You are on page 1of 633

ÇAĞ Y A Y IN L A R I UMUMÎ N EŞR İYA T NO: 1

Temel Eserler S erisi: 1/2

Yayınlayanlar:

Kenan SEYİTHANOĞLU (Editör)


Ahmet Rüştü ÇELEBİ (Maliye ve Ekonomi Uzmanı)
Ahmet HURŞİTOĞLU (İktisatçı)
Vehbi VAKKASOĞLU (Eğitimci - Yazar)

Her hakkı ÇAĞ Y A Y IN L A R I TİC. ve SAN. A.Ş;ye aittir.

ÇAĞ YAYINLARI TİC. ve SAN. A.Ş.


Klodfarer Cad. 16/3 Divanyolu - İSTANBUL
Tel: 516 06 90 - 91
doğuştan günümüze
BÜYÜK
İSLÂM TARİHİ

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR


I'rcf. Dr. Hakkı Dursun Y ILD IZ

İKİN Cİ CİLT

Caö vavınlan
Dizgi - Tashihi:
Yılmaz DAŞCIOĞLU — Hikmet TE K İN
Alaaddin SABAN

Cilt
ÇAĞ CİLT SAN.
Matbaacılar Sitesi Kat: 5 No; 101
Tel: 576 22 73
Maltepe - Topkapı
Doğuşum dünümüz» BÜYÜK İSLÂM TARİHİtün
Çeşitli ımittmi»rtni Hasırlayan Yasar K ad rosu :

Prol. Dr. İsmail AK A • Prof Dr. A li ALPASLAN


Prof. Dr. Coşkun A LPTE K İN • Arş. Gür. Fatih ANDI
Prof. Dr. Mehmet AYDIN • Arş. O ör. Fahamettln BAŞAR
Asini B İLD İN • Arş. Oür. Mehmet Ç ELİK
Arş. Oür. Hayati DEVELİ • Doç. Dr. Nadir DEVLET
Arş. Oür. Musa DUMAN • Yard. Doç. Dr. Feridun EMECEN
Prof. Dr. tm a fi ERÜNSAL • Prof. Dr. Mustafa FAYDA
Prof. Dr. Reşat OENÇ • Doç. Dr. AU İhsan OENCER
Prof. Dr. Umay O ÜN A Y • Prof. Dr. Yusuf HALACOÛLU
Prof. Dr. MUcteba tLOÜREL • Doç. Dr. Mustafa İSEN
'Doç. Dr. Mustafa KARA * Belahattln KATA
Doç. Dr. Ziya K A Z I C I * Prof. Dr. Bayram KODAMAN
Doç. Dr. Enver KONUKÇU • Doç. Dr. Kazım Yaşar KOPRAMAN
Dr. Hee Soo (CemU) LEE • Prof. Dr. Erdoğan M ERÇtL
Prof. Dr. İsmet MtROÛLU * Prof. Dr. Selçuk M Ü LA Y İM
Prof. Dr. Orhan O K A T * Yard Doç. Dr. Abdülkerlm
Doç. Dr. M im Kemal ÖKE Ö ZAYD IN
Dr. Necdet Ö ZTÜRK • Prof. Dr. AU SEVİM
Prof. Dr. Nermin SİNEMOÖEU • Doç. Dr. İlhan ŞAHİN
Doç. Dr.'Ramazan ŞEŞEN • Dr. R lfat UÇAROL
ard. Doç. Dr. Abdullah UÇMAN • Prof. Dr. M. Çetin V A R LIK
Doç. Dr. Hulusi YAVU Z • Prof. Dr. Baharddln Y E D İY IL D IZ
Prof. Dr. Hakkı Dunun Y ILD IZ

Mütercimler:
Dr. Arif A Y T E K İN • AdU BEBEK
Durak PUSMAZ • Resul TOSUN
Rahmi Y AR AN • A. Remzi Y feşİLLİ
Abdullah YÜCEL

Batkıya Hazırlama ve M etin Tashihi:


Metin MERGEN
PENCERE

Erozyon içre dünya... Buhran cenderesinde


Mânâ sıfıra doğru... Madde hendesesinde
Bütün insanlık teşne, ölümsüz gerçeklere
Koşun nur huzmesine, İslâm penceresinde.
A. Rüştü ÇELEBİ•

• Bu ciltte yer alan konulardan «Hule/â-i Râşidin Devrin


ile « Ememler Devrin için Muhammed el-Hudnri’nin «Ta ri-
hu’l-U m em i’l-tslâmiyye» adlı eserinden, »Em eviler Döne­
minde F ik ir Hareketleri» bölümü için de Ahmet Çelebl'nin
«et-Tarihu’l-İslâmi ve'l-Hadâratü’l-islâmiy yeosinden istifa­
de edilmiştir. «Hz. Ömer’in. Divan Teşkilâtın bahsini ise
Prof. Dr. Mustafa Fayda hazırlamıştır. Tamamı Prof. Dr.
Hakkı Dursun Yıldız tarafından okunmuş, eksik ve kısa
bahisler ikmal edilmiştir.
İÇİNDEKİLER

HULEFÂ-İ R AŞİD İN DEVRİ


H İLAFET
GENEL DEĞERLENDİRME

BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. EBÛ BEKR DEVRİ


1 — Halife Seçilmesi 27
2 — Kısa Biyografisi ................................................................. 31
3 — Ahlâkı 32
4 — Üsâme Ordusunun Suriye'ye Gönderilmesi ........................ 33
5 — Ridde Olayları ................................................................. 34
0 — Fetih Hareketleri ................................................................. 44
7 — Sasanîler ile Savaş ........................................................ 40
8 — Bizans ile Savaş ................................................................. 53
9 — İslâm Fetihleri ve BaşarıSebepleri* ................................. 50
10 — Hz. Ebû Bekr DevrindeYapılan Diğer İşler ..................... 59
11 — Hz. Ebû Bekr’in vefatı ........................................................ 02

İKİNCİ BÖLÜM

HZ. ÖMER DEVRİ


1 — Halife Seçilmesi ................................................................. 83
2 — Kısa Biyografisi ................................................................. 04
3 — Hz. Ömer Devrinde Fetih Hareketleri .............................. 68
A. Irak ve İran’daki Fetihler ............................................ 68
a) Köprü Savaşı ....................................................... 66
b) Buveyb Muharebesi ............................................ 68
e) Kadisiye Savaşı ................................................... 70
d) Medâin’in Fethi ................................................... 77
e) Celûla Savaşı ....................................................... 78
f) el-Cezîre’nin Fethi ................................................ 80
g ) Küfe Şehrinin Kuruluşu ..................................... 81
B doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

h) Ahvaz’ın Fethi .................................................... #2


ı) Bahreyn’den İran’a Açılan Cephe ...................... 83
i) Râmhürmüz, Süs ve Tuster’in Fethi .................. 84
j) Nihavend Savaşı ............ 85
k) İsfehan’ın Fethi .................................................... 86
l) Derbend’in Fethi ................................................ 87
m ) Horasan’ın Fethi ................................................ 87
n) Basra'daki İslâm Birliklerinin Zaferleri ............... 88
B. Bizans Ülkesindeki Fetihler ...................................... 80
a) Şam'ın Fethi ....................................................... 80
b) Merc el-Rûm Savaşı ............................................. 8i
c) Hınıs'ın Fethi ...................... 01
d) Kudüs’ün Fethi ................................................... 83
e) Veba Salgını ...................................................... 94
C. Mısır’ın ve İskenderiye’nin Fethi ............................... 06
4 — Hz. Ömer’in İdare Metodu ve Devrindeki Müesseseler ...... 106
A. Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı ..................................... 107
B. Kaza (Adli Teşkilât) ................................................... 178
C. Hz. Ömer’in Mülki ve Askerî Erkana Karşı
Davranışları .............................................................. 178
D. Halka Karşı Davranışı ................................................ 181
E. Beytülmâl Konusundaki T ' . ii^i ............................... 183
F. İstişareye Verdiği Değer .................................... 185
G. Hz Ömer’in Cemiyet Anlayışı .................................. 186
5 — Hz. Ömer’in Ailesi ............................................................. 187
6 — Hz. Ömer'in Vefatı .......................................................... 188

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HZ. O SM A N DEVRİ
1 — Halife Seçilmesi ................................................................ 101
2 — Kısa Biyografisi ................................................................. 183
3 — Hz. Osman'ın Halifeliği ve Devrinde Yapılan Çeşitli İşler ... 104
4 — Hz. Osman Devrindeki Fetihler .......................................... 107
5 — Hz. Osman Devrinde İç Olaylar ve Karışıklıklar ............... 200
6 — Hz. Osman’ın Muhasara Edilmesive Şehadetl ............. 217

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

HZ. A L İ DEVRİ
1 — Halife Seçilmesi ................................................................. 223
2 — Kısa Biyografisi ................................................................ 224
İÇİNDEKİLER 9

3 — Hz. A li’nin Halifeliği ve Devrinde Yapılan Çeşitli İşler ..... 228


4 — Cemel ve Siftin Savaşları ............................................... 233
a) Hz. A li’nin Basra'ya Yürümesi .................................. 233
b) Cemel Vakası .......................................................... 234
c) Siftin Savaşı .............................................................. 238
d) Tahkim (Hakem) Olayı ............................................ 245
e) Hz. A li ve Hariciler ................................................... 254
5 — Hz. AU Dönemindeki Diğer Olaylar ve Neticeleri ............ 258
6 — Hz. A li’nin Şehit Edilmesi ............................................... 261
7 — Hz. Ali'nin Ailesi ................................................................ 262
0 — Hz. Ali'nin Şahsiyeti ve Ahlâkı ........................................ 263
0 — Hz Hasan’ın Halife Seçilmesi ........................................... 267

BEŞİNCİ BÖLÜM

HULEFA-Î R AŞİD lN DÖNEM İNDE MÜESSESELER


1 — Hilâfet .............................................................................. 289
2 — Halifenin Kaza Yetkisi 271
3 — Ordu Komutanlığı 273
4 — Devlet Gelirleri 275
5 — Para 280
0 — Hac 281
7 — Namaz .............................................................................. 281
8 — Eğitim ve öğretim 281

ALTIN C I BÖLÜM

EMEVİLER DEVRİ

EMEVİ DEVLETİ

1 — M uâvlye b. Ebî Sutyen ...................................................... 287


a) Kısa Biyografisi .......................................................... 287
b) Muâvlye Halife Olduğunda İslâm Dünyasının
Durumu ..................................................................... 287
c) Muâvlye Devrindeki Fetihler ..................................... 303
d) Yezld’e Velaht Olarak Biat Edilmesi ........................... 307
e) Muâviye’nln Yönetimi ile Hulefâ-iRâşldin Devri
Yönetiminin Karşılaştırılması ..................................... 312
f) Muâviye’nln Şahsiyeti ................................................ 317
g ) Muâviye’nln ölümü ................................................ 319
2 — Y ezid b. M uâvlye ................................................................_ 322
a) Kısa Biyografisi .................................... 322
10 doğuştan gUnUmtlze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

b) Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası .................................. 323


c) H an e Savaşı 329
d) Mekke Kuşatması ....................................................... 331
e) Yezid Dönemindeki Fetihler ..................................... 332
f ) Yezid’in ölümü .......................................................... 333
3 — II. Mu&viye b. Y ezid .......................................................... 335
4 — M ervan b. Hakem ............................................................. 337
5 — Abdülm elik b. M ervan ..... ............................................ 339
a) Kısa Biyografisi ....................................................... 339
b) Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakafl .................................. 340
c) Abdullah b. Zübeyr ........ 343
d) Haccac b. Yusuf es-Sakafî ............................... 347
e) Abdurrahman b. Muhammed b. Eş’as'm İsyanı 354
f ) Abdülmelik Devrinde Haricîler .................................. 359
g ) Abdülmelik Zamanında Fetihler ............................... 371
h) Abdülmelik Zamanında Yapılan Diğer İşler ............. 378
ı) Abdülmelik'in Şahsiyeti ............................................ 380
6 — 1. Velid b. Abdülmelik ....................................................... 382
a) Velid Zamanmdaki Fetihler ...................................... 382
1. Kuteybe b. Müslim’in Fetihleri ........................... 382
2. Muhammed b. Kasım’ın Fetihleri ....................... 388
3. Anadolu Gazaları ve Hazarlarla Mücadeleler 389
4. Ispanya'nın Fethi ................................................ 390
b) Halife Velid’in Şahsiyeti ......................... 384
7 — Süleyman b. Abdülm elik ................................................... 397
a) Dahili Durum ........ 397
b) İstanbul’un Muhasarası ............................................ 399
c) Halife Süleyman’m Şahsiyeti 400
6 — Ö m er b. Abdülaziz ........................................................... 402
a) İç ve Dış Olaylar ............. 402
b) Ömer b. Abdülaziz ve Bazı Islâhatı .................. 405
c) Şahsiyeti ..................................................................... 408
9 — II. Y ezid b. Abdülm elik .................................................... 414
a) Yezid b. Mühelleb’in İsyanı ......................................... 414
b) Devrindeki Fetihler ................................................... 416
c) Kısaca Şahsiyeti ....................................................... 417
10 — Hişam b. Abdülmelik ....................................................... 418
a) İç Olaylar ................................................................. 418
b) Maveraünnehir’deki Fetihler .................................. 420
c) Hazarlar ile Yapılan Mücadeleler ............................... 421
d) Anadolu Gazaları ....................................................... 422
e) Ispanya'daki Gelişmeler 423
İÇİNDEKİLER 11
f ) Hişam'ın Şahsiyeti ................................................... 425
b) Maveraiinnehr’deki Fetihler ..................................... 420
11 — II. Velld b. 11. Yezid .......................................................... 420
12 — III. Yezid b. I. Velid ............................... 428
13 — İbrahim b. I. Velld ....................................... 420
14 — II. M ervan b. Muhammed .................................................. 430

YEDİNCİ BÖLÜM

EMEVÎLER DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ


İs la m v e f ir k a l a r

F İK R İ VE ASKERİ HAREKETLER

1 — Şia ..................................................................................... 435


A. Şia'nın Doğuş Sebepleri ............................................ 435
B. Abdullah b. Sebe'nln İşini Kolaylaştıran Sebepler ...... 438
C. Büveyhî İstibdadı ve Şia ............................................ 448
D. Uydurma Mucizeler ................................................... 451
E. Fikri Sızma ve Tahrifat ............................................ 452
2 — Şii Fırkaları ve İnançları ................................................... 458
A. Zeydlyye ..................................................................... 459
B. İsnâaşeriyye .............................................................. 462
C. Ismalllyye ................................................................. 488
3 — ŞU Ayaklanm aları ............................................................. 477
A. Hz. Hüseyin .............................................................. 477
B. Tarihçiler ve Kerbelâ Savaşı ..................................... 488
C. Tevvâbin ................................... 489
D. Muhtar b. Ebî Ubeyd ................................................... 491
E. Zeydiyye Ayaklanmaları ............................................ 498
4 — Abdullah b. Zübeyr ve Hareketi ........................................ 501
5 — Hariciler .......................................................................... 508
A. Haricilerin Ortaya Çıkışı ............................................ 507
a) Nehrevan Savaşı .................................................. 510
b| Emeviler Döneminde Haricîler .......................... 512
B. Haricilerin Fikirleri ..................................................... 518
a) Harici İsyanlarının Sebebi 518
b) Haricilerin Alâmetleri ......................................... 524
c) Harici Fırkaları ve BunlarınDin ile Siyaset
Üzerindeki Görüşleri ............................................ 531
C. Haricilerin Parçalanması ve Yeni Fırkalar 532
a) Ezârika .....................„ ......................................... 534
b) Necedât ................................................................ 535
12 doğuştan günümüze BÜYÜ K İSLÂM T A R İH İ

c) İbâdiyye ..................................................................536
d) Acâride ................................................................. 536
e) Sufriyye .............................................................. 536
£) Şebibiyye .............................................................. 537
D. Haricî Fırkalarınca Çok Tartışılan Konular .............. 537
6 — Mutezile ........................................................................... 539
A. Muteziie’nin Ortaya Çıkışı ......................................... 539
B. Mutezile’nin tikeleri ................................................ 548
C. Mutezile’ye Tenkitler ............................................... 551
7 — D iğer Dinlerde ve İslâm'da Fırkalar 553

SEKİZİNCİ BÖLÜM

EMEVİLER DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER


VE KÜLTÜREL FAALİYETLER
A. Emevîler ve Hilâfet ................................................... 557
1. Hilâfetteki Değişme ...... 557
2. Emevîler’in Yıkılış Sebepleri .............................. 559
B. Ülkelerin İdaresi .......................................................... 563
C. Meşhur Ordu Komutanları ......................................... 565
D. Adlî Teşkilât .............................................................. 567
E. Merkez Teşkilâtı ....................................................... 568
F. İslâmî Sikkeler (Paralar) 570
G. Kültür Faaliyetleri ................................................... 573
İNDEKS ............................................................................... 581
BİBLİYOGRAFYA ................................................................ 617
KRONOLOJİ ........................................................................ 623
HULEFA-! RAŞÎDİN DEVRİ

HİLAFET

GENEL DEĞERLENDİRME
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetine karşı İki ana görevi vardı:
Bunlardan birincisi, vahiy yoluyla Allah’dan aldığım ümmetine
tebliğ etmekti. Zaten peygamber olarak vazifelendirilme sebebi de
buydu. Bu aynı zamanda yeryüzünde, Allah'ın emirleri çerçevesinde
yasama, yani kanun koyma (teşri) vazifeslydl.
İkinci görevi İse, müslümanlara «im am » olmaktı, ö y le bir «İmam»
ki, bütün müslümanlar O'nun etrafında kenetlenecekler, hayatları­
nı O’nun ortaya koyduğu prensiplere göre İnşa ve tanzim edecekler­
di. O da, vahyin ışığında İslâm’ın hayat sistemini kuracak, mil'mln-
lerin elinden tutarak bu sistem içinde yaşamayı öğretecek, onların
karşılaştığı problemleri çözecek, hâkimlik yapacak, hakemlik, öğret­
menlik yapacak, cihanşümul ve kıyamete kadar yaşayacak bir hayat
sisteminin mimarı olacak ve bu sisteme gönül verenleri, o sistemde
yaşayacak bir şahsiyet olgunluğuna eriştirecekti.
Hz. Peygamber, görevlerini tamamladı ve bu dünyadan göçtü.
O'nun irtihaliyle, mü'minlerin önüne iki mesele çıkıyordu. Birincisi,
Hz. Peygamber'in teşri vazifesinin nasıl sürdürüleceği, İkincisi ise İs­
lâm toplumunda «İmamet')in nasıl yürütüleceği meselesi İdi.
Teşri konusu, Hz. Peygamber’le tamamlanmıştı. Vahiy ve onun ışı­
ğındaki «sünnet», Islâm'ın teşri niteliğinin iki ana kaynağı olarak
ikmâl edilmişti. Bundan sonra müslümanlara, bu ana kaynaklar çer­
çevesinde hayatı tanzim etmek, sistemlerini kurmak ve karşılaştı klan
problemleri çözmek görevi kalıyordu. Bir tür «Yasama H ilâfeti» di­
yebileceğimiz bu vazife, kanun koymak değil, hayatı ana ışık kayna-
12 doğurtan gUnUmdze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

c) İbâdiyye ..................................................................536
d) Acâride ................................................................. 536
e) Sufriyye .............................................................. 536
f) Şebibiyye .............................................................. 537
D. Haricî Fırkalarınca Çok Tartışılan Konular ............. 537
6 — Mutezile ........................................................................... 539
A. Mutezile'nin Ortaya Çıkışı ......................................... 539
B. Mutezile'nin İlkeleri ................................................ 548
C. Mutezile’ye Tenkitler ............................................... 551
7 — D iğer Dinlerde ve İslâm’da Fırkalar .................................. 553

S E K İZ İN C İ BÖLÜM

EMEVÎLER DÖNEMİNDE İD AAİ MÜESSESELER


VE KÜLTÜREL FAALİYETLER
A. Emevîler ve Hilâfet ................................................... 557
1. Hilâfetteki Değişme ................................................ 557
2. Emeviler’in Yıkılış Sebepleri .............................. 559
B. Ülkelerin İdaresi .......................................................... 563
C. Meşhur Ordu Komutanları ......................................... 565
D. Adli Teşkilât .............................................................. 567
E. Merkez Teşkilâtı ....................................................... 568
F. İslâmî Sikkeler (Paralar) 570
G. Kültür Faaliyetleri ................................. 573
İNDEKS ............................................................................................ 581
B İB LİYO G RA FYA .......................................................................... 617
KRONOLOJİ ................................................................................... 623
HULEFÂ ! RAŞlDİN DEVRİ

HİLAFET

GENEL DEĞERLENDİRME
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmetine karşı İki ana görevi vardı:
Bunlardan birincisi, vahiy yoluyla Allah'dan aldığını ümmetine
tebliğ etmekti. Zaten peygamber olarak vazifelendirilme sebebi de
buydu. Bu aynı zamanda yeryüzünde, Allah'ın emirleri çerçevesinde
yasama, yani kanun koyma (teşri) vazifeslydl.
İkinci görevi ise, müslümanlara «imam» olmaktı, ö y le bir «imam»
ki, bütün müslümanlar O’nun etrafında kenetlenecekler, hayatları­
nı O’nun ortaya koyduğu prensiplere göre inşa ve tanzim edecekler­
di. O da, vahyin ışığında Islâm’m hayat sistemini kuracak, mil’min-
lerin elinden tutarak bu sistem içinde yaşamayı öğretecek, onların
karşılaştığı problemleri çözecek, hâkimlik yapacak, hakemlik, öğret­
menlik yapacak, cihanşümul ve kıyamete kadar yaşayacak bir hayat
sisteminin mimarı olacak ve bu sisteme gönül verenleri, o sistemde
yaşayacak bir şahsiyet olgunluğuna eriştirecekti.
Hz. Peygamber, görevlerini tamamladı ve bu dünyadan göçtü.
O’nun irtihaliyle, mü’minlerin önüne iki mesele çıkıyordu. Birincisi,
Hz. Peygamber'in teşri vazifesinin nasıl sürdürüleceği, İkincisi İse İs­
lâm toplumunda «İm amet»in nasıl yürütüleceği meselesi İdi.
Teşri konusu, Hz. Peygamber’le tamamlanmıştı. Vahiy ve onun ışı­
ğındaki «sünnet», İslâm’ın teşri niteliğinin iki ana kaynağı olarak
ikmâl edilmişti. Bundan sonra müslümanlara, bu ana kaynaklar çer­
çevesinde hayatı tanzim etmek, sistemlerini kurmak ve karşılaştıktan
problemleri çözmek görevi kalıyordu. Bir tür «Yasama Hüâfeti» di­
yebileceğimiz bu vazife, kanun koymak değil, hayatı ana ışık kayna-
14 doğuştan günümüze 3Ü Y Ü K İSLÂM T A R İH İ

ğııv: griı? yorumlamak anlamına geliyordu. Bu konu üzerinde, İle­


ri;!: avuca duracağız.
.'.-.i. kamberim vefatıyla ortaya çıkan ikinci ana mesele, Hz.
Pey?;-' '.n İslam top;umundaki «imamlık» goi'evinin nasıl sürdürü­
leceği idi. Hz. Peygamber’e hilâfet ve İslâm ümmetine başkanlık gö­
revi as :1 organize edilecekti?
Bu konuda müslümanlar, o zamana kadar görülmemiş bir fikir
ayrılığına düştüler. Görüşler, gençl olarak İki ana noktada düğüm­
leniyordu: Biıincisi başkanın (halifenin) hangi soydan seçileceği, İkin­
cisi seçimde nasıl bir metodun uygulanacağı...
Halifenin hangi milletten, hangi soydan veya aileden olacağı ko­
nusunda, Kur'aıı-ı Kerim bir işarette bulunmamıştır. Ancak Hz. Pey­
gamberden, dİm am lar Kureyş’ten olacak» ve « Üzerinize, başı kuru
üzüm gibi kara olan bir Habeşli bile seçilse dinleyin ve kendisine uyun»
şeklindeki iki hadis rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra, daha henüz defnedil­
meden müslümanlar arasında hilâfet konusunda iki görüş belirdi: Ba­
zılarına göre halifenin seçileceği aile tayin edilmemişti. Diğer ba­
zılarına göre ise, yukarıda geçen rivayetlerin ışığı altında bu mesele
halledilmişti. ('Halifenin kimlerden seçileceği belirtilmiştir» diyenle­
rin düşünceleri de iki farklı noktada toplanıyordu: Bir gurup, Kureyş
kabilesinin bütün ailelerinden halife seçilebileceği görüşünü öne sü­
rerken, diğer gurup da halifenin yalnızca Hz. Muhammed'in akra­
balarından olabileceği görüşündeydi.
Vefatı sırasında Hz. Peygamber'in en yakın akrabası olarak, am­
cası Hz. Abbas b. Abdulmuttalib, amcazadelerinden A li b. Ebî TâÜb
ile Akil b. Ebi Tâlib bulunuyordu. Hz. Ali, İslâm’a İlk girenlerdendi.
Ayrıca Hz. Peygamber’in bütün hayatmı ve mücadelelerini yakın­
dan takıp etmek ve kerîmesi Hz. Fâtıma ile evlenmek gibi üstün me­
ziyetlere sahipti. Hz. Abbas ise, akrabalık yönüyle Hz. Peygamber’in
en yakınıydı.
Halifeliğin muayyen bir soya ait olmadığı görüşü, daha çok En-
sara aitti. Onlar, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlar, gerekçe
olarak da, her zaman Hz. Peygamber’in yardım ve desteğinde bulun­
malarını gösteriyorlardı. Şayet bu gerçekleşmezse, hem kendilerinden
hem de Muhacirlerden ayrı birer emir seçilmesini teklif ediyorlardı.
Bu görüşe, daha sonra, zaman zaman halifelere karşı çıkan ve bu
yüzden adları İslâm Tarihi’ne «Hariciler» olarak geçen zümreler de
katıldılar.
Hilâfet konusunda bu görüşü benimseyenlere göre, müslümanlara
imamlık etmenin amacı, onları iyiliğe yönlendirmek, kötülüklerden
HİLAFE T 15

sakındırmak; ırk, soy ve sülâleye bakmaksızın dini emir ve yasak­


lara riayet hususunda örnek olmaktı. Bunun için de kabiliyet ve kişi­
lik önemliydi. Bu görüşlerini Kur'an-ı Kerim ’in, «Elbette ki Allah nez-
diTide en şerefli olanınız, O’ndan en çok korkanınız d ır» (1) ilkesine
dayandırıyorlardı.
Ancak çoğunluk, halifeliğin Kureyş kabilesine ait olduğu görü­
şündeydi. Bu görüşün dayanağı, Hz. Ebû Bekr’den nakledilen yukarıda
verdiğimiz hadis-i şerifti. Hz. Ebû Bekr hadiste yer alan, »Halife Ku-
reyş'tendir» ilkesinin sebeplerini şöyle açıklamıştı:
(iHilâfet meselesi, eski rekabetlerin ortaya çıkmasına, dolayısıy­
la Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi arasında mücadeleye sebep olabilir­
di. Hilâfet, Evs’e verilse Hazrec razı olmaz, Hazrec’e verilse Evs razı
olmazdı. Bu sebeple Araplar ancak Kureyş’ten birisine tâbi olabilir­
lerdi.» İbn Haldun bu hususta şunlan söylüyor:
«H ilâfetin K u re y fe ait olmasının hikmeti, bu kabilenin birlik
ve dayanışmaya önem vermesi ve aynı zamanda diğer kabilelerden
büyük olmasıydı. Ancak Kureyş’ten seçilecek bir halife, bütün Arap-
larca desteklenebüir ve diğer büyük kabilelerin hepsinin onayını ala­
bilirdi.», îbn Haldun, bu gerçeği belirttikten sonra genellemeye gidi­
yor ve şöyle diyor:
«Öyleyse hilâfetin en önemli faktörü, halkın birlik ve beraber­
liğin i sağlaması, sözünü dinletmesi, hükmünü icra etmesidir. Şayet
Kureyş’te birlik gevşer, iktidar kaybolursa ne olacaktır? İslâm, her
zaman ve her hususta sebep ve hikm etleri ön plâna alır. Buna göre
halifenin, KureyŞin kaybettiği birlik ve beraberlik ruhuna sahip, öte­
ki herhangi bir kabileden-milletten seçilmesi pekâlâ mümkündür.»
H alifen in , Hz. M u h am m ed'in y a k ın ak rab aların d an olm ası
g ere k tiğ i görüşü, Hz. A l i'y e v e onu d estek ley en lere a ittir. Hz.
A li, Hz. M uham m ed'in yak ın akrabası olduğu İçin, kendisi h a life
olm ak istiyordu. Bu fik rin i H z. Ebû B ek r ile y a p tığı konuşm ada
da açıklam ıştı. A n cak kendisini destekleyen ler azdı. Bundan dola-
. y ı çoğunluğun görüşüne u ym ayı tercih etti. (S a y fa 15/5) .
Halife seçiminde orta yol ağır bastı. Yani halifenin Kureyş’ln her­
hangi bir boyundan seçilebileceği hususunda Hz. Peygamber’in arka­
daşları ittifak ettiler. Halifenin, Hz. Peygamber’in akrabası içinden
olması gerektiği düşüncesi ise, yeterli desteği bulamadığı için Hz. Os­
man'ın şehit edilmesine kadar üstü küllenmiş bir kor gibi gönüller­
de saklı kaldı. Nitekim Hz. Osman'ın şehit edilişinden sonra, bazı bü-

(l) Hucurât sûresi, âyet 13


16 doğuştan günümüze BÜYÜ K İSLAM TA R İH İ

yük İslâm şehirlerinde bu fikri savunan çağrılar yeniden yaygınlaş­


tı. Bu çağrıyı yapanlar (Şia) lıalkı uyarıyor, görüşlerini benimseme­
yenleri Peygamber soyuna saygısızlıkla suçluyorlardı. Ayrıca Peygam­
ber soyunun, halifelikten «mahrum» bırakılışını büyük bir kusıır-hak-
sızlık olarak niteliyorlardı.
Son derece hassas olan bu konu, A ra p la r arasın d a yen id en
v e s ü r'a tle alevlendi, uzun çekişm elere v e sık ıntılara sebep oldu.
B öyle buhranlı b ir dönem de üçüncü h a life Hz. Osman şehit edildi.
Bunalım sona erm ed iği gibi daha da büyüdü. B öyle b ir ortam d a
dördüncü h a life de rah at edemedi. Çünkü S u riy e 'd e toparlan an
M u â v iy e ta ra fta rla rı, h alifen in P eygam ber soyundan olm ası g e ­
rek tiğ i çağrışm a hiç kulak v erm iyo rla rd ı. Oysa bu çağrı ile barış
v e Hz. P e y g a m b e r'in soyuna saygı esasına bağlı b ir hu zu r o rta ­
m ı gerçekleşeceği ü m it ediliyordu. Bu ü m it gerçekleştirilem ed iği
gibi, h a lifeliğin akrabaya tahsisi gerektiği görüşü de .M u âviye 'nin
güçlü v e ince düşünülmüş p la n la n k arşısın da e riy ip gitti. K a z a ­
nan M u â v iy e b. Ebî Süfyan oldu. M u â viy e ise H a şim ü er'd en de­
ğil, E m e v île r' dendi.
Şiıler, kılıç zoru karşısında em ellerin e ulaşam ayınca kabuk­
la rın a çekild iler, y en id en o r ta y a çık m ak İçin fır s a t k o lla m a y a
başladılar.
Öte yan d an Hz. A li'n in e v lâ d ı h â lâ h ila fe t haklanın k endile­
r in e a it olduğu görüşünü m u h a fa za ed iyord u . O nlara g ö re bu
hak, irse n k en d ilerin e a itti Onu k im se e llerin d en alm am alı idi.
Şiîler, bu haklan sahibine teslim edilm esi v e evlâd-ı A li'n in y e n i­
den id a re y i ele alm ası için durm adan fa a liy e t g ös te riy o r, h a ik ı
M u â v iy e y ö n e tim in e k a r ş ı a y a k la n d ırm a y a ç a lış ıy o rla rd ı. Bu
ayak lan m alard a ölen ler oluyordu.
M u â v iy e ta ra fta rla rın ın bu ayaklanm aları zalim ce bastırm a­
sı, Çillerin kalp lerin dek i ateşi daha çok a le v le n d iriy o r, k in lerin i
d ah a çok b iliyordu. H z. H ü s e y in 'in K e rb e lâ 'd a güneşin altın d a
susuz b ıra k ılm ası v e şeh it edilişi, şiirle re v e m en k ıbelere konu
oluyordu. Bu elim hadise, bütün İslâm dünyasını y ü re k te n y a r a ­
la rk en Ç iller onu, d u y gu la n h a rek ete g etire c e k güçlü b ir silâh
ola ra k kullan ıyorlardı.
Öte y a n d a n H z. A l i 'n i n ç ocu k la rı ile , h ila fe t t e k e n d ile r i­
n e halt s a h ib i g ö r e n H z. A b b a s 'ın ç o c u k la rı a r a s ın d a b ir
t e r c ih y a p ıla m a m ış tı. H z. A l i'n in ç o c u k la n , b a b a la r ın ın sa­
y ı s ı z m e z iy e tle r in d e n d o la y ı h ila fe tt e k e n d ile rin in o lm a la n -
nı d ü ş ü n ü rle rk e n A b b a s o ğ u lla r ı da, k en d i e v lâ d ı o lm a y a n ­
la r ı h ila fe te lâ y ık g ö r m ü y o r la r , h a life n in m u tla k s u r e tte
H İLÂFE T 17

kendilerinden olmasını istiyorlardı. Sanıyorlardı ki, Ebû Hâşlm, öl­


meden önce bu durumu Muhammed b. Aİi b. Abdullah b. Abbas’a aç­
mıştı. Üstelik Hz. Muhammed’in «hilâfet mlrasmna, Hz. Abbas’m, Hz.
A li’den daha lâyık olduğuna inanıyorlardı. Çünkü biri Peygamber'in
amcası, diğeri amcazadesi idi. Bu fikri ustaca işlediler ve halktan
kendilerine gizlice taraftar buldular.
Ebû M üslim de, onların en ateşli taraftarların d an b iri idi. İş ­
te H ilâ fe tin E m e v île r'd e n A b b a s île r'e geçm esi ile sonuçlanan
ihtilâlde, taşı gediğine k oyan o oldu. Bu işi y a p a rk e n h ilâ fetin
A b b a s île r'e devrinden açıkça söz etm iyor, Hz. A li'y e , d olayısıyla
A li e v lâd ın a v e rile c e ğ i intibaını uyandırıyordu. Çünkü biliyordu
k i halk Hz. A b b as'tan çok, Hz. A li v e Ehl-i B e y t'i tutuyordu. N i­
h ayet, h e r şey b ittikten sonra asıl n iyetin i orta y a k oy a ra k A b ­
dullah es-Seffah b. Muhammed b. A li b. Abdullah b. A b b as'ın adı­
nı açıkladı. Bundan sonra A li evlâd ı ile Abbasüer arasında savaş­
la r başladı. H attâ A li ta ra fta rla rı, hasım ları olan E m e v île r'd e n
g örm ed ik leri sert v e acım asız ta v ırla ra m aru z kaldılar. C anları­
n a v e m alla rın a y ön elen bu acım asız tutum lar bilhassa Abbasî
h a lifelerin d en M ansur, Harun Reşîd, M ütevekkil d evirlerin d e y o ­
ğunluk kazandı. Bu işlere b azı d evlet ad am ları ile v e z ir le r de b il­
f iil k atılıyorlardı.
Fakat Abbasîler devrindeki bu baskılar da, hilâfetin A li evlâdı­
na ait olduğu kanaatini değiştiremedi. Hz. Ali taraftarları, her tür­
lü zulüm ve işkenceye rağmen Emeviler’e gösterdikleri direnişi Ab-
basiler’e de gösteriyorlardı. Ne var ki her direniş, imha ve işkence­
yi biraz daha artırıyordu. Direnişçilerden bir kısmı ülke dışında, Ab-
basiler’in ulaşamayacakları bölgelerde mücadeleye devam etme ka­
ran aldılar. Bu karar sonucu kendilerine öncülük eden liderlerin ar­
kasından Afrika'ya kadar gittiler. Doğuda, merkezi yönetimin hâ­
kim olduğu yerlerde kalıp yaşayanlar ise sindiler.
Afrika’ya kaçanlar orada Fâtımiler, İdrisiler gibi devletler kurdu­
lar. Daha sonra tarihte önemli bir yer işgal edecek olan bu devlet­
lerden ileride söz edilecektir.
Doğuda Abbasî hilâfetinin merkezinde de, Ali evlâdma sempati
duyanlar çoğalıyor ve sessizce devlet kademelerine sızıyorlardı. Hattâ
Abbasi hilâfetinin yıkılmasına, devlet kademesine sızan bu Şiilerin
sebep olduğu söylenir. Nitekim, halife M u ’ta'sım’m veziri İbn Alkami,
Şiilerin önde gelenlerinden biri olarak Abbasî yönetimine en ağır dar­
beyi vuranlardan oldu. Denilebilir kİ, onun yardımıyla Bağdat’ı iş­
gal eden Moğollar, Abbasi hilâfetine son verdiler. O sırada Mısır’da
Memlûklar güçlenmişti. Abbasi devleti yıkılınca, hilâfetin kendileri-
F .: 2
İB doğuştan günümüze BÜYÜ K İSLÂM T A R İH Î

ne geçmesi için yönetimlerini güçlendirdiler. Böylece halife sıfatı ile


itibar kazanmayı amaçlıyorlardı. Onların da ömrü tamamlanınca en
güçlü çağını yaşayan Osmanlı Devleti, Mısır’daki son Abbasî-Mem-
lûk hükümdarından hilâfeti devraldı.
Hilâfetin nesilden nesile, kavimden kavime kısa hikâyesi bundan
ibarettir.
Aslında, daha önce de işaret edildiği gibi, Hz. Muhammed’den son­
ra mü’minleri yönetecek kişinin (halifenin) nasıl seçileceği hakkın­
da İslâm’m ana kaynaklarında belli bir hüküm yoktur. «İşlerini ara­
larında müşavere ile yürütenler» (1) meâlindeki âyet-i kerîme ve ben­
zerleri ise hilâfet meselesini olduğu gibi daha başka konulan da kap­
sayan genel hükümler durumundadır. Hz. Peygamber’in sünnetinde
de, halife seçimini esasa bağlayan hükümler bulunmamaktadır. Y al­
nız ihtilâf ve tefrikadan sakınılması hususunda bazı nasihatler var­
dır. Sanki Allah ve Rasûlü’nce bu mesele, müslümanlann sağduyu­
suna havale ediliyor ve konuyu kendi aralarında halletmeleri iste­
niyordu. Böyle olmasaydı, namaz, oruç ve benzeri dinî görevlerde ol­
duğu gibi, hilâfet meselesinde de uyulması zarurî hükümler ortaya
konur ve meselenin o kesin sınırlar içinde çözümlenmesi istenirdi.
Allah ve Rasûlü, bu konuda müslümanlara daha geniş bir düşünce
ve uygulama alanı veriyorlardı. Gerçekten de müslümanlar, Hz. Pey­
gamber’in irtihalinden sonra hilâfet için çok değişik alternatifler bu­
lup, uyguladüar. Şimdi bunları görelim :

A — İS T İŞ A R İ SEÇİM (Hz. Ebû Bekr’in seçiminde


uygulanan usûl) :
Müslümanlardan bir kısmı, Medine’de Sakıfetu Benî Sâide diye
bilinen Benî Sâide gölgeliğinde toplanıp, uzun müzakere ve müna­
kaşadan sonra Hz. Ebû Bekr’i halife seçtiler. Şartların nazikliği do­
layısıyla, halifenin bir an önce seçilmesi gerekiyordu. Kureyş kabile­
sinden Hz. Ebû Bekr dışında kimse halifeliği almak istemiyordu. Ebû
Bekr’in, İslâm'a ilk giren kişi oluşu, Hz. Muhammed’in bütün mü­
cadelelerine katılışı, hicrette kendisine refakât edişi ve hastalığında
onun yerine imamlığa geçişi gibi meziyetlerinden dolayı halifeliğe
seçimi kolay oldu. Nitekim Hz. Ebû Bekr, Ömer b. Hattab ve Ebû
Ubeyde b. el-Cerrah’dan birinin halife olmasını teklif ettiği zaman,
Hz. Ömer işin uzamaması için hemen elini Hz. Ebû Bekr’e uzattı
ve ona biat ettiğini bildirdi. (2) Arkasından da diğer müslümanlar
biat ettiler.

(1) ŞCırâ sûresi, âyet 37


(2) İbn Hlşam. IV. 335-339 -
HİLÂFE T ıe
Hz. Ömer’den şöyle rivayet edilir: «Hz. Ebû Bekr’i acele seçmek­
le büyük bir felâketten kurtulmuşuz.* Hz. Ömer bunu, daha sonra
halkın arasında, «Em irü’l-M ü’m inin ölürse filâna biat edeceğiz* gibi
söylentilerin olduğunu duyduğu zaman söylemişti. Hz. Ebû Bekr’ln
haille olduğu sırada, hilâfete kimin daha lâyık olduğu hakkında halk
arasında belki de kesin bir fikir oluşmamıştı. Ancak seçim esprisinin
de temeli atılmıştı.
B — A D A Y T E K L tF İ (Hz. Ömer’in seçiminde uygulanan Usûl) :
İkinci usûl, halifenin, kendisinden sonra hilâfet makamına ge­
lecek kişiyi teklif etmesiydi. Hz. Ebû Bekr, daha hayattayken Hz.
Ömer’i halifeliğe aday olarak gösterdi. Hz. Ebû Bekr, halka şöyle
dedi: «B enim seçeceğim bir halifeye razı otur musunuz?* Onlar da,
«E v e t» diye cevap verdiler. Hz. Ebû Bekr’in uyguladığı sistem, hi­
lâfeti üstlenecek adayı gösterme, tavsiye etme ve müslümanlann ona­
yım aldıktan sonra tayin etme usûlünü getiriyordu.
C — ŞÛRA T A Y İN t (Hz. Osman'ın seçiminde uygulanan usûl) :
Bu usûl, mevcut halifenin sağlığında, kendisinden sonraki ha­
lifeyi seçecek bir heyeti belirlemesiydl. Hz. Osman'ın seçimi böyle
oldu. Hz. Ömer, ölümünün yaklaştığım hissedince müslümanlann ha­
life seçimi konusunda ihtilâfa düşmesinden endişelendi. Aday gös­
termek için de halkın cam gönülden sanlacağına İnandığı birini bu­
lamadı. Fakat, hilâfet konusunu askıda bırakmağa da vicdanı razı
olmuyordu. Bu amaçla, hilâfete en çok lâyık gördüğü altı Bahabeyl
belirleyerek, aralarından birini halife seçmelerini İstedi. Onlara ken­
disi öldükten sonra Hz. Aişe'nln evinde toplanarak en geç üç gün
içinde yeni halifeyi seçmelerini emretti. Hz. Ömer’in belirlediği esas­
lara göre çoğunluğun kararına kesinlikle uyulacaktı.- Altı sahabenin
reyleri iki eşit parçaya bölündüğü takdirde, Abdunahman b. A v f’ın
içinde bulunduğu tarafın görüşü tercih edilecekti.
Bu usûl, şartlarına uyularak devam etseydi, gelecek İçin ümit
vaat ediyordu. K olayca anlaşılacağı gibi bu usü, lstlşarî sistemin
eksik b ir uygulamam nitel iğ indirdi. Sistemin amacı, halifenin kim
olacağı hakkında ümmetin reyin i almak d e ğ ili, sadece adayların
k a ıd i aralarından b irin i halife seçmek İçin fik ir alış-verişi yapması
öngörülüyordu. Bunun da pratik faydası, adaylar arasında belirecek
görüş ayrılıklarının büyük bölünmelere dönüşmesini önlemek ve bu­
nun tedbirlerini geç kalmadan almaktı. Hz. Ömer, halife adayların­
dan her birinin gönlüntfe hilafet düşünoesinin yattığım hissediyordu.
H alife adayları arasında, müslümanlann bölünmelerine yol açacak
durumlar doğmasından korktuğu için bu nazik konuyu b ir an önce
20 doğuştan gUntlmüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

onlarla beraber çözüme kavuşturma fikrini çok önceden, kendisinin


ölümüne matuf hilâfet tartışmalarını duyduğu zaman plânlamıştı.
Gerçekte her üç usûlün de bu çok yönlü ve karışık meselenin halli
için yeterli olmadığı meydandadır.
tik uygulamada, halife seçiminin kime ait olduğu açıkça belir­
tilmemektedir. Öyle birisi olmalı ki, ona bütün ümmetçe saygı du­
yulsun... Bütün müslümanlar mı? Belli bazı kişiler mi? Eğer belli
bazı kişiler ise bunlar kimlerdir? İslâm ülkesinin valileri mi, aske­
rî komutanları mı, halkın önde gelen kişileri mi? Bunlardan hangi­
si halifeyi seçecekti? İlk usûl, tabiî ki bütün bunlara açıklık getir­
memekteydi. Belirli olan tek şey, halife meselesini halledecek müş­
terek bir ekibin oluşturulması fikri idi. «Hal ve akd» ekibi. Ancak
bu ekip de, yukarıda ifade edildiği gibi bütün vasıflarıyla tayin edil­
memişti. Bu sebeple, halife adayları bu usûlü değişik yorumlara açık
buluyorlardı. Nitekim Hz. A li’nin halife seçilişinde bu durum ken­
dini göstermişti.
Hilâfete belli birinin aday gösterilmesi ve onun tayininden iba­
ret olan ikinci uygulamaya gelince, bu uygulama halkın beğendiği
birini seçme garantisini taşımıyordu. Bu usûlle seçilen halife, hilâ­
fet müessesesini koruma gücüne sahip çok değerli birisi olsa bile me­
seleye kesin bir çözüm getirmiyordu. Hz. Ömer b. Hattab ve Ömer
b. Abdülaziz’in seçiminde olduğu gibi... Kişilere değil sisteme bakıl­
dığında bir boşluğu görmemek mümkün değildi.

Üçüncü usûl netice itibariyle İkincinin aynıydı. Üçüncü uygula­


mada her ne kadar İkincide görüldüğü gibi belli bir kişinin takdimi
ve tayini söz konusu değilse de, bu hak belli bir kurulun insiyatifine
teslim ediliyordu. Sonuç olarak bu kurul da kendi içindeki kişilerin
dışına çıkamıyordu.
N itekim Hz. A li'n in seçim i söz konusu olduğu zam an, M edi­
n e v e y a k ın çevresin d eki m üslüm anlar Hz. A li'y e b iat ettiler. Hz.
A li'n in h a life liğ i ilân edildi. D iğer İslâm ş e h irlerin d ek i müslü-
m an ların fik irle rin e başvurulm adı. H a life seçm e y etk isin in sade­
ce M edine halkın a tanındığı v e öteki şehirlerde y a ş a ya n la rın -ha­
life seçme kurulunda (Ehl-i hal v e akd) olsalar bile- bu h alka sahip
olmadıkları gibi bir kanaat doğdu. M u âviye b. Ebî Süfyan, hilafet
m akam ına, seçilmeyi istemekteydi. N itekim Şam h a lk ın ı arkasına
alarak M edine'deki seçime karşı çıktı. Ona göre Hz. A li'y e yapılan
biat sahih değildi. B unuı üzerine iki ta ra f arasında zora baş vurul­
du. S ıffin savaşı başladı. Fakat savaşın acısını duyan ta ra fla r boş
y e r e müslüman kanı akmaması İçin "Hakem h ey eti" diye adlan-
H İLÂFET 21

dırdıklan bir kurul oluşturdular. İki taraftan birer üye seçip, bütün
İslâm ümmetinin bu çok önemli davasını halletme görevi ile görev­
lendirdiler. Bu kurulun yetkisi, uzlaşmayan haille adaylarının ara­
sında hakemlik yapmakla bitmiyor, onları azletme ve üçüncü bir aday
seçmeyi de kapsıyordu.
Fakat «Hakem heyeti» esasları ve sınırlan kesin olarak belirtil­
meyen her müessese gibi işlerlikten yoksun olmaya mahkumdu. Üs­
telik, işi daha da zorlaştıran bir üçüncü gurup ortaya çıktı. Harici­
ler adı verilen bu gurup, Hakem heyetini dine karşı gelmekle, hattâ
dine meydan okumakla suçluyor, «Hüküm yalnız Allah’a aittir» hük­
münü kendilerine İlke kabul ettiklerini ilân ediyorlardı. Bunlara gö­
re, «H alife Allah tarafından tayin edilir ve bu vasıfları taşıyan bir
halifenin ise kendisinden şüphe etmemesi gerekirdi. Halbuki Hz. Ali,
halife seçildikten sonra onun İşine başkaları burnunu sokarak ha­
kemliğe kalkışmışlar, bu da halifenin kendinden şüphelenmesine se­
bep olmuştu. Kendinden şüphe eden bir halife yolunu şaşırmış sayı­
lır, dolayısıyla hilâfeti lâyık olmaktan çıkardı.» Hak etmediği bir
mevkiye haset ettiği gerekçesiyle Muâviye de dine karşı gelmiş sayı­
lıyor, hilâfete ehil olmadığı ileri sürülüyordu. Bunlar Hâricilerin yo­
rumuydu. Hâricîler, daha da ileri giderek halife seçme yetkisini de
kendi üzerlerine aldılar ve buna itiraz edenleri, kâfir kabul ederek
kanlarım ve mallarını mübah saydılar.
Hariciler arasında da sağlam bir düşünce birliği yoktu. Nitekim
onlar da kendi aralarında parçalandılar. Devlet kuvvetleri karşısında
ne kendilerine, ne de başkalarına faydaları oldu. Üstelik fitne ve fe­
sada sebep olduktan sonra eriyip gittiler.
Bu arada Muâviye, Şam ve civarmda bulunan gurupların yardı­
mı ve zekice takip ettiği siyaset sayesinde Hz. A li’yi yenmeyi başar­
dı. Böylece Hz. Ali'nin hilâfeti sona erdi. Tarihler, Muâviye için »zor­
ba halife» tabirini kullanırlar. Ancak, olaya sistem olarak bakılınca
Muâviye’nin halife seçilişi ile Hz. A li’nin seçilişi arasında pek fark
görülmez. Bunu söylerken, ikisi arasındaki meziyet farkını saklı tut­
tuğumuzu belirtmeliyiz. Konuya usûl yönünden bakıyoruz. Buna gö­
re nasıl ki Hz. A li’yi bir gurup müslüman seçmişse, Muâviye’yi de
başka bir müslüman gurup seçmişti. Rekabet halinde olan iki ta­
raftan birinin galip gelmesi ise tabü idi. Şer’î açıdan da birini öte­
kine haksızlık etmekle suçlamak doğru değildir. Ancak burada Hz.
Peygamber tarafından, hilâfetin Hz. A li’ye verildiğine dair bir riva­
yet söz konusu edilebilirdi. Bu rivayet ise sahabenin çoğunluğu nez-
dinde kesinlik kazanmamıştı.
Muâviye ve ondan sonraki Emevi halifeleri, halife seçiminde, ta­
22 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

yin usûlünü tercih ettiler. Bu usûl olarak, Hz. Ebû Bekr’ln Hz. Ömer’i
aday göstermesine ve halife tayinine benziyordu. İnsanların nitelik­
lerine bakılmazsa, usûlde pek farklılık yoktu. Emevi halifeleri de, ken­
dilerinden sonra kimin halife olacağını bizzat açıklıyorlardı. Ancak
Hz. Ebû Bekr’in usûlu ile onlarınki arasında önemli bir fark vardı. O
da, Hz. Ebû Bekr’in, kendisinden sonra halifeliğe akrabası olmayan
birini aday göstermiş ve tayin etmiş olmasıydı. Emevi halifeleri İse,
kendilerinden sonra akrabalarından birini, genellikle oğullarını tayin
ediyorlardı. Bununla da hilâfetin sülâlede kalma usûlü ortaya çıkı­
yordu. Meselâ Muâviye, kendisinin yerine oğlu Yezid’i getirmişti. Ger­
çi bunu yaparken, belli başlı merkezlerin valilerinden, kendisine bir
veliaht seçecek ön seçmen delegelerinin gönderilmesini istemeyi ih­
mal etmemişti. Tabu bu valiler Şam’a, Muâviye’nin istekleri doğrul­
tusunda seçim yapacak kimseleri gönderiyorlardı. Muâviye durumu,
bu delegelere anlatıyor, kendisinden sonra- müslümanlar arasmda
meydana gelecek bölünmelerden korktuğunu ifade ederek oğlu Ye-
zid’ln veliaht olmasını teklif ediyor, onlar da hiç itiraz etmeden ka­
bul ediyorlardı. Yezid'e ilk onayı veren valiler, halifenin neler dü­
şündüğünü bilerek onaylamışlardı. Diğerleri ise bu usûlü körü körü­
ne uyguladıklarından oğlu Yezid’in veliaht seçilmesini gerçekleştir­
mişlerdi. Oysa o zaman, h ıü feliğe Yezid’den daha lâyık, büyük sa-
habiler vardı. Onlar ayrıca Ez. Peygamber ile sohbet şerefine de nail
olmuşlardı. Onlar Yezid'i ona ’lamadılar. Yezid’in hilâfeti döneminde
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi 'e sonuçlanan feci olaylar cereyan et­
ti. îbn Zübeyr’in baş kaldırışı da bu cümledendir.
Muâviye'den sonra Yezid de, babası gibi kendisine oğlu Muâvl-
ye’y i veliaht tayin etmişti. Fakat o kargaşa ortamında halkı yönet­
me gücünü kendisinde görmeyen II. Muâviye, kendi isteğiyle bu gö­
revden ayrıldı. İşlerin daha da kötüleştiği bu sırada hilâfeti gene
Emeviler'den Mervan b. Hakem ele geçirdi. O da kendisinden son­
ra çocuklarından ikisine birbiri arkasından, hilâfeti devir ve vasiyet
etti. Bu iki kardeşten önce Abdülmellk, halife oldu. Böylece Emevî-
ler’de ilk defa iki veliaht aynı anda tayin edilmiş bulunuyordu. (1)

(1 ) İki veliaht tayin edilmesi. İşlerin daha da karışmasına sebep oldu. Çün­
kü bu İki veliahttan biri ötekini ortadan kaldırmak İstiyordu. Bu da.
İkincinin ya bir an önce İş başına gelmek İçin çaba harcadığı hakkın­
da birincisinin vehme kapılmasından veya oğlunu kardeşi yerine, muh­
temelen halifeliğe hazırlanacak kardeşinin oğlu yerine tercih etm e­
sinden İleri geliyordu. Nitekim Abdülmellk. kardeşi Abdulazlz'ln Iş ba­
şına gelmesini kasıtlı olarak geciktirmiş ve oğlu Velld'l veliaht tayin
etmişti. Abdulmellk’ln oğlu Süleyman da Amcazadesi Ömer b. Abdüla-
zlz'l. sonra da kardeşi Yezid b. Abdulmellk'l vellhat tayin etti. Fakat
H İLÂFET 23

Emeviler’de veliaht usûlü hanedanın yıkılışına kadar sürdü.


Emevîler’den sonra Abbasiler de hilâfet konusunda aynı usûlü uy­
guladılar. Fakat Abbasiler zayıflamaya başlayınca bu usûlde de ak­
samalar görüldü. Son zamanlarda işler o kadar çığrından çıkmıştı ki,
yeni bir veliaht seçmeye halifenin ömrü vefa etmiyordu ve bu mer­
halede (Ehl-i Hal ve Akd), işleri eline alıp dilediğini halife seçiyor­
du. Müslümanların hilâfet müessesine olan saygı ve bağlılık gelene­
ği bu kadar köklü olmasaydı, önce Büveyhoğulları’nın sonra da Sel­
çukluların doğrudan başlayan akınları ve bunlara ilâveten Mısır ve
Şam’da güçlenmiş olan meliklerin faaliyetleri karşısında bu müesse­
se kısa zamanda tarihe karışır giderdi.
Nitekim melikler, işleri bu kadar karışan Abbasi hilâfetini ayak­
ta tutmak suretiyle kendileri için halifelerden temsil yetkisi alıyor­
lardı. Hattâ bunlardan, Mısır Memlûklarının üçüncüsü Zahir Bay-
bars, Bağdat’ta Abbasîler’in yıkılışı sırasında, halifeden daha önce
temsil yetkisi alamamış olduğu için, Abbasiler’in torunlarından biri­
nin nesebini ispat sayesinde kendisine halife adına temsil yetkisi ve­
rilmesini sağlamıştı.
Hilâfet müessesesi, bunca olaydan sonra Osmanlılar'a kadar gel­
di dayandı. OsmanlIlar, ayn ayrı mahalli hükümdarlar tarafından
yönetilen İslâm ülkelerinin çoğunu kendi yönetimlerine bağladılar.
Mısır’ı OsmanlI yönetimine bağlayan Yavuz Sultan Selim, aynı za­
manda müslümanların halifesi ünvanmı da aldı. OsmanlIlar, hilâfet
için ayrı bir kural ortaya koydular. Buna göre, hanedamn en büyüğü,
hilâfete vâris sayılıyor ve böylece vâristen vârise devam ediyordu. Ne
var ki, hilâfeti elde etmek için girişilen çabalar bu usûlde de sona
ermedi. Çünkü, bu defa da yaşça küçük olan vârisler, büyükleriyle
ve öteki vârislerle çekişmekten geri durmuyorlardı. Bu yüzden bir
çok üzücü hadiseler cereyan etti. Bunların bir kısmı ölümle sonuç-

Ömer b. AbdUlaziz kendisinden sonra Yezld'ln halife seçilmesine fok


üzülmüştü. Elinden gelse hilâfeti onun hattâ bütlln Emeviler'ln elin­
den uzaklaştırmayı İstiyordu. Yezld önce kardeşi Hlşam'ı. sonra da
oğlu Velld’l veliaht tayin etmişti ama. Hişam dönemi Velld'e fok
kötü bir ortam hazırlamıştı.
Sonra Abbasiler'den hilâfeti ele geçiren es-Seffah oldu, o da kar­
deşi Mansür'u ondan sonra da. amcazadesi İsa b. Mûsa'yı veliaht yap­
tı. Fakat Mansûr. İsa yerine Mehdi'yl seçti. Mehdi ise oğullan Hâdi
ve R eşid i veliaht tayin etti. Hâdi kardeşi R eşid i ortadan kaldırmaya
çalıştı ama, o daha çabuk davrandı. Reşld İse İki oğlundan Em ini,
sonra da Me'mûn'u veliaht tayin etti. Bu İkisi arasındaki çekişme
Emln'ln ölümü He sonuçlandı. İşin garibi, her gelen bir öncekinin
âklbetlnden lb-et almıyordu.
24 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

landı. Bazan öyle oldu ki, yeni hükümdar işe, ailesinden rakibi ola­
cak kardeşlerini ortadan kaldırarak başladı. Bununla beraber İslâm
tarihinde, hilâfet sorumluluğunu en uzun süre taşıyan hanedan da
OsmanlIlar oldu.
Hilâfetin Hz. Ali evlâdına ait olduğuna dair şer’i hüküm bulun­
duğunu savunan ve kendilerine «A li taraftarları» anlamma gelen Ale­
vîler denilen gurubun halife seçme usûlüne de verâset usûlü hâkimdi.
Buna göre en büyük oğul, babasının yerine geçecekti. Bu usûlü, Hz. Hü­
seyin ile vârislerini oniki imama tamamlayan ve «İm âm iyye» veya «İsnâ
Aşeriyye» gurubu diye bilinenler sürdürürdü. İsnâ Aşeriyye gurubu,
Hz. A li’yi ve ondan sonraki aile efradını imam olarak kabul ediyor­
lar ve on iki imam sayıyorlardı. Sonuncusu da ortadan gizlice kay­
bolan Mehdi idi ki, onun âhir zamanda tekrar ortaya çıkacağma
inanıyorlardı.
Bunlardan başka diğer bazı fırkalarm da, hilâfet konusunda ay­
rı ayrı görüşleri vardır. Fakat bu konuyu daha fazla uzatmak iste­
miyoruz. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, Şiîlerin, imamlığı dar
bir çerçeveye hasretmeleri, İmâmiyye mefkûresi etrafında büyük ço­
ğunluğun toplanmasını önledi ve aralarında çeşitli anlayış farkları
ile fırkalar doğmasına yol açtı.
Hilâfet konusunda müslümanlar arasındaki görüş ayrılıkları
daima kuvvete başvurulmasıyla sonuçlandı. Hak sahibi, ancak kuv­
vetliyse hakkını alabiliyor, icra edebiliyordu. Hemen hemen her ha­
life adayı aynı yola başvurmuş, barış ve anlaşma metotlan bir türlü
bulunamamıştır.
Abbasîler döneminde hilâfet konusunu değişik bir açıdan ele alan
İslâm bilginleri, onu bir nevi dinî akide meselesi olarak değerlendir­
diler. Konuyu bu açıdan inceleyen ilk âlimler Şiîlerin görüşüne yak­
laşıyordu. Onlara göre, hilâfet konusundaki görüş ayrılığı, dinî bir
meseleydi. Bu arada, özellikle akide üzerindeki hassasiyetleri ile bi­
linen Mütekellimîn de giderek konuyla ilgilendiler ve bu husus, diğer
dinî meseleler gibi akide tartışması haline geldi.

Bu tartışma altı ana nokta da toplanıyordu:

1 — İmam tayininin vücûbu :


İslâm toplumunun, halk oylaması ile bir imam seçmesi, dinî bir
vecibe midir, değil midir? Çoğunluk bunun gereğine inanıyordu. Mu­
tezile ve Zeydiyye ise, halk oylaması yerine akıl sahibi kişilerin bu
işi yapmasını savunuyordu. Mutezlle’den başka bir gurup da bu iki
şıkkm ikisinin birden uygulanmasından yanaydı. İsmaillyye mensup-
H İLÂFET 25

lanna göre ise, imam ya Allah tarafından seçilir ve Allah'ın ve sı­


fatlarının anlaşılmasına imkân hazırlar, veya İmamiyye'nln dediği
gibi Allah'ın gönderdiği bir imam iş başma gelir ve şeriat hükümle­
rini uygulardı. Haricîler ise, imam seçmenin dinî bir vecibe olmadı­
ğı kanaatindeydiler. Ancak fitne çıktığı zaman bir imam seçilmesinin
gerektiğini savunuyorlardı.
2 — İmamda aranan şartlar ve vasıflar:
Bu şartların bir kısmında ittifak edilirken, bir kısmmda İse gö­
rüş ayrılığı ortaya çıkıyordu. Meselâ, çoğunluğun görüşü imamın Ku-
reyş’ten olması şeklindeydi. Oysa Şia, imameti Haşimiler’e ait bir
hak olarak görüyordu. Ayrıca imamın bütün dini meseleleri bilmesi,
Şia'nın bir kısmına göre mucize ve keramet sahibi olması da aranan
şartlar arasmdaydı.
3 — İmamlığı kesinleştiren şartlar:
Bunun içinde, ya Hz. Peygamber'den bir buyruk, ya mevcut imam­
dan daha sonraki imamın kim olacağı hakkında bir İşaret veya Ehl-i
Hal ve Akd tarafından biat söz konusuydu. Ancak Şia buna karşıydı.
Sonra bu şart biraz daha hafifletilerek, Ehl-i Hal ve Akd’m hepsinin
değil de, bir veya ikisinin onayı yeterli görüldü. Sonra, imamın birden
fazla olması caiz mi, değil mi? İmam’ın azli caiz mi? Caizse ne za­
man caiz olur? gibi sorular da tartışma konusu olmuştur.
4 — Hz. Muhammed’den sonra imamlık kimin hakkıydı? Hz. Ebû
Bekr’in mi, Hz. A li’nin mi?
5 — Hz. Muhammed'den sonra en faziletli müslüman kimdir?
6 — En faziletli bir müslüman varken ondan geride olan bir müs-
lümanın imamlığı caiz midir?
Bazıları hakikaten anlamlı olan bütün bu sorular üzerindeki tar­
tışmalar, pratik hiç bir sonuç getirmiyordu. Çünkü bir çok kalem sa­
hibi kâğıt üzerinde bu konuları hararetle tartışırken, silâhı olanlar
da onları konuşturuyorlardı. Silâh, güç ve iktidar sahiplerinin, bu
tartışmalara hiç mi hiç kulak astıkları yoktu.
Sonuç ola rak şunu söyleyeb iliriz: İslâ m 'd a h ila fe t m eselesi,
siya sî ciheti itib ariyle, bütün m üslüm anların ittifak la beğeneceği
v e savunacağı b ir hal yoluna koyulam am ıştır. Bu durum, müslü-
m a n la r arasın d a bölünm elere v e uzun süreli sava şla ra y o l aç­
m ıştır. Şahsı şahsa, k ab ileyi kabileye, cem aatleri cem aatlere k ır­
dıran derin ihtilâfların kaynağı olmuştur. (Sayfa. 2 5 ,/son)
BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. EBÜ BEKR DEVRİ (11- 13/632-634)

1 — H ALİFE SEÇİLMESİ

Ensar, iki ana kabileye ayrılmıştı: Evs ve Hazrec. Hazrec kabilesi,


sayı bakımından Evs'ten fazlaydı. Benî Sâide’den Sa’d b. Ubâde, En-
sarın reisi durumunda idi. Akabe biatinin yapıldığı gece, Ensarrn
temsilcileri arasmda o da vardı. Sa’d’ın evi, Medine'nin ana caddesin
ne yakındı. Orada halkın özel günlerde toplandığı Sakîfe denilen bir
gölgelik vardı. Hz. Peygamber, vefat ettiği zaman bütün Medine hal­
kına duyruldu ve Evs’ten olsun, Hazrec’ten olsun bütün müslüman-
lar, Hz. Peygamber'e halife seçmek amacıyla Sakîfe’de toplandılar.
Herkesin gözü, Sa'd b. Ubâde'ye çevrilmişti. Onun seçilmesi bekleni­
yordu. O, bu toplantıda bir konuşma yapmış ve Ensaruı, Hz. Pey­
gam beri himaye için yaptıklarım dile getirmiş, bu husustaki mezi­
yetlerini kimsenin inkâr etmemesi gerektiğini söylemişti. (1) O, En-
sarın meziyetlerini sıraladıkça, toplantıda bulunanlar tezahürat ya­
parak kendisini tasdik ediyorlardı. Daha sonra aralarında konuşurken
şöyle bir soru soruldu: «KUreyş'ten olan Muhacirler, Ensartn bu hak­
kım kabul etmez ve, 'biz Hz. Peygamber’in kabilesine mensubuz, onun
yakınlarıyız’ derlerse durum ne olacak?» Bu soruya bir başkası, «O za­
man bizden bir emir, sizden de bir em ir deriz ve başka bir çözüm yo­
luna yaklaşmayız» diye cevap verdi. Fakat Sa’d, bunun bir zaaf ola­
cağını söyledi.
Bu toplantı haberi, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer gibi Muhacirlerin
ileri gelenlerine ulaşınca hemen Beni Sâide Sakife’slne gittiler. Hz.
Ömer, orada daha önce hazırladığı bir konuşma yapmak İstiyordu. Fa­

il) Tabert, I. 1837-183B


28 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

kat Hz. Ebû Bekr buna İzin vermedi. Hz. Ebti Bekr, vakarlı bir in­
sandı. Toplantıda önce o konuştu. Evvelâ Muhacirlerin meziyetlerini
anlattı:
Hz. Muhammed’in davetine ilk uyanların onlar olduğunu, İslâmi­
yet uğruna dayanılmaz meşakkat ve acılara katlandıklarını belirtti.
Arkasmdan sözü Ensara getirerek hizmetlerini yadedip onları da öv­
dü. Meziyetlerini bir bir saydı.
Daha sonra Hz. Peygamber’den, kendisinin de bizzat duyduğu,
« İm am lar Kureyş'tendir» hadisini nakletti ve Ensara hitaben şöyle
dedi:
oE m irler bizden, vezirler sizden olsun. Sizinle istişare yapılma­
dan, fikriniz alınmadan hiç bir konuda karar alınmayacaktır.» (1 )
Hz. Ebû Bekr, sözünü bitirince Ceşm b. el-Hazrec Oğullan’ndan
Habbab b. Munzir ayağa kalktı ve şöyle dedi:
«Ey Ensar! Kendinize hâkim olun. Burada bulunan herkesin si­
zin güvenliğiniz altında olduğunu unutmayın. İtidalinizi bozmayın.
Şunu iyi bilin ki, sizin görüşünüze baş vurmadan halkı ilgilendiren
bir karar alınamaz. Siz şan ve şeref sahibisiniz. Sayıca olduğu gibi,
tecrübenizle de güçlü ve cesur bir toplumsunuz. Bu meziyetlerinizden
dolayı bütün insanlar davranışlarınızı yakından takip ediyor. Aranız­
da ih tilâ fı uzatmayın ki, gücünüz zayıflamasın. Karşı taraf fikrinde
daha fazla direnirse, «Bizden bir Em ir, onlardan da bir Emim tekli­
fin i kabul edelim.»
Bunun üzerine Hz. Ömer, «A ynı anda iki em ir olmaz» diye baş­
layan bir konuşma yaptı. (2) Hz. Ömer, sözlerini bitirince Habbab tek­
rar ayağa kalktı ve şöyle konuştu:
«Ey Ensar! Kendinize hâkim olun, bu adama ve onun gibi konu­
şanların sözlerine itibar etmeyin. Aksi halde bu meselede ulaştığınız
başarının semeresini kaybetmiş olursunuz. Benim sözlerim bu konu­
da derde devadır, kararınızı ona göre verin » dedi. Sonra Hz. Ömer ile
tartışmaya koyuldu.
Bu tartışmadan sonra Ebû Ubeyde söz aldı:
«Ey Ensar! Siz İslâm için, Allah’ın elçisine ilk yardım ve desteği
başlatan kimselersiniz. Şimdi, bunun tersini yapıp herşeyi alt-üst et­
meyin.»
Daha sonra Hazrec kabilesinden, Zeyd b. Mâlik Oğulları’ndan Be-
şir b. Sa’d söz aldı ve şöyle dedi:

U) Taberî. I. 1839-1840
(2) Taberi. I. 1841 vd.
HZ. EBÛ BEKR (R A .) DEVRİ 20

«Ey Ensar! Biz bu din uğruna canlarını ve mallarını ortaya ko­


yan ilk mücahitleriz. Bu bir gerçek. Ancak bunu sırf Allah m ası ve
Rasûlü’ne itaat için yaptık. Bunu insanlara karşı daha fazla bir övün­
me vesilesi yapmanız yakışmaz. Bu hizmetleri dünyada maddi bir ka­
zanç elde etmek için yapmadık. Allah, bizi mükâfatlandıracaktır. Şu­
nu iyi bilmiş olun ki, Hz. Muhammed Kureyş kabilesindendir ve Ku-
reyş kabüesi onun halifesi olma hakkına bizden daha çok lâyıktır. Ye­
m in ederim ki onların bu haklarını tartışmayacağım, siz de Allah’tan
korkun ve onlara daha fazla karşı çıkmayın» d e d l.(l) Beşîr b. Sa’d'ın
konuşması, Ensar üzerinde müspet tesir uyandırdı ve İkna olmalarını
sağladı.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr ortamı uygun buldu ve Hz. Ömer’
le Hz. Ebû Ubeyde’yi öne sürerek: «İşte Ömer, işte Ebû Ubeyde; han­
gisini istiyorsanız biat edin» dedi. Fakat Hz. Ömer’le, Hz. Ebû Ubeyde
bunu kabul etmediler. «Y em in ederiz ki sen varken biz kendimizi bu
işe sokmayız, çünkü sen M uhacirlerin en büyüğüsün. Hicret esnasında
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile mağarada yalnız kalan, hastalığında namaz
için ona vekâlet edensin, asil sen elini uzat, biz sana biat edelim•> de­
diler ve ilk defa Hz. Ömer, Ebû Bekr’e biat etti, ardından Ebû Ubeyde
biat etti.(2) Daha sonra Beşir b. Sa’d biat etti.(3) Bunu gören Hab-
bab, Beşir’e, «Amcazadeni kıskandın m ı? » dedi. O da, «Hayır, ben sa­
dece Allah’ın bir kula verdiği hakka itiraz etmekten çekindim» ceva­
bını verdi.
Sa'd b. Ubâde’nin halife seçilmesi İçin, Hazrec kabilesinin gayret­
leri ve Beşir b. Sa’d’ın hilâfetin Kureyş’den birisine verilmesi yolun­
daki tavrı karşısında, aralarında temsilcilerinden Useyd b. Hudayr’m
da bulunduğu bir gurup Evsli şöyle konuştular. « Şayet halife bir kere
Hazrec kabilesinden seçilirse, Hazrec’in Evs’e karşı üstünlüğünün önü
bir daha alınmaz ve hilâfet bir daha bize geçmez. O halde biz de he­
men Ebû Bekr’tn halifeliğini tanıyalım ve ona biat edelim.» (4 )
Sa’d b. Ubâde ile Hazrecliler, daha önce yaptıktan hazırlıkların
netice vermediğini gördüler. Halk kafileler halinde Hz. Ebû Bekr’e
biat etti. Hattâ Sa’d b. Ubâde’ye de bu konuda baskı yaptılar.
Ebû Bekr’e sadece Hz. Ali ve aile efradı, biat etmemişti. Onlar,
Hz. Peygamber’in defin hazırlığıyla meşgul oldukları için, Saklfe'de
bulunamamışlardı.

(1) Kalhatî, 60
(2) İbn Hlşam, IV, 335-339
(3) Taberl, I, 1642 vd.
(4) Taberl, I, 1643-1844
30 doğuştan günümüze BÜYÜ K İSLÂM T A R İH İ

H z. Ebû B e k r 'in h a life liğ i b ö y le ce g erç e k le ş ti. Z a te n o s ı­


ra d a sah aben in h em en hem en hepsi M e d in e 'd e idi. Sadece H z.
A li, ze v c e s i H z. F â tım a v e fa t e d in ceye k a d a r H z. Ebû B e k r 'e
b îa t etm ed i. H z. A li'n in b îatm d a b öy lece a ltı a y lık b ir gecik m e
oldu. H z. Ebû B e k r 'e H z. A li, ze v c e s i H z. F â tım a 'm n v e fa t ın ­
dan k ıs a b ir 6 ü re son ra h a ber g ön d ererek k en disine b îa t edece­
ğ in i b ild ird i v e bunu n için b ir za m a n v e bu lu şm a y e r i İstedi.
F a k a t b u lu şm a ya te k b aşm a gelm esin i İstiyord u . Bunun sebebi
H z. Ö m e r 'e k ırg ın oluşuydu. M e s e le y i d u y a n H z. Ö m er, Ebû
B e k r 'e y a ln ız g itm em esin i söyledi. F ak at H z. Ebû B ek r, « O n ­
lar beniz güvenliğim için tehlike d e ğ ild ir» dedi v e te k b a ş m a Ehl-1
B e y t 'i z iy a r e te gitti. H z. A li ona, « H o ş g e l d i n , » d ed ik ten son­
r a Şöyle konuştu: « S e n in faziletini kabul ediyoruz. A lla h 'ın sana ba­
ğışladığı lütuflan kıskanmıyoruz. Ancak sen bu meziyetlerini bize karşı kul­
landın. Halbuki biz Hz. Muhammed'in yakınlan olduğumuz için kendi­
mizi hilâfete daha yakın g örü y ord u k .» (1) H z. A li, b u n la rı s ö y le r ­
k en g ö z le r i dolm uştu. Ebû B ek r ona ş ö y le c e v a p v e rd i: « S e n in
Ehl-i Beyt'ten oluşun benim bütün meziyetlerimden daha ü s tü n d ü r .»

Bu konuşmalardan sonra Hz. Ali, Hz. Ebû Bekr’e bîat İçin öğle
namazından sonra zaman tayin etti. Hz. Ebû Bekr namazdan sonra
minbere çıktı, Hz. A li’nin meziyetlerini birer birer anlattı, bîata geç
kalışım ve haklı mazeretini dile getirdi. Hz. A li de bir konuşma yap­
tı. Hz. Ebû Bekr’in meziyetlerini inkâr etmediğini, fakat halife se­
çiminin aceleye getirilmesini doğru bulmadığı için kendisine kırgın
olduğunu anlattı. Bu açıklamaları dinleyen müslümanlar iki tarafı
da anlayışla karşıladılar. Hz. A li’yi, meseleyi barışla halletmesinden
dolayı tebrik ettiler.

H z. E b û B e k r ’in İlk Hutbesi:

Hz. Ebû Bekr, halife seçimi tamamlanınca minbere çıkarak bir


hutbe okudu: ( 2 )
« Ey insanlar! Size halife oldum, ama bu, sizden daha hayırlı ol­
duğumu göstermez. İdaremde isabetli olduğum sürece bana yardım
edin. Doğruluktan ayrılırsam beni düzeltin. Doğruluk emanet, yalan­
cılık hıyanettir. İçinizde zayıf olan, hakkını alıncaya kadar benim ya­
nımda kuvvetlidir. İçinizde kuvvetli olansa, ondan başkasının hakkı­
n ı alıncaya kadar zayıftır. B ir m illet, Allah yolunda cihattan vazge­
çerse Allah’ın gazabına uğrar, perişan olur. B ir m illette kötülük yay­

ıl) Taberl. I. 1826


(2) Bu hutbeden sonra, her halife seçiminin arkasından bir hutbe okumak
dini bir gelenek haline gelmiştir.
HZ. EBÜ BEKR (R.A.) DEVRİ 31

gm ve revaçta olursa Allah o milleti belâya düşürür. Allah ve Rnsûlü'


ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Bu itaatten ayrılırsam artık
sizin üzerinizde itaat görevi kalmaz. Buyurun namaza kalkalım, A l­
lah’ın rahmeti üzerinize olsun.» (1 )
Hz. EbA Bekr’in hutbesi, hilâfeti süresince takip edeceği siyase­
tin bir nevi özetiydi. Günümüzdeki anlamıylp bir hükümet progra­
mıydı. Özellikle bu hutbe, müslümanlann yönetimi denetleme hürri­
yetini, garanti altına alıyordu. Onlara taahhütte bulunarak hilâfetin
İslâm şeriatını uygulama makamı olduğunu vurgulamış, bu temel gö­
rev yerine getirilmediği takdirde kendisine itaatin gerekmediğini be­
lirtmiş, bu arada müslümanlara hatalarını düzeltme yetkisini vermiş­
ti. Ayrıca İslâm'ın başarıya ulaşması için, İslâm toplumunun ilk görevi
olan Cihad’m gereği ifade edilmişti.

2 — K IS A BİYOGRAFİSİ
Hz. Ebû Bekr, Ebû Bekr b. Ebı Kuhâfe künyesi ile tanınır. Teym-
oğulları’ndan Mürre b. K â’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr’in oğludur. Anne­
si ise Ümmü’l-Hayr, Sülemî binti Sahr b. Am ir’dir. F il hadisesi yılların­
da dünyaya gelmiştir.
Gençlik yıllarını, üstün bir ahlâk nümûnesl olarak geçiren Hz.
Ebû Bekr, halkın dertlerine ortak olur, yoksullara yardım ederdi. Ku-
reyşliler arasında büyük bir itiban vardı. Çünkü Kureyş’in geçmişi
hakkında başkalarının bilemediği «Neseb» bilgisine sahipti. Hz. Mu-
hammed’in nübüvvetinden önce de O’nun sâdık bir dostuydu. Peygam­
berlik şerefi ile şereflenen Hz. Muhammed’in çağrışım ilk kabul eden
Ebû Bekr’di. Onun için Hz. Peygamber şöyle demişti: «K im i İslâm’a
çağırdımsa reddetti. Fakat Ebû Bekr, hiç tereddüt etmeden çağrımı
kabul e tti.»
İslâm’a girenlerin çoğalmasında da Hz. Ebû Bekr'in payı büyük
olmuştur. Müşriklerin müslümanlara eziyetleri artınca Habeşistan’a
hicret etmek istemiş, fakat İbnu’d-Duğunne adındaki Mekkeli, onu
himayesi altına aldığını belirterek hicretine mani olmuştu. İbnu’d-Du­
ğunne, namazlarım alenen kılmaması şartıyla onu Kureyş’e karşı ko­
ruyacağını bildirmişti. Ancak Hz. Ebû Bekr, bu ağır şarttan kurtul­
mak için İbnu’d-Duğunne’nin himayesini reddederek öteki müslüman-
lar gibi zorluklara göğüs germe kararını verdi. Mekke'den Medine'ye
hicret söz konusu olduğunda Hz. Peygamber bu şerefi ona tevcih et­
ti. Mağarada «İkinin İkincisi» oydu. Hicretin zor şartlarında, Hz. Pey­

di İbn Hlşam, IV. 340-341: Taberi, IH . 203


32 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

gamber’in sıkıntılarım paylaşarak «ikinin İkincisi» diye İslâm tarihi­


ne maloldu. Hicretten sonra da Hz. Muhanuned’in yanından hiç ay­
rılmadı. Tebiik savaşmda bayrağı taşıdı. Hicretin dokuzuncu yılında,
Hac kafilesine başkanlık yapması için Hz. Peygamber tarafından gö­
revlendirildi. Nihayet Hz. Peygamber, hastalandığı zaman, sahabeye
namaz kıldırması için onu vekil tayin etti.
Hz. Ebû Bekr İslâm’dan önce Benî Âm ir kabilesinden Abdu’l-Uz-
zâ'nın kızı K atile ile evlenmişti. Ondan Abdullah ve Zübeyr b. Av-
vam’la evlenen Esmâ dünyaya geldi. Yine İslâm’dan önce, Beni Ga-
nem kabilesinden Âm ir’ln kızı Ümmii Rumân ile evlenmişti. Ondan
da Abdunahman ve Hz. Peygamber’e hayat arkadaşlığı yapan Hz.
Alşe dünyaya geldi. İslâm'dan sonra da, Cafer b. Ebî Tâlib’ten dul
kalan Âmiş’in kızı Esmâ ile evlendi. Ondan da Muhammed dünyaya
geldi. Yine İslâm'dan sonra Hazrec kabilesinden Harice b. Zeyd'in
kızı Habibe ile evlendi. Ondan da kendisinin vefatından sonra Ümmü
Külsüm adlı kız çocuğu olmuştu. Böylece Hz. Ebû Bekr’in üç erkek,
üç kız çocuğu vardı.

3 — AH LA K I

Her büyük insanın, adı anıldıkça insanlar arasında yad edilen bir
meziyeti olur. Hz. Ebû Bekr’in en büyük meziyeti azim ve merhame­
tiydi.
Azim, bir insanın enlne-boyuna düşündükten sonra, bir işe karar
verdiği zaman, bir daha dönmemesi demektir. Bu azimdir ki, yoluna
sıradağlar çıksa onu yarıp geçme iradesini gösterir. İşte Ebû Bekr
böyledir.
Merhamete gelince, insan vicdanının hassas oluşudur ki, tersi
acımasızlıktır. Merhametli bir insan, düşman bile olsa, bir kimseye
isabet eden herhangi bir musibet karşısında üzüntü duyar, acıma duy­
gulan harekete geçer.
İşte bu iki meziyet, halkın yönetimini üstlenen kişide ruhî bir
denge oluşturur. Sonsuz acıma duygusu insanı davranışlarında tered­
düde sevkeder. Azim İse o tereddüdü yenmeyi sağlar.
Hz. Ebû Bekr’in bu azmine,,4lik defa Hz. Peygamber’in hastalı­
ğından önce görevlendirdiği Üsâme b. Zeyd komutasındaki orduyu
onun vefatından sonra Şam dolaylanma göndermek söz konusu olduğu
zaman şahit oluyoruz.
HZ. EBÛ BEKR <R_A.) DEVRİ 33

, 4 — ÜSÂME ORDUSUNUN SURİYE’YE GÖNDERİLMESİ


Hz. Muhammed, hastalığından bir süre önce Şam dolaylarında bu­
lunan Mûte’de Zeyd b. Harise ve arkadaşlarının şehit edildiği bölge­
ye göndermek için bir ordu hazırlamıştı. Bu gurubun içinde, Hz. Ebü
Bekr, Hz. Ömer gibi ileri gelen bazı sahabîler de bulunuyordu. Ordu
henüz yola çıkacağı sırada Hz. Peygamber hastalandı. Üsâme, bu du­
rumda yola çıkmaktan vazgeçip Medine çıkışında bir yerde beklemek
zorunda kaldı. Hz. Peygamber, bu hastalığın ardından lrtlhal etti. Hz.
Ebû Bekr, halife seçildi. Tam bu sırada Araplardan bazılarının İs­
lâm'dan döndüğü haberi yayıldı. Şam’a gönderilecek ordunun yola
devamı söz konusuydu. Fakat bu olaylar üzerine ordunun gönderil­
mesinden vazgeçilmesini veya tehir edilmesini teklif edenler oldu. Ga­
yeleri, İslâm’dan dönenlerin İslâm düşmanlarına katılma İhtimali kar­
şısında miislümanlann zayıf kalmamaları İçin gerekil tedbirin alm-
masıydı. Fakat Ebû Bekr, bu teklifi şiddetle reddetti ve ne pahasına
olursa olsun ordunun yola çıkmasında ısrar etti. Eğer bu olaylar kar­
şısında tereddüt etmiş olsaydı; halkın gözünde, daha hilâfete seçil­
diğinin ertesi günü, Hz. Peygamber’ln, hem de ısrarla emrettiği bir
görevi İhmal etmiş olacaktı. Kaldı ki bu görevin yerine getirilmesi
için Hz. Muhammed hasta yatağında ısrarla tenblhte bulunmuştu.
Sonra bu ordunun başına Üsâme’den daha yaşlı birinin getirilme­
si teklif edildi. Ebû Bekr, buna da şiddetle itiraz etti ve: «Rasûlullah'
m tayin ettiği birini Ebû Bekr azletsin, olur m u hiç?* dedi. Hz- Ömer,
Ensardan bazı kimselerin böyle düşündüğünü söyleyince, onunla da
tartıştı. Sakalından tutup, «Anan öle Öm er! RasûluUah’m seçtiği bir
heyet başkanmt benim almamı nasıl istersin?» dedi. Ayrıca bu birlik­
te Hz. Ömer de vardı. Fakat mevcut şartlar karşısında Önler 1in Me­
dine’de bulunması gerekiyordu. Ebû Bekr, bu hususta Suriye’ye gide­
cek ordunun komutanına baskı yapmak yerine, «Ö m er’in bana yar­
dımını sen de uygun görürsen onu burada bırakabttirstn» dedi. Bunu
yapmakla kendi nüfuzunun yanında başka^hirlnln nüfuzuna da say­
g ı örneği veriyordu. Aslında, Hz. Üsâme’nln komutanlığı, Hz. Pey­
gamber tarafından tensip buyurulmuş bir yetki olarak kendi yetki­
sinin üstünde idi. Çünkü Hz. Mühaihmed (s.a.v.) sağlığında bu ordu­
nun gönderilmesini, Hz. Ebû Bekr’ln titizlikle takip etmesini İstemiş­
ti. Bunun için Hz. Üsâme'nin bu yetkisini ihlâle yanaşmadı. Hz. Ebû
Bekr, bu orduyu uğurlarken kendilerine şu nasihatte bulundu:
«Dâvânıza ihanet etmeyin. Savaşta bile insaftan ayrılmayın. Ço­
cukları, yaşlıları, kadınlan öldürmeyin, zulmetmeyin, hurma ve diğer
meyve ağaçlannı, koyun, keçi ve diğer hayvanlan yemenin dışında bir
amaçla kesmeyin, telef etmeyin. Kiliselerde ibadete çekilenlere rastlar-
F .: 3
34 doğuştan günümüze B Ü YÜ K ÎSLÂM T A R İH İ

sanız onları ibadetleri ile başbaşa bırakın. Size yiyecek, içecek ikram
edilirse «Bismillâh» demeden yemeyin, içmeyin. Kafalarını şeytan yu­
vası haline getirenlerin başlarını ise bismillâh kılıcı ile uçurun.» (1 )
Üsâme, ordusuyla birlikte bu nasihatlan dinledikten sonra yola
çıktı. Kuzâaiıların bölgesine bütün gücüyle hücum etti. Oradakilerin
kalplerine korku saldı. Ordusuyla orada kırk gün kaldı. Büyük bir
ganimetle geri döndü. Bu ordunun Suriye seferi İslâm İçin çok ya­
rarlı oldu. Çünkü oradaki İslâm düşmanlan arasında şöyle bir inti­
ba bırakıldı: Müslümanlar güçlü olmasalar buraya kadar ordu gön­
deremezlerdi.

5 — RİDDE O LAYLAR I
Hz. Ebû Bekr’in azmini ispatlayan başka bir örnek de İslâm ta­
rihine «Ridde olayları» diye geçen, dinden dönüş hareketleri karşısın
da aldığı tavırdır.
Daha önce kısaca temas ettiğimiz gibi, Yemen ve Necid dolayla­
rındaki Araplardan bir kısmı İslâm’a girdikleri halde, henüz tamamen
dine ısmmamışlardı. Bu durum, Kur’an-ı Kerim ’ln Hucurat sûresin­
de şöyle ifade edilmektedir:
«Ey Muhammedi Bedeviler: ‘Biz iman e ttik derler. Sen onlara
şöyle de: ‘Hayır! İman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin.
Çünkü iman henüz kalbinize girm em iştir3.» (2 )
Bedevi Arapların durumu bundan ibaretti. Müslüman görünme­
lerine rağmen İslâm henüz kalblerine yerleşmemişti. Bunlar, Hz. Mu-
hammed’in vefatını fırsat büerek İslâm'ın farz kıldığı ibadetleri, özel­
likle zekât vermeyi reddettiler. Bu karışık ortamdan istifade etmek
isteyen bazıları ise peygamberliklerini ilân ederek, aldattıktan kim­
seleri peşlerine taktılar. Böylece, İslâm’dan dönen ve kendilerine «mür-
tet» denilen bu Araplar iki gurupta toplanıyordu:
1 — Zekât ödemek istemeyenler,
2 — el-Mütenebbinin denilen sahte peygamberlerin peşine takı­
lan ve «R afizi» diye isimlendirilenler.
Yemen ve Necid bölgesindeki Araplan tesir altma alan bu olay­
ları bastırmada, Hz. Ebû Bekr’in azim ve İradesi büyük rol oynamıştı.
Bu olaylarla ilgili haberler kendisine ulaştığı zaman, Üsâme ordusu
Suriye’den dönünceye kadar sabretti. Çünkü bu ordu, müslümanlarm 1 2

(1) İbnü'l-Eslr. el-K âm ll f l ’t-Tarlh, II. 138


(2) Hucurât sûresi, âyet 14
HZ. EBÛ BEKR (R A ) DEVRİ 35

önemli bir askeri gücüydü. Medine dolaylarmdakl Abs ve Zübyanoğul-


lan da bu güce saldırmayı plânlıyorlardı. Fakat bu güç sağ salim
Medine’ye ulaşınca Hz. Ebû Bekr Medine’de, Üşâme’yl kendi yerine
alıkoydu. Bununla, Suriye’den gelen ordunun dinlenmesini İstiyordu.
Aynı zamanda kendisi de Abs ve Zubyan’a taarruza hazırlanıyordu.
Yanına yedek askerleri ve Medine muhafız birliğini almıştı. Bu sıra­
da bazı müslümanlar Ebû Bekr’e şöyle dediler:
«E y Peygamberin, halifesi, böyle bir î avaşta kendini bizzat tehli­
keye atman doğru değil. Ordunun disiplini henüz zayıf. Yaralanırsa­
nız yerinize geçecek başka bir kimse yok. Ordunun başında başka biri­
n i gönderin, o yaralanırsa, yerine bir yenisini gönderirsiniz.»
Fakat Hz. Ebû Bekr, olanca azmiyle bu teklifi reddetti ve, «Valla­
hi bunu yapmam ve sizinle eşit olduğumu ispat ederim» dedi. Hazır­
ladığı askerle yola koyuldu. el-Rebze ve el-Abrak’ta düşmanla karşı­
laştı. Savaşa başladılar. Abalıları yenilgiye uğrattı ve Şair el-Hatia’yı
esir aldı. Hz. Ebû Bekr, el-Abrak’ta günlerce kaldı. Daha sonra Zubyan-
oğullan’m da yendi. O çevrede, mü&lüman askerlerine at yetiştirmesi
İçin bir de mera (otlak) kurdurdu. Bundan sonra Hz. Ebû Bekr Me­
dine'ye döndü. Bu sırada Üsâme ordusu dinlenmişti. Bu orduyla Me­
dine’ye bir konak mesafede bulunan Zu'l-Hassa’ya yürüdü. Medine’
nln emniyeti için, Necld İle Medine araşma bir askeri birlik yerleştirdi.
Bundan sonra İslâm orduları on bir birlik halinde on bir komu­
tan yönetiminde mürtetlere karşı savaşmak için şu yörelerde görev
bölümü yaptılar:
1 — Hâlid b. Velid, önce Buzaha bölgesindeki, Tuleyha b. Hu-
veylid üzerine yürüdü. Onu mağlub ettikten sonra Batâh’takl Mâlik
b. Nüveyre’ye yöneldi.
2 — İkrime b. Ebî Cehil, Yemâme’de başkaldıran Müseyleme-
tü'l-Kezz&b üzerine gönderildi.
3 — Şurahbil b. Hasene, İkrime b. Ebî Cehll’in arkasından gön­
derildi.
4 — Muhâcir b. Ebî Ümeyye, San’a’dakl Esved el-Ansî üzerine,
5 — Huzeyfe b. Mıhsan, Uman’daki Debâoğullan üzerine,
6 — Arfaca b. Herseme, Mehreoğullan üzerine,
7 — Suveyd b. Mukarrln, Yemen Tihame'slne,
6 — Alâ b. Hadramî, Bahreyn’e,
9 — Tarife b. Hâclz, Beni Süleym ve Hevâzbı’den onlarla birlik­
te hareket edenler üzerine,
10 — Anır b. el-As, Kuzâa üzerine,
11 — Hâlid b. Saîd, Şam yöresine görevlendirildiler.
36 doğuştan gtlnUmüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Hz. Ebû Bekr, orduyu bu şekilde düzenledikten sonra bölgelerine


hareket emri vermeden önce mürtet Araplara birer mektup gönder­
d i ğ i ) Mektuplarda besmele ve Hz. Peygamber’in vefatını hatırlattık­
tan sonra şöyle diyordu :
«Aranızda dininden dönenlerin olduğunu öğrendim. Allah'a karşı
kibirlenen, şeytana uyan, nefsine aldanan cahiller için K u r’an-ı K e­
rim'de şöyle buyuruluyor:
‘Ey Muhammedi Sen insanlara Âdem'le İblis’in kıssasını hatırlat.
Hani bir zaman Biz M eleklere: «Âdem’e ihtiram secdesinde bulunun»
demiştik de İblis'in dışında bütün melekler secde etmişlerdi. Cinler­
den olan İblis ise Rabbinin, emrinden çıkmıştı. Beni bırakıp İblis’i
ve soyunu dostlar m ı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanmız­
dır. Zalim lerin Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinmeleri ne kötü bir m ü­
badeledir13 2
.(2 ) ‘Şüphesiz ki şeytan, sizin düşmanmızdır. Siz de onu düş­
man edinin. O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya
ç a ğ m f .(3 )
Üzerinize filân komutasında Muhacir, Ensar ve diğer m ü’m inler-
den oluşan bir birlik gönderiyorum. Verdiğim em ir gereğince; Allah
yoluna davet edilmeden kimse ile savaşılmayacak, kimse öldürülme­
yecek. Bu davete uyup da yeniden müslüman olanlara iyi muamele
edilecek, fakat uymayanlara ateşte yakılmak dahtt, savaşın bütün ku­
ralları tatbik edüecektir. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar müstesna, hiç
kimseden İslâm’a uymanın dışında herhangi b ir teklif gelmesin. Bun­
lara olumlu cevap verene ne m u tlu ! Aksi halde Allah âciz değildir.
Bu em rim i elçilerim ilân edecektir. Onların Hânı ezanla başlayacak­
tır. Ezan okunduğu zaman saygı gösterenin, davetimize uyanın tes­
cili yazılı olarak yapılacaktır.»
Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre, hilâfet makamından
topluma yöneltilen ilk emir budur.
Öte yandan Hz. Ebû Bekr, komutanlara da birer talimat dağıttı.
Onlara şu direktifleri verdi:
«Rasûlullah’m halifesinden, Ridde savaşına komutan tayin edi­
len filâna, bu savaşta uyması için özel talim attır:
1 — Gizli ve açık, her davranışınızda Allah'tan korkunuz.
2 — Allah için yapılan savaşta azimli olunuz. Allah’ın em rini
tanımayanlarla savaşınız.

(1) Taberi, m , 227


(2) Kehf süresi, âyet 50
(3) Fâtır süresi, ayet 6
HZ. EBÛ BEKR (R.A.) DEVRİ 37

3 — Savaştan önce İslâm'a davet edinti. Davete uyan güvenlik


altına alınacaktır. Uymayana ise savaşın bütün gerekleri uygulana­
caktır.
4 — Savaşta herkese, her şey açıklanacak, lehte ve aleyhte olan­
lar düşmana bildirilecek, üzerinizde vebal kalmayacaktır.
5 — Allah'ın emrini kabul edenlere kolaylık gösterilecek, ancak
Allah'a küfredenlerle savaşılacaktır.
6 — Davete uyduğunu açıklayanın gizli niyet ve emelleri varsa
bu, onunla Allah arasındaki bir tştir. Bu, Allah'a havale edilecektir.
7 — Savaşta elde edilen ganimetlerin beşte birini Beytü’l-M ûl’e
(D evlet Hâzinesi) ayırıp, kalanını müslümanlara eşit şekilde taksim
edinti. Ganim eti pay etme esnasında hakkaniyet ölçülerine titizlikle
uyunuz.
8 — Müslümanlara her hal-ü kârda iyi davranın. Durum ları ile
yakından ilgilenin. Müslümanlar arasında sevgi tohumlarının yeşer­
mesi için elinizden geleni yapın.»

a) Hz. Hâlid b. V elid’in Yalancı Peygam ber Tuleyha


Üzerine Yürümesi:

Tuleyha; Esed b. Huzeyme Oğullan'ndandır. Hz. Peygamber’in


Veda haccmdan sonra hastalandığını duyunca peygamberlik iddiası­
na kalkıştı. Hz. Muhammed'ln peygamberliği, nasıl Kureyşlilerl Arap-
lar arasında farklı bir mevklye yükseltmişse, kendisi de Esedoğulları
için aynı şeyi düşünüyordu. Nitekim Esedoğullan’nı kendisini pey­
gamber olarak tanımaya çağırdı. Onlar da kabul ettiler. Ayrıca Esed-
oğullan'yla aralarında antlaşma bulunan Tay kabilesi de Tuleyha'yı pey­
gamber olarak tanıdığını bildirdi. Bir kısım kabile büyükleri dışında
Gatafan kabilesi de onlara katüdı.
Tuleyha, karargâhım, Necid bölgesinde, Tay kabilesine ait bir su
kenarı olan Buzaha’da kurmuştu.
Kabile büyüklerinden biri olan Adiy b. Hatem et-Tai, o sırada Me­
dine’de bulunuyordu. Hz. Ebû Bekriden kabilesine gitmek için izin is­
tedi. O da izin verdi. Kabilesine vardığında onların ileri gelenleriyle
konuştu. Hâlid b. Velid’in büyük bir ordu ile üzerlerine geldiğini, gir­
dikleri yanlış yoldan dönmelerini istedi. Onlar Adiy’e, Hâlid’den ken­
dileri için önce eman almaşım, şu anda Tuleyha'ya karşı olduklarım
açıklarlarsa, Tuleyha’mn onlara kötülük yapacağım söylediler.
Hâlid, Necid yakınlarına gelince Adiy onu karşıladı. Adiy, Hâlid
b. Velid’e, « Bana üç gün müsade et, sana beş yüz cengaver getireyim.
36 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM TA R İH İ

Onlarla düşmanına saldır» dedi. Hâlld de öyle yaptı. Adiy, kavmine g i­


derek durumu bildirdi. Onlar da arkadaşlarına haber salıp toplandılar.
Bu arada Buzaha'dan gelerek İslâm’a yeniden girenler oldu. Adiy, bü­
tün olup bitenleri Hâlid’e bildirdi. Bu arada aynı faaliyetler içinde
bulunan Cedile de, bin savaşçı ile İslâm ordusuna katıldı. Bu kuvvet­
le Hâlid, Buzaha’ya yürüdü. Şiddetli bir savaş oldu.
Uyeyne b. Hısn el-Fezari kendi saflarmdaki çözülmeyi farkedince,
tanınmamak için elbiselerine bürünerek, gizlice Tuleyha’mn yanına
kaçtı. Tuleyha’ya, «Başımıza gelenleri görüyor musun? Z ü n n û n (l) sa­
na bu hususta bir haber getirdi m i? » diye sordu. Tuleyha, «E v e t» dedi.
Ve şunları nakletti:
«B ir gün gelecek düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıcı aley­
hine olsa da, sonuçta sen kazanacaksın. Değirmen gibi insan öğüten
kanlı bir savaş... Ve işte unutamayacağın bir söz.»
Uyeyne de kızarak yeminle, «A l sana unutamayacağın bir söz!..»
deyip kabilesine döndü ve şöyle dedi; «Ey Fezaraoğulları! Bu adam bir
yalancıdır.» Fezaraoğullan’nın desteğini çekmesiyle zayıflayan Tuley­
ha’mn ordusu bozguna uğradı. Tuleyha ise kaçarak canını zor kurtar­
dı.
Hz. Ömer zamanında, müslüman olarak gelen Tuleyha’ya Hz.
Ömer: «A llah adına yalan söyleyerek, ‘Allah sizi mahcup etmez, onu
daima anın, zira köpük açıktadır’ diye vahiy uyduran yalancı» deyin­
ce Tuleyha: «E y M ü ’m inlerm E m iri! O, İslâm’ın yıkmış olduğu fitn e ­
lerdendi. Geçmişteki bu tü r davranışlarımdan dolayı beni cezalandır­
m a » dedi.

b) Beni Temim ve M âlik b. N üveyre :

Hz. Peygamber, Zebirkan b. Bedir, Kays b. Âsim, Veki b. Mâlik,


Mâlik b. Nüveyre gibi bazı kişileri Temim kabilesinin başına sorumlu
olarak görevlendirmiştir. Hz. Muhammed’in vefatmdan sonra bunlar­
dan bazıları, bağlılıklarını sürdürdüler ve Hz. Ebû Bekr'e zekât gön­
dermeye devam ettiler. Mâlik b. Nüveyre gibi bazıları da zekât gön­
dermekten vazgeçtiler. Üçüncü bir gurup da, zekât gönderip gönder-
memekte mütereddit kaldı. Bu farklı tavır onları birbirine düşürdü.
Anlaşmazlık sürerken Secah blnti Hâris isimli kadın kendileriyle temas
kurdu. Secah ve babası, Beni Tağlib kabilesi İçinde yaşamakla bera­
ber Temîm ’den Beni Yerbû'a mensup idiler.

(1) ZUnnûn. Tuleyha'nın İddiasına göre, kendisine vahiy getiren melektir.


Uyeyne. Tuleyha'ya «Melek sana bir vahiy gelirdi m İ?» diye soruyordu.
HZ. EBÛ BEKH (H.A.) DEVRİ 39

Secah, peygamberlilc iddiasında bulundu ve kendisine inanan Tağ-


lib hristiyanlanndan büyük bir kalabalığı arkasına alarak Hz. Ebû
Bekr’le savaşmak üzere yola koyuldu. Beni Temim bölgesine geldiği
zaman. Beni Yerbû kabilesinin reisi olan Mâlik b. Nüveyre'ye elçi gön­
dererek kendisine katılmasını istedi. Mâlik b. Nüveyre, Ebû Bekr’le sa­
vaşma kararından dolayı onu överek yardım vadinde bulundu. Ancak
Secah’a önce kendisine karşı olan Temim kabilesinin bazı kollarıyla
savaşmak gerektiğini söyledi. Secah, bu arada Mâlik b. Hanzale Oğul­
larının reisi Veki’ b. Mâlik’e de elçi göndererek yardım İstedi. O da
yardım vadinde bulundu. Veki, Mâlik ve Secah birlikte hareket edip
savaşa başladılar. Yalnız Temimlilerden, önce hangisiyle savaşacakla­
rı konusunda tereddüt içindeydiler. Secah onlara cesaret vermek İçin
şöyle konuştu: «Süvarileri hazırlayın. Katliama hazır olun. Size uy­
mayanlara saldırın, kimseye acımayın...»
Böylece Temim kabilesinde panik baş gösterdi. Secah, onları bu
durumda bırakarak adamları ile birlikte Yemâme'ye gitti. Yemâme'
de bulunan Museylemetü’l-Kezzab el-Hanefi telâşa kapıldı ve Secah
ile anlaşma yaptı.
Bu s ıra d a H âlld b. V e lid 'ln Y e m â m e 'y e g e ld iğ in i d u y a n
Secah v e d iğ e r İslâm d ü şm an lan k o rk u y a k a p ıld ıla r v e g e r i çe­
k ilm e k zo ru n d a k ald ıla r. Mfi.Uk b. N ü v e y r e , p iş m a n olm uş v e
n e y a p a c a ğ ın ı şaşırm ıştı. T em im k ab ilesin in d iğ e r İle r i gelen le­
r in in d u ru m la n da on d an fa rk s ızd ı. A n c a k k ab ile b ü y ü k le rin --
d en b a z ıla n , açık ça p iş m a n lık la rım b e lirte r e k H âlld b. V e lld 'e
z e k a t gön d erd iler. M â lik İse, B en î Y e r b û 'n u n d ağ ıtılm a sın ı em ­
r e tti. N ite k im H â lld b. V e lld e l-B a tâ h 'a g e ld iğ in d e o r ta lık ta
k im s e k a lm a m ış tı. E tr a fın İy ic e a ra n m a s ı n eticesin d e M ftiıv
v e B e n î Y e r b û 'd a n b a zı k im s e le r y a k a la n d ıla r . H âlld , o n la n
h a p settird i. H ap islerin e m em u r ed ilen ad am d a e m r i y a n lış a n ­
la y ıp , gece o n la n öldürdü. Sahabeden Ebû E a tâ d e v e b a z ı as­
k e r le r , M â lik v e a rk a d a ş la rın a em a n v e rild iğ in e ş a h it olm u ş­
la rd ı. B u b ak ım d an öld ü rm e o la y ı v e H â lld 'İn , M â lik 'İn dul k a ­
la n k a r ıs ı İle e v len m esi, d ed ik odu lara y o l açtı. H â lld 'e y ö n e lti­
le n b u s u ç la m a la n d u y a n H z. Ebû B ek r çok üzüldü. H z. Öm er,
b u o la y ü z e r in e H â lld 'İn g ö r e v d e n alın m a sın ı t e k lif etti. H z.
Ebû B e k r İse, H z. Ö m e r 'in ıs ra rın a r a ğ m e n H â lld 'e g ü v e n iy o r ­
du. H z. Ö m e r 'e h itab en « E y Ömer! A lla h 'ın müşrikler üzerine sıyırdı­
ğ ı kılsa ben kınına soka m a m » dedi.
Yerbûoğulları’mn hezimete uğramasıyla Temim kabilesi yemden
İslâm’a döndü. Hz. Peygaimber’e olduğu gibi, Hz. Ebû Bekr'e de ze­
kât vermeyi kabul ettiler.
40 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

c) Beni H anîfe ve Yalancı Peygam ber Museylemetü'l-Kezzab


tle Yapılan M uharebe:
Beni Hanîfe, Hz. Peygamber’in sağlığında İslâm'ı kabul etmişti.
Museyleme de bu kabile ile İslâm’a girenlerdendi. Hz. Peygamber’in
hastalık haberi yayıldığında Museyleme, peygamberlik iddiasına kal­
kıştı. Beni Hanîfe kabilesini kendisine uymaya çağırdı. Onları ikna
etmek için de Kureyş’le aralarındaki rekabeti ve bütün ülkeyi tek
başına Kureyş’in yönetmesinin adaletsizlik olduğu fikrini ileri sürü­
yordu. Kendisine uymaları halinde, ülkenin yarısını Kureyş yönete­
cekse, yansında da Beni Hanîfe’nin söz sahibi olabileceğini vaat edi­
yordu. ( 1 )
Tuleyha ve Secah gailelerinin bu şekilde oldukça kolaylıkla berta­
raf edilmesinden sonra sıra Arabistan'ın güneydoğu kısmının itaat
altma alınmasına gelmişti.
Museyleme üzerine, Şurahbil b. Hasene ve İkrim e b. Ebî Cehil ko­
mutasında ordu gönderildi İse de, bu kuvvetlerin zayıf olması sebebiy­
le bir başan elde edilemedi. Bunun üzerine Halife Ebû Bekr, Hâlid b.
Velld’i Museyleme üzerine gönderdi.
Museyleme’nin Yemâme bölgesinde tesise uğraştığı din hakkında
hemen hiç bir bilgiye sahip değiliz. Ancak onun da Hz. Peygamber'ln
bu sahadaki başarısını gördükten sonra aynı şeyi kendi muhitinde
tekrar etmek hevesiyle harekete geçtiği tahmin olunmaktadır. Musey­
leme, şarabı menetmiş, bazı ahlaki kaideleri şart koşmuş, kehanetle­
rinde cennetten, hayırlı işlerden bahseden, ufak yapılı olmasına rağ­
men adamlarını heyecanla kendisine bağlayacak kadar kuvvetli bir
şahsiyet sahibi idi. Diğer yalancı peygamberlerin aksine Hanîfeliler
onun için büyük bir şecaatle, yürekten inanarak çarpışmışlardır.
Müslim’in rivayetine göre, Museyleme’nin taraftarları oldukça ka­
labalık idi. Hattâ kırk bin askeri olduğunu bahseden rivayetler varsa
da bunları ihtiyatlı kullanmak icap eder. Fakat Hâlid b. Velid, bu ka­
dar kalabalık taraftan olmasa bile Museyleme’nin çekinilecek dere­
cede kuvvete sahip olduğunu bildiği için, Medine’den kendisine İs­
lâm'ın sadık adamlarının yollanmasını İstedi. Ebû Bekr, bunun üze­
rine Hz. Peygamber’in eski arkadaşlarını silâh başına çağırdı. Muha­
cirim ve Ensardan güzide sahabeler silâhlanıp yola çıktılar. Hâlid’in
maiyetinde toplandılar. Hâlid, hareketinin ilk safhasında Museyleme’
nin ileri gelen adamlarından Muccaa b. Murâre'yi bir baskında esir
etti. Bunun yanında bulunanların hepsi de Museyleme'yi Peygamber
olarak kabul ettikleri İçin idam edildiler. Bu arada Hâlid’ln, üzerine

(1) Taberi. m . 244-246


HZ. EBÛ BEKR (R.A.) DEVRİ 41
yürüdüğünü haber alan Museyleme Akraba mevkiinde karargâhını kur­
muş bulunuyordu. Rebiülevvel 12 (M ayıs- Haziran 633)'de burada İki
ordunun kesin savaşı vuku buldu. Savaş Arabistan'da bu ramana ka­
dar yapılan muharebelerin en kanlısı oldu. Müslümanlar ve Hanifell-
ler bütün varlıklarım ortaya koyarak çarpıştılar. İki tarafın hakiki
kuvveti hakkında verilen mübalağalı ra k a m la r a rağmen biz orduların
birbirine müsavi ve takriben dört bin kadar muharipten İbaret oldu­
ğunu kabule mütemayiliz. Savaş hemen hemen bütün bir gün sürdü.
İlk hamlede müsliimanlar başarı kazanır gibi oldular. Fakat Hanlfe-
lilerin mukavemeti arttıkça arttı. Bunlar şiddetli saldırıp müslüman-
lan gerilettiler, Hâlid b. Velid’in karargâhına, hattâ çadırına kadar
girdiler. Muharebenin bu en müşkül anında Hâlid ve diğer sahabeler
ön saflara atılarak büyük bir şecaatle bozgunu durdurmağa muvaffak
oldular. Ensann reisi Sâblt b. Kays, Hz. Ömer’in kardeşi Zeyd b. el-Hat-
tab çügm gibi savaşıp parça parça edildiler. Ebû Huzeyfe ve azatlısı
Sâlim müslümanlann bayrağını ölünceye kadar yere düşürmediler. Bu
arada Sâlim’in geri gitmemek için kendi ayaklarım dizlerine kadar bir
çukura gömdürdüğü rivayet edilir. Başkomutan Hâlid b. Velld, bizzat
savaş meydanmda dolaşıyor, önüne çıkanı yere seriyordu. Düelloya da­
vet ettiği Museyleme bunu kabul etmeyerek kaçmayı tercih etti. Bü­
yük sahabelerin gösterdiği bu şecaat örneği, İlk hamlede savuşmayı
uygun bulmuş olan göçebe Arablan da geri dönmeye ve savaşa ka­
tılmaya teşvik etti. Nihayet Hanifeliler bozuldular ve etrafı duvar İle
çevrilmiş olan muharebe meydanının yanında bulunan bir bahçeye
doluştular. Buraya tarih sonradan Hadikatü’l-Mevt (ölüm bahçesi)
adım vermiştir. Savaşın kazanılmasında büyük rol oynamış kahraman
sahabelerden Berâ b. Mâlik arkadaşlarının omuzuna çıkarak duvarı aş­
tı, önüne çıkanları yere sererek kapıyı ardına kadar açtı. Bunun üze­
rine müslümanlar bahçeye girerek, içlerinde Museyleme dahil olduğu
halde sağ kalmış olan Hanifellleri kılıçtan geçirdiler. Museyleme’yl,
Hz. Hamza’yı şehit eden, Vahşi katletti. (1) Savaştan sonra muhtelif
kalelere kapanmış olan Hanifeliler ile sulh yapüdı. Hanlfelllerden esir
edilmiş hanımlardan birisi, Medine’de Hz. A li tarafından zevceliğe alın­
mış ve bundan, müteakip hadiseler içinde oldukça mühim bir rol oy­
nayacak olan Muhammed b. el-Hanefiyye doğmuştur.

d) Yalancı Peygam ber Esved el-Ansi ve Muhacir b. Um eyye’nln


Yem en'e G önderilm esi:
Yemen halkı İslâm’ı kabul edince Hz. Peygamber buraya, İran
hâkimiyeti altmdayken devlet idaresinde çalışmış olan, Bâzan adında

(1) Taberi, m . 24T-24B


42 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

birini vali olarak göndermişti. Bâzan’m valiliği, vefatına kadar de­


vam etti. Oğlu Şehr de San’a valisi idi. Yemen’in öteki yöreleri de on
vali arasında taksim edilmişti. Bu yörelerin yönetimini ve dini öğret­
me vazifelerini Muaz b. Cebel denetliyordu. Kâhtan kabilesinin bir
kolu olan Ans’tan Esved diye biri, Yemen Araplarmın bazılarını arka­
sına alarak peygamberlik iddiasına kalkıştı. On gün içerisinde Necran'ı
işgal etti. Sonra San’a’ya gitti. Orada Şehr ile de savaştı ve orayı da
yirm i beş gün içinde hâkimiyeti altına aldı. Daha sonra kısa bir za­
man içinde bütün Yemen bölgesine hâkim oldu. Yemen halkı Esved’
den korkmuştu. Bu korkudan dolayı İslâm’dan ayrılmış görünmekle
birlikte büyük kısmı içten içe İslâm'a sadık kaldı. Bir kısmı da ger­
çekten mürtet olmuştu.
Hz. Peygamber, onlara mesaj göndererek Esved'i en kısa zaman­
da ortadan kaldıracak bir çare bulmalarını istedi. Mesaj şöyle idi:
«A llah'ın Rasûlü Muhammed’dcn Yuhannis oğlu Vebr eliyle San’a
halkına... D ininiz olan İslâm’a sımsıkı sanlın. Esved’i en kısa za­
manda ortadan kaldınn. İster alenen, ister gidice öldürün. Bu mesa­
jım ı dinine bağlı bütün müslümardara duyurun.»
Hz. Peygamber'in mesajı San’a’ya ulaştığı sırada, Esved de ordu
komutanım değiştirmiş ve ordunun başına Kays b. Abd-i Yağus’u ge­
tirmişti. Kays, Esved'den aşırı derecede korkuyordu. Müslümanlar, ba­
balan İran asıllı olan ve müslümanlıkta kalan Ebnâ adındaki başka
bir komutanla işbirliği yaparak Esved’e suikast plânladılar. Bu plâ­
nın uygulanmasında, daha önce Esved tarafından öldürülen vali Şehr'
in kansının yardımına da başvurmayı uygun buldular. Esved, Şehr’i
öldürdükten sonra bu kadınla zorla evlenmişti. Nihayet Esved’in evin­
de Feîyruz adındaki bir çocuk tarafından suikast gerçekleştirildi. Sui­
kastın gerçekleştirildiği gecenin sabahında, şafak vakti, müslümanla-
n n şiân olan Ezan ile durum ilân edildi. Böylece San’a ve ordusu Es­
ved’in şerrinden kurtuldu. (1) İnançlarında serbest kalan halk Mu­
az b. Cebel'i imam seçtiler. Muaz, bir mesajla durumu Hz. Peygam-
ber’e bildirdi. Ancak bu mesaj, Medine’ye Hz. Peygamber’in irtihal et­
tiği günün sahalımda ulaşabilmişti. Esved, ortaya çıkışından dört ay
sonra öldürüldü.
Fakat, Hz. Peygamber'in irtihali Yemen'de duyulunca, bazı mür-
tetlerin öncülüğünde halk yeniden dinden döndü. Bunun üzerine Hz.
Ebû Bekr, oradaki güvenilir müslümanlara bir mektup göndererek,
yardımcı kuvvetler ulaşıncaya kadar mürtetlere karşı direnmelerini
istedi. Müslümanlar, bu emre uyarak durumlarını korumaya çalıştı­

(1) Taberî. III. 232


HZ. EBÛ BEKR IR A .) DEVRİ 43

lar. Takviye birliklerinin babında bulunan Muh&cir b. Ebi Umeyye,


San'a’ya varır varmaz duruma hâkim oldu. Fitnenin ele başlan olan
Kays b. Abd-1 Yağus İle Amr b. Ma’dikerb’l esir aldı. Daha sonra lrtl-
dat halinde bulunan Hadramut’takl Kinde üzerine yürüdü. Burada
Muhâclr b. Ebi Umeyye İle İklim e b. Ebi Cehll'ln askerleri birleyerek
Kindelllere hücum ettiler. Kindelller yenildi. Kinde büyüklerinden olan
Eş’as b. Kays esir alrndı. Zafer Hz. EbA Bekr'e, bildirildi.

e) A1& b. Hadrami Bahreyn'de ı

Hz. Peygamber, Bahreyn valiliğine Münzir b. Sâv&'yı tayin et­


mişti. Bahreyn halkı Abdu’l-Kays ve Bekr b. Rebîa kabilelerinden olu­
şuyordu. Vali Münzir’ln vefatı, Hz. Peygamber’ln vefat ettiği yıla rast­
lıyordu. Başıboş kalan Abdu’l-Kays kabilesi dışındaki halk İslâm'dan
döndü. Bu kabilenin İslâm'a bağlı kalmasında Cârûd b. el-Muallâ’nın
payı büyüktü. Cârûd, kabilesine şöyle demişti: «E y Abdu'l-Kays Oğul­
la n ! Size bazı sorular soracağım. Biliyorsanız cevap verin. Yüce A l­
lah’ın bir çok elçileri vardı, biliyor musunuz? Oradakiler: «Evet vardı,
biliyoruz» dediler. Cârûd: «Peki onlara ne oldu?» dedi. Orada bulunan­
lar, « Öldüler» dediler. Cârûd: «Evet öyle, içte Hz. Muhammed de vefat
etti. Ben inanıyorum ki, Allah bakîdir. Ondan başka ilâh yoktur ve ina­
nıyorum ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Rasûlü’d ür» dedi. Oradakiler,
«Söylediklerine biz de inanıyoruz. Ayrıca senin büyüğümüz ve en fa­
ziletlim iz olduğuna da inanıyoruz» dediler. İslâm’a bağlılıklarını sürdü­
ren bu kabileye karşılık, Bekr b. Rebîa kabilesi, el-Hatm b. Dabîa'nın
öncülüğünde İslâm'a karşı tavır aldılar. Bu sapıklığa K atil ve Ha-
cer’deki kabilelerden de katılanlar oldu.
Hz. Ebû Bekr, mürtetlere karşı savaşmak üzere Alâ b. Hadrami’yi
gönderdi. Alâ, aynı zamanda Bahreyn valiliği görevine de getirildi.
Kendisine Sumâme b. İsal ile Temim kabilelerinden katılanlar oldu.
İslâm kuvvetleri, el-Hatm kabilesini mağlûp ederek Bahreyn'e yeni­
den hâkim oldular. (1) Müslümanların zaferi Hz. Ebû Bekr’e bildirildi
ve bu, Arapların Rebia belâsından kurtuluşu olarak değerlendirildi. O
yörede daha pek çok savaşlar oldu. Hepsi de müslümanlann zafe­
riyle sonuçlandı.
Hz. Ebû Bekr'in azim ve dehası sayesinde Ridde savaşlarında da
kısa sürede başanya ulaşılmıştı.
Hz. Peygamber’in vefatının hemen arkasından, bir yangın gibi bü­
tün Arap yarımadasını saran isyan ve irtidat olaylarını büyük maha-

(1) Taberl. III. 254-261


44 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

ret ve soğukkanlılıkla, hem de bir sene gibi kısa bir zamanda bastır­
mak, Hz. Ebû Bekr gibi üstün zekâ sahibi bir halifenin sayesinde ger­
çekleştirilmiştir.
B ö y le d u ru m la rd a İn san ın p an iğe k a p ılm a sı b e k le n irk e n ,
H z. Ebû B e k r 'in üstün a zim v e s a rsılm a z ira d e s i y a n ın d a , or­
duda y a p tığ ı d ü ze n le m e ler de çok isab etli olm uştu. İz le d iğ i sa­
v a ş s tra te jis i sonucunda, zam an ın d a h a b e r a lm a , a n î m a n e v ­
r a la r v e lojistik d estek lerle d ü şm a n la n e tk is iz h a le g e tiriş i de
y in e H z. Ebû B e k r 'ln b ir b aşarısıd ır. A y r ıc a H â lld b. V e lid 'in ,
M â lik b. N ü v e y r e 'n ln dul k a rıs ı İle e v len m e s i v e ord u nu n b a ­
şın d a n a y r ılıp hacca g itm esin d en d o la y ı m e y d a n a g e le n duru­
m u ordu daki b irlik v e b era b erliği b ozm ad an m ak u l ola n e n iy i
ta r z d a İd a re e tm es i d ik k a te d eğer. Ö m er b. H a tta b v e Ebü
K atfid e, H â lid 'e k a rş ı t a v ır alıp g ö re v d e n a lın m a s ı g e r e k tiğ in ­
de ıs r a r e d iyo rla rd ı. H â lld 'in ordudan a y r ılm a s ıy la d ü zen in bo­
zu la ca ğın ı iy i b ilen H z. Ebû B ekr, o la y ı ta s v ip e tm em e k le b ir ­
lik te , bu te p k ile r i y a tış tırm a s ın ı da iy i b ilm iş ti, z ir a ordunu n
d e ğ e r li k o m u ta n la ra ih tiy a c ı olduğu b ir sıra d a , on u g ö r e v d e n
alm ak büyük b ir h a ta olacaktı.
Kısaca diyebiliriz ki, Hz. Ebû Bekr’ln azim ve kararlılığı olmasay­
dı sağlam iradeli insanlan bile ümitsizliğe düşüren bunca olayın üste­
sinden gelinemez, o fırtınalı dönemlerde müslümanlar selâmete çıkarı­
lamazdı. Şüphesiz Allah'ın yardımı da onunla beraberdi.

6 — FETİH HAREKETLE Rİ

A t aplar Şahsiyet Kazanıyor:


İslâm’dan önce Araplar, Arap yarımadasının vaha ve vadilerin­
de sıkışık bir halde, kendi aralarında çıkan acımasız savaşlarda ener­
jilerini boşuna harcamak suretiyle yaşamışlardı. Zamanla onların bu
zaafından yararlanan komşularının kısmen hâkimiyetine girmişlerdi.
Komşuları ise doğuda Sasanîler, batıda ise BizanslIlar idi. En verimli
topraklarını bu iki devlete kaptırmışlardı. Arap kralları ve kabile reis­
leri, ancak bu iki devlete tâbi olmak şartıyla iş başmda kalabiliyordu.
Bu durum İslâm'ın doğuşuna kadar devam etti. İslâm devleti kuru­
lunca, durum tamamen tersine döndü. Bu iki büyük devletin hâkimi­
yeti kırıldı. Hâkimle mahkum, yönetenle yönetUen yer değiştirdi.

S asanî Devleti:
Kisralarm devleti de denilen Sasani devletinin merkezi, Bağdat'ın
biraz güneyinde, Dicle’nin doğusunda ve batısında kurulan ve büyük
bir şehir olan Medâin idi.
HZ. EBÛ BEKR ( R A ) DEVRİ 45

Devletin kurucusu Erdeşlr b. Bâbek'tlr. Bu hükümdar, bölgede


bulunan küçük beylikleri ve kabileleri yönetimi altına alarak İşe baş­
ladı. MakedonyalI İskender devrinde bozulan düzeni tekrar yoluna
koydu. Erdeşir, 230 yılında ortaya çıktı, ön ce Irak’ı arkasından komşu
Arap ülkelerinden bazılarım ve bütün Fara beldelerini hâkimiyeti al­
tına aldı. Kendisine «Krallar kralı» anlamına Şehlnşah denilirdi. Ba­
sanı devleti, Hz. Muhammed'in nübüvvetine kadar devam etti. Bu sı­
rada Sasani hükümdarı Nûşirevan (Anûşlrv&n) tahta çıkmıştı. Ken­
disi «Adil hükümdar» lâkabı İle tanınırdı.
Daha sonra «Kisralar d e vle tin in başına Hürmüz, arkasuıdan da
Ebreviz geçti. Hz. Muhammed'in, İslâm'a davet ettiği devlet başkan-
lanndan biri de buydu. Davet kendisine ulaştığı zaman, kibirlendi ve,
«D evletim in jandarmaları karşıma çdcıyor» dedi. Yemen valisine ha­
ber gönderdi ve, «Beni yeni bir dine davet eden bu çoban kim dir7 Onu
bana gönder,» dedi. Fakat tam bu sırada oğlu tarafından saltanat hır­
sıyla öldürüldü. Oğlu Şiraveyh babasmı öldürüp, tahtına oturduktan
iki yıl sonra öldü. Tahta oğlu Erdeşir geçti. Ancak Erdeşir'ln yaşı çok
küçük olduğu için ülkeyi devlet büyükleri yönetmeye başladı. O sıra­
da Şehbarâz isimli bir komutan, Bizans İle olan sınır bölgelerinde gü­
venlik hizmetlerini yürütüyordu. Yaşı küçük olan Erdeşir’ln yönetimi­
ni beğenmediği için emrindeki askerlerle Medâln’e gelip Klsra’yı öl­
dürdü ve yönetimi ele geçirdi. Ancak kraliyet ailesinden olmadığı
için öteki devlet büyükleri tarafından hoş karşılanmadı ve hepsi blr-
leşip onu yok ettiler. Bu adam kırk gün hükümdarlık yapabildi, tlerl
gelen devlet adamları, saltanatı eski hükümdarlardan Şlraveyh’in kız
kardeşi, Ebrevız’in kızı Bevrân’a teslim ettiler. Böylece vârisler ara­
sında el değiştiren Sasani saltanatı Yezdücerd b. Şehriyar'a kadar gel­
di ve onda son buldu.

Bizans Devleti:

İslâm’dan önce İkinci büyük devlet Sasani devletinin rakibi olan


Roma İmparatorluğu idi. Roma İmparatorluğu, başta Mısır ve Suri­
ye olmak üzere doğu ülkelerinin çoğunu topraklarına katmıştı. Bu
büyüklüğü devlet ikiye bölününceye kadar devam etti. İmparator Teo-
dosius, devleti 395'te doğu ve batı olmak üzere ikiye ayırmış, doğu­
yu oğlu Arkadlus’a vermişti. Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti
İstanbul, batmm ki de Roma idi. Arkadius’un hükümdarlığı 408 yılı­
na kadar sürdü. İslâm'ın ortaya çıkışında Doğu Roma devletinin ba­
şında Heraklius bulunuyordu. Afrika eyaletleri valisi iken İmparator
Fokas’a karşı güç kullanarak devleti ele geçiren Heraklius 641 yılma
46 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

kadar hükümdarlığım sürdürdü. Suriye, onun devrinde müslümanla-


rrn eline geçti.
Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile Sasaniler arasında savaş­
lar eksik olmuyordu. İhtilâf bölgesi Irak ve Suriye idi. Dicle ve Fırat’
m suladığı bu verimli topraklar bu iki devlet arasında el değiştirip du­
ruyordu. Bu sürekli savaşların İslâm devrine rastlayanı, Herakllus’
dan önce krallık yapan Fokas İle Nûşlrevan arasındaki savaştır. Bu
savaşta Sasaniler galip gelmişlerdi. Ozılan el-Cezire yöresinden kuzeye
çekilmeye zorlamışlardı, hattâ bir ara İstanbul boğazma kadar ilerle­
mişlerdi. Sasani orduları, Herakllus devrinde de zaferle sonuçlanan sal­
dırılan sürdürmüşler, Filistin ve Mısır'ı işgal etmişlerdi. Bu arada
hrlstiyanlann mukaddes haçlarım da alıp götürmüşler ve hrlstlyanh-
ğa ait bir çok eseri tahrip etmişlerdi. Bu savaşlar 616 yılında meyda­
na gelmişti. Kur’an-ı K erim in Rûm sûresinde bu savaşlarla ilg ili âyet­
ler vardır. Bu âyetlerde, müslümanlara, İranlIların zaferinden sonra
BizanslIların zafer kazanacaklan haber veriliyordu. Gerçekten de bu
zafer gerçekleşir, Herakllus, on yıllık bir çabadan sonra toparlanıp
Sasanilere karşı saldınya geçer. Onların galip geldiği günlerde müs-
lümanlar da Bedir savaşını kazanmanın sevincini yaşamakta İdiler
(624). (Rûm sûresinde buna da işaret vardır.)
oKumlar, size en yakın bir yerde mağlup oldular. Onlar, bu mağ­
lubiyetten sonra birkaç sene içinde galip geleceklerdir. Eninde so­
nunda em ir Allah'ındır. O gün m ü’m inler, Allah’ın yardımıyla sevi­
neceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O, Azizdir, R a h im d ir.»(t)
Sasaniler, bu yenilgi sonunda Bizans ile banş yapmak zorunda
kaldılar. Daha önce esir aldıkları Rum askerlerini ve hristiyanhğa
ait çok sayıda kutsal eseri ve haçı iade ettiler (628). Herakllus, daha
sonra Orişelim’e yöneldi. Oradaki bütün yahudileri sürdü. Bu sırada
Hz. Peygamber, komşu devletlerin hükümdarlarım İslâm’a davet eden
elçiler gönderiyordu (629). Heraklius da kendisine davet yapılan hü­
kümdarlar arasında idi. Daha sonra Heraklius o zamanlar eğlence
merkezi olan Hıms’a döndü.
Bu iki büyük devletin Hulefâ-1 Râşidin'in ilki olan Hz. Ebû Bekr
devrine kadar olan kısa hikayesi budur.

7 — SASANİLER İLE SAVAŞ

Hz. Ebû Bekr, Ridde savaşlarım bitirdikten sonra en büyük komu­


tam Hâlid b. Velid’i güneyden Basra kıyılarına, İyaz b. Ganem’l de
kuzeyden Sasaniler üzerine gönderdi.

(1) Rûm sûresi, âyet 2-6


HZ. EBÛ BEKR (R A.) DEVRİ 47

Ikl büyük komutana Ridde savaşlarına katılan askerleri vermiş,


İslâm’ı yeniden kabul edenleri askere almamıştı. Hâlid b. Velid bu
savaş emrini Yemâme’de iken almıştı. Talimatı alır almaz Sasaniler'ln
hudut komutanı Hürmüz’e şu mesajı yolladı:
nMüslüman ol, kurtul veya ehli zimmet olmayı kabul et, cizye
ödemeye razı ol! Aksi halde her şeye hazır ol. Sizin yaşamayı sevdi­
ğiniz kadar, ölmeyi seven bir ordu ile geliyorum.»

Ordusunu üç kısma ayırdı. Bütün ordu, savaşmak üzere Basra'nın


güneyindeki Hafir suyu civarına doğru yöneldi. Hâlid b. Velld’in me­
sajı Hürmüz’e ulaşınca, o durumu derhal Klsra'ya bildirdi. Kendisi
de İslâm ordusunu arkadan vurmak İçir harekete geçti. Müslüman­
ları Kâzıma çevresinde gâfll avlamak istiyordu. Burası Yemâme’ye
ulaşan ana yol üzerindeydi. Fakat durumu haber alan Hâlid b. Ve­
lid taktik değiştirerek Sasani ordusunu Kâzıma vadisinde karşıladı.
Hürmüz, Araplar arasında zulüm ve ahlâksızlığıyla Un yapmıştı. Bü­
tün Araplar ona kin besliyorlardı. Bu kinle savaşan İslâm askerinin
başında ise Hâlid b. Velid bulunuyordu. Savaş başlamadan önce, iki
komutan teketek vuruştular ve Hâlid, Hürmüz’ü öldürdü.
Hürmüz'ün ölümüyle Sasani ordusu çözüldü ve dağıldı.
Hâlid b. Velid, ordusuyla Basra'nın bugün bulunduğu yere yürüdü.
Sasani hükümdarı, Hürmüz’e Karin komutasında takviye birlikler gön­
dermişti. Hürmüz’ün ölümünü Basra’ya dört günlük mesafedeki el-Mİ-
zâr bölgesinde duyan bu takviye kuvvetleri yolda durakladılar. Hâ­
lid b. Velid, onların da üzerine yürüdü ve onları da mağlup etti.
Müslümanlarla Sasaniler arasında meydana gelen bu ilk büyük savaş­
ta, Taberi'nin rivayetine göre otuz bin Sasani askeri öldü.
Sasani hükümdarı bu hezimetten sonra da, müslümanlarm üze­
rine. el-Anderzagar komutasında yeni birlikler gönderdi. Bu birlikler
Medâin’den yola çıkarak Alûca’ya geldi. O civarda bulunan ve henüz
İslâm’ı kabul etmeyen Araplar da bu birliklere katıldılar. Bütün Şa­
şan! ordusuna Behmen Cazûye komuta ediyordu. Bunu duyan Hâlid,
bir bölük askeri arkada bırakarak üç koldan bütün gücüyle düşmanın
üzerine yürüdü. Sasani ordusu birbiri ardına yeniliyordu. Bunun üze­
rine Sasaniler, İslâm ordusunun ulaşımını engellemek İçin bazı ted­
birler aldılar. Böylece sandalların hareketini önlemiş oluyorlardı.
Hâlid b. Velid, Alûca’dakl başarısından sonra E lis'd e(l) yeniden
toparlanan düşmanın üzerine yürüdü. Düşmanı yendikten sonra Ells’e

(1) Anbar'm körlerinden biri.


48 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

yakın bir mesafede bulunan Emgişiya'ya yöneldi, Fırat'ın bir kolu


oraya kadar uzanıyordu. Hâlld b. Velld, oraya varınca şehrin yıkıl­
masını emretti. Burası da Hîre gibi önemli 'bir yerleşim merkezi idi.
Hâlid’in Emgişiya’da yaptığı tahribatı duyan Hîre’dekl Sasani komu­
tanı Azadibe Merzuban, onun daha da ileri gidebileceğini anladı. Aza-
dibe’nin oğlu komutasında bir birlik Hâlid’in üzerine gönderildi. Bu
birlik ilk iş olarak Fırat nehrinden su alan kanalların bentlerini kapa­
tıp Fırat'ın sularım azalttı. Nehir yatağının boşalması üzerine, müs-
lümanlann cephane ve asker taşıdığı sandallar karaya oturdu. Hâlld,
nehir yatağındaki suyun çekilmesinin sebebini öğrenir öğrenmez, der­
hal Azadibe’nin oğlunun üzerine yürüdü. Yaptığı savaşta onu yenerek
setleri yeniden açtı. Sulan normal yatağına akıtarak, sandalların ha­
reketini sağladı. Oradan Hire’nin karşısındaki Hûm ak ovasına vanp
karargâh kurdu. Burada düşman da mevzilenmişti. Düşmanın siper­
lerini kuşatan Hâlid, onlan barışa zorladı. İlk barış isteyen Am r b.
Abdulmesih oldu. Ardından da diğer kabile reisleri barış istediler. Yüz
doksan bin dirhem cizye karşılığında banş yapıldı. Bunun yanısıra ba­
zı hediyeler de sundular. Hz. Ebû Bekr’ln talim atı uyarınca yapılan bu
barışta Hâlid şu antlaşmayı yazdı:
uBismülâhirrahmanirrahim,
Bu antlaşma Hâlid b. Velid ile Hîre’nin büyükleri olan Adiy’in
oğullan, Adiy ve Am r ile A m r b. Abdulmesih, İyas b. Kabîsa ve H in
b. İkâl arasında yapümıştır. Hîre halkı her yıl yüz doksan bin dirhem
cizye vermeyi kabul eder. Bu cizyeye bütün kabile fertleri dahildir.
Ruhban ve miskinlerden gücü yetenler de bu cizyenin kapsamı için­
dedirler. Fertlerin güvenliği için belirli ödenekler tahsis edilecektir.
Bu ödeneği vermelken kaçtnanlann can güvenliğinden müslümanlar
sorumlu değildir. B ir zarara uğradıklannda sorumluluk kendilerine ait
olacaktır. Müslümanlar, zimmet ehlinin can güvenliğini sağlayamadık­
ları takdirde onlardan da cizye düşer» Antlaşma H. 12. yılın Rebîül-.
e v ve r ayında (Mayıs 633)’ imzalandı.
Bu savaşlarla ilgili bazı rivayetler de nakledilmiştir. Bunlardan
biri şöyledlr:
Hz. Peygamber’in huzurunda yeni müslüman olan Şuveyl admda
bir bedevi, Hz. Peygamber’den Hîre saraylarının müslümanlarm eli­
ne geçeceği müjdesini duyar. Bu fetih gerçekleştiğinde Hîre valisi Ab-
dulmesih’in kızı Kerame'nln kendisine verilmesini ister. Hz. Peygam­
ber de bunu kabul ederek «O senin olsun» buyurur. Hîre’nin fethin­
den sonra alınan esirler arasmda Kerame de vardır. Ailesi, onun Şu-
veyl’e verilmesine taraftar değildir. Kerame ailesine, «Beni ona bıra­
kın, zira o safın biri olsa gerek, beni gençliğimde görmüş olmalı. Şlm-
HZ. EBÛ BEKR (R.A.) DEVRİ 49
diki halimle görünce, fidye karşılığında kendimi kurtarırım» der. Ni­
tekim Kerame'nin dediği gibi de olur. Şuveyl ile karşılaşınca, »Benim
gibi bir yaşlıyı ne yapacaksın? Bırak beni de sana fidye vereyim» der.
Bin dirheme hürriyetini satın alarak ailesine döner.
Olayı duyan müslümanlar Şuveyl’e cephe alırlar. Bin dirhemin
aralarında paylaşılması gerektiğini İleri sürerler, Şuveyl, «Zaten ni­
yetim bu bin dirheme ulaşmaktı» der. Bunun üzerine paranın bin
dirhemden fazla olduğunu ileri sürerler. H&lld b. Velld aralarında ha­
kemlik yaparak, «Sen bir şeye niyet ettin, fakat Allah başka bir şey
murat etmiş, biz görünüşe göre hükmederiz. Niyetinle seni başbaşa
bırakıyoruz» dedi.
Hire halkı İle barış yapıldıktan sonra, Nâtlf din adamı Salûba b.
Nastûnâ da, Bânıkya ve Bârusmâ yöreleri için barış İstedi. On bin
dirhem karşılığı yapılan antlaşma ile Fırat sahillerindeki bu kabile­
lere alt topraklar müslümanlara bırakıldı. Bu antlaşmanın metni şöy-
ledir:
uBismiUâhiTTahmaniTrahim,
Hâlid 6 . Velid ile Salûba b. Nastûnâ ve kabilesi arasında yapılan
antlaşmanın metnidir:
1 — Bu iki kabilenin mülkiyetinde olan Bântkya ve Bârusmâ yö­
relerinin yönetimi müslümanlara terk edilecek,
2 — Bu bölgelerin sakinleri İslâm devletine, her yıl on bin dir­
hem cizye ödeyecekler ve müslümanlann güvenlik giderlerini de kar­
şılayacaklardır. Kabile reisleri bu vergilerin toplanmasından sorumlu­
dur. Buna her iki taraf da kendi masıyla uyacaklardır. Herkesten
mali gücüne göre vergi alınacaktır. Şayet bu kabilelerin güvenliğini
korumada kusur görülürse vergi ödeme yükümlülüğü kalkacaktır.»
Bölge dlhkanlan, Hâlid b. Velid’in zaferleri karşısında F e lâ llc(l)
ile Hürmüz Cerd(2) bölgeleri İçin de barış yapılmasını teklif ettiler. Bu
bölgeler için iki bin dinar karşılığı barış antlaşması İmzalandı. Hâlid
b. Velld, vergi ve cizyelerin toplanması için memurlar görevlendirdi.
İranlIların hudut komutanları da bu göreve alındı. Hâlid b. Velid, Hl-
re’dekl karargâhından, biri Basan! kralına, diğeri Basan! ileri gelen­
lerine olmak üzere İki mesaj gönderdi. Birinci mesajda şöyle diyordu:
«Bismillâhirrahmanirrahim,
Hâlid b. Velid’den Sasani kralına.

(1 ) F e lk llc : Felûce'nln çoğulu Basra siyahlarının (Habegll Muhacirler) İs­


kan edildiği bölgeler, köyler. B ir de Bağdat ve KOle siyahlarının otur­
duğu BUyük Felfice ve Küçük Felûce vardır.
(2 ) HUrmlls Cerd : Irak çevresinde bir bölge.
50 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

AUah’a şükürler olsun k i; birlik ve beraberliğinizi dağıtıp, plân


ve düzenlerinizi bozdu. Böyle olmasaydı sizin için daha kötü olurdu.
Bize tâbi olun ki, yurdunuzda daha güvenli ve serbestçe yaşayın. Ak­
si halde sizi, ister istemez, sizin yaşamayı sevdiğiniz kadar ölmeyi se­
ven insanların hâkimiyeti altına alacağız.»
İkinci mesaj ise şöyle idi:
tıBismülâhirrahmanirrahim,
Hdlid b. Velid’den Sasanî reislerine,
Ya müslüman olun, kurtuluşa erin veya benim güvencem altın­
da cizye vererek yaşayın. Çünkü karşınızda, sizin şarap içmekten hoş­
landığınız kadar, ölümden hoşlanan bir m illet vardır.»
Bu mesajların gönderildiği sırada İranlIlar, henüz yeni bir hüküm­
dar seçememişlerdi. Daha ziyade Behr Seyr’in savunmasını düşünüyor­
lardı. Behr Seyr, Medâin-i Kisra diye bilinen şehirlerden biriydi. Dic­
le'nin batısına ve el-Ayvan’m karşısına düşüyordu. Hâlid'den mesaj
alır almaz, aralarındaki anlaşmazlıkları bir yana atıp, alelacele, hü­
kümdar hanedanından olmayan Hazâzâ b. Bunduvân adında birini iş
başma getirdiler. Hazâzâ’nm, işler yoluna girinceye kadar durumu
idare etmesi bekleniyordu.
Hâlid b. Velid ise, Hîre’deki karargâhında işleri düzene koyar koy­
maz İyaz b. Ganem’e yardım için yola koyuldu, lyaz, Irak bölgesini
kuzeyden kuşatmakla görevlendirilmişti. İk i komutanın yardımlaşma­
larım Hz. Ebû Bekr bir mektupla bildirmişti. Hâlid b. Velid, yerine,
K a ’ka' b. Am r’ı bırakarak İyaz’a yardım maksadıyla A n b a r'a (l) ka­
dar geldi. Bölge halkı kalelerine sığınmış, burçlardan etrafı gözlüyor­
lardı. Hâlid b. Velid askerlerine bu burçları yoğun ok ve mancınık atı­
şma tutmalarım emretti. Müslüman askerler ağır kayıplar verdirerek,
orayı teslim aldılar. Bölge halkı, can güvenliklerinin korunmasına ve
Hayl adasmda yaşamalarına izin verilmesine karşılık, ellerinde bulu­
nan bütün mal ve servetlerini bırakabileceklerini bildirdiler. Hâlid
b. Velid, bu şartlan kabul etti. Böylece, Anbar teslim alındı. Orayı
Zeberkan b. Bedir’e emanet ederek, kendisi Ayn et-Temr’e geçti. (2)
Ayn et-Temr’de, Mihrân b. Behrâm Cûbin Sasaniler’den, Akka b. Ebî
Akka da gayr-ı müslim Araplardan oluşan kuvvetlerle Hâlid’l bekli­
yorlardı. Buradaki Arap kuvvetleri Temr, Tağllb, tyad vb. kabilelerden
meydana geliyordıi.
Bu kabileler Hâlid’in geldiğini duyunca, İslâm ordusu hakkında
kendi aralarında, «Gerçekten siz haklı İmişsiniz. Arapların savaş tak­

ç ı) Anbar, Fırat kenarında, Bağdat'a on fersah batıda bir şehirdir.


(2) Ayn et-Tem r : Kû fe’nln batısında, Anbar’ın yakınlarında bir bölge.
HZ. EBÛ BEKR (R A .) DEVRİ 61
tiklerini bildikleri gibi biz İranlIların savaş taktiklerini de, bizim ka­
dar İyi biliyorlar» şeklinde konuşuyorlardı. Mlhran, Ayn et-Temr'de
kalırken Akka, bir gurupla birlikte HAlld b. Velld’i yolda oyalamak
üzere karşılamaya çıktı. Çetin bir savaştan sonra HAlld, Akka’yı esir
aldı. Akka’nın yenildiğini duyan Mlhran, askerlerini alarak kaçtı, d e ­
ride kalıp, kalelerine sığınan bir kısım askeri de HAlld, etkisiz hale
getirdi. Yapılan aramalarda bir evde İncil okuyan kırk kadar genç
bulundu. HAlld, onlara dokunmadı. Onları halkın eğitimiyle görevlen­
dirdi. Bunlar arasında Nusayr Ebû Musa b. Nusayr, Şirin Ebû Mu-
hammed b. Şirin, Osman'ın mevlAsı Hamran gibi, sonradan İslAm bil­
ginleri arsamda ün yapmış kişiler de vardı. Bunların soyundan da
bir çok Alimler yetişmiştir.
Bu sırada HAlld b. Velld, lyaz b. Oanem'den yardım isteyen bir
mektup aldı, lyaz, Dûmetu'l-Cendel'de bir kuşatmaya maruz kaldığı­
nı bildiriyordu. Bunun üzerine HAlld, bir mesaj göndererek yola çıktı­
ğını bildirdi. Mesajda sadece, «Geliyorum* diyordu. Bu mesaj, tarihte
rastladığımız en kısa mesajdır.
Dûmetu’l-Cendel’e yürüyen HAlld b. Velld'l orada hrlstlyan Arap-
lardan oluşan büyük bir topluluk bekliyordu. HAlid’ln geldiğini du­
yunca, İleri gelenlerden Ukeydlr b. Abdülmellk adında biri çevresinde­
kilere şöyle hitap etti:
«H âlid'in nasıl bir savaşçı olduğunu, en iyi bitenlerdenim. Uçmak
için kanadı bile olsa, kimse ondan kurtulamaz. Onunla karşılaşan her­
kes yenilmiştir. Tek çıkar yol onunla barış yapmaktır.» Dinleyenler
onun.sözüne inanmadılar o da, «N e haliniz varsa görün, ben sizinle
bu savaşa katılmıyorum« diyerek onlardan ayrıldı. Fakat diğerleri ta­
rafından öldürüldü.
HAlld b. Velld, Cûdi b. Rebla ve kabile reislerinin de bulunduğu
Dümetu’l-Cendel’e geldi. Takviye için gelmiş olan Cûdl b. Rebla ve
kabile reislerine karşı, lyaz’la birlikte taarruz ettiler. Dûme halkı boz­
guna uğradı. Temim kabilesinin kefAletlyle sadece Beni Kelb kabilesi
kurtuldu. Onlara Temîmll Asım b. Amr kefil olmuştu. Burada kısa
süre dinlenen HAlld, yeniden Hlre’ye yöneldi. Orada müslümanlara
karşı İranlIların tekrar saldırıya hazırlandıkları haberini almıştı. Bi­
ri Husayd’a ( l ) diğeri de HanAfis’e olmak üzere İki ayn birlik gönder­
di. öncü birlikler, orada bulunan düşmana Ani baskın yaptılar. Bu
sırada HAlld de, Meslha'a geldi. Burada bütün birlikler buluşarak düş­
mana taarruz ettiler. Böylece düşmana son darbeyi de İndirmiş oldu-

(1 ) Irak çevresinde, Cezire tarafında bir yer adı. HanAfls'de Anbar yakın­
larında Arapların pazar kurduktan yere yakın bir cebir.
52 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLA M T A R İH İ

lar. Ayrıca S u n& (l), Zümeyle ve daha sonra da Firaz’da düşmana bü­
yük kayıplar verdirdiler. Bu bölgeler, Şam, Irak ve el-Cezîre bölgele­
rindeki savaşın odak noktalarıydı. Ramazan ayında cereyan eden bu
savaşlarda özellikle Firaz'da; Bizans, Sasanl ve Arap yerlileri müslü-
manlara karşı birlikte savaşıyorlardı. Müslümanlar onlara çok acı bir
yenilgi tattırdılar. H. 12’inci yılın Zilkâde ayının ortalarında (Ocak
634) zafer gerçekleşince, ayın geri kalan beş gününü orada geçirdik­
ten sonra Hâlid b. Velid, askerlerine Hire’ye dönme emri verdi. Asım
b. Am r’ı da, başlarına komutan olarak tayin etti. Kendisinin daha
sonra geleceğini söyleıhlşti. Ama, bazı arkadaşlarıyla beraber Hac fa ­
rizası için Mekke’ye gitti. Fakat bunu kimseye bildirmemişti. Gizli
olarak ve pek k u lla n ılm a y a n yollardan geçip Mekke’ye vardılar. Hac
f a r iza s ın ı ifa ettikten sonra yine kimseye görünmeden Hîre’ye dön­
düler. Oraya ulaştıklarında müslüman askerler de henüz gelmişlerdi.
Dolayısıyla Hîre’ye beraber girmiş oldular. Onun bu arada hac fari­
zasını ifa ettiğini kimse bilmediği gibi, Hz. Ebû Bekr de bilmiyordu.
Sonradan öğrenince ona çok kızdı ve Hîre'den alarak Şam cepheleri­
ne tayin etti. Kendisine tayin edildiğini bildiren bir de mektup yazdı.

Hâlid b. Velid, Irak’ta H. 12. yılın Muharrem’inden itibaren Safer


13’e kadar 14 ay kaldı. Hâlid b. Velid’in, bu savaşlarda kazandığı ba­
şarı başka hiç bir komutana nasip olmadı. Kendisini İran, Dicle ve
Fırat havzaları ile el-Cezîre bölgelerinde tanımayan kalmadı. İran,
Arap ve Bizans ordularıyla bir çok savaşa girdi. Hiç birinde yenilmedi.
Gideceği yere kendisinden önce adı varırdı. Girdiği şehre bir işgalci
gibi değil bir fâtih gibi girerdi. Herhangi bir yere gitmeden önce yol
boyunca öncüler gönderir, gerekil emniyet tedbirlerini alır, sonra yola
çıkardı. Fethettiği yere bir vali tayin eder, yönetimi ona bırakırdı. Ta­
yin ettiği bir memur vasıtasıyla zımmilerden cizye toplatırdı. Hâlid
b. Velid’in bize ulaşan özelliklerinden biri de köylüleri ve çiftçileri ver­
giden muaf tutmasıydı. Savaşta fedakârlığı önce başkasından bekle­
mez, kendisi öne atılırdı. Bunu gören asker kendisini örnek alır, böy-
lece bir feragat seli oluşurdu. Irak’ta yapılan ve on dört ay süren bu
harekât, Hâlid b. Velid’in kahramanlığını en iyi gösteren savaşlara sah­
ne olmuştur. Onun savaş bilgisi ve kahramanlığı hakkında Heysem Bu-
kâî şöyle diyor: «O'nun savaşlarına katılan her asker, Hâlid b. Velid’in
saflarında savaşmış olmakla övüniirdü.»

(1) el-Cezlre'de Rusafe yakınlarında bir yerin adı.


HZ. EBÛ BEKR ( R A ) DEVRİ 63

8 — BİZANS İLE SAVAŞ


Hz. Ebû Bekr, Hâlld b. Velld'i Irak’ın fethiyle görevlendirdikten
sonra, Şam ve civan İçin de ayn bir ordu hazırlığına başladı. Hicretin
12. yılının sonlarına doğru (634 başı), Am r b. As, Yezid b. Ebi Sufyan,
Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Şurahbll b. Hasene gibi dört büyük komu­
tan seçti. Bu komutanlardan ilk üçü Kureyşli, dördüncüsü ise Kâh-
taıüıdır. Adı geçen komutanlara kendi askerlerini seçmeleri için yetki
verdi. Savaş alanına kendi seçecekleri yoldan gitmelerini emretti. Za­
ferden sonra hangisini nereye vali yapacağım da önceden tespit etmişti.
Amr b. As Filistin, Yezid b. Ebi Sufyan Şam, Şurahbll de Ürdün va­
liliğine getirilecekti. Bu komutanlar, ordularını kendi seçtikleri yol­
lardan peşpeşe harekete geçirdiler. H&lid b. Velid’in takviye birlikleri
gelmeden önce bu birliklerin sayısı otuz altı bin kadardı.
İslâm ordusunun Şam'a yürüdüğü haberi Bizans’a ulaşınca İmpa­
rator Heraklius, Hınıs’a gelerek savaş hazırlığına başladı. İslâm ordu­
larım dört komutanın idare edeceğini öğrenince, onlarla ayrı ayrı cep­
helerde savaşacağım düşünerek memnun oldu. Çünkü her birliğin kar­
şısına birkaç kat fazla askerle çıkacak kadar sayı üstünlüğüne sahipti.
Öte yandan bu durumu öğrenen İslâm komutanları aralarında mek­
tupla istişare ettiler. Amr b. As tek cephede savaşmanın uygun ola­
cağım belirterek, «Ayrılıktan zaaf, birlikten güç doğam darb-ı mese­
lini hatırlattı. Amr b. As’m bu görüşünü diğer komutanlar da benim­
sediler ve Y erm uk'u (l) savaş alanı olarak seçtiler. Amr b. As'a yazdık­
ları mesajm bir benzerini de Hz. Ebû Bekr’e göndermişlerdi. Ondan da
aynı şekilde cevap aldılar. Hz. Ebû Bekr de, Yermuk’u savaş alanı ola­
rak seçmelerim teklif ediyordu. Ebû Bekr, ayrıca her komutana kendi
birliğine ayrı ayn namaz kıldırmasını emrediyordu.
Heraklius, müslümanların Yermuk’ta toplandığım öğrenince ko­
mutanlarına haber göndererek orada toplanmalarını emretti. Düşman
ordusu Yermuk çevresinde Vâkûsa vadislnde(2) buluşma karan aldı.
İslâm ordusu da aynı bölgeye ulaştı ve BizanslIların tam karşısında
mevzi aldı. Bu vadi bir hendek görünümündeydi. Buradan hareketle
bu savaşa Hendek savaşı da denmiştir. BizanslIlar, buradan çıkmak
istedikleri takdirde, karşılarında İslâm ordularım bulacaklardı.
Hicri 13. yılın Safer ayı (M art 634) gelmişti. Hâlid b. Velid Irak’
ta kesin zafer kazanmış, Hac farizası için gittiği Hicaz’dan dönmüş,
savaş sonrası düzenlemelere koyulmuştu. Yermuk’ta, savaştan önce İs­
lâm ordusunun komutanlan, Hâlid b. Velid ordularının takviye olarak

(1) Ürdün nehrine kansan, Gor yolu üzerinde bir vadi.


