr dirayet tarikiyle alakadar değildir. Rivayet tarîkına büyük bir inkişaf vermiştir. Âyât-ı celîle hakkındaki
rivayetlere muttali' olmak isteyen, rivayet tarikiyle tefsir yazmak arzusunda bulunan zevat' için Ed-Dürrü'1-mensûr, pek zengin bir
me'haz teşkil eder.
Süyûtî merhum, tefsîr-i Kaazî üzerine yazmış olduğu pek kıymetli hâşiyesiyle de tefsire büyük bir hizmette bulunmuştur.
Müellefatı: Kaazi haşiyesidir. Merv şehrinde neş’et eden meşhur alimleri bildirir. Mısır’ın asar-ı atikasına ait bir tarihdir. Ulum-ı
lugat hakkındadır. Mu’cemü’l büldan’ın muhtasarıdır. Sünen-i Nesei şerhidir. Mevaıza dairdir. Makaametü’n-Nesei diye
ma’ruftur. Manzumdur. Ve saire.

306-Ni’metu’llah Nahcivani:

Mevlânâ Ni'metu'llâh b. Mahmûd, Şeyh Alvân denmekle ma'ruf, büyük bir zâttır. Azerbaycan'ın "Nahcivân" beldesinde doğmuş,
bilâhare gelip tavattun etmiş olduğu Akşehir'de (920) senesi vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.

Kemalat-ı Zatıyyesî:

Ni'metu'llâh Nabcivânî, Şakaayık-i Nu'mâniyye'de denildiği veçhile "Ulûm-i Rabbâniyyede mütebahhir, esrâr-ı İlâhiyye
deryalarına garik" bir ariftir. Gençliğinden i'tibâren asrının âlimlerinden ilim ve irfan tahsiline başlayarak zâhîrî ilimleri öğrenmiş
sonra Söfiyye tarîkına intisâb ederek inzivaya çekilmiş, ma'nevî ilimler ile de zâtını tezyine muvaffak olmuştur. (904) târihinde
Tibriz'den çıkarak diyâr-ı Rûm'a rıhlet etmiş, (905)'de Akşehir'e gelip orada ikaametle neşr-i fazilete başlamış, halkı tenvir ve
irşada çalışmıştır.
Bu muhterem mürşid, fıkhen Hanefî mezhebine tâbi', zühd ü takva ile muttasıftır. Tarikat i'tibâriyle de Nakşibendiyedendir. Kendi
zevk ve şuhûduna, kendi ilhâmât ve mükâşefâtına dayanarak vâcid ve mevcuda dâir bî-ma'nâ tefevvühatta bulunan mütesallif
mutasavvifeden müteberrîdir. Eserlerinden muteşerri', ma'nevî füyûzâta nail, nezih ahlâk ile muttasıf, muktedir bir zât olduğu
anlaşıimaktadır.

Tefsirdeki Mesleğî:

Ni'metu'llâh Nahcivânî, tefsirlere müracaat etmeksizin tasavvuf neşvesiyle lâtif, bedî' bir tefsir yazmıştır ki, ismi dir. Bu tefsir,
te'vil ve tasavvuf bakımından pek güzide bir eserdir. Bunun mukaddimesinde maarif ve hakaayıka, mükâşefât ve müşâhedâta ve
alelıtlak evâmir ve nevâhîye, vahy ve ilhama, nübüvvet ve velayete, ve saireye dâir bâzı malûmat verilmiş, sonra her sûrenin
evvelinde o sûrenin mutazammın olduğu esrar ve letâife mücmelen işaret olunmuş, daha sonra âyetler, mücmel, fakat pek
mükemmel bir irtibat ve insicam dâiresinde zahirî ve batini ma'nâlarına göre tevcîh edilmiştir. Sûrelerin sonunda da ihtiva ettiği
âyetlerden yapılacak istifâdeye, alınacak intibah dersine dâir pek arifane, mutasavvifâne sözler vardır.
Bu mübarek tefsirden bir nümûne olmak üzere Mü'ninûn sûresinin son âyet-i celîlesi hakkındaki beyanâtı nakledeceğiz :
Ey Peygamberlerin en mükemmeli! Sana uyanların, yoluna gidenlerin hepsine talîm için kendilerine tenbîh ve tezkîr içinde de ki :
Ey beni hıfzında, civarında terbiye eden benim varlığımdan ibaret olan günâhımı benim basiret gözümden setreyle. ve kendi
hüviyyetimi Senin hüvıyyetinde nefy ve ifna hususunda bana rahm et, yâ Rabbî! ve Sen’in zâtınla, esma ve sıfatının muktezâsmca
sın ki, Sen'den başka rahîm olanlar, Sen'in İsimlerinin gölgelerinden, vasıflarının akislerinden başka değildirler. Hâsılı hepsi de
Seninledir. Sen'dendir, Sen'de (fânî)'dirler. Sana (müteveccih)'dirler. Sen'den başka ne rahim, ne de Sen'den başka bir mürebbî
vardır.
Sonra da bu mübarek sûrenin tefsiri şöyle bir mev'ıza ile nihayet buluyor : Ey ubûdiyyet ve ihlâs makaamında tahkik sahibi olan
Muhammediyy! Hak Teâlâ'nın sana Nebiyy-i zî-şânının lisâniyle işittirmiş olduğu bu kelimelere (her zaman) bâ-husûs yalnız
kaldığın anlarda, namazlarının nihayetlerinde sâdık bir azm ile, bir sem'-i kabul ve rızâ ile devam etmelisin. Tâ ki kalbinde
yerleşip kalabilsin, sırrında, sinende müstekar bir hâle gelsin, bir derecede ki lisânın tercüman olmaksızın hâlin bunları söylesin,
sana ne zaman bu yüksek mertebede tahakkuk ve temekkün hâsıl olursa fenâ-fi'llâh, bekaa-bi'llâh mertebesine yükselirsin. Bu hâl
ise senin rüsûm-ı hüviyetin muzmahil olmadıkça, levâzim-ı mâhiyyetin dağılmadıkça tamâm olmaz. Bir tarzda ki senin
teayyünâtın re'sen sukut eder, nâsûtî olan teşahhusâtın bil-külliyye fena bulur, artık bu zaman kazanacağın şeyi kazanmış, ereceğin
şeye ermiş olursun. Allâhu Teâlâ'dan öteye ise ne bir maksat, ne de bir müntehâ mevcuttur.
Velhâsıl: Bu mübarek tefsirde idrâkinden âciz bulunduğumuz birçok hakaayık ve dekaayık münderiçtir.
Müellefâtı: Matbu' iki cilttir. Bunun (901)'de müellifinin el yazısı ile yazılmış bir nüshası Enderûn-i Hümâyun'da Üçüncü Sultan
Ahmed Kütübhânesinde mevcuttur. Ve saire
Me'hazlar: Şakayık-ı Nu’maniyye, El-Fevait mukaddimesi, Osmanlı Müelliferi, Keşfü'z-zunûn.[48]

307- Kara Kemâl:

İsmâil Kemâlü'd-Dîn b. Bâlî el-Karamânî, değerli, bir âlimdir. (920) de vefat etmiştir. Edirnekapı'sı hâricinde Emir Buhârî
tekkesinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[49]

Kudret-i Îlmîyyesi:

İsmâil Karamani, bilgili bir zâttır. Ahmed Hayâlî' den, Molla Husrev'den ve daha başka zevattan ilim tahsîl etmiş, Edirne'de
müderrislik yapmış, bilâhare İstanbul'da Medâris-i Semâniyye'den birinin müderrisliği uhdesine tevcih edilmiştir. Hanefî
fukahâsındandır.
Müellefâtı; Bu son eseri, Sultan Bâyezid zamanında yazmıştır. Târihi dır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-Fevâidü'l-behiyye, Osmanlı müellifleri.[50]

308- Müeyyed-Zâde:

Mevlâna Abdu'r-Rahmân b. el-Müeyyed Alî, Amasya'lı, fuzalâdan bir zâttır. (860)'da doğmuş, (922)'de vefat etmiştir. Kabri,
Sultan Eyyûb Türbesi baş tarafındadır. Rahmetullâhi aleyh.[51]

Kudret-i İlmîyyesi:

Müeyyed-Zâde, kudretli bir âlim idi, aynı zamanda şâir ve hattat bulunuyordu. İran'a giderek Celâl-i Devvânî'den icazet almıştı.
Şöyle ki: Bu zât Amasya Sancağında Şehzade Bâyezit ile pek dostâne bir halde yaşıyordu. Sultan Fâtih'e gamz edilerek katline
ferman sâdır olmuştu. Keyfiyyetten haberdâr olan Bâyezit, bu mübarek zâtı (881) senesi Çerkeslerin idaresinde bulunan Haleb'e
gönderdi. Orada Zemahşerî'nin Mufassalı'nı okudu, ma'fûmâtını tevsî' için Mevlânâ Celâlü'd-Dîn Devvâni'nin derslerinde
bulunmak üzere Şîraz taraflarına çıkıp gitti, yedi sene bu zâttan, tefsir, hadîs ve sâir ilimleri okudu. Kendisinden icazet aldı. Sultan
Bâyezid'in culûsu üzerine Anadolu'ya döndü, (880)'de Amasya'ya dâhil oldu, kırk gün sonra İstanbul'a gelerek kudret-i ilmiyyesini
ulemâya müderrislikte, kadılıkta bulundu, Rumeli Kazaskeri de oldu. Sultan Selim ile Çaldıran seferinde bulundu, daha sonra
Sultan Selim bu zatı, Rumeli kadılığından azletmiştir. Mahlası (Fatihi)’dir. Selim Bayezid'e Farsça, Sultan Selim'e de Arapça birer
kaside takdim etmişti.
Bir beyti:
Çâk olan dest-i cefâ ile girîbânımdır.
İlişen har-ı gam u mihnete dâmânımdır.
Müellefâtı: Mukaddimesinde Sultan Bâyezid'in ismini zikretmiştir.[52] âyet-i celîlesi hakkında bir risalesi de vardır.
Sultan Korkud'a ihdâ etmişti.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniyye.[53]

309- Cemal Halîfe:

Şeyh Cemâlü'd-Dîn İshâk, Karamanlı muhterem bir zâttır. (923)'de ve Keşfü'z-zunûn'a göre (930 veya 933)'de; Sicill-i
Osnıâniyyeye göre (940)'da vefat etmiştir. Sütlüce'de türbesi vardır. Rahmetullâhi aleyh, vefatına târih düşmüştür.[54]

Kemâlât-ı Zâtiyyesi:

Cemal Halîfe, âlim, tasavvufa âşinâ bir zâttır. Mevlânâ Kestelî'den istifâde etmiş, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî'nin hulefâsından
Karaman'lı Habîb Halvetî'den tarikat ahzetmiş, tasavvuf öğrenmiştir. Pir Paşa'nın yaptırdığı tekkede şeyh olup va'z ile tefsir ile
meşgul olurdu. Yazısı güzel olmakla Fâtih Sultan'a Kâfiye yazıp ithaf etmiştir. Şakaayık sahibi diyor ki:"Ben bu zâtı maraz-ı
mevtinde ziyarete gittim, kendisinden nasihat diledim, buyurdu ki: Erbâb-ı irfan ve ashabı ikan, zamanımızda mesâlik-i Söfiyyeye
salık olmamak gerektir. Zira şimdiki hâle göre mutasavvifeden ahvâl ve taallüm-i tasarrufu bilir kimse kalmamıştır, Tevhîd ile
ilhad biribirine müteşâbih nesnelerdir. Onları biribirinden temyiz etmek değme kimsenin hâli değildir, imdi sen kendi tarîkinde
sâbit-kadem olmak eslemdir. Amma şöyle ki, tarik-ı tasavvufa mahabbet hâtir-ı âtırına galebe eylerse, meşâyih-i ızamdam şir'at-ı
şerîatte sabit kadem olur bir şir’ati kavi kimse ihtiyar edip ol makule azizin zeyl-i sohbetine teşebbüs ve habl-i metîn-i şeref-i
mukaarenetine iltica, eyle." Bundan iki gün sonra vefat etmiştir.
Müellefâtı: Mücâdele sûresinden nihâyet-i Kur'ân'a kadardır. Ayetleri onar veçhile tevcih etmiştir. cem'iyyetli, faydalı bir
haşiyedir. Şeyhü'l-İslâm Mûsâ Kâzım Efendi tarafından terceme edilmiştir. Sâir eserleri ve Arapça kasideleri de vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı Müellifleri, Sicill-i Osmani, Şakaayık tercemesi.[55]

310- Zekeriyyâ El-Ensârî:


Ebû Yahya, Zekeriyyâ b. Muhammed b. Zekeriyyâ es-Seniki el-Mısrî, meşâhirden bir zâttır. Mısır'ın şarkında "Senîke" denilen bir
mahalde (824) târihinde doğmuş, Kahire'de yetişmiş, (906)'da gözlerine a'mâ ârız olmuş (926) ıda vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi
aleyh.[56]

Mevki-i İlmisî:

Şâfiiyyü'l-mezheb olan Zekeriyyâ el-Ensârî, tefsir, hadîs, fıkıh, usul kırâet, tasavvuf, belagat, lügat, hendese, hey'et, tıb ilimlerinde
bir üstâz idi. Huffâz-ı hadîsden bulunup Şeyhü'l-İslâm unvanını ihraz etmişti. Hafız b. Hacer'den Muhyi'd-Din-i Kâfiyeçi'den,
Îbnü'l-Hümâm ile Alemü'l-Bülkînî'den, Şeref Menâvî ile sâir eâzımdan ilim ahzetmistir. Bidâyeten ihtiyaç içinde yaşarken
bilâhare ilim ve irfanına hürmeten kendisine takdîm edilen hedâyâ ve atâyâ ile büyük bir servete mâlik olmuş, bununla nefis
kitaplar cem'ine imkân bulmuş, kendisine intisâb edenleri ilminden, malından müstefîd etmiştir.
Sultan Kayıtbay'ın ilhâhiyle on sene kadar kadılık yapmış, Kazı'l-Kuzât olmuş, fakat Sultan'ın bâzı hususlarda hakdan udûl ettiğini
görünce yazdığı mektuplariyle kendisini hakka da'vet, zulümden men'e gayret gösterdiğinden dolayı azledilmiş, vefatına değin
münhasıran ilim ile iştigale devam etmiştir.
Kaazî Beyzâvî'nin tefsirine unvâniyle bir ciltlik bir ta'lîkaası vardır, Envârü't-tenzil'de sûrelerin fazâiline dâir münderiç bâzı
ahâdîs-i mevzûaya tenbih etmiştir.
Bir de: adında bir muhtasar eseri vardır ki, bunda muhtelif ve gayr-i muhtelif müteşâbih âyetler zikredilmiş ve Kur'ân-ı Mübîn'in
suâl ve cevaplarından bâzı numuneler gösterilmiştir. Bu eser matbû' dur.
Müellefâtı; Bunun bir nüshası Dârü'l-Kütübi'l-Mısrıyye'de (176) numarada mevcuttur. fıkh-ı Şafiî'ye dâirdir. fıkh-ı Şafiî'ye aittir.
metin, usulden olup Zerkeşî'ye aittir. Fıkıhtandır. Belagata dâirdir. Vakıf ve ibtidaya dâirdir.Matbû'dur. Belagata dâirdir. Bütün
bu eserler matbu’dur.
Me’hazlar: Tabakaatü’s-Sübki, Keşfü'z-zunün, El-A’lam Mu’cemü’l matbuat.[57]

311- Ebü'l-Yümn El-Uleymî

Zeynü'd-Dîn,Abdu'r-Rahmân b.Muhammedb.Abdu'r-Rahmân, Kudüslü bir âlimdir. Alî b. Uleym-i Mukaddesî'ye mensuptur.


(860)'da Kudüs'de doğmuş, (928)'de Kudüs'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[58]

Mevkî-i Îlmîsi:

Ebü'1-Yümn, Hanbeliyyü'l-mezheb, zekî, fatîn, müverrih bir zât idi. Birçok zevattan tahsil yapmış, bâ-husûs Şihâbü'd-Dîn Ahmed
el-Amîrî'nin ve Takıyyü'd-Dîn İsmail el-Mukaddesî'nin meclislerine mülâzemet etmiş, Kudüs'de Kaazı'l-Kuzât olmuştur.
Mürllefâtı: iki cilttir. Bu eser matbu'dur, Fransızca'ya terceme edilmiştir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûât.[59]

312- Yahşi Halîfe:

Amasya'lı Akbilek Yahşi Halife, mübarek bir zâttır. (930)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[60]

Mevkî-i İlmîsi:

Yahşi Halîfe, ilk tahsilini memleketinde yapmış, sonra Arabistan'a giderek İmam Süyûtî, Şeyhü'l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî,
Şemsü'd-Dîn Muhammed es-Sehâvî gibi meşâhirden tahsilini ikmâl etmiş, daha sonra vatanına dönerek kırk sene kadar tedris ile
uğraşmıştır. Değerli, fakîh bir âlimdir. Birçok tefsirler hıfzında imiş, va'z esnasında birçok hakaayık dermeyân edermiş. Resûl-i
Ekrem Hazretlerini birçok defa rü'yâsında görmek şerefine nail olmuştur. Adında bir tefsiri vardır. Adında da bir eseri varmış. Bu
eser, Keşfü'z-zunûn'da ( Şeyh Yûsuf b. Ya'kub el-Halvetî) ye nisbet edilmektedir.
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şakaayık tercemesi — Mecdi Efendi.[61]

313- İbn-i Kemâl Paşa:

Ahmed Şemsü'd-Dîn, Kemâl Paşa-Zâde Süleyman Bey'in oğludur. Tokat'ta (veya Edirne'de) doğmuş, (940) târihinde İstanbul'da
vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı'sı hâricinde Mehmed Çelebi zaviyesi denilen mahaldedir. İhtizârı hâlinde söylediği: cümle-i
duâiyyesi vefatına târih düşmüştür. Cümlesi de bir târih teşkil etmektedir.
"Vay gitti Kemal'i bu asrın" mısraı da ayrıca bir târihtir.[62]

Mebâdi-i Hâli:

İbn-i Kemâl' in ceddi, Osmanlı ümerâsından idi, babası da o meslekte idi. Binâenaleyh kendisi de bidâyeten o mesleğe sülük
etmiş, İkinci Bâyezid zamanında birçok seferlere iştirak eylemiş, askerlikte büyük bir iktidar göstermişti.
Fakat otuz akçe ile Filibe müderrisi olan Molla Lûtfî'nin bir gün Evrenos-Zâde Ahmed Bey'e takaddüm ettiğini görünce ilmin ne
derece şerefli bir şey olduğunu, âlimlerin ne kadar yüksek bir mevki' sahibi olduklarını düşünerek ilmiye mesleğine intisâb etti.
Asrının ne kudretli âlimlerinden ve bilhassa Hatib-Zâde'den, Mevlânâ Muarref-Zâde'den, Kestelî gibi fuzalâdan ders aldı, en
büyük âlimler ile müsâhib olmağa başladı, iltimâa müntehi olan zekâsı az bir müddet içinde kemâliyle inkişâf ederek kendisini
ilimce pek parlak, pek ulvî bir mertebeye yükseltti .[63]
Me'mürîyetleri:

Asrının en dırahşan bir simâ-yı ilm-ü irfanı kesilen İbn-i Kemâl, ilmiyyenin âdeti veçhiyle evvelâ tedrise başladı, Edirne'de Alî
Paşa medresesinde, Üsküp'te İshak Paşa medresesinde, yine Edirne'de Çelebi ve Üç Şerefeli medreselerinde, İstanbul'da Semâniye
medreselerinden birinde, tekrar Edirne'de Bâyezit medresesinde müderrislik yaptı, sonra da Edirne kadılığına ve bilâhare (922)'de
Anadolu kazaskerliğine ta'yîn edildi. Sultan Selim ile beraber Mısır seferinde ve sâir seferlerde bulundu. Mısır'da büyük âlimler,
ile musahabelerde, münazaralarda bulunarak fazl u kemâlini isbât etti, artık şeref ve şanı pek yükselmişti. Maahâza bir müddet de
ma'zûl kaldı, fakat Sultan Süleyman devrinde Şeyhu'l-İslâm Alî Çelebi Efendi'nin (932)'de vefatı üzerine meşihat mansıbını ihraz
etmiş, şeref ve şanı bir kat daha yükselmiştir.
Zamanının en büyük âlimi olan İbn-i Kemâl, iftâ makaamını bî-hak-kın ihraz etmiş, şer'î mes'eleleri hail u fasl hususunda
fevkalâde bir iktidar göstermiş olduğundan (Müfti's-sekaleyn) unvanını almış, vefatına kadar o makamda kalmıştır.[64]

Kudret-i Ilmiyyesi:

İbn-i Kemâl, vücudlarına birkaç asırda bir tesadüf olunabilecek pek mütefekkir, mütebahhir âlimlerden biridir. Nazarları ilmi
mes'elelerin en derinliklerine nüfuz ederdi. Kendisi en muktedir âlimlerin eserlerini intikaada tâbi' tutmaktan, en müşkil
mebhasleri münâkaşa sahasına koymaktan büyük bir zevk duyardı. Bu cihetledir ki, pek kıymetdar olan ye büyük tetkîkaata
müstenit bulunan eserlerinde bu azametli hissiyyâtın talâtumu dâima göze çarpar durur.
Vâkıâ ruhunu dâima tehyîc eden, fikrini her an faaliyete getiren lâtîf, heyecanlı bir ilim ve irfan temevvücâtı, bu zekâ hârikasını
pek tenkitkâr bir hâle getirmişti. En büyük, en meşhur âlimlerin eserlerine haşiyeler yazar, onları intikaada çalışır, hiç kimsenin
hatırına gelmiyecek ince nükteler faydalar keşfederdi.
Allâme Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdu'1-Hay el-Lûknevi. İbn-i Kemâl'in bu garip ruhî halatını güzelce anlamış olduğundan
unvanlı eserinde diyor ki: "İbn-i Kemâl'in musannefâtından olun adlı kitabını mütâlâa ettim., muhakkik, müdekkık bir
zât, Sadrü'ş-Şerîa'nın (Vikaaye)'siyle şerhine i'tirazlâr, iradlar serdedip durmuş, bu hususta kendisini pek haris buldum, fakat
bunların ekserisi gayr-ı vârid, bu i'tirazlâr, ne Vikaaye ile şerhinin iştiharına, ne de kendilerine i'timâd edilmesine noksan
vermiştir. İbn-i Kemal'in Islah ve İzâh'ı ise bu iki kitabın nail olduğu iştihar derecesine erememiştir. Hak olan şudur ki: Bir kitabın
istifâde erbabı yanında kabule, fuzalâ nazarında i'timâda mazhar olmasının medarı, müellifinin fazileti miktarına göre değildir, bu,
ancak Rabbu'l-Alemîn'in bir fazlıdır. Bunun medarı, niyyettir, amellerin hükmü niyyete göredir.”
Abdu'1-Hay el-Lûknevî sözüne devam ederek diyor ki: "Reddü'l-Muhtar'da Tabakaatü't-Temîmî'den naklen deniliyor ki; (Allâme
Ahmed b. Süleyman, her ilimde yed-i tûlâ sahibi idî, hiçbir fen yokdur ki. ona dâir bir veya müteaddit kitabı bulunmasın.
Te'lîfâtının kesreti, ittilâının vüs'ati itibariyle Celâlü'd-Dîn-i Süyûtî gibidir; diyâr-ı Mısriyye'de Süyûtî ne ise diyâr-ı Rum'da da
İbn-i Kemal odur. Bence İbn-i Kemal, Süyûtî'den daha ziyâde dikkat-i nazara, hüsn-i fehme mâliktir, her ikisi de asrının zîneti
idi.) Fakat ben derim ki: İbn-i Kemâl her ne kadar edebiyyâta, usûle ittıla’ cihetiyle Süyûtî'ye müsavi olsa da hadîs ilimlerinde ona
müsâvî olamaz, Süyûtî bu ilimler bakımından daha vâsi' bir nazara, daha ince bir fikre mâlikti, zannımca Süyûtî'den sonra
kendisinin bir misli daha gelmemiştir. İbn-i Kemal ise hadîs ilminde bızâası azdır. Netekim müellefâtını mütâlâa edenlerce hafi
değildir. O halde aralarında semâ ile arz derecesinde tefâvüt vardır."
Filvaki' İbn-i Kemâl, dirayet i'tibâriyle Süyûtî'ye müsâvî, belki ondan daha ince fikre ve nazara, muhakemeye mâlik ise de rivayet
i'tibâriyle onun derecesini hâiz görülemez. Bu hususta Lûknevî haklıdır. İbn-i Kemâl'in Hadîs-i erbain risalesi ve Meşâriku'l-envâr
şerhiyle Süyutî'nin binlerce ahâdîs-i şerîfeyi cami’, muhalled eserleri mukaayese edilirse aralarındaki fark tebarüz eder.[65]

Tefsirdeki Mesleğî:

Hanefiyyü'l-mezheb olan İbn-i Kemâl'in bütün müellefâtında tecellî eden parlak iktidarı, tefsirinde de mütecellî olmaktadır.
Münakkah bir üslûb ile yazmış olduğu tefsîr-i şerifi, nisbeten Kaazî tefsiri kadardır. Bu tefsirde âyetlerin ma'nâları yazılmış,
aralarındaki münâsebetler gösterilmiş, lisâna âit kaaideler lüzumu derecesinde îzâh edilmiş, târihe müteallik hususlar hakkında
kâfi miktar ma'lûmat verilmiştir,
İbn-i Kemal'in ilmindeki vüs'at ve kuvvetten münbais olan intikad fikri, tefsirinde de kendini göstermekten geri kalmamıştır.
Keşşaf gibi, Envârü't-tenzîl gibi bir kısım meşhur tefsirlerdeki bâzı tevcihlere, te'villere İbn-i Kemal'in tefsirinde sarahaten veya
zımnen i'tirâz edilmiş, bu hususta daha sahîh olan tevcih ve te'vîlin neden ibaret olduğuna işaret olunmuştur.
Pek güzel olan bu tefsir kitabı ne yazık, ki tamam değildir, Sâffât Sûresine kadar yazılmıştır. İbn-i Kemal, bu kıymetli tefsirini
ikmâl etmeden irtihâl etmiştir.
Eslâfın böyle nâ-tamam kalan, eserlerinin büyük bir kısmı, ahlâf tarafından itmam edilmiş, tekmileler yazılmıştır. İbn-i Kemal
tefsirinin ikmâline himmet edilmemiş olması teessüfe şayandır. Bu mübarek tefsirin yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinin
bir çoğunda mevcuttur.
İbn-i Kemal'in Tefsîr-i keşşaf üzerine de ta'lîkası vardır ki, eserlerinin en güzellerinden sayılır.Bunda da Seyyid-i Şerîf'in
haşiyesine birçok i'tirazlarda bulunmuştur.[66]

Nesir Ve Nazmı:

İbn-i Kemâl, büyük bir âlim olmakla beraber muktedir bir müverrih, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdir. Mensur yazıları açık,
münakkahtır. Manzumeleri de kendine has, sâde bir üslûbu hâizdir. Şiirde mahlas kullanmazdı.
İbn-i Kemâl ile Ebu's-Suûd Efendi arasında mukaayese yapanlar, her ikisini de fıkha, kelâma, usûle ıttıla' i'tibâriyle birer
mütebahhir görmekle beraber İbn-i Kemâl'in tasavvuf, hikmet, târih, Türkçe eş'ar i'tibâriyle rüchânına; Ebü's-Suûd'un da
edebiyyat, azamet-i üslûb, aheng-i beyân, Arabca eş'ar cihetiyle faîkıyyetine kaail" olmaktadırlar.
Bu iki allâmenin Şeyh Muhyi'd-Dîn-i Arabi'ye dâir vermiş oldukları fetvalarda aralarındaki tasavvuf farkının tecellîsi meşhurdur.
İbn-i Kemal'in Sultan Selim hakkında meşhur bir mersiyyesi vardır. Mısır seferinden dönüşte İbn-i Kemal'in atının ayağından
sıçrayan çamurlar, Sultan Selinı'in elbisesine dokunmuştu. O büyük Sultan: "Ulemânın atı ayağından sıçrayan çamur, benim için
zînet ve mefharete medardır, bu elbisem vefatımdan sonra sandukamın üzerine konulsun." demişti, işte ilim ve ma'rifetin kadrini
bu derece i'lâ eden o büyük cihangir hakkında İ bn-i Kemal, şu beyitleri hâvi mersiyyesiyle teessürlerini izhâr etmişti:
"Azimde nev-civan ve hazımda pîr
Sâhibü's-seyf, sâhibü't-tedbîr
Şems-i asr idi, asırda şemsin
Zılli memdûd olur, zamanı kasır
Hayf Sultan Selîm'e hayf, diriğ,
Hem kalem ağlasın ana hem tîğ"
Müellefâtı: İbn-i Kemal'in eserleri üç yüzden fazla tahmin ediliyor. Bir kısmı şunlardır: usûl-i fıkha âit matbu' bir eserdir. Buna
şerh te yazmıştır. ferâize mütealliktir. Belâgatedâirdir. Bunlar kelâma aittir. Fetva mecmuasıdır. Arabi' den Fârisî'ye terceme
edilmiştir. Fârisîce müteradif lâfızlar arasındaki farkı gösterir. Gülistan'a naziredir. Matbu’dur. Tıb ile alakadar olup basılmıştır.
Matbu’dur.
Me'hazlar: Eş-Şakaayıku'n-Numâniyye, El-Fevâidü'l-behiyye, Keş-fuz-zunûn.[67]

314- Ebu'l-Fazl El-Kâzerünî:

Hatîb, Ebu'1-Fazl el-Karşî es-Sıddîkî, müdekkık bir âlimdir (940) da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[68]

Kudret-i Îlmîyyesî:

Ebu'1-Fazl, tefsire, Arabiyyâta lâyıkıyle vâkıf, mütefekkir bir zâttır. Tefsîr- i Beyzâvî üzerine yazmış olduğu haşiye, muhtasar,
müfîd bir eserdir. Bunda Kaazî'nin bâzı noktalarına ilişir, müşkil ifâdelerini halleder, âlimâne mütâlâalarda bulunur, bâzan Kaazî
ile Zemahşerî'nin ibareleri arasında mukayeseler yapar, ince nüktelere işaret eyler. Kaazî'nin ibaresi dolayısiyle diyor ki: "Mülk,
âlem-i şehâdettir, Melekût da mugayyebattır. Ceberut ise lmâm-ı Gazâlî'ye göre âlem-i maânîdir, umûr-ı ilmiyyedir, Fütuhat
sahibi Şeyh Kâmil'e göre de âlem-i nüfûstur. Ceberuttan maksat "âlem-i ukuldür" de denilmiştir... Evlâ olan dan murad, esrâr-ı
Ulûhiyyettir. Yâni zât ve sıfât-ı mukaddeseye müteallik umurdur." denilmesidir.
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.[69]

315- Mehmed Muhyî'd- Dîn Vefâî:

Şeyh Mehmed b.Şeyh Bedrü'd-Dîn Mahmûd, Muğla'lı bir âlimdir. (940)'da Bursa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[70]

Mevki-i İlmîsi:

Mehmed Muğlavî, fâzıl, mütefennin bir zâttır. Kütahya'da, Bursa'da tedris ile meşgul olmuştur. Adlı bir eseri vardır ki, bunda
yedi matla' ile onbir tabaka üzere bir mukadime îrâd etmiştir. Adlı bir eseri de vardır. Nâmındaki bir eseri de müteaddit fenlere
i'tirazları muhtevîdir. Başka eserleri de vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[71]

316- Muhyi'd-Din Mehmed Cami:

Hacı Hasan-Zâde Muhyi'd-Dîn, Bahkesir'li bir âlimdir. (941)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[72]

Mevkî-i İlmîsî:

Mehmed Câmî, fâzıl, şâir bir zâttır. Tahsilini Bursa'da ikmâl etmiş, Mahmud Paşa delaletiyle Sultan Fâtih'e takdim edilerek
Bursa'ya kadı ta'yîn edilmişti. Sonra kazasker de olmuştur. Tefsîr-i Kaazî üzerine En'âm Sûresine kadar haşiye yazmıştır. Fıkha
dâir adlı iki ciltlik bir eseri de vardır. Eş'ârında Vahîd, Câmî tahallüs ederdi. Şiirinden bir nümûne : "Râh-ı gamında olalı gönlüm
revân sana Terkeyledi alâkasını gitti can sana."
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri.[73]

317- Mehmed Karabâği:

Muhyi'd-Dîn Mehmed, ulemâdan bir zâttır, ( 942)'de İznik'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[74]

Mevki-i İlmisi:

Muhyi'd-Dîn Karabâğî, değerli, çalışkan bir âlimdir, İznik'de müderris bulunuyordu. Keşşafa, Tefsîr-i Kaazî'ye, Telvîh ile
Hidâye'ye ta'likaati vardır. Adında muhâdarâta dâir bir eseri de vardır ki diye meşhurdur. Yirmi üç makaaleden müteşekkil,
tefsirlerden, Miftah şerhlerinden ve şiir mecmualarından muktebes birtakım letâif-i edebiyyeyi ve sâireyi câmi' dir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri,[75]

318- İsâmü'd-Dîn-i Esferâyînî:


İbrahim b. Muhammed Arabşah es-Semerkandî, meşhur âlimlerdendir. Ebû İshak Esferâyîn'in zürriyetindendir. Babası ve dedesi
Esferâyîn'de kadı bulunmuşlardı. (943)'de vefat etmiştir. (951)'de vefat ettiği de mervîdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[76]

Mevki-i İlmisi:

İbrahim İsâmü'd-Dîn, mütebahhir, müşârün-bi'1-benân bir âlim idi. Abdü'r-Rahmân Câmî'nin tilmizlerindendir. Son zamanlarında
Buhârâ'dan Semerkand'e rıhlet etmişti. Birçok faydalı eserleri vardır. Bâ-husûs Kaazî tefsiri üzerine yazmış olduğu haşiye pek
derin tahkîkaatı câmî' dir. Bu haşiye, Kur'ân-ı Kerîm'in evvelinden A'raf Sûresinin âhirine ve Kebe' Sûresinin başından Kur'ân-ı
Mübî'nin sonuna kadardır. Bunu Sultan Süleyman'a ihdâ etmişti.
Müellefâtı: Telhisü’l- miftah’ın şerhidir. şerhidir. sarf, nahiv, beyâna mütealliktir. Tefsir haşiyesinden mâadası nıatbû' dur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn Mu'cemü'l-matbûât.[77]

319- Sa'dî Çelebi:

Şeyhü'l-İslâm Sa'dullâh Efendi, kudretli bir alimdir Kastamonu civârında Daday'da doğmuş, babasiyle İstanbul'a gelmiş, babası
Murad Paşa câmi-i şerifinde imam olmuştu. Sa'dullâh'Efendi (945) târihinde vefat etmiştir. Eyüp Sultan civarında medfundur.
(Bekaaya geçti Sa'du'llâh sânî) mısraı vefatına târihtir. Rahmetu'llâhi aleyh.[78]

Mevki-i İlmisi:

Sa'di Çelebi, kudretli, müdekkık bir âlimdir, ilk tahsilini babasından görmüş, sonra Mevlânâ Muhammed Samsûnî'den tahsilini
ikmâl etmiş, İstanbul'da, Edirne'de müderrislik yapmış, İstanbul kadısı olmuş, İbn-i Kemal'in vefatı üzerine de Şeyhü'l-İslâm'lık
makaamına nail olarak vefatına kadar beş sene bu makamda kalmıştır. Hafızası fevkalâde kuvvetli, târihe ve şiire meraklı bir zât
idi. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine pek makbul bir haşiye yazmıştır ki, Hûd Sûresinden âhir-i Kur'ân'a kadardır. Bu haşiye lâtîf
tahkîkaati, nefis mebâhisi câmi'dir. Keşşaf haşiyelerinden telhis edilmiş, bunlara başka tasarrufât ve mütâlâat da ilâve olunmuştur.
Bu haşiye, ulemâ arasında i'timâda şâyân görülerek üzerine birçok ta'lîkalar yazılmıştır. Bu zâtın mahdumu Pır Mehmed dahi
haşiyelerden bâzı şeyler toplayarak bu haşiyeye ilhak etmiştir. .
Müellefâtı: Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunûn, Devhatü'l-meşâyıh.[79]

320- Atûfi:

Hayrü'd-Dîn Hızır b. Mahmûd b. Ömer Atûfî, muktedir bir âlimdir. Merzifon'da doğmuş (948) yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
Hazret-i Hâlid civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[80]

Mevki-i İlmisi:

Atûfî, mütefennin, fâzıl bir zâttır. İkinci Sultan Bâyezid tarafından Saray-ı Hümâyûn muallimliğine ta'yîn edilmişti. Bilâhare
cevâmi-i şerîfede tefsîr-i şerif tedrisiyle iştigale başlamış, daha sonra inzivaya çekilerek te'lîfât ile meşgul olmuştur.
Müellefâtı: En'âm Sûresinden bâzı âyetlerin tefsirini hâvidir. El yazısiyle bir nüshası Üsküdar'da Selim-Ağa Kütüphanesinde
mevcuttur. Tıbb-ı Nebevî'den bahistir. Vesaire.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[81]

321- Şeyh-Zâde Muhyi'd-Dîn:

Muhyi'd-Dîn Mehmed b. Muslihü'd-Dîn Mustafa, fuzalâdan İzmit'li bir zâttır. (951)'de vefat etmiştir. Kabri İstanbul'da Emir
Buhârî kurbunda Hoca Hayreddin mescidi hazîresindedir. Rahmetu'llâhi aleyh.[82]

Mevkî-i İlmîsi:

Şeyh-Zâde, muktedir, sâlih bir âlimdir. Tahsilini İstanbul'da Efdal-Zâde' den ikmâl etmiş, müderris olmuş, tarîkate intisâb ederek
Emir Ahmed Buhârî hulefâsından Muslihü'd-Dîn Efendi'den istihlâfda bulunmuştur.
Kaazî'ye yazmış olduğu haşiye, pek vazıh, mühim noktaları tenvîre kâfî mu'teber bir eserdir, beş ve dört cilt olarak Kahire'de,
İstanbul'da tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[83]

322- Muhammed El- Bekrî:

Ebü'l-Hasen, Muhammed b. Muhammed Abdu'r-Rahmân ea-Sıddîkî, Mısır'lı bir âlimdir. (899)'da doğmuş, (952)'de vefat etmiştir.
Rahmetullâhi aleyh.[84]

Mevki-i İlmisi:
Ebü'l-Hasen el-Bekrî, fukahâdan bir müfessirdir. İsminde bir tefsiri vardır. Fıkıhtan ile de âsârı cümlesindendir. Eş'ârı da vardır.
Bu tefsirin bir nüshası İstanbul'da Selim-Ağa Kütüphanesinde (73) numaradadır. Bir nüshası da Koca Râgıb Kütüphanesinde
(45) numaradadır.
Me'haz: El-A'lam.[85]

323- Fenârî- Zâde Muhyî'd- Dîn:

Muh'yi'd-Dîn Muhammed Şâh b. Alî b. Yûsuf, Mevlânâ Fenârî'nin hafididir. (954)'de vefat etmiştir. Eyüpsultan civarında
medfundur.[86]

Mevki-i İlmisi:

Fenârî-Zâde fuzalâdan, şuarâdan bir zâttır. (948)'de Şeyhü'l-İslâm olmuş, (952)'de kendi arzusiyle tekaüde sevkedilmiştir. Nâ-
tamam bir tefsîr-i şerifi, Sadru'ş-Şerîa hakkında risalesi ve Şerh-i Miftah üzerine haşiyesi ve şâir âsârı vardır. Harem-i Şerîf'de
mücavir iken Tefsîr-i Şerîf dersiyle meşgul olmuştur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[87]

324- Bedrü'd-Dîn Mahmûd:

Bedrü'd-Din Mahmûd Efendi, Aydın'lı bir âlimdir, (956)'da vefat etmiştir.[88]

Mevki-i İlmisi:

Bedrü'd-Din Efendi, fâzıl, müfessir, nıuhaddis bir zâttır, İstanbul'da Sofu Paşa medresesinde tedris ve te'lîf ile meşgul olmuştur.
Nâmında bir eseri vardır. Osmanlı 'müellifleri, Sicill-i Osmâni.[89] .

325- Şeyh Bedrü'd-Dîn El-Gazzî:

Bedrü'd-Dîn Muhammed b. Radiyyü'd-Dîn Muhammed el-Âmirî, değerli bir alimdir. (1960)'da ve bazı zevata göre (984)'de vefat
etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[90]

Kudret-i İlmîyyesi:

Bedrü’d-Din Gazi, alim,edib,şair,bir zattır.Mezhebce Şafidir. Biri mensur, ikisi manzum olmak üzere üç tefsir yazmıştır. Bir
manzum tefsiri yüz seksen bin beyitten müteşekkil olup üç cilt üzere mürettebdir Birçok alimler Kur’an-ı Kerîm'i nazmen tefsir
etmeği savab görmemişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in elfâz-ı mübârekesini ve ma'nâsını nazm suretiyle muhafaza ve eda çok
kere mümkün olamaz.
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.[91]

326- Abdü'l-Kerim-Zâde:

Mehmed b.Abdü'l-Vehhâb, fuzalâdan bir zâttır.(975)'de vefat etmiştir. İbn-i Kemal'in kabri civarında medfundur. Rahmetu’llâhi
aleyh.[92]

Mevkî-i İlmîsi:

Abdü'1-Kerîm-Zâde, İstanbullu, âlim, değerli bir müelliftir. Kazaskerlik rütbesini hâizdi. Kaazî tefsirine bir haşiyesi vardır ki,
Kur'ân-ı Kerîm' in evvelinden Tâhâ Sûresinin âhirine kadardır. Bundan başka Tecrîd'e haşiyesi, Makaamât-ı Harîrî'ye naziresi,
Leylâ veMecnun manzumesi ve şâir eş'ârı da vardır. Şiirlerinde "Hayalî" tehallüs ederdi.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[93]

327- Dede Cengî:

İbrahim Kemâlü'd-Dîn, Amasyalı bir âlimdir. (975)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[94]

Mevkı-i İlmîsî:

Kara-Dede diye şöhret bulaa Kemâlü'd-Dîn, fâzıl bir zâttır-.Yedi sene Kefe'de müftülük yapmıştır. Kaazî tefsirine haşıyesi vardır.
Tabakaatü’n Nuhât, Menâkıb-ı Evliya, Siyâsetnâme adlı üç eseri daha vardır. Son eseri, Şeyhü'l-İslâm Arif Efendi tarafından
Türkçe'ye terceme edilmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[95]

328- Bostan-Zâde Mustafa:


Mustafa b. Pîr Mehmed, Aydın'h (Tireli) bir âlimdir. (904) 'de doğmuş, (977) veya (968)'de vefat ederek Edirnekapısı haricindeki
Emîr Buharı zaviyesi naziresine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh. Cenaze namazını Fâtih câmİ-i şerifinde Ebu's-Suud Efendi
kıidırmıştır. Söfiyye tarîkatine intisabı menkuldür.[96]

Mevki-Î Îlmîsi:

Bostan-Zâde muktedir, edebiyata vâkıf bir zâttır. îlm-i kırâette bîr nâdire-i zaman idi. Birçok ilimler ile mücehhez idi. Bursa'da,
İstanbul'da müderris olmuş, kadılıklarda bulunmuş, Kazaskerlik makaamını ihraz etmişti, İbn-i Kemal merhumun tilmizlerinden
idi. Kaazî'nin En'âm sûresine ait tefsirine haşiyesi vardır. Bu haşiye Sultan Süleyman'ın teveccüh ve iltifatına vesile olmuştur.
Bundan başka Sadrü'ş-Şerîa haşiyesi, Islah ve İzah haşiyesi, Cüz'-i lâ-yetecezzâ, Kaza ve Kader risaleleri ve Necâtü'l-ahbâb ve
Tuhfetü zevi'l-elbâb adlı eserleri de vardır. Son eseri kimyaya dâir bir mukaddime ile üç babdan müteşekkil muhtasar bir kitapdır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniyye zeyli Atâî.[97]

329- Hatîb Şerbînî:

Muhamnıed Şemsü'd-Dîn b. Ahmed el-Kaahirî, kudretli âlimlerden bir ttır. (977)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[98]

Mevki-i Îlmîsi:

Hatîb Şerbînî, Şafiî fukahâsından müfessir, fâzıl bir âlimdir. Ahmed el-Bürlüsî'den En-Nûrü'1-Mahallî ile Şemsü'r-Remlî'den ve
sâireden ilim ahzetmiş, daha üstazları hayatta iken tedrise, iftâya başlamış, kendisinden birçok kimseler faydalanmıştır. Bütün
Mısır'lılar kendisinin zühd ü salâhına, ilim ve fazlına kaaildiler.El-Minhâc ile Et-Tenbîh'e iki büyük şerh yazmış, daha kendisi
hayatta iken herkes bunları yazmıya, okumaya devam etmiştir.[99]

Tefsirdeki Mesleği:

Hatîb Şerbînî (961)'de Medîne-i Münevvere'de bulunmuş, avdetinde bâzı esdikaasının taleplerine mebnî unvanlı tefsirini
yazmıştır, İlim tedvini hususunda eslâfa iktidâ lüzumunu gösterir bir badîs-i şerife imtisal ve tûl-i ahd fütura uğrıyan taliplere yeni
bir şevk ve neşve vermek için teedîd-i âsâra lüzum görüleceğini dermeyân ederek bu mübarek tefsiri mutavassıt bir halde yazmağa
başlayıp ikmâl etmiştir.
Bu tefsirde ercah olan kaviller iltizâm edilmiş, gayr-i marzî kavillerin zikriyle tatvîl-i makaale meydan verilmemiştir.
Bu tefsirde hilâfiyyâta, i'tikaada müteallik bâzı mühim mes'eleler tahlil edilmiş, gerek rivayet ve gerek dirayet tarikiyle faydalı
ma'lûmât verilmiş, bu suretle bu güzide eser zengin bir hâle getirilmiştir. Keşşaf'dan, Kaazî'den, Râzî'den, Hâzin'den istifâde
edilmiştir.
Bu tefsirin 1496 sahifeden müteşekkil, nefis yazılı, müzehhep bir nüshası İstanbul'da Veli Efendi Kütüphanesinde (146)
numaradadır. Bilâhare Kahire'de dört cilt olarak tab' edilmiştir.
Müellefâtı: matbu' iki cilttir. Bütün bu eserler matbû'dur.
Me'hazlar: Şezerâtü'z-zeheb, El-A'lâm.[100]

330 — Muslîhü'd-Dîn El-Lârî:

Mevlâ Muslihü'd-Dîn Muhammed b. Salâh el-Ensârî, meşhur bir âlimdir. Hind ile Şîraz arasında bulunan "Lar" ülkesinde dünyâya
gelmiş, (979)'da Diyarbekir'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[101]

Mevki-i Îlmisî :

Mevlânâ Lârî, yüksek bilgili bir zâttır. Celâlü'd-Dîn-i Devvâni'nin tilmizlerinden Mîr Kemâlü'd-Dîn Hüseyin'den ve Mir Gıyas'tan
ve sair meşâhirden. ilim ve irfan tahsil etmiştir. Bilâhare Hindistan'a giderek Hümâyun Şâh'ın iltifat ve ikramına nail olmuş, bu
zâtın vefatından sonra Hicaz'a giderek ba'de'l-hac diyâr-ı Rûm'a azimet etmiş, nihayet İstanbul'a gelerek Ebu's-Suûd Efendi ile ve
sair ulemâ ile görüşerek fazl u kemâlini göstermiştir. Daha sonra Diyarbekir'e giderek orada vali bulunan İskender Paşa'ya intisâb
ile evlâdının hocası olmuş ve uhdesine Hüsrev Paşa medresesi müderrisliği ruûsu tevcih olmuştur. Nakli ve aklî ilimlerde bi-
hakkın temayüz etmiş olduğuna âsâri şahittir. Şiiri de vardır. Ebu's-Suûd Efendi'nin meşhur kasîde-i mîmiyyesine nazire yapmış
ise de pek muvaffak olamamıştır. Matlaı şöyledir:
Müellefâh: Bakare ve Âl-i İmrân sûrelerine âit olup dakik mebâhis ile doludur. Abdul-Gafûr diye meşhurdur. Hilkat-ı âlemden
kendi zamanına kadar Farsça yazılmıştır
Me'hazlar: Şakaayık-ı Nu'mâniyye zeylı. El-Ikdü'l-manzum fî-zikr-i efâzilî'r-Rum, Kaamusü'l-alâm.[102]

331- Kınalı-Zâde Alâü'd-Dîn:

Mevlâ Alî b. Emru'llâh, İbnü'l-Hinâî diye ma'rûf bir âlimdir. (916) târihinde İsparta'da doğmuş, (979)'da Edirne'de vefat etmiştir.
Nazır mezarlığı diye meşhur makbereye defnedilmiştir. Rahmettu’llâhi aleyh. Osmanlı müellifleri'nde yazıldığına nazaran
babasının ismi Abdu'1-Kaa’dir Humeydî'dir ki, Fâtih'in muallimi iken Mahmûd Paşa'nın siâyetiyle bu vazifeden
uzaklaştırılmıştır.[103]
Kudret-i İlmiyyesî:

Kınalı-Zâde, yüksek bir âlimdir. Edirne'de, Kütahya'da, Bursa'da, İstanbul'da müderris olmuş, Edirne ve Şam kadılığında
bulunmuş, Anadolu Sadâretine yükselmiştir.
Bu zât, mütefekkir bir Türk müellifidir. Keşşafa, Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyeleri vardır. İmâm-ı A'zam'dan İbn-i Kemal'e kadar da
yazmıştır. Tecrîd'e ve Mevâkıf'a, Hasan Çelebi'ye haşiyeleri vardır. Dürer ve Gurer'e de nâ-tamâm haşiyeleri vardır. Münşeatı ve
güzel eş'ârı da vardır. Hele adındaki kitabı pek meşhurdur. Bu eserinde ahlâk-ı celâli ile ahlâk-ı fâhirî ve muhsinîyi cem’
etmiş, daha birtakım malûmat ile bu eserini tezyin etmiştir ki, emsaline her veçhile faiktır. Bu eseri Şam'da Emîrü'l-Ümerâsı
bulunan Alî Paşa için bir senede te'lîf etmiş, kendi nâmına izafe eylemiştir. Matbû'dur. Münşeatı ve üç lisanda eş'ârı vardır. İki
kit'ası:[104]
Me'hazlar: Keşfu’z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık zeyli Atâî.[105]

332- Nûrü'd-Dîn-Zâde Muslihü'd-Dîn:

Nûrü'd-Dîn-Zâde Muslihüd'-Dîn, Sofya'lı Bâlî Efendi hulefâsından olup Filibelidir. Zahiri ve bâtını ma'mûr zevattandır. Rıhletleri
(Hayrü'l-amel) terkibinin delâleti olan (98l)’dedir, Dersaâdet'de Edirnekapı'sı haricindeki tekyesinde medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh. Kanunî Sultan Süleyman maiyyetinde (Zigetvar) seferinde bulunmuştur.
Müellefâtı: Eserleri gayri matbu' olup şunlardır : (Sûre-i En'âm)a kadar tefsîr-i şerifleriyle ayrıca Tefsir-i Fatiha ve Ve sâiredir.
tasavvuf ve hikmet, ahlâk ve suluktan bahis bir eserdir. (481)'de irtihâl eden meşâhir-i mutasavvife ve ulemâdan Şeyhü'l-İslâm
lâkabiyle mülâkkap (Abdullah Ensârî-i Herevî)'nin olup bir hayli zevat tarafından şerholunmuştur.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri.[106]