(2) Havran topraklarında bir yer.
54 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

gönderilmesi İçin Hz. Ebû Bekr’e haber ulaştırdılar. Bunun üzerine Hz.
Ebû Bekr, Hâlid b. Velld’e Irak’ta, yerine Müsennâ b. Hârise’yi bırakıp
askerleriyle birlikte Yermuk'a hareket etmesini emretti.
Bu sırada Bizans ordularına da takviye birlikleri gelmişti. Hâlid
b. Velid, Irak’tan bu yeni savaş alanına geldiğinde, İslâm ordusunun
dört ayn komutanın idaresinde yanyana fakat ayn ayn cephede sava­
şacağım gördü. Tam bu sırada, Bizans ordusunun taarruza geçerek
müslümanlara öldürücü bir darbe indirmeyi düşündüklerini öğrendi.
Öteki dört komutanla bir araya geldiklerinde onlara şöyle dedi:
«B u bir ölüm kalım savaşıdır. Böyle bir günde övünme, büyüklük
taslama kimseye yakışmaz. Allah için savaşıyoruz. Savaşta ihlâstan ay­
rılmayalım. Cihadınızda Allah'ın rızası amacınız olsun. Bu savaş ge­
leceği tayin edecek, bugün başarırsak, yarın da başarılı oluruz ve za­
fer bizimdir. Bugün yenilirsek bir daha kendimize gelemeyiz. Yanlış
bir savaş düzeni kurmuşsunuz. Hz. Ebû Bekr böyle yaptığınızı bilse
mâni olur. Her komutan kendi birliğini değil, bütün İslâm ordusunu
yönetsin ve bu, sıra ile olsun. Bugün bir komutan, yarın başka bir
komutan orduya em ir versin. İlk günü bana bırakın. Şu BizanslIları
siperlerine göm elim » dedi.
Bu sözler üzerine komutanlar onun yönetimini kabul ettiler. Hâ-
lld b. Velid, orduyu hiç görülmemiş bir savaş düzenine soktu. Birlik­
leri otuz sekiz kerdûsa ayırdı. Merkezde on sekiz kerdûs, sağda ve
solda onar kerdûs bıraktı. Merkezi Ebû Ubeyde, sağ kanadı Anır b.
As ve Şurahbil, sol kanadı da Yezld b. Ebî Sufyan komutasına ver­
di. Ayrıca her kerdûsun başmda birer yardımcı komutan vardı. Her
kerdûstakl asker sayısı bini geçiyordu. Ebû Sufyan b. Harb, yaptığı
konuşmalarla askerin moralini yükseltiyordu: «Allah, AUah... Sizler
İslâm cengâverisiniz. Arapların iftihar kaynağı İslâm mücahitlerisiniz.
Onlarsa Bizans’ın çocukları, küfrün askerleridir. Ya Rabbil İslâm as­
kerlerine yardımını gönder. Bugün İslâm’ın günüdür...» diyordu. Bir
asker, Hâlid b. Velld’e yaklaşarak: «Ş u düşman askerlerine bak, ne
kadar da çok» dedi. Hâlid b. Velid ona: «Savaşı çok olan değü, bilen
kazanır. Allah'ın yardımı ve benim şu k ır atım onlara yeter» dedi.

Bizans ordusu da kendine göre savaş düzeni almıştı. İlk hücum


müslümanlardan geldi. Hâlid, ortada bulunan lkrlme b. Ebl Cehil ve
K a ’ka’ b. Amr’a taarruz emri verdi. Bu İki komutan, ermindeki birlik­
lerle savaş naraları atarak harekete geçtiler. İki ordu göğüs göğüse
çarpışmaya başladı. Atlılarla piyadeler birbirine girdi. Hâlid b. Velid,
birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti, ö y le kİ bir ara kendisini
Bizans süvarileriyle piyadelerinin arasında buldu. Bu âtıl taarruz kar­
HZ. EBÛ BEKR (R A.) DEVRİ 55

şısında düşman şaşkına döndü. Bizans atlan ürküp savaş alanının dı­
şında dar bir geçide doğru kaçmaya başladılar. Süvariler atlara hâkim
olamıyorlardı. Bunu gören İslâm askerleri, düşman atlarının yolunu
daha fazla açtılar. Hâlld b. Veüd ve diğer komutanlar, Bizans piya­
delerinin üzerine toplu şekilde hücum ettiler. Bu hücum onlara ölüm
darbesi olmuştu. Bozulan Bizans askerleri gerilemeye başlamıştı. Ken­
dilerini takip eden İslim askerlerinin önünde hendeklere döküldüler.
Taberî’nln rivayetine göre, hendeklerde yüz yirmi bin B iza n slI ölmüş­
tü. Ayrıca savaş meydanında asker ve atlardan da ölenler az değildi.
Gün boyu devam eden savaş geç saatlere kadar sürdü. Bizans karar­
gâhı müslümanlarm eline geçmişti. Hâlld b. Velld, bu karargâhta sa­
bahladı.
Yermuk'ta İslâm askerleri, yüce bir sabır ve sebat İmtihanı ver­
diler. Aralarında Hz. Peygamber’le yanyana savaşan İkrlme de vardı.
Hâlid b. Velld sabah gün doğarken yarasının sarılması İçin İkrime’nln
yanına geldi, İkrime başını Hâlid’in dizine koydu. Diğer dizine de İk-
rlme'nln oğlu Amr uzandı. Her İkisi de yarabydılar. Hâlld onların baş­
larını sıvazladı, yaralarını sardı.
İslâm askerlerinin yiğit komutanlarından da şehit olanlar vardı.
Y a r a lıla r ın sayısı İse oldukça kabarıktı. Şehit sayısı üç bini bulmuştu.
Bu savaşta İslâm kadınlan da geri- hizmetlerde cansiperane çalıştılar.
Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan Herakllus, İkâmet ettiği
Hınıs'tan uzaklaşırken: « Elveda sana Suriye, ebediyyen elveda» diyor­
du.
Savaş devam ederken Hâlid b. Velld, Medine’den Hz. Ebû Bekr’in
vefat ettiğini yerine Hz. Ömer’in halife seçildiğini haber almıştı. Hz.
Ömer, Hâlld b. Velid’l görevden alıp, yerine Ebü Ubeyde’yi başkomu­
tan tayin ettiğini bir mesajla bildirmişti. Hâlld, ordunun disiplini bo­
zulmasın diye bu mesajı bir süre sakladı ve zafer kesinleştikten sonra
açıkladı. Mesajı Ebû Ubeyde’ye uzatırken komutanlık görevini de ona
devrediyordu. Hâlld b. Velld’in şu sözleri tarihe mâlolmuştur:
( «B e n im için, Ömer'den daha sevgili olan Ebû Bekr’in ecelini sona erdi­
ren Allah'a hamdolsun. Bana Ömer'i sonradan sevdiren A llah’a hamdol-
s u n .»
Bu savaşta kırk bin kişilik İslâm ordusu, sayıca kendinden beş
kat fazla bir orduyu, bu kadar kısa bir zaman içinde hezimete uğrattı.
Aynı şekilde İran cephesinde de, İslâm orduları, kendinden kat kat
fazla orduları bozguna uğrattı. Acaba bunu nasü başardılar? Bazı
tarihçiler, Bizans ve İran ordularındaki başıbozukluk ve karışıklığın,
onların mağlubiyetinin sebebi olduğunu zikrederler. Bunda hakikat
payı vardır. Fakat Bizans ordusu, tam bir savaş düzeni içinde ve us­
56 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

taca hazırlanmış bir strateji ile savaşa girmişti. O halde bu zaferin


ve bu yenilginin başka bir sebebi olmalıydı. Bu sebep, »Müslümanla­
rın K u fa n ’dan ve Hz. Peygamberden öğrendikleri, ûhiret m utluluğu­
nu kazandıracak şehitlik şerefi ile gazilik Unvanı idi.»
Böyle yüksek bir moral gücüne sahip olan İslâm ordusunun başın­
da bulunan komutanların dehasını da göz önüne alırsak; İslâm'ın za­
ferinin ve küfrün yenilgisinin gerçek sebebini hemen anlarız. Yermuk-
ta ve İran cephesinde, İslâm ordusunu zaferden zafere koşturan Hz.
Hâlid’i, İslâm komuta kademesinin yıldızlaşan isimlerinden biri ola­
rak zikretmemiz gerekir.
İslâm ordularıyla İran ve Bizans orduları arasındaki savaş hika­
yesi burada bitiyor. Bu iki büyük savaşın yıldızı gerçekten Hâlid b.
Velid idi. Hz. Ebû Bekr’in dehasını süsleyen Hâlid b. Velid el-Mah-
zûmi...
Bu konuya son vermeden önce, Hz. Ebû Bekr’deki azim ve iradenin
İslâm'ın bu ilk zaferlerini kazandıran en önemli faktörlerden olduğuna
da bir kere daha işaret etmek istiyoruz.

9 — İSLAM FETİH LE Rİ VE BAŞARI SEBEPLERİ

İslâm fetihlerinin büyük bir başan ile neticelenmesinin sebepleri


bir çok m üellifler tarafından ele alınmış ve muhtelif aslî âmillere da­
yandırılmak suretiyle izah edilmiştir. Fakat bu müelliflerin büyük
bir k ıs m ı, mensup oldukları dinin ve sosyal camianın düşünce siste­
minden sıyrılmağa muvaffak otamayarak hadise ve neticeleri içinde
bulundukları bu fikrî kadro çerçevesi içinde tetkik etmişler ve netice
olarak tek taraflı kararlara varabilmişlerdir. İslâm fetihleri gibi dünya
tarihi bakımından büyük ehemmiyet taşıyan bir vakanın gerçek mâ­
nâsıyla ilm i bir şekilde izahı, ihtiras ve temayüllerden sıyrılarak tari­
hi gelişmenin askeri, siyasi, dinî, kültürel ve iktisadi cephelerini mev­
cut kaynaklara göre tarafsız şekilde tahkik etmeğe bağlıdır.
Büyük İskender’in fetihlerinden beri ve Cermen kavimler göçün­
den sonra, dünyanın görmediği bir vüsat ve süratle gelişen bu mu­
azzam ve devir açıcı hadise, tarihin kaydettiği diğer büyük istilâlarla
mukayese edilecek olursa hayranlık ve hayret doğuracak neticelere va­
rılır. Büyük İskender, zırhh Falankslarıyla İran’m askeri değeri az, tak­
tik ve silâh bakımından derecesi düşük, fakat sayıca kendisinden kat kat
üstün ordularını, kendi kuvvetinin sayı itibariyle azlığına rağmen ko­
laylıkla parçalamıştı.- Cermen kerim lerinin büyük göç hareketinde İse,
bu kerimlerin, o devrin iyi silâhlı, mükemmel sevk ve idare edilen,
fakat zamanla morali zayıflamış olan Roma ordularını sayı üstün­
HZ. EBÜ BEKR (R.A.) DEVRİ 57
lükleriyle ezdiklerini görmekteyiz. Biri kat'l teknik üstünlük, diğeri ke­
sin sayıca üstünlükle izah edilebilen bu kendinden evvelki İki büyük
istilâ ile mukayese edilecek olursa, İslâm fetihlerinde hem harp bil­
gisi, hem de sayıca fazlalık bakımından üstünlüğün İran ve Bizans
tarafında olduğu inkâr edilemeyecek bir açıklıkla göze çarpar. Fe­
tihlerin başlangıcında müslümanlann takip ettikleri harp usûlü her
ne kadar ana hatlanyla çöl harbi ve bununla İran ve Bizans harp tek­
niğine uymayan bir savaş şekil olmuş İdiyse de İran ve Bizans İmpa­
ratorluklarının müsl (imanlara vermiş olduktan büyük ve kat’l neti-
celi savaşlarda müslümanlann başarılarını, düşmanlarının alışık ol­
madıktan bir tarzda harbetmelerine borçlu olduklarına dair bizi İkna
edecek hiç bir kayda tesadüf edllememlşt'r. Bundan başka gerek İran
ve gerekse Bizans imparatorluklarının güney ve batı hudutlarında hem
birbirlerine karşı yaptıktan sayısız harplerde Araplardan öncü kuvve­
ti olarak istifade etmek, hem de uzun müddet bizzat Arap alanlarına
hedef teşkil etmiş olmak İtibariyle zaten umumiyetle Arap savaş tar­
zına iyice vakıf olduklan da hiç bir şekilde unutulmamalıdır. Kaldı
ki, müslüman mücahitlerinin silâhlan da İran ve Bizans askerlerinin
taşıdıklarından başka değil, belki de bir çok hususlarda daha İptidai
idi. Onlarda asker umumiyetle süvaridir, muharip ok, mızrak, kılıç
ve nihayet kalkan kullanırdı. Nakil vasıtalan deve İdi. Her İki İmpara­
torluk ordularında da deve mevcut olduğu İçin bir yenilik teşkil et­
memelidir. Şu halde iki muazzam imparatorluğu askeri İflasa sürük­
leyen hadiselerde alışılmamış yeni bir askerlik sanatının büyük bir
rol oynadığından bahsedilemez.

Diğer taraftan VII. asra alt elimizde sağlam İstatistik! bilgilerin


olmamasma rağmen, coğrafi durum göz önüne alınacak olursa İran ve
Bizans'ın, sahip olduklan, Arabistan ile mukayese edilemeyecek kadar
bol ve yaşayıp çoğalmaya müsait topraklar sayesinde nüfusça da ke­
sin bir üstünlük muhafaza ettiklerinden şüphe etmemek lâzımdır. Fe­
tihlerin ilk devresinde, müslümanlann hemen her karşılaşmada, mev­
cutlan kendilerinin en aşağı iki misli kuvvetlerle çarpışmak zorunda
kaldıklarını iddia etmek yanlış olmasa gerektir. Pek az İstisnası İle
bütün çarpışmalarda galip çıkan, sayı ve silâhça düşmanlarına naza­
ran kifayetsiz İslâm ordusunun, İran karşısında elde ettiği başarılan
bir dereceye kadar İran ordusunun, Herakllus'un İran’a karşı klriştlği
harpler neticesinde birbirini takip eden mağlubiyetler ve büyük kayıp­
lar yüzünden tamamiyle morali bozulmuş bir halde bulunması ile izah
etmek mümkün görülse bile, aynı düşünce silsilesi takip olunduğu tak­
dirde, bu harplerin galibi olan ve Heraklius gibi büyük ve azlmkâr bir
komutan idaresinde, morali fevkalâde yükselmiş bulunan Bizans or-
58 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

duşuna karşı kazanılan ve ehemmiyet itibariyle İran üzerinde elde edi­


len muzafferiyetlerden hiç de aşağı kalmıyan başanlar hangi sebep­
lerle izah olunabilecektir. İtalyan müsteşriklerinden Caetani, İslâm
fetihlerinin ana sebebini iktisadi görüşle izah etmektedir. Hiç şüphe­
siz Caetani’nin bu görüşü tek taraflı bir izahtan başka bir şey değil­
dir. Burada insanın aklına, Araplar’ın müslüman olmadan önce refah
içinde oldukları ve Islâmiyeti kabul ettikten sonra fakirleştikleri ihti­
m ali gelmektedir ki, tarihî bakımdan hiç bir sağlam delile dayanma­
maktadır. İktisadi sebepler, bu fetihlerde birinci plânda rol oynadı
ise Araplar müslüman olmadan önce neden Bizans ve Iran’m zengin­
liklerinden istifade cihetine gitmemişlerdir? Aynı şekilde HollandalI
müsteşriklerden M. J. de Goeje’nin İslâm fetihlerini, ön plânda yaban­
cı hâkimiyeti altında bulunan Arapları kurtarmak endişesine bağla­
yan görüşü de, o zamanın Avrupa'sında revaçta olan m illiyetçilik akı­
mının bir neticesinden başka bir şey değildir.
U m um iyetle fe tih h areketlerin in h a şa n ile neticelenm esi baş­
lıc a ik i ş artın m evcu d iyetin e bağlıdır. B unlardan b irin c isi fe tih
unsu ru k u v v etin d e n em in olup, büyük b ir im an la m ü cad eleye
atılm ası, d iğeri ise, fethed ilen bölgenin m addi v e m a n e v î b akım ­
dan k ifa yetsizliğ id ir. Elbette İslâm fetih lerin d e de bu ik i unsurun
rolü büyüktür. A vru p alI tarihçiierce daim a İkinci plânda m ütalâa
e d ilen dinî heyecan unsuruna, bu ilk b a ş a n la rın h em en y e g â n e
âm ili olm ası dolayısıyle, İslâm fetih lerin in m u v a ffa k iy e t sebeple­
r i arasında lâ y ık olduğu birin ci sın ıf m ev k ii v e rm e k icap etm ek ­
tedir.
Küçük bir müslüman mücahitler gurubunun salabetlne dayanan
bu ilk başanlar olmasaydı, Arabistan'ın her tarafmdan büyük bir
şevk ve heyecan ile sel gibi akıp gelerek serhatlere koşuşan ve iki bü­
yük imparatorluğun tecrübeli ordulanyla başarılı bir şekilde çarpışan
Araplan yerlerinden kıpırdatmak mümkün olur muydu? Şu halde bü­
yük neticeyi elde etme bakımından Hz. Peygamber’in bir avuç saha­
besine aşıladığı o hudutsuz dini şevk ve heyecanı ilk hareket noktası
olarak kabul etmek gerekmektedir. Sonradan maddi menfaatin, ya­
ni iktisadi zaruretlere bağlı düşüncenin de ilâve edilmesiyle önüne
geçilmez bir çığ halinde hemen bütün müslümanlan kavrayan büyük
manevî kuvvet, maddi kuvvetle de birleşerek takriben bir asır müddet­
le müslümanlan karşılarına çıkan diğer kavimlere karşı askeri bakım­
dan çok üstün bir duruma geçirmiştir. Bilâhare manevi cepheden
asırlarca devam edecek olan bu dini şevk ve heyecan, müslümanlan
kültürel sahada Ortaçağ’ın en yüksek kademelerine yükseltecektir.
Daha sonraki devirlerde İslâm’a kazanılacak olan Türkler ve Berbe-
riler, bir zamanlar Araplan kalkındırmış olan aynı dinî ve iktisadi
HZ. EBÛ BEKR (R A.) DEVRİ 50

âmillerle askeri hususlarda ön safa geçecekler ve İslâm düşünce ve


fiiliyatının şampiyonlan olarak batı dünyası ile mukadderat mücade­
lesini Yeniçağ ortalarına kadar idame edeceklerdir.
İlk İslâm fetih lerin in başan İle neticelenm esinde ikinci dere­
cede â m ille r olarak, İran v e Bizans arasındaki a s ırlard an b eri
d eva m eden m ü cadeleler neticesinde, h e r ik i im paratorlu ğu n
a sk erî bakım dan za a fa u ğram aları v e B iza n s 'm Su riye v e I l ı ­
ş ır 'd a takip etm ekte olduğu dini politika sebebiyle, y e r li halkı
kendisine düşman etm esi hususlarını da belirtm ek İcap etm ekte­
dir. A y rıc a başlangıçta zikredilen iman k u vveti v e bunun k ayn a­
ğını teşkil eden Resûlüllah v e ashabına alt fa k tö rle ri hiç unutma­
m ak gerekir.

10 — HZ. EBÛ BEKR DEVRİNDE Y A P ILA N DİĞER İŞLER

a) Kur'an-ı Kerim 'in Toplatılması ve M ushaf Haline G etirilişi:


Hz. Ebû Bekr devrinde yapılan en önemli İşlerden biri de, K ur’-
an’ın toplatılmasıdır. K ur’an daha önce sadece ezberlenmiş ve âyet­
ler, sûreler halinde yazılmıştı. Hz. Muhammed zamanında, nâzll olan
bu âyetler ve sûreler, Ramazan ayında baştan sona okunurdu. Bu
arada ashab-ı kiramdan bazıları, Kur'an-ı Kerlm ’den ezberinde olan
yerleri Rasûlullah'a okuyarak, ezberlerindekilerln doğru olup olmadı­
ğım kontrol ederlerdi.
Hz. Muhammed, hayatının son Ramazanında o zamana kadar nâ-
zil olan âyet ve sûreleri ashab-ı kiram’ın huzurunda iki defa oku­
du. Bu okuma esnasmda Kur’an-ı Kerim 'i ezbere bilenler, hafızaların­
daki ezberi tamamen kontrol etmek İmkânım buldular.
Yine Hz. Muhammed’in sağlığında, nâzil olan âyet-i kerimeler ve
sûreler, ashaptan yazıyı bilenler tarafından, ya hurma ağaçlarının dal
ve yapraklarına veya derilere, yahut ta düz kemik ve taşlar üzerine
yazılırdı. Ayrıca Rasûlullah’m bir çok vahiy kâtibi de vardı kİ, bun­
lar da nâzil olan vahyi yazı ile tespit ederlerdi.
Hz. Ebû Bekr devrinde, Müseylemetü’l-Kezzâb ile yapılan muha­
rebe neticesinde Kur'an-ı Kerim ’in tamamım ezbere bilenlerden (kur-
r a - hafız) bir kısmı şehit olmuştu. Bu savaşta ve bunun gibi ileride
meydana gelecek savaşlarda, bir çok hafızın şehit olması söz konusu
idi. Böylece yavaş yavaş Kur'an'ı ezbere bilenler hayatta kalmayacak­
tı. Durumun nezaketini ve vahametini düşünen Hz. Ömer, halifeye
müracaat ederek Kur'an-ı Kerim ’in toplatılmasını istedi. O’nun bu
fikri, makul olarak karşılandı ve hemen toplama İşine geçildi, önce,
neşhur hafız ve vahiy kâtiplerinden bir heyet kuruldu. Bu heyetin
60 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

başına da Zeyd b. Sâbit getirildi. Zeyd b. Sâbit, hem Kur'an-ı Kerim ’


in hafızı, hem de Rasûlullah’a vefatından önce Kur'an-ı Kerim ’! ta­
mamen baştan aşağı okuyarak onun tasvibini alan değerli bir sahabi
idi. K u r’an-ı K erim 'i toplamak ile görevlendirilen bu heyette Hz. Ömer,
Osman, Ali, Talhâ, Sa’d, Ebû Derda, Ubey b. K â'b Abdullah b. Mes’ud,
Mikdad b. Esved ve Ebû Mûsa el-Eş'arî gibi ashabm meşhurları da
vardı. Bunların hepsi de K ur’an’^ ezbere biliyorlardı.
Kur'an-ı Kerim ’i toplayacak heyet meydana getirildikten sonra,
kimde K u r’an-ı Kerim ’den yazılı bir âyet veya sûre bulunuyorsa ge­
tirmesi, kimin ezberinde bir âyet veya bir sûre varsa İki şahit ile ge­
lip bildirmesi istendi. Bu iş de tamam olduktan sonra heyet derle­
me işine başladı. Neticede, uzun bir çalışma sonunda K u r’an-ı Kerim ’
in bütün âyet ve sûreleri toplandı. Rasûlullah’ın en son okuduğu sı­
raya göre, düzene konuldu. Sonra bütün ashap çağırılarak, toplanan
K u r’an-ı Kerim 'in tamamı Hz. Ömer tarafmdan orada hazır bulunan­
ların huzurunda okundu. Daha sonra Ebû Bekr’e teslim edildi. O da,
bu mukaddes emaneti hilâfeti devrinde büyük bir titizlikle muhafaza
etti. Vefat etmeden önce de, Hz. Ömer’e teslim etti.

b) Hz. Ebû Bekr Devrinde Ülke Y ö n e tim i:

Arap yarımadası, tamamen İslâmî yönetim altma girmişti. Hz.


Ebû Bekr, ülkeyi vilâyetler halinde İdarî bölümlere ayırmış, her vilâ­
yete bir vali tayin etmişti. Bu valilere, namazı kıldırma, adalet işle­
rini yürütme, yasama ve icra yetkisini kullanma gibi görevler vermiş­
ti. Hz. Ebû Bekr döneminde, kaza (hüküm verme) yetkisini valiler
kullanıyordu. Halife, ayrıca kadılar tayin etmemişti. Hz. Ebû Bekr dö­
neminde belirlenen belli başlı vilâyetler ve valileri şunlardı:
1 — Mekke valisi, Attab b. Esîd. Rasûlullah tarafmdan tayin edil­
mişti.
2 — T aif valisi, Osman b. Ebî Vakkas. Hz. Peygamber tarafmdan
tayin edilmişti.
3 — San’a valisi, Muhacir b. Ebî Ümeyye, Ridde savaşlarında bu­
rayı itaat altma almıştı.
4 — Hadramut valisi, Zlyad b. Lebîd.
5 — Havlan valisi, Y a’lâ b. Ümeyye.
6 — Zebid ve R efi’ valisi, Ebû Mûsa el-Eş’arî.
7 — Cened valisi, Muaz b. Cebel.
8 — Necran valisi, Cerîr b. Abdullah
9 — Cüreş valisi, Abdullah b. Sevr
10 — Bahreyn valisi, Alâ b. el-Hadramî.
HZ. EBÛ BEKH ( R A ) DEVRt 61

Irak ve Şam'a gelince, Hz. Ebû Bekr'ln sağlığında henüz oralarda


savaşlar devam ediyordu. Adı geçen yerlerde bulunan komutanlar sa­
vaştıkları bölgelerden sorumluydular.
Hz. Ebû Bekr zamanında vezirlik müessesesl yoktu. Sadece Hz.
Ömer, adaletle İlgili İşleri yönetiyordu. Ebû Ubeyde de, Şam'a gön-
derilinceye kadar BeytülmAl'l İdare ediyordu. Zeyd b. Sfiblt ve Hz.
Osman kâtiplik görevini üstlenmişlerdi.

Halifenin Maaşı:

Hz. Ebû Bekr, halife olmadan önce ticaretle uğraşudı. Hilâfete


geçtikten sonra da altı ay kadar ticareti sürdürdü. Ancak-hem ülke
idaresi ve hem de ticaret birlikte yürümüyordu. Uüalümanlara daha
iyi hizmet edebilmek İçin ticareti bıraktı. Kendisini bütünüyle devlet
hizmetine verdi. Ancak, ailesini de geçindirmesi gerekiyordu. Bunun
için Beytülmâl’den kendine ve ailesine yetecek, ayrıca hac ve umre­
ye gitmesine İmkân verecek kadar bir maaş aldı. Bu senelik takriben
altı bin dirhem civarındaydı. Vefatı sırasında, «Bende mtislümanlann
malından ne varsa hepsini iade ediniz, h iç bir şey kalmasını dedi.
Her şey Hz. Ömer’e teslim edildi. Hz. Ömer şöyle der: «Halifenin dev­
let işinden başka bir işle uğratmaması ve ona ihtiyacı olan maaşın bağ­
lanması geleneğini Ebû Bekr başlattı. Halife öldükten sonra maaşın
kesilmesi geleneği de yine ona a ittir.»

Ordunun Maaşı:

İslâm askerlerinin hepsi gönüllüydü. Belli bir maaşları yoktu.


Ganimetlerden beşte dört hisse alırlardı. Bunu onlara komutan da­
ğıtırdı. Ayrıca savaş esnasında düşmandan da bazı şeyler elde eder­
lerdi;- Komutanlar,'nmiyetindekl'’'8sKerlerlrbaşatıianıla' göre değişik' öl­
çülerde de ödüllendirebilirlerdi. Ancak Hz. Ebû Bekr, dağıtımın eşit
şekilde yapılmasını, bir askerin diğerinden farklı muamele görmeme­
sini isterdi.

Memur Maaşları:

Ganimetlerin beşte biri Beytülmâl’e verilirdi. Aynca müslüman-


larrn zekâtları ile cizyeler de Beytülmâl’de toplanırdı. Memurlar ma­
aşlarını buradan alırlardı. Artan miktarlar ise, Kur’an-ı Kerim ’de be­
lirtilen diğer zekât verilecek zümrelere dağıtılırdı.
62 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TABİHt

11 — HZ. EBÛ B EKR’İN VEFATI


Hz. Ebû Bekr H. 13. yüuı Cemaziyelâhlr ayının başlarında (634
Ağustos) hastalandı. On beş gün kadar hasta yattı. 21 Cemaziyelâhlr
13 (22 Ağustos 634) tarihinde bir akşam vakti vefat etti. Halifeliği
İki yıl, üç ay, on gün sürdü. Hz. Âişe’nin evinde Rasûlullah’ın kabri­
nin yanına defnedildi.
Hz. Ebû Bekr’in vefatında Hz. Ali şu sözleri söyledi:
«... Sen, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların oynatamadığı t i r
dağ idin. Rasûlullah’m dediği gibi, sen bedeninde zayıf, AUah’ın di­
ninde kuvvetli, gönlünde mütevazi, Allah katında ve yeryüzünde ma­
kamı yüce, mü’minlerin nazarında büyük idin. Sende hiç kimsenin
kini, hiç kimsenin değersiz bulduğu bir taraf yoktu. Senin katında
kuvvetli, ondan hak alınıncaya kadar zayıf, zayıf da hakkını alınca­
ya kadar kuvvetli idi. Allah senin sevabından bizi mahrum etmesin.
Senden sonra bizi saptırmasın... » ( 1 )

(1) Abbes Mahmud Akkad, Hz. Ebü Bekr’ln Şahsiyet ve Dehası, 263 Ter.:
Ali özek
İKİN Cİ BÖLÜM

HZ. ÖMER DEVRİ (13-23/834 -844)

1 — HALİFE SEÇİLMESİ

Hz. Ebû Bekr, hastalandığında vefat edeceğini hissedince, ölü­


münden önce müslümanlara halife olacak kişinin belirlenmesinin fay­
dalı olacağım düşündü. Zira halife seçiminin yeni karışıklıklara se­
bep olacağından endişe ediyordu. Bulduğu çözüm yolu, müslümanla­
ra bir kişiyi teklif etmesi, onların da onu seçmeleri ve biat etmele­
riydi. Buna bir nevi »Veliaht» denebilirdi. Bu sırada kendisini halife
olmaya ehliyetli gören bir çok sahabe vardı. Hz. Ebû Bekr ise, daha
çok Hz. Ömer’i tercih ediyordu. Hz. Ömer'in halifeliği konusunda, sa­
habeden bazılarıyla istişare etti. Onlardan her biri ayrı ayn şeyler söy­
ledi. İçlerinde Hz. Ömer’i beğenenler de vardı, tasvip etmeyenler de.
Önce Abdurrahman b. A v f’la görüşerek, fikrini sordu. Abdurrahman,
« Senin görüsün mutlaka en faziletli olanıdır» dedikten sonra, «Ömer’
in sert mizaçlı olduğunu» söyledi. Hz. Ebû Bekr ise, Ömer’in hilâfet so­
rumluluğunu üstlendiği zaman yumuşayabileceğin! belirtti. Abdurrah­
man b. A vf ayrılırken Hz. Ebû Bekr ona, konuşulanları kimseye söy­
lememesini tenbih etti. Daha sonra Osman b. Affan'ı çağırarak onun
da görüşünü aldı. Hz. Osman, Hz. Ömer'i överek «O nun içi dışından
daha hayırlıdır. Onun benzeri aramızda yoktum dedi ve hilâfete ehil
olduğunu söyledi. Hz. Ebû Bekr, ona da konuşulanlardan kimseye bah­
setmemesini tenbih etti. Yapüan bu tür görüşmeler sonunda, Hz. Ömer’
in halifeliğine genel anlamda bir direniş olmayacağı anlaşüdı. Os­
man b. Affan 'ı çağırarak şuhlan yazdırdı:
« Bismütâhirrahmanirrahim,
Ebû Bekr b. EVİ Kuhâfe’den müslümanlara taahhüttür. Şöyle ki,
(bu ibareyi yazdırdıktan sonra baygınlık geçirdi. Sonra kendisine gel­
64 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

di ve devam etti.) Öm er b. H attaVm size halife olmasını istiyorum. Âdil


davranacağını ü m it ve temenni ediyorum, eğer zulüm ederse ben gaybı
bilemem. Ben sizin için hayırlı olanı tavsiye ediyorum.» Sonra Hz. Os­
man’a, «Yazdıklarını oku» dedi. Okudu. Hz. Ebû Bekr tekbir getirdi
ve vasiyetin halka tebliğini istedi. Vasiyet tebliğ edildikten sonra ya­
nında bulunanlara seslendi:
«Size bir kişiyi halife olarak teklif ediyorum ki, o benim akrabam
değildir. Öm er b. Hattab'ı halife kabul ediyor musunuz? Bence hilâ­
fete en yakın olan odur.» Hep birden, «K abul ediyoruz» cevabmı ver­
diler. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer'i Esma binti Umeys ile evlendirdi ve,
«Onu dinleyin ve itaat edin» dedi. Onlar da: «D inledik ve itaat ettik»
diye hep birden cevap verdiler. Sadece Talhâ b. Ubeydullah Hz. Ömer'
in sert mizaçlı olduğunu hatırlatarak: «Y a rın Allah katında ne der­
sin?» dedi. Hz. Ebû Bekr, Talhâ’ya: «Allah katında, Ya Rab! Senin
yarattıklarının üzerine, onların en iyisini tayin e ttim » derim cevabmı
verdi. Talhâ da susmak zorunda kaldı. Tarih 22/Cemaziyessani/13 H.
(13 Ağustos 634).

2 — K IS A B İYO G R AFİSİ

Ömer b. Hattab b. Nûfeyl, Adiy b. K a’b b. Lüey Oğullan’ndandır.


Anası, Mahzum b. Yakaza b. Mürre Oğulları’ndan HâşLm b. Muğîre’nin
kızı Hanteme’dir. Hz. Peygamber'den on üç yaş küçüktür. Doğruluk,
mertlik, cesaret, âlicenaplık gibi üstün meziyetlerle yetiştirildi. Doğ­
ruluktan ve doğruyu söylemekten ne pahasma olursa olsun çekinmez­
di. Hz. Peygamber'e risalet geldiğinde yirmi yedi yaşındaydı. İslâm’a
ilk davetinde risaletin gerçekliğine inanmamış, üstelik müslümanlara
karşı mücadele edenlerin başmda yer almıştı. Müslümanların ondan
çok cam yandı. Öyle ki Ömer’in ezasmdan, cefasından kurtulmak için
Habeşistan’a göçe başladılar. Hz. Ömer, bu kadar işkenceye rağmen
müslümanlann dinlerine olan bağlılıklarında en küçük bir zayıflama
görmeyince bunun sebebini araştırdı. İşte bu araştırma, onun hida­
yete ermesini sağladı. İslâm’a girmeye karar verdi ve doğru Hz. Mu-
hammed’in yanma gitti. Hz. Peygamber, sahabeleriyle beraber Erkam
b. Ebi’l-Erkam el-Mahzumi’nin evindeydi. Bu ev, müslümanlann gizli­
ce ibadet edip İslâm’ı öğrendiği güvenilir bir yerdi.
Ömer burada Hz. Peygamber'in huzurunda kelime-i şehadet ge­
tirerek müslüman oldu. Ömer’in İman etmesiyle müslümanlar güç­
lendi.
Hz. Ömer, Hz. Muhammed’ln huzurundan aynldıktan sonra Kâ-
be'ye giderek, müslüman olduğunu Kureyş’e İlân etti. Müşrikler, ona
HZ. ÖMER (R A.) DEVRt 65
çok içerlediler ve diğer müsliimanlara 'reva gördükleri düşmanlığı
ona da yönelttiler. O kadar kİ, As b. V&il es-Sehmi’nln himayesine
girmeseydi kendisini öldüreceklerdi. Hicret izni çıktığında müslüman-
lar ölüm tehdidi dolayısıyla Medine’ye gizlice göç ediyorlardı. Hz.
Ömer ise, hicret edeceğini daha önceden herkese duyurmuş, gide­
ceği yolu haber vermiş, «Anasının göz yaşına acımayan, beni filân
vadide karşılasın» diye meydan okumuştu. Daha sonra hicret İçin
yola çıktı, fakat hiç kimse onu takip etmeye cesaret edemedi.
Hz. Ömer de Hz. Ebû Bekr gibi, Hz. Peygamber'in bütün savaşla­
rına eksiksiz katüdı. Hiç birinde bulunmamazlık etmedi. Hz. Ebû Bekr
ve Ömer, Hz. Peygamber'in İstişare ettiği İki önemli müşavir İdiler.
Hz. Peygamber ile akrabalığı vardı. Dul kalan kızı Hafsa, Hz.
Peygamberüı zevceleri araşma girmişti. Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Ebû Bekr'in halife seçilişinde Hz. Ömer büyük rol oynadı. Bu
husustaki tartışmaların ve fikir ayrılıklarının önünü almak İçin Hz.
Ömer, Hz. Ebû Bekr’e ilk biat eden kişi oldu. Diğer sahabe de onu ta­
kip etti. Kendisi Hz. Ebû Bekr’in âdeta sağ koluydu. Adalet meka­
nizmasını ismen değilse bile fiilen o yönetiyordu. Halifeye lstlşari gö­
rüşler sunuyor, gerektiğinde onun adına tayinlerde bulunuyordu. Hz.
Ebû Bekr’in sohbetleri ona vekar ve merhamet kazandırmış ve onun
şahsiyetini daha da geliştirmişti.

İlk Hutbesi:
Hz. Ömer, halife seçildikten sonra, Hz. Ebû Bekr’in başlattığı
geleneğe uyarak İlk hutbesini okudu. Bu hutbede o da, Hz. Ebû Bekr
gibi takip edeceği siyaseti anlattı. Besmele ve hamdeleden sonra şöy­
le dedi:
«M ü ’m in çekingen bir deveye benzer. Binicisinin kırbacına ma­
ruz kalmamak için, onun reflekslerini daha önceden anlar ve ona
tam itaat eder. Ben, Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, bu ümmeti
en doğru yola yönelteceğim .n(l)
Hz. Ömer, bu kısa hutbesi İle müslümanlan itaatkâr bir deveye
benzetiyordu. Bütün mesele deveyi iyi yönetmekti. Bunun gibi müs-
lümanlar da iyi idare edilirse, bütün engelleri aşabilirlerdi. Bu bakım­
dan müslümanlan yönetecek kimseler, büyük sorumluluk taşıyorlardı.
«Sizi en doğru yola yönelteceğim» derken bu sorumluluğun İdraki
içinde olduğunu vurguluyordu. Hz. Ömer, konuşmasını süslediği ben­
zetmelerle, Arap belâgatının dinleyicileri etkilemek için öteden beri

(1) Taberi, rv, 54


F .: 5
66 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

sürdürdüğü bir geleneği uyguluyordu. Konuşmacının örnek ve teş­


bihlerle dinleyenleri etkilemesi Arap edebiyatının özelllklerlndendlr.

3 — HZ. ÖMER DEVRİNDE FETİH H AREKETLERİ

A. IR A K VE İR A N ’D A K İ FE TİH LE R

a) Köprü Savaşı (h. 13/634) :


Hz. Ebû Bekr, Hâlid b. Velid'i Şam’a takviye olarak gönderdiği
zaman Irak’ta, yerine Müsennâ b. Hârise’yi bırakmasını istemişti. (1)
O da böyle yaptı. Hâlid, ordunun yarısıyla Şam bölgesinde çarpışan
müslümanların yardımına koşarken, diğer yarısını da Müsennâ b. Hâ-
rise’ye bırakmıştı. İbn Hâlise, bölgenin merkezi olan Hire’de karargâh
kurmuştu. O şurada Sasaniler’in başına Şehriyar geçmişti.
Şehriyar, Müsennâ’nın üzerine bir ordu gönderdi. Müsennâ, İran
ordusunu Babil civarında karşıladı. Şiddetli bir meydan savaşı oldu.
Behmen komutasmdaki Sasanî kuvvetleri yenildiler. Müslümanlar, Me-
dain yakınlarına kadar geldiler. Sonra Müsennâ, Hîre’ye döndü. Bu­
rada Hz. Ebû Bekr’in hastalandığını haber aldı, ö t e yandan İranlIla­
rın yeni bir ordu hazırladıklarını öğrendi. Beşir b. el-Hasâsiye’y i or­
dunun başmda bırakarak, Medine’ye geldi. Hz. Ebû Bekr’e ordunun
durumunu anlattı, yeni İran kuvvetlerine karşı takviye istedi. Mür-
tetlerden olup da, sadıkâne tevbe eden müslümanları da orduda kullan­
mak için kendisinden izin istedi. Hz. Ebû Bekr, bütün bunları hasta
yatağında dinledi. Hz. Ömer’i yanma çağırdı, Irak’taki İslâm ordusu­
nun, takviye edilen İran ordusuna karşı güçlükle mukavemet edebi­
leceği noktasmda Müsennâ'nın duyduğu kaygıyı anlattı, «.Gerekirse
ve Şam'da zafer kazanılırsa Hâlid b. Velid’i tekrar Irak’a gönderelim.»
dedi. Hâlid b. Velid’in ve askerlerinin Irak’ta kazandığı tecrübeye
temas etti. Son anlarım yaşadığını, belki de yarma çıkmayacağım
belirten Hz. Ebû Bekr şöyle devam etti: «Eğer yarma çıkamazsam,
derhal ashabı topla. Müsennâ ordusu için gerekli takviyeyi gönder.
Rasûlullah’m vefatında benim gösterdiğim azim ve kararlılığı siz de
gösterin. Zira, böyle durumlarda en ufak bir ihmal büyük problemle­
re yol açar.»
Uz. Ebû Bekr vefat etti. Cenaze töreni bittikten sonra Hz. Ömer,
sahabenin ileri gelenlerini toplayarak Irak’taki durumu müzakere et­
ti. Toplantıda Müsennâ da bulunuyordu. Bazı müslümanlar Sasanîler
ile savaşma tehlikesini göze alamıyordu. Onlarm efsanevi bir savaş gü-

(1) Belâzuri. Ftttûhui-Buldan, 250


HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 87
cüne sahip olduğu kafalarda yerleşmişti. Müsennâ, halife Ömer'den
söz İsteyerek şu konuşmayı yaptı: «Düşmanımız yeni yeni ordularla
karşımıza çıkıyor, fakat bunu götünüzde büyütmeyin. Çünkü şimdiye
kadar girdiğim iz her savaşı kazandık. Bundan sonra da zafer bizim
olacaktır. Çünkü Allah, müslümanlara K ur’an’da zafer vaadetmiştir.»
Müsennâ’mn bu konuşmasından sonra sahabeler gönüllü olarak Irak’a
gitmeye karar verdiler. Ortaya ilk çıkan Ebû Ubeyd b. Mes’ud oldu.
Ondan sonra Sa’d b. Ubeyd ve Suleyt b. Kays da ona katıldılar. Hz.
Ömer, bu gönüllülerin başına Ebû Ubeyd'l getirdi.
Hz. Ömer, ona şu tavsiyede bulundu: «Savaşta daima istişare et.
Başkalarının da fikirlerini dinle. Hiç bir kararda aceleci olma. Azimli
ve sabırlı ol. Savaş sabır ister. Savaşta sabır, fırsatı kollama, gerekir­
se manevra yapma önemlidir.»
Ebû Ubeyd, emrindeki yeni ordu ile Irak'a yürüdü. Hîre'ye geldi.
O sırada Sasaniler’in başına kraliçe Azer Mldhat geçmişti. Bu kadın,
müslümanlara karşı hazırladığı ordunun başına Rüstem’l başkomutan
olarak tayin etmişti. RUstem’in genel komutayı eline alır almaz yap­
tığı ilk İş, Sevad bölgesindeki Dihkanlar’a mektup yazıp, halkı müs­
lümanlara karşı koymaya çağırmak oldu. Bu amaçla her bölgeye
bir adamını koydu. Câbân ve Nersâ da bunlardan iki komutan idiler.
Dicle ve Fırat boyunca halkı müslümanlara karşı kışkırtarak büyük
bir ordu topladılar. Küfe yakınlarındaki en-Nemânk denilen yerde
karargâh kurdular. Bunu gören Müsennâ, bütün kuvvetlerini muha­
rebe nizamına soktu. Ebû Ubeyd, Medine’den bölgeye geldiği zaman
müslümanlar daha da güç kazandılar. en-Nemânk’a yürüdüler. Câ-
bân ve askerleriyle savaşa tutuştular. Zaferi müslümanlar kazandı.
Bu arada bir müslüman asker Câbân’ı esir aldı. Câbân ona şahsi
ganimet karşılığında, kendisini başkomutana götürmesini teklif etti.
Asker teklifi kabul etti ve Ebû Ubeyd’in yanına geldi. Ebû Ubeyd, İs­
lâm askerinin bu davranışım anlayışla karşıladı. Çünkü İslâm askerleri­
nin moralini bozmak istemiyordu.
Sasani birlikleri bu savaşı kaybedince, Kesker vadisine gelerek
Nersa kuvvetlerine sığındılar. Ebû Ubeyd, oraya da yetişti. Kesker ön­
lerinde yapılan savaşta onları yine hezimete uğrattı. Karargâhlarını
yerle bir etti. Sevad bölgesi Dihkanlan müslümanlardan barış istedi.
Ebû Ubeyd, isteği kabul etti. İranlIlar ona hediyeler ve yiyecekler ge­
tirdiler. Fakat Ebû Ubeyd, askerlerinin yediğinden başka bir şey ye­
meyi reddetti. Sasani ileri gelenleri, bu durumu yadırgadılar. Ancak,
Ebû Ubeyd: «Bizde reisler için imtiyaz olmaza dedi.
Müslümanlara karşı gönderdiği ordunun yenildiğini öğrenen Rüs-
tem, yeni bir ordu hazırladı. Bu defa başına Behmen Cazü/e’yi ge­
68 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

tirdi. Sasarıi bayrağını ona teslim etti. Direfş Kâviyan denilen bu


bayrağın eni sekiz, boyu on iki arşın olup, kaplan derisindendi. Ebû
Ubeyd, bu ordunun da üzerine yürüdü. Mirvaha denilen yerde konak­
ladı. İki ordunun arasmda Fırat nehri vardı. Acaba önce hangi or­
du saldıracaktı? Sasani ordusu, insiyatifi Ebû Ubeyd’e bıraktı. İs­
lâm komutanları Ebû Ubeyd’e nehrin beri yakasında beklemeyi tek­
lif ettiler. Ebû Ubeyd ise hücum etmeyi tercih etti. Ebû Ubeyd, ka­
yıklardan kurduğu bir köprüden karşı tarafa geçerek Sasani birlik­
lerine saldırdı. İran ordusunda otuz kadar fil bulunmakta idi. Fil­
lerin hücuma geçmesi müslüman cephesinde şaşkınlık yarattı, at­
lar ürktüler. Bunun üzerine Ebû Ubeyd, atlardan inilerek fillere ta­
arruz edilmesi emrini verdi. Fakat fillerle yapılan mücadelede şehit
düştü. Bunu İslâm ordusunun bozgunu takip etti. Köprü yıktırıldığı
için, ric’at eden birliklerin büyük bir kısmı Fırat’ta boğuldu. Müsen-
nâ'nın temkinli hareketi sayesinde birliklerin bir kısmı kurtulabildi.
H. 13/634 yılında cereyan eden ve İslâm tarihlerinde «Köprü Savaşı»
olarak bilinen bu savaş, ilk fetihler esnasında uğranılan en ağır mağ­
lubiyettir.
Müslümanların bu mağlubiyetinden İranlı birlikler istifade cihe­
tine gidemediler. Çünkü Medâin’de tekrar taht kavgaları başlamıştı.
Bu hal, Müsennâ’run toparlanmasına ve yardımcı kuvvetler almasına
imkân hazırladı. Müsennâ, aynı yılın sonlarında Mihran komutasın­
daki İran ordusunu, Fırat sahilinde Buveyb mevkiinde mağlup etti
(H. 14/635). Bu galibiyet üzerine akmlarma devam ederek Dicle sa­
hillerine kadar ilerledi.

b) Buveyb Muharebesi (h. 14/635) :


Müsennâ b. Hârise'nin askeri hayli azalmıştı. Belli mevzileri bile
koruyamaz hale geldiğinden, düşmanın âni saldırılarına karşı savunma­
sızdı. Hz. Ömer, bu durumu öğrenince hemen takviye gönderdi. Tak­
viye birlikleri, Becile kabilesinden oluşmuştu ve Cerîr b. Abdullah
el-Beceli‘nin komutasmda yola çıktı. Müsennâ, takviye birliğini Bu­
veyb (1) bölgesinde karşılayacağını biliyordu ve o yöne doğru yola
çıktı. Öte yandan Sasanîler’in başkomutanı, müslümanlarm üzerine
Mihran komutasındaki birliği çıkarmıştı. Bu birlikle müslümanlar,
Fırat nehrinin iki yakasmda yeniden karşılaştılar. Mihran, Müsennâ’
ya haber göndererek, « Savaşmak için nehrin karşısına geçip geçmeme
konusunda tercih yapmasını» istiyordu. Müsennâ ise, bu defa nehri
Sasani askerlerinin geçmelerini istiyordu. Çünkü Köprü olayı tazeli-

(1) Fırat nehrinin K û fe’ye ayrılan kolu.


HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 6B
ğlni henüz yitlrmemişti. Böylece İran askerleri, Fırat nehrini geçip
müslümanlann bulunduğu bölgede savaş vaziyeti aldılar.
Ramazan ayında bulunuluyordu ve Müsennâ, askerlere iftar et­
melerini emretti.
Müsennâ, askerlerini Hâlid b. Velid tarzında dizerek, savaş düzeni
kurmuştu. Safdan ayrılarak, tek başına saldırıya geçen bir askerini
gördü ve durdurulmasını emretti. Köprü olayında kaçanlardan biri
olduğunu öğrenince yanma çağırarak yerine geçmesini emretti. Asker
de köprü olayı günü yaptığı hatasını telafi etmek istediğini söyledi.
Savaş bütün şiddetiyle başlamıştı. Bu savaş müslümanlann o gü­
ne kadar az bir kuvvetle, kalabalık bir orduya karşı yaptığı büyük
savaşlardan biriydi. Ancak İslâm askerleri, büyük bir kararlılıkla sa­
vaşıyorlardı ve kısa zaman sonra, düşman ordusunun orta yerinde
bir gedik bile açılmıştı. Paniğe kapılan düşman ordusunun savaş dü­
zeni iyice bozulmuştu. Bunu gören Müsennâ, düşman askerlerini ma­
nevra imkânından da mahrum bırakarak, İslâm ordusunun daha ön­
ce düştüğü d u ru m a düşmemesi için köprü geçidini ele geçirdi. İyiden
iyiye sıkışan düşman askerleri, başı boş bir durumda rasgele hamleler
yaptılarsa da, daralan çemberi aşamadılar ve binlerce ölü verdiler.
Müsennâ, bu savaşla ilgili taktiğini şöyle anlatmıştır: «Düşman
ordusundan önce köprü geçidine yetişmek için bir hayli güçlük çektim.
Fakat, yüce Allah bize yardım etti ve kötü bir duruma düşmekten
kurtulduk.»
Müsennâ, köprü geçidini tutmakla büyük bir hezimete uğrattığı
İran ordusunu Seyb’e ( l ) kadar takip etti. Bu savaş Sasaniler'de bü­
yük bir korku ve paniğe yol açtı. Denilebilir ki, bu savaştan sonra
Dicle ve Fırat havzasında müslümanlara karşı koyabüecek önemli bir
güç kalmamıştı.
Bu zaferden sonra Müsennâ, bazı stratejik yerlere adamlarım yer­
leştirdi. Ayrıca Benî Nemr ve Tağlib kabilelerinin ayn ayrı cephe­
lerde savaşmakta oldukları Sıffin’e de bir miktar asker gönderdi. Bekr
b. Vâil kabilesinden Uteybe ve Furat komutasındaki bu birlik, düş­
manlan suya döktü. Daha sonra da komutanlar suya dökülenleri boğ-
m alan için askerleri tahrik ettiler. Hz. Ömer, birlikte bulunan özel
casuslarından bu olayı öğrendi ve komutanları hükümet merkezine
çağınp, sorguya çekti.
Komutanlar, Cahiliye devrinde kendilerine yapılan bu tür bir
katliamın öcünü almak ve bölgede Islâmiyetin nufûzunu artırmak

(1) Kü fe yerlilerine alt ktlcUk bir yerleşim merkezi. Aşağı Seyb, yukarı
Seyb diye lkl loşundan oluşur.
70 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

için böyle davranmaları gerektiği konusunda yemin ettiler. Bunun


üzerine Hz. Ömer, kendilerini tekrar cepheye gönderdi.

c) Kadisiye* Savaşı (h. 14/635) :


Sasaniler, Mihran komutasındaki büyük ordularının hezimetin­
den sonra bir araya gelerek, durum değerlendirmesi yaptılar. Müslü­
man Araplar karşısında, zayıf ve aciz duruma düştüklerini itiraf et­
tiler. Bu durumun aralarındaki çekişme ve sürtüşmelerden ileri gel­
diğinde fikir birliğine vardılar.
Buna son vermek için, aralarında nüfuz rekabeti olan Rüstem ile
Fıruzan’a şöyle dediler:
«N e gerekiyorsa yapın. Bizi daha fazla perişan etmeye hakkınız
yok. Sizin karşılıklı çekişmeleriniz yüzünden Arapların bize karşı üs­
tünlükleri artıyor. Bu şartlar altında, sizi daha fazla başımızda tutup,
ülkemizi büyük tehlikelere atamayız. Bağdat, Sâbût, Tekrit gibi önem­
li topraklarımız elimizden çıktı. Şim di düşmanlarımız Medâin önleri­
ne geldiler. Savaş stratejisi üzerinde anlaşarak birlikte savaşın. Aksi
halde, düşmanın önünde daha fazla rezil olmamak için, size karşı
tedbir almak zorunda kalacağız.»
Bunun üzerine bu iki komutan halkın tepkisini haklı bularak,
aralarındaki rekabeti ve sürtüşmeyi bir yana bırakmak istediklerini
ancak, kraliyet soyundan birinin başa geçmesinin gerekil olduğunu
ileri sürdüler. Daha sonra kraliyet ailesinden olan Şehrlyar’m oğlu
Yezdücerd’i tahta geçirdiler. Bu iki başkomutan ile diğer komutanlar
ve bütün ordu mensuplan, Yezdücerd’e bağlılık ve sadakat sözü ver­
diler. Orduda yeni düzenlemeler yapıldı. Hîre, Anbar, Mesalih ve Ubul-
la bölgelerinin ordulan, o bölgelerin adları ile isimlendiriliyordu.
Müsennâ, yeni gelişmeleri ve düşmanm toparlandığını öğrenince,
durumu Hz. Ömer’e bildirdi. Fakat bu haber halifeye ulaşmadan, Se-
vad halkı yeniden -kendileriyle anlaşma yapılanlar ve yapılmayanlar-
toptan İslâm’dan döndüler. Müsennâ, Sevad halkını bastırmak için
askerleriyle yola çıktı ve Zukar’d a (l) savaşa başladı. Bu sırada Hz.
Ömer’den, yeni bir haber geldi. Halife, Müsennâ’ya, «Düşmanın ikmal
merkezlerinden uzaklaştınlmqsmı ve savaşı İran hududu boyunca su­
lak arazilere kaydırmasının emrediyordu. Müsennâ, bu talimata uya­
rak, kendisi karargâhda kalıp, askerlerini H al(2) ve Şiraf(3) bölgele­

r i Küfe yolu üzerinde Kûfe'ye on Uç fersah uzaklıkta ve Azlb’e dört mil


mesafede bir yer.
(1) Küfe İle Vâsıt arasında, Bekr b. V âll’e alt bir sulak bölge.
(2) Kadisiye yolu üzerinde Zebale’yc doğru uzanan bir vadi.
(3) Vakusa'ya İki mil uzaklıkta Fera' İle Vakusa arasında bir yer.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 71

rine şevketti. Burası, Basra yakınlarında bir yerdi ve gerektiğinde yar-


dımlaşablleceklerdi. (Zilkade h. 13)
Bu arada Hz. Ömer, valilere ve kabilelere haber göndererek müs-
lümanlardan yeni gönüllüler istedi. «E li silâh tutan gelsin» dendi. Hz.
Peygamber’e silâh arkadaşlığı yapmış olan, Hz. Ali ve Talhâ gibi ün­
lü sahabelerin de bulunduğu bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda, Sa-
sanilerin karşısına güçlü bir ordu İle çıkıp, kesin zaferin elde edilmesi
amaçlanıyordu. Toplantıda, Sa’d b. Ebî Vakkas’m bu orduya komu­
tan tayin edilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca halkın toplu desteği de sağ­
landı. Çoğunluğu Irak hududuna yakın kabilelerden oluşan ordu, yo­
la çıkmak üzere hazırlandı ve tekbir sesleri ile sefere koyuldu. Bu se­
fere âlimler, hatipler, şairler, zenginler ve ileri gelenler gibi her ke­
simden müsltfiKan katılmıştı.
Hz. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkas’a İran üzerine yürümesini emretti.
Ayrıca Z erû d 'a(l) geldiğinde orada konaklamasını da tavsiye etti. Ha­
lifenin tavsiyesine uyarak Zerûd’da konaklayan Sa’d, askerlerini T e­
mim ve Esed kabilelerinin sulak arazilerinde etrafa dağıtarak, ikinci
emri bekledi. Bu arada Müsennâ b. Hâilse, daha önce aldığı bir yara­
dan kurtulamayarak vefat etmişti. Ancak Müsennâ, vefat etmeden
evvel Sa’d b. Ebl Vakkas'a bir rapor bırakmıştı. Bu raporda, bölgenin
stratejik özelliklerini, şahsi tecrübelerini anlatıyor, Sasaniler hakkın­
da bilgi veriyordu. Uygulanabilecek savaş stratejisi üzerinde de tav­
siyelerde bulunuyordu. Böylece yüce Allah'ın yardımıyla Sasaniler’e
karşı zafer kapılarını aralayabileceğim, daha sonraki çarpışmalara
ise yeni bir takviye gücün gerekeceğini ve bu canlılıkla zafere kesin­
kes gidebileceğini vurguluyordu.
Sa’d b. Ebi Vakkas, Zerûd’dan ayrılıp Siraf'a vardığında Hz. Ömer’
in ikinci talimatı da gelmiş bulunuyordu. Bu talimatta halife, şöy­
le taktik veriyordu:
ııAskerlerini on birlik halinde ayır, her birliğe bir komutan ta­
yin et ve yöreyi bilen bir kişiyi de yanına ver. Orduyu da şöyle diz;
1 — Sancaktar, 2 — Öncü birlikler, 3 — Mangalar, 4 — Okçular, 5 —
Süvariler, 6 — Taktik uzmanlan, 7 — Piyadeler,
Bunlan, taktik komutanlan cephenin arkasında olmak üzere, bir­
lik komutanlan, sancaktarlar ve kabile reisleri sırasını takip ederek
düzenle.»
Sa’d b. Ebî Vakkas, bu emirler ışığında yaptığı düzenlemelerden
sonra Slraf’tan ayrılmak için halifenin talimatını beklemekteydi. Da­
ha sonra gelen mesajda halife şöyle diyordu:

(1) K ü fe yakınlarında bir yer.


72 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

« Selâmdan sonra... Şimdi, yanındaki Müslümanlarla beraber Si-


ra f’tan İran cephesine doğru yola çık. B ütün işlerinde, Allah’a dayan
ve yalnız ona güven. B il ki, sayı ve silâhları bol, savunmaları güçlü
bir düşman üzerine gitmektesin. Onlarla karşılaştığında cesaretli ol.
İlk darbeyi sen indir. Görüldükleri gibi olmadıklarını bil ve savaş hi­
lelerine karşı dikkatli ol. Zaten savaşa başladığında hilelerini bozabi­
leceğini göreceksin. Kadisiye, Sasaniler’in diğer bölgelere açılan ka­
pısı durumundadır; su bendlerine ve nehirlere de sahip olması bakımın­
dan stratejik bir önem taşır. Silâhlı askerlerini cephenin geçit yerle­
rine (Hecer-M eder) yerleştir. Öyle ki Cirâ’ aralarında kalsın. Sen ye­
rinden hiç ayrılma.»
Hz. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkas’a başka bir talimat göndererek Siraf’
dan ayrılmasını emretti. Sürekli haberleşmelerini isteyerek şöyle de­
di:
«Nereye vardığınızı ve nerede konakladığınızı bana günü gününe
bildir. Yeni bir çarpışmaya giriştiğinizde bana haber ver. Zira, yeni
gelişmeler hakkında bilgim olmazsa, size yeni talim atlar yazmakta
güçlük çekerim. Ayrıca Müslümanların savaş düzenini ve m evzilerini
anlat. Özellikle Medâin ile aranızdaki bölgenin coğrafi yapısını bana
öyle anlat ki, gözümle görmüş gibi tanıyayım.»
Sa’d, bu mesaj üzerine bölgenin özelliklerini ve İslâm ordusunun
durumunu detaylı bir raporla bildirdi. Aynca Atik ile Hendek (1) ara­
sındaki bölgeleri, Kadisiye’nin sonunda ve Hıre’ye giden iki yol ara­
sında dar bir yeşil vadinin bulunduğunu, bu iki yolun ise, biri dar
yamaçtan, diğeri Havs(2) ırmağının kıyısından geçtiğini buradan da
H um ak(3) ile Hîre araşma ulaşıldığını, Kadisiye’nin sağmdan ise
Alûlice’ye ulaşıldığım, buranın sularının bol olduğunu bildirdi. Bir de
müslümanlarla barış antlaşması olan yöre halkından Sasaniler’in ra­
hatsız olduğunu belirtti. Bu yüzden de müslümanlan tahrik ettikleri­
ni ve Rüstem’i müslümanlara karşı saldırıya hazırladıklarım yazdı
ve şöyle devam etti: «B iz ise onlar saldırmadıkça saldırmamaya ka­
rarlıyız. Yüce Allah’ın kaza ve kaderine sığınırız. Size de hayırlar di­
leriz.»
Hz. Ömer, Sa'd’m verdiği bu bilgiler üzerine, Kadisiye'de karar­
gâh kurmasını emreden bir mesaj daha gönderdi. Bu mesajda Hz.

(1) Sabur H en d eğ i: Küte civarında bulunan bu hendeği Sabur adında bir


İran beyi yaptırmıştır. Heyt’ten başlayıp Badl'ye tarafından Kâzıma'
ya kadar uzanan bu hendek Azaplardan gelecek saldırılardan korun­
mak İçin yapılmış olup, burçlara ve savunma siperlerine sahiptir.
(2) Dar bir geçit.
(3) Hlre He Kadisiye arasında bir kanal.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 73
Ömer, Onu sabırlı ve vefakâr olmaya teşvik etmek İçin:
«Düşmana karşı kazandığınız zaferler üm itlerim i artırdı. A rtık
çekingenliği bırakın, Sasaniler’e karşı ciddi ve adil olmaya devam edin.
Zira onların sizde görebileceği en küçük bir vefasızlık, size olan iti­
matlarını sarsacaktır. Zulüm ve haksızlıktan canlan yanmış insanlar
sizden fedakârlık bekliyor. Aksi takdirde, düşman karşısında saflan-
nız çözülür ve düşman üzerindeki iyi tesirleriniz yok olup gider. Böyle-
ce müslümanlann size bıraktığı emaneti iyi koruyamamış olursunuz»
diyordu.
Sasaniler, başkomutan Rüstem’e çok güveniyorlardı. Bu Bavaşta
kendisine tam yetki verilmişti. Sa’d b. Ebl Vakkas, orduyu savaş düze­
nine sokarken, Hz. Ömer’in talimatı üzerine, Sasani hükümdarına bir
mesaj gönderdi. Bu mesajı, Numan b. Mukarrin başkanlığında bir he­
yet götürdü. Sasani hükümdarı Yezdücerd ve vezirleri heyeti kabul et­
ti. Tercüman aracılığıyla ne istediklerini sordu ve, «B izim size bir za-
ranm ız yokken, niçin bize savaş açıyorsunuz, topraklarımızda ne işi­
niz var?» dedi.
Numan b. Mukarrin, İslâm'ın kısaca geçmişini anlattı. Arapların
İslâm'a karşı ilk tavırlarını dile, getirdi. Hz. Peygamber’ln fedakârlık­
larını belirtti. Arapların İslâm'a nasıl girdiklerini, Rasûlullah'm İs-
lâmiyeti yaymak için nasıl bir metot takip ettiğini ve bu hususta üm­
metine verdiği talimatı birer birer anlattı. Arkasından da şunları ek­
ledi:
«Sizi de İslâm’a çağırmak için buralara kadar geldik. Gayemiz
İslâm’ı bütün dünyaya hâkim kılmaktır. Bu çağnya uyarsanız, sizi
kendi ülkenizde kendinizle başbaşa bırakım . Sadece cizye verirsiniz.
Ehl-i zimmet olarak İslâm'ın himayesi altına girersiniz. Aksi halde,
İslâm 'ın hâkimiyetini gerçekleştirinceye kadar sizinle savaşmak bize
borçtur...»
Bütün bunları dinleyen Yezdücerd, «Sizler nankörsünüz. Saltana­
tım ız altında mutluluğunuz için her şeyi yaptık. Geniş topraklarda ve
adil bir hükümdarın müsamahası altında, m utlu yaşama imkânını sağ­
ladık. Siz ise bize düşmanlık yapıyorsunuz. Size yardıma gelen güç­
lerle mağrur oluyorsunuz...-» dedi. Yezdücerd'in bu sözlerine Muğire
b. Zurâre şöyle cevap verdi:
«Ey hükümdar! Bu elçiler adına size ben cevap vereceğim. Bi­
zim hakkımızda söyledikleriniz doğru değil. Sizin idarentzdeyken çok
kötü şartlar altında yaşadık. Açlığım ız bir başka açlıktı. Solucan, yı­
lan, akrep yiyorduk. İşte gıdamız bu tür böcekler ve hayvanlardı. Evt-
miz kuru topraktı, deve ve koyun tüylerinden dokuduklarımızla giyi­
74 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

nirdik, D inim iz ise, birbirimizi öldürmek, insanları birbirine düşürmek­


ti. Geçim sıkıntısından kız çocuklarını diri diri gömerdik... İşte bu­
güne kadar halimiz bundan ibaretti. Ama bugün, Allah bize Rasûlü’nü
gönderdi. Bizden olan ve aslını, soyunu bildiğimiz bir Rasûl. En doğru­
muzu, en hayırlımızı, en şereflimizi bize Peygamber olarak gönderdi.
Bizi İslâm’a davet etti. O peygamber, ilk müslüman ve onun ük hali­
fesi olan Ebû Bekr ile beraber bizi İslâm'a davet etti, ö n ce reddettik,
O’nun söylediklerinin tersini söyledik. O’nu yalanladık. O’nun şiân-
nm tersini şiâr edindik. Fakat Allah, sonra kalblerimize iman sevgi­
si ekti. B ir tohum gibi bu sevgi yeşerdi. Sonunda O’nu Allah’ın bize
bir nim eti olarak tanır olduk. A rtık O’nun her buyruğunu, Allah’ın
buyruğu olarak kabul etmeye başladık.
O bize diyordu ki, ‘Allah, yerin-göğün sahibi ve yaratıcısıdır. Hiç
bir şey yokken O vardı. O’nun ortağı ve benzeri yoktur, her şeyi O var
etti, her şeyin sonu O’na varır. Rahmeti boldur. Peygamberini de, in­
sanları doğru yola çevirmek için rahmet olarak gönderen O’dur. Bu doğ­
ru yolla insanlar, ölümden sonra kurtuluşu bulurlar. Adı cennet cilan
ebedî nim et yurduna kavuşurlar. O’nun yolundan gidenler ve O’nun
uğrunda savaşarak ölenler bu cennete girer. Kalanlar gazilik şerefini
kazanır.’ İşte bizim Peygamberimiz bize bunları öğretti. Sonra da bu
öğrettiklerini başka insanlara da telkin etmemizi tavsiye etti. Biz bu
emaneti ifâ ediyoruz. Bu kutsal görev için savaşıyoruz. Görevimiz, bi­
ze buyurulanı başkasına duyurmak, bize yasaklananları başkalarına
da yasaklamaktır. Duyurularımızı kabul edenler, bizim kazandıklarımı­
zı kazanacak, kabul etmeyenlere cizye tek lif edeceğiz. Cizyeyi de red­
dedenlerle savaşacağız. Şimdi siz de bu ikisinden birin i seçin. Cizye mi,
savaş mı? Teslim olun k u rtu lu n !»

Muğîre b. Zurâre bunları söyledikten sonra Yezdücerd öfkelendi,


«Benimle böyle konuşmaya m ı geldiniz?» dedi. Muğlre ise, «Siz sordu­
nuz, biz cevapladık» dedi. Bunun üzerine Yezdücerd: «E ğer elçi olma­
saydınız hepinizi öldürtürdüm » dedi. Sonra adamlarından toprak iste­
di, «G etirin , şanların yüzüne serpin ve onları şehrin dışına atın, g it­
sinler. Fakat bilsinler ki, ben Rüstem’i onların üzerine gönderiyorum.
Sizi orada gömmeye gelecek, veya evlerinize döneceksiniz. Orada daha
perişan yaşayacaksınız» dedi. Sonra on dört elçiden herbirinln sırtına
bir çuval toprak bağlayıp hepsini geri gönderdiler. Bu elçiler Sa’d b.
Ebı Vakkas’a geldiler ve zafer müjdelediler: «İşte onların topraklarının
bir kısmını aldık getirdik, gerisini de şimdi alacağız» dediler.
Yüz yirm i bin kişilik Sasani ordusu, sefere hazırdı. Başkomutan­
ları Rüstem’in sevk ve idaresindeki bu ordunun öncü keşif birlikleri
yola çıktı, Hîre dolaylarına gelip konakladı. Ardından Rüstem ve er­
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 75
kânı Necef’de karargâh kurdular. İslâm mücahitleri de savaş bölgesine
doğru ilerliyordu. Aralarında Atik vadisi vardı. Savaş başlamadan ta­
raflar arasında elçiler gidip geldi. İslâm elçilerinden Muğire b. Şû’be
Rüstem’ln huzuruna kadar çıkmış, ona şöyle demişti:
« Hakkınızda abartılmış propagandalar duyuyorduk. Fakat şimdi
öğrendik ki, duyduklarımızın hiç biri gerçek değilmiş. Biz müslüman-
la r olarak aramızda eşitliğe sahibiz. Sizde ise böyle bir eşitlik yok. Bu
gidişinizin sonu, kesin yenilgi olacaktır. Çünkü, toplumu ayakta tu­
tan gerçek adalet ve dayanışmadan yoksun böyle bir toplum, daha
fazla ayakta duramaz.» Bunu duyan Sasani askerlerinden bazıları ara­
larında şöyle konuştular:
«Arap elçisi doğru söylüyor. Biz bu İslâm ümmetini küçümsedik
ama, asıl küçümsenecek olan bizleriz. Bizi yönetenler hep hayal kur­
muşlar.»
Sonra savaş başladı. İki taraf da merkez ile teması kesmiyor, de­
vamlı rapor veriyorlardı.
İslâm ordusunda savaş çağrısı olarak ezan okundu, namazdan
sonra üç tekbir getirildi. Heyecan verici şiirler, konuşmalar arasın­
da savaşa girildi. Müslüman cengâverlerin başında Galip b. Abdullah
el-Esedi vardı. Sa'd b. Ebî Vakkas savaşı geriden yönetiyordu. Sonra
Sa’d, dördüncü defa tekbir getirdi. Bunun anlamı, genel hücumun baş­
laması demekti. Bu işaret üzerine müslümanlar, bütün güçleriyle düş­
manın üzerine atıldılar. Fakat düşman, filleri de savaşa sokmuştu.
Müslüman süvarilerin atlan, bu fillerden ürktüler ve kaçıştılar. Bu
sırada Sa’d b. Ebi Vakkas, Tuleyhâ el-Esedi komutasındaki Beni Esed
kabilesini takviye olarak gönderdi. Müslümanlar, takviye birliğin ye­
tişmesi sonucu toparlandılar. Fillere karşı müslümanların yapacağı
tek şey vardı: Filleri süren kişiyi okla düşürüp hayvanlan başıboş ve
sahipsiz bırakarak dağılmalarım sağlamak. Öyle de yaptılar. Fillerin
süvarilerini okla vurup, hayvanların başıboş vaziyette sağa sola kaç­
masını sağladılar. Fakat ilk panik, müslümanların beş yüz yaralı ver­
mesine sebep olmuştu. Savaş gece geç saatlere kadar sürdü. İlk gün
Sasaniler’in günüydü. İkinci gün iki taraftan da ölenlerin kaldınlma-
sma başlandı. Müslümanlar şehitlerini kaldırdılar. Yaralılar da, geri­
de müslüman kadınlar tarafından tedavi ediliyorlardı. Bu faaliyet bit­
tikten sonra, çarpışma yeniden başlayacaktı.
Fakat tam bu sırada, Şam dolaylarında savaşan ve Hz. Ömer’in
Irak cephesine gitmelerini emrettiği Hâlid b. Velid kuvvetleri, Hâşim
b. Atabe komutasında savaş bölgesine yetişmişti. Savaş için hazırla­
dıkları develeri de getirmişlerdi. Develerin heybetli görünümü ayrı bir
76 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

manzara teşkil ediyordu. İki kanada ayrılan develer müslüman süvari­


ler tarafından çember içine alınmıştı. Bu düzenle savaşa girildi.
Düşman atları bu ikinci gün, müslümanlann birinci günkü du­
rumuna düştüler. Bu defa müslümanlar daha başarılı oldular.
Savaşm üçüncü günü de, yaralıların ve şehitlerin kaldırılmasıyla
başladı. Çarpışmalarda düşman filleri, İslâm ordusundaki atlar için
yine ürkütücü oluyordu. Fakat bu defa müslüman okçulardan iki kes­
kin nişancı seçildi. Bu nişancılar, fillerin gözlerini nişan alıyorlar ve
böylece saf dışı bırakıyorlardı. Bu taktik çok yararlı oldu. F ili saf dışı
edilen düşman süvarisi, yere yuvarlanıyor, müslüman piyadeleri yeti­
şip kılıç ve hançerle ortadan kaldırıyorlardı. Böylece düşmanın duru­
mu gittikçe bozuluyordu. İk i taraf da savaşı bırakmıyordu. Bütün
gece çarpışmalar sürdü. Hattâ savaşarak sabahladılar. Araplar ve İran­
lIlar, şimdiye kadar buna benzer bir savaş görmemişlerdi. Gecenin
sessizliğinde yalnız kılıç şakırtıları ve at kişnemeleri duyuluyordu. As­
kerler, gözlerini yummadan bütün gece kıyasıya vuruştular. İk i ta­
rafta da şu inanç vardı: «Bu savaşı sonuna kadar dayanan kazanır.»
Sonunda İslâm ordusu, İran saflarını yardı. Bir gurup müslüman, Rüs-
tem ’in karargâhına kadar ulaştı. Müslümanları görür görmez kaçma­
ya teşebbüs eden Rüstem, Hilâl b. Alkame tarafından yakalandı ve
öldürüldü. Hilâl b. Alkame, Rüstem’i öldürdükten sonra, «Onu öldür­
düm, onu öldürdüm» diye bağırdı. Diğer müslümanlar da oraya ulaş­
mışlardı. Onlar da «Rüstem öldü!» diye bağırmaya başladılar ve hep
bir ağızdan tekbir getirdiler. Sasanî ordusunun önce sağ ve sol ka­
nadı bozulmuştu. Rüstem’in bulunduğu merkez de bozguna uğrayın­
ca, tam bir yenilgiye uğradılar. Sancakları müslümanlann eline geçti.
Geriye kalan birlikleri, savaş alanmdan geri püskürtüldüler. Üçüncü
günkü savaş, müslümanlann gerek Sasanîler’le, gerekse başkalanyla
yaptıkları savaşların en şiddetlisi olmuştu. Müslümanlar bu savaşta
sekiz bin şehit verirken, karşı taraf da otuz bin insan kaybetmişti.
Savaştan sonra Sa’d b. Ebî Vakkas, Hz. Ömer’e zafer müjdesi ve­
ren bir mektup gönderdi.

Sa’d b. Ebî Vakkas bu mesajında şöyle diyordu:


«Selâmdan soma, Sasanîler’e karşı Allah'ın yardımı yine bizim­
le oldu. Onlar da, önceki İslâm düşmanlarının durumuna düştüler.
Uzun ve çok şiddetli bir savaş oldu. İran orduları eşi görülmemiş sal­
dırılar yaptılarsa da, Yüce Allah, müslümanları bu şiddetli saldırılar­
dan korudu. Müslüman askerler, yaptıkları karşı saldırılarla nehir ve
bataklıklara kadar onları kovaladı. Sa’d b. Ubeydi’l-Kan yaralandı. Şu...
şu kişiler de yaralananlar arasında. Daha başka adını bilemediğimiz
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 77
müslümanlar, gece karanlığında arslanlar gibi çarpışırken, Kur'an ses­
leriyle de etrafı çınlatıyorlardı. Şefıadet şerbetini içenler oldu.»
Hz. Ömer, Kadisiye’ye çok önem veriyordu. Öyle ki, her sabah
Medine-i Münevvere’yi taşraya bağlayan ana yola çıkar, oradan ge­
lecek habercilerin yollarını gözlerdi. Sabırsızlıkla elçilerin evlerine g i­
der, gelip gelmediklerini sorardı. Gelen elçilere: «Söyle, ne oldu?!»
derdi.
Hz. Ömer, dağılan Sasani kuvvetlerine Ubulla tarafından takviye
gelmesinden endişe ediyordu. Çünkü burası, henüz müslümanların eli­
ne geçmemişti. Müslümanlardan bir gurup asker, Utbe b. Gazvan ko­
mutasında oraya sevkedildi. Utbe, askerleriyle buraya geldi ve Basra'
ya kadar uzanan bölgeyi kısa zamanda hâkimiyeti altına aldı.(Recep,
14 H.) Burası şimdi Basra'nın bulunduğu bölgedir. Hind Okyanusu’na
açılan bir kapı olan bu bölge, müslümanlar için bir savaş merkezi ha­
line getirildi. Fakat yerleşim merkezi niteliğini hicretin 17. yılında
Küfe ile birlikte kazandı. Basra, Küfe ile birlikte bu tarihte kurulmuş
iki İslâm şehri olarak tarihe geçti.
Sa’d b. Ebî Vakkas, Hz. Ömer’den talimat beklerken iki ay ka­
dar Kadisiye'de kaldı. Ordusu da bu süre içinde dinlenme imkânı bul­
du. Daha sonra Yezdücerd’in Atik kıyılarındaki sarayına yönelmeye
karar verildi. Yezdücerd, burada kadınların maskarası olmuştu. Üze­
rindeki savaş üniformasıyla saraydaki kadınların arasında vakit ge­
çiriyordu. Bu durum halk arasında alay konusu haline gelmişti. Hak­
kında hicivler söyleniyor, fıkralar anlatılıyordu.

dİ Medâin’in Fethi (h. 16/637) :


Sa’d b. Ebî Vakkas, Sasani sarayına doğru yola çıktığında, ordu­
nun öncü kuvveti başında Zühre b. Haviyye bulunuyordu. Seferleri
boyunca irili-ufaklı Sasani tahkimatlarını birer birer zaptediyorlardı.
Önce Bars’ta direnişle karşılaştılar. Sasani ileri gelenlerinden Hürmüz-
ler, burada ikamet ediyorlardı. Burası da kısa zamanda zaptedildi.
Sonra Ferzân'da büyük bir düşman kuvvetinin toplandığı haber veril­
di. Oraya da yetişip etkisiz hale getirdiler. Bu tahkimatların komutan­
ları civar yerleşim merkezlerine kaçıyorlardı. Dicle’nin batı yakasın­
d a k i aşağı Medâin eyaletinin merkezi Behrsir ile Dicle’nin doğusun­
daki yukarı Medâin toplanma yeri durumundaydı. Buralara yetişen
İslâm komutanları karşısında İran kabile reisleri elçiler göndererek ba­
rış istediler. Sa’d b. Ebî Vakkas, bu çağrıyı kabul etti. Sonra Babil’e
ulaşan Sa’d, iki ay kadar orada dinlenme emri verdi.
İslâm askerleri, Kadisiye’de ganimet olarak ele geçirdikleri İran
78 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

atlan ile bir süvari birliği oluşturduklarından uzun seferlere güçlü


olarak çıkabiliyorlardı. Ancak nehirlerde, sandallar düşman tarafından
karşı sahile taşındığı için geçmekte güçlük çekiliyordu. Sa’d b. Ebî Vak-
kas, Yezdücerd’in Medâin’de kalan son güçlerini toparlayıp saldında
bulunmasına meydan vermemek için düşmanın üzerine sürekli baskın­
lar yapıyordu. Bunu gören İran askerleri dehşete kapılıp teslim ol­
maya karar veriyorlardı. Çünkü İslâm akınlan karşısında bunalmış­
lardı. Nihayet Medâin tam olarak boşaltıldı ve Yezdücerd, Hulvan’a
kaçtı. Orada kalanlar da ehl-i zimmet statüsüne razı oldular.
Sa'd b. Ebî Vakkas, Medâin’i teslim aldıktan sonra Beyaz Sa­
ray’a indi. Şu âyet-i kerîmeyi okudu:
« Onlar geride nice bahçeler, akan pınarlar, çeşitli bitkiler, güzel
konaklar ve zevk ve sefa ile içinde yaşadıkları nim etler bıraktılar. Bay-
lece biz, onlara verdiğimiz nim etleri başka bir kavme miras bırak-
t ık .»(l)
Sonra fetih namazı kıldı. Beyaz Sarayı cami haline getirdi ve
orada ilk cuma namazım kıldı. Medâin’de toplanan İslâm askerleri de
cuma namazına katüdılar. Bu, Irak’ta kılınan ilk cuma namazı idi.
(Safer 16 H .).
Sa’d, Medâin’de elde edilen ganimetlerin beşte birini Hz. Ömer’e
gönderdi. Geriye kalanım da askerlerine dağıttı. Boşalan evlere müs-
lümanlan yerleştirdi. Sasanî saraylarından elde edilen ganimetler ara­
sında bulunan zînet eşyaları, ipek halılar çok ilgi çekiciydi. Bu ga­
nimetler, müslümanlara bol bol dağıtılmış, hemen herkes nasibini al­
mıştı. Hz. Ömer de, Medâin'den gelen mallardan Medineli müslüman­
lara hediyeler verdi. Medâin zaferi, bütün müslümanlan büyük se­
vince garketti.
Bu savaşm sonunda Sa’d b. Ebî Vakkas, Irak valisi tayin edildi.
Ömer b. Mukarrin’in iki oğlu Numan ve Suveyd de, Dicle ve Fırat kı­
yılarım yönetmekle görevlendirildiler.

e) Celûla Savaşı (h. 16/637) :

Savaştan arta kalan Sasanî kuvvetleri Celûla’da toplanmışlardı.


Celûla, Azerbeycan ve gerisindeki dağlık bölgeler ile İran’a ayrılan yol
kavşağıydı. Burada baş başa verip Araplara (müslümanlara) karşı ke­
sin bir tavır almak gerektiğine karar verdiler. çOrtak bir tavır almaz­
sak bir daha ik i yakamız bir araya gelmez, düşmandan kaçmak çare1

(1) Duhan sûresi, âyet 25-28


HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 70

değildir, onlarla savaşalım, yenilirsek savaşarak yenilelim» dediler ve


Celûla'yı tahkim ettiler, hendekler kazdılar, siperler yaptılar. Mehran
er-Râzi komutasında bir çok yerlere barikatlar kurdular. Yezdücerd,
Hulvan'da yerleşmişti. Oradan asker ve cephane desteği sağlıyordu.
Sa’d b. Ebî Vakkas, durumu Hz. Ömer'e bildirdi. Hz. Ömer, oraya
Hâşim b. Utbe komutasında bir birlik gönderilmesini emretti. Yardım­
cı komutanları da o tayin etmişti. Hâşim b. Utbe, hicretin on altıncı
yılında, Safer ayında yola çıktı. On iki bin kişilik birliği ile Celûla’yı
kuşattı. Sasaniler ikide bir siperlerinden çıkıp, müslümanlara baskınlar
düzenliyorlar, tekrar siperlerine çekiliyorlardı. Bu durum karşısında
toplu hücuma geçen müslümanlar, büyük bir direnişle karşılaştılar.
Çünkü siperlere saldırmak kolay değildi.
Kadisiye'de verilen çetin savaşa benzeyen çarpışmalar oldu. So­
nunda düşman çözüldü, hendekler teker teker müslümanlann eline
gfeçti. Bu çetin kuşatmanın kahramanı Ka'ka' b. Amr idi. Sasanî as­
kerleri, siperleri boşaltıp sağa sola kaçışmaya başladılar ve şehrin dı­
şına çıktılar. Şehir müslümanlann eline geçti. Hâşim b. Utbe, K a ’ka'a
düşmanın peşine düşmesini emretti. Medâin, hezimetini duyan Yezdü­
cerd, Hulvan’dan Rey’e gitti. Düşmanı kovalayan Ka'ka 1 boşalan Hul-
van’a kadar geldi ve burayı da fethetti. Hulvan’da konakladı. Burası
Irak düzlükleriyle, kuzeydeki dağlık bölge arasmda önemli ve strate­
jik bir geçitti. Hz. Ömer de burada, güneyle kuzey arasım ayıran stra­
tejik bir hudut oluşturulmasını istiyor ve «Güneyin verim li topraklan
bize yetem diyordu.
Öte yandan Sa’d b. Ebi Vakkas, Ziyad ile ganimetlerin miktarını
Hz. Ömer’e göndermişti. Ziyad ganimet hesabının kayıt defterini tu­
tuyordu.
Ganimet mallarım sunmak üzere Medine’ye gelen Ziyad, Hz. Ömer’
in huzuruna çıktı, hesap verdi. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın uyguladığı ma­
hallî siyaseti anlattı. Hz. Ömer onun ifadelerindeki edebi kabiliyete
hayran kaldı ve sordu: «Benden başkasıyla böyle rahat konuşabilir m i­
sin?» O, «E v et» dedi. «Benim gözümde en heybetli insan sensin. Baş­
kalarıyla daha rahat konuşurum» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer tek­
rar sordu: «B u kadar edebi ifade tarzını nereden öğrendin?» Ziyad’m
cevabı edebi bir vecize olarak günümüze kadar geldi. «İslâm askerleri
küıçlannı kullanırlarken, bize de düimizi kullanmayı öğrettiler.»
Hz. Ömer, Zlyad'dan aldığı geniş bilgi üzerine, Sa’d’a bir talimat
gönderdi. Bölgede tanınla uğraşanlara bir imtiyaz tanınması için yap­
tığ ı teklifleri yerinde bulduğunu bildirdi. Düşman saflarına tekrar
dönmek isteyenler olursa, fırsat verilmemesini tenbih etti.
BO doğuştan gUnUmUze B Ü Y Ü K İSLÂM T A R İH İ

Sa’d b. Ebî Vakkas, Tekrit denilen bölgede toplanan Sasani kabi­


lelerinin üzerine de Abdullah b. el-Mu’tem komutasında bir birlik gön­
derdi. Orada tyad, Tağllb ve Nemr kabilelerinden olan Arap asıllı yer­
liler vardı. Abdullah b. el-Mu’tem onlarla anlaşarak: « Biz toplu hü-
cuma geçince, siz de bizim tekbirlerimize katılınız» dedi. Nitekim müs-
lümanlar, toplu saldırıya geçince tekbir seslerine öteki kabileler de
katıldı. Sasaniler, arkadan sarıldıklarını sandılar. Böylece oradaki di­
reniş odaklan da kırk gün içinde teker teker müslümanlann eline
geçti. Direnişçiler, İslâm askerlerinin azimleri karşısında dayanamayıp
teslim oldular. Orada da diğer teslim alman şehir .halkına uygula­
nan «ehl-i zimmen statüsü uygulandı.
Medâin’den Dirar b. el-Hattab komutasında bir birlik de Mâsebe-
zân’a ( l ) gönderildi. Bu birlik orayı kılıç zoruyla teslim aldı. Bu sıra­
da bölge halkı dağlara çekilmişti. Dirar b. el-Hattab, onlara teminat
vererek yerlerine dönmelerini istedi. Onlar da dönüp teslim oldular.
Üçüncü bir birlik de K arkisiya(2 )’ya gönderildi. Bu birliğin başmda
da Ömer b. Mâlik vardı. O, bölgeye yürürken önce Heyt’i(3 ) teslim
aldı. Daha sonra Karkisiya’yı da savaşarak aldı ve bölge halkını ciz­
yeye bağladı.
Böylece Sevad bölgesi tamamen müslümanlann hâkimiyeti altına
girmiş oluyordu. Burası müslümanlann kuzeydeki dağlık bölgeleri için
sınır karakolu durumuna geçti.

f) Cezîre’nin Fethi (h. 16/637) :

Müslümanlann Sasaniler karşısmda kazandıktan bu zaferler ile,


batıda Bizans’a karşı kazanılan zaferler arasında bir irtibat kurulma­
sı gerekiyordu. Biri doğuda, biri batıda çağın iki büyük devletine kar­
şı savaşan iki İslâm ordusu, birbirleriyle temas sağlamalıydı. Bu amaç­
la K ûfe’de üç birlik hazırlandı:
1 — Süheyl b. Adiy komutasında Rakka’ya,
2 — Abdullah b. Atbân komutasmda Nusaybin'e,
3 — Ukbe b. Velld komutasmda Cezire bölgesine,
olmak üzere bu üç birlik yola çıktı. Üçünün de başkomutanı İyaz b.
Ganem idi. Bu savaş taktiği Hz. Ömer'in talimatı ile hazırlanmıştı.
Çünkü elde edilen bilgilere göre Bizans ordusu, Cezlre’den Hınıs'taki
Ebû Ubeyde karargâhına doğru yürümekteydi. Cezire bölgesine de hâ­
kim olmak ve bu suretle iki İslâm ordusunu birleştirmek ancak Bizans1 3
2

(1) Bir çok kasaban İçine alan bir eyalet.


(2) Habur nehri üzerinde bir kasaba.
(3) Fırat kıyısında, Bağdat dolaylarında bir kasaba.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 81

ordusunun bu yürüyüşünü kırmakla mümkün olacaktı ve Şam yöre­


sindeki müslümanların yükünü hafifletecekti. Iyaz, önce Rakka'ya
geldi. Halk orada barış istedi ve cizye ödemeyi kabul etti. Sonra Har­
ran, ardından Nusaybin de teslim oldu. Cezire Arapları teslim olmadı­
lar. Hz. Ömer'e haber gönderip, haraç ve cizye ödemek yöre halkına
ağır geldiğinden sadaka adı altında farklı bir vergi teklif ettiler. Hz.
Ömer, bunu kabul ettiğini bildirdi ve Bizans bölgesine göç eden Cezi­
re Arapları yurtlarına dönüp, uzlaşmaya razı oldular. Böylece Ce-
zıre’nin fethi gerçekleşmiş old u .(l)

g) KAfe Şehrinin Kuruluşu (h. 17/638) :


Sa’d b. Ebi Vakkas’ın gerçekleştirdiği İslâm fetihlerinden sonra
Hz. Ömer, rapor getiren elçilerin yüzünde hastalık belirtileri olduğunu
gördü, sebebini sordu ve iklim değişikliğinden İleri geldiğini öğrendi.
Bunun üzerine Sa'd'dan müslümanların yaşamalarına elverişli bölge­
ler bulup yeni yerleşim merkezleri kurulmasını İstedi. Bu işe Selman
ve Huzeyfe’nin memur edilmesini istedi. Kurulacak yeni şehirlerin,
başkentle ulaşım kolaylığına dikkat edilmesi İçin de gerekli İkazda bu­
lundu. Arada deniz olmamasını İstedi.
Selman-ı Farisi ile Huzeyfe, Kûfe’yi inşa ettiler, önce kamıştan
evler yapılmıştı. Çıkan büyük bir yangında bu evler yandığı için bu
defa kerpiçten evler inşa edildi. Belli bir ölçü ve düzen İçinde cadde­
ler, sokaklar meydana getirildi. Sa'd b. Ebi Vakkas, ele geçirilen böl­
gelere muhafız birlikler bırakarak karargâhım K ûfe’ye taşıdı ve ora­
y ı askeri bir merkez haline getirdi (H. Muharrem -17/638). Şehrin ku­
ruluşuna Ebû’l-Hiyac b. Mâlik ustabaşılık etmişti.
Sa’d b. Ebi Vakkas, bu yeni şehirde ilk camiyi bizzat İnşa ettirdi.
Belli başlı kamu teşkilâtı için önemli binaların plân ve projelerini ha­
zırlattı. O zamana göre modem sayılacak yapılar meydana getirdi.
Araplar burayı çok sevdiler. (H. 17).
Sa'd burada kendisi için de bir köşk inşa ettirdi. Medâin’dekl Kls-
ra’nın köşkünün kapışım söktürüp, Kûfe’ye kendi köşkünde kullanıl­
mak üzere getirtti.
Haber, Hz. Ömer’e ulaşınca halife çok üzüldü. Muhammed b. Mea-
leme'yi derhal Kûfe’ye gönderdi. Ona şöyle dedi:
«K û fe ’ye git. Sa’d’m köşkünün kapısına odun yığdır ve ateşe ver.
O köşkü tamamen yak. Sonra da benim mesajımı Sa'd’a ver. Başka bir
şey söyleme.»

(1 ) Cezire, Dicle ve Fırat arasında Şam yönünde uzanan bölgenin adı. Dl-
yarbeklr. Nusaybin, Harran, Ruha (U rfa ) gibi şehirleri Ifhıe alır.

F .: C
82 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Muhammed b. Mesleme, söyleneni yaptı. Köşkü ateşe verdiği sı­


rada Sa'd çıktı. Ona halifenin mesajını sundu. Şunlar yazılıydı:
aKisra’n m köşküne benzer bir köşk yaptırdığını haber aldım. Kis-
ra’nın köşkünün kapısını da getirip, kendi köşkünde kullanmışsın. Tâ
ki kapma adamlar koyup, ihtiyaç sahiplerini menedesin. Hz. Peygam­
b e rin yolunu bırakıp, Kisraların yolunu tuttun. Kisra’yı o köşkten me­
zara indirdiler. Köşk ona vefa etmedi. Ben Muhammed b. Mesleme'yi
o köşkü yakması için gönderdim. Senden korkmayacak. Bu cihanda
sana iki ev yeter. Birisinde sen otur. Diğerine de müslümanlann or­
tak m alı olan Beytülm âl'i yerleştir.»
Sa’d çok mahcup oldu. Köşkü bırakarak mütevazi bir eve taşın­
dı. Köşk, Muâviye b. Ebî Sufyan zamanında, Ziyad , K û fe’ye vali ola­
rak gönderilinceye kadar boş kaldı.
Aynı yıl içinde Basra da inşa edildi. Müslümanlar buraya hicretin
13. yılında girmişlerdi. Ama inşaat, proje ve plânlan, ancak Küfe şeh­
rinin inşası ile birlikte gerçekleşti. (Bu tarihin münakaşalı olduğunu
da bu arada belirtelim.)
Bu iki şehir, önemli savaş merkezleri haline getirildiler. Müslü­
manlann savaş bölgelerine hareketi buradan yapılıyordu. İkisi için
de aynca özel muhafız birlikleri mevcuttu. K û fe’nin dört kapısı vardı.
Bunlar: Hulvan, Mâsebezân, Karkisiyâ ve Musul idi. Ve her birinin
Sa’d tarafından tayin edilen birer erairi vardı. Basra emiri bizzat Hz.
Ömer tarafından tayin edilirdi.

h) Ahvaz'm Fethi (h. 17/638) :


Ahvaz, Basra’nın batı sınırına yakın olup bir çok İran şehrini içi­
ne alır. Orada İran ileri gelenlerinden Hürmüzân otururdu. Sık sık
müslümanlan rahatsız eden bu bölgenin hâkimlerine bir baskm ya­
pılması için Basra emiri Utbe b. Gazvân, Sa'd b. Ebî Vakkas’tan izin
istedi. Sa’d kendisine K ûfe’den yardım gönderdi. Bu yardımla bölge­
ye yürüyen Utbe, düşmana ani bir darbe indirdi. Hürmüzân, barış
teklif etmek zorunda kaldı. Bu bölgenin Ahvaz ve Mihricankazak g i­
bi önemli merkezleri müslümanlarda kalmak şartıyla barış antlaşması
imzalandı. Fakat kısa bir süre sonra Hürmüzân, bölge halkını da ya­
nma alıp barışı bozdu. Durum Hz. Ömer’e bildirildi. Hz. Ömer, ikinci
bir birlik düzenlenip hücumun tekrarlanmasını emretti. İkinci bir sal­
dırıyla bölgenin hâkimiyeti tamamen müslümanlann eline geçti. İkin­
ci bir banş antlaşması imzalandı. Hz. Ömer, barışın bozulma sebebini
araştırdı. Çünkü bölge halkına zulüm yapılmış olmasından endişe edi­
yordu. Bu amaçla Utbe’ye haber gönderdi. Bölgenin ileri gelenlerinden
HZ. ÖMER (R A .) DEVRİ 83

on kişilik bir heyeti başkente göndermesini İstedi. Aralarında Ahnef


b. Kays’ın da bulunduğu heyet, Hz. Ömer’e geldi. Hz. Ömer, onlarla
uzun uzun konuştu. «Ehl-1 Zimme»ye zulüm yapılıp yapılmadığını
sordu. Ahnef b. Kays güvenilir bir aşiret reisiydi. Zulüm yapılmadığı­
nı söyleyince Hz. Ömer memnun oldu, «öyleyse dağılın, yurdunuza dö­
nün» dedi. Utbe’ye de bir mesaj göndererek halka zulüm yapılmasını
şiddetle yasakladı, adaletsiz bir devletin er geç yıkılacağını belirtti.
Müslümanların Allah’a söz vererek devlet yönetimini ele aldıklarını
söyledi, bu verilen söze sıkı sıkıya bağlı kalınmasını emretti.

ı) Bahreyn'den İran'a Açılan Cephe (h. 18/639) ı


Alâ b. el-Hadraml, Hz. Ömer’in Bahreyn valisi İdi. Kendisi Rldde
savaşlarındaki başarısıyla ün kazanmıştı. Sa’d b. Ebi Vakkas’m Irak’
ta kazandığı zaferleri kıskanıyor, onunla rekabet etmek istiyordu. Hz.
Ömer’in haberi olmadan Bahreyn sahillerinden Sasanller’e bir cephe
açtı. Hz. Ömer, deniz üzerinden yapılacak bir savaşa asla İzin vermi­
yordu. Sandallarla karşı sahile geçen A1& b. el-Hadraml, Istahr sahl-
llne çıkıp İlerlerken karşı taraf ânlden müslümanlann geri hatla irti­
batlarını kesti. Bunu gören Alâ b. el-Hadramî, ilerlemeye devam etti.
Amacı kuzeyde Basra'ya ulaşmaktı. Çetin bir çatışmaya girişti ve
düşmanı hezimete uğrattı, ama geldiği yerden artık geri dönemezdi.
Bu durumda daha da ilerlemek isterken, önlerindeki yollann düşman
tarafından kapatıldığım gördü. Olduğu yerde konaklamak zorunda kal­
dı. Bundan haberdar olan halife, son derece öfkelendi, Alâ b. el-Had-
ram i'yi azletti, Sa’d b. Ebi Vakkas’m emrine verdi. Ayrıca Utbe b.
Gazvân’a talimat göndererek Alâ b. el-Hadrami’yi kurtarmasını emret­
ti. Utbe, on iki bin kişilik bir kurtarma birliğini yola çıkardı, önem li
bir direnişle karşüaşmadan kendilerine ulaşan birlik Ebû Sebre b.
Ebi Ruhm komutasında, Şehrek’teki İran kuvvetleriyle savaşıp müs-
lümanlan muhasaradan kurtardı. Basra üzerinden geri dönmelerini
sağladı. Basra'nın stratejik öneminin ilk defa anlaşılmasına da bu
hareket iyi bir vesile olmuştu.
Utbe, Ahvaz’ın fethinden sonra hac için Hz. Ömer’den izin istedi.
Hac farizasının yerine getirilmesinden sonra görevden affını rica etti
ama talebi kabul edilmedi. Utbe, tekrar göreve başlamak İçin geri dö­
nerken, Batn-ı Nahle'de vefat etti. Hz. Ömer onun kabrini ziyaret etti
ve fazüetinl övdü, yerine Muğire b. Şû'be’yi tayin etti. (H. 18)
84 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

i) Râmhürmüz, Sûs ve Tuster’in Fethi (h. 20/641) :

Yezdücerd, F a r s (l) halkını tahrik etmeye devam ediyordu. Arap-


lara boyun eğilmesini şerefsizlik sayıyor, yeniden isyana teşvik ediyor­
du. İslâm yönetimini kabul eden İranlIlar bile Yezdücerd’in bu tah­
riklerine kapıldılar ve yeni kuvvetler oluşturdular. İslâm ordusunun
sınır muhafız birlikleri, durumu Hz. Ömer’e bir raporla bildirdiler.
Hz. Ömer, K ü fe emiri Sa’d’a talimat gönderdi. Numan b. Mukarrin
komutasında bir birliğin Ahvaz bölgesine şevkini istedi. Bu sırada Hz.
Ömer, Basra valisi Muğîre b. Şû’be’yi değiştirmiş, yerine Ebû Mûsa
el-Eş’ari’yi getirmişti. Talim at gönderip Sehl b. Adiy komutasında ikin­
ci bir birliği de ondan istedi. İk i birliğe Ebû Sebre’yi başkomutan ta­
yin etti. Önce K û fe’den yola çıkan Numan b. Mukarrin kuvvetleri Râm-
hürmüz’e ulaştı. Oradaki asileri mağlup edip, Tuster’e geçti. Ancak
Tuster’de şiddetli direnişle karşılaştı. İki İslâm birliği Tuster’de bu­
luştular. Tuster’i kuşattılar. Çok sayıda müslüman öncü askeri şehit
oldu. Hürmüzân, kuvvetlerini Tuster’e çekmişti. Savaş uzamasına rağ­
men sonunda zaferi yine müslümanlar kazandılar. Fakat Hürmüzân
kaleye çekilmişti. Hz. Ömer’le bizzat buluşup, barış imzalamayı tek­
lif etti. Bu teklifi olumlu karşılanınca bir heyetle İslâm başkentine
gelen Hürmüzân, Hz. Ömer’in yerini sordu. «.Köşkü, karargâhı, muha­
fızı yok m u » dedi. Mescid’in bir köşesinde tek başma, elinde basit bir
kamçı ile uyuyan halifenin bu haline şaştı. Onun bir peygamber ha­
lifesi olarak büyük ve muhteşem bir saltanata sahip olduğunu sanı­
yordu.
Hz. Ömer, uyanınca sahabe kendisine Ahvaz emirini tanıttılar. Hz.
Ömer ona: «Zulm ün sonu budur» dedi. Hürmüzân, şöyle karşılık verdi:
«Cahiliye devrinde biz sizi yenmiştik. Şimdi ise size Allah yardım etti,
siz bizi yendiniz.» Hz. Ömer şöyle dedi: « Cahiliye devrinde siz birlik
içindeydiniz, biz ise dağınıktık, şimdi biz birlik içindeyiz, siz dağınık­
sınız. Allah’ın yardımı birlik olanlardan yanadır.» Sonra Hz. Ömer
ona teslim olmayı niçin kabul etmediklerini sordu. Hürmüzân, kendi­
sini emniyet altında hissetmediği için teslim olmadığım söyledi. Hür­
müzân, Hz. Ömer’in sade hayatı karşısında etkilenmişti. İslâm’ı ka­
bul etti. Hz. Ömer de onun Medine’de ikamet etmesini uygun buldu.
Hz. Ömer, Hürmüzân ile gelen heyete de müslümanların eline ge­
çen bölgelerdeki uygulamayı sordu. Adaletle idare edilip edilmediğini
öğrenmek istiyordu. Heyettekiler, durumdan memnun olduklarını bil­

il) Fars: Irak. Kirman. Hint Okyanusu ve Mukran şehirleriyle çevrilmiş


bir bölgedir. En büyük şehri Şlraz'dır. Beş bölgeye ayrılır: Istahr. Er-
deşir. Darebclrd. Sabûr, Kubbad Hazze.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 85
dirdller. Bu arada Hürmüzân’ı getiren heyete başkanlık eden Ahnef
şunları söyledi: «Ey m ü'minlerin Em iri! SU bUim Sasani topraklarında
ilerlemem ue izin vermiyorsunuz. Onlar da ülkelerini müslüman hâki­
miyeti altına tam girmiş saymıyorlar.» Bunun üzerine Hz. Ömer, ona
hak verdi. Müslümanların tam hâkimiyetle idare etmelerine bütün
Sasani topraklarında serbestçe dolaşmalarına, asayişi her yere yay­
gınlaştırmalarına müsaade etti.

j) Nihavend Savaşı (h. 21/642) :

Yezdücerd, Hemedan'm güneyinde dağlık bir bölge olan Nihavend’


de büyük bir ordu hazırlamıştı. Hz. Ömer, Numan b. Mukarrln'e Basra
ve Küfe halkından bu orduyla savaşacak bir birlik hazırlamasını emret­
ti. Numan b. Mukarrin birliği hazırlayıp, seçkin komutanları da yanına
alarak bölgeye gitti. Ancak, düşman kuvvetlerinin çokluğu ve tama­
mının kalelere çekilmiş olduğu dikkatini çekti. Onları bu kalelerden
söküp çıkarmak zordu. Komutanlardan bu durum karşısında ne dü­
şündüklerini sordu. İçlerinde en yaşlı olan Amr b. Nebiy, düşmanın
çıkmasını beklemeyi teklif etti: «B u şekilde kuşatılmış beklemekten
usananlar olacaklar ve dışarı çıkacaklar» dedi. Amr b. Ma'dikerb İse,
düşmana düzenli atlı baskınlar düzenleyip yıldırma harekâtını teklif
etti. Yani «vurkaç» taktiği uygulanmasını istiyordu. Bu fikir beğenil­
di ve uygulanmasına K a’ka' memur edildi. Sonunda beklenen oldu.
İranlIlar siperlerinden çıktılar, müslüman süvarileri kovalamak ister­
lerden İslâm askerlerine genel hücum emri verildi. Şiddetli bir savaş
meydana geldi. Başkomutan Numan b. Mukarrin şehit oldu. Fakat
onun şehadeti askerlerden gizlendi. Sancağı, vekili Huzeyfe b. Ye-
man aldı. Şiddetli çarpışmalar gün boyu devam etti. Akşam üzeri düş­
man yenilgiye uğratıldı. Sağ kalanlar Hemedan yönünde kaçmaya
başladılar. K a’ka, peşlerine takıldı ve Hemedan’a girerek şehri kısa
sürede kontrol altına aldı. İran'ın çeşitli yörelerinden gelen heyet­
ler banş istediler. Hemedan’ı teslim etmeyi kabul ettiler. Nihavend
ise zaten daha önce müslümanlann eline geçmişti.
Nihavend ve Hemedan’m fethi «Fetihler Feth i» olarak nitelendi.
Çünkü buralarda kazanılan zaferlerden sonra Sasaniler ile yapılacak
önemli bir savaş kalmamıştı. Hz. Ömer, bu zaferi duyunca çok sevindi,
fakat Numan b. M ukam n’in şehit olduğunu öğrenince göz yaşlarım
tutamadı.
Bu zaferden sonra müslümanlara, İran'ın çeşitli bölgelerinde ser­
bestçe dolaşma izni verildi. Daha önce Ahnef’in Hz. Ömer’den istediği
bu izin ile müslümanlar gerek gördükleri zaman, gerek gördükleri
86 doğuştan günümüze B U Y U K İSLA M T A B İB İ

yerlere Hz. Ömer’den talim at beklemeden asker sevketme yetkisi alı­


yorlardı. Bu yetki şu kimselere veriliyordu:
1 — Ahnef b. Kays el-Temimî, Horasan
2 — Mücaşî b. Mes’ud es-Sülemi, Erdeşir ve Sabur
3 — Osman b. Ebî’l-As, Istahr
4 — Sâriye b. Zenim el-Kinanî, F es i ve Darâbclrd
5 — Süheyl b. Adiy, Kirm an
6 — Âsim b. Amr, Slcistan
7 — el-Hakem b. Umeyr, Mukran
Bu bölgelerin fethi için hicretin 21. yılı başlarında yola çıkıldı.

kİ İsfahan'ın Fethi (h. 23/644):


Abdullah b. Utbe komutasındaki birlik, İsfehan bölgesine doğru
yürümüştü. Bölgenin merkezine geldi. Orada Sasanî valisi Fâzûsfân
kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. İk i lider karşı karşıya geldikle­
rinde Fâzûsfân, Abdullah b. Utbe’ye şöyle bir teklifte bulundu: «As­
kerlerimiz bir yanda dursun, biz ikim iz çarpışalım. Ben seni öldürür­
sem, senin askerlerin geri çeküip gitsinler. Sen beni öldürürsen, benim
askerlerim seninle banş yapsınlar.» Abdullah b. Utbe bu teklifi kabul
etti ve: «Önce hangimiz hamle yapalım» diye sordu. Fâzûsfân: «Ben
saldırayım» dedi. Abdullah b. Utbe, atının üstünde hasmının saldırı­
sını bekledi. Batıkların «düello» dedikleri, klâsik savaşlarda ise, adı­
na teketek vuruşma anlamına «mübareze» denilen bir tür iki kişinin
karşılıklı saldırısından ibaret olan bu çarpışmada, önce düşman Ab­
dullah b. Utbe’nin üzerine atlı olarak saldırıya geçti. Fâzûsfân’m kı­
lıç darbesi, Abdullah'ın atının koşumuna isabet etti ve koşumu par­
çaladı. Abdullah, yere düştü ve tekrar ata sıçradı. Bu defa eğersiz ola­
rak bindiği atı hasmının üzerine saldığı şuada hasım düellodan vaz­
geçti. «Ben seninle dövüşmekten vaz geçtim. Y iğit bir komutanmışsın.
Seninle banş imzalayalım. Şehri size teslim edelim, isteyen cizye ver­
sin, sizinle yaşasın, istemeyen başka yere göç etsin. Onlann arazileri
size bırakılsın» dedi. Halkın çoğu bu teklife razı oldu. Bu teklifi otuz
kişi kabul etmemişti. Onlar, Kirm an’a sığındılar. Müslümanlar Cey'i
teslim aldılar. Abdullah b. Utbe, orada yerine başka birini bırakarak
Hz. Ömer'in talimatı gereği ve Süheyl b. Adiy’e yardım için Klrm an’a
yürüdü.
Nuaynı b. Mukarrin Hemedan’da iken, Nihavend ile Hemedan ara­
sındaki Vâcu’r-Rûzbîn bölgesinde düşmanın yığmak yaptığını haber
aldı. Nuaym b. Mukarrin, hemen küçük bir birlikle oraya gitti ve on­
ları dağıtıp bölgeyi-kontrol altma aldı.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 87
Nuaym b. Mukamn, Vâcu'r-Rıizbln’den sonra Rey'e yürüdü. Orayı
da teslim aldı ve bir barış antlaşması İmzaladı. Kumls, Cürcan ve
Taberistan'm teslim alınışı da bu şekilde barış yoluyla gerçekleşti.

l) Derbend'in* Fethi (h. 23/644) s


Derbend'e gönderilen, İslâm birliklerinin komutanı Sürâka b. Amr,
öncü kollan komutam ise Abdurrahman b. Rabia İdi. Şehrin yakınla-
rma kadar gelen İslâm askerleri savaşa başlamadan önce şehrin çev­
resinde karargâh kurdular. Bir süre beklediler ve şehrin çevre İle olan
irtibatım kestiler. Bu muhasaraya uzun süre dayanamayacağını anla­
yan şehrin emirl Şetırbaraz, Abdurrahman’a bir mektup göndererek
görüşme arzusunda olduğunu bildirdi ve bu teklif hemen kabul edil­
di. Şehrbaraz, Abdurrahman b. Rabîa'ya savaşma gücünden yoksun
olduklarım açıkça söyledi. «Biz, dedi, dağınık ve kozmopolit bir toplum
huline geldik, müşterek bir ülkümüz yok, herkes kendi başına buyruk
oldu.» Şehrbaraz, halkın kabullenebileceği şartlarla barış yapılmasını
teklif etti. Sonra Sürâka b. Amr ile görüşmesine müsaade edildi. Ona
da aynı şeyleri söyledi. « Cizye mecburiyeti halkımıza ağır gelmektedir.
Bu ağır şartı kaldırırsanız sizinle banş imzalamak için halkımı ikna
ederim, size yardımcı olurum » dedi. Onun bu teklifi Hz. Ömer’e bil­
dirildi. Bir sene cizye alınmasından vazgeçildi. Ancak ehl-i zlmme'nln
m allan ve canlan garanti altına alındı ve Azerbaycan halkına tanınan
haklar onlara da tanındı. Bu şekilde bölgenin fethi tamamlandı.

m) Horasan'ın Fethi (h. 23/844) :


Horasan, İran'ın doğusunda geniş bir bölgedir. Merv, Nişapur,
Herat, Belli, Talkan ve Serahs belli başlı şehirleridir. Ceyhun nehrine
kadar uzanır. Yezdücerd, İslâm ordulan önünde gerileye gerileye
M erv’e gelmişti. Orada kendini güven içinde görüyordu. Müslümanla­
rın ulaşamadıkları yerlerde yaşayan İran halkına, oradan haberler yol­
ladı. Böylece yeni bir güç oluşturmayı plânlıyordu. Bu yeni toparla­
nışa daha başından engel olmak için Ahnef b. Kays bölgeye gönderildi.
Ahnef b. Kays, Herat’a kadar ilerledi. Orayı kontrol altına aldık­
tan sonra Mervu’ş-Şâhcân’a yürüdü. Yezdücerd, oradan Mervu’r-Rûd’a
kaçtı. Türk hakanından ve Çin’den yardım istedi. Ahnef b. Kays, şe­
hirleri birbiri arkasından zaptediyor ve böylece Yezdücard'i şehir şe­
hir kovalıyordu. Yezdücerd, oradan da Belh’e kaçtı. Ahnef, Eelh’e de

(* ) Kafkas dağlarında en önemli geçit olup, Araplar tarafından el-Bâb


veya Babu'l-Ebvâb olarak İsimlendirilir.
88 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

girince, burada mâslümanlara karşı koymayı denedi. Ancak bozguna


uğradı ve askerlerinden bir kısmı ile Ceyhun nehrinin doğusuna çekil­
mek zorunda kaldı. Ahnef de peşinden Ceyhun’a geçmek istiyordu. F a­
kat Hz. Ömer, daha gerilere uzanmalarına izin vermemişti. Onun için
nehrin beri yakasında konakladı. Sonra Türklerden yardım alan Yezdü-
cerd, savaşmak için geri döndü. Fakat Türkler savaşmak için istekli
görünmüyorlardı. Nitekim çok geçmeden geri çekildiler. Yezdücerd de
geri dönmek zorunda kaldı. Askerleri ise müslümanlarla uzlaştılar ve
ülkelerine döndüler.
n) Basra'daki İslâm Birliklerinin Z a fe rle ri:
Basra’da toparlanan İslâm birlikleri ise, bir başka koldan fetih
hareketlerini sürdürüyorlardı. Sâriye b. Zanîm komutasındaki ordu,
Fesâ ve Dârâbgird'i İslâm hakimiyetinin altma aldı.
Sâriye’nin adı, bu fetihler dolayısıyla, İslâm tarihine Hz. Ömer’
in bir kerametiyle birlikte geçmiştir.
Dârâbgird önünde Sâriye’nin ordusu, çok zor duruma düşmüştü.
Düşman, İslâm ordusunu kuşatmıştı. Müslümanlar bütün güçleriyle
çarpışıyorlardı. Bir çok şehit vermişlerdi. Bu sırada Sâriye, «Y â Sâri­
ye! el-Cebel, el-Cebel» diye bir ses duydu. Askerlerine, «Kardeşlerim,
Öm er'in sesini duydum. Dağa çekilmemizi emrediyor. Siz de duydunuz
m u ?» dedi. Askerleri, «Duyduk ama bu nasıl Ömer’in sesi ola bilir?»
diye cevap verdiler. Ordu, sırtını dağa verdi ve düşmanı yendi. Daha
sonra Sâriye, alınan ganimetin beşte birini Medine’ye gönderdi.
Savaşın çetin anlarının yaşandığı cuma günü Medine’de de başka
gelişmeler olmuştu. Günboyu Sâriye’den zafer haberi bekleyen Ömer,
cuma hutbesi için minbere çıkmıştı. Konuşurken birden durakladı.
Uzaklara baktı. Ağzından, «Y â Sâriye! el-Cebel, el-Cebel» sözleri du­
yuldu. Sonra hutbesine devam etti.
Namazdan sonra cemaat, Hz. Ömer’e minberde ne olduğunu sor­
dular. Hz. Ömer, Sâriye ordusunun zor durumda olduğunu gördüğünü
ve dağa çekilmesini söylediğini anlattı.
Birkaç gün sonra da Sârlye’nin zafer habercisi Medine’ye ulaş­
mıştı. Sâriye’den sonra Osman b. Ebl’l-As Istahr’ı, Süheyl b. Adiy K lr-
man’ı, Asım b. Am r Sicistan’ı, Hakem b. Am r da Mukran'ı İslâm’a ka­
zandırdılar.
Yine Basra’da İslâm kuvvetlerinin ileri gelen komutanlarından
Kays b. Seleme, kuzeydeki Kürtleri İslâm’a kazandırmak için görevlen­
dirilmişti. Onların üzerine yürüdü ve kısa zamanda itaat altma aldı.
Kays b. Seleme, Kürt kabilelerinden alınan ganimetlerin arasında
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ

bulunan bir mücevheri Hz. Ömer’e gönderdi. Bu mücevheri halifeye


götüren görevlinin söylediği şu sözler Hz. Ömer’in yaşadığı sade ha­
yatı ve tatbik ettiği adaleti göstermesi bakımından oldukça ilgi çeki­
cidir. Mücevheri götüren kişi diyor ki: «Em aneti götürdüğümde ha­
life, halka erzak dağıtımına nezaret ediyordu. Çoban değneğine ben­
zeyen değneğine yaslanmıştı. Kendim i tanıtınca bir kenara oturmamı
emretti. Dağıtılan erzaktan benim payıma düşen daha tatlı ve gıdalıy­
dı. Erzak dağıtma işi bitince beni eve götürdü. Refikası Om mü K ü l-
süm’e seslenerek yiyecek istedi. Biraz ekmek, zeytin ve tuz geldi. Son­
ra onu da sofraya çağırdı. O da sofraya gelebilmesi için iyi bir giyeceği
olmadığını belirtmek için: ‘İbn Câfer’in, Zübeyr’in, Talhâ’nın hanım­
ları gibi değerli giyeceğim yok' dedi. Hz. Ömer, refikasının üzüldüğünü
hissedince onu teselli etmek iç in ,'A li b. Ebi Tâlib'in kızı ve halife Ömer’
in zevcesi olmak şerefi sana yetmiyor m uV dedi.
Sonra getirdiğim hediyeyi ona uzattım. Paketi açtı, içinde kıy­
m etli bir mücevher olduğunu görünce, 'Bu müslümanlann hakkıdır'
dedi ve iade etti. Onu tekrar getirip Kays b. Seleme’ye verdim ve ha­
lifenin şu mesajını ilettim : «B ir daha böyle usulsüz iş yaparsanız, ikt-
nizin de vay haline!..»
Bu olay vesilesiyle öğreniyoruz ki, Hz. Ömer ve ailesi en şiddetli
ihtiyaç içinde olduğu zaman bile maddi imkânlardan kendilerini uzak
tutuyorlardı.
Buraya kadar İranlIların durumunu ve müslümanlar karşısında
saltanatlarının yıkılışını gördük. Sasaniler batıda Fırat, doğuda Cey­
hun, güneyde Hint denizi ve kuzeyde Armeniya ile sınırlanan bölgede
hüküm sürüyorlardı. Koca imparatorluğun İslâm önünde eğilişi'a n ­
cak yedi yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı. Hem de müslüman-
ların, fethettikleri her bölgede iyi bir ad bırakarak gerçekleştirdikleri
zaferler İle...
İran halkı her bölgede müslümanlardan tam bir adalet, antlaşma­
lara sadakat ve müsamaha örnekleri gördüler. İslâm’a hayran kaldı­
lar.

B. B İZA N S Ü LK E S İN D E K İ F E TİH LE R

a) Şam 'ın Fethi Ih. 14/635) :


Yermuk savaşı, Hz. Ömer’in hilâfetinin ilk günlerinde olmuştu.
Savaş sırasında Hz. Ebû Bekr'in vefatı ve onun yerine Hz. Ömer'in
halife olduğu, Ebû Ubeyde’nin orduya başkomutan tayin edildiği ve
bölge komutanlarının onun emrine verildiği haberleri gelmişti.
90 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Bu savaşın sona ermesiyle birlikte ordu, Ürdün topraklarındaki


F ih l(l) üzerine yürüdü. Bizans askerlerinin ihtiyat kuvvetleri burada
toplanmıştı. Müslüman askerlerin başmda ise, Hâlid b. Velid bulunu­
yordu. tki ordu yeniden karşüaştı ve Bizans kuvvetleri hezimete uğra­
dı. Müslümanlar Fihl’e girdiler. H. 13. yılı Zilkade ayında cereyan
eden bu olay neticesinde Bizans ordusu, Şam'a çekilmek zorunda kal­
dı. Hz. Ömer halite olalı henüz altı ay geçmişti.
Hâlid b. Velid komutasında Şam’a' yürüyen müslümanlar şehri
kuşattı. Ebû Ubeyde'nin komuta ettiği büyük İslâm ordusu da oraya
geldi. Öte yandan Bizans kuvvetleri de savaş düzenine girmişti. Ta­
raflar, birbirlerinin gücünü bir bütün halinde tartmadıkları için ne
düşündüklerini, savaşm nasıl bir yön alacağını ve nasıl sonuçlanaca­
ğını bilmiyorlardı. Hâlid b. Velid, askerleri ile surlara hücum ederek
kapılara dayandı. Nihayet İslâm ordusu surların kapılarını açarak
içeri girmeye başladı. Fakat bilhassa Hâlid'ln bulunduğu kapı içerden
kuvvetli bir direnişle korunuyordu. Hâlid, düşman askerlerini biraz
daha zorladıysa da sonuç alamadı ve kendisi bir cephede, Am r b. Âs
ve Yezid diğer cephede savaştıkları halde ilerleme sağlanamadı. K u ­
şatma yetmiş gün sürdü. Ok, mancınık ve başka savaş aletleriyle de­
vamlı hücum ediliyordu. Şehirdeki düşman kuvvetleri gelecek yardımı
bekliyorlardı. Fakat bekledikleri yardım gelmediği için ümitleri kırüdı.
Öte yandan Hâlid b. Velid, düşmanın en ufak davranışım bile takip
ediyor, casusları aracılığıyla onlar hakkında durmadan bilgi topluyor­
du. Daha sonra ipten merdivenler yaptırıp ucu kancalı halatlar ha­
zırlatarak, bunlarla surlarm burçlarına çıkmayı düşündü. Bir gece
bunu uygulama fırsatı doğdu. Şehir halkının, ileri gelen birisi için
eğlence düzenlediğini haber alınca, Irak’tan gelen ve aralarında K a ’ka’
b. Am r’ın da bulunduğu komutanları topladı. Önce küçük bir guru­
bun burçlara tırmanması, onlar ilk direnişleri kırabilirlerse, tekbir ge­
tirerek orduya harekât işareti vermeleri, ardından da bütün ordunun
hücuma geçmesi plânlandı. Bu karardan hemen sonra Hâlid b. Velid
ve bazı arkadaşları burçlara tırmandılar. Surların önü su hendekleri
ile çevrili idi. Hendekleri geçtiler. Burçlara ulaşınca K a ’ka ve arka­
daşları, ipleri burçlara bağladılar. Surlarm bu bölgesi Şam’a hakim
olan en önemli mevki olduğu için, en çok su alan hendek buraya ka­
zılmıştı. İlk tırmananlar burçlara yerleşince sonra gelenler kapılara
doğru ilerlediler. Verilen işaretle tekbir getirildi. Müslümanlar toplu­
ca önceden verilen talimata uygun olarak hazırlanan halatlarla he­
men burçlara tırmandılar. Kalenin içlerine doğru, önlerinde Hâlid b.
Velid olduğu halde yürümeye başladılar. Önlerine çıkan muhafızları

(1) Havran ve Filistin İle Ürdün arasında bir yer.


HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 91

sessizce etkisiz hale getirdiler. Onlara yardıma gelen muhafızlar da ay­


nı metotla susturuldu. Kısa süre İçinde bütün ınüslümanlar surlardan
İçeri girmişti. Şehir halkı bu ani baskın karşısında paniğe kapıldı.
Yapabilecekleri tek şey kalmıştı. Teslim olmak. Müslümanlar da şehrin
kan akıtılmadan teslim edilmesini İstiyorlardı. Nihayet şehir halkı,
barışı kabul etmek zorunda kaldı, öteki kapılar da açıldı. Bu suretle
Şam ve yöresi müslUmanların hakimiyeti altına girdi. Zaferden sonra
Hz. Ömer’den Ebû Ubeyde'ye gelen bir mektup, Hâlld b. Velid ve as­
kerlerinin Irak cephesine gönderilmesini bildiriyordu. Buna rağmen
Ebû Ubeyde, Hâlld b. Velid gibi müdebbir bir komutanı yanından ayır­
mak İstemediği için onun yerine Hâşlm b. Utbe ve askerlerini Irak’a
yolladı.

b) M erc el-Rûm Savaşı (h. 14/635) :


Ebû Ubeyde, Hâlld b. Velid İle beraber Merc el-Rûm’a yürüdü.
Orada Bizans komutam Teodoros komutasındaki Bizans ordusuyla
karşılaştılar. İki taraf karşılıklı savaş durumu alıp sabahı beklemeye
başladılar. Fakat sabah olunca Teodoros’un askerleriyle birlikte Şam’ı
müslümanlardan geri almak için oraya gittiği öğrenildi. Ebû Ubey­
de, bir miktar askerle Hâlid b. Velid’l onun peşinden gönderdi. Yezid
b. Ebi Sufyan bu arada Şam’daki birliklere komuta eden Teodoros'un
askerlerini daha önce karşılamıştı. Hâlid b. Velid de savaşm başladı­
ğı sırada yetişti. Bir yandan Yezid b. Ebi Sufyan, diğer yandan da Hâ-
lid'in sıkıştırdığı Bizans ordusu kısa sürede kılıçtan geçirildi. İçlerin­
de kurtulan olmadı. Hâlld tekrar Ebû Ubeyd’in yanma döndüğünde
diğer Bizans kuvvetlerinin de mağlup edilmiş olduğunu gördü.

c) Hınıs'ın Fethi (h. 14/635) :

Müslümanlar, Merc el-Rûm’daki bu zaferden sonra Hınıs'a yönel­


diler. Orada siperlere yerleşip şehri kuşattılar. Kuşatma kış boyunca
sürdü. Böylece Bizans kuvvetleri şehre hapsedilmiş oldu. Kışın soğuk­
ların tesiriyle müslümanlarm telef olmasını bekleyen BizanslIlar, um­
dukları şey gerçekleşmeyince banş yoluyla teslim olmayı kabul et­
tiler.
Bundan sonra Ebû Ubeyde, Hâlid b. Velid’i Kınnesrin’e gönderdi.
Fakat Hâlld, el-Hâzır’a ( l ) geldiğinde, başlarında Herakllus'tan sonra
Bizans'ın en büyük komutam olan, Müıâs’m bulunduğu bir ordunun

(1) Halep yakınlarında bir yer, Hâzır-ı Haleb de denir. Burada Araplar
da vardı.
92 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

hücumuna uğradı. Hâlid yapılan savaşta galip geldi. Mİnâs öldürüldü.


Bizans askerinden kurtulan olmadı. el-Hâzır halkı, Hâlid’e elçi gön­
dererek, kendilerinin Arap asıllı olduklarını ve savaşa zorla sokulduk­
larım bildirdiler. Hâlid onlan affetti ve serbest bıraktı. Fakat Hâlid b.
Velid’in böyle tek başına siyasî kararlar aldığım duyan Hz. Ömer:
« Hâlid kendi kendini em ir ilân etti. Hz. Ebû Bekr onu benden iyi bi­
liyorm uş» dedi.
Yine Hz. Ömer’in Hâlid b. Velid ve Müsennâ b. Hârise hakkında
şöyle dediği rivayet edilir:
«Ben onları herhangi bir şüphe sebebiyle azletmedim. Halkın gö­
zünde itibarları çok artm ıştı. Onlan, kendilerine em ir seçmelerinden
endişe ettiğim için azlettim .» Hâlid b. Velid, el-Hâzır’dan sonra Kın-
nesrin üzerine yürüdü. Bölge halkının kalelerine sığınmış olduğunu
gören Hâlid onlara, «Bulutlara çıksanız, yine de Allah'ın yardımı ile
sizi yakalarız. Hıms halkının başına gelenlerden ibret a lın » diye ha­
ber gönderdi. Kurtuluş ümidi göremeyen halk kalelerinden çıkıp tes­
lim oldular.
Bu arada Muâviye b. Ebî Sufyan, K a y seriyy e'yi(l), Amr b. As da
Ecnadin’i(2 ) fethetmişti. O zaman burada Bizans'ın büyük dâhilerinden,
zulüm ve işkencesi ile tanınmış Artabûn adlı birisi bulunuyordu. Hz.
Ömer, bunu öğrenince şöyle dedi: «R u m Artabûn’u ile Arap Artabûn’u
karşı karşıya geldiler, bakalım hangisi kazanacak.»
Amr b. As, Ecnadin’de çok uğraştığı halde Artabûn’un savaş tak­
tiğini bir türlü öğrenemedi. Ona müslümanlardan elçi de gönderemiyor­
du. Çünkü onun elçileri öldürmesinden endişe ediyordu. Sonunda Amr
b. As kendisi elçi rolünde Artabûn’un yanma gitti. Onun sözlerinden
niyetini anlamaya çalıştı. Halbuki Artabûn da onun sözlerini dinledik­
çe kendi kendine, «B u ,» diyordu, «ya Am r b. Âs’dır, veya onun özel da­
nışmanıdır. Kendi ayağı ile buraya kadar gelmişken m u öldürmekten
daha zevkli bir şey olamaz.» Hemen muhafızlarına onu tutuklamaları­
nı emretti. Bu durumda Amr b. As, kurtulabilmek için bir hile düşün­
dü: «B iz on kişiyiz, bizi Hz. Ömer gönderdi. Beni bırakın, size diğer
on arkadaşımı da getireyim. Yanımdaki de heyetimizin reisidir. Eğer
isterseniz o rehin olarak kalsın» dedi. Amr b. As bu şekilde kurtuldu. (3)

(1) Sahilde bir şehir, Filistin bölgesine dahil kabul edilir. Taberlye'ye Uç
günlük mesafededir. Eskiden bUyUk bir şehirdi.
(2) Beyt-1 Cibrln yöresinde Filistin kasabalarından birisidir.
(3) Bu hadise, bazı tarih kaynaklarında zikredilmekle birlikte, pek gerçe­
ğe yakın görünmemektedir. Amr b. Âs gibi gerçekten dâhi bir komu­
tanın kendi askerini bırakarak. dUşman karargâhına girmesi makul
addedilemez.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 93

Artabûn aldatıldığım anladığı zaman, «Bu adam gerçek bir dâhidir*


dedi.
Sonra Amr, Artabûn’la savaşa girdi. Yermuk savaşı gibi çetin bir
savaş oldu. îki taraf da çok sayıda kayıp verdiler. Neticede Artabûn
Eyle'ye sığındı.(1) Amr ise, Ecnadin’de bir süre daha kaldı.

d) Kudüs'ün Fethi (h. 16/637) :


Eyle, dini bir merkez olan Kudüs'ün yer aldığı bölgedir. Filistin
ve çevresinin fethine memur edilen Amr b. As, aynı zamanda burada­
ki fetih hareketlerini de yürütüyordu. Amr'ın komutasında Kudüs'ü
kuşatan müslümanlar, uzayan kuşatmanın şehir halkının ve askerle­
rin kurtuluş ümidini kesmesinden sonra burayı da kan dökmeden
teslim aldılar. Fakat halk, barış anlaşmasının bizzat halife Ömer b.
Hattab tarafmdan imzalanmasını şart koşuyordu. Bunun üzerine Amr
b. As durumu Hz. Ömer’e iletti.

Hz. Ömer, Ş a m 'a geleceğini bildirdi v e kom utanların kendisi­


ni C âb iye'd e k arşılam aları İçin haber gönderdi. N itekim onu o ra ­
da Y e z id b. Ebî Sufyan, Ebû Ubeyde v e Hâlid b. V e lid k a rşıla d ı­
lar. Ö zerlerin d e ipek kum aştan elb iseler vardı. H z. Öm er o n la n
görünce atından indi v e on lara şöyle dedi: «B öyle parlak elbiselerle
mi karşılayacaktınız beni?. İki yılda karınlarınız bu kadar doydu h a ! » v e
d eva m ederek, «Y e m in ederini ki, iki yüz sene de böyle yapsanız benim na­
zarımda durumunuz değişmez» d iy e seslen di. K om u ta n la r, <<Ey
Mii'minlerin Emiri! Bu elbiseler silâhlı bulunduğumuz sırada rahat hareket
etmemizi sağlıyor» d iye m a zeret b eyan ettiler. «P e k i öyleyse» d iyen
H z. Ö m er atın a binip C â b iye 'ye vard ı. A m r b. Â s v e Şurahbll İse
Hz. Ö m er o r a y a gelirk en yerlerin d en a y rılıp onu karşılam adılar,
gelirken yerlerinden ayrılıp onu Karşılamadılar.
Daha sonra Eyle elçileri gelip barış istediklerini açıkladılar. Hz.
Ömer, onlarla şu barış anlaşmasını imzaladı:
« Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu sözleşme, m ü’minle-
rin em iri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından, Eyle halkına verilen bir
emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hasta­
larına ve bütün fertlerine verilen bir tem inattır. Kiliseleri mesken ya­
pılmayacak ve yıkılmayacaktır. İçindeki kutsal eşyaya dokunulmaya­
caktır. Kimse dinî inanışlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine
asla zarar verilmeyecek ve yurtlarına yahudiler iskân edilmeyecektir.
Buna karşılık, Eyle halkı da, diğer şehirlerin halkı gibi cizye verecek­

ti) Taberi. IV. 57


94 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LA M T A R İH İ

tir. Orada bulunan Rum lar çıkarılacak, fakat gidecekleri yere kadar
güvenlikleri sağlanacaktır. Çıkmak istemeyenler ise Eyle halkı gib i ciz­
ye verecektir. Burada kaltp hasadını almak isteyen de hasadını alacak
ve m alını satmak isteyene gerekli kolaylık gösterilecektir. Bu, Allah’
ın Rasûlü'nün, halifelerin ve m ü’m inlerin Eyle halkına verdiği bir gü­
venlik ahdidir.»
H. 15. yılda yapılan bu antlaşmada Hâlid b. Velld, Am r b. As,
Abdurrahman b. A v f ve Muâviye b. Ebl Sufyan da şahit olarak hazır
bulundular. (1) İm za töreninden hemen sonra Hz. Ömer Kudüs’e gidip
oradaki Kıyâm e kilisesine girdi. Bu sırada namaz vakti gelmişti. Pat­
riğe namaz kılabileceği bir yer sorunca, patrik, «Kilisenin herhangi bir
yerinde kılabilirsiniz» dedi. Hz. Ömer, kilisenin içinde namaz kılmak
istemedi. Kapıya yakın bir yerde namazını kıldıktan sonra patriğe dö­
nerek, «Eğer ben içerde kılsaydım, öteki müslümanlar da orada kılar­
lar, orayı mescit haline getirirlerd i» dedi. Bunun üzerine antlaşmaya
ilave yapılarak, müslümanlann namaz için kilisede toplanmaması ve
orada ezan okunmaması da yazıldı. Sonra Hz. Ömer, patrik’ten mes­
cit yapılacak bir yer göstermesini istedi. O da Allah'ın Hz. Yakub’a
hitap ettiği tepeyi gösterdi. Hz. Ömer, oradaki kumlan bizzat elleri
ile temizlemeye başlayınca bunu gören diğer müslümanlar da hemen
çalışmaya başladılar. Kısa zamanda orayı mescit yapılmaya hazır ha­
le getirdiler. Halife buraya bir mescit yapılmasını emrettikten sonra,
Şam bölgesindeki valiliklerin sınırlarını ve idarecilerini yeniden be­
lirledi. Aynı zamanda biri Remle, öteki de Eyle olmak üzere Filistin’i
de iki kısma ayırdı. Daha sonra Medine’ye döndü.
Bu olayda müslümanlann, yenik düşmanlarına bile, nasıl insani
bir şekilde muamelede bulunduktan görülüyor. Hal böyleyken, daha
sonra Haçlıların Eyle’y i geri aldıklan zaman müslümaniara reva gör­
dükleri zulüm ve işkenceler göz önüne alınır ve bir karşılaştırma ya­
pılırsa, aradaki fark daha açık olarak ortaya çıkar.

e) V eb a S a lg ın ı:
H. 17. yılda Hz. Ömer, ikinci defa Şam’ı ziyaret etmek istedi. Bu
defa Muhacir ve Ensar’dan bazılarım da yanma aldı. Sarağ’a (2 ) gel­
diklerinde, ordu komutanlan onları karşılayarak Şam’da salgm has­
talık (veba) olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, önce be­
raberinde gelen Muhacir ve Ensar’la, daha sonra da Fetih muhacirle­
ri ile ayrı ayn istişareler yaptı. Fakat guruplardan hiç birisi geri

(1) Taberi. IV. 158-160


(2) Şam He TebUk arasında hac yolu üzerinde bulunan bir yer.
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 95

dönmek veya yola devam etmek konusunda fikir birliğine varamadı.


Belâ’dan kaçmak için geri dönmek isteyenler olduğu gibi, yola de­
vam etmek isteyenler de vardı. Sonra vakit gece olduğu için, karar
vermeyi sabaha bıraktılar. Geceyi orada geçirdikten sonra ertesi gün
Hz. Ömer, »Ben geri dönüyorum. Siz de geri dönün» dedi. Bunu du­
yan Ebû Ubeyde b. Cerrah, «Allah'ın kaderinden m i kaçıyoruz, ey m ü'-
m inlerin e m iri? !» dedi. Hz. Ömer de, «Evet/ Allah'ın kaderinden, yine
Allah’ın kaderine kaçıyoruz,» dedi ve ekledi: «B ir vadide biri verimli,
biri kurak iki yamaç gören insan, hangisini tercih eder? Tercihi han­
gisi olursa olsun, yine de kaderi seçmiş olmaz mı? Buna sen değil de
bir başkası itiraz etse şaşırmazdım, ey Ebû Ubeyde! » dedi. Sonra bir
kenara çekilip, oturdu. Halk ise, toplu halde kararı bekliyordu. Bu
arada yanlarına, gece yapılan toplantıda bulunmayan Abdurrahman
b. A vf geldi. Durumu öğrenince, »B u konuda benim de söyleyecekle­
rim var» dedi. Hz. Ömer de, »Söyle, sen güvenilir bir kişisin.» dedi.
Abdurrahman, «Ben Rasûlullah’m bu konuda şöyle söylediğini duy­
m uştum » dedi ve Hz. Peygamber’in, »B ir yerde salgın hastalık olduğu­
nu duyarsanız oraya sokulmayın, siz orada iken salgın hastalık çık tı­
ğında ise oradan ayrılmayın» hadisini nakletti. Hz. Ömer bunun üze­
rine, «Çok şükür ya Rabbi! » dedi ve ekledi, « Haydi öyle ise, dönelim.»
Sonra da hep beraber döndüler.
Onlar döndükten sonra «Amavas salgını» diye bilinen veba has-
talığı hızla yayıldı. Özellikle Şam yöresinde şiddetli olan bu salgmda
çok insan öldü. Bölge valisi Ebû Ubeyde b. Cerrah, Muaz b. Cebel,
Yezid b. Ebî Sufyan, Haris b. Kişam, Süheyl b. Amr, Utbe b. Süheyl gi­
bi sahabenin büyükleri ile şehir halkından binlercesi bu salgmda ha­
yatlarını kaybettiler. Bu salgın Amr b. Âs vali oluncaya kadar devam
etti. Yeni vali halka çağrıda bulunarak, bu tür salgınların bir yangın
gibi hızla yayıldığını söyledi ve hemen dağlara çekilmelerini istedi.
Kendisi de bir süre dağlara çekildi. Daha sonra salgın geçti ve geri
döndüler. Am r b. As’ın bu davranışını duyan Hz. Ömer, 'onu takdir
etti.
Hz. Ömer, salgından sonra halkın durumunu yakından görmek
için bölgeyi ziyarete karar verdi. Şam’a gelerek halkın durumunu in­
celedikten sonra yeni tayinler yaptı. Ölenlerin vârislerine miraslarım
dağıttı. Sonra: «Sizin işlerinize elimden geldiği kadar yardımcı ol­
dum. Kararlarımda, idaremde Allah’ın buyrukları çerçevesinde dav­
ranmaya çalıştım» diye başladığı hutbesini şöyle bitirdi: «B ir şey bi­
lene onunla amel etmek düşer. Ayrıca bildiğini bize de söylemelidir ki,
ona göre amel edelim. Güç ve irade ancak Allah’ındır.»
Namaz vakti geldiğinde halk, halifeden ezam BUâl-i Habeşî’nin
96 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

1
okuması için izin istedi. O da izin verdi. Hz. Bilâl'in ezanını dinleyen
sahabîler, Hz. Peygamber dönemini hatırlayarak duygulandılar. Hz.
Ömer dahil hepsinin gözleri yaşardı. Halife Ömer, daha sonra Medine’
ye döndü.

C. M IS IR ’IN VE İS K E N D E R İY E ’N İN F E TH İ

a) M ısır'ın Fethi (h. 20/641) :


Mısır'ın fetih plânlarını kurma şerefi Amr b. el-Âs’ındır. Müslü­
man olmadan evvel Am r ticaretle uğraşırdı. Mısır da onun ticarî faa­
liyetlerinin merkeziydi. Firavunların ülkesini zaptetme fik ri o zaman­
lar muhtemelen akimın köşesinden bile geçmemiştir. Fakat buranın
verim liliği ve bolluğu daima hayalinde yaşıyordu. Hz. Ömer’in Suri­
y e ’ye son defa seyahatinde Amr, O'nu ziyaret ederek Mısır'dan söz
etti. Hz. Ömer önce istekli görünmediyse de Amr, devamlı ısrarları
ile Hz. Ömer’i ikna edip Mısır’ı fethetmek için onun rızasını aldı.
Am r’m emrine dört bin asker verildi. Fakat Hz. Ömer yine de kendini
huzursuz hissederek Am r’a: «G it, muvaffakiyet yoldaşın olsun! Fakat
M ıs ıfa varmadan benden bir mektup alırsan geri dön.» dedi. Hz. Ömer’
in mektubu vardığında Amr, Ariş’e varmış bulunuyordu. Her ne ka­
dar mektupta ilerlememesi emrediliyor idiyse de bu emir şartlıydı.
Am r sadece Mısır topraklarına girdiği mütalâasında bulunmuştu. Amr,
Ariş’ten Farama’ya yürüdü. Bu şehir Akdeniz sahili üzerindedir. Şehir
bugün harabe halindedir, fakat o zamanlar kalabalık ve mamurdu.
Burada üslenen Bizans askerleri, müslümanlara karşı koydular. Çar­
pışma bir ay sürdü. Nihayet Bizans ordusu yenildi! (639). Farma’dan
hareket eden Amr, yol üzerinde bulunan Bilbis’l zaptederek Babylon
üzerine yürüdü. O günlerde Babylon, N il nehri Ue Makrattam tepesi
arasında uzanan ve yeşil tarla ve çayırlarla örtülü bir ovaydı. Bu mev­
kide Mısır’daki Bizans imparatorluğu temsilcilerinin ikamet ettiği bir
kale vardı. Kale, nehrin kenarında olduğu için sandallar-kapıya’ yak­
laşıp tam önünde demirleyebiliyordu. Bu sebeple burası stratejik ehem­
m iyeti haiz bulunuyordu. Amr, önce burayı almaya karar vererek ku­
şatma için gerekli hazırlıklara başladı.
Mısır valisi Mukavkıs, Am r b. el-Âs’tan önce davranarak işgal kuv­
vetlerine karşı koymak için hazırlık yapmaktaydı. Kalenin kuvveti ve
askerlerinin az oluşu Amr’ı Hz. Ömer’e yazıp yardım istemeye şevket­
ti. Hz. Ömer, mektubunda her birinin yiğitlikte bin atlıya bedel ol­
duğunu yazdığı dört sahablnln komutası altında beş bin asker yolla­
dı. Bunlar Zübeyr b. Avvam, Ubeyde b. Samit, Mikdad b. Umar ve
Mesleme b. Muhalled idi. Zübeyr'in yüksek rütbesinden ötürü Amr,
başkomutanlığı ona tevdi etti ve kuşatmanın sevk ve idaresi ile ilgili
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 97

herşeyi onun uhdesine devretti. Zübeyr, atma binerek hendeklerin et­


rafını dolaştı ve münasip mevkilere süvari ve piyade askerler dikti.
Sonra büyük mancınıklarla kale taş yağmuruna tutuldu. Bu durum
günlerce sürdü. Yedi ay geçtiği halde kale mukavemet ediyordu. Bu
inatçı direnmeye sinirlenen Zübeyr, bir gün böyle bir kızgınlık anın­
da kendini İslâm uğruna feda edeceğini söyledikten sonra İp merdiven
vasıtası ile kalenin istihkâm siperlerine kadar çıkmaya muvaffak ol­
du. Ashaptan birkaç kişi ona eşlik etti. Siperlere varır varmaz «Allahu
Ekber» naraları ile yeri göğü inlettiler. Dışardakl ordu da aynı anda
gürleyen bir sesle tekbire katılınca kale âdeta temelinden sarsıldı.
Müslümanların, her nasılsa, bir yolunu bulup kaleyi fethettiğini sanan
hristiyanlar korkuya kapılıp kaçacak delik aradılar. Bu arada Zübeyr
kalenin içine inip kale kapısını ardına kadar açınca bütün ordu içe­
riye hücum etti. Müslümanların üstün olduğunu görünce Mukavkıs
teslim oldu. Bunun üzerine derhal sulh ilân edildi (9 Nisan 641).
Amr ile Mukavkıs arasında varılan anlaşma bütün Mısır'a şamil­
di. Bunu öğrenmek Heraklius'un hoşuna gitmedi. uEğer K ip tiler Arap-
lara karşı koyamadılarsa Mısır'da bulunan Bizans savaşçılarının sa­
yısı işgal kuvvetleri ile çarpışmakta tereddüt edecek kadar az değil»
dedi. Çok geçmeden müslümanlara İskenderiye’de karşı koymak üzere
kuvvetli bir ordu gönderdi.

b) İskenderiye'nin Fethi (h. 21/641 - 642) ı


Amr, Babylon’u aldıktan sonra orada birkaç gün kaldı. Hz. Ömer'e
yazdığı mektupta Babyloıı'un zaptedlldlğinl bildirdi ve İskenderiye'nin
üzerine yürümek için izin istedi. Müsaade, zamanında varınca Amr
orduya hareket emrini verdi. Tesadüfen bir güvercin Amr'ın çadırın­
da yuva yapmıştı. Çadır sökülmeye başlayınca Amr arada bir kuşun
yuvasını gözetleyip: «Yerinde dursun kİ misa firim iz rahatsız olmasın.»
diye seslendi. Arapçada çadıra «Fustat» denir, Amr, İskenderiye’den
dönüşünde güvercinin m isafir ettiği çadırın yanmda yeni bir şehrin
temelini attığından şehir Fustat adını aldı ve günümüze kadar aynı
isimle bilinegeldi. Hülâsa Amr, H icri 21 (642) senesinde İskenderiye’
ye hareket etti. Babylon İle İskenderiye arasına yerleşmiş bulunan
Bizans kuvvetleri onun ilerlemesini engelleme yollarını aradılar. Bin­
lerce Kıptinin de katıldığı büyük bir kalabalık müslümanlann yolunu
kesmek için Babylon'a doğru yürüdü. İk i taraf Karbun’da karşılaştı.
Müslümanlann her tehlikeyi göze alarak giriştikleri hücum sonunda
binlerce hrlstiyan öldürüldü. Bundan sonra hiç kimse mukavemet et­
me cüretini göstermedi, çok geçmeden Amr, İskenderiye’ye vardı.
Mukavkıs, cizye ödemek şartı ile teslim olmak fikrindeydi ama, Bizans
F .: 7
98 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

imparatorundan çekindiği için bunu yapamıyordu. Buna rağmen mü­


tareke talebinde bulunduysa da Amr, böyle bir teklife yanaşmadı. Mu-
kavkıs, şimdi de bir harp hilesine başvurdu. Müslümanların içine kor­
ku salmak maksadı ile bütün şehir halkına zırhlarını giyinip istih­
kâm siperleri üzerinde müslümanlara tam görünecek şekilde dizilme­
lerini emretti. Bu emir kadınlara da teşmil edilmişti. Öyle ki kadın­
ların tanınmamaları için yüzlerini şehire doğru çevirdiler. Bunun üze­
rine Amr, şehir halkına şu haberi gönderdi: «Maksadınızı anlıyoruz
fakat hatırlamalısınız ki, şimdiye kadar başardığımız fetihlerde sayı
üstünlüğünün tesiri çok az olmuştur. İmparatorunuz Heraklius’un bi­
zimle karşılaştığı zamanki muhteşem ve kudretli görünüşü malumunuz
olduğu gibi o çarpışmanın neticesini bilmeyen yoktur.» [ I ) Haber ulaş­
tırılınca Mukavkıs tasdik etti: «Doğrudur, İmparatorumuzu Kostan-
tinopolis’e çekilmeye zorlayan bu Araplardır.» Bu iğneleyici sözleri du­
yan komutanlar öfkeden küplere bindiler. Hınçlarını Mukavkıs’a sa­
yıp sövmekle alarak harp hazırlıklarına başladılar.
Mükavkıs'ın harbe pek meyli olmayıp Bizans'ın tarafım tutmadı­
ğından kendi m illeti olan Kıptîlere bir zarar gelmeyeceğine dair Am r’
dan söz almıştı. Kiptiler bu muharebeye katılmadıkları gibi çarpış­
malım başından sonuna kadar müslümanlara hatırı sayılır yardım­
larda bulundular. Arada bir BizanslIlar çıkış yapıp müslümanlara hü­
cum ediyorlardı. Bir gün şiddetli bir çarpışma cereyan etti okların vı­
zıltısı kılıçların şakırtısına dönüştü. Çarpışma dinmeyen bir şiddetle
devam ediyordu. Nihayet müslümanlar muazzam bir gayretle Bizans
kuvvetlerini kalenin içine kadar sürerek sıkıştırdılar. Kalenin avlusun­
da gırtlak gırtlağa bir boğuşma başladı ve uzun zaman devam etti.
Bu defa BizanslIlar toparlanarak şiddetli bir hücumla müslümanlan
kaleden dışarıya atıp kale kapışım yüzlerine kapamayı başardılar. Amr
b. el-As ve Mesleme ile beraber iki kişi daha kale içinde kaldı. Bizans­
lIlar, önce bunları diri olarak ele geçirmeye teşebbüs ettilerse de bu­
nun kendilerine çok pahalıya oturacağını anlayınca şu teklifte bulun­
dular: « Her iki taraftan birer muharip çıksın ve biri diğerini öldürünce-
ye kadar çarpışsınlar. Bizim adamımız ölürse sizi serbest bırakır kale­
yi terk etmenize izin veririz. Sizin adamınız ölürse hepiniz silâhları­
nızı teslim edersiniz.» Amr, şartlan memnuniyetle kabul ederek mu-
barezeye girmek için derledi. Fakat Mesleme, onun başkomutan oldu­
ğunu, başına bir iş gelirse her şeyin altüst olacağını söyleyerek ona
engel olduktan sonra atını mahmuzlayarak ileri atıldı ve Bizans as­
kerini karşıladı. Pek çok karşılıklı hamle yapılırken her iki taraf va­
him neticeyi sabırsızlıkla beklediler. Nihayet Mesleme, bir darbe sa­

fi) Belâzurl. FUtûkuT-Buld&n, 220


HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 9B

vurarak onu öldürdü. BizanslIlar, müslümanların başkomutanlarının


bu küçük yiğit heyetin arasında olduğunu biliniyorlardı. Anlaşma mu­
cibince kale kapılarını açtılar. Dört muharip az önce düşmüş olduk­
ları tehlikeli vaziyetten sağ salim kurtuldular.(l)
Muhasara uzadıkça Hz. Ömer’in endişesi daha da arttı. Amr b.
el-As’a yazdığı bir mektupta: «Belki Mısır’ın lüksü sisi fıristiyanlar
gibi tembel ve rahata düşkün yağmıştır, yoksa zafer bu kadar gecik­
mezdi. Mektubumu aldığın gün bütün askerleri topla ve onlara cihat
hakkında vaaz et. Sonra subaylar erlerin önünde olmak üzere hep bir­
den düşmana taarruz edilsin.»
Bunun üzerine Amr, askerleri toplayıp onlara vaaz etti. Sonra on­
lara beliğ bir hitabette bulunarak heyecanlarını körükledi. Uzun se­
neler Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunan Ubâde b. Samlt’ten mız­
rağım ödünç vermesini İstedi, kendi sarığım başından alarak onu
mızrağın ucuna taktıktan sonra: «B u başkomutanın sancağıdır, bunu
sana veriyorum, bugün başkomutan sensin.» dedi. Bilahare öncü kuv­
vet komutanlığım Zübeyr b. Avvam ile Mesleme b. Muhalled’e tevdi
etti. Hülâsa kaleye öyle bir şekilde hücum edildi ki, İskenderiye şehri
fırtına gibi bir taarruzla zabtedlldl. Amr, hemen Muâvlye b. Hudeyc'l
çağırtarak ona zafer müjdesini son süratle Emlrü'l-Mü’mlnln’e götür­
mesini söyledi. Muâviye, bir hecin devesine binip cebri yürüyüşlerle
Medine’ye kısa zamanda vardı. Oraya ulaştığı zaman öğle vakti oldu­
ğundan halifenin öğle uykusu kestirdiğini tahmin ederek doğruca ha­
lifenin toplantılarım yapma itlyatında olduğu Mescld-i Nebevi’ye g it­
ti. Hz. Ömer’in ailesine mensup bir köle kız tesadüfen o taraftan ge­
çerken yolcu kılığında gördüğü Muâviye’den kim olduğunu ve nere­
den geldiğini sordu. Muâviye: «İskenderiye'den geliyorum» cevabım
verdi. K ız derhal eve giderek Hz. Ömer’e yabancının gelişini haber ver­
dikten sonra dönüp Muâviye'ye Emîrü'l-Mü’minin’in onu görmek is­
tediğini söyledi. Hz. Ömer haberci varıncaya dek geçecek zaman ka­
dar bekleyemeyecek derecede sabırsızlandı. Bizzat camiye gitmek İçin
ayağa kalktı, harmanisini giyerken Muâviye çıkageldi. Sevinç verici
zaferin hikâyesini uzun uzadıya anlattı. Bunun sonunda Hz. Ömer
hemen Allah’a şükretmek için secdeye kapandı. Bundan sonra camiye
gidip halkın camide toplanmasının istendiğini ilân ettirdi. M m du­
yar duymaz bütün Medineliler acele toplantı yerine geldiler. Muâvlye
cemaata zaferi bütün teferruatı ile anlattı. Bundan sonra Hz. Ömer
onu alıp eve götürdü. Hz. Ömer, köle kıza yiyecek bir şey olup ol­
madığım sordu. K ız bir somun ekmek ile biraz zeytinyağı getirdi. Hz.