333- Nürü'd-Dîn Ahmed Kakamânî:

Ahmed b.Mahmûd el-Asam, Lârende'li fâzıl bir zâttır. (981)'de Karaman'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[107]

Kudret-i Îlmîyyesi:

Ahmed Karamani, kudretli bir âlimdir. Tarîkat-ı Halvetiye'den müstahleftir. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine unvâniyle bir haşiyesi vardır
ki, Bakare ve Âl-i îmrân sûrelerine kadardır. Bundan başka Alâü'd-Dîn Alî b. Yahya el-Karamânî'nin adiyle Sûre-i Mücâdele'ye
kadar yazmış olduğu dört ciltlik tefsir kitabına tekmilesi vardır. Bir de adiyle Türkçe bir eser yazmıştır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[108]

334- Mehmed Bîrgîvî:

Zeynü'd-Dîn Mehmed b. Pîr Alî Muhyi'd-Dîn, mübarek bir âlimdir. (929)'da Balıkesir'de doğmuş, (981) senesinde Aydm'a tâbi*
"Birki" kasabasında vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[109]

Mevki-i Îlmîsı :

Birgilî merhum, ilim ile takvayı cem' etmiş, zahiren ve bâtmen mükemmel bir hâle gelmiş, metîn, vekar ve temkin ile muttasıf bir
fâzıldır. Ahî-Zâde Muhyi'd-Dîn'den ve sâir zevattan ilim tahsîl etmiş, bilâhare Şeyh Abdullah el-Karamânî'ye intisâb ederek
Bayramiyye tarîkına dâhil olmuş, daha sonra şeyhinin emir ve tavsiyesiyle müderris olarak yine ilim sahasına atılmış, ilim ve irfan
neşrine, va'z ve nasîhata devam etmiştir.
Birgilî merhum, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Kazasker Abdu'r-Rahman Efendi'ye mülâzemet ederek bir aralık Edirne'de
Kassâm-ı askerî olmuş, fakat zühd ve takvaya müncezib olan ruhu bu vazifeden sıkılmış, muayyen müddetini bitirir bitirmez
tarîkate intisâb etmiş ve dediğimiz veçhile tedrise ve halkı tenvire çalışmıştır.
İkinci Sultan Selim'in muallimi Atâu'llâh Efendi, menşei olan Birki'de yaptırdığı medresenin müderrisliğini, pek sevdiği bu
muhterem fâzılın uhdesine tefviz etmişti. Bu cihetle kendisinden istifâde etmek için her taraftan yüzlerce talebe-i ulûm, Birki'ye
akın etmiş, bu feyizli âlimin etrafını hâle gibi ihata ederek neşrettiği ilim ve irfan ziyalarından müstefîd olmakta bulunmuştu.
Bu müteverrî1, hayır-hâh âlim, son zamanlarında istanbul'a gelip Vezir Mehmed Paşa ile görüşmüş, muhitin ahvâlinden şikâyette
bulunmuş, zalemeyi tenkil, mezâlimi def ve teb'îd için kendisine müessir nasihatler vermiştir. Ücretle Kur'ân tilâvetinin, ilim
ta'lîm edilmesinin adem-i cevazına, bu hususta yapılan vasıyyetlerin butlanına kaail idi. Bu babda zamanının ulemâsiyle mubâhase
yapmış, Ebu's-Suûd Efendi gibi ekâbire karşı i'tirazlarda, tenkidkârâne mütâlâalarda bulunmuştur.
Bu faziletli âlim, Sûre-i Bakare'nin yarım cüz'üne kadar bir tefsir yazmış, tam bir tefsir yazmaya muvaffak olamamıştır. Yazmış
olduğu mahdud sahifelere nazaran tefsiri, lisâniyyat i'tibâriyle kıymetli bir eserdir. Bunda dakik mazmunlardan, lâtif işaretlerden,
derin görüşlerden daha ziyâde nahiv ve sarfa ait kaaideler göze çarpmaktadır. Kaazî tefsirinden daha muhtasardır, öyle bâzılarının
iddia ettiği gibi Kaazî tefsirine tefevvuk edecek bir tarzda değildir.
Müellefâtı: Nâ-tamam. Bir yazma nüshası Fâtih Kütüphanesinde (230) numarada mevcuttur. tefsire, hadîse, fıkha dâirdir. Bunlar
ahlâka dâir pek güzel eserlerdir. matbû'dur. akaaide dâir olup Mahmûd Es'ad Efendi tarafından terceme ve tab' edilmiştir.
Me'hazlar: El-Ikdül-manzûm fi-zikr-i efâzili’r-Rum.[110]

335- Mevlâna Ebu's-Suüd:

Şeyhü 1-İslâm, Ebu's-Suûd Mehmed b. Muhyi'd-Dîn Mehmed b. Mustafa el-İmâdî, meşhur bir allâmedir. Babası Yavsı Mehmed
Efendi nâmında âlim, sâlih bir zât olduğu gibi anası da Mevlânâ Alâü'd-Dîn Kuşcu'nun kardeşi kızıdır.
Ebu's-Suûd Efendi (896)'da İstanbul'da Müderris Köyü denilen mahalde doğmuştur. Abdu’l-Kaadir el-Hindi'nin adlı eserine göre
Ebu's-Suûd bu târihte İskilip kasabasında dünyâya gelmiştir. Eyüp civarında. medfun olanlara dâir yazılmış bir risaleye nazaran da
Ebu's-Suûd'un pederleri nâmına yapılan ve muahharen Sivas Tekkesi nâmiyle anılan dergâhta tevellüd etmiştir. Ebu's-Suûd
Efendi, İstanbul'da yetişmiş, Sütlüce semtinde oturmuş, (982) târihinde vefat etmiştir. Uzun boylu, uzunca yüzlü, vecih, mehîb,
zâhid bir zât idi, huzurunda herkes söze kaadir olamazdı. Kabri Ebû Eyyûbü'l-Ensârî civarındadır. ibareleri vefatına târihtir.
Rahmetullâhi aleyh.
Mahdumları Şehzade medresesi müderrisi Ahmed Efendi ile Mehmed Çelebi ve Mustafa Efendi'dir. Biraderi de Şeyh Nasru'llah
Efendi idi.[111]

Üstazlarî Ve Me'mûrîyetleri:

Ebu's-Suûd merhum, ilk tahsilini babası Yavsı Mehmed Efendi'den görmüş, onun ihtimâmiyle pek yüksek bir tahsile nail
olmuştur.
Yavsı Mehmed Efendi, İskilip'te doğmuş, Ak-Şemse'd-Dîn'in halîfesi İbrahim Tennûrî'den tarikat ahzetmiş, sâir ilimleri de Alî
Kuşcu'dan okumuş, Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'likalar, Vâridât-ı kübrâ'ya şerh yazmış, ahvâl-i sülük hakkında bir risale kaleme almış,
değerli bir âlim olduğundan oğlunun tahsıline pek ziyâde i'tinâ göstermiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, Müeyyed-Zâde gibi, İbn-i Kemal Paşa gibi büyük üstazlardan ders almış, istifâde etmiş, kendisi de gide gide
en kudretli âlimler sırasına geçmiştir. İkinci Sultan Bâyezid tarafından kendisine yüz otuz akça Çelebi ulufesi verilmiş, Şeyhü'l-
İslâm İbn-i Kemal Paşa tarafından yirmi sekiz akça ile Çankırı medresesine müderris ta'yîn edilmiş ise de buraya gitmesi nasîb
olmamış, otuz akça ile (922)'de İnegöl medresesine gitmiştir. Müteakiben Davud Paşa, Mahmud Paşa, Kekbûze'de Mustafa Paşa
medreselerine ta'yîn edilmiş, (932)'de Bursa'da Sultâniye payesine, (939)'da Bursa kadılığına, bir sene sonra İstanbul kadılığına,
(944) 'de Rumeli Sadâretine nail olmuş, nihayet (953)'de de Meşihat makaamını ihraz edip vefatına kadar otuz sene bu makamda
kalmıştır. Devri, bir ilim ve fazilet devri olmakla mütemâviz bulunmaktadır.[112]

Kudret-i İlmiyyesi Ve Yüksek Şeref Ve Şânı:

Ebu's-Suûd Efendi, asırların emsalini nadiren yetiştirebildiği eâzım-ı ulemâdan biridir. El-Fevâidü'I-behiyye'de denildiği üzere: O
bir şeyh-i kebîr, bir âlim-î nihrîr idi. Onun ne Acem'de bir misli, ne Arap'ta bir nazîri vardır. Zamanında riyâset-i Hanefiyye
kendisine müntehi olmuştur. Usûl ve furû'da kâmil bir kuvvet, şâmil bir kudret sahibi idi. Bâzı mes'elelerde içtihad eder, tahricde
bulunur, delilleri tercih eylerdi. Tefsirde de büyük bir ihtisasa mâlik idi. Zemahşerî'nin Fetih Sûresi tefsirine adiyle bir haşiye
yazmıştır. unvâniyle de pek mükemmel bir tefsir vücûde getirmiştir. Bu eser, Ebu's-Suûd'un ne büyük bir allâme olduğuna şahittir.
Bu tefsirin târîh-i ikmâline cümlesi târih düşmüştür. Ebu's-Suûd da hâiz olduğu belagat ve fesahatten dolayı unvanını almıştır.
Ebu's-Suûd merhum, bu tefsiri kısmen yazıp mahdûmiyle Sultan Süleyman'a göndermiş, Sultan Süleyman, bunu kapıya kadar
istikbal ederek kabul etmiş, Ebu's-Suûd'un meşîhate ait maaşı olan iki yüz akçaya üçyüz akça zammeylemiş, bir sene sonra da
tefsir ikmâl edilmekle müfessirin maaşına yük akça daha zammedilmiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, zamanındaki Osmanlı hükümdarların iltifatlarına, teşviklerine nail olmuş, devletin kanunlarını Şer'-i Şerif
dâiresinde tanzime çalışmış, ilim ü irfanın intişârına hizmet etmiş, günden güne mütezâyid bir şeref ü şân içinde yaşamış, bu
sayede o kıymetli tefsirini yazabilmiştir.
Keşşaf ile Kaazî tefsirinden, sonra hiçbir zâtın tefsiri Ebu's-Suûd tefsiri kadar, i'tibar ve iştihara mazhar olmamıştır, deniliyor.
Filhakika bu gibi eserlerin yazılmış olmasında iltifat ve teşvikin büyük bir hissesi vardır. Meselâ gerek Keşşaf ve gerek Envârü't-
tenzîl bu iltifatın bir semeresidir.
Ma'lûm olduğu üzere Zemahşeri, zamanında binlerce erbâb-ı ilmin teveccühlerini kazanmış, teşviklerine mazhar olmuş, bahusus
Mekke-i Mükerreme Emîri bulunan Şerif Ebu'l-Hasen Alî b. Hamza b. Vehhâs'ın pek ziyâde mahabbet ve teveccühüne nâil
bulunmuştu. Hattâ Allâme bir aralık vatanı olan Harzem'e avdet edince Şerif Hazretleri kendisine pek mütehassir kalmış, tefsir
hususunda ma'lûmâtından istifâdeye ihtiyaç hissetmiş, birçok sahraları, çölleri tayyederek, Harzeme kadar gidip Zemahşerî ile
görüşmek arzusuna bile düşmüştü.
Kaazî ise Şiraz'da vezîr-i zamanın teveccüh ve himayesini kazanmış, parlak bir ilim hayâtına nail olmuş, en yüksek ilmî
mansıbları ihraz etmiş, refâhiyyet ve saadet içinde yaşayarak tefsirini ve sâir kıymetli eserlerini yazabilecek esbaba, cem'iyyet-i
hâtıra muvaffak bulunmuştur.
Ebu's-Suûd Efendi'ye gelince: Bu da iklimleri feth eden ve aynı zamanda ilim ve fennin inkişâfına da büyük büyük hizmetlerde
bulunan, Payitahtını, memleketini birçok ilim ve san'at müesseseleriyle tezyine çalışan Kanunî zamanında yetişmiş, o âlî-himmet
Hükümdâr'ın teveccühüne, himayesine mazhar olmuş, ilm ü irfanın hâmisi olan o büyük Padişâh'ın talep ve teşvikiyle bu
kıymetdar tefsirini yazıp ikmâl edebilmiştir.
Velhâsıl, bu haller gösteriyor ki: bir yerde ilim ve ma'rifetin yükselmesi, muazzam eserlerin vücûde gelebilmesi için gerek halkın
ve gerek ekâbirin rağbet ve himayesine büyük bir ihtiyaç vardır. Bu rağbet ve himayeden mahrûmiyyet hâlinde ise meâlî ibrazına
müstaid birçok zekâlar, daha inkişaf etmeden mahvolur, bulundukları ufukları aydınlatabilecek bir nice dimağlar, daha
parlamadan söner gider.
"Ma'rifet iltifata tâbî' dir. Müşterisiz meta' zâyi'dir."[113]

Tefsirdeki Mesleğî:

Ebu's-Suûd Efendi, tefsirine ne gibi bir maksatla başlamış, bu hususta nasıl bir meslek ta'kîb etmiş olduğunu tefsirinin
mukaddimesinde şu veçhile anlatmaktadır :
"Kur'ân-ı Kerîm'in gavâmızını tefsire, müşkilât ve mu'dılâtını tavzih ve teysîre ötedenberi her asırda ve her yerde ecüle-i ulemâ
tesaddî etmiş, bunlar tetkîkat lüccesine dalarak nice ferîdeler, fâideler tahrir mesleğine getirmiş, kıymetli kitaplar tasnîf
eylemişlerdir.
Amma Mütekaddimîn'in muhakkikleri keııdilerine Seyyidü'l-enâm aleyhi eşrefüs-salâti ve's-selâm Efendimizden baliğ olduğu
veçhile âyetlerin ma'nâlarını temhîd, mebnâlarını teşyîd, maksatlarını tebyîn, hükümlerini tertîb ile iktifa etmişlerdir.
Müteehhirîn'in müdekkikleri ise bunlar ile beraber âyetlerin ihtiva ettiği lâtif mezâyâyı, bedî' esrar ve işârâtı da izhar ve i'lâm
kasdında bulunmuşlardır, tâ ki nâs, Kur'ân'ın i'câz delillerini görsünler, fazlının şevâhidini ve sâir semavî kitablardan imtiyazını
müşahede etsinler. Artık bu hususta mehâsin ve fevâidi cami' olmak üzre birçok güzide kitaplar tedvin etmişlerdir ki, bunlardan
her biri a'yân-ı ümmetin gözlerini aydınlatacak, fâideli mazmunlariyle âzân-ı ezhâm tezyin edecek lâtif lâtif mefhumları
mutazammın bulunmuşlardır. Hele Keşşaf ile Envârü't-tenzıl ise bu hususta büyük bir şan ve şerefle teferrüd etmektedir. Çünkü
bunlardan her biri, çehre-i i'câzın incilâsı için bir âyîne bulunmuştur. Bunların sanki sahifeleri, müşâbehâtın güzel bir mir'atı dır,
satırları da inci dânelerinden dizilmiş, murassa1 bir gerdanlıktır. Geçmiş günlerde, maziye karışmak aylar ve yıllarda bu iki
kitabın mütâlâa ve mümâresesiyle iştigalim, bunların müzâkere ve müdâreseleriyle tevaggulum zamanında dâima hatırımdan
geçerdi ki, bu iki kitabın dürer-i fevâidini bir dakik silke alayım, gurer-i ferâidini güzel vir üslûb ile tertîb edeyim,sair kitaplarda
görmüş olduğum cevâhir-i hakaayıkı, zevâhir-i dekaayikı da bunlara ilâve eyleyeyim.
Maahâzâ inâyet-i Rabbâniyye ve hidâyet-i Subhâniyye neticesi olmak üzere kaasır fikrime sânih olan ve her zekî, âkil kimsenin
meyi ve teveccühünü celbedecek bulunan birtakım avdrif ve meârifi, garâib-i regaibi de Kitâbu'llâh'ın celâlet-i sânına lâyık olacak
lâtif bir tertîb ile, bedî' bir üslûb ile 'bi-tarîkı’t-tersî' bunların arasına ilâve kılayım,' hazâin-i Kur'âniyyede meknuz ve meknûn
bulunan birtakım hafi hakaayık ve rumuzu da, nüfûsu tatmin, uyûnu tenvir edecek surette ibraz ederek min-tarafi'l-lâh haiz-i
hilâfet olan Şenşâhri Cihan Sultan Süleyman'ın hazîne-i âmiresine ihdâda bulunayım.
Heyhat ki, aczim azmime mâni' oluyor, maksadın izzet ve azametinden dolayı tereddütler içinde yaşıyordum, dağ etekleri nerede,
tepeleri nerede! Süreyya ile sera arası nekadar ırak! Ankaayı dâme düşürmek nekadar uzak! Eflâkin burçlarından Cevzâyı tutup
bağlamak nekadar muhal!.
Aradan zamanlar geçtî, etvâr ve şuûn değişti, bir müddet nâsın masâlihini tedbîre mubtelâ oldum, iştigaalâtım teraküm etti, alaık
ve avâık her taraftan hücum gösterdi; muharebelerde, seferlerde, beldelerde dolaşıp duruyordum, bununla beraber bir fırsat
zuhurunu bekliyordum ki, refâhiyyet ve itmi'nân ile, huzûr-ı kalb ve ferâğ-ı bâl ile mâ-fâtî telâfiye, gaye-i a'mâlimi tahsile
çalışayım. Hayfâ ki, ben bu hayâlde iken ahval büsbütün tehavvül etti, hatırıma gelmeyen şeyler başıma geldi, evvelkisinden daha
meşakkatli işlere düştüm, müşkilât-ı enamı, beyne’n-nâs tekevvün eden muhasamatı halil ü fasla me'mûr oldum? yağmurdan
kaçarken sellere tutulmuşa döndüm, baktım ki, fırsat sür'atle geçiyor, ihtiyarlık basmış, ecel yaklaşmış, hayat güneşi ufûle yüz
tutmuş bulunuyor, artık meşâğılımın çokluğuna bakmaksızın arzu ettiğim kitabı yazmaya karar verdim ve tevfîkaat-ı İlâhiyye ile
itmam edince tesmiyye edeyim, üzerime teveccüh eden meşâgıl ve mekârihin kesretine rağmen sehv ve hatâdan, zeyğ u zelelden
sıyânet buyurmasını Rabbü'l-Azamet ve Celâl, Hâliku'l-mülk ve'l-melekût olan Allahu Teâla'dan tazarru' ve niyaz ederek maksada
başladım"
Filhakika Ebu's-Suûd merhum, son zamanlarında gençlere lâyık bir faaliyetle kaleme sarılmış, nâmını bütün dünyâda ibkaa
edebilecek derecede muşa'şa', münakkah bir tefsir yazmağa muvaffak olmuştur.
Merhum bu hususta Keşşaf ile Envârü't- tenzîl' i esas tutmuş, bunların bütün mehâsin ve bedâyiini bir araya toplamış, bunları yeni
yeni mütâlâalarla, işaretli nüktelerle bir kat daha yükseltmiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, bu iki tefsiri me'haz edinmiş, bâzan bunların ibarelerini aynen bile almış olmakla beraber birçok yerlerde
Zemahşerî'nin, Kaazî'nin beyanâtını temrîz ve tenkîd etmiş, bunların tefsirlerinde okadar izah edilmemiş olan bir nice mühim
mes'eleleri ta'mîk ve tavzihde bulunmuştur.
Eu büyük müfessir, son asırlarda guruba varmış gibi görünen ilim ve irfan güneşinin tekrar inkişâfına güzel bir hizmet etmiş, Türk
âleminin yüzünü güldürmüş, ma'rifet ve fazilet çehresini yeni şeref hâlesiyle tezyin eylemiştir.
Ebu's-Suûd Efendi'nin bu tefsirine (1041)'de vefat eden Şeyh Ahmed er-Rûmî el-Akhisârî'nin (Sûre-i Rum'dan Sûre-i Duhân'a)
kadar bâzı ta'lîkaatı olduğu gibi nısfına kadar mahalline de Şeyh Radiyyü'd-Dîn b. Yûsuf el-Makdisî'nin ta'lîkaatı vardır. Şeyh
Radiyyü'd-Dîn, Zemahşerî ile Kaazî’nin sözlerini naklederken: diyor, Fâzıl-ı Şehir Ebu's-Suûd hakkında da diyerek
bunların arasında muhakeme yürütüyor. Bu tefsirin dibacesini de (1003) târihinde vefat eden Zeyrek-Zâde Mehmed Efendi
şerhetmiştir.
Keşşaf ile Kaazi tefsirlerine pek çok haşiyeler, talikalar yazılmıştır. Ebu's-Suûd tefsiri ise ilmî faaliyetin eksildiği bir zamana
müsadif olduğu, zâten kendisi de vazıh bir tarzda yazılıp izahattan kısmen müstağni bulunduğu ve bi'n-nisbe mufassal olup tedrise
pek elverişli bulunmadığı cihetle üzerine pek çok haşiye ve ta'lîka yazılmamıştır.
Maamâfih Keşşaf ile Envârü't-tenzîl haşiyeleri çok kerre Ebu's-Suûd tefsirine de hizmet edebileceğinden bunun için de ayrıca
haşiye yazılmasına ihtiyâç görülmemiş demektir. Tefsirinin iki nüshası Haremeyn-i Şerîfeyne gönderilip istinsahı için talebe-i
ulûma izin verilmişti.[114]

Kaazi Tefsiri İle Ebu's-Suûd Tefsiri Arasında Bir Mukaayese:

Bu iki tefsir arasında bir mukaayese yapılacak olursa birtakım bakımdan Kaazî tefsirinin, diğer birtakım bakımdan da Ebu's-Suûd
tefsirinin fâikıyyeti görülmüş olur. Ezcümle:
1- Kaazî tefsiri, târihî bir kıdeme mâliktir, kendisinden sonra yazılan tefsirler için bir me'haz sırasında bulunmuştur, Bu tefsirde
dirayet i'tibâriyle büyük bir mehâret gösterilmiş, pek ince nüktelere,' latifelere işaret olunmuş, selâset ve munakkahiyyet cihetiyle
de pek ziyâde i'tinâ gösterilmiştir.
2- Kaazî tefsirinde Keşşaf güzelce telhis edilmiş, Zemahşerî'nin i'tizâlini gösteren noktalar Ehl-i Sünnet mezhebi üzere tashih ve
tevcîh edilerek hakkın tecellîsine hizmet olunmuştur,
3- Kaazî tefsiri, islâm ulemâsının daha mutekâsif bulunduğu bir devreye müsadif bulunmuş, binlerce ulemânın hadde-i
tetkikinden geçmiş, üzerine birçok haşiyeler yazılmış, âmmenin kabulüne mazhar olmuştur.
4- Kaazî tefsiri, kırâet vecihleriyle daha ziyâde alâkadardır. Bir kısım mütesavvifâne, hakimane beyanâtı muhtevidir. Bu tefsir,
pek mûcez ve müfîd olduğu cihetle ilim müesseselerinde tedrise elverişli bulunmuş, bunun münderecâtından Ebu's-Suûd merhum
da pek ziyâde istifâde etmiştir.
İşte bu gibi hususlardan dolayı Kaazî tefsiri, Ebu's-Suûd tefsirine fâiktir.
1- Ebu's-Suûd tefsirine gelince: Bu, Kaazî tefsirinden mufassaldır, münderecâti daha mütenevvi', mütâlâası daha nâfi'dir. Târihen
muahhar olduğu cihetle Keşşaf ile Envârü't-tenzîl' in muhteveyâtını, —kendilerinden istiğna hâsıl olacak bir surette— câmi'dir.
Bundan başka bir hayli fevâid ve mutâlââtı da zamîmeten hâvidir.
2- Ebu's-Suûd, dirâyet hususunda büyük bir muvaffakiyet göstermekle beraber rivayet tarîkini da Kaazî'den ziyâde iltizâm
etmiş, tefsirini birçok ahâdîs-i şerife île tezyine çalışmış, i'tikaadî, fıkhî, târihî mesâil ve vakaayi' ile de daha ziyâde alâkadar
olmuştur.
3- Ebu's-Suûd da Kaazî gibi Keşşafın i'tizâle temas eden noktalarını ıslaha çalışmış, Keşşafın te'vîlâtına muhalif bir te'vil ve
tevcih tarzı ihtiyar etmiştir. Fakat bu vadide Ebu's-Suûd merhumun ihtiyar ettiği te'vlâât ve tevcîhât tarîki, Kaazî'nın iltizâm ettiği
tarikten daha kuvvetli, daha müdekkıkaane düşmüştür.
4- Ebu's-Suûd tefsirinde nahvî, edebî tahlîlât daha ziyâdedir. Âyetlerin aralarındaki münâsebet ve insicam gösterilmiştir. Bu
tefsirin yazılışındaki belagat, tertîbindeki ahenk, üslûbundaki ulviyyet, beyânâtındaki nezâhet insanı teshir edecek derecededir.
Bununla beraber ibareleri vazıh olduğundan mütâlâası kolay, haşiyelerin rehberliğine gayr-ı muhtaçtır.
5- Ebu's-Suûd tefsiri, Kaazî tefsiri hakkında yapılan bir kısım tenkidlerden sonra yazılmış, Kaazînın uğradığı muâhazelerden
âzâde bir tarzda bulunmuş, Kaazî'nin müsamaha gösterdiği bâzı yerlerde Ebu's- Suûd merhum mütâlâalar serdiyle
hakikatin yüzünden hafâ perdesini kaldırmıştır.
6- Kaazî, Şafiî mezhebinde, Eş'arî i'tikaadındadır. Ebu's-Suûd ise Hanefî mezhebinde, Mâtürîdî i'tikaadındadır. Bu cihetle fıkha,
akaaide müteallik mesâil-i hılâfiyyede Ebu's-Suûd müntesib olduğu tarîki takviye etmiş, o dâirede âyât-ı celîleyi tefsîr ederek
lâzım gelen mütâlâalarda bulunmuştur.
Binâenaleyh bu gibi hususlardan dolayı da Ebu's-Suûd tefsiri bizce Kaazî tefsirine tefevvuk etmektedir.
Hulâsa-i kelâm, Kaazî Beyzâvî'nin tefsiri, pek güzel, pek müfîd, fevkalâde mühim olmakla beraber mütâlâa erbabını Ebu's-Suûd
tefsirinden müstağni edemez, fakat Ebu's-Suûd merhumun tefsiri, Kaazî tefsîrinden müstağnî edebilir.
Feyyâz-ı Kerîm Hazretleri her ikisine de bol bol rahmet etsin. Amîn,[115]

Ebu's-Suûd Tefsirinden Îkî Numune:

Birinci nümûne: Ma'lûmdur ki, Tebûk Gazvesi esnasında Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'e, bâzı kimseler,
bi'1-mürâcaa birtakım ma'zeretler dermeyân ederek gazaya iştirakten istisna edilmelerini dilemişler, Nebiyy-i Efham Efendimiz de
buna müsâade buyurmuştu. Bu hâdise üzerine:[116] âyet-i kerîmesi nazil oldu.
Resûl-i Ekrem'in bu müsâadeleri olsa olsa "terk-i evlâ" kabilinden bir şey idi, eğer müsâade verilmeyip te bunların inkişâf-ı
ahvâline intizar olunmuş olsaydı daha muvafık olurdu. Böyle "terk-i evlâ" kabilinden olan bir şey ise hatâdan ma'dûd, muâtebeyi
mûcib bir hareket sayılamaz. Maahâzâ bu müsâadenin bir içtihada müstenid olması da melhuzdur. Ciddî veya vâhî ma'zeretler
dermeyân ederek cihâda iştirakten kaçınan kimselerin mevcûdiyyeti, İslâm Ordusunun kuvvetini artıramaz, bilâkis ma'neviyyâtını
za'fa düşürebilirdi. Bu halde bunların orduda bulunmalarından ise bulunmamaları daha münâsip görülmüş olabilirdi. Bu bir ictihad
neticesidir. Böyle bir ictihad, isabete karin olmasa da muâtebeyi müstelzim olmaz, bilâkis sahibi hakkında —Bezl-i mechudda
bulunmuş olduğu için— sevaba vesile olur.
Halbuki Zemahşeri. tefsirinde bu hususlardan zühul etmiş, Resûl-i Ekrem hakkında Kur'ân-ı Hakîm'in işaret ettiği âdâb-ı hıtabdan,
nezâhet-i beyandan gaflet göstermiş, Nazm-ı Şerifini : "Hatâ ettin, ne fena yaptın" tarzında tevcîh etmiştir ki, böyle bîr ifâde Ze-
mahşerî gibi belîğ bir allâme için büyük bir nakısa teşkil etmektedir. Bunun içindir ki, İmam Sübkî gibi müteverri' âlimler,
Keşşaf'ı tedristen imtina' etmişlerdi.
Bu böyle iken Kaazî Beyzâvî de Zemahşeri'ye tâbi' olmuş, onun tarz-ı tefsirini almış, o da öyle bir edebî nakısa irtikâb etmiştir.
Muhaşşî Şihâb diyor ki : "Kaazî için lazım idi ki, bu misilli yerlerde Zemahşeri'ye mütâbeat etmesin"
Evet. Kaazî, bu âyet-i kerimeyi tefsîr ederken diyor ki: nazm-ı şerifi, Hazret-i Peygamber'in izin hususundaki hatâsından
kinayedir. Çünkü afiv, hatânın revâdifindendir. kavl-i münîfi de kinaye tarikiyle iş'âr ve kendisinden dolayı muâtebe olunan hatâyı
beyandır. Ma'nâ şöyledir: "Senden istizan ettikleri ve birtakım yalanlar ile teallül gösterdikleri zaman, onlara oturmaları, cihaddan
tehalüf etmeleri için neden izin verdin, tevakkuf etmeli değil mi idin? Tâ ki doğru yere intizarda bulunanlar sence tebeyyün etmiş,
yalancıları da bilmiş olaydın,"
Hâsılı Kaazî, bu âyet-i kerîmenin tefsirinde kendisi gibi mütefekkir, edîb bir nıüfessirden beklenilen hakimane tetkîkaatı îfâ,
nezâhet-i beyânı muhafaza edememiştir.
Şimdi bir kere de Ebu's-Suûd tefsirine bakalım: Koca fâzıl, nekadar nezîhü'l-beyândır. Diyor ki:
"Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz cihâda iştirak etmemek üzere istizanda bulunanların istitâatları bulunmamasına dâir
dermeyân ettikleri ma'zeretlere mebnî kendilerine izin vermiş, hakîkat-ı hâlin incilâ ve inkişâfına değin teennide bulunmamıştı. Bu
ise evlâ ve efdali terkten başka değildi. İşte: Nazm-ı Şerifi Resûl-i Ekrem'den sudur eden bu (Terk-i evlâ) 'in afv-i İlâhîye mazhar
olduğunu sarahaten göstermektedir.
Nazm-ı Kerimi de afiv ile işâret olunan terk-i evlâyı mübeyyindir. "Onlar birtakım teallüllerde bulundukları zaman tehallüflerine
ne için hemen izin verdin" ma'nâsını müfiddir. Maahâzâ bu Hitâb-ı İlâhî, nübüvvet umurunun kavi esbaba menût olmasının
maslahata muvafık olacağına ve mütehalliflerin maa'l-yemîn serdettikleri özürlerin vâhî olduğuna, sıdkı zahir olmayan özürlerin
izin için sebeb olmağa gayri lâyık bulunduğuna işareti de mutazammındır.
Nazm-ı Münîfine gelince: Bu da evlâyı beyandan ve Resûl-i Ekrem'i afdal ve evlâ olan umura tergibten ibarettir."
Ebu's-Suûd merhum, âyet-i kerîmenin nükât ve mezâyâsı hakkında daha birçok mutâleât dermeyân ettikten sonra diyor ki :
“Bu âyet-i celîlede Hitâb-ı İlâhînin beşâret-i afv ile başlayıp da itabı mühim bir şey ile başlamaması Resûlu'llâh'a murââtı, hüsn-i
mükâlemeyi, lûtf-ı müracaatı mutazammındır. Netekim akıl ve zekâ ashabına hafi değildir."
Muhterem müfessir daha sonra "Süfyân b. Uyeyne" nin Zemahşerî aleyhine dermeyân ettiği pek müdakkıkaane bir mütâlâayı nakl
ile âyet-i cel ilenin tefsirine nihayet veriyor.
Şakaayık-i Nu'mâniye sahibi Taşköprülü-Zâde Ebu'1-Hayr Isâmü'd-Dîn Efendi, Ebu's-Suûd Efendi'nin bu âyet-i kerîme tefsirinde
şân-ı nübüvvete ihtiramı mutazammın olarak dermeyân ettiği beliğ nükâta. muttali' olunca şu kıt'asiyle senâkârâne duygularını
izhâr etmiştir:[117]

İkinci Numune:

Ayet-i kerimesi İlâhî ni'metlerin gayrı mütenâhî olduğunu nâtıktır. Fahrü'd-Dîn-i Râzî gibi bâzı mütefekkir müfessirler, Cenâb-ı
Allah'ın bilhassa beşeriyyet hakkında mütecellî olan mütenevvi', sayılması gayr-i kaabil ni'metlerinden bir kısmını bir levha
hâlinde enzâr-ı intibaha vaz' edecek beyanatta bulunmuşlardır. Fakat bu bâbda Ebu's-Suûd merhum pek güzel bir hikmet ve
belagat levhası meydana koymuştur.
Zemahşerî, bu âyet-i celîlenin tefsirinde yalnız şu kadar bir şey söylüyor : "Cenâb-ı Allah'ın nimetlerini hasren beyân edemezsiniz,
ta'dâdına ve nihayetine vusule muktedir olamazsınız. Bu, ni'met-i İlâhiyyeyi icmâlen ta'dâd etmek istenildiği takdirdedir. Tafsiline
gelince buna zâten Cenâb-ı Hak'tan başka kimse kaadir ve âlim olamaz."
Kaazî de bu mealde olarak şöyle demektedir: "Allâhu Teâlâ'nın ni'metlerini hasredemezsiniz, efradını değil, envâmı bile saymağa
muktedir olamazsınız. Çünkü bu, gayri mütenâhîdir.
Müfredin izafet hâlinde istiğrak ifâde ettiğine bu âyet delildir. —Yâni Lâfza-i Celâl’e muzâf olan ni'metten maksad, Cenâb-ı
Hakk'ın bütün nimetleridir— İnsan, şükründen gaafil bulunmak suretiyle niam-i İlâhiyyeye karşı pek zâlimdir. Yâhud ni'metten
mahrûmiyyete ma'ruz bırakmak cihetiyle nefsi hakkında pek zulûmkârdır. Ve insan, şedîdü'l-küfrandır. —Nail olduğu ni'metleri
inkâr eder durur.—
Şöyle de denilmiştir ki: İnsan, şiddet hâlinde zulümdür, şikâyette, ceza' ve feza'da bulunur, ni'met zamanında da keffârdır, cem'
eder, men' eder. —Yâni ni'metleri kendisi için toplar, fakat başkalarından esirger durur.—
Şimdi bir kere de Ebu's-Suûd merhumu dinleyelim: Niam-i îlâhiyyenin keyfiyyet ve kemiyyet i'tibâriyle, yâni gerek kıymet ve
gerek adet cihetiyle nekadar büyük olduğunu tefsirinde ne hakimane, ne belîgaane bir sûrette tasvir ediyor, ezcümle diyor ki:
"Ey İnsanlar! Allâhu Teâlâ'nın ni'metlerini, sizlere in'am buyurduğu şeyleri saymak isteseniz onları icmâlen olsun hasra, sayıp
bitirmeye kaadir olamazsınız. Çünkü bunlar gayri mütenâhîdir.
Evet. Bu böyledir. İnsanlardan her hangi bir ferd olursa olsun, velevki son derece fakir, derd ü belâya müptelâ olsun, teemmül
edince görürsün ki, bu ferd, sayılması kaabil olmayacak mertebelerde ni'metlere müstağrak bulunmaktadır, âdeta imkân
dâiresinden hâriç denilecek derecelerde lûtuflara her an mazhar olmaktadır.
Eğer bunda şüphen var ise farzet ki, bir ferd, bütün yer yüzüne mâlik bulunuyor, emir ve fermanına en büyük milletleri itaat
ettirmiş, her istediğine nail olmuş, âlemin hazînelerini bilâ-müzâhim elde edebilmiş, hattâ öyle de takdir et ki, ülkesindeki taşlar,
topraklar kıymetli yakutlardan, nefis inci dânelerinden ibaret. Sonra da farzeyle ki, bu fert, ölecek bir hâle gelmiş, böyle bir sırada
her nasılsa —mâ-bihi'1-hayâtı olacak— bir katre sudan veya bir lokma taamdan mahrum, bulunuyor. Şimdi bu halde hararetini
giderecek bir katre su veya hayâtını kurtaracak bir lokma taam mukaabilinde bütün şu emlâk ü emvalini feda etmez mi? Yoksa
helakini ihtiyar eder de bu emlâk ü emvalin fâidesiz yere bilâ-bedel elinden çıkmasına razı mı olur?
Hayır, hayır. bütün bu servet ve samanını feda eder de mâ-bihi'1-ha-yâtı olan o bir katre suyu veya bir lokma taamı alır ve bu alış
verişinde asla aldanmış sayılmaz.
Demek oluyor ki, bu halde o bir katre su, o bir lokma taam bütün dünyâdan binlerce derece hayırlı imiş. Halbuki insan bunları
istediği zaman kolaylıkla elde etmeğe nail olup duruyor. Ne büyük ni'met!
Yâhud şöyle de farzet ki, o ferd, nefesi tıkanarak teneffüsten mahrum kalmış, her taraftan üzerine ölüm gelmekte, şimdi bu ferd
bir nefes mukaabilinde şu elindeki bütün emval ve emlâkini feda etmez mi? Evet. Feda eder, eyi de etmiş olur. Bu halde bir nefes,
bütün dünyâ mallarından hayırlı olmuş olmuyor mu? Halbuki insan gece ve gündüz, her an ve dakika, uyurken uyanıkken hiçbir
bedel mukaabilinde olmaksızın bol bol nefes alıp veriyor, bu herkesçe zahir bir hakikattir. Ne kıymetli bir ni'met...
Daha ziyâde hakîkat-ı hâle vukuf kesbetmek istersen düşün ki: insan, kendi mümkün mâhiyyetinin muktezâsına nazaran vücûd ve
vücûde tâbi' olan kemâlât-ı lâika ve melekât-ı râikaya istihkaktan pek uzak bulunmaktadır, bir surette ki, eğer kendisiyle inâyet-i
İlâhiyye arasındaki alâka kesilecek olsa insan, asla karar edemeyip kendisi için adem çukurundan, helak vadisinden başka
dinlenecek bir yer bulamaz. Lâkin Hak Teâlâ'nın cânib-i akdesinden insanın zâtına, vücûduna ve sâir ruhanî, nefsânî, cismânî
sıfatlarına müteallik beyan dâiresinden hâriç, alîm olan Halıktan başkası için bilinmesi gayri kaabil bir nice mütenevvi' feyizler,
her an, her saniye feyezan edip duruyor da insan bu sayede varlığını muhafaza edebiliyor.
Biraz izah edelim: İnsan, ibtidâen vücûde müstahak olmadığı gibi bekaaen de müstehak değildir. Bu, ancak mebde-i evvel olan
Zât-ı Bârî'nin bir ihsanıdır. Nasıl ki, İnsanın ilk önce vücûde gelmesi, kendisine bütün adem-i aslînin yolları kapanmadıkça
düşünülemez, insanın vücût üzerine bekaası da kendisine adem-i târînin bütün yolları münsed olmadıkça tasavvur olunamaz.
Çünkü devam ve istimrar, Vâcibü'1-vücûdun hasâisindendir.
Şu da ma'lûmdur ki: İnsanın varlığının tevakkuf ettiği ilel ve şerait, umûr-ı vücûdiyyeden olduğuna göre mütenâhîdir. Zîrâ taht-ı
vücûde giren şeylerin mutenahi olması vâcibtir. Fakat insanın varlığında methali bulunan umûr-ı ademiyye böyle değildir, bunlar
gayrı mütenâhîdir. Bir şeyin varlığı için gayri mütenâhî maniaların bulunmasında istihale yoktur. Müstehil olan nihayetsiz
maniaların taht-ı vücûde duhûlüdür. Artık böyle birçok maniaların irtifâı, yâni bunların her an vücûde getirilmesi nefse'1-emirde
mümkün iken vücûde getirilmeyip te öyle adem üzere kalmaları hakîkaten gayri mütenâhî ni'metlerdir. Bu, böyle olduğu gibi
insanın varlığını te'mîn eden yakın ve uzak ilel ve şeraitin ve insanın vücûduna tâbi' kemâlât ve melekâtın ibtidâen ve bekaaen
varlıkları da böyle gayr-i mütenâhî ni'metlerden başka değildir.
Artık tevazzuh ediyor ki, insan üzerine her an muhtelif cihetlerden gayri mütenâhî ni'metler feyezan edip duruyor.
Yâ Rabbî! Sen'i tenzih ederim. İlâhî! Sen'in Saltanatın ne büyüktür! Gözler nazarlariyle Sen'i mülâhaza edemez, akıllar
düşünceleriyle Sen'i mütâlâada bulunamaz. Şân-i Ulûhiyyetin bir şeye benzemez, ihsanın nihayet bulmaz, bizler ise Sen'i bilmekte
mütehayyirleriz, merâsim-i şükranını îfâda âcizleriz, turuk-ı ma'rifetine hidâyet et, hukuk-ı ni'metini edaya muvaffak buyurmanı
Sen'den niyaz eyleriz. Sen'in senanı sayıp bitiremeyiz, Sen'den başka ma'bud yoktur, Sen'den mağfiret dileriz ve Sana
rücû' ederiz."
Ebu's-Suûd Efendi'nin bu mealdeki mütâlâati hakikaten pek güzeldir. Müfessir Âlûsî-Zâde bu âyet-i kerimenin tefsırinde evvela
Fahrü’d- Din-i Râzî'nin pek hakimane olan beyanâtını naklediyor, sonra da Mevlânâ Ebu's-Suûd'un son mütâlââtını naklederek
şöyle diyor: "Bundan tebarüz ediyor ki, Ebu's-Suûd, bu makaamın tahkıkında İmam'ı arkada bırakmıştır. Eğer Râzi bunu işiticek
olsaydı elbette bunun zikrinde Ebu’s-Suûd'a iktidâ eder ve ona ihtidayı nimetler sayardı." Ne güzel takdir![118]

Edebîyyattakı Kudreti:

Ebu's-Suûd Efendi, aynı zamanda kudretli bir edîb, bir şâir idi. Babası kendisine edebî fenleri ta'lîm etmişti, Arabistan'da
bulunmadığı halde pek mükemmel Arapça konuşur, Arapça yazar, belagat ve fesâhatına bülegaa-yı Arabi da hayran bırakırdı.
Arabî, Fârisî, Türkî eş'ârı, vardır, bilhassa Arapça manzumeleri pek güzel, pek belîğânedir.
Matlaiyle başlayan kasîde-i mîmiyyesi pek meşhurdur. Pek parlak edebî asardan sayılan bu kasideyi Arap üdebâsından Garsü'd-
Dîn Ahmed el-Helebî ve Şemsü'd-Dîn Muhammed el-Helebî şerh etmişlerdir.
Târihi müellifi, fusahâyı Araptan, Kutbü'd-Dîn Muhammed el-Mekkî bu eserinde diyor ki: "Sultan Süleyman'ın cenaze namazını
Ebu's-Suûd Efendi kıldırmıştır.Bu Sultan hakkında şâirler her lisanda meşhur, mutantan mersiyeler yazmışlardır, bunların en
büyüğü, en güzeli ise müftî-i müşârün-ileyhin mersiyesidir.” ki, şu beyitlerle başlar:[119]
İşbü müverrih Kutbü'd-Dîn, Mekke-i Mükerreme'de Kanunî'nin inşâ ettirdiği dört medreseden Medrese-i Hanefiyye'de (975)
târihinde müderris olup orada Ebu's-Suûd tefsirinden bir miktar tedriste bulunmuş olduğunu da kaydediyor. Vefatı (988) târihine
müsadiftir. Mezkûr kitabını şâir Bakî Efendi Türkçeye terceme etmiştir.[120]

Ebu's-Suüd Efendî'nîn Müellefâfı:

İstanbul kütüphanelerinde pek nefis, müzehheb yazma nüshaları vardır. Hem müstakıllen hem de Tefsîr-i kebîr'in kenarında tab'
edilmiştir. Keşşafın Sûre-i Fethine aittir. Merhûm'un vefatından sonra toplanmış olduğundan pek mu'teber değildir. Bâzı kararları,
fetvaları muhtevi küçük bir risaledir.
Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye,Tekmiletü'ş-şakaayık li'l-Atâî, El-Ikdü’l-manzûm fî-zikri efâzıli'r-Rûm, Devhatü'l-meşâyıh,
Kaamûsu'l-A'lâm, Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî.[121]

336- Atıyye B. Alî:

Âtiyye b. Alî b. Hasen es-Sülemî el-Mekkî, fâzıl bir zâttır. (983)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[122]

Kudret-i Îlmiyyesı:

Atiyye b. Alî, Zeynü'd-Dîn lakabını haiz olup asrında Mekke-i Mükerreme'nin âlimi ve fakîhi bulunuyordu.Üç ciltlik bir tefsiri ve
sair âsâri vardır.
Me'haz: El-A'lâm.[123]

337- Yûsuf Sînânü'd-Dîn:

Amasya'lı Yûsuf b. Hüsâmü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. (986) 'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Sarıgürz, el-yevm Sarıgüzel denilen mahalledeki mescid yanında medfundur. Babası Halveti meşâyıhındandır.[124]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Yûsuf Sinânü'd-Dîn, fâzıl, edîb bir üstazdır. Gelibolu'da, Edirne'de, İstanbul'da müderris olmuş, Halep, Bursa kadılığında
bulunmuş, Sultan Süleyman'ın bir seferine iştirak etmiş, Hacca gitmiş, Ebu's-Suûd Efendi tefsirini 973 senesi Şa'bânında ikmâl
etmekle bu vesile ile birçok müderrislerin vazifeleri artırılmış, bu arada bu zâtın vazifelerine de otuz akça terakki ihsan
olunmuştur. Rivayete nazaran Ebu's-Suûd Efendi'nin vefâ"tında kendisine meşihat teklif edilmiş ise de kabul etmemiştir. Kaazî
tefsirine En'âm Sûresinin evvelinden Kehif Sûresinin âhirine kadar güzel bir haşiyesi ve Mülk, Müddessir, Kamer Sûrelerine de
ta'lîkaları vardır. Bunları ikinci Sultan Selime ihdâ etmişti. Hidâye, Miftah, Mevâkıf şerhlerine ta'lîkaatı ve bâzı risaleleri de
vardır. Anadoluhisarın'da iki mescid yaptırmıştır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunun, Şakaayık zeyli Atâî.[125]

338- Ramazan-Zâde:

Ahmed Çelebi, Nişancı Müverrih Mehmed Paşa'nın oğludur. Vefatı (986) târihine müsadiftir. Rahmetu'llâhi aleyh.[126]

Kudret-i İlmiyyesi:

Ramazan-Zâde, âlim, şâir bir zât idi. Mekke-i Mükerreme'ye kadı ta'yîn edilmişti. Avdetinde yolda vefat etmişti. Kaazî tefsirine
A'raf Sûresine kadar ta'lîkaatı vardır.Asârı cümlesindendir.[127]
Me'haz: Osmanlı müellifleri.