O) Makrizl, I, 164-165
100 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Ömer, bu «sade sofrauyı misafirinin önüne serdikten sonra ona sordu:


«N için bana doğrudan doğruya gelmedin?» Muâviye: «İstirahat saati
olduğunu düşünerek uykuda olabileceğinizi sandım.» Cevabını verdi.
Hz. Ömer: «Hakkımda böyle, bir menfi kanaatin olduğuna müteessi­
rim . Ben gündüz uyuyacak olsam hilafetin yükünü kim çeker?» dedi.
İskenderiye’yi fethettikten sonra, Amr, Babylon’a dönüp burada
yeni bir şehrin temelini atmaya karar verdi. Bunun için ayrı sahalar
tahsis ederek basit Arap tarzında inşa edilen evlerin yerini belli et­
mek için yere çizgiler çizdi.
Mısır'ın hemen her bölgesinde nüfusun hatırı sayılır kısmı Bi­
zanslI olduğundan Amr, gelecekteki bütün tehlike ihtimallerini yoa
etmek için her tarafa küçük askerî kuvvetler gönderdi.
Bu harekât sırasında esir alınan K ıptî ve BizanslIların sayısı çok
yüksek olduğundan bunlara yapılması gereken muamele hakkında Amr,
halifeye danıştı. Hz. Ömer’in cevabı şu oldu: «Esirler müslüman ol­
makta veya eski dinlerinde kalmakta hürdürler. Müslüman olurlarsa
diğer müslümanlann haiz oldukları imtiyazları onlar da hak kazana­
caklardır. Aksi halde bütün gayr-ı müslimlerden alman cizyeyi vermek­
le mükellef olacaklardır.» Halifenin emrine uyarak sayıları binleri bu­
lan bütün esirleri topladı, aynı zamanda hristiyan reisleri de çağırttı.
Müslümanlarla hristiyanlar karşılıklı saflar halinde oturdular. İk i ta­
raf arasında kalan açık sahaya esirler getirildi. Halifenin emri oku­
nunca, müslümanlarla kurdukları münasebet sırasında İslâm akide­
lerinin safiyetine gönül vermiş pek çok esir müslüman o ld u .(l)

İskenderiye Kütüphanesinin Yakılması


Meselesi:

İskenderiye'nin fethini müteakip bu şehirdeki meşhur kütüphane­


nin müslümanlar tarafmdan yakıldığına dair bir çok kişi tarafından
öne sürülen iddialar üzerinde durmak yerinde olur. ( 2 )
İskenderiye Kütüphanesinin müslümanlar tarafından Mısır’ın fet­
hi sırasmda 642 yılında tahrip olduğu konusunda bazı iddialar ortaya
atılmıştır. Halife Hz. Ömer’in emri ile Amr b. el-Âs tarafından yaktı-
nldığı şeklindeki asılsız efsane, bazı araştırıcılar tarafından yanlış ol­
masına rağmen benimsenmiştir. Ancak pek çok bilim adamı, bunun ger­
çek olmadığını kabul etmişlerdir. Özellikle X IX . yüzyılın ikinci yarı­
sından itibaren İskenderiye Kütüphanesi’nin müslümanlar tarafmdan

(1) Taberi, 2582-83


(2) Daha geni; bilgi İçin bkz. Nuray Yıldız. Eskiçağ Kütüphaneleri, 90-94,
İstanbul 1985
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 101

tahrip edilip edilmediği çeşitli dillerdeki kitap ve makalelere konu ol­


muştur.
İskenderiye Kütüphanesi’nin, müslümanlann 642 yılında Mısır’ı
fethettikleri sırada halife Hz. Ömer’in emri İle Amr b. el-As tarafın­
dan yaktınldığı hakkmdaki ilk haberlere gene İslâm kaynaklarında
rastlamaktayız. Bu konuda en eski bilgiyi verenler sırası ile Abdu’l-La-
tîf (1162-1231), İbnu’l-K ıfti (1173-1248) ve Ebû’l-Ferec (1225-1286)’dlr.
Abdu’l-Latif b. Yusuf b. Muhammed b. Ali el-Bağdadî’nin verdiği
bilgi şu şekildedir: « Ana sütunun etrajında bu direklerden işe yarar
bir takım kalıntı dahi gördüm ki, bunların basıları sağlam, bazıları
kırık idi. Bu direklerin duruşu ve halleri gösteriyordu ki, üzerlerinde
vaktiyle tavan vardır. Bu direkler tavanı taşırdı. Ana sütun üzerinde
bir kubbe mevcut idi ve bu sütuna istinad ederdi. Bu mahallin Aristo­
teles’in ve kendisinden sonra, fırkasının ilim ve fen heyeti tarafından
tskenderiyye tesis olunduğu zaman inşa edilen D afu l-U lû m olduğunu
zannediyorum. Hz. Ömer’in izni ile A m r b. el-Âs'm yaktığı kütüphane
işte bunun içinde id i».
İbnu’l-K ıfti ise Terâcimü’l-Hükemâ adlı eserinde bu konuda şun­
ları söylemektedir: uNahivci Yahya, A m r b. el-As tarafından Mısır ve
İskenderiye fetholunduğu zamana kadar yaşamış idi. Bu memleketler,
müslümanlar tarafından fethedildikten sonra Yahya, A m fin huzuru­
na girdi. A m r b. el-Âs, Yahya’nın ilim ve irfanındaki mevkiini, itikadı­
nı, hristiyanlar ile vukubulan sergüzeştini bildiğinden kendisine m üm ­
taz bir mevki tahsis etti. Yahya’nın teslisin hükümsüz kılınması ve
âlemin sona ermesi hakkmdaki mütalâasını dinleyerek beğendiği gibi,
Araplarca o ana kadar bilinmeyen mantıki kıyaslar ile hikm etli sözle­
rine de m eftûn oldu. A m r b. el-Âs akıllı, söz anlar, fik ir sahibi bir zat
idi. Yahya'yı yanma aldı. Onu kendisinden hiç ayırmıyordu. B ir gün
Yahya, A m r b. el-Âs’a der ki: «İskenderiye'yi bütün gelirleri ile ele ge­
çirdiniz. Bulduğunuz her şeye el koydunuz. Bunlardan size faydası
olanlara karışmak istemem, fakat bir şey ki, size faydası yoktur, bi­
zim olmak lâzım gelmez mi? Bu gibileri bize veriniz.» A m r: «N eyi is­
tiyorsun?» diye sorar. Yahya: «K raliyet kütüphanesinde mevcut olan
ilm i kitapları arzu ediyorum. Bunları muhafaza altına aldınız. Halbu­
ki biz onlara muhtacız. Sizin ise onlara ihtiyacınız yoktur,» cevabını
verir. A m r: «B u kitapları kim topladı? Hikayesi nedir?» diye sorar.
Yahya, kütüphanenin tarihini şu şekilde nakleder: «İskenderiye hü­
kümdarlarından Batlamyus Filâdelfus (Ölm. M.Ö. 285), ilim ve âlim­
lere rağbet ederek her taraftaki ilmi kitapların aranmasını ve toplan­
masını emretti. Bunlara yerler tahsis etti. Bu sayede pek çok kitap top­
landı. Kitaplara bakmak memuriyetini, İbn Merre (Zemire) namıyle
102 doğuştan günUmtlze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

m aruf bir adama havale etti. Bunların toplanıp getirilmesi, her ne fi­
yatla olursa olsun satm alınması, satan kimselere teşvikât icrası husus­
larında da bir adama mezuniyet verdi...» Am r b. el-Âs, Yahya'nın bu
beyanatım takdir etmekle beraber şayanı hayret bulur. Amr, «Fakat,
Emirü’l-Mümlnin Ömer b. Hattab’dan izin istemeden bu hususta hiç
bir emir veremem» der. Amr, Yahya tarafından vuku bulan beyanat­
tan bahisle, bu babda ne yapmak lâzım geldiğini Hz. Ömer’den sorar.
Bunun üzerine Hz. Ömer’den şu cevap gelir: «Beyan ettiğin kitaplara
gelince, bunlar Kltabullah’a uygun şeyleri havi ise Kitabullah bizi on­
lardan müstağni kılmıştır. Allah'ın kitabına aykırı şeyler var İse onla­
ra ihtiyaç yoktur, bunları yak.» Am r b. el-As bu kitapları İskenderiye
hamamlarına dağıtmağa ve ocaklarında yaktırmaya başladı. O sırada
İskenderiye’de bulunan hamamların miktarım bilirken hatırımdan çık­
tı. Rivayete göre bu kitaplar, o suretle ocaklara atılıp altı ay zarfın­
da tüketilmiştir. Bunu işitip de hayrete düşmemek kabil değildir.»

Daha sonra X III. yüzyılda yaşamış hrlstiyan tarihçisi Ebû’l-Fe-


rec'in orijinal Süryanice tarihinde bu konuda bilgi olmadığı halde, bun­
dan daha sonra yazdığı Arapça Muhtasarü’d-Düvel adlı eserinde İb-
nu’l-K ıftî’de verilen bilgi tekrarlanmaktadır. Burada İskender’in kur­
duğu İskenderiye şehrinin zamanla güzelleştirildiğini ve bir ilim ve fen
merkezi bulunduğunu söyler. Bu merkezin müsliimanlara kadar devam
edebildiğini de belirtir.

X V II. yüzyılda Türk bilginlerinden Kâtip Çelebi bu konuda, «Hz.


Ömer, Mısır ve İskenderiye’yi aldığı zaman orada buiunan binlerce cilt
kitabın hepsini yaktırdı. Zira öyle olmasa halk, Allah'ın kitabını ve
Tanrı elçisinin sünnetini korumaktan aciz kalıp, bu yakılan kitaplarla
uğraşırlardı. Ve Islâmlyetin temelleri bu derece yerleşip peklşmezdl.
Islâmiyetin ilk başlangıç yıllarında onlar bu işi gördüler...»

Modern araştırıcılardan Corel Zeydan (1861-1914) ise eserinde «Bu


kütüphane, Fütûhat-ı tslâmlye zamanına kadar Romalılar devrinde
bir çok değişikliklere maruz kalarak yakılıp zayi oldu. Araplardan ve-
saireden olan tarihçiler, bu kütüphanenin nasıl mahv ve perişan oldu­
ğunu bildirmede muhtelif rivayetlerde bulunmaktadırlar. Bunlardan
bazıları, bu kütüphanenin Hz. Ömer’in emri ile Amr b. el-As tarafın­
dan yakıldığını iddia etmişler ve bunu bir takım Arapların sözlerinden
çıkarmışlardır. Bu delillerin meşhurlan Ebû’I-Ferec, Abdu’l-Latif el-Bağ-
dadi, Makrizî ve Hacı Halife (K atip Çelebi) ’nin sözleridir. Diğer ba­
zıları ise Arapları öyle bir harekete müsaade etmekle daha yüce ad­
dederek rivayetleri ve vakaları red ve yalanlamaktadırlar. Biz de bun­
dan takriben on sene evvel neşrettiğimiz Tarih Mısrü’l-Hadis (Yeni M ı­
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRt 103

sır Tarihi) ’nde yazdığımız veçhile bu ikinci fıkra ile aynı fikirde bu­
lunuyor idik. Fakat daha sonra İslâmiyet ve Medeniyyet-i İslâmiye
Tarihi hakkında devam eden çalışmalarım neticesinde hakikata hiz­
met maksadıyla ileride göstereceğimiz sebeplerden dolayı birinci fırka­
nın fikir ve mütalâasını ötekinden tercihe şayan bulduk. Çalışmaları­
mızın neticesini bildirelim, şöyle ki: Evvelâ yukarda verdiğimiz malu­
mattan anlaşıldığı üzere Araplar, İslâmiyetin ilk yıllarında varit olan
hadis-i şeriflere ve sahabenin büyüklerinin sahih ve sarih sözlerine is­
tinaden İslâmiyeti teyit etmek maksadıyla Kur’an-ı Kerim 'ln dışında
bütün kitapların imhasına çalışmışlardır». Daha önceki kaynaklarda
verilen bilgileri tekrarlayan Corci Zeydan şu şekilde devam eder: «Mez­
kur kütüphanenin İslâmiyetten evvel kısmen yakılmış olduğunu inkâr
etmiyoruz. Lâkin bunun bir kısmının İslâmiyetten evvel yanması,
kalanının İslâmiyetten sonra yanmasına engel teşkil etmez..»

İskenderiye Kütüphanesinin müslümanlar tarafından yakılmış


olduğu konusundaki bilgi, görüldüğü gibi, en erken X III. yüzyıl yazar­
larında yer almaktadır. Fakat bunlarda verilen bilgiler doğru olamaz.
Çünkü Abdu’l-Lâtif’in verdiği bilginin ilk kaynak olduğunu ve onda
gerçeğe uymayan olayların yer aldığını biliyoruz. Meselâ, Büyük İs­
kender’in hocası olan Filozof Aristoteles, onun söylediği gibi İsken­
deriye’de değil M.Ö. IV. yüzyılda Atina ve Makedonia’da yaşamıştır. Ay­
rıca Mousaion’u da İskender değil, Ptolemaios I Soter, Ptolemaios II
Philadelphos inşa ettirmiş ve kurmuşlardır. Bu konuda bilgi veren
ikinci İslâm tarihçisi İbnu’l-K ıfti’nin verdiği bilgi de hatalıdır. Çünkü
Amr b. el-Âs ile konuştuğunu söylediği Johannes Philoponos, İskende­
riye'nin fethinden bir yüzyıl önce yaşamıştır. Bunun için, İbnu’l-K ıfti’
nin söylediği şekilde, çağdaş olmayan bu iki kişi arasında konuşma ol­
ması mümkün değildir. İlk bilgileri veren bu yazarların hatalı olduğu­
nu tespit etmek kâfidir. Çünkü kendilerinden sonra gelen yazarlar da
aynı yanlışları tekrarlamışlardır.
Ayrıca Abdu’l-Lâtif, İbnu’l-K ıftî ve Ebû’l-Ferec gibi X III. yüzyılda
yaşamış yazarlara gelinceye kadar bu konuda başka bilgiye rastlamı­
yoruz. Am r’ın İskenderiye’ye girme tarihi 642 yılı olduğuna göre, X III.
yüzyıla kadar 500 yılı aşkın bir zaman araya girmektedir. Bu aradaki
zaman içerisinde yaşamış olan pek çok hristiyan ve müslüman tarihçi
kütüphanenin yanması olayından hiç söz etmezler. Bunlar arasında IX.
yüzyılda yaşayan Belâzuri, Yakubi, Taberî ve daha sonra X. yüzyılda
Mes’udi, bir Mısır tarihi yazmış olan el-Kindî ve gene X. yüzyılda ya­
şamış olan İskenderiye patriği Eutychius, İskenderiye’nin fethini an­
lattıkları halde bu yangından hiç söz etmezler. Orosius da V. yüzyıl­
da kütüphanenin raflarının boş olduğunu söylediğine göre, zaten kü­
104 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

tüphanenin müslümanlaruı burayı fethinden önce kitaplarını kaybet­


miş olduğu anlaşılmaktadır. İster Mousaion, ister Serapeion kütüpha­
nesi söz konusu edilmiş olsun, müslümanlaruı fethinden önce yani 391
yılında kütüphanenin hristiyanlar tarafından tahrip edildiği anlaşıl­
maktadır.
İskenderiye Kütüphanesinin müslümanlar tarafından yakılıp ya-
kılmadığı konusunda geçen yüzyıldan itibaren pek çok araştırma yapıl­
mış bulunmaktadır. Bunlar da genellikle bizim fikrim izi destekler ni­
teliktedir. Ancak E. A. Parsons, kütüphanenin müslümanlar tarafın­
dan yakıldığını ısrarla savunmaktadır. İskenderiye Kütüphanesi üze­
rinde geniş araştırma yapan E. A. Parsons, kütüphanenin Am r b. el-As
tarafından yaküdığım söylemektedir. Koptlar’ın yaşadığı Rakotis ma­
hallesinde bu eski hikâyenin yüzyıllar boyunca devam ettiğini iddia
eder. Yalnız onlar tarafından, kitapların yakılma süresinin altı ay ye­
rine yetmiş gün olarak benimsendiğini ve bu olaya kitaplardan ha­
mamlar ısıtmak gibi doğuya has masal unsurlarım kattıklarını belir­
tir. Kendi görüşünü kuvvetlendirmek için Halife Ömer’i fanatik bir
dindar ve bir savaşçı olarak gösterir. K ur’an’dan başka kitap tanıma­
dığım ileri sürer. Halbuki aynı Halife Ömer, Kudüs’ün teslim alınması
için bizzat Kudüs’e giderek Patrik Sophronius ile teslim şartlarım gö­
rüşmüş ve şehirde hiç bir şeye dokunulmaması için garanti vermiştir.
Halife Ömer'in samimi bir dindar olduğu bilinmekte, ancak E. A. Par-
sons’un iddia ettiği gibi fanatik olmadığı, bu alanda araştırmalar yap­
mış olan herkes tarafından kabul edilmektedir. E. A. Parsons, yukar­
da tartıştığımız kaynaklan bir değerlendirmeye tâbi tutmadan olduğu
gibi kabul etmiştir. Ebû'l-Ferec'in de aynı olayı tekrarladığını söyleyen
E. A. Parsons, onda tekrarlanan yanlışlıklan da görmemezlikten gelir.
Kendisi, bu olayı kabul etmeyen müslüman veya hrlstiyan bir yazann
bulunmadığım iddia edecek kadar peşin hükme sahiptir.
Buna karşılık yanma olayını kesinlikle kabul etmeyen pek çok araş-
tın cı bulunmaktadır. Bunlar arasında özellikle Prof. Ludolf Krehl (1825-
1901) 1878 yılının Eylül ayında Floransa’da yapılan IV. Uluslararası
Oriantalistler Kongresine İskenderiye Kütüphanesl'nln müslümanlarca
yakılmadığı konusunda bir bildiri vermiştir. Bu bildiride inandırıcı bil­
giler vererek, bu haberin aslı olmayan bir efsane olduğunu kanıtlamış­
tır. A. J. Butler, G. Furlani, P. Casanova ve göz hekimi Max Mayerhof
da bu konuda çalışmalar yapmışlar ve bu söylentinin, ancak İskende­
riye'nin zaptmdan 600 yıl sonra uydurulmuş bir efsane olduğunu belirt­
mişlerdir.
Türk yazarlarmdan Tahir Harlml ve 1883’te Mehmet Mansur, kü­
tüphanenin daha önceden tahrip edilmiş olduğu İçin müslümanlar za-
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 105

maıunda yok edilemeyeceğini ve X III. yüzyılda yaşamış İslâm bilginle­


rinin sağlam olmayan delillere dayandıklarını ileri sürerler. Daha son­
ra A. Adıvar da, «T a rih Boyunca İlim ve D in » adli eserinde kütüpha­
nenin yanmasına ilişkin bilginin Ebû'l-Ferec’den çıktığım İddia ederek,
kütüphanenin müslümaniarın zamanına kadar gelmiş olabileceğinin
şüpheli olduğunu belirtmektedir. Asıl bilginin Abdu'l-Lâtil’ten alındık­
tan sonra İbnu’l-K ıfti ve K âtip Çelebi yoluyla yaygınlaştığım kabul
eder. M odem araştırmaların, bu hikâyenin asılsız olduğunu ortaya koy­
duğunu söyleyen tarihçi Bemard Lewis de bu olayı efsane olarak nite­
ler ve zaten Serapeion Kütüphanesinin müslümanlardan önce tahrip
edildiği fikrini tekrarlar. Sigrid Hunke İse İskenderiye şehrinin fethin­
den 500 sene sonra Amr b. el-As'a İskenderiye kütüphanesl’ni ateşe ver­
diği şeklinde bir iftira atüdığını, bunun tam aksine onun, fethettiği
yerlerde halka, hristiyanlarda görülmeyen bir tolerans İle davrandığı­
nı söylemektedir. Kütüphanecilik tarihi konusunda geniş araştırmalar
yapmış olan H. J. de Vleeschauwer ise A. Parsons’un, Theophilos'u suç­
suz göstermek için çaba harcadığını, onun bu sorumluluğu Araplara
yüklemek için uğraşan bir fanatik olduğunu belirtir ve Serapeion Kü­
tüphanesinin M.S. 391 yılında zaten görevini tamamlamış olduğuna
inanır. H. J. de Vleeschauwer’e göre, eğer müslümanlann İskenderiye'
yi almaları sırasında, bu şehirde bir kütüphanenin tahrip olduğunu
kabul etmek gerekirse bu kütüphanenin Augustus devrinde kurulan
Sebasteion’un içine yerleştirilen ve hristiyanlık devresinde piskoposlu­
ğun hristiyanlık kütüphanesine katılan bir kütüphane olabileceği üze­
rinde durur. Bu kütüphanenin yerine de Serapelon’dan söz edilmiş ve
ikisinin karıştırılmış olabileceğini düşünür. H. J. de Vleeschauwer’e gö­
re, müslümanlann tahrip ettiğini varsaydığımız kütüphanenin, ya bu
Piskoposluk kütüphanesi olduğu veya süregelen tradisyonun etkisi İle
391'deki yangının Araplar tarafından yapılmış olduğu şeklinde yaygın­
laşmış olması mümkündür. Cari Wendel de, İskenderiye Kütüphanesi'
nl müslümanlann yakması haberinin tarihi gerçeklerden uzak olduğu­
nu kabul etmektedir.
İskenderiye Kütüphanesinin müslümanlar tarafından yakılması
yukanda İzah edildiği gibi bir efsaneden öteye geçmemektedir.

c) Fustat Şehrinin Kuruluşu (h. 21/642) :


Amr b. el-As, İskenderiye’yi fethettiği zaman Bizans nüfusunun
çoğu şehri tahliye etti. Bunun üzerine Amr b. el-As, burasım kendine
başşehir edinmeyi düşünerek müsaade için halife Hz. Ömer’e mektup
yazdı. Hz. Ömer, haberleşme hususunda endişe ettiğinden, kendisi İle
bir bölge merkezi arasmda bir nehrin bulunması fikrini benimsemedi.
106 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Basra ve Küfe şehirlerinin kuruluşu sırasında da, Medine ile bu şe­


hirlerin arasında hiç bir nehir geçmeyecek şekilde mevkiler seçmeleri­
ni komutanlarına tenbihlemişti. İskenderiye, Nil'in diğer yakasında ol­
duğundan bölge merkezinin bu şehirde olmasını tasvip etmedi.
Amr b. el-As, Kasrul Şem’e yönelerek İskenderiye’den ayrıldı. Bura­
ya vardığı zaman İskenderiye'ye hücum etmeden evvel, geride bıraktığı
çadırını yerli yerinde buldu. Aynı çadırda konakladı ve aynı yerde
yeni bir şehrin temellerini attı. Evvelce olduğu gibi muhtelif kabileler
için, ayrı ayn mahalleler inşa edildi. Muhtelif kabilelere mahallelerin
tahsis edilme vazifesi Muâviye b. Hudeyc’e verilmişti.
O zaman inşa edilen mahallelerin isimleri ile buralara yerleştiri­
len kabileler, Makrizî tarafından etraflıca verilmektedir. Caminin in­
şasına hususî bir dikkat sarfedilmişti. Rivayete göre aralarmda Zü-
beyr, Mikdad, Ubâde, Ebû Derda ve mümtaz bazı zevatm bulunduğu se­
kiz sahabi kıble istikametini tayin etmek için toplandılar. Cami takri­
ben elli metre uzunluğunda, otuz metre genişliğinde olup biri valilik
konağına açılan üç kapısı vardı. Bu iki bina arasında ise sadece yedi
metrelik bir mesafe vardı.
Amr b. el-As, Hz. Ömer için hususî bir ev yaptırmış, fakat Hz. Ömer
bunu kullanamayacağım mektupla bildirince evin yerine bir çarşı inşa
ettirmiştir. Şehrin kuruluşu bir çadırla başladığı için Arapça’da çadır
anlamma gelen Fustat adım aldı. Şehir H. 21 (642) senesinde tesis edil­
miştir.
Fustat hızla gelişti ve İskenderiye’nin yerini alarak Mısır'ın merke­
zi oldu. Muâviye devrinde, Arap sakinlerinden ismi divan defterlerine
kayıtlı olanlarm yekûnu kırk bini bulmuştu. Kudaî’ye göre bir zaman­
lar şehrin otuz altı camisi, yetmiş hamamı vardı. Makrizî, şehrin du­
rumunu, anlatmak için bir çok sayfa ayırmıştır. Şehir uzun zaman M ı­
sır vilâyetinin merkezi olmuş, kültür, sanat ve ticaret bakımından çok
gelişmiştir. İslâm coğrafyacılarından birisi şehir hakkında şunları söy­
ler: «Bu şehir Bağdat’ı gölgede bırakmıştır. Batınm hâzinesi ve İslâm'
m gururudur. Bütün İslâm dünyasının hiç bir camiinde burada olduğu
kadar İlmî toplantılar yapılmaz ve hiç bir şehri bu kadar çok sayıda
gemi ziyaret etmez.»

4 — HZ. ÖMER’İN İDARE METODU VE DEVRİNDEKİ


MÜESSESELER

Buraya kadar, Hz. Ömer’in on yıl kadar süren hilâfeti döneminde


gerçekleşen fetihleri anlatmaya çalıştık. Bu dönemde bütün İran fet­
hedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine kadar hâkim
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 107

oldular. Bİzana topraklarının büyük bir bölümü ve ayrıca çevrealndekl


şehirler ile birlikte bütün Şam bölgesi müslümanların eline geçti. Müs-
lümanlar, hâkimiyetleri altına aldıkları bütün ülkeleri İslâm adaleti
ile yönettiler.
Daha önce zalim bir yönetim altmda bulunan bu ülkelerin insan­
ları, İslâm adaleti sayesinde mutlu bir hayata kavuştular.
Hz. Ömer’in halifeliği boyunca yaşadığı hayat ve kurduğu düzen
bütün İslâm medeniyeti için önemli ölçüde örnek teşkil ettiğinden do­
layı, onun hayatından da ayrıca bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü O,
İslâm toplumunu yönetirken Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekr’l takip
ederek yeni müesseselerin kurulmasına öncülük etmiş, her çağda İs­
lâm yöneticilerine ışık tutacak prensipler geliştirmiştir.
Şimdi de sırasıyla bunlardan bahsedelim.

A. H Z. Ö M E R ’İN DİVAN TEŞKİLATI

Bu teşkilât, gayr-1 müslimlerden elde edilen bazı gelirlerin, müs-


1Umanlara dağıtılması için kurulmuştur.

Hz. Ömer’in gerçekleştirdiği bu müessese, İslâm dininin insanla­


ra telkin ettiği hayat telakkisi ve dünya görüşünün orijinal bir tezahü­
rüdür. Beytülmâl'e İntikal eden vergiler «atıyye» ismi altında yılda bir
defa, «yiyecek» adı altmda da her ay, müslümanlara dağıtılmıştır.
Bilindiği üzere ilk devir İslâm tarihinde, Hz. Peygamber zamanın­
dan sonra, üzerinde en fazla durulması gereken ve 6on derece de dik­
katleri çeken devir, Hz. Ömer’in halifeliği (13-23/634-644) devridir.
Bu devirde, Sasani ve Bizans İmparatorluklarına karşı elde edilen aske­
rî ve siyasi başarılar neticesinde. Irak, İran ve Cezire ile Suriye, F i­
listin ve Mısır topraklan müslümanların eline geçmiş bulunuyordu.
Arap yarımadası dışında birbirini takip eden bu fetihler sırasında ve
sonunda, askerî hukuk kaideleri başta olmak üzere, İslâm Devleti hâ­
kimiyeti altına giren muhtelif milletlerin, dini, siyasî, iktisadi ve me­
deni statülerinin tespit edilmesi zarureti kendisini hissettirmişti.
Diğer taraftan, İslâm dininin ortaya çıktığı kendi topraklarım,
İlâ-yı Kelimetullah için bırakıp muhtelif ülkelere sefere çıkan ve ora­
larda yerleşen müslüm anların da, siyasî, iktisadi ve medeni hayatlan-
nın tanzim edilmesine ihtiyaç duyuluyordu.
Devletin, gerek müslümanlarla, gerek gayr-ı müslimlerle alâkalı ol­
mak üzere ortaya çıkan muhtelif mesele ve ihtiyaçlarını gören Hz.
Ömer, bunların halledilmesi yolunda çeşitli düzenlemelere teşebbüs et­
miş ve bir çok yeni müessesenln kuruluşunu gerçekleştirmeye çalışmış­
108 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

tır. Onun fıtrî kabiliyeti ve teşkilâtçılığı yanında, gelişmeleri hassa­


siyetle takip eden mesuliyet duygusuna ve K u r’an ahlâkına sahip ol­
ması, Hz. Peygamber’in terbiyesi altmda yetişmesi, başarısını hazırla­
yan en mühim unsurlar olmuştur. K ur’an-ı Kerim ’in insan hayatını
tanzim eden helâl-haram, iyi-kötü, hak-bâtıl, hayır-şer, emanet-hıya-
net, adalet-zulüm, kul hakkı ve bu dünyada yapılanların âhlrette he­
sabının sorulacağı şeklindeki temel prensipleri ile, Hz. Peygamber’in
K u r’an esaslarını açıklayan, genişleten ve hayatm içerisinde canlı bir
şekilde yorumlayıp uygulamaya koyan Sünnet’i, Hz. Ömer’in dayan­
dığı ve kararlarına esas teşkil eden iki ana kaynak olmuştur.
Kur’an ve Sünnet'ln anlaşılmasında, yeni ihtiyaçların karşılanma­
sında, en doğru ve en iyi kararların verilmesinde, Hz. Ömer’in sahip
olduğu diğer bir imkâna da burada işaret edilmesi gerekir. K u r’an’m
emri ve Hz. Peygamber’in Sünnet’i olan Müşavere’yi, bu halifenin en
iyi bir şekilde kullandığım ve îslâmiyetln getirdiği bu akıl yolundan,
mümkün olan en üst seviyede faydalandığmı görüyoruz. Esasen baş­
ta Hz. Ali gibi, K ur’an’ı ve Hz. Peygamber’i bütün şumûlü ile anlayıp
benimsemiş Ashap nesli, istişare edilen m uhtelif konularda Hz. Ömer’e
ivazsız-garazsız doğru yolu göstermişler ve kendisini desteklemişler­
dir.
Hz. Peygamber’in bu âlemden ayrılışından (11/632) sonra, İlâhî
vahiy kesilmiş, müslümanlann elinde Kur'an-ı Kerim kalmıştır. Hz.
Peygamber’in önderliğinin ve yol göstericiliğinin de, yalnızca bıraktığı
Sünnet’i ile devam etmesi zarureti hasıl olmuştu. Bu durum, yirm i üç
yıl İlâhi vahiy ve başlarmda Hz. Peygamber’le birlikte yaşamaya alış­
mış bulunan müslümanlan zorluklarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu ba­
kımdan, Hz. Peygamber’den sonra müslümanlann başına geçen Hz.
Ebû Bekr’in (11-13/632-634) şahsiyeti ve halifeliğinin büyük bir ehem­
m iyeti bulunmaktadır. Nitekim Hz. Ömer, K ur’an ve Sünnet yanın­
da, ilk halifenin şahsiyetinden, onun devlet idaresiyle alâkalı karar
ve uygulamalarından da faydalanmıştır. Esasen O, Hz. Ebû Bekr’in
halifeliği şuasında, çok aktif bir şekilde, devlet idaresiyle meşgul ol­
muş ve ilk halifeye yardım edenlerin başında yer almıştı.
Diğer taraftan Hz. Ömer, fethedilen ülkelerdeki Sasani ve Bizans
imparatorluklarının İktisadî ve idari tecrübelerinden de istifade et­
miş; İslâmiyet'in gerektirdiği zaruri değişiklikleri yapmak suretiyle,
bazı müesseseleri benimseme cihetine gitmiştir. Ayrıca O, bölgelerin
arzettiği hususiyetleri de nazar-ı itibare almıştır.
İşte bu imkân ve şartlar içerisinde bulunan Hz. Ömer, İslâm Dev­
leti hâkimiyeti altma giren gayr-ı müslimlerden elde edilen gelirleri,
müslümanlara dağıtmak için Divan Teşkilâtı’nı kurmuştur.
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 100

Bilindiği üzere Islâm dini, Allah yolunda cihadı, îlâ-yı Kellmetul-


lah için çalışmayı emreden ve İsteyen bir dindir. Kur’an-ı Kerim ’de,
Allah yolunda savaşmayı, can ve mal ile cihadı emreden âyetler; Hz.
Peygamber’in bizzat yaptığı mücadeleler ile bu hususu teşvik eden
hadisler bulunmaktadır. Öte yandan yine K ur’an-ı Kerim, ehl-1 kitap
olanların cizye verdikleri takdirde,! 1 ) kendi dinlerinde kalabilmeleri­
ne imkân vermekte ve onların zorla İslâm dinine girmelerini isteme­
mektedir. Bundan dolayı İslâm fetihleri, yalnız Allah'ın hükmünü yer­
yüzünde hâkim kılmak ve insanlara bu dini tanıtmak için yapılmış;
onların zorla İslâmlaştın İmaları hedef alınmamıştır. İslâm dininin
ve ilk devir fetihlerinin bu hususiyetleri neticesinde. Irak, İran, Ce­
zire, Suriye, Filistin ve Mısır toprakları müslümanların eline geçmiş
olmasına rağmen, buralarda yaşayan insanların kendi dinlerinde kal­
malarına izin verilmiştir.
Bu ülkelerin fethinden sonra ziraata elverişli bu çok geniş ve
verimli topraklarda yerleşik büyük kütleler halindeki gayr -1 müslim
zümrelerden alınan vergiler, İslâm Devletinin gelir kaynaklarının bir­
den bire artmasına sebep olmuştur. Bu bakımdan biz, Hz. Ömer'in
(13-23/634-644) kurduğu Divan Teşkilâtı'm ele almadan önce, İslâm
Devletinin gelir kaynaklan üzerinde durmak istiyoruz.
Bu gelir kaynakları ve sarf yerleriyle ilgili gelişmeler, esas itibariy­
le Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünnetindeki esaslara dayan­
maktadır. Bu mevzu üzerinde yazılmış müstakil eserler (2) arasında yer
alan Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm’m (224/839) K itabu’l-Em val'l Hz.
Ömer döneminin mali tarihi bakımından büyük bir ehemmiyet arzet-
mektedir. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin devirlerini öncelikle ele
alan Ebû Ubeyd’in bu eserindeki tasnif ve bölümler, Hz. Ömer zamanı
iktisadi gelişmelerini anlatmak için kaleme alınmış bir hususiyete sa­
hiptir. Nitekim Ebû Ubeyd, eserine yazdığı «Giriş» mahiyetindeki kı­
sımda, doğrudan doğruya Hz. Peygamber ve Hz. Ömer zamanlarındaki

(1) Bk. Tevbe sûresi, âyet 29


(2) İlk devir İslâm Tarihindeki mali konulara, bilhassa devlet gelirle­
ri ve bunların sarf yerlerine dair eserler Haraç ve Emval kitapları­
dır. Bunlar arasında, zamanımıza kadar İntikal eden ve en eski kay­
nak hllvlyetl taşıyan eser, Ebû Yusuf (182/793) 'un Kitâbu’I-Harac*
ıdır. biz bu eserin. Abdulazlz b. Muhammed er-Rahbi (1184/1770)'
nln Fıkhu’l-Mulûk ve Miftâbu'r-Ritûc el-Mursad alâ Hızânell K ltâ-
bl'l-Harac adlı şerhi ile birlikte basılan metninden ve eserin Ali Özek
tarafından yapılan tercümesinden faydalandık. Haraç kitapları ile
aynı mevzuları ele alan Emval kitaplarının en meşhuru İse Ebû
Ubeyd el-Kâsım b. Senam ın (224/839) eseridir. İslâm dünyasında
yazılmış Haraç ve Emval kitapları İçin bkz. İbn Nedim. el-Flhrlst;
Fuad Sezgin. GAS
110 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂM T A R İH İ

mali durumu ele alarak eserine başlamaktadır. Bu nedenle biz, Ebû


Ubeyd’in bu «G iriş»ini esas alarak, İslâm tarihinin bu ilk döneminde­
ki devlet gelirlerini ortaya koymaya çalışacağız.
Ebû Ubeyd «Girişnine: «Halk adına Halifelerin (İm am lar) idare
ettikleri malların çeşitleri ve Kitap ile Sünnette bunlara alt esaslar»
başlığı altında,( 1 ) şöyle başlamaktadır:
«Evvelâ, yalnızca Rasûlullah’a tahsis edilmiş ve başka insanların
hakkı olmayan mallardan başlıyoruz, bunlar üç çeşittir:
Birincisi, Allah'ın müşriklerin mallarından Rasûlü’ne verdikleridir
ki, müslümanlar bu malların elde edilmesi için, ne at ve ne de deve
koşturmuşlardır. Bunlar, Fedek topraklan ve Beni Nadir’in mallandır.
Onlar, m allan ve topraklan karşılığında, Rasûlullah ile antlaştılar, ne
onlar savaştılar, ne de müslümanlar, onlarla savaşmak zahmetine kat­
landılar.
İkincisi, Safiyy’dir; müslümanlann ganimet olarak elde ettikleri
şeylerden, taksim yapılmadan önce, Rasûlullah’ın her ganimet malın­
dan kendisi için seçip aldıktandır.
Üçüncüsü, Humusu’l-Humus (beştebirin beştebiri) olup ganimet
taksim edilip beşe bölündükten sonraki beşteblr hissenin beştebiri-
d lr .»( 2 )
Ebû Ubeyd’in yalnızca Hz. Peygamber’e mahsus olan mallardan bi­
rincisi olarak zikrettiği şeyler, Fedek ve Beni Nadir topraklandır. Bi­
lindiği üzere Fedek yahudileri, Hayberlilerin başına gelenlerden kork­
tuktan için, Hz. Peygamber’e gelip topraklarının yarısı Hz. Peygam­
ber’e ait olmak üzere bir antlaşma teklif etmişlerdi (7/628). Kabul
edilen bu teklif üzerine de Fedek topraklarının yansı Hz. Peygamber’e
ait olmuştu. O da bu toprakların gelirini, ailesinin bir yıllık geçim
masraflarına sarfetmiş, artan kısmını da, Allah yolunda savaş hazırlı­
ğı için at ve silâh alımına harcamıştır. (3)
Medine-i Münevvere’deki üç yahudi kabilesinden biri olan Beni
Nadirlller, Benî Âmir kabilesinden yanlışlıkla öldürülen iki kişinin di­
yetine iştirak etmelerini isteyen Hz. Peygamber’e karşı sert ve haşin
davranmışlar ve kendisini öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Bunun üze­

ni Ebû Ubeyd bu Glrlş'lnde, mali konulara başlamadan önce, h alife ve


halkın, karşılıklı hak ve vazifelerine temas etmektedir; bkz. el-Emv&l,
9-13
(2) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 13-14
(3) Fedek İçin bkz. Vâkıdi, el-Megâzl, 706-7; İbn Hlşam, □ , 353; Belâ-
zurl, Fütûhu'l-Buld&n, 33; İbn Şebbe, Tarlhu’l-Medlnetl'l-Münevvere,
193-200; ayrıca bkz. Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-1
MUsllmler, 21
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 111

rine Hz. Peygamber, kendilerini on beş gün muhasara etmiş, sonunda


Beni Nadir yahudileri, silâhlan hariç olmak üzere, yanlarında devele­
riyle taşıyabilecekleri mallarını götürmeleri şartıyla Medine'den ayrı­
lıp Hayber ve Suriye taraflarına gitmişlerdi (4/825). Onlann toprak­
lan, yurmalıklan ve silâhlan, Hz. Peygamber'e alt kabul edilmişti. O
da buradan ele geçen mallan, fakir olduklarından dolayı. Muhacirler­
le, Ensardan ihtiyacı olan iki kişi arasında taksim etti, toprak ve hur-
m alıklan ise, ailesinin geçiminde kullandı, artan m iktannı İse, cihat
için, silâh ve diğer ihtiyaçtan karşılamak üzere çeşitli yerlere sarfet-
ti.(l)
Görüldüğü üzere Fedek ve Beni Nadir toprakları sulh yoluyla ele
geçmiş ve Hz. Peygamber, her ikisinin gelirini de ailesinin geçiminde
kullanmış, geriye kalanlarını da Allah yolunda harcamıştır.
Hz. Peygamber’e mahsus malların İkincisi olan Saflyy hakkında
Ebû Ubeyd, eş-Şa'bi’den naklen:
«Hz. Peygamber her ganimetten bir köle veya cariye veya bir at
seçip alırdı» şeklinde bir haber rivayet etmekte ve bu hususun gani­
metlerin taksim edilmesinden önce yapıldığını haber vermektedir. ( 2 )
Hz. Peygamber’e mahsus malların üçüncüsü olan «beştebirln beş-
tebiri» üzerinde, İleride Humus bahsinde durulacaktır. Burada şu ka­
darım belirtelim kİ, savaşta elde edilen ganimetin beştehirinin Beytiil-
mâl’e gelmesi ve bunların sarf yerleri, K ur’an-ı Kerim 'ln Enfal sûre­
si 41. âyetine göre tespit edilmiş ve bu âyette yer alan Hz. Peygamber’
in hissesi, onun vefatıyla birlikte başkasına verilmemiştir. (3)
Hz. Peygamber’e mahsus olan m allan tasnif ettikten ve bunlar
hakkında kısa bazı haberleri naklettikten sonra Ebû Ubeyd şunlan
söylemektedir:
«Yüce Allah'ın, insanlardan ayn olarak, yalnızca Rasûlüne tahsis
etmiş olduğu inallarla alâkalı olarak bize ulaşan haberler bunlardır.
Rasûlullah vefat edince, bu mallar ortadan kalkmıştır. Ondan sonra
mallar üç sınıfa inhisar etmiştir ki bunlar: Fey, Humus ve Zekat'tır
(Sadaka). Bu üç çeşit malla İlgili olmak üzere K ur’an nâzil olmuş,
Sünnet hükümleri uygulanmış ve imamlar (halifeler) da bu hüküm­

lü Beni Nadir İçin bkz. Vâkıdi. Aynı eser, 379-383: İbn Hlşam, II. 192-
194; Ebû Ubeyd, Aynı eser, 14-18; İbn Şebbe, Aynı eser, 200-207: Tabe-
rl. Tefsir, X X V III, 18 vd.: Belâzurl. Aynı eser, 18-22; Şâfll. el-Umm,
IV. 64-65: Mustafa Fayda, Aynı eser, 18-19
(2) Ebû Ubeyd. Aynı eser, 18-19; Ebû Yusuf, Kltabu’l-Harac, I, 186-189:
Taberl thtU&fuT-Fukahâ, 140
(3 ) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 21-23
112 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

lerle amel etmişlerdir. Ömer b. el-Hattab da, mallar konusunu ele al­
dığında, bunları, bu üç çeşite irca etmiştir. (1)
Bundan sonra Ebû Ubeyd, Hz. A li ile Hz. Abbas'm, Fedek malla­
rıyla ilgili olarak Hz. Ömer'le yaptıkları konuşmaya ait, aşağıdaki ha­
beri nakletmektedir:
«...H z .'A li ile Hz. Abbas, Hz. Ömer’in yanına girdiler, selâm ve­
rip oturdular. Abbas şunları söyledi:
«E y m ü’m inlerin em iri! Benimle şu adam (Hz. A li’yi kastederek)
arasında bir karar ver.» Orada bulunan Hz. Osman ve beraberindeki­
ler de:
«O ikisi arasında hükmünü v e r!» dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer
şunları söyledi:
«A llah, Rasûlüne bu fey’i tahsis etmiş ve ondan başkasına bundan
bir şey verm em iştir.» Hz. Öm er sözlerine devam ederek şu âyeti oku­
du:
«O nların mallarından Allah’ın Rasûlüne verdiği şeyler için, siz
ne at ve ne de deve sürdünüz, fakat Allah, dilediği kimselere karşı,
peygamberlerine üstünlük verir. Allah her şeye k a d ird ir.»(2 ) Bundan
dolayı bu m allar (B e n i Nadir ve Fedek), yalnızca Rasûlullah’a mah­
sustur. Ayrıca, Allah’a yemin ederim ki, Rasûlullah bu mallan, sîzler­
den başkasına vermediği gibi sisleri bundan m ahrum da etmedi, O,
bu mallardan sislere verdi ve aranızda dağıttı. Sonunda bu mallardan
bir kısmı da geriye kaldı. Rasûlullah, ailesinin senelik ihtiyacını bu
mallardan karşılardı, geri kalanını da Allah yolunda harcardı. Ra­
sûlullah, hayatı boyunca bu mallan bu şekilde kullanmıştır. Allah için,
şimdi size soruyorum: «B u durumu biliyor musunuz?» Oradakiler,
«E v et» diye cevap verince Hz. Ömer, Hz. Abbas ile Hz. A li’ye hitaben:
«A llah için, ikinize soruyorum: «B u durumu ikiniz de biliyor m u­
sunuz?» Onlar da, «E v et» diye karşılık verdiler.» (3 )
Ebû Ubeyd, Hz. Peygamber’e mahsus mallar ile alâkalı Hz. Ömer’in
yukarıdaki görüşlerine işaret ettikten sonra, humus, fey ve zekât gelir­
lerinin, Kur’an-ı Kerim ’e göre, kimlere verilmesi gerektiğine dair Hz.
Ömer’in okuduğu âyetleri sıralamakta; (4) daha sonra da, tslâm Dev­
leti gelir kaynaklarıyla ilgili olmak üzere şunları yazmaktadır:
«İşte müslümanlann halifelerinin idare ettikleri, Hz. Ömer’in zik­
rettiği ve yüce Allah'ın kitabına irca ettiği mallar, Fey, Humus ve
Zekât olmak üzere üç çeşittir. Bunlar kısa (mücmel) İsimler olup her

(1) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 23


(2) Haşr sûresi, âyet 6
( 3) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 18-19
(4) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 23-24
HZ. ÖMER (R A ) DEVRİ 113

biri çeşitli m allan yani gelir kaynaklarını içine alm aktadır...»( 1 )


Zekât, Fey ve Humus'un kısa tariflerini ve bu sınıf malların kim­
lere dağıtılması gerektiğini belirten Ebû Ubeyd, bunlarla alâkalı Sün­
net ve Eserlerin (Asar) bulunduğunu ve yerlerinde zikredileceğini be­
lirterek «G iriş»ini tamamlamış, kitabım da bu üç çeşit mala göre tas­
nif etm iştir.( 2 )
Böylece, Hz. Peygamber’den sonra, İslâm Devleti gelir kaynakları­
nın Zekât, Humus ve Fey olmak üzere üç sınıfa İnhisar ettiği anlaşıl­
maktadır. Bu gelir kaynaklarından zekât, müslümanlann devlete ver­
dikleri vergilerden; humus ve fey İse, gayr-i müsllmlerden elde edilen
gelirlerden ibarettir.
Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı münasebetiyle, bizi asıl alâkadar eden
gelirler, gayr-i müsllmlerden alınanlardır. Bu mânâda zekâtın, Divan
Teşkilâtı ile, yani Hz. Ömer’in müslümanlara dağıtmaya karar verdiği
Fey gelirleriyle hemen hiç münasebeti yoktur. Ancak Zekât, Humus
ve Fey yanında, Beytülmâl gelirlerinden bir diğerini teşkil etmekte­
dir. (3)
Biz burada, Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müsllmlerden Elde Edi­
len Gelirler ile Divan Teşkilâtı üzerinde duracağız.

I. HZ. ÖMER Z A M A N IN D A G A Y R -I M ÜSLİMLERDEN


ELDE EDİLEN GELİRLER

a) Humus i

Arapçada «humus» kelimesi, «beşteblr» demektir. Bu terim, K ur’-


an-ı K erlm ’de Enfâl sûresinin 41. âyetinde, bir defa geçmektedir. Bu
âyet, Bedir Gazvesinden sonra, ele geçirilen ganimetlerin nasıl taksim
edileceği ve esir alman müşriklere ne yapılacağı hususunda, müslü-
manlar arasında vuku bulan İhtilâflar sonucu nâzil olan Enfâl süre­

c i) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 25


(2) Ebû Ubeyd, Aynı eser, 25-26
(3) Zekât'ın sarf yerleriyle alâkalı olmak üzere Hz. Ömer'in, Hz. Pey­
gamber zamanından farklı bazı karar ve uygulamaları olmuştur. Hz.
Ömer, zekâtın sarf yerlerini tasrih eden Kur'ân-ı K erîm in Tevbe
sûresi 60. âyetindeki «Miskinler» zümresinden kaydedilenin, gayr-l
müsllmlerln fakirleri olduğu anlayışını Heri sürmüş ve başka din
mensubu bazı fakirlere, mtlslUmanlann zekât gelirlerinden hisse ver­
miştir. öteyandan yine aynı âyette geçen «MUellefe-l Kulûb» züm­
resine de hisse verilmesini durdurmuştur.
F .: 8
114 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

sinde yer almakta ve «Ganimet  yeti» olarak bilinmektedir. (1)


Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Mekkeli müşriklerle
devam eden düşmanlık ve savaş hali, müslümanları ganimet meselesiy­
le karşı karşıya getirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber, Abdullah b. Cahş
komutasmda bir seriyyeyi Mekke’nin güneyine, Batn-ı Nahle tarafları­
na, Kureyş kervanını tarassut etmek için göndermiş ve bu küçük müf­
reze, iki esir ile kervandaki eşya ve develeri ele geçirmişti. Bedir Gaz­
vesinden kırk yedi gün kadar önce ( 2 . yıl Receb ayının son günü) ele
geçirilmiş olan bu ganimetler, İslâm’daki ilk ganimettir. Seriyye ko­
mutam, ganimet hakkında herhangi bir K ur’an emri ve Hz. Peygam-
ber'in Sünneti bulunmadığı bu dönemde, ganimetin «beştebirini» Hz.
Peygamber için ayırmış; geri kalanını da askerleri arasmda taksim et­
miştir. Ancak Hz. Peygamber, haram ayında(Receb) savaş yapılmasını
emretmediğini söyleyerek kendisi için ayrılmış olan develeri ve iki esi­
ri almayı reddetmiştir. Bu durum, Abdullah b. Cahş ve askerlerine çok
tesir ermiş ve kendilerini son derece üzmüştür. Ayrıca Ashap da,
haram ayında savaş yaptıklarından dolayı, onlar aleyhinde konuşma­
ya başlamışlardı. Bunun üzerine Bakara sûresinin 217-218. âyetleri nâ-
zil olmuş; haram ayında savaş yapmanın büyük günah; buna karşı­
lık «... Allah yolundan alıkoymak, O’nu ve Mescid-i Haram’ı inkâr et­
mek ve halkını oradan çıkarm anın...» ise daha büyük bir suç olduğu
belirtilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisi için ayrılan ga­
nimetleri almıştır. ( 2 )
İslâm’da ele geçirilen ve beşe taksim edilen bu ilk ganimetten son­
ra, Bedir Gazvesindeki gelişmeleri ele alalım. 2/624 yılı Ramazan ayın­
da, Kureyşlilerle yapılan Bedir Gazvesinden sonra, Müslümanlar bir
çok ganimet ve esir ele geçildiler. Bu ganimetlerin taksimi hususunda
ihtilâf baş gösterdi. Bazı müslümanlar, düşmana karşı ön safta savaş­
tıklarım ileri sürerek, ganimetin kendi haklan olduğunu; Hz. Peygam-
ber’i savunanların ise, geri hizmette yaptıktan vazifeleri dolayısıyla
ganimet toplayamadıklarım, bu bakımdan kendilerinin de en az on­
lar kadar ganimetten hisse sahibi olmalan gerektiğini iddia etmişler­
dir. Sonunda Hz. Peygamber, ganimetleri Bedir Savaşma iştirak eden­
ler arasmda eşit bir şekilde dağıtmış; esirlerden ise fidye alınmasını
kararlaştırmıştır. (3).

(1) Enfâl, ganimetler demektir; bu sûrenin tefsiri ve Bedir gazvesi İle


alâkası İçin bkz. Taberi. Tefsir, IX . 114-163; X, 2-41
(2) İbn Hlşam. I, 603-606; Taberi. I. 1273-1279; Rahbi, I, 144-145.
(3) Bedir ganimetinin taksimindeki İhtilâflar İçin bkz. İbn Hlşam, I.
641-645; Taberi, I. 1333 vd.; Ebû Ubeyd, 426, 440-441; Kudâme b.
Ca’fer. 946
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 115

İşte ganimet âyeti, bu dönemde nâzil olmuş ve İslâm’da ganimet­


lerin nasıl taksim edileceği hususu açıklığa kavuşmuştur. (1) Bu âye­
tin meâlini vermeden önce, ganimetin tarifini görelim:
Ganimet, müsliimanlann savaştan sonra, düşmanlarından elde et­
tikleri mallar, silâhlar, hayvan, yiyecek vesaire gibi şeylerden İbaret­
tir. (2) Savaş sonucu elde edilen ganimetler, Enfâl sûresinin 41. âyeti
ve Hz. Peygamber’in Bedir Gaveslnden sonraki uygulamaları esas alın­
mak suretiyle, beşe taksim edilmektedir. Bunun beştedördü, komutan
dahil, ister savaşçı, isterse geri hizmette olsun, orduda bulunan bütün
askerler arasmda taksim edilir. Geriye kalan beşteblri (humus) ise, En­
fâl sûresinin 41. âyetinde zikredilen yerlere dağıtılmak üzere, Beytül-
mâl’e gönderilir. Humus’un dağıtılacağı zümreler bu âyette şu şekilde
sıralanmıştır:
oEğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun karşı­
laştığı o gün, kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz âyetlere iman edi­
yorsanız, büin ki, savaştan ganimet olarak aldığınız herhangi bir şe­
yin beştebiri mutlaka:
Allah'ın,
Peygamber’in ve Yakınlarının,
Yetimlerin,
Düşkünlerin ve Yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.»• (3 )
İslâm’da, ganimet taksimi için daima esas alınan bu âyete göre,
ganimetler beşe ayrılmakta, bunun beştedördü askerlere taksim edil­
mekte, geriye kalan beştebiri ise, âyette zikredilen yerlere dağıtılmak
üzere Beytülmâl’e getirilmektedir.

Hz. P e y g a m b e r ve H u m u s :

Hz. Peygamber zamanında, savaşlarda ele geçirilen ganimetin hu­


musu, Enfâl sûresinin 41. âyetinin nâzil olmasından sonra, Beytülmâl’e

(1) Ganlm et'ln daha önceki peygamberlere ve onların ümmetlerine haram


olduğu ve yalnızca Muhammed ümmetine helâl kılındığı hakkındalü
rivayetler İle Enfâl sûresi S7-68. âyetlerinin tefsiri İçin bkz. Taberl,
Tefsir, X. 32-33: Ebû Ubeyd, 428-430.
(2) Ebû Yusuf’un yaptığı bu tarif İçerBİnde. toprak ve esirler ganimete
dahil edilmemiştir. Bu husus, Hz. Ömer zamanındaki uygulamaya, sa­
vaş sonunda elde edilen toprakların ve esirlerin ganimet gibi dağıtü-
mayışı seklindeki İcraata uygundur. Y eril halkın elinde bırakılan ve
haraç vergisi konulan bu toprakların, fey statüsüne alındığını İleri­
de göreceğiz.
(* ) Enfâl sûresi, âyet 41
(3) Ebû Yusuf. I. 143-150; Yahya b. Âdem. 17-10: Ebû Ubeyd. 23
116 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH Î

geliyordu. Humusun âyette geçen zümreler arasında, Hz. Peygamber


tarafmdan nasıl dağıtıldığını, âyette geçen sarf yerlerini sırayla ele
almak suretiyle tespit etmeye çalışacağız.
Humusun dağıtılacağı zümreler arasmda, ganimet âyetinde ilk
sırada yer alan ve «humus» kelimesinden ve diğer dağıtılacak sınıflar­
dan önce zikredilmiş bulunan «Allah’a» ait hissenin, ayrılıp ayrılma­
dığı hususu ihtilâfh bir konudur.
Tabiînden Ebû'l-Âliye bu hususta şu haberi rivayet etmektedir:
« Ganimet Rasûlullah'a getirilird i; O, elini ganimete vu ru r ve yere dü­
şen miktarı, Allah’ın evi Kâbe’nin hakkı olarak ayırırdı. Sonra geriye
kalan kısmı, Hz. Peygamber, Zü ku rbâ (Y a km la n ), yetim ler, miskinler
ve yolculara birer sehim vermek üzere beşe ayırırdı. Kâbe için ayırdığı,
Allah h issesiy d i.»(l)
Bu habere göre Hz. Peygamber’in, Beytülmâl’e gelen humusu, âyet­
te zikredilen altı yerden birincisini teşkil eden «Allah’a» a lt hisseyi eliy­
le ayırdıktan sonra, geriyekalanını, kendileri dahil olmak üzere, diğer
zümrelere taksim etmek üzere beşe böldüğü anlaşılmaktadır.
Diğer bazı rivayetlerde ise, Allah’a ait hissenin, Beytülmâl’e ait
olduğu zikredilmiştir. ( 2 )
Bazı alimler, Allah adına herhangi bir hissenin ayrılması söz ko­
nusu değüdir ve âyette, Cenab-ı Hftkk’ın ilk önce kendisini zikretmesi,
zat-ı İlâhisini yüceltmesinden ve her şeyin O’na alt olmasından dolayı­
dır, demişlerdir. Onlara göre humus, âyette zikredilen diğer beş zümre
arasmda (Rasûl, Zilkurbâ, yetimler, miskinler ve yolcular) taksim
edilmelidir. (3)
Mâlik b. Enes’e göre, humus altıya taksim edilirdi; Allah ve Ra-
sûlü için iki hisse; Zilkurbâ için bir hisse ayrılır; diğer üç hisse ise,
yetimler, miskinler ve yolculara verilirdi. Bu durum, Hz. Peygamber’in
vefatma kadar bu şekilde devam etti. Hz. Ebû Bekr humusu, yalnızca
âyette geçen son üç zümreye dağıtmış; Hz. Ömer ve ondan sonraki ha­
lifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir. (4)

(1) Ebû Ubeyd, 454; Rahbi, I, 148-9; Taberi, Ebû’l-Â llye’nln bu rivayetini
doğru kabul etmez ve Allah’a alt hisse olmadığını belirtir; bkz. T e f­
sir, X. 4; aynı müellif, İhtilâf, 139; Serahsî, el-Mebsût, X, 8; bura­
da, Kâbe ve diğer bölgelerdeki camiler İçin kullanılacağı zikredilir.
(2) Ebû Ubeyd, 22; Rahbi, I, 149
(3) Ebû Yusuf, I, 169; Ebû Ubeyd, 21-23; Rahbi, Fıkhu'l-Mulûk, I, 144,
147-148; burada Ebû Hanlfe ve Şâfll'nln bu görüşte olduğu tasrih edil­
mektedir.
(4) Ebû Ubeyd, 23; Rahbi, I, 149
HZ. ÖMER (R A.) DEVRt 117

Allah ve Rasûlü’nün humus hisselerinin bir olduğu; Hz. Peygam-


ber’in bu hisseyi, asker teçhiz etmek, atiyye vermek, istediği yere is­
tediği gibi sarf etmek üzere kullandığı da rivayet edilmiştir. ( 1 )
Bir başka rivayette, humusun dörde bölündüğü; bu dörtte birden
bir hissesinin, Allah, Peygamber ve Zilkurbâ’ya ayrıldığı; diğer üç
dörttebirin ise, yetimlere, miskinlere ve yolculara verildiği belirtilmiş­
tir. Bu habere göre, Allah, Peygamber ve Zilkurbâ için humustan bir
hisse ayrıldığı ve Hz. Peygamber’in, humustan ayrı bir hisse daha
almadığı anlaşılmaktadır. ( 2 )
Hz. Peygamber’in humus hissesinin, humusun beştebiri (humu-
su’l-humus) olduğu da nakledilmiştir. (3)
Hz. Peygamber zamanında, humustan Allah ve RasAlü’ne ayrılan
hisseler hususundaki farklı rivayetleri bu şekilde özetledikten sonra,
şu hususu belirtmek yerinde olacaktır: Hz. Peygamber’in, savaşlarda el­
de edilen ganimetlerden, üç yönden hisse almış olduğu anlaşılmakta­
dır. Bunlar: Ganimet taksim edilmeden önce seçip aldıkları saflyy; biz­
zat iştirak ettikleri savaşlarda, diğer ordu mensuplarıyla birlikte beş-
tedört kısımdan aldığı hisse ve humustan aldıklarıdır. (4)
Zilkurbâ’ya gelince, Hz. Peygamber’in akrabalarım teşkil eden bu
zümre, Benî Hâşim ve Benî Muttalib ailesi mensuplarından olan kim­
selerdir. Hz. Peygamber zamanında, bu zümreye mensup kimselere, hu­
mustan hisse ayrıldığım; buna karşılık, nesep bakımından Hz. Peygam-
ber’e yakın olmakla birlikte. Benî Abd-i Şems ve Benî Nevfel aileleri
mensuplarının Zilkurbâ'ya dahil edilmediklerini görüyoruz. (5)
Benî Nevfel’den Cübeyr b. Mut'ım’m bu hususta rivayet ettiği bir
hadis şöyledir:
«Rasûlullah, Zilkurbâ'nm humus hissesini, Beni Hâşim ve Beni
Abdulmuttalib arasında taksim ettiğinde, Osman ile birlikte O'na gel­
dik ve kendisine şunları söyledim:
«Ey Allah’ın Rasûlü! Allah'ın seni onlara yakın kılması sebebiyle
şu Hâşimoğulları’nın faziletleri inkâr edilemez; ancak Beni M uttalib’i
nasıl değerlendiriyorsun? Onlara verdiğin halde bize vermedin. Halbu-

(1) Ebû Ubeyd. 454-455


(2) Ebû Ubeyd. 453: Taberi, İbtil&f, 140
(3) Ebû Ubeyd. 452-453
(4) Ebû Yusuf. I, 186-187
(5) Şeybâni. Styeru’l-Kebir, II I. 1015; Ebû Ubeyd. 461-462; Taberi. T e f­
sir, X 6: İbn Şebbe, Târlhu'l-Medinetrl-Münevvere, □ , 644-645; Zil-
kurbâ'nm, yalnızca Beni HâşLm mensuplan olduğu hakkında İbn Ab-
bas'ın mektubu İçin bkz Ebû Ubeyd, 464-465
118 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

ki onlarla biz, sana yakınlık bakımından aynı durumdayız? » Bunun


üzerine Hz. Peygamber:
oOnlar (yani Benî M u tta lib ), ne Cahiliye devrinde ve ne de tslâm
döneminde beni (veya bizi) yalnız bıraktılar, buyurdu ve parmakla­
rın ı bitiştirerek: Benî Hâşim ile Benî M uttalib aynıdır, d e d i.n (l)
Hz. Peygamber’in, Ehl-i Beyt, Benî Hâşim ve Benî Muttalib men­
suplarından olan yakın akrabalarına, zekâttan hisse vermemesine kar­
şılık, onlara humustan pay ayırdığı görülmektedir. ( 2 )
Ganimet âyetindeki diğer üç zümre, yetimler, miskinler ve yolcular
humustan hisse alan ihtiyaç sahipleridir. Hz. Peygamber ve ondan
sonraki dönemlerde, bu zümrelere humus hisseleri hep verilmiştir. Hz.
Peygamber’den sonra, ganimet âyetinde yer alan, Allah, Peygamber ve
bilhassa Zilkurbâ’ya ait hisselerin durumu çok tartışılmıştır. Bu geliş­
meleri ele aldığımızda da görüleceği üzere, Hz. Ömer zamanında, A l­
lah, Peygamber ve Zilkurbâ hisseleriyle ilgili olmak üzere Beytülmâl’
den hisse ayrılmaması kararlaştırılmış ve âyette geçen son üç zümre,
hem humus, hem de diğer devlet gelirlerinden -zekât ve fey- hisse al­
maya devam etmişlerdir.

H z. Ö m e r ve Humus:

Hz. Ömer zamanında, Sasanî ve Bizans devletleriyle yapılan sa­


vaşlar ve gerçekleştirilen fetihler sonucu, ele geçen ganimetlerde bü­
yük bir artış olmuştur. Bu ganimetlerin taksiminde, ordu mensupla­
rına, beştedört hissenin verilmesine devam edilmiştir. Ancak Hz. Ömer,
savaşta ele geçen topraklar Ue üzerindeki insanları, ganimet dışında
bırakmış, bu topraklardan haraç müslüman olmayı kabul etmeyip ken­
di dinlerinde kalanlardan da cizye alınmasını kararlaştırmıştır.
Humusa ait gelişmeleri ele almadan önce, bir nokta üzerinde dur­
mak istiyoruz. Hz. Peygamber zamanında, bir müslüman tarafından
öldürülen kimsenin üzerindeki elbise, silâh ve diğer eşyaları (seleb),
onu öldürene verilir, ganimet mallan içerisine dahil edilmez, böylece

(1) Ebû Ubeyd, 461-462


(2) Ebû Ubeyd. 459-460; Hayber'de savaşla ele gecen yerlerden birisi olan
Ketibe kalesi ve toprakları, humus olarak belirlenmiş ve bu yerler.
Hz. Peygamber, zilkurbâ, yetimler ve miskinlerin hissesi olmak Üzere
ayrılmıştır: bkz. İbn Hlşam. II, 349. Bazı rivayetlerde, ganimetlerden
Beytülmâl'e İntikal eden humusun hepsinin, zllkurbâ'ya alt olduğu
da İleri sürülmüştür; bkz. Ebû Ubeyd. 465; İbn Şebbe, II, 650; Ta-
berl, Tefsir, X. 4; Rahbi, I, 49.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 11B

beşe de bölünmezdi. (1) Hz. Ömer, Berâ b. Mâlik’in mübareze sonucun­


da öldürdüğü Zâre merzübanından ele geçirdiği selebln çok fazla de­
ğerli olmasını (iki bilezik, İpekli kaftan, altm ve değerli madenlerle İşli
kemeri) ileri sürüp şunları söylemiştir:
«Önceleri selebi ganimet içerisine dahil etmez ve onu beşe bölmez­
dik, ancak, Berâ’ntn selebi büyük bir meblağ tutmaktadır, onun için
bunu böleceğim.» İslâm tarihinde, ganimet gibi beşe bölünen İlk seleb
bu olmuş ve bu şekildeki uygulamalara bu devirde devam edilmiştir. ( 2 )
Hz. Peygamber’den sonra, humusun taksim edilmesi hususunda
ihtilâflar baş göstermiştir. Bilhassa Peygamber İle Zilkurbâ'ya alt olan
hisselerin bu ihtilâfın esasmı teşkil ettiğini görüyoruz. Ebû Yusuf,
bazılarının, Rasûlullah'ın hissesi, kendisinden sonraki halifeye, Zilkur-
bâ’nın hissesi ise, Rasûlullah’ın akrabalarına aittir, şeklinde bir gö­
rüş ileri sürdüklerini diğer bazılarının da Zllkurbâ hissesinin Rasülul-
lah'dan sonra halifenin yakın akrabalarına aittir, diye söylediklerini
belirttikten sonra şu sonuca ulaşıldığım haber vermektedir: Sonunda
onların hepsi, bu iki hisseyi, at, katır ve eşek gibi savaş vasıtaları He
silâh alımına sarfetmek hususunda İttifak ettiler. (3)
Hz. Peygamber’e ait humus hissesinin, onun vefatından sonra, sa-
fiyy gibi, düştüğü, kendisinden sonra kimseye kalmadığı da haber ve­
rilmiştir. (4)
Kaynaklarda yer alan diğer bazı haberlerde İse, Hz. Peygamber'den
sonra humusun Allah yolunda, savaş masrafları için harcandığı, âyet­
te geçen zümreler yerine, harbe gidenlere verildiği, zamanla devlet ge­
lirleri artınca, yetimlere, miskinlere ve yolculara verilmeye başlandığı
zikredilmiştir. (5)
Ganimet âyetindeki Allah, Peygamber ve Zilkurbâ hisselerinin, Hz.
Peygamber'den sonra nerelere dağıtılacağı, İlk halife Hz. Ebû Bekr za­
manından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Hz. Ebû Bekr, Beni Hâ­

li) Seleb hakkında Hz. Peygamber: ıH er U m bir düşmanı öldürürse, öl­


dürdüğü kimsenin selebi, om u du r» buyurmuştur. Seleb İçin bkz. Müs­
lim, V. 370-76: Belâzurl, 104: Ebû Ubeyd, 431-438: Şâfll, IV. 66-67:
Taberi, İhlllâr, 112 vd: Hamidullab, İslâm’da Devlet İdaresi, 203
(2) Ebû Ubeyd, 433-434, 437-43B; Şâfll, seleb’ln beşe bölünmesini kabul
etmez bkz. el-Umm, IV, 67-68; Belâzurl, 104
(3) Ebû Yusuf. I. 173-174; Rahbl, I, 150.
(4) Rahbl, I. 147-166; Bıltacı, Hz. Peygamber'ln humus hissesinin, dev­
let başkanınca uygun yerlere sarf edilebileceğini ve onun hissesinin.
Hz. Peygamber’ln diğer İnsanlar gibi miras bırakmadığından dolayı,
başkasına kalmadığını belirtir; Menhec, 208
(5) Ebû Yusuf. I, 169-170; Taberi, Tefsir, X, 6
120 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

şim mensuplarına humustan hisse vermiştir. O, Zilkurbâ mensupların­


dan yalnızca fakir olanlarına humustan hisse verileceğini, bekâr olan­
larının evlendirileceklerini, hizmetçisi olmayanlara hizmetkâr verilece­
ğini, buna karşılık, onlardan zengin olanlara hisse verilmeyeceğini ka­
rarlaştırmıştır. O, bu zümrenin zenginlerini, aynı âyette geçen zengin
yolculara benzetmiştir. ( 1 )
Ebû Yusuf’un naklettiği bir diğer rivayete göre, Hz. Peygamber
zamanında humus, beşe ayrılırdı, Allah ve Peygamber’e bir hisse, di­
ğer zümrelere de birer hisse verilirdi. Daha sonra Hz. Ebû Bekr, Hz.
Ömer ve Hz. Osman, humusu üç hisse olarak taksim ettiler. Sonra Hz.
Ali de, onlar gibi taksim etti. Gerçi Hz. Ali, humus taksiminde Ehl-i
Beyt gibi düşünüyor ve Zilkurbâ hissesinin devam ettiğine inanıyordu,
buna rağmen onun Ebû Bekr ve Ömer'e muhalefeti hoş karşılamadı­
ğından, onlar gibi hareket ettiği bildirilmiştir. ( 2 )
Humusun dağıtım yerleri arasında bulunan Zilkurbâ hissesiyle alâ­
kalı olmak üzere yine Hz. A li’den rivayet edilen aşağıdaki hadis, bu
zümreye ait hissenin Hz. Ömer zamanında ve Hz. Ali'nin isteği üzeri­
ne sona erdiğini göstermektedir:
Muhammed b. Abdirrahman b. Ebî Leylâ, babasından naklen Hz.
Ali’nin şunları söylediğini haber vermiştir: Hz. A li Peygamberimize hi­
taben:
«Ey Allah’ın elçisi! Senden sonra hiç kimsenin bize muhalefette
bulunmaması için, sağlığında humustan hakkımız olan kısmın taksi­
mine beni m em ur etmeyi münasip görürseniz, bana izin veriniz» dedi.
Hz. Ali, Rasûlullah’ın bunu kabul ettiğini, Zilkurbâ hissesini dağıtmak­
la kendisini görevlendirdiğini belirttikten sonra sözlerine şu şekilde de­
vam etmektedir:
«Sonra Ebû Bekr de bu işe beni m em ur etti, onun hayatında da
Zilkurbâ hissesini taksim ettim . Sonra Öm er de yine beni m em ur etti.
Bu durum Öm er'in halifelik senelerinin sonuna kadar devam etti. Son
senelerinden birinde ona pek çok mal geldi. Bizim hakkımızı ayırdı ve

(1) Rahbi. I, 149; Hz. Ebû Bekr'ln Zllkurbâ'ya hisse vermeyişlnl, nassın
İçtihat He değiştirilmesi yönünden tenkit eden Şia'nın görüşü için
bkz. Mûsevi. en-Nass ve’l-İctlhad, 110-113
(2) Ebû Yusuf, I. 165-168; Ebû Ubeyd, 462-463; Hz. A li bu hususta şun­
ları söylemiştir: «Ben bu makama, Ömer’in bağladığı düğümü çöz­
mek İşin gelmedim.» Yine Hz. A li: «Daha önce nasıl karar yeriyordu
iseniz, şimdi de aynı şekilde karar veriniz. Çünkü ben, ih tilâfı sev­
mediğim gibi, İnsanların birlik olmasını; aksi halde dostlarım gibi
ölmeyi tercih ederim » demiştir; Ebû Ubeyd 464
HZ. ÖMER (R A .) DEVRİ 121
bana haber gönderdi. Tanına varınca: «B unu al ve bölüştüm dedi. Ona
dedim ki:
«E y M ü ’m inlerin E m iri! Bu sene bizim mala ihtiyacımız yok, hal­
buki müslümanlann buna çok ihtiyaçtan vardır.»
«Bunun üzerine Ömer, o sene humustan Zilkurbâ’ya ayrılan his­
seyi müslümanlara dağıttı. Nihayet ben şu makamıma oturuncaya ka­
dar (h a life oluncaya), Ömer’den sonra hiç kimse humus hissemizi ver­
mek üzere bizi çağırmadı. Ömer’in yanından çıktığım da Abbas b. Ab-
dilm uttalib ile karşılaştım. Bana: «Ey A li! Bizi, bir haktan mahrum et­
tin k i kıyamet gününe kadar, artık bir daha bize bu hak verilmeyecek­
t ir ! » d e d i.(l)
İbn Şebbe'nin Hz. A li’den naklen rivayet ettiği bir diğer haber İse
şöyledir:
«Hz. Peygamber, humusu Abdvlm uttalib ve Abduyağûsoğullan ara­
sında taksim ederdi. Sonra Hz. Ebû Bekr de bundan az bir miktarda
onlara dağıtırdı. Daha sonra Hz. Ömer, iki yıl humusu onlara dağıttı.
Sonradan müslümanlann maruz kaldıktan kıtlık yılında, humus ko­
nusunu Hz. Ali ile konuştu ve ona: «Humusu bize bağışlayınız» dedi.
Bunun üzerine Hz. A li de, Zilkurbâ’nın hissesini bağışladı. Hz. A li evi­
ne dönünce, Hz. Abbas kendisine: «Humusu o n a (ö m e r’e ) verdiniz m i? »
diye sordu. Bu soruya Hz. A li: «E v et» diye cevap verince, Hz. Abbas:
«A lla h ’a yemin ederim ki, artık peygamber olan birisi humustan size
hisse verinceye kadar, kimse ondan size bir şey vermeyecektir» dedi.» (2 )
Zilkurbâ hissesiyle alâkalı olmak üzere, Hz. Peygamber’ln amcası
oğlu Abdullah b. Abbas’dan da bazı haber ve görüşler, kaynaklarda ri­
vayet edilmiştir.
Ebû Ubeyd’in eserinde yer alan bir rivayette, Abdullah b. Abbas
şunları söylemiştir:
«Öm er, humustan Zilkurbâ’ya ait olduğuna inandığı bir m iktar his­
seyi bize veriyordu. Biz, bu verileni istemedik ve kendisine: «Zü ku r-
bâ hissesi, humusun beştebiridir» dedik. Bunun üzerine Öm er şunla­
rı söyledi: «Allah, humusu yalnızca âyette zikrettiklerine tahsis etmiş­
tir, bundan dolayı ondan en fazla faydalanacak olanlar, sayılan çok
ve daha fazla ihtiyacı bulunanlardır.» Abdullah b. Abbas, «İnsanlann
bazısı bize, bu hakkımızı verdi, bazdan da vermedi» d em iştir.»(3 )
Yine Abdullah b. Abbas, Hz. Ömer'in humustan Zilkurbâ’ya hisse

(1 ) Ebû Yusuf, I. 170: İbn Şebbe. n , 646-647


(2) İbn Şebbe. n . 645
(3) Ebû Ubeyd. 466; İbn Şebbe. 649-650
122 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

vermesiyle ilgili olarak şu haberi rivayet etmektedir:


nÖmer bize, humustan, bekâr olanlarımızı evlendirmemizi, borç­
lularımızın borçlarını ödememizi tekli} etti. Biz, bu teklifi kabul et­
medik ve hakkımızı bize teslim etmesini istedik. O da bizim talebimizi
kabul etmedi.» (1 )
Bütün bu rivayetlerden, Hz. Peygamber’den sonra humusun taksi­
minde, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in, âyette geçen Allah ve Rasûlü his­
selerini, kendileri için ayırmadıkları ve başkasına da vermedikleri an­
laşılmaktadır.
Zilkurbâ hissesine ait haberler ise oldukça karışıktır. Hz. Ebû Bekr’
den itibaren bu zümreye hisse verilmediğini bildiren rivayetler ya­
nında, Hz. Ömer’in hilâfetinden bir müddet sonra, bu zümreye artık
hisse verilmemeye başlandığım zikreden rivayetlerle karşı karşıya bu­
lunuyoruz. Bu husus, Zilkurbâ hissesi hakkında fakihlerin görüş ve
kanaatlerine de açıkça tesir etmiştir.
Ebû Hanife, Hz. Peygamber’den sonra, Zilkurbâ hissesinin düştü­
ğünü, çünkü fakir olduklarından dolayı onlara humustan hisse veril­
diğini ve bu bakımdan diğer fakirlerle aynı durumda olduklarını ifade
etmiştir. ( 2 )
İmam Şafiî'ye göre İse, Zilkurbâ’nm humustan olan hisseleri hâki­
dir ve kendilerine, fakir veya zengin olsunlar, miras hukukundaki esa­
sa göre, kadınlarına bir, erkeklerine iki hisse ayırmak suretiyle hu­
mustan pay verilmelidir. İmam Şafiî, Hz. Ömer ve diğer halifelerin Zil-
kurbâ’ya hisse vermemelerinin, K ur’an ve Sünnet karşısında bir delil
teşkil edemeyeceğini tasrih etmek suretiyle kendi görüşünü ortaya koy­
maktadır. (3)
İmam Mâlik, Zilkurbâ hissesi konusunda, devlet başkanmm ka­
rarım esas almakta, bu zümreden olanlara, isterse hisse verebileceğini;
hatta onlardan bazısına verilmesini, diğerlerine de verilmemesini ka-
rarlaştırabileceğini ifade etmektedir. (4)
Ebû Ubeyd de humusun taksimi konusunda, devlet başkanmı yet­
kili kabul etmektedir. O, humusun âyette zikredilen zümrelerin dışın­
dakilere verilmesi hususundaki görüşlerin, İslâmiyet ve müslümanların

(1) Ebû Yusuf, I, 167-168; Ebû Ubeyd. 466-467; Burada Hz. Ömer’in, Hz.
Haşan ve Hz. Hüseyin’e humustan hisse verdiği rivayet edilmiştir:
Bkz. tbn Şebbe, II, 647-648
(2) Rahbî, I, 147
(3) Şâflî, VI. 73-74: Rahbi, I, 147
(4) Rahbi, I, 147-146
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 123

menfaatleri söz konusu olduğu zamanlarda mümkün olabileceğini, bu


durumu da en İyi devlet başkanlarinın tayin ve tespit edebileceklerini,
ancak şahsi menfaatlerin veya bazı kimselere hususi imtiyazların ve­
rilmesi şeklinde bir davranışın doğru olamayacağını tasrih etmektedir.
Aynı durumun ileride ele alacağımız fey gelirleri için de sözkonusu ol­
duğunu belirten Ebû Ubeyd, humus ve feyin taksiminde, devlet başka-
nını yetkili kabul e d er.(l)
Bazıları, Zilkurbâ’ya humustan hisse verilmesini, onların IIz. Pey-
gamber’e yardım etmiş olmalarına bağlamakta, Hz. Peygamber’in ve­
fatı İle de bunun sona ereceğini savunmaktadırlar. ( 2 )
Mısırlı araştırıcı M. Bıltacı, Hz. Ömer'in İstedikleri gibi sarfedll-
mek üzere, Zilkurb&'ya humustan hisse vermeyi reddettiği ve halife­
nin, onlardan daha fazla ihtiyaç içerisinde olanların bulunduğunu
gördüğü şeklinde bir değerlendirme yapmaktadır. O, ganimet âyetinde,
yetimler, miskinler ve yolcuların zikredilmesinden, bu zümrelere hu­
mustan hisse verilmesinin gerçek sebebi olarak «ihtlyac»ın anlaşılma­
sı gerektiğini savunmaktadır. Aynı yazar, âyette geçen İhtiyaç sahibi
müslümanlar arasında, «Zilkurbâ»nın bilhassa tasrih edilmesi sebebi­
nin de, bu zümrenin zekâttan hisse almasının yasak olması dolayısıy­
la, humustan çekinmeden hisse alabilmelerinin sağlanması olduğunu
belirtmektedir. (3)
Sonuç olarak Hz. Ömer'in gayr-ı müsllmlerden savaşlar sırasında
ele geçirilen ganimetin Beytülmâl’e İntikal eden beşteblrini(humus),
âyette geçen son üç zümre arasında dağıttığı anlaşılmaktadır. Diğer
taraftan bu üç zümrenin, fey gelirlerinin dağıtılmasında Hz. Ömer'in
esas aldığı Haşr sûresi’nin 7. âyetinde zikredilen zümrelerin bir kısmı
ile aynı olduğu dikkati çekmektedir. Bu bakımdan, fey ve humus ge­
lirlerinin, dağıtım yerleri bakımından, tabiî bir şekilde, birleştirilmiş
olduğu görülmektedir. Ayrıca Hz. Ömer, Divan Teşkilâtı’nı kurup müs-
lümanlarm hisselerini farklı seviyelerde tespit ettiği zaman, Hz. Pey­
gamber’in yakınlarına farklı bir statü uygulamış ve onlara daha fazla
atıyye vermeyi kararlaştırmıştır.

b) Fey:

Hz. Ömer zamanında, gayr-ı müslimlerden alman vergiler, fey is­


m i altında toplanmıştır. Ebû Ubeyd bu vergileri şu şekilde özetlemek­
tedir:

(1) Ebû Ubeyd. 448-449, 456-458


(2) Rahbl, I, 166
(3) Bıltacı, Menhec, 208-210
124 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

«Fey, zimmet ehlinin mallarından, yaptıkları antlaşmalara göre,


toplanan şeylerdir. Bunlar:
1 — Canlarım ve mallarını kendisiyle korudukları başlarının ciz-
ye’si,
2 — Savaş yoluyla fethedilip de devlet başkanmın(imam), öde­
yecekleri task karşılığında, zimmet ehlinin ellerinde bıraktığı toprak­
ların harac’ı,
3 — Ödeyecekleri belirli bir haraç karşılığında, kendileriyle ant­
laşma yapılmış ve ellerinde bırakılmış olan sulh yoluyla alman topra­
ğın vazife’si,
4 — Zimmet ehlinin âşire rastladıklarında, onun ticaret malla­
rından aldığı şeyler,
5 — Ticaret maksadıyla İslâm ülkesine giren harp ehlinden (İs­
lâm devleti dışındakiler) almanlar.» Ebû Ubeyd, daha sonra, fey’hı sarf
yerlerini de şu ifadeleriyle açıklar:
«Bunlardan hepsi fey’dir ve zengin-fakir bütün müslümanlara ait­
tir, bu feyden, savaşçıların atıyye’leri, aile efradının maişetleri karşı­
lanır, insanların işlerini idare eden devlet başkanı, İslâmiyet ve müs-
lümanlann menfaatlerine uygun harcamaları, buradan yapar.» ( 1 )
Ebû Ubeyd'in, fey ismi altmda zimmet ehlinden alm dığm ı zikret­
tiğ i bu gelirler, cizye, haraç ve ticaret m allan vergilerinden ibarettir.
Bu tasnif de, Hz. Ömer zamanında, gayr-ı müslimlerden almmasma ka­
rar verilen vergi düzeni esas alınmak suretiyle yapılmıştır. Bu bakım­
dan, beş kalemde zikredilen bu vergileri, sırası ile açıklayalım.

1 — Ci zye:

Hz. Ömer zamanında fethedilen ülkelerde yaşayan ve müslüman


olmayan ehl-i kitaba mensup kimselerden K u r’an-ı K erim ’in emri üze­
rine cizye alınmıştır. Müslümanlar bu şekildeki bir uygulamaya, Hz.
Peygamber zamanında başlamışlardır. 9/630 yılındaki Tebûk seferi es­
nasında nâzil olan Tevbe (Berâe) sûresindeki 29. cizye âyetine göre Hz.
Peygamber, Bizans İmparatoru Heraklius'a yeniden (2) bir mektup ya­
zarak müslüman olmasını aksi takdirde cizye ödemesi gerektiğini bil­
dirmiştir. (3)

(1) Ebû Ubeyd, 25


(2) Hz. Peygamber, Islâm lyete dâvet İçin ilk mektubunu Heraklius'a
7/62B yılında göndermişti, bkz. İbn Sa'd, I, 258-259
(3) Bu mektup İçin bkz. Hamldyllah, Vesâik, 82.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 125

Aynı sefer esnasında Hz. Peygamber, Eyle, Cerbâ, Ezruh ve Mak-


nâ’dakl gayr-ı müsllmlerle, cizye ödemeleri şartıyla antlaşmalar yap­
mıştır. ( 1 )
Cizye âyetinin nâzil olmasından sonra Hz. Peygamber, yahudi,
hristiyan ve mecusı(2) dinlerine mensup, Arap yarımadasının muhte­
lif yerlerindeki insanlarla antlaşmalar yapmış ve onlardan cizye al-
mıştır.
İslâm Devleti sınırlan İçerisinde, ehl-1 kltapdan olan ınsanlann,
kendi dinlerinde kalabilmelerine izin veren, buna karşılık cizye ödeme­
lerini şart koşan Tevbe sûresinin 29. âyetinin meali şöyledlr:
«Kendilerine kitap verilenlerden (e h l-i kita p ), AUah’a da âhiret
gününe de inanmayan, Allah’ın ve Peygamber’in haram kıldığını ha­
ram saymayan, hak dinini din kabul etmeyen kimselerle, küçülüp bo­
yun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.»
Bu âyetin hükmüne göre, ehl-1 kitaptan olan kimseler, eğer İs­
lâmiyet! ve Hz. Muhammed’ln peygamberliğini kabul etmezlerse, yani
müslilman olmazlarsa, cizye ödemeleri İstenmektedir. Cizye ödemeyi
de reddederlerse kendileriyle savaşılması emredilmektedlr.
Ayette, cizyenin mahiyeti ve uygulanışı hakkında, detaylı hüküm­
ler yer almamış, miktan, ayni veya nakdi olması gerektiği, zamanı,
toplanış şekil gibi hususlar belirtilmemiştir. Aynca Kur'an-ı Kerim ’de
müslümanların verdikleri zekât* İle savaşlarda ele geçirilen ganime­
tin ** sarf yerleri zikredilmiş olmasına karşılık, cizyenin dağıtılaca­
ğı yerler hakkında, açık bir hükmün bu âyette yer almadığını görüyo­
ruz.
Hz. Peygamber zamanında, iki yıldan az bir zaman esnasmda uy­
gulanan cizye miktarlarında, bir bütünlüğün, sabit bir ölçünün olma­
dığı anlaşılmaktadır. Her kabile veya bölgenin durumuna göre, cizye
miktarlarının tespit edilmiş olduğunu İfade edebiliriz. Meselâ Bah­
reyn ve çevresi ile Yemen bölgelerinde şahıs başı yıllık «bir dinar»
veya «dört dirhem ve bir elbise» cizye alınması kararlaştırıldığı halde,

(1 ) Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-1 M (islimler, 149 vd.; Cizye
ayetinden önceki durumlar İçin bkz. 145-149
(2 ) Hz. Peygamber zamanında, yahudller ve hristlyanlar yanında, mecu-
siler de ehl-1 kitaptan sayılmıştır. Bu husus, Hz. Peygamber in: «O n­
lara, ehl-1 kitaba davrandığınız gibi davranınız» had)sl İle kararlaş­
tırılm ıştır; bkz. Ebû Yusuf, I, 452-453; Ebû Ubeyd. 44-51, 724-726; Ta-
beri. İhtilâf, 199-203
(* ) Bkz. Tevbe sûresi, âyet 60
(• * ) Bkz. Enfâl sûresi, âyet 41
126 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Eyle (300 dinar), Cerbâ (100 dinar), Ezruh (100 dinar), Necran (iki
bin elbise) gibi bölge veya kabilelerden, belirlenen miktarlarda «müş­
terek cizye» şeklinde, vergi alınması cihetine gidilmiştir. Böylece aynî
veya nakdî, kadın ve çocuklar hariç, «adam başı» veya «müşterek ciz­
ye» şeklinde vergiler alınmıştır. (1)
Cizye uygulaması, Hz. Ebû Bekr zamanında da aynı şekilde devam
etmiştir. Hâlid b.' Velid, Hîre, Ulleys, Bânıkya ve çevresini fethetmiş
ve onlardan cizye almak üzere antlaşmalar yapmıştır. (2)
Hz. Ömer zamanında fethedilen bölgelerdeki gayr-i müslimlerin
erginlik çağına gelen erkeklerinden, yılda bir defa cizye alınmıştır.
Yapüan antlaşmalarda, cizye vergilerinin farklı miktarda ve bölgelere
göre değişik seviyelerde tespit edilmiş olduğunu görüyoruz.
Sevad (Irak) bölgesinde, gayr-i müslimlerin malî durumlarına gö­
re, zenginlerinden kırk sekiz, orta hallilerden yirm i dört, diğerlerin­
den de on iki dirhem yıllık cizye alınmıştır. (3)
Sevad bölgesinde adam başı tayin edilen bu cizye miktarları ya­
rımda, Ramhürmüz (sekiz yüz b in ), Rey ve Kûmis (beş yüz b in ), Azer­
baycan (sekiz yüz bin) bölgelerinde ise, zikredilen miktarlarda müş­
terek cizye antlaşmaları yapılmıştır. (4)
Suriye bölgesinde, Dımaşk şehri için yıllık altm para ile ödedik­
leri takdirde dört dinar, gümüş parayla ödediklerinde kırk dirhem ile
«erzaku’l-müslimînni (Müslümanların yiyecekleri) karşılamak üzere ay­
lık iki müdâ. buğday, üç kist zeytinyağı, miktarları belirlenmeyen et-
yağı, bal verilmesi şart koşulmuştur. (S)
Hınıs ve Lâzkiyye’den müşterek cizye alınması kararlaştırılmış­
t ır . ^ )

(1) Hz. Peygamber zamanındaki cizye miktarları İçin bkz. İbn Hlşam, II,
525-526; İbn Sa'd, I. 277-278, 2e9-290; Hamldullah, Vesaik, 73. 87-89,
90-95. 112-122, 140-145; Dûrl, Nizam, 44-46, 51; Mustafa Fayda.
149-159
(2) Mustafa Fayda, 159-165
(3) Ebû Yusuf. H, 134; Ebû Ubeyd, 55-56; Mustafa Fayda, 167-168
(4) Belâzurl. 390-400, 466-467; Mustafa Fayda, 172
(5) Belâzurl, 148; burada. Hâlid b. Velld'ln Dımaşk halkı İle daha önce
yaptığı antlaşmada, bir dinar İle erzâkui-müsllmln İşin bir cerib
buğday, sirke ve zeytinyağı ödenmesini kararlaştırmış olduğu, Hz.
Ömer'in daha sonra bu miktarı değiştirdiği rivayet edilmektedir; Ebû
Yusuf, n , 134; Ebû Ubeyd, 55. 213; Halep İşin de aynı mlktarm tes­
pit edildiğini görüyoruz; bkz. Belâzurl, 174; Antakya İşin İse. bir d i­
nar ve bir cerib buğday alınması kararlaştırılmıştır, bkz. Belâzurl,
174-175
(6) Belâzurl, 155-157; Lâzklyye'nln cizye miktarı zlkredUmemlştlr.
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 127

Beytü’l-Makdis (İliya-Kudüs) için tayin edilen cizye, Dımaşk’ın


aynısıdır. (1)
Hz. Ömer zamanında Suriye bölgesinde yapılan antlaşmalardan
ikisinin, çok değişik şartlarla tespit edilmiş olduğunu görüyoruz. Bun­
lardan ilki, Antakya civarında bulunan İıU k âm (veya Lukkâm) dağın­
da oturan el-Curcume kabilesiyle yapılanıdır. Buna göre, bu kabile
mensuplan ile onlarla beraber oturanlar, müslümanların yardımcıla­
rı, ajanlan (gözcü) ve Lukâm dağındaki muhafızları olmaları şeklin­
deki hizmetleri yerine getirecekleri, buna karşılık kendilerinden cizye
alınmayacağı, aynca müslümanlarla birlikte Bizans'a karşı yapacakla-
n savaşlarda, öldürdükleri kimselerin eşyalarını (seleb) almak hak­
kına sahip olacakları şeklinde bir antlaşma yapılmıştır. (2)
Dikkatimizi çeken diğer antlaşma ise, Beni Tağllb'le yapılanıdır.
Hz. Ömer, bir hristiyan-Arap kabilesi olan Benî Tağlib ile yaptığı ant­
laşmada, onların cizye yerine, müslümanların verdikleri «zekât»m iki
katım cizye olarak vermelerini kabul etmiş, buna karşılık çocuklarını
vaftiz ettirmemelerini yani hristiyanlaştırmamalarını şart koşmuş­
tur. (3)
Urfa ve Cezire bölgelerindeki cizye miktarları, Dımaşk şehri
gibidir. Önceleri bir dinar para ile İki müdd buğday, iki kist zeytin­
yağı ve susamyağı veya sirke vermeleri kararlaştırılmış, daha sonra
bir dinar yerine dört dinar alınmıştır. (4)
Mısır'ın fethinden sonra yapılan antlaşmada, Babylon halkının,
kadmlan, çocukları, fakirleri, güçsüzleri ve din adamları hariç, yıllık
iki dinar para ile, toprak sahiplerinden aylık olmak üzere, üç irdebb
buğday, iki kist zeytinyağı, aynı miktarda bal ve sirke alınması ve bun­
ların «Daru’r-Rızk» adı verilen depoya teslimi şart koşulmuştur. (5)
Belâzurî, yukarıda zikrettiğimiz yiyecek maddeleri yerine, daha sonra
iki dinar verilmesinin kararlaştırıldığını ve Mısır halkının bunu sevinç­
le karşıladığım haber vermektedir. (6)
Mısır’daki Berka halkı ile yıllık on üç bin dinar ödemeleri şartıy-

(1) Belâzurî, 164; Taberl, I, 2405-2406; Mustafa Fayda. 184-188


(2) Belâzurî, 189; Sâmlriler İle Dulûkve Ra'ban halklarıyla da benzer
antlaşmalar yapıldığını görüyoruz, bkz. Belâzurî. 177-187; Mustafa
Fayda, 183-184
(3) Ebû Yusuf, I, 451: II, 84; Ebû Ubeyd, 720-723; Mustafa Fayda, 192-208
(4) Ebû Yusuf, I, 289-304; Belâzurî, 204-211; Mustafa Fayda, 188-192
(5) Ebû Ubeyd, 55; Belâzurî, 148, 251-254, 260; tbn Abdl'l-Hakem, 60.
70, 82-B5, 87. 151-152; Mustafa Fayda, 208-209; İskenderiye İçin de
lkl dinar cizye tespit edilmiştir; Belâzurî, 260; Mustafa Fayda. 212
(6) Belâzurî, 254
126 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

la müşterek cizye antlaşması yapılmıştır. (1)


Hz. Ömer zamanmda fethedilen ülkelerin gayr-ı müslim halkından
cizye alındığını, bunların miktarlarının sabit olmadığını, yıllık alın­
ması kararlaştırılan-para yanmda, bazı bölgelerden aylık yiyecek (er­
zak) istendiğini, Hz. Peygamber zamanından beri uygulanan «adam
başı» veya «müşterek cizye» usûlünün devam ettiğini görüyoruz. Diğer
taraftan cizye miktarlarının aynı dönemde değiştirildiğine ve hattâ
Hz. Ömer’in, sonunda bütün bölgelerde dört dinar veya kırk (bazı ri­
vayetlerde kırk sekiz veya elli) dirhem şeklinde sabit bir cizye mikta­
rı tespit ettiğine dair rivayetlere rastlamaktayız. (2) A ynca cizye mik­
tarlarının, her bölgede tedavülde olan para birimi esas alınarak tespit
edildiğini, Irak ve İran topraklarında yaşayan gayr-i müslimlerden,
Sasanîler’in bastığı gümüş para dirhemin, Suriye ve Mısır’da ise Bizans’
m bastığı altm para dinarın kullanıldığım anlıyoruz. Bunun yanmda
bazı siyasi ve askerî hizmetler karşılığında cizye antlaşmaları yapıl­
dığı da dikkatimizi çekmektedir. Benî Tağllb kabilesi için bir istisna
teşkil eden «iki kat zekât» miktarı şeklindeki cizye tespitinin de Hz.
Ömer zamanına ait bir özel uygulama olduğunu görmekteyiz.
Ebû Ubeyd’in fey gelirleri arasında İlk sırada zikrettiği cizye ver­
gisi, Hz. Ömer zamanmda Beytülmâl’in çok önemli gelir kaynakların­
dan birisini teşkil etmiştir. Kur’an-ı Kerîm ’in gayr-ı müslimlerden alın­
masını em rettiği bu vergi, insan nüfusunun çok yoğun olduğu bölge­
lerde uygulanmış; müslümanlann hayat seviyesinin yükselmesine se­
bep olmuş, buna karşılık, başka din mensuplarının kendi dinlerinde
kalmalarına imkân sağlamıştır.

2 — Haraç ( T a s k ) :

Fey gelirleri arasmda, Ebû Ubeyd’in ikinci sırada zikrettiği vergi,


gayr-i m (islimlerin topraklarından' alm an' haraç (task) tır. •İslâm tari­
hinde bu verginin alınmasına Hz. Ömer zamanmda başlanmıştır. Bu
husus, fetihlerden sonra ele geçen topraklan Hz. Ömer’in ganimet dı­
şında bırakmasının tabii bir sonucudur.
Bilindiği üzere, Irak, Suriye ve Mısır’daki fetihler sonucu ele ge­
çen «gayr-ı müslimler» ile sahip oldukları «topraklar», müslümanlann
karşısına bir ganimet problemi olarak çıkmıştır. Bu toprakların gani­
met âyetine göre taksim edilmesini isteyenler ve bunda ısrar eden Sa-

(l)B elâzu ri, 264-265, 280; Ebû Ubeyd. 214-216


(1) Bel&zurl, 264-265, 280; Ebû Ubeyd, 214-216
beri, İhtilâf, 209-211
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 129

habiler bulunuyordu. Buna karşılık Hz. Ömer, bu toprakların yeril hal­


kın elinde bırakılmasının daha uygun olduğunu düşünüyordu. İkinci
halife, Irak kuvvetleri başkomutanı Sa’d b. Ebi Vakkas’a yazdığı mek­
tupta, bu husustaki görüş ve kararını şu şekilde belirtmiş ve uygula­
maya koymuştur:
cıMektubun bana ulaştı. Orada anlattığına göre, halk senden, el­
de ettikleri ganimetleri ve Allah'ın jey olarak ihsan ettiği mallan ken­
dileri arasında taksim etmeni istemişler. Benim mektubum sana ula­
şınca, meseleye bak ve üzerinde dur. Mal, hayvan ve eşya olarak in-
sanlann sana celbettikleri ganimetleri topla. Bunlan Müslümanlardan
hazır bulunanlara bölüştür. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki,
bunlar um um müslümanlann atıyye'lerine dahil olsun. Çünkü eğer
sen bunlan, yani arazi ve nehirleri halen orada bulunanlara taksim
edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz...» ( 1 )
Savaşla ele geçen toprakları dağıtmamaya karar veren Hz. Ömer,
bü topraklardan haraç (task) vergisi alınmasını kararlaştırmıştır. Ebû
Yusuf bu hususu, Hz. Ömer’in ağzmdan şu ifadelerle rivayet etmiştir:
«... Savaşçılarla onlann soylannm ve gelecek nesillerin teşkil et­
tiği müslümanlar için fey olmak üzere, işleyicileriyle beraber araziyi
tutmayı, araziler için haraç vergisi koymayı, sahiplerine de cizye ta­
yin etmeyi düşündüm ...»(2 )
Hz. Ömer’in bu ifadelerinden anlaşılmaktadır kİ, gayr-ı müsllm-
ler, dinlerinde kaldıklarından dolayı cizye, kendilerine verilen toprak­
lan için de haraç ödeyeceklerdir. Diğer taraftan cizye ve haracın fey
olarak kabul edildiğini, bunlardan elde edilecek gelirlerin, savaşçılar
ile onlann soylarına ve gelecek nesilleri teşkil eden müslümanlara tah­
sis edildiğini görüyoruz.
Haraç vergileri, Hz. Ömer zamanında, farklı miktarlarda tespit
edilmiştir. Sevad bölgesinde, hangi ürünlerden ve ne miktar haraç
alındığına dair haberlerin, biribirinden çok farklı m iktarlar halinde
olduğu göze çarpmaktadır. Bütün bu farklı rivayetler içerisinde, de­
ğişmeyen tek husus, toprak birimi olarak cerîb(3) ölçüsünün kulla­
nılmasıdır. Diğer taraftan haracın, ekilip eki İnlediğine bakılmaksızın
ziraate elverişli olan topraklardan alınması kararlaştırılmıştır. (4)

(1) Ebû Yusuf, I, 192-194: Yahyâ b. Âdem, 27-28, 48; Ebû Ub»vd. 82-83;
Belâzuri, 325-326: Hamldullah, Vesâlk, 340-341
(2) Ebû Yusuf, I. 102
(3) Cerlb, 1366 metrekaredir, Reyyis, 261-279; farklı görüşler İçin bkz. Mus­
tafa Fayda. 54
(4) Toprağın ekilip ekllmemesl hususuna alt İfadeler, «işlensin veya İş­
lenmesin kendisine su ulaşan to p ra k la » (Ebû Yusuf. I. 284); «Ziraat

F .: 9
130 doğuştan günümüze B Ü YÜ K ISLÂM T A R İH İ

Irak bölgesindeki haraç miktarına dair olan haberleri iki kısma


ayırabiliriz. İlk kısımdaki rivayetlerde, yalnızca buğday ve arpa yeti­
şen topraklardan, işlensin-işlenmesin, her cerîb toprak için «bir dir­
hem» para ile «bir k a f îz » (l) mahsulün haraç olarak alındığı, buna kar­
şılık üzüm bağları, hurmalık ve sebzelikler ile diğer meyve ve sebzele­
rin vergiden muaf tutulduğu rivayet edilmiştir. (2)
M uğire b. Şû’be, Sevad bölgesi valisi iken, Hz. Ömer’e yazdığı
mektupta: «... buğday ve arpaya nispetle değeri daha yüksek olan mah­
sullerin...» bulunduğunu haber vermiş, bunun üzerine, buğday ve ar­
pa yanında, diğer bazı mahsullerden de haraç alınması cihetine gidil­
miştir. İkinci kısım haberler içerisinde, buğday ve arpa da yer almak­
ta ve haraç miktarları, her mahsul için birkaç miktar şeklinde rivayet
edilmiş bulunmaktadır.
Böylece Irak bölgesinde, haraç miktarlarının, topraklarm çeşitle­
rine, yetişen mahsullerin cinsine, topraklarm pazar yerleri ve şehir
merkezlerine olan uzaklıklarına göre, farklı şekillerde ve miktarlarda
belirlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. (3)
Irak toprakları haracmm, yetişen mahsul üzerinden değil de, bir
cerîb toprağm esas alınıp ekilip ekilmemesine bakılmaksızın tespit
edilmiş olması hususu, bu bölgedeki eski Sasanî toprak ve vergi düze­
ninin tesiriyle olduğunu bize göstermektedir. Bilindiği üzere Hz. Pey­
gamber, toprak mahsullerinden alınacak zekât miktarlarını, yetişen
mahsul üzerinden tespit etmişlerdir. Bu durum, Sasanî vergi düzenin­
deki bazı unsurların muhafaza edildiğini, buna karşılık bölgede bazı
mahsullere ilk defa vergi konulması ve haraç miktarlarının, müslü-
manlarca yeniden tespiti, bölgedeki eski vergi düzeninin kısmen de­
ğiştirildiğini göstermektedir.
Sevad bölgesi haracına ait bazı haberlerde, «... Hz. Ömer, Sevad
halkını topraklarmda bıraktı ve onların başlarına cizye, topraklarına
da task koydu...» şeklinde rivayetlere rastlamlmaktadır. Nitekim yu­
karıda ele aldığımız fey gelirlerine dair Ebû Ubeyd'in tasnifinde de, sa-

yapılan her cerîbe» (Ebü Yusuf, I, 268): «Ekilsin veya ekilmesin»


(Ebû Ubeyd, 98); «İşlensin veya İşlenmesin benzeri İşlenen arazi»
(Ebû Yusuf, I, 28$); «Ekilmemiş bir halde olup da ekilebilen yerler»
(Belâzuri, 331) şeklinde açıklanmıştır; ayrıca bkz. Mustafa Fayda.
54-55
(1) Kafîz, 33 litreye tekâbül eden ölçüdür; bkz. Reyyls, 314 vd.: Subhl
es-Sallh, 417 vd.; Mustafa Fayda, 61
(2) Ebû Yusuf, I. 285-286; Mustafa Fayda, 55-57
(3) Bu miktarlar ve kaynakları İçin bkz. Mustafa Fayda, 54 vd.; Sevad
bölgesi haracı İçin bkz. M. Fayda, 48-73
HZ. ÖMER (R A .) DEVRİ 131

vaşla ele geçen toprakların, «ödeyecekleri task karşılığında» diye bu


terimin zlkredildiğine şahit olmuştuk. Bu şekilde iki tabirin kullanıl­
ması, savaşla ele geçirilen toprakların haracını, sulhle ele geçen top­
rakların vergisinden ayırmak içindir. Ancak bu fark zamanla ortadan
kalkmış ve yalnızca haraç her iki toprağın vergisini ifade eden bir te­
rim halinde kullanılmıştır. (1)
Suriye, Cezire ve Mısır bölgelerindeki topraklardan alınan ha­
raç miktarları için, kaynaklarımızda fazla habere yer verilmediğini gö­
rüyoruz. Bu husus, Bizans hâkimiyeti sırasında, bu topraklardan her
y ıl değişen miktarlarda, imparatorların ihtiyaçlarına göre değişen top-
yekün senelik bir vergi tahakkuk ettirilmesinden kaynaklanmakta­
dır. (2) Müslümanlar, Suriye topraklarım fethettiklerinde, toprakları­
na haraç koymuşlardır. Busra, Havran, Beseniyye, Amman, cl-Belka,
Baalbek, Hınıs, Hama, Şeyzer, Kınnesrin ve Filistin toprakları, haraç
arazisi kabul edilmiştir. (3) Suriye ve çevresinden alınan yıllık haraç
miktarım bildiren bazı rakamların kaynaklarda yer aldığını görüyo­
r u z .^ )
Cezire bölgesinden haraç alındığım da, buranın fethini gerçek­
leştiren tyâz b. Ganem'in şu sözlerinden anlıyoruz: «... Ayaklarımızla
çiğnediğimiz ve elde ettiğimiz topraklar, bize aittir...» Bu sözlerin sahibi
îyâz, haraç ödemeleri şartıyla, bu toprakları yerli halkın eline bırak­
mıştır. Ayrıca O, zimmet ehlinin haraç ödemeyi kabul etmedikleri tak­
dirde, topraklarım almış ve bunları, öşür ödemeleri şartıyla müslüman-
lara vermiştir. (5)
Mısır topraklarına ait haberlerde ise, her cerib topraktan bir dinar
para ve üç irdebb mahsulün haraç olarak alınmasına karar verildiği­
ni görüyoruz. (6) Kaynakların bazısında, Mısır'dan alınan yıllık cizye
ve haraç miktarları hakkında bazı rakamlar da verilmektedir. (7)

(1) Task İçin bkz. Ebû Ubeyd, 81, 96. 111; Yahya b. Âdem, 56: Belâzurl.
329: Kudüme b. Ca'fer, 78 a-b, 156 b: Hatib el-Bagdâdl. I. 7
(2) Reyyis, 44-50; S. Tuğ, 4; A. Fattal, 317-322; Dennet, 95-99
(3) Ebû Yusuf, I. 208; Belâzurl, 150, 154, 155, 156, 162. 164; Taberl, I.
2392; Dennet. 101-107
(4) Sûlî, 216; İbn A'sem el-Kûli, I, 160, 216; Bedevi Abdullatif, el-Mlzâ-
-nlyyetu'l-Ûlâ fl'l-İslâm , 38
(6) Belâzurl, 205; Dennet. 90; F. Işıltan, Urfa, 50-51, 95
(6) Belâzurl. 252; Y a ’kubl. n , 144; Reyyis, 149; Dennet, 115 vd.
(7 ) Belâzurl, 253-256; aynca bkz. Reyyis, 143-151; ib n Abdl'l-Hakem,
158-161
132 doğuştan günümüze BU YU K İSLAM T A R İH İ

3 — Haraç ( V a z i f e ) :

Ebû Ubeyd, sulh yoluyla İslâm Devleti hâkimiyeti altına giren


bölgelerdeki topraklardan alman haracı, ayn olarak zikretmiştir. Ant­
laşmalar esnasında, cizye yanında, sulhla ele geçen topraklardan ha­
raç alındığına dair Yahya b. Âdem’in Nabatîler'e, ait bir örnek naklet­
tiğini görüyoruz. Müslümanlarla savaşmayan ve kendilerine cizye ver­
gisi konulan Nabatiler'in topraklarından haraç alınmıştır. (1)
Mısır'ın yerli halkım teşkil eden ve Bizans hâkimiyeti altmda ya­
şayan K ıbtîler’in, müslümanlara pek mukavemet etmedikleri ve kendi­
leriyle yapılan antlaşmalarda, topraklarına haraç konulmakla birlikte,
bu toprakların sahiplerine ait olduğu açıklanmış ve fey toprağı sayıl­
mamıştır. (2)

4 — Ticaret Mal l ar ı Vergisi:

Ebû Ubeyd'ln tasnifinde yer alan fey gelirlerinin son ikisi, ticaret
mallarından alman vergilerdir. Bu vergilerin ilki, zimmilerden, İkincisi
de harbilerden alınmıştır. İslâm tarihinde, gayr-i müslimlere ticaret
m allan vergisini ilk defa koyan Hz. Ömer’dir. (3) Hz. Peygamber ve
Hz. Ebû Bekr zamanlarında bu vergi mevcut değildi.
Hz. Ömer, İslâm Devleti hududu dışındaki Menbic halkının, «T i­
caret yapmak için ülkene girmemize izin ver, bizden ondabir (uşr)
vergi al» şeklindeki müracaatlarını, Sahabiyle istişareden sonra, ka­
bul etmiştir. Kendilerinden ilk defa ticaret malları vergisi alınan har­
bîler, Menbic halkının tüccarları olmuştur. (4)
Bir diğer lıaberde ise, bu verginin konuluşu daha farklı bir gerek­
çe Ue anlatılmaktadır. Şöyle ki, Basra valisi Ebû Musa el-Eş’arî, Hz.
Ömer’e: « Buradaki bazı müslüman tacirler, düşman ülkesine ticaret
için gidiyorlar, düşmanlar da (harbîler) kendilerinden ondabir vergi
alıyorlar» şeklinde bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer,
valisine şu cevabı vermiştir: «Sen de, onların müslüman tacirlerden al­
dıkları kadar, onların tacirlerinden vergi al. Zimmilerden de yirmi-

(1) Yahya b. Âdem, 21-22 ,


(2) İbn Abdi’l-Hakem, 87-86; Hz. Ömer zamanındaki haraç vergisi için
bkz. Mustafa Fayda, 47-136
(3) Ebû Yusuf, II. 171-172; Ebû Ubeyd, 712-713; Abdurrazzak, el-Musan-
naf, VI, 97; tbn Kayyım, Ahkâmu Elıli’z-Zimme. 149
(4) Ebû Yusuf. II. 176-177; Abdurrazzak, VI, 97
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 133

debir, müslümanlardan ise, kırk dirhemden bir dirhem al. ik i yüz dir­
hemden az olan mallardan bir şey alma...«1,1)
Bu haberden anlaşıldığına göre Hz. Ömer, harbiler'e bu vergiyi, mü­
tekabiliyet esasına göre koymuştur. (2) Ayrıca o, kendileriyle yapılan
antlaşmalarda zikredil di ğini görmediğimiz bu verginin, zlmmiler'den
de yiım idebir nispetinde alınmasını emretmiştir. (3)
Hz. Ömer zamanında fey ismi altmda toplanan vergiler hakkın-
daki bu kısa bilgilerden sonra, şu neticeyi çıkarabiliriz. Kur'an-ı Ke-
rim'in emri üzerine alınan cizye yanında, fetihlerden sonra ele ge­
çen verim li topraklardan haraç, ticaret mallarından da ondablr ve yir-
midebir oranlarında vergi alınması Hz. Ömer tarafından kararlaştırıl­
mıştır. Bu vergilerle birlikte Beytülmâl’e gelen şeylerde büyük artış­
lar olmuştur. îşte Hz. Ömer, bu fey gelirlerini müslümanlara dağıtmak
üzere Divan Teşkilâtı’nı kurmuştur.

II. HZ.’ ÖMER'İN D İV A N TEŞKİLÂTI

a) Divan'm Kuruluş S ebebi:


Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı'nı tanzim etmesinin sebebi, kaynak­
larda farklı rivayetlerle anlatılmıştır. Ebû Yusuf’un Medineli âlimler­
den naklettiği uzun bir rivayette, Sa’d b. Ebî Vakkas’m yanından Irak
ordusu Hz. Ömer’e gelince halife, Divan defterlerinin tanzim edilmesi
hususunu Hz. Peygamber’in ashabı ile istişare etmiştir, denilmekte­
d ir .^ )
B ir başka haberde ise, Sasani ve Bizans ülkeleri fethedilince, Hz.
Ömer ashabı topladı ve onlara:
« Reyiniz nedir? Ben malları toplayıp senede bir de]a insanlara
atıyye olarak vermeyi daha bereketli buluyorum» dedi. Kendisini din­
leyenler:

(1) Ebû Yusuf. II. 175-116; Yahya b. Âdem, 173; Abdunazzak. VI. 98: bu
son kaynakta, Hz. Ömer'in. Habeşlilerin müslüman tacirlerden ne ka­
dar vergi aldıklarım öğrenmesi üzerine bu karara vardığı rivayet
edilmiştir: ayrıca bkz. Ebû Ubeyd, 97
(2) Mütekabiliyet hakkındaki değerlendirmeler için bkz. HamiduUah. İs-
lâmda Devlet İdaresi, 117; aynı yazarın. İslâm Fıkhı, 18: Tum agll.
İslâmiyet ve Milletler Hukuka, 123-124.
(3) Müslümanlardan alınan ticaret malları vergisi, zekâta dahUdlr. İslâm
hukukçuları, zimmilerden ticaret m allan vergisinin alınıp alınmama­
sını tartışmışlardır: bunun için bkz. Mustafa Fayda, Hz. Ömer ve
Ticaret Malları Vergisi, 327-330. İ. F. Dergisi. X X V I. Ankara 1983
(4) Ebû Yusuf. I. 194-5; ayrıca bkz. Belâzurl. 548
134 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

« Düşündüklerini yap, Allah’ın izniyle sen muvaffak olmuşsun ve


olacaksın da» dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, atıyyeleri tespit etti
ve levhaları yani Divan Defterleri'ni istedi. (1)
Kaynaklarda Divan Teşkil&tı’nın kuruluşuyla alâkalı olmak üze­
re, Ebû Hureyre'den rivayet edilen aşağıdaki haberin yaygın bir şe­
kilde nakledildiğine şahit olmaktayız. Bahreyn âmili olan Ebû Hurey-
re şunlan ftnlftt.m aktJlriır-
«Â m ili bulunduğum Bahreyn’den beş yüz bin dirhem mal ge lir­
dim. Akşam vakti Hz. Ömer’in yanına vardım. Ey M ü ’m inlerin E m iri!
Bu m alt al, dedim. O, ne kadardır? diye sorunca: Beşyiiz bin dirhem,
dedim. Bunun üzerine o: Beşyüz binin ne kadar olduğunu biliyor m u­
sun? dedi. Ben de: Evet, beş tane yüz binin toplamı, diye cevap ver­
dim. O bana: Sen uykusuza benziyorsun, şimdi git, bu gece uyu, sa­
bahleyin bakarız, dedi. Sabah olunca tekrar geldim, bu malı benden
al, dedim. Bana ne kadar o? diye tekrar sorunca: Beş yüz bin dirhem,
dedim. O, bu mallar helâl kaynaklardan m ıdır? diye sorunca da: Yal­
nızca öyle olduğunu biliyorum, cevabım verince, Hz. Öm er şu konuş­
mayı yaptı:
«Ey İnsanlar! B iliniz k i çok miktarda m al gelmiştir. B unu ölçme­
m izi isterseniz, ölçeriz, saymamızı isterseniz, sayarız, sizin için tart­
mamızı isterseniz, tartarız. Bunun üzerine dinleyenlerden birisi şunla­
rı söyledi:
«Ey M ü ’m inlerin E m iri! İnsanlar için Divanlar kur, onlar buna
göre alsınlar. Bu fik ir Hz. Ömer’in hoşuna g itti ve Divan D efterlerini
düzenletti.» (2 )
Şimdi ele alacağımız rivayette İse, Hz. Ömer'e Divan kurm asını tav­
siye eden kimsenin, İranlI Fîrûzan olduğu belirtilmiştir. Fîrûzan, bir
ordu göndermekte olan Hz. Ömer’e: «B u ordudan birisi ayrılırsa ona
ne yaparsın ve senin komutanın onun ayrıldığını nasıl bilir?» diye so­
runca Hz. Ömer: «N e tavsiye edersin?» dedi. Fîrûzan halifeye, Divan
kurmasını tavsiye etti; Divan hakkında açıklamalarda bulundu. Bu­
nun üzerine Hz. Ömer, Divan’ı kurdu. (3)
Divan’ın kurulmasına dair bir başka haber de şöyledir: Ebû Mû-

(1) Ebû Yusuf, I, 316-9


(2) Ebû Yusuf, I, 323-5: İbn Sa'd, III, 3000: burada, «Ben yabancıların
divan tedvin etmiş olduklarını ve İnsanlara buna göre atlyye ver­
diklerini gördüm> şeklinde bir İlâve zikredilmiştir; Belâzurî, 554
(3) Cahşlyârl, 17; SÛ1I, 190; bazı muahhar kaynaklarda, Firuzan yerine
İranlI <HUrmUzan»m İsmi yazılmıştır. Bkz. Maverdi, 189; Kalkaşan-
dl. X III, 106; Nuveyrî. v m . 197: Makrızl. I, 92
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 135

sa el-Eş'arî, Hz. Ömer’e bir milyon dirhem getirir, Hz. Ömer bu mikta­
rı öğrenince: «Sen ne söylediğini biliyor musun?» diye sorar. Ebû Mû-
sa: «E vet biliyorum, bir milyon dirhem, yani on tane yüz bin » deyip
yüz bin kelimesini on defa tekrar eder. Bunun üzerine Hz. Ömer şun­
ları söyler:
« Eğer söylediğin doğru ise, bu maldan herkese, kanı yüzünde ol­
duğu halde, Yemen’deki çobana bile hisse verilm elidir.» (1 )
İbn Sa’d tarafından rivayet edilen bir diğer haberde ise, Hz. Ömer’
in Divan tedvini konusunu müslümanlarla istişare edince, Hz. Ali ken­
disine şunları söyledi:
ııYanında toplanan malların hepsini, hiç bir şey bırakmadan her
yıl taksim edersin!» Hz. Osman ise şu endişesini dile getirmiştir:
«İnsanlara yetecek kadar mal görüyorum. Ancak,bunlar, alanla
almayanın bilinecek şekilde sayılmazsa, bu işin karışacağından korka­
rım » dedi. Velid b. Hişam b. Muğîre de şunları tavsiye etti:
« Ben §am’dan geldim, oranın em irlerinin Divan tedvin etmiş ol­
duklarını ve ordular kurduklarını gördüm. Sen de Divan tedvin et,
ordular kur.» Bunun üzerine Hz. Ömer, onun fikrini benimseyip Di-
van’ı kurdu. (2)
Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı’nı kurması, kaynaklarda zikredilen
gerekçeler bakımından, benzerlik arzetmektedir. Suriye ve Irak-lran
fetihleri sonucunda, Medine'ye ulaşan fey gelirlerinde büyük artışın
olması, Hz. Ömer’in yeni bir düzen kurmasını gerektirmiştir. Fey ge­
lirlerinin Divan kurulmadan önce nasıl dağıtıldığı üzerinde biraz son­
ra duracağız. Ancak, burada şu kadarım hemen belirtelim ki, yukarı­
da ele aldığımız rivayetlerden anlaşüdığına göre Hz. Ömer, fey gelir­
lerini, herkese, atıyye şeklinde ve yıllık olarak dağıtmayı kararlaştır­
mıştır.
Hz. Ömer, fey gelirlerinin dağıtımı için yeni bir düzenlemeye g i­
dilmesi ihtiyacını duyunca, Ashap ile istişare etmiştir. Yukarıdaki ri­
vayetlerde, Hz. A li’nin toplanan malların tamamının her yıl taksim
edilmesini, Hz. Osman'ın ise, feyden hisse alanlarla almayanların tes­
pit edilmesini ve bir karışıklığa meydan verilmemesini tavsiye ettikle­
rini ve Hz. Ömer’in bu tavsiyeleri yerine getirdiğini görüyoruz.

(1) Ebû Yusuf. I. 329


(2) İbn Sa’d. III, 295; Belâzuri. 54S: Taberi. I. 2750. Bu rivayette gecen
«Velid b. Hişam» yerine, bazı muahbar kaynaklarda «Hâlld b. Ve­
lid » yazılmıştır. Bkz. Maverdi. 189: Nuveyri. V 3 I. 197-190; fbn H al­
dun. I. 203
136 doğuştan gdnümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Öte yandan Hz. Ömer’e yapılan tavsiyeler arasında yer alan bazı
hususlar, Divan'm kurulmasındaki yabancı tesirlere işaret etmektedir.
Şöyle ki Velid b. Hişam, Suriye’deki Bizans Divan ve Ordu teşkilâtın­
dan, Fîrûzan ise Sasanî Divanlarmdan bahsetmişler ve benzer mües-
seselerin kurulmasını Hz. Ömer’e tavsiye etmişlerdir. Bu yabancı tesir
meselesi üzerinde en fazla duran müellif, İbn Tiktaka (70i'/1309) ’
dır. Ona göre müslümanlar, Allah yolunda ve O’nun nzası için, dün­
ya malına rağbet etmeyen ve din uğrunda savaşan kimselerdir. Hz.
Peygamber, insanlara devamlı atıyyeler bağlamamış, savaşlarda elde
edilen ganimetleri, dinin emirlerine uygun şekilde, Mescid-i Nebevî’de
dağıtmıştı. Bu durum, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in ilk devirlerinde de
bu şekilde devam etmişti. Ancak Kisıalarm hâzineleri Medine’ye gel­
meye başlayınca Hz. Ömer, bunları ne yapacağmı, nasıl muhafaza ede­
ceğini bilemiyqrdu. Medine’de bazı İranlı merzubanlar bulunuyordu.
Hz. Ömer’in bu gelen servetler karşısındaki hayretlerini gördüklerinde,
kendisine Kisralarm devletin gelir ve giderlerini tespit ettikleri, maaş
alanların isimlerini yazdıkları ve hile karışmayan Divanlarının bulun­
duğunu söylediler. Bu husus, Hz. Ömer’in dikkatini çekti ve Divan
Teşkilâtı’nı kurdu. (1)
Divan’a duyulan ihtiyaç, bir başka ifade ile, fey gelirlerinin art­
ması sonucu, Hz. Ömer’in bazı tedbirler düşünmesi, hiç şüphe yok ki
îslâm Devleti’nin kendi ihtiyaçlarından kaynaklanmıştır. Bu ihtiyaç
hususunda bir tesirin söz konusu olmadığını belirtmeliyiz.
Divanın kuruluşuna dair rivayetler içerisinde, Divan yanmda Or­
duların kurulması şeklinde de bir tavsiyenin yer aldığını görüyoruz.
Hz. Ömer'in kurduğu Divan Teşkilâtı’nın, bir Ordu Divanı olup olma­
dığına ileride temas edilecektir.

b) Divan Teşkilâtından Önce Fey'in T ak sim i:

Hz. Peygamber zamanmda fey gelirlerinin m iktarı çok azdı ve Me­


dine’deki müslümanlara dağıtılıyordu. Kaynaklar, Hz. Peygam berin
kendisine gelen fey ve ganimetleri, borcu olan miktarları dışındakileri,
hemen hattâ geldiği gün dağıttığını haber vermektedir. Bu husustaki
çeşitli rivayetlerde, Hz. Peygamber’in fey gelirlerinden, evli olanlara
iki, bekârlara bir hisse verdiği nakledilmektedir. (2)
Hz. Ebû Bekr zamanında da aynı anlayışın devam ettiği gelen

(1) İbn Tiktaka. el-Fahrl, 74-75


(2) Ebû Ubeyd. 353-355; Cahşiyari, 12-13: Muhammed KUrd Ali. el-İsl&m,
II, 101; Reyyls, 133
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 137

malların hemen dağıtıldığı zikredilmiştir. Kaynaklardaki ifadelere gö­


re, gelen malların bekletilmeden müslümanlara verilmesinden dolayı,
Beytülmâl’e muhafız konulmasına gerek kalmamıştı. (1)
Hz. Ebû Bekr’in halifeliği sırasında, fey gelirlerinin dağıtımıyla
ilgili olmak üzere dikkati çeken bir rivayet bulunmaktadır. Buna gö­
re, Hz. Peygamber zamanından beri Bahreyn valisi olan Alâ b. el-Had-
ramî, Bahreyn bölgesinin cizyelerinden toplanan feyl, Ebû Bekr'e ge­
tirmişti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr: «Hz. Peygamber’in kendisine
mal vermeyi vadettiği bir kimse varsa, gelsin!» diye durumu ilân etti.
Câbir b. Abdullah, halifeye geldi ve Hz. Peygamber’in kendisine: «Eğer
Bahreyn’den rdal gelirse sana avuç dolusu vereceğim» dediğini haber
verdi. Onun bu sözü üzerine Hz. Ebû Bekr, «A l» dedi, o da iki avucu ile
aldı, sonra saydı, beş yüz dirhem çıktı. Halife: «B in dirhem daha a l»
dedi, o da aldı, sonra Hz. Peygamber'in kendilerine para vadettiği her
insana hakkım verdi. Geriye kalanını da, büyük-küçük, hür-köle, ka-
dm-erkek farkı gözetmeksizin, bütün insanlara eşit bir şekilde bölüş­
türdü, herkese, dokuz dirhem (diğer metinde yedi) ve üçtebir dirhem
isabet etti. İkinci sene, birinciden daha fazla mal geldi. Hz. Ebû Bekr,
bunu da insanlara eşit şekilde taksim etti ve her şahsa yirmi dirhem
isabet etti. Bunun üzerine bazı kimseler ona gelip: «E y Rasûlullah’ın
Halifesi! Bu malı insanlar arasında eşit olarak taksim ettin, halbuki,
bu insanlar arasında üstün, iyi geçmişi ve ilk müslüman olanlar bu­
lunmaktadır. Onların faziletlerine göre dağıtsaydm daha iyi olurdu»
dediler. Hz. Ebû Bekr onlara şu şekilde cevap verdi:
« Söylediğiniz iyi bir geçmiş, fazilet ve İslâm’daki kıdem meselesi­
ni, hepinizden iyi ben bilirim , bütün bunlar, sevabı Allah'a ait olan
hasletlerdir, dağıttığım şey ise, geçim vasıtasıdır. Bunda eşitlik, ter­
cih ve takdimden daha hayırlıdır.» (2 )

Bu haberden anlaşıldığına göre Hz. Ebû Bekr, fey gelirlerini Me­


dine’de bulunan müslümanlara eşit bir şekilde dağıtmıştır. O, Hz. Pey­
gamber’in söz verdiği kimseler dışındaki bütün müslümanlan, köle
dahil, aynı seviyede kabul etmiştir. Üzerinde durulması gereken bir
diğer nokta ise, fey gelirlerinin dağıtımı için, bu dönemde bir teşki­

li) İbn Sa'd, III. 213: İbn Tlktaka, 75


(2) Ebû Yusuf, I. 307-310; Hz. Ebû Bekr'ln fey gelirlerini eşit dağıttığı
hakkında bkz. Ebû Ubeyd, 373-374; İbn Sa'd. IH. 193-213; Ya'kübi,
II, 126; Sûll, 189-190; burada, Ensar’m Bahreyn'den gelen malları
Hz. Ebû Bekr'ln eşit dağıtmasına İtirazları ve halifenin onlara, dün­
ya nimetleri İçin mİ, yoksa Allah iğin mİ çalıştınız sorusuna. Allah
İçin diye cevap vermeleri zikredilmektedir. Ayrıca bkz. Puln, 75-79
138 doğuştan günümüze BÜYtlK İSLÂM TARİHİ

lâtın, ileride göreceğimiz Divan Defterlerine benzer bir nizamın bulun­


madığıdır.
Hz. Ömer de Divan Teşkilâtı'nı kuruncaya kadar, Medine’deki miis-
lümanlara fey gelirlerini eşit olarak, evlilere iki, bekârlara birer hisse
şeklinde dağıtırdı. Bu dönemdeki onun fey taksimine dair bir haber
şöyledir:
«Fethedilmiş olan İran’ın humusları Hz. Ömer’e gelince o şöyle
dedi: «A lla h ’a yemin ederim ki, bu mallar, taksim edilinceye kadar se­
madan gayrı bir tavan altına girm eyecektir» dedi ve akşam olunca mal­
ların, mesciddeki kadm ve erkeklere ait bulunan sofaya konulmasmı,
başmda Abdurrahman b. A v f ile Abdullah b. Erkam’ın yatmasını em­
retti. Bu iki zat sabaha kadar malları beklediler. Ertesi gün Hz. Ömer,
erkenden kalkarak halkı toplayıp malların yanma geldi. Örtülerin kal­
dırılmasını emretti, örtüler kaldırıldı. Hz. Ömer’in o ana kadar hiç kar­
şılaşmadığı, son derece kıymetli mücevherler, altm ve gümüşten ma­
mul eşyalar, inciler ve elmaslar gördü, Bunun üzerine ağlamaya başla­
dı. Hz. Ömer’in ağladığını gören Abdurrahman b. A vf: «Bunlar şükrü
gerektiren nim etler olması gerekirken seni ağlatan şey nedir?» dedi.
Hz. Ömer şöyle cevap verdi:
«Evet öyledir, dediğin doğru. Lâkin Allah, hangi m illete böyle zen­
ginlikler vermişse daima aralarına düşmanlık ve fesadı da atm ıştır.
Daha sonra sözlerine şöyle devam etti:
«M a llan halka elimizle m i taksim edelim, yoksa kilo ile ölçerek
m i?»
«Râvinin söylediğine göre, avuçla bölüştürmek üzerindeki görüşler
kabul edildi. Hz. Ömer de avuçla taksim etti. Bu, Divan adlı defterler
konulmadan önce id i. » (l)

c) Divan Teşkilâtının Kuruluşu :


1 — Kuruluş T ar İ h ı :
Fey gelirlerinin artması üzerine Hz. Ömer, Divan Teşkilâtı’nı kur­
mayı kararlaştırmıştır. Kaynaklarda Divan’m kuruluşu için iki ta­
rih rivayet edilmiştir. Seyf b. Ömer yoluyla Taberî’nin eserinde, hic­
retin 15. yılı,(2) Vâkıdi yoluyla ise 20. yılı (3) Divan'ın kuruluş tarihi
olarak zikredilmektedir.

(1) Ebü Yusuf. I. 333-335: Ebû Ubeyd. 344. 355-356; Burada, Hz. Pey­
gam berin hanımlarına dört. Medine'deki diğer kimselere İkişer dinar
düştüğü rivayet edilmektedir.
(2) Taberi, I. 2411; İbnüi-Esir, II. 502; İbn Tiktaka. el-Fahrl, 75
(3) İbn Sa'd. III. 2S6; Belâzuri. 550. 560; Ya'kübi. II. 143; Taberi. I. 2595:
İbn Haldun. I. 203; Maverdi. 190
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 139

Seyf b. Ömer’in olaylan birkaç yıl önce gösteren rivayetleri meş­


hurdur. Bunun yanında, Hz. Ömer'in ley gelirlerinin dağıtımını yeni
bir düzene sokması için, fetihlerin tamamlanması, cizye ve haraç ver­
gilerinin Beytülm&l’e gelmeye başlaması gerektiği açıktır. Bu bakım­
dan, Divan’ın kuruluş tarihini, 20/641 yılı olarak kabul etmek daha
doğru görünmektedir. Bununla birlikte, Hz. Ömer'in 18/639 yılında,
Suriye'de el-Câbiye’d e k i(l) konuşmasından, fey gelirlerinin bütün müa-
lümanlara dağıtılması gerektiğini, 20/641 yılından önce kararlaştırdığı­
nı anlamaktayız. Diğer taraftan Hz. Ömer, fetihlerden sonra ele ge­
çen topraklan, ganimet gibi dağıtmamaya karar verirken, Sa’d b. Ebı
Vakkas'a yazdığı emirde: «... Arazi ve nehirleri izleyicilerine bırak ki.
onlar bütün müslümanlartn atıyye’lerine dahil o ls u n ...»( 2) demek su­
retiyle, bu husustaki kararını 17/636 yılında vermiştir.
Hz. Ömer'in toprağı dağıtmayışı, haraç vergisi koyması, bu vergi­
yi fey kabul etmesi, biraz sonra ele alacağımız el-C&blye'dekl konuş­
ması ve müslümanlara yiyecek dağıtmayı kararlaştırması gibi husus­
ların hepsi, 20/641 yılından önce cereyan etmiştir. Bütün bunlara rağ­
men, Medine'deki merkezi Divan Teşkilâtımın kuruluş tarihini, bir
başka ifade ile, fiili olarak Dlvan'm kurulup feyln yeni bir düzen İçe­
risinde dağıtılış tarihini, Vakıdi'nin rivayetini benimseyerek 20/641
yılı olarak kabul etmeyi daha doğru buluyoruz.

2 — Divan:

«Divan» kelimesinin Farsça veya Arapça menşeli olduğuna dair


rivayetler bulunmaktadır. (3) Umumiyetle bu kelimenin, Sasani İmpa­
ratorluğumdaki devlet idaresine ait bir mefhum olarak Arap diline
intikal ettiği kabul edilmektedir. Divan kelimesi, devlet İdaresindeki
muhtelif idari, askeri ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kul­
lanılan defterlere bunların ve devlet memurlarının bulunduktan yere
verilen isimdir. Sasanîler’le alâkalı olmak üzere, Dlvan’a niçin Divan
denildiğine dair aşağıdaki iki rivayet, bu hususta bilgi veren hemen

(1) Hz. Ömer'in el-Câblye'dekl konuşması İçin bkz. Ebû Ubeyd, 318-319:
Fesevî. I, 463-464: el-Câblye ve Hz. Ömer'in buraya ve Suriye'ye gidiş­
leri hakmdakl haberler İçin bkz. İbn Sa'd, 283 -
(2) Ebû Yusuf, I. 192-193
(3) «D ivan» kelimesinin etimolojisi ve çeşitli şekillerdeki kullanışları İçin
bkz. es-Sûll, Edebü’l-Küttab, 187-189: «D vn» kelimesinden bkz. Cev­
heri, es-Sıhah, V, 2115; İbn Manzur, Llsanul-Arab, X m , 166: Ze-
bldl, Tacu'l-Arûs, IX, 203-4
140 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

bütün kaynaklarda zikredilmekte ve bu tabirin Sasaniler'den Arapla-


ra geçtiğini göstermektedir. İlk rivayet şöyledir:
Klsra Nûşlrevan, bir gün kâtiplerinin yanma uğramış ve onların,
kendi kendilerine sayı sayıp hesap yaptıklarını görünce, onlara «Divâ­
ne» yani «deli, mecnun» demiştir. Zamanla, kâtiplerin çalıştıkları yere
de «Divâne» denilmeye başlanmıştır. Sonradan kelimenin nihayetinde­
ki «h e» harfi düşmüş ve «D ivan» şeklinde kullanılmıştır.
İkinci rivayette ise, «Divan kelimesinin Farsçada «şeytanlar» mâ­
nâsına geldiği, kâtiplere de, devlet işlerini çok iyi bildiklerinden, her
çeşit gizli ve açık şeylere çabukça valnf olduklarından, dağınık ve ka­
rışık rakamları bir araya topladıklarından dolayı, şeytanlar gibi bir
mânâya delâlet etmek üzere «Divan» denildiği anlatılmaktadır. Son­
radan bu kelime, kâtiplerin oturdukları yere de verilen bir isim ol­
muştur. (1)
Divan kelimesi, Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadiste, «Hesap
D efteri» anlamında geçmektedir. (2) Diğer taraftan Divan, Şiirin Arap
cemiyetindeki yeri ve ehemmiyetini göstermek için kullanılan bir tâ­
bir olmuştur. Bazı müellifler, «... Arapların bütün bilgilerini içine alan,
bunların muhafazasını temin eden, daima baş vurdukları, istifade et­
tikleri...» şiire, Arabın Divanı (Divanu’l-Arab) veya Arapların ilminin
Divanı (Divanu İlm ihim ) adını vermişlerdir. (3)
İslâm Dünyasında, Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtmak için te­
sis ettiği Divan Teşkilâtı’yla birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya
başlanan «Divan» tabiri, Emevîler ve bilhassa Abbasîler zamanında,
başta askerî ve bilhassa malî sahalar olmak üzere, çeşitli devlet hiz­
metlerine bakan müesseselere işim olarak verilmiştir. (4)

3 — Hz. Ö m e r ’ in D i v a n ’ı Teşki l i :

Hz. Ömer, toprakların dağıtılmamasına karar verirken, haraç ver­


gisi alınmasını ve bu verginin fey olduğunu belirtmiştir. O buradan el­
de edilecek gelirin, Allah, Peygamber, Zilkurbâ, Yetimler, Miskinler,
Yolcular (7. âyet) ile Muhacirlere (8. âyet), Ensara (9. âyet) ve Onlar­
dan Sonra Gelenlere (10. âyet) ait olduğunu, Haşr sûresinin 7-10. âyet­

ti) Maverdi, 1B9; İbnü'l-Esir, en-Nilıâye, II, 42; İbn Haldun. I. 202-3;
Kalkaşaııdî, I, 91: Nuveyri, V III, 195-6
(2) Ahmed b. Hanbel. VI. 240
(3) Nihat Çetin, Eski Arap Şiiri, 11
(4) Emevi ve Abbasî Divanları için bkz. Dominique Sourdel, Le Vizarat
Abbaside s
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 141

lerlni okumak suretiyle açıklamıştır. Hz. Ömer ayrıca: «A llah sizden


sonra gelecek olanları bit feye ortak etti. Eğer ben bunu (to p ra ğ ı) tak­
sim edersem, sizden sonrakilere bir şey kalmaz. Şayet ben yaşarsam,
kanı yüzünde olduğu halde, San’a’daki çobana dahi bu feyden nasibi
mutlaka ulaşacaktır» (1) demek suretiyle, en uzak bölgelerdeki müs-
liimanlara, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan feyin ulaşacağını bil­
dirmiştir. Yine Hz. Ömer: «... Müslümanlardan her biri için, verilsin-ve-
rilmesin, mutlaka bu malda bir hakkı...» bulunduğunu belirtmiş ve
«... Köleler hariç, hiç kimse diğerinden daha haklı değildi, ben de bu
konuda sizden herhangi biriniz gibiyim ...» ifadeleriyle de bu feyden
herkesin hakkı olduğunu beyan etmiştir. (2)
Hz. Ömer, İran ve Bizans topraklarından Medine'ye gelmeye baş­
layan fey gelirlerini, yukarıdaki görüşü istikametinde nasıl dağıtmayı
düşündüğünü de şu kararıyla ortaya koymuştur:
«B en bu mallan, Beytülmâl’de toplayıp, senede bir defa, insan­
lara atıyye şeklinde vermeyi daha bereketli buluyorum ...» O ayrıca,
bu hususta ashabın ne düşündüğünü sormuş, onlar da kendisinin dü­
şüncesini tasvip etmişler ve onu desteklediklerini İfade etmişlerdir.
Bunun üzerine Hz. Ömer, atıyyelerin miktarını tayin ve tespit et­
miş, ayrıca kendilerine yılda bir defa atıyye verilecek kimselerin İsim­
lerinin, «Levh» denilen enli sahifelere yazılmasını emretmiştir. (3)
Böylece Hz. Ömer, Divan Teşkilâtı’nı kurarken, eskiden beri uygu­
lanan feyin dağıtımına ait usûlü, şu üç ana noktada değiştirmiştir.
Bunlar: Fey gelirlerinin yılda bir defa dağıtılması, atıyye miktarlarının
sabit bir şekilde belirlenmesi, feye müstahak olanların Divan Defter­
lerine yazılmasıdır.
Şimdi bu üç husus üzerinde ayn ayrı durmak istiyoruz.
Hz. Ömer Divan Teşkilâtı’nı kuruncaya kadar, ne kendisinin, ne
de kendisinden önce Hz. Peygamber ve Hz. Ebü Bekr'in, müslümanlara
fey gelirlerinden yıllık bir ödeme yapmış olduklarını bilmiyoruz. K ay­
naklarda yıllık bir ödemeden hiç bahsedilmemiştir. Hz. Ömer’in feyin
dağıtımını yıllık hale getirmesini tabii karşılamak gerekir, çünkü fey
gelirlerinin esasını teşkil eden cizye ve bilhassa haraç, gayr-ı m üstün­
lerden yıllık olarak tahsil ediliyordu. Dağıtımın da yıllık hale getiril­
mesi ve bir düzen içerisine sokulması ihtiyacı duyulmuştu. Medine’ye
her yeni vergi gelişinde, eskiden olduğu gibi hemen dağıtım yapılması,

(1) Ebû Yusuf, I. 189-192; 212-213. 331; Ebu Ubeyd. 23-24


(2 ) Ebû Yusuf. I. 330-331; II. 197-203; İbn S ad m . 299; Taberl. I. 2752
(3) Ebû Yusuf. I. 318-319
142 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİH İ

vergilerin çokluğundan dolayı hem zorlaşmış ve hem de pratikliğini


kaybetmişti. Esasen yılda bir defa ödeme yapılması, devlet ve bütçe
anlayışına da uygun bir gelişme id i.(l)
Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı’nı kurmaya karar vermesine kadar,
fey gelirlerini eşit olarak dağıttığına ve bu hususta Hz. Ebû Bekr za­
manındaki gibi hareket ettiğine daha önce temas etmiştik Irak’ın fet­
hi gerçekleşince, Hz. Ömer eşit şekilde taksim yerine, insanların bir
kısmına diğerlerine göre daha fazla veya az verilmesi hususunu as­
hapla istişare etmiş, kendi görüşünün doğru ve sağlam olduğunu gör­
müş ve kendisi gibi düşünenler de onu desteklemişlerdir. (2)
Bu husustaki Hz. Ömer’in şu meşhur sözü, onun fey gelirlerini,
herkesin İslâmiyet’e hizmetine, erken veya geç müslüman olmasma
göre dağıtmayı kararlaştırdığını ve Divan ile birlikte bu şekilde bir ni­
zam tesis ettiğini göstermektedir. Râviler tarafından farklı şekillerde
nakledilen ancak aynı hükmü ifade eden Hz. Ömer’in bu görüşünü,
Ebû Yusuf, Ebû Ma’şer yoluyla şu şekilde rivayet etmektedir:
«Hz. Ömer’e çeşitli beldelerden fetih haberleri ve mallar gelmeye
başlayınca o şöyle dedi: «Ebû B e k lin bu m allar hakkında bir görü­
şü vardı, benim de başka bir görüşüm var: Ben, Rasûlullah’a karşı sa­
vaşanlarla, Rasûlullah’m safında düşmanlara karşı savaşanları bir tu t­
m ayacağım ...» (3) Bu uzun rivayetin devamında, çeşitli şahıs ve züm­
relere tahsis edilen atıyye miktarlarından örnekler verildikten sonra
râvi, sözlerini şu şekilde tamamlamaktadır: «Ömer, halifeliği süresince
bu şekilde amel etti.» (4)
Hz. Ömer’in fey gelirlerini eşit olarak dağıtmaktan vaz geçtiğini
ve bunun için hangi gerekçeleri ileri sürdüğünü gösteren şu sözleri de,
onun bu husustaki fikirlerini bize açıkça göstermektedir. O, feyin bü­
tün müslümanlara ait olduğunu belirttikten sonra: «... Fakat bizler
hepimiz, Allah’ın Kitabında ve Rasûlullah’m Sünnetinde beyan edi­
len ölçülere tabiyiz. Herkes, İslâm’daki özel durumuna, Hz. Peygam­
b ere yakınlığına göre ecir ve sevap alır, İslâmiyet’e yaptığı hizmete,
katlandığı sıkıntılara, erken müslüman olmasma, zenginlik ve ih ti­
yaç durumuna göre hak sahibi o lu r» şeklindeki sözleriyle de atıyye mik­
tarlarının farklı seviyelerde tespit edilmesi gerektiğini ifade etmiş ve

(1) Divan Teşkilâtı ve bütçe anlayışı bakımından konuyu değerlendiren


Bedevi Abdullatlf’ln, el-M izânlyyelu’l-Ûlâ ffl-İs lâ m adlı eserine bakı­
nız s. 8
(2) Ebû Yusuf, I, 195-196
(3 ) Ebû Yusuf, I. 311-312: İbn Sa'd, IH . 296; Belâzuri, 550; Maverdl.
190-191
(4 ) Ebû Yusuf. I. 317
HZ. ÖMER (R A .) DEVRİ 143

Divan Defterlerinin düzenlenmesi sırasında, bu görüşünü uygulamaya


koymuştur. (1)
Hz. Ömer’in fey gelirlerini, Divan Teşkilâtı ile birlikte, müslü-
manlar arasında farklı miktarlarda dağıtması, çeşitli yorumlarm ya­
pılmasına sebep olmuştur. Bilhassa Hz. Ebû Bekr'in eşit bir şekilde da­
ğıtması ve bu hususta vâki olan itirazlara: «... dağıttığım şey, geçim
vasıtasıdır, bunda eşitlik, tercih ve takdimden daha hayırlıdır» şek­
lindeki cevabı göz önüne alınarak, pek çok değerlendirme yapılmıştır.
Ebû Ubeyd bu hususta şunları yazmaktadır:
«Rivayet edildiğine göre Sufyan b. Uyeyne, bu konuyu şu şekilde
açıklamaktaydı: Ebû Bekr feyi eşit dağıtmıştı, ona göre müslüman-
lar İslâmiyet’in çocuklarıydı, tıpkı babalarına mirasçı olan kardeş­
ler gibi, her birisinin mirastan eşit hisseleri bulunmaktadır. Her ne
kadar aralarında, hayır ve din konularında fazilet ve dereceleri yö­
nünden bir kısmı diğerlerinden üstün de olsalar, miras hissesi bakı­
mından bu durum değişmez. Ömer ise, müslümanların İslâmiyet’teki
önceliklerini göz önüne alarak, onların bir kısmını diğerlerine tercih
etmiştir. Tıpkı mirasta, ana-baba bir kardeşlerle baba bir kardeşlerin
durumu gibi farklı hisse almalarına benzemektedir... Ebû Ubeyd bu
hususu şöyle açıklamaktadır: Nasıl ki akrabalar mirasta eşit değiller­
se, müslümanlar da İslâmiyet’in mirasçısı olarak, aynı şekilde yaptık­
ları hizmet ve dini müdafaadaki üstünlüklerine göre fazla hisse ala­
caklardır...» (2)
Hz. Ömer’in fey gelirlerini eşit olarak dağıtmayışı hakkmda M.
Hüseyin Heykel, olumsuz ifadeler kullanarak, «... İnsanların bazı de­
recelerle zümrelere...» ayrılmasından söz etmektedir. Böyle bir ayırı­
mın, ne Hz. Ebû Bekr ve ne de ilk zamanlarında Hz. Ömer tarafın­
dan yapılmadığını belirten Heykel, Kur’an-ı Kerim ’de, insanların be­
lirli bir zümresini diğerleri üzerine üstün tutmadığını ve Allah yanın­
da üstünlüğün yalnızca takva ile olacağını, iddialarına delil olmak
üzere zikretmiş bulunmaktadır. (3)
Hz. Ömer’in fey gelirlerini farklı miktarlarda dağıtmasının, insan­
ları zümrelere ayırmakla bir ilgisi bulunmamaktadır. Hz. Ömer Be­
dir Gazvesine iştirak etmiş olanlara en fazla hisse ayırmıştır. Bu hu­
sus, tabii karşılanmalıdır. Çünkü Hz. Ömer, dine hizmeti ve İslâmiyet’e
girişteki önceliği esas almak suretiyle bir derecelendirme yapmıştır.
Bu nokta ile «takva» meselesi ayn ayn hususlardır. Nitekim K ur’an-ı

(1) Ebû Yusuf. I. 330-331. II. 197-203: İbn Sa'd. II I. 299: Taberi. I. 2752
(2 ) Ebû Ubeyd. 375-376
(3) M. HUseyln Heykel, el-Faruk, II. 232
144 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

K erim ’deki şu âyet, bu farklılığı açıkça benimsemekte ve tabiî bul­


maktadır:
oGöklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Allah yolunda siz
n için sarfetmiyorsunuz? İçinizden Mekke’nin fethinden önce sarfeden
ve savaşan kimseler, daha sonra sarfedip savaşan kimselerle bir değil­
dirler, berikiler daha üstün derecededirler. Allah hepsine cenneti vad-
etm iştir. A llah işlediklerinizden haberdardır.» ( 1 )
K ur’an-ı K erim ’deki ilk müslümanlan, Muhacirleri ve Ensarı öven,
onların İşlâmiyet’e hizmetlerini dile getiren âyetleri sıralamaya gerek
görmüyoruz. Bu üstünlük ve bunun Allah indindeki m ükâfatı yanın­
da, Hz. Ömer’in onlara çoğalan fey gelirlerinden fazlaca vermesi, hiç
de K u r’an ruhuna aykırı değildir.
Hz. Ebû Bekr’in fey gelirlerini eşit olarak dağıtmasını tabii kar­
şılamak gerekir. İk i yıllık hilâfeti döneminde, fey gelirlerinde büyük
bir artış olmamış, ayrıca o, fey gelirlerini yalnızca Medine’deki müslü-
manlara dağıtmıştı. Kaynaklar, her şahsa düşen payın çok az oldu­
ğunu bildirmektedir. Esasen Hz. Ömer de, Divan Teşkilâtı’m kurma­
dan önce, fey gelirlerinin azlığı sebebiyle, herkese eşit bir şekilde da­
ğıtıyordu. Burada bir başka noktaya daha dikkati çekmek istiyoruz.
Şöyle ki Hz. Ömer, fey gelirlerini eşit dağıtmamayı düşünürken, ileride
göreceğimiz üzere, yine fey gelirlerinden herkese ve eşit miktarda ay­
lık yiyecek dağıtmayı da kararlaştırmıştır. Bu durum, Hz. Ömer'in za­
rurî ihtiyaçlar bakımından herkese eşit davrandığım gösterir.
Hz. Ömer’in Divan Teşilâtı dolayısıyla üzerinde en fazla durulan
konulardan birisi, atıyye miktarlarının eşit bir şekilde tespit edilme­
mesidir. İleride atıyye miktarlarım ele aldığımızda görüleceği üzere
o, K ur’an prensiplerine bağlı kalarak, insanları dine yaptıkları hizme­
te, Hz. Peygamber’e olan yakınlık ve onunla beraber katlandıkları çi­
leye göre değerlendirmiştir. Bize öyle geliyor ki bu husus, dün de bu­
gün de, bütün devletlerce göz önüne alman bir esastır. Hiç kimse, ada­
let ve eşitliği, bütün insanlara aynı şekilde maaş verilmesinde gör­
memektedir. Herkese yaptığı hizmete karşılık olmak üzere maaş ve­
rilmektedir. Burada önemli olan, aynı işi, aynı seviyede yapanlara eşit
davranılmasıdır. Hz. Ömer’in yaptığı da budur, o, Bedir’e iştirak eden­
leri, aynı seviyede kabul etmiştir.
Hz. Ömer’in farklı miktarlarda verilmesini kararlaştırdığı atıyye-
leri, sonradan aynı seviyeye getirmeyi düşündüğüne dair bazı haber­
lere rastlamaktayız. Aşağıda ele alacağımız bu rivayetlerdeki onun

(1) Hadid sûresi, âyet 10


HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 145

görüşü, uygulamaya konulmamıştır. Ayrıca zikredilen bu miktarlar,


eşitliği sağlamak yerine, bize öyle geliyor ki, düşük seviyede atıyye
alanlarmkini artırmayı hedef almakta diye kabul edilmelidir.
Kaynaklarda yer alan bir rivayete göre Hz. Ömer, fey gelirlerinin
arttığım görünce: «Gelecek senenin bu gecesine kadar yaşarsam, atıy-
yede eşit hale gelmeleri için, insanların sondakilerini baştakilerine
müsavi kılacağım » demiştir. Bu sözünü nakleden bütün kaynaklar, Hz.
Ömer'in gelecek yıla kadar yaşamadığım, daha önce vefat ettiğini de
bu rivayetin arkasına ilâve ederler. (1) Bu rivayetlerin bir kısmında,
Hz. Ömer’in erkeklere yıllık üç bin veya dört bin dirhem ayırmayı dü­
şündüğü de zikredilmiştir. Aynca bu miktarın tespitine esas olmak
üzere, Hz. Ömer'in bini silâh, bini nafaka, bini aile, dört bin şeklindeki
rivayetlerde ise, diğer bininin şahsın yanında kalması lçüı tahsis et­
meyi düşündüğü de ifade edilmiştir. (2)
Benzer bir başka rivayette ise, Hz. Ömer’in: « Eğer yaşarsam, atıy-
yesi az olanları iki bin yapacağım» dediği de zikredilmiştir. (3) Aynca
onun, mal arttıkça atıyyeleri de artıracağım bildiren sözleri de bulun­
maktadır. (4)
Bütün bu haberler, Hz. Ömer'in fey gelirlerini atıyye şeklinde ve­
rirken, eşit bir taksimi düşünmediğini ve uygulamadığını açıkça orta­
ya koymaktadır. Eşit olarak dağıtacağına dair yukarıda Bon olarak ele-
aldığımız rivayetlerde bile, yine eşitlik bulunmamaktadır. Çünkü Hz.
Ömer, Bedir Gazvesine iştirak edenlere beş bin dirhem atıyye vermiş­
tir, halbuki bu rivayetlerde, üç veya dört bin rakamları verilmektedir.
Bize öyle geliyor kİ Hz. Ömer, ordudakllerln atıyyelerlnl aynı seviyeye
getirmeyi düşündüğünden dolayı bu hususu belirtmiştir. Yoksa daha ön­
ce kararlaştırdığı ve çoğu Medine’de bulunan merkez! DivandakUerln
atıyyelerini tadil etmemiştir. (5)
Fey gelirlerinin müslümanlara yıllık atıyye şeklinde dağıtılması­
na ve bunun için Divan defterlerinin düzenlenmesine karar verilince,
kimin ve hangi kabilenin ilk önce yazılmasına başlanacağı meselesi or-

(1) Ebû Yusuf. I, 332-333; Ebû Ubeyd. 37$


(2) İbn Sa’d, m. 297, 302, 304; Belûzurl, 5S2; lb n T ik taka. el-Fahıl.
76; Maverdl. 191; Bıltacı, 387-388
(3 ) lb n Sa'd. m. 304; Belâzurl, 557; burada, muhacirlerin en az alanla­
rının İki bin yapılacağı zikredilmektedir.
(4 ) lb n Sa’d. m. 305
(5 ) Bz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in farklı uygulamaları hakkından cegltll
görüşler İçin bkz. Bıltacı. 386. 437-438; Tam&vl. 177-1B3. 185-190. 441-
450; Duri, 16, 49: M. Yusuf Mûsa. Muhadarât, I. 81-83: Hatlboğlu,
34-3$; M. Hüseyin Heykel, n . 227-236
F . : 10
146 doğuştan günümüze BUYUK İSLAM TARİH İ

taya çıkmıştır. Bu hususta, kaynaklarda çeşitli rivayetler bulunmakta­


dır. Ebû Yusuf’un tbn İshak yoluyla naklettiği bir haber şöyledir:
ııHz. Ömer, insanlara tahsisat ayırmaya karar verince -onun gö­
rüşü, bütün insanlarınkinden daha hayırlı idi- Ashap ona: «İlk önce
kendinden başla!» dedüer. Hz. Ömer: «H a yır!» dedi ve Rasûlullah’a
en yakın' olanlardan işe başladı, ilk önce Abbas'a, sonra A li’ye, daha
sonra da Kureyş’in beş kabilesine, nihayet kendi kabilesi Benî Adiyy’e
atıyye tahsis etti.» (1)
Yine Ebû Yusuf’un naklettiği bir diğer haberde ise, Hz. Ömer’
in «Kim den başlayalım?» şeklindeki sorusuna, Abdurrahman b. Avf:
« Kendinden başla!» deyince Hz. Ömer: »H ayır! Allah’a yemin ede­
rim ki, Rasûlullah’m kabilesi Benî Hâşim'den başlayacağım» dedi.
Sonra Hz. Abbas, arkasından Beni Umeyye ve Beni Hâşim'e yakınlık­
larına göre, diğer Kureyş ailelerine atıyyelerini tahsis etti. (2)
Hz. Ömer Medine’deki Divan'ı tedvin edecek olan kâtiplere:
« İnsanları derecelerine göre yasınız!» diye emir verdi. Onlar da
Beni Hâşim'den başlayarak, sonra hilâfete göre Ebû Bekr ve kabilesi­
ni, sonra Ömer ve kabilesini yazdılar. Ömer, onların yazdıklarını gö­
rünce itiraz edip şunlan söyltdi.
oA lla h ’a yemin ederim ki, ben bu şekilde yazılmasını istedim, fa­
kat siz, müslümanlan Rasûlullah’a yakınlıklarına göre sıra ile yazınız,
Ömer’i de Allah’ın koyduğu yere koyunuz.»
Hz. Ömer’in kendisinin ve kabilesinin, Kureyş kabilesi içerisinde,
Hz. Peygamber’in kabilesi Benî Hâşim’e yakınlık sırasına göre yazılma­
sını istemesi üzerine, Benî Adiyy kabilesi mensuplan kendisine gelerek
şunları söylediler:
« Sen Hz. Peygamberim halifesi Hz. Ebû Bekriin halifesizini Sen
kendini, kâtiplerin yazdıkları yerde bıraksan!» Bunun üzerine Hz.
Ömer, kabilesi mensuplarına şu cevabı vermiştir:
« Size ne oluyor ey Benî Adiyy mensuplan! Benim sırtımdan ye­
mek yemek ve iyiliklerim i size bağışlamamı istiyorsunuz. Hayır! A l­

il) Ebû Yusuf. I. 317-318; Ebû Ubeyd. 319-320; burada, İlk önce Hz. Pey­
gam berin hanımlarından başlandığı rivayet edilmiştir; Bel&zuri, 548,
555, 556, 560; burada, Hz. Abbas'ın, divan defterlerini bu şekilde yazdır­
dığı İşin Hz. Ömer'e teşekkür ettiği ve «Akrabalık seni bize bağladı»
dediği zikredilmektedir. Y a ’kubi. II. 143; burada, İlk defa Hz. Ali'nin
yazıldığı da zikredilmektedir; bkz. Sûlt, 190-181
(2) Ebû Yusuf, I, 319; Kureyş kabilesinin kolları arasındaki sıralama
İçin bkz. Şâfli, IV. 82 ve Fesevi, I, 466-467; Maverdl. 190
uz. ÖMER (R A.) DEVRİ 141

lah’a yemin ederim ki, sisler çağrılınca geleceksiniz ve defterdeki sı­


ra, insanların sonu olarak da yazıtsanız, size de uygulanacaktır. Be­
nim iki arkadaşım bir yol takip ettiler, eğer ben onlara muhalefet
edersem, bana da muhalefet edilir. Allah'a yemin ederim ki, biz dün­
yada fazilet kazandıysak ve amellerimizden dolayı sevap bekliyorsak,
bu ancak Uz. Muhammed’in sayesindedir, O, bizim şerefimizdir. O’nun
kabilesi de Arabın en şereflisidir, sonra ona yakınlık sırasına göre, di­
ğer kabileler gelir. Yine Allah’a yemin ederim ki, eğer Arap olmayan­
lar iyi amellerle, biz ise amelsiz gelirsek, kıyamet gününde onlar, Mu-
hammed'e daha yakın olurlar. Çünkü, ameli kendisini geri bırakan
kimsenin, nesebi onu öne geçiremezdi 1)
Medlnell Ensarla ilgili haberlere, kaynaklarda daha az yer veril­
diğini görüyoruz. Kureyş kabilesinden sonra yazılmalarına karar ve­
rilen Enaarrn, Divan Defterine yazılma sırası Hz. Ömer'e sorulunca,
o, Sa’d b. Muaz'm mensup olduğu Evs kabilesinin Beni Eşhel boyun­
dan başlanmak suretiyle, bu boya yakınlıklarına göre, diğer kabilelerin
yazılmasını İstemiştir. (2)
Hz. Ömer Divan Teşkilâtı’nın esasını tespit ettiği ve nasıl bir
sıralam a yapacağı hakkında, el-C&biye’de yaptığı konuşmada şunları
söylemiştir:
«K im K u fa n 'd an bir şey sormak istiyorsa, Vbey b. K â'b’a gelsin,
kim feraiz üzerine soru sormak istiyorsa, Zeyd b. Sâbit’e gelsin, kim
fıkha dair soru sormak istiyorsa, Muaz b. Cebel’e gelsin. K im de mal
istiyorsa bana gelsin, çünkü Yüce Allah, beni hazine emanetçisi ve
bölüştürücü kılmıştır. Ben ük önce, atıyyeleri vermeye, Rasûlullah’tn
zevcelerinden başlıyorum. Sonra ilk Muhacirler, daha sonra, Mekke'den
çıkardan, evlerimizden mallarımızdan mahrum bırakılan arkadaşla­
rımdan, bundan sonra da, Muhacirlerden önce Medine'yi yurt edinmiş
ve gönülleri iman ile dolmuş Ensardan başlıyorum. K im hicret etmek­
te acele etmişse, atıyye de ona çabuk verilecektir. K im de hicret et­
mekte gecikmişse, atıyye de ona gecikerek verilecektir. Kimse, deve­
sinin çöktüğü yerden başka şeyi suçlamasın!» (3 )
Yukarıdaki rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Ömer, Divan Def­
terlerinin hazırlanmasında, o günkü Arap cemiyetinde varlığım canlı
bir şekilde devam ettiren kabilelerin varlığını esas almış ve müslüman-
ları kabilelerine göre sıralamayı tercih etmiştir. Diğer taraftan o, Di-

(1 ) İbn Sa’d, İÜ , 295-296; Belâzuri, 549-550; Taberl, I. 2750-2751; Ma'


verdi. 189-190
(2) İbn Sa’d, İÜ . 296; Belâzuri, 550
O) Ebû Ubeyd. 318-319; Fesevl. I. 463-464
148 doğuştan günümüze BU YU K İSLAM T A R İH İ

van Defterlerini hazırlayan kâtiplere, Hz. Peygamber'in kabilesi Be­


lli Hâşim’den, Bedir Gazvesine iştirak edenler esas alınarak yazmaya
başlamalarını, daha sonra da, yine Bedir’e iştirak edenler önce yazıl­
mak suretiyle Benî Umeyye ve Hz. Peygamber’in kabilesi Beni Hâşim’e
yakınlıklarına göre diğer Kureyş ailelerini sıralamalarını emretmiş-
t ir . (l)
Hz. Ömer, Ensar için, kendisi müsliiman olunca bütün kabilesi
mensupları hicretten önce müsliiman olan Sa’d b. Muaz’ın şahsiyetin­
den dolayı, onun kabilesinin esas alınmasını istemiştir, Evs kabilesinin
Benî Eşhel kolu böylece ilk sıraya yazılmıştır.
Hz. Ömer, azat edilmiş (M evâli) olan müslümanların da Divan Def­
terlerine, kendilerini azat edenlerle birlikte yazılmalarını emretmiştir.
Ayrıca o, Mevâlînin, kendilerini azat edenlerin kabilelerine yazılmayı
istemeyip müstakil bir şekilde kendi başlarma kalmayı isterlerse, o
şekilde kaydedilmelerini ve kendilerini azat edenler seviyesinde onla­
ra atıyye bağlanmasını kararlaştırmıştır. (2)
Bu hususta dikkati çeken bir örnek bulunmaktadır. Suriye fetihle­
rine iştirak etmek üzere Şam'da bulunan Hz. Peygamber’in meşhur
müezzini Bilâl b. Rebah el-Habeşî’ye Hz. Ömer, Divan’da kiminle bir­
likte yer almak istediğini sormuştur. O da halifeden, hicretten sonra,
Hz. Peygamber'in Medine’de kendisiyle kardeşleştirdiği Ebû Ruveyha
Abdullah b. Abdirrahman el-Has’amî ile birlikte yazılmasını istemiştir.
Bunun üzerine Hz. Ömer, onun Has’am kabilesi içerisinde Divan’a ya­
zılmasını emretmiştir. Ayrıca Habeşistanlı diğer müslümanlar da ay­
nı kabilenin defterlerine ilâve edilmişlerdir. (3)
Bu esaslar dahilinde düzenlenen Divan Defterlerinde, ilk önce
Hz. Peygamber’in kabilesi Benî Hâşim, Bedir Gazvesine iştirak eden
ilk kimse olarak da Hz. A li yazılmıştır. Yukarıda görüldüğü üzere ba­
zı rivayetlerde, Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas veya Hz. Peygam­
ber'in hanımlarının ilk önce yazıldıkları da rivayet edilmiştir.
Burada bir noktayı açıklayarak bu konuyu tamamlamak istiyoruz.
Şöyle ki, Hz. Ömer Divan Defterlerini, Hz. Peygamber’in kabilesin­
den başlanmak suretiyle tanzim ettirmiştir. Ancak verilen atıyyelerin
miktarları, kabile esasına göre tespit edilmemiştir. Bunu bir örnekle
açıklamak yerinde olacaktır: Bedir Gazvesine iştirak eden Benî Hâşim’e
mensup meselâ Hz. A li ile Benî Umeyye’den olan ve Bedir Gazvesine
iştirak etmiş kabul edilen Hz. Osman, aynı miktarda atıyye almışlar­

dı İbn Sa’d, II I, 282: Belâzurî, Ensab, 297 a.


(2) Ebû Ubeyd. 335-337; Belâzurî, 559-560
(3) İbn Hlşam. I. 507: İbn Sa’d. IH . 234
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 149
dır. Bir başka misal daha verirsek, Hz. Ömer'in dağıtım düzeni daha
iyi anlaşılacaktır. Benî Hâşim’den hemen sonra ikinci sırada yer alan
Benî Umeyye kabilesine mensup Müellefe-i Kulûb'dan ve Mekke fet­
hinden sonra miislüman olan Saffan b. Umeyye, Ensardan olan ve Di­
van Defterlerine bütün Kureyş ailelerinden sonra yazüan Bedir Gazve­
sine İştirak etmiş Muhammed b. Mesleme'den daha az atıyye almıştır.
Bu bakımdan kabilelerin sıralanışı veya önce yazılması, tamamen şekli
bir öncelikten ibarettir.
Hz. Ömer’in Divan Defterlerindeki bu sıralama düzeni, zamanımı­
za intikal etmiş olan en eski Tabakat kitabında muhafaza edilmiş bu­
lunmaktadır. Eserini alfabetik usûle göre yazmamış olan İbn Sa’d
(230/844), ashabm hayatım ele aldığı eserinin üçüncü cildine, «M u ­
hacirierden Bedir Gazvesine K atılanlar «la. başlamaktadır. O, İlk iki cil­
dini Hz. Peygamber'in Sîre’sine ayırmış olmasına rağmen, üçüncü cil­
dinde, Bedir Gazvesine iştirak eden Muhacirler arasında, teberrüken
Hz. Peygamber’i yeniden kısa bir şekilde zikreder, sonra Beni H&şim’
den Hz. Hamza, arkasından da Hz. Ali'ye yer verir. Beni Hâşim'den
sonra Benî Umeyye, Hz. Osman ile başlar ve diğer Kureyş kabileleri sı­
ralanır. Bedir’e katılan Ensar ise, aynı ciltte Sa’d b. M ııaz’la yer alır.
Hz. Ömer'in Divanında Hz. Hamza ve Sa'd b. Muaz’ın daha önce şehit ol­
dukları için yer almadıklarım hatırlatalım.

4 — D iv a n ’ ın Dili ve Taşra Teşkilatı:

Hz. Ömer'in 20/641 yılında Medine’de tanzim ettirdiği Divan Def­


terleri Arapça olarak yazılmıştır. Bu defterlerin yazılması vazifesi, Ku­
reyş kabilesinden Arap nesebini iyi bilen Hz. A li’nin kardeşi Akil b.
Ebî Tâlib ile, Mahreme b. Nevfel ve Cubeyr b. Mut’im’e verilmiştir. (1)
Hz. Ömer onlara: « İnsanları derecelerine göre yazınız» emrini vermiş,
onlar da Divan Defterlerini, Medine’de yaşayan müslümanları kabile­
lerine göre sıralamak suretiyle Arapça olarak yazmışlardır.
Medine dışındaki şehir ve bölgelerde, Divan Teşkilâtı’nın kurulup
kurulmadığı hususu oldukça müphem bir durum arzetmektedir. Irak,
Suriye ve Mısır dışındaki bölgelerde, Divan Teşkilâtı’nın kurulduğuna
dair, kaynaklarımızda bir habere rastlayamadık.
İslâm fetihlerinin başlatılıp devam ettirildiği iki ana bölge, Irak
ve Suriye ile, Amr b. el-As’m fethinden sonra bu iki bölgeye ilâve edi-

(1) İbn Sa’d. I I I. 295; Belâzuri, 549-560; Ya'kubi, II. 143: Taberi, I. 2750;
bunların hayatı ve Ensab ilmine hizmetleri için bkz. Fuat Sezgin,
GAS, I. 24$. 256-259
150 doğuştan günümüze BUYUK İSLAM TARİHÎ

len Mısır’daki askerler ve onların ailelerine a lt Divan Defterlerinin


düzenlendiğini, ancak bunlar hakkında çok az bilgi ve haber bulundu­
ğunu söylemeliyiz.
Bu bakımdan, baştan beri anlatmaya çalıştığımız Medine’deki mer­
kezî Divan Defterleri ile, Irak, Suriye ve Mısır bölgelerindeki Divan
Defterlerini biribirinden iyi ayırmak gerekiyor. Hz. Ömer’in Medine'
deki Divan gibi, bu üç bölgede de ayrı ayrı ve bilhassa Irak’takl Küfe
ve Basra başta olmak üzere bazı şehirlerde, Divan Defterleri düzen­
lettirdiğinde şüphe yoktur. Bu bölgelerin defterleri de, tıpkı Medine’
deki gibi, Arapça olarak yazılmış ve buradaki askerlerle aileleri defter­
lere kaydedilmişlerdir.

Diğer taraftan bu üç bölgede, Irak’da Sasanîler, Suriye ve Mısır’


da BizanslIlar tarafından İslâm Fetihleri sırasında devam etmekte olan
Divanu’l-Harac’lar (Vergileri tespit ve toplayan Divanlar) aynen ve
kendi dillerinde bırakılmışlardır. (1) Kaynaklarda, bu Divanu'l-Harac’
lar hakkında, ne Hz. Ömer ve ne de ondan sonraki dönemler esnasında­
ki gelişmeler anlatılırken hemen hiç bilgi verilmediğine şahit oluyoruz.
Ta ki Emevî halifesi Abdulmelik, 81/700 yılında, bu Divanların artık
Arapça tutulmasını emretmesi dolayısıyladır ki, kaynaklar bunlar hak­
kında bilgi vermektedir. Irak’ta Pehlevice, Suriye’de Rumca, Mısır'da
Rumca veya K ıpti dilleriyle bu tarihe kadar devam etmiş olan bu Di­
vanu’l-Harac’lar ile; Hz. Ömer’in kurduğu Divan, tamamen iki ayrı mü­
essese idi. Abdulmelik zamanında Arapçaya çevrilen Divanlar, İslâm
Fetihlerinden önceki dönemlerden beri devam etmekte olan bu Haraç
Divanlarıdır. (2) Hz. Ömer’in kurduğu Divan ise, hem Medine’de ve hem
de bu üç bölgede, Arapça olarak tanzim edilmiş ve daha sonraları da
Divanu’l-Cünd veya Divanu’l-Ceyş (Askerî Divan) şekline inkılâp ede­
rek devam etmiştir. Bu hususu en iyi ve açık bir şekilde bize anlatan
Cahşiyâri (331/943) ve es-Sûli (335/946)dir. Onlar:
»K üfe ve Basra’da iki Divan vardı, ilki orduya, askerlere, ailele­
rine atıyye verilen ve insanların yazıldığı Hz. Ömer’in kurduğu Arapça
Divan, diğeri ise, vergilerin yazıldığı Farsça Divandır. Aynı şekilde

(1) Cahşlyari. İran meliklerinin İki Dlvan'ı bulunduğunu, İlki D lvanuî-


Harac'ın gelirlerin tesbltlyle, İkincisi Dlvanu'n-Nafakat'ın İse ordu ve
başka yerlere yapılan sarfiyatla meşgul olduğunu bildirir, bkz. VU-
zerâ. 3
(2) Abdulmelik zamanında divanların ve paraların Arapçalaştırılması
İçin bkz. Belâzuri, 230, 36B-369; Cahşlyari. 38-40; Sûli, 192-194: Ma-
verdl. 192-193; Makrlzi, I. 98; Nuveyrl, V III, 198-200; Reyyls. 201-204:
Hallak. Ta'rîbu'n-Nukûd ve’d-Devâvfn, çeşitli yerler
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 151

Şam’da (Suriye) bir Arapça Divan ile bir Rumca Divan vardı» (1) de­
mek suretiyle, bu noktayı açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
Medine dışındaki bu üç bölgedeki Divan Teşkilâtı hakkında, ger­
çekten az bilgiye sahibiz. Hz. Ömer’in Medine'de kurduğu Dlvan'da,
yıllık verdiği atıyye miktarlarım henüz ele almadık, az sonra bunlar
üzerinde duracağız. Ancak şimdi haklarında bilgi vermeye çalışacağı­
mız diğer üç bölgeye ait Divan Teşkilâtı’nm varlığım, yalnızca bazı
atıyye miktarları ile diğer bazı haberler vasıtasıyla ancak tespit ede­
bildiğimizden, bu bölgelere alt bulabildiğimiz rivayetlerin hepsini bir­
likte sıralamaya çalışacağız.
Ebû Yusuf’un naklettiği bir haberde, Hz. Ömer’in ordu komutan­
ları ve köy ileri gelenlerine, yeme, İçme ve diğer ihtiyaçları ile yaptık­
ları işlerin ehemmiyetine göre, dokuz, sekiz veya yedi biner dirhem
yıllık atıyye tahsis etmiş olduğunu bildirmektedir. Ayrıca Taberi’nin
naklettiği bir rivayette. Divan Defterlerinin, Medine dışında, yalnızca
Medâin, Küfe, Basra, Dımaşk, Hınıs, prdün, Filistin ve Mısır’da tedvin
edildiği açıkça belirtilmiştir. (2)
Hz. Ömer, tnüslüman olmayı kabul eden İranlı dihkanlardan er-Ru-
feyl'e iki bin dirhem atıyye tahsis etti, aynı zamanda, haraç ödemeye
devam etmesi şartıyla, toprağını ekmesine de izin verdi.(3) Yine İran
dihkanlanndan Nehru’l-Melik dihkanı İbnu’n-Nehiran'a, el-Felâlic dlh-
kam Busbuhrî’nin iki oğlu Hâlid ve Cemil’e, Babil ve Hutamiye dihka-
nı Bistam b. Nersi’ye, el-Al dihkanı er-Rufeyl'e, Hürmüzan’a ve Cüfey-
ne el-Abbâdi’ye biner dirhem atıyye bağlanmıştır. Bazı rivayetlerde ise,
Hürmüzan’a iki bin dirhem tahsis edilerek diğerlerine tercih edildiği
bildirilmektedir. (4)
Medine dışındaki yerlerde Divan Teşkllâtı’nın nasıl uygulandığı­
nı ve yeni fethedilen bölgelerin durumuyla Hz. Ömer’in yakından ilgi­
lendiğini gösteren bir başka rivayeti daha zikretmek istiyoruz:
«Hâlid b. Urfuta el-Uzri, Ömer’in yanma geldi. Bunun üzerine Ömer
ona: «Geridekilerden ne haber?» diye sorunca Hâlid ona şu cevabı ver­

11) Cabşlyarl, el-Vüzera, 38: Sûli. EdebU'l-Kiittab. 192; aynca bkz. Mak-
rizl. el-Hıtat, I, 98; Reyyia. 201-202: C. Pellat. Le Mllleu Basrlen, 225-
226
12) Ebû Yusuf. I. 331-332; Taberi. I. 2414
13) Ebû Yusuf. I. 322-323; bu dlhkanın İsmi, tllrkçe tercümeye esas olan
metinde «M inkal» şeklinde yanlış tespit edilmiştir, doğrusu «er-Ru-
feyl» olacaktır; ayrıca bkz. Rahbi. I. 322-323; Ebû Ubeyd. 204: Belâ-
zuri, 325
14) Belâzuri. 560; Ebû Ubeyd. 166-167. 337; ayrıca bkz. Ya'kûbi. II. 143-
144
152 doluştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

di: «Ben kendilerini terkettiğim zaman onlar, kendi ömürlerinden alıp


senin ömrünü uzun eylemesi için Allah’a dua ediyorlardı. Kadisiye’ye
ayak basan herkesin atıyyesi iki bin veya bin beşyüz dirhemdir. İster
erkek ister kız olsun her doğan çocuğa yüz dirhem Ue her ay iki cerîb
yiyecek verilmektedir.» Önün bu sözleri üzerine Hz. Ömer şöyle dedi:
«Bu yalnızca onlann hakkıdır. Ben, onlara bu haklarım vermekten
dolayı mes’udum. Eğer bu el-Haıtab'm (babası) malı olsaydı bunu on­
lara vermezdim. Diğer taraftan bu mallarda bereket olduğunu gördüm.
Şayet kendisine atıyye çıkanlardan birisi, bir koyun satm alır ve onu
otlaklarıma koyar, atıyye ikinci defa çıkınca bir veya iki baş hayvan
daha satm alır bunları da oraya koyarsa, onun çocuklarından geriye
kalan birisi için bunlar geçim vasıtası olur. Zira benden sonra ne ola­
cağım bilmiyorum. Benim nasihatim, Allah'ın işlerini bana yüklediği
kimselerin hepsinedir. Çünkü Rasûlullah şöyle buyurmuştur: « Birisi,
em ri altında bulunan kimselere, gerçek olmayan şeyleri nasihat ederek
ölmüşse, o cennet kokusunu k o klpya m a e.»(l)
Yine Hz. Ömer’in Medine dışındaki Divan Teşkilâtinın varlığına
ve onun gelişmeleri takip ettiğine delâlet eden bir başka haber de şu­
dur: Hz. Ömer Huzeyfe’ye yazdığı mektupta, insanların atıyyelerini
ve yiyeceklerini vermesini, ondan istemişti. Medâin âm ili Huzeyfe de
ona yazdığı cevapta: «Biz, bunu yaptık, yine de pek çok şey kaldı» dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer ona şu emri verdi: «Bu, Allah'ın onlara İhsan
ettiği şeydir, ne Ömer’in, ne de Ömer’in ailesinindir. Bundan dolayı on­
lara bunu taksim e t ! » (2)
Hz. Ömer’in Mısır valisi Amr b. el-Âs’a yazdığı mektupta, Hudeybi-
ye'de 6/628 yılında Bîat-ı Rıdvan’daki sahabîlere, emir olduğundan do­
layı kendisine, şecaat ve şerefinden dolayı Hârice b. Huzafe’ye ve m i­
safirperverliklerinden dolayı da Osman b. Kays ile Umeyr b. Vehb el-Cu-
mahi'ye, kılıç erbabı olduğu için de Büsr b. Ertah'a ikiyüzer dinar yıl­
lık atıyye vermesini emretti. (3)
Irak ve Şam'daki Yemenliler ile Kays kabilesinden olan her erke­
ğe, durumlarına göre, iki bin, bin, dokuz yüz, beş yüz veya üç yüz ara­
sında değişen miktarlarda atıyye bağlanmıştır. (4) Buralardaki Y e­

di İbn Sa'd, II I, 298-290: Belâzurî, 553-554; Taberi, I, 2750-2751


(2) İbn Sa'd. III, 299
(3) Ebû Ubeyd, 322-323: İbn Sa’d, IV. 261: V II, 496; Belâzurî, 558; İbn
Abdl'l-Hakem, 145. Burada dirhem yerine dinar zikredilmiştir. A y­
rıca bkz. Dennet, 125
(4) İbn Sa'd, III, 297; Y a ’kubi, II, 143; hurada, Yem enlilere dört yüz,
Mudarlılara üç yüz. Rablalılara İse İki yüz tahsis edileceği rivayet
olunmaktadır; Maverdi, 191
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 153

menli Hımyer kabilesi mensuplan için müstakil Divan Defteri olduğu


da rivayet edilmiştir. Yemen’de yaşayanlara ait rivayete rastlayama-
dık. Aynı şekilde Necran, Hadramut, Uman ve Bahreyn bölgelerinde
de Divan Teşkilâtı kurulduğunu gösteren bir haber tespit edemedik.
Ancak, bu bölgelerden Medine’ye veya Irak, Suriye ve Mısır’a cihada
gidenlerin Divan Defterlerine kaydedildikleri ve kendilerine atıyye ve­
rildiğini anlıyoruz.
Mekke’ye gelince: Ebû Yusuf’un Kitabul-Harac'ında Mekke halkı
İle ilgili rivayet aynen şöyledir:
«Hz. Ömer, Mekke ehline ve diğer insanlara sekiz yüz dirhem ver­
d ir il)
Bu haberden, Hz. Ömer’in Medine'ye, Mekke fethinden sonra ge­
lenlere mİ, yoksa o sırada Mekke’de bulunanlara m ı bu miktar atıyye
tahsis etmiş olduğu açık bir şekilde anlaşılamamaktadır. Ancak habe­
rin devamında yer alan diğer bir tahsis, Mekke ehlinden kastedilenin,
Medine'ye geç gelenlerle ilgili olduğunu, yoksa Mekke’dekilere ait ol­
madığım açıkça göstermektedir. Şöyle ki, «Mekke ehline sekiz yüz dir­
hem verdi» ibaresinden hemen sonra, Aşere-i mübeşşereden Tajhâ b.
Ubeydullah’m, kardeşi Osman’ı Hz. Ömer’e getirdiği, Hz. Ömer’in de
ona sekiz yüz dirhem tahsis ettiği anlatılmaktadır. Arkasından da Nadr
b. Enes, Hz. Ömer’in yanına gelir, halife: «Ona iki bin dirhem tahsis
ediniz» diye emir verince, Talhâ, Hz. Ömer’e: «Nadr b. Enes’in dengini
sana getirdim , ona. sekiz yüz, Nadr’a ise iki bin verdin?» dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer ona şu şekilde cevap verdi:
«Nadr’vn babası, Uhud Savaşında benimle karşılaştı ve «Rasûlul-
lah’a ne oldu?» diye sordu. Ben de, «Öldürülmüş olduğunu tahmin edi­
yorum » deyince o, kılıcını çekti, kınını kırdı ve: «Eğer Rasûlullah öl­
dü ise, Allah Hayy’dır, ölmez» deyip şehit düşünceye kadar savaştı. D i­
ğerinin babası ise, o sıralarda şurada burada koyun güdüyordu...»(2 )
Bu durum, bütün bu rivayetlerin Medine’de cereyan ettiğini ve
oradaki Mekkelilere sekiz yüz dirhem atıyye tespit edildiğini açıkça
gösterir.
Y a ’kubi’nin atıyye miktarlarına ait rivayetlerinde bazı aşırı fark­
lılıklar göze çarpmaktadır. O, Bedir’e iştirak eden Muhacirlere üç bin,
Ensar'a dört bin atıyye tahsis edildiğini zikreder. Bu husus doğru de­
ğildir. Çünkü rivayetlerin ekseriyetinde, Bedir’e iştirak eden Muhacir­
lere beşbin dirhem atıyye tahsis edildiği ve onlardan başka zümrelere

(1) Ebû Yusuf. I. 315


(21 Ebû Yusuf. I. 216-217
154 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

de daha fazla atıyye verilmediği nakledilmiştir. Yine Y a ’kubi, Kureyş’


in ileri gelenlerinden Ebû Sufyan ve Muâviye’ye beşer bin dirhem, hic­
ret etmeyen Mekkelilere de altı yüz, yedi yüz dirhem atıyye tahsis edil­
diğini nakleder. (1) Bu rivayette bizi ilgilendiren husus, hicret etme­
yen ve Mekke’de yaşamaya devam edenlere atıyye verilip verilmedi­
ğidir. Ebû Sufyan ve Muâviye, Suriye fetihlerine iştirak ettiklerinden
dolayı atıyye almışlardır, ancak yukarıda zikredilen miktarları başka
kaynaklardan tespit edemedik. Hicret etmeyen Mekkelilere ait haberini
ise, diğer eserlerden nakledeceğimiz rivayetler karşısmda doğru kabul
edilemeyeceğini şimdiden söylemek isteriz.
Nitekim Seyf b. Ömer’in dikkati çeken bir rivayeti bulunmakta-
cür. Şöyle ki, Hz. Ömer, Mekke fethinde müslüman olan Safvan b.
Umeyye, Haris b. Hişam ve Süheyl b. Am r’a, onlardan önce müslüman
olanlardan daha az atıyye tahsis etmiştir. Onlar bunu kabul etmeyip,
dBizden daha şerefli bir kimse tanımıyoruz» demişlerdir. Hz. Ömer on­
lara: «Biz, İslâmiyet teki geçmişe göre atıyye veriyoruz, yoksa nesebe
göre değil» diye cevap vermiştir. Bunun üzerine onlar, atıyyelerini al­
dılar ve H&ris ile Süheyl, aileleriyle birlikte, cihat için Suriye’ye g itti­
ler. (2)
Ebû Ubeyd’in zikrettiği bir haber ise, bize göre Mekkelilerin du­
rumuna açıklık getirmektedir. Şöyle ki: «Hz. Ömer, Mekke ehline atıy-
ye vermezdi ve onlan savaşa iştirak etmeye zorlamazdı. Râvı sözleri­
nin devamında Hz. Ömer’in, onlar şöyledlr, diye zikredilmesini sevme­
diği bazı kelimeler söylediğini haber vermektedir.» (3)
Mekkelilerin hicret ile cihada iştirak edenleri, tabiidir ki feyden
hisse almışlar ve kendilerine atıyyeler tahsis edilmiştir.
Divan Teşkilâtinın Medine’de kuruluşunu ve taşra teşkilâtıyla
alâkalı bulabildiğimiz haberleri ele aldıktan ve bazı bölgelerde Divan
Teşkilâtı’nm kurulmadığını tespit ettikten sonra, şimdi bütün müslü-
manlara atıyye verilip verilmediği hususunu ele almak istiyoruz. Ger­
çi bu noktaya biz, Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı’nı bazı bölgelerde kur­
madığını ve böylece herkese atıyye bağlanmamış olduğunu İfade et­
miş bulunyoruz. Ancak kaynaklarda, bu konu üzerindeki diğer bazı ri­
vayetleri ele almakta fayda görüyoruz.

(1) Ya'kûbi. II. 143; bütün kaynaklar Bedir Muhacirlerinin beş bin d ir­
hem aldığında ittifak etmişlerdir. Hz. Ömer’in Mekkelilere onar onar
verdiğine dair bir rivayet İçin bkz. İbn Sa’d, III, 302
(2) Taberl, I. 2411-2412
(3) Ebû Ubeyd. 330
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 165

5 — F ey d e n H e r M ü s l ü m a n a A t ı y ye V e r i l d i mi?

Hz. Ömer’in ley gelirlerinin Haşr sûresinin 7-10. ayetlerindeki züm­


relere ait olduğunu ve 10. âyette geçen « Onlardan sonra gelenler...»
İbaresinden de bütün müslümanlann hakkı bulunduğunu beyan etme­
si, şimdi ele alacağımız Hz. Peygamber'ln aşağıdaki hadisine göre fark­
lı bir hüküm ihtiva edip etmediği üzerinde durmak suretiyle bu ko­
nuya başlamak istiyoruz:

«Rasûlullah, bir ordu veya serlyyeye komutan tayin ettiğinde, ona,


kendisine a lt işlerinde Aliah’dan sakınmasını ve emrindeki müslüman-
lara İyi davranmasını tavsiye ederdi. Sonra da şunları emrederdi:

«AUah yolunda cihat ediniz, Allah’ı inkâr edenlerle savaşınız, ga­


nim et hususunda hainlik ve vefasızlık yapmayınız, ölülerin organları­
nı kesmeyiniz, çocuk öldürmeyiniz. Allah'a eş koşan düşmanınla karşı­
laştığında, onları şu üç husustan birisini kabul etmeye davet et, bun­
lardan hangisini kabul ederlerse sen de onlarınkini kabul et ve ken­
dilerini bırak. Önce onları Islâmiyete davet et ve müslüman oldukları
takdirde, M uhacirlerin lehine olanların, onların da lehine, Muhacirle­
rin aleyhinde olan şeylerin onların da aleyhine olacağını kendilerine
bildir. Eğer yurtlarını terk etmeyi (yani h icre ti) reddederlerse, bede­
vi müslümanlar ( A'rabu’l-Müslimin) gibi kabul edilerek müslümanla-
ra uygulanan hükümlerin onlar hakkında da uygulanacağını, ancak,
müslümanlarla birlikte cihada iştirak etmedikleri takdirde, ganimet
ve feyden onlara bir şey ayrılmayacağını kendilerine bildir. Şayet
bu Hususu kabul etmezlerse, kendilerinden cizye iste, eğer bu tek­
lifin i kabul ederlerse, sen de onlarınkini kabul et ve kendilerini bırak.
E ğer bunu da reddederlerse Allah’a sığınıp kendileriyle savaş!« ( 1 )
Bu hadiste Hz. Peygamber, ganimet ve feyden hisse alınabilmesini,
Hicret ve müslümanlarla birlikte Cihad’a iştirak etmek şartına bağla­
maktadır. Halbuki Hz. Ömer, feyde, bütün müslümanlann hakkı oldu­
ğunu, Haşr sûresinin 10. âyetinin şumulü içerisine, San’a’daki çoba­
nın bile girdiğini ifade etmiştir.

Bu husus, fey gelirlerinin dağıtımı için Hz. Ömer'in kurduğu Di­


van Teşkilâtı’nda, bütün müslümanlara atıyye verilip verilmediğinin
tespitini de zarurî hale getirmektedir. Nitekim Ebû Ubeyd, İslâm Dev­
leti gelir kaynakları ve sarf yerlerini ele aldığı eserinde, «Fey’in Da­
ğıtılacağı, Sarfedileceği ve Tahsis Edileceği Yerler» bölümüne, « Fey’in

(1) Ebû Ubeyd. 303-304


156 doluştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Taksimi ve Fey’de Hakkı Olanlarla Olmayanlara A it H üküm ler» (1 ) baş­


lığı altında, ilk önce bu hususu ele almaktadır.
Ebû Ubeyd, yukarıya aldığımız hadisi naklederek bu konuyu tar­
tışmaya başlamış ve hadisin sonunda aynen şunları söylemiştir:
«Rasûlullah’ın fey hakkındaki hadisi ve emri şudur: Bir kimse, Mu­
hacirlere iltihak etmez, onların düşmanlarıyla yaptıkları cihada yar­
dım etmez ve işlerinde kendileriyle birlikte olmazsa, onun fey ve ga­
nimette hakkı yoktur.
Sonradan insanlar, Hz. Ömer’in »Bütün müslümanlar feyde ortak­
tır» şeklinde düşündüğünü rivayet etmişlerdir. (2) Daha sonra Ebû
Ubeyd, Hz. Ömer’in feyin bütün insanlara ait olduğunu belirten görüş­
lerine ait iki haberi zikrettikten sonra, (3) Hz. Peygam berin hadisi ile
Hz. Ömer’in görüşü arasmdaki farkın ortaya çıkardığı gelişmeleri şöy-
lece anlatmaktadır:
»Bu, fey âyetidir (Haşr, sûresi âyet 10). Hz. Ömer, bu âyetin bü­
tün müslümanları içine aldığı, orada zikredilen herkesin feyden hisse­
si olduğu görüşündedir. Sonradan müslümanlar, bu hususta yine ih­
tilâfa düştüler.
Bazıları şu görüşleri ileri sürdüler: Bir kimse, düşmana karşı ci­
hatta müslümanlarla birlikte değilse veya idari bir vazife, vergi top­
lama veya faydası müslümanlara râci olan bir işle meşgul değilse, ay­
rıca bu kimse fakir ve miskin zümresinden de değilse, onun Beytülmâl’
de hakkı yoktur, çünkü Rasûlullah, daha önce zikrettiğim iz hadisinde
böyle kimseler için: «Onların ganimet ve feyde haklan yoktu r» buyur­
muştur.
Diğer bazı kimseler ise, görüşlerini şu şekilde ifade etmişlerdir:
Bütün müslümanlar feye ortaktırlar, çünkü onlar, bir dinin ve bir kıb-,
lenin mensuplarıdırlar, diğer milletlere karşı bir el durumundadırlar,
biribirlerine yardım ederler, karşılıklı mes’uliyetleri vardır. Bu görüşü
savunanlar, Hz. Ömer’in (yukardaki fey âyetine dair) Kur’an’ın tevili­
ni delil olarak ileri sürmüşlerdir.» (4)
Ebû Ubeyd, müslümanların bu iki hüküm dolayısıyla ihtilâfa düş­
tüklerini, zahiren zıt gibi görünen bu iki rivayetin -Hz. Peygamber’in
hadisi veya Hz. Ömer’in sözünün- birisini esas alan her iki zümrenin
de görüş ve düşünceleri ayrı ayrıdır, şeklinde konuyu ortaya koymakta-

(1) Ebü Ubeyd, 303


(2) Ebü Ubeyd, 304
(3) Ebü Ubeyd, 304-305
(4) Ebü Ubeyd, 300
HZ. ÖMER IR A.) DEVRİ 167
dır. Daha sonra Ebû Ubeyd, kendi görüş ve anlayışım delilleriyle açık­
lamak üzere şunları yazmaktadır:
«Bu konudaki benim kanaatim şöyledir: İki hükümden birisini sa­
vunanın görüşü, diğerinin görüşünden farklıdır. Bana göre, müslüman-
lann feye ortak olduklarını belirtenlerin görüşü doğrudur. Ancak bu
husus, ilk görüşün reddedildiği mânâsında değildir. Çünkü her İki hü­
küm de uygulanm ıştır...»(1)
Bundan soma Ebû Ubeyd, Medine'ye hicretten Mekke fethine ka­
dar, hicret etmeyen kimseler için, «Fey ve ganimetten haklan yoktum
hükmünün yürürlükte olduğunu, miras ve velâyet haklan da dahil,
müslüman olupta hicret etmeyenlerin kâfirlerle aynı durumda olduk­
larım ve kendilerinin feyden haklan bulunmadığını, bu şekildeki müs-
lümanlara, Enfâl sûresinin 72. âyetine göre, yalnızca dinî konularda
yardım edilebileceğini, çeşitli âyet ve hadislerle tespit etmektedir. (2)
Mekke’nin fethinden soma Hz. Peygamber’ln: «F etih ten sonra hic­
ret yoktur, ancak cihat ve niyet vardır. Bunun için cihada çağrılırsa­
nız hemen koşunuz» hadisiyle hicretin neshedlldlğlnl ve onun yerini
cihadın aldığını çeşitli hadislerle tespit eden Ebû Ubeyd, hicretin iki
kısım olduğuna temas etmek üzere Hz. Peygamber'in bir başka hadisi­
ni ele alır. (3) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
« Hicret iki çeşittir; birisi bedevinin (bâdû) hicreti, diğeri şehirde
oturanın (h â d ır) hicretidir. Bedevinin hicreti, cihada çağrıldığında ica­
bet etmesi, emredildiğinde itaat etmesidir. Şehirlinin hicreti ise, bu iki
h icretin im tihan bakımından en şiddetlisi, buna karşılık ecr bakımın­
dan en üstünüdür.» (4 ) Bir başka hadis ise şöyledir:
«Hz. Âişe, Rasûlullah’a A’rab’dan(bedetAler) bahsedince Hz. Pey­
gamber şöyle buyurdu: Ey Âişe! Onlar A'rab değillerdir, onlar bizim
çölün batkındandırlar, biz de onların şehirleri halkıyız. Eğer onlar, ci­
hada çağrıldıklarında icabet ederlerse, artık onlar, A’rab değildirler.» (S )
Bu hadisleri nakleden Ebû Ubeyd, A ’rab’m cihada iştirak etmesi
halinde, yerlerinde yaşasalar bile, hicret etmiş sayılacaklarım ve böylece
de feyden haklan olacağım, ancak şehirdekilerin daha faziletli olduk­
larını, ayrıca kendilerine fey gelirlerinden az veya çok hisse verilmesi
hususunun devlet başkamna ait olduğunu belirtir. (6)

(1) Ebû Ubeyd, 306-301


(2) Ebû Ubeyd. 307-310
(3) Ebû Ubeyd. 310-312
(4) Ebû Ubeyd, 312; Hicretin İki çeşit olduğuna dair hadisler İçin bkz.
İbn Şebbe. II, 482-499
(5) Ebû Ubeyd. 313
(6) Ebû Ubeyd. 313
158 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

Hicretin neshedildiğine dair başka hadisleri de nakleden Ebû


Ubeyd, Hz. Ömer’in fey hakkmdaki görüşünün, Rasûlullah'ın Mekke
fethinden sonra tespit ettiği Sünnetine uymaktan ibaret olduğunu söy­
le r d i)
Yerleşik hayat yaşayanlarla (hâdır) göçebe hayatı yaşayan bede­
viler (bâdı) arasında, feyden atıyve veya yiyecek verilmesi bakımından
dikkati çeken farklar bulunmaktadır. Bu hususta Ebû Ubeyd, şu ha­
diseyi nakletmektedir:
Bedevilerden birisi, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’dan, kendilerine yiye­
cek vermesini istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer’in Suriye Bölgesi Baş­
komutanı Ebû Ubeyde şu karşılığı verdi:
oHayır! Allah’a yemin ederim ki, şehirlerde oturanlara erzaklarını
verinceye kadar, sizlere yiyecek vermeyeceğim. K im cennetin ortası­
n ı istiyorsa, cemaate katılsın, çünkü Allah’ın yardım eli cemaatin üze­
rindedir.»
Ömer b. Abdülaziz’den de A ’rab’dan sakınılması gerektiğine dair
bir haberi nakleden Ebû Ubeyd, Bedevilerin feyden haklan olup ol­
madığı hakkında kendi görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir:
«Bu haberler, Ebû Ubeyde ile Ömer b. Abdülaziz’in, bedevilerin fey­
den hiç haklan olmadığı şeklinde düşündüklerini göstermez, onların
belirtmek istedikleri husus, kendilerine feyden (m al) devamlı bir atıy-
ye bağlamlmamasıdır. Çünkü bedeviler, müslümanların işleri için bir
araya gelen, m allan ve canlanyla düşmanlarına karşı onlara yardım
eden, mal ve servetlerinin çoğalması için çalışan, aynca Allah'ın K i­
tabı ve Rasûlullah’ın Sünnetini bilen, had cezalarının tatbikine yar­
dım eden, cumalarda ve bayramlarda hazır bulunan ve hayırı öğreten
şehirliler gibi değillerdir. Bütün bu faziletleri Allah, yerleşik hayat ya­
şayanlara (ehli’l-hadara) tahsis etmiştir. Bundan dolayı da onlar (ya­
ni devlet başkanlan veya adlarına karar verenler), devamlı atıyye ve­
rilmesi huşunda, onları bedevilere tercih etmişlerdir...» Daha sonra
Ebû Ubeyd, fey gelirlerinden bedevilere, şiddetli kuraklık, kan davala­
rı ve müşriklerin tecavüzleri gibi durumlarda yardım yapılabüeceğini
ve bu hususta onların hakkı olduğunu sözlerine ekler. (2)
Hicret, cihat ve Bedevî-A’rab konularına çok geniş yer veren Ebû
Ubeyd, fey gelirlerinden, atıyye ve yiyecek şeklinde bu zümrelere da­
ğıtım yapılmadığını da şu sözleriyle açıklar:
«Bütün bu rivayet ettiklerimiz gösteriyor ki, atıyyeler ve yiyecek-

(1) Ebû Ubeyd, 314-318


(2) Ebû Ubeyd, 324-326, 326-335
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 150

lerin verilmesi, ancak İslâmiyeti muhafaza ve müdafaa eden yerleşik


hayat yaşayanlar içindir. Onların dışındaki müslümanlann ise, yal­
nızca fevkalâde hallerde feyden haklan bulunmaktadır, tşte iki züm­
re arasındaki fark budur; bu da Ömer’in: «H iç kimse yoktur ki feyde
hakkı olmasın» sözünün tefsiridir.» (1)
Ebû Ubeyd, bu konudaki görüşlerine iki noktayı daha İlâve etmek­
tedir. Bunlardan birincisi, A'rabın çocuklarına da feyden hisse veril­
meyeceğidir. (2) Diğeri ise, köylerde, dağlık ve ormanlık gibi cemaat­
ten uzak yerlerde A ’rab gibi yaşayanlarla cihada iştirak etmeyenlerin
de feyden hisse alamayacaktan hususudur. (3)
Fey gelirlerinden kimlere atıyye ve yiyecek verileceğine dair Ebû
Ubeyd'in bu görüşleri, Hz. Ömer’in kurduğu Divan Teşkilâtı'nm Medi­
ne ve Taşradaki durumu ile aynilik arzetmektedlr. Yukarıdaki tespit­
lerimiz de bu hususu desteklemektedir. Burada, Ebü Ubeyd ve bizim
yukandaki tespitlerimizi destekleyen iki ayn rivayeti daha nakletmek
suretiyle bu bahsi tamamlamak istiyoruz.
Taberi'nin Seyf b. Ömer’den naklettiği aşağıdaki rivayet, Hz. Ömer’
in Divan Teşkllâtı’nda, yalnızca fütûhata iştirak edenlerle onların ya­
kın ve destekleyicileri olanlara atıyye bağlandığım göstermektedir. Bu­
na göre Hz. Ömer, şehirlerdeki halka atıyye bağlamıştır, bu şehirler:
Medâin, buranın halkı sonradan K ûfe’ye intikal etmişlerdir, Basra,
Dımaşk, Hıms, Ürdün, Filistin ve Mısır'dır. Fey, buralardaki müslüman
mücahitlere, onlara iltihak ve yardım edenlere, onlarla birlikte otu­
ranlara aittir. Yoksa onlardan başkasının değildir. Şehirleri fetheden­
ler, antlaşmalan yapanlar, vergileri alanlar onlardır.(4)
özetlediğim iz Seyf’in bu rivayetinden, yalnızca fey gelirlerinin dağı­
tılacağı zümreleri değil, aynı zamanda, yukarıda taşra teşkilâtım ele
alırken, Divan’m hangi şehir ve bölgelerde kurulduğunu yeniden, fey
gelirlerinden herkese verilmediğim tespit ettikten sonra, bir defa daha
tekrar etmiş oluyoruz.
Mâverdı, feyin dağıtımıyla ilgili olmak üzere dikkati çeken bazı
hususları belirtmektedir. Ona göre, feyin zekât alabilenlere, zekâtın
da fey alanlara verilmesi caiz değildir ve her İki gelirin sarf yerleri
ayn ayrıdır. Zekât alabilenler, hicret etmeyenler ile müslümanlann sa-
vaşmayanlanndan ve müslümanlan himaye etmeyenlerinden olanlar­
dır. Fey alanlar ise, hicret edenler ile müslümanlan koruyanlar, sa­

fi) Ebû Ubeyd. 332


(2 ) Ebû Ubeyd. 342
(3) Ebû Ubeyd. 335
(4) Taberi. I, 2414: aynca bkz. Puln. 102-105
160 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

vaşanlar ve düşmanla mücadele edenlerdir. «H icret» terimi, yalnızca


Islâmiyeti öğrenmek için vatanını terkedip Medine’ye gelenlere ıt­
lak olunur ve bunun hükmü Mekke’nin fethi ile sona ermiştir. Mekke’
nin fethinden sonra müslümanlar, Muhacir ve A ’rab diye ikiye ayrıl­
dılar, zekât alanlara, Hz. Peygamber zamanmda A ’rab; fey alanlara da
Muhacir adı verilirdi. Bu şekildeki bir taksim,
«Ben Muhacirim, A ’rabî değilim » şiirinde de ifadesini bulmuş­
tur.(1)
Böylece Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı’nı, merkezde Medine’de, di­
ğerlerini ise, İslâm fetihlerinin başlayıp devam ettiği, bir kısmı eski,
bir kısmı ise müslümanlann ordugâh şehir olarak inşa ettikleri ve
Suriye-Mısır ile Irak-İran’da kurdurduğunu tespit etmiş oluyoruz. Ay­
rıca Hicret ve Cihat şartlarının, devamlı atıyye ve yiyecek alınması
için şart olduğunu, Mekke’nin fethinden sonra, Hicretin yerini Ci­
hadın aldığım, Hz. Ömer’in, çeşitli bölgelerde yaşayan ve cihada iş­
tirak etmeyenlere feyden atıyye bağlamadığını da anlamış oluyoruz.

6 — H z. Ö m e r ’ den önce Divan Var mıydı?

Fey gelirlerinin müslümanlara dağıtılması için kurulan Divan


Teşkilâtı’nm hangi ihtiyaçlardan ortaya çıktığım ve Hz. Ömer’in Me­
dine’deki defterleri nasıl tanzim ettirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bir
çok kaynak, İslâm tarihinde, Divan’ı ilk defa kuran kimsenin Hz.
Ömer olduğunu zikretmektedir. (2) Ayrıca Hz. Peygamber ve Hz. Ebû
Bekr’in zamanlarında, gerek fey ve ganimet, gerekse zekât gelirlerinin
hemen dağıtıldığım da yukarıda belirtmiştik. Bununla birlikte, yine
kaynaklarda yer alan bazı rivayetler, Hz. Ömer’den önce Divan'a dair
bazı haberleri ihtiva etmektedir. Bu bakımdan, bu rivayetleri özetle ele
almak istiyoruz.
Hemen tamamı Hz. Peygamber zamanıyla ilgili bu rivayetlerin il­
ki, hicretten sonra Rasûlullah’ın: «Bana müslüman olanları yazınız»
şeklindeki İlk nüfus sayımma ait yazıya geçirme emridir. Bir başka ha­
dis, hanımı hacca gitmek isteyen bir sahabinüı: «B en orduya yazıt­

ıl) Maverdl, 122: A'rab İçin ayrıca bkz. Şeybânl, es-Slyeru’ l-Kebîr, I, 94-
95, 12G-127; Belâzuri. 561: İbn Haldun, I. 103 vd.
(2) İslam'da D iva n i İlk defa Hz. Ömer'in kurduğuna dair rivayetler İçin
bkz. İbn Sa’d, III, 282; Belâzuri, Ensab, II, 297 b; İbn Kuteybe, Uyun,
I, 198; Taberi, I, 2749; Cahşlyari, 16; Maverdi. 189; İbnO'l-Eslr. en-
Nibaye, II, 42; Makrlzi, I. 92; Kettânl, I, 225; Reyyls, 132-133; K a l-
kaşpndl, Subh, I. 91; İbn Tlktaka, 74-75; Nuveyri, V III, 196; İbn H al­
dun, I, 203
UZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ ıvı

dım» şeklindeki ifadesinden orduya katılanların yazı ile tescil edildik­


lerini gösteren hadistir. Bir diğer hadiste ise Hz. Peygamber’ln Hay-
ber'in fethi sırasında, müslümanlann sayısını tespit etmek üzere Zeyd
b. Sâbit’i vazifelendirdiği bildirilmiştir. Diğer bir hadiste ise, Tebük
seferi hazırlıklarından bahseden Kâ'b b. Mâllk'in, « Mücahitlerin kün­
yelerini Divan defterleri almıyordu» ifadesidir. Ayrıca zekât gelirleri­
nin ve Müellefe-i Kulûb’dan bazı kimselerin hisse alacaklarına dair
yazılı vesikaların Hz. Peygamber zamanında bulunduğu hususundaki
rivayetler de bu meyanda zikredilmektedir.! 1 )

Hz. Ömer’in ilk defa Divanu'l-Ceyş'l kurduğunu belirten Kalka-


şandî, Hz. Peygamber’in zekât mallarını, borç ve diğer muamelelerini
yazan bazı kâtiplerin isimlerini zikrettikten sonra, eğer bunlar doğ­
ru ise, Hz. Peygamber zamanında da divanlar vardı demek oluyor şek­
linde bir ifadenin arkasından, ancak o dönemde bunların şöhretr ve
yaygınlığı yoktu demektedir. (2)
Hz. Peygamber zamanı için bu haberlerin, İslâm Devletl'nin te­
şekkül yıllarında, müslümanlann yazılması, nüfus sayımının yapıl­
ması, bilhassa orduya katılanların tespiti gibi hususlarda büyük bir
ehemmiyeti vardır. Ayrıca devlet hizmetlerinde yazının kullanılması,
bu rivayetlerdeki haberlerle daha çok sahaya yayıldığını bize açık ola­
rak göstermektedir. Bilhassa savaş hazırlıktan esnasında orduya katı-
lanlann tescili haberleri gayet mühim gelişmelerin vuku bulduğunu
göstermektedir. Ancak Hz. Ömer'in Divan’ında yer alan, sabit bir mik­
tar atıyyenln yılda bir defa verilmesi karan ile orduların muvazzaf
hale getirilmesi demek olan devamlı defterlerin Divan ismi altmda dü­
zenlenmesi, hiç şüphe yok ki Hz. Peygamber zamanında uygulanma­
mış bulunan hususlardır. Esasen bu haberler içerisinde, orduya katı-
1anların tescili dışındakiler, Hz. Ömer’in kurduğu Divan’a değil, daha
çok Divanu’l-İnşa’ya menşe ve mebde’ teşkil edecek şeyler ve gelişme­
lerdir. Hz. Peygamber'in ilk yazılı Anayasayı meydana getirmesi, mua­
hedeleri yazdırması, bazı kimselere ikta olarak verilen topraklarla mü-
ellef-i Kulûb’dan bazılarına yazılı vesikalar vermesi hep aynı neviden
gelişmeler olup Hz. Peygamber'in, yaşadığı muhitte İlk defa devlet iş­

li) İbn Sa'd, I. 107; Buhâri, IV, 18, 33-34; V. 130; MUsUm. V III. 266:
Kalkaşandi, I, 91; Maknzi. I, 92; Nuveyrl, V III, 196; Muhammed KUrd
Ali, II, 102; Okiç, İslâmlyette İlk Nüfus Bayımı, 11-19; Puln, 57-62;
AH Yardım, Hadis, n . 14-15; Kettanl, I, 226-229 ve 220-227; Hz. Pey­
gamber’ln devamlı atlyye verdiğine dair bir rivayete rastlayamadık;
ayrıca bkz. Puln, 42-62, 69-70; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II.
1040-1041, 1064
(2) Kalkaşandi. I. 91

F. : 11
162 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

lerinde yazı ve vesikayı bu kadar yaygın hale getirdiğini bize göster­


mektedir.
Nitekim Hz. Ömer'in Divan Teşkilâtı’m kurmasına yapılan bazı
itirazlar, Hz. Peygamber zamanında, bu anlayışta bir dağıtım sistemi­
nin bulunmadığını bize açık bir şekilde göstermektedir. Şöyle ki, Hz.
Ömer Divan defterlerini yazdırınca, Ebû Sufyan’ın fey gelirlerinin bu
şekilde dağıtılmasına karşı çıktığı ve Hz. Ömer’e şunlan söylediği ri­
vayet edilmiştir:
o Bu Divan, Beni’l-Asfar’ın (Rum lar) divanı gibi mi? Eğer sen in­
sanlara para tahsis edersen onlar Divan’a güvenirler ve ticareti terkeder-
ler.n Bunun üzerine Hz. Ömer:
ıcBundan başka çare yok, şüphe yok ki müslümanların leyi çoğal­
mıştır » diye cevap vermek durumunda kalmıştır. (1)
Hakim b. Hizam da, Hz. Ömer’e Divan’ı kurup atıyye tayin etmeyi
kararlaştırınca, Ebû Sufyan’ınkine benzer bir itirazda bulunmuştur.
O, Kureyş’in ticaretle uğraştığını, eğer halife onlara atıyye verirse ti­
careti terkedeceklerini, ayrıca Hz. Ömer’den sonra gelecek birisinin
atıyyeden onları mahrum bıraktıkları takdirde, Kureyşlilerin ticareti
ellerinden çıkarmış olacaklarım söylemiştir. (2)
Şayet Hz. Peygamber zamanında Divan Teşkilâtı olsaydı, bu şe­
kilde bir itiraz söz konusu olmazdı.
Öte yandan bazı kimseler, Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekr zaman­
larında Divan Teşkilâtı olmadığından, Hz. Ömer’in böyle bir müessese
kurmasını bid’at olarak göstermişler, bazıları da buna, bid’at, iman ve

(1) Belâzuri, 560


(2) İbn Asakir, Tehzıb, IV. 421; Said el-Efğanî'nln Esvâku’l-Arab (s. 146) ad­
lı eserinden naklen alınmıştır. Muhammed Hüseyin Heykel, Mekke eşra­
fından ve uzak görüşlü bir kimse olan Hakim’ln İkazına Hz. Ömer’in
kulak vermeylşini tenkit etmekte ve Arap yarımadası halkının atıy-
ye yüzünden, kahramanlıktan ticarete dönemediğini ve günümüze ka­
dar da Hicaz'ın çorak kaldığını İddia etmektedir. el-Farûku Ömer,
II. 229-230. Biz burada, dar bir sahada kalmayı tercih etmekteyiz.
Asırları içine alan ve afakî olduğuna inandığımız böyle bir tenkide
cevap vermek istemiyoruz. Ancak burada şu kadarını İfade edelim ki.
gerek Ebû Sufyan, gerek Hakim, zenginliğin yaygınlaşmasına, hayat
seviyesinin yükselmesine karşı çıkan dişli zengin sermayedarların an­
layışını dile getirmiş, belki de Mekkelllere verilmeylşinl kıskanmış
görünüyorlar. İhtiyaç ve zaruret insanı her zaman harekete geçirir,
Arapların bunun dışında düşünülmesi için de bir sebep olmasa ge­
rekir. Bu bakımdan, asırların yükünü, Hz. Ömer'e yüklemeyi yalnız­
ca İnsafsızlık değil, aynı zamanda haddini bilmezlik olarak kabul
ediyoruz.
HZ. ÖMER (R A .) DEVRİ 163

ibadetlerde olur; aynca nassın menettiği hususlar İçin bid'at söz ko­
nusudur, diye cevap vermişlerdir. (1)
Bütün bu hususlar, İslâm tarihinde İlk Divan Teşkilâtı'nı Hz.
Ömer’in kurduğunu açıkça göstermektedir.

di A tıyye Verilen Kimseler ve Atıyye M iktarları ■

Hz. Ömer’in tayin ve tespit ettiği atıyye miktarları hakkında, kay­


naklarda oldukça farklı rivayetlerin bulunduğunu görüyoruz. Bu hu­
sustaki farklılıkların sebebini anlamak oldukça zordur. Meselâ, Bedir
Gazvesine iştirak eden Muhacirler İle Ensara, yıllık beşer bin dirhem
atıyye tespit edildiği haberi yanında, Muhacirlere beş, Ensara dört ve­
ya Muhacirlere beş, Ensara üçer bin dirhem tahsis edildiği şeklinde
farklı rivayetlerin, aynı eserde yer aldığına şahit olmaktayız.(2) Bu
bakımdan Hz. Ömer’in kararlaştırdığı atıyye miktarlarına dair, tespit
edebildiğimiz bütün rivayetleri, farklı şekilleriyle birlikte göstermeye
çalışacağız.
Diğer taraftan en fazla atıyye alanlar ile Bedir ehlinden önce,
Hz. Peygamber'in amcası Hz. Abbas ve Ümmehat-ı mü’mlnin'ln daha
önce yazılıp yazılmadıklarında da ihtilâf vardır.
Aynca Bedir’den sonra, Bedir’e İştirak etmeyenler ile Hudeyblye,
Hudeybiye-Mekke’nln Fethi, İrtidat savaşlan-Kadlsiye arası, Kadislye -
Yermuk'a katılanlar-Kadislye sonrası ve diğerleri şeklinde sıralama­
nın yapıldığını görüyoruz. (3)
Bu arada Hz. Ömer'in, annesi veya babasmın hizmetine veya Hz.
Peygam bere yakınlığına göre daha fazla atıyye verdiği genç sahabî-
lerln bulunduğuna da şimdiden işaret etmek istiyoruz.
M iktar bakımından en fazla atıyye alanlardan, Hz. Peygamber'in
amcası Hz. Abbas’dan başlamak istiyoruz.

Hz. Abbas :

Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas için farklı rivayetler bulun­


maktadır. Bunlar arasmda en fazla yaygın olanı, ona on İki bin dir­
hem tahsis edildiği şeklindeki rivayettir.

(1 ) Rahbi, I. 195; Bıltacı. 383-3S4


(2 ) Ebû Yusuf. I. 311, 312. 325; Ebû Ubeyd. 320. 321; çok farklı bir sırala-
ma ve miktarlar İçin bkz. Taberi, I, 2412-2418
(3) Taberi. I. 2412-2413
164 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Diğer bazı rivayetlere göre ise, Hz. Peygamber’in hanımları dışın­


da, fazla atıyyeden Bedir ehli dışında hiç kimseye verilmediği ve Hz.
Abbas’a da beş bin dirhem tahsis edildiği ifade edilmiştir. Ayrıca Hz.
Abbas’a üç bin, yedi bin veya yirm i beş bin dirhem tahsisine dair yay­
gın olmayan bazı rivayetler de bulunmaktadır.(l)

Hz. Peygamber’in Hanımları :

Hz. Ömer, Divan Teşkilâtı’nda atıyye verdiği kimseler arasında


en fazla miktarı, Hz. Peygamber’in hanımlarına tahsis etmiştir. Sa-
fiyye ile Cüveyriye hariç Hz. Peygamber’in hayattaki hanımlarına on
ikişer bin dirhem, Safiyye ile Cüveyriye’ye ise altışar bin dirhem veril­
mesini kararlaştırmıştır. Peygamber’in bu iki hanımı, Hz. Ömer'e iti­
raz ettiler ve bu m iktarı kabul etmediler. Hz. Ömer kendilerine: «Ben,
diğerlerine hicret ettikleri için on ikişer bin tahsis e ttim » dediyse de
onlar: «H ayır! Sen omlara, Rasûluüah’m yanındaki m evkileri dolayısıy­
la bu m iktarı tahsis ettin, biz de onlar gibiyiz» dediler. Hz. Ömer onla­
ra verilen tahsisatın gerçek sebebinin Hz. Peygamber’in hanımları ol­
malarından üeri geldiğine ve bu iki Peygamber hanımının da, diğerle­
rinin durumunda kalsalardı, hicret edeceklerine kani oldu. Ayrıca Hz.
Âişe, Hz. Ömer’e: «Rasûlullah her hususta bizler arasında eşit davra­
n ırd ı» diye söyleyince, halife onların atıyye miktarını da on ikişer bi­
ne çıkardı. (2)
Yaygın olan bir diğer rivayete göre ise, Hz. Âişe’ye on iki bin, di­
ğer hanımlarına ise onar bin dirhem tahsis edilmiştir. (3)
Hz Peygamber’in hanımları, atıyyelerini almaya, birbirlerini takip
ederek gelirlerdi. (4)
Hz. Peygamberim hanımlarından Zeyneb binti Cahş'a on iki bin
dirhem olan atıyyesi getirilince, bu paranın diğer Hz. Peygamber ha­

di Ebû Yusuf, I. 313-314. 31S; İbn Sa'd, III, 297; Belâzuri, 551; Ya'kubi,
II. 143; Taberi, I. 2413; Maverdi. 191
(2) Ebu Yusuf, I, 312-313. 325; Ebû Ubeyd. 320-321. 343-344; burada. Sa­
fiyye ile CUveyriye'ye cariye olduklarından dolayı altışar bin veril­
diği zikredilmiş, diğerleriyle aynı seviyeye getirildiği belirtilmiştir:
ayrıca bkz. İbn Sa'd. III, 297, 300, 304: Fesevi. I, 463; Belâzuri, 551.
555, 557; Taberi, I, 2413
(3) Ebu Yusuf, I. 320; Ebû Ubeyd, 321-322; burada, Safiyye ve Cüveyriye'
ye altışar bin zikredilmiştir. İbn Sa'd, V III, 67: Belâzuri. 548, 556,
557; Maverdi. 191
141 Belâzuri. 548
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 165
mmlarına, kendisi tarafından dağıtılacağını zannederek şunları söyle-
miştir:
«Allah, m ü’minlerin emirini affetsin! Arkadaşlarımın arasında,
banlan taksime benden daha muktedirleri vardı!» Bunun üzerine ona,
bu malların hepsinin kendisine ait olduğu bildirildi. Hz. Zeyneb, para­
ların yere dökülmesini, üstünün kapatılmasını emretti. Sonra da bu
paralan, çeşitli ailelere avuç avuç dağıtılmasını istedi. Paralan bölüş­
türen kadın kendisine: « Görüyorum ki beni unutuyorsun, benim de
sende hakkım var» deyince Hz. Zeyneb: «Ö rtünün altında kalanlar da
senin olsun» dedi. Geriye, seksen beş dirhem kalmıştı. Hz. Zeyneb da­
ha sonra ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
«Ey A llah'ım ! Ömer’in atıyyesi, bu seneden sonra, bir daha bana
ebediyyen ulaşmasın!» Hz. Zeyneb, Hz. Peygamber’in hanımları içeri­
sinde, ona ilk kavuşanı olmuştur, o, aynı zamanda Hz. Peygamber’in
hanımları arasında en fazla cömert olanı ve hayır sahibi id i.(l)
Hz. Ömer'in tahsis ettiği atıyyelerin miktarlarını, diğer kaynak-
lardakilere göre oldukça değişik şekillerde nakleden Ya'kubi, Hz. Pey-
gamber’in hanım ları için de şu miktarları zikretmektedir: Hz. Pey­
gamber’in hanımlarına altışar bin, Aişe, Ümmü Habibe ve Hafsa’ya ise
on ikişer bin, Safiyye ve Cüveyriye'ye beşer bin atıyye verilmiştir.(2)

Bedir E h li:

Hz. Ömer, İslâm tarihi ve Hz. Peygamber’in hayatında çok mü­


him bir yeri olan Bedir gazvesine iştirak edenleri, atıyye tespiti için
esas kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in hanımları ve amcası Hz. Abbas
dışında, en fazla atıyyenin, bu gazveye iştirak edenlere tahsis edildiğini
görüyoruz. Rivayetlerin ekseriyeti, başta Kureyşli Muhacirler ve En-
sar olmak üzere, Benî Hâşim kabilesinden başlamak şartıyla Bedir
gazvesine iştirak eden herkese, ister Arap, ister Mevlâ olsun, Hz. A li’
den başlanarak, yıllık beşer bin dirhem atıyye verilmesinin kararlaş­
tırıldığım bildirmektedir. (3)
Bununla birlikte, bazı rivayetlerde, Bedir’e katılan Muhacirlerle

(1) Ebû Yusuf, I. 326-328: Ebü Ubeyd. 320: İbn Sad. III. 300-301: V III.
109-110; Hz. Zeyneb. hicretin 20. yılında vefat etmiştir: bkz. İbn Sad.
V III. 115: Belâzuri. 555
(2) Ya’kubi. II. 143
(3) Ebû Yusuf. I. 311-312. 319; Ebû Ubeyd. 322. 335; İbn Sa d. III. 206:
Belâzuri. 550, 556-557; Maverdi. 191: Taberi. I, 2412
166 doğuştan günümüze B U Y U K İS LA M T A R İH Î

onların Mevlâlarına beşer bin, Ensara ve onların Mevlâlanna İse dör­


der bin dirhem tahsis edildiği de nakledilm iştir.(l)

Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin :

Hz. Ömer, Bedir gazvesine iştirak etmemiş olmalarına rağmen, Hz.


Peygamber'in torunları Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin’e beşer bin dirhem
tahsis etmiş ve onları, Rasûlullah'm katındaki durumlarım dikkate ala­
rak babalarına ilhak etmiştir. (2)
Seyf b. Ömer'in rivayetinde, Ebû Zerr el-Gıfârî İle Selman-ı Fârisi’
ye de. Bedir ehli gibi beşer bin dirhem tahsis edildiği haber verilmek­
tedir. (3)

D ört B in D irhem Atıyye Alanlar :

Hz. Ömer, Bedir gazvesine iştirak edememiş olan ve fakat onlar g i­


bi erken bir dönemde İslâmiyeti kabul etmiş olan sahabelerle, Uhud
gazvesine katılmış veya Habeşistan'a hicret etmiş olanlara, yıllık dört
bin dirhem atıyye tespit etmiştir. (4)

Üsâme b. Z e y d .

Hz. Ömer’in tespit ettiği atıyye miktarlarına, bazı itirazlar da


olmuştur. Bu hususta en güzel ömek, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah'ın
itirazıdır. Zeyd b. Hârise’nin oğlu Üsâme’ye dört bin dirhem, kendisine
ise üç bin dirhem tahsis edildiğini öğrenen Abdullah b. Ömer, baba­
sına şunları söylemiştir:
« Babacığım! Neden Üsâme’ye, benden bin dirhem fazla verdin? Be­
n im babamın İslâm’da onun babası kadar geçmişi yok mudur? Benim
de onun kadar üstünlüğüm yok m udur?» Hz. Ömer oğluna şu karşılı­
ğı vermiştir:

(1) Ebû Ubeyd. 321: tbn Sa'd, III, 300-304: Fesevi. I. 463: Belâzuri, 548,
555-557: Ya'kubi. II. 143: burada Muhacirlere Uç bin, Ensara dört
bin rivayeti var: Sûli. 191; Bedlr'e İştirak edenlerin hepsine altışar
bin şeklindeki rivayet İçin de bkz, Ebû Ubeyd, 321: Belâzuri. 556-557
(21 Ebû Yusuf. I. 314-315. 321: Ebû Ubeyd. 320
(3) Taberi. I, 2413
(4) Ebû Yusuf. I. 312. 319-320: İbn Sa'd. III, 296: Belâzuri. 550; Taberi.
I. 2412
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 167

«Üsâme’nin babası, Rasûlullah’a senin babandan daha sevgili, Üşü­


me de senden daha sevgili i d i ! » ( l )

M uhacir ve Ensar Çocukları ve Ömer b. Ebi Seleme :

Hz. Ömer, Muhacir ve Ensann çocuklarına ikişer bin alıyye ve­


rilmesini kararlaştırmış olmasına rağmen, (2) meselâ Ömer b. Ebi Se-
leme’ye üç bin dirhem atıyye tayin etmiştir. Ebû Yusuf’un eserinde yer
alan bir haber, bunun gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır:
«Ömer b. Ebi Seleme, Hz. Ömer’in yanına gelince: «Ona, bin dir­
hem daha jazla verin» dedi. Bunun üzerine Muhammed b. Abdullah
b. Cahş, Hz. Ömer’e: « Onun babasında olmayan üstünlük, bizim baba­
larımızda vardı» dedi. Hz. Ömer ona şu şekilde cevap verdi: « Onun ba­
bası Ebû Seleme sebebiyle kendisine iki bin, annesi Ümmü Seleme se­
bebiyle de bin dirhem artırdım. Eğer senin de Ümmü Seleme gibi bir
annen varsa, sana da bin dirhem jazla v e ririm .»(3 )

Üç Bin Dirhem ve Daha Az Atıyye Alanlar :

Mekke'nin fethinden önce hicret edenler ile lrtidat savaşlarından


Kadisiye’ye kadarki savaşlara katılanlara üç bin, Mekke’nin fethinden
sonra hicret edenlerle Kadisiye ve Yermuk savaşlarına katılanlara iki
bin, şiddetli mücadelelere iştirak etmiş olanlara iki bin beş yüz; K a ­
disiye ve Yermuk sonrası savaşlara katılanlara bin, geriye kalanların
da atıyyeleri, durumlarına göre, üç yüz ile beş yüz dirhem arasında de­
ğişen miktarlarda tespit edilmiştir. (4)

Kadınlar:
Hz. Ömer, müslüman kadınlara da feyden atıyye vermiştir. O, ilk
Muhacir kadınlardan Esma binti Umeys, Esmâ bintl Ebi Bekr ve Ab­
dullah b. Mes’ud’un annesi Ümmü Abd'e biner dirhem tahsis etmiş-

(1 ) Ebû Yusuf. I. 314: Ebû Ubeyd. 323-324: burada, miktarlar İki bin
ve bin beş yllz şeklinde rivayet edilmiştir kİ, doğru olmasa gerekir.
İbn Sa’d. m . 297: Belâzuri. 551. 558-559: Y a ’kubi. II. 143; burada.
Abdullah b. Ömer'e beş bin. Hz. Ömer’in kendisine İse dört bin dir­
hem atıyye tahsis ettiği zikredilmektedir; Maverdl, 191
(2) Ebû Yusuf, I, 315; tbn Sa’d. III. 296, 297; buradaki rivayette bu
(ocukların Bedlr’e katılanlannki oldukları şeklinde bir tasrih bulun­
maktadır; Belâzuri, 550-551
(3) Ebû Yusuf, I. 315, 320-321; İkinci rivayette dört bin dirhem şeklin­
dedir; ayrıca bkz. İbn Sa’d. III, 297; Belâzuri, 551
(4) Ebû Yusuf. I, 321; İbn Sa’d, İÜ , 297, 304; Fesevi. 1 , 463; Belâzuri.
551; Taberi, I. 2412-2413; Maverdi, 191
168 doğuştan günümüze HUKUK İSLAM TARİH İ

tir. (1) Bunlara üçer bin dirhem bağlandığı da rivayet edilmiştir. Ay­
rıca Hz. Peygamber’in halası Safiyye binti Abdilmuttalib’e altı bin,
Ümmü Kelsum binti Ukbe’ye bin dirhem atıyye bağlanmış olduğunu
öğreniyoruz. (2)
Muhacir ve Ensarrn kadınlarına, durumlarına göre, altı yüz, dört
yüz, üç yüz ve iki yüz dirhem, (3) bazı kadınlara da ikişer bin atıyye
tahsis edildiği rivayet edilmiştir. (4)
Seyf b. Ömer, Bedir ehlinin hanımlarına beş yüzer, Hudeybiye'ye
kadar müslüman olanların hanımlarına dört yüzer, daha sonrakilere
üç yüzer, Kadisiye’ye katüanlann hanımlarına iki yüzer ve diğerlerine
de aynı seviyede olmak üzere atıyye bağlandığını rivayet etmektedir. (5)
Hz. Ömer, Hz. Peygamber ile Hudeybiye'de bulunmuş H ııfaf b.
Eyma’mn bedevi kızına leyden hisse vermiştir. Bu kadın Hz. Ömer’e
gelmiş ve «E y M ü ’m inlerin E m in ! Ben H ııfaf b. Eyma’n ın kızıyım, ba­
bam Rasûlullah ile Hudeybiye'de bulunmuştur» dedi. Hz. Ömer: «Y a ­
kın akrabalık» dedi ve bu kadına yiyecek ve giyecek verilmesini emret­
ti. Orada bulunanlardan birisi: «B u kadına fazla ihsanda bulundun»
deyince Hz. Ömer:
«Babası Rasûlullah ile Hudeybiye’de bulunmuş, belki de şu şu şe­
hirlerin fetihlerine iştirak etmiştir. Binaenaleyh onun bunda hissesi
vardı, biz bu şehirlerden cizye de alıyoruz. Şu halde ona bundan ver­
meyeyim m i? » karşılığını vermiştir. (6)

Ç ocuk lar:

Hz. Ömer, yeni doğan çocuklara da feyden hisse ayırmıştır, buna


göre yeni doğana yüz, çocuklukta iki yüz dirhem, erginlik çağma ula­
şınca daha fazla yıllık atıyye verilmesini kararlaştırmıştır.
Hz. Ömer, daha önce, çocuklara sütten kesildikten sonra atıyye
bağlamıştı. Medine’de yaptığı meşhur teftişlerinden birinde, devamlı
ağlayan bir çocuğa rastladı. Annesinden ağlamasının sebebini sordu.

(1) Ebû Ubeyd, 322. 344; İbn Sa'd. III, 298, 304; Belâzurl, 556. 558, 552;
Vâkıdî’den naklen İki Muhacir kadına Uç bin dirhem olduğu riva­
yet edilmektedir.
(2) İbn Sa'd, III, 2S7-298; Belâzurl, 552; Taberi, I, 2413
(3) Ebû Yusuf, I, 321
(4) Ebû Yusuf, I. 322; burada bizim kullandığımız metinde «kadınlar»
tercümeye esas alınan metinde İse «erkekler» şeklindedir, İbarenin
gelişine göre, kadınlan tercih ettik, kadınlar İçin farklı miktarlara
örnek olmak üzere bkz. Ya'kubi, II, 143
(5) Taberi, I, 2413
(6) Ebû Ubeyd, 373
HZ. ÖMER (R.A_) DEVRİ 169
Kadın, yavrusunun bir an önce atıyyesini alabilmesi İçin erken sütten
kestiğini ve çocuğun bundan dolayı ağladığını söyledi. Bunun üze­
rine Hz. Ömer, çocuklara doğar doğmaz fey gelirlerinden atıyye bağ­
lanmasını emretti. (1) Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’e, ço­
cuğa ne zaman atıyye verileceği sorulduğunda, o: vDoğar doğmaz
çığlık atınca» şeklinde cevap vermiştir. (2)
Hz. Ömer bu kararım, Medine’de münâdiler vasıtasıyla şu şekilde
İlân ettirmiştir: «Çocuklarınızı sütten kesmekte acele etmeyiniz, biz
müslüman doğan her çocuğa atıyye veriyoruz.» Hz. Ömer bu hususu,
diğer bölgelere de bildirdi. (3)

M e v â li:

Hz. Ömer azat edilmiş kölelere (M evâli) fey gelirlerinden hisse


vermiştir. O mevâliyi, kendilerini azat edenlerle aynı seviyede kabul
etmiştir. Bundan dolayı Bedir gazvesine iştirak eden mevâliye, Muha­
cir ve Ensar gibi, beşer bin dirhem atıyye verilmesini kararlaştırmıştır.
Ayrıca o, ordu kumandanlarına yazdığı mektupta; mevâliden müs­
lüman olanları, kendilerini azat edenlerin Divan defterlerine yazma­
larım, eğer yalnız başlarına, müstakil şekilde yazılmayı arzu ederlerse,
öyle yapmalarını ve kendilerini azat edenlerle aynı seviyede tutmaları­
nı emretmiştir. (4) Bu husustaki Bilâl-i Habeşî örneğine yukarıda işa­
ret etmiştik. Mevâliden Ammar b. Yâslr’e altı bin, Selmân-ı Fârisi'ye
dört bin, Hürmüzan’a(5 ) ise iki bin dirhem atıyye verildiği rivayet
edilmiştir. Hz. Ammar’m atıyye miktarına ait rivayette mübalağa ol­
duğu açıktır. Selmân-ı Fârisî’ninkinde ise, yukarıda zikrettiğimizden
daha az bir miktarın zikredildiğini görüyoruz. (6) Hz. Ömer, mevâli­
den birisine atıyye vermeyen âmiline:
«İnsanın müslüman kardeşini hakir görmesi, ne kadar kötüdür...»
diye bir mektup yazdığı rivayet edilmiştir. (7)

K ö le le r:

Hz. Ömer, kölelere fey gelirlerinden hisse ayırmamıştır ve bu hu­

r i) Ebû Yusuf. I. 332: Ebû Ubeyd. 33B-343; İbn Sa’d, I I I. 298. 301: Be-
lâzurl, 552, 562; burada, on dinar şeklindedir. Belâzurl. Ensab, 303 b:
Maverdf. 191-192
(2) Ebû Ubeyd, 338: Belâzuri, 563
(3 ) Ebû Ubeyd. 338: tbn Sa'd. I I I 301
(4 ) Ebû Ubeyd, 335-357; Belâzurl, 559-560
(5) Ebû Ubeyd, 337: ayrıca bkz. 166-167: Belâzuri, 560
(6) Taberi. I, 2413
(7) Ebû Ubeyd, 559
170 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

susu: dSahip olduğunuz köleler müstesna» diye de ifade etmiştir. K ö­


lelerin mülkiyet hakkı bulunmadığından ve onların malı sahiplerine ait
kabul edildiğinden Hz. Ömer bu kararı almıştır.
Bununla birlikte Hz. Ömer, Bedir gazvesine iştirak eden üç köle­
ye üçer bin dirhem atıyye vermiştir. Böylece o, bazı kölelere, cihada iş­
tiraklerinden dolayı farklı davranmıştır. Aynı şekilde Hz. Peygamber
de Hayber ganimetlerinden kölelere hisse vermişti. (1)
Atıyye verilmesine karar verilen zümreleri yukarıda ele almış
bulunuyoruz. Burada, kaynaklarda yer alan, K ur’an-ı K erim ’i okuma­
yı bilenlere atıyye verilmesi hususundaki bazı haberler üzerinde dur­
mak istiyoruz. Hz. Ömer’in, müslümanların derecelerine, ICur’an oku­
malarına ve cihada iştiraklerine göre atıyyeler tahsis e ttiğ i(2) rivayet
edilmiştir. Bu konudaki bir başka haber ise şöyledir:
«Ömer b. el-Hattab, âmillerinden bir kısmına şöyle bir mektup
yazdı: « İnsanlara K utan öğrenmelerine göre atıyye ver.» Valilerden
birisi halifeye şu şekilde cevap verdi: « Bazıları, Kur’an’ı öğrenmek is­
temedikleri halde, sırf para almak için onu öğreniyorlar.» Bunun üze­
rine Hz. Ömer: «İnsanlara iyiliklerine ve sahabi oluşlarına göre atıyye
ver, şeklinde cevap verdi.» (3)
Diğer bir rivayete göre, Sa’d b. Ebî Vakkas’ın, Kur'an öğrenene
iki bin dirhem vereceğim dediğini haber alan Hz. Ömer: «Vah vah!
Allah’ın kitabı üzerine mi atıyye veriyor» diye üzüntüsünü ifade et­
miştir. (4)
Bu haberlerden anladığımıza göre, Hz. Ömer'in K ur’an öğrenmek
veya ezberlemek gibi hususlara göre atıyye verdiğini kabul etmeye im ­
kân olmadığmı düşünüyoruz. Esasen Medine'deki Divan’m kuruluşu­
na dair haberler arasmda, bununla ilgili hiç bir işarete rastlamlma-
ması, bu görüşü doğrulamaktadır.

e) A tıyyelerin Dağıtımı s
Atıyyelerin dağıtım ve teslimine ait tespit ettiğim iz bazı haberleri
de burada ele alalım. Hz. Ömer, Medine’deki Ensara ait atıyyelerin
dağıtılması vazifesini, Zeyd b. Sâbit’e vermişti. O da, önce Medine'

(1) Ebû Ubeyd. 346-347: Belazuri. 5G3: ayrıca bkz. Maverdi. 124
(2) ibn Sa’d. III. 297: Belazuri. 551
(3) Ebû Ubeyd. 371-372
(4) Ebû Ubeyd, 372: aynı rivayet aynı râvlden biraz değişiklikle. Belazuri'
de şu şekildedir: «Bunun üzerine Ömer ona yazdığı mektupta: K im ­
seye Kur’an’ı okumasına göre atlyye verme! diye )pmlr verdi.* Fütiı-
bu’l-Buldan. 558
HZ. ÖMER (R A ) DEVRİ 171

nin etrafındakilerden yani evleri » « v olanlardan başlayıp sıra İle


el-Avâll halkına, sonra Beni Abdi'l-Eşhel, Evs ve Hazrec kabilelerine,
sonunda da, Mescld-i Nebevi etrafında oturan kendi kabilesi Beni M e­
lik b. Neccar’a atlyyelerlnl dağıtırdı. (1)
Hz. Ömer, bazı bölgelerin atıyyelerinl bizzat kendisi dağıtırdı. O,
Huz&alılann divan defterini yanına alır, Mekke yakınındaki Kudeyd'e
kadar İner, oradaki evli, bekâr, dul kadınlar dahil, atıyyelerinl elle­
rine teslim ederdi. Sonra Usfan'a gelir, orada da aynı şekilde atıyye-
lerl tevzi ederdi. O, vefat edinceye kadar, bu şekilde hareket etti. (2)
Hz. Ömer, atıyyelerin teslimi sırasında, tacirlerin zekâtını içinden
alırdı. Bu haberi nakleden râvl, tacirin görünen ve görünmeyen ser­
vetinin zekâtı hesap edildikten sonra, zekât borcunun atıyyeslnden
alınması cihetine gidildiğini haber vermektedir. (3)
Kûfe'deki bazı kabilelerin atıyyelerindekl fazlalıkların ve şikâ­
yete sebep olan miktarların düzeltilmesini Sa'd b. Ebi Vakkas, Hz.
Ömer’den istedi, o da, dirayetli ve nesep ilmine vakıf bazı kimseleri
ve bunlar arasında Sald b. Nimra 11e Meş’ale b. Nuaym’ı gönderdi.
Onlar gerekil düzeltmeleri yaptıktan başka, yüz bin dirheme müstehak
olanlara atıyyelerinl dağıtmak üzere. Arif, Nakib ve Emin adı verilen
ve bu zümreleri iyi tanıyan kimseleri görevlendirdiler. Onlar atıyyele-
ri sahiplerinin evine kadar götürüp teslim ederlerdi. (4)
Hz. Ömer'in zamanında feyin dağıtımı, gerek atıjfye ve gerek yiye­
cek almak üzere, çeşitli bölgelere tayin edilen âmillerin yerine getir­
diğini ve onların görevleri arasında bu hususun da bulunduğunu gö­
rüyoruz. Hz. Ömer okuduğu bir hutbede, çeşitli bölgelere gönderdiği
âmillerinin vazifelerini şu şekilde sıralamıştır.
«... Ben anlan, halka dinlerini ve peygamberlerini öğretsinler,
kendilerine adaletle davransınlar, onlara leylerini dağıtsınlar ve hal­
kın idaresinde bir torlukla karşılaşırlarsa bana bildirsinler diye gön­
d e rd im ...»(S )
Hz. Ömer, bölgelerdeki fey dağıtımıyla ilgili şikâyetlere de has­
sasiyet gösterir, gerekirse düzeltmeler de yapardı. Buna dair Kûfeli-
lerle ilgili bir misali yukarıda zikrettik. Aynı şekilde Basralılar da, atıy-
yelerinin aylığından şikayet ettiklerinde Hz. Ömer, onların atıyyeleri-

(1) Ebü Yusuf, I. 32S


(2) İbn Sa'd. III. 298; Belizuri, 552-853; Taberi. I. 2752
(3) Ebû Ubeyd, 580-581
(4) Taberi, I, 2495-2496
(5) İbn Sa’d, III. 336; Baltacı, 413-415
172 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

ni iki bin dirheme yükseltm iştir.(l)


Hz. Ömer, şarap içtiğinden dolayı Vahşi’y l Divan’dan çıkartmış ve
kendisinin atıyyeslni kesmiştir. (2)

f) Fey’den A y lık Y iyecek V e rilm e s i:

Hz. Ömer, fey gelirlerinden yıllık atıyyeler yanında, her şahsa,


ister erkek, ister köle, ister mevâliden olsun, aylık yiyecek verilmesi­
ni de kararlaştırmıştır.
Bir insanın aylık yiyecek ihtiyacını tespit için Hz. Ömer, otuz fa­
kir kimseyi topladı, onlara öğle yemeğinde bir cerib yemek ve ekmek
verdi, onların doyduğunu gördü. Aynı kimselere akşam yemeğinde de
aynı miktarda yemek çıkardı, bu seferde onlarm karınlarının doyduğu­
nu görünce, bir ailedeki her şahıs için, aylık iki cerib yiyecek tahsis
etti. (3)
Hz. Ömer, Medine'de, bir gün minbere çıkıp bu kararını şu şekilde
ilân etmiştir.
«... Sislere atıyyelerinisi ve aylık erzakınızı tahsis e ttik ...» Bu sı­
rada Hz. Ömer elinde bulunan tartı aletlerini göstererek: «K im bun­
ları eksik tartarsa, Allah onu şöyle şöyle yaysın» diye eksik tartanlara
beddua etmiştir. (4)
Ebû Ubeyd, Hz. Ömer’in Beytülmâl’den haklan olmadığı halde
kölelere yiyecek tahsis etmesini şu şekilde açıklamaktadır: Kölelerin
sahipleri üzerlerine farz olmadığı halde, köleler için zekât vermişler­
dir. Hz. Ömer de, kölelere yiyecek tahsis ederek onlara ihsanda bu­
lunmuştur. (5)
Hz. Ömer, Medine’ye Mısır’dan deniz yoluyla yiyecek getirtmiş
ve zahire ambarı tesis etmiştir. (6) Amr b. el-Âs da Mısır’da «Daru'r-
Rızk» adı ile bir ambar kurmuştur. (7)

(1) Taberi, I, 2540; Basra’daki dağıtım İçin bkz. S. Ahmed el-Ali. 47-48,
114-115
(2) İbn Hlşam. II, 73
(3) Ebiı Yusuf, I. 335: Ebû Ubeyd, 351-353; burada yiyecek miktarları
İçin farklı ölçeklerin kullanıldığım görüyoruz. İbn Sa’d, III. 305; Fe-
sevi, I, 465; burada, Hz. Ömer'in el-Câblye'de bir kişinin aylık yiye­
cek ihtiyacını tespit ettiği anlatılmaktadır. Belâzuri. 564; Taberi. I,
2413-2414: Maverdi, 192; Puin, 90-92
(4) Ebü Ubeyd, 352; Belâzuri. 564-565
15) Ebû Ubeyd, 352-3: Hz. Ömer’in kölelerden zekât alması hakkında bkz.
İbn Sa’d, VI, 152
(6) İbn Sa’d, III, 282-263; Belâzuri, Ensab. 297 b.
(7) Belâzuri, 346: Şlbli, J31-332
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 173

Hz. Ömer’in fey gelirlerinden herkese aylık «iki cerib» yiyecek


tahsis etmesi, günlük hayata intikal eden bir deyimin ortaya çıkmasına
da sebep olmuştur. Bir kimse arkadaşına beddua ederken şu şekilde
söylerdi: »Allah senin »iki ceribini» kessin» yani, sen öl de »İki ceribin»
verilmesin anlamında kullanılmıştır. (1)
Suriye’ye (el-Câbiye) yaptığı seyahat sırasında Hz. Ömer’in, fey
gelirlerinden aylık yiyecek tahsis etmesi kararını Bll&l-i Habeşi'nin
kendisiyle yaptığı konuşmadan sonra, verdiğini görüyoruz. Hz. Ömer
Suriye’de iken ve yanmda komutanlar varken Bilâl yanma gelir ve
»Ö m er!» diye bağırır, Hz. Ömer: »Ömer burada» diye cevap verince,
Bilâl:
«Şu komutanlarla Allah arasında sen varsın, seninle Allah ara­
sında ise kimse bulunmamaktadır! Şu önünde, sağında, solunda du­
ranlara bir bak! Allah’a yemin ederim kİ, senin yanına gelen bu
adamlar yalnızca kuş eti yerler!» Bunun üzerine Hz. Ömer şunları
söyledi:
»Doğru söylüyorsun. Ey komutanlar! Her müslümana İki müdd
buğday ile yeterli miktarda zeytinyağı ve sirke vermeyi tefekkül et­
memize kadar, buradan ayrılmayacağım!» Bunun üzerine onlar da:
»Ey Mü’minlerin Emiri! Bunun bizim borcumuz olduğunu sana
tekeffül ediyoruz. Esasen Allah, pek çok ve bol nimet İhsan etmiştir.»
diye cevap verdiler. Hz. Ömer de: «Öyle İse bu konu halledilmiştir.»
dedi. (2)
Hz. Ömer’in el-Câbiye’deki bu karan, hem yiyecek dağıtmak, hem
de Divan Teşkilâtı’nın kuruluşu için dikkati çeken bir başlangıç şek­
linde anlaşılmıştır. (3) Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere 20/641 yı­
lından önce bu karara varılmıştır.

gl Hz. Ömer'in Divan Teşkilâtı'nın Ad ı ve


Yabancı Tesir M eselesi:

Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı’na eski kaynaklarda yalnızca »Divan»


adı verilmiştir. Bazı muahhar kaynaklarda, Divanu’l-Ceyş veya Di-
vanu’l-Cünd (Askeri Divan) denilmiştir. (4) Bazılan ise, feyin herke­
se dağıtılmasından hareketle, Divanu’l-Atâ veya Divanu Sarf i Emvâli’l-
Harac (Haraç Malları Sarf Divanı) demişlerdir.(5)

(1) Belâzurl. 564


(2) Ebu Ubeyd, 350-351: Ezdi. 256-257; Îbnü'l-Esir, n , 562
(3) Lammens, Câbiye, İ. A. 5; Puin. 80-88
Î4) Kalkaşandİ. I. 91; Nuveyri, V III, 196
(5) Peyyls. 139
174 doğuştan günilmtlze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Hz. Ömer’in İslâm dünyasında İlk defa kurduğu Divan Teşkilâtı’


nın, Emeviler zamanında Divanu’l-Cünd şekline inkılâp ettiği görülür.
Bu bakımdan muahhar kaynakların Divanu'l-Cünd demeleri bundan
ileri gelmektedir.
Hz. Ömer’in kurduğu Divan’m mahiyeti üzerinde duran ve bunun
bir askerî divan olduğunda ısrar eden Şibli Numânî, Divan'a kayıtlı
olan kimselerin asker olduklarını ve Hz. Ömer’in «... Bütün ümmeti as-
kerleştirmeyi istihdaf ile her müslümanı icabında vazlfe-i askeriyeslnl
ifa edecek bir hale...» getirmek üzere Divan’ı kurduğunu belirtmekte­
dir. (1) Ayrıca o, «sathi fikirli zevat bu tahsisatın askerlikle münase­
beti olmadığım, ancak refah-ı umumîyi temin için bağlanıldığını söy­
lüyorlar. Bu büyük bir yanlıştır.... (2) demek suretiyle Hz. Ömer’in
kurduğu bu Divan’m, askerî bir gaye ile teşekkül ettirildiğini belirt­
mektedir. Şibli Numânî aynı notunda, Velid b. Hişam’m Hz. Ömer’e:
«... Suriye’de hükümdarların Divanlar vücuda getirerek ordular teş­
kil ettiklerini gördüm, siz de öyle yapınız» şeklindeki tavsiyesinin ka­
bul edilmesinin, bu Divan'm, askerî divan olmak üzere kurulduğuna de­
lil teşkil ettiğini, «... orduda ifay-ı vazife etmeyenlere, yahut hizmet­
leri sebk etmeyenlere tahsisat verilm iyordu...» ifadeleriyle de bunun
yalnızca askeri gaye ile vücuda getirildiğini ifade etmektedir. O, Mek­
ke ehline tahsisat verilmediğinin de aynı sebepten ileri geldiğine işa­
ret etmektedir. (3)
Şibli Numânî’nin görüşünü destekleyen bir rivayeti burada zik­
retmek istiyoruz. Buna göre Hz. Ömer Divan’ı kurarken: «Ben, atıyye
üzerine müslümanlan askerleştiriyorum ve onlan Divan'a yazdırıyor ve
böylece hakkı arıyorum» demiştir. (4)
Bütün bu noktalar, Divan’m askeri yönünü gösteren ifadelerdir.
Esasen taşra teşkilâtının, askeri bir hüviyetle kurulduğu da görülmek­
tedir.
Ancak, Divanlardan iyi anlayan iki müellif, Hz. Ömer’in Divanı’na
bu adı vermemeleri dikkatimizi çekmektedir. Cahşiyarî, Hz. Ömer’in
kurduğu bu Divan’ı «İnsanların sayılması ve atıyyelerl»; Sûli ise, «Or­
duya, savaşanlara ve ailelerine atıyye» vermek şeklinde tavsif etmiş­
lerdir. (5) Her iki müellif de Divanları ve devlet idaresinin çeşitli mü-

(11 Şibli, 319


(2) Şibli, 321
(31 Şibli. 321
(4) Makrızi, I. 93
(5) Cahşiyari, 38: Sûli, 192: Vâkıdi, Hz. Ömer’in Dlvanı’na dair bir eser
yazmıştır. Onun bu kitabının adında da yalnızca «D ivan» kelimesi
kullanılmakla yetinilmiş ve bir başka İsim verilmemiştir, bkz. İbn
NYdmı. İSli
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 175

esseselerini çok iyi bilen kimseler olmalarına ve kendi zamanlarındaki


Divanu’l-Cünd’ün mevcudiyetine rağmen, Hz. Ömer’in Divanı’na bil­
işim vermemişler ve yalnızca tarif ve tavsif ile yetinmişlerdir.
Bize göre bu husus, Hz. Ömer'in kurduğu Divan’ın bünyesinden
kaynaklanmaktadır. Medine'ye hicret ile cihada iştirak edenlerin Di-
van'da yer alması, bu müessesenin askeri yönünü göstermektedir. An­
cak bu iki zümrenin aileleri ve çocuklarının da Dlvan'a dahil edil­
mesi, bize göre, askeri olmayan tarafını teşkil etmekledir, çünkü ka­
dınların ve çocukların cihat mecburiyetleri bulunmamaktadır. Bu ba­
kımdan Şiblî'nin «Bütün ümmeti askerleştirmesi» görüşü, oldukça mü­
balâğalı bir netice olsa gerekir. Ancak doğru olan nokta, feyln cihat
sonucu alınan bölgelerden elde edilen gelirler olması dolayısıyla, Me­
dine'ye hicret eden, cihada giden, devletin çeşitli hizmetlerinde çalı­
şanlarla bunların aile ve çocuklarının ondan hisse almalarının karar­
laştırılmış olmasıdır. Bu nokta, Hz. Ömer’in Divanı İle daha sonraları
teşekkül eden askeri Divanlar arasındaki en mühim farktır. Bundan
dolayı biz, kaynaklardaki kullanılışı ile yalnızca «Divan» demeyi ter­
cih ediyoruz.
Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı'nı kurarken, yabancı unsurlardan ne
derece faydalandığı üzerinde burada kısaca durmak istiyoruz. İslâm
kaynaklarında zikredilen haberlerde, İranlı Firuzan ile Velid b. Hişam
b. el-Muğîre’nin Suriye’deki Bizans müesseselerinden bahsetmeleri ve
yapılan istişare sırasında Hz. Ömer’e bazı bilgiler verilmesi, yabancı
tesir konusunun ortaya atılmasına sebep olmuştur.
Hz. Ömer’in Irak ve Suriye’deki vergi toplayan Divanları olduğu
gibi bırakmış olduğuna daha önce temas etmiştik. Bu bakımdan yaban­
cı bir müessesenin aynen muhafazası ve Abdülmelik zamanına kadar,
mahallî dillerle faaliyetlerini sürdürmesi, tesirden öteye bir durum ar-
zetmektedir. Ancak Hz. Ömer’in kurduğu Divan Teşkilâtı için bir ya­
bancı tesirinin olduğunu söylemek ise oldukça zordur. Zira Hz. Ömer’
in Divan Teşkilâtı’nı kurması fey gelirlerinin artmasından kaynaklan­
mıştır ve bu nokta için daha önce de belirttiğimiz gibi, bir tesirin söz
konusu olmadığı açıktır.
Diğer taraftan, Divan’m kuruluşu esnasında göz önüne alınan
aşağıya çıkaracağımız bazı hareket noktalan, bu müessesenin kurulu­
şunda hiç bir yabancı tesirin bulunmadığını kesinlikle ortaya koyacak
mahiyettedir. Hz. Ömer atıyyelerin tespitinde, İslâmiyete ilk girişi, İs­
lâm Devleti’ne hizmetleri, Cihadı, Bedir, Uhud gazvelerine iştiraki,
Habeşistan’a hicreti, Hudeybiye musalâhasmda bulunmayı esas almış­
tır. Aynca Divan defterlerinin düzenlenmesi esnasında hem Arap asıl­
lı müslümanlar vazife almışlar, hem de Arap kabile varlığına göre bir
176 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T Â R İH İ

tertip gerçekleştirilerek neseplere göre bir sıralama yapılmıştır. Bü­


tün bu hususlar, Divan Teşkilâtı’nın, müslümanların kendi ihtiyaçla­
rının karşılanması ve İslâm î esaslardan kaynaklanan değerlerin göz
önüne alınması suretiyle kurulmuş olduğunu gösterir. (1)
Netice olarak Hz. Ömer, başka devletlerden daha fazla vergi al­
mak için yapılan nüfus sayımı ve defterler düzenleme işini, artan
fey gelirlerini, hakkı olduğuna inandığı müslümanlara, atıyye ve yi­
yecek şeklinde dağıtmak üzere, tarihin en orijinal müesseselerinden
birisi olan Divan Teşkilâtı’nı kurmuştur.

B. K A ZA (A D L İ T E Ş K İL Â T )

Hz. Ömer, valilerden ayrı ve müstakil olarak kadılar (hakimler)


tayin eden ilk halifedir. K û fe’ye tabiînden, Şureyh b. el-Hâris el-Kin-
dı’yi kadı olarak tayin etmişti. K ûfe’de elli yedi yıl kadılık yapan Şu­
reyh, bu süre içinde sadece üç yıl görevine ara vermek zorunda kaldı.
Abdullah b. Zübeyr ile Emeviler arasındaki mücadele sırasında, Eme-
vî valisi Haccac’dan istifasını istemiş, o da kabul etmişti. Şureyh’in
meslekî faaliyetleri halk arasmda her zaman örnek olarak alınırdı.
Hz. Ömer, Mısır’a da kadı olarak Kays b. Ebî’l-As es-Sehmi’yi tayin
etmişti. Kays’ın Mısır’ın ilk kadısı olduğu rivayet edilir.
Hz. Ömer, Ebû Derda’yı da Medine’ye kadı olarak tayin etti. O da
sahabedendir. Ayrıca bu dönemde, tanınmış kadılardan biri de Ebû
Musa el-Eş’arî’dir.
Kadı tayininde ve kadılık müessesesinde, Hz. Ömer’in metodunu
anlamak için, halife tarafmdan Abdullah b. Kays’a gönderilen bir ge­
nelgeyi burada sunmak istiyoruz.
uBismillahirrahmanirrahim, M ü ’m inlerin em iri ve Allah’ın kulu
Ömer’den Abdullah b. Kuys’a. Selâmdan sonra. Kaza, muhkem farz
ve uyulan sünnettir.(2) Şunu bil ki sana bir dava getirild iği zaman
tatbiki mümkün olmayan delillerin Jaydası olm az.(3) İnsanlara karşı
şahsi münasebetlerinde ve adaletinde, eşit muamele yap ki, kuvvetli
senin nüfuzundan korksun, zayıf da adaletine sığınsın. D elil göster­

i l .I Puln, 95-100
(2) Hz. Ömer «muhkem farz» demekle Kur an ahkâmını, «uyulan sün­
net» demekle de sünneti şerifi; yani Kur'an ahkâmındaki esasları
ve Rasülullah'm hayatında görülen uygulamaları kastediyordu.
(3) Bununla Hz. Ömer, «davacının delilleri doğru olduğu kadar İkna edici
de olmalı, yani ondan emin olunmalıdır. Bu da ancak karşı tara­
fın delillerini dc dinlemekle olur» demek İstiyordu.
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 177

mek davacıya a ittir. İnkâr edene yemin etmek düşer.(1 )


Bununla beraber, müslümanlar arasında barış yapmak da caizdir.
Ancak helâlı haram, haramı da helâl kılan sulh kötüdür.(2 ) B ir da­
vada hüküm verdikten sonra bu hükmün yanlışlığına kanaat getirdi­
ğinde doğruya dönmekte tereddüt etme. Çünkü asıl olan doğruya dön­
m ektir ve bu esas, yanlışta devam etmekten daha hayırlıdır. K u ta n
ve Sünnette açık bir hüküm bulamadığın hallerde hüküm vermekte
zorluk çekersen önce buna benzer davalar ve örnekler ara ve halihazır­
daki dava ile aralarındaki ortak yanlan tespit et. Ondan sonra K u ta n
ve hakka en yakın olduğunu umduğun fikre itimat et ve buna özellik­
le dikkat e t.(3 ) Hak iddia edenlere, bunu ispatlayabilmeleri için de­
lil getirebilecekleri, bir mühlet tanı. Bu süre içinde delil getirebilirse
lehte, aksi halde aleyhte hüküm vermen gerçeğe daha yakın ve şüp­
heden daha uzak olu r.(4 )
Müslümanlar, hukuki meselelerde birbirlerine lehte ve aleyhte şa­
h itlik edip, adaletin tecelli etmesine yardımcı olmalıdırlar. Ancak sabı-
kalı olanlar, yalancı şahitliği veya iftirası sabit olanlar ve soyu bilin­
meyenler, bu iş için makbul kişiler sayılmazlar. Çünkü Allah, insan­
ların vicdanlarında olanları bilir, şahitlik ve yemin gibi tamamen vic­
dani faktörlerle adaletin tecellisini sağlar.(5)

(1) İslâm’ın getirdiği eşitlik budur. Kadı, eşitlik yapmadıkça saygınlık


kazanamaz. Çünkü kadı, taraflardan birisini kayırırsa ona râm ol­
maya mahkumdur.
(2 ) Genel konulara aykırı olan sulhların, hukuki değeri olmadığı konu­
sunda hemen hemen bütün kanunlar İttifak halindedir. Çünkü, ta­
raflardan biri sulh için kendi tasarrufunu kullanma yetkisine sahip
olsa bile, yargı makamının kanun menfaatini gözetme hakkını etkileme
şansına sahip olamaz.
O) Hz. Ömer, bu tavsiye İle de Kur’an ve Sünnetten başka. üçüncü bir
teşri kaynağı olan «K ıyas»a İşaret ediyor. Kıyas. Kitap ve Sünnet­
te hakkında acık bir hüküm bulunmayan bir mesele İle daha önce
karara bağlanmış olan ve aralarında sebepler bakımından benzerlik
bulunan başka davaları karşılaştırarak şer'l ahkâmın ruhuna uygun
hükümler çıkarmakla olur. Bu bakımdan, hâkim durumunda olan
bir kimseye düşen en önemli görevlerden biri, yargı metodunu İyi
bilmektir. Kıyas usûlü, ancak o zaman gerektiği, şekilde uygulanabi­
lir. Bu aynı zamanda, «hâkimler Içtlhadcı olmalı, başkalarının taklit­
çisi olmamalıdırlar» demektir.
(4) Bununla da davaları erteleme usûlüne İşaret ediyor. Bu erteleme. İd­
diacının akla uygun bir talebine dayanmalıdır. İleri sürdüğü sebep­
ler davayı aydınlatacak delillerin bulunmasını sağlamalıdır.
(5 ) Hz. Ömer, bu sözleriyle genel bir değerlendirme yapıyor. İnsanların
adalet İçin birbirleri hakkında şahitlik yapmaları gerektiğini açıklar­
ken, adBİete zarar vereceği düşünülen faktörleri de tespit ediyor:
a — Had cezasına çarptırılanlar (Fıkıh kurallarına göre sabıkalı olan-
F. : 12
178 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Davalara bakarken telâşa, çığırtkanlığa ve tarafların haysiyetini


kırıcı davranışlara asla müsaade e tm e .(l) Çünkü adaletin yerini bul­
ması için sükûnet ve ciddiyet şarttır. Hakkın tecelli etmesi ise ilâhı
adaletin itibar kazanmasına sebep olur. B ir müslümanm niyeti iyi ise
Allah, onun insanlarla olan münasebetlerini ıslah eder. Ama içi baş­
ka dışı başka olursa, Allah ona musibet verir. Bu durumda hâkimin
görevi Allah’ın rızk ve rahmet hâzinelerinin kulları arasında adaletle
dağıtılmasını sağlamaktır. Vesselâm» Hz. Ömer’in, bu mektubu, müslü-
man kadıların mesleki rehberi olarak tarihe geçmiştir.

C. HZ. Ö M ER ’İN M Ü L K Î VE A S K E R İ ERK ÂN A K A R Ş I


D A V R A N IŞ LA R I

Hz. Ömer, toplumun çıkarları ile memurlarının menfaatlerini den­


gede tutmaya itina gösterirdi. Onun gözünde bir vali, toplumun her­
hangi bir ferdi gibiydi. Adaleti uygularken sıradan bir kişi ile bir va­
liyi ayırt etmezdi. Halk arasmda eşitlik meselesi onun en çok titiz­
lik gösterdiği ve ahlâki bir meziyet haline getirdiği bir konuydu. Top­
lumun en küçük ferdi, bir amirden şikayetçi olursa adalet önünde eşit
şartlarda hesap verirler ve hak tecelli edinceye kadar ikisi arasmda hiç
bir fark gözetilmezdi. Neticede dava amirin aleyhinde tecelli etmişse
ya kısas uygulanır, ya şer'i ahkâmın gerektirdiği başka bir muamele
yapılır veya gerekirse görevden azledilebilirdi.
Halk ise, bu konuda farklı görüşlerde idiler. B ir kısmı, devlet me­
murlarına kısas tatbik edilmesinin, halk arasındaki itibarlarım sarsa­
bileceği endişesiyle uygun olmayacağım savunuyordu. Bu durumu, en
azından kargaşalık dönemlerinde, m illetin kafasında itibarlı bir me­
mur tipi canlandırmak için gerekli görüyorlardı.
Nitekim Hz. Ebû Bekr, halifeliği döneminde ortaya çıkan irtldat
hareketlerini önlemek için bu yolu takip etmişti. Am a Hz. Ömer, bu
fikirde değildi. Çünkü onun için cemiyetin m enfaati her şeyin üs-

la r). Bundan maksat K a zlf haddldlr. Bu husustaki şer'i kural, şu


âyette görülüyor: «Onların şahadetini asla kabul etmeyim» (Nur sû­
resi, âyet 4). b — Yalancı şahitliği ve İftiraları sabit olanlar, c —
Soyu kesin olarak bilinmeyenler veya soyunda yüz kızartıcı suçlar İş*
lemiş kimseler bulunanlar.
(1) Hz. Ömer, bu sözüyle de hâkimin vakarlı olması ve adalet müessesesl-
nln ciddiyetini bozucu da'vramşlara meydan vermemesi gerektiğine
İşaret ediyor. Bu şekilde, tarafların tam bir hürriyet İçinde hakları*
m savunmalarına da imkân tanınmış olacaktır.
HZ. ÖMER (R A.) DEVRt 179

tünde idi. Gerçi Hz. Ömer döneminde Hz. Ebû Bekr'ln metodunu be­
nimsetecek bir durum da ortaya çıkmamıştı
Hz. Ömer, bir yere memur tayin edip gönderirken: «Y a Rabbi!
Ben, bu memuru halkın maUannt gasbetmesi veya onlara zulmetmesi
için göndermiyorum. Zulüm eden bir mülki amir, benim memurum de­
ğild ir» diye dua ederdi. O bir cuma hutbesinde ise, «Şahit ol ya Rabi
Ben gönderdiğim valileri, insanlara dinlerini ve Rasûlullah’m sünne­
tin i öğretm eleri için gönderiyorum. Halkın gelirlerini, ganimetleri eğit
paylaştırmaları için, adil yönetim uygulamaları için gönderiyorum.
Halledemedikleri bir mesele olursa, onu da bana havale etsinler, diye
gönderiyorum» diyordu. Valileri, elçileri gönderirken onları uğurlama­
ya çıkar ve öğüt verirdi: «Sizi halkı dövüp, sövmeniz için göndermiyo­
rum. Müslümanların namaz ve sair ibadetlerine mukayyet olun, ara­
larında hak üzere hüküm verin, adaleti yerleştirin, diye gönderiyorum.
Halkı dövüp söverek, işkence ederek, miskinleştirmeyin. Bununla bir­
likte halkı unutup sahipsiz de bırakmayın ki, fitne çıkmasın. K u r’an-ı
K erim ’e bağlılığı geliştirin, Hadis-i şerifi yaygınlaştırın. Eğer böyle
yaparsanız ben de sizinleyim.» Bir hutbesinde de:
«Ey insanlar! Sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir memurdan
eza-cefa görürseniz, hemen bana bildirin. Allah’a yemin ederim ki, öy­
le bir yöneticiden kesinlikle hakkınızı alır ve kısas uygularım » diyordu.

Bu konuşmasını dinleyen Amr b. As, hemen ayağa kalkarak, «Ey


m ü’mirderin em iri! Valilerinden biri, bir vatandaşı incitirse gerçekten
kısas uygular mısınız?» diye sordu. Hz. Ömer, «E lbette» diye cevap
verdi. «Nasıl uygulamam? Rasûlullah sağlığında, her hac mevsimi va­
lilerin i toplayıp onları hesaba çekmez miydi?» dedi ve sözlerini şöyle
bağladı: «Vallahi ben de öyle yaparım, teker teker hepsinden hesap
sorarım.»
Gerçekten de Hz. Ömer, hac mevsimlerinde valilerini Kâbe’de top­
lar, halkın huzurunda hepsini, görevleri sırasında yaptığı şeylerden
dolayı hesaba çekerdi. Valiler böyle bir uygulamada, suçlan sebebiy­
le halkın karşısına çıkmaya cesaret edemeyecekleri İçin, halka haksız­
lık yapmaktan çekinirlerdi.
Nitekim Hz. Ömer, en değerli valilerini hac mevsimi Kâbe’de top­
lamış ve şikâyetçilerle yüzleştirmiştir. Bunlardan biri Kadisiye ve Me-
dâln şehirlerinin fatihi, Küfe şehrinin kurucusu olan Sa’d b. Ebî Vak-
kas İdi. Onu şikâyet eden ise Küfeli birisidir. Halife ikisini yüzleştir­
miş, fakat daha sonra şikâyetçi, valinin suçsuz olduğuna inanıp da­
vasından vazgeçmişti.
Basra valisi Muğîre b. Şû’be'yi huzuruna çağırmıştı. Muğıre, la-
180 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

lâm fetihlerinde büyük emeği geçen bir sahabedir. Basra’da müslü-


manlardan bazıları ona büyük bir suç isnat etmişlerdi. H alife her iki
tarafı huzuruna çağırarak yüzleştirdi. Ona, « Senin yerine, Ebû Mûsa’
yı, Basra em iri olarak gönderiyorum. B ütün yetkilerini ona ver ve gel.
Seni hemen bekliyorum » diye haber gönderdi. Vali Muğîre, suçlayan­
lar ve şahitlerle birlikte halifenin huzuruna çıktılar. Yapılan mah­
kemede, isnat edilen suç sabit görülmeyince, şeriatm bu durumda tat­
bik edilen hükmüne uyularak, suç isnat edenler «Had» cezası ile ce­
zalandırdıklar.
Gene sahabelerden olan K üfe valisi Ammar b. Yâsir de, Hz. Ömer’e
şikâyet edilmişti. Onu şikâyet eden Kûfeliler, Ammar’ın valilik kabili­
yetinden mahrum bulunduğunu ileri sürmüş ve tahammül edilmez bir
yönetici olduğunu söylemişlerdi. Hz. Ömer, onları da huzuruna çağır­
dı ve iddialarını bir daha anlatmalarını istedi. Kûfelilerden biri, onu
yetersiz olmakla ve siyasetten anlamamakla suçladı. Başka biri de
onu, görev ve yetkilerini bilmemekle itham etti. Bunun üzerine Hz.
Ömer, Ammar’a valisi olduğu bölgenin gerçeklerini de göz önünde
tutarak bazı sorular yöneltti. Sonuç olarak, gerçekten yeterli bilgi ve
tecrübesi olmadığım anlayınca onu görevinden aldı. Hz. Ömer azlet­
tikten sonra Ammar’a «Bu sana ağır geldi m i? » diye sordu. O da, « Be­
ni bu göreve getirdiğin zaman sevinmemiştim, ama azledince üzüldüm »
dedi. Bu söz üzerine Hz. Ömer, « Senin bu göreve ehil olmadığını baştan
biliyordum, fakat şu âyetin ruhuna uyarak bu göreve tayin etm iştim »
dedi. « Yeryüzünde güçsüz m illetlere lü tu f ve bağışımızı göstermek için
onları yönetilenler durumundan, yönetenler durumuna yükseltmeyi
ve devlet mirasını onlara bırakmayı d iliy o ru z .»(l)
Hz. Ömer’in hilâfeti devrinde, vali ve diğer mülki erkândan pek
azı devamlı olarak onun tam güvenini kazanabilmiştir. Bunların başın­
da da Ebû Ubeyde Âm ir b. el-Cerrah gelir.
Hz. Ömer, valileri teftişte özel bir müfettiş de istihdam ederdi. Şi­
kâyet vaki olan bölgelere onu gönderir, inceleme yaptırırdı. Bu gö­
rev, Hz. Ömer’in tam güvenine mazhar olan Muhammed b. Mesleme’
ye aitti. Muhammed b. Mesleme, tahkikat için gittiği yerlerde işi
gizli yürütmeye gerek duymazdı. Şikâyetçinin şikâyetini, alenen ve
şahitlerin huzurunda sorardı. Şahitler ve şikâyetçiler de çekinmeden ve
tesir altmda kalmadan ifade verirlerdi. Çünkü Hz. Ömer’in nüfûzu bu­
na yeterliydi. Her vatandaş, aracıya gerek olmadan dileklerini bizzat
Hz. Ömer’e arzetme hakkına sahipti. Halka bu konuda geniş hürriyet
verilmişti.

(1) Kasas sûresi, âyet 5


HZ. ÖMER (R A.) DEVRt 181

Hz. Ömer, mülkî amirlerinden, kaynağı belli olmayan servetlerinin


de hesabını sorardı. Gerçi bunu, çok az amire, sadece şer’i kanunların
uygulama tarzını halka tanıtma geleneğini oluşturmak gayesiyle yap­
mıştır. Bu tür şeyleri kimlerin yapacağını iyi seçerdi.
Maaşı ve geliri belli bir mülki amirin, maaşı ile toplayamayacağı
bir serveti biriktirdiğini görünce, bu yola başvurur ve servetinin faz­
lasını geri almakla yetinirdi. Fakat, «Bu yola başvurmaktan ben de
hoşlanmıyorum» derdi. Utbe b. Ebi Sufyan’ı, Kinâne’ye vali tayin et­
mişti. Fazla mal ile döndüğünü görünce ona: «Bunu nereden aldın»
diye sordu. O da ticaret yaptığını söyleyince, «Devlet memuru ticaret
yapamaz» dedi ve elinden alıp Beytülmâl’e verdi. Daha önce bazı dev­
let memurları ticaret yapabilirdi ama Hz. Ömer, bunu tamamen ya­
sakladı. Kısaca söylemek gerekirse, Hz. Ömer'in devlet memurlarına
bu kadar baskı yapması halkı çok rahatlatmıştı.

D. H ALKA K A R Ş I DAVRANIŞI

Hz. Ömer, idarecilere karşı ne kadar sert ise, halka karşı da o


derece şefkatli ve merhametli idi. Onların menfaatlerine titizlikle ria­
yet eder, büyük bir sorumluluk duygusu taşırdı. Bu konuda: «Fırat kı­
yısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer ailesinden sorar diye
korkarım » sözü meşhurdur.
Hişam el-Kâ'bı, «Hz. Ömer bir gün erzak defterini aldı. Huzâa ka­
bilesinin erzakım dağıttı. Sonra diğer kabilelerin erzaklarını dağıttı,
herkese payım verdi. Vefatına kadar devamlı olarak bu işi, bizzat ken­
disi yaptı» diyor.
Haşan el-Basri de şunu rivayet ediyor: «Hz. Ömer derdi ki: «Öm­
rüm oldukça halkın durumunu yakından görmek için seyahat edece-
ceğim. Biliyorum ki, onların bana ulaştıramadıkları çeşitli dertleri var­
dır. Bu dilek ve dertleri yöneticiler bana duyurmazlar. Halk ise ya­
nıma gelemez. Ben bizzat Şam'a kadar gidip orada iki ay kalacağım...»
Sonra büyük şehirleri sayarak, herbirinde iki ay kalırdı. Fakat saydı­
ğ ı bu büyük şehirlerin hepsine ulaşmadan vefat etti.»
Eşlem de, «Hz. Ömer’le Harra’ya gittik. Sırâr'a geldiğimiz zaman
ateş yanan bir yer gördük. «Y a Eşlem!» dedi. «Burada gecenin ve so­
ğuğun çaresizliğine uğramış biri var. Haydi onların yanına gidelim.»
Gidip baktık ki, bir kadın, iki çocuğuyla oturmuş bir tencerede bir şey­
ler pişiriyor. Hz. Ömer, onlara selâm verdi ve «Işıklı aileye selâm» dedi.
Kadm selâma karşılık verdikten sonra, Hz. Ömer ile kadın arasında şu
konuşma geçti. Hz. Ömer:
1B2 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

— Biraz yakma gelebilir miyiz? dedi. Kadm:


— Buyurun, deyince Hz. Ömer:
— Neyiniz var? diye sordu. O da:
— Gecenin ve soğuğun çilesi, dedi. Hz. Ömer:
— Bu çocuklara ne oldu? Kadm:
— Karınları aç. Hz. Ömer:
— Bu tencerede pişen nedir? Kadm:
— Su!.. Yemek pişiyor diye çocukları avutuyorum... Allah Ömer’
den bunu soracak elbette... Hz. Ömer:
— Ömer nereden bilsin ki, bu durumu? Kadm:
— Hem Halife seçildi hem de bizi unuttu. Bu olur mu?

Ömer, bunu duyunca bana seslenerek «Gel benimle» dedi. Birlik­


te erzak deposuna gittik. Oradan yiyecek aldık. Çuvalı ben sırtıma
almak istediğimde, «B ir de bunun hesabmı m ı vereyim?» diyerek mü­
saade etmedi. Yiyecekleri getirdik. Bulduğumuz biraz ciğerle birlikte
yemek hazırladık. Bütün bunları kendisi yapıyordu. Ateşi üflerken şa­
kaklarının arasından çıkan dumanlan seyrettim. Sonra onlan doyur­
du. Ayağa kalktık, giderken kadm: «Bu işi siz Ömer’den daha iyi ba­
şarıyorsunuz» diye dua etti. Hz. Ömer de «Ömer’e dua et, bir gün onu
ziyaret edersen beni de orada bulursun» dedi ve ayrıldık. Daha sonra
dönüp uzaktan çocuklan seyredince ben: «Senin daha başka işlerin de
var» dedim. Fakat o, beni duymadı bile.»
Bu, Hz. Ömer'in yönetimini, insanlara sıcak ilgisini ve şefkati­
ni gösteren olaylardan sadece birisidir.
Bir defasında hutbede: «E y müslümanlar! Sisi yönetme sorumlu­
luğunu üzerime alırken, en faydalınız, en nüfuzlunuz, işlerinizin a ltın­
dan kalkmaya en yetenekliniz olamayacağımı düşünsem bu işe ya­
naşmazdım. Haklarınızı nasıl gözetirim? Suçlunuzu nasıl cezalandı­
rırım ? K endim i nasıl kontrol ederim? Bütün bunların hesabını düşün­
mek benim üzülmem için yeterli bir sebeptir. Ancak Cenab-ı Allah’ın
yardımına güveniyorum. Onun yardımı olmadıktan sonra kendime na­
sıl güvenirim ?» diyordu. Bir çubuktan ibaret olan değneğini elinden
hiç bırakmazdı. Halk bu çubuktan bir kılıçtan korkarcasına çekinirdi.

Taberi'nin verdiği bilgiye göre, İyas b. Seleme, babasından şunu


naklediyor: «Bir gün Hz. Ömer elinde değneği olduğu halde sokaktan
geçiyordu. Bana doğru sallayarak, «Yoldan kenara çekil!» dedi. Değ­
neği eteğime isabet etmişti. Aradan bir yıl geçti. Bir daha karşılaştı­
ğımızda: «Ey Seleme! Hac yapmak ister misin?» diye sorunca, «E vet»
dedim. Beni elimden tutup evine götürdü. Altı yüz dirhem uzattı, «Şunu
al ve selâmetle g it» dedi. Sonra, «Bu, geçen sene sana vurduğum çu­
HZ. ÖMER (R A.) DEVRİ 183

buğun bedelidir» diye ekledi. Ben, «Hatırlamıyorum» deyince o, «Ben


unutmadım» diye cevap verdi.» Hz. Ömer, edeb ve nezaketini, yönetici
dehâsı ile birleştiren bir halife idi. Onun değneğinin dokunmadığı pek
az sahabe vardı.
Râşid b. Sa'd da şöyle bir olayı anlatıyor:
«Hz. Ömer, bir gün halka erzak dağıtıyordu. Kalabalık başına
toplanmıştı. Herkes sırasını beklerken, aniden gelen Sa'd b. Ebi Vak-
kas sıraya riayet etmeyip öne geçti. Bunun üzerine Hz. Ömer, onu da
değneği ile dürtüp sıraya geçirdi ve, «Sen Allah'ın adaletini gözetmi­
yorsan ben sana öğretirim» dedi. Onu kızdıran, sıraya uymamaktı. Çün­
kü Hz. Ömer, eşitlik ilkesine, onu hiç bir şeye değişmeyecek kadar
aşıktı.»
Hz. Ömer’in halkla münasebetlerine bir öm ek daha verelim. Eş­
lem rivayet ediyor: «Müslümanlardan bazıları toplanarak Abdurrah-
man b. A v f’a, «Hz. Ömer’e söyle, bize biraz yumuşak davransın» dedi­
ler. Abdurrahman b. Avf, bunu Hz. Ömer'e nakletti. Hz. Ömer şöyle
cevap verdi: «Demek öyle söylüyorlar? Vallahi ben onlara yumuşak
davranırken de, sert davranırken de Allah'ın rızasını gözetiyorum. Al­
lah’a yemin ederim ki, onlar benden ne kadar çekiniyorlarsa, ben de
onların haclarını gözetmekte onlardan daha çok çekiniyorum.»

E. B E Y TÜ LM Â L K ON U SU N D AK İ T İT İZ L İĞ İ

Hz. Ömer’i halka sevdiren, adaleti ve herkese eşit davranışı İdi.


Beytülmâl’de toplanan mallarda israftan kaçınması halkın gönlünde
sevgisini daha da artırıyordu. Hatta kendi haklarını bile kısıtlardı. Ni­
tekim bu durum bazı yakınlarının itirazlarına bile sebep olmuştu, Hz.
Ömer, Beytülmâl'den müslümanlann en az pay alanı idi ve asla faz­
lasını almayı düşünmezdi. Maaşım Beytülmâl'den alırdı. Çoğu zaman,
ihtiyacını karşılayamaz, Beytülmâl emirinden borç alırdı. Süre bitin­
ce borcunu ödeyemediği zaman maaşını alıncaya kadar süreyi uzatır­
dı. Sahabeden bazıları onun çektiği bu sıkıntıları görünce, maaşım ar­
tırmak için teklifte bulunmayı tasarladılar. İçlerinde Osman, Ali, Tal-
hâ ve Zübeyr’in de bulunduğu bir heyet bu durumu kendisine arz-
etmek için eve gittiler. Evde Hz. Ömer’in kızı, mü’minlerin anası Hz.
Hafsa’yı gördüler. Durumu önce ona açtılar. Babasına teklifi söylemesi­
ni fakat heyette kimlerin bulunduğunu bildirmemesini tenbih ettiler.
Hafsa, durumu söyleyince Hz. Ömer: «K im d i o gelenler?» dedi. Kızı,
uK im olduklarını itilmene gerek yok» deyince, «Sen onlarla benim aram-
dasın» diyerek sorular sormaya başladı:
184 doğuştan günümüze BUYTJK İSLÂM TARİHİ

— Rasûlullah evinizde hangi elbiseyi daha değerli olarak görür­


dü?
—• Rasûlullah’ın toplantı ve misafirler huzurunda giydiği iki el­
bise vardı.
— O’nun en iyi yemeği ne idi?
— Arpa ekmeği idi.
— Peki döşemeniz ne idi?
— Yazın altımıza serdiğimiz, kışın ise yansını altımıza serip ya­
nsını da üstümüze örttüğüm üz kilimdi.

Bunun üzerine Hz. Ömer:


— Ya Hafsa! Rasûlullah her şeyi yeteri kadar ve uygun şekilde
kullanmış. Sen de onlara bildir ve «Hz. Ömer de Rasûlullah gibi ya­
şayacak» de. « Benim durumum üç yolcudan birine benzer. B ir yolcu,
yola çıkar, yanma azığını alıp gideceği yere vanr. Arkadan ük yolcu­
yu takip eden, ikinci bir yolcu çıkar ve ona ulaşır. Fakat eğer üçüncü
yolcu onlardan ayn bir yola saparsa kesinlikle omlara ulaşamaz. İşte
ben de eğer Ebû Bekr gibi, Rasûlullah’tn yaşadığını yaşamazsam, so­
nunda O'na kavuşamam.»
Hz. Ömer, ailesinden birinin kendi hakkı olmayan bir şeye sahip
olmasından oldukça çekinirdi. İm am Mâlik, Muvatta adbvki tabında
şunları yazıyor:
Hz. Ömer’in Abdullah ve Ubeydullah adlı iki oğlu,- ordu İle Irak’a
gitmişlerdi. Yolda Basra Emiri Ebü Musa el-Eşarî’ye uğradılar. Onla­
rı karşılayan el-Eşarî, onlara şöyle bir teklifte bulundu. «Basra Bey-
tülmâl’inden size bir miktar sermaye vereyim. Onunla bu seyahatten
dönüşte biraz ticarete elverişli mal götürüp, orada satarsınız. Ana pa­
rayı Beytülmâl’e teslim ettikten sonra kazancı size kalır, ne dersiniz?»
dedi. Onlar da bunu kabul ettiler. Bu ticareti yaptıktan sonra sermaye­
y i Beytülmâl'e verdiler. Fakat Hz. Ömer onlara, «Bu ne parası» diye
sordu. Durumu öğrenince, kân da ellerinden alıp, Beytülmâl’e tes­
lim etti. Orada bulunanlardan biri, «Bu parayı Beytülmâl’den borç
olarak almış olamazlar m ı?» diye sorunca, onların emeğine karşılık
kârın yarısını onlara bıraktı. Aynı zamanda bunun İslâm’da ilk kre­
di metodu olduğu söylenir.
Hz. Ömer, yapılan savaşlardan sonra Bizans İmparatoruna elçiler
göndermişti. Bunlardan birinde A li b. Ebî Tâlib’in kızı ve Hz. Ömer’
in zevcesi Ümmü Külsüm de, elçi heyeti ile Bizans kraliçesine bazı he­
diyeler yollamıştı. Bizans kraliçesi, bu hediyeleri aldığı zaman öteki ka­
dınlan çağınp, «Bakın bunlar Arap emirlerinin kadınlarından gelen
hediyeler» diyerek onlara göstermiş, sonra o da, geri dönen elçilerle
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 185

müslüman kadınlara bazı kıymetli hediyeler göndermişti. Uz. Ömer,


bunların halifenin ailesine verilmesi veya Beytülmâl’e kalması konu­
sunda bir karar vermek için sahabeyi topladı. Birlikte iki rekât namaz
kıldıktan sonra, istişareye başladılar. Bazıları "Bu hediyeler, halife
ailesinin şahsi hediyesine karşılık gönderilen hediyelerdir. Onlarda kal­
ması doğru olum dediler. Buna rağmen Hz. Ömer, bu hediyelerin İs­
lâm adına elçilik yapan bir heyetin seyahati dolayısıyla verildiğini İle­
ri sürerek, kendi ailesinin payına düşen kısmı Beytülmâl’e bıraktı.
Hz. Ömer, diğer müslümanlara kötü örnek olmamaya dikkat eder,
halifenin evinde görülecek en ufak bir sapmanm, öteki müslümanla-
n n daha fazla sapmalarına sebep olacağını düşünerek, hane halkına
sıkı sıkı tenbihlerde bulunur, halka yaptığı tavsiyeleri önce onlara
telkin eder ve uyulmadığı takdirde cezalarının, halka verilen cezadan
daha fazla olacağını söylerdi.

F. İSTİŞAREYE VERDİĞİ DEĞER

Hz. Ömer, bir mesele ortaya çıktığı zaman, karar vermeden önce
müslümanlarm görüşüne de müracaat eder, konuyu onlarla enine bo­
yuna tartışırdı. «İstişare etmeden uygulamaya konulan konular, ba­
şarısızlığa mahkûmdun derdi. İstişareleri kademeli olurdu. Önce müs-
lümanlann çoğunluğunun fikirlerini yoklar, sonra Kureyş’in, daha
sonra da sahabelerin görüşlerini alırdı. Bu suretle en doğru fikir olu­
şur ve ona göre davranırdı. Onun bu davranışı, halkın kendi İşlerini
de aralarında görüşerek yapmalarına sebep olmuştur. Böylece önemli
İşlerde geniş çapta bir istişare geleneği oluşmuştu. Halkın her kesi­
minden insan, fikirlerini söyleme fırsatı buluyordu. Bu görüş alış ve­
rişi, kademe kademe cemiyetin en aklı başında, bilgili ve yaşlılarına
kadar yükselirdi. Neticede onlar tarafından karara bağlanan bu fikir­
lere herkes razı olur ve uyardı.
Bir keresinde, Hz. Ömer evliliklerde mehir paralarının aşın yük­
seldiğini görünce, bunu sınırlamak istediğini belirtti. Fakat mescidin
arka saflarından bir kadın itiraz ederek, «Onlardan birine pek çok mal
vermiş olsanız dahi, ondan bir şeyi geri almayın» (1 ) meâlindeki âyeti
hatırlatınca fikrinden döndü ve «B u kadın haklı, Ömer ise yanıldı» dedi.
Halktan kendisinin davranışlarında doğru yoldan aynldığını gördük­
leri zaman çekinmeden fikir ve tavsiyelerini açıklamalarını isterdi.
Bir konuşmasında şöyle demişti: «Ey müslümanlar! Doğru yolda
olduğuma inandığınız sürece beni destekleyin, doğruluktan saptığım

(1) Nisa sûresi, âyet 20


186 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

zaman da ikaz edin.» Bunun üzerine mescidin arka saflarından bir


genç, «Yanlışınızı kılıçla düzeltiriz» diye seslendi. Bu gencin cesareti,
Hz. Ömer’in çok hoşuna gitti. Hz. Ömer’in; Abbas b. Abdulmuttalib,
onun oğlu Abdullah, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf, A li b. Ebî
Tâlib ve benzerleri gibi özel müşavirleri vardı.

G. HZ. Ö M ER ’İN C E M İY E T A N L A Y IŞ I

Hz. Ömer genellikle, geniş tabanlı ve her tabakadan insanın tem­


sil edildiği toplulukları tercih ederdi. Kargaşa ve fitneden hoşlanmadı­
ğı için, halkın küçük guruplar halinde cemaatlaşmasmı mahzurlu
bulurdu. Ibn Abbas’m rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer bir gün Kureyş-
lilere:
«Siz ayrı ayrı guruplar oluşturmuşsunuz. Her gurubun belli men­
suplan varmış. İk i müslüman bir araya gelse, «Filan şu gurubun ada­
m ı olmuş, filan bu gurubun adamı olmuş» diye söylemeye başlamışsı­
nız. Allah’a yemin ederim ki bu, dininizi, şerefinizi, dirlik ve düzeni­
nizi kısa sürede darmadağın eder ve bana öyle geliyor ki, benden son­
ra müslümanlar hakkında, «Filanın fikirleri İslâmiyeti yetmiş fırka­
ya ayırdı» diye konuşulacak... derhal guruplaşmaya son verip, bir ara­
ya gelin. Bir araya gelmeniz, aranızda sevgi ve saygıyı artırır. Baş­
kalarının gözünde de büyürsünüz» demiştir. Gerçekten, ilimde belli
bir seviyeye gelmiş insanlar geniş halk tabakalarmdan kopar ve her­
kes kendi seviyesindeki insanların gurubunu seçerse bu, onlardan bek­
lenen eğitimcilik fonksiyonunun kaybolmasına yol açar. Halbuki on­
larla bir arada olmalarının sayısız faydaları vardır. Ancak bu sayede
fikirleri doğru olarak birbirine ulaşır. Hiç bir değişme ve bozulmaya
uğramadan korunur. Ayrıca gurupların çokluğu, sathi fikirlerin çoğal­
masına, fikirlerin sathileşmesi ise dedikodulara ve fitneye yol açardı.
Nitekim kısa süre sonra Hz. Ömer’in korktuğu şeyler ortaya çık­
mıştır. Ondan sonraki dönemlerde fikir ayrılıkları öylesine artmıştır
ki, müslümanlar arasmda büyük uçurumlar meydana gelmiştir.
Hz. Ömer’i ve dönemini, genel hatlarıyla çizmek gerekirse şöyle bir
tablo ortaya çıkar;
Hz. Ömer, yönettiği insanları ve onların yararına olan şeyleri se­
ver, onların dirlik ve düzenliğini bozan şeylerden de nefret ederdi. Ha­
yatı ve idaresi boyunca, İslâm toplumunun gönlünü kazanacak bir yö­
netim gösterdi. Halkın malına mülküne karşı son derece titizdi. Onla­
ra karşı adil olmaya ve eşitliğe son derece riayet ederdi. Güçlü ola­
na hakkmdan fazlasını vermez, zayıf olana da hakkını alma endişe­
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ 187

si duyulmazdı. Zaten yerinde ve uygun davranış ve kararlarım, herke­


se kabul ettirecek kadar dirayetli ve nüfuzlu İdi. Yönetim dizginine
hâkimdi. Bu dizgini bazan çeker, şartlar gerektirdiği zaman da salıve-
rirdl. Yönettiği toplumun karakterini iyi bilirdi. Onlara kabul ettiril­
mesi zor olan şeyleri bile, üstün zekâ ve dehası İle kabul ettirmiş ve
neticede güçlü İslâm devletinin teşekkülüne büyük katkılarda bulun­
muştur.
Bununla birlikte diyebiliriz ki, Hz. Ömer, bu dehası ile kendinden
sonrakilerin işini hayli zorlaştırmıştır. Çünkü Hz. Ömer gibi ağır ve
ciddi meseleleri yüklenebilecek kişiler tarih boyunca çok az yetişmiştir.
Hem halkın refahı ve huzuru için canla başla mücadele edip, hem de
devlet nimetinden en az payı almakla yetinen bir yönetici tipi; işte
Ömer buydu, ö te yandan, Arapları yönetmek yüksek bir yöneticilik
vasfı ister. Onları zora koşmak, ruhlarım esir etmekle aynıdır. Bu da
bir toplumun ziyan edilmesi demektir. Buna rağmen tamamen salıver­
mek gibi sınırsız bir hürriyete alıştırmak da sayısız problemlere yol
açar. O halde onlara zarar vermeden sıkmayı ve azgınlaşmalarına mey­
dan vermeden salıvermeyi iyi bilen bir akla ihtiyaç vardı. Bu akıl ve
deha da, Rasûlullah ve onun rahlesinde yetişen Hz. Ebû Bekr ve Hz.
Ömer’de gördüğümüz dehadır. Evet, doğrusu, Hz. Ömer’den sonra, ge­
rek Hulefâ-i Râşidîn ve gerekse müslümanlann diğer yöneticilerinden
hiç birisi Hz. Ömer’de toplanan meziyetlerin hepsine birden sahip ola­
mamışlardır. Hz. Ömer’de toplanan bu üstün meziyetler, bir bütün
olarak çeşitli maddelerden yapılmış bir ilaç gibiydi. Bu ilacın içindeki
maddelerden sadece birinin eksikliği bile, belki de ölüme yol açabilirdi.
Bu bakımdan diyebiliriz ki Araplar, Hz. Ömer'in etrafında birleştikleri
gibi, günümüze kadar hiç bir zaman, bir daha birleşememişlerdlr.

H. HZ. ÖM ER’İN A İLE S İ

Hz. Ömer, Cahiliye devrinde Kureyş kabilesinin bir kolu olan


Beni Cumah'dan Zeyneb binti Maz’ûn ile evlenmişti. Ondan, oğullan
Abdullah ve Abdurrahman ile Rasûlullah'm zevcesi ve mü’minlerin
annesi Hz. Hafsa dünyaya gelmiştir.
Yine Cahiliye devrinde Huzâa kabilesinden Muleyke binti Cer-
vel ile evlenmişti. Ondan da oğlu Ubeydullah dünyaya geldi. Hudey-
biye antlaşmasında ondan aynldı. Beni Mahzum'dan Ebû Umeyye'nin
kızı Kuraybe ile evlendi. Fakat, Hudeybiye antlaşması sırasında ondan
da aynldı.
Aynca Benî Mahzum’dan Hâris b. Hişam’m kızı Ümmü Hakim
188 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

ile evlendi. Ondan kızı Fâtıma oldu. Ensardan Kays’ın kızı Cemile ile
evlendi. Ondan oğlu Âsim dünyaya geldi ve sonra onu boşadı.
Daha sonra Hz. A li’nin kızı Ümmü Külsüm ile evlendi. Ondan olan
Zeyd ile Rukayya yaşamadılar. Sonra Yemen’den Lihye ile evlendi, on­
dan da Abdurrahman dünyaya geldi.
Daha, son ra da Z eyd b. Ö m er'in k ızı Â tlk e İle evlen di. R iv a ­
y e te g öre Hz. Ömer, Hz. Ebû B e k r 'in k ızı Ümmü K ü lsü m 'ü de is­
tem iş fa k a t y a ş ı küçük olan Ümmü Külsüm bu isteği reddetm iş,
sebebini soran H z. Â iş e 'y e de, Hz. Ö m er'i, ö zellik le k a d ın la ra
k a rş ı sert tab iatlı olduğu için reddettiğini söylem iş, Hz. Â lşe, du­
rum u A n ır b. Â s 'a anlatınca, o da Hz. Ö m er'in y a n m a gidip ona,
« S e n H z. Ebû B e k r 'in k ızım istem işsin doğru m u ? » d iy e sor­
m uş, Hz. Ö m er'in, « E v e t , doğru, bunda ne v a r ? » dem esi ü ze ri­
ne, « B i r ş e y yok , fa k a t o, Hz. Â iş e 'n in h im ayesin d e ş e fk a t v e
n a zla büyüdü. Sen ise s e rt huylusun, biz bile senden çekin iriz.
Ü stelik sen, Hz. Ebû B e k r 'in k ızı ile evlen irs e n , on unla olacak
a ile v î m eseleler aran ızın açılm asına sebep olm az m ı ? » d iyerek ,
« G e l , ben senin için Hz. A li'n in k ızı Üm m ü K ü lsü m 'ü İsteyeyim ,
hem b öy lece R asû lu lla h 'a ak rab alık ş e re fin e de n a il o l u r s u n »
dedi. A y r ıc a Hz. Ömer, Utbe b. R a b ia 'n ın k ızı Üm m ü E b a n 'ı da
istem iş, fa k a t o da, O 'n u s e rt ta b ia tlı b u la ra k red d e tm iştir.

H. VEFATI

Halkını seven ve sevilen, adalet sembolü Hz. Ömer’in suikast ne­


ticesinde bir hançer darbesi ile şehit edilmesi inanılacak şey değildi.
Herkes bilir ki, bütün insanların rızasını kazanmak her insanın işi
değildir. Halbuki Hz. Ömer, bütün Arapları memnun ettiği gibi, hâki­
m iyeti altma aldığı İran halkına da adaletiyle kendisini sevdirmişti.
Fakat bir yandan da İran ileri gelenlerinin nüfuz ve saltanatlarına
son verdiği, saraylarını tanınmaz hale getirdiği için onları öfkelendir­
mişti. Adalet sembolü bu büyük insan sonunda bir namerdin hançer
darbesiyle yıkılıp gitti.
İran fethedildikten sonra, müslümanlar, çok sayıda çocuğu hiz­
metçi olarak almış ve Medine’ye getirmişlerdi. Hz. Ömer, Fars böl­
gesi fethedilince hükümdar Hürmüzan’ın bütün servetini ganimet ola­
rak dağıtmış ve kendisini de sade bir vatandaş gibi Medine’de ikamete
mecbur etmişti.
Bu köleler arasında «Ebû Lü'lü» diye tanınan, Feyruz adında biri
vardı. Muğîre b. Şû’be’nin kölesi idi. Bir gün, Hz. Ömer çarşıda gezi­
nirken bu köle karşısına çıktı. Efendisinin kendisinden, fazla haraç
HZ. ÖMER (R.A.) DEVRİ ıee

aldığını söyledi. Hz. Ömer ona: « Haracın ne kadar?» diye sordu. »G ü n ­


lük iki dirhem » dedi. Hz. Ömer, «Ne iş yapıyorsun?» dedi. Marangoz­
luk, nakkaşlık ve demircilik yaptığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer:
«B u kadar hünerli işe iki dirhem haracı (v erg iy i) neden çok görüyor­
sun?» dedi ve devam etti, «İm kânım olsa rüzgârla çalışan bir değirmen
bile yaparım dermişsin doğru m u?» Köle: «Evet doğru» dedi. Hz. Ömer,
köleden kendisi için bir değirmen yapmasını İstedi. Köle İse, «B ir gün
senin için yel ile çalışan bir değirmen yapacağım, doğuda ve batıda
dillere destan olacak» dedi ve ayrıldı. Hz. Ömer, «B u köle bana bir şey
anlatmak istedi» diyerek oradan ayrıldı. Ertesi günün sabahı Kâ'b
el-Ahbar geldi ve Hz. Ömer’e «Ey m ü’m inlerin em iri! Günlerini say,
üç gün sonra bir kölenin elinden ecel şerbeti içeceksin» dedi. Hz. Ömer,
«Nerden biliyorsun?» deyince, «Tevrat’ta yazıyor» diye cevap verdi.

Efsanevi tarzda anlatılan bu rivayetlerden Hz. Ömer’in, bu kö­


lenin bir sabah namazında safların arasından girip, elindeki İki ağız­
lı bir hançerle vurması sonucu şehit edildiği anlaşılıyor. Bu konuda
Hz. Ömer’e şu mânâda bir iki mısra da atfedilir:

«K â ’b bana üçü saymamı söyledi


Şüphesiz bu sadece Kâ’b’ın sözü
Ölümden neden korkacak mışım? Ben zaten ölüyüm
Daha çok artlarda gelen günahlardan korkarım.»

Hz. Ömer, yaralı olduğu halde eve gelerek, oğlu Abdullah’a katili
aramasını söyledi. Sonra bir tabip çağrıldı. Fakat, bunun bir faydası
olmadı. H. 23. yılın Zilhicce ayında (Ekim 644) Çarşamba günü al­
dığı altı hançer yarasından kurtulamadı. Vasiyeti üzerine cenaze na­
mazını Suheyb kıldırdı. Hilâfetinin on yıl, altı ay sürdüğü rivayet edi­
lir. Ayrıca rivayetlerde şehit olduğunda Hz. Ömer’in de Rasûlullah ve
Hz. Ebû Bekr gibi altmış üç yaşında olduğu hususu da vardır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HZ. O SM AN DEVRİ (23-35/644-656)

1 — HALİFE SEÇİLMESİ

Hz. Ömer, aldığı yaralardan dolayı, ağırlaşınca kendisinden yerine


bir halife bırakması istendi. Önce tereddüt etti. Sonra Hz. Ebû Bekr’i
kastederek, «Halifeyi en iyi seçen o idi» dedi ve Rasûlullah’ı kastede­
rek de, «Arkada halife bırakanların en hayırlısı da o idi» dedi ve şöyle
devam etti: «Eğer Ebû Ubeyde sağ olsaydı onu seçerdim. Çünkü A l­
lah, onu niçin seçtiğimi bana sorunca, Rasûlullah’ın onun için, «B u
üm m etin güvenilir adamın dediğini duyduğumu söylerdim. Ebû Hu-
zeyfe’nin azatlısı Sâlim sağ olsa onu da seçerdim. Şayet Rabbim niçin
onu seçtiğimi sorarsa, Rasûlullah’m onun için, «Sâlim, Allah’ı en çok
seven kimsedir» dediğini duydum diye hesap verirdim» dedi. Sonra
bir müslüman, «Abdullah b. Ömer (Hz. Ömer’in oğlu ) için ne dersiniz?»
diye sorunca Hz. Ömer, «Allah hayrını versin! Karısını boşamaktan aciz
birini nasıl halife seçerim?» dedi.
Hz. Ömer ailesine hitaben, «İslâm ümmetinden bir ferdin davacı
olması halinde, ailemden bir kişinin Allah’a hesap vermesi kâfidir.
Yaptığım işlerde ailemi üzmek pahasına bütün gücümü harcadım. B ir (
hatam oldu ise, cezadan kurtulabilirsem, ne m utlu bana» dedi.
Tekrar bir halife seçmesi istendi. «Sizi hak üzere yönetecek en
doğru birini göstermek isterim» dedi ve Hz. A li’yi işaret ederek, Ra­
sûlullah’m cennet ehil olarak müjdelediği sahabeyi saydı: «A li b. Ebi
Tâlib, Osman b. Affan, Abdurrahman b. Av), Sa’d b. Ebi Vakkas, Zü-
beyr b. Avvam ve Talhâ b. übeydullah... Bunlar kendi aralarından bi­
rin i seçsinler. B irini halife seçerlerse başarılı olduğu takdirde ona
yardımcı olun, destek olun. Kendisine vazife verilen kimse de vazifesi­
ni hakkı ile yapsın» dedi. Sonra onları çağırdı ve kendilerine:
192 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

«Düşündüm ve sizi üm m etin ileri gelenleri, yetkili kişileri olarak


buldum. Bu iş sizinle tamamlanacaktır. Rasûlullah, sizlerden razı ola­
rak ruhunu teslim etmiştir. Siz doğru oldukça bu üm m etin durumun­
dan endişe etmem. Fakat aranızda bir fik ir ayrılığı çıkıp da bunun
ümmete sıçramasından endişe ediyorum» dedikten sonra onlara seçim
için üç günlük bir süre verdi. Miktad b. Esved’e de, «B eni mezara ver­
dikten sonra bu kişileri bir evde topla, aralarından birini seçsinler»
dedi. Suheyb’e de üç gün namazı kıldırmasını emretti ve «A li, Osman,
Zübeyr, Sa’d, Abdurrahman b. Avf ve gelirse seyahatte olan Talhâ ve
halifeliğe aday olmamak şartı ile Abdullah b. Öm er’i topla ve başla­
rında bekle, eğer beşi birini seçip, biri itiraz ederse, boynunu kılıçla
vur, eğer dördü biri üzerinde ittifa k eder de ikisi itiraz ederse, o iki­
sinin kellesini uçur, eğer üçü anlaşıp, üçü itiraz etse o takdirde Abdul­
lah b. Öm er'i hakem yapın ve onun katıldığı tarafın seçimine uyun.
Fakat onun seçimine de itiraz edilirse Abdurrahman b. A vf’ın bulun­
duğu tarafa uyun ve artık yüz çevirirlerse diğerlerinin hepsini öldürün»
dedi.
Hz. Ömer’in defin işi tamamlanınca Miktad, Şûradaki kişileri
Misver b. Mahreme’nin evinde topladı. Ayrıca, Hz. Aişe’nin evinde
toplandıkları da rivayet edilir. O sırada Hz. Talhâ, henüz seyahatten
dönmediği için bu toplantıda beş kişi bulunabilmişti. Onlarla beraber
Abdullah b. Ömer de vardı. Ebû Talhâ’dan bu beş kişiyi odaya kapat­
ması istendi. Orada kendi aralarında bir halife adayı seçmeleri gereki­
yordu. içeride uzun münakaşalar oldu. Bir ara Ebû Talhâ yanları­
na gelerek, «Aday üzerinde bu kadar çekişmenizden çok, bu işten fe­
ragat etmenizden korkardım. Aranızda çabuk anlaşın, aksi halde Ömer’
in ruhunu alan Allah'a yemin ederim ki, size bu iş için tanınan üç
günlük süreyi kesinlikle uzatmayacağım ve siz bir karara varıncaya
kadar da evden çıkmayacağım» dedi.