339- Molla Ivaz:


Alâiye'li fâzıl bir zâttır. (994) 'de vefat etmiştir, İstanbul'da Eğrikapı civarında bina etmiş olduğu mescid naziresinde medfundur,
Rahmetu'llâhi aleyh.[128]

Kudret-i İlmiyyesi:

Molla Ivaz, kudretli bir ilim sahibidir. Müteaddid medreselerde ve bilhassa üç kere fasıla ile Sahn medreselerinde müderris olmuş,
bu cihetle zurafâdan biri "Bekiz sahnı ivaz dokuz dolandı" demiştir. Bursa'da, İstanbul'da kadılık etmişti. Bilâhare Rumeli
Kazaskeri bulunuyordu. Şakaayık Zeyli Atâî'de yazıldığına göre: "Pek muktedir, garîbü'l-fikirdi. Cuybâr-ı âsârı mağşûş-ı efkâr ile
biriktirdi, Nasreddin Hoca letâifine benzer vakıaları ve kendine has acîb, garîb muameleleri var idi." Yazıları pek garip bir şekilde
bulunduğundan kendi el yazısı ile yazılmış eserlerini güzelce okumak herkese nasîb olacak bir halde değilmiş. Kaazî tefsirine
yazmış olduğu otuz ciltlik bir haşiye, kendisinin nekadar geniş bilgili bir âlim olduğuna şahittir. Hidâye'ye, Telvîh'a, Şerh-i
Mevâkıf ile Şerh-i Miftâh'a haşiyeleri de vardır.
Kaazî haşiyesinde pek nıüdekkıkaane, arifane mütâlâalarda bulunmuştur. Bu haşiyenin üçüncü cildi Nisa' Sûresinden Mâide
Sûresine kadar (916) sahifeden müteşekkil olup bir nüshası Mollo Murad Kütüphanesinde (134) numarada mevcuttur. Bu cildde
(Hak) mefhûmuna dâir pek güzel ma'lûmat vardır. Bunu hulasaten kaydediyoruz:
(Hak), sabit, inkârı gayri caiz olan şeydir. A'yân-ı sabiteye, sâib fiillere, sâdık kavillere de şâmildir.
Hak, hukukun müfredidir. (Hakka) mefhûmu haktan ehastır. "Bu, benim hakkamdır" denir. Bir şeyin hakîkatına da hakka denilir.
(Hakikat) ise bir şeyin nefsinden, mâhiyetinden, hüviyetinden ibarettir. Mecazın hilâfına da hakikat nâmı verilir.
Hak, vakıa mutabık hüküm ma'nâsına da gelir. Sıdk gibi. Şu kadar var ki, bazen sıdk, hükmün vakıa —hârice— mutabakatıdır;
hak ise vâkıın hükme mutabakatıdır, denilerek araları tefrik edilir. (Maamâfih sıdk ta'bîri akvalde daha şâyi'dir.)
Hak ta'bîri; Kur'ân, vahy, tevhîd, İslâm, adl, hikmet, te'yîd, nusret, vücûb, saadet, emr-i azîm, garaz-ı sahîh ma'nâlarında da
müsta'meldir,
Hak, Allâhu Teâlâ'nın isimlerindendir. Bu takdirde Hak, Rubûbiyyeti sabit demek olur. Ve bilcümle hak, bâtıl mukaabilidir.
Ey tâlib-i hak! Bil ki, kendisinden haber verilen her hangi bir şey, ya mutlaka, haktır, ya mutlaka bâtıldır, veya min vechin hak,
min vechin bâtıldır. Şöyle ki: Bizatihi vâcib olan, mutlaka haktır, (ki, bu, Zât-ı İlâhîden başka değildir). Bizatihi mümteni' olan da
mutlaka bâtıldır. (Birin üçe müsâvî olması, Zât-ı Bârî'nin şeriki bulunması gibi.) Bi-zâtihi mümkün, bi-gayrihi vâcib olan şeyler de
min vechin bâtıl, min vechin haktır. Bütün mümkinât ve mahlûkat gibi. Bunlardan her biri kendi zâtına nazaran bâtıldır, vücûddan
mahrumdur; fakat başkasından, (yâni Vâcibü'l-Vücûd olan Zât-ı Bârî'den) müstefîd olarak vücûde nail olması veçhile de haktır.
Bunun içindir ki[129]buyrulmuştur.
Bu, ezelen ve ebeden böyledir.
Bir de hak, ma'kule, akla müsadif ve mutabık olana ıtlak olunur. Buna kendi zâtı haysiyyetiyle mevcûd ve kendisini olduğu gibi
idrâk eden akla nisbeti hasebiyle de hak nâmı verilir. Artık hak olmak hususunda ehakku'l-mevcûdât şüphe yok ki, ancak Allâhu
Teâlâ'dır. Ehakku'l-maârif de ancak ma'rimetu'llâhtır. Çünkü bu, kendi zâtında haktır, yâni ma'lûma ezelen ve ebeden mutabıktır.
Bu mutabakatı li-zâtihîdir, li-gayrihî değildir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık zeyli Atâî.[130]

340-Baba-Zâde Mehmed Efendî:

Baba-Zâde Mehmed Efendi, Lârende'li bir zâttır. (995)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Hazret-i Eyyûb civarında medfundur.
Rahmetu'llâhi aleyh.[131]

Mevki-i İlmisî:

Baba-Zâde müderrislerden bir âlimdir. "Tefsîr-i Lârendevî" nâmında bir tefsiri ile Hidâye'ye ta'lîkaatı vardır,
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[132]

341-Tatar Pazarcıklı Mehmed Efendi:

Mehmed b. Ömer, Tatar Pazarcıklı Kurt lâkabiyle ma'rûf bir zâttır. (996) 'da memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[133]

Mevkî-i İlmîsi:

Mehmed Efendi, âlim, Halvetiyye tarıkına mensuptur. Kadirga'da. Sokullu Mehmed Paşa dergâhında şeyh bulunmuştu. Sûre-i
Mülk'e tefsiri, Vikaaye tercemesi ve Şir'atü'l-İslâm'a nâmında bir şerhi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[134]

342- Münşî Mehmed:

Mehmed b. Bedrü'd-Dîn, Saruhan sancağına tâbi' Akhisarlı bir âlimdir. (1000) târihlerine doğru Medîne-i Münevvere'de vefat
etmiş, Bakî’ makberesine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[135]

Kudret-i İlmîyyesi:
Münşî Mehmed Efendi, âlim, fâzıl bir zâttır. Bir müddet kadılıkta bulunmuş, bir müddet Mısır'da kalmıştır. Tefsîr-i Celâleyn gibi
vecîz bir tefsiri vardır. Yalnız Hafs kırâete göre yazmıştır. Adı dir. Bunu Üçüncü Sultan Murad'a ihdâ ederek (982) 'de Şeyhü'l-
Harem en-Nebevî hizmetine nail olmuş, vefatına kadar Medîne-i Münevvere'de mücavir bulunmuştur. Bir nüshası Sultan Hamîd-i
Evvel Kütüphanesinde (117) numarada mevcuttur. Başka kütüphanelerde de nüshaları vardır.
Bu zâtın ve sâire adiyle başka eserleri de vardır.
Me'haz: Keş'fü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[136]

343- Emîr Pâdişâh Buhârî:

Şeyh Muhammed Emîn, muhterem bir zâttır. "Emir Pâdişâh el-Bu-hâri" diye meşhurdur. Mekke-i Mükerreme'de mücavir
bulunmuştur. Doğum ve ölüm tarihleri ma'lûm değildir. Onuncu asırda yaşamış olduğu tahmin ediliyor. Rahmetu'llâhi aleyh.[137]

Kudret-i İlmlyyesi:

Emîr Pâdişâh, mutasavvıf eden, faziletli, kudretli bir âlimdir. Eserlerinde bir rûhâniyet müncelî olmaktadır. Fetih Sûre-i Celîlesine
güzel bir tefsiri vardır. Bir hayli letâifi hâvidir. Kaazî tefsirine En'âm Sûresine kadar ta'lîkası da vardır.Bu iki eserin yazma
nüshaları İstanbul ve Mısır kütüphanelerinde mevcuttur.[138]
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.

344- Muinü'd-Din El-Îcî:

Muhammed b. Safiyyü'd-Dîn Abdü'r-Rahmân b. Muhammed el-İcî es-Safevî, onuncu Hicrî asırda yaşamış muktedir
nıüfessirlerdeıı bir zâttır. Takriben (866) târihinde doğmuştur. Vefat târihi malûm değildir. Keşfü'z-zunûn'un zeyline nazaran Şafiî
olan bu zât (906) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir.[139]

Tefsirdeki Mesleğî:

Muînü'd-Dîn, nâmında bir tefsir yazmıştır. Kendi ifâdesine nazaran bu tefsiri bidâyeten babasa Abdü'r-Rahmân el-İcî yazmaya
başlamış, Sûre-i En'âm'dan bâzı şeyler yazmış, sonra bunu yazmıya sen memursun, demiş olmakla Muînü'd-Dîn (904) senesi
Ravza-i Mutahhara'da bunu yazmağa başlamış, (906) senesinde ikmâl etmiştir ki, aradan iki sene üç ay geçmiş, kendisi de bu
târihte kırk yaşında bulunmuştur.
Bu zât diyor ki: Birçok tefsir kitaplarının ihtiva ettiği şeyleri —onların bir kısmında bulunmıyan lâtif mazmunlar ile beraber—
benim bu tefsirimde de görürsünüz, siz ekseri Zemahşerî'yi ve onun izini ta'kî'b eden sâir müfessirleri bulursunuz ki, lâfzı veya
ma'nevî münâsebetlerini fehmedemedikleri için Resûl-i Ekrem'den Ashâb-ı Kiram'dan menkul olan ma'nâlardan sarf-i nazar
ederler veya bunları temrîz sîgasıyle yazarlar. Benim bu tefsirdeki mesleğim ise kendisine Kitâb-ı İlâhî nazil olmuş olan zattan
sabit olan ma'nâlara i'timâd etmektir. Biz bu tefsirde zikrettiğimiz şeyleri tam bir tetebbu' ve ıttıla'dan sonra nakletmiş bulu-
nuyoruz. Rivayet hususunda Şeyh Îmâdü'd-Dîn b. Kesîr'in nakline i'timâd etmekteyim. Çünkü o, rivayetlerin sıhhat ve adem-i
sıhhatini tefahhusda bulunmuştur. Bu zâtın tefsîriyle Muhyi's-Sünne Bagavî'nin tefsiri arasında muhalefet bulunca da sâir
mütehassıs ulemânın kitaplarını tetebbu' ederek onların tercih ettiklerini iltizâm ettim. Maahâzâ Bagavî'ye nazaran İbn-i Kesîr'e
biraz daha i'timâd ederim. Çünkü o müteehhırdir, rivayetlerin sıhhat ve adem-i sıhhatini araştırmıştır. Muhyi's-Sünne ise tefsirinde
bu hususa taarruz etmez, belki za'fı, hattâ mevzûiyyeti ittifak ile sabit olan bâzı ma'nâları, hikâyeleri bile zikreder.
Tefsîrimizdeki hadîslere gelince, bunların ekserisi Sıhâh'dan (Kütüb-i Sitte'den) alınmıştır. Zikrettiğimiz ma'nâlar ise Seleften
sabit olan şeylerdir,denilmiştir" ta'bîriyle naklettiklerimizin ekserîsi ise müteehhırînin muhtereâtından zaferyâb olduğumuz
şeylerdir, İ'râb hususunda ise azher olanı ihtiyar ettim, bâzan iki veya daha ziyâde vecih zikredişim ise bir nükteye mebnîdir.
İfâdeyi tenkîha çalıştım. Me'hazlarım ise şunlardır: El-Meâlim, El-Vasît, Tefsîr-i İbn-i Kesîr, Tefsîr en-Nesefî, Keşşaf, Keşşaf
şerhi Keşf, Tayyibî ile Tefâzânî'nin haşiyeleri, Tefsîr-i Beyzâvî.
Âyât-ı celîleden ekserisinin tefsiri hususunda eşkâli defe veya ma'nâları tahkîka vecîz bir ibare ile remzettim veya ona lâtif, dakik
bir işaretle îmâda bulundum. Bir kısmını da haşiyede îzâha çalıştım.
Bu Tefsîr-i şerifin yazma bir nüshası (70) numara ile Birinci Sultan Hamid Kütüphanesinde ve (47 ve 297) numaralar ile de
Kütüphâne-i Umûmîde mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn; İzâhü’l-meknûn fi'z-zeyli alâ Keşfi’z-zunün an-esâmi'l-kütübi ve’l-fünûn.[140]

Onbirinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

345- Zekeriyyâ Efendi:

Şeyhü'l-İslâm Zekeriyyâ Efendi, fuzalâdan bir zâttır. (920)'de Ankara'da doğmuş, bilâhare İstanbul'da yetişmiş, otuz yaşında iken
Mısır'a ve bilâhare Hicaz'a gitmiş, (1001) târihinde füc'eten vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[141]

Mevki-i İlmisi:

Zekeriyyâ Efendi, muktedir bir âlimdir. Tefsirde, ve bilhassa fıkıhta mütehassıs idi. Arab-Zâde ile Ma'lûl Emir Efendi'den ilim
arızetmiş, Bursa'da Hamzabey, Cüneydbey, Kaplıca medreselerinde müderris bulunmuş, bilâhare Sahn-ı Semâniye müderrisliğine,
Halep, Bursa, İstanbul kadılıklarına ve daha sonra Anadolu Kazaskerliğine nail olmuştu. Bir müddet mütekaid kalmış, ba'dehu iki
defa Rumeli Kazaskerliğini ve (999)'da fetva makaamını ihraz etmiş, bu makamda bir sene beş ay kalmıştır. Sultan Süleyman ile
İran seferine iştirak etmişti, İstanbul'da bîr medrese ile bir dârü'l-hadîs bina etmiştir. Kabri bu darü'l-hadîs kurbundadır.
Müellefâtî: Sûre-i A'râfa aittir. Şiirde "Meylî" tahallus ederdi.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Devhatü'l-meşayıh, Osmanlı müellifleri.[142]

346- Mehmed Bedrü'd-Dîn:

Mehmed Bedrü'd-Dîn Münşi, Akhisar ahâlîsinden fâzıl bir zâttır. (1001) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh. Münşî
Bedrü'd-Dîn değerli bir âlimdir. unvanlı, Celâleyn gibi muhtasar bir tefsiri vardır. Bunu (981) târihinde Sultan Murad nâmına
te'lîfe başlamış, bunun eser-i yümnü olarak (982) târihinde Harem-i Nebevi meşîhatine nâiliyyetle teşerrüf etmiştir.
Bu tefsirde yalnız Hafs kırâetine iktisâr edilmiştir. Bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (117) numarada mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm.[143]

347- Feyzî-i Hindî:

Feyzî İbnü'l-Mübârek, Hind'in en meşhur âlim ve şairlerindendir. “Melikü'ş-şuarâ" unvanını almıştır. Hindistan'da "Dekken" veya
"Agra" denilen beldede (954) târihinde doğmuş, (1004) 'de vefat etmiştir.
Ebü'1-Fazl, kendisinin değil, biraderinin künyesidir. O da fazilet ve yüksek mansıb sahibi idi. Feyzî, onu bir kasîdesiyle
methetmiş, yaşça kendisinin, malûmatça kardeşinin büyüklüğünü söylemiştir.[144]

Mevki-i İlmisi:

Feyzî-i Hindî, Şeyh Feyzî nâmiyle de yâd olunur, büyük bir ilim sahibi idi. Hatîb Ebü'1-Fazl Kâzerûnî ile Seyyid Safî Refîü'd-
Dîn-i Safevi’nîn tilmizi idi. Tefsir, fıkıh, hey'et, tıb ilimlerine vâkıf, târih-şinâs, musikîye âşinâ, felsefede mütehassıs, edîb bir zât
bulunuyordu. Aynı zamanda selîmü'1-kalb idi, aleyhinde bulunanların bile lehinde bulunurdu. Sû-i i'tikaadına dâir olan rivayetler,
teeyyüd etmemektedir. Bilâkis akidesinin safvetine dîvânındaki eş'ârı şehâdet etmektedir. Şer'-i Şerîfı —husamâsının aksini
iddiasına rağmen— felsefeye takdim ederdi. beyitleriyle başlıyan Tevhîd-i Bârî'si, pek mükemmel ve pek meşhurdur.
Feyzî, Arabça'ya, Farsça'ya hâkim olduğu gibi "Sanskri" lisânına da âşinâ idi. Müslümanların arasında Hindûların felsefesine,
edebiyatına ilk vâkıf olan bu zâttır, deniliyor. Sankri lisânından tercemeleri vardır.[145]

Tefsirdeki Mesleği:

Şeyh Feyzî, Arab lisânına olan hâkimiyetini, edebî kudretini ve Arab lisânının vüs'atını isbât için olmalıdır ki unvâniyle baş-
tanbaşa noktasız bir tefsir yazmıştır. Bu, muhtasar ve oldukça müfid bir eserdir. Fakat lisan i'tibâriyle bir hârikadır, noktasız
harfler ile bu kadar beliğ yazılmış bir eser "sihr-i halâl" sayılmıya lâyıktır. Nitekim kendisi de bunu şu kıt'asiyle anlatmak
istemiştir.
Bu tefsirin mukaddimesinde (Sâtıa) unvanları altında birçok ilmî mevzû'lara temas edilmiş, birçok hakaayık-ı tefsîriyyeye işaret
olunmuştur. Bu eserin yalnız mukaddimesini okumak, bunun bir ilim hârikası, bir kudret bedîası olduğunu anlamağa kifayet eder.
Bu tefsirde her sûrenin başında o sûrenin muhteveyâtı hakkında muhtasar, müfîd bir surette ma'lûmât verilmektedir ki, hayrete
şayandır. Âyetler, âyetlerdeki kelimeler kısa kısa ta'birler ile tefsir edilmiş, pek güzel tevcihler yapılmıştır, üç nümûne:
Yâni: Rahman ile Rahim lâfızlarının masdardır. Bu da ehli için işin iyisini dinlemektir. Bu iki lâfzın medlulü: Geniş merhametli,
umum hakkında merhametkâr zâttır ki, merhametleri suretlerle sîretleri ihâla etmiş, keremleri bütün levhalara, ruhlara şâmil
bulunmuştur. Rahman lâfzı medlul i'tibâriyle eamdır. —Hem dünyâdaki hem de âhiretteki Rahmet-i İlâhiyyeye şâmildir— Cenâb-
ı Allah'ın alemi, —ism-i hâssı— gibi olduğu cihetle Rahman lâfz-ı şerifi takdim buyurulmuştur.
Yâni: Hamd lâfzı, medh lâfzının maklûbudur. Delâlet ettikleri ma'nâ birdir. Maamâfih medhin medlulü şümullüdür. Çünkü,
mesela: İnci methedilir. Fakat inciye hamd olunmaz.
Yâni: Rab, âlemleri kemâle erdiren ve bütün mahlûkaatı halden hâle ıslah eden ve onların mâliki veya meliki bulunan zattır.
Bunun medlulü, bir işi defeât ile ikmal demektir. Adl lâfzı gibi medih de mübalâğa için Allâhu Teâlâ'nın ismi olmuştur. Âlem ise
Allâhu Teâlâ'nın rabt ve zabt ettiği bütün mükevvenâtın ismi, mâsivâu'llâh'ın unvanıdır.
Velhâsıl: hakikaten ilhâm-ı İlahînin parlak bir tecellîsidir. (1002) târihinde ikmâl edilmiştir.
Kâtib Çelebi diyor ki: "Bu kitap, tefsirler arasında, münferitdir. Kur'ân-ı Kerîm'i evvelinden âhırına kadar mühmel harfler ile tefsir
etmiştir,"
Fakat bilâhara bu teferrüd zail olmuş, (1305) târihinde vefat eden Hamzavî Efendi de böyle noktasız bir tefsir vücûde getirmiştir.
Feyzî-i Hindi'nin tefsiri tasavvufi işaretleri hâvî, daha fazla edebî kuvveti hâiz bulunduğu cihetle daha kapalı bir halde bulunmuş,
Hamzavî Efendi'nin adlı eseri ise bi'n-nisbe daha sâde görülmüştür. Maamâfih bizce Savâtıü'l-ilham daha müreccahtır.
Feyzî-i Hindi diyor ki: Bu atiyye-i gaybî ben fakire mahsus bulunmuştur. Bu tefsirin itmamına[146] Kazm-ı celîli târih düşmüştür.
İhlâs Sûresinin harfleri de ebced hesabiyle ayrıca bir târih teşkil etmektedir.
Feyzinin bâzı hasımları,bu tefsiri bir bid'at saymışlar, böyle tekellüf eseri olan noktasız bir tefsir, şer'a muhaliftir, demişler, Feyzî
de : "Kelime-i Tevhid serâpâ noktasızdır" diye cevap vermiştir.
Bu tefsirin güzel bir ta'lîk ile yazılmış ve fevkalâde bir surette tezhîb edilmiş (750) sayfadan müteşekkil bir nüshası Hamidiye
Kütüphânesinde (88) numarada mevcuttur. Bu tefsir bilâhare Hind'de tab' edilmiştir. Elfâzını hal için bir lügatçe de ilâve
edilmiştir.
Feyzî-i Hindî'nin pederi Şeyh Mübarek de ulemâdan bir zâttır. Tefsîr-i kebîr tarzında unvanlı dört cildlik bir tefsiri vardır.
Muhtelif mezâhib erbâbiyle ve bahusus Mehdeviyye tâifesiyle görüşmekten çekinmediği için sû-i i'tikaad ile ittihâm edilmişti.
Kendisine teklif edilen devlet menâsıbından hiç birini kabul etmemiştir.[147]
Edebiyyattaki Kudreti:

Feyzî-i Hindî, yüksek bir edibtir, fıtraten şâirdir. Sabavetindenberi şiirle uğraşmıştır. Arabiyat ile çok meşgul olduğu cihetle
eş'ârında sanayi' ve bedâyi' ziyâde görülmektedir. Güzel gazelleri, mesnevileri, kasideleri vardır. Maamâfih kasideleri sair eş'ârına
nisbetle dûn bir mertebededir. Mesnevi ve gazel vadisinde başkalarına tefevvuk etmiştir. Bahusus sözlerindeki çûş u hurûş
i'tibâriyle müteferrid bir şâir sayılmaktadır. Şiirlerinde "Feyzî”' mahlasını kullanırdı, hayâtının son günlerine doğru "Feyyazi" diye
de tehallusde bulunmuştur.
Fevzi'nin muasırlarından bâzıları onun şiirdeki kudretini inkâr etmek istemişlerdi. Halbuki Feyzî'nin sinesi hem ulûm ve fünûnun,
felsefe ve hikmetin bir hazînesi idi, hem de en güzel, en lâtif şiir sânihalarının bir merkezi bulunuyordu. Muasırlarının kemâlâtı ise
yalnız şiir ve inşâya münhasırdı.
Feyzî'nin manzumelerinde lâtif bir ahenk, mutasavvifâne bir edâ, âşikaane, feylesofâne bir tarz-i beyân tecellî edip durmaktadır.
Hele fahriyye sahasındaki coşkun beyanâtı bahar manzarası kadar letâfetlidir. Meselâ şu fahriyyesi ne kadar lâtiftir:[148]
Feyzî'nin bu fahriyyesine rağmen Tevhîd-i Bârî'sindeki şu beyanâtı da ne kadar mütevâziâne, ne kadar zarîfânedir:
[149]
Feyzî'nin şiirleri, teşbîhâtm azlığı, istiarelerin güzelliği ile de temayüz etmektedir. Kendisinin felsefî mütâlâaları, çok kere şiir
kisvesiyle mütecellî olur.
Eski şâîrlerce mültezem bir kaaide vardır ki, o da kudemânın şiirlerinden bir numuneyi meşk ittihâz ederek onu tanzîre ve o
vadide manzumeler söylemeğe çalışmaktır. Feyzî-i Hindî'nin de, Hindistan'ın Lahor şehrine tâbi' "Raven" kasabasında doğmuş ve
bilâhare Gaznevîlerin sarayına intisâb etmiş olan Ebü'l-Ferec Ravenî'nin eş'ârını tetebbu' ve meşk ittihâz eylediği şiirlerinden
anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususta şöyle demiştir :
[150]
Maahâzâ Feyzî, en basit hâdiselerden müteheyyic olarak şiir söylemeğe başlar, manzumelerine suret verir, tehayyül ettiği
şeyleri evvelâ zihninde tecessüm ettirir, sonra nazım libâsiyle hârice çıkarır.
Şu da ma'lûmdur ki, hakîm, mütefennin olan şâirlerin âşıkaane yazıları, yalnız aşk ve mahabbetin te'sîri altında yazı yazmış olan
şâirlerin manzumeleri kadar müessir, söz-şikâr olamaz. Bu bakımdan Feyzî' nin âşıkaane manzumeleri kemal derecesinde
görülmeyebilir.
Tab'an müstağni, âlî-cenâb, müdâheneden berî olan Feyzî, ma'nevî bir terbiyenin te'sîriyle pek arifane, mutasavvifâne manzumeler
vücûde getirmiştir. Hele şu manzumesi, kendisini tekfîre yeltenenleri ve ölümüne fena târihler düşürmüş olanları mahcub etmiş
olsa gerektir.[151]
Fevzi'nin hazîn mersiyeleri de vardır.Üç yaşında iken vefat etmiş olan mahdumu hakkında söylediği mersiyyenin şu beyti ne
hazindir:
Feyzî-i Hindî, zamanının birçok şâirleriyle görüşmüş, ezcümle Urfî, Zuhûrî, Melik Kummî ile çok düşüp kalkmış, Ekber Şah
sarayının melikü'ş-şuarâsı olmuştu. Urfî'nin eş'ârına büyük bir kıymet verirdi. Hattâ Urfî İran'dan Hind'e geldiği zaman ilk evvel
Feyzî'nin hanesinde müsâfir kalmıştı. Bilâhare araları açıldığı rivayet olunuyor. Fakat Feyzî'nin Urfî'ye hased ettiğine, aralarında
hunrîzâne bir mâcerânın vukuuna dâir olan rivayetler doğru görülmüyor.
Feyzî-i Hindî ile (999)'da Lâhor'da vefat etmiş olan Cemâlü'd-Dîn Muhamnıed Urfî'nin şiirleri Türk edebiyatında pek müessir
olmuştur. Ziya Paşa, Harâbât'ının mukaddimesinde bu iki zat hakkında şöyle bir nıukaayese yapıyor:
"Feyzi ile Urfî hem inandır
Feyzide belagat ve taravet
Feyzide mevâiz âteşindir
Amma aranırsa evleviyyet
Feyzi mu'cem iken serâpâ
Buldu o yegâne-i fazilet
Ser cümle-i âhirü’z-zamandır
Urfi'de azûbet ve halâvet
Urfi'de kasideler metindir
Feyzî'de kalır yine fazîlet
Tefsirine nokta koymaz asla
Şakirdi yed'i ile şehâdet"
Feyzî'nin, bir şakirdi tarafından zehirlenerek vefat ettiği mervîdir. Kıymetli bir kütüphanesi var idi, bundaki kitapların ekserisi
müelliflerinin el yazısı ile yazılmış nüshalardı. Hanesi de ehl-i ilim için dâima açık bulunurdu.
Asârı: Fevzi'nin yüz bir kadar müellefâtı olduğu söyleniyor. Ma'rûf olanları şunlardır: tefsirdir, ahlâka dâir noktasız yazılmış bir
risaledir, (985)'de itmam edilmiştir, matbû'dur.
Fevzi'nin mektuplarını, risalelerini cami' bir eserdir. Heşîre-zâdesi ve şakirdi Nû-rü'd-Dîn Muhammed tarafından tertîb edilmiştir.
Bu mektuplar sâde bir üslûptadır, birtakım ma'nâsız lâfızlarla terkiplerden beridir. Feyzî, bu hususta ilk inkılâbı vücûde getirmiş
sayılmaktadır.
On bin beyitten fazla eş'ardan müteşekkil ve "Tebâşîr-i Subh" unvanını hâizdir. Feyzî bu
dîvânı tertîb ettiği zaman henüz kırk yaşını biraz tecâvüz etmişti. Tevhide, fahriyyeye, mersiyyeye, tasavvuf ve ahlâka
mütedair mevzû'ları hâvî bir mecmuadır. bu beş eser Nizâmî'nin Hamse'sini taklîden yazılmış mesnevilerdir.
Neldîman veya Naldâman Mehabrata'dan mütercem bir mecmuadır.
Sanskrit lisânından Fârisîye terceme edilmiştir. Son eser hesaba dâir dir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Şi'rü’l-Acem = Şibli Nu'mânî'nin Mecmua-yı âsâr — Arif Efendi'nin, Lügat-ı târihiyye ve Coğrâfiyye,
su'l-a'lâm, Hârâbat.[152]

348- Galatalı Mehmed Efendi:

Mehmed b. İbrahim, fâzıl bir zâttır. Takrîben (1005) târihinde vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[153]
Kıymet-i Îlmiyyesı:

Mehmed Efendi, âlim, sâhib-i kalem bir zât idi. (994) târihinde Sûre-i Yûsuf'a Türkçe bir tefsir yazmıştır ki, matbû'dur. Bu
eserinde (Sûre-i Hûd) ile (Sûre-i İbrahim) için de birer tefsir yazmış olduğu mezkûrdur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[154]

349- Şemsu'd-Dîn Karabâğî:

Molla Ahmed Şemsü'd-Dîn, fâzıl bir zâttır. (1009)'da vefat etmiştir. Vefâ'da medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[155]

Mevki-i Îlmîsi:

Şemsü'd-Dîn Efendi, âlim bir zât olup Kazaskerlikte bulunmuştur. Tefsîr'i Beyzâvî'ye haşiyesi, Hidâye ile Telvîh'e, Miftâh'a,
Mevâkıf a da ta'lîkaları vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri,[156]

350- Sun'u'llâh Efendi:

Şeyhü'l-İslâm Sun'u'llâh b. Ca'fer, fâzıl bir zâttır. Babası İskilipli olup Kanunî devri ricalinden bulunmuştur. Kendisi (960)'da
doğmuş, (1021)'de vefat etmiştir. (İlâhî, eyle Sun'u'llâha Rahmet) mısraı vefatına târihtir. Kırkçeşme civarında Hüsam Bey
mescidi naziresinde nıedfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.[157]

Mevkî-i İlmisi:

Sun'u'llâh Efendi, olgun bir âlimdir. Ebu's-Suûd Efendi'den ders okumuştur. Beşiktaş'ta Hayreddin Paşa medresesine, ba'dehu
Sultan Murad Han validesi medresesine müderris ta'yîn edilmiş, (998) 'den i'tibâren Bursa, Edirne, İstanbul kadılıklarında ve
Anadolu Kazaskerliğinde bulunmuş, daha sonra dört def'a fasıla ile meşihat makaamını ihraz etmiştir. Ahir-i ömründe mütekaaid
iken farîze-i haccı ifâ edip İstanbul'a avdetini müteakip irtihâl eylemiştir. Tefsîr-i Keşşaf evâiline haşiyesi, bâzı mu'teber kitaplara
ta'lîkaları vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Devhatü'l-meşâyıh.[158]

351- Aliyyü'l-Kaarî:

Molla Alî b. Muhammed b. Sultan el-Herevî, meşhur bir âlimdir. Lâkabı: Nûrü'd-Dîn'dir. (1014) târihinde Mekke-i Mükerreme'de
vefat etmiştir. "Muallâ" kabristanında medfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.[159]

Kudret-i İlmîyyesi:

Aliyyü'l-Kaarî, Hanefî fukahâsından muktedir bir zâttır. Kendi beldesinde tahsilini yaptıktan sonra bilgisini artırmak için
seyyahâta çıkmış, bir müddet Mısır'da kalmış, Mekke-i Mükerreme'ye giderek orada Ustaz Ebü'l-Hasen el-Bekri'den ve Şihab
Ahmed b. Hacer el-Heytemî'den müstefîd olmuştur. Mekke-i Mükerreme'de tavattun ettiği için kendisine (Aliyyü'l-Kaarî el-
Mekkî) de denir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta ve sair ilimlerde büyük bir ihtisas sahibi idi. Meşhur kurrâdan ve hattatlardan sayılırdı.
Her sene bir Mushaf-ı Şerif yazıp hediyesiyle bir senelik maişetini te'mîn ederdi. Tasavvuftan da büyük bir zevk almış olduğu
eserlerinden anlaşılmaktadır.
Şafiî fukahâsından bâzılarının Hanefiyye hakkındaki bâzı tenkîdimsi sözlerine reddiye yazmak mecbûriyyetinde kalmış, İbn-i
Hacer-i Heytemî'ye karşı bâzı i'tirazlarda bulunmuştur. İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyim Cevziyyeyi de müdâfaa ederdi. Hattâ
"Şerhü'ş-şemâil'inde diyor ki : "Her kim (Menâzülü's-sâirîn) şerhini ve (Medâricü’s-sâlikîn)i mütâlâa ederse bu iki zatın Ehl-i
Sünnet büyüklerinden ve bu ümmetin velîlerinden olduğu kendince tebeyyün eder.”
Aliyyü'l-Kaarî, daha hayatda iken ilim ve fazliyle, zühd ü takvâsiyle büyük bir şöhret ve mahabbet kazanmıştı. Mekke-i
Mükerreme'de vefat ettiğini haber alan Ezher ulemâsı, Kahire'de dört bin zâttan müteşekkil bir camâatla ani'l-gıyâb üzerine cenaze
namazı kılmışlardı.[160]

Tefsirdeki Mesleği:

Aliyyü'l-Kaarî, sâir eserlerinde olduğu gibi tefsirinde de büyük bir muvaffakiyet göstermiş; sâde, lâtif bir üslûb ile güzel bir eser
vücûde getirmiştir. Bu eserin mukaddimesinde diyor ki: Ben bunu alimlerin ibarelerini, ariflerin işaretlerini cami' ve mûcez"
olmak üzere yazdım. Nihâyetinde de diyor ki: Bu tefsirde şeriat ve hakikatin iki nev'inden olan tarîkate münâfî bir şey yoktur,
çünkü Hulûliyyenin, İttihâdiyyenin sözlerinden münezzehtir.
Filhakika bu, mücmel, mûcez bir tefsirdir. Ayetleri kısa, fakat açık bir ibare ile îzâh eder, arasıra tasavvuf nesvesiyle ruha
ulviyyet, kalbe feyiz ve inşirah verecek bir hayli işârât ve letâif iradına çalışır. Bu hususta Ebu'l-Kaasım Kuşeyrî ile Ruzbihân
Baklî'den pek çok ilham almıştır.
Aliyyü'l-Kaarî, tefsirinde Ebu'l-Kaasım'ı üstaz diye, Ruzbihân'ı da "Arif âşık" diye yâd eder.
[161]
Nazm-ı Celîlinin tefsirinde diyor ki:"Kur'ân'ın Arab-ı urebâya mensüb olması aslının kadîm bir kelâm-ı nefsî-i İlâhî olup
hudustan, hulûl-i fenadan münezzeh olmasına münâfî değildir. Netekim ehl-i bid'atten olan Mu'tezilenin muhalefetine rağmen
Ehl-i Sünnet'in itikaadı bu veçhiledir. Mes'elenin hulâsası bu kelâm-ı insi, kelâm-ı nefsî-i kudsînin bir mazharıdır."
Ayet-i kerîmesinin tefsiri sırasında da Tefsîr-i Sülemî'den naklen şöyle diyor : "Abd odur ki, seyyidinden başkasını görmez;
[162]

abd odur ki, seyyidin'in ahlâkiyle mütehallık olur. Resûl-i Ekrem Sallâ’llahu aleyhi ve sellem de kendi huzûzâtından fâni, Allah'ın
hukukunu îfâ ile kaaim, ve böylece Allah için hâlis olduğu için Allâhu Teâlâ kendisini abdi olmakla tesmiye buyurmuştur."
Müellefâtı: tefsirdir. Bunun bin dört yüz sahifelik yazma, nefîs ve müzehheb bir nüshası Fâtih Kütüphanesinde (229) numarada
mevcuttur. kırk hadîs-i kudsîden müteşekkildir. Nevevi’nin Hadis-i erbaîn risalesine şerhdir. Lübabü’l-menasik şerhdir. Tesfir ile
haşiyeden mâadası matbû'dur. Nâmiyle yazma sair eserleri de vardır.
Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Cilâü'l-ayneyn, Keşfü'z-zunun, El-A'lâm, Mu'cemü’l-matbûât, Kaamüsü’l-alâm.[163]

352 -Abdü'n-Nâfi' Hamevî:

Abü'n-Nâfi' b. Ömer, Hamat .ahâlîsinden fâzıl bir zâttır. Trablus-Şam'da ikaamet edip (1016)'da "îdlib" de vefat etmiştir.
Rahmetu’llâhi aleyh.[164]

Kudret-i Îlmîyyesî:

Abdü'n-Nâfi' Hamevî, ma'lûmatlı, şâir, hicve mail bir zât idi. Sûre-i İhlâs'a tefsiri vardır. Bir de akaaide dâir adında manzum bir
eseri vardır.
Me'haz: El-A’lam.[165]

353- Şeyhü'l-İslâm Mehmed Efendi:

Hoca Sa'dü'd-Dîn Efendi-Zâde Şerif Mehmed Efendi, fâzıl bir zâttır. (975)'de Bursa'da doğmuş, (1024)'de taundan vefat etmiştir.
Kabri Sultan Selim'de ceddi İsmâil Efendi camii hazîresindedir. Rahmetu’llâhi aleyh.[166]

Mevki-i İlmîsi:

Şerif Mehmed Efendi, Osmanlı ricâl-i ilmiyyesinden muhterem bir fâzıldır. Tahsilini ikmâl ile müderris olmuş, Mekke kadılığına
ta'yîn edilmiş ise de bir sene sonra isti'fâ etmiş (1004)'de İstanbul kadılığına, Anadolu Kazaskerliğine ta'yîn edilmiş, (1007)'de
meşihat makaamım ihraz edip (1010)'da infisâli vuku' bulmuş, bilâhare tekrar yedi sene kadar meşihat makaamında bulunmuştur
ki, mecmu' müddeti sekiz sene, on bir ay, beş gündür. Vefatında yerine kardeşi Es'ad Efendi Şeyhü'l-İslâm olmuştur. Nâmiyle bir
tefsir kitabı yazmıştır. adh bir mecmuası, adlı da bir eseri vardır. Babasının 'ne zeyil yazmak istemiş de ikmâline muvaffak
olamamıştır. Arabî, Fârisî, Türkçe şiirleri vardır. Bir kıt'ası [167]
Me'hazlar: Devhatü'l-Meşâyih, Osmanlı müellifleri,[168]

354- Bahaü’d-Dîn El-Âmîlî:

Şeyh Behâü'd-Dîn Muhammed b. Hüseyn b. Abdu's-Samed el-Hârisî, meşhur bir zâttır. (953) 'de Ba'lebek'de doğmuştur. Aslen
Şam'lıdır. Babası Suriye'de Cebel-i Âmil denilen mahalde doğmuştu. Bu cihetle Âmil'e nisbet edilmektedir. Hâris-i Hemedânî'ye
nisbetle Hârisî diye de yâd olunur.
Bâzı rivayetlere göre Kazvin'de dünyâya gelmiştir. İran'daki (Âmil) şehrine mensubtur. (1031) târihinde İsfahan'da vefat etmiştir.
Na'şi Meşhed'de İmam Rızâ Hazretlerinin türbesi civarına defnedilmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[169]

Seyehatları:

Behâü'd-Dîn Ânıilî, çocukluğunda babasiyle beraber Acem diyârına rıhlet ile Kazvin'de ikaamet etmişti. Orada tahsilini ikmâl
ederek yüksek âlimler sırasına geçmiş, sonra İsfahan'a gitmiş, orada Safevî hükümdarlarından Şah Abbâs'ın hürmet ve ikramına
mazhar olarak uhdesine reî-sü'1-ulemâlık payesi tevcih olunmuş, ba'dehu Hicaz'a, Mısır'a gitmiş, Kahire'nin ulemâsiyle
görüşmüş, bir aralık da Kuds-i Şerife giderek Mescid-i Aksa civarında ikaamette bulunmuş, daha sonra Haleb'e gitmiş, oradan da
İsfahan'a avdet eylemiştir. Bu seyehatları Şeyh Sa'dî merhumu taklîd edercesine otuz sene kadar devam etmişti. Ekseri siyah
kisvesine bürünür, münzeviyâne yaşar, kendisini tanıtmak istemezdi;[170]

Mezhebi Ve Kudret-i İlmiyyesi:

Benâü'd-Dîn el-Amilî, İmâmiyyeden kudretli bir âlimdir, muhitinde ilmî riyaset kendisine müntehî olmuştu, münevver,
mütefekkir, açık ifadeli bir muharrir, bir edîb idi. Birçok ilimlerde ve bilhassa edebiyyatta büyük bir iktidar sahibi olduğu gibi
riyaziyatta da mütahassis bulunuyordu. Mısır'da Kahire âlimlerinin takdirleriyle karşılanmıştır. Hattâ Mısır'ın yüksek
âlimlerinden, ediplerinden olan Şihâbü'd-Dîn Hafâcî, unvanlı edebî eserinde bu zattan bir lisân-i sitayişle bahsediyor, Arabî ve
Fârisî eş'ârının mühezzeb bir halde bulunduğunu, Fârisî şiirlerinin daha güzel, ve daha çok olduğunu söylüyor, eş'ârından bir
kısım parçalar naklediyor, şunu da ilâveten diyor ki : "Behâü'd-Dîn, Şâh Abbâs’ın teveccühüne nail olarak reîsü'l-ulemâlık
mansıbını ihraz etmiş ise de onun zendikasına, ilhâdına tâbi' değildi, belki' yalnız Alevî bulunuyordu. Rüşdüne, din hususundaki
sedâdına dâir olan sîti, her tarafa intişâr etmiştir, Üstaz Muhammed b. Ebü'l-Hasen el-Bekri hakkındaki kasidesi de hüsn-i
akidesine delildir.” Bu kasidenin matlaı şudur:
Sefînetü'ş-şuarâ'da deniliyor ki: "Âmili merhum, Ehl-i Sünnet ve cemaattandır. Zamanın icâbına mebnî mezhebini Şiîler arasında
gizlemiş idi. Bu meşhurdur" Maahâzâ bu âlim zâtın İmâmiyyeden olduğuna birçok yazıları şahittir.[171]
Tefsirdeki Mevkii

Behâü'd-Dîn-i Âmili, tefsir ilminde de bir kudret göstermiş, tefsire dâir bâzı şeyler yazmış, hattâ Tefsîr-i Kaazîye bir haşiye de
vücûde getirmiştir. Hattâ diye kendisine birtakım eserler de isnâd edilmektedir. Fakat biz kendisinin bu eserleri vücûde getirmiş
olduğuna dâir müracaat edebildiğimiz kütübhânelerde bir şeye müsadif olmadık, bilâkis sâir zevat tarafından bu unvanlar ile
kitaplar yazılmış olduğunu kütüphanelerinde ve Keş-fü'z-zunûn'da görüyoruz.
Maahâzâ Amilî'nin kalemindeki belagat ve selâset, karîhasandaki vüs'at ve iktidar tefsire dâir olan yazılarında da tecellî
etmektedir. Şu kadar var ki, bu zât, rivayet tarîkından ziyâde dirayet tarîkında muvaffakıyyet göstermiş, rivayet nokta-i
nazarından, pek isabet gösterememiştir. Hattâ kendi mezhebine hizmet için mutaassıbâne sayılacak bir kısım külfetli mütâlâalarda
bulunmuş, ilm-i hadîs bakımından zayıf, mevzu’ görülecek hadisler ile yazılarını doldurmuş, naklettiği şeylerin akıl ve mantıka,
Şer'-i Şerifin yüksek hikmetine muvafık olup olmadığını düşünmek zahmetine pek okadar katlanmamıştır.[172]

Edebiyyattakî Mevkii:

Behâü'd-Dîn-i Âmili, yüksek bir edibtir. Edebî kudreti yazılarında tecellî etmektedir. Arabca, Farsça bir hayli manzumeleri
vardır. Şiire ne veçhile başlamış olduğunu şöylece anlatmaktadır : "Ben Kazvin'de iken bir aralık pek ağır bir göz ağrısına
tutuldum.Günlerim geçiyor,ne Kur'an tilâvet edebiliyor,nede bir kitap okuyabiliyordum. Bu ağrı, beni ibâdet ve tâuttan, tedris ve
tezkirden men’ edip duruyordu. Halbuki boş oturmak benim âdetim değildi, böyle haneme kapanıp kalmış olmaktan pek
sıkılmıştım, fikrimi oyalamak için eş’ardan daha münâsip bir şey bulamadım, eş'ar ise benim şiarım değildi. Böyle iken fikrime
hangi vâdîde cevelân vereceğimi düşünüyordum, derken dostlarımdan bâzıları, Herat'’ı manzum olarak lâyıkı veçhile tavsif
etmemi benden istediler, ben de (Zahire) adını verdiğim yüz beyittik ercûzemi tanzim ettim."
Behâü'd-Dîn, bu mealdeki sözlerini manzumesinin mukaddimesinde nazmen beliğ bir tarzda yazıyor, şu beyt ile de Herat'ı tavsife
başlıyor:
Muhterem üstâz, seyahatta iken eski yaranını hatırlamış, onlara karşı duyduğu iştiyakı şu kıt’asiyle tasvire çalışmıştır:[173]
Onlara Arabî ve Fârisî beyitlerden müteşekkil, nasihat yollu yazmış olduğu manzumesine de şu beyt ile nihayet vermiştir:
Behâü'd-Dîn'in pederi de ulemâdan, şuarâdan bir zât idi. Meşhur Kasîde-i Bür'e'ye bir naziresi vardır ki, matlaı şudu:
Müellefatı: Yazma birer nüshası Veli Efendi, Nûruosmâniye ve Es'ad Efendi Kütüphanelerinde sırasiyle (410, 482, 221)
numaralarda mevcuttur.
Hânedân-ı nübüvvetten mervî olan kırk hadîsi hâvidir. bu eser nevâdirden, edebî mevzu'lardan, hoş-âyende beyitler ile kıt'alardan
bâzı ulemâ ile hükümdarların menâkıbından, mekârim-i ahlâktan bahseder. Hazret-i Alî'nin Hazret-i Hasan'a yapmış olduğu uzun
bir vasiyyeti de muhtevidir. matbû'dur. Bu bir kasidedir. Bunu Ahmed el-Menînî şerhetmiştir.. matbû'dur, ilmî ve edebî matbu' bir
mecmuadır. birtakım nevâdir ve letâiften, mevâiz ve es'ardan müteşekkildir, matbû'dur. matbû'dur. müteaddit şerhleri vardır,
matbû'dur. Almanca tercemesiyle beraber de tab' edilmiştir. Ve saire.
Me'hazlar: Keşkül mukaddimesi, Şerh-i Ahmed el-Menînî mukaddimesi, Reyhânetü'l-elibbâ, Keşfü'z-zunûn, Sefînetü'ş-şuarâ, El-
A'lâm: Kaamûs-ı terâcim, Mu'cemü'l-matbûât.[174]

355- Mer'î B. Yûsuf El-Kermî:

Mer'î b. Yûsuf b. Ebî Bekr el-Kermî, kudretli bir âlimdir. Nâbülüs kurbunda "Tûr-ı, Kerm" karyesine mensuptur, orada doğmuş,
(1033) târihinde Kahire'de vefat etmiştir. Ralımetu'llâhi aleyh.[175]

Mevki-i Îlmisî:

Mer'î, mütedâvil ilimlere vâkıf, dolgun bir muhaddis, bir fakîh idi. Mısır'a giderek orada Şeyh Ahmed Hicâzî'den ve Ahmed
Guneymî'den ve daha başka Mısır ulemâsından ilim ahzetmiş, Câmiü'1-Ezher'den tedrise başlamış, Sultan Camiinde meşihat
cihetine nail olmuştur.
Hanbeliyyu'l-mezheb olan bu zât ömrünü iftâ ile, tedris ve te'lif ile geçirmiştir. Yetmiş kadar musannefâtı vardır.
Müellefâtı: Tefsirdir.Henbelî fıkhına dâir muhtasar bir metindir. bu da fıkha dâirdir. acâib-i kevne dâirdir. ahkâma dâir bir kısım
ahâdîs-i matbû'dur. şerîfeyi câmi'dir ve matbû'dur. matbû'dur.Fransızca tercemesi Kahire'de tab' edilmiştir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Hulâsatü'l-eser, Mu'cemü'l-matbûât.[176]

356- Muhammed Emîn Şîrvânî:

Muhammed Emin b, Sadrü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. Buhârâ nahiyelerinden Şirvan'a mensuptur. Âmid'de ikaamet ederdi,
bilâhare İstanbul'da tavattun ve (1036) da vefat etmiştir. Kabri Üsküdar'dadır. Rahmetu'llâhi aleyh.[177]

Mevkî-i İlmisi:

Muhammed Emîn Efendi, dolgun bir ilim sahibidir. Kendisini İstanbul'a Nasuh Paşa celbetmişti. Halhalı gibi büyük âlimlerden,
ilim ahzetmiş bulunuyordu. İstanbul'a geldiği zaman Kadı-Zâde Rûmî, huzuruna giderek kendisine muhtelif ilimlerden otuz
sualde bulunacağını söylemiş, yastığına yaslanıp duran bu büyük âlim de: "Va'llâhi suallerine cevap vermedikçe yanımı
yastığımdan kaldırmayacağım" demiş, îrâdedilen suallere hiç tereddüd, telâş göstermeksizin cevap vermiş, Kadı-Zâde de bunları
kabul ederek yazmıştır. Sûre-i Feth'e tefsiri, Kaazî tefsirine[178] Nazm-ı Celîline kadar haşiyesi vardır. Şerh-i Şemsiyye'ye haşiyesi,
Gazâlî'nin Kavâidü'l-akaaid'ine şerhi de vardır. Birinci Sultan Ahmed nâmına adedine müsavi olmak üzere (53) fenden bahis
ismiyle bir eser de te'lîf etmiştir. Başka eserleri de vardir. Muhakkıkların âhırı sayılmaktadır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunun, Osmanlı müellifleri, El-A'lâm, Et-Tahrîrü'l-vecîz, Hulâsatül-eser.[179]

357- İsmâil Ankaravî:

Şeyh İsmâil Ankarâvî, Rusûhî Dede diye meşhur bir zâttır. (1042) vefat etmiştir. Galata Mevlevîhânesi hazîresinde medfundur.
Rahmetu'llâhi aleyh.[180]

Kemalât-ı Zâtiyyesi:

Rusûhî-Dede, âlim, tasavvufla mümtaz bir fâzıldır. Ankara'da Bayramiyye tarîki meşâyıhınden iken bilâhare Mevlevi tarîkına
intisapla Galata Mevlevîhânesi şeyhi olmuştur. Müfessir, edîp, şâir bir zât idi. Şeyh Galib merhum kendisini bir kasîdesiyle
methetmiştir ki, matlaı şudur:
Ey Kâşif-i esrâr-ı nihân, Hazret-i Şârih! Rû-pûs tecellî-i ayan Hazret-i Şârih!
Rusûhî-Dede, Mesnevi Şerifin altı cildini Türkçe şerhetmiş, (1035) 'de Mesnevinin yedinci bir cildini elde ederek onu da şerh
eylemiştir.
Bu yedinci cilt :
Bâzı zevat, bu cildin Hazret-i Mevlânâ'ya âidiyyetini kabul etmemektedir. Rusûhî merhum, bunların i'tirazlarına — Kâtip
Çelebi'nin dediği gibi— ecvibe-i belîga-i müşbia ile cevap vermiş, bu cildin de Mevlânâ'ya âidiyyetini yirmi kadar delil ile isbâta
çalışmış, bu ciltte de enfâs-ı Mevlânâ'nın mevcûdiyyetine kaani' bulunmuştur. Bu deliller, bu cilde mahsus şerhinin
mukaddimesinde mezkûrdur. Bu cild dahi sâir ciltler gibi manzum olarak terceme edilmiştir.
İsmâil Ankaravî, bunlardan başka Mesnevî'deki âyetleri, hadîsleri, Arabî beyitleri, müşkil bâzı lâfızları adındaki bir eseriyle ayrıca
şerhetmiştir. Bu eserini, Mevlânâ'yı ziyaret ettiği zaman, Veled Arif Çelebi'nin işaretine mebnî kaleme almıştır.[181]

Tefsirdeki Mesleği:

İsmâil Ankaravî, unvâniyle Türkçe bir Fâtiha-i Şerîfe tefsiri" yazmıştır ki, birçok hakîkatları, latifeleri cami', rûhânî bir eserdir. Bu
tefsirinin bir sahifesinde şu beyti yazıyor:[182]
Sonra da şöyle diyor: "Ekser-i Âyât-ı Kurbânı bu siyak üzre vâki’ olmuştur ki, her bar ki bir va'di beyâna getüre, anın akabinde
bendelerine tenbih ve tehdidten ötürü bir vaîdi dahi zuhura yetürür. Tâ mü'minler hemîşe bu lütuf ve unf vâsıtasiyle anın
ubûdiyyetine müteveccih olalar ve dahi: hadîsinin mûcebince havfla recâ meyânında sülük eyleyip i'tidâl mertebesini bulalar ve bu
iki rüknü cem' etmekle kaide-i îmânı müstahkem kılalar."
Bu zâtın gözlerine —Mesnevî'nin üçüncü cildini bitirir bitirmez— bir perde arız olmuş, okuyamaz, yazamaz bir halde pek
müteessirâne bir vakit geçirmiş, gözleri açıldığı takdirde dâima Kur'ân ile, hadîs ile, kelimât-ı evliya ile meşgul olacağını
nezretmiş, nihayet bir sâhib-i himmetin eliyle gözlerinden o perde izâle edilmiş, artık bir şükrâne olmak için bu tefsirini yazmıştır
ki, ismi de buna delâlet etmektedir. Bu tefsirinde şu güzel manzumesi de münderictir :[183]
Müellefâtı; Kırk kadardır. Bir kısmı şunlardır:
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Semâhâne-i edeb, Osmanlı müellifleri.[184]

358- Alâmek Mehmed Bosnevî:

Mehmed b. Mûsâ. fâzıl, bahhâs bir zâttır. (1046)'da vefat etmiştir. Rumelihisarı'nda medfundur. Rakmetu'llâhi aleyh.[185]

Mevkî-i Îlmisi:

Bosnalı Mehmed Efendi, âlim, kadılık mesleğine sâlik bir zât idi. Halep Mollalığından infisâlini müteakip İstanbul'da irtihâl
etmiştir. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi, Cami üzerine haşiyesi, Isâm üzerine i'tirâzâtı vardır. Abdu'r-Raûf Menâvî'nin adlı eserini
terceme ederek Birinci Sultan Murad'a takdim etmişti, Bir nüshası Köprülü Kütüphanesinde mevcuttur.
Me'haz : Osmanh müellifleri.[186]

359- Abdü'l-Mecîd Sîvâsî:

Şeyh Abdü'l-Mecîd, fuzalâdan bir zâttır. (1049) 'da vefat etmiştir. Eyyûbü'l-Ensârî kurbünde Nişancı dergâhında medfundur.
Rahmetu'llâhi aleyh.[187]

Kemâlât-ı Zâtîyyesi:

Abdü'l-Mecîd, Halvetiyye tarîki ricalinden muhterem bir sîmâdır. Üçüncü Sultan Mehmed'in da'veti üzerine İstanbul'a gelmiş, va'z
ile, irşâd ile meşgul olmuştur. Eş'ârında "Şeyhî" tehallus ederdi.
Müllefâtı: Birinci cildin ortasına kadardır. Ve sâire.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[188]

360- Ferecü'llâhi'l-Huveyzî:

Ferecu'llah b. Muhammed b. Derviş, fuzalâdan bir zâttır. Basra ile Huzistan arasında bulunan (Huveyze) beldesinde doğmuş,
takriben (1050)'de vefat etmiştir.[189]
Kudret-i Îlmiyyesl:

Ferecu'llâh, İmâmiyye'den müfessir, müverrih, edip bir âlimdir. Tefsire, usûle, kelama, târihe, hey'ete dâir eserleri, ve manzum
yazıları vardır.
Müellefâtı: Usûle dâirdir. Mantık: ile kelâma mütealliktir. büyükçe bir eserdir, iki büyük cilttir, Behâü'd-Dîn'in eserine şerhtir Ve
saire,
Me'haz: El-A'lâm min ravzati’l-cinan.[190]

361- Sadrü'd-Dîn Eş-Şîrazî:

Sadrü'd-Dîn Muhammed b. İbrahim, "Molla Sadr" diye meşhur bir âlimdir. (1050)'de veya (1070) târihinde Şiraz'da vefat
etmiştir.[191]

Kudret-i İlmiyyesi:

Sadrü'd-Dîn, mütefennin, feylesof bir Şîa âlimidir. Emîr Muhammed Bâkırü'd-Dâmâd ile Behâü'd-Dîn-i Âmilî'nin tilmizlerinden
idi. Tefsire, ilâhiyyâta, felsefeye dâir birçok şeyler yazmıştır. Keşfü'z-zunûn sahibi bu zâtın hüviyetinde şüphe etmiş, bununla
(896) 'da vefat etmiş olan Mîr Allâme, Sadrü'd-Dîn-i Şîrâzî'yi bir sanmıştır.
Müellefâtı: matbu' bir tefsirdir. matbu'dur, bâzı âyetler île sûrelerin matbu' bir tefsiridir, biri rübûbiyyete, diğeri de ilmü'n-nefse
âit olmak üzere iki kısımdır, matbû'dur. vücûd ve a'râza, tabîiyyâta, ilâhiyyâta, nefse âit olmak üzere dört kısma ayrılmış, matbu'
bir eserdir. hak ve yakın tarîkına âit bir risaledir. Mütekellimîn, Hükemâ ve Sofiyye mesleği üzere yazılmıştır. Felsefeye dâirdir,
sekiz risaleyi müştemildir. Bütün bu eserler Hind'de, İran'da tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Ravzâtü'l-cennât, Mu’cemu'l-matbûât, Keşfü'z-zunûn.[192]

362- Abdu'r-Rahmân El-İmâdî:

Abdü'r-Rahmân b. Muhammed b. Muhammed b. Îmâdü'd-Dîn, (978) de Dimeşk'da doğmuş, (1051) târihinde Dimeşk'da vefat
etmiş bir âlimdir. Rahmetu’llâhi aleyh.[193]

Mevkî-i İlmisi:

İmâdî, Dimeşk'da yetişmiş, orada Müftü olmuş kudretli bir ilim sahibidir. (1014)'de Hicaz'a gitmiş, o esnada menâsik-i
hacca âit olan eserini cem' etmiştir. Tefsire, ve sâireye dâir de eserleri vardır. Mezheben Hanefî idi.
Müellefâtı: Tefsirdir, Hanefi fıkhı üzre yazılmıştır. terâcim-i ahvâle dâirdir. Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm, Hulâsatü'l-eser.[194]

363- Beypazarı Muslihü'd-Dîn:

Muslihü'd-Dîn Efendi ulemâdan bir zâttır. (1051)'de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi


aleyh.[195]

Kudret-i İlmiyyesi:

Muslihü'd-Dîn Efendi, değerli, dolgun bir âlimdir. Nâmiyle bir tefsiri vardır. nâmiyle de bir eseri vardır ki, bir nüshası Kütüphâne-
i Umûmî'de mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[196]

364- Şah Muhammed:

Şah Muhammed b. Ahmed, Manastır'lı bir âlimdir. (1052)'de Manastır'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[197]

Kudret-i İlmiyyesi:

Şah Muhammed, vücûde getirdiği asarına nazaran müfessîr, fakîh, fâzıl bir zâttır. Keşfü'z-zunûn'un zeyli'da beyân edildiğine göre
bu zâtın nâmında bir tefsiri vardır ki, Te'vîlât-ı Necmiyye'nin Türkçe bir hulâsasidır. Bir nüshası Hâlis Efendi Kütüphanesinde
mevcuttur. Kezâlik: ve adlı fıkha dâir iki mühim eseri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[198]

365- Vardarlı Şeyh-Zâde Mehmed:

Mehmed Efendi İbn-i Şeyh Alî, Vardar Yenicesi'nden fâzıl bir zâttır. (1057) tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Sultan Selim
civarında Koğacı-Dede mescidi naziresinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[199]

Kudreti İlmıyyesî:
Vardar'h Mehmed Efendi, âlim, fakîh, muharrir bir zât idi. Bursa'da kadılık yapmıştır. Sûre-i Mâide'ye kadar Tefsîr-i Kebîr
tarzında bir tefsîri vardır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkasi, Dürer'e haşiyesi, münşeatı da vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri.[200]

366- İşî Mehmed Efendi:

îşî Mehmed Efendi, Tire'li bir âlimdir. (1061) târihinde Sicill-i Os-.nî'ye göre (1016)'da İstanbul'da vefat etmiştir. Edirnekapı'sı
hâricinde Emîr-i Buhârî zaviyesinde medfûndur. Rahmeiu'UâH aleyh.[201]

Kudret-i Ilmîyyesı:

İşî Efendi, fâzıl bir zâttır. (990)'da İstanbul'a gelerek müderris olmuş, bir aralık inzivaya çekilerek te'lîfât ile iştigale başlamış,
ba'dehu uhdesine Tire'de İbn-i Melek medresesi müderrisliği tevcîh edilmiştir. Bir iş için İstanbul'a gelmekle irtihâli vuku'
bulmuştur.
Müellefâtı: Kur'ân'ın nısfına kadardır,îlm-i kelâma dâirdir.Ve sâire. Eş'ârı da vardır. Bir beyti:
Rûşen eyler ehl-i derdin dîde-i ümmîdini
Kopsa nageh cünbiş pay-i semendinden gubar.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunün, Osmanlı müellifleri, Sicil-i Osmâni.[202]

367- Nûru'llah Şirvâni:

Nûru'llâh, Abdu'r-Rahhn Şirvânî'nin hafidir. Bursa'da (1065)'de vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[203]

Mevki-i Îlmîsî:

Nıru’llah Efendi, ulemadan bir zattır. Bursa’da müderris bulunuyordu. Tefsir-i Beyzavi’ye ta’likaatı, Telhis’e, Fıkh-ı Ekberê
şerhleri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[204]

368- İbnü's-Sâîğ:

Muhammed b. İbrahim el-Mısri, fâzıl bir zâttır. (1066)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh,[205]

Kudret-i İlmiyyesi:

İbnü's-Sâiğ, âlim, şâir, Arabî, Fârisî ve Türkçe lisanlarına vâkıf idi Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi vardır. Ekmel'in Hidâye. şerhine
de hâşiye yazmıştır. Adında bir eseri daha vardır.
Me'haz: El-A'lâm,[206]

369- Abdü'l-Hakîm Es-Siyâlkütî:

Abdü'l-Hakîm b. Şemsü'd-Dîn el-Hindî, meşhur bir fâzıldır. (1067) de vefat etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[207]

Mevki-i İlmîsî:

Abdü'l-Hakîm, yüksek bir âlim idi. Bütün hayâtını ilim ve ma'rife tahsis etmiş bulunuyordu, Hind'de Hazm Şâh-i Cihan nezdinde
reîsü'1-ulemâ' idi. Zamanında Hind ulemâsından hiçbiri Siyalkûtî kadar şan ve şöhrete nail olamamıştır. Tefsirdeki iktidarına,
Tefsîr-i Kaazî için yazmış olduğu haşiye şehâdet eder. Bu, derin tetkikleri, izahları hâiz bir haşiyedir. Yazık ki nâ-tamamdır.
Müellefâtı: Mantıktandır. Tasavvurât ve tasdîkaata dâirdir. Bütün bu eserler basılmıştır.
Me'hazlar: El-A'lâm, Hülâsatü'l-eser.[208]

370- Hızır B. Mehmed:

Hızır b. Mehmed Efendi, Amasya'lı bir âlimdir. (1086)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[209]

Mevki-i İlmisi:

Hızır Efendi, fâzıl, fakîh bir zât idi. Vefatına kadar Amasya müftüsü bulunuyordu. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi ve adında manzum
bir eseri vardır ki, Telhîs'in bir hulâsasıdır. (1060)'da yazmıştır. Bu eser üzerine nâmiyle bir şerhi ve sâir âsârı da vardır.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Keşfü'z-zunûn.[210]

371- Şîhâbü'l-Hafâcî:

Ahmed b. Muhammed b. Ömer el-Hafâcî el-Mısrî, kudretli bir âlimdir. Hafâce kabilesine mansuptur. (977)'de Mısır'da doğmuş,
(1069) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[211]
Mevki-i İlmîsi :

Şihâb, pek muktedir bir fâzıldır. Asrında büyük şöhret kazanmış, ilim ve irfan ile temayüz eylemişti. Takrir, tahrîr i'tibâriyle
müteferrid idi.
Dayısı Ebû Bekri'ş-Şinvânî'den ulûm-ı Arabiyyeyi tahsil etmiş, belagat, mantık ilimlerini ve sâireyi de Ahmed Alkamî ile
Muhammed Sâlihî eş-Şâmî'den, ilm-i tıbbı da Dâvûdü'l-Basîr'den ahzeylemiştir. Ba'dehu İstanbul'a rıhlet edip birçok fuzalâya,
müsaimiflere mulâkî olmuş, kendilerinden icazet almış, Rumelide ve bilhassa Üsküp ile Selanik'te kadılık yaparak büyük bir
servet sahibi olmuş, bilâhare uhdesine Mısır kadılığı tevcîh edilmiş, bundan azledilmekle tekrar Diyâr-ı Rûm'a dönmüş, bu esnada
Dımeşk'a uğrayarak bir kaç gün kalmış, buranın fuzalâsını bir eserinde medhetmiştir. Daha sonra Mısır'a nefyedilerek orada
vefatına kadar bir kadılıkta bulunmuştur. Hanefiyyü'l-mezheb idi
Tefsire, hadîse ve bilhassa lisân-ı Araba derin bir vukuf sahibi olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Hele Tefsîr-i Kaazî'ye yazdığı
hâşiyesiyle Şifâ-i Şerife yazdığı şerhi pek fâideli, pek kıymetli birer eserdir.
Müellefâtı: Beyzâvî haşiyesi olup sekiz ciltten müteşekkildir, dört cilttir, ilmî fâideleri, edebî latifeleri muhtevidir, terâcim-i
ahvâle dâirdir, bu eserler mat-bû'durlar. Terâcime dâir bir cilttir. Rakik eş'arı da vardır.
Me'hazlar: El-A'lam-, El-Fevâidü'l-behiyye, Hulâsatü’l-eser.[212]

372- Burhânü'd-Dîn Îbrâhîm:

Burhânü'd-Dîn, İbrahîm b. Muhammed, Saîd-i Mısır'dan "Meymûn” denilen mahalle mensup bir zâttır. (991)'de doğmuş,
(1079)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[213]

Kudret-i Îlmîyyesî:

Burhânü'd-Dîn tefsir ve hadîs ilimlerinde mütahassıs idi. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi vardır.
Me'haz: El-A'lâm.[214]

373- Kuddûsî Abdu'r-Rahmân:

Abdu'llah Efendi-Zâde Abdu'r-Rahman Efendi, Manisa'lı bir âlimdir. (1080)'de Manisa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[215]

Mevki-i İlmisi:

Abdu'r-Rahmân Efendi meşâyihten âlim bir zâttır. Tefsîr-i Kaazî'ye ta'lîkaatı vardır. Manzûme-i Şâhidî'ye şerh olmak üzere de
adında bir eseri mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[216]

374- Minkaarî-Zâde Yahya Efendi:

Şeyhü'l-İslâm Yahya Efendi, Alâiye'li Minkaarî-Zâde Ömer Efendi'nin oğludur. (1088) târihinde vefat etmiştir. Üsküdar'da
Açıktürbe'de yaptırmış olduğu medrese ittisalinde medfûndur. "Menzil-i Minkaarî-Zâde Cennet-i me’vâ ola" mısraı vefatında
târihtir. Rahmetu'llâhi aleyh.[217]

Mevki-i Îlmisi:

Yahya Efendi, faziletli bir zâttır. Müteaddid medreselerde müderris olmuş, (1058)'de Mekke-i Mükerreme kadılığına, üç defa
Mısır kadılığına ta'yîn edilmiş, (1069)'da İstanbul kadısı, (1072)'de Rumeli kazaskeri bulunmuştur. Bilâhare (1073)'de Meşihat
makaamını ihraz etmiş ise de bu makamda devamına, mübtelâ olduğu felç illeti mâni olduğundan (1084)'de tekaüde
sevkolunmuştu. Meşihat müddeti on buçuk seneden ziyâdedir. Hayır-hâh bir zât imiş.
Müellefâtı: Tecvide dâirdir.
Me'hazlar: Devhatü'l-meşâyıh, Osmanlı müellifleri.[218]

375- Abdü'l-Halîm Efendi:

Abdü'l-Halîm Efendi, Şeyh Nasûh Efendi'nin oğludur. Sandıklı kazasına mensuptur. Seksen beş yaşında olarak (1089)'da vefat
etmiştir. Edirnekapısı hâricinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[219]

Mevki-i İlmisî:

Abdü'l-Halîm Efendi, fuzalâdan bir zâttır. Şam Mollalığında bulunmuştur. Bakare ile Âl-i Imrân sûrelerine ve Nebe' sûresinden
Hucurât sûresine kadar haşiyeleri vardır. Fıkıhtan Dürer'e nâmiyle bir hâşiye, Miftâh'a da yazmıştır. adiyle bir eseri de vardır.
Molla Câmî'ye ve Mutavvel'in Kasır bahsine kadar haşiyeleri de yardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî.[220]
376- Molla Muhsin El-Kaşânî:

Muhammed b. Murtazâ, ulemâdan bir zâttır. (Feyz) lâkabiyle ma'rûftur. (1091)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[221]

Mevki-i İlmisî:

Feyz Kâşânî, müfessir bir zâttır. Unvanlı bir tefsiri vardır. Bu tefsîrin kenarında yine bu zâtın eseri olan münderiçtir. (1274)'de
İran'da tab' edilmiştir. Diğer matbu’ eserleri de şunlardır : Bu son eser nâmiyle ma'ruftur. Nasâyıha dâir muhavere tarikiyle
yazılmıştır.
Me'haz: El-Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye.[222]

377- Kadı Ahmed Efendi:

Kadı, Ahmed Efendi, Silifkeli bir zâttır. (1091)'de Bursa'da vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[223]

Mevkî-i İlmîsi:

Kadı Ahmed Efendi, muhterem bir âlimdir. Sûre-i Furkan'a mufassal bir tefsir yazmıştır, Binâ'ya şerhi ve sâir eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[224]

378- Ahmed Nâsıh Gurab-Zâde:

Ahmed b. Abdu'llah, ulemâdan bir zâttır. (1096) târihinde ber-hayât bulunuyordu.[225]

Mevki-i İlmisi:

Ahmed Nâsıh, fâzıl bir vaiz idi. Bağdad'da Abdü'1-Kaâdir-i Geylânî Hazretlerinin câmi-i şerifinde va'z ederdi. Vezîr İbrahîm
Paşa'nın tavsiyesi üzerine unvâniyle bir tefsir yazmıştır. Bunu bir senede ikmâl etmiştir. Bu, haddizatında Türkçe bir mealden iba-
rettir. Kendi ifâdesine nazaran Envârü't-tenzîl ile Meâlimü't-tenzîri, îrşâdü'l-akli's-selîm'i, Mevâhib-i ledünniye'yi, Şihâb
hâşiyesi'ni me'hâz ittihâz etmiştir. Eserin ismi, mübaşeret târihi olan (1005) senesini gösterir. Hitâmına da şöyle bir târih
söylenmiştir:
Habbezâ tercemân-i Kur'an kim
Tâlib-i râh-ı hak olanlar için
Çıktı müsveddeden bi-hamdi’llâh
Dedi ,pîri hûd âna târih
Müşkil-i elfâzı eyledi vazıh
Mürşid-i kâmil ve dahi nâsıh
Şâhid-i hüsn üstüne lâih
Budur âsâr-ı Ahmed Salih
Bu tefsirin bir nüshası, müellifinin hatt-ı destiyle muharrer olarak Nûruosmaniye Kütüphanesinde mevcuttur. Bu tefsir muahharen
(1294) târihinde tab' edilmiştir.
Bu zât, tefsirinin mukaddimesindeki beyânına nazaran Yâkub-i Çerhî'nin Fârisiyyü'l-ibâre olan (Tebâreke ve Amme) cüzleri
tefsirini de Türkçeye çevirmiştir.
Me'hazlar: Zübedü'l-âsâr mukaddimesi, Osmanlı müellifleri.[226]

379- Alâü'd-Dîn Atvel:

Alî Alâü'd-Dîn, Arabkir'li bir alimdir. Çömez Kadı ve Karabaş Velî diye ma'rûftur. (1097)'de hacdan avdet ederken Mısır'a yakın
Galan karyesinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[227]

Mevki-i İlmîsi:

Alâü'd-Dîn, fâzıl, tasavvuf âşinâ bir zâttır. Ekâbir-i Şa'bâniyye'den bulunuyordu. İstanbul'da ikaamet ederdi. Tâ'hâ sûre-i
Celîlesine tefsiri vardır. Bundan başka; unvâniyle sair eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[228]

380- Abdü'l-Kerîm Celveti:

Abdü'l-Kerîm İbn-i Şeyh Veliyyü'd-Dîn, Karahisâr-i Şarkî'li bir zâttır. (1100)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[229]

Mevkî-i İlmîsi:

Şeyh Abdü'l-Kerîm, fâzıl, âlim bir vaiz idi. Lâleli kurbunda Ahmed Ağa Câmi-i şerifinde va'z ederdi. Tahsilini babasından ve
zamanının fuzalâsından ikmâl etmişti. Sûre-i Yûsuf'a bir tefsiri vardır. Sair eserlerinin bir kısmı da şunlardır: Zikru'llâh'ın fazâiline
dâirdir.
Asarının büyük bir kısmı hatt-ı destiyle muharrer olarak Kütüphâne-i Umûmî'de mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[230]

381- Remzi Efendi:

Remzi Efendi, Antakya'lı bir zâtın oğludur. (1100) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[231]

Mevki-i İlmisi:

Remzi Efendi, değerli bir âlimdir. Vefatında İstanbul Kadısı bulunuyordu. İsminde Tefsîr-
i Beyzâvî'ye bir haşiyesi vardır.Nâmiyle bir eseri de vardır ki, Kur'ân'a, hadîse, bâzı meşâhir ile büldâna âit muarreb kelimeleri
şerh ve îzâh eder. Bir nüshası Es'ad Efendi Kütüphânesindedir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[232]

382-Abdü'l-Bâki Et-Tîbrizî:

Mevlevi Abdü'1-Bâki, fuzalâdan müfessir bir zâttır. (1033)'de ber-hayât bulunuyordu.[233]

Tefsîrdekî Mesleği:

Abdül-Kaadir Tibrizî, Keşşaf ile Envârü't-tenzîl'i başlıca me'haz ittihâz ederek güzel bir tefsir yazmıştır. Dâima Zemahşerî ile
Kaazî'nin beyanâtını tefsirinde zikrediyor, sonra birçok ilaveler, muhakemeler yapıyor. Sofiyye hazarâtının işârât-ı Kur'âniyye
hakkındaki sözlerini iktibastan geri durmuyor.
Bu zât, kendi hâlini ve tefsirini ne veçhile yazıp itmam ettiğini bu kıymetli eserinin dibacesinde şu veçhile anlatıyor:
"Ben birçok âlimlere mülâki ve kendilerinden müstefîd oldum, sonra sülük tarîkına sâlik olup tarikat ehlinden feyz almaya
çalıştım. Bu zâtlar, Sultânü'l-Ârifîn Şemsü'd-Dîn Muhammed Tibrizî ile Sultânü'l-Âşıkîn Hazret-i Mevlânâ'nın menâkıbına dâir
birçok şeyler naklettiler, bunlar pek hoşuma gitti, bir zaman zahirî ilimlerden el çekerek münzeviyâne bir halde yaşadım, âdeta
ilmî müktesebâtım nisyâna mahkûm olacak bir hâle geldi, bu hâlime teessüf etmeğe başladım, bulunduğum beldede ise ilimler
münderis olmuş, ilim sahipleri maîşet derdine düşmüş bulunuyordu.
Ben vaktiyle kaazî tefsirini mütâlâaya dalmış, onu pek muğlâk, pek mûcez bulmuştum. İnkişâf ve ibtisâr maksadiyle Keşşafı da
mütâlâaya başladım. Bu iki tefsir arasındaki bütün ihtilâfları, mezheb ihtilâfından münbais gördüm. Çünkü Zemahşerî
Mu'teziliyyü'l-mezheb, Kaazî ise Eş'- âriyye'dendir. Sonra Zemahşerî fıkhan Hanefiyü'l-mezheb, Kaazî ise Şâfiiyye'dendir.
Binâenaleyh usûl ve furûa müteallik, mezheb ihtilâfından münbais mevzi'lerin mâ-adâsında denilebilir ki: Keşşaf, Kaazî tefsirinin
bir şerhi mesabesindedir.
Ben de tefsire dâir bir çok şeyler yazdım. Bunların arasında ihtilâfâtı gösterdim. Fakat yazdığım şeyler, müsvedde olarak perişan
bir halde kalmıştı. Tâ ki maârif-perver bir zât olan Bağdad Valisi Müşîr-i muazzam Hafız Ahmed Paşa, bana dâir bâzı malûmat
edinmiş olduğundan hakkımda inayet ibzal buyurdu. Perîşân eserimin itmam edilmesini bana tavsiye etti, ben de bu sayede bu
eseri itmama kıyam ettim, bunun itmamına muvaffakıyyet, Sultan Murad'ın Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'yi tecdide muvaffak
olduğu zamana müsadif olmakla bu ittifak, Vezîr-i müşârün-ileyh'in pek hoşuna gitti, bununla Devlet-i Aliyye'nin devamına
istibşarda bulundu."
Bu tefsirin itmam edilmesi (1033) târihine müsadiftir.
Bu kıymetli eserin pek güzîde, yazma, müzehheb bir nüshası (1274) büyük sahifeden müteşekkil olarak Hamidiye
Kütüphanesinde (59) numarada mevcuttur.
Me'haz: (Tefsîr-i Tibrîzî-i Mevlevi) mukaddimesi.[234]

On Îkînci Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler

383- Alî Çelebi İznikî:

Alî Çelebi b. Husrev, fuzalâdan bir zâttır.(1108) 'de vefat etmiştir. Eyyûb-ı Ensârî civarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[235]

Mevki-i İlmisî:

Alî Çelebi, değerli bir âlimdir. Melâmiyye-i Bayrâmiyye tarîkına mensuptur. Kâtip - Çelebi bu zât hakkında: diyor. Üçüncü Sultân
Mehmed zamanında İstanbul'a gelip Sütlice'de ikâamet etmiştir. Nâmında bir tefsiri vardır ki, bir mukaddime, bir hatime ile
müteaddid bablardan müteşekkildir. Bir nüshası Revân Odası Kütüphanesinde mevcuttur. Bundan başka nâmiyle sair eserleri de
vardır.
Zeyl: Bizim kütüphanelerde yaptığımız tetlukaata göre asıl Yusuf b. Hilâl b. Abdullah es-Safedî'nin: Nâmında bir tefsiri vardır ki,
nefîs te'villeri, lâtîf hükümleri, nâdir temsilleri câmi'dir Bunu Ebû Bekir Nusret nâmında bir zât (669) senesinde Şam'da telhis
etmiş, bilâhara Mısır'a intikal edip orada da bâzı ıslâhatta bulunmuş, nihayet Kahire'de (686) târihinde Câmi-i Hâkim'de son
tebyîzına muvaffak olmuştur.
Bu zâtın ifâdesine nazaran: Asıl tefsîr, nâs arasında i'tibâra mazhar olmamıştır. Buna sebep de müellifi bulunan Yûsuf Safedî'nin
bâzı maddelerde içtihada kıyam etmiş olmasıdır, fakat teemmül nazariyle bakılırsa bu müellifin mezîd-i dikkat sahibi, asrının
İmâmı olduğuna hükmedilir. Bu tefsirin bir nüshası Şehîd Alî Paşa Kütüphanesinde (157) numarada mevcuttur.
Bu tefsirin hulâsası (690) sahîfeden müteşekkildir. Birçok âyetlerin tefsirleri pek muhtasarcadır. Maamâfih birçok dakik
mütâlâaları, ilmî ve tasavvuf! ifâdeleri de muhtevidir. Her halde müellifinin bir mahsûs sahibi olduğunu göstermektedir.
Bir sahifesinde deniliyor ki: "Arap, her hayra hüdâ, her şerre de dalâlet nâmını verir.”
Diğer bir sahifesinde de deniliyor ki: "Allâhu Teâlâ kendisinin Gaffar olduğunu beyan buyuruyor. Çünkü kul tekrar tekrar günah
işleyip de her defasında tevbe edince (Tevvâb) nâmını alır, Hak Teâlâ da her tevbeyi kabul buyurduğu için vasfın tekerrüründen
dolayı (Gaffar) bulunmuş olur."
Bu eserin bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (.192) numaradadır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[236]

384- Şeyh İsmâîl:

Şeyh İsmail Efendi, Ustrumca'lı bir fâzıldır. Takriben (1110)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[237]

Mevki-i İlmîsî:

Ustrumca'lı Şeyh İsmâîl, ulemâdan bir zâttır. Tefsîr-i Mevâkip tarzında Türkçe bir tefsiri vardır ki diye ma'ruftur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[238]

385- Feyzu'llah Efendi:

Erzurum'lu Şeyhü'l-İslâm Feyzu'llâh Efendi, fâzıl bir zâttır. (1115) târihinde Yeniçeriler tarafından katledilmiştir. Maktul Şeyhü'l-
İslâmların üçüncüsüdür.[239]

Mevki-i İlmisi:

Feyzu'llâh Efendi, zekî, mümtaz bir ilim sahibi idi. (Câmiü'r-riyâseteyn) unvanını hâiz bulunuyordu. Vânî Efendi (1074)'de Hâce-i
Padişahı olunca Feyzu'llâh Efendi'yi Erzurum'dan İstanbul'a da'vet ederek kendisine dâmâd etmişti. Feyzu'llâh Efendi, dört sene
sonra Hicaz'a gitmiş, avdetinde kayin-pederinin delaletiyle Pâdişâh'ın huzuruna kabul edilmiş, Şehzade muallimi ta'yin edilip
(1081)'de müderris olmuştur. Daha sonra İstanbul Payesini ve (1097)'de Rumeli Kazaskerliğini ihraz etmiş, (1098)'de Nakîbü'l-
eşrâf olmuş, Dördüncü Sultan Mehmed'in hal'inden sonra Yeniçerilerin isyanı üzerine (1099)'da Meşihat makaamına yükselmiş,
ve diğer bir isyan neticesinde de Erzurum'a nefyedilmiştir. İkinci Sultan Mustafa'nın cülusunda muallimi olduğundan İstanbul'a
da'vet edilerek uhdesine ikinci defa olarak Meşîhat-i İslâmiyye tevcih olunmuş, artık şeref ve şânı pek ziyâde artmış, iki oğlunu
Kazasker, bir oğlunu da Hoca ta'yîn ettirmiş, Fethu'llah nâmmdaki büyük oğlunu da bâ-irâde-i Seniyye kendisine halef ta'yîn
ettirerek uhdesine Meşihat payesi verdirmişti. Kendisinin Şeyhü'l-İslâmlığı, şehâdeti târihine kadar sekiz sene, sekiz buçuk
aydır.[240]

Sûret-i Şehâdetî:

Feyzu'llâh Efendi, fazl u kemâline, ve Hâce-i Pâdişâhı bulunduğuna mebnî büyük bir şöhret ve kudret sahibi bulunmuştu. Kendi
evlâdını, kendi akraba ve yaranını büyük me'mûriyetlere ta'yîn ettiriyordu. Bu hâl halkın iğbirarını celbetmişti. Sadr-ı A'zam
Daltaban Mustafa Paşa ile: de aralarında münâferet zuhur etmiş, Daltaban Mustafa Paşa i'dam edilmişti. Nihayet (1115)'de bir
Yeniçeri isyanı yüzgösterdi, ulufelerini vaktinde alamamış birtakım Ocaklılar ve sâire İstanbul'da toplandılar, Edirne'de bulunan
İkinci Sultan Mustafa'ya bir hey'et vâsıtasiyle bir mahzar gönderdiler, bu mahzarda Pâdişâh'ın İstanbul'a dönmesi, Şeyhü'l-İslâm'ın
azli isteniyordu. Keyfiyyetten haberdâr olan Feyzu'llâh Efendi, bir takrîb ile bu hey'eti tevkif ettirdi, mahzarı da Pâdişâ'h'a takdim
etmeyip imha etti. Bundan haberdâr olan Pâdişâh, Şeyhü'1-İslâm'ı oğullariyle beraber Erzurum'a nefyetti. Bunun üzerine Yeni-
çeriler Edirne üzerine yürüdüler, Sultan Mustafa'yı hal' ettiler, Şeyhü'1-İslâm'ın da kendilerine teslim edilmesini istediler, artık
Üçüncü Sultan Ahmed tahta iclâs edilmiş, Şeyhü'l-İslâm da Erzurum'a gitmek üzere bulunduğu Varna'dan Edirne'ye celbedilerek
hapsolunmuştu. Yeniçeriler bu zâtı mahbesten alarak kendisine üç gün pek fena zahmet verdiler, burnunu, kulaklarını, dudaklarını
kestiler, nihayet şehîd edip na'şını sürükliyerek Tunca nehrine attılar. Muharebelerde din düşmanlarına karşı bile tatbiki şer'an caiz
olmayan "Mesule" cezasını büyük bir İslâm âlimi hakkında tatbik etmeden hicâb etmediler.
Bu elim vak'a, mütebassir olanlar için bir ibret levhası teşkil etmişti.
Evet bu faciâyi târihiyye, fâni teveccühlere, kudretlere mağrur olan muhterislere, efkâr-ı umûmiyyeye riâyetten kendilerini
müstağni gören ıkbâl-perestlere, zâtı faziletlerini, mevkilerini, maddî menfaatlara âlet eden harislere bir ibret dersi teşkil etmiştir.
Bu hâileyi vücûde getiren kıyam erbabının cür'etleri ise teessüfe pek şâyân bir keyfiyyettir. Lâ-akal altmış yetmiş milyonluk bir
Milletin Hükümdarını, Şeyhü'l-İslâmını, bir avuç türedi alayının hal ve mahvetmeğe kâfi gelmesi, mensûb oldukları cem'iyyet
hayâtında intizâmın, sağlam teşkilâtın, uyanık bir idare tarzının bulunmamış olduğuna açık bir delildir. Ferdlerine kıymet
vermeyen, efkâr-ı umûmiyyesini hiçe saymaktan çekinmeyen, kendi haklarını güzelce isti'mâle muktedir bulunmayan, adalet ve
hakkaniyyet düsturlarına riâyet etmeyen her hangi bir milletin sahne-i hayâtında bu gibi fecî' hâdiselerin sık sık vukuuna intizâr
etmek lâzım gelir.
Âsârı: Muhtelif letâif i hâvidir.
Erzurum'da bir medrese, bir cami', bir dârü'l-kurrâ, Şam'da bir dârü'1-hadîs, Medîne-i Münevvere'de bir medrese, İstanbul'da bir
medrese, bir kütüphane yaptırmıştır.
Me’hazlar: Devhatü'l-Meşâyih, Kâmil Paşa Târîh-i siyâsîsi, Osmanlı müellifleri.[241]

386- Ebdü'l-Hay Efendi:


Abdü'1-Hay Efendi, Edirne'de medfûn Saçlı İbrahim Sofu Efendi'nin mahdumudur. (1117)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi
aleyh.[242]

Kemâlât-ı Zâtîyyesi:

Abdül-Hay Efendi, Celvetiyye tarîkına mensûb, muhterem, fâzıl, natûk bir zâttır. Edirne'de Selimiye Vaizi ve tekkesi Şeyhi
olmuş, (1097)'de Kadırka'da Mehmed Paşa tekkesi Şeyhi olup bilâhara Yeni Camiye Vâız ta'yîn edilmiş, (1103)'de de Hüdâî
Efendi dergâhında şeccâde-nişîn bulunmuştur. İsminde retih sûre-i celîlesine dâir bir tefsiri vardır. Bir nüshası Beşir Ağa Kü-
tüphanesinde mevcuttur, İlâhiyyâtı ve Kasîde-i Bür'eye nazmen tercemesi de vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî[243]

387- Kara Halîl Efendi:

Kara" Halîl Efendi, Boyabat'lı bir âlimdir. (1123) târihinde vefat etmiştir. Eyyûb-i Ensârî civarında esbak Sadr-ı A'zam Siyavuş
Paşa türbesi hâricinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[244]

Mevkî-i İlmîsi:

Halîl Efendi, fâzıl bir zât idi. Şeyhü'l-İslâm Abdullah Vassâf Efendi'nin hocası ve kayin-pederi idi. İkisi bir yerde medfûndurlar.
Sûre-i Mülk'e bir tefsiri, Fenârî'ye, Hikmetü'l-ayn'e, Tavâli'a haşiyeleri ve sair eserleri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[245]

388- Menteşî-Zâde Abdü'r-Rahîm Efendi

Şeyhü'l-İslâm Abdü'r-Rahîm Efendi, Bursa'lı mahkeme kâtibi Mehmed Efendi'nin oğludur. (1128)'de vefat etmiştir. Edirne'de
medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[246]

Mevki-i İlmîsi:

Abdü'r-Rahîm Efendi, âlim, fakîh bir zâttır. Tahsilini Bursa'da yapmış, İstanbul'a gelip Şeyhü'l-İslâm Minkaari-Zâde Yahya
Efendi'ye intisâb etmiş, Yenişehir'de, Edirne'de Kadılık yapmış, (1105)'de İkinci Sultan Mustafa'nın cülusunda Şeyhü'l-İslâm
Feyzu'llâh Efendi'nin himayesine mazhar olup Kanun hilâfına olarak Üsküdar Kadılığına, üç ay sonra da Mısır Mevleviyyetine
nail olmuştur. Bilâhare İstanbul Payesini, Anadolu ve Rumeli Sadâretlerini, (1127)'de de Meşihat makaamınI ihrâz etmiştir.
Müddet-i fetvası bir sene sekiz aydır.
Müellefâtı: Matbû'dur. Ve saire.
Me'hazlar: İlmiyye salnamesi, Osmanlı müellifleri.[247]

389- Şeyh Nasuhi Efendi:

Mehmed Nasuhî, Üsküdar'lı bir zâttır. (1130)'da vefat etmiştir. Türbesi Üsküdar'dadır. Rahmetu'llâhi aleyh.[248]

Kemâlat-ı Zâtiyyesî:

Şeyh Nasuhî. muhterem bir âlimdir. Şa'bâniyye tarîkinin (Nasûhiyye) şu'besini te'sîs etmiştir. Bir (Tefsîr-i Şerîf) i vardır ki, on
küçük ciltten müteşekkil, tefsirlerden müntehab ve bâzı ilâveleri muhtevidir. Üsküdar'da Nasuhî dergâhı Kütüphanesinde
mevcuttur. Bundan başka ve sâire nâmiyle eserleri de vardır. Mecmûatü'l-ahâdîs, Ebû Eyyûbi'l-Ensârî'den rivayet edilen hadîsleri
câmi'dir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[249]

390- Naîmî Halil Efendi:

Mestci-Zâde Halil Efendi, Konya'lı bir âlimdir. (1230)'da Manisa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[250]

Mevkî-i Îlmîsî:

Halil Efendi, Manisa'da neşr-i ulûm ile, iftâ ile meşgul olmuş bir fâzıldır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye, Tehzîb'e haşiyeleri ve sair eserleri
vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[251]

391- Şeyh Molla Ciyven:

Ahmed b. Ebî Saîd b. Abdu'llâh b. Abdu'r-Rezzak el-Hîndî, büyük bir âlimdir. Aslen Mekkî'dir. (1047)'de Hind'in
"Emeytî"beldesinde doğmuş,(1130)'da Dehli'de vefat edip na'şı Emeyte'ye nakledilmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[252]

Mevkî-i İlmîsi:
Molla Ciyven, yüksek ilim ve irfan sahibi Hanefiyyü'l-mezheb bir zâttır. Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetmiş, tahsilini birçok zevattan ve
bilhassa Molla Lûtfu'llâh, el-Kûrûnî'den ikmâle muvaffak olmuş, Sultan Âlemgir tarafından büyük bir ta'zîm ile kabul edilerek
kendisine hocalıkta bulunmuştur. Büyük bir hafızaya mâlikti, uzun bir kasideyi bir okuyuşta ezber edebilirdi, okuduğu derslere ait
kitapların ibarelerini sahife sahife ezber takrir ederdi.
Müellefâtı: Matbû'dur. Mevlevi Rahim Bahş tarafından güzel haşiyeler ve zeyiller ile beraber tekrar tab' edilmiştir. Usûl-i fıkha
dâir olup (1105)'de te'lîf edilmiş, matbû'dur.
Me'hazlar: Sebhatü't-Mercan, Mu'cemü'l-matbûat.[253]

392- Şeyh İsmail Hakkı:

İsmail Hakkı Efendi, İstanbul'da Aksaray mahallesi ahâlisinden ve sulehâdan Mustafa nâmında bir zâtın oğludur. Bu zât, büyük
yangını müteakip Rumeli'de kâin "Aydos" kasabasına gidip orada yerleşmişti. İşte İsmâil Hakkı Efendi, bu Kasaba'da (1063)
târihinde doğmuş, (1137)'de Bursa'da vefat etmiştir. Nâmına mensup dergâhın ittisâlindeki câmi-i şerîf hazîresinde medfundur.
Rahmetu’llâhi aleyh.
"Kebş-i ruhum Hakkk'a Kurbân eyledim." mısraı, vefatına târihtir. Mezar taşında yazılı olan şu beyt de vefatı târihini
göstermektedir:
Tahrir kıldım hâdiyen!
Hak hak diye azm
Sâl-i vefatı târihin
Eyledi Hakkı Efendi Cennet'e[254]

Kemâlat-ı Zâtiyyesi:

İsmail Hakkı merhum, hakîkatan büyük bir âlim, bir müfessir, yüksek bir mutasavvıf, pek faziletli bir kalem sahibidir. Aynı
zaman ahlâkini tehzîbe, vicdanını tasfiyeye çalışmış, tarikatten feyz almış, tebcile şâyân bir mürşiddir. On iki yaşında iken
Edirneye giderek orada Abdü'1-Baki Efendi zaviyesinde ilk tahsilini yapmış, sonra İstanbul'a gelerek Atpazârî Şeyh Osman
Efendi'ye intisâb etmiş, ondan tarikat dersi alarak halvetiyye hulefâsından olmuştur. Daha yirmi yaşında iken Bursa'da tarîkat-i
aliyyeyi neşre me'mûr edilmişti. Sonra on sene kadar da Üsküb'de tarikatı neşre me'mûr bulunmuş, ba'dehu Bursa'ya avdet
etmiştir. Bir aralık Magosa'ya nefyedilmiş olan şeyhi Osman Efendi'yi gidip ziyarette bulunmuş, daha sonra Sultan Mustafa
devrinde iki defa gazaya iştirak etmiş, iki defa da Hicaz'a gitmiş, üç sene kadar da ailesiyle beraber gidip Şam'da kalmıştır. Bir
aralık da Mısır'a giderek oranın âlimleriyle görüşmüş, onlardan da istifâde etmiştir. Şam'dan avdetinde üç sene kadar Üsküdar'da
oturmuş, orada Ahmediyye câmi-i şerifinde va'z ve nasîhata devam etmiş, Vahdet-i Vücûda dâir bâzı gamız mes'elelerden
bahsettiği cihetle bir müddet de Tekfur dağında ikaamete me'mûr olmuştu. Bilâhara affedilerek yine Üsküdar'a gelmiş, nihayet
Bursa'ya avdet ederek orada vefatına kadar kalmıştır.
İsmail Hakkı merhum, muasırlarından birçok kimselerin ta'n u teşnîine uğramış, zamanının bir hayli sadmelerine ma'rûz kalmıştır.
Bu muhterem âlimin bu hazîn ser-güzeşti bâzı şikâyet-âmiz yazılarından anlaşılmaktadır. Bahusus Malkara ahâlîsinin kendi
hakkında yapmış oldukları hürmetsizliği Taşköprülü-Zâde'nin Âdâb risalesine yazdığı şerhinde:
Bir kavim nasü felah bulur ki, kendilerine öğüt verir bir musâhib buldukları halde onu tos vurur bir boynuz sanarlar.) cümlesiyle
anlatmıştır.[255]

Tefsirdeki Mesleği:

İsmâil Hakkı Efendi merhum, vahiy müddetine müsâvî olmak üzere yirmi üç sene içinde unvanlı tefsirini yazıp bitirmiştir. Bu
tefsir, pek kıymetli ve İslâm âleminin her tarafında münteşir bulunmuştur. Bu eserde en büyük müfessirlerin, âlimlerin,
mutasavvıfların sözleri münderiçtir. Bahusus Kaazî ile Ebu's-Suûd tefsirleri başlıca me'hazlardandır. Bu cihetle pek zengin olan
Rûhu'l-beyân, birçok tefsirlerin mütâlâasından insanı müstağni edebilir. Rûhul-beyân, birçok tefsir kitaplarında bulunmayan bir
hayli ma'lûmâtı ihtiva etmektedir. Bu eser, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin ma'nâlarını îzâh için usûlü dâiresinde yazılmış bir tefsir
kitabı olduğu gibi aynı zamanda pek mükemmel bir mev'-ıza kitabı da bulunmuştur. Zâten müellifi de en ziyâde bu gaayeyi ta'kîb
etmiştir. Bunun içindir ki, bu eserin sahifelerinde tefsir ile pek de alâkası olmayan birtakım hikâyelere, ibretli vak'alara, tasavvufî
manzumelere de yer verilmiştir.
İslâm edebiyatının her kısmına büyük bir vukufu olan muhterem müfessir, her sırası geldikçe öyle güzel, münâsip Arabî ve Fârisî
beyitlerle, kıt'alarla sözlerini tezyin ediyor ki, insan onun bu hüsn-i intihabına hayran olmaktan kendisini alamıyor. Tasavvufa dâir
Te'vîlât-ı Necmiyye'den ve sâir Söfiyye kitaplanndan iktibas etmiş olduğu yazılar arasında da inşam bi-hakkın zevk-yâb edecek
pek ulvî, ruhanî parçalar vardır.
Maahâzâ bu mübarek tefsir kitabında bir kısım zayıf hadîsler, zâid denilecek yazılar, esassız görülecek hikâyeler de yer bulmuştur.
Eğer bu feyizli, cem'iyyetli eser, bunlardan hâlî bulunmuş olsaydı, elbette kıymeti bir kat daha artar, bâzı kimselerin tenkidine
hedef olmaz ve adetâ kendi tarzında emsalsiz bir tefsir kitabı olurdu.
Müellefâtı: İsmail Hakkı merhumun vefat edeceği sene bizzat yazmış olduğu terceme-i hâline nazaran yüzde ziyâde te'lîfâtı vardır.
Bir kısmı şunlardır: Büyük üç ciltlik matbu' bir tefsirdir. Kaazî tefsirine aittir. İki cilttir, Yazıcı-Zâde' nin Muhammediyye'si
şerhidir. Taavvuftandır. Büyük günahlara dâir. uzunca yazılmış arifâne mektuplardan ibarettir.
Me'hazlar: Hadâiku'l-cevâmi' kendisinin yazmış olduğu terceme-i hâli — Matbaa-i Osmâniyye'de tab edilmiş olan Rûhu'l-
beyân'ın evvelindedir — Pend-i Attar şerhi, Lûgat-ı târihiyye ve coğrâfiyye.[256]

393- Saçaklı-Zâde Mehmed Efendi:


Mehmed b. Ebî Bekr, Maraş'h bir âlimdir. (1145)'de vefat etmiştir. Maraş'ta medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[257]

Mevkî-i İlmîsi:

Saçaklı-Zâde mütefennin bir zâttır. Tefsîr-i Tibyân müellifi Mehmed Efendi'den ve Dârende'li Hamza Efendi'den ve bilâhare
Şam'a giderek Abdu'1-Gani Nabülüsî'den ilim tahsil etmiştir. Otuz kadar eseri vardır.
Müellefâtı: Bakare Sûresine aittir, matbû'dur, ve saire.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Mu'cemü'l-matbûât,[258]

394- Mestci-Zâde Abdullah Efendi:

Mestci-Zâde, İstanbul'lu bir zâttır. (1148) de vefat etmiştir. Fâtihte Nişancı câmi-i şerifi karşısında medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh.[259]

Mevkî-i İlmisi:

Mestci'Zâde, kudretli bir âlimdir. Eserleri buna şehâdet etmektedir.—Sûre-i- Yûnus'a kadar—Cümle-i âsârındandır. Son eseri
matbû' dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[260]

395- Muhammed B. Selâme:

Muhammed b.Selâmeb,İbrahim,pek zekî bir zâttır.(1149)'da Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[261]

Kudret-i Îlmîyyesı:

Muhammed b. Selâme, Kahire'de tahsilini yapmış, yetişmiş bir âlimdir, denmekle ma'ruftur. Müfessir, şâir bir fâzıl idi. On ciltten
müteşekkil manzum bir tefsiri vardır. Bu tefsirin bir cildi Dâmâd İbrâhim Paşa Kütüphanesinde (77) numaradadır.
Me'haz: El-A'lâm.[262]

396- Mehmed Emîn Üsküdârî:

Mehmed Emîn Efendi, Aziz Mahmûd Hüdâyî Efendi'nin kerîme-zadesi Seyyid Abdü'1-Hay Efendi'
nin oğludur. (1149)'da vefat etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[263]

Kudret-i İlmiyyesi:

Mehmed Emin Efendi, muktedir bir âlimdir. Kaazî Beyzâvî'nin Fatiha tefsirine haşiyesi vardır. Bir nüshası Atik Valide Sultan
câmi-i şerifi kıble cihetindeki Kütüphanede mevcuttur. Ikdü'l-cuman'ın birinci cildini de terceme etmiştir. Bir nüshası Yıldız
Kütüphânesindedir. Dürer haşiyesi ve sâir âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[264]

397- Câru'llah Veliyyü'd-Dîn Efendi:

Veliyyü'd-Din Efendi, ulemâdan bir zâttır. Yenişehir Feneri'nde doğmuştur. Mekke-i Mükerreme'de yedi sene mücavir
bulunduğundan "Câru'llâh" lâkabını almıştır. (1151)’ de vefat edip Fâtih civarında Karakolhâne arkasındaki binâ-gerdesi olan
medrese ve kütüphanesi naziresinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[265]

Mevki-i Îlmîsî:

Câru'llâh Efendi, fâzıl, âlim bir zâttır. Tefsîr-i Kaazî'ye haşiyesi vardır. Î'râbü'l-Kur'ân, El-Furkan ve sâire nâmiyle birtakım
eserleri de vardır. El-Furkan, Kur'ân-ı Kerîm'in kirâetinden, i'râbından, Kur'ân'ın terâcim-i ahvâlinden bahistir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[266]

398- Eşref-Zâde Îzzü'd-Dîn:

İzü'd-Dîn Ahmed Efendi, Bursa'lı bir zâttır. (1152) târihinde İstanbul'da misafir bulunurken vefat etmekle Tophanede Kaadiriyye
hazîresine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[267]

Mevki-i İlmisi:

İzzü'd-Dîn Efendi, urefâdan ve Kaadirî hulefâsındandır. Nusus şârihi Mustafa Efendi'den ilim tahsil etmiş, babasından da
Kaadiriyye tarîkini ahzederek Bursa'da İncirli dergâhına şeyh olmuştur. Tennûrî-Zâde Mustafa Efendi'nin adındaki eserinde bu
zâtın menâkıbı mezkûrdur.
Müellefâtî: Dört cilt tefsirdir. Bir mev'ızadır. Şiirinde “İzzi" tehallus ederdi.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[268]

399- Abdu'r-Rahman Rahmi:

Mevc-Zâde Abdu'r-Rahmân, Bursa'lı bir âlimdir. (1161)'de vefat etmiştir. Bursa'da Zindan Kapusu Caddesinde bina etmiş olduğu
Yeni medresede medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[269]

Mevkî-i Îlmîsî:

Abdu'r-Rahmân Efendi, fâzıl, zü'1-cenâheyn bir zâttır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkaatı, Miftâhu'l-gayb'a şerhi, hesaptan Behâiyye'ye
şerhi Mîr Ebu'l-Feth'e haşiyesi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[270]

400- Kaazâbâdî:

Ahmed Ebü'n-Nâkı' b. Muhammed b, İshak el-Hanefî, asrının pek muktedir bir üstadıdır. Tokat sancağı nahiyelerinden Kaazâbâd
(Kazovâ)'da doğmuş, (1163)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Cerrahpaşa Caddesindeki bir hazîrede medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh.[271]

Mevki-i Îlmîsî:

Kaazâbâdî, kudretli bir âlimdir. Evvelâ Kazâbad'da tahsile başlamış, sonra Tokat'a giderek orada Alî Yûsuf, Osman, Zorlu-Zâde
Erzurumlu Hasan Efendilerden tahsilini ikmâle devam etmiş, nihayet aslen Antep'li olup muahharen Sivas'ta tavattun ve (1111)
târihinde vefat etmiş olan Allâme Muhammed et-Tefsîrî'nin derslerinde hazır olarak kendisinden icazet almıştır.
Kaazâbâdî (1115) târihinde İstanbul'a rıhlet ederek Süleymâniye civarında bir medresede ıkaamet ve Süleymâniye câmi-i şerifinde
tedrise mübaşeret etmiş, (1121)'de resmen müderris olmuş, müderrislikteki derecesi altmışlıya vâsıl olunca kendisine Saray'da bir
tedris vazifesi tevcîh edilmiş, (1146)'da Selanik, (1153)'de Mısır, (1157)'de Mekke-i Mükerreme Kadılığına ta'yîn olunmuştur.
Müellefâti: Bu iki eser, Kaazî'nin Fatiha ve Nebe' Sûreleri tefsirine aittir. Tavzîh'in Mukaddeme-i erbaasına aittir. Mehmed
Birgivî'nin âdaba dâir yazmış olduğu bir risalenin şerhidir. İsbât-i Vâcib risalesinin şerhine aittir, istiareye müteallıktır.Bunlar,
şerh-i akaaid okuturken yaptığı takrirlerdir ki, bunları tilmizlerinden Abdü'l-Vehhâb el-Âmidî zabt ve cem' etmiştir.
Me'hazlar: Mecmûatü't-terâcîm. (Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey'in bir yazma eseridir ki, bir nüshası Emîrî Efendi
Kütüphanesinde mevcuttur, Et-Tahrîrü'l' vecîz.[272]

401- Mehmed Îzmîrî:

Mevlânâ Mehmed b. Velî b. Resul, Kırşehir'i bir âlimdir. Vatanında ilk tahsilini yapmış, sonra İstanbul'a gelerek tahsilini ikmâl
etmiş, daha sonra İzmir'e giderek. orada tedris ile meşgul olmuş, uhdesine müftülük de tevcih olunmuştur. (1165)'de vefat etmiştir.
"Ulu Mezarlık" denilen makberede medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[273]

Kudret-i Îlmiyyesi:

İzmîrî Mehmed Efendi, çalışkan, değerli bir fâzıldır. Mir'at mühaşşîsi şöhretiyle ma'ruftur. Mirza Fâzıl'dan ve sâir meşâhirden ilim
ahzetmiştir. Kaazî Beyzâvî tefsirine,[274] âyet-i kerîmesine kadar bir büyük cilt teşkil eden bir haşiyesi vardır. Mütebakisine de
devam ettiği, yazmış olduğu muhtasar bir terceme-i hâlinde münderic ise de nereye kadar yazmağa muvaffak olduğu anlaşıla-
mamıştır.
Müellefâtı: İlâhiyyattan, tabîiyyât ile mantıktan bahistir. Eş'arî ile Mâtürîdîler arasındaki altmış kadar ihtilaflı nıes'elenin halline
dâirdir. Ve sâire. Son eser nıatbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[275]

402- Lübbî Mehmed Efendi: -

Lübbî Mehmed Efendi, Lübbî Hafız denmekle ma'ruf bir zâttır. (1166) da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[276]

Mevkî-i Îlmîsi:

Lübbî Mehmed Efendi, geniş ma'lûmatlı, fâzıl bir âlimdir. Adında tefsire dâir bir eseri vardır. Bundan başka bir kısım eserleri de
şunlardır:
Bu son eseri birinci Sultan Mahmud zamanında Beşir Ağa'nın iltimâsiyle yazmıştır. Bunun yazma, nefis bir nüshası
Nuruosmâniye Kütüphanesinde mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[277]

403- Yüsuf-Zâde Abdu'llâh Efendi:

Abdu'llâh Hilmi Efendi, Amasya'lı Şeyhü'l-kurrâ' Yûsuf Efendi-Zâde Mehmed Efendi'nin mahdumudur. (1085)'de Amasya'da
doğmuş, (1167) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Topkapı hâricinde Maltepe Caddesinde kabristanın sağ tarafı ortasında
medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[278]
Mevki-i İlmîsi:

Yûsuf-Zade Abdu'llâh Efendi, yüksek, mütefekkir bir âlimdir. Vücuh-ı kırâeti babasından, Arabî ilimleri musâhib Mustafa Pasa
hocası Fazıl İbrahim Efendi'den, akli ilimleri de Alî b. Süleyman el-Mansûri'den ve Kara Halil Efendi'den tahsil etmiştir.
(1148)'de Çorlu'lu Alî Paşa'nın sadâretinde Sarâ-yı Hümâyûn Hocalığına ta'yîn edilmiş, ba'dehû evkaatını te'lîfât ile iştigale
hasretmiştir.
Bu muhterem zât, hac farizasını edâ için Hicaz'a gittiğinde Hicaz, Mısır ve Şam ulemâsı kendisinin tefsir, hadis, kırâet
ilimlerindeki ihtisasına meftun olmuş, kendisinden icazet almışlardır. Elli sene camilerde, medreselerde ilim neşrine çalışmıştır.
Hilmî mahlâsiyle üç lisan üzere es'ârı vardır.
Müellefâtı: Otuz cilttir. Kendi el yazısiyle birtakımı Fâtih Kütüphanesindedir. Birer takımı da Hamidiye ile Veli Efendi
Kütüphanelerinde ve Siroz Kütüphanesinde mevcuttur. Pek kıymetli bir eserdir. Bunun te'lîfi üzerine zamanının Hükümdarından
pek çok takdirlere mazhar olmuştur. Şimdiye kadar tab’ edilmemiş olması teessüfe şayandır. Sahîh-i Müslim'in nısfına kadar yedi
ciltlik bir şerhtir. Bir takımı Hamidiye Kütüphânesindedir.
Her Arabî lügat, Fârisî ile şerh edilmiştir. Bir nüshası Nûruosmâniye Kütüphânesindedir. Başka âsârı da vardır.
Mehazlar: Osmanlı müellifleri, Et-Tahrîrü'l-vecîz.[279]

404- Ebü Saîd El-Hâdîmî:

Muhâmmed b. Mustafa, muhterem bir âlimdir. (1113)'de Konya mülhakaatından Hadim kasabasında doğmuştur. Büyük babası
Buhârâ'lıdır. Kendisi (1176)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[280]

Mevkî-i İlmîsi:

Hâdimî merhum, değerli, mübarek bir zât idi. Hanefiyyü'l-mezheb, Nakşibendî tarîkına mensûb idi. Babasından ve Tarsuslu
Mehmed b. Ahmed'den hadîs ahzetmiş, İstanbul'a gelerek Kazâbâdî Ahmed Efendi'den icazet almıştı. Taraf-ı Sultanîden vâki1
olan da'vet üzerine ikinci defa olarak İstanbul'a gelip Ayasofya câmi-i şerifinde Fâtiha-i Şerife tefsirini takrir etmiş, âmmenin
takdirlerine mazhar olmuştur. Feyizli bir müelliftir. Birçok kimselere icazet vermiştir.
Müellefâtı; On iki fenne tatbîkan Besmele-i Şerîfeyi tefsir etmiştir. Besmele-i Şerîfe hakkında bir risaledir. İlm-i usûle dâirdir. Ve
sâire.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Mu'cemü'l-matbûât, Et-Tahrirü'l-veciz fi-mâ-yebteğîhi'l-müstecîz (Li-Muhammed Zâhid b. el-
Hasen el-Kevserî).[281]

405-Şah Velîyyu'llâh Dihlevî:

Veliyyu'llâh, Azîmü'd.-Dîn Ahmed b. Abdü'r-Rahîm, Hindistan'ın en yüksek âlimlerinden bir zâttır. (1114)'de doğmuş, (1176)'da
vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[282]

Mevkî-i Îlmîsî:

Şah Veliyyu'llâh, muktedir bir âlim, derin bir mütefekkir, ilâhî bir şâirdir. Tefsirde, hadiste, hikmet-i teşrî'de yüksek bir vukuf
sahibidir. Kendisi Hindistan'ın müceddit, müctehid bir âlimi sayılmaktadır. Kendisi de unvanlı bir eserinde : "Vaktaki hikmet dev-
resini bitirdim, Hak Teâlâ bana müceddidiyyet hil'atini giydirdi, ve anladım ki, şeriatta, re'y, tahrif; kaza hususunda ise
mekremettir" diyor.
Bu muhterem âlimin tevellüdü, Moğol saltanatının Hindistan'daki en parlak devresine müsadifti. Maahâzâ Hindistan'ın her
tarafında bid'atlar türemiş, Müslümanların ilim sahasındaki mesaîleri yalnız mantığa, felsefeye münhasır kalmış, İslâm ulûmunun
künhüne vâkıf olan zatlar azalmış, Şiîlik olanca hıziyle her tarafa yayılmakta bulunmuştu. Çünkü Moğol Hükümeti, Sultân
Hümâyun devrinden beri Şiîliğin hâmisi kesilmişti. Moğol sarayları İranlı ümerâ ve a'yân ile dolmuş, Ehl-i Sünnet himayeden
mahrum kalmıştı.
İşte Veliyyu'llâh, böyle bir zamanda yetişmiş, ilk tahsilini babasından yapmış, sonra tarîkat-i Müceddidiyye'nin vârisi bulunan
Allâme Şeyh Efdalü'd-Dîn Sırr-i Hindî'den hadîs okumuş, (1142)'de Hicaz'a gidip iki sene kadar Arabistan'da ikaametle Ebû Tâhir
Medenî'den de hadîs ahzetmiş, nihayet büyük bir mürşid, münevver bir rehber olarak Hint muhitini tenvire başlamış, tefsir, hadîs,
akaaid ilimlerini her tarafa neşrederek Şiîlikle mücâdeleye devam etmiş, Kitâbu'llâh ile Sünnet'in hakaayıkını, esrarını halka
tefhime çalışmış, Şiîliği Hindistan'da inhizâma uğratmıştır.
Şah Veliyyu'llâh, adındaki eserinde Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyyeyi müdâfaa eder, hakkında hüsn-i şehâdette bulunur ve der ki:
"Bu zâtın bâzı mes'elelerde Cumhura muhalefeti, kendi ictihâdından kendisince sabit delillerden neş'et etmiştir. Bunu ma'zur
görmek, hakkında keff-i lisân etmek, kendisini hayr ile yâdetmek lâzım gelir."
Veliyyu'llâh Dihlevî, İbn-i Sina'nın meşhur "Rûhiyye" kasidesine reddiyye olmak üzere (116) beyitten müteşekkil bir manzume
vücûde getirmiş, Arap lisânına olan derin vukufunu, edebiyyat i'tibâriyle hâiz olduğu iktidarını bu vesîle ile de ibraz etmiştir. Bu
manzume, şu beyitler ile başlamaktadır:
Müellefâtı: Tefsir kitabıdır. (Fârisîce Kur'ân-ı Mübîn tercemesi.) Bunu Mevlânâ Muhammed Cemâlü'd-Dîn-i Hindî Dihlevî,
Mevlânâ Muhammed Hayrü'd-Dîn Han Hindi kalemiyle Türkçe'ye terceme ettirmiştir. "Tefsîr-i Cemâli" nâmiyle Mısır'da iki cilt
olarak tab' edilmiştir. Tefsire âit pek az şeyleri muhtevidir. Matbu' bir risaledir. Matbû' dur, hikmet ve felsefeye dâir matbu' bir
eserdir.
Nakşibendiyye, Ceylâniyye, Çeştiyye ve Müceddidiyye tariklerine dâir matbu' bir eserdir. matbû'dur. matbu’dur. Ahlâka,
tasavvufa, hikmet-i teşrîa, birtakım dînî mesâil ve hakaayıka mütedair kıymetli ve matbu' bir eserdir. Bu iki eser de matbû'dur.Ehl-
i Sünnet mezhebine mutabık, muhtasar ve müfîd bir eserdir.Bunu Sıddîk Han şerhetmiştir. Matbû'dur. Terceme-i hâline dâirdir.
Bundan başka Muhammed Âşık el-Yarhevî tarafından yazılmış bir terceme-i hâli daha vardır ki, onun adı dir.
Zeyl: Şah Veliyyu'llâh'dan sonra tilmizleri ve bilhassa Şah Abdu'l-Azîz, Şah Refîü'd-Dîn, Şah Abdu'l-Kaadir nâmmdaki
mahdumları da Hindistan'da İslâm ulûmunu, Ehl-i -Sünnet mezhebini neşre devam etmişlerdir.
1- Abdü'1-Azîz, (1159)'da doğmuş, (1239)'da vefat etmiştir. Fârisî'ce bir tefsir île hadîse ve muhaddisîne dâir adlı bir eser yazmış,
ve Şia'yı red için nâmiyle bir eser de te'lîf etmiştir. Usûl-i hadîse dâir nâmında bir mecmuası davardır.2- Refîü'd-Dîn, (1249)'da
vefat etmiştir. Zamanında Farsça ve Acemce yerine Urdu lisânı resmen kabul edildiğinden bu lisân ile bir Kur'ân-ı Kerîm
tercemesi vücûda getirmiştir.Bu terceme Hindistan'da âmmenin kabulüne mazhar olmuştur.
3- Şah Abdü'l-Kaadir, (1242)'de vefat etmiştir. Fakîh, muhaddis bir zâttır. Urdu lisânîyle nâmiyle bir tefsir yazmıştır. Ve yine bu
lisan ile bir Kur'an tercemesi tahrîr etmiştir.
Me'hazlar: Gilâü’l-ayneyn, Ebcedü'l-ulûm, Mu'cemül-mat'buat[283]

406- Mehmed Hazık Efendi İbn-i Ebî Bekr:

Kara Bekir Efendi-Zâde Mehmed Hazık Efendi, yüksek bir âlimdir. Erzurum'da doğmuş, yetişmiş, (1177) senesi Ramazân-ı
Şerifinde vefat etmiştir. Vefatına Ma'rifet-nâme sahibi İbrâhîm Hakkı Efendi merhum şöyle bir tarih yazmıştır:
Hakkı denildi fevtine târih
Hakk'a yöneldi Hazık Efendi"[284]

Mevkî-i İlmîsi:

Hazık Efendi, zamanının kudretli âlimlerindendir. Takriben iki buçuk asır mukaddem Erzurum'da ulemâ azalmış, ilim zevale yüz
tutmuş iken Karabağ tarafından Ak Bekir ve Kara Bekir Efendiler nâmında iki zât Erzurum'a gelmiş,'Ak Bekir Efendi tarîkat-i
Aliyye'yi neşr ile, Kara Bekir Efendi de ta'lîm ve tedris ile iltigal ederek muhitlerini tenvire muvaffak olmuşlardır.
İşte Hazık Efendi, bu Kara Bekir Efendinin oğludur. Tahsili usûlü dâiresinde bitirmiş, nefâset-i mîmâriyyesiyle birçok seyyahların
nazarlarını celbetmekte olan ve çifte menâr denilen "Hâtuniyye medresesinde müderris olmuş, senelerce ilm ü irfan neşrine devam
etmiştir. İbrâhîm Hakkı merhumun da Fârisî hocasıdır. ' .
Hazık Efendi, Sâdât-ı kiramdan olduğu cihetle Erzurum Nakîbü'1-Eşraflığına ve (1170) (târihinde de Erzurum Müftülüğüne ta'yîn
edilmiştir. Tefsîr-i Kaazî üzerine ta'lîkaatı ve mürettep Dîvân-ı eş'ârı vardır. Bu dîvân, (1318) târihinde Erzurum Nakîbü'l-eşrâfı ve
Ahmediyye medresesi müderrisi Amucam Abdürrezzak İlnıî Efendi tarafından İstanbul'da tab' ettirilmiştir. Bu Dîvânın İstanbul
kütüphanelerinden bâzısında yazma nüshaları da vardır ki, matbûunda bulunmayan bâzı manzumeleri de muhtevidir.[285]

Edebiyattaki Kudreti:

Hazık Efendi merhum, hem kuvvetli bir âlim, hem de değerli, mahir bir edîb, bir şâirdir. Dîvânında latif, zarif parçalara tesadüf
olunmaktatadır.
Yeter Jengâver oldu ma'siyyetle kalb-i nûrânî
Yeter çirkâb-ı isyan eyledi âlûde dâmânî"
matlaiyle başlıyan Mi'râciyyesi pek ârifânedir.Erzurumlu Feyzullâh Efendi-Zâde Şeyhü'l-İslâm Mustafa Efendi hakkında :
"Bir zaman olmuş idim kûşe-nişîn-i âlâm
Beni lal etmiş idi cevr-i sipehr hodgâm
Şöyle dembeste idim, redde mecalim yogidi
Âşinâdan birisi verse de nâgâh selâm"
beyitleriyle başlıyan kasidesi de Nef’îyâne bir üslûbu hâizdir . Çıldır valisi Hacı Ahmed Paşa hakkında yazmış olduğu :
"Hod-prestân zu'm ile allâme-i devrân olur
Mekteb-i irfana gelse tıfl-i ebcet-hân olur
Sîne sâf olmak gerek endîşe-i ağyardan
Sanma kîl ü kaal-i resmi, mâye-i irfan olur."
beyitleriyle başlıyan kasidesi de rengin hayalleri, hakimane mazmunları muhtevi bulunmaktadır.
Bir kısım da parlak, âhenkdâr gazelleri vardır. Bâzı beyitleriyle "Bülbül" redifli bir gazeli, Ziya Paşa merhumun Harâbât'ında
münderiçtir.
"Gülüstânı, serâser kapladı âvâzm ey bülbül!
Nedendir oldu nâle rûz u şeb dem-sâzın ey bülbül."
matlaiyle başlıyan bu gazel, hakîkaten pek lâtiftir.
Hazık Efendi merhum ile Erzurum valisi Çeteci Abdullah Paşa'nın müşâereleri meşhurdur. Rivayete nazaran Hazık Efendi, birgün
paşayı zihnen meşgul bulur, sebebini sorunca paşa:
“Rekk-i fass~ı niğîn bir nâm için bin zahm-ı neşter yer” gibi bir mısra hatırıma, geldi, fakat ikinci bir mısra' bulamadım, demekle
Hazık Efendi ;
'Düşenler kayd-ı nâma çarh elinden hayli hançer yer." mısraını bilbedâhe söyler.
Hâmî-i Âmidî, ma'lûm olduğu üzere muktedir bir şâirdir. Bâzı valilere dîvân efendiliğinde 'bulunmuştur. Bir aralık Erzurum'a
uğramış, vali Çeteci Abdullah Paşa hakkında yazmış olduğu bir kasideyi paşanın huzurunda Hazık Efendi bulunduğu halde inşâda
başlamış, bu kasidenin muhteveyâtından olan :
“İ'timâdın yok ise vur mehek-i tecrübeye
İşte levh, işte kalem, işte kütüp, işte fuhûl.”
beytini okurken: "İşte fuhûl" diye Hazık Efendi'ye elleriyle işarette bulunmuştur,
Hazık Efendi'nin:
"Kimdir, bu rüzgârda âsûde hâl olan.
Târih-i sergüzeşt-i selef ezberimdedir."
beyti durûb-ı emsal sırasına geçmiştir. Bu mütefekkir zâtın:
Nâşinâs-ı vas'-ı nâ-hemvâr olan asudedir
Hurde-bîn-i tavr-i yârân olmasaydım, kâşki
Vahşet efzâ-yı cünûn oldu bana hüsn-i hıred
Rehrev-i vâdi-i irfan olmasaydım- kâşki."
beyitleri de kendisinin hassas bir tabiata mâlik olduğunu gösterir.
Bir teessüf: Hazık Efendi merhumun kabri, Erzurum'da Erzincan kapısı makberesinde bir ziyâretgâh idi. Bu zâtın yanında
Erzurum'un meşhur ulemâsından üç zâtın kabirleri de bulunuyordu.
Bunlardan biri, aslen Süleymaniye'li olup Erzurum'da ikaameti ihtiyar etmiş bulunan Maksûd Efendi nâmında bir zâttır ki, Tefsîr-i
Raazî'ye Âl-i İmrân sûresine kadar haşiye ve Kelime-i Tevhîd ile Şâfiye'ye şerh yazmış bir âlimdir.
İkincisi Erzurum nakîbü'l-eşrâfı ve Ahmediyye medresesi müderrisi ve pederim Hacı Ahmed Hamdi Efendi merhumun dayısı
Gıdâli-Zâde Şeyh Mehmed Efendi'dir ki, vak'a-nüvis Es'ad Efendi, sefaretle İran’a giderken Erzurum'da bu zâtın okutmakta
olduğu Kaazî tefsirini dinlemiş, taşralarda bu kadar kuvvetli bir âlimin bulunduğunu bir lisân-ı takdir ile yâd ederek hakkında
senâ-hân olmuştur. Bu zât aynı zamanda meşhur Erzurum valisi Es'ad Muhlis Paşa'ya hiç derse bakmamak sartiyle muhtelif ilim-
lerden ders okutmuştur. Konağındaki havuz başında her yaz takrir ettiği Mesnevî-i Şerifi dinlemek için birçok zevat hazır
bulunurdu.
Üçüncüsü de Erzurum'da İbrâhinı Paşa medresesi müderrisi olup birçok tilmiz yetiştirmiş ve İbrahim Paşa câmi-i şerifinde Rûhu'l-
beyân'ı takip ederek yapmakta olduğu va'z ve nasîhatiyle Erzurum ahâlîsini senelerce irşâd ve tenvire muvaffak olmuş bulunan
Solak-Zâde Ahmed Efendi merhumdur ki, vefatı (1314) târihine müsadiftir.
Bu dört zâtın mezar taşlarında birer oldukları yazılmış, vücutları gibi kabirleri de Erzurum için bir şeref sayılmakta bulunmuştu.
Ne yazık ki, son zamanlarda bu kabirler tamamen kaldırılmış, yerleri bî-nâm ve nişan kalmıştır.
Ma'lûmdur ki, bir belde için, belki bir ülke için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyâde
bir ziynet teşkil eder.
Meâlîye nıuhib olan milletler, kendi aralarında yetişmiş olan ulemâ ve üdebâya karşı pek büyük, pek ciddî bir hürmetle mütehassis
bulunur, onların kabirleri üzerine titrer dururlar.
İlim ve irfana meftun olan cemiyetler, herhangi bir âlimin, bir edibin —velev bir kere olsun— üzerinde oturmuş olduğu bir
sandalyeyi bile müzelerinde saklıyarak onun hâtırasına hürmet gösterirler, bu vesile ile de memleket evlâdını ilim ve hüner
tahsiline teşvik etmiş bulunurlar.
Artık herhangi maddî bir müessese vücûda getirmek arzusiyle bir beldenin, bir milletin mâ-bihi'l-iftiharı olacak
zevatın kabirlerini alt-üst etmek, onların muazzez hâtıralarını imhaya çalışmak, bilmem muvafık görülebilir mi!
Evet, çok yazık ki bizde birçok muhterem zevatın, meşâhirin kabirleri de, eserleri de muhafaza edilmediğinden mahvolup
gitmektedir. Eşref merhumun şu beytini hatırlamamak kaabil değildir :
"Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim
İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı,"
Me'hazlar: Şuarâ-yı Âmid, Osmanlı müellifleri, Silki'd-dürer fi a’yâni'l-karni's-sânî aşer.[286]

407 — Bükâi-Zâde Veliyyü'd-Dîn:

Veliyyü’d-Dîn Efendi, Bükâî Halil Efendi'nin oğludur.(1183)'deİstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh:[287]

Mevki-i Îlmîsî:

Bükâî-Zâde, Kürsü şeyhlerinden fâzıl bir zâttır. Sûre-i İhlâs'a tefsir yazmış,nâmiyle de eserler vücûde
getirmiştir. Me'haz: Osmanlı müellifleri.[288]

408- Lebîb Amîdî:

Abdu'l-Gâfûr Lebîb, Diyarbekir'li bir âlimdir. (1185)'de memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[289]

Mevki-i Îlmîsî:

Lebîb Âmidî fâzıl bir zâttır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkaatı vardır. Bundan başka usûle, siyâsete dâir birer risalesi ve dîvân-ı eş'ârı da
vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[290]

409- Mehmed Said Efendi:

Seyyid Mehmed Said Efendi, Karahisar'lı Sadr-i esbak Hasan Paşa'nın oğludur. (1190) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhî
aleyh.[291]

Mevki-i İlmîsi:

Mehmed Said Efendi, fuzalâdan bir zâttır. İstanbul Kadısı bulunuyordu. Sûre-i Zilzâl’e tefsiri ve Kelime-i Tehlîl'e şerhi vardır.
Âdâb-ı Gelenbevî'ye olan şerhi ulemâ beyninde "Hasan Paşa-Zâde" ismiyle ma'ruf ve matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[292]

410- Karatepelî Hüseyin Efendi:

Hüseyin b. Mustafa,Aydın köylerinden Karatepe'li bir âlimdir. (1191)'de vefat etmiştir. Karatepe'de medfundur. Rahmetu'llahi
aleyh.[293]

Mevki-i İlmisi:

Hüseyin Efendi, fâzıl bir zâttır. Bir müddet müftülükte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî'nin bir kısmına haşiyesi, îstiâre risalesine şerhi
ve sâir âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[294]

411- Konevî İsmail Efendi:

Ebü'1-Fidâ, Hafız İsmail b. Mehmed b. Mustafa, ma'ruf bir âlimdir. Konya'da doğmuş, (1195) târihinde Dımışk'ta vefat etmiştir.
Kabri Sâlihiyye'de Zü'1-kifl aleyhi's-selâm'ın makaamı kurbundadır. Rahmetu'llahi aleyh.'[295]

Mevki-i İlmîsi:

Konevî İsmail Efendi İbn-i Mehmed b. Mustafa, âlim, fâzıl, Hanefiyyü'l-mezheb bir zâttır. Konya'da doğmuş, Şeyh Mustafa el-
Konevî'den, İmam Halil Sofi Konevî'den, Muslihü'd-Dîn Mustafa el-Mar'aşî'den ders okumuş, İstanbul medreselerinde tedriste
bulunmuş, Sultan Mustafa ile Abdü'1-Hamîd-i Evvel'in ihtiramlarına mazhar olmuştur. Birinci Sultan Hamîd'in imâmı
bulunmakta idi. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine yedi ciltlik bir haşiyesi vardır ki, pek vazıh, faydalı bir eserdir. Kenarında İbn-i Temcîd
haşiyesi olduğu halde tab' edilmiştir. Merhum bu eserini (1194)'de ikmâl etmiştir. Hac'dan avdetinde Dımışk'da (1195) târihinde
vefat edip Sâlihiyye kabristanına defnedilmiştir.
Müellefâtı: Bu risaleler, KılıçAli Paşa Kütüphanesinde bir mecmuada münderiçtir. Fâtih Kütüphanesinde İbrahim Efendi
kısmında (32, 11) numarada mevcuttur. Sadrü'ş-Şerîa'nın Mukaddimât-ı erbaa'sı hakkında bir haşiyesi de vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, El-A1âm, Silkü'd-dürer.[296]

On Üçüncü Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler

412- Lütfu'llah Erzurümî :

Lûtfu'llah b. Mehmed, fuzalâdan bir zâttır. "Göğsü gür” denmekle ma'ruftur. (1202) târihinde Halep'te vefat etmiştir.
Rahmetu’llahi aleyh.[297]

Mevki-i Îlmîsî:

Lûtfu'llah Efendi, değerli bir âlimdir. Nâmiyle bir ciltlik münakkah bir tefsir yazmıştır. Bir nüshası Galata Mevlevîhânesinde
mevcuttur. Namlariyle de bir kaç eseri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[298]

413- Eşref-Zade Abdu'l-Kaadir:

Abdu'l-Kaadir Necîb, Bursalı Îzzü'd-Dîn Efendi'nin oğludur. (1202) târihinde vefat etmiştir. Bursa'da ceddinin yapmış olduğu
İncir'li diye anılan "Eşrefiyye dergâhı" hazîresinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[299]

Mevkî-i İlmîsi:

Abdu'l-Kaadir Efendi, fâzıl bir zâttır. Kaadiri tarîkına mensuptur. Nâmiyle Arapça bir tefsir yazmıştır. Bir nüshası Bursa'da İncir'li
Dergâhı Kütüphanesinde mevcuttur. Mevlidü'n-Nebî manzûmesiyle Dîvân-ı eş'ârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[300]

414- Müstakîm-Zade;

Süleyman Sa'dü'd-Dîn Efendi, fâzıl bir zâttır. (1131)'de doğmuş, (1202) 'de mevlidi olan İstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi
aleyh.[301]

Mevkî-i İlmîsi:

Müstakim-Zâde, âlim, edîb, şâir, Nakşibendi hulefâsından bir zât idi. Fâtîha-i Şerife için bir tefsîr yazmıştır. Kırk kadar ahâdîs-i
şerîfeyi de noktasız harfler ile şerh etmiştir. Bir münâcâtı:
"Yâ Rab! Kalemim sû-yi fenadan sakla
Tahrîrimi ta'n-ı süfelıâdan sakla
Tevfikın edip hande gidersem bana rehber
Şehrah-ı şeriatta hatâdan sakla."
Müellefâtı: Radiya'llâhu anh. Altı cilttir,
Osmanlı Şeyhü'l-İslâmlarının terâcim-i ahvâlini câmi'dir. Bu esere Antepli Münib Efendi ile Muhassa'-l-Zâde Süleyman Faik Bey
ve Mektûbî-Zâde Abdü'1-Âzîz Bey birer zeyl yazmışlardır. Ve sâire.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Kaamûsü'l-a'lâm.[302]

415- Gazzî-Zâde Nesîb:

Mustafa Nesîb Efendi, Bursa'lı fâzıl bir zâttır. (1202)'de Bursa'da vefat etmiştir. Bursa'da Ahmed Gazzî dergâhında medfûndur.
Rahmetu'llâhi aleyh.[303]

Mevki-i İlmîsi:

Nesîb Efendi, değerli bir âlimdir. Kaazî tefsirine talikası vardır.(Aşk-nâme) isminde bir manzumesi de vardır. Mehaz: Osmanlı
müellifleri.[304]

416- Hacı Emîr-Zade Âlim:

Alîm Mehmed b. Hamza, Aydın'lı bir zâttır. (1204)'de vefat etmiştir. Rakmetu'llâhi
aleyh.[305]

Mevkî-i İlmîsi:

Âlim Mehmed Efendi, mütefennin bir fâzıldır. İstanbul ulemâsından Pala-Bıyık diye ma'rûf olan zâtın üstâzı idi. Aydın'da
müftülük yapmıştır. Adiyle tefsire dâir bir eseri vardır. Bunun bir nüshası Kütüphâne-i Umûmî'de (249) aded-i umûmî ve (11) sıra
numarada mevcuttur. Ahkâm-ı Cum’aya, ahkâm-ı şehide, ahâdîs-i mevzûaya dâir de bir risalesi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[306]

417- Şeyh Cemel:

Süleyman b. Ömer b. Mansûr el-Uceylî el-Ezherî, mübarek bir âlimdir.(Cemel) diye ma'ruf bulunmaktadır. Mısır'ın garb
cihetindeki karyeden denilen karyede doğmuş, Kahire'ye intikal etmiş, orada (1204) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi
aleyh.[307]

Mevkî-i İlmisi:

Süleyman Cemel, muhterem, fâzıl, Şâfiiyyü'l-mezheb bîr zâttır. Şeyh Hafnî'ye mülâzemet ederek ondan fıkıh okumuş, Halvetiyye
tarîkini ahdetmiş, asrının şâir fuzalâsından da müstefîd olmuştur, Zühd ve iffetle müştehır idi. Eşrefiyye'de ve Meşhed-i
Hüseynî'de tefsir, hadîs, fıkıh okutmuş, başına birçok talebe toplanmıştı. Celâleyn tefsirine yazmış olduğu haşiyesi vazıh, faydalı
bir eserdir.
Müellefâtı: Dört cild olarak matbû'dur. Fıkh-ı Şafiî'den Şerhü'l-menhec'in beş ciltlik matbu' bir hâşiyesidir.
Fıkhı-ı Şafiî'den matbu'bir eserdir. Busayrî'nin Kasîde-i hemziyyesini îzâh eder, matbu' bir eserdir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbûât.[308]

418- İsmail Müfîd Efendi:

İsmail Müfid Efendi, İstanbullu bir alimdir.(1217)’de vefat etmştir. Davud Paşa Cami-i şerifi aleyh.[309]

Mevk-i Îlmisi:

Müfîd Efendi, tedris ve te'lîf ile meşgul, İstanbul Payesini hâiz değerli bir âlim idi. Birçok kıymetli eserler te'lîf ve terceme
etmiştir.
Müellefâtı: Nevevî'nin şerhi. Ve saire. Eş’arı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri[310]

Mehmed Mekkî Efendi:

Şeyhü'l-İslâm Mehmed Efendi, Kilâr Hassa Ağalarından iken bilâhare Mekke-i Miikerreme'de mücâverette bulunmuş olan Halil
Efendi'nin oğludur. Mekke-i Mükerreme'de tevellüd ettiği için (Mekkî) diye yâd olunmuştur. (1212) târihinde vefat etmiştir.
Merkadı Fâtih'te Behâî Efendi türbesindedir. Rahmetu'llâhi aleyh.
419- Mevki-i İlmîsi:

Mehmed Mekkî Efendi, âlim, fâzıl bir zât idi. Gayet mütevâzi', kanaatkar, halîm ve selîm, hayrat ve hasenata mail bulunurdu.
Müderrislikte, Şam ve Medîne-i Münevvere Kadılığında Anadolu ve Rumeli Kazaskerliğinde bulunmuş, (1203)'de Meşihat
makaamını ihraz etmiş, bir aralık bilâ-sebeb azledilip ba'dehu tekrar uhdesine meşihat tevcih edilmiş, (1205) târihinde
ihtiyarlığına mebnî, yine azlolunmuştu. Azlini müteakip sâhilhânelerinde âsûde bir hayat geçirmiştir. Müddet-i Meşîhati birinci
Sultan Abdü'l-Hamîd devrinde 3 ay on dört gündür. Üçüncü Selim zamanında da bir sene dört ay mıkdârıdır.
Mekkî Efendi'nin Meşîhat'tan azline, Rumeli pâyelilerden Tatarcık Abdu'llah Efendi sebeb olmuş, bilâhare Abdu'llah Efendi
Mekkî Efendi'nin ziyaretine gidince Mekkî Efendi, musahabe esnasında yalısının eskiliğinden hahisle geceleri sivri sineklerden ve
husûsiyle tatarcıktan hiç rahatı olmadığını söyliyerek hakkındaki ihanete telmihte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî'nin evâiline bir
haşiyesi, Kasîde-i Bür'e'ye şerhi, hamd ve şükre müteallik bir risalesi, Sıfâtu'llâh hakkında bir te'lîfi ve daha başka eserleri ve
Dîvân-ı eş'ârı vardır. Nakşibendî tarîkına mensubtu. Fetva emânetinin nazâretinde bulunmak üzere bir miktar para vakfetmiştir.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, İlmiyye Salnamesi, Devhatü'l-meşâyıh.[311]

420- Mantıkî Mustafa Efendi:

Mustafa Efendi, Manastır civarında Filorina'lı bir âlimdir. (1244)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[312]

Mevkî-i İlmîsi:

Bu zât, fâzıl bir müelliftir. Kaazî tefsirinin Sûre-i Nebe' kısmına ait bir haşiyesi vardır. Ayet-i kerîmesine dâir de bir tefsir
yazmıştır. Bununla adındaki bir eserini ikinci Sultan Mahmûd'a ithaf ederek taltiflerine mazhar olmuştu. Şifâ-i şerife şerh yazmış,
daha başka eserler de te'lîf etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[313]

421- Gazzî-Zâde Abdü'l-Lâtîf:

Abdü'l-Lâtîf Efendi, Bursa'lı fâzıl bir zâttır. (1247)'de vefat etmiştir. Rahmetu'îlâhi aleyh.[314]

Mevkî-i Îlmîsi:

Gazzî-Zâde Abdü'l-Lâtif Efendi, âlim, Halvetiyye-i Mısriyye tarîkına mensûb, meşâyihten muhterem bir zât olup Bursa'da
yetişmiştir. Birtakım kıymetli âsârı vardır.[315] Bunların bir kısmı Bursa'da Orhan Gazi câmi-i şerîfindeki kütüphanede mevcuttur.
Mûellefâtı:Bursa'da vefat eden meşâhire dâirdir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[316]

422- Muhammed Eş-Şevkânî:

Muhammed b. Alî b. Muhammed b. Abdu'llah, meşhur bir âlimdir. (1172) târihinde Yemen'in "Hicret-i Şevkân" denilen
nahiyesinde doğmuş, San'a'da neşv ü nema bulmuş, (1250) târihinde San'a'da vefat etmiştir. Kendisine Muhammedü's-San'ânî,
Muhammedü'l-Yemânî de denir. Rahmetu'llâhi aleyh.[317]

Mevki-i Îlmîsî:

Muhammed eş-Şevkânî, Yemen'de zamanının en muktedir, en çalışkan bir âlimi idi. Kıraatte, tefsirde, hadiste, ilm-i edeb'te,
târihte büyük bir ihtisas sahibi bulunuyordu. Pek çok kitaplar okumuş, ezberlemiş ve pek çok âlimlerden istifâde etmiş,
kendisinden de birçok kimseler müstefîd olmuşlardı. Ez-cümle babası Alî eş-Şevkânî'den Hasen b. Abdu'llah el-Heyl ile Abdu'r-
Rahmân el-Medenî'den, Ahmed b. Muhammed el-Harâzî ile Abdu'llah b. İsmail en-Nehemî'den ve sâireden ilim ahzetmiş, kendi-
sinden de mahdumu Alî eş-Şevkânî ile Hüseyn b. Muhsin el-Ensârî ve Abdü'l-Hak b. Fazl el-Hindî gibi zâtlar teallümde
bulunmuşlardır. Yevmiye on üç ders okuttuğu, ve yirmi yaşından i'tibâren San'a'da müracaat edenlere fetva verdiği mervîdir.[318]

Fıkıh Ve Akide İ'tibâriyle Mezhebi:

Muhammed eş-Şevkânî, evvelce fıkıh i'tibâriyle Zeydiyye mezhebine sâlik idi. Zeydiyye fıkhını okumuş, Zeydiyye mezhebine
göre fetva vermiş, o mezhebin en büyük imamları sırasına geçmişti. Fakat bilâhare ilm-i hadîs ile tevaggul etmiş, ma'lûmâtını
daha ziyâde artırmaya muvaffak olarak kendisinde ictihad salâhiyyeti görmeye başlamıştır. Binâenaleyh Zeydiyye mezhebini
taklide nihayet vermiş, hattâ bütün mezâhibe karşı cephe almış, muhtelif mezheplere ait mes'elelerin bir kısmını intikaada tâbi'
tutmuştur. Kendi kanââtına göre taklid haramdır, unvanlı eseriyle bu kanâatini müdâfaa etmiştir.
Mehmed eş-Şevkânî, böyle içtihada kıyam ederek kendi kadîm mezhebini terk ettiği için muasırlarının birçok hücumlarına uğradı,
aralarında bir hayli münazaralar, münâkaşalar vuku' buldu. Hattâ San'a'da bu yüzden büyük bir fitne kopmak derecesine gelmişti.
Ehl-i Beyt'in mezhebini yıkmakla ittiham olunuyordu. Halbuki Ehl-i Beyte fevkalâde muhib ve hürmetkar idi, onların fazâili
hakkında yazmış olduğu buna şahittir.
Akide cihetine gelince, bu zât, kendisinin selefiyye tarîkına sâlik olduğunu iddia etmektedir. Kur'ân-ı Mübîn'de, Sünen-i
Nebeviyye'de vârid olan Sıfât-ı İlâhiyye'yi hiçbir te'vil ve tahrife tâbi' tutmaksızın zahirî ma'nâlarina hamlederdi. Bu hususta
adında bir risalesi vardır, Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye'den çok mülhem olmuştur. Eserlerinde onu medh ve müdâfaa etmiştir.
Adındaki risalesi, İbn-i Teymiyye'nin terceme-i ahvâline dâirdir.[319]

Tefsirdeki Mesleği:

Muhammed eş-Şevkânî, müfessirlerin on üçüncü tabakasına mensuptur. Fakat- tefsirinde üçüncü ve dördüncü tabakaya mensup
bir kısım müfessirlerin mesleğini ta'kîb etmiş, İbn-i Cerîr, İbn-i Kesîr tefsirlerinin âdeta bir numunesini vücûde getirmiştir. Bu
tefsirin ismi dir. Bu tefsir kitabı, isminden de anlaşılacağı veçhile, hem rivayet, hem de dirayet tarîkına göre yazılmış, cem'iyyetli
bir eserdir.
Bu eserin mukaddimesindeki beyanâta nazaran: Kur'ân-ı Kerîm'i yalnız rivayet tarikiyle tamamen tefsir etmek kaabil değildir.
Çünkü her âyet-ı kerîmenin tefsiri hakkında mutlaka bir hadîs, bir eser mevcud değildir. Maahâzâ bir âyet-i celîlenin ihtiva ettiği
meânîden biri hakkında bir hadîs-i şerif nıevcûd olsa da o âyet-i celîleyi lisan kavâidine tevfikan diğer ma'nâları i'tibâriyle de tefsir
etmekte bir mahzur yoktur. Bu, re'ye müstenid bir tefsir değil, lûgata, lisan ehlinin isti'mâline müstenit bir tefsir olacağından şer'an
memnu' bulunmaz. Bunun içindir ki, birçok âlimler dirayet tarikiyle tefsirler yazmışlardır. Rivayet tarikiyle de, dirayet tarikiyle de
yazılan tefsirlerin birçoğunda isabet vardır. Fakat tam bir tefsir' yazılabilmesi için her iki tarîki cem' etmek lâzımdır.
İşte Şevkânî merhum, bu kanaatta bulunduğundan tefsirini ona göre yazmış, evvelâ âyetlerin ma'nâlarını lügat i'tibâriyle îzâh
etmiş, vücûh-i kırâeti de beyân eylemiştir. Sonra da bu hususta vârid olan ahâdîs-i şerîfeyi, Ashâb-ı Kirâm'ın akvâlini, Tabiîn ile
onların tâbi'lerinden mervî olan tefsir vecihlerini bir intizam dâiresinde yazmıştır.
Bu tefsirde en ziyâde Süyûtî merhumun me'haz ittihâz edilmiş, bundan başka Ahmed b. Muhammed en-Nahhâs ile İbn-i Atiyye-i
kadîm ve İbn-i Atiyye-i müteahhir, Kurtubî tefsirlerinden istifâde olunmuştur.
Şevkânî merhum, bâzı merviyyâtın zayıf olup olmadığına, bir kısım tefsir vecihlerinden hangisinin müreccah bulunduğuna ve
fıkha, kelâma âit bâzı mesâile arasıra işaret etmekte, Fahr-i Râzî tefsirine ve sâireye bakılmasını da tavsiye eylemektedir. Bununla
beraber merviyyâtında pek mutabassırâne, münekkidâne hareket etmediği de anlaşılıyor. Maahâzâ bu eser, hey'et-i umûmiyyesi
i'tibâriyle ehemmiyetli, faydalı bulunmaktadır. Merhum bunu (1223) târihinde yazmıya başlamış, birinci cüz'ünü (1224) senesi
yevmü'n-nahrinde bitirmiştir. (1349) târihinde Mısır'da nefis bir tarzda tab' edilmiştir.
Müellefâtı: Muhammed Şevkânî'nin (114) kadar eseri olduğu söyleniyor. Bir kısmı şunlardır: İbn-i Teymiyye'nin ına şerhtir,
sekiz cilt olarak basılmıştır. fıkha dairdir. Bütün bu eserler matbu’dur. fetva mecmuasıdır.
Me'hazlar: Fethü-l-Kadîr mukaddimesi, Cilâü'l-ayneyn, Mu'cemü'l-matbûât.[320]

423- İbn-i Abidîn:

Muhammet! Emîn b. Ömer b. Abdü'1-Azîz, meşhur bir âlimdir. (1198)'de Dımışk'da doğmuş, (1252)'de vefat etmiştir. Dımışk'da
Bâbu's-sağir makberesinde medfûndur. Rahmetu'lJâhi aleyh.[321]

Mevki-i İlmîsi:

İbn-i Âbidîn diye ma'rûf 'olan Muhammed Emîn, yüksek bir âlim, bir fakîhtir. Daha pek genç iken ilmiyye mesleğine sâlik olup
Şeyhü'l-Kurrâ' Saîd el-Hamevî'den Kur'ân teallüm etmiş, Meydâniyye ile Cezeriyye ve Şâtıbiyye'yi ezberlemiş, sonra nahiv, sarf
ve fıkh-ı Şafiî ile iştigale başlamış, daha sonra Seyyid Muhammed Şâkir es-Sâlimî'nin derslerinde hazır bulunmuş, ondan tefsire,
hadîse, fıkha, ma'kulâta dâir birçok şeyler okumuş, ve onun tavsiyesiyle mezheb-i Hanefî'ye intikal eylemiştir. Daha birçok
meşâhirden de müstefîd olmuş, icazet almıştır. Âlim, sâlih, afif, müteverri' bir zât idi.
Müellefâtı:[322]

424 - Abdu'llah Eyyûbî:

Reîsü'l-Kurrâ' Abdu'llah b. Mehmed Salih, fâzıl bir zâttır. İstanbul'da Eyübsultan mahallesinde ikaamet ederdi. Eyübsultan imamı
ve Sultan Ahmed câmi-i şerifi vaizi idi. 80 yaşında olarak (1252)'de vefat etmiştir. Hazret-î Hâlid'in kadem cihetindeki pencere
kenarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[323]

Mevki-i İlmisi:

Abdu'llah Efendi, âlim, kırâette mütehassıs bir zât idi. Gelenbevî İsmâil Efendi'den, Şeyhü'l-İslâm Hamîdî-Zâde Mustafa
Efendi'den teallümde bulunmuştur. Terceme-i hâli, mahdumu Mehmed Emin Efendi'nin asarından olan adındaki eserde
mezkûrdur.
Müellefâtı: Şâtıbî'nin kasidesine şerhtir. (Ebû Eyyûb-i Ensâri'nin civarında medfun bulunan zevatın menâkıbı hakkında bir eser),
Ve sâiredir.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Sicil-i Osmânî[324]

425- Gözübüyük-Zâde İbrahîm:

İbrahim Efendi, Kayseriye ulemâsmdandır. (1253)'de vefat etmiştir. Kabri Hâdim'dedir; Rahmetu'llâhi aleyh.[325]

Kudret-i İlmiyyesi:
İbrâhim Efendi, çalışkan, mütefennin bir zât idi. Nebe' cüz'üne tefsiri vardır. Muhtelif fenlerden bahis, otuz bir risaleyi hâvi matbu'
bir mecmuasiyle kavâid-i külliyyeyi muhtevi gayr-ı matbu' bir mecmuası da vardır.
Me'haz: Osmanh müellifleri.[326]

426- Kadı-Zade Tâhîr Efendi:

Şeyhü'I-İslâm Tâhir Efendi, kuzattan Ömer Efendi'nin oğludur. (1160)'da doğmuş, (1254)'de vefat etmiştir. Eyyübsultan'da Bostan
İskelesi civarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[327]

Mevkî-i Îlmisî:

Tâhir Efendi, âlim, fâzıl, afif, zühd ve takva ile mevsuf bir zâttır. (1196) târihinde ruus imtihanına, dâhil olarak müderrisliğe nâil
olmuş, ba'dehu Rumeli'de, Anadolu'da kadılık yapmış, daha sonra İstanbul kadılığını, Anadolu Sadâretini ihraz etmiş, (1240)'da
uhdesine Meşihat vazîfesi tevdi' edilmiştir. (1241)'de Yeniçeriliğin lağvı için fetva vermiş, bu hizmetine bir mükâfat olarak
kendisine Sultan Mahmud tarafından bir elmas yüzük verilmiştir, ihtiyarlığına mebnî (1243) târihinde meşihattan aftedilmistir.
Kendisi ehl-i tarîk idi, İstanbul'da Altınermer civarında bir Kaadiriyye dergâhı yaptırmıştı.
Müellefâtı: On iki tarik üzerine yazılmış bir risaledir
Me’hazlar: İlmiyye Salnamesi, Osmanlı müellifleri.[328]

427- Ferruh İsmail Efendî:

Ferruh İsmail Efendi, Kırımlı fâzıl bir zâttır. (1256)'da vefat etmiştir. Ortaköy'de Yahya Efendi dergâhına muttasıl mezarlıkta
medfundur. Burası bilâhare Yıldız Sarayı bahçesine ilâve edilmiştir.[329]

Kudret-i Îlmîyyesi:

Ferruh Efendi, âlim, edîb, şâir, mütefekkir bir zât idi. (Mevâkib) nâmiyle Türkçe, muhtasar bir tefsiri vardır. Mesnevî'nin yedinci
cildini de Nahîfî'ye bir zeyl olarak nazmen terceme etmiştir. Mevâkib, matbû'dur. Bunun Ferruh Efendi hatt-ı destiyle muharrer
bir nüshası Kütüphane-i Umûmî'de mevcuttur.
Me'haz: Osmanh müeUifleri.[330]

428- Kayserî'li Mehmed Saîd:

Mehmed Sâid Efendi, Nakşibendî tarîkına mensub bir zâttır. (1257)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[331]

Mevkî-i Îlmisî:

Saîd Efendi, ilim sahibi bir zât olup Hacı Bektâş-ı Velî dergâhı meşîhatına ta'yîn edilmişti. Sûre-i Ve'1-Âdiyât ile Sûre-i Ve'd-
Duhâ'ya tefsirleri ve Risâle-i tasavvufiyye ile Künûzü'l-hakaayık adında iki eseri vardır. Bunlar Beşiktaş'ta Yahya Efendi
Kütüphanesinde mevcutturlar.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[332]

429- Molla Halîl Siirdî:

Molla Halil İbn-i Molla Hüseyin, fâzıl bir zâttır. Mevliden dir. (1257)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh,[333]

Mevki-i İlmîsi:

Molla Halil, değerli bir âlimdir, Siirt'te ilim neşretmiştir. Adında bir tefsir yazmıştır. Bundan başka Kehif sûresine kadar bir tefsir
daha yazmıştır. Sâir eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[334]

430- Abdü's-Selâm Efendî:

Seyyid Abdü's-Selâm Mardin'li bir âlimdir. (1259)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[335]

Mevkî-i Îlmisî:

Abdü's-Selâm Efendi, derin bilgili bir zâttır. İstanbul'da, Mısır'da ve sair yerlerde ilim tahsil etmiş, Mardin'de müftü
bulunmuştur. Adlı eseri hurûf-ı mühmele ile yazılmıştır. Bunu Bağdad Valisi Ali Rıza Paşa'ya ithaf etmişti. Adiyle de iki eseri
vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[336]

431- Mîrganî Muhammed Osman:


Şeyh Muhammed Osman b. Muhammed b. Ebî Bekr el-Mîrganî el-Hüsnî, muhterem bir zâttır. (1208)'de Tâif'te Es-Selâme
karyesinde doğmuş, (1268)'de Tâif'te vefat etmekle na'şı Mekke-i Mükerreme'ye nakledilerek Muallâ'da defnedilmistir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[337]

Kemâlât-ı Zâtiyyesi:

Muhammed e1-Mîrganî, fâzıl, Hanefiyyü'l-mezheb bir mürşittir. On yaşında iken babası vefat etmiş, amcası Seyyid Yâsin'den
tefsir, hadîs, fıkıh gibi ilimleri tahsil eylemiş, bilâhare Söfiyye tarîkına sülük ederek Nakşibendî, Kaadirî, Şâzelî, Cündî, Mirganî
tariklerine intisabta bulunmuştur. Mirganiyye tarikatı ceddi Seyyid Abdu'llâh'ın tarîki idi. Kendisi bu tarikatı Hicaz havâlisinde,
Saîd-i Mısır'da, Sudan'da neşre muvaffak olmuştur.
Müellefâtı: İki cüz' olarak Bulak'da tab' edilmiştir. Terceme-i hâli bu tefsirin dibacesinde mevcuttur. matbu' bir mevlid-i şerif
manzumesidir. Salâvat mecmuasıdır. Târîkat-ı hatmiyye evradını câmi'dir. Manzum bir eserdir.
Bütün bu eserler tab' edilmiştir.
Me'haz: Mu' cemü'l-matbûât.[338]

432- Burdürî Halîl Efendi:

Halil Efendi, Burdur nevâhîsinden Gölhisar nahiyesine tâbi' Kızıllar köyünden bir âlimdir. (1269)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi
aleyh.[339]

Mevkî-i Îlmlsî:

Halil Efendi, kıymetli bir ilim sahibi idi. Tefsîr-i Kaazî ile Mutavvel'e ta'lîkaatı, sair âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[340]

433- Âlüsî-Zade Mahmud Efendi:

Ebu's-Senâ, Şihâbü'd-Dîn Mahmud Efendi, Reîsü'l-müderrisîn Abdullah Efendi'nin oğludur. (1217) senesinde Bağdad'da
doğmuştur. Nesebi, babası tarafından Hazret-i Hüseyn'e, anası cihetinden de Abdü'l-Kaadir-i Geylânî'ye ve nihayet Hazret-i
Hasan'a müntehi olmaktadır.
(Âlûs) Fırat nehri üzerinde bulunan bir adacıktır. Delîm Livasındaki Atan'a bağlı bir köydür ki, Bağdad'dan beş merhale uzaktadır.
Âlûsî ailesini te'sîs eden zât, Hülâgû vak'asında Bağdad'ı terk ederek bu köye sığınmıştı. Bilâhare evlâd ve ahfadı takriben bin
târihlerinde tekrar Bağdad'a gelip yerleşmişlerdir. Âlûsîler, bir ilim âilesîdir. Bu hanedandan birçok meşâhir yetişmiştir. İşte
bunlardan biri de Şihâbü'd-Dîn Mahmud Efendi'dir, Bu zât (1270)'de vefat ederek Ma'ruf-ı Kerhî hazretlerinin kabri civarına
defnedilmiş tir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Vefatı ilim ve irfan âleminde büyük bir teessür uyandırmış bulunan Mahmud Efendi hakkında birçok mersiyeler yazılmış,
ezcümle Şihâb-ı Mevsılî yazdığı bir mersiyede şöyle demiştir :[341]
İrtihâline şöyle de bir târih söylenmiştir :[342]

Kudret-i Îlmîyyesi:

Alûsî-Zâde Mahmud Efendi, Irak'ın yetiştirmiş olduğu pek yüksek âlimlerden biridir. Bağdad'da babası Abdu'llah Efendi'den,
Şeyh Alî Süveydî'den, Şeyh Alâü'd-Dîn'den, Şeyh Hâlid Nakşibendî'den ve daha birçok meşâhirden ilim ve irfan tahsil etmiş,
Hâlid-i Nakşibendî'den tarikat-i Aliyyeyi de ahzeylemiştir. İstanbul'da bulunduğu zaman Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey'den
teberrüken icazet aldığı da mervîdir.
Bu yüksek sîmâ, zekâsı, fetâneti, karihasının vüsatî, sür'atli intikaali, kuvvetli hafızası, tatlı ifâdesi, güzel yazısiyle bir nâdire-i
dehr idi. Sevimli sîmâsiyle, memduh vakaariyle, hayır ve ihsana olan tehâlükiyle temayüz etmişti. Kendisi demiştir ki: "Hafızam,
kendisine tevdi' ettiğim her hangi bir şey hakkında bana asla hıyanet etmedi, fikrim de kendisini her hangi bir mu'dıl mes'elenin
halli için da'vet ettimse bana icabetten çekinmedi"
Bu kudretli âlim, daha pek genç iken te'lif ve tedrise başlamış, nıüteaddid medreselerde müderrislik etmiş, Dârü's-Saltanati'l-
aliyye müderrisi unvanını almış, (1248)'de Bağdad'da Hanefî mezhebi üzerine iftâya me'mur olmuş, (1263)'de bu vazifeden
ayrılmıştır.
Gündüzleri tedris ile, iftâ ile uğraşır, akşamdan sonra bir müddet ahibbâsiyle sohbette bulunur, sabaha karşı da eserlerini büyük bir
sür'atle yazardı. Bir haldeki bir gece içinde vücûde gelen müsveddelerini sabahleyin kâtipleri on saat zarfında pek de tebyîz
edemezlerdi.
Alûsî-Zâde, aynı zamanda pek muktedir bir müfessirdir. Unvanlı eseri dokuz ciltten müteşekkil pek kıymetli bir tefsir kitabıdır.
Bunu (34) yaşında iken yazmağa başlamış, on sekiz, on dokuz sene içinde bitirmiştir.
Bu tefsir hakkında zamanın ulemâ ve üdebâsından birçok zevatın takrizleri vardır. Ezcümle Bağdad'ın en olgun ediplerinden
Muhammed ez-Zehâvî, yazmış olduğu bir takrizde şöyle demiştir:[343]
Şîa-i İmâmiyye ulemâsından Seyyid Kâzım nâmındaki bir zât da yazmış olduğu pek takdirkâr takrizde, Âlûsî merhum ile mülakat
şerefine nail olduğunu anlattıktan sonra diyor ki:[344]

Fıkıh Ve Îtikad Cîhetiyle Mezhebi:


Alûsî-Zâde, fıkhan Şâfiiyyü'l-mezhebtir. Fıkıh ilminde de büyük bir ihtisas sahibidir. Maahâzâ birçok mes'elelerde Hanefî
mezhebine ittibâ’ etmiş, bu mezheb dâiresinde fetva vermiştir. Son günlerinde içtihada temayül göstermiş olduğu da
söylenmektedir.
İ'tikad cihetine gelince, bu bakımdan selef mezhebine tâbi’dir. Kendisinin Selefiyye'den olduğunu iddia etmektedir. Hattâ bir
eserinde oğullarına hitaben şu mealde vasiyette bulunmuştur:
"Oğullarım! Akaaid hususunda Selef akidesini (Hizam ediniz, çünkü bu eslem bîr yoldur. Sâdât-i Sofiyye hakkında da hüsn-i
zandan ayrılmayınız. Onların hakkında sakın ta'n ve teşnîa cür'et etmeyiniz. Böyle bir cür'et, Allah'a kasem ederim ki, bir
felâkettir. Siz onların zahirleri Şer'-i Şerife muhalif görülen sözlerini dinlemekten kulaklarınızı men' ediniz. Fakat zannetmeyiniz
ki, bu zümre, bu sözleriyle o butlanı aşikâr olan zahirî ma'nâları kasdetmişlerdir. Onların sahaları bu gibi hezeyanların
cevelânından beridir"
Âlûsî merhum, Vahhâbîlik şaibesinden beridir. Kendisine böyle bir isnadta bulunmak doğru görülemez. Hanbelî mezhebinde
bulunup Vahhâbîlerce birer istinadgah sayılan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye, İbn-i Kudâme, İbn-i Kayyim Cevziyye ve saire
hakkında hürmetkar bir vaziyette bulunması böyle bir zehaba sebeb olmuş olmalıdır. Fakat bu zehab yanlıştır. Bu muhterem
âlimin eserlerini ve bilhassa tefsirinin mukaddimesini ve tefsirinde talâk-ı selâse hakkındaki ihtilâfâta dâir yazmış olduğu yazıları
mütâlâa edenler, böyle bir zehaba düşmüş olmazlar. Vakıa Âlûsî merhum, bu zevata karşı hürmetkardır fakat kendi kanâatına ve
müctehidlerin icmâına muhalif olan mes'elelerde bu zevata karşı muarız bulunur, onları tenkitten hiç de çekinmez, Eş'arî ve
Mâtürîdî mezheplerine muzaheretten geri durmaz.[345]

Tefsirdeki Mesleği:

Âlûsî merhum, tefsirinde rivayet tarîkına, dirayet tarîkından daha ziyâde alâka göstermiş, birçok âyetleri rivayet yoliyle îzâha
çalışmıştır.
Maamâfih gerek rivayet ve gerek dirayet i'tibâriyle büyük bir kudret ve tetebbu' sahibi olduğu şüphesizdir. Tefsirinde başlıca şu
cihetler göze çarpmaktadır:
1- Mukaddimede tefsir ve te'vîlin ma'nâsına, tefsirin istinâd ettiği ilimlere, Kur'ân-i Kerîm'in cem'ine, i'câzına, kelâmu'llâh
olduğuna dâir pek faydalı ma'lûmât,
Kur'ân-ı Mubîn'in hakaayıkını anlamıyanlara, hakikat erbabının sezdiği ma'nâlara, işaretlere zihinleri eremiyenlere hitaben şöyle
deniliyor:[346]
2- Sûrelerin arasındaki tenâsüb ve insicam gösterilmiş; sûrelerin, âyetlerin fazâili hakkındaki bir kısım ahâdîs-i şerife yazılmış,
bunların bâzı hassalarına işaret olunmuştur.
3- Âyetlerin kırâetine âit vecihler yazılmış, lisan, belagat bakımından pek âlimâne tahliller yapılmış, Zemahşerî gibi, Ebû Hayyân
gibi müfessirlerin bu husustaki beyanât ve mütâlââtı iktibas edilmiştir.
4- Bâzı âyetlerin tefsirinde pek büyük tetkîkat yapılmış, ezcümle "istiva" mes'elesi, Hazret-i Hızır'ın hayâtı mes'elesi hakkında
nâfi' ma'lûmât ve muhâkemât mevcut bulunmuştur.
5- Bâzı müfessirierin bir kısım mütâlâât ve muhâkemâtı tenkid edilmiştir. Ezcümle Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin:[347] nazm-ı kerîmiyle
:[348] Kavl-i Celîline müteallık olan mütâlâaları tenkîd edilmektedir.
6- Hey'ete, tabîiyyâta, felsefeye müteallik, pek okadar mufassal ma'lûmât verilmemiştir. Hattâ tefsirin mukaddimesinde: Bâzı
müfessirierin tefsirlerini felsefiyyât ile doldurmuş olduklarına ta'rîz bile edilmiştir. Maahâzâ bu tefsir kitabı, bu gibi ilimlere,
fenlere âit bir kısım nâfi' malûmattan büsbütün hâlî de değildir. Hattâ bâzı yerlerde, ez-cümle :
Kelimesini îzah sırasında İbn-i Sina'nın sözleri aynen nakledilmiştir.
7- Âyât-ı Celîlenin tazammun ettiği bedîalardan, latifelerden birçoklarına tasavvufî bir neşve ile işaret olunmuştur. Eser sahibinin
tasavvuftan da pek ziyâde zevk-yâb bulunduğu anlaşılmaktadır. Maamâfih güzel i'tikaadı, İslâm ilimlerindeki iktidarı, kendisini
dâima açık, Şer'-i Şerîf'e mutabık bir yola sevkediyor, mütesavvifâne olan yazılarında da —kendilerini erbâb-ı tasavvuftan
göstermek isteyen birtakım mütefelsif kimselerin irtikâb ettikleri— ma'nâsız te'vîlât ve tesvîlâttan eser görülmemektedir.
8- Âlûsî merhum, bu tefsirinde Keşşaftan, Kaazî'den,Ebû Hayyân'dan, Ebu's-Suûd'dan, Dürrü'l-mensûr'dan, İbn-i Teymiyye'nin
eserlerinden, Fütûhât-ı Mekkiyye'den pek çok istifâde etmiş ve mülhem olmuştur. Merhum; munsıf, hüsn-i zanna mâlik bir zâttır.
Muhyi'd-Dîn-i Arabî gibi, İbn-i Teymiyye gibi zevat aleyhinde bulunmuyor, bilâkis bunların i'tirâzâta uğramış olan bâzı
sözlerini ilmî bir surette te'vil ve tevcihe çalışıyor. Fakat kendi kanâatine uygun olmıyan şeyleri de tasrih ve tenkidden geri
durmamaktadır. Şiî ulemâsına karşı da pek müdekkikaane reddiyeleri, cevapları vardır.
9- Âlûsî-Zâde'nin cihan târihine büyük bir vukuf sahibi olduğu tefsirinden anlaşılmamaktadır. "Zülkarneyn" ile İskender-i
Kebîr"in bir zât olduğunu kabule mütemayildir. Halbuki Zülkarneyn'in Kur'ân ile sabit olan evsâfı, İskender-i Kebîr'de
görülmemektedir. Biz bu mes'eleyi bir makaalemizde mufassalan îzâh etmiş bulunuyoruz.
10- Tefsirin münderecâtı pek o kadar tasnife tâbi' tutulmamıştır. Eğer bu cihete de lâyıkı veçhile riâyet edilmiş olsa idi, eserin
mütâlâası daha kolaylaşır, zenginliği daha ziyâde göze çarpardı.
Velhâsıl: Parlak bir zekânın, geniş bir ilmîn, büyük bir çalışmamı mahsûlü olan ve her veçhile tebcile lâyık bulunan bu tefsîr-î
şerif, mütâlâa erbabını birçok tefsirlere müracaattan müstağni kılacak derecede nâfi' malûmatı câmi’dir.[349]

Nesir Ve Nazmı:

Alûsî merhum, edîb, şâir bir zâttır. Hele nesri pek selîs, lâtif bir üslûba, bir âhenge mâliktir. Yazıları yüksek Arab ediblerine
mahsus bir fesahat ve belâgati hâiz bulunmaktadır. Harîrî'nin Makaamât'ını andırır bâzı yazıları da vardır.
Eş'ârına gelince, bunlar da güzel şeylerdir, içlerinde hikmet ve tasavvufa dâir güzide manzumeler bulunmaktadır. Bir eserinde
münderi olup kendisine âit olduğu anlaşılan şu kıt'a da bu cümledendir:
[350]
Seyehâtı esnasında Irak'ın hazin yâdiyle terennüm ettiği bâzı manzumeleri vardır ki, onlar da güzelce parçalardır.
Merhum, kalemine müsâade etmiş olsa imiş hiciv vadisinde de büyük bir mehâret gösterebilecekmiş. Seyehâti esnasında
kendileriyle görüşüp de sohbetlerinden, bilgilerinden memnun kalmadığı bâzı kimseler hakkında ve İstanbul'da Reşit Paşa'yı
konağında ziyaret etmesine engel olan bâzı şahıslar hakkında "Neşvetü'ş-şumûl" de yazmış olduğu yazılar bunu
göstermektedir.[351]

İstanbul'a Seyahati:

Âlûsî-Zâde Mahmud Efendi, yazmakta olduğu tefsirin evvelce bîr kısmını Sultan Mahmûd'un Kütüphanesine ihdâ etmiş, ba'dehû
yazdığı üç cildi de Sultan Mecid'e ithaf eylemiş, mütebaki iki cildini de (1267) târihinde ikmâl ederek bizzat İstanbul'a getirmiştir.
Bu muhterem zât: Nâmiyle yazmış olduğu bir eserinde İstanbul'a gitmesine zahiren tefsirinin sebep olduğunu, hakîkat-ı halde ise
—söylemesini pek de istemediği— başka şeylerin saik bulunduğunu anlatıyor, iftiraya uğramış olduğunu, lisanların ve kalemlerin
şerh ve beyânından âciz kalacağı bir zaruret yüzünden bu seferi ihtiyar eylediğini yazıyor ve nihayet şöyle diyor:[352]
Alûsî-Zâde bu seyehâtini Neşvetü'ş-şumûl'de anlatırken uğradığı yerlerde görüştüğü zatlardan ve sâireden "bahsediyor. Ve ez-
cümle Erzurum'a vusulünü şu mealde anlatıyor: "Erzurum'a vâsıl olunca biraz nefes aldım, Müşir Ahmed Samdi Paşa'nın hüsn-i
kabulüne mazhar oldum. Cennet-Zâde Abdullah Efendi'nin konağında misâfir kaldım. Memleketin ulemâsından, a'yânından
birçok iltifatlar gördüm. Kaazî tefsirinden veya Rûhu'l-meâni’den bir miktar ders takrir etmemi istediler. Yol zahmetinden,
yorgunluktan bahsederek hakaayik-ı Kur'âniyyeyi layıkı veçhile tahrîr edemiyeceğimi söyledim. Fakat araya koydukları Ahmed
Hamdi Paşa'nın ricası üzerine Tefsîr-i Kaazî'den on gün ders takririne mecbur oldum. Bu derslerimiz Sûre-i Nebe'den dört âyet-i
celîleye munhasır bulunmuştu. Müderrislerden Receb ve Ömer Efendiler de muhâtab mevkiinde bulunuyorlardı. Âlim ve fâzıl
olan hu iki zâta arzularına mebnî icazet verdim. İcazetnameyi kendim okudum. Bu esnada vatan düşüncesiyle adetâ kendimden
geçmiş idim. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Bana bakarak ağlıyanlar çoğalmıştı. Merasim sonunda vali tarafından bize hil’atler
giydirildi. Bu icazet için bir ziyafet tertip edilmişti. Zannetmem ki Dârü's-Selâm'dan başka bir yerde bunun bir misli
yapılır olsun."
Âlûsî-Zâde İstanbul'a geldiği zaman Arif Hikmet Bey merhum Şey-hü'1-İslâm bulunuyormuş, ziyareti için konağına gitmiş,
huzuruna girince ellerini öpmek istemiş, fakat Arif Hikmet Bey: "Yapma selâm ver, selâm vermek efdaldir" demiş ve hakkında
iltifatta bulunmuştur.
Bilâhare aralarında müteşâbihâta dâir ilmî bir musahabe cereyan etmiş, Arif Bey merhum, İbn-i Teymiyye'nin cihete, cismiyyete
kaail olmakla müttehem olduğunu ve bâzı mes'elelerde Eimme-i erbaaya muhalefet etmiş bulunduğunu söylemiş, Âlûsî-Zâde de
İbn-i Teymiyye hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuş, onun Mücessime'den olmadığını ve o mes'elelerde onun ilk muhalif
bulunmadığını dermeyân etmiştir.
Âlûsî merhum, hâmil olduğu bir resmî tahrirâtı takdîm etmek üzere o zaman Sadârette bulunan Reşid Paşa ile ve Müsteşarı Fuad
Efendi (Paşa) ile de görüşmüş, bu iki zâtın iktidarına, nezâketine medûb olmuş, Bâb-ı Alî'den çıkarken :
Bu mazmun, Cevdet Paşa'nın pek hoşuna gittiğinden bunu iki kıt'asiyle tazmîn etmiştir, birisi şudur:[353]
Müellefâtı: Dokuz cild matbu' tefsirdir. Bunun dokuz cild yazma nüshaları Sultan Abdü'l-Mecid tarafından (1268) târihinde Koca
Râgıb Kütüphanesine vakfedilmiştir. (185 -193) numaralarda mukayyettir. Bir seyehatnâme demektir muharririnin (1269)
târihinde İstanbul'dan Bağdad'a avdetini hâkidir.Bu, şairane bir tarzda yazılmış bir eserdir. Âlûsî- Zâde dayısının medresesinde
müderris bulunuyormuş, araları açılmış, medreseden kendisini uzaklaştırmak için bahane aramışlar, İbn-i Hacer'e sebbetti diye
iftiraya kıyam ederek keyfiyeti valiye kadar arz etmişler. Nihayet medreseyi terketmiş, fakat yeni yapılan bir medresenin
müderrisliği —a'dâsına rağmen— uhdesine tevcih edilmek suretiyle kalbi tatyîb edilmiştir. İşte bu eser bunları hâkidir. bu bir
vasiyyetnâmedir. Evlâdına yapmış olduğu bu vasiyyetnâmeden Âlûsî merhumun meşreb ve mezhebi güzelce anlaşılmaktadır.
Bu nasîhatnâme ile evvelki üç eserin bir arada güzelce yazılmış, tezhîb edilmiş ve müellifi tarafından mukaabele olunmuş bir
nüshası, Alî Emîrî Efendi Kütüphanesinde (2564) numarada mevcuttur. Bu nüshanın kenarında ve âhirinde müellifin el yazısiyle
mühr-i zatîsi de görülmektedir.
Alûsî-Zâde'nin İstanbul'a seyehatını, Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey ile ve sair bâzı ulemâ ile aralarında cereyan eden ilmî
mubâhaseleri ve bâzı meşâhirin terâcim-i ahvâlini muhtevîdir. Ve nâmiyle matbû'dur. Yirmi dokuz suâle cevap olmak üzere
yazılmış matbu’ bir eserdir, İlk suâl, vahdet-i vücûda dâirdir. Alûsî merhum, bu. eserinde Sofiyye'nin bu babdaki sözlerini
güzelce beyan ve kendisinin buna kaail olmadığına işaret etmiştir.
Lâhurîlerin ricaları üzerine yazılmış matbu’ bir eserdir. Bütün Ashâb-ı Kiram hakkında nıahabbet ve ihtiramın lüzumunu,
aralarında zuhura gelmiş olan bâzı vak'aların birer ictihad neticesi bulunduğunu isbât etmektedir.
Abdu'1-Kaadir-i Geylânî'nin bir kasidesini şerh etmektedir. Matbû'dur. Hâlid-i Nakşibendî hakkındaki Arapça bir mersiyyenin
matbu' bir şerhidir.
Harîrî'nin ismindeki eserinin şerhidir. Abdu'1-Bâki Mevsılî'nin İmâm Alî Hazretleri hakkında yazmış olduğu kasidenin matbu' bir
şerhidir. Katru'n-Nedâ'nın şerhidir. Bu eseri, Âlûsî Mahmud Efendi itmam etmeden vefat etmekle mahdumu Hayrü'd-Dîn Ebü'l-
Berekât Nu'man Efendi ikmâl etmiştir. Matbû'dur. Bu, hayalî bir hikâyedir, Harîrî' nin Makaamât'ını andırmaktadır. Buna adı da
veriliyor.
Me'hazlar: Hadîkatü'l-vürûd erîcü'n-neddi ve'l-ûd fi-tercemeti Şihabü'd-Dîn Mahmûd, Cilâü'l-ayneyn,Terâcim-i meşâhiri'ş-Şark,
Mu'cemül-matbuâti'l Arabiyye.[354]

434- Mola Ebü Bekr El-Külâlî:

Ebû Bekr b. Ahmed b. Dâvûd, ulemâdan bir zâttır. Dimeşk'ta tavattun etmiş, orada (1280) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi
aleyh.[355]

Mevki-i İlmisi:
Molla Ebû Bekr, fakîh, tasavvufa âşînâ bir âlimdir. Mezhebce Şâfiîdir. Birçok te'lîfâtı vardır. Unvanlı eserleri bu cümledendir.
Me'haz: El-A'lâm,[356]

435- Ebü Bekr El-Bennanî:

Şeyh Ebû Bekr b. Muhammed b. Abdullah el-Bennânî el-Fâsî er-Ribâtî mübarek bir zâttır. "Ribâtü'1-Feth" de doğmuş, bir müddet
Fas'da ikaamet etmiş, (1284)'de mevlidinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[357]

Kemalat-ı Zatîyyesi:

Şeyh Ebû Bekr, ehl-i tasavvuftan fâzıl bir âlimdir. Tasavvufa dâir altmışdan ziyâde müellefâtı vardır. Bir kısmı şunlardır:
işârât tarikiyle yazılmıştır. Tasavvufa dâir matbu' bir eserdir. Hikem-i Alâiyye şerhidir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l matbûât,[358]

436- Hamid Efendi:

Hâmid Efendi, Karsh bir âlimdir. (1291) târihinde vatanında vefat etmiştir. Rahmetu'Hâhi aleyh.[359]

Mevki-i İlmîsi:

Hâmid Efendi, fâzıl, şâir bir zâttır. Kars'ta müderris bulunuyordu. Abese Sûresine tefsiri, Izhâr'a şerhi ve Dîvân-ı eş'ârı vardır. Her
beyti bir ilme işareti mutazammın olan beliğ bir kasidesi de vardır.
Me'haz : Osmanlı müellifleri.[360]

437- Osman Necati Veya (Recaî):

Eskişehir'de Alyu karyeli ulemâdan Ali Efendi'nin oğludur. (1226) târihinde doğmuş, müderris Ak Köylü Mehmed Efendi'den
okumuş, sonra Kayseri'ye gidip Hoca Kaasım Efendi'den tefsir ve hadîs ilimlerini tahsil etmiş, ba'dehu İstanbul'a gelip müderris
olmuştur. (1293) 'de vefat etmiştir. Kâracaahmed mezarlığında medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[361]

Mevkî-i İlmisi:

Osman Necâtî, fâal bir simadır. Nebe’ sûresinden ahir-i Kur’ân’a kadar olan sûrelere nâmiyle Türkçe, mufaasal bir tefsîr
yazmıştır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicil-i Osmani[362]

438- Ahmed Muhtar Bey:

Şeyhü'l-İslâm Ahmed Muhtar Bey, Mekke-i Mükerreme pâyeli Mahmud Bey'in oğludur. Mahmud Bey de Sadr-ı esbak Koca
Yûsuf Paşa'nın mahdumudur. Muhtar Bey (1222)'de doğmuş, (1300)'de vefat etmiştir. Üsküdar'da İnâdiye tekkesinde Şeyh Seyyid
Hâşim Üsküdârî'nin civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[363]

Mevki-i İlmisi:

Mîr Ahmed Muhtar, fâzıl bir zâttır. Şehrî Hafız Ahmed Efendi'den icâzet almış, meşhur Evliya Hoca ile Arap Hoca'dan da ayrıca
tefsîr, hadîs, hikmet okumuş, Hızır Ağa-Zâde Saîd Bey'den de Fârisî tahsil etmiştir. (1278)'de İstanbul Kadılığına, (1286)'da
Meclis-i Tetkîkat A'zâlığına, (1288)'de de Meşihata ta'yîn edilmiş, (1289)'da Meşihattan infikâk edip (1295)'de tekrar o makaamı
ihraz etmiştir. Birinci meşihatı bir sene, iki ay, üç gün; ikincisi de yedi ay, dört gündür.
(Tuhfetü'l-muhtâr) nâmiyle Tefsîr-i Celâleyn'e bir haşiyesi vardır ki, Cemel haşiyesinin bir hulâsasıdır. Bundan başka Bânet Suâd
kasidesine ve Şeyh Reslân-ı Dimeşkî'nin tasavvuftan olan bir risalesine şerhleri de
vardır.
Me'hazlar: İlmiyye salnamesi, Osmanlı müellifleri.[364]

439- Muhammed Senau'llâh:

Mevlâ, Muhammed Senâu'llâh Pânîbitî, on üçüncü asır âlimlerindendir. Hanefiyyü'l-mezheb, Nakşibendî tarîkına mensûb idi.
Vefâtı (1216) tarihindedir.[365]

Mevki-i İlmisi:

Muhammed Senâu'llâh, Hint'li fâzıl bir zâttır. Unvanlı tefsir kitabı bir ciltten ibaret olmak üzere Hint de tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Mu’cemü’l matbûât, Keşfü'z-zunûn'un zeyli.[366]
440- Ebu'l-Vefâ Senâu'llâh:

Mevlevi Ebü'1-Vefâ Senâu'llâh el-Emritserî, Hint'li bir âlimdir. Mevlâ Fâzıl diye ma'ruftur. On üçüncü asır ricalinden olduğunu
tahmin ediyoruz. Tevellüdüne, irtihâline dâir bir kayıt göremedik.[367]

Tefsirdeki Meslegî:

Ebü'1-Vefâ: Nâmiyle bir tefsir kitabı yazmıştır. Bu eser (1320) târihinde Debîr-i Hint diye ma'ruf matbaada bir cilt olarak tab'
edilmiştir. Bu eserde âyât-ı Kur'âniyyeden birçokları muâdilleri veya kendilerinden mufassal ve aynı mealde bulunan veya o
ma'nâyı bir veçhile mutazammın olan diğer âyetler ile tefsir edilmekte ve bâzı kelimelerin ma'nâlarını beyân ve rabıtlarını te'mîn
için de araya pek kısa ibareler ilâve olunmaktadır. Maahâzâ bâzı âyetler de diğer âyetlerle tefsir edilmemiş, olduğu gibi bırakılmış
veya kısa muhtasar bir ibare ile îzah edilerek makabline irtibatı te'mîn olunmuştur. İki nümûne:
1- (El-Cüz': 19-194)[368]
2- (El-Cüz: 2-64)[369]
Bu tefsîr-i şerif, kendi tarzında istifâdeye şâyân, lâtîf, müfîd bir eserdir. Mukaddimesinde tefsir ilmine dâir bâzı faydalı ma'lûmat
da vardır.
Me'haz: Mezkûr Tefsîr-i şerif.[370]

On Dördüncü Tabakayı Teşkîl Eden Mufessirler

441- Kilisli Abdullah Efendi:

Hoca Zade Abdullah Enverî, ma'ruf bir âlimdir. (1241) 'de Kilis kasabasında doğmuş, (1303)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi
aleyh.[371]

Kudret-i İlmîyyesi:

Abdullah Efendi, âlim, fâzıl bir zâttır, İlm-i kırâette, mantıkta bir üstâz idi. Kaazî Beyzâvî tefsirine haşiyesi vardır. Bunu son
zamanlarında te'lîfe başlamış olduğu için ikmâl edememiştir.
Yazmış olduğu Tasdîkat haşiyesini (1272)'de İstanbul'a gelip Sultan Abdü'l-Mecid'e takdim etmişti, bilâhare (1275)'de de Tasdîkat
haşiyesini vilâyet vâsıtasiyle takdim etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[372]

442- Mahmud Hamza Efendi:

Mahmud b. Muhammed Nesîb Hamza el-Hüseyn el-Hamzâvî, meşhur bir âlimdir. (1236)'da Dimeşk'da doğmuş, orada yetişmiş ve
(1305) târihinde vefat etmiştir. Ecdâdından Hamza el-Hurrânî'ye nisbet edilmektedir. Mensûb olduğu hanedan, Benî Hamza,
Beytü'n-Nakîb denmekle ma'ruftur. Bu aileden müteaddid Nakîbü'l-eşrâf gelmiştir.[373]

Mevkî-i İlmîsi:

Mahmud Hamza Efendi, fakîh, edîb, şâir bir zâttır. İlk tahsilini babasından görmüş, sonra Şeyh Saîd Halebî'den nahiv, fıkıh, usûl
okumuş, Şeyh Abdü'r-Rahmân el-Küzberî'den hadîs, Şeyh Hâmid el-Attâr'dan tefsir ahzetmiş, daha başka zevattan müstefîd
olarak hepsinden icazet almıştır. Yazı hususunda garip bir meleke sahibi idi. Bir pirinç tanesinin üçte ikisi üzerine Fâtiha-i
Şerîfe'yi yazardı. Sayda maraklı idi. Silâh atmak hususunda da mehâreti var idi.
(1260)'da Niyâbet-i Şer'iyye'de bulunmuş, Mevâlî silkine dahil olduktan sonra İstanbul'a gelmiş. Anadolu'da dolaşmış, ba'dehu
Dımeşk'a avdet eylemiştir. Şam müftüsü bulunuyordu. Hüsn-i ahlâkiyle, güzel idaresiyle, ilim ve faziletiyle herkesin mahabbetini,
hürmetini kazanmıştı. Cevdet Paşa kendisinden müstefîd olmuştur.[374]

Tefsirdeki Mesleği:

Mahmud Hamza Efendi, kudretli bir müfessirdir. Feyzî-i Hindî'yi taklîd etmiş, onun gibi tefsir sahasında bir bedîa vücûda
getirmiş, âyât-ı celîleyi bütün noktasız harflerle tefsir etmiştir. Bu tefsirin ismi dır. Bu, bir tefsir kitabı olmaktan ziyâde
müellifinin edebî kudretini gösterir bir san'at ve mehâret nümûnesidir. Bâzı zevata göre bu eser, Feyzî-i Hindi’nin ından daha
sâde, daha külfetsiz bir tarzda yazılmıştır. Fakat bizce Sevâtıü'l-ilhâm bi'n-nisbe daha mükemmeldir, daha âlimânedir.
Hamza Efendi, bu tefsirini İstanbul'a getirip Sultan Mecid'e ref' etmiştir. Bu eser bir cild olarak tab' edilmiştir. Bundan bir nümûne
:[375]
Müellefatı: İki ciltdir. Manzum bir ciltdir. Bütün eserleri matbu’dur.
[376]
Me'hazlar : El-Alâm., Mu'cemül-matbûât, Terâcim-i meşâhiri'ş-Şark.[377]

443- Sıddık Hasan Bahâdır Hân:

Ebu't-Tayyîb Sıddîk Hasen b. Alî el-Hüseyn, el-Buhârî, el-Kannûcî, takdire şâyân bir fâzıldır. Aslen Buhârâ'lıdır. (1248)'de
"Kannûc"ta doğmuş, (1307) târihinde Hindistan'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[378]
Mevki-i İlmisi:

Sıddîk Hân, değerli bir âlimdir, ilmî, siyâsî riyaseti cami' çalışkan bir zâttır. İlim ve ulemâ uğrunda servetini sarf etmiş âlîcenâb
bir Emirdir. Evvelâ beldesi civarındaki ekâbirden ilim ahzetmiş, sonra Dehli'ye giderek oradaki ulemâdan ve bilhassa Şeyh
Sadrü'd-Dîn'den tahsilde bulunmuş, bir müddet sonra Hindistan'ın ortalarında nîm müstekıl bir İslâm hükümetinin merkezi olan
Buhûpal şehrine gitmiş, daha sonra hac farizasını îfâ için Hicaz'a azamet ederek Yemen'de Muhammed Şevkânî'nin bir
tilmizinden müstefîd olmuş, sekiz ay kadar da Harem-i Şerif’te ikaamet edip ba'dehu yine Buhûpal’a avdet eylemiştir. Buhûpal
hâkimesiyle evlendiği cihetle "Buhûpal Meliki veya Emîri" unvanını hâiz bulunmuştu. Bu hâkime ilim ve fazilet sahibi bir kadın
olmalıdır ki, Sıddîk Hân'ın ilmî mevkiini takdir etmiş, onunla izdivacı bir şeref bilmiştir.
Sıddîk Behâdır Hân, tarzında te'lîf etmiş olduğu unvanlı büyük bir eserini, refikası olan bu Hâkime nâmına yazmış, bu kitabın
mukaddimesinde bu kadir-şinâs Hâkimeyi bir kasîdesiyle sena etmiştir.
Ulûm ve fünûna karşı büyük bir tehalük sahibi olan Sıddîk Hân, muhîtinde birçok zaman tedris ile, kıymetli kitaplar te'lîfiyle
meşgul olmuştur. Kendisini yakından tanıyanların beyânına nazaran sür'atle okur sür'atle yazar, sür'atle mütâlâa ve hıfzeder,
münazaradan kaçınır, bid'at la mücâdele eder bir zattır. Müceddidlerden sayılır.İbn-i Teymiyye'yi, İbn-i Kayyim Cevziyye'yi
müdâfaa eder, yazdığı kitaplarda bunlardan ilham alır, Kaazâ gibi, Zemahşerî gibi dirayet tarıkına fazla ehemmiyyet veren
müfessirleri muâhazeye yeltenir, Beyzâvî gibi Cihan-şumûl bir şöhret ve iktidar sahibi bir müfessir hakkında: "Medsûsât-ı
akliyyenin hâmîsi; müessesât-ı, nakliyyenin mâhîsidir." demekten kendini alamaz, Henefî İmamları hakkında: “Ehl-i re’y" diye
ta'rîz etmekten geri durmaz,
Bu gibi cür'etlerinden dolayıdır ki, müdekkik, mütefekkir bir âlim olan Ebü'l-Hasenât Abdü'1-Hay el-Leknevî'nin unvanlı iki
eseriyle tenkid ve tezyifine hedef olmuştur.
Sıddîk Hân birçok şeyler yazmıştır. Rivayete nazaran müellefâtının adedi (222) dir. Bunların bir kısmı Arapça, bir kısmı Fârisî'ce,
büyük bir kısmı da Ordu lisâniyle yazılmıştır. Fakat bu eserlerinde alelekser Eslâfın âsâr ve akvâlini nakilden başka büyük bir
dirayet ve tefekkür nişanesi göstermemiştir. Bununla beraber mesaîsi her veçhile takdire şayandır. Terceme-i hâline dâir bir kaç
eser yazılmıştır.[379]

Tefsirdeki Mesleği:

Sıddîk Bahâdır Hân, değerli bir müfessirdir. Unvanlı dört ciltten müteşekkil bir tefsîri vardır. Bu eserini rivayet ve dirayet
tariklerine göre yazmış, bir hayli nâfi' ma'lûmât ile zengin bir hâle getirmiştir, İbareleri açık ve lüzumu derecede tavzih ve tafsîli
câmi'dir. Takdire lâyık bir mesainin mahsûlü olan bu tefsirin, birçok ibareleri İbn-i Kesîr tefsirinden, Medârik'ten ve sâireden
aynen muktebes gibidir. Sair tefsirlerden temayüz edecek hususî evsâfı hâiz değildir. Şu kadar var ki, müellifi Selefiyye
mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş'arî mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y
ve Ehl-i bid'at diye bâzı zevata —haksız yere ta'rizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyyetine
bağışlanabilir.
Müellefatı: ümem-i salifenin tarihlerine aittir. Bu eserlerin hepsi de matbu’dur.
Me’hazlar: Cilâül-ayneyn, El-Al’lâm, Mu'cemül-matbûât.[380]

444- Keşfî Mustafa Efendi:

Çukadar-Zâde Hacı Keşfî Mustafa Efendi, Yozgat'lı bir âlimdir. (1308)'de İzmir'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[381]

Mevki-i İlmîsi:

Keşfî Mustafa Efendi, fâzıl bir zâttır, İstanbul'da Kavala'lı Efendi'den icazet anzetmiş, İzmir'de, Tire'de kırk sene kadar neşr-i
ulum ile iştigalde bulunmuştur. Kaazî tefsirine ta'likaati, Celal üzerine talikaatı ve Ahlâk-ı Adudiyye tercemesi vardır. Bu terceme
(Keşfiyye) nâmiyle İzmir'de tab' edilmiştir.
Me'haz: Osmanh müellifleri.[382]

445- Râif Efendi:

Râif Efendi, İstanbul'lu bir âlimdir. (1309) 'da vefat etmiştir. Eyüb-sultan'da Ummi Sinan dergâhında medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh.[383]

Mevkî-i İlmisi:

Râif Efendi, faziletli bir zâttır. Birtakım âsârı vardır. Ezcümle bir tefsîr-i şerifi ve Sûre-i Yûnus'a mahsus ayrıca bir tefsiri vardır.
Bunlar gayri matbû'dur. Şemâil-i Şerîf tercemesiyle, Makaasıdü't-tâlibîn, Mîzânü's-sülûk, Âdâbü'l-mesâcidi ve'1-cevâmi' adındaki
eserleri de matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[384]

446- Hacer-Zâde Receb Efendi:


Receb Efendi, Ferecik'li fâzıl bir zâttır.(1311)'de vefat etmiştir.Üsküdar'da Karacaahmet kabristanında medfundur. Rahmetu'llâhi
aleyh.[385]

Mevkî-i Îlmîsi:

Receb Efendi, değerli bir âlimdir. İstanbul'da tahsilini bitirmiş, dersiam olmuştur. Sûre-i Nebe'e ve ondan sonraki sûrelere tefsir
yazmıştır, İlm-i vaz'a dâir olan Risâle-i cedîde'yi de şerhetmiştir. Bunlar matbû'durlar.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[386]

447- Sabit Mehmed Efendi:

Sabit Mehmed Efendi, Kayseri'li bir âlimdir, (1311) 'de memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[387]

Mevkî-i Îlmîsi:

Sabit Efendi, fâzıl bir zâttır. Birtakım eserleri vardır. Ezcümle: isminde bir Fatiha"yı Şerife tefsîri vardır. İstanbul'da tab'
edilmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[388]

448- Sırrı Paşa:

Sırrı Paşa, Osmanlı vüzerâsından fâzıl bir zâttır. Girid'in Kandiye kasabasında doğmuş, (1313) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir.
Rahmetu'llâhi aleyh.[389]

Mevkî-i İlmî Ve Resmîsi :

Sırrı Paşa, medrese tahsilini ikmâl etmiş, kıymetli eserler vücûde getirmiş, âlim, edîb, şâir bir zattır. Mektupçulukta,
mutasarrıflıkta, valilikte bulunmuştur. Son me'mûriyyeti Diyarbekir valiliğidir. Diyarbekir'den me'zûnen İstanbul'a avdetinden bir
az sonra vefat etmiştir. Sultan Mahmud türbesi naziresinde medfundur. Kur'ân-ı Mübîn'in bâzı sûrelerine metin bir üslûb ile
Türkçe tefsir yazmıştır. Bu eserler muhtasar, müfîd birer terceme ile îzahtan ibarettir. Bu muhterem zâtın güzîde şiirleri de vardır.
Şu beyti de bu cümledendir:
"O nihal-i bâğ-ı işve sana da eder temayül
Ana gönül ne âh edersin buna rûzgâr derler."
Müellefâtı: Bunlar birer muhtasar tefsirdir. Ekânîm-i selâsenin butlanına, eldeki İncillerin muharrefiyyetine dâirdir. Ruh
hakkındaki akvâli mübeyyindir. İbn-i Kemal'in Galatât risalesine bâzı mevâddın ilâvesinden husule gelmiş bir eserdir. Bunun
hakkında Münif Paşa'nın muhakeme! Bir takrizi vardır. Muhtasar' bir eserdir. Resmî ve gayr-i resmî birtakım mektupları
muhtevidir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[390]

449- Mehmed Fevzi Efendi:

Esbak Edirne müftüsü Sudûrdan el-Hac Mehmed Fevzi b. Ahmed, fâzal bir zâttır. (1242)'de Tavas kaza merkezi Yârângüngüme
kasabasında doğmuş; Edirne'de, İstanbul'da ikaamet etmiş, (1318) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Fâtih Câmi-i şerifi
naziresinde medfundur. Rahmetu’llahi aleyh,[391]

Mevki-i Îlmisî:

Mehmed Fevzi Efendi, çalışkan bir âlimdir. Evvelâ Hadimi Saîd Efendi'den, sonra da Manisa müftüsü Evliyâ-Zâde Ali Rızâ
Efendi'den ilim ahzetmiş, (1256) ramazanında İzmir'de ve (1257) ramazanında İskenderiyye'de tefsir okutmuş, (1257) senesinde
Hicaz'a gidip (1259) senesine kadar Mekke-i Mükerreme'de mücavir kalmış, Kâ'be-i Muazzama'da Rükn-i Yemânî karşısında
Arapça tefsîr-i şerif takrir ve Aliyyü'l-Kaarî'nin Menâsik-i hacc'ını Türkçe tedris etmiş, ba'dehu Manisa'ya avdetle müteaddit
ilimlerden icazet almış, (1263)'de Edirne'ye gidip orada yirmi sene ikaametle neşr-i ulûma çalışmış, iki def a icazet vermiş, orada
üç medrese te'sîs etmiş ve bir müddet müftülüğünü de yapmış, daha sonra müftülükten isti'fâ ederek İstanbul'a gelmiş, vaktiyle
bâzı niyabetlerde de bulunmuştur. Belîğâne va'zları, duaları meşhurdur. Tefsire ve sair ilimlere dâir altmıştan ziyâde müellefâtı
vardır. Tefsirleri bazı suver-i Celileye ait Arapça, muhtasar ve mufassalca eserlerdir. Üç lisan üzere yazılmış bir kısım
manzumeleri de vardır.
Müellefâtı: Akaaide aittir. Mantıka aittir.
Arapça bir na't-ı şeriftir. Kuds-i Şerifte Mescid-i Aksâ'da Sahratu'llâh ile Kubbetü'l-Mi'râc ve Kürsî-i Süleyman aleyhi's-selâm
karşısında tanzîm edilmiştir. İhtiva ettiği kırk beyitten her biri Buhârî-i Şerifteki kırk hadîs-i şeriften birine işareti mutazammmdır.
Matlaı' şudur:
Bu kasideye (Atiyye-i Kudsiyye) nâmiyle şerh de yazmıştır. Fârisî bir manzumedir. Her üç beyti Kur’ân-ı Mübîn'in bir sûresine
işareti mutazammındır. Şu beyitler ile başlamaktadır. 1297 senesi ramazanında Mescid-i Aksâ'da takrîr edilen Arapça derslerden
müteşekkil, basma bir tefsirdir. Ertesi sene ramazanında yine Mescid-i Aksâ'da verilen Arapça mev'ızalardan müteşekkildir.
Matbû'dur.Fâtih câmi-i şerifinde (1300) senesi ramazanında takrîr edilen dersleri hâvi Arapça bir tefsirdir. İlm-i kelâmdan Kaazî
Adud'un metni üzerine Arapça matbu' bir şerhtir. Ve sâire.
Me'hazlar: (Hakîkatü'l- Hürriyye) nâmındaki eseri, Osmanlı müellifleri.[392]

450- Şeyh Muhammed Abduh:

Muhammed Abduh b. Abduh b. Hasen Hayrullah şöhret sahibi olan büyük bir âlimdir. (1265) târihinde Mısır da “ Müdiriyetü'l-
Bahriyye" köylerinden "Mahalle-i Nasr" veya "Aynuş-Şems denilen küçük bir köyde ziraatla meşgul, orta halli bir gelmiş,
Ezherde yetişmiş,(1323) senesinde İskenderiyye’de vefat edip na'şı emsalsiz bir ihtifal ile Mısır'a nakledilmiştir.[393]Rahmutu’llahi
aleyh.