Sonra Abdurrahman b. Avf: «Kim. adaylıktan çekilmek ister ve


adaylığını başkasına bırakır?» diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca,
«Öyle ise ben çekiliyorum» dedi. Bunu duyan Hz. Osman, « Ben razı­
yım » dedi. Sonra ötekilerden de adaylıktan çekilme hususunda, razı
olanlar ve sükût edenler birbirini izledi. Bu arada Abdurrahman b.
Avf, Hz. A li’ye sordu. «Sen ne dersin ey A li? !» O da: «Hakkı savuna­
cağına, heva ve arzularına gem vuracağına, akrablarını kayırmayacağı­
na, halkın menfaatleri için hiç bir çabayı esirgemeyeceğine and içer
m isin?» dedi. Bunun üzerine Abdurrahman, « Siz hepiniz bana, mev­
cut düzeni değiştirmek isteyene kerşı benimle beraber olacağınıza, ak­
rabanıza özel muamele etmeyeceğinize dair söz verin» dedi. Hepsin­
den söz aldı ve kendisi de söz verdi. Böylece Abdurrahman b. Avf
UZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 103

seçim yönetimini eline almış oldu. O gece sahabeleri bir bir ziyaret
edip fikirlerini sordu. Medine’ye gelen yetkili ve büyük şahıslarla
ve ordunun ileri gelenleri ile de; görüştü. Kiminle görüşmüşse, Hz. Os­
man’ı tercih ediyordu.
Sürenin sona ereceği günün akşamı Abdurrahman b. Avf, Zü-
beyr’i ve Sa’d'ı camiye çağırdı. Caminin bir köşesinde önce Zübeyr'l
yanına alarak ona, «Abd-i Menaf Oğuüan'ndan vazgeç» dedi. Zübeyr,
«Ben A li’den yanayım» dedi. Sonra Sa’d’a dönerek, «B iz ikimiz yalnı­
zız, bize kimse oy vermez, bari senin yerine ben seçeyim» dedi. O da,
«Sen kendini seçersen kabul ederim ama, eğer Hz. Osman’ı tercih ede­
ceksen, ben Hz. A li'yi seçmek istiyorum» dedi sonra da, «Sen kendini
aday koy da bizi de rahat e ttir» diye sitem etti. Abdurrahman da,
«Ey Ebû İshak! Ben adaylıktan çekildim. Şayet çekilmemiş olsaydım
bile hilâfeti kabul etmezdim» dedi ve: «Aslında Hz. Ebû Bekr ve Hz.
Ömer'den sonra kim halife olursa olsun halk ondan razı olmaz» diye
ilave etti. Bundan sonra Zübeyr ve Sa'd gittiler. Abdurrahman, Hz.
A li’yi çağırdı, onunla uzun boylu konuştular. Ondan sonra da Hz. Os­
man'ı çağırdı. Onunla da sabaha kadar konuştular. Sabah namazdan
çıkınca da Abdurrahman,'Şûra üyelerini, Muhacirleri ve Ensann geri
kalanlarım topladı. Mescit dolmuştu. «Ey müslümanlar! Herkes kimin
halife seçildiğini öğrenip huzur içinde yerine dönmek istiyor. Onun
için bu iş artık bitsin» dedi. Cemaatten değişik seBİer geldi. Herkes
kendi fikrini söylüyordu. Sonra Sa’d, «Ey Abdurrahman/ Sen üzerine
aldığın görevi yerine getir, halkın arasına fitn e girmeden, düşünceni
açıkça ortaya koy» dedi. O da hemen ileri atılıp: «Ben düşüneceğim ka­
dar düşündüm, yeteri kadar da istişare ettim . Siz de sorumluluktan
kurtulun, vebal altında kalmayın» dedi. Sonra Hz. A li’yi çağınp, «A l­
lah'ın kitabı, Rasûlü’nün sünneti ve ondan sonraki iki halifenin dav­
ranışlarına göre amel edeceğine Allah adına ahit ver» dedi. O da, «E lim ­
den geldiği kadar buna uyarım » dedi. Abdurrahman sonra Hz. Os­
man'ı çağınp ona da aynı şeyi söyledi, o da, «P e k i» deyince, «ö y le ise,
uzat e lin i» dedi ve Hz. Osman’a halife olarak biat etti. Bunu gören
Hz. Ali, biraz geri çekilip, «Bakalım, bekliyelim» dedi. Fakat öteki müs­
lümanlar Hz. Osman’a biat edince, o da arkadan, gelip biat etti. Hz.
Osman'ın üçüncü halife seçiliği Hicri 23. senenin sonu (M. 644) 24.
senenin başmda gerçekleşti.

2 — K IS A BİYO G RAFİSİ
Künyesi, Osman b. Affan b. Ebi'l-As b. Umeyye b. Abd-i Şems b.
Abd-i Menaf el-Emevi el-Kureşi'dir. Annesi Ervâ binti Kureyz b. Rebia
b. Abd-i Şems b. Abd-i Menaf'tır.
F. : 13
194 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

Hz. Osman Rasûlullah'm doğumundan beş yıl sonra dünyaya


geldi. Yüksek ahlâk! meziyetleri olan ve iyi bir terbiye ile büyüyen Hz.
Osman, aynı zamanda İslâm’a ilk girenlerdendir. Hz. Ebû Bekr’in ara­
cılığı ile müslüman oldu. Rasûlullah onu kızı Rukayya ile evlendirdi.
Hz. Osman, müşriklerin müslümanlara işkenceleri artınca zevceleri İle
birlikte Habeşistan’a hicret etti ve Medine’ye hicretten biraz önce geri
döndü. Medine hicretine izin çıkınca gene zevceleri ile birlikte oraya
hicret etti. Hz. Osman Bedir dışında Rasûlullah’m bütün savaşlarına
katıldı. Bedir savaşı sırasında zevcesi Rukayya validemiz hastalan­
mıştı. Nitekim savaştan hemen sonra da vefat etti. Bu sebepten sa­
vaşa katüamadı. Fakat Rasûlullah Bedir, ganimetlerinden Hz. Osman’a
da pay ayırmış ve ikinci k m Ümmü Ktilsüm İle de evlendirmlşti. Bu
sebeple Hz. Osman’a Zlnnureyn (İki nur sahibi) de denilir.

Hudeybiye olayında Rasûlullah ile Kureyşlller arasında elçilik yap­


tığı zaman, Kureyşlllerln Hz. Osman’a eza ve cefa ettikleri haberi or­
talığa yayıldığı sırada Rasûlullah, Şecere-i Rıdvan biatim aldı. Hz. Os­
man, orada bulunmadığı için, Hz. Peygamber sağ elini sol eli üzerine
koyarak, «Bu da Osman'ın biati» diye ona vekâleten biat etmişti. Zor
şartlarda geçen Tebük seferinde, Hz. Osman'ın büyük hizmeti ol­
muş ve bu sefer için servetinin önemli bir bölümünü harcamıştı. Ay­
rıca Rûme kuyusunu satm alarak müslümanların hizmetine sunmuş­
tu. Bunun üzerine Rasûlullah, «Rûme kuyusunu alan cen n etliktir» di­
ye müjde vermişti. Hz. Osman aynı zamanda, Rasûlullah’m vahiy kâ­
tibi idi. Raslullah’m vefatından sonra, önce Hz. Ebû Bekr’e, sonra da
Hz. Ömer'e kâtiplik ve önemli meselelerde müşavirlik yapmıştır. Hz.
Ömer’in vefatından sonra hilâfet seçiminde müslümanlann çoğunluğu
onun lehinde tercih yapmıştı. Hilâfeti hicretin 24. yılında ilân edildi.
(7. 10. 644 M.).

3 — HZ. OSM AN'IN H A LİF E LİĞ İ VE DEVRİNDE Y A P IL A N


Ç EŞİTLİ İŞLER

a) Hz. Oaman'm Baktığı İlk D a v a :


Hz. Ömer’in şehadetinden sonra çıkan haberlere göre, suikastı Ebû
Lü’lü tek başına plânlamamıştı. Bu olaya daha başkalan da katılmıştı.
Abdurrahman b. Ebî Bekr şöyle diyordu: « Dün Ebû L ü 'lü ’ü gördüm.
Yanında Cûfeyne ve Hürmüzan da vardı. Aniden üstlerine gittiğim i
görünce, telâşlandılar ve ellerinden yere bir hançer düştü. İk i tarafı
kesici ve kabzası ortada idi.» Sonra, Hz. Osman, «Hz. Ömer’e suikastta
kullanılan hançeri getirin göreyim » dedi. Hançeri getirdiler baktılar
HZ. OSMAN (R.A.) DEVRİ 195

kİ, Abdurahman b. Ebî Bekr’ln tarif ettiği hançerin aynısı İdi. Zira
TemîmoğuUan’ndan biri Ebû Lü’lü'ü takip etmiş, onu öldürüp elinden
o hançeri almıştı. Bunu Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah öğrenince, ba­
basının defin İşleri bitinceye kadar beklemiş, sonra da Hünnüzan'ı
bulmuş ve onu öldürmüştü. Çok geçmeden Cûfeyne'yl de bulmuştu.
Cûfeyne, Hire halkından bir hrlstiyan olup Sa’d b. Ebî Vakkas tara­
fından okuma-yazma öğretmesi İçin Uedlne'ye gönderilmişti. Ubeydul­
lah onu da öldürmek İstemişti. Fakat onu gören Suheyb, o günlerde
halife vekili olduğu İçin Ubeydullah’ı yakalattı ve hapse attı. Seçilen
yeni halifenin İlk yapacağı İşlerden birisi onu yargılamak olacaktı. Ke­
za Hz. Osman da halifeliği ilân edildikten sonra, İlk İş olarak bu da­
vaya baktı. Camide oturdu, Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah'ı getirtti.
Muhacir ve Ensardan orada bulunanlara sordu: «İslâm'da meydana
gelen bu tefrika hakkında nasıl bir hüküm vermemi tavsiye edersi­
niz» dedi. Hz. Ali, Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’a kısas uygulanması­
nı tavsiye etti. Fakat Muhacirlerden bazıları: « Dün Ömer şehit edildi.
Bugün de oğlu öldürülsün, olacak şey m i?» diye itiraz ettiler. Orada
bulunan Amr b. As İse, «Ey m üm inlerin em iril Bu olayda senin m esuli­
yetin yoktur. Hilâfeti henüz üzerine aldın. Olay ise senden önce cere­
yan etmiştim dedi. Hz. Osman İse: «Müslümanların halifesi olarak,
halihazır durumlarda hükümler verme yetkim vardır. Dolaytst ile bu
olayı suçlunun diyet ödemesi şeklinde hükme bağlıyorum. Bütün so­
rum luluk bana a ittin dedi ve bu olay da böylece çözümlenmiş oldu.

bl Hz. Osman'ın Valilere Y azd ığı M ektu p :

Hz. Osman, halife olunca valilere bir mektup yolladı. Mektupta


şöyle diyordu:
«Selâmdan sonra. Cenab-ı Allah valilerin sadece birer vergi topla­
yıcısı değil, birer idareci olmastnt emretmiştir. Üm m etin ük valileri
toplayıcı değü, idareci olarak görev yapmışlardı. Zamanımızda ise he­
men hemen bütün valiler, bir idareciden çok, toplayıcı durumuna düş­
müşlerdir. Böyle giderse haya, güven ve vefa ortadan kalkar. Şunu
iyi büin ki, adalet hem müslümanlann ihtiyaçlarını gözetmek, hak­
larını verip, vergilerini tahsil etmek, hem de ZımmÜertn haklarına
riayet edip, haklarını vermek ve cizyelerini tahsil etmektir. Düşman­
larınızla antlaşmalarınıza da sadık kahntz.»
Hz. Osman, sınırlarda vazifeli komutanlara da şu mektubu gön­
derdi:
«Selâmdan sonra. Sizler müslümanlann hâmisisiniz. Hz. Ömer’in
196 doğuştan gUnUmtlze B Ü YÜ K İSLA M T A R İH İ

komutanlarla olan münasebetlerini bilmeyen yoktur. Onun bütün dav­


ranışları, herkesin gözleri önünde cereyan ederdi. B u düzeni bozma­
ya veya değiştirmeye kalkmayın. Sonra Allah da sizi değiştirir ve
İslâm’ın savunulması ve yayılması görevini başka bir üm m ete verir.
Davranışlarınızı sürekli kontrol edin. Ben de Allah’ın bana emanet
ettiği ve yaymamı istediği ödevleri sürekli olarak gözetmekteyim.»
Hz. Osman, mali ve mülki erkâna gönderdiği mektupta ise şun­
ları yazıyordu :
nSelâmdan sonra. Cenab-ı Allah, hiç bir şeyi boş yere yaratmamış­
tır. Her şeyi hak olarak yaratmıştır. Dolayısı ile o, haktan başkasını
kabul etmez. Aldığınız şeyleri haklt olarak a lın ; verdiğiniz şeyleri de
hak edene verin. Bilhassa dürüstlüğe ihtim am gösterin. Dürüst dav­
ranın ve dürüstlüğü bozan siz olmayın. Çünkü onu bozan kimse, son­
radan gelenlerin vebalini de yüklenir. Vefakârlığa dikkat edin, yetim in
hakkına tecavüz etmeyin, antlaşmalara da sadık kalın. İy i bilin ki,
Allah, yetime zulmedenin düşmanıdır.»

c) Hz. Osman'ın İlk H utbesi:


Hz. Osman, halifeliğinin ilk hutbesini okumak için minbere çık­
tığında Allah’a hamdü sena ettikten sonra şunları söyledi:
«Ey müslümanlar! Sizler Islâmiyetle gerçekleşen huzur ve gü­
ven nim eti içinde yaşıyorsunuz. Bu nim etle ömrünüzün sonuna yak­
laştınız. Eceliniz hayırla sonuçlansın. Elinizden geldiği kadar, gece
gündüz çalışıp çabaladınız. Fakat şunu iyi bilin ki, dünyanın mayası
aldatıcılıktır. Dünya hayatı sizi aldatmasın, Allah’a karşı m ağrur olma­
yın, gelip geçenlerden ibret alın. Başı boş, vurdum duymaz olmayın,
uyanık olun. A llah gafil değildir. O, dünyayı seven, ona bağlanıp da, her
yerde hanlar, saraylar yaptıran bizden önceki insanlar şimdi nerde?
Uzun süre saltanat süren, dünya hanedanları neredeler şimdi? Dün­
ya onlara vefasızlık etmedi m i? Bari bunlardan ders alın da Allah’ın
hakir gördüğü dünyayı, siz de olduğundan çok büyütmeyin. Ahirete,
ezelî yurdunuz olan âhirete hazırlık yapın.»
V
Hz. Osman, «Ş u âyeti kerîmede buna güzel bir örnek va r» dedi
ve âyeti okuyarak hutbesini bitirdi:
«Sen, onlara dünya hayatının m isâlini ver. Geçici dünya hayatı,
tıpkı şuna benzer: Biz, gökten yağmur indiririz. Yeryüzündeki bit­
kiler onunla karışıp yemyeşü kesilir. En sonunda da kuruyup rüzgârın
savurduğu çerçöp haline gelir. Allah her şeye m u k ted ird ir.a (l)

(1) K eh f sûresi, âyet 45


HZ. OSMAN (R A .) DEVRİ 197

Hz. Osman, başka bir hutbesinde de şöyle diyordu:


«Ey İnsanlar! Allah'ta emirlerine muhalefet etmekten sakının.
Zira Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten sakınmak bir ganimet­
tir. En akıllı insan, kendisini hesaba çeken, kendini iyi idare eden,
ölümden sonrası için amel yapan ve kabrin karanlığı için Allah'ın nu­
rundan yararlanandır. Kul, gözleri gördüğü halde, Allah’ın kendisini
kör olarak hasretmesinden korksun, hikmetten anlayan için tek söz
kâfidir. Mânen, sağır olanlar zaten hakkı duymazlar. Biliniz ki, A l­
lah kiminle beraber ise o, hiç bir şeyden korkmaz. Allah kime gazap
etmişse onun affına sığınacağı başka hiç bir kimse yoktur.»

d) Hz. Osman'ın İlk Yıllarında Şehirler ve Valileri ■

Hz. Ömer’in son devrinde ve Hz. Osman’ın ilk yıllarında büyük


şehirler ve onları yöneten kişiler şunlardı:
1 — Mekke : N&fi b. el-Hârls el-Huzâî
2 — Taif: Sulyan b. Abdullah es- Sakan
3 — San’a : Y a’lft b. Münebbih
4 — Cened ; Abdullah b. Ebi Rebia
5 — Bahreyn ve çevresi: Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi
6 — Küle : Muğîre b. Şû’be es-Sakafi
7 — Basra : Ebû Mûsa Abdullah b. Kaya el-Eş’ari
8 — Ş a m : Muâviye b. Ebi Bufyan
9 — Hıms : Umeyr b. Sa’d
10 — M ıs ır: Amr b. As es-Sehmi

4 — HZ. OSMAN DEVRİNDEKİ F E T İH L E R :

Azerbaycan ve Rey bölgeleri. Küfe valiliğinin İdaresine verilmişti.


Bu iki sınır bölgesine, altı bini Azerbaycan’a, dört bini de Rey’e olmak
üzere toplam on bin asker yerleştirilmişti.
O sırada K ûle’de kırk bin kişilik bir ordu bulunuyordu. Çünkü
İslâm hâkimiyetine yeni geçmiş olan bu bölgede, yer yer ayaklanma­
lar oluyordu. Bu yüzden burada bulundurulan her askere dört senede
bir savaş sırası geliyordu. Böylece İslâm devletinin nüfuzu yerleşiyor,
düşmanların isyana kalkışmalarına fırsat verilmiyor ve ayaklananlar
da yeniden itaata mecbur ediliyordu.
Aşağıdaki iki olay buna örnek teşkil eder.
Velid b. Ukbe’nin Küfe valiliği sırasında, Azerbaycan’da bir ayak-
198 doğuştan gUnUmüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

lanma olmuş ve bölge halkı antlaşmayı bozarak zekât vermeyi red­


detmişti. Velld b. Ukbe, burada yaptığı savaşı kazamp, İsyancılara
antlaşmayı tekrar takbul ettirmişti. Selman b. Rebia da benzeri bir
ayaklanmayı bastırmak üzere gönderilmişti. Selman, oradaki ayaklan­
mayı bastırmış ve İslâm hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır.
Saîd b. el-Âs’m valiliği döneminde ise Taberistan’ın fethi gerçek­
leşmişti. Oraya Hz. A li’nin iki oğlu Haşan ve Hüseyin İle birlikte Ab-
bas, Am r b. Âs, Zübeyr ve Huzeyfe b. Yeman’m da bulunduğu büyük
bir ordu ile sefere çıkılmış ve yapılan çarpışmalardan sonra yöre hal­
kı barış istemeye mecbur bırakılmıştı.
H. 32. senede Abdurrahman b. Rebia el-Bâhili, Hazar hakanlığına
karşı bir sefer yaptı. Bâb el-Ebvâb (Derbend)’in kuzeyinde bulunan
büyük şehirlerden Belencer’e vardı. Burası Hazar Türklerinin önemli
şehirlerinden birisi idi. İslâm ordusu burada Hazarlar ile karşılaştı.
Büyük bir çarpışma oldu. Bu çarpışmalar sırasında Abdurrahman b.
Rebia yaralandı. İslâm ordusu yenilerek ikiye bölündü. B ir kısmı, ge­
riye dönerken, kardeşine yardıma gelen Selman b. Rebîa’nın takviye
kuvvetleri ile karşılaştılar ve kurtuldular, ötek iler İse, Gilân ve Cür-
can yoluna saptılar. Fakat daha sonra Abdurrahman b. Rebîa’nın pe­
şine taküıp geri döndüler.
Basra yöresindeki ordunun görev sınırları ise, Fars, Horasan ve
Sind bölgelerini içine alıyordu. Abdullah b. Am ir’in Basra valiliği sıra­
sında, Fars halkı ayaklanarak vali Ubeydullah b. Ma’mer’i şehit ettiler.
Abdullah b. Amir, bunların üzerine yürüdü. Şiddetli çarpışmalardan
sonra sükûneti sağladı.
31. hicri yılda da Horasan’da bir ayaklanma oldu. Buraya Ab­
dullah b. Amir, büyük bir askerî güçle yürüdü. Fakat daha Tablsîn'e
varmadan, ayaklananların barış istedikleri bildirildi. Oradan Kuhis-
tan’a yürüdü. Kısa bir savaştan sonra oradaki isyancılar da teslim ol­
dular. Onlarla da barış yapıldıktan sonra Nişapur’a geçildi. Burada
da sükûnet sağlanıp, karşı tarafm barış istekleri kabul edildi. Aynca
Ahnef b. Kays komutasında bir birlik de, Toharlstan’a ( l ) ve oradan
da Mervu'r-Rud üzerine yürüdü. Buralarda cereyan eden şiddetli çar­
pışmaların sonunda müslümanlar galip geldiler. Ahnef, bu bölgede pek
çok yeri fethetti. Fakat, Belh ve Harizm’deki savaşlarda başarılı ola-

(1) Burası Horasan eyalellne bağlı geniş bir bölgedir. Yukarı Toharlstan
ve aşağı Toharlstan diye İkiye ayrılır. Yukarı Toharlstan, Belh’ln doğu­
su ve Ceyhun'un batısına düşer. Belh'e 28 fersah mesafededir. Aşağı
Toharlstan İse, Ceyhun'un batısında Belh'den daha uzakta ve yukarı
kısımdan biraz daha doğudadır. En büyük kenti Talkan'dır.
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 199

mayınca geri dönmek zorunda kaldı, ö te yandan İbn Am ir de kazan­


dığı zaferlerden sonra Basra’ya döndü.
Buna karşılık Şam'da durum bambaşka İdi. Burada bütün yöre
halkı, Muâvlye b. Ebl Sufyan’a tam bir bağlılık İçindeydi. Bizans kuv­
vetleriyle bir çok savaşlar yapmışlardı. Muâvlye, Amurlye'ye kadar
İlerlemiş ve aldığı kalelere Şam ve Cezire halkını yerleştirmişti. Hz.
Osman'ın emri İle Habib b. Mesleme’yi Ermenlye'ye yolladı. Erzurum’a
kadar İlerleyen Habib b. Mesleme, burada bölge halkı İle barış İmzala­
dı ve fetihlere devam ederek Tiflis’e kadar geldi.
Halife Hz. Osman zamanında, Suriye valisi Muâvlye'nin telkinle­
ri neticesinde Suriye sahillerinde İlk İslâm donanması meydana geti­
rildi. Muâvlye,. bir donanmanın lüzumunu Hz. Ömer’e belirtmesine
rağmen ondan müspet bir cevap alamamıştı. Hz. Osman'ın halife ol-
ntası üzerine Muâvlye bir donanma kurulması İçin ondan da izin İs­
tedi. Yeni halife Suriye valisinin ısrarlı İzin İsteklerine karşı koya-
mayarak bir donanma meydana getirmesi hususunda gerekli İzni ver­
di. Böylece İlk İslâm donanması kurulma İmkânını buldu.
Suriye sahil şehirlerinde meydana getirilen müslüman donanma­
sının ilk hedefi Kıbrıs olmuştur. Anadolu, Suriye ve Mısır İçin gerek
ticari ve gerekse stratejik bakımdan büyük bir önem taşıyan Kıbrıs’a
649 yılında İlk sefer yapıldı. İslâm kaynaklan bu sefer neticesinde ada­
lim müslüman hâkimiyetine geçtiğini, Bizans’a ödenen verginin bun­
dan böyle müslümanlara ödeneceğini belirtmekte iseler de pek doğru
olmasa gerek. Zira 653 yılında Kıbrıs’a karşı ikinci bir sefer daha
yapılmıştır. Bu İkinci seferde adaya müslümanlar yerleşmeye başla­
mıştır. Yine tam mânâslyle adada bir müslüman hâkimiyetinden bah­
sedilmez, fakat müslüman ülkeleri için artık Kıbns bir tehlike ol­
maktan çıkmıştır. Bu İlk deniz zaferini müteakip daha sonraki yıllar­
da diğer Akdeniz adalarına karşı seferler tertip edilecektir.
Kıbrıs'ın fethinden iki yıl sonra 655 yılında müslümanlar ile Bi­
zans arasında İlk deniz savaşı cereyan etti. Suriye valisi Muâviye ar­
tık İstanbul üzerine yürüme plânlan hazırlamağa başlamıştı. Nite­
kim böyle bir sefer başlangıcında Rum donanması İle Mısır valisi Ab­
dullah b. Sa’d b. Ebl Serh'in donanması arasında Finike açıklarında
Zât el-Savârî adı verilen savaş cereyan etmiştir. Bizans donanmasının
üstün olmasına rağmen müslümanlar, düşman gemileriyle kendi ge­
milerini birbirine bağlayarak hücuma geçmişler ve böylece alışkın ol­
madıktan deniz savaşım âdeta kara savaşı haline dönüştürmüşler ve
büyük bir zafer kazanmışlardır. Bizans İmparatoru Konstans canım
yaralı olarak kurtarmış ve gemilerinin çoğu müslümanlann eline geç-
200 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLAM TARİHİ

mlştl. Hz. Osman devrinde, bu suretle İslâm devleti denizde de büyük


bir güce sahip olmuştu. Bu iki savaşta Bizanslılar’dan ele geçenler ile
Amr b. el-Âs ve İbn Sa'd’ın yaptırdığı gemilerden kuvvetli bir donan­
ma hazırlandı. Genişleyen ve zamanla sınırlarının büyük bir kısmı sa­
hillerden meydana gelen İslâm ülkesinin, korunması için böyle bir
donanmaya sahip olmak zaten kaçınılmaz hale gelmişti. Çünkü Bi-
zansla artık sık sık denizde de karşı karşı gelinmekteydi. Bizans kay­
nakları bu yenilgiyi Yermuk hezimetiyle mukayese etmektedirler. Muâ-
viye, İstanbul'a karşı açtığı seferde bu zaferden istifade cihetine gitme­
miş ancak Kayseri civarına bir akın yapmakla yetinmiştir. Bununla
beraber bu tarihten itibaren İstanbul yolu müslümanlara açılmış olu­
yordu.
Hz. Osman’m halife olmasından kısa bir müddet sonra 645 yılın­
da bir Bizans donanması İskenderiye önlerinde göründü. Şehir hal­
kının da yardımı ile İskenderiye, Rumlar eline geçti. Bu sırada Mısır’
m idari kadrosunda değişiklik olmuş, Am r b. el-As’m yerine halifenin
süt kardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Şerh vali tayin edilmişti. Bu zat
daha Hz. Ömer devrinde Yukarı Mısır’da bazı idari vazifelerde bulun­
muştu. Abdullah, Bizanslılar’ın İskenderiye’yi geri almaları üzerine es­
ki validen yardım istedi. Amr, bu teklifi kabul ederek İskenderiye'yi
Rumlar’ın elinden geri aldı (646). Halifenin, M ısır'ın askeri işlerinin
yönetiminin kendisinin uhdesinde kalma teklifini kabul etmeyen Amr
b. el-As Mısır’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bu hareket daha sonra hali­
fenin aleyhine neticeler doğuracaktır.

5 — HZ. OSMAN DEVRİNDE İÇ O LA Y LA R VE K A R IŞ IK L IK L A R

Hz. Osman döneminde özellikle Basra, Küfe ve Mısır gibi şehir ve


ülkelerde yoğunlaşan hadiselerin ve İslâm toplumunda baş gösteren
karışıklıkların geniş biçimde ele alınması gerekir. Çünkü zaman İçin­
de bütün bir İslâm toplumunu saran ve tesirleri günümüze kadar
uzanan «fitn e» hareketi, bu dönemde başlamış ve Irak ve Mısır’da
odaklaşmıştır.
Taberi, Haşan el-Basrî’den şu olayları rivayet eder: Hz. Ömer,
Muhacirlerden Kureyş’in İleri gelenlerine, ancak izin almak şartıyla
ve belli bir süre için dış beldelere gitme müsaadesi veriyordu. Zaman
zaman bunlardan şikâyet gelince de şöyle söylüyordu. «Ben hayatnrun
her safhasında İslâm’ı yaşadım ve onun gelişmesine gayret ettim . Ben­
den, hayatımın son demlerinde kusurlu bir iş yaymam bekleniyor. İs­
lâm dini kemâle ermiştir. Bilesiniz ki, Kureyşliler, ibadet niyetiyle de­
ğil, zenginleşmek arzusuyla Allah’tan mal istemektedirler. Oysa Hat-
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 201

tab’ın oğlu Ömer henüz hayattadır ve onlara bu fırsatı vermeyecektir.


Ben, Medine’nin çıkış kapısı olan Şabu’l-Harra’da durup Kureyşlile-
rin yakasından tutacağım ve onların ateşe düşmelerine engel olaca­
ğım!.»

Hz. Osman, halife olunca, Hz. Ömer’in Kureyşlilere uyguladığı ted­


birleri kaldırdı. Onlar da çeşitli beldelere dağıldılar. Onlar, dünyayı in­
sanlar da onlan tanıdılar. Başlarına, her gittikleri yerde çok çeşitli
insan toplulukları üşüştü. Halkla haşır neşir oldular. Zamanla çevre­
lerine özenti başladı. «Halk nasıl mal-mülk sahibi oluyorsa biz de
mülk ediniyoruz» dediler. İşte bu, ilk İslâm neslini zaafa uğratan
önemli bir gelişmeydi. eş-Şa'bî de bu konuyu vurgular. O da, «Hz. Ömer'
in ölünceye kadar Kureyş’i Medine dışına çıkmaktan alıkoyduğunu»
kaydeder. eş-Şa’bi’ye göre Hz. Ömer şöyle derdi: «Benim bu ümmet
İçin tek endişem, sizin diğer beldelere yayılmanızdır.» Medine’den çık­
ması yasaklanan Mekkeli Muhacirlerden biri Hz. Ömer’den harbe git­
mek için izin istemişti. Yasak, Mekkelllerden başkasına uygulanmıyor­
du. Hz. Ömer ona şunları söyledi: «Sen Rasûlullah ile savaşa gittin
ve istediğine kavuştun. Bugün İse dünyaya fazla açılmaman ve dünya­
nın da sana şirin görünmemesi daha hayırlıdır.»
Hz. Osman bunları serbest bırakıp, çeşitli beldelere dağıldıkları ve
halk da sohbet İçin etraflarını sardığı zaman onlar Hz. Osman’ı, Hz.
Ömer’den daha fazla takdir etmişlerdi. Taberî şöyle rivayet eder:
«Hz. Osman'ın halifeliğinden bir sene geçmemişti ki, Kureyş’ten
bir çoklan vilâyetlerde mal-mülk edinmeye başlamışlar ve her biri­
nin çevresinde halktan geniş bir sohbet halkası teşekkül etmişti. Ku-
reyş’te her kişi «ailenin işlerini en büyük üye üstlenir» kaidesine göre,
bir gün gelip hilâfeti ele almaya kendisini aday görüyordu. Halbuki,
bu hususta kimin önde geldiğini ve kimlerin ona tâbi olması gerekti­
ğini gösteren bir ölçü yoktu. Aynca Kureyş farklı aşiret ve ailelerden
meydana geliyordu. İslâm ailesinin büyüğünü kim tespit edecekti?
Kureyş ailelerinin bu duygularım bilen ve Medine dışına çıkmaları ha­
linde bunun İslâm toplumunun dağılmasına yol açacağım tahmin
eden Hz. Ömer’in uyguladığı yasak, gerçekten çok ince bir muhasebe­
nin ürünü olmalıydı.» Nitekim bu uygulama, müspet neticelerini de
vermişti. Müslümanların, ta vukuundan bu yana derin elemini duy­
dukları ve uzun zaman acı meyvelerini topladıkları o meşum olayın
nasıl ortaya çıktığım açıklamak için o günkü miislümanlann duru­
munu izah etmek kaçınılmazdır.
Müslümanlar, Hz. Ömer’in hayatının sonuna kadar ihtilâf nedir
bilmiyorlardı. Çünkü meydanda ihtilâf sebebi yoktu. Araplar arasında
208 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

fitnenin çıkmasına en büyük sebep, ileri gelenlerin ihtilâfa düşmesi ve


ihtilâftan vazgeçmenin kaçınılmaz bir noktaya geldiği anda onları
durduracak yeterli bir gücün bulunamayışıdır. Hz. Ömer sağken nüfuz
sahibi kişiler ve önderler onun maneviyatından çekiniyorlar, bu yüz­
den de nefislerinde yer eden dostluğu aşıp, herhangi bir anlaşmazlığa
ve fitneye yol bulamıyorlardı. Büyükler arasındaki ihtilâf böylece iza­
le edilip, halk da adalet üzere yönetildiği sürece, zaman zaman or­
taya çıkacak alelâde anlaşmazlıkların önemi kalmıyordu. Çünkü bun­
lar henüz fazla büyümeden halledlliveriyordu.

a) K ü f e ’ de Durum:

İhtilâflar nasü başladı? Bir örnek üzerinde duralım:


Hz. Osman, Sa’d b. Ebî Vakkas’ı K ûfe’ye vali tayin etti. Abdullah
b. Mes’ud da vergi (haraç) toplamak üzere yanında bulunuyordu. Sa’d,
İbn Mes’ud'dan belli bir vadede ödenmek üzere bir m al ödünç aldı. Sü­
re dolunca İbn Mes’ud malım almaya geldi. Ancak Sa’d ödemeyi ya­
pamadı. Mesele büyüdü. Neticede İbn Mes’ud, m alı alabilmek İçin halk­
tan bazı kimseleri yardıma çağırdı. Sa’d ise ona engel olmaya çalıştı.
Böylece sahabeler guruplara aynldı ve birbirlerini kötülemeye başladı­
lar. İbn Mes’ud’u tutanlar Sa’d'ı kınıyor, Sa’d’ı tutanlar ise Abdullah
b. Mes'ud'a ateş püskürüyordu.
Bu anlaşmazlık Hz. Osman’a ulaşınca, onların her ikisine de kız­
dı. Sa’d’ı Küfe valiliğinden azletti. İbn Mes’ud ise vergi toplama gö­
revinde kaldı. Hz. Osman, Sa’d’ın yerine Velid b. Ukbe’y i vali tayin et­
ti. Velid, Arap yarımadasının batı mmtıkasmda Hz. Ömer’in vergi
memuru idi. K ûfe’ye gelince kısa sürede halk tarafından sevildi ve
onlarla dost oldu. Velid döneminde şöyle bir hadise cereyan etti. K ü­
feli bir gurup genç, bir adamın evine girdiler ve adamı öldürdüler. Ci­
nayetin üzerine gelen komşu, derhal güvenlik kuvvetlerini haberdar
ederek katillerin yakalanmasını sağladı. Bunların arasmda Züheyr
b. Cündeb el-Ezdi, M evri’ b. Ebî M evri’ el-Esedl ve Şeybel b. Ebî'l-Ez-
di bulunuyordu. Muhakeme edildiler. Aleyhlerine kati suçu tespit olun­
du ve öldürüldüler. Bu yüzden Velld’e kin tutan aileleri, onun açığım
yakalamak için pusuda bekliyorlardı.
Velid'in gece sohbetlerine katılan bir gurup vardı. Ebû Zübeyd
et-Tâî de bunlardandı. Ebû Zübeyd, hristlyanlıktan dönmüştü. Halen
de içki içmekteydi. Velid’in sohbetine katılan kötü niyetli biri, Velid’e
kin besleyen o adamlara geldi ve «Biliyor musunuz?» dedi, «Velid, Ebû
Zübeyd ile İçki içiyor.» Onlar da bunu halk arasmda yaydılar. Söz bir
HZ. OSMAN ( R A ) DEVRİ 203

hayli yayıldıktan sonra İbn Mea’ud'a gittiler. Aynı iddiayı ona da tek­
rarladılar. îbn Mes’ud şu cevabı verdi.
«Bizden bir şey gizleyenin gizli işini araştırmaz ve perdeyi aşma­
y ız»
Velid, bu söze kırıldı. İbn Mes'ud’a şöyle dedi: «Benimle ilgili ola­
rak, azgın ve taşkm bir kavme böyle bir şeyi nasıl söylersin? Örtüp
gizlediğin şey nedir? Bu sözler zanlılar işin söylenir.» Karşılıklı söz
düellosu büyüdü ve birbirlerine kızarak ayrıldılar.
Velld’ln düşmanlarına bu da kâfi gelmedi. Medine’ye giderek Ve-
lid’i şikâyet etmeye ve içki içtiğine dair aleyhine şahitlik yapmaya
karar verdiler. Şahitlik için seçilen iki kişi, Velld'in işten attığı ve Hz.
Osman’ın da tanıdığı kimselerden bir gurupla birlikte Medine'ye var­
dılar. Haberi verdiklerinde Hz. Osman, onlardan kimin şahitlik yapa­
cağını sordu, tki kişiyi şahit gösterdiler. Hz. Osman, onlara olayı na­
sıl gördüklerini sordu. Şahitler şöyle konuştular:
«Biz onun hizmetçileri idik. Huzuruna girdik ki içki kusuyor.» Hz.
Osman, «İçkiyi ancak İçen kusar» dedi ve Velid’e haber gönderip Me­
dine’ye çağırdı ve içki içme cezasına çarptırdı. Had uygulandı. Ayrıca
valilikten alınarak yerine Said b. el-As tayin edildi.
Saıd, Medine'den Kûfe’ye doğru yola çıktı. Yanında Velld’in ba­
şına çorap ören kişiler de bulunuyordu. Kûfe'ye varınca minbere çı­
karak ahaliye şunları söyledi:
«Allah'a yemin ederim ki, istemediğim holde size vali olarak gön­
derildim. İh tilâ fı giderip sulhu temin etmekle görevlendirildim. Oysa
ortada bir ihtilâf görünmüyor. Dikkatinizi çekerim, fitnenin kaynağı­
n ı anlamış bulunuyorum. Ta fitneye son veririm yahut çeker giderim.
Bunun için bütün gücümü ortaya koyacağım.» Hemen ardından so­
ruşturmaya başladı, tik tespitlerinden sonra Hz. Osman'a şunları yazdı:
« Kûfelüerin işi adamakıllı karışmış durumda. Şan ve şöhret sa­
hibi kimseler, malı mülkü olan ve ileri gelenler köşelerine çekilmiş
durumdadır. İşe, ayak takımı ile dışarıdan gelen bedeviler hâkimdir,
ö y le ki, bu şehrin izzet ve şeref sahibi olanlarına bakılmaz olmuş.»
Hz. Osman, Saîd’e şu cevabı verdi: «İslâm ’ın ilk neslinden, Allah'
m o ülkeye girm elerini nasip ettiği kimselerin üstünlüğü vardır. An­
cak herhangi bir sebeple Kûfe’ye yerleşenleri de tebeadan saymak ge­
rekir. İle ri gelen faziletli insanlar hakka tâbi olmaktan geri kalma­
m alı ve diğerlerini doğru yola sevketmelidirler. Şehre gelen herkesi
koru ve hepsine adaleti tatbik et. Çünkü adalet ancak insanlara iyi
davranmakla elde edilir.»
204 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Said, fetih hareketlerine katılan, özellikle Kadisiye’ye iştirak eden­


lerin ileri gelenlerine mektuplar yazarak şunları söyledi: « Siz insan­
ların önderisiniz. Size tâbi olanlar var. önderlerin, kendilerine tâbi
olanların ihtiyacını bildirmesi âdettendir. Öyleyse bize ihtiyaç sahip­
lerinin ihtiyacını bildirin.»

Bu çağrı sonucu Saîd, Kûfe'nln ileri gelenlerinin, âlimlerin, kur-


ra ve maharet sahiplerinin katıldığı bir meclis oluşturdu. B ir yanda
içten içe kaynayan ayak takımı, öbür yanda valinin çevresiyle sınırlı
bir sohbet meclisi. Küfe, etrafım ateşin kuşattığı kuru bir arazi ha­
line geldi. Saîd durumun vehametlni görerek Hz. Osman’a bildirdi.
O da Medinelileri toplayarak Saîd’in yazdıklarını anlattı.

Saîd, bazan halkın içine girer ve onlarla toplantı yapardı. Bu top­


lantılara katılmaktan hiç bir kimse men edilemezdi. Yine böyle bir
mecliste çeşitli konular görüşülüyordu. Halktan birisi ortaya, « Talhâ
b. Obeydullah ne kadar cöm ert?» şeklinde bir söz attı. Saîd b. el-As
bu söze, «Büyük mülke sahip otanın cöm ert olması gerekir. Yem in ede­
rim ki, eğer onda olan bende olsaydı, Allah size müreffeh bir hayat
bahşederdi» şeklinde karşılık verdi. Bu arada bir genç Said’e, «A llah’a
yemin ederim ki, el-Matât’m (Fırat'ın K û fe’ye bakan tarafında, Kis-
ra’ya bağlı bir yer) senin olmasını ne kadar arzu etm işim dir» dedi.
Etrafındakiler bu gence, «Çenen kopsun onun için büyük servetler te­
menni ediyorsun» diye çıkıştüar. Sonra, Mâlik el-Eşter en-Nahaî ve
Umeyr b. Dabî isimli şahısların başı çektiği bir gurup ona hücum
ettiler. Gencin babası mani olmak istediyse de Said’in meclisinde ikisi­
ni de dövdüler. Bu arada Saîd, sükûneti temin etmek için çırpınıp du­
ruyordu. Saîd müdahale etmemiş olsaydı, olay daha da büyüyecek ve
umumi bir kargaşalık çıkacaktı. Saîd, gıybet ve fitneden başka bir şey
düşünmedikleri anlaşılan bu gurubun kendi meclisine girmesini ya­
sakladı. Öte yandan K û fe’nln ileri gelenleri de Hz. Osman’a mektup
yazarak, bu gurubun K ûfe’den çıkartılmasını istediler. Hz. Osman bun­
ların Muâviye b. Ebî Sufyan’ın idaresi altmda olmalarını sağlamak
amacıyla Şam’a sürülmelerini emretti. Şam'a gönderildiler. Muâviye,
sürgünlere iyi davranmayı, onları iyilikle yola getirmeyi düşünüyordu.
Bir gün hepsini toplayarak şöyle konuştu:

«Sîzler müslüman olma şerefine ermişsiniz. D iğer ümmetlere ga­


lip gelmiş, onların iktidarlarını ele geçirmiş, miraslarına konmuşsu­
nuz. Kulağım a geldiğine göre Kureyş’ten öç almak istermişsiniz. Hal­
buki Kureyş olmasaydı siz bundan önce olduğu gibi zillet içinde ka­
lacaktınız. Size bu güne kadar önderlik edenleri kalkan olarak kabul
edin. Binaenaleyh kalkanınız ile arama set çekmeyin. İmamlarınız
HZ. OSMAN ( H A ) DEVRİ 205

size eziyet etmemek için kendilerini zorluyorlar ve bu davranışlarınız­


dan vazgeçmenizi bekliyorlar. Vallahi ya bu işten vazgeçersiniz yakut­
ta Allah, size azap edecek olan birisiyle başınızı derde sokar. Onlar
size karşı sabırlı davranmayabilirler. Sağlığınızda da öldükten sonra
da adınız halka zulmedenlerle birlikte anılır.» Mu&viye’nln sözleri hoş­
larına gitmemişti. Ona, hâlâ fitneyi sürdürmek istediklerini ortaya
koyar biçimde bir mukabelede bulundular. Muâvlye, bu defa sertleşti.
Onların Şam’ı da Kûfe’ye benzetme çabası İçinde olacakları düşünce­
siyle çıkıştı:
«Vazgeçin bu işten, burası Küfe değili Şamlılar eğer sizin yaptı­
ğınızı görürse, ben onların valisi iken, sizi onların elinden kurtaramam
ve neticede sizi öldürürler. Teminle söylüyorum ki, sizin huyunuz su­
yunuz birbirinize benziyor.» Daha sonra Hz. Osman'a bir mektup yaza­
rak bunları ıslah edemediğini ve Şam’da kalmalarını İstemediğini bil­
dirdi. Hz. Osman da bunların Hınıs'a Abdurrahman b. Hâlld b. Velld’ln
bölgesine sürülmelerini emretti. Abdurrahman bunları cezalandırdı. Ni­
hayet davalarından vazgeçip, pişman olduklarını açıkladılar. Hz. Os­
man da artık Kûfe’ye dönebileceklerini bildirdi ve döndüler. Ancak dön­
düklerinde Hz. Osman ve valileri hakkındakl daha büyük bir fitneyi baş­
lattılar. Fitneyi organize edenler şunlardı. Mâlik b. el-Hârls el-Eşter,
Sabit b. Kays en-Nahai, Kümeyi b. Zlyad en-Nahal, Cündeb b. K â’b
el-Ezdî, Urve b. el-Ca'd, Ömer b. el-Ca’d, Ömer b. el-Hamak el-Huzâî
ve Zeyd b. Sahvân el-Abdî el-Gâmldl.
Fitne İçten İçe gellşedursun vali Said, Kûfe’nin durumunu bildir­
mek İçin Medine’ye gelerek Hz. Osman'ın huzuruna çıktı. K ûfe’ye
dönmek üzere İken, fitneci gurup ve onların tahriklerine kapılanlar,
Hz. Osman’a vanp: «Allah’a yemin ederiz ki, Said artık K ûfe’ye bizim
valimiz olarak giremeyecektir» dediler. Hz. Osman, vahim bir duru­
mun ortaya çıkabileceği endişesiyle Saîd'i valilikten azletti ve yerine
isteklerine muvafık olarak EbA Mûsa el-Eşari’y l tayin etti. Kûfe’de
durum bundan İbaretti. Fitne halim selim insanlara galip gelmiş, mer­
kezî yönetimin ve valilerin İktidarı zayıflamış, bunların halkın üze­
rinde hiç bir otoritesi kalmamıştı.

b) Basra’nın Durumu :

Irak’uı ikinci büyük şehri olan Basra’da da durum bundan daha


iyi değildi. Hicri 29 (649-650) senesinde Basrahlar, valileri olan Ebû
Mûsa el-Eşarî'ye karşı ayaklandılar. Hz. Osman’a bir heyet gönde­
recek, onun görevden alınmasını istediler. O da Ebû Mûsa’yı azledip,
yerine Abdullah b. Amlr'i tayin etti. Abdullah'ın K ûfe’nin fethi sıra-
206 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

on d a büyük yararlılıkları olmuştu. Valiliği Basra ve Bahreyn bölge­


sini İçine alıyordu.
Valiliğinin üçüncü senesinde Kaysoğullan'ndan Hakim b. Cebe-
le’nln bazı faaliyetler İçinde olduğunu öğrendi. Hakim, hırsızın biriydi.
Ordu sefere çıkınca o sıvışır, geride kalır ve İran topraklarına geçerek
kendisini ehl-1 zimmetmiş gibi gösterip durumun kötüye gittiğin i söy­
ler, onlardan yardım İsterdi. B ir yandan da ülkede fesat çıkarmaya
çalışırdı. Ehl-1 zimmet ve müslümanlar, bu durumu Hz. Osman’a bil­
dirdiler. Hz. Osman da İbn Am ir’e mektup yazarak Hakim ve onun
gibilerini hapsetmesini, durumları düzellnceye kadar şehirden çıkma­
larım yasaklamasını emretti. Artık onun Basra’dan çıkması mümkün
değildi.
Hakim, İbn Şevde denen Abdullah b. Sebe ile işbirliği içinde idi.
Abdullah b. Sebe, Basra’ya gelince bu adama m isafir olur, ona kendi
düşüncelerini telkin ederdi. Aslen yahudl olan İbn Sebe, İslâm'ı için­
den yıkmak için müslüman olmuş gözüküyor ve gittiği her yerde fitne
saçıyordu. Kendisini kamufle etmek için yapamayacağı sapıldık yok­
tu. İslâm! İnançları tahrif etmeye, Ehl-i Beyt çevresinde bir siyasi
kavga başlatmaya, sonra bu siyasi kavgayı bir akide meselesi haline
getirmeye gayret ediyordu. Meselâ, «Hz. İsa’nın tekrar geri döneceğini
kabul edip de Hz. Muhammed’in ricatine inanmayana şaşarım» diyor,
İşin m ahiyetini anlamayan avam tabakası da onu dinliyordu. İbn Sebe
slysî polemiği de şu sözlerle başlatıyordu.
«Ey Müslümanlar! Size şaşanm doğrusu, içinizde peygamberinizin
E h l-i B eyt'i var, fakat sizi idare etmelerine müsaade edilm iyor.» İbn
Sebe’nin sözleri böyleydi. K im i zaman zaaflara, kim i zaman tatminsiz­
liklere hitabediyor, kim i zaman da inançları, sevgileri İstismar edi­
yordu. Meselâ ricat konusu, insanların Hz. Peygamber’e olan sevgi­
sini saptırmaktan başka bir şey değildi. Hz. Peygamber’ln son ve en
büyük peygamber olduğuna İnanan müslüman, ilk anda Abdullah b.
Sebe’ye ne söyleyebilirdi? tbn Sebe, bir bakıma Hz. tsa İle Hz. Muham­
m ed i kıyaslama zorunda bırakmıyor muydu? Sonra, Hz. Peygam berin
ailesinin terkedllmesi ve hilâfetten uzaklaştırılmış olması fik ri de öy­
le... Bununla da bir takım yaralar kanatılmak istenmiyor muydu?

Abdullah b. Amir, tbn Sebe’nin faaliyetlerini haber alınca huzu­


runa çağırıp, kim olduğunu sordu. O da, «B en ehl-i kitaptan, tslâm’a
ilg i duyan ve senin yakınında bulunmayı isteyen biriyim » dedi. Vali,
«Senin söylediklerini duymamış olayım, çık g it buradan» dedi, tbn
Sebe, Basra’dan K ûfe’ye gitti. Ancak rahat durmadığı İçin oradan da
kovuldu. Bu defa Mısır’a gitti. Basra ve K ûfe’de fitne tohumu saça
HZ. OSMAN (R.A.) DEVRİ 207

saça ilerleyen İbn Sebe, Mısır'da faaliyetlerine uygun bir ortam buldu
ve burada çalışmaya başladı.

c) M ı s ı r 'ı n Durumu:

Mısır'da kozmopolit bir yapı vardı. Bu durum İbn Sebe’ye arayıp


da bulamayacağı fırsatlar sağlıyordu. İbn Sebe, bulunduğu her top­
lulukta şu sapık düşünceleri yayıyordu:
«Allah'ın bin tane nebisi ve vasisi vardır. Hz. A li de Hz. Muham-
roed’in vasisidir. Muhammed, nebilerin sonuncusu ise Ali de vasilerin
sonuncusudur. Rasûlullah’ın vasiyetine uymayan ve vasisi Ali'ye hak­
sızlık edip, ümmetin İdaresini ele alandan daha zalim kim olabilir? Os­
man, hll&feti haksız yere aldı. Rasûlullah’ın vasisi, ortada duruyor.
Artık toparlanıp onu harekete geçirmek gerekir. İlk yapılacak iş, her­
kesin kendi emirini kötülemesidir. İşi, İyiliği emredip kötülükten men­
etme şeklinde ortaya koyun kİ, İnsanlar size yakınlık duysunlar ve si­
zinle beraber hareket etsinler.»
Bu telkinlerle kendine bağlı bir gurup oluştu. İbn Sebe, bunları
çeşitli merkezlere göndererek propagandayı başlattı. Bunlarla sürekli
mektuplaşıyor, fitne hareketinin gelişme seyrini takip ediyordu. Me­
sele, «E m r i bümaruf ve nehy-i anümünker» şeklinde ortaya konuyordu.
Her vilâyetten bir diğerine valileri şikâyet eden mektuplar yağıyordu.
Bu mektupların her vilâyette, geniş kitlelere ulaşacak biçimde okun­
ması sağlanıyordu. Meselâ Mısır’a gelen mektupta Küle, Basra ve
Şam'da halkın durumunun çok kötü olduğu, valilerin zulmettiği, in­
sanların ayaklanmak üzere olduğu yazılıyor, K ü fe’ye gelen mektup­
larda da Mısır, Basra ve Şam'ın durumu kötüleniyordu.
Ülke umumi bir çalkantı içindeymiş gibi bir hava oluşturulmuştu.
İşin ucu Medine’ye kadar uzanmıştı. Her şehrin ahali6l diğeri için,
«Allah'a şüfcür biz onların içine düştüğü kötü durumda değiliz, daha
iyiyiz» diyordu. Propaganda genişleyince Medineliler de durumdan
tedirgin olmaya başladılar. Hz. Osman’a gelerek: «E y m ü’minlerin
em iri! Herhalde bize gelen mektuplardan sana da geliyordur. Halkın
durumunun iyi olmadığı bildiriliyor» dediler. Hz. Osman, «Hayır! Ye­
m in ederim ki, bana iyi haberler geliyor» dedi. Bunun üzerine ken­
dilerine gelen mektupları halifeye gösterdiler ve ondan vilâyetlere,
olup bitenleri öğrenmek üzere elçiler göndermesini teklif ettiler. O da
bu maksatla şehirlere gönderilmek üzere elçiler belirledi. Muhammed
b. Mesleme Kûfe’ye, Üsâme b. Zeyd Basra’ya, Abdullah b. Ömer Şam’a
ve Ammar b. Yâsir de Mısır'a gönderildiler. Bunların dışında bazı kim­
208 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

seler de diğer bölgelere sevkedildiler. Geri döndüklerinde Ammar dı­


şındaki bütün elçiler yadırganacak bir durum olmadığını, avamm da
ileri gelenlerin de bir şikâyeti olmadığını bildirdiler. Sadece Ammar,
Mısır valisi Abdullah b. Ebî Serh’ten Hz. Osman’a bir mektup getirdi.
Mektupta, Abdullah b. es-Sevde (İbn Sebe) Hâlid b. Mülcem, Sevdan
b. Hamran ve K in in e b. Bişr’den oluşan dört kişilik bir gurubun gizil
çalışmalar yaptığı, bazı kimselerin de onlarla teşrik-1 mesai halinde
bulundukları bildiriliyordu.
Mısır’da Hz. Osman’a karşı fitne hareketini yürüten İki kişi daha
vardı. Bunlardan biri Muhammed b; Ebî Huzeyfe idi. Onu bu davra­
nışa sevkeden eski bir hesap vardı. Muhammed b. Ebi Huzeyfe yetim ­
di. Hz. Osman'ın himayesine girmişti. Hz. Osman aile efradına iyi dav­
ranır, hepsini hoş görürdü. Halife olunca Muhammed ondan valilik
istedi. O da, « Bak yavrum» dedi. «Eğer sen buna lâytk olsan seni gö­
revlendirmekte tereddüt, etmezdim. Fakat iş böyle değil.» Muhammed,
« Öyleyse bana müsaade et de çıkıp gideyim, rızkım ı arayayım» dedi.
Hz. Osman da ona, « İstediğin yere gidebilirsin» dedi. Yol hazırlığını
temin etti, binek verdi ve İhsanda bulundu. Medine’den ayrılıp M ı­
sır’a varınca kendisine valilik vermediği için Hz. Osman aleyhlndeki-
lerin safma katıldı.
Mısır’da fitneye katılanlardan İkincisi İse Hz. Ebû Bekr’in oğlu
Muhammed idi. Muhammed’in İslâm toplumunda önemli bir yeri var­
dı. Mısır'daki çevresi bu,özelliğini öne sürerek onu tahrik ediyor, o da
bunlara kanıyordu. Hz. Osman’la münasebetleri de istediği gibi gitme­
yince kendisini muhalifler arasında buldu. Böylece Salim b. Abdullah
b. Ömer’in dediği gibi, «Eskiden «Muhammed» (adı gibi övgü ve say­
gıya lâyık) iken artık «Müzemmem» (sevilmeyen ve istenmeyen adam)
oluverdi.»
Ammar b. Yâslr de ona meyletti. Çünkü onun da aynı şekilde
Hz. Osman'a kırgınlığı vardı. Safd el-Müseyyeb’e göre, Ammar ile Ab-
bas b. Utbe b. Ebl Leheb arasında bir söz gelip gitmiş, Hz. Osman da
her ikisine vurmuştu. Oysa bu tamamen iftira idi. Ancak bu yüzden
Ammar b. Yâslr, Hz. Osman’a kırılmıştı.

d) Ş a m ’ın Durumu:

Şam’daki duruma gelince, Muâviye orada da bazı olaylar olduğu­


nu bildiriyor, ancak duruma hâkim olduğunu kaydediyordu. Burada
da fitne hareketinin merkezinde tbn Sebe vardı. Muâvlye’nln bildirdi­
ğine göre hadiseler şöyle gelişti:
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 209

İbn Sebe, Şam'a gelince doğruca, hassasiyetiyle tanınan Ebû Zeri-'


in yanına gitti. Ona, «Muâviye’nin, mal Allah'ın malıdır, demesi sen­
de hayret uyandırmıyor mu? Bir düşünsene... Muâviye, her şey Allah'
indir, sözüyle sanki malın nıüslümanların olmadığına ve müslüman-
lSrın adını silip atmaya delil getirmek istiyor» dedi. Ebû Zerr, ona bir
şey demedi. Ancak derhal Muâviye’nin yanına giderek ona, »Müslü­
manların malına, Allah'ın malıdır, deme ihtiyacını nereden duydun?"
diye sordu. Muâviye, »Hay Allah iyiliğini versin Ebû Zerr» dedi. »Biz
Allah'ın kullan olduğumuz gibi, mal da O'nun malı, mahlııkâl dıı
O’nun yaratıkları, emir O’nun emri değil mi? Sakın bunlar Allah'ın
değildir demeyesin.» Ebû Zerr, »Ben bunlar Allah’ın değildir demi­
yorum. Fakat müslümanlann malı olduğunu da söylüyorum» dedi.
İlk olay böylece kapandı.

Ancak İbn Sebe boş durmuyordu. Sahabilerl valiye karşı, kışkırt­


maya, onlarla birlikte görünmeye gayret ediyordu. Ebû Zerr’den son­
ra, Ebû Derdâ'ya gitti. Ebû Derdâ ona yüz vermedi. »Sen kimsin, se­
nin yahudi olduğunu zannediyorum» dedi. Ebû Derdâ’yı etkileyemeye-
ceğini anlaymca onun yanından ayrılarak doğruca Ubâde b. Sâmlt'e
gidip onunla ilgi kurdu. Ancak Ubâde, Muâviye'ye gelerek durumu
bildirdi. Ubâde, Ebû Zerr’i Muâviye'ye gönderenin de İbn Sebe oldu­
ğunu söyledi. Kısa bir süre sonra Şam’da Ebû Zerr’in sesi yüksel­
meye başladı. Şöyle diyordu: «Siz ey zenginler ve fakirler! A ltın ve gü­
müşü yığıp da bunları Allah yolunda harcamayanlan, yüzlerini, yan­
larını ve sırtlarını dağlayan bir ateş ile korkutun.» Ebû Zerr, Şam
sokaklarında böyle bağırarak dolaşırken neticede fakirler de ona ka­
tıldılar. Zenginler ise tedirgin olmaya başlamışlardı. Onlar insanlara
bu tür şeyler aşılanmasından valiye şikâyet ediyorlardı.

Muâviye, bu durumu Hz. Osman’a bildirdi. Hz. Osman da ona.


Ebû Zerr'in yol hazırlığını görüp kendisine göndermesini emretti. Muâ­
viye de halifenin emrini Ebû Zerr’e İletti.

Ebû Zerr, Hz. Osman’ın huzuruna varınca, halife, «Ey Ebû Zerr!
Nedir bu hal? Şamlılar senin dilinin fesadından şikâyet ediyorlar?»
diye sordu. Ebû Zerr de ona, düşüncelerini anlattı. Bunun üzerine
Hz. Osman, «Ey Ebû Ze rr! Benim görevim bana ait olana hükmetmek,
raiyyenin ödemesi gereken vergiyi almak, anları zühd hayatına zor­
lamamak, onları çalışmaya ve iktisada davet etm ektir» dedi. Ebû Zerr
ise düşüncelerinde ısrar ediyordu. Halife, bunun üzerine Ebû Zerr'in
eı-Rebze’ye gidip orada ikamet etmesini emretti. Bunu halifeden Ebû
Zerr’in bizzat kendisinin istediği de rivayet edilir. Hz. Osman. Ebû
Zerr’i gönderdikten sonra ona maaş bağladı. Aynı şekilde Râfi b. Hu-
F . : 11
210 doğuştan gflnUmüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

deyc de er-Rebze’ye gönderildi. Ebû Zerr hicretin 32. senesinde Medi­


ne’de vefat etti. İslâm’a ilk girenlerdendi.

e) M e d i n e ’nin Durumu: »

İbn Sebe taraftarlarının mektuplu propagandası, Hz. Osman ve


valiler aleyhindeki sözlerin çoğalmasına ve dedikodunun yayılmasına
sebep oluyordu. Öyle ki Medine ahalisi bile bunun etkisinde kaldı. İç­
lerinde Hz. Osman’a hususi sebeplerden dolayı gücenmiş olanlar da
vardı. Aleyhtteki sözlerin bir kısmı Hz. Osman'ın kulağına kadar ulaş­
tı. Ancak o sabırla gelişmeleri takip ediyordu.
Dedikodu tahammül sınırım aşıp, tehlike arzetmeye başlayınca Hz.
Osman, valileri hac mevsiminde toplantıya çağırdı. Toplantıda Ab­
dullah i>. Âmir, Muâviye, Abdullah b. Sa’d ile müşavir olarak Saîd b.
el-Âs ve Am r b. el-Âs hazır bulundular. Hz. Osman valilere, « Yazıklar
olsun size! Nedir bu şikâyetler, nedir bu söylentiler?» diye çıkıştı. Söy­
lenenlerin doğru çıkmasından endişe ettiğini, hadiselere çok üzüldü­
ğünü söyledi. Valiler ithamları şiddetle reddettiler. Şöyle konuştular:
«Sen m üfettişler göndermedin m i, sana bu gurubun durumunu
bildirmediler mi? Hadiselerle ilg ili bir şeyler söylemediler mi? Hayır,
vallahi bu şikâyetçiler doğru söylemiyorlar, yeminlerinde haklı de­
ğiller. Biz bu meselenin sebebinin ne olduğunu bilemiyoruz. Bu mesele
ile ilg ili olarak hiç bir kimseyi muaheze edip konuşturabilecek değil­
sin ki sana ışık tutsun. Bunlar maksatlı söylentilerden başka bir şey
değildir ve bunlardan dolayı birisini muaheze etmek ve bir neticeye
varmak doğru olmaz.»
Hz. Osman, « Öyleyse bana bir yol gösterin» dedi. Saîd b. el-Âs,
«B u düzmece bir iş, gizlice tertipleniyor, hiç bir şeyden haberi olma­
yanlar hadise içine itilip kullanılıyor» dedi. Hz. Osman, «B unun çare­
si nedir?» diye sorunca da şu karşılığı verdi: «B u insanları çağırıp, on­
lardan bu uydurma haberleri çıkaranları öldürmek.»
Abdullah b. Sa’d ise şunlan söyledi: «İnsanların hak ve sorumlu­
luklarına riayet et, onlara mal ver, kalplerini kazan. Bu onları terket-
menden daha hayırlıdır.»
Muâviye’nln sözleri ise şöyleydi: «Sen beni bu insanlar üzerine vali
tayin ettin, ben de bu görevi üstlendim. Onlardan sana ancak hayır
gelmektedir.» Hz. Osman, «Görüşün nedir?» dediğinde ise şu cevabı
verdi: «Güzel terbiye» Hz. Osman daha sonra Amr b. el-Âs’a görüşünü
sordu. Amr, düşüncelerini şöyle açıkladı: «Sen onlara yumuşak dav­
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 211

randın, onları gevşek bıraktın ve ö m er’inkinden daha çok şeyler ver­


din. Bana göre He. Ebû Bekr ve He. Ömer'in yolunu takip etmelisin ve
Sert davranılacak yerde sert, yumuşak olacak yerde yumuşak davran­
malısın. Ziry önlemeye gücü yettiği halde insanların şerrine mâni ola­
mayanlar için sertlik gerekir. Yumuşaklık ise nasihat yoluyla düze­
lebilecek olanlara karşı uygulanabüir. Sen ise, her ikisine karşı da
yumuşak davrandın. Görüyorsunuz ki valilerin hepsi, gizli gayelerinin
tahakkuku için yalan yaymaktan başka arzulan olmayan bu kişüere
karşı halifenin şiddet kullanmasını teklif etmektedirler.»
Hz. Osman valilere, « Sizin bana teklif ettiğiniz şeylerin hepsini
dinledim. Her meselenin bir çıkış yolu vardır. Bu ümmet hakkında kor­
kulan bu iş olacaktır. Fitnenin kapanan kapısı mutlaka açılacak. Fa­
kat biz bunu, tnsanlann bir kusur bulup da kötülemeye güçlerinin
yetemeyeceği şekilde yumuşaklık ile savacağız. A rtık tnsanlann da
fitnenin çıkmasıyla ilg ili olarak bana karşı ileri sürecekleri bir delili
kalmayacaktır. Vallahi bu fitne gelip çatacaktır. Ne m utlu Osman’a
ki ölse bile fitneyi harekete geçilmeyecektir. İnsanları fitneden uzak
tutun. Onlara haklannı verin ve anlan affedin. Allah’a ait haklann
verilmesi hususunda gevşek davranmayın» karşılığım verdi.
Bundan sonra valileri görevlerine yolladı ve onlara teklifleri İsti­
kametinde hiç bir şey emretmedi. Bu arada Muâvlye’nln fitne sönün-
ceye kadar Şam’a taşınma teklifini de şiddetle reddetti. Hattâ Muâ-
viye’ye, « Bu işin sonu boynuma geçirilecek ilm ik bile olsa yine de Ra-
sûlullah'm komşuluğundan vazgeçmem» dedi. Bunun üzerine Muâvl-
ye, Medine'ye kendisini koruyacak bir muhafız birliği göndermeyi ar-
zetti, o bunu da reddederek şunları söyledi: «Rasûlullah’m komşulannı,
gelip burada kalacak olan askerlerle nzık sıkıntısına düşüremem. Böy­
le devamlı düzenli ordu ile Ensar ve Muhacirleri baskı altına alamam.»

Abdullah b. Sebe ve taraftarlarının karan, valiler Medine’den ay­


rılır ayrılm az bütün merkezlerde isyanı başlatmaktı. Ancak bu müm­
kün olmadı. Toplu saldınya geçemediler. Sadece Küfe halkı Saîd b.
el-As'ın görevden alınmasını, Hz. Osman’dan istemek üzere yola çıktı­
lar. Cerea’da Saîd'le karşılaşınca onu tanımadılar ve valiliğini reddet­
tiler. Ebû Musa el-Eş’arî’nin vali olmasını istiyorlardı. Hz. Osman da
İsteklerini yerine getirdi ve Ebû Mûsa’yı vali tayin etti.
Valiler dönünce, Abdullah b. Sebe taraftarlarının şehirlerde isyan
imkânları kalmamıştı. Bunun üzerine mektuplaşarak vilâyetlerden gu­
ruplar halinde Medine’ye yürümeyi kararlaştırdılar. Yürüyüş başladı.
Yürüyüşün hedefi halifeyi görmek, emıvi bllmaruf ve nehy-i anllmün-
ker yapmak ve Hz. Osman’dan insanlar arasındaki huzursuzlukla ilgili
212 doğuştan gUnUmüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

bazı şeyler sorup, böyle bir huzursuzluğun varlığını ona kabul ettir­
mek şeklinde açıklandı. Üç vilâyetten üç gurup çıkmış ve Medine’ye
yaklaşmışlardı. Hz. Osman, bunların gelişini haber alınca, bilgi topla­
mak ve ne istediklerini öğrenmek üzere iki kişi gönderdi. Bunlar Hz.
Osman'ın yetiştirdiği huyca da ona benzeyen insanlardı. Bu yüzden
gelen topluluk onlara bir şey yapmadı. İsteklerini şu şekilde bildirdiler:
«Biz Hz. Osman’a insanların kalbine ekmiş olduğumuz şeyleri ha­
tırlatmayı, sonra onlara dönüp, bunun sonucunu bildirmeyi istiyoruz.
Döndüğümüzde, biz Osman'a bu hususları bildirdik, o ise bunlarla il­
gili herhangi bir açıklama yapmadı ve tevbe etmedi, diyeceğiz. Sonra
hacca gidiyormuşuz gibi çıkacağız ve onu kuşatıp halledeceğiz. Eğer
diretirse onu öldüreceğiz.»
Elçiler dönüp, durumu bildirdiklerinde Hz. Osman güldü. Sonra
gelen gurupları ve Medinelileri topladı. Medinelilere bu topluluğun ne
yapmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine halktan bazdan bu adanı­
lan öldürmeyi teklif ettiler. Hz. Osman bunu kesinlikle reddetti. Aksi­
ne, «O n la rı affeder, dileklerini kabul eder ve yaptığımız işler hak­
kında bilgi veririz. Herhangi bir suç işlemeden, yahut küfrü ortaya
çıkmadan hiç bir kimseye had uygulamayız. Bunlar sizin de duyduğu­
nuz bazı hususları dile getiriyorlar. Üstelik bunu bilmeyenlere tebliğ
etmek için yaptıklarını iddia ediyorlar» dedi.

Hz. Osman’la, gelenler arasında şu konuşma geçti: «Sen seferi


iken namazı iki rekât değil dört rekât kıldın. Halbuki namaz tam
kılınmaz» dediler. Hz. Osman, «Bakınız,» dedi, «ben ailemin bulundu­
ğu beldeye geldim. Bu yüzden de seferîliğim kalktığı için namazı tam
kıldım, öyle değil m i? » «Evet, öyle» dediler. Sonra Hz. Osman'ın, hac
sırasında hayvanlan için koruluk ihdas ettiğini söylediler. Hz. Osman
bu konuda da şunlan söyledi: «Vallahi ben kendim için kesinlikle ko­
ruluk yaptırmadım. Medinelilerin çoğunluğunun isteğine uyarak halk
bunu kendisi yaptırdı. Ayrıca koruluk hiç bir şahıs için yapılmadı. Bu
koruluğu, zekâta ait olan hayvanların otlaması için tahsis ettiler. Böy-
lece, zekât hayvanlan ile diğer hayvanların karışmasından ortaya
çıkacak olan anlaşmazlıklar, önlenmek istenmiştir. Benim ise ik i bi­
nekten başka devem yoktur, Malım, davanm yoktur. Ben halife olarak
seçildiğimde Araplann en çok deveye ve koyuna sahip otanlanndan bi­
riydim. Bugün ise, hac için kullandığım iki deveden başka ne devem,
ne de koyunum var. Öyle değil m i? » Orada bulunanlar hep bir ağız-,
dan «Evet, Allah b ilir ya, öyledir» dediler.
Sonra Hz. Osman’a, «K u r’p.n nüshalar halinde idi. Sen bir tanesi
hariç diğerlerini terkettin, bunu niye yaptın?» diye soruldu. Hz. Os­
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 213

man, buna karşılık, «Dikkat edin" dedi. » Kur'an bir olan Allah’ın ka­
tından gelmiş tek bir kitaptır. Ben bu hususta ancak bu gerçeği göz
önünde tuttum , öğle değil m i?» Topluluk yine, »Evet, öyle» dediler.
«B enim Rasvlullah'm sürgüne gönderdiği Mervan b. Hakem'in dönü­
şüne izin verdiğim söyleniyor. Halbuki Mervan Mekkelidir. Rasülullah.
onu Mekke'den T a ife sürmüştü. Sonra yine Rasülullah onun eski ye­
rine dönmesine izin verdi, öyleyse onu sürgün eden de, sürgünden
döndüren de Rasûlullah'tır, öyle değil m i?» Yine «E v et» dediler
Hz. Osman devam etti: «Vali olarak yeni gençler tayin ellin, dedi­
ler. Halbuki ben işe ehil olanları tayin ettim. Şu insanlar onun amll-
liğine aittirler, onu sorun onlara, bunlar da onun memleketlndendir.
Benden önce onlardan daha genç olanlar tayin edilmişti. Rasülullah,
Üsâme'yi komutan tayin ettiği zaman şimdikinden çok daha fazlası
ve fenası söylenmişti, ö y le değil m i?» Yine, »Evet öyle» dediler.
Hz. Osman konuşmasını sürdürdü: «Benim, İbn Ebi Serh'e gani­
metten verdiğimi söylediler. Halbuki ben ona, ganimetten Beytülmâl'e
ayrılan beşte birden hibe ettim, bu da yüz bin dinar İdi, bu kadarını
Ebû Bekr ve Ömer de vermişlerdi. Askerler, onların bunu kötü gör­
düğünü ileri sürdü, ben de bunun üzerine onlara geri verdim. Halbu­
ki bu onlann değildi. Mesele böyle değil mi?» »Evet öyle» cevabını
verdiler. Hz. Osman devam etti:
«Benim aile ve akrabamı sevdiğimi ve onlara mal verdiğimi söyle­
diler. Gerçek şu ki, ben onlara kendi malımdan veriyorum ve müslü-
manların malım kendim için ve başka biri için helâl saymıyorum. Ben
Rasülullah, Ebû Bekr ve Ömer zamanında kendi öz malımdan geniş
ölçüde atıyye veriyordum. Hem o zamanlar ben mala daha düşkün,
daha sıkı idim, şimdi ailemin en yaşlısı iken ve ömrüm geçmişken,
neyim varsa aileme terketmişken mi mala düşkün olacağım? Bu mül-
hidler ne derse desinler Allah'a yemin ederim ki, hiç bir şehre fazla
vergi yükü yüklemiş değilim. Bunu diyen varsa, bu fazlalık onun ol­
sun ve ben bunu onlara geri vereceğim. Gelen mal ancak beşte birden
ibarettir. Bunları kendim için hiç bir zaman helâl görmedim. Bunla­
rın dağıtımıyla tamamen başka müslümanlar görevlendirilmiştir. A l­
lah'ın malından bir kuruş ve daha fazlasına İltifat etmemiş, yüzümü
dönüp bakmamışımdır. Ben ancak kendi malımdan yiyorum.»
Hz. Osman, hakkında ileri sürülen suçlamaları böyle cevaplan­
dırdıktan sonra isyancı guruba herhangi bir şey yapmayıp, onları vi­
lâyetlerine geri gönderdi.
214 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

6 — HZ. OSMAN’IN MUHASARA EDİLM ESİ VE ŞEHADETİ

Bunlar geldikleri şehirlere döndükten sonra aralarında mektup­


laşıp, sanki umreye gidiyormuşcasına vilâyetlerinden çıkmaya, karar­
laştırdıkları şeyi tatbik etmek için Medine’ye yürümeye karar verdi­
ler.
Mısırlılar, başlarmda dört emir ile dört bölük halinde yola çıktı­
lar. Her bölüğün sayısı, yedi yüz ile bin arasında idi. Hepsinin baş­
kam ise O âfiki b. Hureyb el-Akki idi. Çevreye savaşa çıktıkları hissi­
ni vermemek için düzenli yürüyüş yapmıyorlardı. Herkese hacca gidi­
yor intibaı vermek istiyorlardı. Abdullah b. Sebe de bu gurubun içinde
idi.
Kûfeliler de başlarında dört emirle dört bölük halinde yola çıktı­
lar. Sayüarı Mısırlılar kadardı. Bunlara ise Am r b. el-Es’am komuta
ediyordu.
Basralılar da dört bölük halinde yola çıktılar. Sayıları yine Mısır­
lılar kadardı. Bütün guruba Hurkus b. Züheyr es-Sa'di komuta ediyor­
du. Her üç gurubun arzu ve istekleri ayn ayrı idi. Basralılar Talhâ'
yı istiyorlardı, çünkü onun vergiye tâbi arazisi kendi ülkelerinde idi.
Kûfeliler Zübeyr'i, Mısırlılar İse Abdullah b. Sebe'nin kendilerine yap­
tığı telkinler ve aralarında bulunan Muhammed b. Ebi Bekr ile İbn
Ebi Huzeyfe’nin kanaatleri istikametinde Hz. A li’yi istiyorlardı.
Medine’ye üç konaklık bir mesafede iken, Basralılar Zû Haşeb'e,
K ûfeliler el-Â’vas’a indiler. Burada yanlarına Mısırlılardan bir gurup
geldi. Hepsi birlikte Zu’l-Merve’ye hareket ettiler. Burada kendileriyle
ilgili haberin ulaşıp ulaşmadığım öğrenmek amacıyla, Medine’ye ön­
den haberciler göndermeye karar verdiler. Medine halkının harbe ha­
zırlanmış olacaklarından korkuyorlardı. Seçtikleri iki kişi, Medine’ye
varınca Hz. Ali, Talhâ ve Zübeyr ile buluşup onlara şöyle söylediler:
«Biz, H alife’nin evine varıp valilerimizin istifasını isteyeceğiz. Bun­
dan başka bir niyetimiz yok. Bu eve girmek için bize insanlardan mü­
saade alın.»
Konuştukları zevatın üçü de isteklerine karşı çıktılar. Bunun üze­
rine geldikleri yere dönüp, gördüklerini ve duyduklarını anlattılar. Bu
defa Mısırlılardan bir gurup Hz. A li’ye, Basralılardan bir gurup Tal-
hâ’ya ve Kûfelilerden bir gurup Zübeyr’e gittiler. Mısırlılar, Hz. A li’ye
tekliflerini sununca Hz. Ali, bunları sert bir şekilde reddetti. Talhâ
ve Zübeyr de kendilerine gelenleri aynı şekilde geri çevirdiler. Bu top­
luluk çıkıp gitti. Gayeleri, Medinelilere geri dönüp gidiyormuş intibaı
vermek ve onların dağılmasını sağlamaktı. Halk halifenin evi çevre­
HZ. OSMAN (R A.) DEVRİ 215

sinden dağılınca, yeniden şehre döneceklerdi. Gerçekten de onlar şeh­


ri terkedhıce Medineliler de dağılıp evlerine çekildiler.
Öncü gurup isyancüann karargâhına varır varmaz yeniden top­
luca Medine’ye hareket ettiler. Medine'ye girdiklerinde şehir halkı bun­
ların etrafında tekbir getirmekten başka tepki göstermedi. İsyancılar
Hz. Osman'm evinin çevresinde ve stratejik noktalarda mevzilendller.
Sonra bir kişi, «K im bu işte tarafsız kalırsa emniyettedir» diye bağırdı.
Halk evlerine çekildi. Bu arada Hz. Ali, bunların yanma gelerek ko­
nuşmak istedi. «G ittik ten sonra geri dönmenize ve görüşünüzden vaz­
geçmenize sebep nedir?» diye sordu. Mısırlılar, «B izim öldürülmemizi
emreden bir mektup ele geçirdik» diye cevap verdiler. Kûfeliler ve
Basralılar da, «Biz kardeşlerimize yardım etmek için geldik» dediler.
Sanki sözleşmiş gibiydiler. Hz. A li onlara, «E y K û feliler ve Basralılar!
Siz birkaç konak gitmişken, M ısırlıların söylediği mektup hadisesini
nasıl öğrendiniz de dönüp buraya geldiniz? Yemin ederim ki bu, M e­
dine’nin huzurunu kaçıracak bir iş tir» dedi. İsyancılar Hz. A li’ye, «B i­
zi buradan uzaklaştırmanın yolu onu kaybetmektir. Onu nasıl ister­
seniz öylece kaybedin. Bizim bu adama ihtiyacımız yok» dediler. Bir
başkası ise şöyle konuştu: «H iç şüphesiz Allah, bu adamın kanım akıt­
mayı bize helâl kılmıştır. Hadi bizimle gel, ona gidelim » dedi. Hz. Ali,
«A llah’a yemin ederim ki, sizinle gelm em » diye karşılık verdi. Bu defa
isyancılar, « Peki bize ne diye mektup yazdın?» diye sordular. Hz. Ali
«A llah’a yemin ederim ki, ben size mektup yazmış değilim » deyince
birbirlerine bakıştılar. Daha sonra da Hz. Ali bunları terkederek Me­
dine’den ayrıldı.
İsyancılar mektubu alarak Hz. Osman’m yanma girdiler ve, « Sen
bizim hakkımızda böyle böyle yazmışsın» dediler. Hz. Osman, «Z a tın ­
dan başka hiç bir tanrı olmayan Allah’a yemin ederim ki, ben böyle bir
mektubu ne yazdım, ne de yazdırdım. Bundan haberim de yok. İyi
bilirsiniz ki mektup birisinin ağzından yazdır ve m ühür yerine de m ü­
hür vurulur.» dedi. İsyancılar küstahlığı gittikçe artırıyorlardı. Birisi:
«Y em in olsun ki, Allah senin kanını dökmeyi bize helâl kılmıştır. Z i­
ra sen, ahdini ve misakını bozdun» diye konuşunca Hz. Osman, bun
lara bir şey anlatamayacağını anladı ve yanlarından ayrıldı. İsyancılar
onun halifelikten bizzat kendisinin çekilmesine uğraşıyor o da direni­
yordu. İsyancılar işin daha fazla uzamasından tedirgin olmaya baş­
ladılar ve halifeyi evinde muhasara altma aldılar. Hz. Osman, artık
mescide çıkıp, namaz kıldıramıyordu. Şüphesiz Hz. Osman, kendisi
muhasara altmda iken, bu adamların geri gönderilmeleri için Hz. A li’
nin yapabileceği şeyleri yapmadığım da düşünüyordu. Aralarında bir
takını mektuplaşmalar ve haberleşmeler olmuştu. Hz. Osman, muha­
216 doğuştan günUmUze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

saranın hafifletilm esi için Hz. A li’nin gayret göstermesini istemişti. Bu


hususta Ebû’l-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred, el-Kd.mil adh
kitabında şu rivayeti nakleder:
«Hz. Osman muhasara altmda iken Hz. A li’ye mektup yazmış ve
«Şu meseleyi halledelim. Ateş bacayı sardı, bıçak kemiğe dayandı ve
iş çığırından çıktı» demişti.»
U m eyye O ğ u l l a r ı 'n d a n H z. O s m a n 'ı n ç e v r e s i, (A b d u lla h İb n
S e b e g ib i fit n e c ile r in t e s ir i İle o la c a k ) H z . A l i 'n i n bu iş te p a r m a ğ ı
o ld u ğ u n u d ü ş ü n m ü ş le r d i. H z. A li b u d u ru m k a r ş ıs ın d a , h a y ır lı
b ir ş e y y a p a m a y a c a ğ ım d ü şü n erek M e d i n e 'y i t e r k e t m iş t i. O ysa
k a n g r e n le ş t iğ i z a n n e d ile n bu fitn e o r ta m ın d a y a p ıla c a k b ir te k
ş e y v a r d ı. O d a h e r k e s in iç in d e k i ş e y le r i u n u tm a s ıy d ı. Ç ü n k ü m e ­
s e le , h er gu ru b u n d iğ e r in in k a b a h a t in i z ik r e d e m e y e c e ğ i k ad ar
b ü y ü k tü . M ü s lü m a n la r ın ile r i g e le n le r i ta m a m e n a n la ş m ış o ls a y ­
d ı, y ü z y ü z e g e ld ik le r i b u a z g ın lığ a , k a r ş ı d u r m a la r ı iş t e n b ile d e ­
ğ ild i. A m a k a lp le r in b ir b ir iy le o la n ü lfe t v e b a ğ la r ı k o p m u ş b ö y le -
o e a y a k t a k ım ı v a z i y e t e h â k im o lm u ş v e y a p a c a k la r ın ı y a p m ış la r d ı.

Hz. Osman'm evinin muhasarası devam etti, öyle ki artık su al­


masına bile izin verilmiyordu. Ancak gizlice bazı şeyler temin edilebi­
liyordu. Hz. Osman’m bunlara karşı mukavemeti de azalıyordu. Nasi­
hat ediyor, fakat dinletemiyordu. Bu sırada Hz. Osman’a yardım et­
mek için vilâyetlerden bir ordunun gelmekte olduğu şayiası yayıldı.
İsyancılar bu defa muhasarayı daha da şiddetlendirdiler.
Hz. Osman, muhasara esnasmda Abdullah b. Abbas’ı hac emirl
olarak tayin etmiş ve müslümanlara okuması için uzun bir mektup
yazmıştı.
İbn Abbas hac emiri olarak gitmiş, mektubu müslümanlara oku­
muş, fakat mektubun gereği yerine getirildiğinde iş işten geçmişti. İs­
yancılar vilâyetlerden yardım geleceği haberi üzerine, başlarına gele­
cek tehlikeden korktukları için İşi bir an önce bitirmeye karar verdiler.
Bir gurubu, Hz. Osman'm evinin kapılarını yaktı. Bir gurubu ise kom­
şu olan İbn Hazm’ın evinden damın üstüne çıktı. Bu gurup damı del­
meye başlayınca Hz. Osman, büyük bir tevekkülle kendisini korumak
isteyenlerin çekilmelerini emretti. Bunlar zaten azdı ve karşı koyma­
ları bir fayda vermeyecekti.
Hz. Osman, Kur’an okumakla meşguldü. İçlerinde Hz. Ebû Bekr'in
oğlu Muhammed’in de bulunduğu bir gurup öldürmek maksadı ile
delinen damdan Hz. Osman'ın huzuruna daldılar. Ancak Muhammed,
Hz. Osman'la yüzyüze gelince halife ona, « Baban seni bu halde görse
memnun olur muydu?» dedi. Muhammed gerisin geri dönerek evi leı-
UZ. OSMAN (R.A.) DEVRİ 217

ketti. Muhammed’in ardından içeri Ğâfikl daldı. Elindeki demirle


halifeye vurdu. Sevdan b. Hamran da vurmak için ileri atılınca, Hz.
Osman'ın zevcesi Naile binti el-Karâfisa Hz. Osman’m üzerine kapan­
dı ve kılıcı eliyle karşıladı. Bu sırada Naile'nln parmaklan kesildi. Mı­
sırlılardan Kinâne b. Bişr de elindeki bıçağı Hz. Osman’m boğazına
çaldı. Hz. Osman’ın kam, okumakta olduğu Mushaf-ı Ş erifin üzerine
sıçradı. Katiller evde ne varsa talan ettiler, sonra Beytülmâl'e geldi­
ler ve burayı da yağmaladılar. Hz. Osman’m öldürülmesi haberini
Medine’ye yayarken «Ey Talhâ b. Ubeydullah! Osman b. A ffan ’ı öldür­
dük» diye bağırdılar. Gayeleri, cinayetle Hz. Talhâ’nm da İlgisi var­
mış intibaı uyandırmaktı. Oysa Hz. Talh& ile hiç bir alâkalan yoktu.
Muhasara yirmi iki gün sürmüş ve cinayet H. 35. yılın Zilhicce ayının
on dokuzuncu günü olmuştu (20 Mayıs 656). Bu hadise uğursuz tari­
hin başlangıcıdır.

a) Hz. Osman'm Şehadetine Yol Açan Sebepler ■

Hz. Osman'm şehadetl ile sonuçlanan hadiseler zincirini verdik­


ten sonra bu noktaya gelişin sebeplerini değerlendirelim:

1 — Ümmetin önde gelenleri, birbirlerine karşı samimî olup, umu­


m i menfaatlerin eda edilmesi hususunda, kendi aralarında yardımlaş­
tıkları sürece, kötü düşüncelllerln, fitne ve ayaklanmalar İçin bahane
bulması ihtimali de o derece az oluyordu. Kalplerin birliği dağılıp,
sevginin yerini nefret ve yardımlaşmanın yerini de haset alınca, fit­
ne için fırsat kollayan ve karışıldığı sevenler için meydan boşalmış ol­
du. İşte hilâfet merkezinde, yani müslümanlann ileri gelenleri İle
halifelik görevini üstlenecek olan adayların toplandığı Medine’de du­
rum bundan ibaretti. Hz. Osman hakkında onun yüzüne karşı olsun,
gıyabmda olsun, ağzından rencide edici sözler çıkanların durumunu
gözden geçiren kimse, bu insanların onu İstememekte ittifak ettikle­
rine hükmediyordu. Öyle kİ, ona bazan, «N a’sel» lâkabını takıyorlar­
dı. Na’sel Mısırlı bir adamdı. Sakalı uzundu. Hz. Osman’ı küçük düşür­
mek için bu adama benzetmişlerdi. Onda sakalının uzunluğundan baş­
ka bir kusur bulamamışlardı. Kin, öylesine gözü dönmüş bir seviye­
deydi ki, bir gün Mescid-i Nebevi’de bir adam kalktı, hutbe irad eder­
ken Hz. Osman’m elinde tuttuğu Hz. Peygamber’den kalma asayı al­
dı ve kırdı. Hz. Osman hakkında, Medine’nin büyüklerinden bir çoğu­
nun aleyhteki sözü nakledilmiş fakat bunların hiç biri ciddi bir se:
bep öne sürememiştir. Bu kişiler niçin böyle davrandıklarını da ger­
çek mazeretlerle açıklamamışlardır.
218 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

2 — Hz. Osman, haya sahibi ve yumuşak huylu olarak bilinirdi.


Hayası hem Cahiliye devrinde hem de müslümanlığı döneminde meş­
hurdu. Hattâ onun hakkında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: « Ben
m eleklerin haya e ttiğ i adamdan haya ediyorum.»

H a y a , s a h ib in in h o ş la n ılm a y a n b ir ç o k ş e y e g ö z y u m m a s ın a
s e b e p o lu r . Y u m u ş a k h u y lu lu ğ a g e lin c e , o d a k iş iy i m ü s lü m a n la r
a r a s ın d a f it n e ç ık m a s ın d a n k o r k a r a k v e b u fit n e k a p ıs ın ın k e n d i
e liy le a ç ılm a m a s ın ı a r z u ed erek fe d a k â r lığ ı k e n d i n e fs in d e y a p ­
m a y a z o r l a r . H z . O s m a n 'm h u tb e le r in i v e m e k t u p la r ın ı İn c e le y e n
k im s e , o n d a k i b u y a p ıy ı a n la m a k t a g e c ik m e z . H a t t â ilk h u tb e s in ­
d e b ile b u d u ru m k e n d in i g ö s te r ir . H z. O s m a n 'm ş a h s ın a e z iy e t
ya p a n v e h a k k ın d a ç ir k in ş e y le r s ö y le y e n le r iç in b ile k ö tü söz

s ö y le m e k te n k a ç ın m a s ı, fitn e c ile r in c ü r e tin i a r t ır m a k t a y d ı. İn ­


s a n la r ı h a d d i a ş t ık la r ı y e r d e d u r d u r a c a k o la n k o r k u n u n k a lp le r e
y e r le ş m e s i, h a life lik m akam ı iç in son d erece lü z u m lu d u r . H z.
Ö m er ile S a 'd b. E b î V a k k a s 'ı n tu tu m u n a b a k ın ız ; İn s a n la r H z .
Ö m e r 'i n b a ş ın a ü ş ü ş ü n c e , S a 'd k a la b a lığ ı y a r ıp H z. Ö m e r 'i n y a ­
n m a v a r ır . H z. Ö m er d e on a « S e n Allah'ın
k a m ç ı ile vu ru r ve,
yeryüzündeki kudretinden korkmadan topluluğu yanp buraya u la ş tın » d e r .
H z . S a ' d ş ö y l e c e v a p v e r i r : «B e n de sana Allah'ın güç ve kuvvetinin

seni korkutmadığını bildirmek için geldim. Allah'ın sultanının zayıflık ve zil­


lete mâni olacak güce sahip olması kaçınılmazdır.»

Hz. Osman'ın yumuşak huyluluğu ise, onu, kendisine karşı ayak­


lanan bozguncuların cezalandırılması için herhangi bir tedbir almak­
tan alıkoyar ve fitnecilerin fazla zorlanmaksızın organize olmasına
imkân sağlar. Meselâ, hac mevsiminde valileri Medine’de topladığında,
ona uydurma propagandalarla halkı ayaklandırmak' isteyen fitnecile­
re karşı şiddet kullanmasını teklif ederler. Valilerin hemen hepsi ay­
nı görüştedir. Halbuki o, bunların sözlerine aldırmaz, tam aksine fit­
nenin kapısını açmış olmamak için şiddet yerine yumuşaklığı seçer.
Sonra bu adamlardan bir gurup Medine’de yanma gelmiş ve kendisi
de bunların niyetini anlamıştı. Medineli müşaviri, ona bu adamları
cezalandırmasını tavsiye ettiyse de bunu yapmadı. Bilâkis, daha önce
naklettiğimiz hutbesiyle kendisini savunmakla yetindi. Sonra da vilâ­
yetlerine dönmek üzere bunları salıverdi. Bu durum ise ancak onla­
rın fitnesini körükledi. Çünkü bu adamlar, nasihatin kâr edeceği ve
ileri sürülen delilin ikna edeceği kimseler değillerdi. Bunlar ancak
şerre giden yolları araştıran insanlardı. Ne zaman bir konuda çareleri
kesilip şerre imkân bulamayacak olsalar hemen şer için başka bir ka­
pıyı çalmakta idiler.
HZ. OSMAN (R.A.) DEVRİ 210

3 — Hz. Ömer'in Kureyş'in ileri gelenleri hakkında belli bir poli­


tikası vardı. Onları Medine’de tutuyor ve şehir dışına çıkmalarına an­
cak belli bir zaman için müsaade ediyordu. Hz. Osman İş başına ge­
lince bu usulü değiştirdi ve onlann diğer şehirlere dağılmasına müsa­
ade etti. Bu, Hz. Osman’ı onlara sevimli gösteren işlerden biriydi. Fa­
kat Hz. Ömer’in sakındığı tehlike Hz. Osman'ın başına geldi. Zira Me­
dine'den çıkıp diğer şehirlere giden sahabilerin etrafına, İslâmi bir
geçmişi ve fazileti bulunmayan bir takım insanlar toplandı ve onlarla
yakınlık kurdular. Günün birinde sahabüer İdarî bir görev alınca da,
en yakınlan bu yeni çevrelerinden oldu. Her yeni çevre için ölçü, ta­
nıdığı şahabı idi. Bu, kimi zaman iyi niyetli bir sevgiden, kimi zaman
m enfaat ve şöhret duygusundan, kimi zaman da kötü niyetlerden ge­
liyordu. Yoksa hangi sebepten dolayı Basralılar Talhâ'yı, Kûfeliler
Zübeyr’i tutacak, Mısırlılar da Hz. A li’nin halife seçilmesini isteyecek­
lerdi. Gerçek şu ki, Hz. Ali Mısır'a gelmemişti. Fakat onu akrabalık yö­
nünden en yakın insanlardan biri olan oğulluğu Muhammed b. Ebi
Bekr Mısır'a gitmişti. Hz. Ebû Bekr’in ölümünden sonra Hz. Ali, Mu-
hammed’in annesi Esma bintl Umeys ile evlenmişti. Böylece de Mu­
hammed, Hz. A li’nin himayesine girmişti. Onu Hz. Ali büyütmüştü.
Dolayısıyle vilâyetlerden gelen ahalinin istekleri bizatihi Hz. Os­
man'ın yaptıklarının bir neticesi değildi.

4 — K itle psikolojisinde, kolay etkilenme özelliği vardır. Bir şeye,


sevip bağlanırken de, nefret edip uzaklaşırken de bu kolay etkilenme
kendini gösterir. Toplum, önüne sürülen bir düşünceyi benimsemek ve­
ya reddetmek için uzun süreli muhakemeler yapamaz. Kolay inanır,
kolay nefret eder. Meselâ, İnsanlar kendi nefislerinden daha çok pey­
gamberlerini seviyorlardı. Hz. Ömer’in tatbik ettiği gibi adaleti ve
eşitliği seviyorlardı. Abdullah b. Sebe, onlara önce sevdikleri taraf­
tan yaklaşmaya çalıştı. Allah'ın Rasûlü ve Ehl-1 Beyt sevgisi hususun­
da sözler söylemeye başladı. Hz. A li’y i onlann gözünde Hz. Peygam-
ber’in vasisi olarak büyüttü. «Her peygamberin bir vasisi vardır. İşin
hak sahibine verilmesi kaçınılmazdır. Binaenaleyh kim bu hakka sal­
dırır da alırsa o, zalim ve cahildir» dedi. Sonra A li b. Ebi Tâlib’i met­
hetme yolunda o kadar ileri gitti ki, bizzat Hz. A li’nin kendi için arzu
etmediği dereceye çıkardı. Bu tür sözler hilâfet görevini üstlenen kimse
ile arasmda herhangi bir anlaşmazlık bulunan kişiler üzerinde çabucak
etkisini gösteriyordu. Onun için Sebe’nin, özellikle Hz. Osman'ın va­
lilerinden cam yahut malı hususunda herhangi bir zarar gören kim­
seleri araştırdığım görüyoruz.
tbn Sebe insanlara adalet ve eşitlik iddialarıyla yaklaştı. Zaman
220 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

oldu, Hz. Osman’ın emirlerinde kusur arayıp kötülemeye başladı. Za­


man oldu, valilerin Hz. Osman'ın yakınlarından olduğunu ileri sü­
rerek propaganda yaptı. Valilerin insanlara zulm ettiğini yaydı. Bu
söylentilere her çevrede kötü niyetliler sahip çıktılar. Böylece Abdul­
lah b. Sebe, her şehirde taraftarlar edindi. Bunlar kendileriyle ilgili
acıklı şeyleri diğer şehirlerdeki taraftarlarına mektuplarla bildiriyor,
bu mektuplar da halka alenen okunuyordu. Onlar da bu şehrin hal­
kının başına gelen şeylerden kurtulmaları İçin Allah’a yalvarıyorlardı.
Bizzat bu şehirden de mektuplar yazılıp diğer şehre gönderiliyor ve
halka okunuyor, bu defa da onlar kardeşlerinin başma gelen belâdan
kurtulmaları için Allah’a yalvarıyorlardı. Zamanla bunlar, başlarına
toplanan halkın önderleri durumuna geldiler. Halbuki yazdıkları şey­
lerin aslı esası yoktu.
Meselâ, Hz. Muâviye’yi suçluyorlardı. Oysa, Muâviye’ye ilk olarak
Hz. Osman yetki vermiş değildi. Ona Rasûlullah, Hz. Ebû Bekr ve Hz.
Ömer de yakınlık göstermişti. Valilerden, bütün hayatı boyunca iti­
barını devam ettiren çok kimse mevcuttur. Mu&viye b. Ebî Sufyan bun­
lardandı. Hz. Ömer’in halifeliğinin başmdan sonuna kadar vali idi.
Onun idaresinde Şam, İslâm vilâyetlerinin en mamuru durumuna
geldi.
Yine bu fitneciler ve onlara kananlar, Abdullah b. Ebî Serh’i zalim
ve gaddarlıkla değil, başka bir şeyden dolayı suçluyorlardı. Abdul­
lah, Rasûlullah’ın Mekke’nin fethi günü katline hükmettiği, daha son­
ra da Hz. Osman’m tavassutu ile a ffettiği kişi idi. Bu onun suçlan­
ması için yetiyordu. Halbuki hiç kimse, Hz. Peygamber’in onu affet­
tiğini, günahın üzerine bir daha açılmamak üzere bir perde çekildiği­
ni düşünmüyor veya düşünmek istemiyordu.
Bunlar Velid b. Ukbe’y i de suçluyorlardı. Velld ise Hz. Ömer ta­
rafından valiliğe getirilmiş, Hz. Ömer’in ölümüne kadar da vali olarak
kalmıştı.
Basralılarda, valilerin en iyisi ve adaletle hükmedeni olduğunu iti­
raf etmelerine rağmen, Said b. el-As’ı suçluyorlardı. Bu suçlamalar,
çiğnenen herhangi bir hakkın ladesi veya bir zulmün kaldırılmasına
yönelik değildi. Amaç şu veya bu şekilde İnsanları etkileyip memnu­
niyetsizlik ortamı oluşturmaktı. Halk da etkileniyordu. Valilerin, fit­
ne hareketine karşı tedbir almamaları, onların İşini kolaylaştırıyordu.
Zira valilerin bu tür yetkileri yoktu. Halife de tedbir alınmasını em­
retmekten kaçıranca böylece ümmetin umumi m enfaati zedelenmiş oldu.
İnsanlara, o zamanki işlerinin sorumluluğunu yüklemek istersek,
bu hususta Hz. Osman’ı en az pay sahibi olarak buluruz. Çünkü haya
HZ. OSMAN (R.A.) DEVRİ 221

ve yumuşak huyluluk hiç bir zaman ulu’l-emre karşı iftira ve bühta­


nın gerekçesi olmamalıdır.
Ne gariptir ki bu olay, bundan sonra, müslümanların birliğinin
parçalanması için daimi bir sebep olarak kalmıştır. Zaman olmuş bu
parçalanma, aralarını kılıçların ve mızrakların ayırdığı ameli fırka
halini almış, bazan da zulme ve nefrete varan kelâmi fırka oluvermiş­
tir. Bu, din kisvesine bürünen fitneden başka bir şey değildi. Herkes
ispat ettiği şeyle bir kazanç sağlamaya çalışıyor, uydurduğu şeyden
dolayı da bir gayeye erişmeye gayret ediyordu. Meselenin doğru bir
tespiti şudur:
Bir İslâm halifesine karşı kimi kötü niyetli, kimi de onların iğfa li­
ne uğrayan raiyyeden bir kısmı kızmış, aleyhine ayaklanmış, onu
muhasara etmiş ve İslâm'ın esaslarıyla bağdaşmayacak vahşi bir şe­
kilde öldürmüşlerdir. İşin sonunda, bize düşen, bütün bu olup bilen­
lerden ibret almak ve istifade etmektir.
Ümmeti, fitneye düşmekten ve faydasız şeyler uğruna harekete
geçmekten koruyacak olan, ancak ümmet içinde sözü dinlenen, düşün­
cesine saygı gösterilen akıllı kimselerin varlığıdır. Çünkü ancak aklı
başında insanlar, milletine iyilik ve başarının ne ile sağlanacağını gös­
terebilirler. Bu insanlarını kaybeden her ümmet, kendisini doğru yol­
daki işlerden saptırmak ve fikirlerini çelmek İçin İbn Bebe ve benzer­
lerine fırsat vermiş, onlarm işlerini kolaylaştırmış ve aralarındaki sı­
kıntının daha da artması için imkân tanımış olur. Bu kötü niyetliler
ise her toplumda bulunur. Ümmetin ileri gelenleri, bazı şeylere göz
yummak ve meseleyi önemsiz görmek suretiyle şerrin kapısını kapat­
makta kararsız kalır veya ona İmkân tanırsa İslâm dünyasının asır­
lardır yaşadığı acılar vuku bulur. Şer yayılır, belâ büyür.

b) Hz. Osman'ın D e fn i:

Hz. Osman’ın defni güçlükle olmuştur. Cenaze üç gün beklemiş,


sonra Hakim b. Hizam, Cübeyr b. M ut’im ve Huveyd b. Abdüluzza, ak­
şamla yatsı arasında Bakîu’l-Garga’da defnetmişlerdir. Namaza kim­
se katılamamış, kabristana bile girllemediği için kenarına defnetmiş­
lerdir. Muâvlye zamanında kabristan genişletilerek Hz. Osman'ın me­
zarı da içeri alınmıştır.

c) Hz. Osman’ın A ile s i:

Hz. Osman, Mekke’de Hz. Peygamber’in kızı Rukayya ile evlendi.


Abdullah adında bir çocuğu oldu ve öldü. Sonra ölen Rukayya’nın
222 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

kız kardeşi Ümmü Kttlsüm ile evlendi. Onun da ölümü üzerine Kays
Gaylan kabilesinden Fâhite binti Gazvân ile evlendi, bundan da Abdul­
lah (küçük) adında bir çocuğu oldu ve bu hanımı da öldü. Sonra
Ümmü Am r binti Cündeb ed-Devsî ile evlendi. Bundan da, Ömer, Hâ-
lid, Ebân, Am r ve Meryem adında çocukları oldu. Yine Hz. Osman,
Mahzûmîler’den Fâtım a binti Velid el-Mahzûmiye ile evlendi. Bundan
da Velid, Saîd ve Ümmü Said admda çocuktan oldu. Sonra Ümmü’l-
Benin binti Uyeyne b. Hısn el-Fezarîye ile evlendi. Bu hanundan Ab-
dülmelik doğdu ve bu zevcesi de öldü. Daha sonra Abd-i Menaf Oğul-
lan ’nda Remle binti Şeybe ile evlendi. Bundan da Aişe, Ümmü Ebân
ve Ümmü Ömer doğdu. Remle’den sonra ise, Naile binti el-Karâfisa
el-Kelbiye ile evlendi. Bu hanımından da Meryem doğmuştu. Hz. Os­
man öldüğünde hanımlarından Fâhite, Ümmü’l-Benîn, Remle ve Naile
hayatta bulunuyorlardı.

d) Hz. Osman'ın V a lile r i:

Hz. Osman devrinin başlıca merkezleri ve oralarda valilik yapan


şahıslar da şöyledir:

1 — Alâ b. el-H adram i: Mekke


2 — Kasım b. Rebîa es-Sakafî: T aif
3 — Y a'lâ b. Münye : San’a
4 — Abdullah b. Rebia : Cened
5 — Abdullah b. Âm ir : Basra
6 — Saîd b. e l-A s : Küfe
7 — Abdullah b. S a 'd : Mısır
8 — Muâviye b. Ebî S u fy a n : Şam
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

HZ. A Lt DEVRİ (35 - 40/656 • 661)

1 — H ALİFE S E Ç İLM E Sİ:

A li b. Ebî Tâlib’ln seçiminde İslâm devletinin durumu, kendisin­


den öncekilerin seçimi esnasındaki durumlara benzemiyordu.
İlk seçim, Hz. Peygamber'ln vefatından hemen sonra olmuştu.
Medine’de sahabînin İleri gelenleri biraz İhtilâfa düştülerse de İslâm
cemaatinin parçalanmasına meydan vermeden birlik ve beraberliğe yö­
nelip Hz. Ebû Bekr'in halifeliğinde görüş birliğine varmışlardı. Ebû
Bekr'in vefatım müteakip herhangi bir ihtilâf olmamıştı. Çünkü o,
Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etmiş, müslümanlar da ona İtaat
etmenin gereği üzerinde görüş birliğine varmışlardı. Hz. Ömer’in ölü­
mü akabinde «şûra usûlü» onların yolunu çizmiş ve Hz. Osman'ın se­
çilmesi neticesi tecelli etmişti. Hz. Ömer, altı kişiden oluşan şûranın
destekleyeceği bir kişinin halife seçilmesini vasiyet etmiş ve muha­
lefet hususunda sının belirlemişti. Hz. Osman'ın ölümü esnasında İse
durum hiç de böyle değildi. Hz. Osman'a karşı ayaklanıp halifeyi şe­
hit edenler henüz Medine’de idiler. İsyancılar, muhtelif vilâyetlerden
gelmiş, kaba güç taraftan guruplardı. İByandan başka konuşacaktan
hiç bir şey yoktu. Vilâyetlerde bulunup bu faciaya katılmamış olan
askerlerin yarımda da sayılan hiç önemli değildi. Hz. Peygamber’ln as­
habının bir çoğu ise Medine haricinde bulunuyordu.
Bu şartlarda Medine’de son söz, tabu olarak halifeyi öldüren is­
yancıların idi. Hepsinin de nazarında hilâfete Hz. A li’den daha lâyık
kimse yoktu. H alifeliği kabul etmesi İçin ısrar ettiler. Hz. Ali, ön­
ce kabul etmek istemedi. Ancak ısrarlar karşısında olumlu cevap
verdi. Kûfeliler Hz. A li’ye ilk önce biat edenin, Mâlik el-Eşter olduğu-
224 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

nu söylerler. Talhâ ile Zübeyr’in biat etmesi, onun açısından önemli


bir kıstastı. Çünkü bu ikisi, şûra meclisinde onunla beraber idiler. K en­
di dışında halifeliğe iltifat edecek binleri çıksa idi bu ikisinden biri
olabilirdi. Taberî’nin Zührî’den rivayet ettiğine göre, bu ikisini biat
etmeye çağırdığında Talhâ, yavaştan alıp duraklayınca Mâlik el-Eşter
kılıcını çekti ve, « Allah'a yemin ederim ki ya biat edersin, yahutta şu
kılıcım la boynunu uçururuma dedi. Talhâ, bunun üzerine biat etti.
Zübeyr’de onu takiben biate katıldı. Yine Taberi, Hz. A li’nin bu iki
arkadaşına, « Bana biat etmeyi isterseniz biat edin, şayet istiyorsanız
ben size biat edeyima dediğini nakleder. Bunun üzerine ikisi birden,
« Senin bize biat etmeni istemeyiz, biz sana biat edelima deyip, son­
ra da, »Böyle bir şey bizi korkutmuştur, biz iyice anlamış bulunu­
yoruz ki bize biat edilmesi için bir durum yoktur» diye ilâve ettiler.
Biat etmesi için Sa’d b. Ebi Vakkas’a baş vuruldu. O da, «insanlar
biat edinceye kadar biat etmem, vallahi benim sana bir diyeceğim
yoktur» dedi. Bunun üzerine, »A rtık, bunun yakasını bırakın» dediler.
Abdullah b. Ömer'e biat etmesi için baş vurulduğunda o da, «Halk
biat edinceye kadar biat etm em » dedi. Kendisinden bu iş için kefil
göstermesi istendiğinde, »Herhangi bir kefil görem iyorum » dedi. Bu­
nun üzerine Malik el-Eşter, «Müsaade et, boynunu uçurayım » diye
ortaya atıldı. Hz. Ali ise, »Bırak, onun kefili benim, seni de bildim bi­
leli, küçüklüğünde ve büyüklüğünde huyun kötüdür» dedi. Ensardan
da bir gurup biat etmekte geciktiler. Hassan b. Sâbit, K a'b b. Malik,
Mesleme b. Mahled, Ebû Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme, Nu-
man b. Bişr, Zeyd b. Sâbit, R afî’ b. Hudeyc, Fudale b. Ubeyde ve K â b
b. Acre bunlardandı. Bir gurup insan da, Medine’den Şam’a giderek
Hz. A li’ye biat etmediler. Kudamiyye b. Maz'un, Abdullah b. Selâm ve
Muğire b. Şu be de biat etmediler. Medinelilerden bunların dışında ka­
lanlardan, Şam’a gidenler hariç hepsi biat ettiler (H. 35/656).

2 — K IS A B İYO G R AFİSİ

Ali b. Ebi Tâlib b. Abdulmuttalib b. Abd-i Menaf, Rasülullah'ın


amcasının oğludur. Annesi Fâtıma binti Esed’dir. Hicretten yirmi bir
sene önce doğdu. Hz. Muhammed, Peygamber olarak gönderildiğinde
ergenlik çağlarında idi ve Hz. Peygamber’in evinde kalıyordu. İslâm’ı
ilk kabul edenlerdendi. Hz. Peygamber, Muhacir olarak Mekke’den
çıkarken, O’nun yatağında gecelemesi sebebiyle büyük bir şerefe sa­
hipti. Öyle ki gözcüler, Hz. Peygam berin kendi yatağında yattığından
hiç şüphe etmiyorlardı. Daha sonra Hz. Peygam berin, sahiplerine veril­
mek üzere emanet ettiği eşyayı yerlerine verip hicret etti. Hicretten son­
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 225

ra da Hz. Peygamber, onu kızı Fâtım a İle evlendirdi. Tebük seferi hariç
bütün haıplerde Hz. Peygamber ile birlikte bulundu. Tebük seferinde İse
Hz. Peygamber onu ailesine bakmakla görevlendirmişti. Onun her
harpte doldurulmaz bir yeri ve övgüye değer tesiri vardı. Tehlikelere
dalan ve güçlüklere aldırmayan bir yiğit idi. Hz. Peygamber’in vahiy
kâtibi idi. Hz. Peygamber vefat ettiği zaman Hz. Ali, kendisinin hali­
feliğe başkalarından daha lâyık olduğuna inanıyordu. Hz. Peygamber
ile olan sıhriyet ve akrabalığı da bu düşüncesinde etkili olmalıydı. Fa­
kat müslümanlar, halifelik için Ebû Bekr’l tercih etmişler o da an­
cak Hz. Fâtıma vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekr’e biat etmişti. Hz.
Ebû Bekr, kendi yerine geçmesi için Hz. Ömer'in adını verip müslü­
manlar da bunu kabullenince, Hz. Ali de onlarla birlikte biat ettiyse
de hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in vefatmda yaşadığı duyguyu yeniden
yaşamıştı. Hz. Ömer’in müşaviri idi. Hz. Ömer onunla şer'i ahkâm ko­
nusunda devamlı istişarede bulunuyordu. Hz. Ömer vefatından evvel
halifeliği, içinde Hz. Ali'nin de yer aldığı altı kişilik şûraya havale
edince, ağır basan tahmini yine çoğunluğun kendisi lehinde olacağı
yolunda idi. Ne var ki, tahmin ettiği çıkmadı. Halifelik Hz. Osman'a
verildi. Hz. Osman da bu görevi kabul etti ve kendisi de ona biat et­
ti. Fakat hayatının sonuna kadar Hz. Osman’la olan alâkası bir türlü
sıcaklaşmadı. Hz. Osman'ın şehadetiyle sonuçlanan olayda, kendisini
hadiselerin dışında tutmak için çok gayret sarfetti. İsyancılar ise onun
adım kalkan olarak kullanma çabasmdaydılar. Sonunda bilinen acı
olaylar vuku buldu ve Hz. Osman şehit edildi. Hz. Osman'ın katlinden
beş gün sonra Hz. A li’ye halife olarak biat edildi.

İlk Hutbesi:

Biat tamamlandıktan sonra minbere çıktı, hamdele ve salveleyi


okudu ve şöyle devam etti: «H iç şüphe yok ki, şanı yüce Allah, insan­
ları kurtuluşa götüren bir kitap indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri
açıkladı, öyleyse hayra sanlın, şerri terkedin. Farzları Allah için ye­
rine getirin, sizi cennete götürsün. Allah, aşikâr olan bir haram koy­
du ve müslümanın hürm etini bütün haramlardan daha ileride tuttu.
İhlâsa ve müslümanlann birliğine önem verdi. Müslüman, hak edilen
durumlar dışında, insanların elinden ve düinden emin olduğu kimse­
dir. Müslümana eziyet vermek, ancak eziyetin vacib olması halinde
helâl olur. Umumun işini görmek için koşuşun, özellikle ölenlerinize
son hizm eti yerine getirin. Zira insanlar önünüzden, kıyamet ise ar­
kanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkartmayınız ki, ayıplarınız gizli
tutulsun. Zira insanlar başkalarına bakarlar. Allah’ın kullarına kötü
F. : İS
226 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

davranmaktan kaçının. Ondan korkun. Üzerinde bulunduğunuz toprak­


lardan ve hayvanlardan sorumlusunuz. Yüce Allah’a itaat edin ve
ona isyanda bulunmayın. Hayır gördüğünüzde onu alın, şer gördüğü­
nüzde ise terkedin. Hatırlayın, bir zamanlar siz yer yüzünde az ve
güçsüz idiniz...»

Hutbeden sonra sahabiden bir topluluk huzuruna gelerek ona


şunları söylediler:
«Bize had cezalarını tatbik etmemiz farz kılınm ıştır. H iç şüphesiz
o malûm topluluk, bu kişinin (Hz. Osman) kanının akıtılmasına işti­
rak etmiş ve bu işi kendilerine helâl saymışlardır.»
Hz. A li onlara, «S izin bildiklerinizi ben bilm iyor değüim, fakat bi­
ze şu durumda hâkim olan ve kendilerine güç getirem ediğimiz bu in ­
sanlara had cezasını nasıl uygulayabilirim? O insanlar ki, köleleriniz
onlarla birlikte isyan etmiş ve onların peşinden gitm işlerdir. Bunlarsa
aramızdadır ve diledikleri gib i size zulmediyorlar. Siz, bu yapmak is­
tediğiniz şeyin üstesinden gelecek herhangi bir güç kaynağı biliyor
musunuz?» dedi. Onlar, «H a yır» dediler. Hz. Ali, «Y e m in ederim ki
ben de sizin görüşünüzdeyim. Şüphesiz bu iş bir cahiliye işidir. O uğur­
suz topluluk da bunun kaynağıdır. Şurası da bir gerçektir ki, şeytan
artık kendi sistemini kuracak değildir ki, m ülk ve saltanat, sahibinin
elinden çıkmış olsun. İnsanlar bu işten dolayı çeşitli kanaatlere var­
m ıştır: B ir gurup sizin gibi düşünüyor. B ir gurup ise farklı görüşte­
dir. Diğer bir gurup ise ne sizin ne de onların görüşünü benimsiyor.
Hele insanlar bir sakinleşsinler, kalpler sükûnet bulsun, haklar alına­
caktır. Şimdi beni rahat bırakın ve başınıza gelecek şeyleri bekleyin»
dedi. Onlar da dönüp gittiler. Bir kısmı, iş ileri varırsa isyancılara kar­
şı koyabileceklerini söylüyor, «Üzerimize düşeni yapacağız, bu işi er­
telemeyeceğiz» diyorlardı. Bir kısmı ise, «A li, kendi görüşüyle ve işiyle
yetinip bize ihtiyaç duymuyor. Onun Kureyş’e karşı diğerlerinden da­
ha sert davranacağını görüyoruz» şeklinde konuşuyorlardı.

3 — HZ. A L İ’N İN H A LİF E LİĞ İ VE DEVRİNDE Y A P IL A N


Ç EŞİTLİ İŞLER

a) Hz. Ali'nin İlk İc r a a tı:

Hz. Ali, ilk İş olarak vilâyetlerdeki halkın biatleri gelmeden Hz.


Osman'ın bütün valilerini değiştirmeyi tercih etti. Halbuki Muğire b.
Şû’be ile Abdullah b. Abbas bu uygulamanın neticesi hususunda ken­
disini uyarmıştı.
HZ. A L İ (R A .) DEVRİ 227

Yen i valiler şunlardı. Osman b. Huneyf Basra'ya, Umare b. Şllıab


Kûfe'ye, Ubeydullah b. A b b asY em en e.K ays b. Sa'd b. Ubâde Mısır'a
ve Sehl b. Huneyl Şam’a gönderildi.
Sehl, yola çıktı ve Tebük’e geldiğinde bir öncü gurupla karşılaştı.
Kendisine kim 'olduğunu sordular. O da, »Şam em iriyim » dedi. Bunun
üzerine onlar, «Eğer seni Hz. Osman gönderdi ise hoş geldin safa
geldin, yok eğer başkası gönderdi ise dön geri» dediler. O da, » Olup
biteni duymadınız m ı?» dedi. Onlar ise, «Evet duyduk, sen, A li’nin
yanına dön bakalım» dediler.
Kays b. Sa’d ise, yolculuğunun sonunda M ısır’a varınca Mısır
halkı onun hakkında birkaç guruba ayrıldı. Bir gurup onunla birleşti,
bir gurup kararsız kaldı ve ayrılarak Hırbetî’ye çekildi. Bunlar, »Hz.
Osman’ın katilleri öldürülürse biz o zaman seninle beraberiz. Değilse
kendi bildiğimiz yolda devam edeceğiz» dediler. Diğer bir gurup ise,
«Bu hususta cemaatle birlikte olan kardeşlerimizi ayırıp atmadıkça biz
Hz. A li ile beraberiz» dedi.
Osman b.' Huneyf de Basra’ya vardı. Buranın halkı da Mısır halkı
gibi guruplara ayrılmıştı. Umâre ise, yola koyuldu ve Zübale’ye var­
dı. Burada kendisini Tuleyha b. Huveylld el-Esedi karşıladı. Bu şahıs,
Hz. Osman olayını duyunca halifenin kanının intikamını almak için
yola çıkmıştı. Umâre, ona karşı geldi ve, « Geri dön, zira insanlar em ir­
lerin in yerine geçecek birini istemiyorlar. Eğer diretirsen boynunu
u çu ru ru m » dedi. O da döndü. Ubeydullah b. Abbas Yemen’e gitti. Hz.
A li adına çeşitli vergiler topladı.

b) Hz. A li ve M u h a lifle ri:

Büyük İslâm şehirlerinin hepsinde bağlar çözülmeye başladı. Muâ-


viye b. Ebî Sufyan b. Harb b. Umeyye, Hz. Ömer ve Hz. Osman zama­
nından beri vali idi. Halk tarafmdan da seviliyordu. Hz. Osman'ın öl­
dürülmesi ve Hz. A li’nin halife seçilmesi kendisine ulaşınca, bazı se­
bepler ileri sürerek biate razı olmadı. İleri sürdüğü sebepler şunlardı:
1 — Hz. A li’y i Hz. Osman’ın olayında parmağı olmakla itham edi­
yordu.
2 — Yine ona göre Hz. Ali, Hz. Osman'ın katillerini ordusunda
barındırıyordu.
3 — Hz. A li yapması gereken işlerden ilkinin, Muâvfye’y i Şam
emirliğinden azletmek olduğuna kendisini inandıran iki gurup İnsan
arasmda kalmıştı. Halbuki bu, emirliği ve kudreti şahsına mal etmiş
228 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

b i r a d a m a k a r ş ı k o la y d e ğ ild i.

M u â v iy e bunu n a s ıl is te r d i k i, k e n d is in i n e fis le r in e t e r c ib
e d e n b ir o rd u s u va rd ı ve b u o r d u o n u , e m ir liğ e d iğ e r le r in d e n da­
h a lâ y ık b u lu y o r d u . B u g ü ç lü o r d u n u n u m u m î h is s iy a t ı İ s t ik a m e ­
tin d e h a rek et ed erek H z. A l i 'y e m u tla k s u re tte ita a ti g e r e k tir e n
b ia t e k a tılm a d ı.

Hz. Ali, kendisine biat etmesi için Muâviye’ye Sebure el-Cuhenî’yi


gönderdi. Muâviye, A li’nin elçisine hiç bir şey söylemedi, yazılı bir ce­
vap da vermedi. Hz. Osman'ın öldürülmesinden üç ay sonra Muâviye,
halifeliğini ilân etmeye karar verdi. Bu maksatla Absoğullan'ndan bir
adamı çağırdı ve ona üzerinde «Muâviye’den A li’ye» yazılı mühürlü
bir tomar kağıt vererek Medine’ye gönderdi.

Bu kişiye, Medine’ye girince, insanların görmesi için kağıdın ucun­


dan tutup yukarı kaldırmasını emretti. Absh kişi, Rebiülevvelin baş­
larında Medine’ye girince, Muâviye’nin kendisine em rettiği gibi to­
marın ucundan tutup kaldırdı ve halk arasında dolaşmaya başladı.
Abslının elindeki kağıdı okuyan evine çekiliyordu. Hz. Muâviye’nin,
Hz. A li’nin hilâfetine itiraz ettiğini anlamışlardı. Elçi daha sonra Hz.
A li’ye gitti ve ona tomarı teslim etti. Hz. A li tomarı açıp yere serdi,
fakat içinde bir şey bulamadı. Sonra elçiye, bunun dışında diyecek bir
şeyi olup olmadığım sordu. Elçi, «Ancak kısasa razı olan insanların ya­
nından geliyorum » diye cevap verdi. Hz. A li ona, kısası kimden iste­
diklerini sordu. Elçi, «Bizzat senin cemaatinden» diye cevaplandırdı.
Elçi devam etti, «Hz. Osman’ın göm leği altında ağlaşan altmış bin ki­
şinin yanından geldim. O gömleği kendilerine bayrak edinmiş, Şam
minberine giydirm işler.» Hz. A li çok üzüldü. «Osman’ın kanının bede­
lin i benden m i istiyorlar? Onların dostu gibi benim de dostum öldürül­
müş ve ben de hakkı çiğnenmiş bir kimse değil miyim? Ey Allah’ım !
Osman’ın kanını akıtmaktan sana sığınırım. Hz. Osman'ın katilleri, A l­
lah’ın m urat ettik leri hariç olmak üzere kaçıp ku rtulm uştur» dedi.
Elçi Hz. A li’nin yanından ayrılır ayrılmaz. Sebeiyye’den bir gurup
onu öldürmek istedi. Elçi, bu tehlike karşısmda Mudar ve Kaysoğul-
ları’nın önde gelenleri ve muhariplerine seslenerek şunları söyledi:
«Allah’a yemin ederim ki, üzerinize, düzenli dört bin kişüik bir ordu
geliyor. O zaman görürsünüz yiğitlik neymiş, bu saldırganlık, bu taş­
kınlık neymiş.»
Medine’de ise herkes Hz. A li’nin tavrını ıneıak ediyordu. Acaba Hz.
Ali, "Elıl-i Kıble" ile savaş hakkında ne düşünüyor? Muâviye'ııin hare­
ketini nasıl değerlendiriyor? Onun üzerine mi yürüyecek, yoksa hare­
ketine göz mü yumacak?
HZ. A Lİ (R.A.) DEVRİ 229

Oğlu Hasan’m Hz. A li’yi «Kuüd»a çağırdığı, yani savaşmamasını


isteyerek, geri durduğu bildiriliyordu. Medineliler, Hz. A li’ye Zlyad b.
Hanzala et-Temimi’yi göndererek araya girmek istediler. Ziyad, Hz. Ali'
nin yanmda bir saat kadar oturdu. Hz. A li ona, "Ey Ziyad, hazır o l!»
dedi. Ziyad, bunun sebebini sorunca da «Şam baskın çıkmak istiyor»
dedi. Rivayete göre, ince duygulu ve tazarru sahibi birisi olan Ziyad,
Hz. A li’ye acele etmemesini söyledi.
A n ca k H z . A l i 'n i n k a r a r ı k e s in d i. Z ly a d y a n ın d a n ç ık tığ ın d a ,
h a lk on a n e k a ra ra v a r ıld ığ ın ı s o rd u . O d a , "S a v a ş ta n b a ş k a ç ı­
k a r y o l k a lm a d ığ ın ı" s ö y le d i.
S on ra H z. A l i o ğ lu M u h a m m e d 'l ç a ğ ı r d ı v e ona sancağı v e r­
d i, o r d u s u n u h arp d ü z e n in e s o k t u .. M e d i n e 'd e K u şam b . A b b a s 'ı
b ır a k ıp h a z ı r l ı k l a r a b a ş la d ı.

H z . Â i ş e ve Taraftarlarının Basra'ya
Girişleri:

Hz. Ali, bu işlerle uğraşırken karşısına Şam hadisesinden daha


zor bir mesele çıkıverdi. Bu da Talhâ, Zübeyr, Aişe ve bunlara katı-
lanlarm muhalefeti idi. Bunlar, hac dönüşü Medine’ye değil Basra'ya
gitmişlerdi. Hz. Osman, muhasara altında iken Hz. Aişe, haccetmek
için Medine'den ayrılmış, Hz. Osman'ın öldürüldüğünü ve Hz. Ali'ye
biat edildiğini Mekke’de öğrenmişti. Mescid-i Haram’da halka şu ko­
nuşmayı yaptı:
« Vilâyetlerin ayak takımı, iki yüzlü kimseler ve Medinelilerin kö­
leleri işbirliği yaptılar. Bu ayak takımı, yaşı küçük olanları vali tayin
e tti diye Hz. Osman’ı ayıplayıp, sonra da şehit ettiler. Oysa ondan
önceki akranları da aynı kişüeri vali tayin etmişti. Hz. Osman'ı halk
için koruluklar ihdas etti diye suçladılar. Halbuki bu da daha önce tat­
bik edilmişti. Başka türlü yapılması da doğru olmazdı. Hz. Osman, ön­
cekilere uydu ve bu uygulama halkın yararına oldu.
Herhangi bir delil ve özür bulamayınca bocaladılar. Düşmanlık
yapmaya başladılar. Sözleri yaptıklarını ele vermiştir. Bunlar, haram
olan kanı akıtmışlar, haram beldeyi ihlâl etmişler ve haram malı al­
mışlar, haram ayı helâl sayarak ihlal etmişlerdir. Vallahi Osman’ın
kesip a ttığ ı tırnağı, onlar gibi dünya dolusu insandan daha hayırlıdır.
Öyleyse bunların cezalandırılması ve daha sonra geleceklerin de bun­
lardan uzak kalması için onların aleyhine toplanmanız yegâne kur­
tuluş yoludur. AUah’a yemin ederim ki, aleyhine düşmanlık ettikleri
o kişi günahkâr olsa bile, altının cürufundan, yahut elbisenin k irin ­
den temizlendiği gibi günahından temizlenmiştir. Çünkü elbisenin su
ile temizlenmesi gibi, onu günahtan temizlediler.»
230 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

O sırada Abdullah b. el-Hadramî, Hz. Osman’ın Mekke valisi idi. Ab­


dullah b. Am ir Basra’dan, Y a ’lâ b. Umeyye Yem en’den gelmiş, Medine’
den gelen Talhâ ve Zübeyr de bunlara katılmıştı. Beş kişi Basra’ya gi­
dip Hz. Osman'ın katline iştirak edenlerin kısası ve Hz. Osman'ın ka­
nını isteme konusunda görüş birliğine vardılar. Sonra da Basra İsti­
kametinde yola çıktılar. Halka Abdurrahman b. Attab b. Esîd namaz
kıldırıyordu. Onlara Mervan ve bu topluluktan korkanları hariç ol­
mak üzere bütün Umeyyeoğulları katıldı. Basra’ya yaklaştıklarında
Basra emiri olan Osman b. Huneyf, İmran b. Husayn ile Ebû Esved
ed-Duelî’yi onların karşısına gönderip ne istediklerini öğrenmelerini
emretti. İmran ve Ebû Esved, Hz. Âişe’den izin alarak, onlara niçin
geldiklerini sordular. Hz, Âişe şöyle dedi:
«Çeşitli vilâyetlerin ayak takım ı ve çapulcuları Allah Rasûlü’nün
haremine harp açtılar ve olaylar çıkardılar. Bu hususta bidatçılara
yardım ettiler. Herhangi bir haklı sebep ve özür olmaksızın müslü-
m anlann em îrini öldürmekle girdikleri günahtan dolayı Allah ve Ra
sûlü’nün lânetini hak ettiler. Haram kılınan kanı helâl sayıp akıt­
tılar. Haram kılınan malı aldılar. Haram beldeyi ve haram şehri he­
lâl saydılar. İffe tle ri ve bedenleri paramparça ettiler. İstenm edikleri
yerde ikamete başladılar. Halkın, sadece zararı dokunan ve takvadan
nasibi olmayan bu kişileri kovmaya güçleri yetmedi. Onlardan em in de
olamıyorlardı. Bu topluluğun yaptığı şeyleri, insanların içinde bulun­
duğu durumu bildirmek için, müslümanlann arasına çıktım . Bu du­
rum un ıslahı için yapılması gereken şeyi bildirmek için çık tım .» Da­
ha sonra şu âyeti okudu.
« Sadaka vermeyi, iyüik yapmayı veya insanlar arasında sulh ya­
pılmasını emreden kimse müstesna, onların fısıltılarının çoğunda hiç
bir hayır yoktur.» (1 ) Sözlerini şöyle tamamladı.
oYüce Allah’ın ve Rasûlü’nün büyük-küçük, kadın-erkek ıslah gö­
revini yüklediği kimseler olarak toplanıyoruz. Biz, sizi, iyilik yapma­
ya çağırıyoruz, hayra teşvik ediyor, kötülüklerden nehyediyor ve A l­
lah’ın em rinin değiştirilmesi karşısında sizi müdahaleye davet edi­
yoruz.»
İmran ve Ebû Esved bu defa Talhâ’ya yönelerek buraya niçin gel­
diğini sordular. O da, « Osman’ın kanını talep etmek iç in » dedi. «P e ­
ki A li’ye biat etmedin m i? » diye sordular. Talhâ, «E vet ama, kılıç en­
semde idi. Osman’ın katileri ile aramıza girmem iş olsa idi A li’yi isti­
faya çağırmazdım.» dedi. Zübeyr de buna benzer şeyler söyledi. İm ­
ran ve Ebû Esved dönerek durumu İbn Huneyf’e bildirdiler.

(1) Nlsâ sûresi, âyet 114


HZ. A L İ (R A.) DEVRİ 231

Hz. Ali, bu gurubun Basra'ya girmelerine engel olmaya, karar ver­


di. Oysa Basra halkı aynı görüşte değildi. Hz. Aişe'nin ordusunu, şe­
hir girişinde bir gurup Basralı karşıladı. İbn Huneyf de askerleriyle
yola çıkanlar arasındaydı. Vali İbn Huneyf, yanındakllerle birlikte
Mirbed’in (deve ağılı, yahut hurma kurutulan yer) sol cenahında bu­
lunuyordu. Hz. Âişe ve beraberindekiler İse Mirbed'ln sağında duru­
yorlardı. ön ce Talhâ ve Zübeyr konuştular. Halife Hz. Osman'ın ka­
nının istenmesine teşvik ettiler. İki gurup arasında az kalsın bir hu­
zursuzluk çıkacaktı. Daha sonra Hz. Alşe konuştu. İnsanlara beklen­
medik bir hitapta bulundu. İbn Huneyf’ln adamları ikiye ayrıldılar.
Bir gurubu, Hz. Aişe’nin doğru söylediğini, emri bil ma’ruf yaptığını
belirttiler. Bir gurup ise buna katılmadı. Fakat iki fırka arasında Ba-
vaş havası yoktu.
Bu sırada topluluk İçinden Hakim b. Cebele kılıcını çekerek or­
taya atıldı. Böylece aniden Hz. Aişe'nin ordusu İle harp patlak verdi.
Hakim b. Cebele taraftarları da bir hayli kalabalıktı. Hz. Âişe taraf­
tarları kendilerini savunmaktan bile aciz kaldılar. Neyse ki gece bas­
tırdı. Ertesi gün Osman b. Huneyf ve Hakim yeniden ortaya çıktılar
ve öğleden sonraya kadar savaştılar. Hz. Aişe sözcüleri vasıtasıyla on­
ları vazgeçirmeye çağırıyor, fakat muvaffak olamıyordu. Sonunda İki
taraf da güçten düşünce sulh istediler. Medine’ye bir elçi gönderip,
Talhâ ve Zübeyr’ln Hz. Ali’ye hangi şartlarda biat ettiklerini araştır­
mak üzere sulh yaptılar: «Eğer zor altında olmaksızın biat ettilerse
mesele ikisinin meselesi sayılacak, yoksa mesele Osman'tn meselesi ka­
bul edilecekti.»
Sonra Basra kadısı Kâ'b b. Sevr’i elçi olarak gönderdiler. K â ’b
derhal yola çıktı ve Cuma günü Medine’ye vardı. Mescide girdi ve
»Ey M edineliler! Ben, Basralılann size gönderdiği elçiyim. O topluluk,
bu iki kişiyi A li’ye inat etmeleri için zorladılar m ı, yoksa kendileri is­
teyerek m i biat ettiler?»

O s â m e b . Z e y d 'd e n b a ş k a k im s e c e v a p v e r m e d i. Ü s â m e k a lk ­
tı v e d e d i k İ: «A lla h irilir ya, o iki kifi istemeyerek Kat ettiler. » Bunun
ü z e r i n e S e lh b . H u n e y f, Ü s â m e 'y e s a ld ır d ı. E ğ e r S ü h e y b b . S in a n ,
Ebû E yyû b e l-E n s a r î, M u h a m m e d b . M e s le m e g ib i s a h a b e d e n ba­
z ıla r ı k a lk ıp on u e lle r in d e n a lm a s a y d ı, o ra d a b u lu n a n la r
Ü s â m e ’ n ln İ ş in i b it ir e c e k le r d i. S ü h e y b , Ü s â m e 'n i n e lin d e n tu ttu ,
onu e v in e g ö tü rd ü ve s u s m a s ın ı t a v s iy e e tti. K â 'b İs e B a s r a 'y a
d ö n d ü . H z . A li, K â 'b 'ı n M e d i n e 'y e g e lip d ö n d ü ğ ü n ü h a b e r a lın c a
v a l i O s m a n 'a b i r m e k t u p y a z a r a k o n u a c iz lik le s u ç la d ı. M e k t u p t a
ş ö y le y a z ıy o r d u :
232 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

« Vallahi Talhâ ve Zübeyr, bir fırkayı değil, bir cemaati ve daha


fazlasını zorlamışlardır. Eğer hal’ istiyorlarsa hiç bir mazeretleri yok,
bunun dışında bir şey istiyorlarsa düşünürüz, onlar da düşünürler.»
Kâ'b, Basra’ya döndüğünde Hz. A li’nin mektubu da Osman b. Hu-
neyf’e ulaştı. Talhâ ve Zübeyr, Basra’da kendilerine biat edilmesini
ve Osman’ın görevi bırakmasını istediler. Osman, bunu kabul etme­
yince üzerine hücum edip, onu tutukladılar. Ancak araya giren Hz.
Aişe, istediği yere gitmesi şartıyla Osman’m bırakılmasını emretti. Os­
man, Hz. A li’nin yanma döndü. Hakim b. Cebele, Talhâ ve Zübeyr le
savaştı ise de neticede öldürüldü. Hz. Osman’m katline katılan, bera­
berindeki çok sayıda insan da öldürüldü. Talhâ ve Zübeyr adma bir tel­
lâl Basra’da şu ilânda bulundu: « İyi dinleyin, kim in yanında Medine’ye
karşı savaş açan biri varsa onu bize getirsin.» Bir kısım ayak takımı
insanlar getirildi ve öldürüldüler. Daha sonra durum Şam ve Kûfeli-
lere bildirilip, onların da kendilerinin yaptığı gibi yapmalan istendi.
Ordu Basra’ya yerleşip, diğer vilâyetlerden gelecek haberleri bekle­
meye başladı.'

Taberi, Alkame b. Vakkas el-Leysî’den şöyle rivayet etmektedir:


<ıTalhâ, Zübeyr ve Âişe çıktıkları zaman, Talhâ’yı gördüm. Tal­
hâ. kalabalık kitlelere karışmıyor, kenarda göğsünün üzerine inen
sakalını karıştırıyordu. Dedim ki, «Ey Ebû M uham m edi Görüyorum
Ki toplantılara katılmıyor kenarda sakalınla oyalanıyorsun. Düşünce­
li halin var. Hoşuna gitmeyen bir şey varsa, otu r vazgeç bu işten.»
Dedi ki, «Ey Alkame! B ir zamanlar biz, dışımızdakilere karşı tek bir
yumruk gibi idik. Şimdi birbirim izi ezmeye çalışan demirden ik i dağ
oluverdik. Hz. Osman’ın kanının akıtılması hususunda bir kabahatim
oldu. A rtık onun kanını isteme uğrunda kanım akmadıkça tevbem ka­
bul olmaz.» «Muhammed b. Talhâ’yı geri çevir zira senin onca m alın
m ülkün ve ailelerin var. Sana herhangi bir şey olursa senin yerine
geçip idareyi üzerine alsın.» dedim. O ise, «B u işte kimsenin geri kal­
masını istem iyorum » dedi. Sonra Muhammed b. Talhâ’ya g ittim ve
dedim ki: «Sen kalsan iyi olur. Onun başına herhangi bir şey gelirse,
ailesine ve mülküne sen bakarsın.» Muhammed: «Babamın işini baş­
kalarına danışmak istemem, sen bu işe karışma» diye cevap verdi.»
HZ. A L İ (R A.) DHVRİ 233

4 — CEMEL VE SIFFlN SAVAŞLARI

a) Hz. Ali'nin Basra'ya Yürü m esi:

Hz. A işe, Talhâ ve Zübeyr’in Basra’ya doğru gittiği haberi Hz.


A li’ye ulaştığında o, Şam’a karşı hazırlıklarla meşguldü. Ancak işe ön­
ce bu arızî durumun ortadan kaldırılmasından başlamayı uygun gördü.
Onlara, Basra’ya varmadan önce yetişmeyi istiyordu. Rebze’ye vardı­
ğında, onların kendisini geçtiklerini öğrendi. Hz. Ali de elçiler gön­
dererek Kulelilerin, muhaliflere karşı yardım etmek üzere harbe ha­
zırlanmalarını İstedi. Elçiler Kûfe'ye varınca halk mesele hakkında İs­
tişare etmek üzere vali Ebû Mûsa’ya gittiler. Ebû Mûsa, onlara bir
konuşma yaptı. Bu onun son hutbesi idi:
«Şu olup bitenlere bakmıı. Bu öyle bir fitnedir ki, bu hususta uyu­
yan ve hiç bir şey duymayan, uyanık olandan; uyanık, oturandan; otu ­
ran kimse, ayakta olandan; ayakta olan, atına binenden daha hayırlıdır.
Öyleyse Arap olarak aslınızı ve varlığınızı koruyunuz. K ılıçla rınızı kı­
nına sokun, dillerinizi ok gibi kullanın, oklartntztn yaylarım kesin,
mazluma ve işkence görene yardım edin ki, bu iş zor gelsin ve fitne
açığa çıksın.»
Hz. A li’nin elçileri, Ebû Mûsa’ya sert bir şekilde karşılık verdiler.
Elçilerin içinde Hz. A li’nin oğlu Haşan da vardı. Kûfelllere şöyle ses­
lendi:
«E y insanlar! Emirinizin davetine uyunuz ve kardeşlerinizin yanı­
na gidiniz. Zira bu iş için onun emrine giren askerler bulunacaktır.
Siz ona katılmakta geç kalmayın. Davetimize uyun, başımıza gelen
ve sizin de mübtelâ olduğunuz bu fitne karşısında bize yardım ediniz.»
Halk onun konuşmasını beğendi ve davetini kabul ettiler. Hz. Ha­
şan bunlara, «Ben yarın erkenden yola çıkıyorum, benimle çıkmak is­
teyen kara yoluyla gelsin, isteyen de nehir yoluyla gelsin» dedi. Kû-
felilerden dokuz bin kişi yola koyuldu. K im i kara yolunu, kimi nehir
yolunu tercih etti. Karadan giden ordu Hz. A li’yle Zukar denilen yer­
de karşılaştı. Hz. Ali, orduya şöyle seslendi: «B en sizi, Basralı kardeş­
lerim izin bizimle beraber olmalarım tem in etmeniz için davet ettim.
Eğer fikirlerinden dönerlerse bizim istediğimiz de budur. Düşünce
ve tutum larında ısrar ederlerse, onlara nezaketle muamele eder, f i­
kirlerinde ıslah olmalarına çalışır, zulme baş vuruncaya kadar onlar­
la anlaşırız. Bozgunculuğa götüren şeylere karşılık, faydalı ve doğru
bulduğumuz şeyleri tercih eder, bunu katiyyen elden bırakmayız.»
234 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

b) Cemel Vakası (h. 36/656) :

Hz. Ali, K a ’ka’ b. Amr’ı elçi tayin ederek Basra’ya gönderdi. Ka'ka',
Hz. Âişe’nin yanına gelince aralarında şu konuşma geçti. K a ’ka’ :
«Seni meydana çıkartıp, bu beldelere sürekleyen sebep nedir?» di­
ye sordu. Hz. Âişe :
«Ey oğul! Beni buraya sürükleyen insanların arasmı düzeltme ça­
basıdır.» dedi. K a ’ka’, Talhâ ve Zübeyr’in görüşlerini öğrenmek için
bu konuşmaya onlann da katılmalaruu istedi. Onlar da geldiler. Talhâ
da, Zübeyr de maksatlarının Hz. Aişe'nin maksadının aynı olduğunu
bildirdiler. K a ’ka’, onlara «Bu ıslah nedir?» diye sordu. Hep birlikte,
«Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasıdır. Bu iş terkedllirse, K u r’-
an terkedilmiş olur. Eğer bu kısas yerine getirilirse, K u r’an ihya edil­
miş olur» diye cevap verdiler. K a ’ka’ :
«Siz, Hz. Osman’m Basralı katillerini öldürdünüz ya. Halbuki siz
onları öldürmeden önce gidişatınız şimdikinden daha düzgündü. Bu
gün ise bir adam hariç tam altı yüz kişiyi öldürdünüz. Onlann öl­
dürülmelerine altı bin kişi kızdı, sizden uzaklaştı ve aranızdan aynldı-
lar. Biraz önce sözünü ettiğim o öldürmek istediğiniz şahıs Hurkus
b. Züheyr'dir. Onu, altı bin kişi himaye etmiştir. O öldürülenler, bir
kişi yüzünden öldürülmüşlerdir. Eğer onu bırakırsanız, söylemekte ol­
duğunuz şeyi terketmiş olursunuz. Eğer onlan ve sizi terkedenlerl öl­
dürürseniz aleyhinize dolaşır dururlar. Bu takdirde kaçındığınız teh­
likeye düşersiniz, fitne alır, yürür. Bu iş, sizin kötü gördüğünüz olay­
dan çok daha büyüktür. O ülkelerdeki Mudar ve Rebîa kabilelerini
kızdırdınız ve sizinle harp etmek üzere toplandüar. Sizin yardımdan
mahrum bırakılmanız, o insanların yardım görmesi demektir. Nite­
kim bunlar, o korkunç olayı ve büyük günahı tertipleyenleri destek­
lemek üzere toplanmışlardı. Öyle inanıyorum ki, bu işin çaresi an­
cak sakin olmaktır. Sakinleşince onlar şüphe ile depreşmeye başlaya­
caklardır. Siz bize biat ederseniz, bu bir hayır alâmeti ve rahmet
müjdesi olacak, bu ümmetin de afiyet ve selâmetiyle sonuçlanacak­
tır. Eğer yan çizer, büyüklenerek ayak diretir ve biat te k lifim izi
kabul etmezseniz, bu da bir şerrin habercisi ve alınacak intikamın
hüsrana uğramasına sebep olacaktır. A fiyeti tercih edin. Nim et elde
eder, hayırlara vesile olursunuz. Nitekim sîzler, hayır kapüarını açan
kimselerdiniz. Bizi hedef almayınız, onu da hedef edinmeyin, bu be­
lâ bizi de, sizi de yere vurur. Allah’a yemin ederim kİ, bunu size söy­
lüyor ve sizi ona biate davet ediyorum. Varidatı azalan bu ümmet­
ten Allah'ın verdiği nimeti geri almasından, ümmetin birliğinin ta-
mamlanamamasından ve Allah'ın bir musibet indirmesinden korkuyo­
HZ. A L İ (R A .) DEVRİ 235

rum. Zira ortaya çıkan bu mesele güç yetecek bir iş değil, sıradan
işlere benzemez. Bir adamın diğerini öldürmesi, bir gurubun bir şah­
sı öldürmesi, yahut kabilenin bir kişiyi öldürmesi gibi değildir.» Hz.
Aişe de:

«Güzel söyledin, İsabet ettin, eğer Ali de senin dediğin gibi söy­
lerse iş düzelir» dedi. K a’ka’, Hz. Ali'ye gitti ve durumu haber verdi.
O da memnun oldu, halkı sulh yapmaya hazırladı. Sonra yola çıkmak
için emir verdi. Bu arada şu mahiyette bir hutbe okudu:

«Hz. Osman’ın katli ile ilgili olaya katılanlar, bu cemaatten ayrıl­


sın. Onların h içbiri bizimle gelmesin.»

Ordu İçinde kalabilm iş Abdullah b. Sebe, M âlik b. el-E şter v e


A d iy b. H atem -l T aî gibi kim seler bir a ra y a gelip konuştular. İbn
Sebe şunları söyledi:

«B u sulh gerçekleşirse bizim sonumuz olur. Hz. Osman'ın kanma


karşılık bizim kanımız istenecektir, öyleyse bu sulhun gerçekleşmeme­
si için bir hile düşünmeliyiz. Bizim gücümüz insanların aralarının
bozulup karışmasındadır. Öyleyse hile yaparak aralarını bozun. Ya­
rın insanlar karşı karşıya geldiğinde harbi başlatın, düşünmelerine
fırsat vermeyin. Böylece beraber olduğunuz kimse, harpten kaçınmaya
fırsat bulamayacak, Allah da Ali, Talhâ ve Z ü b e y fi istemediğiniz o
anlaşmayı yapamayacak kadar meşgul edecektir.»

Bu h ile üzerinde anlaştılar. Tabii k i in san ların bundan habe­


r i yok tu . H z. A li, B a s ra 'y a varm ca h alka b ir elçi gönderdi v e şu
m esajı iletti: « K a 'k a 'd a n a yrıld ığın ız zam an an laştığın ız husus­
la rd a sözünüzde duruyorsanız, k arşı gelm ekten g eri durun v e bi­
z i tan ıyın . B öylece biz de gelelim v e bu İşin icabına b a k a l ı m . »
Şeh re indiler. Halk, sulh yapılacağından şüphe etm iyordu. İk i gu­
rup arasın d a elçiler m ekik dokudu, halk bu büyük ola yd an h a­
y ı r v e a fiy e t u m arak gece istirahatine çekildi. Sebeüer, sabahın
alaca k a ran lığın d a kalktı, B asralıla rm a s k e rle ri içerisin e silâhlı
a ja n la r y e rle ş tird ile r. Talhâ v e Zübeyr bunların n e olduğunu so­
ru nca onlar: « K û f e l i l e r , gece bize baskın y a p t ı » dediler. Bu söz
T a lh â v e Z ü b e y r 'in şöy le kon u şm aların a sebep oldu. « Z a t e n
A li'n in k an dökm eden, haram olan şe yi h elâl görm ed en bu işe
b ir son Delm eyeceğini ve bize itaat etm eyeceğini a n la m ış t ık . » Hz.
A li'y e bu durum soruldu. Sebeüer, yapm ak İstedikleri şeyi kaıd isl-
n e h aber veren b ir adamı, Hz. A li'n in yakın çevresine sokmuşlardı.
Bu adam, Hz. A li'y e , «O n la r d a n b ir gurup insanın bizimle gecele­
m e k istediğine şahit olduk v e bunları g eld ik leri y e r e g ö n d e r d ik »
dedi. Bu h a ber ü zerin e Hz. A li de, « Z a t e n ben anlam ıştım T alh â
v e Z ü b e y r 'in k an dökm eden bu işe son verm e ye c e k le rin i, h a ra ­
236 doğuştan gUnümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

m ı h elâl sayacak ların ı v e on ların bize itaat e tm ey e c ek le ri b e lliy ­


d i » dem ek zorunda kaldı. O anda, iki fır k a da savaşm aktan baş­
k a çare bulam adı. (S a y fa 236, ilk iki satır).
Hz. Aişe, Basralılar arasında, devenin üzerinde hevdecin içinde Tiü-~
lunuyordu. Bu, o gün Müslümanların gördüğü en korkunç şeydi. Çün­
kü birbirlerinin önüne durmuşlar her biri de dini müdafaa ediyordu.
Basralılann en cesur adamları, herhangi bir kötü şey olmasın diye
Hz. Aişe’nin devesinin etrafını kuşatmışlardı. Devenin etrafındaki bu
insanlardan çok sayıda ölenler olmuştu.

F itn e le ri ç ık artan S eb eîyy e ta r a fta r la r ı işi çab u k laştırm ak ,


H z. Â i ş e 'y i öldürm ek v e o la y la rı büyütm ek n iy e tin d e y d ile r. Bu
am açla Hz. Â iş e 'n in d evesin e y ak laşan b ir S eb eîyye ta r a ft a n d e­
v e y i öldürdü. D eve düştü, hevd eç de düştü. A tıla n ok la rd a n kum
y ığ ın ı h a lin e g elm işti. M uham m ed b. E bî B e k r v e A m m a r b.
Y â s ir k o ş a ra k h evd eci y e rin d e n alıp götü rd ü ler v e H z. Â iş e ’y i
ölüm den k u rtardıla r. K a rd e ş i M uham m ed, onu h evd ecin içinden
çık ard ı v e B a s ra 'y a götürdü. H alk savaşı b ıraktı. Güçsüz oldukla­
r ı a ş ik ârd ı. Y a ra la n a n v e büyük k a n k a y b e d e n Z ü b ey r b. A v -
v a m 'ı bu yü zd en k ed er bastı v e M e d in e 'y e u laşm ak için orad an
uzaklaştı. Gidişini A m r b. Cürmûz öğren d i v e tak ip etti. S ibâ' v a ­
disinde iken g a fil a v la y ıp onu öldürdü.

Bu elem verici olayda müslümanlarm kahramanlarından bir çok


kişi hayatını kaybetti. Talhâ, oğlu Muhammed, Zübeyr (az kalsın
oğlu Abdullah da öldürülüyordu), Abdurahman b. Attab b. Esîd bun­
lar arasmdaydı. Hz. Ali, çarpışmadan sonra ölüler arasında dolaştı.
Sonra ölülerin namazım kıldırdı ve hepsinin birden gömülmesini em­
retti. Daha sonra Hz. Aişe’yi, Basra’da misafir olduğu evde ziyaret
etti. Selâm verip, yanma oturdu. Sonra da yol hazırlığının yapılıp, Me­
dine’ye götürülmesini emretti. En güzel bir şekilde yol hazırlığı ya­
pıldı. Yola çıkma günü gelince Hz. Aişe, A li’yi çağırdı ve şöyle dedi:

«A li ile geçmişte aramda olan şey, bir kimsenin kayın validesi ile
arasında geçen şeyler nevinden kalacaktır. Yine benim nezdimde Ali,
razı olunan kimselerdendir.»
Hz. A li de, «Ey insanlar/» dedi. «Hz. Aişe, doğru söylemiş ve ita­
atkâr davranmıştır. Onunla benim aramdaki şey dediği gibidir. O,
hem dünya ve hem âhirette Peygamberimizin hanım ıdır.» Böylece Hz.
Aişe, Receb 36 (M. 659) başlarında Basra’dan çıktı. Kendisini Hz.
Ali birkaç m il uğurladı ve oğlunun da onunla bir gün yolculuk etmesi­
ni emretti.
Daha sonra Hz. Ali Basralılardan biat aldı. Abdullah b. Abbas i
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 237

vali tayin etti, haraç ve Beytülmâl işlerini yürütmekle Ziyad b. Ebî


Sufyan’ı görevlendirdi.
Cemel vakası müslümanlar için çok acı bir örnek oldu. Müslüman-
lar, bu olayı hatırlayıp, birbirlerinin kanını helâl saymanın ve birbir­
leri aleyhine harp açmanın anlamsızlığını gördüler. Ancak, harbe son
verdikleri noktaya, savaş korkunç bir hal aldıktan sonra varılmıştı.