Tahsîlî Ve Seyahatları:

Şeyh Muhammed Abduh, bidâyeten on sene kadar tahsilsiz kalmış, sonra kendi köyünde Kur'ân-ı Kerîm okuyarak iki sene içinde
hafız olmuş, (1281) târihinde Tanta beldesinde tahsile başlamış ise de okunan derslerden zevk alamıyarak köyüne dönmüş, orada
evlenerek ziraatla meşgul olmak istemiş, fakat takdîr-i İlâhî, istikbâlin bu büyük âlimini tekrar tahsil sahasına sevketmekle yine
Tanta'ya gitmek üzere yola çıkmış, bu esnada akrabasından "Şeyh Derviş" adında bir zattan ahlâka, tasavvufa dâir bâzı şeyler
öğrenmiş, bir kısım güzel fikirler almış, ba'dehu Tanta'ya giderek Câmi-i Ahmedî'de mebâdî-i ulûmu okumuş, daha sonra
(1882)'de Kahire'ye gidip meşhur "Uleyş"ten Arabî ilimler ile edebiyata, mantığa, hikmete, fikh-ı'Mâlikî'ye dâir dersler almış,
(1284) târihinde Mısır'a gelmiş olan meşhur (Cemâlü'd-Dîn-i Efganî)'nin derslerine de (1286) senesinden i'tibâren devama
başlayarak bu son üstâzından da kelâma, usûl-i fıkha, mantığa, hikmete, kadîm ve cedîd hey'ete dâir bir çok şeyler okumuştur.
Bu kudretli âlim, bir aralık da menfiyyen Suriye'ye giderek Beyrut'ta ikaamet etmiş, (1301)'de Londra'ya giderek Mısır ve Sudan
mes'eleleri hakkında İngiliz ricâl-i siyâsiyesiyle görüşmüş, (1303) senesinde de Paris'e gidip orada üstâzı Cemülü'd-Dîn-i Efganî
ile birlikte "Urvetü'l-Vüskaa" ceridesini neşre çalışmış, bu ceridenin nüshaları Mısır'a ve Hind'e ithâl edilmediği için on sekiz
nüshadan sonra devamında fayda görülemeyip ta'til edilmiş, ba'dehu Cemâlü'd-Dîn-i Efganî vâki' olan, da'vet üzerine İstanbul'a
gelmiş, Muhammed Abduh da Tunus ve Cezayir tarikiyle tekrar Beyrut'a dönmüş, (1305)'de sâdır olan bir emr-i âlî ile menfa-
sından Mısır'a gitmesine müsâade olunmuştur. Bir aralık İstanbul'u ziyaret etmiş, bir aralık da Sudan'a gitmiş, buradan avdetinde
müptelâ olduğu seretan illetinin tedavisi için Avrupa'ya giderken hastalığı İskenderiyye'de iştidâd etmekle orada tevakkuf etmiş ve
nihayet orada vefat etmiştir. Üstâzı Cemâlü'd-Dîn-i Efganî de bu hastalıktan vefat etmişti.[394]

Me'mürîyetlerî:

Şeyh Muhammed Abduh, Mısır'da az zaman, içinde beyne'l-akrân temayüz ederek (1294) târihinde âlimiyyet derecesini resmen
ihraz etmekle (1295) senesinde "Dârü'1-ulûm" ve "Medresetü'l-elsün" müesseselerinde edeb ve târih-i Arap müderrisi ta'yîn
edilmişti. (1296)'da Mehmed Tevfîk Paşa Hidiv olunca bâzı kimselerin siâyetleri üzerine Cemâlü'd-Dîn-i Efganî'yi nefyetmek
istemiş, Şeyh Abduh'un da vazifelerine nihayet vermiş olduğundan Cemâlü'd-Dîn Hindistan'a çıkıp gitmiş, Şeyh Abduh da köyüne
giderek inzivaya çekilmişti Bilâhare Hidiv'in iğbirarı zail olmakla Şeyh Abduh Riyâz Paşa tarafından matbuat kalemi riyasetine
ve Mısır'ın ilk ceridesi olan "El-Vakaaiü’l-Misriyye" gazetesi muharrirliğine ve sonra da tahrir hey'eti reisliğine ta'yîn edilmiş, bu
ceridenin edebî ksmını vücûde getirmişti. (1299) senesinde zuhur eden Arâbî Paşa isyâniyle alâkadar ve Hidiv Tevfîk Paşa'nın
azline dair fetva vermekle müttehem görülerek Suriye'ye nefyedilmişti.
Binâenaleyh altı sene kadar Beyrut'ta ikaamet edip orada medrese-i Sultâniyye müderrisliğini îfâ ve iki câmi-i şerifte de tefsir
okutmağa devam etmiştir. Muahharen Gazî Ahmed Muhtar Paşa gibi bâzı ekâbirin şefaatlerine mebnî Hidiv Mehmed Tevfîk Paşa
tarafından affedildiğinden tekrar Mısır'a dönerek evvelâ mehâkim-i ehliyye kadılığına, ba'dehu (1308)'de istinaf mahkemesi
müsteşarlığına, (1317)'de Hanefî mezhebine müstenid olan Diyâr-ı Mısır müftülüğüne nasbedilmiştir. Bu esnada Câmi-i Ezher
idare meclisi âzâlığmda bulunduğu gibi Meclis-i Şûrâ'da ve Meclis-i Evkaf ile Cem'iyyet-i Umûmiyye'de, Nezâret-i Hakkaaniyye
ile Müessesât-ı Hayriyye'de de a'zâ sıfatiyle bulunmuştur,[395]

Kudret-i Îlmîyyesi:

Şeyh Muhammed Abduh, Mısır'ın son zamanlarda yetiştirmiş olduğu yüksek bir ilim ve irfan timsâlidir. Birçok dinî ilimler ile bi-
hakkm mücehhez bulunmuştu. Zamanında Câmi-i Ezher'de tedrîs edilmeyen tabîiyyât, riyâziyyât, ve felsefe gibi bir kısım ilimleri
de husûsî bir surette teallüm etmişti. Hele lisâniyyâta büyük hizmetlerde bulunmuş, Mısır matbuatında ve resmî muharrerâtındaki
yanlış yazıların önüne geçmek için tedbirler almış, lügat ile, lisânı ıslah meseleleriyle pek çok uğraşmıştır.
Bu zâtın fikri cevval, zekâsı parlak, ifâdeleri fasîh, sesi yüksek, hitabeleri pek muntazam idi. Bil-bedâhe söylediği sözler, en
kudretli ediplerin yazıları kadar münsecem, âhenkdar bulunuyordu. Tefsire, kelâma, edebiyyâta, İslâm şuûnuna dâir yazdığı
yazılar ise pek beliğdir; Arap lisânının metanet ve letafetini gösterir birer âbide gibi göze çarpmaktadır. Aynı zamanda intikaali
serî', hafızası pek kuvvetli idi. Kırk yaşını mütecaviz bulunduğu bir zamanda Fransızcayı bir kaç ay içinde güzelce öğrenmiş,
güzelce konuşmağa ve yazmağa başlamıştır.
Edebiyattan büyük bir zevk alır, ziyaretine gelen şâirlere manzumelerinden bâzı parçalar okutur, nüktelerden, latifelerden
hoşlanırdı. Şiir ile iştiharı yoktur, fakat istediği vakit şiir de söyleyebilirdi. Hastalığı esnasında söylediği şu beyitler bu
cümledendir :[396]
Mısır Müftüsü Muhammed Abduh merhumun vefatından birkaç saat önce ağlaya ağlaya inşâd ettiği beyitlerin rahmetli Sâbir
tarafından Türkçe'ye manzum tercemesi:
"Gam etmezem denilse Muhammed sağaldımı
Yoksa yığıldı na'şına matem kurardan
Lâkin salâh-ı Dîn-i Mübîn'ken irâdemiz
Korkmaktayım ki yetsin amâim ziyanları
Çok arzu ki halk arayor nâiliyyetin
Hayfâ kî muzmahil edecek mevtim anları
Yâ Rab, mukadder âlem-i ervaha ric’atım
Ettinse, âhirîse hayâtın bu anları
Bir mürşid-i reşîd ile İslâm'a hayır ver
Tenvîr-i râh ede şeb-i muzlim zamanları.[397]

Tefsirdeki Mesleğî:

Şeyh Muhammed Abduh, tefsir sahasında bir yenilik vücûde getirmek istemiş, tilmizlerinin ifâdelerine nazaran, âmme ve hâssanın
efkârından şekki izâle için dînî hâdiseler ile târihî hâdiseler arasını tevfîka çalışmış, tefsire müteallik beyanâtının İslâm
makaasıdına intibakını te'mîne gayret etmiştir.
Merhûm'un tefsire âit not suretiyle tutulan ifâdeleri, vuzuh, üslûb, belagat i'tibâriyle hakîkaten birer şaheserdir. Zihinleri işgal
eden, zamanımızda münâkaşa mevzuu teşkil eden mes'eleler hakkında ahlâkî, içtimaî, siyâsî bakımdan birçok fikirler, mütâlâalar
serdetmiştir ki, bunlar daha evvel yazılmış olan tefsirlerde hemen hemen görülemez.
Meselâ:[398] Nazm-ı Celîlinin tefsiri sırasında müşaverenin siyâsî bir nokta-i nazardan ehemmiyyetini îzâha çalışmış, edvâr-ı
İslâmiyyeyi nazar-ı mütalâaya almıştır.
[399]
Ayet-i kerîmesinin îzâhı sırasında gerek lisâniyyât i'tibâriyle ve gerek teaddüd-i zevcâtın mâhiyyeti ve hikmet-i meşrûiyyeti
i'tibâriyle bir hayli mütâlâatta bulunmuştur.
Sûre-i Celîlesinin tefsirinde de sair müfessirlerin kabul etmiyecekleri veçhile bâzı te'vîlât ve tevcıhâta lüzum görmüştür.
Hey'et-i mecmuası i'tibâriyle pek beliğ ve pek nâfi' ma'lûmâtı hâvi olan bu tefsir cüzleri, zamanının ulemâsı tarafından haklı ve
haksız bâzı tenkitlere hedef olmuştur. Nitekim terceme-i hâline dâir yazılmış makaalelerden bâzılarında bu cihet tasrîh
edilmiştir.[400]

Hakkındaki İtirazlar:

Şeyh Muhammed Abduh, müteceddid, müetehid bir vaziyette bulunuyordu. Bir taraftan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye gibi eski
âlimleri taklîd edercesine hareket eder, bid'at saydığı şeyler ile mücâdelede bulunur, kabirleri ziyaretin, taşlar ile teberrükün,
Selefin tesâhül gösterdiği şeylere sarılmanın caiz olmadığını teşhire çalışır, bâzı mühim mes'elelerde Cumhûr'un içtihadına,
beyanâtına muhalif fetvalar verirdi.
Hattâ Câmi-i Ezher ulemâsı arasında carî olan bir âdete göre müderrislerden biri vefat edince, daha defnedilmeden hakkında
"Te'bîn" nâmiyle bir âyin yapılır, fazâiline dâir kasideler okunur, nutuklar verilirken, merhum bunun bir bid'at olduğunu dermeyân
ederek men'ine muvaffak olmuştu. Gariptir ki, vefatında kendisine karşı bu âdeti ihya etmek isteyenler bulunmuştu. Fakat Ezher
ulemâsından üstaz Abdu'l-Kerîm Selmân ortaya atılarak; "Merhûm'un hayâtında men' ettiği bir âdeti vefatında kendisine karşı
nasıl yapabiliriz?" diyerek bunun yapılmasına meydan vermemişti.
Muhterem Muhammed Abduh, bir taraftan da medreseleri ıslâha kıyam eder, Câmi-i Ezher'de yeni programlar dâhilinde ders
okunmasını te'mîne uğraşır, İslâm âleminin i'tilâsı ve sâir medreselerin terakkisi için en evvel Câmi-i Ezher'de ıslâhat
yapılmasının lüzumunu dâimâ müdâfaada bulunurdu. Garpte gördüğü terakkiyâtı memleketinde görmek emeliyle bir hareket-i
fikriyye vücûde getirmeye çalışır, dînî hakaayık ile asrın tecrübe ve müşahedeye müstenid ilimleri arasını te'lîf ve tevfîka gayret
gösterir, bu maksatla tefsîre yeni bir cereyan vermek ister, gazetelere yazılar yazar, felsefe ile meşgul olur, Fransızca bâzı eserleri
terceme eder, Müslim ve gayri müslim birçok rical ile temasta bulunur. Garbın terakkiyâtını bir örnek olarak ileri sürer, asrî
düşüncelere uygun olduğunu göstermek veya zihinlere takrîb etmek için bâzı dinî hakaayıkı yeni bîr kisve ile aslından munharif
görülecek bir şekilde tasvire çalışır dururdu. Ve kendisi bir İslâm âlimi olduğu halde siyâsete karışır, bu"yolda bir çok şeyler
yazardı. Hattâ bunun bir neticesi olarak nefyedilmişti. Kendisi de bu hareketinden peşîmân olmuş olmalıdır ki, "Siyâsetten artık
vazgeçtiğini, siyâsetin insanı ifsâd ettiğini" söylemeğe başlamıştı.
İşte merhumun bu gibi bâzı hareketlerini hoş görmeyenler, hakkında i'tirâzâta kalkışmış, aleyhinde bir cereyan vücûde getirmiş,
hakkında sû-i zan besleyenler türemiştir.
Bu mu'teriz zatlar iki kısma ayrılabilir:
Birinci kısım, nâfi' ve gayrı nâfi' her teceddüde, her fikrî harekete karşı muhalif cephe alan ve kendi maddî menfaatlarını mikyas
ittihâz ederek o bakımdan düşünen zavallı kimselerdir ki, bunların i'tirâzları her veçhile ehemmiyetten sakıttır.
İkinci kısım ise, hüsn-i niyyetle düşünen, dînî esasların velev cüz'î bir halde haleldar olması yüzünden istihdaf edilen terakkilerin,
büsbütün sönüp gideceğine kaani' bulunan mütefekkir, dûr-endîş zevattır. Bunlar merhumun yazılarında, fikirlerinde bu gibi bâzı
nakîsalar görmüş, bu yüzden haklı olarak bâzı tenkitlerde bulunmuşlardır. Bu'zatlar diyorlar ki: "İslâm Dînl'nin birtakım ahkâmı
vardır ki, bunlar kat'iyyen sabit şeylerdir, bunların haklarındaki naslar, gayrı mütehavvil olan lisan kavâidine, usûl-î fıkha göre
tahlil edilerek bunlardan maksûd olan ma'nâların nelerden ibaret olduğu kat'iyyetle teayyün etmiştir. Artık bu gibi hususlarda
içtihada imkân yoktur. Eğer beşeriyyetin nâfi' ve gayrı nâfi' ve hakîkî ihtiyaçlardan mütevellid ve gayri mütevellid her yeni
hareketine tevâfukunu te'mîn için bu gibi dînî naslar ile oynanır ise, artık muayyen bir dînin mâhiyyeti, esâsâtı ortadan kalkmış
olur, onun hükümlerinden eser kalmaz.
Dinî hakikatleri zihinlere takrîb iddiasına gelince, bunda da düşünülecek cihetler vardır. Şöyle ki, meselâ: mu'cize-i kevniyye
kabilinden olan bir hâdiseyi, herkesçe kabul edilsin diye bir hâdise-i tabîiyye gibi göstermeğe çalışmak, hiçbir veçhile takip edilen
gayeye hizmet edemez. Çünkü harikulade şeylerin vücûduna bütün edyân erbabı mu'tekiddirler. Onlara karşı bir mu'cizenin
mâhiyyetini âdî bir hâdise gibi tasvir etmek zaittir. Zâten bu mu'cizeleri Semavî kitaplar okadar vazıh, te'vîle gayr-i müsâid bir
halde beyân etmektedir ki, bu babdaki te'vîlin hiçbir kıymeti olamaz. Hârikanın vücûduna kaail olmayanlar ise, edyâna karşı cephe
almış kimseler demektir. Artık bunlara karşı hârikaların mâhiyyetini alelade birer hâdise gibi göstermek, onların da'vâlarını
tasdikten ve kabul ettirilmesi matlub olan bir gayenin inkârı hakkındaki cereyanı takviyeden başka bir şeye yaramaz.
Hele birçok peygamberlerin ibraz etmiş oldukları bir kısım mu'cizât-ı kevniyyeyi tasdik edip de ulviyyet-i şân-ı enbiyâ arasında
gün gibi parlıyan Hazret-i Muhammed (salla'lâhu aleyhi ve sellem)'in mu'cizelerini yalnız bir mu'cize-i kelâmiyyeden ibaret
addederek sair mu'cizât-ı kevniyyesinı te'vîle, inkâra yeltenen kimseler, garip bir zihniyyetin esîri olmuş, tenakuzdan tenakuza
düşmüş olmazlar mı?
Nusûsun musâit bulunduğu ve örf ve âdetin istilzam eylediği hususlarda ise hareket-i fikriyye için büyük bir saha vardır, bunu
kimse inkâr edemez.
Binâenaleyh dînî esaslara mugaayir olmıyan yenilikler, lüzumu takdirinde pek a'lâ kabul edilebilir. Fakat bu hususta da teenni ile,
mütebassırâne hareket edilmesi lâzımdır. Bir yenilik için hakîkî bir ihtiyaç var mıdır, var ise bu ne tarzda kabul ve tatbîk
edilmelidir? Bütün bunlar evvelce güzel düşünülecek şeylerdir. Bir cemâatin, bir kavmin birden hazmedemiyeceği bir neceddüt
hareketi, nekaahet hâlinde bulunan bir hastaya kuvvet vermek için hazmedemiyeceği miktarda kuvvetli şeyler yedirip içirmeğe
benzer ki, bu aksü'l-amelden başka bir şeye yaramaz.
O halde, İslâm âlemine hizmet emeliyle bâzı teceddütlere lüzum gören ve bu uğurda çalışmak isteyen zevat, bunların bâzı
mahzurları müstelzim olabileceğini de gözönünden uzak tutmamalıdır."[401]

Lehindeki Tezahürat:

Şeyh Muhammed Abduh, yüksek bir üstâz idi, yazılariyle dâima İslâmiyet'i müdâfaa ederdi. İslâm âleminin terakkisi, hürriyete
nâiliyyeti kendisince bir gaye idi. Bu cihetle birçok mütefekkirler, edibler kendisine pek müteveccih bulunmakta idiler. Gerek
muhitinde ve gerek Garb âleminde büyük bir mevki' sahibi bulunuyordu. Kendisi mütefekkir, hakîm, müceddid bir âlim olmak
üzere tanınmıştı. Hattâ üstâzı Cemâlü'd-Dîn-i Efganî bile sâir tilmizlerine ve muhiblerine hitaben bu zâtı kasd ederek :
"Ben kitap te'lif etmeksizin dünyâdan çıkıp gidiyorum. Fakat size, bütün kitaplardan iğnâ edecek bir eser bıraktım." demiştir.
Merhumun senası hakkında birçok kasideler, makaaleler yazılmış, vefatı üzerine Arap, Türk, İran, Hind, Avrupa, Afrika, Amerika
gazeteleri pek büyük teessürler izhâr etmiştir. Bu husustaki yazılar, ciltlerle kitap teşkil ediyor. Başka bir İslâm âlimi hakkında
vefat eder etmez, Müslim ve gayr-i müslim birçok kimseler tarafından bu kadar senâkârâne şeyler yazıldığı görülmemiş gibidir,
Cambridge Medrese-i külliyesi Arabî ve Fârisî müderrisi müsteşriklerden meşhur "Mr. Brown" bu büyük âlimin vefatı üzerine
yazdığı bir taziyetnâmesinde diyor ki: "Ben müddet-i ömrümde birçok beldeler, insanlar gördüm. Fakat bu merhumun bir mislini
ne Şarkta, ne de Garbde görmedim. Kasem ederim ki, âlemde vahîd idi, verâ’ ve takvada, vahîd idi, İşlerin; dışlarına, içlerine ıtıla’
hususunda vahîd idi. Fesahat ve belagatta vahîd idi. Âlim, âmil, muhsîn, müteverri’, Allah yolunda mücâhid, ilme muhib, fukara
ve mesâkine me’vâ idi."
Menâr gazetesi sahibi Muhammed Reşid Rızâ, merhumun âsâr ve ahbârını ve hakkındaki mersiyeleri cami unvanlı üç citlik bir
eser vücûde getirmiştir, iki cildi matbû'dur.
Müellefâtı: Merhum Şeyh Muhammed Abduh, ilmî, idarî ve siyâsî vazifelerle çokça iştigâl ettiği ve birtakım hasımlariyle de
uğraşıp durduğu için birçok te'lîfât vücûda getirmeğe müsait vakit bulamamıştır. Maamâfih şöyle bir kısım kıymetli eserleri de
vardır:
Bakare, Âl-i İmrân, En-Nisâ' sûrelerine âit olup imlâ tarikiyle vucûde getirilmiştir.Aslı,Cemâlü'd-Dîn-i Efganî'nin Fârisîce
eseridir,Fransa Hariciye Nâzırı "Hanotaux" nın İslâmiyet aleyhine olan sözlerini red için yazılmıştır. Bunu merhum şâir Akif Bey
Türkçe'ye çevirmişti.
Me’hazlar: El-Menâr, Risâletü'l-vâridât, El-A'lam, El-Vasît fi'l-edebil-î Arabi ve târîhihî, Târîhül-üstâz el-İmam eş-Şeyh
Muhammed Abduh.[402]

451- Alî Yekta Efendi:

Alî Yekta Efendi İstanbullu bir zattır. (1327)'de vefat etmiştir. Eyüpsultan'da Kırkmerdivenlerde medfundur. Rahmetu'llahi
aleyh.[403]

Mevki-i İlmîsî:

Yekta Efendi, ilmiyyeden fâzıl bir müelliftir. Bir kısım âsârı vardır. Bu cümledendir. Son üç eseri matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[404]

452- Manastırlı İsmail Hakkı Efendi:

İsmail Hakkı Efendi, Manastır'da Sancaktar-Zâde denilen bir aileye mensuptur. (1330) târihinde İstanbul'da füc'eten vefat etmiştir.
Fâtih câmi-i şerîfi naziresinde medfundur. Radhmetu'llahi aleyh.[405]

Mevkî-i Îlmisî:

İsmail Hakkı Efendi, belîğ, natûk bir âlim idi. Tahsilini kısmen memleketinde görmüş, sonra İstanbul'a gelip meşhur İstanbul’lu
Şevket Efendi'den ders okuyarak icazet almıştır. İstanbul kürsü şeyhlerinden bulunuyordu. Meşrûtiyeti müteakip A'yân Azâlığı'na
ta'yîn edildi, Dârü'l-Fünûn İlahiyat şubesinde de tefsir müderrisi idi. Ayasofya kürsüsünde yapmış olduğu va'zların bir kısmiyle
bâzı makaaleleri Sırât-ı Müstakim ceridesinde münderiçtir.
Müellefâtı: Sırât-ı Müstakim Cerîdesi'nde münderiçtir. Sûre-i Kadr'in Türkçe, muhtasar ve matbu' bir tefsiridir. Bâza va'zlarından
müteşekkil matbu' bir eserdir. Bunlar akaaide müteallik, matbu' iki muhtasar eserdir. matbû'dur.
Dr. Dozy'ye matbu’ bir reddiyedir. Ve saire.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[406]

453- Et-Tafeyyiş:
Muhammed b. Yûsuf b. İsâ el-Adevî el-Cezâirî, İbâziyye mezhebine sâlik bir âlimdir. (1236)'da Cezâir'de Vâdî-i Mîzâb'dan de-
nilen beldede doğmuş ve (1332) târihinde orada vefat etmiştir. Lakabı olan "Et-Tafeyyiş" ta'bîri, Berberi lisânında üç kelimeden
müteşekkil bir terkîb-i mezcîdir ki : "Tut, gel, ye" ma'nâlarını ifâde eder.[407]

Mevki-i Îlmîsî:

Et-Tafeyyiş, tefsirde, fıkıhta, edebiyatta büyük kudret sahibi bir âlim idi. Memleketinin siyâsî işlerinde de büyük bir vatan-
perverlik göstermiştir. Üç yüzden ziyâde te'lîfâtı bulunduğu mervîdir.
Müellefâtı: Matbu' yedi cilttir. tefsire dâir, matbu' ondort ciltlik bir eserdir. Yazma, nâ-tamâm bir tefsirdir. Hadîse ait, matbu' bir
eserdir. Fıkha dâir iki cildi matbu' bir eserdir. İbâziyye fıkhına dâir büyük bir eserdir. Matbû'dur. Fıkha ve usûle dâir matbu' bir
eserdir. Sâir âsârı ve eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: El-A’lâm, Mu'cemü'l-matbûât.[408]

454- Cemalü’d-Din El-Kaasımi:

Cemâlü'd-Dîn b. Muhammed Saîd b. Kaasım el-Hallâk, ulemâdan bir zâttır. Hazret-i Hüseyn'in sülâlesindendir. (1283)'de
Dımeşk'ta doğmuş, (1332) târihinde Dımeşk'ta vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[409]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Cemâlü'd-Dîn, dînî ve edebî ilimlerde yüksek bir mevki' sahibidir. Asrında Şam'ın İmâmı idi. l'tikadca Selefiyye'den idi. Taklide
kaail olmazdı. Bir müddet hükümet tarafından Suriye havâlisinde nâsa ta'lîm ve tedrîs ile meşgul olmuştur. Bilâhare Mısır'a
gitmiş, Medine-i Münevvere'yi ziyaret etmiş, avdet edince, bâzı kimseler tarafından "yeni bir mezheb" te'sîs etmekle ittihâm
olunmuştu. Buna : "Mezheb-i Cemâli" deniliyordu. (1313)'de hükümet tarafından tevkif edilmiş ise de kendisine isnâd edilen
töhmeti reddetmekle sebili tahliye edilmiş ve Dımeşk valisi tarafından özür dilenmiştir. Bu hâdiseden sonra hanesine kapanarak
tasnîfâf ile ve havas ve avama tefsir ve sair ulûm-ı Şer'iyye tedrisi ile iştigal etmiştir.
Müellefâtı; Tefsire dâir on iki cilttir. İhyâü'l-ulûm'un bir hülâsasıdır. Muhammed b. Akil'in adındaki eserine reddiyedir.İnde'1-
hâce mezâhib-i erbaadan hangi birine göre hüküm verilebileceğine dâir Osmanlı Şeyhü'l-İslâmları tarafından verilmiş olan
fetvalara mütealliktir. Muhammed Abduh ile beraber kaleme almıştır. Tefsirdenbaşka bütün bu kitaplar matbu 'dur.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbuât.[410]

455- Musa Kazım Efendi:

Şeyhü'I-İslâm Mûsâ Kâzım b- İbrahim, ulemâdan bir zâttır. (1275) târihinde Erzurum vilâyetine tâbi' (Tortum) kasabasında
doğmuş, (1337) târihinde Edirne'de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[411]

İlmi Ve Resmî Mevkîi:

Mûsâ Kâzım Efendi, muktedir bir âlimdi, ilk tahsilini memleketinde yapmış, daha genç iken biraderinin mutavattın bulunduğu
Balıkesir'e giderek orada Selâhü'd-Dîn Alî eş-Şuûri Efendi'den ve sâir bâzı ulemâdan şerh-i akaaide kadar ders okumuş, ba'dehu
İstanbul'a gelerek evvelâ Kazasker Eşref Efendi'nin dersine devam etmiş, onu müteakip da İstanbullu Hoca Hafız Şâkir Efendi'nin,
şerh-i akaaidin sıfat bahsinden i'tibâren dersine devam ederek ondan (1306) 'da icazet almıştır. Bu tarihte ruûs imtihanını
kazanarak tedrise başlamış, bilâhare kendisi de icazet vermiye muvaffak olmuştur.
Medresetü'l-Kuzât, Medresetü'l-Vâizîn, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Sultanî ve Dârü'l-Muâllimîn gibi ilim müesseselerinde dürer,
mecelle, akaaid müderrisliğinde bulunmuştu. Ahmed Mithat merhuma tefsir, Muallim Nâcî merhuma da usûl-i fıkıhtan Mir'at
okutmuştur. (1325)'de Bâb-ı Meşihat Tetkîk-i Müellefât Meclisi Baş Kitâbeti'ne ve aynı senede mezkûr Meclis Âzâlığı'na ta'yîn
edilmişti. İ'lân-ı meşrûtiyyeti müteakip Maârif Nezâreti'nde teşekkül eden Meclis-i Kebîr-i İlmî Azâlığı'na ve Hey'et-i A'yâ'nın
teşekkülü esnasında Meclis-i A'yân Âzâlığı'na ta'yîn edilmiştir. (1328) târihinde de Meşîhat-i İslâmiyye'yi ihraz edip (1330)'da
infisâli vuku' bulmuştur. Bu makaamı tekrar ihraz etmiş ise de az sonra yine ayrılmıştır.
Bu kıymetdar âlim, hayâtını yalnız ilme hasredip de siyâsete pek dalmamış olsaydı ilim sahasında daha büyük muvaffakiyetler
ibraz edebilirdi.[412]

Tefsirdeki Mesleğî:

Mûsâ Kâzım Efendi, bir müddet tefsir ile meşgul olmuştur. Hattâ kendisinin takrir ve Ahmed Mithat Efendi merhumun zabt ve
tesbît etmiş olduğu Türkçe, selis ibareli bir tefsirden bahsolunmaktadır ki, Sûre-i En' âm'a kadar bulunuyormuş, bu eser ikmâl
edilmeksizin nâ-tamam kalmış. Biz bunu görmedik, fakat i'lân-ı meşrûtiyetten sonra Bakare Sûre-i Celîlesinin bir kısmına kadar
yazıp neşretmiş olduğu Türkçe bir tefsiri vardır ki, bu hadd-i zâtında güzel yazılmış, faydalı bir eserdir. Bu eserde evvelâ âyetlerin
mealleri icmâlen yazılmış, ba'dehu kelimât-ı Kur'âniyye, başka Türkçe tefsirlerde görülmiyecek derecede bir i'râb ve kavâid
tahliline tâbi' tutulmuş, bâzı faydalı izahlar, muhakemeler, münâkaşalar yapılmış, ara-sıra bâzı tasavvufi mütâlâalar dercedilmiş,
sonra da bir kaç âyet-i kerîmenin meali bir fezleke hâlinde oldukça mufassal olarak tekrar yazılmıştır.
Herkes için pek de faydalı görülmiyecek olan bu tefsîr-i şerîf, ikmâl edilmiş olsa idi, nev'-i şahsına münhasır, güzide bir eser
meydana gelmiş olurdu.
Müellefâtı: Nâ-tamamdır. Muhammed Cemâlü'd-Dîn Nuri'nin (950) de te'lîf etmiş olduğu Arapça risalenin Türkçe
tercemesidir.Kısmen matbû'dur. Bir hayli mevzû'lara âit yazılarından müteşekkildir, matbû'dur.
Me’haz: İlmiyye salnamesi.[413]
456- Tâhîr El-Cezâirî:

Şeyh Tâbir b. Alî Salih es-Sem'ûnî el-Cezâiri, kudretli bir âlimdir. Aslen Cezâirli olan bu zât (1268)'de Dımeşk'da dünyâya
gelmiş, (1338)'de yine Dımeşk'ta vefat etmiştir, Rahmetu’llâhi aleyh.[414]

Kudret-i İlmiyyesi:

Şeyh Tahir, mütefennin, müdekkık, behhâs bir zâttır. Dımeşk'da yüksek bir tahsil görerek Şark lisanlarının ekserisine vâkıf
bulunmuştur. (1268) târihinde Dımeşk'ta mekâtip müfettişi bıüunuyordu. Orada "Dârü'1-Kütubi'z-Zâhire" yi vücûde getirmiş,
Kudüs'te "Mektebe-i Hâlidiyye" yi te'sîs etmiştir. ''El-Mecmaul-llmi’l-Arabi" âzasından idi. (1325) senesinde Kahire'ye gitmiş,
(1338) 'de Dımeşk'a avdet ederek üç ay sonra âhîrete irtihâl etmiştir.
Yazma, nefîs kitaplara çok meraklı idi. Kendisinin de bir çok eserleri vardır. Ezcümle muttali' olduğu, mütâlâa ettiği birçok
matbû’ yazma, nâdîde kitaplara dâir malûmatı hâvî (Tezkire) leri vardır ki bunlar, eserlerinin en mühimmi sayılmaktadır.Terceme-
i hâline dâir, Dımışk'lı Şeyh Saîd el-Bâlî tarafından başlıklı bir eser yazılmıştır.
Müellefâtı: yazma, büyük bir eserdir, Lûgata dâirdir, hadîs ıstılahlarına aittir nahve dâir bir kasidedir. Tabîiyyattandır, Türkçe'den
terceme edilmiştir. Aruz ile kaafiyelere'dâirdir. Bütün bu eserler matbu'dur. Me'hazlar: EL Âlâm-, Mu'cemü'l-matbuat.[415]

457- Abdu'l-Aziz Çaviş:

Mısır'da yetişmiş bir âlimdir. (1345) tarihinde vefat etmiştir.


Rahmetu’llahi aleyh.[416]

Mevki-i İlmîsi:

Abdül-Azîz Çâviş, değerli bir ilim sahibi idi. Seciyeli, mütefekkir kalemi kuvvetli bir muharrir bulunuyordu. İ'lân-ı meşrûtiyyeti
müteakip İstanbul'a gelmiş, bâzı camilerde tefsir takrir etmiş, inkılâbı müteakip Ankara'da, Şer'iyye Vekâletinde Te'lîf İşleri
A'zâlığı'nda bulunmuş, bir müddet sonra da Mısır'a avdet ederek orada bâzı ilmî ceridelere yazı yazmakla meşgul olmuştur.
[417]
Âyet-i Celîlesine kadar yazmış olduğu bir tefsir vardır ki, bunu (Esrârül-Kur'ân) unvanı ile İstanbul'da Hilâl matbaasında tab'
ettirmiştir. Bundan başka ve (Anglikan Kilisesine cevap) nâmiyle iki Arabça eseri vardır ki, bunları şâir Akif Bey Türkçe'ye
terceme etmişti. Adında bir eseri daha vardır ki, Mısır'da (1321) tarihinde tab' edilmiştir.[418]

Tefsirdeki Mesleğî:

Abdü'1-Azîz Çâviş, bu tefsirini içtimaî maksatları istihdaf etmek üzere kaleme almıştır. Bu tefsirin (144) sahife teşkil eden
mukaddimesinde mühim ve kıymetli mütâlâalar vardır. Usûl-ı tefsir mebhasleri için zengin bir me'haz teşkil etmektedir. Bu
mukaddimede âyetlerin tenasübüne, Kur'ân-ı Kerîm'den fıtrî garezin ne olduğuna, Kur'ân île içtimaî siyâsete, Kur'ân ile kesb ve
amele, Kur'ân'ın her zaman ve mekâna ve her ümmete sâlih ve kâfî olduğuna, Kur'ân-ı Kerîm’in tekâlif ve makaasıdına, Kur'ân ile
Sünen-i İlâhiyyeye ve sâireye dâir bir hayli nâfi' malûmat vardır.
Bu tefsirde âyetlerin îzâhı hususunda ince lâfzı tahlîlât yoktur. Her âyet-i Celîlenin istihdaf ettiği ma'nâ güzelce tevzîh edilmiş, o
âlî ma'nâ mufassal bir makaale şekline konulmuştur.
Bu tefsirin, Müslümanları uyandırmak maksadiyle yazılmış pek müessir, heyecanlı sahifeleri vardır ki, hakîkaten okunup
düşünülmeğe lâyıktır. Eğer bu tefsîr-i şerif, itmam edilmiş olsaydı güzel bir eser vücûde gelmiş olurdu.
Maahâzâ muhterem Abdü'1-Azîz Çâviş, bâzı sahifelerde fazla bir cür'et göstererek kendi re'yine göre tefsire, ve müfessirlerin
eslâfınıt tahtıeye kıyam etmiş, bu kadîm müfessirlere bilâ-istisnâ haksız yere hücumda bulunmuş, gûyâ bir müfessirin beyaz
dediğine, diğer müfessir, "hayır sen doğru söylemedin, o siyahtır." dediğini anlatmak istemiştir. Fakat böyle bir iddia umûm
müfessirlere nazaran doğru görülemez, adetâ kendisine büyük bir kıymet vermek maksadiyle sair müfessirlerin kıymetini tenkise
çalışmış, yevmî cerîdelerdeki tenkidkâr bir lisân ile yazılmış makaaleler gibi sözler ile tefsirinin mukaddimesini kısmen işgal
etmiştir.
Bu münekkid zât, son zamanlarda gayri müslimlerin, husûsiyle misyonerlerin İslâm Dîni'ne, îmân ehline musallat olduklarını
gördüğünden bunlara karşı Müslümanların âciz, müdâfaaya gayri câzim bulunmalarını müfessirlerin hesabına bir seyyie olmak
üzere kaydetmek istiyor ki, bu da tamamen doğru bir fikir değildir. Bu kusur, bütün Müslümanlara râci'dir, bunun sebebini başka
şeylerde aramak lâzımdır.
Bugünkü cereyanlara tekaabül edecek müdafaa vâsıtalarını, tarzlarını tamamen eski âsâr içinde aramak muvafık olamaz. Vaktiyle
İslâm ordularında bulunmuş kahraman mücâhitleri, bugünkü günde mevcûd olan tayyarelerden, diritnotlardan, makinalı
tüfeklerden mahrum bulunmuş olduklarından dolayı tahtıeye kimsenin hakkı olamıyacağı gibi, eski âlimleri de şimdiki efkâra
karşı lâzım gelen müdâfaâtı yapmamış olmalîîa itti-nâm etmek doğru görülemez. Bugünkü efkâra karşı lâzım gelen müdâfaaları
yapmak, hazırlamak ise, bugünkü âlimlerin zimmetine terettüp eden bir vazifedir. Bugünkü yazılan tefsirlerde bu bakımdan bir
hususiyet bulunması içtimaî ve fikrî tahavvüllerin bir neticesidir. Eğer o, tezyif edilmek istenilen muhterem müfessirîn-i sâlife,
bugünkü asırda yaşamış olsa idiler, ihtimâl ki, muhterem Abdü'1-Azîz Çâviş'ten daha rengin bir kalem kullanır, içtimâi
dertlerimize daha müessir devalar bulur, tavsiye ederlerdi.
Me'haz: Mu'cemü'l-matbûât.[419]

458- Şeyh Reşid Rızâ:


Seyyid Muhammed Reşîd Rızâ, meşhur ve muktedir âlimlerden, muharrirlerden bir zâttır. Trablus-Şam civarında "Kalemûn"
beldesinde doğmuş, yetişmiş, sonra Mısır'a intikal edip (1354) târihinde Kahire’de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[420]

Hayât-ı İlmîyyesi:

Şeyh Reşîd Rızâ, mütefekkir, çalışkan, edîb, şâir bir âlimdir. Kendisinin ifâdesine nazaran: Trablus'ta iken daha ilim ile iştigale
başlamadan vakitlerini ibâdete hasrederek tasavvufa temayül etmiş, biraz tahsil gördükten sonra da havf ve terhîb cihetini, recâ ve
tergîb cihetine takdim ederek ve veçhile îrâdettiği mev'ızalariyle halkı tenvire çalışmak istemiştir. Fakat bir aralık "Ceridetü'1-
Vuska" nın birkaç nüshasını elde etmekle bunlardaki yazıların te'sîri altında kalmış, hayâtında yeni bir devre açılmış,
Müslümanların içtimaî şuûniyle zihnen meşgul olmaya başlamıştır.
Reşîd Efendi, Cerîdetü'l-Vüska'nın müessislerinden Cemâlü'd-Dîn-i Efganî ile görüşmek istemiş ise de buna muvaffak olamayıp
kendisiyle yalnız mektuplaşmış, nihayet Mısır'a giderek bu ceridenin diğer müessisi olan Şeyh Muhammed Abduh'a intisâb etmiş,
(1315) târihinden i'tibâren Menar Ceridesini neşre başlamış, birtakım kadîm müellefâtın ve bilhassa "İncil-i Bernaba" nın tab' ve
neşrine çalışmış, Mısır'da "Medresetü'd-da've ve'1-irşâdü'l-küliyye" nâzın ve cemiyyetinin vekili bulunmuştur.
Bu azimkar zât kemâlâtına meclûb olduğu Şeyh Muhammed Abduh'un takrir ettiği "Celâleyn" tefsirini ta'kîb ederek elde ettiği
notları "El-Menâr" ceridesinde neşr etmiş, bu kıymetli üstâzının vefatından sonra da ondan iktibas etmiş olduğu ma'lûmâtı
toplayarak kendi nâmına unvâniyle bir tefsir neşrine çalışmıştır.Bu tefsirin, Sûre-i Yûsuf'un bir kısmına kadar olan miktarı on iki
cilt olmak üzere müellifi tarafından tab' edilmiş, mütebaki miktarı kalmıştır. On ikinci cildin tab'ı (1354) senesine müsadiftir.
Reşîd Rızâ merhum, kendisini Selefîlerden sayar, onların Sıfât-ı İlâhiyye hakkındaki akidelerini tercih eder ve derdi ki : "İmam
Efarî de İbâne'sinden anlaşılacağı veçhile son zamanlarında Selef mesleğine, sülük ederek İmâm Ahmed b. Hanbel’e ittibâ'
eylemiştir."
Reşîd Rızâ merhum, İslâm âleminin tealisine, esaretten halâsına hizmet etmek emeliyle birtakım yazılar yaznuş, bir aralık ta
Vehhâbîler lehine bâzı makaleler neşretmiş, kendisinin lehine ve aleyhine de birçok yazılar, takdirler, ve tenkıdler intişâra
başlamıştır. Vehhâbîlikle ittihâm olunduğundan şikâyet ederek diyor ki: "Bâzı mes’eleleri müdâfaa edenlere hemen (Vehhâbî)
ismi veriliyor. Bu isim, muvahhid ma'nâsına da olsa buna adavet gösteriliyor.[421]

Tefsirdeki Mesleği:

Şeyh Reşîd Rızâ, tefsir sahasında büyük bir teceddüd göstermiştir. Açık, belîğ bir ibare ile yazılmış olan tefsirinin
mukaddimesindeki uzun bir mutâlâanâmesinden anlaşıldığına nazaran bu zâta göre: "Tefsirden en büyük gaye, İslâm Milletinin
dünyevî, uhrevî hususlarda intibahını te'mîn, Müslümanların kuvvet ve şükûhuna, izzet ve hâkimiyyetine bâis olan esbabı irâe
etmekten ibarettir.
Kur'ân-ı Hakîm'in hakikati ilimden, nurdan, hüdâ ve rahmetten, mev'ıza ve ibretten, huşu' ve hudûu ta'limden, âlemde muttarid
olan Sünen-i İlâhiyyeyi beyandan ve sâireden ibaret bulunmaktadır.
Bu hakîkatları anlamaya kalplerini tercih etmeyen kimseler, Kur'ân'ın nüzûlündeki hikmeti idrâk etmiş olamazlar. Binâenaleyh
müfessirlerce en büyük vazife, Kur'ân-ı Mübîn'in bu hakîkatlarını göstermek, bu sayede İslâm içtimâi hey'etinin maddî ve ma'nevî
i'tilâsını te'mîne çalışmaktır. Halbuki birçok müfessirler, bu ciheti lâyıkıyle nazara almamışlardır. Bunların bir kısmı, kaari'lerini
i'râb mebâhîsiyle, maânî nükteleriyle, beyân-ı ıstılahlariyle oyalandırmıştır. Bir kısmı da okuyucularını mütekellimlerin
cedelleriyle, usulcülerin tahriçleriyle, mukallid fakîhlerin iştibâhiyle, mutasavvıfların te'villeriyle meşgul etmiştir. Bir kısım
müfessirler de tefsirlerini birçok rivayetlerle, bu rivayetlere karışmış olan hurâfât-ı İsrâiliyye ile doldurmuştur. Diğer bir kısmı da
tefsirlerinde riyâzî, tabiî ilimlere, zamanlarında revaç bulmuş olan Yunan hey'et-i felekiyyesine âit mes'elelere büyük bir yer
vermiştir. Daha bir kısmı da bu usûlü taklîd ederek tefsirlerini asr-ı hâzırda pek ziyâde inkişâf etmiş olan ulûm ve fünûna müte-
allik meseleler ile doldurmaya çalışmış, meselâ: Bir âyet-i Celîledeki semâ, arz, veya nebat lâfzı vesilesiyle felekiyyâta,
arazıyyâta, nebatata ve sâireye dâir sahifelerce ma'lûmat vermişlerdir. Bütün bunlar, Kur'ân-ı Mübîn'in nüzûlündeki hikmeti
teşrihden uzak düşmüşlerdir. Filhakika bu saydığımız mevzu'lara dâir tefsirlerde ma'lûmat verilmesi de bâzan zarurî bulunur, bu
müsellemdir, fakat bunların tefsirde asıl bir gaye imiş gibi uzun uzadıya yazılması tenzildeki hikmeti te'mîn edemez."
İşte bu veçhile mütâlâa serdeden Üstâz, Kur'ân'ın gayesine muvafık olmak üzere bir tefsir yazılmasına şiddetli ihtiyaç
bulunduğunu nazara alarak kendi tefsirini —Şeyh Muhammed Abduh'dan mülhem ve muktebes olarak— yazmağa başlamıştır.
Bu zâtın tefsirinde başlıca şu mevzu'lar göze çarpmaktadır:
1- Sûrelerin evvelinde veya âhırında o sûrelerdeki âyât-ı Celîlenin ihtiva ettiği ahkâm, usûl ve kavâid hakkında güzelce hülâsalar
yapılarak bunlar birer levha hâlinde mütâlâa edenlerin nazarları önüne konulmustur. Meselâ: Bakare Sûresinden "33" kaaide
istihraç edilerek bu Sûre-î Celîlenin pek ulvî olan muhteviyatı göz önünde kemâliyle tecellî ettirilmistir.
2- Fatiha Sûresi hakkında Şeyh' Muhammed Abduh'un takrirleri esas ittihâz edilerek mufassalca bir tefsir yazılmış, bu Sûre-i
Şerîfenin belagatına dâir bir Hrıstiyan muharririnin sözleri cerh edilerek kendisine âlimâne cevaplar verilmiş, ve Fâtihayı
Şerîfenin zübde-i Kur'ân olduğu pek güzelce gösterilmiştir.
3- Son zamanlarda bâzı zihinleri işgal eden birtakım mümkirâne mütâlâalara karşı pek vâkıfâne cevaplar verilmektedir. Meselâ:
Hazret-i İsâ'nın ölüleri ihya etmesine, Ashâb-ı Kehf'in hayâtına akılları eremiyen kimselere, Hindistan'da bâzı fakirlerin yerler
altında aylarca medfûn olarak kaldıklarını, sonra da ber-hayât olarak meydana çıktıkları —zihne takrîb için— bir numune olarak
gösterilmekte, ve bu hususta bir hayli mufassal mütâlâalar serdedilmektedir.
4- Hindistan'da son zamanlarda zuhur eden "Ahmediyye" mezhebinin butlanı, kendilerini Söfiyyeden addeden birtakım mudillerin
Kur'ân âyetlerini yanlış tefsir etmeleri, ve hecâ harflerinin adetlerinden ma'nâlar çıkaranların, meselâ :[422] Nazm-ı Celîlindeki
lâfzının harflerine nazaran Kıyametin (1407)'de vuku1 bulacağına kaail olanların deccallerden, muharriflerden oldukları beyân
olunmaktadır.
5- Müslümanların hâzır haldeki şuûnu tetkik edilerek İslâmiyetin her veçhile terakkiye sâhib olduğu, bugünkü Müslümanların
terakkîden mahrûmiyyetleri ise Kur'ân'ın teâlîmine riâyet etmemelerinden neş'et ettiği gösterilmiştir.
6- Kâinattaki Sünen-i İlâhiyye îzâh edilerek Müslümanlara kendilerini eski mecd ve şükûhlarına kavuşturacak olan yollar
gösterilmiş, Müslümanların haklarındaki yabancı milletlerin nazarları, sû-i emelleri teşrih edilmiştir.
7- Bu tefsirde İslâm şuûnu, ferd i'tibâriyle değil, cemâat i'tibâriyle nazara alınarak umûmunun salâhı için ta'kîbi iktizâ eden yollar
gösterilmiş, meselâ:[423] âyet-i kerîmesinin tefsirinde her hangi bir cemâatin muttakilerden sayılacağı birtakım içtimaî, siyâsî
mütâlâalarla tasrîh edilmiştir.
8- Bu tefsirin birinci cildinde Kur'ân-ı Mübîn'in vücûh-ı i'câzına; dördüncü cildinde teaddüd-i zevcât mes'elesine ve bu müessese
lehinde bâzı müsteşrıkların mütâlâalarına; beşinci cildinde usûl-i fıkıh mesailinden icmâa, cemaata, kıyâsa; dokuzuncu cildinde
rü'yetu'llâh ile kelâm mes'elelerine, Resûl-i Ekrem (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) hakkındaki beşâir ile Bernaba İncili'ne, Kur'ân-ı
Azîm'in tercemesine, eşrât-ı saat ile Mehdî'ye dâir pek mufassal, mühim beyanât vardır.
9- Bu tefsirde Mefâtîhu'l-gayb'dan Keşşaftan, Beyzâvî'den, Ebu's-Suûd ile Âlûsî tefsirlerinden bâzı şeyler nakledilmekte, İbn-i
Kayyim'den de bâzı şeyler nakledilerek kendisine büyük bir merbûtiyyet gösterilmektedir. Maahâzâ bâzan da İbn-i Kayyime
muhâljf mütâlâalar dermeyân edilmektedir. Ezcümle Bedir esirleri mes'elesinde İbn-i Kayyim, Hazret-i Sıddîk'ın re'yinin râcih
olduğumu serlevhalı eserinde isbâta çalıştığı halde Şeyh Rızâ, bu tefsirinin onuncu cildinde Hazret-i Faruk'un re'yindeki rüchânı
müdâfaaya çalışmıştır.
10- Şeyh Rızâ merhumun tefsire ve sâir dînî mevzu'lara dâir bir kısım yazılarında mu'cizât-ı keyniyyeye kaail olmadığını işrâb
eden bâzı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemâdan bâzı zevatın ve bilhassa esbak Şeyhü'1-İslâm Mustafa Sabri Efendi'nin (El-
kavlü'1-fasl) unvanlı eserinde tenkitlerini celbetmiştir.
Meselâ, Seyyid Rıza:[424]Ayet-i Celîlesini diye te'vîl etmiş, buna delil olarak ta ta'birlerinin ma'nâsına olduğunu dermeyân
etmiştir. Buna cevaben deniliyor ki: Kamer'in inşikaakını, subhun veya fecrin inşikaakına kıyâs etmek doğru
olamaz. Ta'birleri ma'nâsında müsta'mel ise de ta'birleri ma'nâsında kullanılmış değildir. Çünkü Kamer'in veya Şems'in tulûu
zamânında inşikaakı gayri ma'kuldür. Fecr ile subhun inde't-tulû' inşikaakı ise bilâkis ma'kuldür. Nitekim denilir. Fakat veya
denilmez.
Velhâsıl hey'et-i umûmiyyesı i'tibâriyle müstesna bir kıymeti hâizdir, tamâmının tab' ve nesri arzu olunur. Müellifinin ifâdesine
nazaran bu tefsir, sahîh-i me'sûr ile sarîh-i ma'kul arasını cami’dır. Bu, Selefi eserî, medenî, asri, irşadı, içtimaî, siyâsî bir tefsirdir.
Bu tefsir, İslâm hüccetlerini ikaame, İslâm'ın enamı ıslah hususundaki siyasetini beyân, içtimâiyyât hakkındaki İlâhî Sünnetleri
tasrîh için yazılmıştır.
Me'hazlar: Mecelletü’l-Ezher,El-Kavlü’l-fasl, Mu'cemü’l-matbûat.[425]

459- Tantâvî Cevheri:

Şeyh Tantâvî Cevheri, mütefekkir bir âlimdir. (1287)’de doğmuş, (1359)'da vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[426]

Kudret-i Îlmiyyesî:

Tantâvî Cevheın, fâzıl, kâtip, şâir, hakîm bir zâttır. Kahire'de Dârü'l-ulûm medresesi müderrislerinden idi. Feylesofâne
yazılariyle, ulûm ve fünûna müteallik makaaleleriyle, İslâm âleminin intibahına hadim eserleriyle Mısır'da iştihar etmiştir. Tefsire
dâir de kıymetli yazıları vardır. Tantâvî merhum, yalnız Şark'ta değil, Garp'ta da tanınmış, şöhret kazanmış bir sîmâdır.
Avrupa'lı meşhur muharrir ( Baron ) (Müfekkiru'l-İslâm) unvâniyle yazmış olduğu bir eserin dördüncü cildinde diyor ki:
"Mısır'da üç müfekhir vardır. Bunlar Rifâa Bey ile Şeyh Muhammed Abduh ve Üstâz Tantavî Cevherî'dir.” Bu zâtın üslûbu
bedî'dir, bî-nazîrdir, El-Cevâhir adındaki tefsiri İslâm gençleri için yeni bir ruhtur.[427]

Tefsirdeki Mesleği:

Tantâvî Cevheri, serlevhasiyle müteaddit ciltlerden müteşekkil bir tefsir yazmış ve bunu tab' ve neşre muvaffak olmuştur. Bu
tefsirinde âyât-ı Kur'âniyyeyi evvelâ muhtasar denilecek bir tarzda îzâh etmiş, sonra bâzı elfâz-ı Kur'âniyye münâsebetiyle tefsire
müteallik olmayan mevzu'lar hakkında bir hayli ma'lûmât vermiştir. Meselâ: Cünûd-ı İlâhiyyeyi beyân vesilesiyle mikroplara dâir
sahifelerce yazı yazmış, bunların resimlerini kitabına bir levha hâlinde dercetmiştir. Meâdine, nebatata, hayvanâta, ecrâm-ı
semâviyyeye, târih-i ümeme dâir de birçok nâfi' ma'lûmât vermiştir. Zü'1-Karneyn'in seddine, ye'cûc ve me'cûce dâir de başka
yerde görülmiyen bir tarzda îzâhatta bulunmuştur.
Bu zât, içtimaî, tabiî, târihî, siyâsî ilimlere vâkıf, feylesof-meşreb olduğundan âyât-ı Celîlenin tefsiri sadedinde bu ilimlere dâir
mes'elelerden uzun uzadıya bahsetmeyi iltizâm eylemiştir. Birçok âyetler münâsebetiyle verdiği nıa'lûmât, bir tefsîr ve te'vil
mâhiyetinde olmaktan ziyâde istidrâd kabilinden birer makaale, birer mütâlâa-nâme halindedir.
Velhâsıl tefsîr sahasında hiç kimsenin ta'kîb etmediği bir tarîki ihtiyar etmiş, kaari'lerini şuûn-ı keyniyyeden, ilmî hakikatlerden,
ve sâireden haberdar etmek istemiştir.
Bu tefsire dâir Menâr ceridesinin otuzuncu cildinde Muhammed Reşîd Rızâ'nın bir tenkidi, Tantâvî'nin de buna bir cevâbı vardır.
Muhammed Rızâ'ya göre bu tefsir kitabına, hakaayık-ı tefsir hususunda i'timad edilemez. Bu kitapta tefsire dâir sâir mütedâvil
tefsirlerden nakledilmiş muhtasar beyanât vardır. Mütebakisi tefsir ile alâkası olmayıp hadd-i zâtında nâfi' olan birtakım ilmî
beyanattan ibarettir. Maahâzâ bunların bir çoğu en münâsip olan yerlerde yazılmayıp gelişigüzel yazılagelmiştir. Meselâ: Nahil,
Ankebut sûrelerinin tefsiri sırasında yazılması lâzım gelen bir kısım ma'lûmât, Fatiha tefsiri sırasında yazılmıştır. Bir de bu
eserdeki hadîsler, eserler herhangi bir kitaptan olursa olsun nakledilmiş, asıl hadîs eimmesinin kitapları iltizâm edilmemiştir. Bu
cihetle bunda mevzu', zaîf, vâhî denilen şeyler de münderic bulunmuştur.
Hâsılı muharririnin asıl gayesi Allâhu Teâlâ'nın halk hususundaki acâip sun'unu hatırlatarak Müslümanları, siyâsetin, izzet ve
kuvvetin istinadgâhı olan ilimleri tahsile teşvik etmekten ibarettir. Tantâvî merhuma gelince, bu zât da mesleğini şu veçhile
bildirmektedir. Bu tefsir kitabında her Sûre-i Celîbenin âyetleri kısımlara ayrılmış, her kısımdaki âyetler kâfî derecede
mülâhhasen tefsîr edilmiş, ahkâma dâir olan mahdut âyetler mufassalan îzah olunmuş, tefsîr-i me'sûr ciheti de beyân olunup firak-
ı dâllenin akvâli ve memkut olan cedel ciheti ümmet-i merhumenin vaktini zayi' edeceği cihetle terk edilmiş, muhtelif akvâlin
beyinleri bi-kaderi't-tâka te'lîf olunmuştur. İ'rab cihetine gelince, zamanımızda ukalâ-yı Müslimînin zevkına muvafık olup
beyânına hacet görülen kısımdan mâadası zikredilmemiştir.
Bu veçhile her kısmın tefsiri yazıldıktan sonra bunların işaret etmekte oldukları sâdık hakaayık-ı ilmiyye bildirilmiş, ümmet-i
İslâmiyyenin terakki etmesi için hurâfâtın nasıl tekzîb edileceği beyân olunmuştur.
Müellefatı: On iki cilttir. Alem ile ümemin nizamına dairdir. Bütün bu eserler matbû'dur.Cevâhirü't-tefsir'den alınarak Fatiha
Sûre-i Celîlesi tefsiri ayrıca tab' edilmiş, bunda Tantâvi’ nin tefsirdeki mesleğine dâir ma'lûmât verilmiş, ve hakkında Avrupa
muharrirlerinin bâzı yazıları dercedilmiştir.
Me'hazlar: Mu'cemü'l-matbuat, El-Menâr, Cilt 30, sahife 624, Fâti tefsiri zeyli.[428]