S a va şa n iki gurubun da kanaatlerin i yarg ıla m a k , tem ize ç ı­


k a rm a k v e y a suçlam ak bizim için mümkün değildir. Z ira Talhâ,
Z ü b eyr v e  işe, kendi ifa d eleriy le haklı b ir sebep v e b ir günahı
olm ak sızın öldürülen H a life Hz. Osm an'ın kanını talep için o r ta ­
y a çık a rm ış la rd ır. Bu m eselenin tahkiki v e hak edene cezan ın
u ygu lanm ası hususunda baş vurulacak b ir im an olm adan, bunun
m üm kün olup olam ayacağını nasıl kestird ik lerin i şim di anlam ak
m üm kün değildir. İm am ın tatbikinden aciz kaldığı, yah u t g ev ş e k ­
lik le ith am edildiği, cezaların tatbiki için h alka top la n a ra k ceza
v e rm e h a k k ı tanım ak, İslâm 'ın, ü zerine kurulmuş olduğu nizam ı
b oza r. İm am etin doğru b ir şekilde teşekkül ettiğin e k an a at g e ti­
rilm e d iği zam an ise m akul olan görüş, h ilâ fe t işine bak m ak ü ze­
r e ön celik le, m ü slü m anların b ü yü k lerin d en « E h l- 1 H a l v e 'l-
A k d » iş başm a getirm ek v e bu kurulun da h ilâ fe ti, in san ların
r a z ı olduğu b irin e verm esid ir. Bundan son ra h a d le rin tatbik in e
b ak ılır. F ak at Hz. Âişe, Talhâ v e Zübeyr üm m etin büyüklerinden
old u k ları v e fe r t olarak kendilerine gü ven d ikleri için o r ta y a çık ­
m ışla r, b ir im am da belirlem eksizin, insanları y a p tık la rı işe des­
te k o lm a y a çağırm ışlard ır. Ö ncelikleri v e fa z ile tle r i ta rtış ılm a z
olan bu za tla rın düşünceleri şu idi: « F i t n e geld iği zam an a rtık
h a life seçilem ez olur, m ahiyeti ancak gidince o rta y a ç ı k a r . » Hz.
A li ise, bu faciayı zamanında önlemek için gerekli fırsatı bulamadı.
Üm m etin iyiliğini is te n e y a ı şeytanlar, onu acele ettirdiler ve harbi
b aşlattılar. Savaş ortam ına nasıl girild iğin i ilik ta r a f da a n la y a ­
m adı. Fakat, ordusu içinde b ir fırk an ın düşünm eye fırs a t v e rm e ­
den savaşı başlatmak için çaba gösterdiğini bilmek, ordu sevk ve
idaresindeki komutan için asli görevdir. Ayrıca, bütün ümmetin, Hz.
O sm an'ın k atilleıin in cezalandırılmasını isted iği b ir mm anda
S ebeîyye gibi guruplann orduya sızm alarının önlenertem esi çok
teh lik eli neticâer doğuımuştur. Zira İbn Sebe taraftarları, tatillerin
cezalandırılm ası hususunda insanların ittifak etmelerini, kendileri
için büyük teh lik e oârak görüyorlardı. Çünkü ittifak, kendi başları­
n a patlayacaktı. Öyleyse, kendilerini korumak İçin sulh isteyen h er­
kesin önünü kşpayıp, çıkmaza sürüklem eliydiler Öyle ki, bunların
Hz. A li'n in ordusunda sadece bulunmuş o İm alan, onun akan kanda
238 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

payı olduğu hususunda şüphelerin uyanması ve yayılması için kâfi


idi. Hz. A li her ne kadar, Hz. Osman'ın öldürülmesi olayında par­
mağının bulunmadığım kesin bir şekilde ifade ediyor idiyse de onun
aleyhine böyle bir zan uyandırılmıştır. Her İki fırkadan da harbe ka-
tılanlar bu neticeyi yüklenmiş ve insanlar anlamıştır ki, İnsanın suç­
suzluğuna, fiili İşlememiş olması kâfi olmayıp bilâkis şüphe uyandı­
racak şeylerden uzak durması da gerekmektedir.

c) S ıffln Savaşı (h. 36/857) :

Cemel vakası, bütün korkunçluğuna ve ürperticiliğine rağmen,


sadece kendisinden daha ürpertici ve hadise olarak daha amansız
olan Sıffin harbi için bir başlangıçtı.
Hz. Ali, Basra'dan K û fe’ye döndükten sonra Cerîr b. Abdullah el-
Beceli’yi, Muâviye b. Ebî Sufyan’a elçi olarak gönderdi. Elçi, onun
biat etmesini isteyecekti. Cerîr Şam’a gitti ve Hz. Muâviye’ye Hz.
A li’nin mesajım İletti. Muâviye, onu bir süre oyaladı ve bekletti. Şam­
lıların ileri gelenleri, Hz. Osman'm katillerini ve bu olaya şöyle veya
böyle katıianları öldürünceye kadar, kadınlarına dokunmamaya ve
yataklarında uyumamaya yemin etmişlerdi. Şam, müslüman orduları­
nın karargâhı idi. Çünkü burası, Bizans ordusuyla karşı karşıya bulu­
nan ve her an tehlike altında olan büyük bir hudut şehri idi. Bu
yüzden İslâm ordulan, burada son derece hazırlıklı bulunuyordu. Uzak
görüşlü siyasi bir lider olan Muâviye, uzun zaman onlarla beraber
bulunmuştu. Onların kalplerini kazanmış ve kendine bağlamıştı. Böy-
lesine büyük bir güç onun, Hz. A li’ye biati reddetmesini ve Hz. Osman’
m öldürülmesinde elinin bulunduğu, yahut en azından onun katille­
rini ordusunda barındırıp kısas konusunda bunlara hiç bir şey yapma­
mak üzere himaye ettiği yolunda İtham etmesini kolaylaştırmıştı.
Cerîr, daha sonra Hz. A li’ye geldi ve Şamlıların kendi aleyhine bir
şeyler yapmak istediklerini bildirdi. Hz. Ali, onların üzerine yürüme­
ye karar verdi. Ordusunu Nahile’de topladı. Muâviye, Hz. A li’nin ken­
disiyle savaşmak üzere çıktığım haber alınca, o da harekete geçti.
Ordusunu alarak el-Cezîre yoluyla Rakka’dan Fırat’ı geçti, ön cü bir­
liklerini ileri gönderdi. Bizans surlarına varınca, Hz. A li ile Muâviye’
nin öncü birlikleri karşüaştılar. Her iki gurup arasmda çok az mesafe
kalmıştı. Böylece iki taraf Sıffin ovasında toplandı ve İslâm ordulan
birbirlerinin karşısında yerlerini aldılar.
Hz. Ali, adamlarından Hz. Muâviye’y i itaate çağırmak üzere üç
kişi seçti. Bunlar, Beşlr b. Am r el-Ensarl, Saîd b. Kays el-Hemdani
HZ. A L İ (R .A.) DEVRİ 230
ve Şebes b. Rebî et-Temimi idi. Bunlar Hz. Muâviye’nln yanına var­
dılar. Beşir b. Am r şöyle konuştu:

« E y Muâviye! Ömrünün son demlerine gelmişsin. Artık âhirete göçe­


ceksin. H iç kuşkusuz Allah seni, yaptığın işlerden dolayı hesaba çekecek, iş­
lediğin şeylerle sana karşılık verecektir. Bu ümmetin birliğini parçalamaya-
sın ve kanını dökmeyesin diye sana A lla h 'ı h a tırla tıy o ru m .» M u & v l y e
o n a : « B u n l a r ı dostun Ali'ye de tavsiye ettin m i ? » dedi. B e ş i r : <<Be­
nim dostum, senin gibi değildir ki, o, faziletçe, dince, müslümanlıktaki ön­
celiği itibariyle ve Hz. Peygamber'e yakınlığı ile bu hilâafet işine insanların
hepsinden daha lâyık o la n ıd ır » d e d i . M u & v l y e , <<Peki, A li ne di­
y o r ? » d e d i . B e ş i r ş u c e v a b ı v e r d i : « S e n in A lla h 'a itaat etmeni ve
amcan oğlunun seni hak namına davet etmiş olduğu şeyi kabullenmeni is­
tiyor. Çünkü o, dünyada senin için en çok sulh isteyen ve işindeki boşan
için en çok hayn dokunacak olan k im s e d ir.» M u â v i y e , « B i z Osman'ın
kanının diyetini istiyoruz. Hayır, vallahi onun istediğini ebediyyen yapma­
y a c a ğ ım » d i y e k a r ş ı l ı k v e r d i . Ş e b e s k a l k t ı v e o d a ş ö y l e d e d i :
« E y Muâviye! Senin reddettiğin şeyi ben iyice anlamış bulunuyorum. Ye­
min ederim ki, senin neyin peşinde olduğun ve ne istediğin bize gizli değil.
Sen, halkı saptıracak, arzularına meylettirecek ve itaatlerini celbedecek söz
olarak, «im a n ın ız mazlum olarak öldürüldü, biz ise onun kanını istiyo­
r u z » sözünden başka bir şey bulamadın. Sana da bu hususta ayak takı­
mı, azgın kimseler itibar etmiştir. Biz iyice biliyoruz ki, sen ona yardım et­
mek istemedin. Şu arkasına düştüğün halifelik makamı yüzünden onun öl­
dürülmesine göz yumdun. Halbuki bir işi nice temenni edip isteyen vardır
ki Allah, kudreti ile o istenen şeyi başkasına verir. Bazan da bir şeyi temen­
n i eden kimseye arzularının üstünde şeyler verilir. Yemin ederim ki, bunlar­
dan hiç birisinde de senin için hayır bulunmamaktadır. Sen istediğin şeyi
elde edemezsen, şu halde bu hususta Arabın en kötüsüsün. Temenni ettiğin
şeye kavuşuncaya kadar Allah da seni cehenneme atar. Ey Muâviye, A l­
lah'tan kork, bu davandan vazgeç, işe lâyık olan kimse ile çe k iş m e!»

Bu sert konuşmanın karşısında Muâviye’nin cevabı, ancak sert


bir ret cevabı ve çekilip gitmelerini İstemekten ibaret oldu. Onlar
da A li’ye geldiler ve bildirdiler. Herkes, topyekün bir savaşta ümmetin
kırılmasından endişe ediyordu. Ancak savaş da kaçınılmazdı.

Savaş, mübareze tarzında küçük gurupların çarpışması şeklinde


başladı. B ir gurup Hz. A li ordusundan, buna karşılık aynı güçte bir
gurup da Hz. Mu&vlye ordusundan çıkarak savaşıyorlardı. Hicri 30
senesi Zilhicce ayma kadar durum bu şekilde cereyan etti. Muhar­
240 doğuştan gllnUmUze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

rem ayı girince her iki gurup da sulh yapma isteği ile çarpışmayı dur­
durdular. Birbirlerine elçiler gönderdiler. Hz. Ali, Adiy b. Hatem’i,
Yezid b. Kays el-Erhabî'yi, Ziyad b. Hafsa’y ı ve Şebes b. Rebi’y i gön­
derdi. Şebes daha önce de gönderilen elçilerdendi.

Hz. Muâviye’nin huzuruna girdiklerinde Adiy söze başladı ve şun­


ları söyledi:

»B iz seni, yüce Allah’ın, sözümüzü ve üm m etim izi birleştirecek,


kan dökülmesini durduracak, şahısların arasını düzeltecek olan em ri­
ne itaate çağırıyoruz. Hz. Peygamber’in oğlu yerinde olan Hz. A li, bi­
zim en faziletlimiz, en önce müslüman olan, İslâm ’ı tatbik etmede
en iyimiz olan bir zattır. İnsanlar onun lehine ittifa k edip toplanmış­
lar ve AUah onları, halifeliğe lâyık gördükleri bu insanla en doğru yo­
la ulaştırmıştır. Senden ve seninle beraber olanlardan başka hiç bir
kimse kalmadı. Bu işten vazgeç ey Muâviye! Allah senin ve taraftar­
larının başına Cemel günündeki felâketi vermesin.» Muâviye şöyle
dedi:
<<S en arabulucu olarak değil de, sanki tehditçi olarak gelmişsin.
Heyhat ey Adiy! Allah'a yemin ederim ki, savaş benim mesleğimdir. Harp
bana vız gelir, ondan korkum yok. Şüphesiz ki sen, Osman b. A ffa ıı'a hü­
cum edenlerdensin. Senin, A lla h 'ın ölümünü takdir ettiği kimselerden ol­
manı ne kadar isterdim, ama ne yazık ki değilsin. Sen daha güçlü olan rei­
sinin derecesini k ü ç ü lttü n .» S o n r a Ş e b e s k o n u ştu :
3)
»Bundan başka biz sana, bizi ve seni ıslah edecek olan, davet ve
nasihat konusunda geldik. Sen ise önümüze misaller sürüp, lâf ebeliği
yapıyorsun. Kendini haklı çıkartacak cinsten söz ve işi bırak da, bize
de sana da fayda verecek olan sorumuzu cevapla!» Yezid b. Kays ise:
»Hz. A li'n in söylediklerini tebliğ etmek ve senden dinlediğimiz
şeyleri de ona ulaştırmak için geldik. Bizim görevimiz bu iken, artık
sana doğru yolu göstermeden, lehimizde sana karşı daha güçlü delili­
mizin olduğu yolundaki görüşümüzü hatırlatmadan ve senin bu delil­
den dolayı anlaşmaya ve birliğe dönmen gerektiğini tebliğ etmeden
dönmeyeceğiz. Bizim dostumuz A li’nin üstünlüğünü, sen ve müslü-
manlar iyi bilirsiniz. H iç zannetmiyorum ki dinine sadık, faziletli kim ­
selerin A li ile seni eşit tutmayacakları ve aranızda bir tarafa meylet­
meyecekleri hususu, senin gözünden kaçsın. Öyleyse Allah’tan kork ve
A li’ye muhalefet etme. Vallahi biz, ondan daha m uttaki, daha çok
züht sahibi, her çeşit hayır özelliklerini şahsında toplayan başka bir
kimse katiyyen görmedik.» Muâviye ise şunları söyledi:
HZ. ALİ (R A .) DEVRİ 241

<<Size itaat etmeye ve birliğe gelince, bil bu cemaatle beraberiz. Dostunuz


Ali'ye itaat (ağrınıza gelince, biz bu itaatte yokuz. Sizin taraftarlarınız, halife­
mizi öldürdü, cemaatimizi parçaladı, bize isyan edenleri ve katilleri barındır­
dı. Dostunuz onu öldürmediğini söylüyor, biz ise illa sen öldürdün demiyoruz.
Hz. Osman'ın katillerini gördünüz mü, siz bilmiyor musunuz ki onlar dostu­
nuzun, arkadaşlarıdır? Biliyorsanız onları bize verin, onun yerine onları biz
öldürelim ve ondan sonra sizin itaat ve birlik çağrınıza cevap verelim. » Ş e -
bes ona:

«E y Muâviye! Fırsatını bulduğun takdirde Am m ar’t öldürmekten


zevk a lır mısın?» diye sordu. Muâviye:
«B u nu neden yapmayacak m isim ?!» dedi. «Allah'a yemin ederim
ki, im kânını bulursam, İbn Sümeyye’yl, Hz. Osman'a kargılık değil,
bilâkis onu, Hz. Osman'ın kölesi N âil’e karşılık öldürürdüm .» Şebes :
«Sen, m illetlerin sözü senet sayılan büyüklerinden ilham sadır
olmadıkça ve bütün genişliğine rağmen dünya sana dar gelmedikçe
A m m a fa erişemezsin.» dedi. Muâviye de:
«Olsa olsa yeryüzü ancak sana dar g e lir» diye karşılık verdi.
B a ş k a tü r lü n e tic e v e r m e s i b e k le n m e y e n e lç i g ö n d e r m e iş i d e
b ö y le c e sona e r d i. Z ir a s u lh ve d a v e t iç in , t a r a f l a r ı n h e r b ir in in
d i ğ e r i n i n h a k k ı n a b e l l i ö lç ü d e s a y g ı g ö s t e r m e s i z a r u r i id i. H e r İk i
t a r a f k e n d i m e n fa a t ın d a n f e r a g a t t a b u lu n a c a k v e b ö y le c e s u lh t e ­
ş e k k ü l e d e c e k ti. A n cak tü m bu g a y r e tle r n e tic e verm eyecek ve
s a v a ş k a ç ın ılm a z o la c a k t ır .

H z. M u â v iy e de, H z. A l i 'y e H a b îb b. M e s le m e e l - F i h r î 'y i ,


Ş u r a h b il b . e s - S a m e t 'i , M a 'n b. Y e z i d 'i v e A h n es b. Ş u r a y k 'ı
g ö n d e r d i. E lç ile r , H z. A l i 'n i n h u zu ru n a g ir in c e ön ce H a b îb söz
a ld ı v e « H i ç kuşkusuz Osman b. Affan, hidayet üze­
ş u n la r ı s ö y le d i:
re olan, aAlah'm kitabı ile amel eden, Allah'ın, emrine titizlik gösteren bir
halife idi. Onun hayatı size a ğ r geldi. Vefatında yavaş davrandınız, ölü­
müne mani olmadınız. Böylece O'na adavet beslemiş oldunuz. Böyle olma-
d ığ m iddia ediyorsan, katillerini bize teslim et.. O 'na karşılık bu katilleıi
öldürelim. Sonra hilafetten elini çek ve bu işi ümmetin içinden çıkacak
şûraya bırakalım, kimin nzen.nde karar kılarlarsa, halkın idaresini o üzeri­
ne a ls ın . »
Hz. A li sert tepki gösterdi: «Sen kim oluyorsun da halifeyi a zled il
yorsun. Bu iş inkıtaya uğradı ve sen orada değildin. İşi üzerine alacak
kimse de yoktu.» Bunun üzerine Habib ayağa kalktı ve dedi kİ:
«A lla h ’a yemin ederim ki sen bana durumu kötü bir şekilde gös­
termeye çatışıyorsun».
F . : 16
242 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Hz. Ali, « Sen kim oluyorsun, sen, süvari yahut piyade olarak sal-
dırsaydın Allah sana merhamet edip korumayacaktı. (E lç ilik sıfatı
seni konuşturuyor) . « dedi.
Daha sonra Şurahbil b. es-Samet söz aldı: «Ben konuşacak olur­
sam, yemin ederim ki, söyleyeceklerim daha önce arkadaşımın söyle­
diklerinin aynı olacaktır. Ona verdiğinden başka verecek cevabın var
m ı? « dedi.

H z . A li is e , «E v e t, v a r » d e d i, ö n c e A l l a h 'a h am d ü sen a e t­
ti. S on ra H z. P e y g a m b e r 'i n b i 's e t i n i v e in s a n la r ı d oğru y o la
ile t t iğ in i a n la ttı. S on ra H z. P e y g a m b e r 'i n v e fa t e ttiğ in i v e in ­
s a n la r ın d a Ebû B e k r 'i h a life s e ç t ik le r in i, H z . E b û B e k r 'i n de,
H z. Ö m e r 'i y e r i n e h a life t a y in e ttiğ in i z ik r e tti. B u ik i h a life n in
ü m m et iç in d e d oğru y o ld a n a y r ılm a d ık la r ın ı v e a d a le tli d a v­
r a n d ık la r ın ı b e lir tti. « B i z , Hz. Peygamber'in ailesinden oldu­
S on ra ,
ğumuz halde, bunlar üzerimize halife tayin ettikleri için onlara darıldık.
Fakat artık onları affettik. Osman tayin olundu ve halkın ayıpladığı bir ta­
kım işler yaptı. Halk da onun aleyhine yürüdü ve öldürdüler. Sonra halk
bana geldi, ben ise onların işlerinden elimi çekmiş, onlardan uzaklaşmış­
tım. Bana << Biat a l » dediler. Ben ise, istemedim. O nlar bu sefer bana,
«B ia t im iz i kabul et, çünkü insanlar senden başkasına razı olmuyor, sen
bu işi üzerine almazsan insanların paramparça olacağından k orkuyoru z»
dediler. Ben de, biatlerini kabul ettim. Beni zayıflatan, daha önce bana
biat etmiş olan iki kişinin ayrılmaları olmuştur. A lla h 'ın , dinde kendisine
bir öncelik nasip etmediği ve Islâm'da bir sadakat önceliği bulunmayan
M uâviye'nin muhalefeti, hiç bir kayıt tanımayan, bu guruplardan bir gu­
ruptur. Kendisi ve babası, müslüman oluncaya kadar, A llah ve Rasûlüne
mhep düşman olmuştu, bizimle giriştiği şu ihtilâftan başka hiç bir gazası
yoktur. B ununla birlikte siz, Peygamberinizin, kendilerinden ayrılmanız ve
muhalefet etmeniz, insanlardan hiç birini onlara eşit saymanız yakışık al­
mayan ailesini, ona itaate davet ediyorsunuz. Gözünüzü açın, ben ise sizi
A lla h 'ın kitabına ve Resulünün sünnetine, bâtılı kahredip yok etmeye ve
d inin esaslarını ihya etmeye davet ediyorum.» d e d i

Ş u r a h b il ile H z. A li a r a s ın d a k i g ö r ü ş m e le r , H z. O s­
m a n 'l a ilg ili o la r a k da d eva m e tti. O 'n u n ö ld ü r ü lü ş ü ile ilg ili
ç e ş itli k o n u ş m a la r o ld u . A n c a k bu k o n u ş m a la r d a n h iç b ir
n e tic e a lm a m a d a n ç e k ip g ittile r . B u g ö r ü ş m e le r d e n b ir n e ti­
c e ç ık m a m a s ı d a n o r m a ld i.
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 243

Muharrem çıkmca Hz. Ali, tellâllarına şu ilânı yaptırdı:

< < İy i d in l e y in , m ü 'm in d e r in e ıııir i s iz le r e d e r k i : H a k k a d ö n m e n i z v e


o n a y ö n e l m e n i z iç in , s iz i te ş v ik e tm e k is te d im . S ize, A l l a h ' ı n k i t a b ı y l a d e l i l
g e t i r d i m v e z is i o n a d a v e t e ttim . S iz ise t a ş k ı n l ı k t a n , a z g ı n l ı k t a n v a z g e ç ­
m e d in iz , h a k k a ic a b e t e tm e d in iz . B u s e b e p le b e n d e a y n ı ş e k i l d e s iz e k a r ş ı
o l a n a h d i b o z d u m . Z ir a A l l a h , h a i n l e r i setm ıez >> (Sayfa 243, / 2)
Bu ilân üzerine Şam halkı, emirlerine ve reislerine sığındı. Bir­
liklerini ve atlarını hazırladılar. Her iki taraf o gece ordusunu harp dü­
zenine sokmakla geçirdi. Ertesi gün, yani H. 37 senesi Safer ayının dör­
düncü günü harp başladı. Her gün bir komutan bir taraftan, bir ko­
mutan da öbür taraftan çıkıyor gün boyu savaşıyordu. Bu minval üze­
re yedi gün geçti. Hz. Ali, Safer’in sekizinci gecesinde ordusuna, «Daha
çok olmamıza rağmen, ne zamandır onlara karşı mukavemet göste­
rem iyoruz» dedi. Gece boyunca orduyu, topyekün savaş düzenine sok­
tu. Sabahleyin Hz. Ali, Irak ordusu ile karşı tarafın üzerine yürüdü.
Hz. Muâviye de, Şam ordusu ile onu karşıladı. O gün uğursuz bir gün­
dü. Müslümanlar, birbirlerine karşı hücuma geçtiler. Gün boyunca şid­
detli çarpışmalar oldu. Akşamleyin iki taraf da bir galibiyet elde ede­
meden ayrıldılar. Ertesi gün aynı şekilde tekrar savaştılar. Bu seferki
hücumları, bir evvelkinden daha şiddetli idi. İraklıların sağ cenahı
çözüldü. Hezimet haberleri Hz. Ali'ye ulaşınca Halife, sol cenaha doğ­
ru yürüdü ve el-Eşter en-Nehai’yi çağırdı. Hz. Ali, Eşter’e, «Ş u toplu­
luğu çağır ve onlara ölümden nereye kaçtıklarını sor» dedi. Eşter,
askerin önüne düşüp, onları çarpışmak için teşvik edince, onlar da
Eşter'i takip ettiler. Eşter, üzerine yürüdüğü her birliği dağıtıyor,
her topluluğu ele geçiriyor ve geri atıyordu. Eşter, ikindi ile akşam
arası Muâviye'nin karargâhına kadar ulaştı. Bu sırada, Hz. Ali safla­
rında ise Ammar b. Yâsir şehit edilmişti.

Savaş akşam da durmadı. Gece boyunca olanca şiddetiyle devam


etti. Bu geceyi Kadisiye savaşının geçtiği geceye benzettiler ve «Ley-
letü’l-Harîr» adım verdiler. Cuma sabahı olunca Eşter, sağ cenahtan
hücuma geçti.

Eşter ve askerleri ölesiye çarpışırken birdenbire Şamlılar, uçlarına


mushaflar takılmış mızraklarım havaya kaldırdılar. Birisi şöyle ba­
ğırdı:
«A lla h 'ın kitabı sizinle aramızda hakemdir.» İraklılar, mushafla-
n n kaldırılmış olduğunu görünce, «Allah'ın kitabına razı olunm uştur»
diyerek savaşı bıraktılar. «Onlar K ur’an'a razı olduysa biz de razı olu­
ru z» diyorlardı.
244 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Hz. Ali, onlara şöyle konuştu:

« E y A lla h 'ın kullan! Hakkınızı almaya ve doğru olan işinize de­


vam edin. Zira muâviye, Anır b. el-Âs, İbn EM Muayt, Habib b. Mesleme,
İbn EM Şerh ve Dahnah b. Kays, dine ve kur'an'a sahip ciddi ve samimî
insanlar değillerdir. Ben onlan, sizden daha iyi Mlirim. Onlarla, çocuk­
luklarında ve büyüklük çağında da arkadaşlığım olmuştur. Onlar, yara­
maz çocuklar ve zararlı insanlardı. Yazıklar olsun size! Onlar mushafları
yüceltmediler ve daha sonra da, o mushafları kaldmp yüceltmeyeceklerdir.
O mushaflarda mevcut olan şeyleri bilmezler. Onlar, bu mushaflan, sade­
ce sizi aldatmak için Mr kurnazlık ve hile olarak k a ld ırıy o rla r.» A s k e r ­
ler:
«Biz K u r’an’a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız.
Hz. A li'n in sözlerini nasıl kabul edelim» dediler. Kurra'dan olan Müs'ır
b. Fedeki et-Temimî şunları söyled i:

«A lla h 'ın kitabına çağrıldığın zaman buna icabet et. Eğer bu­
na razı olmazsan İbn AJfan’a yaptığımızı sana da yaparız. Zira Yüce
Allah’ın kitabında olan hükümlerle amel etmek, bizim boynumuzun
borcudur. Yemin ederim ki, ya sen K u fa n 'd aki hükümlerle amel eder­
sin, yahut biz sana bu işleri y a p tırım .» Sonra ondan, Eşter’in harbi
terketmesi için haber göndermesini istediler. O da Eşter’e bir elçi gön­
derdi. Eşter bu elçiye, «Şu saatte beni yerimden ayırman olacak şey
değil. Bu sana yakışmaz. Ben kesinlikle muvaffak olacağımı umuyo­
rum , binaenaleyh bana acele ettirm e » dedi. Elçi bu haberi alıp, döndü.
Haber, Hz. A li’ye ulaşmadan Eşter’in tarafından gürültü ve sesler
yükseldi. İnsanlar, Hz. A li’yi, « Vallahi öyle zannediyoruz ki, sen ona
harp etmesi için em ir verdin» diye suçladılar. Eşter’in derhal getiril­
mesini, aksi halde onu terkedeceklerini bildirdiler. Hz. A li elçiye, « y a ­
zıklar olsun, Eşter’e söyle geri gelsin, zira fitn e çıktı. A rtık harbi bı­
rakmaktan başka çare yok.» dedi. Sonra Muâviye'nin ne istediğini so­
rup öğrenmesi için, Eş’as b. Kays’ı gönderdi. Eş’as, gittiğinde Muâviye
dedi k i : «Siz ve biz, Allah’ın kitabında em rettiği şeye döneceğiz. Siz­
den, razı olduğunuz bir kişi gönderirsiniz, biz de bir kişi göndeririz ve
bu kişilerin Allah’ın kitabında olan hükümle karar vermelerine ve
kitaptan şaşmamalarına dair onlardan söz a lım . Daha sonra da an­
laştıktan şeye u y a m .» Eş’as, «B u doğru bir iş » dedi. Hz. A li’ye geldi
ve ona bu teklifi haber verdi. Halk da, buna razı oldu. Şamlılar, Amr
b. el-Âs'ı seçtiler. Eş’as ve ona tâbi olanlar da, «B iz Ebû Mûsa el-Eş’-
ari’ye razıyız» dediler. Bunun üzerine Hz. Ali, bunlara, «Siz daha işin
başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz» dedi. Ebû
Mûsa hakkındaki endişesini, bunlara açıkladı. Hz. A li’ye göre Ebû Mû-
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 245

sa, insanları kendisinden uzaklaştırıyor ve ondan yana olmamalarını


istiyordu. Onlarsa, Ebû Musa üzerinde direttiler. Böylece AH de, bun­
ların görüşüne göre hareket etmek zorunda kaldı.

d) Tahkim (Hakem) Olayı (h. 37/657) :

İk i taraf aralarında hakem tayini ile ilgili sözleşmeyi yazdılar.


Sözleşmenin metni şu şekilde idi:

uBismillâhirrahmanirrahim. Bu, üzerinde Ali b. Ebi Tâlib ve Muâ-


viye b. Ebî Sufyan'm anlaştığı bir metindir. Hz. AU, Küfe ahalisi ve
kendisiyle beraber olan diğer müslüman gurup lan, Hz. Mu&vlye de
Şam ahalisi ve onlarla beraber olan müslümanları temsil etmektedir.
Şüphesiz, Allah’ın hükmüne ve kitabına göre hareket edeceğiz. Bizi
Allah'ın kitabından başkası blrleştiremez. Allah’ın kitabı baştan sona
elimizde olduğundan, onun dirilttiğini biz de diriltir, terkettiğini biz
de terkederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz, tki hakem; Ebû Mu­
sa AbduUah b. Kays el-Eşari ve Amr b. el-As el-Kureşi, Allah’ın kita­
bında ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. AUah’ın kitabında bu­
lamadıklarını, bir araya getirici, âdil sünnette arayacaklardır. İk i ha­
kem de; Ali ve Muâviye’den, her iki ordu ve halkın güvenilir kimsele­
rinden, hem nefisleri hem de aileleri yönünden güven altmda olduk­
larına dair bir teminat aldılar. Ümmet ise, iki hakeme de yardımcı­
dır. Her iki tarafın müslümanları ve bu olay üzerine anlaşan Hz.
Ali ve Muâviye, Allah’a karşı ahid ve misak içindedirler. Her biri der­
ler ki: «Ben bu sahifedeki şeye razıyım. îk l hakemin mü’minlere hük­
metmesini şüphesiz ben gerekli gördüm. Şüphe yok ki; burada olan­
lar veya olmayanlar nereye giderlerse gitsinler mal, aile ve canlan yö­
nünden emniyettedirler. Aralannda silâh kalkmıştır.

Abdullah b. Kays (Ebû Mûsa el-Eş’ari) ve Amr b. el-As, ümmet


arasında hükmetmeğe, ümmeti yeni bir ayrılığa düşürmemeye ve da­
ğılan bu ümmeti bir araya getirmeye, Allah adına yemin etmişlerdir.
K aran Ramazan’a ertelemişlerdir. Şayet isterlerse karşılıklı nza ile
bunu daha da ileri bir tarihe erteleyebilirler. İk i hakemden biri vefat
edince, o topluluğun reisi, yerine birisini seçer. Adil ve mutedil olanı
seçmek için elinden geleni yapar. İk i hakemin muhakeme edeceği yar­
gı yeri, K üfe ve Şam arasında uygun olan bir yerdir. İki hakem istese
ve razı olsa bile, kişi ancak kendi isterse gelir. İk i hakem de şahitler­
den istediklerini kabul ederler. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üze­
rine; bu hususta zulüm ve saptırma isteyen ve bu sahifede olan şeyi
terkeden kimseye karşı şahitlerin yardımcı olacaklarına dair şehadet-
246 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

lerini yazarlar. «E y Allahım!.. Bu sayfadaki şeye göre inanan kimse­


lere yardım istiyoruz.» Sonra bu ifadeyi her iki taraftan şahitlerin is­
m i takip eder. (15 Safer, sene 37 h icri).»
Bu an tlaşm ayla, 90 b in m üslüm am n kanının a k tığı S ıffın sa­
v a ş ı son a erdi. D oksan hin m üslüm an... R asûlullah d e vrin d e n o
zam an a k a d a r olan h a rp lerd e bile bu k a d a r m üslüm an etm em iş­
ti. Ü stelik e ğ e r b u n la ra h arb e d eva m etm ek güç g elm e s ey d i v e
silâ h la rın k esk in liği o n la rı korkutm asaydı, g e r iy e hiç k im se k a l­
m a z, hudut ş e h irle ri eld en çıkardı, üzü ntüyü a r tır a n ş eylerd en
b ir i de, bu sa va şm n e dini b ir g a y re ti o rta y a k oym ası, n e de ü m ­
m ete m u sallat olan b ir zulm ü k a ld ırm a y ı am açlam asıydı. A n ca k
b ir şahsın d iğe r b ir şahsa galib iyeti için y a p ılm ış olm asıd ır. Hz.
A li'n in topluluğu on a y a rd ım etm iştir. Çünkü R a s û lu lla h 'm am ­
casının oğlu v e halkın id areye en lâ y ık olanıdır. Öte y a n d a n k en ­
di t a r a fta r la r ı d a M u â v iy e 'y e y a rd ım etm iştir. Çünkü H z. Os­
m a n 'm y a k ım v e onun h aksız y e r e ak ıtılan k an ım ta lep e tm ey e
en lâ y ık olan kişidir. A y n ı sebeple, M u â v iy e 'n in ta r a fta r la r ı, o r ­
dusu için d e H z. O s m a n 'ın k a tille r i bulunduğu d ü şü n cesiyle,
Hz. A li 'y e biat etm ey i uygun görm em işlerdir.
H ad islerle ilgili r iv a y e tle r i dikkatle in celeyen b ir kişi, H z. A li
v e M u â v iy e arasın d ak i m uh alefetin k esin b ir a n laşm azlığa g eti­
rildiğin i açıkça görür.
Hz. A li fa zile t, İslâ m î geçm iş v e R a sû lu lla h 'a ak ra b a lık gibi
ö z ellik le r yönünden kendisini M u â v iy e 'd e n önde görüyordu. H a t­
ta K u r e y ş 'in ile ri gele n leri v e ilk m üslüm an olan sahabelerden
bile. Bu k an aate ilâ v e olarak, K u re y ş ile ri gelen lerin in bu duru­
mu b ilm elerin e rağm en ola n lara göz yu m d u k ların a d a inanm ak-
tayadı. A y r ıc a H z. M u â v iy e 'y i fa zile tç e kendinden g erid e görü ­
yord u . Çünkü on a g ö re M u â v iy e, İs lâ m 'a geç g iren lerd en d i. B a­
b a s ı Ebû Su fyan , R a s û lu lla h 'a düşm anlık etm iş, on u n la s a v a ş ­
m ıştı. B a za n d a bunların , b aşk a ç ık a r y o l b u la m a d ık la rı için
İs lâ m 'a g ird ik le rin i düşünüyordu. A y n ı şek ild e M u â v iy e v e y a
kâtibinden bahsederken, konuşm asından onu küçük gördüğü, on ­
d an u za k la ştığı v e elçilerin e önem v e rm e d iğ i açıkça o r ta y a ç ık ı­
yord u . E lç ilerie b ir insanın konuşabileceği e n sert üslûpla hitap
ediyordu. İslâ m üm m etinin y a n s ırım k alp lerin i k azan an M u â v iy e
v e ta r a fta r la r ın ın , ancak yu m u şaklık la k a za n ılab ileceği gözd en
u za k tutulmuştu. Hz. A li'n in hadise sıraların d ak i halet-i nahiyesi
bu idi.
Hz. Muâviye’ye gelince o da kendini Kureyş’in ulularından görü­
yordu. Çünkü o, Kureyş liderlerinden Ebû Sufyan b. Harb’in oğlu ve
Umeyye b. Abd-i Şems b. Abd-i Menaf sülâlesinin en büyük çocuğuydu.
Hz. A li’nin Hâşim b. Abd-i Menaf sülâlesinin en büyük çocuğu olduğu
gibi... ikisi de asalette eşittiler. Sonra Hz. Muâviye, Hz. Peygamber’
HZ. A Lİ (R A,) DEVRİ 247

den itibaren üç halifeyi de görmüş ve her üç halife ona büyük bir gü­
ven duymuşlardı. Hattâ Irak’tan sonra en büyük İslâm beldesi olan
Suriye’nin hepsi ona tâbi olmuş ve Şam onun için büyük bir İdare mer­
kezi haline gelmişti. Bu da Anadolu sınır kasabalarının korunmasın­
da en etkili yol olmuştu. O, Hz. Ali'nin kendisine bu gözle bakmadı­
ğını önceden biliyordu. Çünkü Hz. Ali’nin ilk işi, onu azletmek olmuş­
tu. Anladı ki, Hz. A li’ye katılması, kendisini bu yüksek mevkiden
uzaklaştıracaktı. Kim bilir bundan sonra önünde düşmanlığa sebebi­
yet veren bunca şüphe varken hali ne olacaktı?
1 — Hz. A li biat meselesinde; Kureyş’in ulularından olduğu ve
ikişer binden az olmamak üzere müslüman askerlerden oluşan birlik­
lerden kurulu bir orduya sahip, en büyük valiliği deruhte ettiği hal­
de, kendisiyle istişare etmemişti.
2 — Ayrıca Sahabiden bir çoğu da Hz. A li’ye biat etmemişti.
3 — Hz. A li’yi hilâfete ilk çağıranlar, Hz. Osman'ı öldürüp sonra
da intikam isteyenlerdi.
4 — Hz. A li de onları ordusunda korumuş ve kısasa tâbi tutma­
mıştı. Hz. Muâviye bütün bunlardan, Hz. A li’nin onların fiillerine mü­
temayil olduğu sonucunu çıkarıyordu. Bu tereddütler Hz. Muâvlye’yl,
Hz. Ali'ye biat etmekten alıkoymuş ve zayıf kalıp acizliğe düşmemek
için onu bazı tedbirler almaya sevketmiştir.
B irb irlerin e bu düşünceyle bakan iki şahsın b irleşm esi v e o r ­
ta y a çık an bu korkunç fitn e y i, m üslüm anlardan u za k la ştırıp ,
d oğru b ir y o la v a rm a la rı da mümkün değildi. M ektu p laşm aları
ik i gurup arasında b an şa y o l açabilecek um um î b ir u zlaşm a sağ­
lam am ıştı. Çünkü Hz. A li, M u â v iy e 'n in k en disine b iat etm esin i
istiyor, başka tercih bırakmıyordu. Hattâ Irak ‘ tan gönderilen elçiler
bile, M u â viy e ile alay edici ve onu küçümseyici b ir eda ile konuşı-
yoriardı. M u â v iy e de önce, kısas edilm ek ü ze re H z. O sm an'm k a ­
tillerin i, sonra da halifenin şûra vasıtasıyla seçilm esini istiyoıdu.
Hz. A li ise h e r iki dıru m a da razı olmamaktaydı. H z Osman'm ka­
tillerin e kısas uygulama gereğine in annekla b irlik te, onları ordu­
sundan çekip aldığı zaman topluluğunun dağılmayacağından v e o r ­
dunun bölünmeyeceğinden em in değildi. Ayrıca, kendisi için biatin
tam am landığına inanıyor v e bunu terkedem eyeceğini düşünüyordu.
Gücü n e kadar büyük olursa d sun, hiç kimsenin buna itiraz etm eye
hakkı yoktu. Hz. Ali, M uâviye'n in duıumunu böyle değerlendiriyor­
du. Bütün bunlara Hz. A li'n in ordusundaki S e b â y y e Arkasının
m ensuplarım da ilave etmek gerekecektir. Zira o n la r iki gurup ara­
sında anlaşma olm asını istemiycr, sönmeye y ü z tutan fitn e ateşini
körüklem ek için devam lı o d ın taşım aktan geri durmuyorlardı.
248 doğuştan günUmUze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Bu sebeple fitneyi söndrümek için iki tarafın son üm it olarak kabul


etmiş olduğu hakem tayini bile, Hz. A li ordusunda kötü bir netice do­
ğurmuştu.

Hakem T ay i n i n i n Sonuçları:

Antlaşma şartlan yazıldıktan sonra Muâviye, ordusuyla birlikte


Şam’a döndü. Hz. A li’nin ordusuna gelince orada durum biraz deği­
şikti. Antlaşma metnini alan Eş’as b. Kays, onu orduya okumaya
başladı. Elindeki metni Beni Tem îm ’den bir topluluğa okurken Ebû
Bilâl'ın kardeşi Urve b. Ediyye sert bir tepki gösterdi: «Allah’ın em ri
hususunda insanları m ı hakem tayin ediyorsunuz? Allah’tan başkası­
nın hükmetme hakkı yoktur» diye bağırdı. Sonra kılıcını çekti ve hay­
vanın sağrısına vurarak oradan uzaklaştı. Eş’as Yem enli idi ve onu
kendi kavmi de tepkiyle karşılamıştı.
Taberî, Umare b. Rabıa’dan şöyle rivayet etmektedir.
«Onlar, Hz. A li ile Sıffîn’e birbirini seven dostlar olarak geldiler
ama birbirinden nefret eden düşmanlar olarak döndüler. S ıffin ’de ha­
kem tayinine kadar kışlalarından çıkmamışlardı. Oysa ondan sonra
paramparça olarak karşılıklı hareketler içinde kamçılarla birbirlerine
vurarak düzensiz bir şekilde geldiler. Haricîler, «E y Allah'ın düşman­
lan! Allah'ın emrinde gevşek davranıp insanlan hakem tayin ettiniz»
diye bağırdılar. Diğerleri ise onlan «İm amım ızı terkettiniz ve cemaati­
mizi dağıttınız» diye suçladılar.
Hz. Ali, K û fe’ye girerken bir gurup Harûra’ya yöneldi. Sayılan
on iki bin kadardı. Bunların münadîleri şöyle bağırıyordu:
«Savaş emiri Şebes b. Rebî et-Temîmî’dir. (Bu şahıs Hz. A li’nin
Muâviye’ye gönderdiği elçiydi. Konuşmalarmda sertti. Hz. Ali, müs-
lümanların efendisinin amcasının oğlu ve müslümanların seyyidi vs.
olduğu halde, Muâviye ona nasıl biat etmiyor diye hayret etmekteydi.)
Namaz emiri Abdullah b. K evvâ el-Yeşkurî’dir. İdare fetihten sonra
şuradır. Biat ise aziz ve çelil olan Allah ve emr-i bil marûf ve nehy-i
anil münker içindir.»
Hz. Ali, onlara Abdullah b. Abbas’ı gönderdi ve ona, «Ben gelin­
ceye kadar onlarla münakaşada acele etme» dedi. İbn Abbas yanlarına
varınca, onlar da konuşmaya geldiler. İbn Abbas sabredemedi ve ko­
nuşmaya başladı:
«İk i hakemden neyin öcünü alacaksınız, Allah ümmeti ıslah et­
mek isterse, bu iki hakemi elbette muvaffak kılar. Ümmet-i Muham-
med’e ne oluyor?» dedi. O’na şöyle cevap verdiler:
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 249

«Ancak hükmetmenin insanlara bırakıldığı hususta hükmetmeye


ve Allah'ın emirleri çerçevesinde ıslah etmeye İzin vardır. Fakat A l­
lah'ın hükmettiği ve tamamen açıkladığı konularda kulların hiç biri
için görüş serdetme hakkı yoktur. Meselâ, z&ni hakkmdakl yüz kam­
çıyı, hırsız hakkında ise elinin kesilmesini Allah hükmetmiştir. Bu
hususta hiç kimsenin görüş beyan etme yetkisi yoktur.» İbn Abbas
sözü aldı:
«Şüphesiz Allah, sizden iki adil kimse hükmeder diyor» dedi.
Cevapları şöyle oldu:
«Müslümanların kanı hakkında verilen hükmü, av hakkında veya
karı koca arasmda geçen şey hakkında verilen hüküm gibi mİ görüyor­
sun? Şüphesiz bu âyet önümüzdedir. Ancak sormak İsteriz: Sana gö­
re İbn Âs adil midir? Halbuki o dün bizimle savaşıyor ve kanımızı
akıtıyordu. Şayet o adilse, biz değiliz. Biz Allah'ın hizbiyiz. Şüphesiz,
Allah'ın emri hakkında insanları hakem tayin ettiniz. Halbuki Allah,
Muâvlye ve hizbi hakkmdakl hükmünü, onlarla savaşılması veya on­
ların dönmeleri şeklinde tamamlamıştı. Bundan önce onları Allah’
ın kltabma çağırdığımız zaman yüz çevirmemişler miydi? Sonra siz
onunla aramzda bir yazı yazdınız ve onlarla antlaşma yaptınız. Şüphe­
siz Allah, müslümanlar ve ehl-i harp arasmda antlaşmayı Berâe sû­
resi nâzil olduğundan beri kaldırmıştır. Ancak cizye vermeyi kabul
eden bundan istisna edilmiştir.»
Sonra Hz. A li geldi ve onlan îbn Abbas’la münakaşa ederken bul­
du. İbn Abbas’a, «Onlarla konuşmaktan vazgeç, seni bundan men et­
memiş m iydim ?» dedikten sonra onlarla konuşmaya başladı. «Sizi
bize karşı ne ayaklandırdı?» diye sordu. «S ıffin ’de verdiğiniz hüküm»
dediler. Hz. Ali, «Allah size hidayet etsin! Ben sizi hakem tayininden
men etmemiş miydim? Fakat siz benim görüşümü kabul etmemiş ve
(İk i hakemin Kur'an’ın ihya ettiğini ihya etmesi, kaldırdığını terket-
mesl şartıyla hükmetmesini) şart koşmuştunuz. Eğer K ur’an’a göre
hükmederlerse muhalefet etmek yoktu. Şayet K u r’an’dan yüz çevirir­
lerse onların bu hükmünden uzaktık» dedi. Onlar, «Müslümanların
kanlan hakkında insanlan hakem tayin etmeyi uygun görüyor mu­
sun?» diye sordular. Hz. Ali, «Biz insanlan hakem tayin etmiş değiliz.
Ancak K u r’an’ı tayin ettik. Kur’an da ancak iki kapak arasındadır.
Kendisi konuşmaz, yalnız, insanlar onunla konuşurlar» dedi. Onlar:
«Seninle onlar arasındaki bu iş için niçin süre tayin ettiniz?» diye sor­
dular. Hz. Ali, «Cahil öğrensin, bilen de tedbirli davransın diye... Bel­
ki de Allah, bu antlaşma esnasında ümmeti İslah eder. Allah size mer­
hamet etsin, şehre girin iz!» dedi. Haricîler ise kendilerinin hakem ta­
yin etmekle küfre girdiklerini, bunun için Allah’a tevbe ettiklerini,
250 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

kendileri gibi tevbe ederse ona biat edeceklerini, aksi halde karşı çı­
kacaklarını söylediler. Hz. Ali, «Şehre girin, altı ay bekleyelim. Mal
toplansın, atlar kuvvetlensin. Sonra düşmana doğru yola çıkarız.» de­
di. Bunun üzerine şehre girdiler.
Bu topluluğun nazariyyesi şuydu:
«Hz. Ali'ye sahih bir şekilde biat edilmişti. Öyleyse ona biattan
çekinen kimse isyan ve zulüm suçunu işlemiştir. Onlara göre büyük
günah işleyenler kâfir olmaktaydı. O halde Muâviye, adil halife Hz.
A li’ye zulmetmiş, karşı çıkmış, bundan dolayı Allah ve Rasûlüyle sa­
vaşmıştır. O zaman, o ve topluluğu için Kur’an’da bir had cezası var­
dır. K ur’an'da açıklanan ve kabul edilen bu cezalar için hakem tayin
etmenin bir mânâsı yoktur. O takdirde halifenin kararıyle meşru kı­
lınan bir dini hüküm değiştirilmiş olur. Muâviye ve beraberindekiler
Haricilere göre cezaya, âyetle müstahak olmuştur. O takdirde onlara
karşı yumuşak davranmak, onlarla anlaşma yapmak; Allah'ın dinin­
de hafif davranmak ve hükmün ancak Allah’a ait olduğu hususta in­
sanları hakem tayin etmek demektir. Bu da onlara göre suç olup,
faili de dalâlettedir. Dalâlette olanm aslmda müslümanlarm halifesi
olması doğru değildir. Öyleyse Hz. Ali'nin halifeliği ve ona tâbi ola­
nm da, masumiyeti yoktur. O zaman kendilerine düşen onlarla sa­
vaşmaktır. Haricîlere göre, onlar da Muâviye'nin ordusuna benzemek­
tedir.»
Dikkat edilirse, prensipte bâtüdan hareket eden bu gurup, böyle
bâtıl bir hükme varmıştır. Çünkü prensibi bâtıl olan bir şeyin, kendi­
si de bâtıldır. Yalnız isyan gibi, Allah ve Rasûlü’yle olan savaşma
gibi suçlara gelince, bunlar hakkında elbette, Allah'ın kitabında açıkla­
nan bir had cezası vardır. Bu doğrudur. Am a önce Muâviye ve bera­
berindekilerin asi ve zalim oldukları hakkında düşünmeye ve delile ih­
tiyaç vardır. Eğer bir kişinin imamete gelişinde şüphe varsa yani
imameti kesin mi, değil m i şeklinde bir şüphe söz konusu ise, bu hu­
susta hakem tayin etmek mümkündür. Allah’ın dini hakkında elbet­
te insanları hakem tayin etme gibi bir şey olamaz. Buradaki ise, hük­
mün dayandığı bir vasfın doğruluğu hakkında hakem tayin etmektir,
Allah'ın emri üzerinde değil... Kendisine hırsızlık davası sunulan hâ­
kimden, hırsızın elinin kesilip kesilmeyeceği hususunda görüş bildir­
mesi istenmez. Ancak, bunun bir hırsız olup olmadığının bilinmesi
hakkmda onun görüşü istenir. Sanığın hırsızlık yaptığı ispatlanırsa,
o zaman hâkimin, kesin olarak hırsızın elinin kesilmesine hükmetme­
si gerekir. Hakem tayin etme, halifeliğinden şüphe duyulan bir kim­
se için olduysa, o zaman da şüphe eden kimsenin, kesinlik kazanma­
mış olan bir işi talep etmek için, kan akıtması câiz olmaz. Bu da aynı
HZ. A l i <R.A.) DEVRİ 251

şekilde geçersizdir. Çünkü birisinin hak iddia etmesi çoğunlukla bu


hakkın ona ait olduğunu gösterir. Haşininin inkâr ettiğini veya şüp­
helere tutunduğunu bildiği zaman onun için tek çıkar yol, durumu
bir kadıya veya iki hakeme sunmaktır. Böylece iki hakemin hükmü,
hasmıyla arasındaki anlaşmazlığı kaldırmış olur.»
Özet olarak bu yeni topluluk, hareketlerini, güçlü olmayan çıkış
noktalarına dayandırdılar. Bu yaptıkları ise ıslak toprağa su ilâve
etmek oldu... İki fırkadan sonra, şimdi de Hz. A li’ye düşman olan, bir
kısmı diğerinin kanını helâl sayan üçüncü bir fırka ortaya çıktı.

Hakemlerin Buluşması:

İk i hakemin toplanma zamanı geldiğinde, Hz. Ali dört yüz kişi


gönderdi. Başlarında Şureyh b. Hâni el-Hârisi ile birlikte İbn Abbas
ve Ebû Musa el-Eş'ari vardı. Muâviye de, Şam’dan Amr b. el-As başkan­
lığında dört yüz kişi gönderdi. Ezruh'ta, Dûmetu’l-Cendel denilen yer­
de buluştular. Her iki taraf, merkezle sürekli mektuplaşıyordu. Muâvi-
ye’nin kuryesi Am r’a geldiği zaman her şey sessizce olup bitiyor, kim­
senin bir şeyden haberi olmuyordu. Şam ahalisi de bir şey sormuyor­
du. Halbuki Hz. A li’nin elçisi geldiği zaman İraklılar derhal İbn Ab-
bas’a gelip Emirü’l-Mü’minîn’in ne yazdığını soruyorlar, şayet İbn
Abbas bir şey söylemezse, şüphe izhar ediyorlar, «Şöyle şöyle yazdığını
zannediyoruz» diye tahminlerde bulunuyorlardı. İbn Abbas bunun üze­
rine onlara, «Düşünmez misiniz, görmez misiniz? Muâviye’nin elçisi
neyi getirip, götürdüğünü bildirmez. Üstelik onlardan ne ses, ne de
gürültü duyulur. Bana göre siz her gün şüpheye düşüyorsunuz» dedi.
Bu topluluğun durumuna Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyr, Ab­
dullah b. Hâris b. Hişam el-Mahzumi ve Muğîre b. Şû’be ve onlardan
başkaları da şahit olmuştu.
İk i hakem bir araya gelip, önce niçin toplandıklarını konuştular.
Bunun amacı halkın arasını düzeltmekti, önce Am r konuştu: «Hz.
Osman’ın haksız olarak öldürüldüğü düşüncesinde misin?» dedi. Ebû
Mûsa, «Kesinlikle öyle bilirim » dedi. Amr, «Muâviye ve ailesinin Hz.
Osman'ın akrabaları olduğunu da biliyorsun» dedi. Ebû Mûsa, «Evet»
deyince Am r şöyle devam etti. «Allah, «Allah’ın öldürülmesini haram
kıldığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça, sakın kıymayın. Biz hak­
sız yere öldürülenin velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürmede
haddi aşmasın. Çünkü ona yeterince yardım o lu n m u ş tu r»(l) buyuru­
yor. O halde ey Ebû Mûsa! Seni Hz. Osman’m velisi Muâviye'nin kar­

ıl) İsrâ sûresi, âyet 33


252 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

şısma çıkaran nedir? Halbuki ailesi bildiğin gibi Kureyş’tendir. Eğer


halkın, «Mazisi olmadığı halde, Muâviye’yi veli tayin e tti» demesin­
den korkuyorsan, senin buna karşı delilin vardır. M eselâ: «M uâviye’
y i mazlum halife Osman’m velisi ve kanını talep eden, iyi bir siyaset
ve tedbir üzere bulduğunu söylersin. Sonra Muâviye’nin, Rasûlullah’
m zevcesi Ümmü Habibe'nin erkek kardeşi ve Rasûlullah ile sohbette
bulunan bir kişi olduğunu söylersin.» Sonra Amr, Ebû Musa’ya bir
tür vaatte bulundu: «Şüphesiz velim, halifenin sana ikram etmediği
bir kıymet verdi» dedi. Ebû Mûsa onu derhal reddetti:

«E y Am r! Allah’tan kork, Muâviye’nin aile şerefinden bahsedi­


yorsun. Halbuki halife aile şerefi üzerine tayin edilen kişi değildir. Şa­
yet bu görev asalet üzerine olsaydı, şüphesiz hilâfet Ebrehe b. Sab-
bah ailesine a it olurdu. H ilâfet din ve fazilet ehline aittir. Bununla
beraber ben, bunu Kureyş’in en faziletlisine verseydim, yine de Ebû
Tâlib soyuna verirdim. ‘Muâviye, şüphesiz Osman'm kanının velisidir.’
sözüne gelince, sen onu bu işe yetkili görsen de ben Muâviye’y i hilâ­
fete getirmek için ilk muhacirleri terkedemem. Bana vadettiği şeye
gelince, Allah’a yemin ederim ki, benim için bütün vaadleri sıralasa
yine de, onu hilâfete tayin etmem. Allah'ın hükmünde rüşvet almam.
Şayet istersen, Ömer b. Hattab’m ismini yaşatalım.» O zaman Amr:
«İbn Ömer’e biati istiyorsun da benim oğlumu neden düşünmüyorsun?
Halbuki sen, onun ne kadar faziletli ve doğru olduğunu biliyorsun»
dedi. Bunun üzerine Ebû Mûsa: «Şüphesiz oğlun doğru sözlü bir zat­
tır, lâkin sen, bu fitneye onu da soktun» dedi.
Bu münakaşa, ikisinin de çekişenleri halife yapmamak konusun­
da anlaştıklarını, ancak, Hz. A li ve Muâviye’nin yerine kimin halife
olacağında anlaşamadıklarım göstermekteydi. O zaman halifenin, halk
tarafından seçilmesinde ittifak ettiler. Halk, istediğini halife tayin
edecekti. Şimdi iş, verdikleri karan halka bildirmeye kalmıştı. Birlik­
te çıktılar. Amr, her konuşmada Ebû Mûsa’yı öne geçiriyordu. Burada
da öyle oldu. Ebû Mûsa Allah’a hamdu senadan sonra, «Ey Nas! Biz
bu ümmetin durumunu düşünüp, mütalâa ettik. Ümmetin durumunu
düzeltecek bir formül bulmakta güçlük çektik. Hem benim, hem de
Am r’ın görüşü, Hz. A li ve Muâviye’yi hilâfetten uzaklaştırmak konu­
sunda birleşmiştir. Ümmet bu karar doğrultusunda istediği kimseyi,
kendisine halife tayin eder. Bu münasebetle ben, Hz. Ali ve Muâviye’
yi hilâfetten aldım. Kararınızı verin ve işe uygun istediğinizi, kendini­
ze halife tayin edin.» diyerek kürsüden indi. Sonra kürsüye Amr
geldi, Allah’a hamdu senadan sonra, «Şüphesiz Ebû Mûsa'nın söyledi­
ği şeyleri işittiniz. O, arkadaşım azletmiştir. Ben de onun yaptığı gi­
bi, arkadaşını azlediyor ve arkadaşım Muâviye’yi, onun yerine getiri­
HZ. A L İ (R A .) DEVRİ 253

yorum. Şüphesiz Muâviye, Osman'ın velisi ve intikamının alınmasını


isteyen olup, halifeliğe de halkın en lâyığıdır» deyince herkes birbirine
bakakaldı.
Bununla beraber Mes’ûdi, ikisinin de böyle bir konuşma yapmadı­
ğını, ancak Hz. A li ve Muâviye’nln azledlldiğini, müslümanlann is­
tedikleri şahsı halife seçeceklerini bildiren bir sayfayı yazdıklarım ri­
vayet etmektedir. Bu söz bizim nazarımızda akla en yakın görüştür.
Tarihçilerden bir çoğu, birinci görüşü zikretmeye devam ettiği İçin,
böyle bir konuşmanın olduğunu ve Ebû Mûsa'nm aldatıldığını farzet-
sek bile bu, Muâviye’ye hiç bir fayda vermeyecekti. Çünkü bir şeyi
tespit etmek ancak kişinin kendi hükmüdür. Ümmeti bağlayan İse,
bu sahifenin icap ettirdiği şeydir ki, ikisinin de üzerinde ittifak et­
tiği husustur. Yoksa iki hakemden sadece birinin istediği şey değildir.
Hiç kimse Ebû Mûsa’nm, konuşmasında Muâviye'nin halifeliğine ra­
zı olduğunu zikretmemiştir. Ebû Mûsa’nm, hakem tayin etme husu­
sunda anlaşmaya varıldığı ve iki hakemin tayin edildiği vakitten be­
ri, bunun müslümanlan bir neticeye götürmeyeceğini hissettiği söy­
lenebilir. Çünkü Ebû Mûsa, önceden de bilindiği gibi fitneden hoşlan­
mayan ve müslümanlar için barış isteyen bir zattır. Onun için, barışı
sağlayacağma inandığı şeyi yapmakta tereddüt etmemiştir.

A n ır b. el-Âs ise, M u â v iy e'n in tarafm dandır. Onu h a life y a p ­


m ak istem ektedir. An ır, a y n c a dünyayı bilen v e m elik lerle b e ra ­
b e r düşüp kalkan biridir. P olitik y a n ı k u vvetlid ir. H ile ise p o liti­
k anın uzantısıdır. Ebû Mûsa v e A m r b. e l-Â s 'm uzlaşm ası elbette
b eklen em ezd i. N itekim M u ğıre b. Şû'be, y a n ın d a bulunan b azı
K u re y ş lile re « S i z e bu ikisinin uyuşup uyuşm ayacağını bild irece­
ğ i m » dedi. A m r 'm huzuruna gird i v e ona « E y Ebû Abdullahl
Sana b ir ş e y s o r a c a ğ ım » dedi. « S i z a y n la n la n nasıl görü yorsu ­
n u z? B iz, bu sa v a ş ta sizin İçin o r ta y a çıkan durum hakk ın da
şü p h eye düştük. Görüşümüz, üm m et b ir a r a y a gelin cey e k a d a r
yumuşak, a ğ ır ve tedbirli d a v r a n m a k tır » A m r da, « E y ayn la n la r
topluluğu Sizleri iyilerin arkasında, fasık lann önüncfe g ö r ü y o r u m »
dedi. M u ğîre sonra Ebû M ûsa'ya geldi ve A m r' a sorduğunu bu defa
ona sordu. Ebû Mûsa ise a n a ,«S iz i halkın en sabit görüşlüsü olarak
görüyorum. İç in izle d iğer müslümanlar da v a r d ı r » dedi. Muğîre
ondan ayrıla rak arkadaşlarına döndü v e a lla ra , « B u ik isi bir hu­
susta ittifak e d e m e z » dedi. Hz. Ali, kitap v e sünnete ^ r k ın bula­
rak h a ka n lerin hükmünü kabullenmedi. M u âviye ise tabiî olaıak bu
hükmü boıim sem iştl. Hüküm en kötü ihtimalle halifeliğin Hz. A li'y e
verilm em esi v e h a lkın dilediği kimseyi tayin edebilmesini k arara
bağlıyordu, ö te yandan M u âviye'n in bim at kendisini is te y a ı ken-
254 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A K İH İ

dişinden başkasını tercih etmeyen büyük bir ordusu vardı. Böylece


müslümanların halifesi olabilme ümitleri artmıştı.

e) Hz. A li ve H aricîler:

Hz. Ali, Muâviye ve taraftarlarına tekrar savaş açmak gerektiğini


anladı. Fakat isyanlarından dolayı, önce Haricîler’le uğraşma duru­
mu hasü oldu. Ebû Musa'yı göndermek istediği zaman Hariciler bu­
nu hoş karşılamamışlardı. Çünkü onlar Hz. A li’nin hakem tayin et­
meyi istemediğini ve bu görüşü dalâlet olarak kabul ettiğini tahmin
ederek kendileriyle aynı düşündüğünü zannediyorlardı. Bir gurup in­
san gelip ona, «Şüphesiz halk -Sen de onlara döndün diye- küfre düş­
tüğünü konuşmaktalar» dediler. Hz. Ali, öğle namazında halka, Ha-
ricîler’in bu durumlarını tenkit eden ve kınayan bir konuşma yaptı.
Haricîler caminin köşelerinden «Allah’tan başkasının hükmetmeye yet­
kisi yoktur!» diyerek ortaya çıktılar. Hz. Ali de bu ifade için «K en ­
disiyle bâtılın kastedildiği hak kelime» diyordu.
Bunun üzerine Haricîler, Abdullah b. Vehb er-Raslbî’nin evinde
toplandılar. Abdullah, onlan isyana teşvik eden bir konuşma yaptı.
Konuşmasının sonunda «Halkı zalim olan bu şehirden çıkın, sapıklık­
larınızı bırakarak bize gelin» dedi. Sonra Haricîler, başlarına birini
tayin etmek istediler. Liderliği aralarındaki ileri gelen bir takım kişi­
lere teklif ettilerse de, hiç birisi kabul etmedi. Sonra bunu Abdullah
b. Vehb'e teklif ettiler. Abdullah da, «Liderliği veriniz! Yalnız dikkat
edin ki, bunu dünyayı istediğimden kabul ediyor, ölümden de korktu­
ğum için terkediyor değilim » dedi. Şevval’m yedisinde ona biat etti­
ler. Daha sonra Nehrevan köprüsünde toplanıncaya kadar birer birer
gizlice şehirden çıkmak üzere anlaştüar. tbn Vehb, Basralı Haricller’e,
liderliğin kendisinde olduğunu bildiren bir mektup yazdı.
Haricîler ortaya çıkınca, Hz. A li’nin taraftarları da gelerek ona
biat edip dediler ki, «Senin dostunun dostu, düşmanının düşmanıyız!»
Hz. Ali, bu isyanı ve Ebû Mûsa’nın yaptığım öğrendikten sonra Kûfe-
lilere hitaben: «Zaman ağır durumları ve büyük meseleleri getirse bile,
şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed şüp­
hesiz Allah'ın elçisidir. Sonra, şüphesiz masiyet, hasret ve akabin­
de nedamet bırakır. Ben bu adam ve hükmü hakkında size emretmiş
ve görüşümü söylemiştim. Şayet aciz olan için emir verme olabilseydi
-fakat siz kendi arzunuza yöneldiniz- şüphesiz ben ve siz Havazin'ln
kardeşinin dediği gibi olurduk :
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 255

« Onlara dolambaçlı yollar emrettim, doğru yolu bulamadılar,


Ancak ertesi günün aydınlığında buldular.
Bana isyan ettikleri zaman ben de onlardandım,
Doğru yolun yerini biliyordum, fakat keskin kılıç gibi değildim.
Ben ancak Gâziyye’denim, O saparsa ben de saparım,
Şayet doğru yolu bulursa ben de bulurum.»

D ikkat edlni Hakem seçtiğiniz bu iki kişi kendi m ü talaa larıy­


la h a re k e t etm işlerd ir. K u r 'a n 'm hüküm lerinde tam isabet ede­
m e y e re k A lla h 'm hidayetinden sapmış, kendi h e v a v e h e v e s le ri­
n e u ym u şla rd ır. A çık olm ayan d elille v e geçm işte olan sünnetin
dışında hükm etm işlerdir. A y rıc a hüküm lerinde de ihtilaf edip ik i­
si d e doğru y o lu bulam am ışlardır. Allah , Rasülü v e sallh müslü-
m a n la r h e r ikisinden de uzaktırlar. Ş am ' a yü rü m eye h a zırla n ın
v e lnşaallah pazartesi günü kışlanızda o l u n l »

Hz. Ali, Haricilere, onları Muâviye ile savaşmaya çağıran bir mek­
tup yazdı. Onlar da cevaben şunları yazdılar:
«Şüphesiz sen, Rabbin için değil de kendin için kızdın! Küfre
girdiğine şehadet eder ve tevbe edersen seni aramızda düşünürüz.
Yoksa aynı şekilde sana da muhalefet ederiz. Şüphe yok kİ, Allah kor­
kakları sevm ez!» Hz. Ali, mektuplarını okuyunca onlardan ümidini
kesti. Onları bırakarak Şam üzerine yürümek için Nuhayle’dekl ka­
rargâha vardı. Burada, Basra’daki orduyu göndermesi için İbn Ab-
bas’a, Medain’in ordusunu yola çıkarması için de oranın emlrine bi­
rer mektup yazdı. Yanında yetmiş bin asker toplanmıştı. Burada hal­
ka Muâviye ile savaşmanın çok mühim olduğunu belirten bir konuş­
ma yaptı. Bunun üzerine halk, «Ey Mü’minlerin Emiri! Bizi istedi­
ğin yere götü r!» diye bağrıştı. Nuhayle'de iken Hz. A li’ye Hariciler’in
halka engel oldukları ve halktan bazılarım öldürdükleri haberi geldi.
Haberin doğruluğunu araştımak üzere derhal bir elçi gönderdi. Onu
da öldürdüler. Bu haber Hz. A li’ye ulaşınca, halk «Ey Mü’minlerin
Emiri! Niye arkamızda bunları bırakırsın? Geride mallarımız ve çoluk
çocuğumuz onlann elinde kalacak. Bizi önce bu topluluğun üzerine
gönder. Onlarla aramızdaki meseleyi halledince, Şam’daki düşmanla­
rımız üzerine yürürüz» dediler.
Hz. Ali, halkın söylediğini uygun bularak geri döndü. Haricîler’e
yaklaştığı zaman bir elçiyle: «Kardeşlerimizin katillerini bize veriniz
ki, onlara karşılık olarak bunları öldürelim. Sonra, Şam ahalisini ba­
şımızdan atmcaya kadar, sizi serbest bırakıyor ve sizden el çekiyorum.
Belki Allah kalplerinizi çevirir ve sizi içinde bulunduğunuz durumdan
daha hayırlısına döndürür» diye haber gönderdi. Haricîler, Hz. A li’ye,
256 doğuştan günlünüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

»Hepimiz onların katiliyiz. Hepimiz onların ve sizin karımızı helâl sa­


yıyoruz!» diye cevap verdiler.
Hz. A li’nin onlara yaptığı nasihatlar, söylediği sözler fayda ver­
medi. O zaman Ebû Eyyûb el-Ensari ile birlikte bir bayrak dikerek
onlara, «Sizden kardeşlerimizi öldürmeyen ve kendisinin öldürülmesi­
ni istemeyen kimseler, bu bayrağa geldikleri taktirde emniyettedir!
Yine K û fe’ye veya Medain’e geri dönen ve bu cemaatten çıkan kimse
de şüphesiz emniyettedir! Çünkü aranızdan kardeşlerinizin katilleri­
ni aldıktan sonra, kanlarınızın akıtılmasına bizim için gerek yoktur»
diye seslenildi. Bunun üzerine bir gurup ayrıldı. Bir gurup da Hz.
A li’den tarafa geçti. Abdullah b. Vehb'in yanında dört bin kişiden iki
bin sekiz yüz kişi kalmıştı. Daha sonra muazzam bir harp oldu. Sa­
vaş İbn Vehb ve beraberindekilerden bir çoğunun öldürülmesiyle sona
erdi. Dört yüz kadar yaralı vardı. Hz. A li yaralıların aşiretlerine ve­
rilmesini emretti ve «O nlan beraberinizde taşıym, tedavi edin, iyileş­
tiklerinde sizinle birlikte K ûfe’ye götürün» dedi.

5 — HZ. A L İ DÖNEM İNDEKİ DİĞER O LA Y LA R VE NETİCELERİ

Haricîler’le yapılan savaş, Hz. A li’nin lehine neticelenince halka,


«Bu andan itibaren derhal düşmanınıza yönelin!» dedi. O zaman,
«Ey Mü’minlerin Emiri! Oklarımız tükendi, kılıçlarımız köreldi, mız­
raklarımızın uçlan paralandı ve bir çoğu da hurdaya döndü. Bu­
nun için şehrimize dönüp en iyi şekilde hazırlığım ızı yapalım. Belki
mü’minlerin emiri hazırlığımız esnasmda, ölenlerimiz sayısınca ade­
dimizi de çoğaltır. Çünkü düşmana karşı bu bizim gücümüzü artırır»
dediler. Nuhayle’de konakladıktan zaman, Hz. Ali, halka: «Kışlaya ba­
ğımlı olmalarını, kendilerini cihada alıştırmalarını, nitekim düşmana
yürüyünceye kadar kadınlarının ve çocuklarının ziyaretlerini azaltma­
yı» emretti. Burada birkaç gün kaldılar. Sonra kışlalarından çıktılar.
Kışlada halkın ileri gelenlerinden ancak bir m iktan kalmıştı. Kışla
neredeyse boşalmıştı. Hz. A li de bunu görünce K ûfe’ye döndü. Şam’a
yürüme hususundaki fikri ne yazık ki, kırılmıştı. Birkaç gün sonra
bunların reislerini, ileri gelenlerini çağırarak görüşlerini ve ne dü­
şündüklerini sordu. Aralarında oyalanan, savaşı istemeyenler olduğu
gibi, sayüan çok az da olsa isteyenler de vardı. Her gün, onları ayak­
landıran, teşvik eden sert konuşmalar yaptıysa da, bu hiç bir fayda
vermedi. Vurdum duymaz, ellerindeki gücü artırmak İçin çalışma­
yı bilmez ve köklerini kazımak üzere yaklaşan bu harplere karşı
rahatı tercih eder bir ordu içindeydi.
İraklıların imamlarına karşı tutumu buydu. Fakat Şamlıların
HZ. A L İ (R-A.) DEVRİ 257

imamlarına bakışı tam tersi İdi. İtaatkâr bir orduları, birlikte çarpan
yürekleri vardı. Bütün bunlar, güç işleri başarmak İsteyenler İçin ye-
terliydi.
M uâviye’nin önem verdiği şeylerden biri de Mısır’ı ele geçirmek­
ti. Çünkü Mısır, askerler için büyük bir erzak kaynağı olabilirdi. So­
nunda M ısır'ı ele geçirmeyi başardı. Olaylar şöyle gelişti:
Hz. Osman öldürüldüğü zaman, Muhammed b. Ebi Huzeyfe M ı­
sır’ı almış, ancak Mısır halkı onu kabul etmemişti. Daha sonra hilâ­
fet Hz. A li lehine neticelenince, o da, İleri gelen taraftarlarından
Kays b. Sa'd b. Ubâde’yl, H. 36’da oraya vali tayin etmişti. Kays, siya­
sî İşlerden de haberdardı. Mısır’da işler yoluna girmişti. Ancak yeril
Mısırlılardan bir gurup Hz. Osman'ın öldürülüşüne tepki olarak ay­
rılmış ve Harputî’ye gitmişlerdi. Bunların başında Mesleme b. Mu-
halled el-Ensari vardı.

K ays onlara, «Ben Bizi itaata zorlamıyor, kendi halinize bırakı­


yor ve sizden el çekiyorum» diye bir haber gönderdi. Muâviye’nln en
çok korktuğu şey, Mısır’dan Kays’ın, öte yandan da Hz. A li’nin üstüne
gelmesi; böylece iki ateş arasında kalmasıydı. Muâvlye, derhal bir
mektup yazarak Kays’ı takdir etti. Muâviye’nln mektubu gelince Kays,
kendini müdafaa etmek, fakat bunu açık vermeden ve Muâvlye İle de
harp etme İsteği olduğunu sezdirmeden yapmak istiyordu. Hemen
Muâviye'ye gayesini tam belirtmeyen, aynı zamanda «Ben senden eli­
mi çektim, benim tarafımdan sana İstemediğin bir şey de gelmeyecek­
tir» şeklinde bir cevap yazdı. Muâvlye, Kays’ın cevabını okuduğu za­
m an .hile ihtimalini düşünerek güvenemedi. Kays’a görüşlerini açık­
lamasını isteyen bir mektup daha yazdı.

Kays, kendini ele vermeme metodunun işe yaramadığını anlayın­


ca, niyetini açığa vurdu ve Muâviye’nln ümidini kıran bir mektup
gönderdi. O zaman Muâvlye, Kays'ı Mısır’dan hile İle çıkarmayı dü­
şündü. Şam halkına, «Kays b. Sa’d’a sövmeyiniz ve onu harbetmeye
de çağırmayınızI Çünkü o, gizlice, akıllı nasihatler veren bir taraf-
tanm ızdır. Harputî’dekl kardeşlerimizin atiyyelerlni, yiyeceklerini te­
m in ettiğini, yollarım emniyet altına aldığım ve sizden kendine gelen
herkese ihsan ettiğini, onların da herhangi bir konuda Kays’ı çirkin
görmediğini bilmiyor musunuz?» dedi. Hz. A li’nin Şam’daki casusla­
rı bunu derhal ona bildirdiler. Hz. Ali de hemen Kays'ı itham ederek,
o zaman sayıları on bin kadar olan Harputilerle savaşmasını emretti.
Kays ise bunu kabul etmeyerek Hz. A li’ye, «Onlar Mısır'ın İleri gelen­
leri, eşrafıdır. İçlerinde hafızlar vardır. Benden yollarını emniyete al­
mam, nzıklarını ve atiyyelerlni temin etmem sebebiyle razı oldular.
f. : n
258 doğuştan günümUze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

Şüphesiz Muâviye ile beraber olma isteklerini de bilmekteyim. Onla­


rı yenmek, bunu onlara yaptıranı yenmekten daha kolay değildir.
Şayet onlarla savaşırsam, bana sürekli problem olurlar. Üstelik onlar
Arapların asillerindendir. Beni serbest bırak, ben onlarla geçinmeyi,
onlardan sakınmayı daha iyi bilirim » diye bildirdi. Fakat Hz. Ali,
savaşmasında ısrar ediyordu. Kays ise savaşmaktan vazgeçerek, Hz.
A li’ye, «Eğer doğruluğumdan şüphe ediyorsan, beni görevden al ve
yerime başkasını tayin et» diye cevap yazdı. Hz. A li de onu görevden
alarak, M ısır’a Muhammed b. Ebi Bekr’i tayin etti. B ir ay kadar geç­
meden Muhammed b. Ebi Bekr, aynlanlara bir mektup göndererek,
«Y a itaati altına girmelerini veya M ısır’dan çıkmalarını» istedi. On­
lar, «Biz bir şey yapmıyoruz. Bizi kendi halimize bırak! Nitekim , işle­
rimizin sonucunu bekliyoruz. Bizimle harp etmede de acele etm el»
diye cevap verdiler. Muhammed b. Ebi Bekr ise, buna razı olmadı. O
zaman onlar da, Muhammed’den gelecek tehlikeye karşı tedbir aldı­
lar. O sırada S ıffîn savaşı vardı. Bu yüzden Muhammed’den korku­
yorlardı. Oysa kısa süre sonra Muâviye ve beraberindekilerin geri
döndüğü haberi gelince Muhammed b. Ebi Bekr’e karşı cesaretleri
arttı. Ona savaş açacaklarım açıkladılar. O da onlar üzerine arka
arkaya iki kuvvet gönderdi. Fakat ikisinin de nasibi hezimet oldu.
Bundan sonra Mısır'ın idaresi bozuldu. Bu durum Hz. A li’ye ulaşın­
ca «M ısır’da ancak iki adamdan biri, azlettiğim dostumuz K ays ve­
ya Mâlik b. Haris el-Eşter bulunmalı» diyerek daha önce el-Cezîre'ye
tayin ettiği Mâlik’i çağırdı ve Mısır’a tayin etti. Mâlik el-Eşter, M ı­
sır’a varamadan Kulzum’da öldü. Muâviye tarafmdan bir hileyle bal
şerbeti içirilerek zehirlendiği de rivayet edilir. Bunun üzerine Hz. Ali,
Muhammed b. Ebi Bekr’e şöyle yazdı:
«... Eşter’i senin yerine gönderdiğimden dolayı hissettiğin kızgın­
lığı duydum. Bunu, seni cihattan geri bırakmak, tarafımdan rızkım
artırmak için yapmadım. Şayet elindeki gücü çekip alsaydım, rızık
konusunda seni en bol, saltanat bakımından da en rahat olana tayin
ederdim. Şüphesiz Mısır’a gönderdiğim zat, bize nasihatkâr ve düşma­
na karşı da güçlü idi. Günlerini tamamlayarak, sonunda eceliyle kar­
şılaştı. Biz, ondan hoşnut olduk, Allah da, ondan razı olsun! Sevapla­
rım kat kat artırsın. Sonunu iyi etsin. Düşmanına karşı sabret, har­
be hazırlan ve Babbinin yolunda yürü, Allah’a zikri, Ondan yardım
talep etmeyi ve korkuyu çoğalt ki, senden hüzün veren şeyi çekip al­
sın, tayin edildiğin göreve karşı sana yardım etslnl Allah bize ve sa­
na rahmetiyle yardım etsin!»
HZ. A Lİ (R.A.) DEVRİ 250

Am r b. e l- A s ' ın Mısır’ı İstilâsı:

Bu esnada Muâviye, hakem olayından sonra kuvvetlenmiş, Şam


ahalisi de halife olarak ona biat etmişti. Muâviye İçin, Mısır'ın çok
büyük önemi vardı. Derhal Mısır'da Hz. Osman'ın katlini kötü gö­
renlere yardım etmeyi düşündü. Hemen Mesleme b. Muhalled ve Muâ­
vlye b. Hudeyc’e onlan takviye ve takdir eden bir mektup yazdı. On­
lar da, kendileriyle beraber olanların durumunu, Muhammed b. Ebl
Bekr'den çekindiklerini ve Muhammed'in kendileri İçin bir korku teş­
kil ettiğini yazarak ondan yardım İstediler. Amr b. el-As derhal Mı­
sır’a sefer için altı bin kişilik bir ordu hazırladı. Mısır'ın yakınlarına
kadar geldi. Osmaniye halkı Amr b. el-As İle anlaştı. Amr da, Muham­
med b. Eb! Bekr’e bir mektup yazdı:
«... Benden kanını uzaklaştır. Sana karşı bir zafer elde etmek is­
temiyorum. Çünkü bu beldenin halkı sana karşı olmak ve senin İdare­
ni terketmek üzere anlaştılar. Sana tâbi olduklarına da pişman ol­
dular. Sana şunu öğütlerim kİ, İki ordu karşılaşırsa oradan ayni.»
Bunun üzerine Muhammed de durumu Hz. A li’ye bildirerek yardım
istedi.
Amr, Mısır’a doğru İlerledi. Muhammed, başlarında Klnâne b.
Blşr’ln komutasındaki bir kuvveti Am r’a karşı gönderdi. Ancak, Şam
askerlerinin develerini ve Mısır’dan onlara yardım edileceğini hesaba
katmamışlardı. Kıran kırana bir savaş oldu. Canım kurtaranlar kur­
tuluşu kaçmakta buldular. Muhammed İse gizlendi. Am r karargâhım
Fustat'ta kurdu. Muâviye b. Hudeyc ise, Muhamm edi aramaya ko­
yuldu. Neticede ele geçirdi. Derhal öldürdü, ölüsünü yaktırdığı da
rivayet edilir.
Hz. A li’ye gelince Mısır’a yardım edebilmek İçin ordu çıkarmayı
başaramadı. Zoraki toplanan İki bin kişi yola çıkanldıysa da Mısır’
dairi hezimetin haberi Kûfe’ye ulaşınca onlar da geri döndüler. Hz.
Ali, Hz. Ebû Bekr’in oğlunun ölümüne çok üzüldü.

M u â v iy e ’nin Çeşitli Merkezlere Askeri


B irlik ler Göndermesi:

Mısır, Muâviye için büyük bir kuvvetti. Sadece ele geçirmek ye­
terli değildi. Bilâkis Hz. A li’nin taraftarlarım çökertmek İçin onlara
karşı müfrezeler hazırlamayı düşündü. Derhal Numan b. Blşr’l Ay-
nu’t-Temr’e gönderdi. Orada Hz. A li adına silâhlanan Mâlik b. K â ’b
vardı. Mâlik, hemen Hz. A li’ye yardım İstediğini bildirdi. Hz. A li de
260 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

halka, Mâlik için hazırlanmaya emretti. Fakat halk ağır davranınca


onlara şu konuşmayı yaptı:
«Ey Kûfeliler! yaklaşmakta olan Şam ahalisinin süvarilerini duy­
dunuz. Sizden her biriniz evinizin deliğine girdiniz. İnindeki Aslan,
görünen tehlikeden habersizdir. Sizden bir şey elde etmek isteyen, fay­
dasız bir nasib elde eder. Yardıma çağırıldığında yüksek ruhlu kim­
seler, kurtuluş için de güvenilecek kardeşler maalesef hiç yok! Şüp­
hesiz biz Allah için geldik ve yine ona döneceğiz. Siz kör mü oldu­
nuz da görmüyorsunuz? Dilsiz m i oldunuz da konuşamıyorsunuz? Yok­
sa sağır mı oldunuz da işitmiyorsunuz? Şüphesiz Allah için geldik ve
yine O'na döneceğiz!»
Muâviye b. Ebi Sufyan, altı bin kişiyle İbn A v f’ı Hit, Anbar ve
Medâin’e, gönderdi. Nitekim H it'e gelince orada kimseyi bulamadı­
lar. Sonra Anbar’a geldiler. Orada Hz. Ali adına silâhlananlar vardı.
Onlara karşı galip gelerek oradaki m allan yağmaladılar ve Muâviye’
ye döndüler. O zaman, Hz. A li bunları takibe çıktı. Fakat yetişemedi.
Muâviye, Abdullah b. Misade'yi de Teym a’ya göndermişti. Çölde karşı­
laştığı kimselerin kendisini tasdik etmesini, aksi takdirde öldürülme­
sini, sonra da Mekke ve Medine’ye gelmesini emretmişti. Hz. A li de,
ona karşı başlarında Müseyyeb b. Neciyye el-Fezarî’nin olduğu bir or­
du gönderdi. Müseyyeb, İbn Misade’ye Teyma'da iken yetişti. Şiddetli
bir savaş oldu. Durum Müseyyeb’in onlara kaçış yolunu kolaylaştırma­
sıyla sona erdi. Ama peşlerine düşmedi. Bunun için hileyle, aldatmay­
la itham edildi.
Muâviye, Dahhak b. Kays’ı da baskın için Basra üzerine gönder­
di. Yine Bişr b. Ebi Ertah'i da üç bin kişilik bir kuvvetle Hicaz ve
Yem en’e gönderdi. Nitekim Bişr Medine’ye yürüdü ve oraya hâkim ol­
du. Halk Muâviye’ye biat etti. Sonra Mekke’ye geldi. Buranm halkı
da aynı şekilde biat etti. Daha sonra Yemen’e gitti. Orada Hz. A li’nin
valisi Ubeydullah b. Abbas vardı. Ubeydullah, Bişr’in kendisine doğ­
ru geldiğini duyunca K û fe’ye kaçtı. Hz. Ali'ye geldi. Daha sonra
San’a’ya geçmek istedi. Öte yandan Bişr, Yem en’i istilâ etti. Bu ara­
da Ubeydullah’m iki küçük oğlunu da öldürdü. Bişr, Hz. A li’nin taraf­
tarlarından, gördüğünü öldürmede çok ileri gidecek kadar zalimleş­
mişti.
Bu esnada, rivayet edilenlerin en ilgi çekici olanı, Hz. Ali'yi gö­
nülden destekleyen İbn Abbas’ın ondan ayrılması ve tayin edildiği Bas­
ra'yı da terkedlp Mekke’ye gelmesiydi. Çünkü Hz. Ali, onu Beytülmâl’
den aldığı bir şeyden dolayı itham etmişti.
HZ. A L İ (R A .) DEVRİ 261

6 — HZ. A L İ'N İN ŞEHİT EDİLMESİ :

Hariciler’den Abdurrahman b. Mülcem, Berk b. Abdullah ve Amr


b. Bekr et-Temîmi adlı üç kişi toplanarak meydana gelen hadiseleri
değerlendirip bütün bunlardan Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. el-As'm
sorumlu olduğunu konuştular. Sonra Nehrevan’da ölen arkadaşlarını
andılar. Onların başına gelenlerden ötürü üzülerek şöyle dediler:
«İnsanları Rablerlne İbadete çağırmakta olan ve Allah yolunda
kınanmaktan korkmayan o kardeşlerimiz öldükten sonra bizim bu
dünyada ne İşimiz var? Kendimizi feda ederek, doğru yoldan çıkan
bu üç kişiyi öldürelim ve memleketi onlardan kurtaralım. Kardeşleri­
mizin öcünü alalım.»
Bunun üzerine İbn Mülcem, «A li bana yeter», Berk, «Muâviye ba­
na yeter» Am r b. Bekr İse, «Amr b. el-As da bana yeter» diyerek söz­
leştiler. Y a ölecekler veya hedef aldıkları kişiyi öldürmeden geri dön­
meyeceklerdi.
Bundan sonra her biri kılıcım aldı, zehirledi ve H. 40 senesinin
Ramazan ayının 7'slnde (14 Ocak 661) üzerlerine aldıkları bu görev­
leri yerine getirmek üzere hedeflerinin bulunduğu şehirlere doğru yo­
la çıktılar. İbn Mülcem el-Muradî Kûfe'ye vardığında niyetini kimseye
açıklamadı. Yalnız Kûfe'de Teymu’r-Rebab kabilesinden bir aile vardı.
Nehrevan’da bu aileden on kişi ölmüştü. Geride Kutame bintl Secne
adlı bir kadın kalmıştı. Nehrevan’da, Kutame'nln de babası ve kar­
deşi öldürülmüştü. İbn Mülcem suikast zamanına kadar konaklayaca­
ğı bir yer ararken Kutame’nin evine geldi. Kutame, çok güzel bir ka­
dındı. İbn Mülcem, ona gönlünü kaptırdı ve kendisi ile evlenmek is­
tedi. Kadın, «Şartımı yerine getirinceye kadar seninle evlenmem» de­
di. İbn Mülcem, şartının ne olduğunu sorunca kadın, «Üç bin dinar,
bir köle, nafaka ve A li’nin öldürülmesi» diye cevap verdi. İbn Mül­
cem, şöyle cevap verdi: «Mehir mahiyetinde olan isteklerini kabul
ediyorum. A li meselesine gelince, onu beni isteyerek şart koştuğunu
sanmıyorum.» Kadın, «Ben daima onun gaflet anını kolluyorum. Eğer
onu öldürürsen, hem kendi nefsini, hem de beni kurtarmış olur, be­
nimle mutlu bir hayat yaşarsın. Eğer öldürülürsen, Allah katmda sa­
na verilecek olan mükâfat, dünyadan ve dünyadaki her türlü ni­
metten daha fazladır.» dedi. Bu sözleri duyan İbn Mülcem kendisinin
de K ûfe’ye bu mesele için geldiğini itiraf etti. Bunun üzerine kadın
İbn Mülcem’e kendi akrabasından bir yardımcı seçti. Başka bir yar­
dımcı da İbn Mülcem buldu. Bu üç kişi Hicrî 40 yılı Ramazan ayı­
nın 15. Cuma gecesinde (22 Ocak 661) Hz. A li’y i öldürmek üzere an­
laştılar. O gün Hz. Ali, sabah namazını kılmak için evinden çıkıp, ca­
262 doğuştan gUnürotlze B Ü YÜ K İSLAM T A R İH İ

miye gelirken onlar da halifenin her zaman camiye girdiği kapı çev­
resinde pusuya yattılar. Hz. Ali, kapıya geldiğinde İbn Mülcem onun
önüne çıktı ve, «Ey Ali! Hüküm senin ve arkadaşlarının değil, A l­
lah’ındır» diyerek, kılıcıyla Hz. A li’nin başına vurdu. Sesleri duyan ce­
maat paniğe kapüdı. Bu esnada. Hz. Ali, «Adamı kaçırmayın» diye
seslendi. Cemaat derhal etrafını çevirerek ibn Mülcem’i yakaladı. Na­
mazdan sonra mü'mlnler Hz. Ali'nin huzuruna girerek, «İnşallah Ba­
na bir hal olmaz ama eğer seni kaybedecek olursak Hasan’a biat
ederiz» dediler. Hz. Ali, «Ben bu hususta size bir şey emretmem. Siz
daha iyi bilirsiniz» dedi. Sonra oğullarına vasiyet etti. Hz. Ali, son
derece zor şartlar içinde geçirdiği dört sene, dokuz aydan birkaç gün
eksik süren hilâfetinden sonra H. 40 yılı Ramazan’ın 10. pazar günü
(26 Ocak 661) vefat etti. Hilâfet m erkezi'olan K ûfe’de defnolundu.
Berk b. Abdullah, Hz. Ali'nin yaralandığı gün Muâviye’nin yolunu
bekledi. Muâviye evinden çıktığı n in n i, Berk ona kılıcıyla saldırdı.
Kılıç Muâviye’nin uyluğuna rastgelmişti. Bu yaradan tedavi olarak
kurtulan Muâviye, kendisi için hususî bir mahfel yapılmasını, bundan
böyle geceleri nöbet tutulmasını, namaz kıldığı zaman secdeye vardı­
ğında başucunda bekçi bulunmasını emretti.
Amr b. Bekr de, o gece Anır b. el-Âs’m yolunu kesti. Fakat Am r
b. el-Âs hasta olduğu için namaz kıldırmak üzere camiye gitmemişti.
O sabah onun yerine sabah namazını halka Hârice b. Huzâfe kıldırdı.
Hârice, Amr b. el-Âs’m sahib-i şurtası idi. Binaenaleyh, Am r b. Bekr,
Amr b. el-Âs zannıyla ona saldırarak öldürdü. Bunun üzerine şöyle
denilmiştir: «Am r b. Bekr, Am r b. el-As’ı öldürmek istedi, Allah'ın mu­
radı ise Hârice’nin öldürülmesi imiş.»

7 — HZ. A L İ’N İN AİLE Sİ

Hz. A li’nin hanımları şunlardır:


1 — Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma. Fâtıma, Hz. Ali'nin ilk
zevcesidir. Fâtım a vefat edinceye kadar Hz. Ali, bir başkasıyla evlen­
memiştir. Hz. A li’nin Fâtım a’dan, Haşan, Hüseyin, Zeyneb ve Ümmü
Külsüm adında çocukları dünyaya gelmiştir.
2 — Âm ir b. K ilâb kabilesinden Ümmü’l-Benin binti Hizam. Hz.
Ali'nin bu hanımından Abbas, Câfer, Abdullah ve Osman adlı çocuk­
ları dünyaya gelmiştir.
3 — Tem im kabilesinden Leylâ binti Mesûd. Bu hanımından da
Abdullah ve Ebû Bekr dünyaya gelmiştir.
HZ. A L İ (H A .) DEVRİ 263
4 — Has'&mî kabilesinden Esmâ blnti Umeys. Yahya ve küçük Mu-
hammed de bu hanımından dünyaya gelmişlerdir.
5 — Cuşem b. Bekr kabilesinden Sahbâ binti Rabîa. Bu Tağlibli
bir cariye idi. Ömer ve Rukayya bu cariyeden doğmuştur.
6 — Ebu'l-Âs b. er-Rebî’in kızı ümâme. Ümâme’nin annesi Hz.
Peygamber’in kızı Zeyneb'dir. Ortanca Muhammed bu hanımdan dün­
yaya gelmiştir.
7 — Havle binti Câfer el-Hanefiyye. İbnü’l-Haneflyye diye meş­
hur olan Muhammed de bu hanımından dünyaya gelmiştir.
8 — Urve b. Mesûd’un kızı Ümmü Sald. Hz. A li’nin bu kadından
Ümmü'l-Hüseyin ve Büyük Remle adlı çocukları olmuştur.
9 — Kelb kabilesinden İmru’l-Kays’ın kızı Mihyâd. Küçük yaşta
iken ölen Câriye de bu hanımdan doğmuştur.
Hz. Ali'nin kendileriyle evlenmiş olduğu cariyelerden, zikredilen­
lerden başka şu kızları vardı. Ümmü Hâni, Meymûne, Küçük Zeyneb,
Küçük Remle, Küçük Ümmü Külsüm, Fâtıma, Ümâme, Hatice Üm-
mü’l-Kiram, Ümmü Seleme, Ümmü Câfer, Cemâne ve Nefise. Hz. Ali'
nin nesli, Haşan, Hüseyin, Muhammed tbnü'l-Hanefiyye, Abbas ve
Ömer admdaki beş oğlu soyundan devam etmiştir.

8 — HZ. A L İ’N İN ŞAH SİYE Tİ VE A H L A K I :

Hulefâ-i Râşidin tarihini inceleyen bir kimsenin aklına şöyle bir


soru gelebilir: Kureyşliler, ilki Temim b. Kâ'b, İkincisi İse Adlyy ka­
bilesinden olan iki halifeye nasıl itaat etmiş, boyun eğmiş ve İslâm’ı
yüceltmek uğruna onların etrafmda tek bir kalp gibi olmuştur? Hilâ­
fet Abd-i Menaf kabilesine geçip de onlardan iki kişi halife olunca,
birincisine hayatının son kısmı zindan edilmiş, İkincisinin hilâfet ha­
yatı ise tümüyle kargaşa içinde geçmiş, tefrika ve ihtilâflar baş gös­
termiştir. Oysa Abd-i Menaf ailesinin Hz. Peygamber'e yakınlığı ma­
lûmdur. Bu aile, Rasûlullah’m yakın akrabası, Cahiliye döneminde de
Kureyş’in eşrafı idi. İslâm geldikten sonra da durum aynı olmamış
mıydı? Üstelik bu kabileden gelen halifelerin İkincisi, yukarıdaki leh­
te şartlardan başka kendisinden gayrı kimsede bulunmayan bir çok
önemli özellik de taşıyordu. O halde bu iki halifenin başına gelen­
lerin farklı sebepleri olmalıdır: Hz. Osman'ın başına gelenleri ve bun­
ların sebeplerini daha önce açıklamış bulunuyoruz. Hz. A li’nin du­
rumuna gelince, onu da bu büyük insanın ahlâkî yapısı ve şahsiyeti
ile kendisini zorlayan şartları izah ederek anlatmaya çalışacağız.
264 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLA M T A R İH İ

Hz. A li şahsında üç önemli özellik toplanm ıştı: Cesaret, İlim ve


güzel konuşma.
Onun cesaret konusundaki yeri, bilinmeyen bir şey değildir. Hz.
Ali, herkesin bildiği savaşlara katılmış ölüm mü kendisine koşuyor,
yoksa kendisi mi ölüme koşuyor hiç aldırmadan savaş meydanlarına
dalmıştır.
Onun bilinen ilk cesaret örneğini, hicret gecesi Hz. Peygamber’in
yatağında yatması teşkil eder. O gece Hz. Ali, Rasûlullah’ı öldürmek
üzere evini kuşatan bir gurup insanın varlığını bildiği halde Rasûlul-
lah’ın yatağında yatmış, bunun İçin hiç bir tereddüt ve korku emaresi
göstermemiştir. Bedlr’de ve diğer savaşlarda da Hz. A li'yi aynı cesa­
ret ve mertlik içinde görüyoruz; hasımlanna meydan okuyor, karşı­
sına çıkanları ezip geçiyor, kahramanca hücumlarıyla düşman birlik­
lerini dağıtıyordu. Allah ona bilek gücü ve kalp kuvveti bakımından
büyük bir lutûfda bulunmuştu.
Hz. Ali, yirm i dört sene süreyle kılıcını kınından çıkarmadı. Fa­
kat hilâfeti zamanında onu m uhaliften İçin kınından çıkarmak du­
rumunda kaldı ve hakkını da verdi. Düşmanları, onun kükreyişinin
şiddetini ve darbesinin kuvvetini bildikleri için, kendisiyle karşılaş­
maktan korkarlardı.
Hz. A li’nin ilmi seviyesi de bilinen bir gerçektir. Daha çocukluğun­
dan itibaren Rasûiuliah’m yanmda bulunmuş, K ur’an'ı ondan öğren­
miş, onun kâtipliğini yapmıştır. Ayrıca Abd-i Menaf ve Hâşimoğulla-
rı’na has yüksek zekâ sahibidir. Rasûiullah vefat edinceye kadar, onun
yanmdan ayrılmamıştır. Bütün bu özellikler ona dini konular üze­
rinde hüküm verme imkânı kazandırmıştır. Bunun içindir ki, Hz. Ebû
Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın ilk danıştığı kimseler arasındadır.
Her üç halife de bazı hallerde kendi görüşlerine aykırı bile olsa onun
görüşüne uymuşlardır. Hz. Ömer’in sık sık bu yola, baş vurduğu yaki-
nen bilinir.
Hz. A li’nin fesahat ve belâğatına gelince onun bu sahadaki yeri,
bir kısmı Seyyid el-Murtaza’nın Nehcü’l-Belâğa adlı eserinde yer alan
mektuplarından ve konuşmalarından kolaylıkla anlaşüablllr. Bu kita­
bı şerh eden Muhammed Abduh onun İçin şöyle demektedir:
<0 kitabm her yeni bölümüne geçişimde, ayrı bir tablo ile karşı­
laşıyordum. Bazan kendimi temiz gönüllere hükmeden, saf kalplere
nüfuz edip ona olgunluğunu fısıldayan, böylece onu hedefine götü­
rüp, aşağılara kaymaktan çekip, yücelik ve olgunluğa kavuşturan
süslü ifadeli mânâ aleminin yüce ruhlarının doldurduğu bir dünyada
buluyordum.
HZ. A L İ (R A .) DEVRİ 265

Bazan cümleler arasından bana asık yüzler, sırıtmış dişler, kap­


lanların ağızlarında, yırtıcı kuşların pençelerinde sıkışmış ruhlar gö­
rünüyordu; atlamak İçin hazırlanmış, geri çevirmek için tavır almış
vaziyette arzularına mani oluyor, gönülleri kendi sahasına çekiyor,
kötü arzulan, bâtıl fikirleri besliyor. Bazan nuranî bir akıl görü­
yordum. Maddi yaratıklara benzemiyor, İlâhi varlıktan ayrılarak in­
san ruhuyla birleşmiş de onu madde perdelerinden çıkanp yüce âlem­
lere, en parlak nurun huzuruna yükseltmiş, noksanlıklardan kurtar­
dıktan sonra noksansızlık ülkesinde oturtmuş... ö y le anlar oluyordu
ki, sanki en yüksek sesle devlet büyüklerine seslenen bir hikmet hati­
binin konuşmasını duyuyordum. Onlara, doğruyu bildiriyor, şüpheli
yerleri gösteriyor, fitne mahallerinden sakındırıyordu; devlet idare­
sinin İnceliklerini, zekâ ve mertlik yolunu gösteriyor, riyaset ve idare
derecesine yükseltiyor, onlara en güzel hedefi gösteriyordu. K itap hik­
metlerle doluydu.»

B u g ü zel h asletler, H z. P e y g a m b e r'e ak rab a v e d am at olm a


ş e r e fiy le blrleşlnce, insanın kendisini K u rçy ş içinde fa r k lı b ir du­
ru m d a görm esi tab iî karşılanm alıdır. Bu halet-l ru h iy e içinde Hz.
A li, h a life liğ e kendisinin herkesten daha y a k ın olduğunu düşünü­
y o r , «O y s a bu gömleği beriden önce falan kimse ğydi. O zat ise, Hz. Pey­
gamber1e halef olmakta benimle kıyaslanamaz. Benim Hz. Peygamber'le müna­
sebetimin değrmen milinin, değrmen tayt ile olan münasebeti ğ b i olduğunu
ve suyun benden fışkırdığnı o zat da bilir. Vallahi Hz. Peygamber'in vefatın­
dan bugüne kadar hakkım elimden alındı, bana verilmedi>~ diyord u .

İnsanların bir huylan vardır, kendini üstün ve daha faziletli gö­


ren kimseye pek yönelmezler. Daha çok, «Ben sizin halifeniz oldum.
Ama sizin en hayırlınız değilim» diyebilen, muhatıbını yücelten kim­
seye meylederler.
H z. A li, ilim de, fa zile tte v e İslâm î geçm işinde gerçekten eşine
en d er ra s tla n ır büyüklüklere sahip olduğu için, b aşk a la rıyla m ü­
n a seb etlerin d e buna pek ih tiyaç duym uyordu. B ir m esele oldu­
ğunda, çok iy i bildiği K u r 'a n v e Sünnet çerçevesin de hükm e u la­
şıyor, fik ir danışmaya fazla gerek duymuyordu. Oysa yönetim de is­
tişare ve görüş almak vazgeçilm ez b ir prensiptir. Bu en azından y ö ­
netim e iştirak eden kişilere d e & r verm ek açısından b ir anlam ifade
eder. N itekim bunun huaıreuzluklan mm an zam an yaşanm ıştır.

R ivayet edildiğine göre Hz. A li’ye biat tamamlandıktan sonra çev­


resi, istişare etmediği ve devlet işlerinde yardımlarını istemediği ge­
rekçesiyle serzenişte bulundular. Hz. Ali, onlara şu cevabı verdi:
266 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

« Şüphesiz k i siz, çok haksızlık ettiniz, günah, konusunda fazla


gevşek davrandınız. Hangi hakkınızı elinizden aldığım ı, size hangi
zulmü işlediğimi bana söyler misiniz? Herhangi bir müslüman bana
bir hak talebiyle geldi de, onu veremedim m i, yoksa onu inkâr m ı et­
tim , hata m ı yaptım? Halifelik ve devlet reisliği konusunda vallahi
hiç bir isteğim yoktu. Beni bu işe siz çağırdınız, sürüklediniz. K endi­
m i halife olarak bulunca Allah’ın kitabına, em ir ve prensiplerine bak­
tım , ona tâbi oldum. Peygamber’in sünnetine müracaat ettim , ona
uydum. Bu esnada ne sizin ve ne de başkasının görüşüne ihtiyacım
oldu. Hükmünü bilm ediğim b ir olay da olmadı ki sizinle ve müslü­
man kardeşlerimle istişare edeyim. Eğer böyle bir durum olsaydı ne
sizden, ne de başkalarından uzak dururdum. Sizlerle yardımlaşmadığı­
m ı söylüyorsunuz. Ben bu konuda, kendi görüşüme göre hüküm ver­
mediğim gibi, bu noktaya kendi isteğimle de gelmedim. Gördüm ki,
Rasûlüllah, ilg ili hükmünü zamanında vermiş, onun için size b ir ih ­
tiyaç duymadım. Allah takdirini yapmış, hükmünü icra etmiştir. Bu
konuda ne siz, ne de başkaları beni kmayamazlar. Allah, kalplerimizi
hakka götürsün ve bizlere sabır İhsan eylesin.»

Ubeydullah b. Ömer’in Hürmüzan’ı öldürme dâvası yargılanmak


üzere Hz. Osman’a getirildiği zaman Hz. A li’nin görüşü, Ubeydullah'
m kısas olarak öldürülmesi yolundaydı. Hz. Osman ise farklı bir gö­
rüşü benimsedi ve diyet ödenmesine hükmetti. Hz. Osman, o zaman
halifelik makamındaydı. Doğru da olsa, yanlış da olsa verdiği hü­
küm geçerliydi. Hz. Ali, halife olunca mahkemenin üzerinden o kadar
zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ Ubeydullah'm kısasla cezalandı­
rılmasını istemekteydi. Bu durum karşısında Ubeydullah İçin Muâviye'
ye katılmaktan başka çare kalmıyordu. Netice itibariyle Ubeydullah,
Sıffîn'de Muâviye’nin büyük komutanlarından biri olmuştu.
Hz. Osman, bazı devlet arazilerini, ikta suretiyle bazı kimselere
vermişti. Aynı görüşte olmayan Hz. Ali, halife olduktan sonra şöyle
demiştir:
«Vallahi, o mallarla kadınlarla evlenilmiş, cariyelere sahip olun­
muş da olsa, o arazileri geri alırım . Çünkü adalette devamlılık var­
dır. Şayet bir kimseye adalet dar ve zor gelirse, ona zulüm daha ağır
ve zor gelir.»
Hz. A li’ye biat edildiği zaman büyük şehirlere, Kureyş'ten ileri ge­
len, sayılan, akıllı ve kurnaz kimseler valilik ediyordu. Vaziyet dü-
zelinceye kadar bu valilere dokunmaması tavsiye edildiği halde Hz.
Ali, bunları dinlemedi, hemen onları görevlerinden alarak kendileri
hakkında güven duymadığını belli etti. Bu valiler, Hz. A li’nin hilâfe­
HZ. A L İ (R.A.) DEVRİ 267

tinin kendileri İçin büyük bir musibet olacağı fikrine kapıldılar ve


ona karşı düşmanca tavırlar takındılar. Hattâ etraflarında kuvvet
toplamaya başladılar. Halbuki Hz. Ali, halkın onlan cezalandıracağı
ümldlndeydl. Valilerin etrafına toplananlar Hz. A li’ye biat hususunda
valilerin tutumunu bekliyordu.
Onun İçindir kl, halk Hz. Ali'nin yanında yer almakta tereddüt
etti. Hattâ İşi, «Y a tahkime razı olursun veya Osman'a yaptığımızı sa­
na da yaparız» demeye kadar götürdüler. Hz.- Ali, İbn Abbas’ı Basra’
ya vali olarak gönderdiği zaman muhalifler birbirine bakışarak şöyle
dediler: «Kuşam b. Abbas Hicazda, Vbeydultah b. Abbas Yemen'de,
Abdullah b. Abbas Basra’da vali bulunuyorlar. Biz Osman b. A )fa n ’ı
niçin öldürdük?»
Hz. A li İle bu gurup arasındaki geçimsizlik her gün biraz daha
artmış, öyle bir zaman gelmişti kl artık onlar üzerinde hiç bir otorite­
si kalmamıştı. Onlan çağırıyor, cevap vermiyorlar, yardım istiyor il­
gilenmiyorlardı.

K u r e y ş 'in ile ri gelen leri ise ta ra fta rla rım , İsyan a sevketm h
le r, o n la ra hâkim olm uşlardı. A r tık İki ta r a f arasın d a k esin bl
h u su m et v a r d ı. H e rh a n g i b ir u zla ş m a im k â n ı k a lm a m ış tı
M u â vly e, ordu kom utanlarının b azı h a rek etlerin i hoşgörüyor, on
la n k en disine bağlayacak b ir takım İm kân lar sağlıyordu. Hz. Ab
İse, k en d ilerin e m uhtaç olduğu bir zam anda dahi k om u tan larım
b ir h u rm a çekirdeği kadar önem siz ş eyler İçin bile sorguluyordu.
H attâ b ö y le b ir h areket îbn A b b a s'ı da etkilem iş, Hz. A li'd e n a y ­
r ılıp B a s r a 'y ı te rk ed erek M e k k e 'y e gitm esin e sebep olm uştu.
Hz. A li’nin şartlan, Hz. Ömer'lnklne benzemiyordu. Hz. Ömer,
valilerine karşı katı davranırdı. Fakat bütün halk onun yanında bulu­
nuyordu. Oysa Hz. Ali’nin durumu çok farklı İdi. Ümmetin büyük
çoğunluğu onun karşısında bulunduğu gibi, valileri de bir çok suçla­
malarla karşı karşıya idiler. İşte bunlar Hz. A li’yi zora iten sebeplerin
başında sayılabilir.

0 — HZ. HASAN’IN H ALİFE SEÇİLMESİ (H. 40/661)

Hz. A li’nin ordusu, onun vefatından sonra halife olarak oğlu Ha-
san’a biat etme düşüncesindeydi. Nitekim öyle de oldu. H. 40 (661)
yılında onu halife olarak ilân ettiler. Fakat Hz. Haşan, içinde bulun­
duğu durumu İnceden inceye gözden geçirdiğinde, kendisine güvene-
meyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu gö­
rüyordu. Bunlara İlâve olarak o, fitneden hoşlanmayan, müslümaniar
268 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

için sevgi ile dopdolu bir İnsandı. Bunun içindir ki, gerek kendi şahsı,
gerekse İslâm ümmeti için Muâviye lehine hilâfetten feragat etmek­
ten başka bir yol göremiyordu. Bu düşünce ile iki tarafın da razı ola­
cağı şartlar karşılığında onunla banş yapmak istedi. Bir mektup ya­
zarak kendisine biat ettiğini bildirdi. Hicri 41. senenin Reblülevvel ayı
sonlarında K ûfe’yi Muâviye’ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber’in
şu hadisi tecelli etmiş oldu: « Şüphesiz ki benim bu oğlum b ir seyyid-
dir. Um ulur ki, Allah onun sayesinde ik i büyük m üm in gurubu barış­
tıracaktır.»
Hakikaten ortalık durulmuştu. Müslümanlar, hicretin 41. yılm a
tekâbül eden bu seneye «birlik y ılı» adım verdiler. Tarihçiler, yaklaşık
30 yılı bulan ve Hz. Peygamber’in vefatından başlayıp, Hz. Hasan'la
noktalanan bu döneme, H ulejâ-i Râşidîn Dönem i adım verdiler. Bu­
gün ideal İslâm toplumu denince, o dönemin sosyal yapısı akla, geli­
yor. Gerek dahili yönetimde, gerek dış İlişkilerde nevî şahsına mün­
hasır bir idari model olarak ele almıyor.
BEŞİNCİ BÖLÜM

HULEFÂ-İ R ÂŞlD İN DÖNEMİNDE MÜESSESELER

H İL Â F E T :

Müslümanların kurduğu Medeniyet'in İlk müessesesl, İslâm hali­


feliğidir. Hz. Peygamber’ln halefi, ondan sonra müslümanların yöne­
timini üstlenen kişi, yani devlet başkam oldu. Müslümanların ikinci
halifesi «Emlru'l-Mü’minîn» Unvanım tercih etmiştir. Bundan sonra
gelen bütün halifeler bu ünvam kullanagelmişlerdlr. H ilâfet müesse-
sesi, tem eli din olan dünyevi bir başkanlıktır. Gaye K ur’an naslanna
ve Hz. Peygamber’ln sünnetine uymak suretiyle insanları, kendileri
için hayırlı olan noktaya götürmektir.
Bu tarife göre halife, naslara veya İslâm şeriatına ters düş­
mediği surece, bütün buyruklarında kendisine itaat etmenin vacip ol­
duğu kimsedir. Hulefâ-i Râşidin devrinde, hukukun temelini K u r’an
ve Sünnet teşkil ederdi. Eğer Kur'an ve Sünnet’te hükmü bulunma­
yan bir meseleyle karşılaşırlarsa, bunu K ur’an ve Sünnet’te bıilunan
benzerlerine kıyaslayarak hallederlerdi. Halife, içtihat ve hüküm çı­
karma konusunda diğer müctehitlerden herhangi biri gibiydi. Karşı­
laştığı konu hakkında onların fikirlerini sorar, onlar da görüşlerini
bildirirlerdi. Eğer fikirlerinde ittifak olursa, bu kesin bir hüküm teş­
kil ederdi ki, müslümanlar buna icma derlerdi. Şayet fikirlerinde ih­
tilâfa düşerlerse, halife kendine göre doğru olan görüşle amel ederdi.
Halifenin dini hükümleri icra etmekten başka dini bir otoritesi yoktu.
Binaenaleyh hilâfet, bazüannm iddia ettiği gibi din! bir sulta değildi.
O ancak, temeli din olan bir otoritedir.
Bu dönemde halifelik için tayin edilmiş bir aile yoktu. Halife Ku-
reyş kabilesinden herhangi bir aileden seçilirdi. Meselâ ilk dört ha­
270 dogugtan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

life üç ayrı ailedendi; Ebû Bekr Temîmoğulları’ndan, Ömer Adiyoğul-


la n ’ndan, Osman ve A li İse Abd-i Menaf Oğullan’ndan idiler. Seçimin
temeli şûraya dayanıyordu. Binaenaleyh hilâfetin herhangi bir aileye
mahsus olmaması, halifenin seçimle belirlenmesi ve şeriat hükümleri­
ne göre amel etmekle yükümlü olması, onu kendine has bir yönetim
tarzı haline getiriyordu.
Halk, Allah'ın kitabı ve Peygamberinin sünneti ile amel etmesi
şartıyle halifeye biat ederdi. Hz. Osman’a biat ederken buna, Hz. Ebû
Bekr ve Ömer’in koyduğu hükümlere uymak da ilâve edilmişse de,
Hz. Ali, Abdurrahman b. A vf bu durumu kendisine ilettiği zaman öy­
le bir şeyi kabul etmediği için biat sırasında metinden çıkarılmıştır.

Halifeler, kendilerine getirilen meseleler hakkında ehliyetli kim­


selerle istişarelerde bulunurlardı. Hulefâ-i Râşidîn içinde şûraya en
çok önem veren Hz. Ömer idi. Hz. Ömer, istişarede bulunup, çeşitli
görüşleri almadan hemen hemen herhangi bir icraatta bulunmazdı.
Hz. Ömer’in Muhacir ve Ensar’ın ileri gelenlerinden ve Kureyş’in yaş­
lılarından oluşan özel bir istişare heyeti vardı; Osman b. Affan, Abbas
b. Muttalib, Abdurrahman b. Avf, A li b. Ebî Tâlib vb. gibi... Fıkhı bil­
gisi ve ileri görüşlülüğü sebebiyle Abdullah b. Abbas da bunlara ka­
tılırdı. Aynca isteyen her müslümaıun katıldığı bir de genel istişare
kurulu (şûra) vardı. Camide, cemaatle namaz kılındıktan sonra, me­
sele cemaate anlatılır ve dileyen fikrini söylerdi. Bazan özel şûraya
bundan sonra danışılırdı. Çoğu kere, eğer işin doğrusu başka türlü
tezahür etmişse kendi görüşünden dönerdi. Onun bu konudaki tutumu­
nu belirlemek için şu sözünü hatırlamak yeter: «K im bende bir ya­
nılm a görürse onu doğrultsun.» İstişare kuruluna dahil olan kimseler
ondan önce fikirlerini açıklamakta serbest idiler. Bunlardan hiç bir
kimse, hiç bir şekilde fikrini açıklamaktan menedilemezdi. Çünkü on­
ların hayatları eşitlik üzerine oturtulmuş bulunuyordu.

Bu sistem zaman İçinde farklı yorumlara konu oldu ve müslüman-


lar arasında bitip tükenmek bilmeyen İhtilâflar baş gösterdi. İlk İhti­
lâf, Hz. A li ile Muâvlye arasında başladı. Hz. Ali, halifeyi belirleme
hakkının sadece Medinelllere alt olduğunu İleri sürüyor, bu konu­
da başka şehirlerde oturanlara bir hak tanımıyordu. Dolayısıyla Me­
dine halkı bir kimseye biat ettiği zaman, o kimseye biat işi bitmiş
ve artık herhangi bir kimseye itiraz hakkı kalmamış oluyordu. Muâ-
viye ve Suriyeli taraftarları ise ondan farklı düşünüyor, biatin an­
cak bütün şehirlerin rızası ile tamamlanabileceğini ileri sürüyorlar­
dı. İşte bu büyük ayrılıktır kİ, müslümanlar arasmda korkunç sa­
vaşların çıkmasına sebep olmuştur.
H U I-E FA-t R Â ŞİD ÎN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 271

Bu dönemde, halifelik makamı İçin krallara benzer ne herhangi


bir kıyafet, İşaret ve ne de bir azamet vardı. Halife sokakta ve evin­
de diğer lnsankır gibiydi. Ne bir koruma görevlisi, ne de muhafızı
vardı. Küçük büyük herkesle görüşürdü. Hz. Ömer, valilerinin halk­
tan kopmalarından, halkla aralarına aracılar koymalarından hoşlan-
mazdı. Hattâ Sa’d b. Ebi Vakkas’a elçi göndermiş, halkm dilek ve şi­
kâyetlerini sunmalarına engel olan, valilik binasındaki kapıyı yak­
masını emretmişti.

H A L İF E ’N İN K A Z A Y E T K İ S İ :

Muhakeme etm ek halifenin görevlerindendl. Çünkü muhakeme et­


mek demek, anlaşmazlıkları K ur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan şeri­
at hükümlerine göre halletmek demekti. Bu görevi halifeler doğrudan
doğruya ifa ederlerdi. Ayrıca gerekil gördükleri durumlarda, İlgililer­
den fikir de sorarlardı. Fetihler yaygınlaşıp da devlet İşleri artınca
ve halifeler ordunun İhtiyaç ve yönetimiyle meşgul olmak durumun­
da kalınca muhakeme İşini şer’i. yollarla hüküm vermek İçin bilgi ve
imkânı olanlara bıraktılar. Ömer b. Hattab zamanına kadar bu kim­
selere «kadı» İsmi verilmezdi. Ancak Hz. Ömer, şehirlere kadılar gön­
dermiş, onlara yol göstermek üzere prensipler İhdas etmiştir. Bu du­
rum Hulefâ-i Râşidlıı döneminin sonuna kadar devam etmiştir.
Bu kadıların en önemli nitelikleri şerefli bir mevkiye sahip bu­
lunmaları ve yargı görevlerini yaparken tamamen bağımsız olmaları
idi. Bu dönemde yaşayan kadıların herhangi birinin dünya nimetle­
rine m eylettiği, onlara aldanarak hakkı söyleyip, onunla hükmetmek­
ten saptığı görülmemiştir. Zengin-fakir, halife veya halk onların na­
zarında birdi. Mahallî yöneticilerin yargı konusunda onlar üzerinde
hiç bir otoritesi yoktu. Kadıların tayinini doğrudan doğruya halife
yapardı. Bazı hallerde halife, valilere herhangi bir kimseyi kadı yap­
ması için emir gönderiyor İdiyse de, her iki halde de kadı halifece
tayin edilmiş oluyordu. Kadılar, yargı dışında başka bir işle meşgul
olmazlar, bu sebeple kendilerine, yeterli miktarda bir maaş bağla­
nırdı. Kadılar konusunda Hz. A li’nin valilerine yazdığı şu emirname
en güzel örneklerden birini teşkil etmektedir:
«K adılarını, kendi değerlendirmelerine göre, halkın işinde tıka­
nıp kalmayan, hadımlarının kendisini katı davranışlara itemediği, sü­
rekli hatalar işlemeyen, kendisine doğru olan gösterildiğinde kabul
etmekten çekinmeyen, kendini hırsa kaptırmayan, az bir delille yeti­
nip, daha fazlası için araştırma yapmama durumunda olmayan, şüp­
heli bir noktada en çok mütereddit olan, delillere en çok bağlı kalan
272 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

taraflara müracaat etmekten usanmayan, meselelerin açıklığa kavuş­


ması konusunda en çok sabır gösterebilen, mahkem enin hükmü orta­
ya çık tığı zaman en kesin ve katı tavırlı olan, övme ve pohpohlama­
ya karşı zaaf göstermeyen, en faziletli kimselerden seç. Bunların sa­
yısı azdır. İk in ci görevin, onların verdiği hükmün kesinlik ve bağla­
yıcılığını artırmaktadır. Ayrıca onlara, ihtiyaçlarını karşılayabilecek
ve başkalarına m uhtaç etmeyecek kadar maaş tahııis et. Maiyetinde
bulunan diğer kimselerin kendilerine kötülük düşünmemeleri için, baş­
kalarının huzurunda onları kıskanmayacakları bir yerde tu t.»
Her memlekette fıkıh ve dinî hüküm çıkarma İle şöhret bulmuş
kimseler vardı. Çözümü zor olan bir mesele olduğu zaman, kadı efen­
di bu kimselerle yardımlaşır, onlardan görüş isterdi. Kadıları bu nevi
davranışlara sevkeden şey, Hz. Peygamber’in sünnetinin bir kitapta
toplanmayıp, şahısların hafızalarında yaşamakta olması, dolayısı ile,
herkesin hafızasında farklı sünnetleri tutmakta., bazan birinin ez­
berinde bildiğini, bir başkasının bilmemekte olm ası idi. Binaenaleyh
kadıya bazan bir dava arzedilir ve kadı K ur’an’da bu davanın nas-
smı bulamazdı. Nass hadis olur, bu hadisi de başka kimseler biliyor
olabilirdi. Bu durumda kadılar «Bu konuyla ilg ili bir hadis biliyor
musunuz?» diye hadis erbabma başvururlardı. B u dönemde, ne daha
önce verilmiş fetvalar, ne de mahkeme kararlan, daha sonra gelecek
olanların müracaat edeceği özel bir kitapta toplanmamıştı. Zikrettiği­
miz, sünnetle ilgili şartlar, fetva ve mahkeme hükümlerinde görülen
ihtilâfların en önemli sebeplerinden biriydi.
Kadı, vereceği hükümlerde, bazı araştırmacıların zannettiği ve
kadılık müessesesi için bir kusur saymaya kalkıştığı gibi mutlak bir
içtihatla donatılmış değildi. Kadılar şer’i kam m lan anlamak' ve on-
lan olaylara tatbik etmek noktasında, içtihat yetkisi ile donatılmış
bulunuyorlardı. Gerçek şudur ki, İslâm şeriatı pek tafsilâta girme­
miş, sadece külli kaideler koymakla ik tifa etm iştir. Bu durum, sü­
rekliliği istenen bir kanun için eksiklik teşkil etmenin aksine, her
zaman ve mekânda uygulamaya elverişlilik sağlayan önemli bir hu­
susiyettir.
İçtihat, bu durum karşısında kadı için kaçınılmaz bir şeydi. Hal
böyle olduğu içindir ki, eski ulema (âlim ler) içtihatı kadılık için ge­
rekli olan şartlardan saymışlardır.
Kadıların tayin edilmiş olması, halifelerin kendilerine sunulan
davalara bakmalarına mani değildi. N itekim bir çok defa halifeler,
yargüama örnekleri vermişlerdir. O halde kadılar, halifelerin vekili
durumunda bulunuyorlardı.
HULEFÂ-1 R Â ŞİD ÎN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 273

Mahkemelerden çıkan hükümlerin kaydedildiği, kütük defterleri­


nin bulunduğuna, mahkeme suretlerinin davalıya verildiğine dair eli­
mizde herhangi bir delil yoktur. İnfaz yetkisi kadının elinde olduğu
sürece buna ihtiyaç da yoktu. Çünkü mahkemede hüküm veren de
kadı, onu infaz eden de kadı idi. Kadılık ve infazla ilgili yaptığmuz
araştırmalardan açık olarak öğrenmiş bulunuyoruz ki, kadılar verdik­
leri hükmü infaz etmek için çok az şeye ihtiyaç duyarlardı. Çünkü
aleyhine hüküm verilen kişi kendisi için verilen hükmün infazında
herhangi bir zorluk çıkarmazdı. Binaenaleyh davalılar daha çok fetva
isteyen kimseler durumundaydılar.
Kadıların verdikleri hükümlerin Hulefâ-i Hâşidin döneminde me­
deni kanun kapsamına giren davalarm halli etrafında olduğu anla­
şılmaktadır. Kısas ve hadlere (ceza hukukuna) gelince, bu konulara
halifeler ve valiler bakardı. Çünkü kısas ve hadle ilgili davalarda ha­
life ve valilerin hüküm verdiğine dair elimizde bilgiler olmakla birlik­
te, vali olmayan bir kadının ceza hukuku ile ilgili bir ceza verip de,
onu infaz ettiğine dair herhangi bir bilgi yoktur. Hattâ hapis gibi ted­
bir mahiyetindeki cezalan bile ancak halife veya valisi emrederdi.
Bütün bunlar kadılık müessesesinin dar bir çerçeveye sahip olduğu­
nun göstergesidir. Ayrıca büyük davalar dışında kadıların yardımcı
kadılar edindikleri de bilinmemektedir. Bütün bu durumlar mahke­
melik olay ve anlaşmazlıkların az olduğuna delil teşkil eder.

O RD U K O M U T A N L I Ğ I :

Bu devirde, orduya komuta etmek halifelik makamının görevle-


rindendi. Nitekim Hz. Peygamber de orduya bizzat kendisi komuta
ederdi. Ancak muhtelif bölgelere gönderilen askerî birliklerin hep­
sine birden komuta edememe gibi bir durum ortaya çıktığı zamanlar,
lâyık gördükleri kimseleri komutan tayin ederlerdi. Halifeye itaat et­
mek gibi, bu komutanlara itaat etmek de mecburî idi. Bu birlikler,
cephede zaferi kazanıp da güven ve istikran sağladıktan sonra, baş­
larına tayin edilen komutanların görevi, birlikleri üzerinde disiplini
sürdürmek ve onları eğitmekten ibaret kalırdı.
Hz. Ömer zamanma kadar ne askeri birlikler ve ne de buralardaki
askerler bir kütüğe geçirilmişti. Hz. Ömer, bu hususlar için kütükler
oluşturmuştur. Böylelikle her birliğin askeri belli olmuş ve bu asker­
lerden birliğine katılmakta gecikenleri ortaya çıkarma imkâm bulun­
muştur. Hattâ birliğine katılmayan bir asker, kendi mahallesinin ca­
misinde halkm ortasında ayağa kaldırılıp «Bu adam birliğine katıl­
m adı» diyerek teşhir edilmek suretiyle cezalandırılırdı. O zamanın
F. : 18
274 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

müslümanları cesaretle tanınmış olup, savaştan korkup katılmamayı


a Unlarında silinmez bir leke olarak gördükleri için böyle halk İçinde
teşlıir edilmek suretiyle cezalandırılmak onlar için öldürülmekten da­
ha ağır idi.
Daha önce askerlerin belli bir maaşı yokken, Hz. Ömer onlara hâ­
zineden maaş da bağlamıştır. Hz. Ömer'in, askerlerin özelliğine göre
farklı derecelerle tanzim ettiği bu maaşlar daha sonra Hz. A li ta­
rafından herkes için eşit duruma getirilmiştir. Bu devirde askeri bir­
liklerin her birinde çavuşlar vardı ki, bunlar küçük birliklere komu­
ta eder, maaşlarım hâzineden alır ve dağıtırdı.
Bu devirde İslâm ordusu, savaş tekniği bakımından da önemli iler­
leme göstermiştir. Cahiliye devrinde Araplar, hücum ve geri çekilme
suretiyle savaşırlardı ki, bu tarzda, herhangi bir disipline uymaları
gerekmezdi. İslâm orduları ise, artık düzenli düşman orduları ile sa­
vaşmak durumunda kaldıkları için, eski taktiğin geçersiz olduğu an­
laşıldı ve ordunun savaş düzeni, disipline edildi. Ordu ilerlerken belli
birliklere ayrılırdı. Her birliğin ayrı görevi olduğu gibi, hiç bir asker
kendi birliğinden ayrılamazdı. Meselâ bir öncü birlik olurdu. Ordunun
önünde giden bu birlik, ilk çatışmaları başlatır, yol hakkında bilgi
edinir, gözetleme yapardı. B ir de merkezi kuvvet vardı. Ordu komuta­
nı, bu birliğin içinde ilerlerdi. Ayrıca sağ ve sol kanatlar vardı. Her
birliğin, onlunun başkomutanının emriyle hareket eden komutanla­
rı olurdu. Süvarilerin de ayrı komutanı vardı. Ordunun arkadan ku-
şatılmaması için arkayı korumada, süvarilere büyük görev düşüyordu.
Ordunun ilerlemesi ile ilg ili olarak elimize geçen en güzel vesi­
kalardan biri Hz. Ömer’in, Sa’d b. Ebî Vakkas’a yazılı olarak verdiği
şu emimâmedir:
« Harekât halinde iken, müslümanlara kolaylık göster. O nları yor­
gun düşürecek şekilde yürütme. Herhangi bir konak yerinde konak­
lamadan geçme ki, düşmanla, yolculuktan yorgun düşmüş bir halde
karşılaşmasınlar. Çünkü senin ordun istirahat etmiş ve karnı tok bir
düşmana doğru ilerleyeceklerdir. Her cuma, birliğine bir tam gün isti­
rahat ver. Böylece dinlenmiş, silâh ve teçhizatlarını kontrol etmiş ola­
caklardır. Konak yerlerinizi zım m ılerin ve barış içinde olduğunuz in­
sanların köylerinden uzak bir mesafede seç. O köylere askerlerinden
sadece kendilerine güvendiğin kimselerden başka kimse girmesin, hal­
ka herhangi bir zarar verilmesin. Çünkü onların dokunulmazlığı var­
dır ve buna saygı duymakla mükellefsiniz. N itekim onlar da size kar­
şı üzerlerine aldıkları yükümlülüklere katlanmak zorundadırlar. Yü­
küm lülüklerini yerine getirdikleri sürece, onlara iyi davranın. Sizinle
HULEFÂ-1 R Â ŞİD İN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 275

savaş halinde olanlara karşı, barış içinde olduğunuz topluluklara ezi­


yet ederek, galip gelmeyin. Düşman toprağına girdiğiniz zaman sizin­
le düşman arasında görevlendireceğin, kendilerine son derece güven­
diğin elçiler seç. Maiyyetinde Arap veya yerli halktan doğruluğu ve
görüşlerine itim a t ettiğin kimseleri bulundur. Çünkü yalancı bir kim ­
senin vereceği herhangi bir haberden sana hayır gelmez, zira birisin­
de doğru söylese, diğerinde seni aldatır. Düşman topraklarına yaklaş­
tığ ın zaman çokça keşif kolu çıkar. Aranızda devriye birlikleri tertip et.
Bu birlikler düşmanın yardım görme ve ikmal yollarını kestiği gibi,
keşif karakollarının da zayıf taraflarını tespit eder. K eşif birlikleri için
askerler arasından zeki ve cesur olanlarını seç, onlara hızlı koşan at­
la n ver. Eğer bunlar düşman birlikleri ile karşılaşırlarsa ük yardımı
onlara yaparsın. Devriye için seçeceğin askerleri ise savaşçı ve dayanık­
lılardan seç. Kimseye hiç bir hususta imtiyaz verme, aksi halde kendi
görüş ve durumundan çok şey kaybedersin. Mağlubiyetten veya kötü
durumdan şüphelendiğin herhangi bir tarafa keşif kolu veya devriye
birlikleri gönderme. Düşmanla karşılaştığınız zaman birliğin i toparla,
taktik ve gücünü gözden geçir. Düşmanının zayıf tarafını buluncaya
ve araziyi oranın insanı gibi öğreninceye kadar ve m ecbur kalmadık­
ça, düşmanla savaşa tutuşma. Askerin içinden nöbetçiler çık a r...»

D E V LE T G E L İ R L E R İ :

Hz. Ömer zamanından itibaren halifeler, haraç toplamak için va­


li ve komutanlardan ayrı olarak bağımsız memurlar tayin etmeye baş­
lamışlardır. Haraç toplama işini valilere çok nadir olarak bırakmış­
lardır. Haraç olarak toplanan gelirlerden ordunun maaşı ile halifenin
kamu yaran gereği olarak yapılmasını em rettiği masraflar karşılan­
dıktan sonra, kalan kısmı uygun yerlere harcanmak üzere hâzineye
gönderilirdi.
Bu devirde devlet gelirleri sabit yahut normal gelirler veya sa­
bit olmayan gelirler gibi kısımlara aynlmaktaydı. Haraç, öşür, ze­
kât ve cizye birinci tür gelirleri teşkil ederdi.

a) H a ra ç:

Haraç, müslümanlann savaşarak elde edip de yine oranın halkı­


na bıraktığı toprağa konan vergidir. Bu vergi, ahaliden ellerinde bı­
rakılan arazinin bir nevi kirası olarak alınırdı. Bu bazan, Hz. Ömer’in
Sevad’da yaptığı gibi muayyen bir m iktar olur, bazan da topraktan
elde edilecek ürünün tamamından alman bir pay olurdu. Medine
276 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

ve Yem en gibi Arap veya Arap olmayanların topraklan (buraların


halkı kendiliğinden müslüman olmuştur) ve putperest Araplar gibi
kendilerinden cizye kabul edilmeyen kimselerden zor ve savaşla alın­
mış olan topraklar öşür topraklardır. Keza savaşarak ele geçirildikten
sonra gaziler arasmda dağıtılan topraklar da öşür topraklarıdır. Öşür;
topraktan elde edilen gelirin onda biri demektir.
Hz. Ömer, Irak ve Suriye fethedildiği zaman buraların arazisini
müslümanlara dağıtma konusunda istişarede bulunmuştu. Bir kısım
müslümanlar, kendilerine düşen payın taksim edilmesini istediler. Hz.
Ömer bunlara şöyle diyordu: oBizden sonra gelen müslümanların ha­
li ne olacak? Bu durumda tüm toprakları, babalan tarafından bölüşü­
lüp işgal edilmiş olarak bulacaklar. Ben sizin görüşünüzde değilim . . . »
Abdurrahman b. Avf, oSenin görüşün nedir? O topraklar ve ağaçlar,
Allah’ın müslümanlara bir ihsanından başka nedir?» diye sorunca, Hz.
Ömer şöyle cevap verdi: «Ben sizin gibi düşünmüyorum. Vallahi ben­
den sonra, böyle, müslümanlara büyük paylar düşecek bir fetih olma­
yacaktır. Hattâ bundan sonra gelecek zamanlar müslümanlara bir ta­
kım yükler getirebilir. Irak ve Şam topraklan ağaçları ile birlikte da­
ğıtıldığı zaman, devlet ihtiyaçtan ne ile karşılanacak? Burada, Suriye,
Irak ve diğer ülkelerde yaşayan dul ve yetim çocuklann durumu ne
olacak?» Muhatapları, Hz. Ömer karşısmda haklarım almakta ısrar
ediyorlardı:
«Allah’ın kılıçlanm ız sayesinde bize lütfetm iş olduğu nim etleri, sa­
vaşlara katılmamış ve bu zamanda bile yaşamamış olanlara ve bunla­
rın çocuklarına bırakıyorsun» diye serzenişte bulunuyorlardı. Hz. Ömer’
in bu itirazlara verdiği cevap, «Benim görüşüm budur» oldu. «Öyle
ise istişarelerde bulunsanız» dediler. O da, ilk Muhacirlerle istişare
etti. Onlar da farklı görüşler ileri sürdüler. Abdurrahman b. A v f pay­
larının kendilerine dağıtılmasını teklif etti. Hz. Osman, Ali, Talhâ
ve İbn Ömer de bu görüşte idiler. Bundan sonra Hz. Ömer beşi Evs ve
diğer beşi de Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden olmak üzere, En-
sardan on kişiyi davet etti. Bunlar toplanınca Allah’a hamd u sena
ile söze başlayan Ömer şöyle devam etti:
«S izin işlerinizden benim uhdeme verilen bir meselede, bana yar­
d ım cı olmanız için sizleri rahatsız etmiş bulunuyorum. Ben de sizden
herhangi biriniz gibi bir ferdim ve bir reye sahibim. Bugün hakkı or­
taya çıkaracak olan sislersiniz. Bu meselede bazı kimseler bana muha­
lefet ederken, bazıları da benim gibi düşünüyorlar. Ben sizden benim
arzuma tâbi olmanızı istemiyorum. Ellerinizde, Allah’ın hakkı söyleyen
kitabı var. Şayet bir görüş beyan etmiş isem vallahi bu görüşü sade­
ce hak ve doğru olanı yapmak için istem işim dir.» Oradakiler, «S izi
HULEFÂ-1 RÂŞtDİN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 277

dinliyoruz ya Ö m er!» dediler. Hz. Ömer devam etti: « İşitmişsinizdir,


bazdan haklannı kendilerine vermeyip zulm ettiğim i iddia ediyorlar.
Ben böyle bir zulmü irtikap etmekten Allah'a sığınırım. Eğer onların
hakkı olan bir şeyi alıkoyup da başkasına vermiş olsam şüphesiz ki
zulmetmiş olurum. Fakat ben, düşündüm ki artık bu topraklardan son­
ra fetholunacak toprak kalmıyor. Allah bize Irak'ın -mal, toprak ve ser­
vetlerini lü tfetti. Mal türünden olan ganim etleri askerlere tahsis et­
tim . Humusu ayırdım, onu da yerine koydum. Topraklara gelince, an­
lan devletin elinde tutup, haraca tâbi kılmayı, böylece bundan son­
raki askerlere, yoksullara, çocuklara ve onlardan sonra gelecek kimse­
lere bir gelir kaynağı bulmayı düşündüm. Arkada devlet işlerini yü­
rütecek kimselerin lüzumuna inanıyorsunuz değil mi? Şu huduttan m u­
hafaza edecek kimselere ihtiyaç olduğunu görüyorsunuz. Şam, Ce­
zire, Küfe, Basra ve Fustat gibi büyük şehirlerin askerle korunmasının
ve bunlann masraflarının karşılanmasının zaruretini biliyor musu­
nuz? Bu topraklan, servetleri ve üzerindeki insanları gazilere taksim
edersek, bahsettiğim masrafları nasıl karşılarız?» Hepsi birden, «D oğ ­
ru düşünüyorsun, çok güzel söyledin Ya Ö m er!» dediler. «E ğer o işler
yapılmazsa, bu şehirler askerlerle korunup, masrafları karşılanmazsa,
düşmanların yurtlanna geri dönmelerine mani olunamaz.» Hz. Ömer,
«Mesele aydınlandı» dedi, «B u bölgelerin Haraç işini halledecek bir
şahıs tanıyor musunuz? diye sordu. Bu soru üzerine orada bulunan En-
sar, Osman b. Hanif’in adını verdiler. «B u zat, bu işi halleder, görgülü,
akıllı ve tecrübeli bir adamdır» dediler. Hz. Ömer, bu zatı çağırtıp,
haraca tâbi tutulacak topraklan ölçmesini istedi. Küfe topraklarının
geliri Hz. Ömer’in vefat etmesinden bir sene önce, yüz milyon dirhe­
me ulaşmıştı. Bir dirhem ise o zamanda bir miskale eşit idi.
Bir de Hz. Ömer'den, Suriye topraklarını Rasûlullah'ın Hayber’i
taksim ettiği gibi taksim etmesi isteniyordu. Bu konuda en ısrarlı olan­
lar Zübeyr b. Avvam ve Bilâl b. Ebî Rabâh idi. Bunlara, «Öyle ise siz­
den sonraki müslümanlan beş parasız bırakalım » diye karşılık veren
halife, Irak toprakları gibi Suriye topraklarım da yerli halka bıraktı ve
buna karşılık onlan müslümanlar için haraç ödemeye tâbi tuttu.
Bu noktada Ebû Yusuf şöyle demektedir: «Hz. Ömer’in feth ettiği
topraklan taksim etmekten kaçınma fik ri ve haraç vergisini koyması,
Allah’ın ona bir lütfudur. Bu görüş, bütün müslümanlann yarannadır.
Çünkü böyle yapılmamış olsaydı, halkın ihtiyaçtan giderilemediği gibi,
ordu savaşa hazırlanamaz ve düşmanın aralan yeniden ele geçirmesi
önlenem ezdi...»
Haracın Hulefâ-i Râşidüı döneminde ne kadar olduğu bilinmemek­
tedir.
278 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

b) C iz y e :

Cizye ise, kadın ve çocuklar dışındaki gayr-ı müslimlerin başları­


na konan bir vergi idi. Bu vergi, himaye ve düşmana karşı korun­
malarına mukabil alınırdı. Ancak fakir veya çalışamaz durumda olan­
lardan alınmazdı.
Ebû Yusuf, el-Harac adlı kitabının 72. sayfasında şöyle bir hadise
nakleder:
«Hz. Ömer, bir evin önünden geçerken, yaşlı, gözleri görmez ha­
le gelmiş olan ve bir şeyler isteyen ihtiyar bir dilenci görür. İh tiya rın
koluna girerek, «Sen hangi ehl-i kitaptansın?» diye sorar. Adam yahu-
di olduğunu söyleyince, Hz. Ömer’in, « Peki n için böyle dileniyorsun?»
demesi üzerine adamın cevabı, «Benden cizye isteniyor. Yaşımı ve ih ­
tiyacım ı da görüyorsun» olur. Bunun üzerine Hz. Öm er, elinden tu ­
tarak adamı evine götürü r ve evden bir şeyler verdikten sonra hazi­
ne görevlisine, «B u ve benzerlerine dikkat et! Vallahi eğer bunun gibi­
lerden gençliğinde faydalanıp, ihtiyarlayınca onları perişan edersek
adaletli davranmış olmayız. Şüphesiz ki zekât, fakir ve miskinlere ve­
rilir. Fakirler müslümanlardan olur. Bu gibiler ise miskinlerden, yani
ehl-i kitaptandırlar.» Böylece hem o ihtiyardan, hem de benzerlerinden
cizye kaldırılmış oldu.
Cizye, insanların m ali durumlarına göre takdir edilir. O dönemde
yıllık kırk sekiz dirhemden yukarı ve on ikiden de aşağı olmazdı. Bu
konuda Rasûlullah’m şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
«K im anlaşma yapılmış bir kimseye zulmeder veya ondan gücü­
nün üstünde bir şey isterse, onun hasmı ben olurum .» Hz. Ömer de ve­
fatından önce şöyle demiştir:
«Benden sonraki halifeye, onlara verdiğimiz sözlere uymasını, on­
ları korumasını ve güçlerinin üstünde bir şeyle kendilerini yükümlü
kılmamasını, Rasûlullah adına tavsiye ederim.»

c) Z e k â t:

Zekât, müslümanların, deve, sığır, koyun, gümüş ve altm para


cinsinden hesaplanmak üzere, belli bir nisaba ulaşan mallarından ver­
dikleri vergidir. İslâm, bir malın nisabını tayin etmiştir. O miktardan
az olandan zekât alınmaz. Ayrıca zekâtm miktarı da bellidir. Ondan
fazlası alınmaz. Bunlar Rasûlullah tarafından vefat etmezden önce
yazılan bir buyrukta ifade edilmiş ve Hz. Peygamber’in vefatmdan son­
ra da müslümanlar, bu beyana göre hareket etmişlerdir. Bu devirler­
HULEFÂ-1 R ÂŞİD İN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 279

de taşra İçin zekât memurları tayin edilir, oniar da halktan zekâtları


toplar, İslâm’ın tayin etmiş olduğu yerlere sarfedllmek üzere halifeye
teslim ederlerdi.

d) Ticaret Vergisi veya ö ş i i r :


Bazı müslüman tüccarlar, ticaret maksadıyla daru’l-harp denilen
ülkelere gittiklerinde, orada kendilerinden mallarının onda biri tuta­
rında vergi alınırdı. Ebû Mûsa el-Eş’ari, Hz. Ömer'e böyle bir durumu
bildiren bir mektup yazmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle bir
cevap yazdı: «Onların müslüman tüccarlardan aldığı gibi, sen de on­
lardan onda bir nispetinde vergi al. Zım milerden yirmide birini,
müslümanlardan ise her kırk dirhemden bir dirhemi al. îk i yüz dir­
heme kadar herhangi bir şey ilâve etme. İk i yüz dirhemden sonra, beş
dirhem alırsın. Ondan sonrasını ise ayrıca hesaplarsın.»
Ebû Yusuf'un rivayet ettiğine göre, İslâm ülkesinin sınıflan dı­
şında kalan ehl-i harpten bazı kimseler, Hz. Ömer’e müracaat ederek
öşür ödeme karşılığında, İslâm ülkelerinde ticaret yapmak için izin
İstemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, İslâm büyükleriyle istişare et­
miş, onlar da izin verilmesinin uygun olacağını işaret etmişlerdi. Ehl-i
harbe öşür uygulayan ilk halife Hz. Ömer’dir.
Ziyad b. Hudayr, Irak ve Suriye taraflarında öşür toplamak üze­
re görevlendirilmişti. Daha sonraları öğrenildiğine göre, Beni Tağllb
hristiyanlarından bir adam, yirmi bin dirhem kıymetinde olduğu tahmin
edilen bir atıyla bu zata uğramış ve o da kendisinden bin dirhem al­
mıştı. Aynı sene içinde bir kere daha oradan geçen bu adamdan Ziyad,
bin dirhem daha isteyince, Tağlibli kendisine her uğradığında böyle
bin dirhem alıp almayacağını sormuş; o da alacağını söylemişti. Sonra
yoluna devam eden bu adam, Hz. Ömer’e müracaat etmek istemiş ve
onu Mekke’de bir evde bulmuştu. Hz. Ömer, kendisine kim olduğunu
sorunca adam, Arap hristiyanlarından biri olduğunu ve başından ge­
çen hadiseyi anlatmıştı. Buııun üzerine Hz. Ömer "Y eter» demiş ve
başkaca herhangi bir şey yapmamıştı. Daha sonra Tağlibli hrlstlyan,
Ziyad b. Hudayr’a yine bin dirhem daha vermeye hazır vaziyette dön­
müştü. Fakat Hz. Ömer’in kendisinden önce oraya yetişen şu meâlde-
ki yazısıyla karşılaştı. «B ir kimse sana uğrar da ondan öşür alırsan,
bir sene geçmeden o kimseden başka bir şey alma. Meğer ki m alını ar­
tırm ış ola ...» Bunu gören adam, « Vallahi gönlüm sana bin dirhem ver­
meye razı olmuştu. Sana bu yazıyı gönderen adamın dinine giriyo­
ru m .» deyip müslüman oldu. Müslümanlar, İslâm ülkeleri dışından İs­
lâm ülkesine giren ticaret mallarından vergi alma konusunda Hz.
Ömer’e tâbi olmuşlardır.
280 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Enes b. Sîrîn’in naklettiğine göre, onu Ubulla’nın öşürünü topla­


makla görevlendirmek istediklerinde kendisi bu görevi kabul etmemiş­
ti. Daha sonra Enes b. Mâlik ile karşılaştı ve Enes ona bu görevi ni­
çin kabul etmediğini sordu. İbn Şirin de, «İnsanın görevlendirileceği
en kötü iş öşür vergisini toplam aktır.» diyerek cevap verdi. Bunun
üzerine Enes b. Mâlik kendisine, «Böyle söyleme! Bu vergiyi Ömer
toplam ıştır» diye çıkışmıştı. Bu vergi müslümanlardan kırkta bir,
zımmîlerden yirmide bir, ehl-i harpten ise, onda bir nispetinde alın­
mıştır.
Müslümanların ticari mallarından, zekât miktarından fazla alın­
ması istenmedi. Aslen Arap olan Tağlib hristiyanlarma yapıldığı gibi,
zımmîlerden müslümanlarm iki katı şeklinde, yani yirmide bir nispe­
tinde vergi alındı. Ehl-i harbe gelince onlar kendi memleketlerinde
müslüman tüccarlara nasıl bir vergi uyguladılar ise İslâm ülkelerinde
kendilerine de aynı muamele yapıldı.
Her sene hâzineye ne miktar vergi geliyordu, ne kadarı harcanı­
yordu, bunları bilemiyoruz. Bilinen şey, hâzinede fazla bir meblağ bı­
rakılmadığıdır. O zamanda bir hazine görevlisi vardı ve halifenin em­
rettiği miktarı çıkarıp harcardı.
Ganimetlere gelince, bunların beşte dördü gazilere dağıtılır, beş­
te biri ise lüzumlu yerlere harcanmak üzere hâzineye devredilirdi.

PA R A :

Araplar, İslâm’dan önce İran ve Bizans'ın altın ve gümüş para­


larını kullanıyorlardı. Bu devirde kendilerine has bir paraları yoktu.
Çünkü para devlet ve medeniyetten doğar. Oysa Araplar bedevi bir
toplum idiler. İslâm geldiğinden itibaren Hz. Ömer devrine kadar, pa­
ra kullanımı daha önceki şekliyle devam etti. Hz. Ömer zamanında,
İran ve bir çok Bizans ülkesi ele geçirilince Hz. Ömer, dirhemin ağır­
lığını tayin etmek istedi. Çünkü İran'ın basılmış dirhemleri farklı
ağırlıktaydı. Miskal ölçüsüne göre kimi dirhemler 20, kimi 12, kimi de
10 kırat ağırlığındaydı. Hz. Ömer, bu üç tür ağırlığı topladı. 42 kırat
ediyordu. Sonra bu rakamın üçte birini aldı. Bu da 14 kırat idi ve dir­
hemleri bu ağırlıkta bastırdı. Böylece her 10 dirhem (gümüş) 7 miskal
(altın ) ağırlığında oldu. Çünkü hem 10 dirhem gümüş ve hem de 7
miskal altının ağırlığı 140 kırat ediyordu. Dirhemlerle miskaller ara­
sında 7/10 gibi bir oran doğuyordu.
M akrizi’nin H ıtaf’mdan A li Mübarek Paşa’nın naklettiğine göre
Hicri 18. sene (640) içinde müslümanlar ilk dirhemi basmışlardır. Bu
H U LEFÂ-t RÂŞİD ÎN DÖNEMİNDE MÜESSESELER 281

dirhemler şekil ve figür olarak tamamen İran dirhemleri gibiydi. An­


cak bazılarında «Elhamdülillah», bazılarında «Muhammedün Rasûl-
ullah», bazılarmda sadece «Lâ ilâhe illallah» yazılıydı, bazılarına İse,
«Öm er» ibaresi de ilâve edilmişti. Her on dirhem, altı mlskal ağırlığında
idi. Hz. Osman da kendi hilâfeti sırasında dirhem (gümüş para) bas­
tırmış ve üzerlerine «Allahu Ekber» İbaresi yazdırmıştır.

HAC :

Halifenin önde gelen görevlerinden biri de hac işi İdi. Hulefâ-1


Râşidin zamanında hac, umumi bir toplantı gibi düşünülürdü. Burada
şehirlerin vali ve diğer yöneticileri, memleketlerinin durumlarım ha­
lifeye sunmak için fırsat bulur, halkın şikâyetleri dinlenirdi. H alife­
ler, hac ibadetinin icrasına çoğu defa bizzat katılırlardı. Hac icrasına
en çok katılan ve hiç aksatmayan halife, Hz. Ömer’dir. Ancak İlk ha­
life olduğu sene biraz ihtilâflıdır. Bu sene hac ibadetini icra için ye­
rine Abdurrahman b. A v f'ı vekil olarak gönderdiği rivayet edilmekte­
dir. Hz. Ebû Bekr, bir sene bizzat hac etmiş, bir .sene de yerine başka­
sını göndermiştir. Hz. Osman halife olduğu yılların çoğunda bizzat
haccederken, Hz. Ali, Muâviye İle aralarında meydana gelen hadise­
lerle meşgul olduğu için bütün halifeliği süresince her sene vekil gön­
dermiştir.
Hac ibadetine gösterilen bu ihtimam onun önemini artırıyor, müs-
lümanlarm tanışmaları açısından büyük faydalar sağlıyordu. Hac mü­
nasebetiyle halifeler, valilerin icraatı hakkında da bilgi toplama im ­
kânı bulmuş oluyorlardı.

N A MA Z :

Namaz kıldırmak da halifenin görevlerindendi. Cemaate namazı,


ya bizzat halife veya onun vekil tayin ettiği bir kimse kıldırırdı. Her
şehirde, cuma namazı k ılın an bir büyük cami olurdu. Bunun dışında­
ki diğer camilere minber konmazdı. Bir şehirde kılınan bu cuuıa na­
mazını halife veya vali kıldırırdı. Hıılefâ-i Râşidin devrinde bir şehir­
de birden fazla camide minber kurulduğuna dair herhangi bir bilgi
sahibi değiliz.

E Ğ İ T İ M VE Ö Ğ R E T İM :

İslâm gelmeden önce Araplar arasında, bilhassa Hicaz ve Necid’


de okuma yazma gelişmemişti. İslâm, bir bakıma bir okuma-yazma
seferberliği başlatmıştır. Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber, Bedir sava­
282 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂM T A R İH İ

şında ele geçirilen ve fidyesini ödeyecek kadar parası olmayan esirler­


den bir kısmını, herbirini on tane müslüman çocuğuna okuma-yazma
öğretme karşılığı salıvermiştir. İran toprakları fethedildikten sonra,
okuma yazma bilen inşam çok olan Hire’den okuma-yazma öğretmesi
için Medine'ye öğretmenler getirtilmiştir.
Hulefâ-i Râşidîn döneminde yetişen gençlerin çoğu okuma-yazma
bilirlerdi. Hulefâ-i Râşidin ise, henüz Medine'ye hicret etmeden önce
de okuma yazma biliyorlardı. Nitekim bu zevat Rasûlullah'm vahiy
kâtipliğini yapmışlardı.
Bu dönemde, K u r’an’dan başka herhangi bir kitap yazılmamıştır.
Ancak K u r’an-ı Kerim Hz. Ebû Bekr döneminde bir araya toplanmış
ve daha sonra Hz. Osman zamanında bundan çoğaltmalar yapılarak,
örnek nüsha halinde o zamanki büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu dö­
nemde, ne Hz. Peygamber’in Hadisleri ve ne de diğer herhangi bir il­
me ait kitap yazılmamıştır. Halk, dinî konulan anlamak için, Arap
dili üzerindeki geniş bilgisiyle yetmiyordu. Çünkü İslâm dininin ki­
tabı Arapça idi.
Tekonolojik diyebileceğimiz diğer bilgilere gelince, o zamanm müs­
lüman halkı bu bakımdan bedevi bir özellik arzediyordu. Fakat bu be­
devîliklerine rağmen, eğitim ve öğretimle değil de pratikle yetişmiş,
arazi ölçme, şehircilik ve inşaat yapma işi bilen bazı kimseler de bu­
lunuyordu.
ALTINCI BÖLÜM

EMEVÎLER DEVRİ (41 - 132/661 -750)

EMEVÎ DEVLETİ

Umeyye b. Abd-i Şems b. Abd-i Menaf, İslâm öncesi dönemde şe­


ref ve m evki itibariyle amcası Hâşim b. Abd-i Menaf seviyesinde, Ku-
reyş kabilesinin ileri gelenlerinden biriydi. Umeyye ve Hâşim, şeref ve
üstünlükleri birbirine denk olan iki lider olarak Kureyş kabile reisliği
için sürekli yarışırlardı. Umeyye, zengin bir tüccardı ve çok sayıda ço­
cuğu vardı. O dönemde zenginlik ve ailenin kalabalık olması, soyluluk­
tan sonra en büyük şeref vesilesiydi. Umeyye’nin on çocuğu vardı ki,
bunların hepsi de zengin, akıllı ve itibarlı kimselerdi. Bunların bir kıs­
mına «el-Anabis» denirdi. Bunlar Harb, Ebû Harb, Sufyan, Ebû Suf-
yan, Amr ve Ebû Am r’dır. Bunların dışında kalan As, Ebû’l-As, Ays
ve Ebû’l-Ays’a da «el-A’yâs» denirdi. Harb b. Umeyye, Flcar savaşında
Kureyş’in komutanı idi. O savaşta banş çağmamda bulunduğu zaman
barışın mali külfetini kendi üzerine almış ve rehin olarak oğlu Ebû
Sufyan'ı teklif etmişti. Harb'in, Abdulmuttalib b. Hâşim ile iyi müna­
sebetleri meşhurdur. Bu iki zat arasındaki dostluk uzun süre devam
etmiştir. Ebû Sufyan da Abbas b. Abdulmuttalib ile arkadaş İdi. Bazı
araştırmacıların iddia ettiği gibi, bu iki aile arasında Cahiliye döne­
minde bir düşmanlık yoktu. Ancak çok kısa zaman için geçici ve mev­
cudiyeti kaçınılmaz olan bazı çekişmeler olmuş olabilir.