460- Elmalı'lı Mehmed Hamdi Efendi:

Mehmed Hamdi Efendi, Nu'mân b. Mehmed nâmında ulemâdan bir zâtın oğludur. (1295) târihinde Elmalı'da doğmuş, (1358)
1942 târihinde İstanbul'da vefat edip Erenköy'ünde Sahrâ-yı Cedit denilen mevki'de babasının kabri ittisaline defnedilmiştir.
(Mağfûrun-leh) ta'bîri vefatı târihini göstermektedir. Rahmetu'llahi aleyh.
Ecdadı (Yazır) denilen bir köyde mutavattın, eski bir Türk kabilesine mensuptur. Bu cihetle soyadı (Yazır) idi.[429]

Üstazları Ve Îlmî, Resmî Hizmetleri:

Hamdi Efendi, Elmalı'da ibtidâî ve rüşdî tahsilini gördükten sonra medreseye intisâb etmiş, daha pek genç iken İstanbul'a gelip
Küçük Ayasofya medresesinde ikaamet ederek câmi-i şerîf derslerini ta'kîbe başlamıştır. Babasından, müderris Sofu İbrahim
Efendi'den ve daha bâzı zatlardan ilim tahsil etmiş olduğu gibi, asıl müdevven, müretteb cami' derslerini de Kayserili müderris
büyük Hamdi Efendi'den okuyarak ondan İstanbul'da icazet almıştır.
Üstâzı ile kendisinin isimleri müttehid olduğundan aralarında temyize medar olmak için üstâzına "Büyük Hamdi Efendi",
kendisine de: "Küçük Hamdi Efendi" denilegelmiştir.
Küçük Hamdi Efendi, bidâyeten Meşihatı İslâmiye'de Mektûbî Kalemi'ne me'mûr olmuş, ruûs imtihanında ehliyyetini ibraz
ederek uhdesine ders-i âmlık vazifesi tevdi' olunmuştur.
Meşrûtiyetin i'lânı üzerine memleketi nâmına meb'us intihab edilmiş, Kanûn-i Esâsî'nin ta'dîli hakkında kaleme aldığı mazbata
vesilesiyle de ilmî, siyâsî kudretini ibraza muvaffak olmuştur.
Bu yüksek âlim, aynı zamanda Bâyezid ve Şehzade câmi-i şerifinde talebesine ders okuttuğu gibi Medrese tü'l-Kuzat'ta da Dürer
müderrisliğini îfâ etmekte bulunuyordu. Bilâhare meb'usluktan ayrılmış, Medrese-tü'l-Vâizîn'de usûl-i fıkıh, Medrese-i
Süleymâniye'de de mantık müderrisliğini îfâ etmiş, bir aralık da Mekteb-i Mülkiyye'de ahkâmü'l-evkaf muallimliğinde
bulunmuştur.
Şer'î mahkemelerin adliyeye rabtı üzerine Bâb-ı Meşîhat'ta te'sîs edilen"Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyye" A'zâlığında ve Reis
vekâletinde bulunmuş, Harb-i Umûmîyi müteakip ısrar ile vuku' bulan teklif üzerine Evkaf Nazırlığını ve daha sonra A'yân
A'zâlığını deruhte etmiştir. Muahharen bu resmî makamlardan infisâli vuku' bulmakla uzlete çekilmiş, bütün bütün ilmî
mütâlâalara, te'lîfât ile iştigaale dalmıştır.
Bu kıymetli âlim, meb'us ve nazır olmak suretiyle bir müddet siyâsî hayâta atılmış ise de hiçbir vakit siyâsî cereyanlara kapılarak
ilim sahasından uzaklaşmamiştır. Hattâ inkılâbı-müteakip Ankara'ya celb ile yapılan muhakeme neticesinde kendisinin siyâsî
şaibelerden beri, nezih bir sîmâ-i ilm ü irfan olduğu tebarüz etmiş, ve az sonra kendisine Kur'ân-ı Azîm'in tefsirini yazmak gibi en
büyük, en mübeccel ilmî bir vazife tahmîl edilmiştir.[430]

Îlmî Ve Edebi Kudreti:

Mehmed Hamdi Efendi, bir zekâ numunesi idi. Pek sevimli çehresinde parlayan fazilet âsârı, daha sabavetinde iken kendisinin
mümtaz bir âlim olacağına delâlet etmekte idi.
Fi'1-hakîka istikbâlin büyük bir âlimi olacak olan bu gençte tecellî eden büyük bir isti'dât, arkadaşlarının da, üstâzlarının da
nazarlarını kendisine celbetmekten hâlî kalmamıştı.Her gün ilim sahasında mühim bir kaabiliyyet, bir terakkî gösteriyordu.
Hilkaten pek sabîh olan bu yüksek sîmâ, daha pek genç iken Kur'ân-ı Kerîm'i tamamen hıfzederek kuvvetli hafızlar arasına
karışmıştı. Güzel bir sadâ ile tilâvet ettiği Kur'ân âyetleri dinleyenlerin ruhlarını lâtîf duygular içinde bırakırdı. Hele husûsî bir
cemaata hatm ile kıldırdığı teravih namazları, cemâatinin kalplerini rûhânî neşvelere gark eder dururdu.
Bu pek sevimli zâtın yazısı da pek güzel idi. Yazdığı levhalar, hele teberrük için kaleme aldığı müteaddit hilyeler pek nefis, pek
bedî' bir tarzda bulunuyordu. Bu yazılar, şüphe yok ki kendisinin hat muallimi olan Hacı Arif ve Sâmî Efendilerin de takdirlerini
celbetmeğe lâyıktı.
Mehmed Hamdi Efendi, ayni zamanda bir şâir idi. Bir hayli Türkçe manzumeleri bulunduğu gibi bâzı Arapça manzumeleri de
mevcuttur. Ustazı merhum Büyük Hamdi Efendi hakkında yazmış olduğu Arapça mersiyye bu cümledendir.
"Mâzi hayâl, manzar- âti henüz adem
Hâl oynatır şuurumu, bilmem nedir bu dem
Bir ân imiş meali hitâb-ı vücûdumun
ömrüm, şu gam-küsârım olan satır-ı rnürtesem."
beyitlerini ihtiva eden bir tercî-i bendi, vaktiyle Ahenk gazetesinde (birçok tertip hatâlariyle beraber) neşredilmişti. .
Hamdi Efendi merhum, hâiz olduğu ilim ve felsefenin te'sîri altında vücûde getirilmiş bir hayli rengin, hakimane şiir parçalarına
mâlik'idi. Fakat asıl ta'kîb ettiği ilim ve felsefe tarîki, kendisinin şiir ile muntazam surette iştigaaline mâni' olduğundan, şiir
vadisinde büyük bir mümtâzıyet ihrazına muvaffak olamamıştır.
Bu pek kıymetli âlim, kendisinin asıl kudret-i ilmiyyesini tefsîr, kelâm, usûl, fıkıh, felsefe sahalarında ibraza muvaffak olmuştur.
(Hak Dîni, Kur'ân Dili) unvaniyle yazmış olduğu muazzam tefsir hakkında ileride biraz tafsilât vereceğiz.
Bu büyük mütefekkirin ilm-i kelâmdaki, felsefedeki kudreti ise "Sebîlü'r-Reşât" cerîde-i ilmiyyesiyle neşredilmiş olan (İlhad ne
büyük cehalettir) ser-levhalı makaaleleri ve sâir mütercem ve gayr-ı mütercem eserleri pek güzel göstermektedir.
Hele fıkıh ilminde büyük bir mütehassıs idi, bu mühim ilmi senelerce Medresetü'l-Kuzat'ta tedris etmiş, İslâm hukukunun
vus'atini, teâlîsini, insanî ve içtimaî kıymetini büyük bir selâhiyetle tavzîha çalışmış, Medresetü'l-Kuzat'tan muktedir
hâkimlerin yetişmesine mühim hizmetlerde bulunmuştu. Hattâ İslâm hukukiyle Garp hukuku arasında mukaayeseler yapabilmek,
İslâm hukuku'nun vüs'at ve tefevvukunu tebarüz ettirebilmek için Fransızca'yı da az bir müddet içinde kâfî derecede öğrenmiş, bu
suretle Garp hukukunu da mütâlaaya, tetkike koyulmuştu. Bu husustaki mesaîsini, ser-levhalı mütercem eserinin
müakaddimesinde şu veçhile anlatmaktadır.
Sinin-i adide ulum-ı muhtelife-i İslamiyeye ve bilhassa on beş sene kadar bir müddet fıkh-ı şerif tedrisiyle tevaggul etmiş ve bu
sırada Garbın esasat hukukiyesini tanımak ve Şeriat-ı İslamiyyenin kıymet-i insaniye ve ictimâiyyesiyle hukuk-ı Garbın
mukayese-i ilmiyye ve bele-i medeniyyesine dâir bir fikir edinebilmek için Fransız lisânından da biraz bir şey bellemiş idim. Bu
vâdî-i hukuku da dolşan mesâî-i âcizânem hukuk-ı esâsiyyeden felsefe-yi umûmiyyeye bir nazar imâle etmek ihtiyâcım gösterdi."
Mehmed Hamdi Efendi, ruhunda bütün ilimlere, fenlere karşı büyük bir tehalük ve isti'dâdin mevcûdiyyetini gördüğü cihetle,
iştigaalini, yalnız dînî ve felsefî ilimlere hasretmemiş, belki riyaziyata, tabîiyâta, kimyaya, ictimâiyyâta ve sâireye müteallik
ilimler ile de epeyce meşgul olmuştur.
Hâsılı merhum; bi-hakkın âlim, mütefennin, mütefekkir bir zât idi. Son zamanlarda bakımsızlık yüzünden ufûle yüz tutmuş olan
medreselerin beşeriyyet muhitine ilim ve irfan ziyalarını neşr için en son olarak yetiştirmiş olduğu pek feyizli âlimlerden biri
bulunuyordu. Merhumun vücûdu, bu kadîm ilim müesseselerinin mâzîde ne büyük âlimler, mütefekkirler yetiştirmiş olduğunu
isbât edecek mâhiyettedir. Kendisi eslâfın bir hayrü'l-halefi idi, hayfâki kendisine de başkalarının halef olabilmesi pek şüpheli
bulunmaktadır.[431]

Tefsirdeki Meslegî :

Mehmed Hamdi Efendi merhum, târîh-i vefatı i'tibâriyle müfessirlerin on dördüncü tabakasına dâhildir. Tefsir târihi, kendisi için
tetkik ve takdire şayan bîr sahîfe tahsis etmiş bulunmaktadır.
Türk âlimleri, ötedenberi Kur'ân-ı Mübîn'in tefsiri hususunda pek meşkûr hizmetlerde bulunmuşlardır. Fakat yazmış oldukları
tefsirlerin en büyük, en mühim kısmı Arapçadır. Hamdi Efendi merhum ise tefsirini Türkçe olarak yazmış, bu cihetle daha büyük
müşkilâtı ıktihâma muvaffak olmuştur. Hele âyât-ı celîlenin meallerini de ayrıca yazmış olması, bu müşkilâtın derecesini bir kat
daha artırmıştır. Çünkü Arapça tefsir yazan zâtlar, diğer tefsirlerden, menba'lardan terceme zahmetine katlanmaksızın istedikleri
kadar iktibaslarda bulunabilirler. Bununla beraber ayrıca bir meal yazmak mecburiyetinden de vareste bulunurlar. Türkçe olarak
yazılacak bir tefsirde ise vaziyet başkadır. Bahusus belagatın i'câz mertebesinde bulunan Kur'ân-ı Hakîm'in âyetlerini —aslındaki
cezâlet ve ulviyyeti mümkün mertebe gösterebilmek şartiyle— Türkçe'ye çevirmek tahmîn edilecek derecelerden daha güçtür. Bu
bâbda hakkıyle muvaffakıyyete nail olmuş bir zât gösterilemez. Maahâzâ i'tirâf etmelidir ki, Hamdi Efendi merhum, bu bâbta
nisbeten en ziyâde muvaffak olmuş, raa'nâyı lâfza feda etmeksizin tercemede sadeliği, vuzuhu kâfî derecede muhafaza
edebilmiştir.
Merhum; pek munsıf, hakikati i'tiraftan zevk alır bir âlim olduğa cihetle yapacağı tercemelerin her veçhile mükemmel olacağını
asla iddia etmemiştir. Bilâkis Kur'ân-ı Kerîm'in ne aynen ne de tanzîr suretiyle terceme edilemiyeceğini ve terceme denilen
şeylerin nihayet birer mealdan ibaret olup bunlara hiçbir vakit Kur'ân hükmü verilemiyeceğini tefsirinin mukaddimesinde
müdellel bir surette îzâha çalışmıştır. Hakikat da bundan başka değildir.
Merhûm'un yazmış olduğu tefsir kitabının münderecâtı pek kısa bir tarzda tahlîl edilecek olursa, ilk önce şu hususlar tebarüz eder
:
1- Bu tefsirin mukaddimesi, kıymetli mütâlâaları, ilmî tetkikleri câmi'dir. Pek mütefekkirâne, munsifâne bir tarzda yazılmış olan
bu mukaddimede Kur'ân-ı Kerîm'in bedîî ehemmiyetine, nâ-mütenâhî iltimââtına işaret olunmuş, tercemelerin mâhiyeti, tefsir ile
te'vîlin farkı gösterilmiştir.
2- Bu tefsir kitabında Fâtiha-i Şerife Süresiyle Bakare Sûre-i Ce-Üleşinin tefsirleri pek mufassal yazılmış, bununla Türkçe
mükemmel bir tefsir numunesi vücûde getirilmek gayesi istihdaf olunmuştur. Maamâfih bu eserin son ciltlerindeki sûrelerin
tefsirleri de oldukça mufassal bir surette yazılmıştır. Diğer surelerde ise kısmen âyetlerin mealleri yazılmakla, kısmen de bu
meallere ilâveten bâzı âyetlerin tefsirine işaret edilmekle iktifa edilmiştir.
3- Bu tefsir kitabında âyetlerin tefsirleri güzel bir sadelik içinde mühim bir tahlile tâbi' tutulmuş, tefsir hususunda en kuvvetli
tevcihler kabul edilmiş, âyetlerin esbâb-ı nüzulü yazılmış, bunların arasındaki münâsebet ve insicam pek mükemmel bir tarzda
gösterilmiştir. Bâzı kırâet vecihlerine de işaret olunmuştur. En ziyâde müracaat edilen tefsir kitapları ise Fahr-i Râzî, İbn-i Atiyye,
Ebû Hayyân, Kaazî Beyzâvî, Ebu's-Suûd tefsirleridir.
4- Âyât-ı Celîlenin ihtiva ettiği hakikatlerden mülhem olan müfessir, bu kitabında ilmî, edebî; içtimaî, felsefî birçok mes'eleleri
nazara almış, bahusus hukuka, ilm-i hey'ete, ilm-i tekvine dâir pek nâfi' şeyler yazmış, muazzam eserini bir hayli ma'lûmât ile
zengin bir hâle getirmeğe çalışmıştır.
5- Bu kıymetli tefsir kitabında İslâm şuûnu da hakkıyle nazara alınmış, Müslümanların hâli ve istikbâli düşünülmüş,
Müslümanlara fazilet ve terakki yolları gösterilmiş, yabancı milletlerin Müslümanlık hakkındaki düşüncelerine işaret
olunmuştur. Bahusus İslâm ruhundaki şehâmet ve hâkimiyyet duygularını söndürmek için birtakım müsteşrikler tarafından cihat
gibi, hâkimiyyet ve istiklâl gibi mühim İslâmî mes'eleler hakkında —zahiren İslâm lehine, hakikatta ise İslâm aleyhine olmak üze-
re— dermeyân edilegelen ve bu cihetle bâzı İslâm muharrirlerini galata düşürmüş olan bâzı mütâlâalar da pek mütefekkirâne bir
tarzda tahlil ve tavzih edilmiştir. Bununla beraber Frenk müellifleri tarafından Müslümanlığa dâir yanlış veya tahrif yollu yazıldığı
görülen bir kısım mevzu'lara âit de müdâfaalı notlar vücûde getirilmiştir.
6- Bu tefsir kitabında bâzı mühim mevzu'lara dâir verilen malûmat ve dermeyân edilen mütâlâalar biraz uzunca düşmüş bu cihetle
kitabın sâir kısımlarında görülen sâdedik bir dereceye kadar ihlâl edilmiş gibi görülmekte ise de bu, alelekser mevzuların
ehemmiyetinden, ilmî mâhiyetlerinden neş'et etmiştir.
Maahâzâ —evvelce de arzedildiği üzere— bu tefsir kitabının bâzı ciltlerinde tafsilât iltizâm edildiği halde diğer bazı ciltlerinde
pek az ma'lûmat verilmekle iktifa edilmiştir. Eğer tefsirin umûm muhteveyâtı daha muntazam bir taksime tâbi' tutularak bu
kıymetli kitabın münderecâtı birer münâsebetle ciltler arasında tevzî' edilmiş olsaydı mütâlâaları daha kolaylıkla, daha neşve ile
te'mîn edilmiş olurdu. Bu ciheti bilâhare muhterem müfessir de faydalı görmekte bulunmuştu. Ancak şunu da nazara almalıdır ki,
bu büyük tefsirin bir kısmının bir yandan yazılması, bir yandan da hemen tab' edilmesi pek kudretli müfessir için daha ziyâde tet-
kiklere, tertiplerde bulunmaya müsait bir vakit bırakmamıştı.
Şunu da ilâve edelim ki, merhum müfessir, bu güzide eserini yazarken son senelerinde ağır bir kalp hastalığı içinde kıvranıp
duruyordu. Kendisini her ziyaret ettikçe, tefsirini ikmale muvaffak olamıyacağı endişesini izhâr ediyordu. Âcizleri de bu
muhterem üstâzın ömür ve afiyetine dualar ederek hüsnüniyyetle başlamış olduğu bu hayırlı eseri ikmâle muvaffak olacağına dâir
olan kanâatimi kendisine arz ediyordum. Ne kadar şükrana şayandır ki, bu mübarek eseri ikmâle muvaffak oldu, intişârını
müşahede etti. Doğrusu bu eser, Türkçe'de nazîri bulunmıyan pek kıymetli bir tefsirdir, bizim için bir ilim ve irfan hazînesi
sayılmağa her veçhile lâyıktır.[432]

Ahlâkı, Seciyesi, Hareket-i Fikriyyesi:

Mehmecl Hamdi Efendi merhum; halûk, mütevazı', kıymet-şinâs idi. Hiçbir kimsenin ilmî kıymetini tenkise kalkışmazdı, hiçbir
kimsenin meşkûr mesaîsini takdirden çekinmezdi. Eğer müteceddid, mütefekkir görülenlerden bâzı zevat hakkında tenkîdimsi bir
mütâlâada bulunmuş ise bu da mücerred hâiz olduğu ilmî salâhiyetin kendisine tahmil ettiği bir vecîbeyi îfâ gayretinden ileri
gelmiştir.
Binâenaleyh merhumun mağrur bir şahsiyet olduğunu iddia etmek asla doğru olamaz.O hiçbir vakit asrın mütefekkirlerine, selim
düşünceli âlimlerine bir istihfaf nazariyle bakmış değildir. Bu munsif âlim, İslâm ruhuna mugayir olmıyan herhangi bir fikir
hamlesine karşı münkirâne bir vaziyet almamıştır. Fakat kendilerini asrî zihniyetle, müstakil bir görüşle mücehhez sanan birtakım
kimselerin teceddüd nâmına yaptıkları fikir hareketlerini, İslâmın mâhiyetine münâfî gördüğü halde alkışlıyamazdı. Maahâzâ
bunlara karşı da bir düşman kesilmiş değildi. Belki bunların fikirlerindeki dalâlete acınır dururdu.
Mehmed Hamdi Efendi, son senelerinde münzeviyâne bir halde yaşıyordu. Fakat bu inziva, kendisinin alâkasını hayat âleminden
kesmiş değildi, o inziva âleminde de bütün İslâm şuûnunu takip ederdi. İslâm muhîtine, İslâm esasları dâhilinde nezih bir fikir
aşılamak gayretinde bulunurdu.
Hamdi Efendi merhum, "eskiye bağlı idi. Bütün İslâm mes'elelerini asrın idrâkine söyletmedi. Dînî düşünüşü ihya edemedi"
diyenler bulunabilir. Fakat iyice düşünülürse bu sözlerin büyük bir kıymeti, bir ma'nâsı görülemez. Hangi âlim, hangi mütefekkir
vardır ki, eski ile ilgisini büsbütün kesmiş bulunsun. Artık böyle bir kimsenin o eskiye âit ilim veya din müesseseleriyle ne
münâsebeti kalabilir ki, onların nâmına söz söylemeğe hakkı bulunsun.
Mamâfih eski şeyler bütün bâtıl şeyler midir ki, onlardan alakayıkesmek bir meziyet olsun?.
Ya "İslâm mes'elelerini asrın idrâkine söyletmedi" sözünün ma'nâsı ne olabilir?. Asrın kabul edebilmesi için İslâm mes'elelerine
başka bir mâhiyet mi vermeli! İslâm nâmına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı!. Dînî mes'elelerin sabit olan mâhiyetleri,
asrın idrâki bahanesiyle tağyir edilemez, belki bu mes'eleler, asrın tefhim ve müdâfaa usulleri dâiresinde tahrîr ve telkin edilir. İşte
Hamdi Efendi de bu veçhile hareket etmiştir.
Velhâsıl Hamdi Efendi merhum, mütevekkil, müteverri', metin seciyeli, kanâatinde musir bir zât idi. Derin düşüncelerden,
tetkiklerden zevk alırdı. Kendisinin kıymetli bir âlim, hakîkî bir mütefekkir olduğu herkesçe müsellemdir. Bu cihetle herkes,
kendisini sever, kendisini takdir ederdi. Merhum da bu mahabbetlere, bu takdirlere cidden lâyık idi, onun ulvî nazarları dâima
İslâmiyetin i'tilâsına mün'atıf idi, o dâima İslâm şuûnunu düşünür, dâima İslâm cemiyetlerinin yükselmesi esbabını mülahaza
ederdi. Merhum Hamdi Efendi, kendisine mütefekkir, müteceddid dedirtmek için sun'î, gayr-ı samîmi hareketlerde bulunanlardan
hoşlanmazdı. İslâm milleti için her veçhile saâdetli neticeler verecek esbabı araştırırdı, Müslümanları İslâmiyetin ulvî
mâhiyetinden bi-hakkın haberdâr etmeğe çalışırdı, İslâmın hüviyeti, hâziyyeti tamamen mahfuz kalmak şartiyle Müslümanlar
arasında bir teceddüdün vücûda gelmesi lüzumunu pek hakîmâne bir halde îzah ve müdâfaa ederdi.
Müellefâtı: Merhum Hamdi Efendi'nin bir kısım müellefâti matbu' ise de bir kısmı da gayr-i matbû'dur. Bunların başlıcaları
şunlardır :
(Hak Dîni-Kur'ân Dili) yukarıda bahis mevzuu ettiğimiz sekiz cildden müteşekkil, büyük bir tefsir kitabıdır. Fihristi de ayrıca bir
cild teşkil etmektedir. Bu eser, Diyanet İşleri Reisliği bütçesinden verilen tahsisat ile on iki sene içinde yazılmış, (1935 -1939)
seneleri zarfında Ebü'z-Ziyâ Matbaasında onbin takım olarak tab' edilmiş, ikibin takımı müellifine verilip mütebakisi meccânen
tevzî' olunmuştur.
Fransız feylesoflarından "Paul Janet" ile "Gabriel Seay" in birlikte yazmış oldukları bir eserin Mâ ba'de't-tabîa ile Felsefe-i
İlâhiyye kısmının tercemesidir. Mütercim tarafından mühim bir mukaddime ile kıymetli notlar ilâve edilerek (1341) 'de Matbaa-i
Âmire'de tab' edilmiştir.
Hamdi Efendi merhum, ilmî ve resmî vazifelerinden ayrılmış olduğu bir sırada bu eseri tercemeye başlamış, bu terceme ile ne gibi
bir gaye ta'kîb etmiş olduğunu bunun mukaddimesinde îzâh etmiş, o esnadaki vaziyetini de şu veçhile anlatmıştır :
"Kütüb-i munakkaha-ii müdevvenenin lisânımıza terceme ve naklinden pek ziyâde bahsedilen şu zamanda, bunun bir nevî
başlangıç oluvermesini temenni etmekten gönlümü alamadım.Senelerdenberi devam eden mesâî-i ilmiyyesi tatil edilmiş ve o
mesaînin müktesep bir ücret-i vataniyyesi demek olan kifâf-ı maişeti tevkif olunmuş ve bu, cihetle hayât-ı husûsiyyesi ye’s-âver
bir hâle gelmiş bulunan bir ferdin bu iştigali bir küstahlık ve bu temennisi bir hayal sayılmak lâzım gelirse de ibtilâ-yı ilmînin
böyle bir tecellisini ma'zur görmemek, ve icrâ-yı vazifede rızâ-yı Hak'tan başka gaye gözetmiyen bir kalb-i muztaribe Hazret-i
Müsebbibü'l-Esbâbın inâyet-i mutlakasından kat'-ı ümit ettirmek de doğru değildir."
Mülkiye mektebinde tedris etmiş olduğu derslerden müteşekkil ve kısmen matbû'dur.
İngiliz feylesoflarından "Alexander Bain" ın bu isimdeki kitabının tercemesidir, gayri matbû'dur.
(Makaleler ve Manzumeler). Bunların bir kısmı Beyânü'1-Hak, Sebîlü'r-Reşâd gibi bâzı ilmî mecmualar ile neşredilmiş, bir kısmı
da henüz neşredilmemiştir.
Hamdi Efendi, bu meşhur eseri de Diyanet İşleri Riyaseti nâmına tercemeye başlamış ise de daha birçok şey terceme etmeden
vefat etmiştir. Hayâtının son seneleri hastalıklar içinde geçtiği halde mütâlâadan, tahrirden geri kalmıyan merhum, biraz daha
yaşamış olsaydı, bu mühim eseri de tamamen tercemeye muvaffak olacaktı. Bu eseri terceme ederken notlar ilâvesine lüzum
görüyor, bâzı noktalarda eser sahibinden ayrılmak ihtiyâcını hissediyordu. Maahâzâ tevâlî eden hastalığı yüzünden bu tercemeyi
ikmâle muvaffak olamıyacağını da daima söyleyip duruyordu.
Vefatı İslâm âlemi için telâfîsiz bir ziya' olan bu büyük âlimi, ilim hârihi dâima hürmetle yâd edecektir.[433]

461- Konyalı Vehbî Efendî:

Mehmed Vehbi Efendi, ulemâdan Çelik Hüseyin Efendi'nin oğludur. (1280) târihinde doğmuştur. Konya vilâyetine merbut —el-
yevm Karaman kazasına mülhak— Hadim nahiyesinin "Fonkol" karyesindendir.[434]

Mevki-i İlmîsi:

Vehbi Efendi, muktedir, çalışkan bir âlimdir. İlk tahsilini karyesi mektebinde Anbarlı-Zâde Mehmed Efendi'den görmüş, ba'dehu
Tomak-Zâde Mehmed Efendi'den ve Hadim medresesinde Hafız Ahmed Efendi'den ders okumuş, nihayet Konya'da Müftî-i
Kadınhanı Hacı Hüseyin Efendi'nin dersine devam edip ondan icazet almış, sair meşâhirden de istifâde etmiştir.
(1308)'de tedrise başlamış, birkaç defa icazet vermeğe muvaffak olmuş, (1317)'de Konya valisi Sadr-ı esbak Ferid Paşa'nın ihya
etmiş olduğu Mahmudiye medresesine müderris ta'yîn edilmiş, bir müddet de Konya Hukuk mektebinde vesâyâ muallimi
bulunmuştur.
Meşrûtiyetin i'lânı üzerine meb'us intihap edilmiş, bilâhare Kuvâ-yı Milliyye'ye hizmet ederek Konya Vali Muavinliğinde
bulunmuş, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ne iltihak etmiş, bir aralık Meclis Reis Vekilliğini, daha sonra da Şer'iyye Vekâleti'ni
deruhde eylemiş, bu vazifelerden ayrıldıktan sonra da yalnız ilmî tetebbuât ve te'lîfât ile iştigale devam etmekte bulunmuştur.
Bu değerli âlim, bir aralık, unvâniyle Türkçe on beş ciltten müteşekkil bir Tefsîr-i Şerîf yazmaya başlamış, bunu (1331) senesinde
ikmâl etmiş, (1343) senesinde tab' ve neşre muvaffak olmuştur ve saire adlı başka matbu'eserleri de vardır.
Mehmed Vehbi Efendi, az - çok okur yazar her Müslümanın istifâde edebileceği bir tarzda güzel bir Türkçe tefsir yazmıştır. Bu
tefsirde âyetlerin evvelce Türkçe mealleri yazılmış, sonra da bu mealler daha vâsi1 birer ibare ile bir nevi' tekrar edilmiştir.
Maahâzâ birçok âyetlerin esbâb-ı nüzulü yazılmış; âyetlerin, sûrelerin aralarındaki insicam ve tenasüp gösterilmiş, âyât-ı
Celîleden birçoklarının ihtiva ettiği nüktelere; fâidelere işaret olunmuş, açık bir tarzda birçok faydalı şeyler de ilâve edilmiştir. Fa-
kat âyetler ve âyetleri teşkil eden mübarek kelimeler ayrıca tahlil ve tavzîh edilmemiştir.
Bu tefsir kitabında başlıca me'hazlar Fahrü'd-Dîn-i Râzî ile Kaazî'nin Ve Ebu's-Suûd île Hâzin'in tefsirleridir.
Me'haz : Hulâsatü'l-Beyân'ın son cildindeki terceme-i hâl.[435]

462- Ebü Abdi'l-Mu'tî Nevevi:

Şeyh Ebû Abdil-Mu'tî Muhammed b. Ömer b. Arabî, ulemâdan bir zâttır. Iklîmen Câvî Bentemî, beldece de Tenâvî'dir. On
dördüncü asr-ı Hicrî fuzalâsından bulunmaktadır.[436]

İlmi Hizmetleri:

Asrımızın değerli müfessirlerinden olan Ebû Abdi'l-Mu'tî, birçok ilmî eserler vücûda getirmiş, muhitinin ilim ve irfanına meşkûr
hizmetlerde bulunmuştur. Otuz sekiz kadar matbu' eseri vardır. Bir kısmı şunlardır:
1- Bu eser (1305)'de Kahire'de tab' edilmiştir, bir adı da dir. Kenarında da Ahmed Vâhidî'nin unvanlı tefsiri münderiçtîr.
2- 1299'da Mısır'da tab' edilmiştir.
3- İbn-i Tevhîd'e dâir olup müteaddit defa tab' edilmiştir.
4- Şafiî fıkhına âit bir haşiyedir. 1314'de Bulak'da tab' edilmiştir.
5- Gazâlî'nin Bidâyetü'l-hidâye'sine matbu' bir şerhtir.
Me'haz: Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye.[437]

463- Abdü'l-Fettah Halîfe:

Abdü'l-Fettah Halîfe, içinde bulunduğumuz on dördüncü asr-ı Hicrî'de Mısır'ın yetiştirmiş olduğu güzîde âlimlerden bîridir.[438]

Mevkî-i Îlmisî:

Şeyh Abdü'l-Fettah, kudretli bir müfessirdir, değerli bir muharrir, bir hatîbdir. Müslümanların içtimaî ahvâlini derin bir nüfûz-ı
nazarla tetkike muktedir, seciyyeli, gayretli, hayırhah bir fâzıldır. Yazılarında İslâm cem'iyyetini intibaha da'vet eden acı, ibret-
bahş, müteessir bir ruhun nevhâtından ma'dut parçalar vardır. Tefsire dâir Mısır'da "El-İslâm" cerîdesiyle neşrettiği belîğ, vazıh
yazıları ve sâir bir kısım dînî makaleleri bunu göstermektedir.
Bu zâtın tefsire dâir müteferrik surette neşrettiği yazıları hakîkaten pek kıymetlidir. Bunlardan başka matbu': ve tefsirleri de
vardır.
Bu muhterem âlim, Mısır'da Maârif Nezâreti müfettişlerinden ve "Dârü'l-ulûm" müderrislerinden bulunmaktadır. Mısır'da unvanlı
dînî bir müessesenin de vekilidir.
Me'haz : Cerîdetü'l-İslam.[439]
464- İbrahim El-Cîbâli:

Üstaz İbrâhim el-Cibâlî, el-yevm Mısır ulemâsından muktedir bir zâttır.[440]

Mevki-i İlmîsi:

İbrâhim el-Cibâlî, mütefekkir, güzide bir fâzıldır. Mısır'da (Kibârül-ulemâ) hey'eti âzâsındandır. Tefsire dâir kıymetli, belîgaane
yazıları vardır. Serlevhalı eseri (1355) senesinde "Mecelletü'l-Ezher" de müteferrik surette neşredilmiştir. Şeyh Muhammed
Abduh'un eserleri tarzında belîgaane yazılmış olan bu Tefsîr-i Şerifde âyetlere dâir oldukça îzâhat verilmiş, Kur'ân-i Mübin'in
hakaayıkı güzelce teşrih edilmiş, bir kısım ilmî, lûgavî tahliller vücûda getirilmiştir. Mübarek Kur'ân âyetleri arasındaki insicam
ve münâsebet de gösterilmiştir. Bu fasîh, kudretli zâtın isminde matbu' bir eseri daha vardır.
Me'hazlar: Mecmûatü'l-İslâm, Mecelletü'l-Ezher.[441]

PDF Hazırlayan Yunus YAZICI 18/02/2014 Bostancı

[1]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/602.
[2]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/602-603.
[3]
El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn, El-A’lâm, Mevzûâtü'l-ulûm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen
Yayınevi: 2/602-604.
[4]
Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/604.
[5]
Keşfü'z-zunûn, El-Alâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/604-605.
[6]
Bakara: 2/142.
[7]
Şakaayık-ı Nu'mâniye, El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûat, Osmanlı müellifleri. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük
Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/605-606.
[8]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/606.
[9]
Sûre: 5 (Mâide), âyet: 21
[10]
Al-i İmran: 3/169
[11]
En'âm: 6/160-165
[12]
Keşfü’z-zunûn, Lûgat-ı târıhiyye ve coğrâfiyye, Kaamûsül-a’lâm, Tefsîr-i menâr mukaddimesi. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir
Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/606-608.
[13]
: Tâcü't-tevârih, Keşfü'z-zunûn, Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/608.
[14]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609.
[15]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609.
[16]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609-610.
[17]
Şakaayık-ı Nu'mâniye, Keşfü'z-zunûn, Kâmil Paşa târihi, Osmanlı müellifleri.
[18]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/610-612.
[19]
Keşfü'z-zunûn. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/612.
[20]
El-A'lam, Mu’cemü'l-matbûât. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/612-613.
[21]
Sure:3 (Al-i İmran)ayet:97
[22]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/613-614.
[23]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/614.
[24]
Bakara: 2/40.
[25]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/614-615.
[26]
El-Fevâidü'l-behiyye, Reşehât, Keşfü'z-zunûn, Lûgat-ı târihiyye ve coğrâfiye, Kaamûsü'l-a'lâm, Şakaayık-ı Nu'mâniye. Ömer
Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/615-617.
[27]
Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/617.
[28]
Osmanlı müellifleri. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/617-618.
[29]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[30]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[31]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[32]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[33]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/619.
[34]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/619-620.
[35]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621.
[36]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621.
[37]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621-622.
[38]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622.
[39]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622.
[40]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622-623.
[41]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/623.
[42]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/623.
[43]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[44]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[45]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[46]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624-625.
[47]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/625.
[48]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/625-627.
[49]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[50]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[51]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[52]
Sûre: 2 (Bakare), âyet: 197.
[53]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630-631.
[54]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/631.
[55]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/631-632.
[56]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/632.
[57]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/632-633.
[58]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[59]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[60]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[61]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[62]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635.
[63]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635.
[64]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635-636.
[65]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/636-637.
[66]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/637.
[67]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/637-639.
[68]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[69]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[70]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[71]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[72]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[73]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[74]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[75]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640-641.
[76]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641.
[77]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641.
[78]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641-642.
[79]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642.
[80]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642.
[81]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642-643.
[82]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[83]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[84]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[85]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[86]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[87]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[88]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[89]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[90]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[91]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[92]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[93]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[94]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[95]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645-646.
[96]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[97]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[98]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[99]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646-647.
[100]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/647.
[101]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/647.
[102]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/648.
[103]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/648.
[104]
Bîd âba demiş ti, feyzinden dâima 5erbet-i ziilâl içeriz. Âb dp bide dedi : Biz de senin saye-i devletinde hoş geçeriz.
[105]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/649.
[106]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/649-650.
[107]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[108]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[109]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[110]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650-651.
[111]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/652.
[112]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/652-653.
[113]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/653-654.
[114]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/654-657.
[115]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/657-658.
[116]
Sûre : 9 (Tevbe), âyet : 43.
[117]
Meali: Bütün faziletleri hâiz olan, hakikatleri aydınlatmayı deruhte etmiş bulunan bir zâta canım feda, -bir zâta ki, Cibrî-l Emin, tab'-ı nisanım te'yîd etmiş te o
sayede esrardan nice belirsiz şeyleri aydınlatmış, ve Nebiyy-i Ekrem'in kadr u şerefini kemâl-i edeble müdâfaaya çalışmıştır. Artık-Peygamber-i zî-şân'a kıyamet
günü korkudan emin bir halde mülâki olacaktır.
Ey Muhterem zât! Seninle bu nezih millet-i îslâmiyye tenevvür etli. Artık şüphe yok ki, sen, yedi seyyare yıldızı arasında sekizinci oldun.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/658-660.
[118]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/661-664.
[119]
Meali: Yıldırım gürültüsü mü, yoksa Sûr-ı İsrâfil nefhası mı?. Ki, yeryüzü kıyamet sayhalariyle doldu, bundan bütün nâsa azim bir hâile isabet etti, bundan
bütün halk, Tur'daki helak hâdisesini tattı.
[120]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/664-665.
[121]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[122]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[123]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[124]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[125]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[126]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[127]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[128]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/667.
[129]
Sûre: 28 (Kasas), âyet
[130]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/667-668.
[131]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[132]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[133]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[134]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[135]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[136]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[137]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[138]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670.
[139]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670.
[140]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670-671.
[141]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672.
[142]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672.
[143]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672-673.
[144]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/673.
[145]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/673.
[146]
Süre: 6 (En'am) ;ayet:59
[147]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/674-676.
[148]
Meali: Yerin her tüyü tam bir kulak kesilmiş, benim susmam ise yüz çûş u hurûşa bedel bulunmuştur. Bahçeye serpilmiş olan şu güller, benim tarafımdan
bahara bîr yadigârdır.
[149]
Meali : Feyzî, Feyzî! diye yâd olunmakta utanmalıyım, çünkü senin feyzinden yalnız bir ad ile iktifa etmiş bulunuyorum.
Gerçi şeref i'tibâriyle Irak bağının lâlesi değilim, fakat Hint Sahrasında hindibadan —Bakletü'l-mübâreke denilen nebattan— da kıymetsiz değilim ya.
[150]
Meali : Şiirden elde edilmesi mümkün olan bir zevki, ben Ebü'I-Ferec'in şiirinden tutup elde ettim.
[151]
Meali : Biz Kuds âleminin tâiriyîz, nevayı tanımayız, melekût diyarının kuşuyuz, iyi anlamayız.
Biz varlık deliliyiz, bize nefiy yakışmaz, bizden «evet» öğren, biz «yok» demeği bilmeyiz.
Biz hakikatları keşifte kalbden ders öğrenenleriz, biz feylesofların yaptıkları delil tertibine âşinâ değiliz,
Biz cidal sahipleriyle Tevhid nüktesini konuşmayız, biz Hakk'ın birliğinde nasılı, niçini fehmetmeyiz.
[152]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/676-680.
[153]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/680.
[154]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/680.
[155]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[156]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[157]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[158]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[159]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[160]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/682.
[161]
Sûre: 12 (Yûsuf), âyet : 2
[162]
Sûre : 18 (Kehf). Ayet : 1
[163]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/682-684.
[164]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[165]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[166]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[167]
Meali: Hak Teâlâ âlimdir, sen hakîkaten göklerde takvimci de olacak olsan yine haddizatında ahkâmı bilemezsin. Gaybe muttali' olan ancak hakim olan
Vâcibü'I-Vucudtur, eğer sen müneccim olacak olursan sözün yalandan ibaret olur.
[168]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684-685.
[169]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/685.
[170]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/685.
[171]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/686.
[172]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/686-687.
[173]
Meali; Ey rüzgâr! Dostların yurtlarına uğradığın zaman, o eşiklerin topraklarını benim nâmıma öp. Eğer onlar Behaî'den soracak olurlarsa de ki: O, size olan
iştiyakından dolayı eridi de eridi...
[174]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/687-688.
[175]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689.
[176]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689.
[177]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/389.
[178]
Sûre: 2 (Bakare), âyet : 1, 2.
[179]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689-690.
[180]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/690.
[181]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/690-691.
[182]
Yâni, her ne kadar ibâdet ve tâatta bulunsan da buna güvenerek Hakk'ın heybetinden emin olma, ve her ne kadar günahkâr olsan da Allâhu Teâlâ'nın
kereminden me’ yus bulunma.
[183]
Meali: Görmez bir kişi iken görür oldum, tâ ki Hak Teâlâ'nın tecellîsine Sînâ kesildim. Nice vakitler ye's ile lâl olmuştum, Allah'a hamdolsun ki şimdi
söylemeye başladım. Gam ve gussa içinde inler bir halde kalmış idim, şimdi ise neşve ve meserret yolunda koşup durmaktayım.
Ma'şûku perdesiz bir halde görmek caiz bulunmakta, bana görün, tecellî et diye tekrar talebe koyuldum.
Allah'a hamdolsun ki bu maksûd gülünü bu Cihan bahçesinde kokular oluverdim. Ey Rusûhî! Çünkü maksad husule geldi, ben de gam eserini gönül levhasından
yıkayıverip kurtuldum.
[184]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/691-692.
[185]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/692.
[186]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/692-693.
[187]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[188]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[189]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[190]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[191]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[192]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[193]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[194]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[195]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[196]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[197]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[198]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695-696.
[199]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[200]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[201]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[202]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696-697.
[203]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[204]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[205]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[206]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[207]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[208]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697-698.
[209]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[210]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[211]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[212]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698-699.
[213]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/699.
[214]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/699.
[215]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[216]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[217]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[218]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[219]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[220]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[221]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[222]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[223]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[224]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[225]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[226]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[227]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[228]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702-703.
[229]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[230]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[231]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[232]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[233]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/704.
[234]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/704-705.
[235]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/706.
[236]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/706-707.
[237]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[238]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[239]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[240]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707-708.
[241]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/708-709.
[242]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/709.
[243]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/709.
[244]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[245]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[246]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[247]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[248]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[249]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[250]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[251]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[252]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[253]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711-712.
[254]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/712.
[255]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/712-713.
[256]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/713-714.
[257]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/714.
[258]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/714-715.
[259]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[260]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[261]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[262]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[263]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715-716.
[264]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[265]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[266]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[267]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718.
[268]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716-717.
[269]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[270]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[271]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[272]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717-718.
[273]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718.
[274]
Sure : 2 (Bakare). âyet : 23.
[275]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718-719.
[276]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[277]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[278]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[279]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719-720.
[280]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/720.
[281]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/720-721.
[282]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/721.
[283]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/721-723.
[284]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724.
[285]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724.
[286]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724-727.
[287]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/727.
[288]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/727.
[289]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[290]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[291]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[292]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[293]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[294]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[295]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/729.
[296]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/729.
[297]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[298]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[299]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[300]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[301]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[302]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[303]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[304]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[305]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[306]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[307]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[308]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[309]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733.
[310]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733.
[311]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733-734.
[312]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[313]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[314]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[315]
Sûre: 16 (Nahl), âyet : 90
[316]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734-735.
[317]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735.
[318]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735.
[319]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735-736.
[320]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/736-738.
[321]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[322]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[323]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[324]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[325]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[326]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[327]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[328]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[329]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[330]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[331]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[332]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[333]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[334]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[335]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[336]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[337]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[338]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[339]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[340]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[341]
Meali: Onun öldüğünü söyleyenler böyle bir şeye nasıl kaail olabilirler ki, onun Rûhu'l-maânîsi Kıyamete kadar bakidir.
[342]
Meali: Cennetlerin hurileri: “Rûhu'I-maânî bahçeleri Mahmûd'un mezarıdir.” diye târih söyliyerek etrafını tavaf ettiler.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/743.
[343]
Meali: Onun fazl u kemâline şehâdet eden birtakım alâmetler de gördüm ki, onların arasında Rûhu'l-maânî en büyük alâmettir. Artık bundan sonra hayâtını
kaybetmekten korkma, çünkü' devamlı bir ruha mâlik olan her hangi bir zât onunla nihayete kadar yaşar durur.
[344]
Yani: Eğer ziyaretine gelmiş olsaydın bütün halkı bir zatta, bütün zamanı bir saat içinde, bütün yeryüzünü bir yurtta mündemiç görürdün.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/743-744.
[345]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/745.
[346]
Yâni: Eğer sen, hilâli göremiyorsan bari onu gözleriyle gören bir kısım zevata teslimiyette bulun.
[347]
Sûr : 2 (Bakare). âyet : 255; Sûre : 3 (Al-i îmran). ayet: 2
[348]
Sûre : 2 (Bakare). ayet : 258
[349]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/745-747.
[350]
Meali: “Ben suçluyum, ben muhtîyim, ben günahkârım, O setredicidir, O merhametlidir, O afivkâr'dır. Bu üç vasfı, üç vasıfla karşı karşıya getirmiş
bulunuyorum, elbette O'nun evsâfı benim vasıflarıma galebe çalacaktır.”
[351]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/747-748.
[352]
Yâni: Eğer süngülerden başka binilecek bir şey bulunmazsa, muzlar kimsenin buna binmekten, bunun üzerine atılmaktan başka çâresi bulunamaz.
[353]
Meali: -Sadr-ı A'zam Reşid, memleketin cismine bir ruh gibidir. Müsteşarı Fuad'ın re'y ve tedbîri ise onu tezyin ediyor. Bu ikisinin hakkında “Bu sadra bu
Fuad lâyıktır” diyen zât, bu sözünde doğrusu isabet etmiştir.'
[354]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/748-751.
[355]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/751.
[356]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/751.
[357]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[358]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[359]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[360]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[361]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[362]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[363]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[364]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[365]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[366]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[367]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[368]
Sûre : 27 (Neml), âyet: 59
[369]
Sûre :2 (Bakare), âyet : 186
[370]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[371]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[372]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[373]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[374]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755-756.
[375]
Sûre; 7 (A'raf), âyet: 86, 103; Sûre : 27 (Neml), âyet: 14
[376]
(Bak nıüfsidlerin akıbetleri nasıl oldu.) Evvelki ümmetlerin ki asırları evvelce geçmiştir, Peygamberlerinin emirlerine itaat etmeyince halleri helak ve hasara
müncer oldu mu, yoksa olmadı mı?...
[377]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/756-757.
[378]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/757.
[379]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/757-758.
[380]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/758-759.
[381]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/759.
[382]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/759-760.
[383]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[384]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[385]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[386]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[387]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[388]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761.
[389]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761.
[390]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761-762.
[391]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/762.
[392]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/762-763.
[393]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/763.
[394]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/764.
[395]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/764-765.
[396]
Meâli: Ben, Muhammed Abduh şifâ buldu, veya öldü de üzerine kadınlar toplanarak matem yapıyorlar denilmesinden aldırmam, şu kadar var ki, iyiliğini arzu
ettiğim Dîn-i Mübîn aleyhine birtakım nâ ehil amâim sahiplerinin icrââtta bulunmalarından korkmaktayım.
İnsanların birtakım emelleri vardır ki, bunlara kavuşmak ümidinde bulunurlar. ölünce bunlar da ölürler. Yapılması kasdedilen şeyler de göçer gider.
Artık yâ Rabbî! Eğer benim yakında ervah âlemine dönüp gitmemi takdir etmiş isen, mühür çözülmüş, ömrüm hitâma ermiş ise, İslâm üzerine feyiz ve bereketini
indir, ona yolunu aydınlatacak aklı başında bir rehber nasîb et ki, gece pek muzlimdir.
[397]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/765-766.
[398]
Sûre : 3 (Ali İmrân), ayet : 159
[399]
Sûre: 4 (Nisa): Ayet : 3
[400]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/766-767.
[401]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/767-769.
[402]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/769-770.
[403]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[404]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[405]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[406]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771-772.
[407]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/772.
[408]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/772.
[409]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/773.
[410]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/773-774.
[411]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/774.
[412]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/774.
[413]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775.
[414]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775.
[415]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775-776.
[416]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777.
[417]
Sure: 2 (Bakare). âyet : 134, 141
[418]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777.
[419]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777-778.
[420]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/778.
[421]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/779.
[422]
Sûre :7 (A'raf), âyet : 187
[423]
Sûre: 28 (Kasas), ayet : 83
[424]
Sûre: 54 (Kamer), âyet : 1
[425]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/780-783.
[426]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783.
[427]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783.
[428]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783-785.
[429]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/785.
[430]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/785-786.
[431]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/786-788.
[432]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/788-790.
[433]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/790-793.
[434]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/793.
[435]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/793-794.
[436]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/794.
[437]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/794-795.
[438]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/795.
[439]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/795.
[440]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/796.
[441]
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/796.

You might also like