Hz. Muhammed'e peygamberlik gelip de insanları İslâm’a davet et­


meğe başlayınca, gerek Abd-i Şems ve gerekse Hâşimoğullan’ndan ken­
disine inananlar olduğu gibi, kabul etmeyen, düşman olanlar da var­
dı. Hâşim ve Abdulmuttalib Oğullan Rasûlullah’ı kabile gayreti ve
akrabalık duygusu ile korudular. Nitekim ailenin büyüğü olan Ebû
Tâlib, ölünceye kadar Hz. Peygamber’in en büyük yardımcısı oldu. Bu
284 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

dönemde Mahzum ve Esed b. Abduluzza b. Kusay aileleri gibi Kureyşli


bazı aileler de, şeref bakımından Abd-i M enaf ailesine yakın bulunu­
yordu.
Müşrikler, Rasûlullah’a karşı suikast tertipledikleri zaman, bu
komploya katılmak üzere Kureyş kabilelerinin hepsinden birer kişi
seçilmişti. Burada sadece bir istisna vardı: Hâşimoğulları... Ancak
bu aileden de Ebû Leheb suikastçıların araşma katılmış bulunuyordu.
Hz. Peygamber’in Bedir ve diğer gazvelerinde O’nun yanmda pek
az Abd-i Şems ailesine mensup kişi bulunacaktı. Fakat Bedir’de Ku-
reyş’in en büyük komutanı Abd-i Şems ailesinden Utbe b. Rabîa, Uhud
ve Hendek savaşlarında ise Ebû Sufyan b. Harb b. Umeyye idi. Hic­
retin 8. senesinde (630), Mekke’nin fethi gerçekleşinceye kadar bu
durumda bir değişiklik olmamıştır. Aslında Ebû Sufyan, itibarlı bir
insandı, kendi ailesine bir zarar gelmesinden ve itibarını kaybetmek­
ten korkardı. Buna ilâve olarak övülmeyi, adının anılmasını da se­
verdi. Mekke’nin fethi günü Hz. Abbas bu durumu Rasûluliah'a ha­
tırlatmış ve Hz. Peygamber de o gün ona farklı bir yakınlık göster­
mişti. Rasûlullah, bir münadiye şöyle seslenmesini emretmişti:
oK ılıcın ı kınına sokan kurtulur, Kâbe'ye giren ku rtu lu r, Ebû
Sujyan’m evine giren ku rtu lu r.»
Rasûlullah, bu uygulamayla mahremiyet yönünden Ebû Sufyan’
m evine özel bir önem atfediyordu. Bu ise o güne kadar kimsenin ula­
şamadığı bir şerefti. Mekke’nin fethi günü daha önce İslâm’a girme­
miş olan Kureyşlilerin büyük bir kısmı müslüman oldular. Bunlar da­
ha sonra «Meşîhâtü’l-Feth (F e tih E rk â n ı)» diye anılacaklardır. Bun­
ların müslüman olmalarına en çok sevinen de Hz. Peygamber idi. On­
ları ayakta karşılıyor, kollarmı açıp onlarla kucaklaşıyordu. Onların
İslâm ’a girişte bunca geç kalışlarını bir ayıp olarak telâkki etmemiş,
onlara da bu yönde hiç bir şey hissettirmemişti.
Fetihten sonra Hz. Peygamber, Abd-i Şems ailesinden bir genci
Mekke’ye vali tayin etti. Daha sonra Hz. Ebû Bekr, «Meşihâtü’l-F e th »
dediğimiz bu kimseleri ve ilk müslümanlar derecesine çıkamayan bir
çok yeni müslümanı, hilâfetinin ilk döneminde ortaya çıkan Ridde
savaşlarında ordusuna aldı. Burada büyük bir imtihan verdiler, eş­
siz kahramanlıklar gösterdiler. Suriye’nin fethinde bu kimselerin cep­
helerde, islâm ’m kendilerinden istediği hareketleri yapmak ve böy-
lece ona karşı çıktıklarından dolayı kazandıkları günahı affettirm ek
için son derece gayretli oldukları görüldü.
Kahramanlıklar gösterip, adı dillerde dolaşanlardan biri de Ye-
zid b. Ebı Sufyan idi. Bu zat Hz. Ebû Bekr tarafından Suriye’nin fet­
EM EVÎLER DEVRİ 285

hi için gönderilen dört askeri birlikten birinin başına getirilmişti.


Hz. Ömer devrinde de Şam valisi olmuştu. Yezid’in kardeşi Muâvlye
ise Suriye'nin bazı bölgelerinin fethinde sorumlu kişi olarak bulu­
nuyordu. Yezid vefat edince Hz. Ömer, Muâviye’ye daha önceki sorum­
luluklarına ilâve olarak Yezid’in yürüttüğü valiliği de verdi. Hz. Ömer
bu zatta yüksek bir politika, güzel idare ve güvenilirlik görüyordu kİ,
zaten onun valilerde aradığı en önemli özellikler bunlardı. Hz. Osman
döneminde, Suriye'nin idaresi tamamıyla Muâvlye'ye verildi. Muâviye
artık Suriye’nin her türlü yetkiye sahip valisi oldu. Bu arada gerek
Kureyş ve gerekse Abd-i Şems ailesinden İslâm’ı yaymak için çalı­
şan çok sayıda büyük komutan çıktı.
Özet olarak söylemek gerekirse Abd-i Şems ailesi, Cahiliye döne­
mi eşraflığından İslâm dönemi eşraflığına geçmiş oldu. Nitekim Hz.
Peygamber: «İnsanlar değişmez madenlerdir Cahiliye döneminde üs­
tün olanlar, şayet gerekeni yaparlarsa, İslâm döneminde de üstündür­
ler» buyurmuştur. İşte Abd-i Şems ailesi de böyle olmuştur.
Bu ailenin meşhur olan ve halifeliğe kadar yükselen iki kolu var­
dır. Harb b. Umeyye ve Ebu’l-As b. Umeyye kollan. Birinci koldan
üç ve ikinci koldan da on bir halife gelmiştir. Ailenin şeceresini şöyle-
ce verebiliriz:

UMEYYE
__ I__
I Ebol-Aft
Hfjrb

Hakem
I
Ebû Sufyan
I
(1) I. Muâviye
I
(4) I. Mervan

(2) I. Yezid
(5) Abdülmelik
(3) II. Muâviye
(8) Ömer (14) II. Mervan

I
(6) I. VeUd (?) Süleyman (9) IL Yezid
I
(10) Hlşam

(11) II. VeUd Muâviye


(IS ) İbrahim (12) m. Yezid
Abdurrehman
(Endülüs Emevüerİ’nln kurucusu)
266 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

Emevi hilâfetinin saltanat süresi, Muâviye’nin h. 41. senesi Re-


biülevvel’in 25’inde (29 Temmuz 661), biat aldığı gün başlar ve II.
Mervan’ın h. 132 senesi Zilhicce ayının 27’sinde (6 Ağustos 750) öl­
dürülmesi ile sona erer. Bu devletin ömrü 91 sene 9 aydır.
1 — M U Â V İY E B. E B İ S U F Y A N (41 - 60/661 - 680)

a) Kısa B iyo gra fisi:

Muâviye b. Ebi Sufyan b. Harb b. Umeyye b. Abd-i Şems b. Abd-i


Menaf b. Kusay, hicretten 15 sene (607) önce Mekke’de doğdu. Mek­
ke fetholunduğu gün 23 yaşma bastı ve aynı gün müslüman oldu.
Müslüman olduktan sonra Rasûlullah’m vahiy kâtipliği görevinde de
bulunan Muâviye, Hz. Ebû Bekr zamanında kardeşi Yezid b. Ebî Suf-
yan’ın maiyetinde Suriye’nin fethine memur edildi. Muâviye, Suriye’
deki Sayda, Araka, Cebel ve Beyrut şehirlerinin fethedildiği savaş­
larda kardeşinin ordusunda, onun öncü birliğinin komutanlığını yap­
tı. Hz. Ömer tarafından Ürdün’e vali tayin edilen Muâviye, Şam vali­
si olan kardeşi Yezid'in veba hastalığına yakalanarak ölmesinden son­
ra Suriye valiliğine getirildi. Hz. Osman zamanında ise bölgedeki di­
ğer valiler de onun emrine verildi. Muâviye, Hz. Osman şehit edilip
de, Hz. A li’ye biat olununcaya kadar Suriye valisi olarak kaldı. Hz.
A li'ye biat olununca, halifeyi Hz. Osman’m katli olayında pasif kal­
mak ve onun katillerini ordûsunda .barındırmakla suçlayan Muâvi­
ye, ona biat etmekten kaçındı. Hz. Osman’m kanını dava etmek ko­
nusunda Suriye’deki ordunun desteğini alan Muâviye İle Hz. A li Sıf-
fin'de karşı karşıya geldiler. Savaşm cereyanı, Hakem olayı, bu olay­
dan sonraki gelişmeleri ve Hz. Hasan’ın halifeliği Muâviye’ye nasıl
devrettiğini daha önce anlatmıştık.
Hz. Haşan, halifeliği M ıiâviye’ye devredince Irakülar da Muâviye’
ye biat ettiler. Böylece, hicretin 41. yılı, kanlı iç savaşlardan sonra
kavuşulan birliği ifade etmek üzere « B irlik Y ılı» olarak adlandırıldı.
Böylece Muâviye bütün İslâm dünyasmm tek halifesi oldu.

b) M uâviye H alife Olduğunda İslâm Dünyasının Durumu ı


Muâviye hilâfete geçtiği zaman İslâm toplumu üç guruba ayrıl­
mıştı :
1) Suriye ve diğer bölgelerdeki Umeyye Oğulları taraftarları.
2) Hz. AH taraftarları. Bunlar Hz. A li’yi seviyor, onun neslinin
halifeliğe, Muâviye ve diğer halifelerden daha lâyık olduklarına inam-
288 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

yorlardı. Bu gurubun çoğu Irak’ta ve bir kısmı da Mısır’da bulunu­


yordu.
3) Haricîler (H avâric). Bunlar her iki guruba da karşı idi. Muha­
liflerini öldürmeyi mübah görüyor, onların dinden çıktıklarını iddia
ediyorlardı. Haricîler, çok cesur ve inandıkları dava uğruna kendileri­
ni feda edebilen insanlardı. Bunlara göre, yapmaları gerekli olan ilk iş
Muâviye ile Hz. A li ve taraftarlarını öldürmek idi. Çünkü inançları­
na göre her iki gurup da artık dinsizdi. İslâm toplumu arasında böyle
uçurumlar olmasına rağmen müslüman halk, cesur ve kahramanlığın­
dan bir şey yitirm iş değildi. Şüphesiz böyle bir toplumu idare etmek,
güvenliğe kavuşturmak üstün bir politika gerektirirdi. Doğrusunu söy­
lemek gerekirse, zamanında, Muâviye’den daha üstün bir siyaset ada­
m ı yoktu. Sabn, yumuşaklığı, sinirlerine hâkimiyeti, her türlü zor­
luğa karşı tahammül gücü ile tam bir siyaset adamı idi.
Muâviye’yi asü düşündüren mesele Haricilerdi. Çünkü bunlara
politika pek kâr etmiyordu. Zira dini meselelerde ölçüyü aşan bir
aşırılığa sapmışlar, bir çok meseleyi yanlış anlamış, müslümanlar ara­
şma ayrılık sokmuşlardı. Önlerine geleni sorgusuz sualsiz öldürmeyi,
mallarını yağma etmeyi dini bir görev sayıyorlardı. Muâviye’nin Hari­
cîlerle münasebetine daha yakından bakarsak şu hususları tespit ede­
biliriz:
K û fe’de M uâviye'ye biat edildiği sıralarda Ferve b. Nevfel el-Eş-
cai, beş yüz kişilik bir Haricî gurubuyla bir tarafta beklemekteydi. Bu
yeni gelişme karşısında artık kılıçları kınından çıkarmanın zamanı
geldiğini düşünerek harekete geçtiler. Nuhayle denilen mevkiye ka­
dar ilerlediler. Muâviye, bir Suriye askerî birliğini bunların üzerine
gönderdi ama, Suriyeliler yenilgiye uğradılar. Bunun üzerine Muâvi­
ye, Kûfelilere şöyle dedi: «B unların hakkından gelmedikçe, benim nez-
dimde sizin için eman yoktur.» Bu tehdit üzerine Kûfeliler, Haricilerin
üzerine yürüdü. İk i taraf karşı karşıya gelince Haricîler şöyle dediler:
«Muâviye, sizin de bizim de düşmanımız değü m idir? B ırakın bi­
zi onurda savaşalım. Eğer yenersek sizi düşmanınızdan kurtarm ış olu­
ruz. Yok eğer o bizi yenerse bu defa da bizden kurtulm uş olursunuz.»
Bu teklifi kabul etmeyen Kûfeliler mutlaka kendileriyle savaşacakları­
nı söylediler. Eşca kabilesi mensuplan, kendi kabilelerinden olan Fer-
ve’yi yakalayıp K ûfe'ye götürdüler. Bu defa Haricîler başlarma Tay
kabilesinden Abdullah b. Ebi Havsa’y ı lider seçtiler. Sonunda Kûfeli-
lerle Hariciler arasındaki savaşta, Haricîler yenilgiye uğradı. Asılmay­
la tehdit edilen İbn Ebi Havsa şu meâlde bir şiir söyledi:
«R uhlarım ız alındıktan sonra, kıkırdak ve derilere ne yapacağı­
nıza aldırmam. Saman yolu ve yıldızlar, güneş ve ay bir ölçüye göre
EM EVİLER DEVRİ 289

hareket ederler. Kesinlikle biliyorum ki, sözün hayırlısı da faydalısı­


dır. Saadete eren kimse cehennemden kurtulandır.»
İbn Ebî Havsa öldürülünce yerine Esed kabilesinden Havsere eı-
Esedî geçti. Hariciler, 150 kişilik bir gurup olarak Nuhayle’ye kadar
ilerlediler. Burada Fel b. Havsa da kendilerine katıldı. Muâviye'nin
Havsere’nin babasına, oğlunun hakkından gelmesini söylemesi üzeri­
ne Havsere’nin babası oğlunun yanma gitti. Onu bu davadan vazge­
çirmek için gösterdiği çabalar sonuç vermedi. Sonunda babası Hav-
sere'yi etkilemek için ona oğlunu getirdi: »O ğ lu m » dedi, »Sana oğlu­
nu getirdim . Belki onu görünce acırsın.» Havsere'nln buna cevabı şöy­
le oldu: «Babacığım, ben sivri mızraklara kapılmışım. Onların peşin­
de koşuşmak, benim için oğluma koşmaktan daha çekicidir.» Bunun
üzerine Ebû Havsere gidip, durumu Muâviye’ye bildirdiğinde Muâviye:
«Ey Ebû kaysere! Bu adam haddini çok aştı» diyerek kızgınlığını açık­
ladı. ö te yandan Kûfelilere dönen Havsere onlara şöyle haykırıyordu:
«Ey Allah'ın düşmanları! Dün hâkimiyetini kırmak için Muâvi-
ye ile savaşan sizler, bugün onu desteklemek için savaşıyorsunuz.» He­
nüz savaş başlamadan önce babası ileri çıkarak kendisiyle vuruşmak
istedi. Havsere, «Senin için benden başkaları daha iyidir. Benim için
de senden başkası» diyerek karşı tarafa saldırdı. Hem saldırıyor, hem
de şiirler söylüyordu: «Saldır şu topluluğa Havsere, çünkü az sonra
m ağfirete ereceksin!»
T a y kabilesinden biri, Havsere'yi karşıladı ve onu öldürdü. Hav­
sere yere düştü, alnı secdede parlıyordu. Bu manzaraya şahit olan
Taylı asker, onu öldürdüğüne o anda pişman olmuştu. Bu savaştan
sonra Hariciler, dağılarak bölgeye yayıldılar ve bütün Irak şehirlerini
tehdit etmeye başladılar. Muâviye, bu durum karşısında Irak'a poli­
tika bilen, siyasî, zeki ve güçlü, çapulculara engel olacak insanları
vali olarak seçip, göndermenin tek çare olduğunu düşünerek Ziyad b.
Ebîh ile Muğire b. şû’be’y i vali olarak tayin etti.

Ziyad b. Ebîh:
Ziyad, aslında Hz. A li taraftan idi. Hz. Ali, şehit edildiği zaman
İran ’da vali olarak bulunuyordu. Ziyad’m İran’daki nüfuzu anlatı­
lınca Muâviye'nin dikkatini çekti ve onu kazanmak için Muğire’yi ara­
cı olarak gönderdi. Ziyad’m yanma giden Muğire ona şöyle dedi:
« Muâviye beni sana gönderdi. Hasan’dan başka kimse bu işe destek ol­
madı. O ise Muâviye’ye biat etti. Bu işler iyice oturup, Muâviye’nin sa­
na olan ihtiyacı sona ermeden sen de gerekeni yapmalısın» Ziyad: «B a­
na yol göster, maksadını açıkla. Bana güvenebilirsin» dedi. Bunun
F . : 19
290 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

üzerine Muğire şöyle devam etti: «Muâviye ile işbirliği yapmanın doğ­
ru olacağını düşünüyorum.<■ Bu görüşmeden sonra Muğire, Muâviye'
nın yanına döndü ve aldığı rapor üzerine Ziyad'a bir güven mektubu
gönderdi. Mektubu alan Ziyad, Muâviye’ye katıldı. Muâviye, Ziyad’a
Fars bölgesinde topladığı m allan ne yaptığını sordu. Ziyad bunların
bir kısmını dağıttığını, bir kısmını Hz. A li’ye verdiğini ve bir miktar
da kendisinde kaldığım söyledi. Ziyad’a inanan Muâviye kalan malla-
n ondan teslim aldı. H. 44 yılında Muâviye, bir gurubun Ebû Sufyan’ın
itiraf ettiğine dair şahitlik etmesi üzerine Ziyad'ın kendisinin kardeşi
olduğunu ilân etti. Daha önce Hz. A li hayatta iken Muâviye, Ziyad’a
bir mektup yazarak Ebû Sufyan’ın kendisini velâyetine aldığını haber
vermişti. Bu durumu öğrenen Hz. Ali, Ziyad’a bir mektup yazarak şöy­
le demişti: «Ben seni vali yaptımsa, bu seni ona lâyık gördüğüm için
değildir. Ebû Sufyan’m bir takım yanlış düşünce ve hayalleri vardı.
Ancak onun bu hayallerine bakıp o adama ne vâris olunur, ne de so­
yuna girilir. Şunu iyi bilesin ki Muâviye, insanı aldatmasını pek iyi
bilir. Çok dikkatli. ol.» Hz. A li’nin 'vefatından sonra Muâviye, Ziyad’ı
kendine çekmek istemiş ve akrabalığına almak suretiyle de onun sev­
gisini perçinlemiştir.
Bir çok kimse bu akrabalığın hakiki bir nesep ifade etmediğini
belirtse de Ziyad bundan sonra, Ziyad b. Ebî Sufyan diye anılmaya
başlanmıştır. Bu olaydan sonra Ziyad, onun da kendisine aynı şekil­
de hitap etmesi arzusuyla Hz. Âişe’ye, «Ziyad b. Ebî Sufyan’d a n ...» diye
başlayan bir mektup yazmış, fakat aldığı cevap, « M ü 'm inlerin annesi
Âişe’den oğlu Ziyad’a ...» başlıklı bir mektup olmuştur. Yine bu ge­
lişmelerden sonra Ziyad, hacca gitmek istemiş ve kendisiyle dargın
olan kardeşi Ebû Bekr, onun evine gelerek çocuklarından birine, şöy­
le demiştir: «O ğlum , babana haccetmeyi düşündüğünü, Medine’ye uğ­
rayıp Rasûlullah’m zevcesi Üm m ü Habîbe binti Ebî Sufyan ile görüş­
mek istediğini işittiğ im i söyle. Ve de ki, eğer görüşme izni verirse Ra-
sûlullah’a k .rşı çok mahcup olursun. Yok kabul etmezse aleme karşı
rezil olursun.» Bunun üzerine Ziyad, hacca gitmekten vazgeçmiştir.
H. 45 (665) senesinde Muâviye tarafından Basra, Horasan ve Si-
cistan valisi olarak tayin edilen Ziyad, Rebiulevvel ayının sonlarına
doğru Basra’ya geldiğinde anarşi içinde bulduğu halka, Allah’a
hamd etmeden hitap etmeye başladığı için daha sonra «B atra» diye
anılacak olan bir hutbe okudu. Şimdi bazı edebî özellikler taşıyan ve
Ziyad’m halkı idare politikasını ortaya koyan bu hutbeyi nakledelim.
Ziyad hutbesinde şöyle diyordu:
«Şüphesiz ki kara cehalet, kör taassup ve insanı cehenneme sü­
rükleyen sapıklık, ayak takımınızın yaşadığı ve ileri gelenlerinizi de
EMEVÎLER DEVRİ 291

içine aldığı şeylerin bir kısmıdır. Sanki, Allah'ın hitabını duymamış,


kendisine itaat edene ebedi hayatta vaat ettiği mükafaatı ve karşı ge­
lene tattıracağı korkunç cezalan işitmemiş gibisiniz. Yoksa gözünü
dünya kör etmiş, haram arzular kulaklannı tıkamış, bu fani dünyayı
ebedi hayata tercih etmiş bir insan m ı olmak istiyorsunuz? Zayıfın
ezilmesine ve malının gaspedilmesine göz yumuyorsunuz. Bunların siz­
den önce de olduğunu mu zannediyorsunuz? Sayılan hiç de az olma­
yan korumasız gemilerin güpegündüz soyulması nedir? İçinizde gün­
düzleri intikâp edilen gasp ve gece yağmalanna mâni olacak bir yiğit
yok mudur? D in unsurunu atarak akrabalığı öne alıyorsunuz. Şu ge­
çersiz mazeretleriniz, suistimalclliğl korumanız da nedir? Ayak takı­
m ınızı koruyor, geleceği düşünmeyen, âhiretten korkmayanlara dal­
kavukluk ediyorsunuz. Siz artık mevkinizi yitirdiniz, çü n k ü ayak ta­
kımına tâbi oldunuz. Bu hareketlerinizin neticesi olarak onlar da İs­
lâm’a zarar verdiler. Arkanızdan şüphe fitn elerini arttırdılar. Onların
çıkardığı fesadı yıkıp yokedinceye kadar yemek ve içm ek bana haram
olsun. İnancım odur ki, bu iş başlangıçta nasıl düzelmiş idi ise, yine
6 m etotla düzelecektir. Zayıflığa varmayan yumuşaklık ve zulme var­
mayan bir sertlikle olacaktır. Allah’a yemin ederim ki, bir kimseyi
kefaletine alanı almanla, şehirde oturanı göçenle, bize doğru geleni
bizden kaçanla, itaat edeni âsi olanla, iyi niyetliyi kötü niyetli ile m u­
kayese edeceğim, öyle bir noktaya geleceksiniz ki, birbirinizle karşılaş­
tığınızda «Falanı kurtar, adam mahvoldu» diyeceksiniz. Ya bunlar ola­
cak yahut da düzeleceksiniz. Kürsülerden yapılan konuşmalarda ya­
lan çok olur. Eğer benim de bir yalanıma rastlar veya duyarsanız
bana karşı gelebilirsiniz, suçlayabüirsiniz, fakat biliniz ki, ben de aynı
haklara sahibim. İçinizden herhangi biriniz bir mevkiye getird ir de,
bundan bir zarar görürse, onun zararını ben karşılarım. Gece dolaş­
maktan sakınınız. K im gece dolaşma suçuyla karşıma getirilirse, boy­
nunu vurdurturum . Bu uygulama için size bu haberin K û fe’de yayı­
lacağı kadar bir süre veriyorum. Sakın Cahüiye düşüncelerine sapma­
yın. O tü r düşünceleri telâffuz edenin düini keserim. Siz daha önce
olmayan bir sürü şeyler icat ettiniz. Biz de her suça bir ceza koyu­
yoruz. B ir kimseyi boğanı boğacak, yakanı yakacak, ev yıkanın evini
yıkacak, kabir soyanı oraya diri olarak gömeceğiz. Siz el ve dillerinizi
bizden çekiniz ki, biz de çekelim. Eğer herhangi biriniz umumun ka­
bul e ttiğ i şeyin tersine bir şey yapar, ileri sürerse, boynunu keserim.
Daha önce bazı kimselerle aramızda kin ve düşmanlık vardı. Ben on­
ları ayağımın altına alıp gömüyor ve unutuyorum. İy i hal sahibi olan­
larınız daha iyi olsunlar. K ötü düşünce ve yaşayışlılar ise bundan vaz­
geçsinler. Büsem k i sizden biriniz bana olan kininden verem olup öldü,
onun örtüsünü kaldırmam, maskesini açmam, eğer o bunu bana açar­
292 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

sa onu affederim. D urum larınızı yeniden gözden geçiriniz. Kendinize


yardımcı olunuz. Bizim gelişimizle üzülen niceleri, daha sonra sevine­
cek. Şimdi bir çok sevinenler de sonra üzülebileceklerdir. Ey insan­
lar! Sizi korur, iyi idare edersek biliniz ki, Allah’ın bize verdiği güç ve
yetki ile idare edecek, koruyacağız. Sizden isteğimiz ise bize itaat et-
menizdir. Biz de size adaletli davranmakla yükümlüyüz. Bize yardım­
cı olarak, size adaletli olmamızı hak ediniz. Şunu kesinlikle biliniz ki,
ne kadar ihmal içinde olsam yine de üç şeyi ihmal etm eyeceğim :
— Gece yansı gelip, kapımı çalarak benden bir şey isteyeni geri
çevirmeyeceğim.
— Maaşlannızı zamanından sonraya bırakmayacağım.
— Orduyu üzerinize salmayacağım.
İdarecileriniz için Allah’a hayır dualar ediniz. Çünkü onlar si­
zin eğitici büyükleriniz ve sığmaklannızdır. Siz iyi olursanız, onlar
da iyi olurlar. Kalplerinize onlann buğzunu sokmayın. Öfkeniz ar­
tar, üzüntünüz uzar. Gayenize de ulaşamazsınız. Allah'tan cümlemize,
birbirimize yardımcı olmamızı sağlamasını dilerim. Allah’a yemin ede­
rim ki, aranızda pek çok basımlarım vardır. Her biriniz basımlarım­
dan biri olmaktan sakınınız.»
Ziyad, konuşmasını bitirince, Abdullah b. Ehtem ayağa kalkarak,
«Ey em ir! Burada sizin Allah tarafından kendisine hikm et ve güzel
konuşma yeteneği verilmiş bir kimse olduğunuzu ifade ediyorum» de­
di. Ziyad bu konuşmaya, «Yalan söylüyorsun, bahsettiğin zat Allah’ın
bir peygamberi olan Davut id i.» diyerek karşı çıktı. Bunun üzerine
Ahnef söze karışarak, «Güzel söz söylediniz, ey e m ir!» dedi. « Övgü m u­
sibetten, şükür de nim etten sonra olur. Şüphesiz ki biz, musibet olm a­
dan övmeyiz.» Ziyad, «D oğru söylersin» dedi. Sözün burasında aslen
Haricî olan Ebû Bilâl Mlrdas b. Edye ayağa kalktı. Ve, «Allah, bize
sizin burada söylediklerinizin aksini haber vermiştir. Cenab-ı Allah
sözünü yerine getiren İbrahim ’e kitabında, ‘Kimse kimsenin günahını
yüklenmez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yok-
tur.’( l ) buyurarak, senin bize vaat ettiklerinden daha hayırlı şeyler
vaat ediyor.» Ziyad'ın buna cevabı şöyle oldu. «Biz, sen ve arkadaşla­
rın hususunda, bâtıllara dalmadığınız sürece hakka zarar vermeyece­
ğiz.»
Ziyad, şurtanın (emniyet teşkilâtı) başma Abdullah b. Hısn’ı ge­
tirdi ve gece sokağa çıkma yasağı İle ilgili haber K ûfe’ye varıp, bu
konuda kendisine bilgi verilinceye kadar geçen süre için halka za­
man tanıdı. Bundan sonraki zamanlarda, yatsı namazmı ağırca kılar

(1) Necm sûresi, âyet 38-39


EM EVİLER DEVRİ 203

ve hattâ namazda Bakara sûresinin okunmasını emreder, namaz bit­


tikten sonra, bir insanın Basra'nın en kenar semtine varabileceği bir
süre kadar bekler, buna müteakip yanında bulunan emniyet görevli­
si ile beraber çarşı ve sokaklarda dolaşmaya başlardı. Dışarıda kimi
görürse öldürülmesini emrederdi. Bir gece yakalanarak huzuruna ge­
tirilen bir bedevi ile Ziyad'm arasında şöyle bir konuşma geçmiştir:
— «Sokağa çıkma yasağını bildiren İlâm duymadın m ı?»
— «Hayır, vallahi duymadım, hayvanımla gelmiştim. Akşam olun­
ca onu bir yere bırakmak mecburiyetinde kaldım ve sabahı bekliyor­
dum. Valinin emrine dair hiç bir şey bilmiyorum.»
— «Doğru söylüyorsun, inanıyorum ama hakkın yaran için seni
öldürmem gerekiyor.» Zlyad bu karşılıklı konuşmadan sonra emir ve­
rerek adamm boynunu vurdurmuştur.
Devlet otoritesini İlk olarak sağlamlaştıran, Muâviye’nln halifeli­
ğini kuvvetlendiren, kılıcım çekip baş kesebilen kişi Zlyad'dır. Halk
ondan son derece korkar ve böylece birbirine İlişmez, güven içinde ya­
şardı. Hattâ öyle ki yolda giderken bir insanın herhangi bir eşyası te­
sadüfen elinden düşecek olsa emniyet görevlisi gelip ona nezaret edin­
ceye kadar kimse dönüp onu alamazdı.
Ziyad bu arada kimseye kapısını kapamamış, maaşları artırmış,
vakıf sitesini kurmuş, emniyet görevlilerinin sayısını dört bine çı­
karmıştır. Yolun korkulu olduğunu söyleyenlere ise, şu, cevabı ver­
miştir: «Bu şehri ıslah edinceye kadar, şehirden başka bir şeyi düşü­
nemem, eğer bana galip gelirlerse onlardan da güçlü olanlar vardır.»
Ziyad şehirde asayişi sağladıktan sonra imar faaliyetlerine girişti.
Ebû'i-Abbas el-Müberred, Ziyad’ı ve Haricilere nasıl davrandığını,
şöyle anlatmaktadır:
«Harici olduğunu açıkça ilân edeni öldürür, gizleyenin düzelme­
sini isterdi. Fitne görülmeden kılıcını çekmezdi. Bir gün, İbn Kebiş
el-A'reci’yi, Benî Sa’d'dan bir Haricî'ye göndermişti. Hayne’ye varıp,
adamı yakalayacağı zaman, adam eve girip, abdest almak İstediğini
söyledi. Geri döneceğine dair bir kefil isteyince adam, «Allah’ı göste­
riyorum » cevabmı verdi. Adam evine girdi, abdest ahp çıktı ve yola
koyulup Ziyad'm huzuruna vardılar. Adamı karşısında gören Ziyad,
Allah’a hamd edip, Rasûlü'ne salât ve selâm getirdikten sonra, Ebû
Bekr, Ömer ve Osman’ı hayırla andı. Adam da aynı sözleri tekrar etti.
Ancak Osman’dan bahsetmeksizin başını kaldırıp şöyle devam etti:
« Sen bir şey söylemiştin, şimdi o sözünü fikrin le doğrula. ‘K im bi­
ze karşı gelmezse, ona saldırmayız’ demiştin. Ben de bu sözüne daya­
narak huzuruna geldim .» Bunun üzerine Ziyad, adama ayakkabı,
294 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

elbise ve İki kuzu hediye ederek, kendisini salıverdi. Oradan çıkan bu


adama dışarıda halk Zlyad’m kendisine ne yaptığını sordular. O da,
»Şim di hepinize söylüyorum, öyle bir adamın yanına girdim ki, kendi
şahsına bile bir zarar veremez. İşte Allah, şu gördüğünüz şeyleri on­
dan alıp, bana verdin dedi. Ziyad bazı Haricilere haber göndererek,
eZannediyorum ki, bana gelmenize ayağınızdaki rahatsızlıklar mani
oluyor» derdi. Onlar da, «E v e t» deyince onlara yardımcı olur ve » Be­
ni yok kabul edin ve yanımda konuşun» derdi.
Bir gün Ziyad’a katı ve cesurluğuyla tanınmış Ebu'l-Hayr adın­
da bir Haricl’den bahsedildi. Ziyad, bu adamı yanına getirtti ve onu
Nişapur ve civarına aylık dört bin dirhem maaşla vali tayin etti. Ay­
rıca ona 100.000 dirhem verdi. Ebu'l-Hayr şöyle derdi: «Allah'a ibadet
etmek ve halk arasında dolaşmaktan daha iyi bir şey görm edim .» Bu
zat, Ziyad ondan bir konuda şüpheleninceye kadar görevine devam et­
ti. Ancak Ziyad’a karşı gelerek onu tehdit etmesi üzerine hapse atıldı
ve ölünceye kadar hapiste kaldı.
Muâviye, H. 50 (670) senesinde Muğire b. Şû'be'nin ölmesi üzeri­
ne Küfe valiliğini de Ziyad’a verdi. Ziyad böylece iki şehrin valiliğini
de üzerine aldı. Bu payeyi ilk alan insandı. Ziyad, K û fe’ye varınca
halka hitaben bir konuşma yaptı. Minberden yaptığı bu konuşmada,
taşa tutulması üzerine adamlarına kapılan tuturdu ve «Herkes ben
konuşuyorken yanında kim duruyorsa onu bfulsun, sakın ola ki her­
hangi biriniz bilm iyorum gibi bir mazeret göstermesin» dedi. Sonra
bir sandalye getirterek caminin kapısında oturdu ve cemaatı dörder
kişilik guruplar halinde kabul ederek kendisine taş atmadıklarına da­
ir yemin ettirdi. Yem in edenleri bırakıyor, etmeyenleri ise tutukluyor-
du. Bu olayda yemin etmeyenlerin sayısı otuza ulaştı ve Ziyad bun­
ların hepsinin ellerini kestirdi. Ziyad, bundan sonra altı ay Basra'da,
altı ay da K ûfe’de ikamet ediyordu.
K û fe’de, başlarında Hacer b. Adiy el-Kindi, Am r b. el-Hamak ve
benzeri kimselerin bulunduğu bir gurup Şiî vardı. Ziyad’a bunların
toplanıp, Muâviye ve memurları aleyhinde sözler söyledikleri haber
verilmişti. Bunun üzerine K ûfe'ye gelen Ziyad, minbere çıkarak şöyle
dedi:
»Şunu biliniz ki, isyan ve fitn en in akibeti çok fenadır. Duydu­
ğuma göre bazı kimseler bir araya gelmiş, heyecana kapılmış, bana
da güvenmemiş ve A llah’a isyan etmişlerdir. Yem in ederim ki, eğer
doğru yola gelmezseniz sizi kendi ilâcınızla tedavi ederim. K û fe ’yi
taş üstünde taş bırakmayarak, sizden sonra gelecek nesillere bir ib­
ret şehri haline getirmeme hiç bir mani yoktur. A rtık anan ağlasın ey
Hacer! K örlük seni sırtlanın üstüne atm ış.»
EMEVÎLKR DBVRİ 295

Ziyad bu konuşmasını müteakip H acete haber göndererek yanına


gelmesini istedi. Ancak Hacer gelmedi. Ziyad, bir görevlisine kalaba­
lık bir gurup insan göndermesini emretti. Hacer, bunlara da küfürler
savurdu. Bunun üzerine Ziyad, Kûfelileri tekrar topladı ve :

« B ir elinizle yaralıyor, öbürüyle sarıyorsunuz. Bedenleriniz benim­


le, ama kalpleriniz ahmak H acefle beraber. Vallahi bu sizin kötülü­
ğünüzden kaynaklanıyor. Yemin ederim ki, ya suçsuzluğunuzu göste­
rirsiniz veya öyle bir orduyla gelirim ki, onlarla sizin eğri ve kambur­
larınızı doğrulturum .» Halk bir ağızdan, «Allah korusun. Biz sizin ho­
şunuza gitmeyen şeyi ve size karşı gelmeyi düşünmeyiz» dediler. Ziyad,
« Öyle ise, kalkın gidin, Hacer’in yanındaki akrabalarınızı çağırıp, ge­
tirin » dedi. Halk kendilerinden isteneni yapınca Ziyad muhafızına şun­
ları söyledi: «G it bana Hacer’i bul getir. Eğer gelmek istemezse kılıçla
hallet ve onların hepsini buraya getir.» Hacer uzun süren bir uğraşma­
dan sonra getirilebildi. Ziyad onu görünce, «Hoş geldin Ebû Abdurrah-
man, savaşlar meyvesini verdi, insanlar barıştılar. Sen de şimdi o sa­
vaşları yapanları suçluyorsun» dedi. Bunun üzerine Hacer, « Baş kal­
dırmış, toplumdan ayrılmış değilim. Verdiğim biatimi koruyorum »
dedi. Bu konuşmadan sonra Hacer hapsedildi, adamlarından on iki
kişi hariç hepsi salıverildi. Kalanlar muhakeme edildi.

Halk, Hacer'in kalabalıkları toplayıp, halifeye açıktan açığa ha­


karet ettiğine, insanları savaşa kışkırttığına, fitnenin ancak Hz. A li’nin
neslinin iş başına gelmesiyle kalkacağını söylediğine, şehire saldırıp
valiyi oradan atmak istediğine dair şahitlikte bulundular. Şahitlere
göre, Hacer’in yanında bulunan diğer insanlar da onun fikrindeydiler.
Bu meâlde ifade veren şahitlerin sayısı hayli fazla olduğu için Hacer,
adamları ile birlikte Muâviye’ye gönderildi. Bunlar, Şam yakınların­
daki Merc Azra’ya gelince Muâviye, içlerinden sekiz kişinin öldürülme­
sini emretti. Hz. A li’den ayrıldıklarını söyleyen altı kişi ise serbest bı­
rakıldı.

Hacer meselesi, Hz. Aişe’ye haber verilince onu ve arkadaşlarını


affettirm ek için Abdurrahman b. el-Haris’i Muâviye’ye gönderdiyse de
Abdurrahman, onların ölüleriyle karşılaştı. Duruma üzülen Abdurrah­
man Muâviye’ye: »Ebû Sufyan’m yumuşaklığından senin payına dü­
şen ne oldu?» diye sordu, Muâviye de, «Senin gibi yumuşak m illetim i
kaybetmek» diye cevap verdi ve olayı bu noktaya Ziyad’m getirdiğini,
kendisinin de bitirdiğini söyledi. Hz. Aişe, bu olaydan dolayı duyduğu
hissiyatım, «Her hareketimiz bizi daha kötü bir duruma götürm üyor
olsaydı, Hacer’i oldürtmezdik» şeklinde ifade etti. Şia taraftan olan
Hind binti Zeyd de onun için şu meâlde bir mersiye söyledi:
296 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

«Ey aydınlık saçan ay! Dikkat et, Muâviye’ye öldürülmek üzere


giden Hacer’i görüyor musun? Hacer’den sonra zalim ler daha da za­
limleşti. A rtık Havemak sarayı ve köşklerde keyf sürüyorlar.
Şehirler ona dar geldi. Sanki onları yağm ur yüklü bulutlar su­
lamıyor.
Ey Benî Adiy'den Hacer! Seni kurtuluş ve m u tluluk karşıladı.
Senin başına Şam’da, arslan gibi kükreyen bir ihtiyar, öldüren
bir felâketin gelmesinden korkarım.
Eğer sen ölürsen, zaten her m illetin lideri dünyadan yok olup g it­
m iyor m u ?»

Ziyad, H. 53 (673) senesinde yakalandığı vebadan öldü.


Ziyad'ın Irak'a hâkim olmak için takip ettiği yolu inceleyenler,
bunun olağanüstü bir yönetim olduğunu görürler. Çünkü Ziyad, dos­
tu düşmanına, şehirde oturanı kaçana, kendisini kabul edeni etmeye­
ne, itaat edeni baş kaldırana, bedel olarak cezalandırmıştır ki, bu yal­
nız suçu işleyene ait kılan şer'î hukuka aykırı bir uygulamadır. Onun
başvurduğu yol, idarecilerin, suçlarm cezasmı hafifletm ek ve halkı
korkutmak için istemeyerek saptıkları bir yoldur. Bunun sağlayacağı
fayda genellikle kısa vadelidir. Nitekim Ziyad, daha önceleri işlenme­
miş olan yeni tür suçlara da cezalar koymuştur. Mezar soyanın ora­
ya diri olarak gömülmesi, gece sokağa çıkanın öldürülmesi gibi. Bü­
tün bunlar, onun İraklılar için uygun gördüğü sert, olağanüstü uygu­
lamalardır. Ancak burada şunu da belirtelim ki, bu tarz uygulama
onların düzelmesini temin etmiş, onun zamanmda genel bir güvenlik
sağlanmış, Hariciler’in ayaklanmalarmda azalma olmuştur. Ne var ki,
Ziyad’ın bu neticeyi alabilmesi için bir çok kimse hayatından olmuş­
tur. Tarih ise insana, politika ve doğru yönetimde başarı Unvanını,
ancak kötülüğü az bir zararla önleyebilmişse verir. Bunu Ziyad’ın
hakkım yemek için söylüyor değiliz. Çünkü o, her şeye rağmen Irak’ta
en az kan döken vali sayılır. Doğrusu Ziyad, şiddet uygulamalarma
denk olabilecek müspet icraat da yapmış, gece yarısı kapısını çalmak
suretiyle de olsa kendisine yapılan herhangi bir müracaatı geri çe­
virmeyeceğini, kimsenin maaş ve ücretini geciktirmeyeceğini, ordu­
yu halkın üstüne salmayacağını ilân etmiştir. Bir vali, bu üç şeyi uy­
guladığı zaman anarşi ve ayaklanmaların olmasına bir sebep kalmaz.
Bunun içindir ki, bazı tarihçiler Ziyad’ın almış olduğu cezai tedbir­
lerden dolayı çok az kimseye ceza verdiğini söylerler. Halk onun de­
diğini yapacağını bildiği için, korkmuş ve kanunları çiğnememiştir.
Netice olarak söylemek gerekirse, bazı katı uygulama ve zorluk­
lara rağmen Ziyad’ın Ira k ’ta valilik yapmış olduğu dönem, refah ve
EMBVtLER DEVRİ 297

güvenlik dönemi olmuştur. Bu, tarihin Irak halkı için kaydetmiş ol­
duğu acı bir gerçektir. Onlar, başlarına merhametli ve müsamahakâr
bir vali geldiği zamanlar bozulmuş, vali ve halifelere haksız yere baş
kaldırmışlar, iftira etmişlerdir.

M u ğ İ T e b. Şu’be:

Muğire b. Şû’be, yumuşak ve merhametli bir idareciydi. İyilik is­


ter, insanlara iyi davranırdı. Şia ve Haricileri, bazı düşüncelerinden
dolayı muaheze etmezdi. Kendisine gelip «Falan Şildir, lildn da Hari­
cîd ir» gibi ihbarlar yapıldığı olur, o ise bunlara şöyle cevap verirdi:
«A llah, onların böyle ihtilâflara devam etm elerini takdir etm iştir ve
ileride ku lla n arasındaki bu ihtilâfları çözecektir.» Halk, Muğîre'den
bir zarar görmemiştir.
Zaman zaman Hariciler, bir araya toplanarak Nehrevan’da öl­
dürülen arkadaşlarından bahseder, herhangi bir şey yapmadan durma­
nın doğru olmadığını, kendileri gibi düşünmeyen müslümanlarla sa­
vaşmanın farz olduğunu dile getirirlerdi. Bu sırada Haricileri üç kişi
idare ediyordu. Temim kabilesinden Mustevrid b. Alfe, Teym kabile­
sinden Hayyân b. Zıbyân ve Tay kabilesinden Muâz b. Cuveyn b. Hu-
sayn. Hariciler yaptıkları müzakereler sonunda en yaşlıları olan Mus­
tevrid b. A lfe’yi lider seçtiler. Bundan sonra, H. 43 senesi Şaban ayı­
nın başmda (Kasım 663) isyan hareketini başlatmak üzere karar ve­
rip hazırlıklara koyuldular. Onlar bu düşünceyle hazırlanmakta iken,
M uğire’nin emniyet sorumlusu kendisine durumu rapor etti. Muğire,
ona adamlarıyla gidip Haricîlerin toplanmış oldukları söylenen Hay­
yân b. Zıbyan’m evini kuşatmasmı ve oradakileri yakalayıp getirme­
sini emretti. Muğire, tutuklanıp getirilenlere isyan etme sebeplerini
sordu. Onlar da, «Hiç bir şey istemedik» dediler. İşin garibi Haricilerin
yalan söyleyeni sevmeme prensiplerine rağmen bunlar burada yalan
söylüyorlardı. Muğire şöyle konuştu: «Hayır, ben ne yaptığınızı bili­
yorum. Bazı arkadaşlannız da bunu itira f ettiler.» Hariciler orada ni­
çin toplandıklarmı şöyle açıkladılar: «Hayyân b. Zıbyan aramızda en
iyi K u ta n okuyandır. Onun evinde toplanıp, kendisinden K u ta n oku­
ma dersi alıyoruz.» Bu konuşmalardan sonra Muğire, bunları hapse
attırdı. Bir seneye yakın orada kaldılar. Onlarm hapse atıldığını du­
yan diğer arkadaşları bir araya gelip, toparlanmaya başladılar ve ne­
ticede Mustevrid ayaklandı. Gelişmekte olan bu olayların haberi Mu-
ğire’ye ulaşınca Kürelileri topladı ve şu konuşmayı yaptı:
«Ey insanlar! Sizler için iyilik istediğimi ve sizleri rahatsız eden
şeyleri kaldırmakta olduğumu bilirsiniz. Ancak ayak takımı bazı kim­
298 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

selerin bir uygunsuzluk yapmasından endişe etmekteyim. Ayrıca kor­


karım ki, dürüst ve suçsuzlarınızı cahil ve çapulcuların suçlarına kar­
şılık cezalandırmak zorunda kalacağım. Hepinizin başına bir takım kö­
tü şeyler gelmeden, içinizdeki çapulculara m ani olunuz. Duyduğuma
göre, bazılarınız memlekette fitn e ve ayrılık çıkarmak istiyorlarmış.
Yemin ediyorum ki, bu şehirde herhangi bir yerde böyle bir olay çı­
karsa, orayı harabeye çevirir, onları da ibretlik yaparım. Sonunda piş­
man olmadan herkesi düşünmeye davet ediyorum. Bu konuşmayı bun­
dan sonra yapacaklarımdan dolayı mes’uliyet kabul etmeyeceğimi be­
lirtm ek için yapmış bulunuyorum.»
Bu konuşma üzerine M a’kil b. Kays ayağa kalkarak, «E y valimiz!
Acaba size bu kimselerin kim ler olduğu bildirildi mi? Eğer size bun­
ların ismi verildiyse onların kim olduklarını bize bildirin. Şayet bi­
zim ailelerimizden iseler onların hakkından biz geliriz. Bizlerden değil­
seler, yine emrediniz, her kabile ayak takım ını teslim etsin.» deyince,
«H a y ır» dedi Muğîre, «Bana bir isim verilmedi. Fakat böyle bir top­
luluğun olduğu söylendi.» Ma'kil tekrar ayağa kalkarak, «S iz üzülme­
yiniz. Ben şimdi kendi kabileme gidiyorum ve bizden bir şey varsa hal­
lederim. Diğer kabile reisleri de aynı şeyi yapsınlar» dedi. Bu toplan­
tıdan sonra Muğîre, kabile reislerine haber göndererek, «H er kabile
reisi kendi kabilesi içindeki pürüzleri gidersin. Aksi halde yemin ede­
rim ki, sonunuz kötü ve korkunç olur. O zaman kendinizden başka
kimseyi suçlamayın, ben görevim i yaptım .» dedi. Bu haber üzerine ka­
bile reisleri, kabilelerini dolaşarak kim fitne ve fesat çıkarmak gibi
bir düşünce taşıyorsa, Allah ve din namına kendilerine bildirmelerini
istediler.
Hariciler, Abdu’l-Kays kabilesinden birinin evinde toplanmışlardı.
Mustevrid ve adamlarının da orada bulunduğunu öğrenen Samma b.
Savhân, bu kimselerin kendi kabilesi içinde ele geçirilmelerini ve ka­
bilesinin zarar görmesini istemediği için orada bulunanlara bir ko­
nuşma yaptı:
nArkadaşlar; Allah, Peygamberimizin E h l-i Beyt’i ve müslüman-
lar adına halifeye baş kaldıran, kanımızı helâl sayan ve önüne gelene
kâfir diyen bu sapık ve dinden çıkmış insanları sakın ola ki, evleriniz­
de barındırmayın, saklamayın. Bunlara karşı en katı düşman olması
gereken kabile sizsiniz. Duyduğuma göre, onlardan bir kısmı buralarda
bulunuyormuş. Ben onları aramaktayım. Eğer onlardan herhangi bi­
rin i bulursam, kanını akıtarak Allah’a yakınlaşmak niyetindeyim. Çün­
kü onların kanı helüldir.» Bu konuşmayı duyan Mustevrid, o kabi­
leye ait' olan evden ayrıldı. Öte yandan, M uğire’nin hapishanesinde
bulunan Haricîlere, şehir halkının Haricileri temizlemeye karar ver­
EMEVÎLER DEVRİ 299

dikleri haberi ulaşınca şairleri Muâz b. Cuveyn şu me&lde bir şiir söy­
ledi:
«E y fedailer! Kendini AUah’a adamışların göç zamanı geldi.
Bilmeyerek günahkârlar ülkesinde bulundunuz. Hepiniz öldürü­
leceksiniz.
Düşmanınıza karşı koyunuz. Boğazlanmayı beklemeniz sapık bir
görüştür.
Arkadaşlar, en doğru ve adaletli yolda gayeye ulaşmak için çar­
pışınız.
Keşke ben de cins bir at üzerinde zırhlı ve silâhsız olarak aranız­
da bulunsaydım.
Keşke sizinle beraber düşmanınıza saldırıp da ilk ölüm şerbetini
içen ben olsaydım.
Benim k ılıcım ı çekmem yüzünden, sizin korkup dağılmanız, sizin
cepheye koşup kırılmanız, benim ise bukağılanmış bir esir olmam ba­
na acı gelmektedir.
İk i tara ] arasında tozlar havaya yükseldiği zaman, size hücum
edildiğinde yanınızda olabilseydim sizi desteklerdim.
Bugüne kadar nice topluluklar yenildi, taarruzlar yaşandı ve çağ­
lar geçildi.»
Sonra Mustevrid' ve adamları Sevrâ’ya çekildiler ve orada konak­
ladılar. O gece sayılan üç yüz kişi kadardı. Oradan da Surat'a geçti­
ler ve bir gece de orada konakladılar. Durumdan haberdar olan Mu-
ğire, halkın ileri gelenlerini topladı ve isyancılann korku ve kötü
niyetle hareket ederek yine ayaklandıklannı açıkladı. Onların üstü­
ne kimi göndermesinin uygun olacağını sordu. Adiy b. Hatem ayağa
kalktı ve «Hepimiz onlara düşmanız, fik irlerin i beğenmeyiz ve size
bağlıyız. Hangimize emretseniz gideriz» dedi. Ondan sonra Ma’kll b.
Kays ayağa kalktı ve «Burada bulunan kim i bu göreve getirseniz, em­
rin izi yerine getirecek, anlan dağıtıp, ortadan kaldıracaktır. Fakat
ben öyle inanıyorum ki, bu işe benden daha uygun, onlara daha düş­
man ve acımasız bir kimse bulamazsınız, beni görevlendiriniz» dedi.
M uğire; bu teklifi kabul etti.
M a’kil yanma Şia’dan seçme süvarilerden üç bin kişilik bir ordu
alarak Haricilerin peşine düştü. Medâln’e vardıklarında üç yüz kişi­
lik bir birlik ile Ebû Ruvağ’ı öncü olarak gönderdi. Ebû Ruvağ’ın
birliği Haricîlerle el-Mizar denilen mevkide karşılaştı. Sabah olunca
Haricîlerin taarruzuna uğradılar ve dağıldılar. Birliği bozguna uğra­
yan Ebû Ruvağ, askerlerine şöyle haykırdı: «Aptal süvariler, Allah sizi
kahretsin, geri dönün, saldınn.» Bu çağn üzerine dağılan süvariler,
toparlanıp ikinci bir hamle yaptılarsa da yine dayanamadılar ve ta­
300 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

mamen bozguna uğradılar. Daha sonra dağılan birliğini tekrar topar­


layan Ebû Ruvağ askerlerine, gidip düşman birliğini takip etmek ge­
rektiğini, komutanları gelinceye kadar onlann peşini bırakmanın doğ­
ru olmadığını söyleyerek, « Böyle yenik bir vaziyette birliğim ize ka­
tılm am ız ne kadar ayvp o lu r» diye ısrar etti. Askerlerden biri, «A llah
doğruyu söyleyeni kınamaz. Ne yalan söyleyelim, bizi yendiler» diye
çıkış yapınca Ebû Ruvağ onu azarladı ve «İnşallah, içimizde senin g i­
bilerin sayısı azdır. Savaş alanım terketmedikçe yenilmiş sayılmayız.
Onlara saldırın, yaklaşttkça durumumuzu düzeltmiş olu ruz» dedi. Ma’-
kil gelinceye kadar bu stratejiyi sürdürdüler. Kendilerini bu azim için­
de bulan M a’kil’in teşekkür ve iltifatları üzerine Ebû Ruvağ şu kar­
şılığı verdi: «D ik k a t etmeliyiz. Fena saldırıyorlar. Siz o saldırılara biz­
zat karşılık vermeyiniz. Sizin önünüzde onlarla çarpışan bir birlik çı­
karırım , siz de destek mahiyetinde onlann arkasında bulunursunuz.»
M a’kil, bu görüşü doğru buldu. Ne var ki, onlar henüz böyle görüş­
me halindeyken Hariciler üzerlerine saldırdılar. Askerleri kaçmaya
başlayan M a'kil atmdan indi ve, «Ey Müslüm anları Dayanın, kaçma­
yın, durun» diye bağırdı. Yanında Ebû Ruvağ, bir çok süvari ve iki yüz
kadar da muhafız askeri kalmıştı. M a’kil’in dayandığmı gören diğer
askerler de geri döndü ise de artık akşam olmuştu. Geceleyin Haricî­
ler arasında Basra’dan kendileri ile savaşmak üzere bir ordu gönde­
rilmiş olduğu yolunda bir haber yayıldı. Bunun üzerine Haricîler, iki
düşman ordu arasmda kalmak korkusuyla oradan uzaklaştılar. Sabah
olunca durumu öğrenen M a’kil, peşlerine düştü. Yine altı yüz kişilik
bir öncü birliğiyle ileri gönderilen Ebû Ruvağ, Haricîlerle bu defa Car-
cara’ya denilen yerde karşılaştı. Hariciler, ona karşı şiddetli bir taar­
ruza geçtiler. Bu defa, yüz kişilik bir askerle yine ortada kalan Ebû
Ruvağ, bir yandan düşmana hücum ederken bir yandan da şu meâlde
bir şiir söylüyordu:
«Y iğit kişi, korkaklar oklardan kaçtığı zaman savaş meydanını
terketmey endir.
Şunu biliyorum ki, savaşta bozgun felâketi gelip çattığı zaman
öndeki kahramanları daha çok korkutuyor.»
Ebû Ruvağ ve yanında kalan adamları, karşı taarruzlarını peşpe-
şe tekrarlayarak düşmanlarını ilk yerlerine çekilmeye mecbur e tti­
ler. Haricîler, bu durum karşısında Ma’kil’ln yetişmesi endişesiyle ge­
ri çekilmeye başladılar. Ebû Ruvağ ise peşlerini bırakmıyordu. Bu nok­
tada Mustevrid askerlerine şöyle dedi: «Ebû Ruvağ'ın adamları Ma’kil'
in seçme askerleridir. Gelin biz, bunlar yetişmeden önce varıp Ma’kil
ile savaşalım.» Sonra da Ebû Ruvağ’ı aldatarak askerini geri döndürdü
ve ansızın kuvvetleri yanında olmayan M a’kil’ln karşısına çıkıverdi.
EMEVÎLER DEVRİ 301

Düşmanla beklemediği bir an ve taızda karşılaşan Ma'kil atından


inerek sancağı dikti ve « Arkadaşlar ininiz» dedi. Ma’kil'in adamları
iki yüz kişi kadardı. Hariciler taarruz ettiler. M a'kil’ln askerleri ya­
pılan şiddetli saldırılara karşı dayanmaya çalıştılar. Bu esnada Ebû
Ruvağ’ın askerleri yetişti. Savaş korkunç bir hal aldı. Savaş sonunda
Haricilerden beş kişi dışında, Mustevrid ve arkadaşlarının hepsi öl­
müştü. Karşı taraftan ise ordu komutanı Ma’kil de ölenler arasınday­
dı. Savaş esnasında Ma'kil ile Mustevrid karşı karşıya gelmişlerdi. Ma'-
k il’in elinde kılıç, Mustevrid'in elinde ise mızrak vardı. Aralarında
çetin bir vuruşma oldu. Sonunda ikisi de biribirlne öldürücü darbeler
vurmuş oldukları için aynı yerde öldüler.

Şa’bî şöyle der:


« Her ne kadar kendisinden önce bir takım iyi valiler geldiyse de,
bize M uğire gibi bir vali gelmedi.» Muğîre, yedi yıl Muâvlye’nin vali­
liğini yaptı. Güzel huylu, iyilik âşığı bir insandı. Ne var ki, Hz. A li’yi
kötülerdi. Hz. Osman’ı şehit edenleri linetler, onu rahmet ve m ağfi­
retle anar, taraftarlarını suçsuz bulurdu. Muğîre şöyle derdi: «B u
şehrin iyi insanlarını öldürerek, kanlarını dökmek suretiyle işe baş­
layıp da bu şekilde onları cennetlik ve kendimi cehennemlik etmek,
Muâviye’yi bu dünyada yüceltirken, kendimi ûhirette mahvetmek is­
temem. Ben bu halkın iyileriyle dost ölür, kötülerini de bağışlarım.
İy ile rin i över, ahlâksızlarına nasihat ederim. Ne zaman ki ben ölü­
rüm , benden sonraki valileri görürler, işte o zaman beni anmaya baş­
larlar.»
Yaşlı bir K üfeli daha sonra şöyle demiştir: « Vallahi ondan sonra­
kileri gördük ve onu içlerinde en iyi, en takdir edici ve bağışlayıcı ola­
rak andık.» Muğîre, H. Sİ (671) senesinde vefat etti. Eğer onu Zl-
yad’la mukayese edersek ondan daha başarılı olduğunu görürüz. Çün­
kü Muğîre daha az şiddet ve zorla şehri ıslah edebilmiştir.

Ubeydullah b. Ziyad:

Irak'ın sert valilerinden biri de Ubeydullah b. Ziyad’dır. Muâviye'


nin H. 55 (675) senesinde Basra’ya vali tayin ettiği Ubeydullah, Ha­
ricîlere karşı babası Ziyad'dan daha katı davranmıştır. İbn Ziyad,
Haricîlerden elli sekiz kişiyi İşkence İle, bir çoklarım da savaşarak öl­
dürdü. İşkence ile öldürülenler arasında Ebû Bilâl Mlrdas b. Ediye’
nin kardeşi Urve b. Ediye de vardır. Bu adamın öldürülmesi olayı şöy­
le cereyan etmiştir.
Bir gün İbn Ziyad, kendine ait yarış atını meraya salmış bekler­
302 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLAM T A R İH İ

ken içlerinde Urve b. Edîye’nin de bulunduğu bir kalabalık toplanmış­


tı. Urve, İbn Ziyad'a yaklaşarak, « İslâm'dan önceki dönemde olan
beş şey şimdi bizde de görülmeye başladı. Siz her yol üzerine, bir işa­
ret yapıp boş şeyle m i uğraşıyorsunuz? Belki ebedî yaşarsınız diye
sağlam köşkler ediniyorsunuz. Yakaladığınız zaman zorbalar gibi ya­
k a l a n ı y o r s u n u z .» demiş bunlardan başka iki şey daha saymıştı. Bun­
ları dinleyen İbn Ziyad, Urve’nin bu tür konuşmaya yanında adam­
ları olduğu için cür’et ettiği zannına kapıldı ve kalkıp bir ata binerek
varış atını orada 'bırakıp gitti. Oradakiler Urve’ye, «N e yaptın? Bu
adam seni öldürür» dediler. Oradan kaçıp gizlenen Urve, kısa sürede
yakalandı. Önce el ve ayaklan kesildi. Daha sonra İbn Ziyad, onu
huzuruna getirtti ve .düşüncesini sordu. O da, « Sen benim dünyamı
harap ettin, ben de senin âhiretini yıktım » dedi. Bunun üzerine İbn
Ziyad, Urve’yi öldürttüğü gibi adam gönderip Urve’nin kızmı da öl­
dürttü. Ahvaz’da kardeşi kırk kişiyle birlikte İsyan etti. İbn Ziyad,
bunların üzerine Temimli İbn Hısn komutasında iki bin kişilik bir or­
du gönderdi. Fakat bu ordu Haricîler taralından hezimete uğratıldı.
Bir Haricî şair şöyle der:
«Siz kırk kişinin Asek’te öldürdüğü bin kişiyi m ü’m in m i sanı­
yorsunuz? Yanılıyorsunuz. Fakat Haricîler m ü’mindir.
Onlar bildiğiniz gibi kalabalığa galip gelen küçük bir topluluk
idiler.»
Ubeydullah b. Ziyad, Muâviye vefat edinceye kadar Basra’da va­
li olarak kaldı.
Mısır’da ise vali olarak, oranın fatih i ve halkını en iyi tanıyan ki­
şi olan Anır b. el-Âs bulunmakta İdi. H. 43 (663) senesinde vefat edin­
ceye kadar buradaki valilik görevini sürdüren Am r ölünce, yerine
oğlu vali oldu. Daha sonra o da görevden alınarak yerine başkası ge­
tirildi.
Hicaz’a gelince, burada valilik görevini sürekli olarak Umeyye
Oğulları yürütüyordu. Medine valiliği Mervan b. Hakem ile Saîd b.
el-Âs arasında nöbetleşe el değiştirirdi. Muâviye, Benî Harb kabilesin­
den birini vali yapmak istediği zaman onu önce T a if’e tayin ederdi.
Eğer başarılı olursa yetki alanına Mekke valiliğini İlâve ederdi. Muâ­
viye, bir adamı T a if’e vali yaptığı zaman o adam için «O ebcettedir»
denirdi. Mekke valisi olduğunda «K u r’an'a geçtiğin söylenir, Medine
valisi olunca da «A rtık usta olduğun kabul edilirdi. Genellikle Hac
işlerine Medine valileri bakardı. Çünkü Muâviye 44 (664) ve 50 (670)
yılları dışında haccetmemiştlr. Bu yıllar dışında hac İşine hepsi de
Umeyye Oğulları’ndan olan Medine valileri bakmıştır.
EMEVÎLER DEVRİ 303

c) M uâviye Devrindeki Fetihler:

Muâviye içerde sükûneti temin ettikten sonra, Hz. Osman’ın son


yıllarından itibaren durmuş olan fetihlere yeniden başladı. Muâviye
zamanında yapılan fetihler doğuda Horasan, Maveraünnehr ve Sls-
tan, batıda Kuzey Afrika ve kuzeyde Anadolu istikametlerinde geliş­
miştir.

Muâviye'nin hilâfetinin ilk yıllarında Basra valisi Abdullah b.


Âm ir’in insiyatifi ile Sisyan bölgesinde bazı akınların yapıldığı gö­
rülmektedir. 663 yılında Abdurrahman b. Semure komutasındaki bir
ordu, Kabul üzerine yürüdü. Çetin çarpışmalardan ve uzun bir muha­
saradan sonra bu şehir, Abdurrahman tarafından fethedildi. Bunu
Büst ve diğer küçük şehirlerin zaptı takip etti. Yine aynı yıl İçinde
Sind üzerine bir akın yaparak bu havalide bulunan Türkler İle çar­
pıştı. Bir yıl sonra ise Muhelleb b. Ebî Sufra komutasında tekrar bir
sefer yapıldı ve müslüman orduları, Sind nehrine kadar ilerlediler. Bu
seferler belirli bir plân dahilinde yapılmadıkları için istenilen netice­
ler alınamamıştır.

Bu düzensiz akmlar Ziyad b. Ebih in Basra valisi tayin edilmesine


kadar devam etmiştir. Ziyad, dahili huzursuzlukları bertaraf ettik­
ten sonra, Horasan ve Sistan’da düzenli bir fetih siyaseti takibine
başladı. Başlangıçta Muâviye’ye tesir ederek Horasan ve Slstan’da ye­
ni ordugâhlar kurulmasını sağlamıştır. 671 yılında K üfe ve Basra'dan
elli bin kişi, M erv esas olmak üzere Herat, Tus, Nlşapur ve Belh şe­
hirlerine yerleştirildi. Böylece Türkistan’a karşı girişilecek fetihlerde
başrolü oynayacak olan Horasan vilâyeti teşekkül etmiş oldu. Bu vi­
lâyetin merkezi olan Merv, çöl ortasında bulunması sebebiyle Arap­
ların yaşayışlarına uygun gelmekte idi. Merv, aynı zamanda Ceyhun
nehrine yakm olması sebebiyle Türkistan’ın fethine böylece bir adım
daha yaklaşılmış oluyordu. Tekilâtlanma tamamlandıktan sonra akm­
lar başladı. Bu cümleden olarak 667 yılında Horasan valisi Hakem b.
Ömer el-Gıfarî ile Muhelleb b. Ebî Sufra komutasındaki İslâm- kuv­
vetleri Tohariştan’da Türklerle mücadeleye giriştiler. Hattâ Ceyhun’u
geçerek Çaganyan’a kadar ilerlediler. 671 yılında yeni Horasan vali­
si Rebî’ b. Ziyad el-Harisî, Belh’i zaptettikten sonra E ftalit ordusunu
Kuhistan’a kadar takip ederek onları ağır bir mağlubiyete uğrattı.
Diğer bir gurup kuvvet de kuzeyde Amul ve Zamm şehirlerini elege-
çirerek Harizm ’e kadar akmlannı devam ettirdiler. Bütün bu seferler
gösteriyor ki, Ziyad ile valileri arasında bir fetih plânı düzenlenmiş
ve buna göre hareket edilmiştir ve bu sayede İslâm hâkimiyeti Cey­
hun nehrine kadar uzanmış oluyordu.
304 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Ziyad'ın ölümünden sonra Horasan vilâyeti müstâkil hale gel­


di ve valiliğine Ubeydullah b. Ziyad getirildi. Bu sırada daha yirmi
yaşında bulunan Ubeydullah, babasının fetih politikasını takip ede­
rek 674 yılında Ceyhun’u geçerek Maveraünnehr’e girdi ve Buhara
üzerine yürüdü. Buhara’da kaynakların belirttiği üzere Kabac Hatun
hüküm sürmekte idi. Ubeydullah, Buhara’yı muhasara etmeden ön­
ce bölgenin önemli ticaret şehri olan Beykent’i ele geçirdi. Tehlikenin
yaklaştığını gören Kabac Hatun, Türklerden yardım istedi ise de ge­
len kuvvetler, Ubeydulah tarafından mağlup edildiler. Bundan son­
ra Ubeydullah, Buhara’nın muhasarasını daha da şiddetlendirdi. K a ­
bac Hatun, başka kurtuluş çaresinin kalmadığını görerek Ubeydul-
lah’tan sulh teklifinde bulundu. Kabac Hatun, sulh yapıldığı takdirde
vergi vermeği kabul ediyordu. Ubeydullah, bu teklifi kabul ederek iki
bin Türk savaşçısını da alarak geri çekildi. Ubeydullah’m bu seferi
ile İslâm orduları yavaş yavaş Maveraünnehr’e girmeğe başlamışlardı.
Ubeydullah’tan sonra Horasan valisi tayin edilen Saîd b. Osman b.
Affan 676 yüında Ceyhun’u geçerek Semerkand havalisine karşı hü­
cuma geçti. Buhara hâkimi Kabac Hatun, başlangıçta Saîd’e sada­
katini arzetti ise de daha sonra Türkler ile Soğd, Kiş ve Nesef ahali­
sinin Said’e karşı harekete geçtiğini öğrenince onların safma geçti.
Said, bu m üttefik kuvvetleri mağlup etmekte fazla zorluk çekmedi ve
arkasından Buhara’ya girdi. Kısa bir zaman sonra da Semerkand'ı mu­
hasara etti ve vergiye bağladı. Dönüşte mühim bir ticaret merkezi
olan Tirm iz’i fethetti. Görülüyor ki Muâviye zamanında doğuda bü­
yük fetihler olmamış, daha ziyade teşkilâtlanmaya ve ilerdeki fetihle­
re hazırlanmaya ağırlık verilmiştir. Bunda da baş rolü yine Ziyad oy­
namıştır.

Muâviye devrinde yapılan gazaların ağırlık merkezini Anadolu


teşkil etmektedir. İslâm orduları, hemen her yıl bir veya iki defa Ana­
dolu’ya akın yapmakta idiler. Yaz ve kış yapılan bu akınlar, bir fe ­
tih politikası takip etmeyip, düşmanı yıpratma gayesini güdüyordu.
Bizans devleti ile olan hudut şehirlerine yerleşen mücahitler ile Suri­
ye ordugâh şehirleri birliklerinin katıldığı bu gazalarda Ankara ve
Amorion gibi Orta Anadolu’nun mühim şehirleri yağma ve tahrip edi­
liyordu. Bu gazalar esnasında Büsr b. Ebî Ertat, Mâlik b. Ubeydullah
ve Mâlik Hubeyre gibi komutanlar temayüz etmişlerdir.
Bizans’a karşı yapılan gazaların ve hattâ Muâviye devrindeki bü­
tün askerî harekâtın en cüretlisi İstanbul’un muhasaralarıdır. İstan­
bul’a karşı ilk askerî harekat H. 48 (668) yılında olmuştur. Muâviye
en kuvvetli rakibi olan Bizans devletine ağır bir darbe vurmak gaye­
siyle hedef olarak İstanbul’u seçti. İstanbul'a karşı büyük bir sefer
EMEVİLER DEVRİ 305

yapılacağı her tarafta ilân edilerek gönüllülerin toplanması sağlandı.


Sufyan b. A v f el-Ezdi başkomutanlığa getirildi. Bu sefere başta Ebû
Eyyub Hâlid b. Zeyd el-Ensari olmak üzere bir çok meşhur şahsiyet­
ler de katılmıştır. İslâm ordusu Malatya-Kayseri-Amorion ve Eski­
şehir yolunu takip ederek Kadıköy’e geldi. Uzun yolculuk ve soğuklar
İslâm ordusunda büyük kayıplara sebep olmuştu. Kışı Kadıköy'de ge­
çiren ordu halifeden yardım istedi. Muâviye, 669 yılı ilk baharında
oğlu Yezid ile beraber yardımcı kuvvetler gönderdi. Yezid’in gelme­
sinden sonra boğaz geçilerek İstanbul muhasara edildi. Bütün yaz bo­
yunca muhasara devam etti. Fakat kuvvetli sur lan aşmak mümkün
olmadı. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine muhasara terkedilerek Su­
riye'ye geri dönüldü. İslâm kaynaklarına göre bu sefere katılan Ebû
Eyyub, hastalanmca Yezid’e: «Beni düşman arazisinde gidebileceğin
en uzak yere kadar götür, daha ilerisine gidemeyeceğin yer neresi ise
beni, işte araya defnet, zira İstanbul surlarının önüne mübarek bir
adam defnedileceğini Rasûlallah'tan duymuştum, um afım ki o adam
ben olayım » demiş ve ölümü üzerine surlar önünde, bugün onun adıy­
la anılan Eyüb semtine defnedilmiştir.

Muâviye devrinde İstanbul’a karşı yapılan ikinci askeri harekât


674 yılında Cunâde b. Ebi Umeyye el-Ezdi komutasında başlamıştır.
İslâm donanması 673 yılında harekete geçmiş ve bazı adalar ile Ak­
deniz ve Ege sahillerinde köprübaşları tutan müslüman kuvvetleri,
ertesi yıl İstanbul önlerine gelmişlerdir. Eylül sonlarına kadar müca­
deleler devam etmiş, kışın yaklaşması üzerine Kapıdağ yarımadasına
çekilmişlerdir. 675 yılında tekrar harekete geçerek Bizans donanması­
nı epeyce hırpalamışlardır. Tam yedi yıl kış mevsimlerini Kapıdağ’da
geçirip baharlarda yeniden harbe başlamak suretiyle hep aynı hare­
keti tekrar ettiler. Bu uzun muhasara esnasında gerek soğuk ve has­
talık ve gerekse «Gregeois» denilen Rum-ateşinin kullanılması sebe­
biyle çok kayıp verdiler. Bu ateşin terkibi Kallinikos isminde bir Su­
riyeli mülteci tarafından Bizans’a getirilmişti. Suda da yanan bu ateş
ilk defa kullanılmış ve İslâm donanmasının çekilip gitmesinde başlı­
ca etken olmuştur. Nihayet 680 yılında İslâm donanması mücadeleyi
terkederek geri çekilmeğe mecbur olmuştur. Dönüşte Antalya açıkla­
rında bir fırtınaya tutulan donanmanın büyük bir kısmı mahvolmuş­
tur.
Muâviye'nin Suriye valiliği sırasında kurulmuş olan İslâm donan­
ması süratle kuvvetlenerek Akdeniz’de Bizans donanması ile mücade­
le eder hale gelmişti. Nitekim 655 yılında Zât el-Savarî deniz sava­
şında Bizans’a ağır bir darbe indirilmişti. Bunu takip eden yıllarda
daha da kuvvetlenen donanma, adalara karşı seferlere başladı. Bir do-
F . : 20
306 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLAM T A R İH İ

nanmanın kurulmasını daha valiliğinde istemiş olan Muâviye halife


olunca, donanmanın ehemmiyetini bildiği için bu işe daha fazla önem
vermiştir. 668 yılından itibaren deniz seferleri başlamış ve bir yıl son­
ra Sicilya’nın bazı sahil şehirleri İslâm donanmasının hücumuna ma­
ruz kalmıştır. 672 yılında da Rodos geçici bir zaman için müslüman-
ların eline geçmiştir. 674 yılında İstanbul’un denizden muhasarası bu
sıralarda İslâm donanmasının ne derece kuvvetli olduğunu göstermek­
ledir.
Muâviye zamanında yapılan fetihlerin üçüncü bölgesi ise Kuzey
Afrika idi. Emevîler’in iktidarı ele geçirmesinde büyük gayretleri olan
Anır b. el-Âs’ın ikinci Mısır valiliği devresinde bazı küçük akınlar müs­
tesna büyük bir fetih hareketi görülmemektedir. Ancak bu devrede
ileride yapılması düşünülen seferler için hazırlık çalışmalarına girişil-
diği muhakkaktır. 664 yılındaki ölümüne kadar Amr'ın valilik devre­
sinde Muâviye b. Hudeyc ve Ukbe b. Nâfi'nin yaptıkları akınlarla te­
mayüz ettikleri görülmektedir. Am r’dan sonra Mısır valiliğine getiri­
len oğlu Abdullah ve ondan sonra Ut be b. Ebi Sufyan zamanlarında
da mühim bir harekâta tesadüf edilmemektedir. Bu durum 667 yılın­
da Muâviye b. Hudeyc’in Mısır valiliğine getirilmesine kadar devam
etmiştir. Bazı kaynaklar Muâviye b. Hudeyc’in vali değil, Kuzey A f­
rika’nın fethine memur edilen orduların başkomutanı olduğunu kay­
detmekte, vali olarak Ukbe b. Âm ir’in ismini vermektedirler.
Aynı yıl Fustat ordugâh şehrinden hareket eden İslâm kuvvetleri
Berka çölünü geçere* bugünkü Tunus’a girdiler. Bu bölgede bulunan
Sus şehrini zaptederek kuzeye yöneldiler. İslâm kuvvetleri hareket üs­
lerinden uzaklaşmaları sebebiyle fethedilen bu bölgede yeni bir or­
dugâh şehrinin kurulması hususunda halifeden izin istediler. Muâviye
bu teklifi uygun görerek bu vazifeyi Ukbe b. N â fi’ye verdi. Ukbe, 670
yılında sahilden uzak olmakla beraber M ısır’ı Kuzey Afrika’ya bağla­
yan yol üzerinde Kayrevan şehrini kurdu. Fustat örnek alınarak ku­
rulan bu şehre Mısır'dan getirtilen Araplar yerleştirildi. Ukbe b. Nâ-
fi, K ayrevan’ı hareket üssü yaparak Bizans’ın elinde bulunan şehirle­
re karşı akınlara başladı.
Bizans'ın Afrika valiliğinin merkezi Kartaca idi ve aynı zamanda
sahil şeridi Bizans’ın kontrolünde bulunuyordu. Ukbe’nin hedefi K ar­
taca ve sahil şeridini elegeçirmckti. Fakat bu sırada Ukbe'nin hâmisi
Muâviye b. Hudeyc’in ölümü, onun tasarladığı plânların tatbikine im­
kân vermedi. Nitekim çok geçmeden 675 yılında Ukbe de vazifesin­
den azledilerek hapse atıldığı gibi onun kurmuş olduğu Kayrevan şeh­
ri de tahrip edildi. Onun yerine tayin edilen Ebu’l-Muhacir Dinar,
daha ziyade Berberiler ile anlaşma siyasetini takibe başladı. Ukbe b.
EMEVİLER DEVRİ 307

Nâfi, bir müddet hapiste kaldıktan sonra bir yolunu bularak oradan
kaçmağa muvaffak oldu. Gizlice Dımaşk’a gelerek durumu Muâviye'
ye arzetti. Halife onu tekrar eski vazifesine iade edeceğine dair söz
verdi ise de, bu sırada İstanbul muhasarası devam ettiği için bu istek
tahakkuk ettirilememiştir. Ancak Yezid’in halife olmasından sonra
Ukbe, Kuzey Afrika’ya dönebilmiştir. Bu sırada İslâm donanmasının
G irit ve Sicilya adalarına karşı akınlan görülmektedir. Ancak bu akın­
lar bir yıpratma siyasetinden ileriye geçememiştir.

d) Y ezid'e Veliaht Olarak Biat E dilm esi:


Muâviye, oğlu Yezid'in veliahtlığı için halktan biat almak İstedi.
Bu fikri İlk ortaya atan, Muğire b. Şû’be olmuştu. Birgün bu zat, Y e­
zid'in odasına gelerek şöyle demişti: »Rasnlullah’ın ashabının ileri ge­
lenleri, Kureyş’in büyükleri birer birer öldüler. Şimdi onların çocuk­
tan bulunuyor. Bu noktada halifeyi, sizin için b>at atmaktan alıkoyan
şey nedir, bilemiyorum.» Yezid, » Böyle bir şey olabilir m i?» diye so­
runca da, Muğire, »E vet» diye cevap verdi Yezid, Muğire’nln sözlerini
babasına nakledince Muâviye, onu yanma çağırdı ve Yezid’e ne söy­
lediğini sordu. Muğire:
<ıOsman'ın vefatından sonra çıkan kargaşa ve dökülen kanlan
biliyorsunuz. Sizden sonra Yezid geliyor. Onun için biat alınız. Size
bir şey olursa halkı korur ve size halef olur. Kan dökülmez ve fitn e de
çıkmamış o lu r» diye cevap verdi Muâviye, »B u işi kim halledecek?>>
diye sordu. Muğire buna karşılık. »K ûfelileri ben ikna ederim. Bas­
ra'yı da Ziyad halleder. Zaten bu iki şehirden başka size karşı çıkabi­
lecek bir şehir yoktur» cevabını verdi. Bunun üzerine Muâviye şöyle
dedi: « Öyle ise sen şimdi Küf e’ye git. Orada kendilerine güvendiğin
kimselerle bu konuda istişare et. sonra birlikte düşünürüz»
Muğire, K ûfe’ye gitti, orada kendilerine güvendiği ve Umeyye
OğuUarı’nın adamı olduklarını bildiği kimselerle bu konuyu görüştü.
Kûfeliler, bu düşünceyi olumlu karşıladılar. Bunun üzerine Küfe hal­
kından bir heyet seçti, başlarına da oğlu Musa'yı geçirerek Şam'a gön­
derdi. Bunlar, Muâviye’nin huzuruna varınca Yezid’e biat ettiklerini
açıkladılar. Muâviye, bunlara, » Bunu açıklamakta acele etmeyin. Bu
şekilde düşünmeye devam edin» dedi. Bu heyet dönünce Muâviye’nin
Yezid için biat alma düşüncesi kuvvet kazanmaya başladı ve Ziyad’a
bir mektup yazarak bu konuda fikrini sordu. Bu mektubu alan Zi­
yad, Ubeyd b. K â ’b en-Numeyri’yi davet ederek ona şöyle dedi:
«Başkasına danışanın, güvendiği ve sırrını verebileceği birileri
bulunur. Şim di halk iki yeni huy edinmiş, sırrı ifşa etmek ve lâyık ol­
308 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

mayan kimselere nasihat etmek. B ir sır ancak ik i kimseye verilebilir;


sevap kazanacağım düşünen âhir et adamı ile şeref ve akıl sahibi dün­
ya adamına. Toplum un itham edildiği bir mesele için seni buraya ça­
ğırm ış bulunuyorum ve aynı şey için sana bunları söylüyorum. Halife,
bana m ektup yazmış, Yezid için biat alma konusunda fik rim i soruyor.
Halife halkın Yezid’e baş kaldırmasından korkuyor ve ona itaat etme­
lerini umuyor. İslâm ve onun güvenliği büyük bir meseledir. Yezid,
yakaladığı avı küçümseyen yumuşak bir adamdır. Şim di sen Halife’
ye g it ve Yezid'in bu özelliklerini anlat. Meseleyi biraz teh ir etmesini
söyle ve ona de ki: Bu işin sonraya kalması daha iyidir. Acele etme,
çünkü bu işin geriye bırakılması halinde alınacak sonuç, aceleye ge­
tirmeyle kaybedilecek olandan daha iyidir.» Ubeyd, «Başka bir şey
söyleyeyim m i? » dedi. Ziyad, »N e söyleyeceksin?» deyince Ubeyd, şöy­
le devam etti: «Muâviye’nin düşüncesinin yanlış olduğunu söyleme.
Ona oğlu Yezid'i kötüleme. Yezid’le görüş. Halife’n in sana, Yezid’e
biat hususunda fik rin i soran bir mektup yazdığını belirt. Şahsen hal­
kın bazı gerekçelerle buna karşı çıkmasında korktuğunu, bunun ça­
resi olarak, halka karşı güçlü olabilmesi için onların kendisini itham
ettikleri bazı şeyleri bırakmasının gerektiğini, ancak bu yolla hede­
fine nail olabileceğini düşündüğünü söyle.» Ziyad, «Çok doğru söy­
ledin. A llah’ın izniyle g it bakalım. Dediğin gib i olursa mesele yok.
Eğer aksi olursa zaten bu saklı bir şey değildir. Sen düşündüklerini
söylersin. Allah da bildiğini icra eyler» dedi. Ubeyd, Yezid’le görüştü
ve ona bu fikri söyledi. Bunun üzerine Yezid uygunsuz davranış ve
hareketlerinin bir çoğunu bıraktı. Ayrıca Ziyad, Muâviye’ye Ukbe ile
nır mektup göndermiş, bu hususta acele etmemesini telkin etmişti.
Muâviye de bu fikri kabul etti.
Fakat Ziyad’m ölümünden sonra Muâviye tekrar oğlu Yezid için
biat alma düşüncesine kapıldı. Bu meyanda Medine valisi. Mervan
b. Hakem’e bir mektup yazarak şöyle dedi:
«B en artık yaşlandım. Benden sonra halk içinde kargaşa çıkm a­
sından korkarım. Yerim i birine bırakmak istiyorum. Fakat bu konuda
senin Medinelilerle istişarede bulunmanı istedim. Böyle bir şey yap­
madan meseleyi bitirmedim. Sen bu hususu onlarla görüş ve düşünce­
lerini bana bildir.» Mektubu alan Mervan halkı topladı ve meseleyi
kendilerine iletti, onlar: « Doğrudur, bizi serbest bırakmasını ve bu işi
kesin bir şekle bağlamamasını isteriz» dediler. Mervan, bu karan Muâ-
ıve'ye bildirdi.
Ancak Muâviye, bu karara oğlu Yezid’i veliaht yaptığını açıkla­
man bir cevapla karşılık verdi. Mervan, yine halkı topladı ve, « Halife,
undan sonraki halifenizi seçmiş, işi size bırakmayarak oğlu Yezid’i
EMEVÎLER DEVRİ 309

veliaht yapmıştır» dedi. Abdurrahman b. Ebı Bekr ayağa kalkarak,


«Siz O m m et-i Muhammed’in iyiliğini düşünmüyorsunuz. Bu işi salta­
nat haline getirm ek istiyorsunuz. B ir sultan ölecek yerine oğlu geçe­
cek» d e d i.(l) Hüseyin b. Ali, Abdullah b, Ömer ve Abdullah b. Zü-
beyr de M uâviye’nin kararma karşı çıktılar. Mervan, daha sonra bu
durumu Muâviye’ye bildirdi.
Muâviye, valilerine Yezid’i öven bir mektup yazmış, Şam'a he­
yetler göndermelerini istemişti. Medine’den Muhammed b. Amr, Bas­
ra’dan da aralaıında Ahnef b. Kays'ın da bulunduğu birer heyet geldi.
Muhammed b. Amr, Muâviye'ye; « Her çoban, sürüsünden sorumludur.
Ü m m et-i Muhammed'in başına getireceğin kişi hususunda dikkatli
o l» dedi. Heyetler toplanınca Muâviye, Dahhak b. Kays el-Fihri'ye şun­
ları söyledi: « Önce ben konuşacağım. Ben konuşmamı bitirince sen
ayağa kalkar ve oradakileri Yezid için biat etmeye çağırır, bana da
onu veliaht yapmamı teklif edersin.»
Muâviye, heyetlerin bulunduğu salona girdi ve burada bir konuşma
yaptı. İslâm ’ın yüceliğinden, halifeliğin kutsallığı ve öneminden bah­
setti. Halifelere itaat etmenin Allah'ın emri olduğunu hatırlattı. Son­
ra Yezid’i söz konusu yaparak onun meziyetlerini saydı ve devlet ida­
resi hususundaki bilgisini anlattı, ona biat edilmesini istedi. Muâviye
susunca Dahhak ayağa kalktı ve şöyle dedi:
«Ey m ü'm inlerin em iri! Bu insanlara sizden sonra onları yönete­
cek bir halife mutlaka şarttır. B irlik ve beraberliği, dostluğu denedik.
Bunlar kan dökülmesine daha çok mâni ve daha emin bir yol oluyor,
hayırlı sonuç veriyorlar, önümüzdeki günler zor olacağa benziyor. Hali­
fem izin oğlu Yezid, güzel huyuyla, doğru yoluyla benim bildiğimden
daha yücelerdedir. O ilim ve ahlâk bakımından bizim en üstünümüz,
en ileri görüşlü olanımızdır. Kendisini veliaht yapınız. Sizden sonra
bizim için bir bayrak, bir sığınak olurlar.»
Birkaç kimse daha bu mânâda konuşma yaptılar. Bunun üzerine
Muâviye, Ahnef b. Kays’a dönerek, «Sen ne diyorsun, ey Ebû Bahr?»
diye sordu. Ahnef şöyle cevap verdi: «D oğru söylesek sizden, yalan söy­
lesek A llah’tan korkuyoruz. Ey m ü’minlerin em iri! Siz Yezid’i, biz­
den daha iyi tanırsınız. Onun gece ve gündüz hayatım, açık ve gizli­
sini, gird i ve çıktısını bilirsiniz. Eğer onu, Allah ve ümmet için uygun
görüyorsanız mesele yok. Başka türlü görüyorsanız, siz âhirete gitm ek
üzereyken kendisini dünyaya bırakmayınız. Bize düşen ancak size ita­
at etm ektir.»

(1) İbnü’l-Esir. III. 314-316


31ü doğuştan gUnUmilze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Bundan sonra Muâvlye, taraftarlarına ihsanlarda bulundu, uzak


olanlara iyi davrandı ve onlan idare etti. Sonunda halkın çoğu onun
kanaatine katıldı ve Yezld’e biat etti. Irak ve Şamlıların biatim alan
Muâviye, bin süvari ile Hicaz’a hareket etti. Medine’ye girince halka
hitaben bir konuşma yaparak Yezid'i anlattı. Onu övdü ve, «A k ıl, soy
ve ahlâk bakımından halifeliğe ondan daha lâyık kim var?» diye sordu.
«S eller köprüyü bölmeden, basılarının aklının başına geleceğini san­
mıyorum. Sisleri yeterince uyarmış oldum» dedi ve şu meâlde bir şiir
söyledi:
«Ey A m r! Â l-i Mustalık’ı uyarmış, bana itaat et ve g it demiştim.
Eğer sen bana gücümün yetmeyeceği şeyleri yüklersen,
Yaratanın yaptığı saman seni sevindiren şeyi sana yaparım ki.
Bu da seni üşer. Sana sunduğumu al ve tadına bak.»
Muâviye'nin gelişinden önce üç kişi Hüseyin b. Ali, Abdullah b
Zübeyr ve Abdullah b. Ömer, Medine’yi terkederek Mekke'ye geçmişler­
di. Medine’den Mekke’ye geçen Muâviye, orada hac vazifesini ifa etti
ve üçünü de yanma getirtti. Bu üç kişi, Muâviye ile konuşmak üzere
sözcü olarak İbn Zübeyr’i seçmişlerdi. Muâviye onlara şöyle dedi:
«Sise karşı tutum um u, ailelerimse olan bağlılığım ı, sisi savun­
duğumu biliyorsunus. Yesid, sisin kardeşinis ve amca oğlunusdur. Ona
halifelik ünvanı vermenisi, onu görevinden sisin almanısı, ona em ir­
ler vermenisi, servet biriktirip, dağıtmanızı istiyorum. O bu konuların
hiç birinde sise karşı çıkmaz.»
İbn Zübeyr bu konuşmaya, «Biz, sizden ü ç şeyden birin i yapmanı­
zı istiyoruz» diye cevap verdi. Muâviye, «N elerd ir?» diye sorunca da
onları şöyle açıkladı:
«Rasûlallah’ın yaptığı gibi yaparsınız. Hz. Peygamber, vefat et­
tiği zaman kimseyi yerine veliaht yapmamıştı. Halk daha sonra Ebû
Bekr'i seçti.»
Muâviye, burada şöyle bir itirazda bulundu: «İy i ama sizin içi­
nizde şu anda Ebû Bekr gibi biri bulunmamaktadır.»
İbn Zübeyr devam etti: «Ebû Bekr, bu işi kendi akrabasından ol­
mayan bir Kureyşliye bıraktı, onu veliaht yaptı. İsterseniz Öm er’in
yaptığı gibi yapınız. Öm er de kendisinden sonra kim in halife olacağını
kendi oğlu ve kardeşinin içinde yer almadığı a ltı kişilik bir şuraya
havale etm işti.» Muâviye, «Başka bir diyeceğiniz var m ı? » diye sordu.
İbn Zübeyr ve arkadaşları, «H a yır» diye cevap verince Muâviye şöyle
devam etti:
«Ben sizinle görüşmek istedim. B irin i uyaran kimse artık on­
EMEVİLER DEVRİ 311

dan sonra, o konuda yaptıkları hakkında mazur olur. Ben daha ön­
ce sizinle konuştuğum zaman, bazılarınız kalkıp bana halkın önünde
itiraz ediyordunuz. Ben ise olanları hep hoş görür, ajlederdim. Şimdi
bir şey söyleyeceğim. Yemin elliyorum ki. eğer herhangi biriniz bura­
da bana itiraz edip karşı çıkan bir söz söylerseniz, ikinci bir cümle
söylemeye fırsat bulamadan boynu kılıçla vurulur.» Muâviye, bundan
sonra muhafızlar komutanını çağırdı ve bu üç kişiden her birinin ba­
şına kılıçlı iki asker dikmesini, eğer herhangi biri kendisi konuştuğu
zaman tasdik veya itiraz şeklinde bir kelime sariedecek olursa, orada
kafalarını uçurmalarını emretti. Oradan hep beraber çıktılar. Muâ­
viye minbere çıkarak şöyle bir konuşma yaptı:

«Bu arkadaşlarınız miislümanlarm ileri gelenleridirler. Onlarsız


bir şey başarılamaz, onlara danışılmadan bir karar verilemez. Şimdi
bunlar kendi rızalarıyla Yezid’e biat etmiş bulunuyorlar.»
Bu açıklama üzerine onların biat etmesini bekleyen halk da biat
etti. Bundan sonra Muâviye. önce Medine'ye gitti, oradan da Şam'a
döndü. Rivayete göre İbn Ömer, Muâviye’ye şöyle dedi: «Seninle üm­
metin üzerinde ittifak ettiği şeye katıldığıma dair anlaşıyorum, biat
ediyorum. Eğer bu ümmet Habeşli bir köleyi seçse onlardan yine ayrıl­
mam.»

Muâviye’nin halife seçimindeki bu tavrı, tarihçiler tarafından şu


noktalarda tenkide uğramıştır:

1) Yezid’e biat edilmesine taraftar olmayan gurubu önemseme-


miştir. Oysa onlar, halifelik için umutlanan gurubun ileri gelenleri
idiler. Muâviye, onların Yezid’in veliahtlığı konusundaki karşı çık­
malarını dikkate almamıştır. Hattâ Mekkelilerin bîatmı alabilmek için
o üç kişinin biat ettiklerini açıklamıştır. Böyle bir tavır halifelik ma­
kamına hiç yakışmayan bir şeydir. Bu tavrın ileride temas edeceği­
miz, Yezid zamanında meydana gelen üzücü olaylara sebep olduğu
şüphesizdir.
2) Halifeliğe oğlunu getirerek, İslâm devletini ve hilâfeti, bir
aileye dayalı krallık haline getirmiştir. Oysa o zamana kadar halife­
lik, istişare ve Kureyş'ten seçilme esasma dayalı bulunuyordu. Ayrıca
Muâviye’nin ihdas ettiği bu tarz, genellikle halkın lâyık ve dürüst ol­
mayanlarının halife olmalarına, halifelerin kendilerini dünya zevkle­
rine kaptırmalarına ve halkı ezmelerine yol açar.
Bu tenkitlerin karşısında, halifeliğin bir aileye bağlanmasında,
ümmetin beraberliğini korumak açısından hayır bulunduğunu belir­
ten görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar, halifenin seçileceği halka
312 doluştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

genişledikçe halifeliğe talip olanların sayısının artacağını, İslâm top­


raklarının genişlemesinin de bunda etkili olacağını kaydetmişlerdir.

Elbette bu görüşler, tartışma götürür niteliktedir. Ancak, bu gö­


rüşün sahipleri, Muâviye döneminde, ona karşı çıkanların da, aynı
sistemi benimsediklerini belirtirler: Meselâ Muâviye’y i oğlu Y ezid’i ve­
liaht yaptığı için en çok tenkit edenler Şiîlerdir. Oysa Şiîlerin kendi­
leri de halifeliği Hz. Ali ve oğullan arasmda babadan oğula intikal et­
tirerek düzenlerler. Ayrıca Abbas’m soyundan gelenler de aynı yolu
takip etmiş, halifeliği Abbasî hanedanı dışına taşmayacak olan bir hak
olarak görmüşlerdir. Bunlar, müslüman gurupların hilâfet meselesin­
deki tavırlarıdır. Bunlar üzerinde İslâm hukukçularının da farklı tes­
pit ve değerlendirmeleri bulunmaktadır.

e) M uâviye'nin Y önetim i ile H ulefâ-i Râşidln D evri Y ö n e tim in in


K arşılaştırılm ası:

Muâviye dönemindeki yönetim biçimini inceleyenler onun, Hule­


fâ-i Râşidin döneminin fitneler öncesine her bakımdan benzemediğini
görürler. Hulefâ-i Râşidin döneminde halk, tamamen şer’î hukuk ile
idare edilir, herkes hakkını alır ve herkese hakkı verilirdi. Herhangi
bir kimse, başkasının hakkını vermeyecek, vazifesini yapmayacak ol­
sa sırtında Hz. Ömer’in murakabe ve müeyyidesini bulurdu. İnsan­
lar hemen hemen aynı eğilimdeydiler, aralarında fazla bir görüş ay­
rılığı yoktu. K u r’an’ı, halkı sevgi ve dayanışmaya çağıran aslından
uzaklaştıracak şekilde tevil etmiyorlardı. Muâviye döneminde ise halk,
muhtelif fikirlere ayrılmıştı, birlik ve itaatlarm ı bozmak kolaylaşmış­
tı. K u r’an âyetlerini tevil ederek fitne meydanlarına çıkmışlardı. Bu
dönemde halkın maruz kaldığı yönetim katı ve baskıcı idi. Onun için
kolaylıkla kanlar dökülebilmişti. Ziyad’ı ve onun takip ettiği sert po­
litikayı hatırlayalım: Doğru söylediğine, suçsuz olduğuna inandığı hal­
de, «Senin öldürülmende halkın yaran vardır» diyerek adamı öldürtü-
yordu. Gerçi Muâviye’nin yumuşak, bağışlayıcı, hoşgörülü, iyilik se­
ven bir insan olduğunu itiraf etmek gerekir. Ne var ki, valilerinden
bir kısmı, halka çok sert muamele etmişlerdir ki, bu tür muamelenin
insanları gerçekten ıslah edeceğini sanmıyoruz. Bu valilerin uygula­
dığı tedbirler, olsa olsa, halkı geçici bir sükûnete kavuşturabilir ted­
birlerdir.
Tarihçiler, M u â v iy e 'y i asıl Hz. A li'n in minberlerde, hutbelerde
açıktan kötülenmesine mani olm ayışı y ü a ln d s ı tenkit ederler. Hz.
A li vefa t etm iş v e aralarındaki mesele kapanmıştı. Ğte yandan k en ­
disi de b iliyo rd u ki, bu tü r sö zle r onun ta r a fta r la r ın ı ü zü y o r v e
(S a y fa 312, /3)
EMEVÎLER DEVRİ 313

kızdırıyordu. Sanki bu uygulama hutbenin vazgeçilmez bir parçasıy­


mış gibi onu sürdürmeye kendisini iten sebep neydi, bilinemez.
Muâviye döneminde yapılan müspet icraata gelince, bunlardan bi­
ri posta teşkilâtıdır. Çeşitli şehir'*, e giden yollar belli duraklara ay­
rılmış, her durak için posta hayvanları tahsis edilmişti. Her durak
arasında dört fersah veya on iki millik bir mesafe vardı. Bu mesafeye
uBerîd» denirdi. Halifenin makamından alman bir emirname hızla yo­
la çıkarılır, birinci durağa gelince orada bekleyen postacıya teslim
edilirdi. O da aynı şeyi yapar, böylece emirname bir sonrakilere İnti­
kal ettirilerek, en kısa zamanda istenilen yere ulaştırılırdı.
Yakut’un Mû'cemu’l-Buldan'uıda zikrettiğine göre, Muâviye'nln
İran taraflarına giden bazı elçileri, bir defasında valilerce alıkonmuş-
tu. Bunlar daha sonra bırakılıp geri geldiklerinde Muâviye, gecikme­
lerinin sebebini sormuş, onlar da yollarda uğradıkları valilerden şika­
yetçi olmuş, kendilerine yardımcı olmadıklarını söylemişlerdi. Muâvl-
ye bu valileri çağırtıp, cezalandırmak istedi. Valiler, bu elçilerin ken­
dilerinin elçisi olduklarını bilmediklerini söylediler. Bunun üzerine el­
çilerin atlarının kuyruk ve yelelerinin traş edilmesi ve bunun bir be­
lirleyici işaret olduğunun bilinmesi emredildi.
İlk « Muhafız Birliğin kuran halife, Muâviye’dir. Hulefâ-i Râşidin
döneminde böyle bir şey mevcut değildi. Bir Haricî’nin kendisini öl­
dürmeye teşebbüs etmesinden sonra Muâviye, böyle bir tedbire baş
vurmuştu.
Muâviye bir de «Mühür Dosyası» ihdas etmiştir. Buna şöyle bir
olay sebep olmuştu: Muâviye, Anır b. Zübeyr’e yüz bin dirhem ihsan
verilmesini emreder ve Ziyad’a hitaben bunu bildiren bir yazı yazar.
Yolda zarfı açan Am r ise yüzü, iki yüz yaparak tahrifatta bulunur.
Ziyad, bu meblağın ödenme işini Muâviye’ye sunduğu vakit, Muâviye
kendisinin bu rakamı emretmediğini söyler ve farkı Amr'dan geri İs­
ter. Amr, bu meblağı iade edemeyince de hapse atılır. Ancak yerine
kardeşi Abdullah b. Zübeyr’in ödemesi ile Amr hapisten kurtulur. Bu­
nun üzerine Muâviye, mühür dosyasını ihdas ederek emirnamelerin
bir nüshasını burada saklatmaya başlar.
Muâviye’nin kâtipliğini Rum asıllı Sercun yapmaktaydı. Çünkü o
dönemde Suriye’de kayıtlar Rumca tutuluyordu. Sercun'un haraç iş­
lerine bakan kâtip olması ihtimali daha kuvvetUdir. Sercun, halifenin
emir, yönetim ve danışmanlık işlerine de bakardı. Halifenin kapıcısı,
azatlı kölesi olan Sa’d, kadısı ise Fudale b. Ubeyd el-Ensarî ve ondan
sonra gelmiş olan Ebû İçiriş el-Havlani’dir. Bu zatlar Şam kadısı idi­
ler. Ayrıca her ilin bir valisi bulunurdu.
314 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂM T A R İH İ

M u â v iy e ’ n in Bir Günü :

Muâviye’nin Şam’daki sarayı, baştan aşağı yeşil mermerle döşe­


liydi. Sarayın orta yerinde yüzlerce fıskiyesi bulunan muazzam bir
havuz vardı. Bu havuzun fıskiyelerinden geceli gündüzlü daimi su­
rette fışkıran sular, havuzun kenarından akarak, en zarif çiçekler ve
her çeşit ağaçlarla dolu bir bahçeyi sulardı. O eşsiz bahçedeki ağaç­
ların dallarıyla çiçeklerine konan sayısız kuşlar da, cıvıltılarla bahçe­
ye bir başka güzellik verirlerdi.
Muâviye, günde beş defa halkı dinlemeği bir âdet haline getir­
mişti. Sabah namazından sonra Lâyihacısını huzuruna kabul eder ve
onun getirdiği haberleri dinlerdi; o çıkıp gittikten sonra Muâviye’ye
kendi K u r’an-ı Kerim ’ini getirirlerdi. Muâviye K u r’an’dan, onun otuz­
da biri kadar olan bir kısmını kıraat ederdi. Onun ardından, kendi
odasına çekilir, göreceği işleri görür ve dört rekât namaz kıldıktan son­
ra memurlarıyla halkın dertlerini dinlediği kabul salonuna geçerdi.
Huzura ilk olarak Muâviye'nin kendi memurları kabul olunurdu; Muâ­
viye onlarla bir müddet sohbet ettikten sonra, devlet işlerini havale
ettiği mühim memurları huzuruna alırdı. Bunlar bir gün evvel zuhur
etmiş ve halifeyle görüşmek istedikleri bir mesele varsa onu konuşur­
lardı. Halife, sabah kahvaltısını işte o sırada ederdi. Kahvaltı olarak
da kendisine bir gece evvelki akşam yemeğinden kalmış yiyecekler,
soğuk kuzu eti, tavuk veya ona mümasil bir yemek getirilirdi. M uâvi­
ye bir taraftan kahvaltısını ederken, bir taraftan da memurlarıyla dev­
let işleri üzerinde uzun uzadıya konuşur, fikirlerini bildirirdi. O fa­
sıl da sona erdikten sonra Muâviye, biraz dinlenmek için kendi oda­
sına çekilirdi.
Odasından çıktığı zaman: « Oğl um, iskemleyi hazırla» diye sesle­
nirdi. Sonra doğruca camiye giderdi. Camide abdest aldıktan sonra
kendisi için getirilmiş olan iskemleye kurulurdu. Muhafızları etrafın­
da yerlerini aldıktan sonra Muâviye, geri yaslanarak isteyenlerin ken­
disine yaklaşmasını söylerdi. O zaman fukaralar, çölün uzak köşe­
lerinden gelmiş göçebe Aıaplar, kadınlar, çocuklar, yoksullar ve diğer­
leri halifenin huzuruna gelirler, otıa dertlerini sayar dökerlerdi. Şi­
kâyetçilerin bazıları, kendilerine yapılan adaletsizlikten şikâyet eder­
lerdi. O zaman halife hemen yapılan haksızlığın tam ir edilmesini em­
rederdi; bazıları mallarının gaspedildiğinden, taarruza uğramış olduk­
larından dem vururlardı. Muâviye, hemen bu işi yapana mâni olunma­
sı için muhafızlarını gönderirdi. Bir üçüncüsü hakarete uğramış ol­
duğundan bahseder, halife de derhal işin tahkik edilmesini bildirirdi.
Camide huzuruna çıkmak için gelen bütün şikâyetçiler dinlendikten
EMEVÎLER DEVRİ 315

sonra halife, sarayına dönüp tahtına kurulur ve derhal şu emri ve­


rirdi:
«R ü tb e sırasıyla saray erkânını içeri alın. Benim günümü şenlen­
direcek kim olursa olsun mâni olmağa kalkışmayın.
O zaman huzura almanlar umumiyetle, halifeyi: « Em irul m ü’mi-
nin bu sabah nasıllar?» yahut, «Allah ömrünüzü uzun etsin» diyerek
selâmlarlardı. Halife bu sözlere, «Allah razı olsun» diyerek mukabele
ederdi.
Saray erkânı Muâviye’nin etrafında yerlerini aldıktan ve herkes
kendisine ayrılmış olan yere oturduktan sonra Muâviye onlara şu şe­
kilde hitap ederdi: « Herkes size asiller diye hitap ediyor. Fakat bu asil
olduğunuz için değil, burada benim huzurumda oturmanıza müsaade
edildiği içindir. Bu sebeple huzuruma kabul olunmayanların menfaat­
lerini gözetmek ve onları korumak vazifesi de size düşer.»
Dinleyenler arasından biri kalkar ve müşriklerle yapılan savaşta
şehit düşmüş falanca yahut filânca şahıstan bahsederdi. Bunun üze­
rine halife şehidin çocuklarına maaş bağlanmasını emrederdi. Bir baş­
kası kalkıp falanca yahut filânca şahsın şu veya bu sebeple hanesi
halkından uzak düşmüş bulunduğunu söylerdi. Bunun üzerine, halife,
geçimi müşkül bir halde bulunan o aile efradının da gözetilmesi, muh­
taç oldukları şeylerin verilmesi ve eksikliklerinin tamamlanması için
emir verirdi.
Bütün bunlar olup biterken öğle yemeği vakti gelirdi. Halife öğ­
le yemeğini yerken kâtibi huzura çıkar ve halifenin yambaşmda ayak­
ta emre hazır bir halde beklerdi. Bu sırada herhangi bir talep yahut
şikâyetini bildirmeğe gelen bir mü’min olursa, halife onu huzuruna
kabul eder ve içeri gireni sofra başına oturup kanuni doyurmağa da­
vet ederdi. Bu şekilde kâtip onun dilekçesini okur ve Muâviye’nin o
mesele hakkmdaki hükmünü yazarken dilekçe sahibi de sofra başın­
da birkaç lokma atıştınrdı. Dilekçe sahibinin talebi görüşülüp hak­
kında karar verildikten sonra, Muâviye, dilekçe sahibine, daima :

— «A llah’ın kulu, yer a ç!» derdi.


Bunun üzerine o kişi kalkardı. Sonra müteakip dilekçe sahibi
içeri alınırdı. Bu şekilde birbiri ardısıra bütün dilekçe sahipleri ka­
bul olunurdu. Bazan bir tek öğle yemeği esnasında kırk dilekçe sahi­
binin kabul olunup işlerinin halledildiği olurdu. Yemek faslı bitip
saray mensuplan salondan çıkarıldıktan sonra, halife kendi odasına
çekilir ve öğle namazı vaktine kadar kimse kendisini görmezdi. Öğle
ezanı okunduktan sonra halife camiye giderek cemaate namaz kıldı-
316 doğuştan gUnümtlze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

rırdı. Namazdan sonra sarayına dönüp kendi dairesine çekilir ve dört


rekât namaz daha kılardı.
Bu namazdan sonra en yüksek rütbeli memurlarını tekrar huzu­
runa çağırırdı. Mevsim kış ise, bu davet esnasında memurlarına, el­
çilerine, vezirlerine çeşitli hamur işleri, hamurlu tatlılar, kuru meyva
ve yazdan ayrılıp saklanmış kış karpuzu ikram ederdi. Vezirler yine
o gün yapılması gereken işler hakkında halifenin emirlerini beklerler­
di. Halifenin huzurunda yapılan bu toplantı da ikindiye kadar sürer
ve halife ikindi namazını kaldırdıktan sonra yeniden dairesine çeki­
lir ve bir müddet için kimseyi huzuruna kabul etmezdi.
Muâviye, akşama doğru tekrar meydana çıkar, tahtına kurulur
ve saray erkânını tekrar huzurdaki yerlerine davet ettikten sonra ak­
şam sofrasına oturulurdu. Bu yemek akşam namazına kadar devam
ederdi. Bu yemek esnasmda huzura hiç bir dilekçe sahibi kabul olun­
mazdı. Yemekten sonra sofralar toplanır ve akşam ezanı okunurdu.
Bunun üzerine, halife, akşam namazmı kıldırmak üzere tekrar camiye
giderdi. Muâviye, akşam namazından sonra sarayındaki dairesine dön­
düğü zaman tekrar bir dört rekat namaz daha kılardı. Bu namaz
esnasında kendi kendine ve zaman zaman sesinin tonunu yükselterek
her rekâtta tam ellişer âyet okurdu. Sonra bir kere daha dairesine çe­
kilir ve yatsı namazına çağırılana kadar kendisini gören olmazdı. Y at­
sı namazı için ezan okunduğu zaman tekrar caminin yolunu tutardı.
Yatsı namazını da kıldırdıktan sonra, Muâviye’nin en yüksek rüt­
beli memurları, saray erkânı ve vezirler bir kere daha halifenin hu­
zuruna çağırılırlardı. O andan itibaren halife, geceyi üç kısma bö­
lerdi: Birinci kısımda vezirler, halife ile görüşmeleri gereken mühim
ve yapılması acele meseleler üzerinde Muâviye ile fikir teatisinde bu­
lunurlardı; sonra gecenin ikinci üçte birini Arapların, onların tarih­
lerindeki meşhur günlerin, yabancı ülkelere, onların hükümdarlarına
ve siyasî manevralarına, çok eski devirlerde yaşamış hükümdarların
hayatlarına, yaptıkları cenklere, harplerde kullandıkları tâbiyelere,
müesseselere ve geçmiş devirlerin muhtelif hadiselerine dair ağızdan
anlatılan hikâyeleri dikkatle dinlerdi.
Bu edebî fasıldan sonra, kadınların dairesinden halifeye fevka­
lâde itina ile hazırlanmış tatlılar getirilirdi. Halife bunların içinde
en ziyade helva ile hamur tatlılarından hoşlanırdı.
Muâviye, gecenin son üçüncü kısmını uyumakla geçirirdi. Uyan­
dığı yahut uyku tutmadığı zaman yatağında doğrulup oturur ve geç­
miş devirlerin hükümdarlarının hayatlarına ait fasıllarla dolu kitap­
larının getirilm elerini emrederdi. Bu kitaplarda geçmiş devirlerde ya­
EMEVÎLER DEVHİ 317

şamış hükümdarların hayatları, tarihleri, harpleri ve harplerde kul­


landıkları gizli tâbiyeler yazılıydı. Sarayda bütün vazifeleri bu kitap­
ların muayyen ciltlerini ezberleyerek halifeye ezbere okumaktan iba­
ret olan kişiler, halifenin sabaha karşı yerdiği emirler üzerine Muâ-
viye’nin yatak odasına çağırılır ve orada ezberledikleri ciltlerin mu­
ayyen fasıllarını ezbere halifeye tekrar ederlerdi. Muâvlye, her gece
tarih kitaplarından veya devlet idare sanatından bahseden kitaplar­
dan tarihî veya biyografik bir takım fasılların kendisine okunmasını
isterdi.
Vakit tamam olduğu zaman da, tekrar yatağmdan kalkar ve
camiye giderek cemaata sabah namazını kıldınrdı. Halife için yuka-
n k i satırlarda anlatılan cinsten faaliyetle dolu bir gün daha başlardı.

f1 M uâviye’nin Şahsiyeti:

Muâviye’nin, dahili ve harici siyasetini yürütürken dayandığı esas


güç, valilik devresinden itibaren kurduğu ve teşkilâtlandırdığı ve ken­
disine mutlak itaat eden Suriye ordusu idi. Bu ordu başta Muâvlye
olmak üzere bütün Emevî halifelerinin büyük askeri ihtiyat kuvveti
olmuş, sayısız, asker ve komutanlar yetiştirirken muazzam bir fidan­
lık vazifesi görmüştür. Bilindiği gibi gerek Hz. Peygamber ve gerekse
Hulefâ-i Râşidin devirlerinde devletin muntazam bir askeri gücü yok­
tu. B ir harp vukuunda eli silâh tutan herkes piyade ve süvari olarak
sefere katılır ve seferden sonra dağılırlardı. Muâvlye ise Suriye bir­
liklerini ordunun temel unsuru saymış ve onlardan daimi birlikler
meydana getirmiştir. Bunların rahatına ve teçhizatına itina ediyor,
ücretlerini iki misline çıkarıyor ve bu ücretleri muntazam bir şekil­
de ödüyordu.
Miıâviye, Umeyye ailesi, mensuplarından' yardımcı olarak istifade
etmekte idi. Fakat bunların en harislerini lüzûmundan fazla yükselt­
miyor veya bir mevkide uzun müddet bırakmıyordu. Bütün akrabala­
rına, kendi emirlerini körüköriine yerine getirmek fikrini aşılamak
hususunda büyük bir maharet göstermekte idi. Eyalet valilerinin bü­
yük bir kısmı Umeyyeli ve hattâ Kureyşli bile değildi. Kimden istifa­
de edeceğini gayet iyi biliyordu. Rakiplerini zorla değil para kuvve­
tiyle yola getirmeği tercih ediyor ve bunda da başardı neticeler alı­
yordu.
Muâviye devrinde, devlet bir Arap devleti hüviyetine pek bü-
rünmemişti. Arapça resmi dil değildi, bazı bölgelerde Rumca, bazı
bölgelerde ise Farsça kullanılıyordu. İktisadi bakımdan da Bizans ve
Sasani tesiri görülüyor ve devlet dairelerinde hristiyan memurlar kul-
318 doğuştan günUmüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

tanılıyordu. Bizzat Muâviye’nin kâtibi Suriyeli bir hrıstlyan idi. Yal­


nız ordu büyük ekseriyetiyle Araplardan meydana geliyordu. Devlet
hâzinesini yeniden tanzim ederek düzensiz eyalet gelirlerini düzenli
bir hale getirdi. Fazla israfı önledi. Mâlu’l-Müslinıîn sayılan devlet
hâzinesini Mâlullah haline getirdi.
Muâviye, gerek Emevı ve gerekse Abbasî halifeleri içinde müm­
taz bir mevkiye sahiptir. K ırk yıllık siyasi hayatında ciddi hiç bir
hadise meslekî ilerlemesine engel olamamıştır. Haşan b. A li’nin hali­
felikten çekilmesi üzerine rakipsiz ve İslâm kuvvetlerinin fethettiği
topraklarda, fethedilen yerlerden hiç birisini elden çıkarmadan hü­
küm sürmüş ve bu vasfı ile Abdülmelik, Mansur ve Harun el-Reşid’i
bile gölgede bırakmıştır. Arapların tarihi ve edebî eserlerinde, Muâ­
viye’nin akıllıca yumuşaklığı ve nefsine tam hâkimiyeti ifade eden
hilmine yer verilmiştir. Araplar bu vasıf ile gerçek idare adamlarını
vasıflandırmak isterler. »Muâviye’nin h ilm i» Araplar arasmda darb-ı
mesel olmuştur. Onun güler yüzü ve soğukkanlılığı en inatçı düş­
manlarını bile zararsız hale getirebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların
ve cömertçe dağıttığı ihsanların altın zinciri ile en inatçı aleyhtarla­
rının dizginlerini elinde tutmağı başarmıştı. Yakınları, bazı ihsanla­
rının büyüklüğü karşısında hayretlerini ifade ettiklerinde « bir harp
bundan çok daha fazlasına mal olu r» demeyi alışkanlık haline ge­
tirmişti.
A n’aneye göre Muâviye, tamamiyle örnek bir Arap hükümdarı
olarak tebarüz eder. Edipler, hukukçular, ansiklopediciler ve şairler,
insanların idaresi ve devlet işlerine müteallik bir darb-ı mesel ve ata­
sözü zikrettiklerinde, bunu Muâviye’ye maletmekte tereddüt etme­
mişlerdir. Onu tenkit edenler, Muâviye’yi Hz. Peygamber’e vekâlet
demek olan halifeliği hükümdarlığa, diğer bir deyimle İslâmiyet için­
de ruhaniyeti, en yüksek ve hakikatta sırf dünyevî olan bir iktidar
haline sokmakla suçlandırmaktadırlar. Bu hüküm onu kötülemeyi he­
def tutmakta ise de aslında onun büyük meziyetini ortaya koymakta­
dır. Onun şahsında, nizam tanımayan bedevilerin tecavüzlerine karşı
kendilerini güçlükle müdafaa eden seleflerinde olmayan teşkilâtçı ve
idareci vasıflar açık bir şekilde belirmektedir. Hz. Ömer’in başlattığı
merkezileşme hareketini, Muâviye daha da geliştirmiş ve bedevi fer­
diyetçiliğine karşı devletin otoritesini kuvvetlendirmiştir.
Muâviye, büyük bir belâgat kabiliyetine, süratle karar verebilme
kudretine, icat edici bir düşünceye ve nihayet icabı halinde hileden
çekinmeyecek kadar geniş bir vicdana sahipti. Muâviye, devrinin ön
safında yer alan beş Kureyşli hatip-arasmda sayılmakta idi. «D ilim
ile, Ziyad’ın kılıcı ile kazandığından daha fazla başarı elde e ttim » de­
EMEVİLER DEVRİ 319

mekten hoşlanıldı. Lüzumsuz cinayetler işlemeye karşı İsteksiz, me­


seleleri zorla halletmeyecek kadar basiretli, fakat devletin menfaat­
leri bahis mevzuu olunca hiç bir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir ya­
ratılışta idi. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı İhsan­
ları, onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmayı tak­
dir etmekten kendilerini alamazlar. Hakaretlere tahammül, idare hu­
susunda metanet, insanlara mevkilerine göre muamele ustalığı, ha-
miyyet. vatandaşlarının her birine İçtimaî mevklye göre saygı gös­
terme onun meziyetleri arasında sayılmaktadır.
Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmek­
tedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamışlar ve onu tak­
litle yetinmişlerdir. Muâviye, umumi efkârı küçük görmüyordu, insan­
ların idaresinde yalnızca kuvvetin başarı sağlayacağına inanmıyordu.
Abbasîler’de olduğu gibi eski Asya mutlakıyetlerini yeniden kurmaya
çalışmayarak, bilâkis sevgilerini kazanmak suretiyle tebaasının ken­
disine bağlanmasını tercih etmiş olması, «Dünyanın kılıçtan daha iyi
olarak dil ile idare edileceğine» inanması, onun lehine kaydedilecek
hususlardır. Bu düşüncesi onu, eyaletlerden ve büyük kabilelerden ge­
len heyetleri, onlara şalisen şikâyet hakkı tanımak suretiyle sık sık
fikirlerini almak ve idari işlere az da olsa iştirak ettirmek yolu ile ka­
bule şevketmiş idi. Böylece Muâviye, bedevi ferdiyetçiliğine müsama­
ha göstererek onları davasına kazanma yollarını bulmuştu. Hiç bir za­
man tebaasının tenkitlerinden ve şairlerin hicivlerinden üıkmüyor-
du. nB irer )iil haline gelmediği .müddetçe kelimeleri beni alâkadar et­
m ez» diyordu.
Muâviye, yirmi yıl devam eden halifeliği esnasında içte karışık­
lıkları bastırıp sükûneti temin ettiği gibi, dışta da yaptığı fetihlerle
İslâm dinini yaymaya gayret sarfetmiştir. Hususi hayatına ve ahlâk
anlayışına büyük bir ciddiyet hâkimdi. İyi bir baba ve ailesine düş­
kün bir koca idi. Dini vazifelerini ihtimamla yerine getirirdi. İyi
bir müslüman olarak vefat elliği muhakkaktır.

g) M uâviye’nin Ö lüm ü:
Muâviye, Şam’da hastalandığında oğlu Yezid orada değildi. Muâ­
viye, Dahhak b. Kays ile Müslim b. Ukbe’yi çağırtarak kendilerine Ye-
zid’e hitaben yazdığı vasiyetini teslim etti. Vasiyetinde şöyle diyordu:
ııOğlum , senin önüne çıkacak zorluk ve problemleri kaldırdım.
Düşmanlarını bertaraf ettim. Arapları itaat altına aldım. Senin için
hiç kimsenin yapamayacağı kadar servet biriktirdim. Hicazlılara dik­
kat et! Onlar senin büyüklerindirler. Yanma gelenlerine ikram et.
320 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

gelmeyenlerle ise dostluk ve iyi münasebetler kurmaya gayret et. İraklılara


gelince, şayet senden hergün bir valilerini değiştirmeni isteseler yine kabul
et, çünkü bir valiyi görevinden almak sana karşı yüz bin kılıcın çekilerek
yürünmesinden daha iyidir. Suriye Araplannı kendine sırdaş yap, düş­
manlarından bir şey gelirse, bunlarla karşı koyarsın. Düşmanım yendiğin
zaman Suriye halkını memleketlerine geri gönder. Çünkü onlar başka yer­
lerde kalırlarsa, ahlâkları değişir. Halifelik konusunda seninle Kureyş'ten
üç kimseden başka birinin ihtilâfa düşeceğini zannetmiyorum. Bu üç kişi
Hüseyin b. Ali, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr'dir. Abdullah b.
Ömer, ibadetle yanıp tutuşan Ur kimsedir. Herkes sana Kat edince o da
Kat eder. Hüseyin b. Ali, heyecanlı Ur adamdır. İraklılar ona destek olur,
o da sana karşı baş kaldırır ve sen ona galip gelirsen, kendisini affet, çün­
kü onun Kze akrabalığı, büyük şerefi ve Hz. Muhammed'e yakınlığı var­
dır. Sana arslan gibi saldırıp, tilki gibi tuzak kuracak olan tek kişi Abdul­
lah b. Zübeyr'dir. Eğer bu adam sana karşı bir oyuna kalkarsa, ona karşı
savaş ve gücün yettiğince kendi adamlarının hanım akıttırma."

Mu&viye, hicri 60. senenin Recep ayının başlarında (Nisan 680)


Şam'da vefat etti. Bunun üzerine Dahhak b. Kays elinde Muâviye’nin
kefenini tutarak minbere çıktı ve şöyle bir konuşma yaptı:

«Muâviye, Arapların başı, sonu ,ve dedesiydi. Allah fitn eyi onunla
kaldırdı. M em leketleri fethettirdi. Onu halife yaptı, ne var ki Muâviye
öldü ve şunlar da onun kefenidir. Kendisini bu kefene sarıp mezarına
koyacak, amelleri ile başbaşa bırakacağız. Sonra kıyamete kadar sü­
ren kargaşa gelecek. Eğer onu görmek istiyorsanız, bunu yapabilirsi­
niz.»

Bahhak daha sonra, halifenin cenaze namazını kıldırdı. Bu ara­


da Yezid’e de haber göndermişti. Yezid bu haberi alınca şu meâlde
bir şiir söyledi:

oPostacı aceleyle bir mektup getirdi


M ektubu kalbe korku salıyordu
Allah aşkına söyle, mektupta ne var dedik
Halife rahatsız oldu dedi

Yolla n yararak hızla ilerledik


Sonra ulu bir hurma ağacına vardık
Ufukları toz kaplamıştı, karşımıza seraplar çıktı
Oraya vardığımızda evin kapısı kapanmıştı
EMEVİLER DEVRİ 321

B ir çakıl sesi kalbi titre tti ve kalp sarsıldı


Sonra kalp uçtu ve geri döndü
Nefis ise umutsuzluğunun sürdüğünü büiyordu

Hind’in oğlu öldü, ona uyarak şeref de g itti


Beraber yaşarlardı, beraber göçtüler
A ln ı ak, başı açık insanlar çölde susuz kalsa
B u lu tla r onlara su gönderir, yaş dökerek...»

%
2 — Y E Z ÎD B. M U Â V İY E (60 - 64/680 - 684)

a) Kısa B iyo gra fis i:


I. Yezid, Muâviye b. Ebî Sufyan’ın oğludur. Bahdal’ın kızı Mey-
sün'dan H. 26 senesinde dünyaya gelmiş olan I. Yezid, babası Muâ-
viye’nin Suriye valiliği sırasmda, valilik konağmda büyümüştür. Ba­
basının halifeliği sırasında genç bir delikanlı olan Yezid, babası ta­
rafından halifelik için hazırlanmaya başlanmıştı. İk i defa hac emir­
liği yapmış, Bizans gazalarmda komutanlık etmiş, ilk İstanbul muha­
sarasına katılmıştır. I. Yezid avı çok severdi. Hattâ bu sebeple çok
tenkide uğramıştır.

Halife Olması:

Babası daha önceden, şehirlerden gelen delegelerle görüşerek ken­


disinden sonra yerine Yezid’i veliaht yapmıştı. Medine’den Hz. Hüse­
yin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer dışında herkes kendisi­
ne biat etmişti. Muâviye öldükten sonra Yezid, herkesin ve bu arada
Hüseyin ve diğerlerinin bîatmı da almak istedi. O zaman Medine va­
lisi bulunan Velid b. Utbe b. Ebî Sufyan’a bir mektup yazarak, her
halükârda Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve Hüseyin'in biati­
ni sağlamasını emretti. Velid, emir üzerine haber göndererek onları
çağırttı. Hüseyin geldi, biat meselesi ve Muâviye’nin ölüm haberi ile
karşılaşan Hüseyin, Muâviye için Allah’tan rahmet diledi. Biat konu­
sunda da şöyle dedi:
« Benim gibi birinden gizli biat alınmaz. Halkı toplayıp hepimizi
biata davet edersin, bu iş böyle olur.»
Velid, iyilik yanlısı bir insandı. Hüseyin’e gidebileceğini söyledi.
Bu sırada Abdullah b. Zübeyr Medine’den ayrılarak Mekke’ye gitti.
«Allah’ın evine sığmıyorum» diyordu.
Daha sonra Hz. Hüseyin de oğullarını, kardeşlerini, kardeşlerinin
oğullarını alarak Mekke'ye gitti. Fakat Muhammed b. Hanefiyye Me­
dine’den ayrılmadı. Ayrıca ağabeyine gitmemesi için nasihat ettiy­
se de Hüseyin kabul etmedi.
EMEVÎLER DEVRİ 323

Abdullah b. Ömer ise şöyle diyordu: »Herkes biat ettiği zaman


ben de ederim .» İbn Ömer'e bu konuda ısrar etmediler. Zaten ondan
pek endişe etmiyorlardı. Nitekim daha sonra halk biat edince o ve îbn
Abbas da biat ettiler.

b) Hz. Hüseyin ve Kerbelâ F aciası:

Hz. Hüseyin Mekke'ye ulaştı. Orada bulunduğu günler halk ken­


disini ziyarete geliyor, hatırını soruyordu. Bunlar, Umre yapmak İçin
Mekke’de bulunan civar bölge insanlarıydı. Bu arada Kabe’nin ya­
kınından ayrılmayan, gün boyu orada namaz kılıp, tavaf eden İbn
Zübeyr de diğer ziyaretçilerle birlikte kendisini görmeye geliyordu.
Hz. Hüseyin, İbn Zübeyr için o sırada en önemli kişiydi. Çünkü Hü­
seyin Mekke’de bulunduğu sürece, Hicazlılar İbn Zübeyr'e biat et­
mezdi.
Öte yandan Muâviye’nin ölümü ile Yezid'e biat edildiği haberi
K û fe’de duyulunca, halk Yezid hakkında ileri geri konuşmaya başla­
dı. Şiiler ise, ileri gelenlerinden Süleyman b. Surad’uı evinde topla­
narak durum değerlendirmesi yaptılar. Buradaki toplantıda Hz. Hü­
seyin’e, kendisine biat etmek için davet mahiyetinde mektup yazma­
ya karar verdiler. Neticede yüz elliye yakm mektup gönderildi. Bu
mektupları alan Hz. Hüseyin Kûfelilere şöyle bir cevap yazdı:
dNe yapmak istediğinizi anlıyorum. Şimdi size kardeşim, ameri­
m in oğlu ve güvendiğim akrabam Müslim b. A kıl’i gönderiyorum. Ora­
ya vardıktan sonra sizin durumunuz ve düşünceniz hakkında bana mek­
tup yazmasını söyledim. Eğer bütün halkın ve ileri gelenlerin düşünce­
si bana yazılan düşünceler etrafında birleşiyorsa, yakında size geli­
rim . Yem in ederim ki, halife K ur'an'la amel eden, adaletten ayrılma­
yan, hak dini yaşayan bir kimseden başkası olamaz.»
Sonra Öüseyin, Müslim b. Akil’i çağırarak K û fe’ye gitmesini söy­
ledi. Allah'ın yolundan ayrılmamasını, bu meseleyi gizli tutmasını ten-
bih etti. Eğer halk birlik olmuşsa en kısa zamanda durumu kendisine
bildirmesini istedi. Müslim, K û fe’ye doğru yola çıktı. Bu esnada K ü­
fe valisi, Numan b. Beşir idi. Müslim, Kûfe'ye varınca Şiiler kendisine
gelip gitmeye başladılar. Bu durumu haber alan Numan, minbere çı­
karak, kısa bir konuşma yaptı. Aslmda mutedil, iyilik sever birisi olan
Numan şöyle diyordu:
«E y müslümanlar! F itn e ve ayrılıkta yarışmayın. Çünkü bunlar
insanların yok olmasına, kan dökülmesine ve m alların yağma edil­
mesine yol açar. Şunu biliniz ki ben ancak benimle savaşanlarla sa­
324 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

vaş edip, bana saldıranlara karşı saldıracağım. Sizin uyuyanınızı uyan­


dırmayacak, şüphe, zan ve delilsiz hiç kimseyi cezalandırmayacağım.
Fakat siz durumunuzu açıkça ortaya koyar, biatinizi iptal eder, hali­
fenize baş kaldırırsanız yemin ederim ki, kabzası elimde olduğu sürece
kılıcım ı kafanıza indiririm . Sizi benden kimse kurtaramaz ve yardım
edemez. TJmanm ki içinizde hakkı görebilenlerin sayısı yanlış fik irli
olanlarından çoktur.»
Numan bu konuşmayı yapmca, orada bulunan Emevî taraftarı
biri ayağa kalkarak, «B u kargaşayı ancak cesur biri önler. Sizin bu gö­
rüşlerinizi ancak zayıf kimseler ileri sürerler» diye çıkıştı. Numan, bu
adama, «A llah'ın yolundan ayrılmamış zayıf bir insan olmak, benim
nazarımda A llah’a karşı gelmiş güçlü biri olmaktan daha iy id ir» diye
cevap verdi ve minberden indi.
Daha sonra bu adam Yezid’e bir mektup yazarak, Müslim b. A kıl’
in geldiğini, halkın ona biat etmeye başladığını bildirdikten sonra şun­
ları ilâve etti:
«Eğer K û fe’yi gözden çıkarmadımzsa, oraya güçlü, em rinizi yeri­
ne getirecek ve sizin düşmanlarınıza karşı aldığınız tedbirleri alabile­
cek bir kimse gönderiniz. Numan zayıf bir insandır.»
Bunun üzerine Yezid, Numan’ı görevinden aldı ve onun yerine
Basra valisi olan Ubeydullah b. Ziyad’ı getirdi. Yezid’in Müslim’i ya­
kalayıp idam etme veya sürgüne gönderme emriyle K ûfe'ye gelen
Ubeydullah halkı toplayarak onlara şu konuşmayı yaptı:
«H alife beni şehrinize vali ve haraç işlerinize m em ur tayin etti.
Bana mazlum olanınıza iyilik etmeyi, yoksullarınızı doyurmayı, devle­
te itaat edene iyi muamele etmeyi, âsi ve fitnecilere karşı katı dav­
ranmayı em retti. Ben burada onun em rini uygulayacak, isteklerini
yerine getireceğim. İyilerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerini­
ze karşı bir özkardeş gibi davranacağım. K ılıç ve kırbacım em rim i ka­
bul etmeyen, bana karşı çıkanların üstünde olacaktır. Artdc herkes
dilediğini yapabilir.» diyerek sözünü bitiren vali aynca minberden
inerken şu tehdidi de savurdu: «Bana içinizde bulunan yabancıları,
Şiîleri, H aricîleri, fitn e ve ayrılıkçıları yazıp bildireceksiniz. K im bun­
ların listesini verirse kurtulur. Bildirmeyenler ise kendi ailesinden her­
hangi bir m uhalif ve başkaldırma çıkmayacağına dair bize garanti
vereceklerdir. Bu ik i şıktan birin i yapmayandan sorumlu değiliz. Bu,
onun mal ve can dokunulmazlığı kalkar, demektir. Eğer herhangi bi­
rinizin evinde bize bildirilm emiş bir halife m uhalifi yakalanırsa o
evin sahibi evinin kapısında asılır.»
Müslim, İbn Ziyad'ın yaptığı konuşmayı haber aldıktan sonra Hânı
EMEVÎLER DEVRİ 325

b. Urve’nin evine sığındı. Ev sahibi olsun, Müslim olsun bu durumu


istemeye istemeye yaptılar. Şiiler bu defa oraya gelip gitmeye başladı­
lar. Müslim’in orada kaldığını öğrenen İbn Ziyad Hâni’ye haber gön­
derip, makamına getirtti ve:

« Ben onun sağ kalmasını istiyorum. O ise beni öldürmek istiyor.


Seni kim murad'dan salıverdi ise ancak o affedeni

şeklinde bir şiirle karşıladı. Hâni, «Mesele nedir?» diye sorunca şu açık­
lamayı yaptı: «Ey Hâni! Evinde halife ve müslümanlar için düşünü­
len şeyler nedir? M üslim ’i getirip evine alıyor, ona silâh ve asker top-
luyorsun. Bunların gizli kalacağını m ı sanıyorsun?» Hâni bu sözlere
itiraz edemedi. Bunun üzerine İbn Ziyad kendisinden Müslim'i teslim
etmesini istedi. Fakat Hâni, halkın kınamasından çekindiği için bunu
kabul etmedi. İbn Ziyad’ın emriyle tutuklanan Hâni, valinin sarayın­
da hapsedildi. Bu durumu öğrenen Müslim adamlarına -aralarında pa­
rolaları olan- «Y a Mansur/» diye bağırdı. O güne kadar Müslim’e biat
edenlerin sayısı on sekiz bin kişi olup bunlardan sadece Müslim'in
bulunduğu ev etrafında nöbet tutanlar dört bin kadardı. Halk Müs­
lim ’in etrafına toplandı. Halkı ayaklandırıcı bir konuşma yapan Müs­
lim valinin sarayına doğru hareket etti. Cami ve sokaklar insanlarla
dolup, taşıyordu. Bu arada valinin yanında otuz muhafız, yirm i kadar
Küfeli eşraf ailesi ve kölelerinden başka kimse yoktu. Eşrafla bir gö­
rüşme yaptı ve daha sonra Kesir b. Şihab'ı çağırarak kendisine bağlı
adamlarıyla harekete geçip halkı Müslim’in etrafından koparmasını
söyledi. Muhammed b, Eş’as’a da kendisine bağlı kimselerle ortaya
çıkıp, kendilerine katılanların kurtulacağını ilân etmesini emretti. Di­
ğer bir kısım eşraftan da aynı şeyleri istedi. Birkaç kişiyi ise yanında
alıkoydu. Eşraf valinin emrini hemen yerine getirdi. Bu arada sarayda
kalanlar da halkın karşısına geçerek devlete bağlı olanlarm koruna­
cağını söylediler. İsyancıları tehdit ettiler. Bu durumu gören halk
dağılmaya başladı. Öyle bir dağılma oldu ki, camide Müslim'in yanın­
da sadece otuz kişi kalmıştı. Nereye gideceğini şaşıran Müslim kaça­
rak bir yere gizlendi. Fakat gizlendiği yeri öğrenen vali, Muhammed
b. Eş’as’ı göndererek yakalatıp getirtti. Müslim yakalanınca Muham-
med’e şöyle dedi:

« Görüyorum ki şu anda beni koruyamazsın. Fakat acaba bir elçi


gönderip Hüseyin'e durumu bildirmesini, benim namıma ona, geri
dönmesini, Kûfelilere aldanmamasını, çünkü bunların onun babasına
neler yaptıklarını söylemesini sağlayabilir m isin?» Muhammed, Müs­
lim ’in bu isteğini yerine getirdi. Valinin huzuruna getirilen Müslim
orada öldürüldü. Daha sonra da Hâni öldürüldü.
326 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Öte yandan Mekke'de bulunan Hüseyin artık K û fe’ye gitmeye iyi­


ce karar vermişti. Am r b. Abdurrahman b. Haris gelerek kendisine şöy­
le dedi:
><Duyduğuma göre Irak'a gidiyotmuşsun. Ben şahsen halifenin va­
lisi, m em urları ve hâzinelerinin bulunduğu bir şehre gitm en i senin
için mahzurlu görüyorum. Bugün insanlar paraya tapar hale gelmiş­
lerdir. Sana yardım edeceğini vadedenlerin seni öldürmesinden kor­
karım .»
Hüseyin, Am r’a teşekkür etmekle yetindi. Daha sonra İbn Ab-
bas da geldi: « Halk senin Irak’a gideceğini söylüyor. Bana ne yaptı­
ğını açıklar m ısın?» dedi. Hüseyin, «Ş u bir-iki gün içinde gideceğim »
diye cevap verdi. İbn Abbas sözünü şöyle sürdürdü: «A lla h böyle bir
şey yaptırmasın. Bana söyler misin, sen başlarındaki valiyi öldürmüş,
memleketlerine sahip olmuş ve düşmanını kovmuş bir m illete m i g i­
diyorsun? Eğer böyle bir şey yapmadıklarına inanıyorsan, git. Yok eğer
savaşa çağırıyorlarsa, seni aldatmalarından, cayıp sana karşı çıkarak,
yalnız bırakmalarından, hattâ sana karşı ayaklanarak en fena kötülü­
ğü işlemelerinden korkarım.»
Hz. Hüseyin:
«Düşüneyim, bakalım ne olacak» diye karşılık verdi.
O gün gidip ertesi gün yine gelen İbn Abbas bu defa şöyle diyordu:
«Am ca oğlu, kendimi sabretmeye zorluyorum, ama sabredemiyorum.
Eğer düşündüğünü yaparsan başına bir felâket gelmesinden korkuyo­
rum. İraklılar dönek insanlardır. Onlara sakın yaklaşma. Burada kal,
sen Hicazlılann efendisisin. Eğer İra klıla r sana yazdıkları gibi gerçek­
ten seni istiyorlarsa, sen de onlara yaz, önce memleketlerinden valile­
rin i ve düşmanlarını çıkarsınlar, ondan sonra git. Şayet illâ gitm ek
istiyorsan, Yemen’e git. Orada farklı topluluklar var. Yemen geniş bir
yerdir. Ayrıca orada babanın taraftarları da vardır. B ir tarafa çekilir,
mektuplar yazar, halka gönderir, elçi ve propagandacılarını yayarsın.
O zaman belki istediğin ortam doğabilir.»
Hz. Hüseyin bu sözleri kabule yanaşmıyordu. İbn Abbas şöyle de­
vam etti: «Şayet gitm ekten vazgeçmiyorsan kadın ve çocuklarının gö­
zü önünde şehit edilmenden korkarım .» İbn Abbas’ın bu uyarıcı söz­
leri Hüseyin'e hiç tesir etmedi.
Daha sonra hanım ve çocuklarını alarak yola çıktı. Yolda şair Fe-
rezdak’la karşılaştı. Geldiği tarafta halkm ne durumda olduğunu sor­
du. Ferezdak şu cevabı verdi: «Halkın gönlü senin yanında, ama kılıç­
la n Em evîler’i destekliyor. Kader gökten geliyor. Allah ise dilediğini
yapıyor.» Yolda ayrıca, Abdullah b. Câfer’den dönmesi için Allah adına
EMEVÎLER DEVRİ 327

and veren bir mektupla, Medine valisi Amr b. Said’den dönmesini ve


kendisini koruyacağını ihtiva eden bir başka mektup geldi. Bu iki mek­
tuptaki isteği de reddeden Hüseyin yoluna devam ediyordu. Yolda bir
ara Abdullah b. M uti’ ile karşüaştı. Abdullah and vererek içinde bu­
lunulan nazik durumu hatırlattı ve şöyle dedi: « Eğer Em eıAlefin sa­
hip oldukları halifeliği ele geçirmek istiyorsan, seni öldürürler ve ar­
tık ondan sonra çekinecekleri hiç bir kimse kalmaz. Ne olur, İslâm ’ın,
Kureyş’in ve Arapların hatırı için bunu yapma, K ûfe’ye gitm e, Eme-
viler’le karşılaşma!»
Fakat Hz. Hüseyin yoluna devam etmekten başka bir fikre yanaş­
mıyordu. Sa’lebiye denilen yere gelince, orada Müslim b. Akil’ln öldü­
rüldüğü haberi duyuldu. Beraberinde bulunanlardan bazıları, « Allah
için buradan geri dön, Kûfe'de senin yardımcın ve taraftarın yoktur.
Hattâ onların sana karşı tavır almış olmalarından korkarız» dediler.
Müslim'in çocukları ileri fırlayarak şöyle dediler: «Y a intikam ım ızı alı­
rız veya babamız gibi şehit oluruz. Ama asla geri dönmeyiz.»
Akabe girişine varıncaya kadar yola devam ettiler. Orada karşılaş­
tıkları bir Arap da şöyle dedi: «Allah için dönünüz. Vallahi k ılıç ve
mızrakların üstüne doğru gidiyorsunuz. Şayet o, gelmen için sana ha­
ber gönderenler, savaşa girm eni önleyip, işleri düzene koymuş olsa­
lardı ve sen de o zaman gelmiş olsaydın buna bir diyecek olmazdı. Fa­
kat bu durumda bana kalırsa yapılacak tek şey dönmektir.»
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Şiraf’ı terkeder etmez, Hurr b.
Yezid komutasında bin kişilik bir süvari birliğiyle karşılaştılar. Hüse­
yin şöyle dedi:
«Ey insanlar! Allah da biliyor, siz de biliyorsunuz ki, ben buraya,
sizin gönderdiğiniz mektup ve elçiler üzerine geldim. Halifeniz olma­
dığını, benimle durumunuzun düzeleceğini yazmıştınız. Eğer bana ver­
diğiniz sözlerinizde duruyorsanız, şehrinize girerim . Aksi halde sözü­
nüzü yerine getirmez ve benim gelişimden dolayı rahatsız olursanız
geldiğim yere geri dönerim.»
Kimseden bir ses çıkmayınca Hurr cevap verdi: «Sizinle karşılaş­
tığımızda bir an bile beklemeden sizi yakalayıp, K û fe’ye Ubeydullah b.
Ziyad’a götürm em iz emredildi.»
«Ö lü m bundan daha iy id ir» diye söylenen Hz. Hüseyin, adamla­
rına, atlarma binmelerini, geri döneceklerini söyledi. Fakat Hurr bı­
rakmıyordu. Hüseyin, «Anan seni kaybetsin, ne istiyorsun?» diye çıkı­
şınca Hurr şöyle cevap verdi: «Senden başka biri bunu söyleseydi, !Um
olursa olsun aynı sözle mukabele ederdim. Fakat senin annenin adını
kötü sözle ağzıma alamam. Olsa olsa ben onu en güzel şehilde anarım.»
326 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Sonra Hüseyin’in Medine’ye dönmesini önlemek için onu takibe


başladı. Hüseyin kuzeye doğru yönelmiş, Ninova’ya ulaşmıştı ki, ora­
da İbn Ziyad’m kendisiyle savaşmak üzere göndermiş olduğu Ömer b.
Sa’d b. Ebî Vakkas komutasında başka bir birlikle karşılaştı. Ömer,
Hüseyin’e bir elçi göndererek oralara kadar niçin geldiğini sordurdu.
Hüseyin ise, «Hemşehrileriniz bana kendilerine gelmem için mektuplar
yazmışlardı. Onun için gelmiştim. Eğer şimdi istemiyorlarsa geri dö­
nerim » diye haber gönderdi. Ömer’den bu haberi bildiren mektubu alan
İbn Ziyad: «Şim di, pençelerimizi uzattığım ız zaman m ı kurtulm ak is­
tiyor? Bu zaman kurtulm a zamanı değil a rtık» şeklinde bir şiir söy­
ledi ve Ömer’e bir mektup yazarak, Hüseyin’den Yezid için biat alma­
sını emretti: «E ğer Hüseyin bu teklifi kabul ederse mesele biter. Aksi
halde orada bulunan tek su kaynağıyla alâkalarını kes ve onları susuz
bırakarak muhasara altına a h diyordu. Hz. Hüseyin, kendisini bırak­
tıktan takdirde geldiği yere döneceğini söylüyordu. Burada Hz. Hüse­
yin’in Yezid’e biat etmeyi kabul ettiğine dair dolaşan rivayetler doğ­
ru değildir. Hz. Hüseyin, Medine’ye dönmek istediğini bildirdiyse de
karşı taraf onların dönmesini kabul etmiyor, İbn Ziyad'm vereceği hük­
me razı olmalarım teklif ediyorlardı. Durum ne olursa olsun böyle bir
şey de Hüseyin’in kabul edeceği bir istek değildi. Artık savaşmaktan
başka bir yol kalmamıştı.
H. 61 senesinin 10 Muharreminde (10 Ekim 680) iki taraf savaşa
tutuştu. İçinde Suriyeli bir tek kişi bile bulunmayan Irak ordusu ile
sayıları sekseni geçmeyen küçük topluluk vuruşuyorlardı. Çok geçme­
den Hüseyin ve adamları şehit edildiler. Bu tarafın kaybı yetmiş iki
kişiydi. Ömer’in ordusundan da seksen sekiz kişi ölmüştü.
Hüseyin’in başını, kızları ve kardeşleri ile hasta olan oğlu küçük
A li’yi İbn Ziyad’a götürdüler. İbn Ziyad bunlan Yezid’e gönderdi.
Şam'a varılıp da bu haber Yezid’e ulaştırılınca, Yezid ağlayarak şöyle
dedi:
uBana Hüseyin’i öldürmeden itaat ettirm enizi istemiştim. İb n Sü-
meyye’ye Allah lânet etsin. Hüseyin'le ben karşılaşsaydım , kendisini
bağışlardım. Bütün bunlar neden oldu, biliyor musunuz? Hüseyin, şöy­
le demiş: ‘Babam onun babasından, anam onun anasından, dedem de
onun dedesinden daha üstündüler. Ben de ondan daha üstünüm. Ha­
lifeliğe ben ondan daha lâyıkım.’ Babasının benim babamdan üstün
olması meselesini Allah bilir. Her ikisi de Allah’ın huzuruna gitm işler­
dir. Ayrıca halk, hakemlerin kim i üstün tuttuğunu da bilmektedir.
Muhakkak ki anası Fâtıma, Rasûlullah’m kızı benim anamdan daha
üstündür. Dedesi de benim dedemden daha üstündür. İm anı olan kim ­
se onun bu dünyada bir benzeri olduğunu düşünemez. Fakat son sö-
EMEVİLER DEVRİ 329
zilnü, kendi içtihadına göre söylemiş ve: ‘De ki: Ey m ülk sahibi olan
Allah’ım ! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırstn.’( l ) âyetini
okum am ıştır.»

Sonra kadınların kendi evine alınmalarını emretti. Yezid ailesin­


den olan bütün kadınlar, teker teker gelerek acılarını paylaştılar. Da­
ha sonra mal ve zînetlerinden ne kaybolmuşsa kendilerine bedelini
ödediler. Yezid, bir ara Ali b. Hüseyin'i yanma getirtti, Medine’ye g it­
meleri için gerekli hazırlığı yaptırdı ve orada herhangi bir ihtiyaçları
olursa kendisine yazmalarını söyledi.

Böylece İslâm tarihindeki bu elim olay da arkasmda silinmeyecek


izler bırakarak kapanmış oldu.

c) H arre S a va şı:

Müslümanların başına gelen felâketler, Hz. Hüseyin ve beraberin­


dekilerin şehit edilmesiyle bitmemişti. Bundan sonra öyle bir hadise
oldu ki, bizim kanaatimizce bu olay bir öncekinden daha korkunç ve
acımasızdır. Olay, Hz. Peygamber’in şehrinin, İlâhi vahyin geldiği bu
memleketin saygısının yaralanması olayıdır. Hz. İbrahim, Mekke’yi say­
gı duyulması gereken bir şehir yaptığı gibi Hz. Peygamber de Medine'
ye bu hürmeti kazandırmıştı. Böylece bu İki şehir İslâm'ın mübarek
beldeleri haline gelmişti. Buralarda savaşılamazdı. Bu şehirlerden bi­
rine saygısızlık edilmesi bile korkunç bir felâket, büyük bir günah İken,
bir sene içinde bu iki şehrin birden saygısızlığa maruz kalması müthiş
bir olaydır.
Osman b. Muhammed b. Ebû Sufyan, Medine'de vali bulunduğu
sırada Yezid Şam’da halife olmuştu. Osman, Yezid’e Abdullah b. Han-
zala, Abdullah b. Ebû Amr ve Munzir b. Zubeyr’in de içinde bulundu­
ğu Medine eşrafmdan teşekkül eden bir heyet göndermişti. Bu heyet,
Yezid tarafından kabul edilmiş, bir çok ikram, ihsan ve hediyelerle tal­
tif edilmişlerdi. Yezid soylu, dürüst, dindar ve ağırbaşlı bir insan olan
Abdullah b. Hanzala’ya yüz bin dirhem, ayrıca kendisiyle birlikte ge­
len sekiz oğluna da onar bin dirhem ihsanda bulunmuştu. Munzir b.
Zubeyr’e de yine yüz bin dirhem vermişti. Bu heyettekiler Medine'ye
dönünce halk arasında dolaşarak Yezid’i açıkça küçük düşürmeye baş­
ladılar ve onu görevden aldıklarını ilân ettiler. Halk da bunların yap­
tıklarına katıldı ve Abdullah b. Hanzala’y ı başlarına geçirdiler. Bu du­
rumu öğrenen Yezid, Numan b. Beşir'i halkı ikna etmesi için Medine'

(1) Âl-l tmran sûresi, âyet 26


330 doluştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

ye gönderdi. Medine’ye gelen Numan halifeye itaat etmeleri gerektiğini


hatırlattı ve bu hareketlerinin fitneyi mucip olacağını söyleyerek Su­
riyelilere karşı koyacak bir kuvvetleri olmadığına dikkat çekti. Nu­
man, nasihatinin bir fayda sağlamadığını görünce, Medine’den ayrıl­
dı. Numan'm peşinden ayaklanan isyancılar, Medine’de bulunan Eme-
vîler’i Mervan’m evinde ablukaya aldılar. Medine’deki Umeyye ailesi
mensupları ise Yezid’e bir mektup yazarak ondan yardım istediler.
Biı mektubu alan Yezid, şu meâlde bir beyit söyledi:
dOnlar benim kişiliğimdeki hükmü değiştirdiler. Ben de milletime
olan yumuşaklığı sertliğe tebdil ettim.»
Daha sonra on iki bin kişilik bir ordu hazırlayarak başlarına Müs­
lim b. Ukbe’yi komutan yaptı. Yezid, Müslim’e şu direktifi verdi:
«Onları üç kere teslim olmaya çağır. Eğer kabul etmezlerse on­
larla savaşırsın, şayet savaşla galip gelirsen onların herşeylerini, mal,
silâh, hayvan ve yiyeceklerini yağmalamak için askeri serbest bırak,
üç günden sonra bir şeye dokundurma. Ali b. Hüseyin’e dikkat et, ona
dokunma ve iyi muamele et. Onun bana mektubu geldi. O halkın is­
yanına katılmamıştır.»
Müslim, ordusuyla yola çıktı. Öte yandan durumu haber alan Me-
dineliler, Mervan’m evi çevresindeki kuşatmayı arttırdılar. Bir oyun
oynamayacaklarına, kendilerini ihbar etmeyeceklerine, düşmanlarına
yardımda bulunmayacaklarına dair söz verinceye kadar kuşatmayı
kaldırmadılar. Ancak bu şartlarla Medine'den çıkmalarına izin verdi­
ler. Medine’den çıkan Emevîler, Müslim ile Vâdi’l-Kurâ’da karşılaştı­
lar. Müslim, Am r b. Osman'ı çağırtarak Medine’de ne olup bittiğini
sordu. Am r da, bir şey söyleyemeyeceğini belirtti ve, «Kendileriyle il­
g ili bir bilgi vermeyeceğimize, onlara karşı düşmanlarına yardım et­
meyeceğimize dair bizden söz aldılar» diye açıklama yaptı. Bu ceva­
ba çok sinirlenen Müslim, Am r’ın yakasma yapışarak onu sarstı ve
« Eğer Osman’ın oğlu olmasaydın şimdi senin kafanı u çururdum » diye
bağırdı. Sonra Abdülmelik b. Mervan, Müslim’in yaıuna geldi. Abdül-
melik, Müslim’e şöyle bir taktik verdi:
«Askerinle ilerlersin. Hurmalığa vardığınız zaman gölgesinde din­
lenir, meyvelerinden yersiniz. Sabah olunca yolunuza devam eder, M e­
dine’yi geçerek sola saparsınız. Sonra tekrar Medine’ye döner, Harra
tarafından girmeye çalışırsın. Medinelilere doğru harekete geçer, on­
larla güneş doğarken karşılaşmış olursun. Güneş adamlarının arka­
sında bulunur, onları rahatsız etmez. Fakat Medtnelileri rahatsız ede­
cektir. Onlar batı tarafında bulundukları sürece sizin m ızrak ve kı­
lıç gibi savaş aletlerinizin parlamasından rahatsız olacaklardır. Sen bu
EMEVİLER DEVRİ 331

arada onlara karşı hücuma geçersin.» Sonra babası Mervan geldi ve,
oAbdülmelik gelmedi m i?» diye sordu. Müslim, «Evet, geldi. Ona ben­
zeyen çok az Kureyşli ile konuştum» dedi. Mervan şu karşılığı verdi:
uAbdülmelik'i görmen, beni görmen demektir.»
Müslim, Abdülmellk'in çizdiği taktik üzere ilerledi. Medine’ye ulaş­
tığı zaman halkı çağırıp şöyle dedi: «Halife sizin ulu kişiler olduğunu­
zu söyledi. Ben de kanınızı dökmek istemiyor, size üç gün süre veriyo­
rum. Eğer pişman olur, af dilerseniz, sizi bağışlar, buradan ayrılarak
Mekke’ye giderim. Ama bu isyanı sürdürürseniz, başınıza geleceklerden
biz sorumlu değiliz.» Medineliler bu sözlere kulak asmadılar. Daha son­
ra iki taraf arasında başlayan savaş çok çetin oldu. Ve bütün İleri
gelenleri öldürülen Medinelilerin hezimeti ile sonuçlandı. Müslim, Me­
dine’de üç gün süreyle askerlerine herşeyi serbest bıraktı. İnsanlar öl­
dürüldü, mal ve eşyalar yağmalandı. Sonra halk, Yezid'e biat etmeye
davet edildi. «A rtık onun kölesi olacaklar, o da onların mal, can ve na­
muslarını koruyacaktı, sahipleri olacaktı.» Müslim, bunu kabul etme­
yeni öldüreceğini açıkladı. Ali b. Hüseyin'in yanma geldi. Yezid'ln tav­
siyesi gereği ona iyi muamele etti ve biat istemedi. Bu olay H. 63. se­
nenin Zilhicce ayının son iki günü (29-30 Ağustos 683) meydana geldi.
İslâm tarihinin acı hadiselerinden biri de derin tesirler bırakarak
böylece sona erdi.

d) M ekke K uşatm ası:

Üçüncü olay ise Abdullah b. Zübeyr’e karşı başlatılan Mekke ku­


şatmasıdır. Müslim, Medine meselesini halledince İbn Zübeyr’le sa­
vaşmak için Mekke’ye doğru yola çıktı. İbn Zübeyr, Mekke'de yerine
Rûh b. Zenbâ el-Cuzzâmi’yi bırakmıştı. Selel’e vardığında hastalanan
ve ölümünün yaklaştığını anlayan Müslim, Yezid’in daha önceki tali­
m atı üzerine, yerine ordu komutanlığına Husayn b. Numeyr’i getirdi.
Yola devam eden ordu H. 64. yılın Muharrem ayının 26’smda (24 Ey­
lül 683) Mekke’ye vardığında, Mekke halkı ve diğer Hicazlılar Abdul­
lah b. Zübeyr’e biat etmişlerdi. Necde b. Amir, Kabe’yi korumak için
ilerlerken, Abdullah b. Zübeyr de Suriye ordusuna karşı harekete geç­
ti. İbn Zübeyr, savaşın başlarında ordusu paniğe kapıldığı için Mek­
ke’ye dönüp orada savaşmak durumunda kaldı. Muharrem’in kalan
günleri ve Safer ayı boyunca savaş devam etti. Husayn, Rebiulevvel’in
dördüncü günü Mekke’yi mancınıkla dövmeye başladı. Kuşatma de­
vam ediyordu. Bu sırada Yezid’in ölüm haberinin gelmesi üzerine sa­
vaş durdu.
Yezid döneminde meydana gelen bu üç büyük fitne, onun adının
332 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

müslümanlarca tiksinti ile anılmasına, hattâ lanetlenmesine sebep ol­


muştur.

e) Y ezid Dönemindeki F etih le r:

Yezid, babası Muâviye’nin sözünü yerine getirerek Kuzey Afrika’


ya tekrar Ukbe b. N â fi’yi vali tayin etti. K ayrevan’a ulaşan Ukbe,
Ebû’l-Muhâcir’i yakalatarak hapse attı. Çocuklar ve mallarla birlikte
bir kısım askeri Kayrevan’da bıraktıktan sonra, büyük bir ordu ile
harekete geçen Ukbe, ilerleyerek Bâğâya’ya girdi. Burada toplanmış
olan kalabalık Bizans kuvvetleriyle savaşa tutuştu ve onları bozguna
uğrattı. Kaçan BizanslIlar şehre sığındılar. Bir süre şehri kuşatan Uk­
be, uzun müddet onlarla uğraşmak istemedi.
Oradan ayrılarak Zab denilen bölgeye doğru yola çıktı. Burası
pek çok şehir ve köy ihtiva eden geniş bir bölge idi. Ukbe, bölgenin en
büyük şehri olan Erbe’ye yöneldi. Orada bulunan Bizanslılar’ın karşı
koyması üzerine giriştiği savaşta onları da yendi. Sonra oradan Ta-
hert’e geçti. Ukbe'nin üzerlerine doğru gelmekte olduğunu haber alan
BizanslIlar, Berberîler’i de yardıma çağırarak şehri savunma hazırlı­
ğına koyuldular. Çok sayıda asker toplamışlardı. Düşmanın çokluğu,
işi biraz zorlaştırdı ise de sonunda zafer yine müslümanların oldu.
BizanslIlar ve Berberîler bozguna uğradılar. Müslümanlar onların mal
ve silâhlarmı ganimet olarak ele geçirdiler.
Buradan ayrılan Ukbe, Tanca’ya ulaştı. Bu şehirde Julianus adın­
da bir Bizans valisi ile karşılaştı. Julianus, Ukbe’ye kıymetli hediye­
ler sundu ve idaresine girm eyi kabul etti. Oradan Tanca’nın batısın­
da bulunan Sus taraflarına doğru hareket etti. Buralarda da birçok
Berberi kabilesi ile karşılaştı. Çıkan savaşlarda onları da yendi. Son­
ra Sus el-Aksa’ya doğru yola çıktı. Burada da Berberîler’le savaşmak
zorunda kaldı ve onları bozguna uğrattı. Sefere devam eden Ukbe A t­
las Okyanusu'na kadar ilerledi. Orada sahilde şöyle dedi: «Allah’ım ,
eğer şu deniz önüme çıkmasa idi, senin rızan için devam eder, geri
dönmezdim.» Oradan geri dönen İslâm ordusu, geçtiği yerlerdeki Bi­
zans ve Berberîler’i korkutup dağıtarak ilerliyordu. Kayrevan’a sekiz
günlük mesafede bulunan Tabna şehrine geldiklerinde kazandığı za­
ferlere güvenerek, ordusunu dağıttı. Artık çekinecek bir düşman kal­
mamıştı. Az bir askeri birlikle Tahûza’ya vardılar. Onu böyle az bir as­
kerle gören BizanslIlar tuzağa düşürmek istediler. K ale kapısını ka­
patarak kendisine hakaretler edip, saldırdılar. Bu arada Ukbe, onları
İslâm’a davet etti. Tabiî kabul etmiyorlardı.
Öte yandan Ukbe’nin askerleri arasında Kuşeyle adında yaşlı bir
EMEVİLER DEVRİ 333

Berberi vardı. Bu, hükümdar Ebû’l-Muhâcir vali iken müslüman ol­


muştu. Ukbe, Ebû’l-Muhâcir’den görevi devralırken Kuseyle’ye iyi dav­
ranmamıştı. O zaman Ebû'l-Muhâcir, «Buna dikkat et, ondan sana bir
zarar geleb ilir» diyerek, Ukbe’y i uyarmıştı. Fakat Ukbe, onu hiç bir
zaman önemsememişti. Ukbe’nin askerlerini az gören BizanslIlar K u ­
seyle’ye adam yollayarak, kendilerine katılmasını İstediler. Kuşeyle,
kendi ailesi ve amca çocuklarını toplayarak Ukbe’ye doğru harekete
geçti. Ebû'l-Muhâcir, Ukbe’ye «Kuşeyle askerlerini toparlamadan ace­
le davranmalısın» dedi. Ukbe, Kuseyle’ye doğru harekete geçti İse de
Kuşeyle, biraz daha adam toplayabilmek İçin zaman kazanma düşün­
cesi ile Ukbe’nin yolundan uzaklaştı. Daha sonra askerlerini çoğaltan
Kuşeyle, Bizanslılar'la birlikte müslümanlara saldırdı. Savaşta Ukbe
ve Ebû’l-Muhâcir de dahil olmak üzere, bütün askerler şehit edildi.
K ayrevan’da vekil olarak bulunan Kays b. Zübeyr bunlarla savaşmak
istedi ise de ordu isyan ettiği .için Kayrevan'ı terkedip Barka'ya dön­
mek ve orada konaklamak zorunda kaldı. Kuşeyle İse, Kayrevan’a ge­
lerek orayı istilâ etti. Orada bulunan müslüman çocuklarını ve diğer
insanları serbest bıraktı. Sonra bütün Kuzey Afrika’yı ele geçirdi.

f) Y ezid'in Ö lüm ü:
Yezid b. Muâviye, H. 64 senesinin 14 Rebiulevvel’inde (10 Kasım
683) Şam'ın Havran köyünde 39 yaşında iken vefat etti. Yezid’in ha­
lifelik müddeti, üç sene, sekiz ay, on dört gün sürmüştür.

Y e z i d ’in Ailesi:
Yezid, Utbe b. Rabia’nın kızı Ümmü Hâşim ile evlenmişti. Yezid’in
bu hanımından Muâviye ve Hâlid adlı iki oğlu oldu. Yezid’e Ebû Hâ­
şim de denirdi. Sonra Abdullah b. Âmir in luzı Ümmü Kiilsüm ile ev­
lendi. Bu kadından da Abdullah dünyaya geldi. Abdullah'ın Araplar
arasmda nişancılığı ile ünlü olduğu belirtilir. Ayrıca çeşitli cariyeler-
den küçük Abdullah, Ebû Bekr, Utbe, Harb ve Abdurrahman adlı oğul­
ları dünyaya geldi.
3 — II. M U ÂV İYE B. Y E Z İD (63/684)

Yezid’in ölümünden sonra Şam’da oğlu Muâviye’ye, Mekke ve Hi­


caz'da ise Abdullah b. Zübeyr’e biat edilmişti.
Y irm i bir yaşında olan Muâviye, halife olduktan çok kısa bir za­
man sonra «İnsanlar camiye gelsin» diye münadi çıkartıp insanları top­
ladı. Minbere çıkıp Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle dedi:
oBenim size halife olamayacağım, bu görevi üstlenmekte âciz ol­
duğum muhakkaktır. B unu bilmekle beraber size Ebû Bekr’in, Öm er
b. Hattab'ı vasiyet e ttiğ i gibi birin i tavsiye edemiyorum. B ütün ara­
mama rağmen böyle birin i bulamadım. A ltı kişilik şûrada yer alan şa­
hıslar gibi insanlar aradımsa da onları da bulamadım. A rtık siz ken­
di işinizi daha iyi bilirsiniz. Dilediğiniz birini kendinize halife olarak
seçin.» Bu sözlerle halifelikten ferağat eden II. Muâviye üç ay sonra
öldü ve ölümüne kadar kimseye görünmedi.
Anlaşılan İslâm birliğinin dağıldığını gören bu zayıf genç, ken­
dinde bu perişanlığı giderecek,.dağınık toplulukları bir araya geti­
rip, durumu ıslah edecek gücü görememişti.

Abdullah b. Zübeyr’e Biat Edilmesi:

Yezid öldüğü sırada, İbn Zübeyr, Husayn b. Numeyr’in muhasa­


rası altındaydı. Muhasaranın en şiddetli anında İbn Zübeyr, Yezid’in
ölüm haberini almıştı. Husayn’ın henüz hiç bir şeyden haberi yoktu.
İbn Zübeyr, Husayn’m saflarına doğru, «N e diye savaşıyorsunuz? Ta-
ğutunuz ölm üş» diye bağırdı. Ona inanmadılar. Haber Husayn’a da
ulaşınca, görüşmede bulunmak için İbn Zübeyr’e bir elçi gönderdi.
İbn Zübeyr’le buluştular. Husayn ona, « Halifeliğe sen daha lâyıksın.
Gel biz sana biat edelim. Sonra da bizimle birlikte Şam’a gel. Z ira şu
gördüğün asker Şam’ın ileri gelenleri ve süvarileridir. Vallahi ik i kişi
dahi sana biat etmekten çekinmez. İnsanların em niyetini sağlar ve
aramızda dökülen bu kanları heder sayarsın» dedi. İbn Zübeyr ona:
dVallahi ben kanlan heder saymam ve bizden öldürülen bir kişi için
sizden on kişi öldürülmesine dahi razı olm am » diye cevap verdi. Hu­
sayn onunla gizil konuştuğu halde o, «Vallahi yapmam» diye yüksek
EMEVÎLER DEVRİ 335

sesle bağırıyordu. Bunun üzerine Husayn: «Ben senin akıllı biri oldu­
ğunu sanıyordum. Ben seninle gizli konuşuyorum, sen açığa vuruyor­
sun. Seni halifeliğe davet ediyorum, sen ise harpte başka bir şey istemi­
yorsun» diyerek onu terketti. Husayn, ordusuyla önce Medine'ye, ora­
dan da Şam'a gitti. Şam’a vardıklarında Mu&viye b. Yezld’e biat edil­
mişti. Muâviye’nin durumunu ise az önce belirttik.

Şam’ın hali bu idi, imam yoktu. Hicaz’da İse İbn Zübeyr vardı.
Irak’a gelince, Yezid’in ölüm haberi Irak valisi Ubeydullah b. Zlyad’a
ulaşır ulaşmaz, halkı camide toplayarak onlara şöyle hitap etti:

«E y Basralılar! Şüphesiz bizim hicret ettiğim iz yer, sizin şehriniz,


ikâmet yerimiz sizin şehriniz, doğumumuz yine sizin aranızdadır. Si­
ze vali tayin edildiğimde, divana kayıtlı muharip yetmiş binden faz­
la değildi. Ama bugün yüz bin civarındadır. A m illerinizin dtvanı dok­
san binden fazla değilken bugün yüz kırk bini bulmaktadır. Sizi korku­
tacak h iç bir kimseyi dışarda bırakmadım. K im varsa, onu hapishaneni­
ze a ttım . Yezid öldü ve Şam karıştı. Siz ise, bugün insanların sayı
bakımından en çoğuna, toprak bakımından en genişine sahipsiniz. İn ­
sanların en zengini, ülkesi en geniş olanısınız. A rtık dininiz ve toplu­
luğunuz için razı olacağınız birini kendinize halife olarak seçiniz. Ben
sizin razı olduğunuzu ilk kabul eden olacağım. Suriyeliler sizin de ra­
zı olacağınız birini seçerlerse, siz de müslümanlann seçtiğini kabul
edersiniz. Yok eğer bunu istemezseniz hizmetinizi görecek birini vali
seçersiniz. Sizin hiç bir bölge halkma\ihtiyacınız yoktur, ama herkes
size m u h ta çtır.»

Bunun üzerine, «Konuşmanı duyduk. Bu işe senden daha lâyık bi­


rin i bilmiyoruz, haydi gel sana biat edelim» dediler. İbn Ziyad, hal­
kın biat için ısrarlarını üç defa reddetti, sonra da elini uzattı. Ona
biat ettikten sonra ayrıldılar ve ellerini duvarlara silerek, «İb n M er­
can, birlikte ve tefrika anında da kendine bağlı kalacağımızı m ı zan­
nediyor?» diye söylendiler. İbn Ziyad, daha sonra Kûfelilerden biat al­
mak için adam gönderdi ise de Kûfeliler reddettiler. Kûfelilerin kabul
etmediğini duyunca Basralılar da onu azlettiler. Bu arada bazıları,
İbn Zübeyr’e biat edilmesi için davette bulundu. Çoğu da biat etti. İbn
Ziyad, iyice zayıfladı. Basralılardan korkarak Hâris b. Kays el-Ezdi’den
imdat istedi. Sonra da Ezdi kabilesinin reisi olan Mes’ud b. Amr'm
himayesine girdi. Şam’a kaçıncaya kadar onun yanında kaldı. Basralı-
lar Abdullah b. Hâris b. Nevfel’i kendilerine vali seçip ona biat ettiler.
H. 64 senesi Cemaziyelâhir ayının başında (684 Ocak sonu) onu vali­
lik binasına götürdüler. Aynı şekilde Kûfeliler de kendilerine bir vali
seçtiler. İki vilâyet halkı da, valileri aracılığı ile İbn Zübeyr’e biat et­
336 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

tiklerini bildirdiler. O da onlara âm il gönderdi. M ısırlılar da İbn Zü-


beyr’e biat edince Suriye’den başka ona biat etmeyen bölge kalmadı.

S uriye ’nin Durumu:

Suriye’de Emevîler’in reisi Mervan b. Hakem idi. Şam em iri Dah-


hâk b. Kays, İbn Zübeyr’i istiyor ve halkı ona biate davet ediyordu.
Hıms valisi Numan b. Beşir ve Kınnesrin valisi Züfer b. Haris el-Ki-
lâbî de, İbn Zübeyr’i istiyor ve ona biate hazırlanıyorlardı. Filistin emi­
ri Hassan b. Mâlik b. Bahdal el-Kelbî ise Emevîler’i tutuyordu. Ür­
dünlüler Hassan’a, Yezid’in iki oğlu Abdullah ve Hâlid’i hilâfetten
uzak tutmak şartıyla biat ettiler. Onlar: «Başkaları olgun bir insanı
tek lif ederken biz bir çocuğu getirm ek istemeyiz» diyorlardı. Hassan,
bunun üzerine, Dahhâk b. Kays’a Emeviler’e saygı ifadeleri ile dolu,
onların kıym etini anlatan ve İbn Zübeyr’i iki halifeyi hal’etmiş biri
olarak tavsif edip kötüleyen bir mektup yazdı ve mektubunu halka
okumasını istediğini bildirdi. Başka bir mektup daha yazıp elçisine
verdi ve ona, «Dahhâk m ektubum u okursa ne âlâ. Eğer okumazsa, sen
kalk ve bu mektubu halka oku» dedi. Mektup Dahhâk’a gelince Dah­
hâk, mektubu halka okumadı. Bunun üzerine Hassan’ın elçisi kalka­
rak diğer mektubu herkesin içinde okudu. Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan,
«Hassan doğru söylüyor» dedi. Başkaları da kalkıp aynı şeyleri söyle­
yince Dahhâk, onların hapsedilmelerini emretti. Fakat kabileleri on­
ları hapisten çıkardılar.
4 — M E R V A N B. H A K E M (64 - 65/684 - 685)

Şam’ın idaresini elinde tutan Dahhâk, etrafındaki kalabalıkla


Merc-i Râhit'e gitti. Emevîler ise Câbiye'de toplanıp halifeliğe kimi
seçecekleri üzerinde müşaverede bulunuyorlardı. Sonunda Mervan b.
Hakem’in halifeliğine ittifakla karar vererek, 3 Zilkâde 64 (22 Hazi­
ran 684) tarihinde ona biat ettiler.
Biat işi tamamlandıktan sonra Mervan, taraftarlarıyla birlikte
Câbiye’den kalkıp Kays kabilesinin karargâh kurduğu Merc-i Râhit’e
gitti. Kelb, Gassan, Sekâsek ve Kevn kabileleri Mervan’ın etrafında
toplandılar. İk i taraf arasında yirmi gün süren çok çetin bir savaş ol­
du. Sonunda Mervan galip geldi ve Dahhâk öldürüldü (Muharrem 65/
Temmuz 684).
Dahhâk’m yenilgi haberi Numan b. Beşir'e ulaşınca o da Hımıs’ı
bırakıp kaçtı. Fakat Hımıslılar, onu yakalayarak öldürdüler. Aynı ha­
ber Kmnesrin’deki Züfer b. Hâris'e gelince, o da kaçarak Karkisiya’ya
çekildi. Kays kabilesi onun etrafında toplandı ise de bu kötü durumda
ona Beni Süleym’den sadece iki genç yardım etti. Züfer'i takip eden
Mervan’m süvarileri yetişince gençler ona, «kaç, canım kurtar, biz
savaşım » dediler. O da iki genci terkedip uzaklaştı. Gençler orada öl­
dürüldüler. Züfer, kaçarken şu beyitleri okuyordu:
«Hay babasız kalasıca, silâhımı göster
çünkü harbin uzayıp gideceğini görüyorum.
M ervan’ın kanımı akıtacağı veya dilim i keseceği haberi geldi.
Biz sancakları kaldırdığımızda, develerdedir kurtuluş
ve yeryüzündedir kaçacak yer.
Kaybolursam gafil zannetmeyin beni, sizin karşınıza
çıktığım da da sevinmeyin.
M e fa la r, toprak artıklan üzerinde ot bitirir
Ama gönüllerdeki sızılar kalır olduğu gibi.
K elb (kabilesi) mızraklanmızdan kurtulup gider,
Ve Râhit ölülerini olduğu gibi terkeder öyle mi?
İbn A m r ve İbn Maan’dan sonra bu yolda yürünür mü?
Hümâm’ın öldürülmesi en yücesidir dileklerin.
Beni bundan önce, yenilmiş ve dostunu
338 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

terkedip kaçarken hiç görmedin.


K u fa n ile hücum ederken akşam üzeri
Etrafım da hep düşman görürüm , dost insanları değil
K ötü geçen bir gün bütün günlerim in menfaat ve
iyiliklerini alıp gider mi?
Öyleyse atlar razı oluncaya
ve kadınlarımız Kelb kadınlarından intikam alıncaya kadar
barış yok.
Hey gidi!
Benim saldırılarım böyle başarısız m ı olacaktı?
Tay kabilesi derdime dermanım.»

Şam’da, Mervan İdareyi tamamen ele alınca M ısır’a yürüdü ve


orayı zaptederek ahalisinden biat aldı. Sonra Şam'a döndü ve orada
ikamet etti. Mervan’m halifeliği uzun sürmedi. H. 65 senesi Rama­
zan ayında (Nisan 685) vefat etti. Oğullarından önce Abdülmelik’i,
sonra da Abdülaziz’i veliaht tayin etmişti.

M er Van’m Kısa Biyografisi:

Mervan, Hakem b. Ebî’l-Âs b. Umeyye’nin oğludur. Annesi, Alkame


b. Safvan el-Kinâni’nin kızı Âmine'dir. Mervan, hicretin ikinci sene­
sinde (624) doğmuştur. Babası Hakem, Mekke’nin fethinde müslüman
olmuş ve Mervan müslüman olarak yetişmiştir. Osman b. A ffan za­
manında onun kâtibi ve müşaviri idi. Muâviye zamanmda birkaç ke­
re Medine’ye vali olmuştur. Yezid öldüğünde Ubeydullah b. Ziyad ol­
masaydı Abdullah b. Zübeyr’e biat etmeye hazırlanıyordu. İbn Ziyad
Emevîler’in en büyüğü olması hasebiyle halifeliği kendisinin almasını
istedi. Onu destekleyecek adamlar buldu ve Merc-i Râhit harbinden
sonra halife oldu. Öldüğü zaman sadece Şam ve M ısır’a hâkim durum­
daydı. Ölünce yerine oğlu Abdülmelik geçti.
5 — A B D Ü L M E L İK B. M E R V A N (85 - 86/685 - 705)

a) K ısa B iyo gra fis i:

H icri 26 senesinde (647) Medine'de doğmuştur. Mervan b. Ha-


kem’in oğludur. Annesi, Muâviye b. Velld b. Muğire b. Ebî’l-As b. Umey-
ye’nin kızıdır. Gençlik yıllannda akıllı, dirayetli, edip ve zeki birisi
olarak temayüz etmiştir. Saîd b. Müseyyeb ve Urve b. Zübeyr ayarın­
da Medine fukahasından sayılırdı. Şâ’bî onun için şöyle diyor: «Abdül-
melik hariç kim inle ilm i münakaşada bulundaysam hepsini mağlup
ettim. Hepsinden üstün olduğumu gördüm. Fakat Abdülmelik'e bir
hadis veya şiir söylemedim ki, o hususta benim malumatıma katkıda
bulunmasın.»

Babasmm vefatmdan sonra, onun vasiyeti ile halife oldu. Bu sı­


rada İsl&m ülkesinde durum son derece karışıktı. Hicaz’da Abdullah
b. Zübeyr vardı ve Hicazlılar ona biat etmişlerdi. İraklılar İse üç ayrı
fırkaya bölünmüşlerdi: İbn Zübeyr'e biat edip emrine giren Zübeyri-
ler, Ehl-i Beyt'e davette bulunan Şiiler ve daha önce zikri geçen Ha­
ricîler. Abdülmelik, İşi ciddiyetle ele alarak bütün ülkeyi hâkimiyeti
altında topladı.
Mervan, vefatmdan önce Ubeydullah b. Ziyad’m komutasında bir
ordu hazırlayarak el-Cezire’ye, Karkisiya’da bulunan Züfer b. Hâris’ln
üzerine göndermiş ve zaptedeceğl yerlere onu vali tayin etmişti. İbn
Ziyad, el-Cezîre'yi zaptettikten sonra Irak'ı İbn Zübeyr’den alacaktı.
Kendisi el-Cezîre’de iken Mervan’m ölüm haberiyle birlikte Abdülme-
lik’in mektubu geldi. Abdülmelik de babası gibi, onu aynı vazifeyle gö­
revlendiriyor ve Irak üzerine yürümeye teşvik ediyordu. İbn Ziyad
bunun üzerine yoluna devam etti. Aynu’l-Verde denilen mevkiye gel­
diğinde, orada herhangi bir emirin göndermediği, kendiliklerinden Hü­
seyin’in kanmı talep için toplanmış bir ordu Ue karşılaştı. Bunlar Hü­
seyin'e yardım etmedikleri için kendilerini affetmemişler ve onun ka­
tillerini öldürmeden de affetmeyeceklerine inanmış, bu uğurda gizli
olarak asker ve silâh hazırlamışlardı. H. 65 senesinde (685) İstedikleri
güce kavuşunca da Hüseyin’in intikamım almak için K û fe’dekl Şiiler'
in başı olan Süleyman b. Surad el-Hüzaî komutasında yola çıkmışlardı.
340 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

Nitekim yolda Suriye ordusuyla karşılaştılar. İki ordu arasmda şid­


detli bir çarpışma oldu ve reisleri Süleyman da dahil olmak üzere Şii-
ler’in çoğu öldürüldü. İçlerinden altı bin kadarı kurtulabildi. Süley­
man'ın ölüm haberi Abdülmelik’e gelince Şam’da halka şu konuşma­
yı yaptı:
«İra k ’da sükûn ve huzuru bozanların biri olan Süleyman b. Su-
rad’ı Allah helâk etm iştir. D ikkat edin kılıçlar Müseyyeb’in başını
topaç gibi yere atm ıştır. Allah onlardan sapık ve saptırıcı iki başı daha
öldürdü: Abdullah b. Sa’d el-Ezdi ve Abdullah b. Vâli’l-Bekrî. A rtık
onlardan güç sahibi kimse kalmamıştır.»

b) M uhtar b. Ebî Ubeyd es-S ak afı:

Muhtar, köprü savaşmda şehit olan Ebû Ubeyd’in oğlu olup Hz.
A li-M u â v iy e mücadelesinde faal olmasa bile Hz. Ali tarafını tutmuş,
Müslim b. Akîl’in çıkardığı isyana katılmış ve bu sebeple hapsedilmiş­
tir. Kerbelâ vakasından sonra hapisten çıkan Muhtar, Mekke’ye dön­
müş ve Abdullah b. Zübeyr’in ortaya çıktığı şuralarda herhangi bir
harekete katılmamıştır. Muhtemelen bu devrede ilerde girişeceği hare­
ketin fikrî ve askerî plânlarını hazırlamıştır. Mekke’nin muhasarasın­
da Abdullah'ın saflarında kahramanca dövüşmüştür. Muhtar, siyasi
emellerini tahakkuk ettirmek hususunda en müsait yerin. Şiflerin ço­
ğunlukta bulunduğu Irak olduğunu bildiği için 684 y ılı ilkbaharında
K û fe’ye gitti. Bu şuada Küfe, Şiileri Süleyman b. Surad'ın idaresi al­
tında idi. Muhtar, onun m aiyetine girmeyerek, kendisinin Hz. A li’nin
oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin veziri olduğunu ortaya attı. Va­
zifesinin Hz. Hüseyin’in intikamını almak olduğunu ilân etti. Onun
etrafm da yavaş yavaş bir kalabalık toplanmağa başladı ise de Şiflerin
büyük bir kısmı ona itim at edemiyorlardı. Hattâ Medine’ye bir heyet
göndererek Muhammed b. el-Hanefiyye'den durumu sordular. Muham­
med, bu heyete Hüseyin’in intikamını kim abrsa ona dua edeceğini
bildirince Kûfeliler Muhtar’a inanmak zorunda kaldılar. Bundan ce­
saret alan Muhtar, faaliyetlerini artnınca vali tarafından hapsedildi.
Fakat hapis hayatı uzun sürmedi. Hapisten çıkar çıkmaz tekrar ha­
rekete geçti. Bu şuada Süleyman b. Surad ölmüş ve Şiîler başsız kal­
mıştı. Bu durum Muhtar’ın lehine bir gelişme idi. Çok geçmeden dev­
rin en büyük komutanlarından İbrahim b. M âlik el-Eşter’i de bir hi­
le ile kazandı. Artık açıkça ortaya çıkabilecek askerî güce sahip ol­
muştu.
Muhtar, başlangıçta Şiilere dayanıyor ve onların düşünce ve inanç­
larım benimser gözüküyordu. Fakat kâfi derecede kuvvetlendiğini far-
EMEVİLER DEVRİ 341

kedince, gerçek düşüncelerini ortaya koydu ve zuhuru ile İslâm'ı


ihya edecek olan «M ehdi» olduğunu ima etmeğe başladı. İy i ve ateşli
bir hatip idi. Kur'an'ı taklit ederek muğlak İfadeler kullanıyor ve Ceb­
rail’den ilham aldığım söylüyor veya böyle bir rivayetin etrafa yayü-
masma yardımcı oluyordu. Bugünkü tarihçiler onun sahte peygamber
olduğu görüşünü benimsemektedirler. Kendisine taraftar bulmak için
Muhammed b. el-Hanefiyye'nin ismini, dolayısıyle Şiileri İstismar et­
mekten çekinmemiştir. İsyanından sonra ŞUlerden ziyade M evâll’ye
dayanmış ve onlarm da İslâm cemaati arasında Araplar İle eşit hak­
lara sahip olmasını ısrarla istemiştir. Bütün bunlara rağmen Muh-
tar’ın esas düşüncelerinin ne olduğu, açık olarak anlaşılamamıştır. Meş­
hur Alman tarihçisi Wellhausen de «Onun gibi şeytanî yaratılıştı kim ­
seler daima muamma olarak kalacaktır» ifadesiyle bu görüşe katıl­
maktadır.

Muhtar, 14 Rebiulevvel 66 (19 Ekim 665) tarihinde açıkça hareke­


te geçti. K üfe valisi Abdullah b. M uti’, sokak muharebelerinde bir ne­
tice elde edilemeyeceğini anlayınca Muhtar’ın birliklerini şehir dışına
çekmeye muvaffak oldu, fakat yapılan savaşı kaybederek Mekke’ye
kaçmak zorunda kaldı. Muhtar’m birlikleri şehre girdiler. Emeviler’e
karşı olan ve Hz. Ali saflarmda mücadele vermiş bulunan kabile reis­
leri (E şraf), aradan uzun zaman geçmesi sebebiyle eski heyecanları­
nı kaybetmişlerdi. Bu bakımdan Muhtar'ın hareketine katılmadılar.
Bunlar, İbrahim b. Mâlik el-Eşter’in komutasındaki çoğunluğunu Me-
vâli’nin teşkil ettiği birlikler tarafından kolaylıkla bertaraf edildiler.
Böylece K û fe’ye tam mânâsıyla hâkim olan Muhtar, kısa zamanda
Basra bölgesi hariç bütün doğu eyaletlerine de nüfuzunu kabul etti­
rerek Azerbaycan, İsfehan, Hemedan ve Musul’a kendi adamlarını va­
li olarak tayin etti.

Hz. Hüseyin’in intikamını almak için ortaya atıldığını öne sürerek


Şiilerin desteğini kazanan Muhtar, kuvvetlendikçe esas fikirlerini açı­
ğa vuruyordu. Bu durum Şiilerin ondan çekinmesine sebep oluyordu.
Hele K û fe’yi ele geçirdikten sonra aşırı tutumu bu şehirde onu des­
tekleyen Şii ileri gelenlerini kendi aleyhine çevirdi. Hattâ İbrahim b.
M âlik el-Eşter’in K ûfe’de bulunmadığı bir sırada harekete geçerek
Muhtar’ı zor duruma bile düşürdüler. Onu bu kötü durumdan İbrahim
kurtardı.

K û fe’de bir çok kimse, Hüseyin’in katline iştirak etmek veya onu
korumamakla itham edilerek idam edildi. Irak'ta karışıklıkların de­
vam etmesi ve Muhtar’m açıkça olmasa bile Abdullah b. Zübeyr ile
ihtilâfa düşmesi Abdülmelik b. Mervan’ın işini kolaylaştırmıştı.
342 doğuştan günümüze.BÜYÜK İSLÂ M T A R İH İ

Ubeydullah b. Ziyad komutasındaki ordu Resü’l-Ayn'da Şiileri


mağlup etmiş ise de, Merc-i Râhit savaşını müteakip Karkisiya’ya
çekilmiş olan Zufer b. Haris idaresindeki Kayslılar ile mücadeleye tu­
tuştuğu için bir sene kadar Irak’a karşı tasarlanan hücumu gerçekleş­
tirememişti. Bu sırada da Muhtar, Irak’a hâkim olmuştu. Ubeydullah’
m K ayslılar’ın mukavemetini kırıp Musul’a doğru ilerlemesi üzerine
Muhtar’m Musul valisi şehri terkedip Tekrit’e çekildi. Muhtar, Ubey-
dullah’m ilerlemesini durdurabilmek için Yezid b. Enes komutasmda
bir kuvvet gönderdi. 10-11 Zilhicce 66 (9-10 Temmuz 686) tarihinde
yapılan çetin savaşta Irak kuvvetleri mağlup oldular. Yezid’in ye­
nilmesinden sonra Muhtar, İbrahim b. Mâlik el-Eşter’i daha kuvvetli
bir ordu ile Ubeydullah’a karşı şevketti. İk i ordu Küçük Zab’a ka­
rışan Hâzir suyu kenarında karşüaştı. 9-10 Muharrem 67 (5-6 Ağus­
tos 686) tarihlerinde cereyan eden kanlı mücadele, kalabalık olma­
sına rağmen Ubeydullah’m birliklerinin ağır bir mağlubiyete uğra­
masıyla sonuçlandı. Bizzat Ubeydullah ve Husayn b. Numeyr savaş
meydanında hayatlarım kaybettiler. Hâzir savaşı ile el-Cezire bölge­
si de Muhtar’ın idaresine geçmiş oluyordu.
Ubeydullah’a karşı kazandığı kesin zaferden sonra Irak’ta daha
da kuvvetlenen Muhtar, Abdullah b. Zübeyr’e başvurarak kendisine
Irak ve doğu eyaletlerinin valiliğini vermesini istedi. Basra ve çevre­
si hariç zaten istediği yerler fiilen Muhtar’ın hâkimiyeti altında idi.
Fakat Abdullah onun bu teklifini reddetmekte tereddüt etmedi. Böy-
lece Emevîler ve Hariciler’den sonra Muhtar’ı da karşısma almış olu­
yordu. Bu tutumu onun geleceği bakmamdan oldukça kötü neticeler
doğuracaktır. Abdullah’tan red cevabı alan Muhtar, onun değil Mu-
hammed b. el-Hanefiyye’nin halifeliğini tanıyacağını ilân etti. Böyle-
ce İslâm dünyası iyice parçalanmış oluyordu: Suriye, Filistin ve Mısır
Abdülmelik’in, Arabistan ve Yemen Abdullah b. Zübeyr’in, Irak, el-Ce-
zîre ve doğu vilâyetleri Muhtar’m idaresinde bulunuyordu. Ayrıca
bunların üçüne de karşı olan Haricîler de devleti içten içe kemiriyor­
lardı.
Abdullah b. Zübeyr, iki rakibinden Muhtar’ı daha tehlikeli buldu­
ğu için ilk defa onu ezmeye karar verdi ve kardeşi Mus’ab’ı 67 (686)
yılı başlarında Basra valiliğine tayin ederek Muhtar ile mücadeleye
memur etti. Mus’ab Basra’da büyük bir kitle tarafından bir kurtarı­
cı gibi karşılandı. Muhtar’m aşırı fikirlerinden ve zulmünden kaçan­
lar Basra’ya toplanmışlardı. Bunların da katılmasıyla iyice kuvvetle­
nen Mus’ab K û fe’de bulunan Muhtar üzerine yürüdü. Muhtar’m or­
taya çıkmasından itibaren onun askeri başarılarında büyük payı bu­
lunan İbrahim b. Mâlik el-Eşter bu sırada el-Cezire'de bulunması se­
EMEVÎLER DEVRİ 343

bebiyle Muhtar, en kuvvetli desteğinden mahrum olarak Mus'ab ile


mücadele etmek zorunda kaldı. Mus’ab'm yanında ise Mühelleb b. Ebi
Sufra ve Muhanuned b. Eş’as gibi devrin en tecrübeli İki komutanı bu­
lunuyordu. Nitekim daha ilk karşılaşmada Muhtar'ın kuvvetleri Mus'-
ab’m karşısmda tutunamayarak Kûfe’ye çekildiler. Mus’ab’m kuvvet­
leri de fazla zorlanmadan Kûfe'ye girdiler. Muhtar, kendisine sadık altı
bin kişiyle saraya kapanarak müdafaaya çekildi. Gayesi zaman kaza­
narak İbrahim ’in yardıma gelmesini sağlamaktı. Muhasara dört ay
kadar sürdü. Herhangi bir yardım kuvvetinin gelmesinden ümidini
kesen Muhtar 14 Ramazan 67 (3 Nisan 687) tarihinde bir çıkış hareke­
ti yaptı. Cesurca dövüştü ise de ölümden kurtulamadı. Böylece birkaç
yıldan beri Irak'a hâkim olarak büyük karışıklıklara sebebiyet vermiş
olan Muhtar gailesi ortadan kalkmış oluyordu.

c) Abdullah b. Z ü b eyr:

Irak’ta Abdullah ile Muhtar arasmdaki mücadeleler Abdülmelik'ln


işine geliyordu. Bu iki kuvvetin iyice birbirini yıpratmalarını bekliyor­
du. Bu kuvvetlerden galip geleni, oldukça hırpalanmış olacağı İçin
kolaylıkla bertaraf edeceği ümidinde idi. Muhtar’uı öldürülmesinden
sonra Abdülmelik, el-Cezire’de bulunan İbrahim b. Mâlik el-Eşter’l ka­
zanmak için bazı tertiplere girişti ise de bir netice elde edemedi. Zira
İbrahim, daha önce davranan Mus’ab'ın taratma geçmişti. Abdülme­
lik, Irak'a karşı harekete geçmek istediği sıralarda, yani Muhtar ile
yaptığı savaşlarda az da olsa yıpranmış ve bir taraftan da Hariciler ile
mücadele zorunda olan Mus’ab’m bu zor durumundan istifade edece­
ğ i zaman karşısına Bizans gailesi çıkmıştı. İslâm âleminin bu İç ka­
rışıklıklarla zayıflamasından istifade cihetine giden BizanslIlar hare­
kete geçmişti. Abdülmelik, önce bu tehlikeyi bertaraf etmek mecburi­
yetinde idi.
Mus’ab'a gelince, her ne kadar Muhtar’ı mağlup etmiş ve Irak
ile doğu vilâyetlerini eline geçirmiş ise de gerek Horasan'da Arap ka­
bileleri arasmdaki mücadeleler ve gerekse Ahvaz ve Fars bölgelerin­
de Haricilerin karışıklık çıkarması onu da zor duruma düşürmüştü. Ha­
riciler ile başarılı mücadelelerde bulunan Mühelleb, Musul ve Azerbay­
can valiliğine tayin edilerek onun yerine Ömer b. Ubeydullah b. M a’-
mer getirildi. Fakat Ömer, Haricilere karşı çıktığı ilk harekatta mağ­
lup oldu. Hariciler, İsfehan ve Rey’e kadar tesir sahalarını genişletti­
ler. Bunun üzerine Mühelleb, tekrar Hariciler ile mücadeleye memur
edilerek onun yerine İbrahim b. Mâlik el-Eşter getirildi.
Abdülmelik’in Mus’ab’a karşı ilk askeri harekatı 689 yazında ol­
344 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

muştur. Onun askerî karargâhı Kınnesrîn yakınındaki Butnan Ha-


bib’de idi. Mus’ab’ınki ise Tekrit yakınındaki Bacumeyra’da bulunu­
yordu. Fakat Abdülmelik Dımaşk’tan ayrıldıktan kısa bir zaman son­
ra Am r b. Saîd’in isyan ederek kendisini halife ilân ettiği haberini al­
dı. Bunun üzerine mecburen Dımaşk’a dönen Abdülmelik, Am r’ı ya­
kalayarak bizzat kendi eliyle onu öldürdü. Ertesi yıl tekrar Irak üze­
rine yürüyen Abdülmelik kışın gelmesi sebebiyle bir netice alamadan
geri döndü. 691 yılı başlarında el-Cezire bölgesini itaat altına almağa
başlayan ve bu arada yülardan beri Karkisiya’da inatla direnen Zu-
fer b. Hâris’i bertaraf eden Abdülmelik artık kati netice almadan dön­
memek kararını vermişti. Mus’ab'm kuvvetleri Bacumeyra’da toplan­
mıştı. Fakat Mühelleb ve Abdullah b. Hazım komutasında bir kısım
kuvvetler Hariciler ile mücadele ettikleri için yanında bulunmuyor­
lardı.
İki ordu birbirlerinden çok uzak olmayan Maskin ve Bacumeyra’
da ordugâh kurmuşlardı. Abdülmelik, daha savaş başlamadan karşı ta­
rafı içten çökertmek maksadiyle Mus’ab’m bazı komutanlarıyla te­
masa geçti. Mus’ab’m ordusunda bulunan Iraklüar savaşa pek arzulu
değillerdi. Daha başlangıçta Abdülmelik üstünlük elde etmişti. İbra­
him, Abdülmelik’in kendisine yazmış olduğu gibi diğer komutanlara da
mektup yazdığını, bu mektupların muhteviyatının açıklanmasının te­
minini Mus'ab’dan istedi. Fakat Mus'ab, İbrahim ’in bu ikazına al­
dırmadı. Bazı komutanlarm savaş başlar başlamaz geri çekilecekle­
ri veya karşı tarafa geçecekleri söylendi ise de Mus’ab yine bir tedbir
almadı. Nihayet iki ordu 691 yılı sonlarında Maskin ile Bacumeyra
arasmdaki Deyrü’l-Câselik mevkiinde savaşa tutuştular. Savaşın ilk
anlarında İbrahim b. Mâlik el-Eşter’in öldürülmesi Mus’ab için sonun
başlangıcı idi. D iğer taraftan bazı Irak birlikleri savaşa Aiç girme­
den kaçtılar. Mus’ab nihayet harp meydanında hemen hemen yalnız
kaldı. Abdülmelik’e karşı kahramanca savaştı, fakat savaş meydanın-
d maktul düşmekten kurtulamadı. Savaş Abdülmelik’in kati zaferiy­
le son buldu.
Bu zaferi müteakip K ûfe’ye giden Abdülmelik, halktan biat al­
dı. Basra da onun halifeliğini tanıdı. Hariciler ile savaşta olan Mühel-
leb’e biat etmesi için haber gönderildi. Küfe ve Basra'nın biat ettiği­
ni öğrenince o da biat etti. Abdülmelik’in halifeliğini tanımayan Ho­
rasan valisi Abdullah b. Hazım da bir isyan neticesinde öldürüldü.
Böylece 691 yılı sonlarında Hicaz hariç bütün İslâm ülkeleri, Abdül­
melik’in halifeliğini tanımış oluyordu. Sıra Mekke’de bulunan Abdul­
lah b. Zübeyr’e gelmişti. Abdülmelik Küfe, Basra ve diğer vilâyetlere
kendi adamlarım vali tayin edip sükûneti sağladıktan sonra Dımaşk’a
döndü.
EMEVlLER DEVRİ 345

AbdüLmelık b. Mervan, daha Kûfe'den ayrılmadan, Irak’a karşı


giriştiği harekâtta temayüz etmiş olan Haccac b. Yusuf es-Sakafi ko­
mutasında iki bin kişilik bir Suriyeli birliği Mekke üzerine gönderdi.
Haccac, Şaban 72 (Ocak 692) tarihinde Mekke yakmmdaki T a if şeh­
rine gelerek karargâh kurdu. Abdülmelik’in Haccac'a verdiği talimat
arasında, Mekke’ye karşı derhal taarruza geçmeyip önce sulh yolunu
denemesi de bulunuyordu. Fakat Haccac bu talimata pek riayet etme­
yerek A rafat dağı istikametinde süvari birlikleri göndermeğe başladı.
Bu birlikler her seferinde Abdullah b. Zübeyr'in kuvvetlerini mağlup
etmekte idiler. Fakat kuvvetlerinin sayıca azlığı ve Mekke’ye karşı
hücuma geçme emri almaması sebebiyle kesin neticenin alınamaya­
cağını anlayan Haccac, Abdülmelik'e yazdığı mektupta yardımcı kuv­
vetler ve Mekke’ye taarruz müsaadesi istedi. Bunun üzerine Abdül-
melik, onun isteklerini kabul ederek Tarık b. Amr komutasında beş
bin kişilik yardımcı kuvvet gönderdi. Haccac, istediği yardımı ve ta­
limatı aldıktan sonra üç aydan beri oturduğu T aif şehrini terkederek
Mekke’nin güney-batısındaki Ebû Kubeys dağı üzerinde karargâh kur­
du. Böylece Zilkade (Nisan) ayında fiilen Mekke’nin muhasarası baş­
lamış oluyordu. Abdullah b. Zübeyr, Hicaz hariç bütün eyaletleri kay­
bettiği için kendisine bağlı olan Mekke halkıyle sonuna kadar müca­
deleye karar vermişti.

Haccac ile Tarık’ın kuvvetleri 1 Zilhicce 72 (24 Nisan 692) tari­


hinde Mekke önünde birleştiler. Hac mevsiminin başlaması sebebiyle
Haccac, birlikleriyle beraber haccetmek istedi. Fakat Abdullah, onu
Mekke’ye sokmayacağını ilân etti. Buna çok kızan Haccac mancınık­
larla şehre taş yağdırmaya başladı. Bu sırada Mekke’de bulunan Hz.
Ömer'in oğlu Abdullah, Haccac’a bir adam göndererek hac ibadeti ya­
pılırken şehre taş atılmamasını istedi. Haccac 10 Zilhicce’de hac me­
rasiminin sona ermesine kadar şehre hücumu durdurdu. Mekke’ye ge­
len hacılardan büyük bir kısmı memleketlerine dönmeyerek Abdul­
lah'ın emrinde mücadeleye katıldılar. Muhasara uzadıkça Mekke’de
yavaş yavaş açlık tehlikesi kendisini hissettirmeye başladı. Günler iler­
ledikçe yiyecek fiyatları hızla artıyordu. Bir tavuk on dirheme, bir öl­
çek mısır yirm i dirheme çıkmıştı. Kaynakların ifadesine göre şehir­
de mahsur kalan halk binek hayvanlarını, hattâ mancınıkla dışarıdan
atılan bir köpeği bile yemek zorunda kalmışlardı. Diğer taraftan şehre
karşı yapılan hücumlar gittikçe şiddetini artırıyordu. Hattâ bu hü­
cumlar sırasında Kâbe bile tahrip edilmişti. Muhasaranın altıncı ayın­
da artık yiyecek bulamayan büyük bir gurup şehri terkederek Hac-
cac’ın tarafına geçmek zorunda kalmıştı. Hattâ Abdullah'ın oğullan
bile babalarını terketmişti.
346 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

Abdullah b. Zübeyr, etrafında çok az bir topluluğun kaldığını gö­


rünce, annesi Esma binti Ebî Bekr’e giderek ona:
oA nacığım ! İnsanlar hattâ ailem ve çocuklarım beni terkettiler.
Etrafımda bir saattan fazla sabredemeyecek kadar az insan kaldı. K a r­
şıdakiler dünyadan istediğimi veriyorlar. Ne dersin?» diye sordu. An­
nesi ise:
vSen kendini daha iyi bilirsin. Eğer kendinin hak üzerinde oldu­
ğunu biliyor ve ona davet ediyorsan vazgeçme, devam et. Çünkü bü­
tün taraftarların bu uğurda öldüler. Benî Umeyye çocuklarının boy­
nunla oynamalarına müsaade etme. Eğer yaptıklarınla dünyayı iste-
diysen, ne kötü bir kulsun, kendini ve beraberindekileri helak ettin.
Taraftarların seni bırakınca zayıfladın. Eğer hak üzereysen bu zayıf­
lık ne hür insanların ne de din ehlinin yapacağı şey değildir. Dünya­
da ne kadar kalacaksın? Ölüm daha güzeldir! » cevabını verdi. Bunun
üzerine Abdullah b. Zübeyr annesine:
oA n acığım ! Suriyeliler beni öldürürlerse cesedime hakaret ede­
ceklerinden ve beni çarmıha gereceklerinden korkuyorum .» dedi. An­
nesi:
ııEvlâdım ! Ölmüş koyun, derisi yüzülünce acı duymaz. Bildiğin
doğru yol üzerinde yürü. A llah’tan yardım iste» dedi ve alnından öptü.
Abdullah :
ııBenim görüşüm de böyle. Bugüne kadar onun uğrunda çalıştım.
Dünyaya meyletmedim. Dünyada yaşamayı da istemedim. Beni isya­
na sevkeden şey, A llah için gazaptan ve haram larının helâl kılınm a­
sından başka birşey değildir. Ben de seninle aynı düşüncedeyim, an­
cak görüşünü almak istedim. Sen de bana kuvvet verdin. Bak ana­
cığım ! Ben bugün öldürüleceğim, sakın üzülme. İşi Allah’a teslim et.
Çünkü oğlun, bir m ünkire yardım etmedi ve bir kötülük işlemedi. A l­
lah’ın hükmünde zulmetmedi, emniyet altındaki kimseye ihanette bu­
lunmadı. B ir müslümana zulmedilmesine göz yummadı. Â m illerim in
bana ulaşan zulümlerine rıza göstermedim. A llah'ın rızasına başka bir
şeyi üstün tutmadım. Rabbim! Bunları kendimi temize çıkarmak için
söylemiyorum, sadece anneme taziye için, onu teselli için söylüyorum*>
dedi. Bu defa annesi:
ııTaziyemin güzel olmasını dilerim. Benden önce ölürsen kadere
rıza gösteririm. Kazanırsan zaferine sevinirim. Çık bakalım iş nereye
varacak» dedi. Abdullah da:
ııAllah seni hayırla mükâfatlandırsın. Benim için duayı eksik et­
m e» dedi. Annesi ise:
»Sana ebediyen dua edeceğim» cevabını verdi.
EMEVİLER DEVRİ 347

Abdullah b. Zübeyr için teslim olmak veya dövüşerek ölmekten


başka yol kalmamıştı. O sırada Abdullah yetmiş iki yaşında bulunu­
yordu. Buna rağmen elinde kılıç ve yanmda kendisine bağlı bir kaç
sadık adamıyla şehri terkederek hücuma geçti. Yaşından beklenmeyen
bir cesaret ve çeviklikle mücadele ederek nihayet 14 Cemaziyelevvel 73
(1 Ekim 692) tarihinde öldü. Haccac, onun başım kestirerek Suriye’ye
gönderdi. Cesedi de bir müddet darağacında asılı kaldı, tşlâm tari­
hinin dikkat çekici simalarından birisi olan Abdullah b. Zübeyr, do­
kuz yıl Mekke’de halife olarak tanınmış, cesur, dindar ve bir çok m e­
ziyetlere sahip bir kimse idi.
Haccac, Abdullah'a karşı kazandığı başarıdan sonra Hicaz, Yemen
ve Yemame valiliğine tayin edildi. Hicaz valiliği devresinde, Hicaz’da
önemli bir siyasî olay meydana gelmedi. Tam mânâsıyla sıkı bir İda­
re kurması ve-yıllardan beri mücadelelerin verdiği bıkkınlık sebebiyle
bir isyan hareketi ortaya çıkmamıştır.

d) Haccac b. Yusuf es-Sakafi ■.

Mühelleb, uğradığı mağlubiyetlerden sonra halifeye bir mektup


göndererek ondan takviye kuvvetleri istedi. Abdülmelik, onun mektu­
bunu alıp okuduğu zaman huzurunda bulunanlara dönerek: « İçin iz­
den Ira k ’a gim gidecek?» diye sordu. Kimse çıkıp bu işe gönüllü ol­
mak istemedi. Bunun üzerine odaya çökmüş olan derin sessizlik İçin­
de Haccac b. Yusuf ayağa kalktı ve halifeye: « Sizin aradığınız adam
benim » dedi. Abdülmelik: « Sen o tu r» dedi. Fakat halife ikinci, üçün­
cü defa olarak huzurunda bulunanlara aynı şeyi sorduğu halde yine
cevap alamayınca Haccac, tekrar ayağa kalkarak şöyle dedi:
«Cenab-ı Hak şahit, Ey m ü’m inlerin em irl! Bu iş için aradığınız
adam benim .»
Abdülmelik: «Sen bu işin adamı değilsin, zira herkesi eşek ansı
gibi sokarsın!» dedi. Fakat yine de onu Irak’a gidecek takviye kuvvet­
lerinin komutanlığına getirerek tayin emrini imzaladı. Bunun üzerine
Haccac yola çıktı.
Haccac, başında bulunduğu kuvvetlerle beraber K ü fe yakınında­
ki Kadisiye'ye vardığı zaman, arkasmda bulunan birliklere kendisini
takiben bütün gece yürümeleri için emir' verdi; sonra sırtına su kır­
baları yüklenmiş ve ayağı tez bir hecin devesi istetti. Devenin çıplak
sırtına binerek, bir elinde K ur’an-ı Kerim, üzerinde de basit bir el­
bise He basit bir sank olduğu halde deve sırtında rüzgâr gibi çölün
yollarına düştü.
348 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

Bu şekilde son süratle K û fe’ye geldi ve yalnız başına şehre girdi.


Sonra şehrin sokaklarında herkesi namaza çağırarak dolaşmaya baş­
ladı. O sırada orduya mensup olan muharipler evlerinde kendi aile­
leri ve azatlı köleleri ile birlikte oturmaktaydılar. Birbirlerine: «Hay­
d i, toplanalım da bizi vakitsiz namaza çağıran bu adamı taşlayalım/»
dediler. Muhammed b. Umeyr, azatlı köleleri peşinde, Haccac’ı camiye
kadar takip etti. Camiye girdiği zaman Haccac’m kürsüde put gibi
hareketsiz ve derin bir sessizlik içinde oturduğunu gördü.
Umeyr: «A llah, Ira k ’m başına böyle bir adam getirdiği için bütün
Umeyye OğuUan’n ın canını a lsın !» diye bağırdı. Sonra Haccac’ı taş­
lamak için cami duvarından taş sökmeğe başladı. B ir taraftan taş sö­
kerken, bir taraftan da şöyle diyordu: «Rabbim , başımıza gönderile­
bilecek bundan daha kötü bir adam olam azdı!» Bu sırada, azatlı köle­
lerinden biri Umeyr’in yanma geldi: « Bırak da ne söyleyecekse söylesin.
Hele bir dinleyelim » dedi. Diğerleri de: «Bu adam muhakkak alelâde
bir bedevidir» dediler.
Cami, olup bitenleri öğrenmek isteyen meraklılarla tıklım tıklım
dolduğu zaman, Haccac yüzünü örtmek için sarığmm önüne astığı
mendili çekip çıkardı. Sonra başındaki sarığını çözerek ayağa kalktı.
Sonra Bismillah demeden, Hz. Peygamber’in adını hayırla yâdetme-
den konuşmaya başladı:
« Ben meşhur bir adamım. Kazandığım zaferler, yaptığım işler be­
n im şöhretim i her gün biraz daha arttırıyor. Sarığım ı çıkarayım da
kim olduğumu görün. Şimdi beni iyice gördünüz mü? Beni tanıdınız
mı? Ha! Bakıyorum, bazılarınız beni iyice görebilmek için gözlerini k ır­
pıştırıyor, boyunlarını uzatıyor. Bu uzanan boyunlar üzerindeki kelle­
ler ne güzel kılıçtan geçer. Ben kelle uçurmakta gayet ustayımdır. Da­
ha şimdiden şu sarıklarla şu sakallar arasında kesilen boyunlardan
akan kanların p ırıltısın ı görür gibiyim.
M ü ’m inlerin emiri, kuburunu boşalttı, oklarının arasından en za­
lim , en keskin, çelikten ve en sert ağaçtan yapılmış olan oku bulup
seçti. O ok da benim. Ey İra klıla r! Ey isyan ve hiyanetten başka bir
şey bilmeyen âsiler! K ötü kalbliler. Ben öyle hamur gibi yoğrulabilen
cinsten yumuşak kalbli bir insan değilim. Sizi kırbaç düşmanlan, sizi
köle karı yavruları sizi! Ben Haccac b. Yusuf'um. Benim tehditle va­
kit geçirmeyip çok çabuk dediğini yapan bir adam olduğumu görecek­
siniz. Ben vakit kaybetmekten, fazla konuşmaktan hoşlanmam. Bun­
dan böyle hiç bir yerde bir kalabalık toplandığını görmeyeceğim. Top­
lantı, içtim a hepinize yasaktır! Kendi aranızda gizli gizli konuşma is­
temem. Bundan böyle kimse kimseye 'Neler oluyor? Yeni ne haberler
var?’ diye sormayacak.
EMEVtLER DEVRİ 34B

Ne oluyorsa oluyor, size ne, fahişe çocuklun! Herkes bundan böy­


le yalnız kendi işiyle uğraşacak. Kimse başkalannın işlerine karışma­
yacak. Elim e düşecek adamın vay haline! Dosdoğru yürüyecek, ne sa­
ğa, ne de sola döneceksiniz. Başınıza getirdiğim adamlan takip edip
halifeye biat edecek, ona sadakat ve itaat yemini ettikten sonra yola
çıkacaksınız.
Ve sakın şu sözlerimi hatmntzdan çıkarayım demeyin, ben bir
şeyi ik i defa söylemekten hoşlanmam. Sizin korkaklığınızdan ve ihane­
tinizden ne kadar hoşlanmazsam, konuşmaktan da o derece hoşlanmamI
Şu k ılıcım bir kere kınından çıkacak olursa bir daha onu kınına sok­
mayacağım. Aradan yıllar bile geçse, doğru yoldan aynlanlann her-
birini doğrultup yola sokana kadar bu kılıç kınına girmeyecek. Baş
kaldıranın başını uçuracağım.
Bu kadar yeter! E m irui-m ü'm in in , hepinize verümesi gereken
harçlıkları dağıtarak sizi Mühelleb’in komutası altında düşman bir­
liklerine karşı sefere göndermemi emretti. Şimdi em irlerim i dinleyin;
size üç günlük bir mühlet veriyorum. Bu yeminimi Cenab-ı Hak da
duysun ve bana şahit olsun; şu andan itibaren Mühelleb’in ordusuna
alınmış olup da bu üç günlük iznin sonunda bu şehirde kaldığını gör­
düğüm her şahsın kellesini uçurup malarını yağma edeceğim. Oğlum,
E m iru 'l-m ü ’m ininin Küfe halkına hitaben gönderdiği şu mektubu oku
bakayım.»
Bu emir üzerine Haccac’ın kâtibi okumaya başladı:
«Bismillâhirrahmanirrahîm ,
Alah’ın kulu E m iru’l-m ü'm inîn Abdülmelik’ten lra k ’ın hakiki
m ü 'm in ve müslümanlanna selâm, kendisinden başka bir tanrı olma­
yan Allah adıyla sizi selâmlarım.»
Haccac, kâtibe: « Orada dur! oğlu m !» dedi, «E y İra klıla r! Ey isyan
ve hiyanetten başka bir şey bilmeyen kötü kalpliler! Ey nifak ve ay­
rılık yılanları! E m iru’l-m ü’minin size mektubunda selâm eder de siz
onun selâmına mukabele etmez misiniz? Cenab-ı Hak nasip eder de
beni sîzlerin arasında bırakırsa, sizi odun gibi dilim dilim yarıp ayak­
la r altında çiğneyeceğim. Size adab, erkân öğreteceğim. Mektubu oku­
maya devam et, oğlum .»
K âtip tekrar mektupta selâm vasıtasıyla geçen sulh kelimesine ge­
lince camide bulunanların hepsi de mukabelede bulundular. Cenab-ı
Hakk’ın halifeyi esirgemesi, bağışlaması için dua ettiler.
Mektubun okunması bittikten sonra Haccac, kürsüden indi ve or­
duya almacaklara harçlıklarının dağıtılması için gerekli emirleri ver­
di. Tem im kabilesi mensuplarından ve K û fe’nin ileri gelenlerinden
350 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

biri olan Umeyr, Haccac önünden geçtiği sırada, ona hitaben:


«Cenab-ı Hak, E m iru'l-m ü ’m in în t korusun, başımızdan eksik
etmesin» dedi. «A m a benim şu halime bakın b ir kere. Ben ihtiyar, has­
talıklı ve yaşlanıp işe yaramaz bir hale gelmiş bir insanım, fakat be­
n im oğullarım var. E m iru ’l-m ü’m in în benim yerime oğullarımdan en
kuvvetlisini, en iyi ata binenini, en iyi silâh kullananını alsın.»
H accac: «Pekâlâ» dedi. «B ir delikanlı b ir ihtiyardan daha iyi iş
g ö rü r!» Bunun üzerine Umeyr, cemaatın arasmdan ayrılıp uzaklaştı.
Tam o camiden çıkacağı sırada yambaşmda bulunanlardan ikisi, Hac-
cac’a: «AUah, E m iru ’l-m ü’m in în i korusun» dediler. «B u ihtiyar kimdir,
bilir misiniz?»
Haccac: «H a y ır» diye cevap verdi.
«T e m im li Dabi’n in oğlu Umeyr’in ta kendisi. Hz. Osman’ın cese­
di üzerine çıkıp da tekmeleriyle onun kaburga kem iğini kıran Um eyr.»
Haccac, bu sözleri duyunca Umeyr’i hemen geri çağırdı ve, «B a ­
balık, Hz. Osman’ın nâşını çiğneyip onun kaburga kem iğini kırmışsın,
doğru m u ?» dedi.
Umeyr ise, «Osman benim babamı zindana tıktırm ış ve ih tiya r ve
hasta olduğu halde onun orada ölüm üne sebep olm uştu» diye cevap
verdi.
Haccac: «Osman'ın ölüm ünün diyetini kendi ölüm ünle ödeyecek­
sin» dedi. «Savaşabilecek vaziyette olanları EzrakHefe karşı cenge gön­
dereceğiz. Sana gelince ihtiyar, senin ölüm ün ik i şehir halkını da, hem
Basra'yı, hem de K û fe’yi sevindirecek.» Sonra kâh sakalını kemirerek,
kâh onu bırakarak uzun uzadıya Umeyr’i tepeden tırnağa kadar süzdü.
Sonra ihtiyar adamın yanma kadar sokuldu ve «U m eyr, kürsüde söy­
lediğim sözleri duydun m u ?» diye sordu. Umeyr:
«Duydum, Ya H accac!» diye cevap verdi. Bunun üzerine Haccac:
«B enim gibi bir adamın kendi kendini yalancı çıkarması muhak­
kak çok kötü olur. Bunun için sözümü tutacağım . Muhafızlar, buraya
gelin. Şu adamı götürün ve kellesini u çurun.» dedi.
Muhafızlar hemen Um eyr’i camiden çıkarıp işini bitirdiler. Bu
idamdan sonra, İraklılardan teşkil edilen birlikler hemen yola çıktı.
Mühelleb’in karargâhına varana kadar kimse yollarda oyalanmadı,
kimse sağma soluna bakmaya cesaret edemedi.
Ebû Muharik’in oğlu Ubeyd anlatıyor: «Haccac, bütün Irak top­
rakları valisi sıfatıyla, ziraat ve arazi vergilerinin toplanması işini ba­
na verdi, ben de bunun üzerine bu iş hakkında fik ir almak üzere ih­
tiyar ve son derece kibar bir h a n lıy ı sorup araştırdım; Cem il b. Sü-
EMEVİLER DEVRİ 351

h e y fin aradığım adam olduğunu söylediler. Bunun üzerine C em il'i ça­


ğ ırttım ; gözleri, gayet gür ve uzun kaşlarının altında âdeta kaybol­
muş, çok yaşlı bir adamdı.
Gelince, hemen: « Ben yaşlı bir adamım, beni ne diye rahatsız
edersin?» dedi.
Senin yardım ve fikirlerine muhtacım. İşimde senden akıl almak
istedim, dedim.
C em il b. Süheyr bir ipek parçasıyla kaşlarını geri iterek bana bak­
tı. Sonra: « D ileğin nedir?» diye sordu.
Haccac, memleketin ziraat işlerinin başına beni getirdi, dedim.
Haccac, bilirsin, Nuh dedi m i Peygamber demeyen bir adamdır, çok
inatçıdır. B ir hata işlemekten korkuyorum. Bana akıl ver.
O zaman, ihtiyar: «Şu üç şeyden hangisini tatm in etmek istiyor-'
sun?» diye sordu. «Haccac’ı mı, Hâzineyi mi, yoksa kendi vicdanını
m ı?»
Mümkünse her üçünü de, diye cevap verdim, fakat Haccac’dan
dehşetli korkuyorum. Çok korkunç bir adamdır.
O zaman, ihtiyar: « Öyleyse şu dört kaideden ayrılm a» diye ko­
nuştu. « Bunlar: Kendi evinin kapısını daima açık bulundur ve kapın­
da içeri misafir kabulü için uşak falan bulundurma; bu şekilde kim
isterse istediği anda gelip seni görebileceğini, seninle müşavere ede­
bileceğini bilmeli. Diğer taraftan kapın açık durursa, mem urların sen­
den daha fazla korkarlar. Emrindeki memurlarla her zaman uzun
uzadıya görüş. B ir vali bu şekilde hareket ettiği müddetçe daima ken­
disini halka sevdirir ve isim yapar. Yayınladığın emirlerde daima hak
ve adaletle hareket et, fakat zengin ve fakir demeyip herkese karşı
eşit davran. Kimseyi kayırma. Kimsenin şahsi emel ve ihtiraslarına
alet olm a; em rin altında bulunanlardan hiç bir zaman hediye alma,
zira o hediyeyi sana veren kişi, verdiği hediyenin ik i m islini almadan
rahat etmeyecektir. Böyle olmasa bile bir tek hediye yüzünden çıka­
cak dedikodular yeter.
Bu dört kaideyi yerine getir, ondan sonra koyunlannın derisini
d iri d iri boyunlarından kuyruklarının uçlarına kadar yüzsen bile yi­
ne senden memnun kalırlar. Haccac da sana karşı h iç bir şey diyemez.»
Şâ’bi de şöyle bir olay anlatıyor: «B ir defasında Haccac, bir miras
davasını halle çalışırken müşkül bir durumda kalmış, şaşırmıştı. B u­
nun üzerine beni çağırttı. B ir anne, bir kız kardeş ve bir büyük baba
arasında m evcut mirasın ne şekilde dağıtılması lâzım geldiği husu­
sunda benim kanaatimi sordu.
O zaman, Rasûlü ekrem’in ashaptan en yakın beş arkadaşı, bana
352 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

sorduğunuz mesele hususunda beş ayn fik ir serdediyorlar, diye ce­


vap verdim. Bu farklı fik ir beyanında bulunanlar da Abdullah, Zeyd,
Ali, Osman ve İb n Abbas’tır.
Haccae: «İb n Abbas’m fik ri neymiş? Zira o son derece sofu bir
m üslümandı» diye sordu.
İb n Abbas, büyük babayı babaya müsavi addetmiş, üçte ik i hisse
dedeye, üçte bir hisse anaya bırakmış ve kız kardeşe hiç bir hisse ver­
memişti.
«Peki, ya Abdullah ne demiş?»
«O terekeyi altı müsavi kısma böldü, kız kardeşe a ltı hissenin
üçünü, anaya altı hissenin birini, dedeye de a ltı hissenin ikisini verdi.
«Peki, ya Zeyd’in fik ri ne merkezdeydi?»
«Zeyd ise terekeyi dokuz parçaya böldü, anaya dört, kız kardeşe
iki, büyükbabaya ise üç hisse verdi.
0 zaman Haccac: «Ya, E m irü'l-m ü ’m inin Osman ne buyurmuş?»
diye sordu.
uO, her vârise hissenin üçte birini verdi, dedim.»
«A li, ne yaptı?»
«A li de terekeyi altı eşit kısma böldü ve kız kardeşe o hisselerin
üçünü verdi; fakat geri kalan üç hissenin ikisini anaya, birin i de bü­
yük babaya verdi.»
Haccac bu cevaplarım üzerine biraz düşündü ve, « B ir defa şu
kesin ki, A li’n in tavsiye e ttiğ i hâl şeklini takip etmeyeceğiz» dedi. Da­
ha sonra kadıya, E m irü ’l-m ü ’m inîn Osman’ın tavsiye e ttiğ i şekle uy­
gun olarak hükmetmesi hususunda em ir verdi.»
Haccac, bir defasında hasta düşmüş, yatıyordu, bu durumdayken
kendisine Küfe halkmm isyana hazırlandığı haberi verildi. Haccac,
bütün gücünü toplayarak yatağından kalktı, camiye gitti. K ür­
süye çıkıp koltuk değneklerine dayanarak cemaata şöyle hitap etti:
« Size Haccac öldü m ü dediler? Ölm ediğim meydandadır. Fakat
kabirden pek uzakta olm adığım da muhakkak. Allah, Şeytan hariç,
h iç bir varlığa ölmezlik vasfı bahşetmedi. Her canlıda ölüm ün bir zer­
resini görmek, her boy atan dalda çürüyüşün alâm etlerini sezmek
mümkündür. E r veya geç herkes kendisi için kazılmış mezara göm ü­
lecektir. Toprak onun etlerini kemirecek, onun bütün vücudundaki
mayi ve kanı emecektir. İşte o zaman insanın hayatta iken en ziyade
sevdiği iki şey, yani sevgili çocuklarıyla, çok kıym etli paractklan, bir­
birlerinden ayrılıp dağılmaya başlayacaktır.»
Haccac, saraymda sadece bir defa mesut ve keyifli görüldü. O da
EM EVİLER D EVRİ 353

Leylâ adında bir kadının huzuruna getirildiği gündü. Am ir kabilesin­


den olan yeğeni Tevbâ -ki çoktan ölmüştü- bir defasında Leylâ hak­
kında yazdığı bir kasidede, Leylâ başucuna geldiği takdirde mezarın­
dan kendisi çıkamasa bile hayaletinin çıkıp onun güzelliğini temaşa
edeceğini fevkalâde zarif mısralarla anlatmıştı.
Haccac, Leylâ’ya: «Duyduğuma göre, Tevbâ'nm .mezarının yakı­
nından geçerken dönüp onun mezarını ziyaret bile etmiyormuşsun»
dedi. «Ona karşı sadakatsizlik ettin: halbuki şu anda sen onun yerin­
de olsaydın da o senin gibi sağ bulunsaydı, hiç bir zaman mezarını zi­
yaret etmeden geçip gitmezdi.»
Leylâ: «A llah m ü’minlerin em irini korusunu dedi. «O nun kabrini
mazeretim olduğu için ziyarete gitm edim .» Haccac, «Nasıl bir mazere­
tin vardı?»
Leylâ: « Tevbâ'nm kabri yakınından geçerken yanımda kadınlar
vardı» dedi. «Tevbâ benim için düzdüğü kasidede kabrinin başucuna
geldiğim zaman kendisi kabirden çıkamasa bile hayaletinin çıkıp be­
ni selâmlayacağını söylemişti. Kabrinin başına g ittiğ im zaman haya­
leti çıkıp görünmez de yanımdaki kadınlar Tevbâ ile alay ederler diye
düşündüm.»
Bu cevap Haccac’ın hoşuna gitmişti, onun İçin Leylâ’ya cömertçe
bir ihsanda bulundu. O gün Haccac ile Leylâ başbaşa saatlerce konuş­
tular. Haccac’ı yaşadığı müddetçe o günkü kadar neşeli ve keyifli gö­
ren olmamıştır.
Haccac, yirm i sene valilik ettikten sonra Irak'ta elli dört yaşmda
öldü. Öldüğünde geride, bir K u r’an-ı Kerim İle silâhlarından ve birkaç
yüz dirhemden başka bir şey bırakmamıştı. Irak valiliği esnasında
onun emriyle idam edilenlerin Bayisinin yüz yirm i bini bulduğu riva­
yet edilir. Haccac, «S ert idareli bir hükümetin pek az kişiye zararı do­
kunur. Fakat zayıf bir hükümetin zararı herkesedir» derdi.
Abdülmelik ve Velld devirlerini incelerken ilk dikkati çeken şah­
siyetlerden birisinin Haccac olduğu görülmektedir. Y irm i yıl kadar
devam eden Irak umumi valiliği esnasmda, devamlı karışıklıkların
çıktığı Irak’ı sükûnete kavuşturmuş, büyük fetihlerin yapılmasını sağ­
lamış ve Irak’m K ü fe ve Basra şehirlerinde ilmi hareketlerin başlama­
sına yardımcı olmuştur. Valiliği esnasmda bazı sert tedbirler alması,
devlet idaresinde asla müsamaha göstermemesi sebebiyle Arap ta­
rihçileri onun hakkında çok insafsız hükümler vermişlerdir. İslâm ta­
rihinde «Zalim Haccac» olarak bilinmektedir.
Kanaatim ize göre, Haccac devrinde hâkim olan şartlara uygun
olarak, icap eden yerde kimsenin göz yaşma bakmadan olaylara mü-
F. : 23
354 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

dahale eden ciddî, sert ve fakat adaletli bir idarecidir. Onun aleyhin­
de pek çok şey yazan tarihçiler bile, yirmi yıl süreyle büyük İslâm
devletinin yarışma kayıtsız şartsız hükmetmiş olmasına rağmen ölü­
münde silâhlarından, Kur'an’dan ve birkaç yüz dirhemden başka hiç
bir mirası kalmamış olan bu şahsın pek ender görülen dürüstlüğüne
dil uzatmak imkânını bulamamışlardır. Haccac'ın teşebbüsüyle ger­
çekleştirilen önemli işlerden birisi de K u r’an metninin harekelenme-
sidir.
Hz. Ebû Bekr ve Osman zamanlarında kitap haline getirilen Kur'-
an, harflerin noktasız olması ve harekelerin bulunmaması sebebiyle
ancak Arapçayı çok iyi bilenler tarafından doğru olarak okunabilmek-
te idi. Hele Arapçayı bitmeyen yabancıların K u r’an’ı okuması âdeta
imkânsızdı. Bu sebeple Haccac’ın teşvik ve yardımlarıyla Basra’da bir­
birine benzeyen harfleri farkedilir hale getirmek için çeşitli noktalar
ve okumayı kolaylaştırmak için harekeler tespit edildi. Okuyanlar için
büyük kolaylık teşkil eden bu işaretler, Haccac zamanında her taraf­
ta kullanılmaya başlandı.
Haccac, Velid’den sonra halife olacak olan Süleyman b. Abdül-
m elik’ten hiç hoşlanmaz ve bu hislerini de saklamazdı. Bu sebeple ken­
disinin Velid’den önce ölmesi için dua ettiği rivayet edilmektedir. A l­
lah, onun duasını kabul etmiş olacak ki 714 yılında vefat etmiştir.

e) A b d u rra h m a n b. M u h a m ın e d b . E ş 'a s 'm İs y a n ı:

Halife Abdülmelik, doğu eyaletlerindeki karışıklıkların tam mânâ-


siyle ortadan kaldırılması, fetihlerin muntazam bir şekilde yürütül­
mesi ve muhtelif vilâyetlerden gelen vergilerin bir düzene konarak za­
manında merkeze ulaşmasmın temini için bütün doğu eyaletlerini bir
umumî valilik haline getirdi ve başına da Haccac’ı geçirdi 78 (697).
Haccac, Mühelleb’i Horasan valiliğine tayin edip bu bölgeden emin ol­
duktan sonra, dahili karışıklıklar sebebiyle vermekte olduğu vergiyi
kesen Afganistan’daki Türk hükümdarı Rutbil’i itaat altm a almak
maksadıyla, Ubeydullah b. Ebi Bekr komutasında 79 (698) yılında kuv­
vetli bir orduyu Rutbil üzerine gönderdi.
Haccac, Ubeydullah’a bütün kaleleri yıkmasını, önüne çıkan her­
kesi esir olarak toplamasmı emretmişti. Ubeydullah, karşısına çıkan
kuvvetleri mağlup ederek Kabul’a on sekiz fersahlık bir mesafeye ka­
dar geldi. Fakat daha fazla ilerlemesi tehlikeli olabilirdi. Çünkü dağ­
lık arazi ve geçitler Türkler tarafmdan tutulmuştu. Ubeydullah, Rut-
bil’e yılda beş yüz bin dirhem vergi vermesi, üç oğlunu rehin olarak
göndermesi şartlarıyla sulh teklifinde bulundu. Rutbil bu teklifleri
EMEVİLER DEVRİ 35S

kabul etti. Fakat bu sırada Ubeydullah’m komutanlarında birisi sulhu


kabul etmeyerek birliklerine hücum emri verince savaş tekrar başla­
dı. Büst çölünde müslümanlar açlık ve susuzluktan büyük kayıplara
uğradılar. Ubeydullah da savaş meydanında öldü. Bu, savaşı kazan­
mış olan müslümanlar için büyük bir hezimetti.
Haccac, bu mağlubiyetin öcünü almak için yeni, bir sefer yap­
mak İstiyordu. Ancak bu isteğini önce halifeye bildirdi ve onun ona­
yını aldıktan sonra harekete geçti. Küfe ve Basra ordugâhlarından
yirmi bin kişilik bir ordu meydana getirdi. Uaccac, bu ordunun teçhizi
İçin hiç bir fedakârlıktan çekinmedi. Maaşlarını önceden ödediği gibi
ayrıca iki m ilyon dirhem dağıttı. Son derece mükemmel ve İyi teçhiz
edilmiş olan bu orduya İslâm tarihlerinde « Tavus ordusun denmekte­
dir. Ordunun komutanlığına da Küfe ileri gelenlerinden Abdurrahman
b. Muhammed b. el-Eş'as'ı tayin etti. 80 (699) yılında harekete geçen
Abdurrahman, selefinden ayn bir strateji takip ederek baskınlar ye­
rine muntazam bir şekilde ilerliyordu. Rutbll’ln haraç vermek şartly-
le sulh yapılması teklifini reddetti: Kabullstan İşgal edildi. Türk kuv­
vetleri devamlı geri çekiliyorlardı. Abdurrahman, zaptettiği şehir ve
kalelere, Irak İle irtibatı sağlamak için garnizon ve posta memurları
yerleştiriyordu. Bölgenin bir kısmını zaptettikten sonra, askerlerini
dağ havasına alıştırmak ve kışın yaklaşması üzerine birliklerinin bir
kısmına memleketlerine dönmeleri için İzin vermek sebebiyle hare­
kâtı durdurdu ve bunu Haccac’a bildirdi. Fakat her zaman olduğu gi­
bi başarı kazanmak hususunda aceleci olan Haccac, ona şu mektubu
yazdı:
« M ektubun elime geçti ve anlatmak istediğini anladım. Senin
mektubun, barışı seven ve sulh ile istirahat etmeyi arzulayan bir in­
sanın mektubudur. Bu mektup, az ve zelil bir düşmana barış elini
uzatan birinin mektubudur. O düşman müslümardardan bir çoğunu
öldürmüş, hezimete uğratılması kolay ve zenginlikleri bol olan bir düş­
mandır. Vallahi, ey Ommü Abdurrahman’m oğlu! Benim ordum ve
silâhımla, müslümanlardan bir çoğunu öldürmüş olan bu düşmanla
savaşmaktan vazgeçersen, ben senin bu görüşünü bir hileye değil, se­
nin zayıflığına ve görüşünün çirkinliğine yorarım. Sana em rettiğim
şekilde onların topraklarında seferlere devam et. Kalelerini yıkıp, sa­
vaşçılarını öldürerek esir almak için ilerle.»
Ardından bir mektup daha gönderdi ve onda da şunları yazdı:
« D ediğim i yapmazsan kardeşin İshak b. Muhammed orduya ko­
m uta etsin. Sana verdiğim em irliği ve yetkileri ona devret.n
Bunun üzerine Abdurrahman, komutanlarını toplayarak onlara
356 doğuştan gUnOmUze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

Haccac’tan gelen mektupların muhtevasmı açıkladı ve, «E ğ er ilerle­


mek istiyorsanız ben de ilerlerim , yürümek istemezseniz ben de yürü­
m em » dedi. İraklılar Haccac'tan nefret ediyorlardı. Uzak diyarlarda
uzun ve güç bir harp ihtim ali canlarmı sıkıyordu. Yurtlarına dön­
mek için her fırsatı kullanmaya hazırdılar. Eski Kinde hükümdar
ailesine mensup olan ve Haccac'm tehditkâr mektuplarından izzet-i
nefsi kırılan Abdurrahman, birliklerinin vereceği cevaptan emin idi.
Onlar:
dAllah'ın düşmanına itaat etmeyeceğiz. Bizi bir Firavun gibi cn
uzak seferlere gönderiyor, çoluk çocuğumuzu bir daha göremeyeceği­
miz bu yerlerde tutuyor. Zaten her halükârda kazanan odur. Galip ge­
lecek olursak fethedeceğimiz ülke onun olacak, mahvolursak bizden
kurtulacak.» dediler ve hepsi birden Abdurrahman’a biat ettiler.

Abdurrahman, Irak’a dönmeden önce, Haccac ile girişeceği mü­


cadelede arkadan vurulmamak için Rutbil ile anlaşma yaptı. Ayrıca Si-
cistan’m önemli şehirleri olan Büst ve Zerenc’e vekil valiler tayin edip
81 (700) ’de harekete geçti. Yolda orduya her taraftan katılanlar olu­
yordu. Haccac'ı Abdülmelik’ten ayırmanın mümkün olmayacağını an­
layınca Abdülmelik’e de halife olarak itaatten vazgeçti. Bunun üze­
rine bütün ordu, îbn Eş’as’a halife olarak ve Suriyeliler ile mücadele
etmek üzere biat etti. Haccac'm bu ordunun yolunu kesmesi hakkın­
da Mühelleb’e gönderdiği emir de yerine getirilmedi. Bununla bera­
ber, Abdurahman’m kendisiyle işbirliği yapması hususundaki teklif­
lerini de kabul etmeyerek Horasan’da işin neticesini beklemeye başla­
dı. Ancak bütün İran’da bulunan Şiî, Haricî ve diğer muhaliflerden
pek çoğu Abdurrahman’m sancağı altına koşuştular.

Haccac, bu isyanı bastırmak hususunda elbette İraklılara güve­


nemezdi. Yanında da Abdülmelik tarafından gönderilmiş pek az sa­
yıda Suriyeli savaşçı vardı. Bunlar Abdurrahman’m muazzam kuvve­
tiyle başa çıkacak durumda değildi. Bununla beraber Huzistan böl­
gesinde âsilere mukavemete çalıştı ise de mağlup oldu ve Basra’ya
çekildi. İsyancılar, onlan takip ederek hiç bir mukavemetle karşılaş-
maksızm şehre girdiler. Haccac, Basra’yı da âsilere terkederek şehrin
yakmmda el-Zâviye mevkiinde karargâh kurdu (22 Zilhicce 81/6 Şu­
bat 701). Artık Haccac geri çekilmektense mahvolmayı tercih ediyordu.

Haccac'm birlikleri Şebib’in ölümünden beri onun yanından ay­


rılmamış olan Sufyan b. Ebred el-Kelbî komutasında bir ay müddetle
Abdurahman’m birliklerine mukavemet etti ve hattâ 30 Muharrem 82
(14 M art 701) tarihinde yapılan çetin bir savaşta âsileri mağlup et­
tiler: fakat Basra’yı ele geçiremediler. Bu yenilgiyi müteakip Abdur-
EMEVtLER DEVRİ 357

rahman, birlikleriyle beraber eyaletlerdeki bütün Iraklı garnizonla­


rın akıp toplandıkları, isyanın asıl merkezi olan K û fe’ye gitti. Hem­
şehrileri taralından açık kollarla karşılandı. Bu suretle Haccac'm kuv­
vetleri ile el-Cezire arasına girerek Irak umumi valisinin, halife ile
irtibatını kesmiş oluyordu.

Bu tehlikeli durumda Haccac, paniğe kapılmadan çöl yoluyla F ı­


rat'ın sağ sahilinden ilerleyip Suriye ile kolay irtibat sağlayabileceği
K üle yakınında Deyrü’l-Kurra’da karargâh kurdu. İraklılar da, eski
Arap âdeti üzere şehirden çıkarak Suriyelilerin karşısında Deyrü'l-Ce-
mâcim yatımda müstahkem bir karargâha yerleştiler (82 Reblulevvel
başı/701 Nisan ortası). İki ordu arasında küçük çaptaki çarpışmalar
aylarca devam etti. Fakat bunlar kesin neticeyi getirmiyorlardı. Ab-
dülmelik ise bu sırada Suriye’de gayet müşkül bir durumda bulunu­
yordu. Her gün kendisine yüzlerce kişinin katıldığı Abdurrahman'ın
başarıları, onu şaşkına çevirmişti. Kardeşi Mııhammed ve oğlu Ab­
dullah komutasında Haccac’a yardımcı kuvvetler gönderdi. Aynı za­
manda İraklılara, kendisine itaat etmeleri şartıyla şu vaatlerde bu­
lundu: Onların maaşları da, Suriyeli birliklerin maaşlarının seviyesi­
ne çıkarüacak, Haccac Irak ıımıımî valiliğinden azledilecek ve Abdur-
rahman’a istediği bir eyaletin idaresi verilecekti.
Abdurrahman, bu teklifleri kabule mütemayildi. Fakat taraftar­
ları kazandıkları başarılardan dolayı gurura kapılmışlardı. Bunlar Ab-
dülmelik’in istifasından dem vuruyorlardı. İşin halli yine kılıçlara ha­
vale olundu. 83 yılı Cemaziyelâhir ortasında (702 Temmuz sonu) ya­
pılan ve tarihlere Deyrii’l-Cemâcim (Kafatası manastın) savaşı diye
geçen muharebede neticeyi yine Sufyan b. Ebred’in giriştiği kuvvetli
bir süvari taarruzu sağladı.
Abdurrahman'ın birlikleri, Suriyelilerin şiddetli hücumlarına da­
yanamayarak sayıca çok üstün olm alarına rağmen savaş meydanım
terkettiler. Abdurrahman, kaçanları durduramıyordu. Haccac bu kaçışı,
evlerine ve garnizonlarına dönenlere eman verileceğini ilân etmek su­
retiyle daha da hızlandırdı. Böylece fazla kan dökmeden gayesine ula­
şarak galip sıfatiyle Kûfe'ye girdi. Orada silâhım bırakmış olanların
biatini kabul etti. Biat edenler, bu merasim esnasında, isyanları ile İs­
lâ m iy e t inkâr etmiş olduklarım itiraf etmek zorunda bırakıldılar.
Ancak pek az kimse hayatını böyle bir küçüklükle satın almamak ce­
saretini gösterebildi.
Bu savaşta dağılmış olan İraklıların çoğu başka yerlerde toplan­
dılar. Abdurrahman, Kureyşli Ubeydullah b. Abdurrahman’ın kendisi
namına zaptetmiş olduğu Basra’ya vardıysa da burada fazla kalma­
358 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

yarak Ducely kenarındaki Maskîn’e gitti. Orada her taraftan kendisi­


ne katılan çok sayıda birliklerle bir defa daha arkasından gelen Hac-
cac ile savaşa tutuştu. Şaban 82 (Eylül/Ekim 702). Savaş sert ve çe­
tin oldu. Uzun müddet devam etti. Netice, bir Suriye birliğinin, mu­
hiti bilen bir ihtiyarın rehberliğinde bataklıklar arasından İraklıla­
rın arkasına geçmesi ve bunları geceleyin baskına uğratmasiyle alın­
dı, Abdurrahman’ın birlikleri kaçtılar ve bu arada, kılıçtan çok suda
boğulmak suretiyle büyük kayıp verdiler. İbn Eş’as, doğuya doğru kaç­
maya başladı. Onu takip eden Suriyeli birlikler Sus ve Sabur yanın­
da ona yetiştilerse de bir netice elde edemediler.

Kirm an'a giden Abdurrahman, burada uzun müddet kaldıktan


sonra Sicistan’a vardı (82 sonu veya 83 başı). Irak’a gelirken Zerenc'
te bıraktığı valisi şehrin kapılarını ona açmadı. Bust’taki valisi daha
ileri giderek Haccac’a teslim etmek üzere onu tutukladı. İşte bu sıra­
da, ihtiyaç anında ona sığmak bahşetmek üzere kendisiyle anlaşmış
bulunan Rutbil (Zunbil), Abdurrahman'ı kurtararak maiyetiyle bir­
likte Kabul'a götürdü ve kendisine büyük bir hürmet gösterdi.
Bu arada firar eden bir çok Iraklı, reislerinin arkasından geldi
ve Ubeydullah b. Abdurrahman ve Abdurrahman b. Abbas el-Hâşimi
komutasmda toplanarak tbn Eş’as'ı Sicistan’a geri çağırdılar. Abdur­
rahman, bu isteğe uyarak Sicistan’a döndü ve Zerenc’teki hain valiyi
öldürdü. Fakat Umâre b. Temim el-Lahmi komutasındaki Suriyelilerin
yaklaşması üzerine, birlikleri korkarak Horasan’a geçince kendisi de
tekrar RutbU’in yanına döndü. Horasan’a giden birlikler Herat şeh­
rini işgal ederek buradaki Horasan valisi Yezid b. Mühelleb’in Âmi­
lini öldürdüler. Bunun üzerine harekete geçen Yezid, bunları kısa
bir çarpışma sonunda dağıttı. Umâre, bütün Sicistan’ı itaat altma
aldı 83 (702). Buna rağmen Abdurrahman, onun için hâlâ büyük bir
tehlike arzediyordu. Haccac, çeşitli tehdit ve vaatlerle Rutbil’i, Ab-
durrahman’ı teslime ikna etmeye çalıştı. Haracı yedi veya on yıl alma­
mak teklifi ile nihayet onu ikna etmeye muvaffak oldu. Haccac’m ya­
nma vardığında başına gelecekleri gayet iyi bilen Abdurrahman, ken­
disini bir uçuruma atarak ölüp gitti. Böylece yıllardan beri Emevî
hanedanmı tehdit etmekte olan doğu eyaletlerindeki karışıklıklar ta­
mamen ortadan kaldırılmış oldu (84 sonu veya 85 başı/704).

Abdurrahman b. Muhammed b. Eş’as isyanının sebepleri üzerinde


ileri sürülen fikirleri, iki gurup halinde mütalâa etmemiz mümkün­
dür:
1 — Alfred von Krem er bu isyanı Mevâli'nin, yani K üfe ve Bas­
ra’da müslüman olmuş tebanın, hâkim olan asalet sınıfıyla, yani Arap-
EMEVİLER DEVRİ 3â9

lar ile, hak ve hukuk bakımından eşitlik elde etmek, cizyeden kurtul­
mak ve o zamana kadar sadece Arap asalet sınıfının kaydedildiği ma­
aş defterlerine ithal edilmek gayretiyle birleştirmiştir. Ona göre Hac-
cac, ihtida edenlerin, yani çok büyük olan yeni müslüman sınıfının,
cizyeyi, müslüman olmazdan önce olduğu gibi ödemek zorunda olduk­
larını emretmişti. Bilindiği gibi fethedilen bölge sakinleri, cizye ver­
mek şartıyla eski dinlerinde kalabilirler ve işlerini yürütebilirlerdi.
Müslüman olduktan sonra ise cizye alınmazdı. Fakat fetihleri takip
eden yıllarda müslüman olanların sayılarının artması ve bunun ne­
ticesi olarak cizye ödememeleri üzerine, devlet gelirlerinde büyük bir
düşme olmuş ve Haccac, bu gelir kaybını önlemek maksadlyle Mevâ-
li'den cizye alma cihetine gitmiştir.

2 — Alfred von Kremer’in bu fikrine karşılık, yine meşhur A l­


man müsteşriklerinden Julius Wellhausen, isyanın sebebinin, Suriye
ile Irak arasındaki iktidar mücadelesinin olabileceğini benimsemek­
tedir. Abdurrahman'm ordusunda Araplar kadar Mevâli'nln de bulun­
duğu kaynaklarda belirtilmekle beraber, bunların Arap efendileri ya­
nında savaşa katıldıkları muhakkaktır. İsyan M evâli’den değil, diğer
eyalet garnizonlarının katıldığı ve merkez şehirler, Küfe ile Basra'nın
meydana getirdiği Sicistan’daki Tavus ordusundan çıkmıştı. Bu ordu­
ya en asil ve en nüfuzlu Araplar iştirak etmişlerdir:

İsyanın lideri ve Kinde reisi Abdurrahman, Hamdan reisi Cerir b.


Said, Tenlim reisi Abdülmümin b. Şebes, Bekr reisi Bistam b. Maska-
la gibi kabile reisleri ile birçok nüfuzlu komutan, âlim ve din adamı
isyanda bizzat rol almışlardır. Arap aristokrasisi, devlet kudretinin
mümessili olan aşağı halk tabakasından Haccac’ın, hâkimane ve tah­
kir edici tavrına karşı şahlanmıştır. Diğer bir deyimle isyan, İraklıların
Haccac'ın şahsında Suriye boyunduruğunu silkip atmak için giriştik­
leri kuvvetli bir teşebbüstür. Haccac, Haricilere karşı girişilen savaş­
larda Suriye’den gönderilen birlikleri, bu isyanların bastırılmasından
sonra Irak’ta tutmuştu. Iraklı muharipler bütün savaşlara katıldıkla­
rı halde Suriyeli askerlerden daha az maaş alıyorlar, kendileri uzak se­
ferlerde ve uzak yerlerdeki garnizonlarda kullanılırken Suriyeliler or­
dugâhlarında aileleri yanında kalıyorlardı. Şu halde bu isyan, Mevâ-
li’nin Araplara karşı isyanı değil, Iraklı Arapların Suriyeli Araplara
karşı giriştikleri bir iktidar mücadelesidir.

f) Abdülm elik Devrinde H a ric ile r:


Suriye ordusu, Abdullah b. Zübeyr ile savaşmak üzere Mekke’ye
yönelince, Haricîlerden Necdet b. Amir ile Nâfi b. Ezrak’ın da arala­
360 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A B İH İ

rında bulunduğu bir gurup, İbn Zübeyr’e giderek, Mekke’y i savurma­


y ı teklif ettiler. Ayrıca İbn Zübeyr’in kendi görüşlerine muvafakat edip
etm ediğini öğreneceklerdi. Haricîler, kendilerini tanıtıp, görüşlerini
açıklayınca İbn Zübeyr, onların görüşlerini kabul ediyormuş gibi dav­
randı. Ancak Haricîler, bir deneme daha yapmak istiyorlardı. Araların­
dan bir gurubu seçerek Abdullah b. Zübeyr’e gönderdiler. Birisi sordu:
«B iz senin görüşünü öğrenmeye geldik. Ebû Bekr ve Öm er hak­
kında ne dersin?» İbn Zübeyr:

«H a yırlı insanlardır» dedi. Onlar:


«F itn e y i kışkırtıp, kaçaklan sağlayan, M ısırlılara söylediğinin ak­
sini yazan, Â l-i Ebi M uayt’ı insanların başına geçiren ve müslüman-
la n n gelirin i onlara vermeyi tercih eden Osman ile, ondan sonra A l­
lah’ın dininde insanlan hakem kılan A li hakkında ne dersin? Â d il bir
im am olan, kü frü zâhir olmayan A li’ye önce biat edip, sonra da bazı
dünyevi sebepler yüzünden biatlerini kozarak, Âişe’yi de ona karşı is­
yan ettiren baban Zübeyr ve arkadaşı Talhâ hakkında ne dersin? Bu
hususta senin de tevbe etmen gerekirdi. Her neyse, sen eğer bizim
söylediğimizi söyler, bizim görüşümüzde olduğunu bildirirsen sana yar­
dım eder, A llah’ın seni muvaffak kılm asını dileriz. Aksine ilk görüşü­
nü doğru kabul etmekte ısrar eder, babanı ve onun arkadaşını haklı
bulur, Osman’ı destekler ve altı senelik h ilâfetini kabul edip, biatini
bozmazsan, Allah seni sahipsiz bırakıp, sana karşı bize yardım etsin,
deriz. Söyle görüşün nedir?» İbn Zübeyr şöyle cevap verdi:
«İzzet ve kudret sahibi Allah, kâfirlerin en şidetlisi ve azgınların
en azgını olan Firavun’a bile bundan daha yumuşak hitap edüme-
sini em retm iştir. Mûsa ve kardeşine, «Ö ğü t alacağını veya korkacağını
umarak Firavun’a yumuşak sözler söylemelerini» e m re tm iş tir.(l) Ra-
sûlullah, «Ö lü ler yüzünden dirilere eziyet etm eyin» buyurmuştur. İk-
rim e’nin babası olduğu için, Ebû Cehl’e küfretm eyi yasaklamıştır. Oy­
sa Ebû Cehl, Allah ve Rasûlü’nün düşmanı idi. Şirk üzere yaşamış,
İslâm ile harbetmeye azimli, hicretten önce Rasûlullah’tan nefret eden,
hicretten sonra da ona karşı harbeden biri idi. Günah olarak ona,
sadece şirk yeterdi. Bununla birlikte siz Zübeyr ve Talhâ hakkında
söyledikleriniz yerine «zalimlerden teberri ediyoruz» deseydiniz, sizin
için kâfi idi. Eğer o ikisi zâlimlerden iseler bu söze dahil olurlardı. Şa­
yet zâlim değilseler, niçin beni babama sövmeye zorluyorsunuz? Hal­
buki siz, Allah’ın, m ii’m in kimseye ana ve babası hakkında, «E ğer an­
ne ve baban seni, bilmediğin bir şeyi bana ortak koşmaya zorlarsa,

İli T â h â sûresi, âyet 44


EMEVÎLER DEVRİ 361

onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara gayet iyi davran» (1 ) buyur­
duğunu biliyorsunuz. Yine Allah «insanlara güzel söz söyleyin» (2 )
buyuruyor.» Abdullah, bu sözlerden sonra Haricilere, akşama tekrar
gelmelerini, orada son sözünü söyleyeceğin' bildirdi.
Akşam olunca Hariciler tekrar ona gittiler. İbn Zübeyr, silâhını
kuşanmış olarak huzurlarına çıkıp bir konuşma yaptı. Bu konuşma­
sında Osman, Talhâ ve Zübeyr'i övdü ve onlara yapılan hücumların
hepsine cevap verdi. Bunun üzerine Haricîler birbirlerine baktılar ve
orayı terkederek dağıldılar. Bir kısmı Basra’ya, bir kısmı da Yemâme’
ye gitti.
Basra’ya gidenler arasında Nâfi b. Ezrak da vardı. Bunlar, Nâ-
fl’yl kendilerine emir tayin etmişlerdi. Nâfi, onları Basra'dan alıp Ah-
vaz’a götürdü ve orada yerleştiler. Halktan kendileriyle münazara
edenler olduğu halde kimseye dokunmuyorlardı. Fakat daha sonra ha­
lifenin âm illerini oradan kovup vergiyi kendileri toplamaya başladı­
lar. N âfi b. Ezrak’m harbe iştirak etmeyenleri tekfir etmesi, çocuk­
ları öldürmesi, müslümanlann kanını helâl sayması ve ülkeyi küfür
ülkesi olarak ilân etmesine kadar Hariciler aynı fikirde idiler.
Haricîler, guruplar halinde halka hücum etmeye başladılar. Halk
dağıldı ve Basralılarm sancağını Harise b. Bedr alarak bir müddet
onlarla savaştı. Fakat halk onu terketmişti. Buna rağmen arkadaşla­
rından bazıları İle birlikte savaşmaya devam etti. Neticede Ahvaz’a çe­
kilmek zorunda kaldı.
Bu yenilgi haberi Basra’ya ulaşınca, halk korktu ve Mühelleb b.
Ebî Sufra’dan başkasının Haricilerle başa çıkamayacağını düşünerek
durumu ona arz ettiler. Mühelleb, elde ettiği yerlerin idaresinin ken­
disine verilmesi, Beytülmâl’den destek sağlanması ve istediği kimsele­
ri seçebilmesi şartıyla buna razı oldu. Şartlarını kabul ettiler. O da
askerlerini seçti ve Haricilerin üzerine yürüdü. Haricîler, Basra’ya
yaklaşmışlardı. Onları merhale merhale uzaklaştırdı. Ahvaz’da Harici­
ler ile çetin bir savaşa girişti. Basralılar da, Hariciler de kıyasıya sa­
vaşıyorlardı. Hattâ Mühelleb'in sebatı ve cesareti olmasaydı, Basralı-
ların yenilmesi an meselesiydi. Mühelleb’in cesareti, onların moralleri­
ni düzeltti. Böylece kuvvet kazanan Basralılar, canla-başla savaştılar.
Çok geçmeden Haricîlerin reisi Ubeyd b. Mâhuz öldürüldü ve Harici­
ler bozuldular. Büyük bir kısmı öldürüldü. Kurtulanlar ise Kirman ve
İsfehan taraflarına çekildiler.

(1) Lokman süresi, âyet 15


(2) Bakara sûresi, âyet 83
362 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Mühelleb, İbn Zübeyr'in Basra valisi Hâıis b. Abdullah b. Ebi Ra-


bia:ya bir mektup yazarak durumu bildirdi:
«Bism illâhirrahm anirrâhim ,
Bizler, dinden çıkan Ezrakîler ile sabırlı ve metanetli bir şekilde
savaştık. Onların, gerçekten korkunç saldırıları oldu. Ama kuvvet ve
sabır ehlinin; sadık niyet, kuvvetli beden ve keskin kılıçlarla düşman
üzerine atılmasıyla Allah, harbi hayırlı bir akıbet ile sonuçlandırdı
ve umulan nim etini bahşetti. Öyle ki, onlar m ızraklarımızın halkası
ve kılıçlarım ızın yemi oldular. Allah’ın em irleri İb n Mâhuz’u helak
eyledi. Bu nim etin sonunun da, evvelki gibi olmasını dilerim. Vesse­
lam .»
Haris, bu mektuba şöyle cevap verdi:
« Ey Ezd’in kardeşi! Mektubunu okudum. Allah’ın sana, dünya
ve âhiret sevabı bahşettiğini gördüm. Seni müslüman kalelerinin en
kuvvetlisi, m üşriklerin surlarını yerle bir eden siyaset ve riyaset ehli
biri olarak gördüm. Allah’a şükürde devam et ki, n im etini sana ta­
mamlasın. Vesselam.» Mühelleb bu mektubu okuyunca güldü ve, «Be­
n i, sadece Ezd’in kardeşi olarak bildiğini görm üyor musunuz? Mekke-
liler, bedeviden başka bir şey değiller» dedi.
Haris b. Abdullah zamanında Mühelleb, Haricileri takip etmeye
devam etti. Irak’a Mus’ab b. Zübeyı- vali tayin edilince, Mühelleb’e,
yerine oğlu Muğîre’yi bırakarak gelmesini emretti ve onu Musul’a ta­
yin etti. Haricîlere karşı savaş için de Ömer b. Ubeydullah b. M a’mer’i
görevlendirdi.
Haricîler, Zübeyr b. Ali es-Suleyti komutasında Errecân’da konak­
lamışlardı. Ömer, üzerlerine yürüyerek savaşa tutuştu. Errecân’dan
Haricîleri çıkarıncaya kadar savaştı. Haricîler İsfehan’a çekildiler. A n­
cak orada yeniden toparlanıp, Sabur'a döndüler. Ömer de onlara ya­
kın bir yere karargâh kurdu. Mâlik b. Hassan, Ömer’e: «Mühelleb, an­
ların arasına casuslar gönderir ve gaflet anlarını gözlerdi. Onlardan
biraz uzak yerde konaklardı» dedi. Ömer cevaben: «Sus! Allah kalbine
cesaret versin. Ecelin gelmeden önce öleceğini m i zannediyorsun?»
dedi. Bir gece Haricîler, Ömer’in ordusuna baskın düzenlediler, fakat
Ömer'i yakalayanıadılar. Ömer, Mâlik’e: «Nasıl, gördün m ü ?» dedi.
Mâlik de: •<Mühelleb’e karşı böyle bir şeye cesaret edemezlerdi» diye
cevap verdi. Ömer, » Siz Mühelleb’e bağlandığınız gibi, bana da gönül­
den bağlansaydiniz, bu düşmanı buradan sürerdim. Ama siz, «B u adam
Kureyşlidir, Hieazlıdır, ülkesi uzaktır, hayrı başkasınadır, bize değil­
d ir» diyorsunuz. Benimle de ancak mecbur olduğunuz için savaşa ka­
tılıyorsunuz» dedi. Daha sonra Ömer, Hariciler üzerine hücum etti. Çok
EM EVÎLER DEVRİ 363

şiddetli bir savaştan sonra Haricileri mağlûp etti. Bu harpte Ömer,


Oğlu Ubeydullah’ı kaybetti ve Mus'ab'a durumu şöyle yazdı:

«EzrakUer ile karşılaştım. Vbeydullah b. Ömer’e Allah şehadeti


nasip e tti ve ona saadeti bağışladı. Bizi dt onlara karşı zaferle nztk-
tandırdı. Karşımızda darmadağınık oldular. Ancak yeniden döndükleri
haberini aldım ve onlara doğru yöneldim. Sadece Allah’tan yardım di­
ler ve ona tevekkül ederim.»

Ömer, Fars’a dönmüş olan Haricileri önce İsfehan’a oradan da Ah-


vaz’a kaçmaya mecbur etti. Fakat Ömer, Islehan’a döndükten sonra
Hariciler, tekrar fitne ve fesatlarını sürdürmeye ve sabah-akşam hal­
kı rahatsız etmeye başladılar. Bunun üzerine Mus’ab, halk İle müşave­
re etti ve Mühelleb’i yeniden bu göreve getirmeye karar verdi. Hari­
ciler, Katariy b. el-Fucâe el-Mazeni’yi kendilerine emir tayin etmişler­
di. Mühelleb, üzerlerine yürüdü. Bunu öğrenen Katariy, Klrm an’a doğ­
ru gitti. Mühelleb, Ahvaz’da kaldı. Hariciler hazırlıklarını yapınca sal­
dırıya geçtiler. Mühelleb de onlarla harbetmeye başladı ve onları Râm-
hürmüz’e sürdü. Bu sırada Mus’ab b. Zübeyr, Abdülmellk İle yaptığı
savaşta öldürülmüştü. Haber, Mühelleb’den önce Haricilere ulaşmıştı.
Hariciler, Mühelleb'in ordusuna bağırdılar: «Mus’ab hakkında ne der­
siniz?» Mühelleb’in ordusundan: « Hidayet im am ıdır» diye cevap ver­
diler. Onlar: «Abdülmelilc hakkında ne dersiniz?» diye sordular. «Sa­
p ık tır ve saptırıcıdır» diye cevap verdiler. İki gün sonra haber, Mfihel-
leb'e de ulaştı. Herkes Abdülmelik’e biat ettikten sonra, Hariciler tek­
rar: «M us’ab hakkında ne dersiniz?» diye sordular. Mühelleb'in ordusu
sustu. «Abdülmelik hakkında ne dersiniz?» diye sorunca da: «Hida­
yet im am ıdır» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hariciler, «Ey A l­
lah’ın düşmanları! Dün sapık ve saptırıcı dediniz, bugün ise hidayet
imamı diyorsunuz. Ey dünyanın kulları! Allah'ın lâneti üzerinize ol­
sun» diye bağırdılar.

Abdülmelik, Basra’ya Hâlid b. Abdullah b. Useyd’i vali tayin etti.


O da Mühelleb’i azletmek istedi. Ona: «Bu şehir halkı, Mühelleb A h ­
vaz’da ve Ömer b. Vbeydullah Fars’ta iken, kendilerini emniyette his­
sediyorlar. Sakın bu işi yapma. Zira Mühelleb’i uzaklaştırırsan, Bas­
ra’dan artık emin olamazsın» dediler, ama dinlemedi ve Mühelleb’i az­
lederek, Haricilerle harbe kardeşi Abdülaziz b. Abdullah'ı memur et­
ti. Abdülaziz, Haricilerin üzerine yürüyerek Dârabcird’de onlarla kar­
şılaştı ve çok feci bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgiyi haber alan Hâlid,
durumu Abdülmelik’e bildirdi. Abdülmelik de ona şöyle cevap verdi:

«... Elçin, kardeşini Haricîlerle savaşa gönderdiğini, onun yenildi­


ğ in i ve ölenleri bildiren mektubunu getirdi. Elçine Mühelleb'in yerini
364 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

sordum, Ahvaz’da senin âm iiin olduğunu söyledi. Harpten anlama­


yan ve Mekkeli bir bedevi olan kardeşini gönderip de, Mühelleb gibi
ileri görüşlü, harbin ne olduğunu bilen ve harbe tahammül edip gö­
ğüs geren birini, haraç toplamak için yanında alıkoyduğun için ger­
çekten Allah seni kahretsin. Mühelleb’e orduyu toplayıp, Ahvaz ve ci­
varındaki H aricileri durdurmasını söyle. Bişr’e, Kûfelileriden bir ordu
ile sana yardım etmesini em rettim . Düşman ile eğer sen karşılaşırsan,
Mühelleb, gelinceye ve onun fik rin i alıncaya kadar onları oyala.»
Abdüimelik'in, kardeşini azledip Mühelleb’e itibar etmesi, Hâlid’
in zoruna gitti. Özellikle de kendi görüşüne güvenmeyip Mühelleb’i
beklemesi ve görüşünü almasını emretmesi ona çok ağır geldi.
Abdülmelik, Küfe valisi olan kardeşi Bişr’e onlara bir orduyla
yardım etmesini emretti. Bişr de Kûfelilerden beş bin kişi seçerek Ab-
durrahman b. Muhammed b. Eş’as komutasmda yardıma gönderdi.
Hâlid de Basralılarla yola çıktı ve iki ordu Ahvaz’da buluşarak Haricî­
lere karşı birleştiler. Bunu gören Hariciler geri çekildiler, Hâlid, Da-
vud b. Kahzam komutasmdaki Basra ordusuyla onlan takip etti. Bişr
de dört bin Küfeli ile onları takip için Basra ordusuna yardım gön­
derdi. Fakat Haricîlerin peşinden giden bu ordu, onlan öyle takip et­
ti ki, sonunda kendi atlan helâk oldu, yoruldular ve bitap kaldılar.
Nihayet Ahvaz’a yaya olarak, aç ve susuz bir halde döndüler.
İşte bu sırada, Bahreyn’de Haricî Ebû Fudeyk ayaklanarak Bah­
reyn’i ele geçirdi. Necdet b. Am ir’i öldürdü. K atariy b. el-Fucâe’nin
Ahvaz’a gelmesi ve Ebû Fudayk’i emir kabul etmesi üzerine, Hâlid,
kardeşi Umeyye b. Abdullah’ı büyük bir ordu ile Ebû Fudeyk üzerine
gönderdi, ancak kardeşi orada yenildi.
Bunu duyan Abdülmelik, Hâlid’i azlederek yerine kardeşi Bişr’i ta­
yin etti ve ona şunları yazdı:
«... Mühelleb’i hemşerileriyle EzraKUer üzerine gönder. Hemşeri-
lerinin süvari ve yiğitlerinden dilediğini seçsin. Çünkü onları o, daha
iyi bilir. Sonra da onu, harp hususunda serbest bırak, istediği gibi ha­
reket etsin. Zira ben, onun tecrübesine ve müslümanlara iyilik yapa­
cağına inanıyorum. Kûfe'den de kalabalık bir ordu gönder. K ûfelilerin
başına tanınmış, şerefli ve harp hususunda tecrübesi olan, imdada koş­
masını bilen, kuvvetli birini tayin et. Sonra ik i şehir ordusunu Hari­
cîlere karşı çıkar ve ne tarafa giderlerse gitsinler, Haricîleri yok edin­
ceye ve köklerini kurutuncaya kadar takip etsinler.»
Bişr, Mühelleb’i çağırdı ve Abdülmelik’in mektubunu okuttu. On­
dan dilediğini asker olarak seçmesini istedi. MUhelleb’in Abdülmelik
tarafından görevlendirilmesi Bişr'in de çok ağrına gitmişti. Emir yu-
EMEVÎLEH DEVRİ 365

kandan geldiği için, başkasını da gönderemiyordu. Bu sebepten Mühel-


leb’e karşı kin duymaya başladı. Sonra da Abdurrahman b. M ihnef'l
çağırarak K ûfelilere komutan olarak tayin etti ve ona şöyle dedi:
«S enin benim rıezdimde ne kadar kıymetin olduğunu bilirsin. Ce­
saret, kabiliyet, şeref ve kuvvetini bildiğim için seni, bu ordunun ba­
şına geçiriyorum . Benim, hakkındaki iyi niyetim i suisttmal etme.
Mühelleb'ten vaki olacak şu, şu işlere dikkat et. Ona em irler vererek
ez ve görüşünü asla kabul etme. Ona ihmalkâr ve eksik biri olarak
muamele et.»
İk i ordu kalkıp, Haricilerin bulunduğu Râmhürmüz’e vardılar. Or­
duların karargâhı birbirini görüyordu. On gün kadar geçmişti kİ Blşr
b. M ervân’ın Basra’da öldüğü haberi geldi. Bunun üzerine Basra ve
Kûfelilerden çoğu dağıldılar. Basra’da Bişr’ln vekili olan Hâlld b. Ab­
dullah b. Hâlid b. Useyd’in, geri dönmemeleri ve İsyan etmemeleri yo­
lundaki mektubu geldiyse de etkili olmadı. Haccac b. Yusuf gelince­
ye kadar da böylece darmadağınık kaldılar. Haccac, Basra ve K û fe’ye
gelince, onları topladı ve tahkir ederek zorla Mühelleb’e geri gönder­
di. Askerler Mühelleb ve İbn Mihnef’e dönünce iki ordu Ezrakilere kar­
şı hücuma geçerek, onlan Râmhürmüz’den sürdüler. Hariciler ora­
dan, Sabur'daki Kazerûn’a gittiler, ordular da onlan takip etti. Mühel­
leb, Haricîlerle karşılaştığı zaman, ordusunun etrafına hendek kaz-
dınrdı. İbn M ihnef’e de böyle yapmasını emrettlyse de dinlemedi. Ha­
ricîler, bir gece baskınında İbn Mihnef’i öldürdüler. Ordusu da yenil­
di. Mühelleb, Sabur’a yerleşti ve bir sene kadar Haricilerle savaştı.
Daha sonra onlan, Bostan'da çok çetin geçen bir savaşta perişan
etti. Kirman, Haricîlerin elinde, Fars ise Mühelleb’de İdi. Bulunduk­
tan yerlerde sıkışan ve Fars'tan yardım alamayan Hariciler Klrm an’a
kadar gelmişler, Mühelleb de onlan takip etmişti. Mühelleb- sonunda
C ireft’e vardı. Burada Haricîlerle bir seneden fazla bir müddet çar­
pıştı ve onlan Fars’tan tamamen çıkarttı. Daha sonra Haccac, Berâ
b. Kabîsa ile bir mektup gönderdi. Mektupta:
.... H iç şüphe yok ki, sen istesen bu dinden çıkmış H aricileri or­
tadan kaldırırsın. Ama sen etrafındaki arazinin gelirini yemek için
onların kalmasını istiyor ve harbi uzatıyorsun. Berâ b. Kabisa’yı se­
ni harekete geçirmek için gönderiyorum. O sana gelince bütün müs-
lümanlarla birlikte kalk ve son gücünle cihat et. Sakın hile ve bâtıl
şeylerle uğraşma» diyordu.
Bunun üzerine Mühelleb oğullarına birer birlik vererek mücade­
leye şevketti. Bütün ordu harekete geçti. Berâ da oraya yakın bir te­
peye, onlan seyretmek üzere çıktı. Birlikler, şiddetle saldırmaya baş­
366 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İ6 L Â M T A R İH İ

ladı. Sabah namazından öğleye kadar eşi görülmemiş bir şekilde savaş­
tılar. Öğleden sonra iki taraf da çekildi. Berâ Mühelleb'e gelerek:
ııVallahi, oğulların gibi yiğit, süvarilerin gibi savaşçı asla görmedim.
Sana karşı savaşanlardan daha dayanıklı, daha sabırlı bir kavim de
görmedim. Sen vallahi, mazursun» dedi.
Mühelleb ikindi vakti, oğullan birliklerinin başında .olduğu hal­
de, orduyu tekrar harbe sürdü ve önceki gibi çok çetin bir savaş ce­
reyan etti. Berâ bunun üzerine Haccac'a dönerek hadiseyi bütün çıp­
laklığıyla anlattı. Mühelleb on sekiz ay hiç bir şey elde edemeden on­
larla savaşa devam etti.
Bu arada Harici karargâhında beklenmedik bir olay meydana
geldi. Süvarilerden biri, yine kendilerinden birini öldürdü. Haricîler,
K atariy’den bu adamı ele geçirip kısas olarak öldürmesini istediler.
Kâtariy: «Bunu yapmaya lüzum görmüyorum. Adam tevil edip hata­
ya düştü. Onu öldürmeyi doğru bulmuyorum. O fazilet sahibi b irid ir»
dedi. Bu olay aralarmda anlaşmazlık çıkmasına sebep oldu. Kata-
riy b. el-Fucâe’yi emirlikten azledip yerine Abd-i Rabblh el-Kebîr’i
emir seçtiler. Bir kısmı ise hâlâ K atariy b. el-Fucâe’nin biati altmda
kaldığı için aralarında çatışma başladı. Haecac, bu anlaşmazlık anın­
da onlara hücum edilmesini uygun görüyordu. Fakat Mühelleb, on­
ların birbirlerini yenmesini ve zayıflam alarını bekliyordu. Haccac, Mü-
helleb’i istediği gibi davranmakta serbest bıraktı. Hariciler, bir ay
kadar birbirleriyle savaştılar. Sonunda Katariy, taraftarlarıyla çıkıp,
Taberistan tarafına gitti. Haricilerin çoğu da Abd-i Babbih el-Kebîr’e
biat ettiler.
Mühelleb, bunun üzerine onlara hücum ederek hepsini öldürdü.
İçlerinden çok az bir kısmı kurtuldu. Karargâhlarım yerle bir edip
orada bulunan her şeyi ele geçirerek kalanları esir aldı. Çünkü onlar
da diğer müslümanlan esir alıyorlardı. Bu konuda Kâbu’l-Aşkari’nin
Râmhürmüz ve Sabur harplerini anlattığı uzun bir kasidesi vardır.
Baş tarafı şöyledir:

«E y Hafs! Beni sizden ayırdı, bu sefer,


Geceler uykumu alıp g itti, uykusuz kaldı gözler.»

Yukarıya ilk beytinin tercümesini aldığımız bu kaside, Arap şiiri­


nin en güzel örneklerinden biridir. K â ’b bu şiirini Haccac’ın huzurun­
da okudu. Haccac ona:
nSen şair misin, yoksa hatip m i? » diye sordu. O da:
«İk is i de» diye cevap verdi. Sonra aralarında şu konuşma geçti:
— Mühelleb'in oğullarını bana anlat.
EMEVİLER DEVRİ 367

— M uğire süvarileri ve efendileridir. Yeeid'e cesareti Icâjidir. En


cöm ertleri Kubavsa’dır. Müdrik’in önünden kaçmak hiç bir kahraman
için ayıplanacak b ir' şey değildir. Abdülmelik koyu bir zehirdir. Hu-
beyb h ızlı bir ölüm, Muhammed bir arşla; dır. Mufaddal ise imdada
yetişmekte eşsizdir.
— İnsanları orada nasıl bıraktın?
— İyi. Umduklarını buldular, korktuklarından emin oldular.
— M ühelleb’in oğulları sizin için nasıllardı?
— Gündüz kaleyi koruyan, gece düşmanı avlayan insanlardı.
— Hangisi daha çok imdada koşardı?
— Onlar ucu belli olmayan bir halka gibidirler. Hepsi aynıdır.
— Düşmanınızla aranız nasıldı?
— Biz onları alırsak atfederdik. Onlar bizi alınca ye’se düşerdik.
Saldırırlarsa saldırırdık.
— Akıbet muttakilerindir. Katariy sizden nasıl kurtuldu?
— O bizi ele geçirmek için çok çalıştı, biz de neredeyse onu yaka­
layacaktık. Bu hal uzun zaman sürdü. Nihayet biz gayemize ulaştık.
— Mühelleb üe ilişkileriniz nasıldı?
— O bize baba şefkatiyle davranır, biz ona evlât sevgisiyle m u­
kabele ederdik.
— Halkın durumu nasıl?
— Emniyet yaygınlaştı ve elleri ganimetle doldu.
— Sen bu cevaplan bana daha önceden m i hazırladın?
— Gaybı Allah’dan başkası bilmez.
— Vallahi, işte erkek böyle olmalıdır. Mühelleb seni çok iyi bili­
yordu ve seni bana gönderdi.
Daha sonra Kâ'b, Mühelleb’in Haccac'a gönderdiği mektubu sun­
du. Mühelleb şunları yazıyordu:
«B izi, İslâm ile mükâfatlandıran Allah’a hamdolsun. K ulları, şük­
rünü terketmedikçe, nim etini kesmeyeceğini hükmeden Allah’a hamd­
olsun. Ey em ir! Bizim durumumuz, size ulaştığı gibidir. Biz ve düş­
manımız iki ayrı haldeydik. Bizi, onların bizden korkmasından çok,
içinde bulundukları durum sevindiriyordu. Onlar, bizden daha çok kor­
kuyorlardı. K uvvetlerinin üstünlüğüne rağmen korkulan, sevinçlerin­
den fazlaydı. Genç kızların korktuğu ve çocukların kendileriyle kor­
kutularak uyutulduğu bir kuvvete sahip olan bu düşmanın üzerine,
bir fırsatını bularak ordumu yaklaştırdım. Öyle oldu ki, yüz yüze ge­
lindi. Ve K u r ’an'ın müjdesi tecelli etti: « Böylece zulmeden kavmin
kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ham dolsun.»(tJ

(11 Eıı'Âın sûresi, ayet 15


368 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

Haccac’m cevabı ise şöyle oldu: «... Allah, müslümanlara hayır


ihsan eyledi ve cihat konusunda onları rahatlattı. Ben senden önceki­
leri biliyorum. Mektubum sana gelince ganim eti taksim et ve göster­
dikleri üstünlüklere göre haklarını takdir et. Fazla verilm esini uygun
gördüğüne fazla ver. Eğer Haricilerden sağ kalan olduysa onların ta­
kibine koyul, onları yok et. K irm an1a uygun gördüğün birin i âmil,
süvarilerin bağına oğullarından birin i komutan tayin et. Bana gel­
meden kimseye evine gitm ek için izin verme ve bana gelmekte acele
et.»
Mühelleb, oğlu Y ezid’i K irm an’a âmil tayin ederek, ona şöyle dedi:
«Ey oğlum ! Sen artık eskiden olduğu gibi değilsin. Haccac’dan artan
K irm a n malı şenindir. Sana da babana yüklenenden başkası yüklen-
meyecektir. Beraberindekilere iyi muamele et. Birinde hoşlanmadığın
bir şey görürsen onu önce ilcaz et ve kendi k a im in e ikramda bulun.»
Mühelleb, Haccac’m yanına geldiğinde Haccac, onu yambaşına
oturtarak ikramda bulundu. Gayet İyi davrandı. İraklılara: «E y Irak
ahalisi! Sizler, Mühelleb’in köleleri sayüırsmız.» Sonra da Mühelleb’e:
« Vallahi sen Lukayd el-Iyâdî’n in dediği gibisin» dedi. Ve şairin şu
şiirini okudu:
« Savaşçılar sizi taklit ettiler, çünkü harbi en iyi siz bilirsiniz,
Uyku, doyurmaz kendini hüzün sarmış zayıflardan başkasını.
Oysa onların iç organları neredeyse kıracak kaburga kemiklerini.
E li bollaşınca müsrif değildir, sıkıntıya düşünce de boyun eğmez.
Zaman hâlâ onu çalıştırmaktadır, bütün iyi kötü işlerinde.
Bozan güçsüz düşer düşman, ama o yorulmaz asla.
Sağlam görüşlüdür, bütün şiddetli hadiselerde.»
Bir adam kalkarak: «Allah, emire iyilikler ihsan etsin. Vallahi ben,
şu anda sanki K atariy'in de Mühelleb’e Ebû Lukayt'm dediğini tekrar
etmekte olduğunu hissediyorum» dedi ve o da bir şiir okudu.
Haccac durumdan oldukça memnundu. Bunun üzerine Mühelleb,
«B izler vallahi, düşmanımıza o kadar şiddetli davranmadık. Fakat A l­
lah, hakkı yüceltip bâtılı kahretti. F itne unsuru bir topluluğu dağıttı.
Akıbet şüphesiz m uttakîlerindir. Bizim beğenmediğimiz ve hoşlanma­
dığımız yavaşlık ve işi uzatmak, hoşumuza giden aceleden daha hayır­
lı id i» dedi. Haccac ona, «Kendileriyle beraber savaştığın şu topluluğun
özelliklerini bana anlat» dedi. Oradakllere de söylenileni yazmalarını
emretti. Mühelleb:
«A llah’ın size âhirette hazırladığı şeyler, dünyadakilerden daha
hayırlıdır. Sonra da mertebelerine, üstünlük ve çabalarına göre sıra­
sıyla saymaya başladı. O ğullarını takdim ederek şöyle dedi: Vallahi
EMEVÎLER DEVRİ 369

onlardan daha üstün birini görürsem onu, evlâtlarıma tercih ederdim.


Onlara zulmetseydim evlâtlarımı arkaya alırdım » deyince Haccac:
«Doğru söyledin. Sen onları benden daha iyi bilmezsin. Şüphesiz onlar
Allah’ın kılıçlarından birer k ılıçtır» dedi. Mühelleb, Maan b. Muğire
b. Ebi Süfra ve benzerlerin) anlattı. Haccac: «Vakkad nerede?» diye
sordu. Bunun üzerine içeriye uzun boylu, kambur biri girdi. Mühel­
leb, «İşte Arab’ın süvarisi budur» dedi. Vakkad: «Ey em ir! Ben Mühel-
leb’den başkasının yanında da savaşıyordum.» dedi. «O nların yanında
bayağı biriydim. Ne satman ki, bize sabn öğreten, kendisi ve çocukla­
rıyla örnek teşkil eden Mühelleb’in yanında savaşmaya başladık, işte
o zaman bizler süvari olduk.» Haccac, çabalarına ve başarılarına göre
askerlerin mükâfatlandınimasını emretti. Mühelleb’in çocuklarına iki­
şer bin fazla verdi. Aynı şekilde Vakkad ve arkadaşlarına da ihsan­
larda bulundu. Bu sırada Mühelleb’üı arkadaşlarından Muğire b. Hab-
nâ şu şiiri söylüyordu:
«B en, Rabbimin ikram ettiği ve zararlı işlerden koruduğu biri­
yim . Ben ancak yiğitlerin ve daha öncekilerin yaşadığı gibi yaşa­
yanlardanım.
Ordu dilsiz ve âcizlerin yaptığıyla bozguna uğrayınca, Rabbim
beni onlara uymaktan korudu. Bozgunu ve ric’atı arzularsan
eğer, itaatsizliğime surat asmayasın, çünkü o anda ne vali, ne
de m ektup fayda vermez.
Ben M ühelleb'i ne kadar övsem yetmez, çünkü halk onu çok iyi
tanır. O dalma kendisinden iytiik beklenen, karanlıklan ışığıyla
aydınlatandır.
Ebû Said sözüyle âmü ve uğurludur, ne zaman sayılsa iyilikleri.
Harp başlayıp da silâha sarılınca, düşman hezimeti arzu eder
karşısında onlann.»
Daha sonra, Katariy b. el-Fucâe’yi takip İçin asker gönderildi. Ka-
tariy’i Taberistan vadilerinde yakaladılar ve taraftarları dağılınca­
ya kadar onunla savaştüar. Kendisi de vadilerin birinde atından dü­
şerek uçuruma yuvarlandı ve orada öldürüldü. Daha sonra askerler
geriye kalanları takibe koyuldular ve Kasr-ı Kumis’de onlan muhasa­
raya aldılar. Zor durumda kalan Ezrakiler, savaşa başladılar. Sonun­
da hepsi öldürüldü. Böylece 77 (696) senesinde Ezraki Haricileri mese­
lesi kapanmış oluyordu.
Ezrakilerden olmamakla birlikte tehlikeli iki Harici reisi daha
vardı ki, bunlar, Salih b. Misrah et-Temiml ve arkadaşı Şebib b. Ye-
zid idi. Şebib b. Yezid, salih, âbid, zâhid, çokça ibadet eden, yüzü,
bu yüzden sararmış biriydi. Musul ve el-Cezire topraklarından Dârâ’
da yaşıyordu. Ona taraftarları gelir, onlara K ur’an öğretir, fıkıh ça-
F. : 24
370 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

lıştırır ve kıssalar anlatırdı. Bir gün onlara şöyle dedi: «B ilm iyorum
sis neden bekliyorsunuz ve ne samana kadar bekleyeceksiniz? Zu ­
lüm yayılmış ve adalet ortadan kalkmış iken, valiler halka te­
peden bakıp Hak’tan uzak ve Allah’a isyan edercesine yoldan çık­
mışken daha ne için bekliyorsunuz? Hazırlanın. Bâtılı inkâr edip Hak’
kı isteyen kardeşlerinize haber gönderin, gelsinler, görüşelim. Ne ya­
pacağımızı düşünelim ve isyan edeceksek ne zaman edeceğimizi ka­
rarlaştıralım .))
Bunun üzerine yazışmalar başladı. Şebib, Salih'e yazarak onu is­
yan etmeye teşvik etti. Gelip Salih’in yanında toplanarak 77 senesi­
nin Safer ayı başında (10 Mayıs 696) isyan etmeyi kararlaştırdılar.
Salih beraberindekilere: «A llah'tan korkun. Sisler hiç kimseyle sa­
vaşmakta acele etmeyin. Ancak onlar sizinle harbetmek ister, size kar­
şı savaşmaya başlarlarsa savaşın. Çünkü siz, Allah’ın hududu çiğne­
nince, onun için gazaba gelip isyan ettiniz. Yeryüzünde isyan edip
helâl olmadığı halde kan döküldüğü, haksız yere mallara el konduğu
için isyan ettiniz. Hem adamları bunları yaptı diye ayıplıyor, hem
de kendiniz aynı şeyleri yapmak istiyorsunuz. Bunu sakın yapmayın.
Zira sizler yaptığınız her şeyden mesul olacaksınız.»
Bundan sonra on üç gün Dârâ’da kaldılar. Dârâlılar bunlardan
korunmak için tedbir aldılar. Aynı şekilde Nusaybin ve Sincar aha­
lisi de kalelere sığındılar. el-Cezîre emiri Muhammed b. M ervan’a is­
yan haberi ulaşmca, üzerlerine bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Fakat
Hariciler, bu birliği kısa sürede dağıttılar. Bunun üzerine üç bin kişi­
lik bir ordu daha gönderdi. Bu ordu Haricîleri yerlerinden söküp at­
tı. Deskere'ye kadar kaçtılar. Haccac da bunların üzerine yeniden üç
bin kişilik bir ordu gönderdi. Hariciler bunlarla da savaştı, fakat bu­
rada reisleri Salih b. Misrah öldürüldü. Bu defa başlarına Şebib geç­
ti. Medâin’e gittiler. Sonra sürekli yer değiştirerek oradan oraya do­
laşmaya başladılar. Sayıları iki yüzü geçmeyen bu Harici topluluğu
üzerlerine gönderilen bütün orduları peşpeşe mağlûp etti.
Bu başarılardan sonra Şebib, Haccac’ın kuvvetinden çekinmeye­
rek K û fe’ye girdi. Önüne çıkanı öldürmeye başladı. Ortalığı fesada ver­
di. Bütün bunlar Haccac, K û fe’de köşkünde iken vuku buluyordu.
Haccac, bunun üzerine halkı Haricîleri K û fe’den çıkartmak için yar­
dıma çağırdı. Komutanlar toplandı. Bunu duyan Şebib, K û fe’den çık­
tı. Haccac’m askeri de onu takibe başladı. Fakat bu askerler Şebib’e
bir şey yapamadılar. Her defasında yenildiler. Nihayet Haccac, Abdül-
melik’ten yardım istedi. Kûfelilerin bu işin altından kalkamadığım
bildirdi. Abdülmelik, dört bin kişilik bir orduyu Haricilerin üzerine
gönderdi. Haccac da Kûfe'den elli bin kişi çıkardı. Bu arada Şebib’in
EMEVÎLER DEVRİ 371

ordusu da bin kişiye ulaşmıştı. Garip olan şu ki, bu bin kişi elli bin
kişiyi mağlûp etti. Şebib, bundan sonra ikinci defa K ûfe’ye girdi ve
hattâ orada bir de mescit inşasına başladı. Haccac, artık bu işi bitir­
mek istiyordu. Yardıma gelen Suriye ordusuna: «Ey Suriyelileri Siz
itaat eden, sabırlı ve şuurlu insanlarsınız. Şu pis insanların bâtılı, si­
zin hakkınızı mağlûp etmesin. Gözünüzü yumun ve üzerlerine yer­
den sürünerek gidip hücum edin. Şu topluluğu mızraklarınızın ucuyla
karşılayın» diyerek onları coşturdu. Askerler sürüne sürüne giderek
Şebib’in siperlerine kadar vardılar. Burada hep birden ayağa kalka­
rak hücuma geçtiler. Savaş bir gün boyunca devam etti. Şebib'ln kar­
deşi öldürüldü. Şebib de yenilgiye uğradı. Bu, Şeblb'in İlk yenüglslydl.
Karısı Gazale’y i bırakarak kaçtı. Karısı öldürüldü. Haccac arkasından
takipçiler gönderdi. Bunlar Şebîb'e Anbar’da yetiştiler ve iki birlik
arasında yeniden korkunç çatışmalar meydana geldi. Nihayet Şebib
savaş sırasında nehre düşüp boğuldu. Hariciler meselesi de böylece ka­
panmış oldu.

K âb e ' n in Tamiri:
Karışıklıklar devrinin en önemli olaylarından biri de, Kabe’nin Hu-
sayn b. Numeyr’in muhasarası sırasında hasar görüp tam ir edilmesi­
dir. H. 65 (684-6B5) yılında Abdullah b. Zübeyr yıkılmaya yüz tutmuş
olan Kâbe’yi yerle aynı seviyeye gelinceye kadar yıktı ve temelini kaz­
dı. el-Hicr’i de Kâbe'ye kattı. Hacılar bu sırada tavafı temelin etrafın­
dan yapıyorlar, namazı da temelin bulunduğu tarafa kılıyorlardı. Ha-
cerii’l-Esved’i ipek bir kumaşa sararak bir sandık içinde kendi evine
koydu. Ayrıca Kâbe'nin içindeki kıymetli eşya, ziynet, elbise, koku
ve diğer malzemeleri bina tamamlanıncaya kadar Beytullah’ın depo­
suna, bekçilerin yanma koydu. el-Hicr’in Kâbe'ye katılmasının sebe­
bi, annesi Esmâ’nın Hz. Âişe'den rivayet ettiği şu hadistir: « B ir gün
Rasûlullah şöyle buyurmuştu: «Senin ka im in küfürden yeni dönmüş
olmasaydı, Kâbe’yi yıkar, İsmail’in yaptığı temeller üzerine tekrar bi­
na eder ve ona iki kapı yapardım.»
İbn Zübeyr öldürülüp, Haccac vali olunca el-Hicr bölümünün bu­
lunduğu yeri yıkıp Kureyşliler zamanındaki durumuna irca etmiştir.
Kâbe’nin bugünkü hali Haccac ve îbn Zübeyr'in yaptıkları gibidir.

g) AbdüLmelik Zamanındaki F etih ler:


1. Kuzey A f r i k a ’daki Fetihler:
Ukbe b. N âfî’nin 662 yılında şehit edilmesi ve merkezde iktidar mü­
cadelelerinin başlaması sebebiyle, Kuzey Afrika’ya gerekli kuvvetlerin
gönderilememesinden sonra büyük emeklerle fethedilmiş olan bu böl­
372 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

ge, çok kötü bir duruma düşmüş, İslâm kuvvetleri, Mısır sınırına ka­
dar geri çekilmek zorunda kalmıştı. Tunus’un sahil kısımları Bizans'ın
kontrolüne geçti. İç kısımlar ise Bizans’a bağlı olmakla beraber, ya­
rı müstakil bir durumda olan Kusayla adlı bir Berberi reisinin idare­
si altmda bulunuyordu. Böylece müslümanlara karşı bir Berberî-Bi-
zans ittifakı oluşturulmuştu. Bu sırada Mısır valisi olan Abdülaziz b.
Mervan, merkezden yardımcı kuvvetler alamadığı için Kuzey Afrika’
ya karşı herhangi bir askeri harekâta girişemiyordu. Daha sonra Kay-
revan’ı da ele geçiren Kusayla, beş yıl kadar bu bölgede hüküm sürdü.
Abdülmelik, daha Abdullah b. Zübeyr gailesinin devam etmesine
rağmen Kuzey Afrika’daki gelişmeleri tehlikeli bularak kardeşi Ab-
dülaziz’e harekete geçme emri verdiği gibi, ayrıca merkezden de yar­
dımcı kuvvetler şevketti. Züheyr b. Kays komutasmda meydana ge­
tirilen bir ordu, Berka üzerinden Tunus’a doğru ilerlemeğe başladı.
Bu harekât Berberiler’in geri çekilmesine sebep oldu. Kayrevan, mü­
cadele edilmeden Züheyr’in eline geçti. Kusayla, Kayrevan’m batısın­
da müslümanlarm karşısına çıktı. Yapılan savaşta Berberîler ağır bir
mağlubiyete uğradılar. Kusayla savaş meydanında öldü (69/688).
Züheyr b. Kays’m bu başarılarını haber alan Bizans İmparato­
ru II. Justinianus (685-695), Kuzey Afrika’da tekrar hâkimiyet kur­
mak için İstanbul’dan bir donanma gönderdi. Sicilya’dan da takviye
kuvvetleri alan Bizans donanması, Kartaca’ya çıkarma yaptı. Bu sı­
rada batıya doğru yürüyüşe devam eden Züheyr, süratle geriye döne­
rek Bizans kuvvetleriyle karşılaştı. Yapılan çetin savaşta müslüman-
lar mağlup oldular. Züheyr de şehitler arasmda bulunuyordu. Müslü­
manlarm Afrika’daki hâkimiyetini tekrar tehlikeye düşüren bu sa­
vaşın tarihi kesin olmamakla beraber, 76 (695) yılında olduğu kuv­
vetle muhtemeldir. Berberîler, müslümanlarm uğradıkları bu mağlu­
biyetten istifade ederek isyan ettiler. Buna rağmen aralarında anlaşa­
madıkları ve her kabile müstakil hareket ettiği için Kayrevan’da bu­
lunan İslâm kuvvetlerine önemli bir zarar veremediler.

M ıs ır v a lis i A b d ü la ziz b. M e rv a n , durum u h a life y e b ild ire r e k


y a rd ım istedi. Abdülm elik, Abdullah b. Z ü b ey r’ den de kurtulduğu
için H assan b. N u ’ m an el-Gassanî kom utasm da k u v v e tli b ir ordu­
yu , m erk ezd en h a rek ete geçirdi. K u ze y A f r ik a 'y a ilk d e fa b öyle
k u v v e tli b ir ordu sevkediliyordu. H a ssa n 'm h ed efi b iza n s 'ın e lin ­
de bulunan k artaca idi. K end isi sahil yolun dan gidiyor, İslâm do­
nanm ası da onu takip ediyordu. K artaca, fa z la m u k avem et ed e­
m eden m üslüm anlarm elin e geçti. Şehir halkının büyük b ir k ısm ı
S ic ily a 'y a kaçm ak zorunda kaldı. (S a y fa 372/2)
■R-artaca nm tekrar müslümanlarm eline geçtiğini haber alan Bi­
EMEVÎLER DEVRİ 373

zans İmparatoru Leontios (695-698), bir donanma hazırladı ve saray


erkânından Juhannes’in komutasında 697 yılında Kartaca önlerine
gönderdi. Bu sırada Hassan b. Nu’man Avras bölgesinde Kâhine diye
isimlendirilen ve Berberîler’i etraf ma toplayan bir kadınla mücadele
halinde bulunuyordu. Hattâ Hassan, Kâhine tarafından ağır bir mağ­
lûbiyete uğratılmıştı. Bu sebeple Berka'ya kadar geri çekilmiş ve Kar-
taca'ya çıkartma yapan BizanslIlara mâni olamamıştı. Kartaca Bi­
zans'ın eline geçmiş ve Hassan merkezden gönderilecek kuvvetleri bek­
lemek zorunda kalmıştı. Halife tarafından gönderilen takviye kuvvet­
lerini alan Hassan, ikinci defa Kartaca’yı ve Bizans'ın eline geçmiş
olan şehirleri zaptetti, BizanslIlar Kartaca’yı terkederek G iıit’e çekil­
diler (698).
Bizans kuvvetlerinin mağlûbiyetinden sonra sıra Kâhine’nin ida­
resindeki Berberiler’e gelmişti. Kâhine, bütün memleketi hâkimiyeti
altma alnuş ve müslümanlann burayı tekrar istilâ etmelerini önle­
mek için bütün şehir ve kaleleri tahrip etmişti. Yaptığı tahribat ve
sert tutumu, Berberîler'i kendisinden soğutmuştu. Hassan, beş yıldan
beri Kuzey Afrika’nm büyük bir kısmını hâkimiyeti altmda bulun­
duran Kâhine üzerine yürümeden önce bazı tedbirler aldı ve Berbe­
ri reislerini ondan ayırmak için bazı vaatlerde bulundu. Nihayet 83
(702-703) yılında kati hücuma geçti. Avras bölgesinde yapılan savaşı
müslümanlar kazandı ve Kâhine savaş esnasında öldürüldü. Kâhine’
nin ölümünden sonra başsız kalan Berberiler, Hassan’ın da müsama­
halı tutumu sayesinde kitleler halinde müslümanlığı kabule başladı­
lar. Böylece Kuzey Afrika tam mânâsiyle İslâm hâkimiyetine girmiş
oluyor ve Bizans ebediyyen burasını kaybediyordu.

2. A n a d o l u ’ d ak i Fetihler:

Abdülmelik zamanında Bizans ile olan münasebetlere gelince: Ab-


diilmelik daha hilâfete geçtiği yıl, yani 685 yılında Bizans ile sulh
yapmak mecburiyetinde kaldı. İçinde bulunduğu zor şartlar, onu da
bir zamanlar ilk Emevi halifesi Muâviye gibi sulhu para ile satm al­
maya zorladı. Bir taraftan devletin her tarafı isyanlarla dolu iken,
diğer taraftan da BizanslIlar Masîsa (M isis)’ya kadar ilerlemişlerdi.
Abdülmelik Bizans’a yılda üç yüz altmış bin dinar, üç yüz altmış köle
ve üç yüz altmış saf kan Arap atı vermeyi kabul ediyor, buna karşı­
lık da Bizans'ın taarruzunu durdurmasını istiyordu. Sulhun üç yıl,
dokuz yıl veya on yıl sürdüğü hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bu
anlaşmadan sonra cephenin bu kesiminde savaşların durmasına muka­
bil, Emevî aleyhtarı Irak ve el-Cezıre uçlarında Ermeniler'in 686 yı­
374 doğuştan gUnUmtlze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

lından itibaren Bizans’ın yardımı ile müslümanlara karşı savaştıkla­


rına dair, geniş olmasa bile kaynaklarda bazı haberlere tesadüf et­
mekteyiz.
Abdülmelik, 70 (689 - 690) yılı içinde Mus’ab’a karşı harekete geç­
meden Bizans İmparatoru II. Justinianus ile yeniden müzakerelere
girişmek zorunda kaldı. Bunun sebebi Kuzey Suriye’de Amanos dağ­
larında oturan Merdâiler’in giriştikleri harekettir. Islâm kaynakları­
nın, oturdukları dağ şehri Curcuma’ya nispetle Cerâclme adıyla kay­
dettikleri Merdâiler hristiyan-eşkiya bir kavim idi. Amanos ve Toros
dağlarının sarp bölgelerinde ve Antakya'nın bataklık kısımlarında otu­
ruyorlar ve Bizans'a muntazam olmasa bile askeri birlikler tem in edi­
yorlardı.
Müslümanlar Antakya’yı fethettikleri zaman Merdâiler, bu sefer de
müslümanlann hizmetine girerek Amanos geçitlerini kontrol etmeyi
kabul ettiler. Buna rağmen onlar kim daha çok para verirse onun hiz­
metine giriyorlardı. Dağlık bölgelerde yaşadıkları için kolay kolay ita­
at altına alınamıyorlardı. Muâviye zamanında Bizans'ın teşviki İle
harekete geçen Merdâiler, Filistin’e kadar ilerlediler. Muâviye, Bizans
İmparatoru ile sulh yapınca geri çekildiler ( 6 6 6 ). Fakat daha sonra
yine Bizans'ın teşviki ile müşkül durumda bulunan Suriye müslüman-
larına karşı harekete geçtiler. Bizans imparatoru Merdâiler’e insan ve
silâh yardımında bulunuyordu.
Abdülmelik, Muâviye'nin siyasetini takip ederek sulh teklifinde
bulundu. Daha önce yapılan sulh şartlan bâkl kalmak şartıyla K ıb ­
rıs, Ermeniye ve Gürcistan’dan alınan vergiler her iki devlet arasında
taksim edilecek ve bunlara karşılık II. Justinianus da Merdâiler’! ge­
ri çekecekti. Bizans imparatoru bu arada Merdâîler’den bir kısmını
kendi ülkesine, Antalya bölgesine, Mora yarımadasına yerleştirerek
onların askeri gücünden faydalanmaya çalışmıştır. Kıbrıs ahalisinden
bir kısmının da yine BizanslIlar tarafından Kyzikos'a yerleştirildiği
bilinmektedir. Bu durum, Kıbrıs üzerinde hâkimiyetini muhafaza eden
Emevi devletinin çıkarına uymadığından iki taraf arasında savaş çıktı.
O sıralarda II. Justinianus, Balkanlar'a karşı yapmış olduğu se­
ferde başarı elde ederek Selânik civarındaki büyük Slav kitlelerini
Anadolu’da Bithinia eyaletine yerleştirdikten sonra bunların savaş
gücünden faydalanmak suretiyle müslümanları kolayca mağlûp ede­
ceğini umuyordu. Bizans imparatoru hesabında yanılmıştı. Zira artık
Irak’ta savaş sona ermiş ve halifenin kardeşi Muhammed b. Mervan'
ın el-Cezire valisi olmasından sonra bu bölgede müslümanlann duru­
mu oldukça kuvvetlenmişti. 73 (692 - 693) yılında Sivas yakınlarında
cereyan eden savaşta Muhammed b. Mervan, kendisinden çok daha
E MEVTLER DEVRİ 375

büyük kuvvetteki Bizans ordusunu ağır bir mağlûbiyete uğrattı. İs­


lâm ve Bizans kaynakları bu savaşta çok sayıda Slav savaşçının müs-
lümanlar tarafına geçtiğini kaydetmektedirler. Müslümanlar tarafı­
na geçen Slâvlar’dan bir kısmı Kuzey Suriye'ye iskân edilerek Bizans'a
yapılan gazalarda bunlardan faydalanılmıştır. Bu savaşın cereyanı
sırasında Osman b. Velid adında bir müslüman komutan Blzanslılar'ı
Ermeniye bölgesinden çıkardı. Bu suretle Ermeniye’nin büyük kısmı
tekrar müslümanların hâkimiyeti altına girmiş oldu (693).
Ermeni reislerinden bir kısmı Dımaşk’a getirilerek hapsedildi. Bun­
lardan Smpad adlı birisi ertesi yıl hapisten kaçarak Ermenlye'de bir
isyan çıkardı. Bizanslılar'ın da yardımı ile müslümanları Ermeniye’
den çıkarmak istiyordu. Ermeniler’e yardım için gönderilen Bizans
kuvvetlerinin başında II. Justlnlanus’u tahttan İndirecek olan Leon-
tios bulunuyordu. Abdülmelik, Ermeniye’de uğranılan bu başarısızlık
üzerine tekrar Bizans ile mütareke yapmak zorunda kaldı. Ancak kı­
sa bir zaman sonra Abdülmelik, Bizans'a ödenen haracı bastırdığı al­
tın sikkelerle ödemeğe kalkınca, meselenin halli yine silâhlara havale
edildi. Savaş müslümanların zaferi ile son buldu. Bizanslüar, Maraş
bölgesini boşaltmak zorunda kaldılar. Ermeniye’nin güney kısımları
müslümanlara terk edildi (695).
Bu tarihten sonra müslümanlar her yıl Bizans ülkesine akınlaca
başladılar. Fakat bu akınlar bol miktarda esir ve ganimetten başka
bir şey sağlamıyordu. 79 (698 - 699) yılında Suriye’de veba salgım baş
gösterince BizanslIlar bundan faydalanıp Antakya üzerine saldırarak
buradaki garnizonu bozguna uğrattılar. Bu taarruz deniz yoluyla ya­
pılmıştı. Ertesi yıl Velid b. Abdülmelik Anadolu’ya başarılı bir sefer
yaptı. 81 (700-701) yılında ise Abdülmelik’in oğullarından Abdullah,
Erzurum üzerine bir sefer yaparak burasını fethetti. 82 (701 - 702) y ı­
lında da BizanslIlar, el-Cezîre valisi Muhammed b. Mervan’ın, İbn
el-Eş’as isyanı sebebiyle Irak’ta bulunmamasından faydalanarak Sam­
sat’a kadar ilerlediler. İsyanm sona ermesini müteakip müslümanlar,
tekrar gazalara devam ettiler. Abdullah b. Abdülmelik Darende'yi ku­
şattı, fakat burası ancak ertesi yıl 83 (702-703)’de zaptedildi. 84
(703) ’de Masısa (M isis), Abdullah tarafmdan fethedildi. Bu arada 84
(704) yılında Ermeniler yeniden isyan ettiler. Muhammed b. Mervan
bu isyanı şiddetle bastırdı; Ermeniler’i kiliselere doldurarak yaktırdı­
ğı cihetle bu yıla Ermeniler « yangın y ılı» demektedirler.

3. Doğudaki Fetihler:

Haccac, Harici isyanını bastıran Mühelleb’i Horasan’a vali olarak


tayin etti. Mühelleb, hicri 80 (699) yılında Belh nehrini geçerek K iş’e
376 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

ulaştı. K iş’de beklerken, Huttel melikinin amcasının oğlu yanma ge­


lerek onu, Huttel’e karşı savaşa davet etti. MiUıelleb, oğlunu onunla
gönderip kendisi karargâhmda kaldı. Huttel m eliki de ordusuyla bir­
likte onlara yakın bir yerde karargâh kurmuştu. O, amcasmm oğluna
karşı tekbirler getirerek baskın düzenledi. Böylece, müslümanlann
baskın düzenlediği intibaını vermek istemiş, bunda da m uvaffak ol­
muştu. Müslümanlar da, onun askerden uzaklaşmasını kendilerine iha­
net olarak yorumladılar. Melik, amcasının oğlunu esir alıp kalesine
götürdü ve orada öldürdü. Yezid b. Mühelleb kaleye gelerek orasını
muhasara altına aldı. Melik onunla cizye şartıyla anlaşmaya vardı.
Yezid de Mühelleb’in yanma döndü. Mühelleb diğer oğlu Habib’l de,
Rebincan üzerine gönderdi. Buhara emiri, kırk bin kişi ile Habib’i kar­
şıladı ve aralarında hiç bir netice vermeyen bazı çatışmalar oldu. Bu­
nun üzerine Habib geri döndü.
Mühelleb, K iş’te iki sene kaldı. Kendisine: « Sefid ve ilerisine g it»
dediler. O: «Keşke bu savaşta şansım iyi gitse de, askerlerle Meriye sa­
lim en dönebilsek» diye cevap verdi. Daha sonra, K iş ahalisiyle cizye
şartıyla sulh yaptı. Mühelleb henüz K iş’te iken M erv’e vekil olarak bı­
raktığı oğlu Muğîre’nin ölüm haberi geldi. Bu habere çok üzüldü ve
yerine oğlu Yezid'i bırakıp kendisi M erv’e döndü. Orada Mühelleb de
öldü.
Mühelleb; ecelinin yaklaştığını hissedince oradaki oğullarım çağı­
rarak bir demet ok aldı ve onlan bağlayarak: « Bunları toplu halde kı­
rabilir misiniz? » diye sordu. Onlar: «H h y ır» cevabmı verdiler. Mühel­
leb: «B u okları dağınık iken, teker teker kırabilir m isiniz?» diye sordu.
Onlar: «E v e t» karşıbğmı verdiler. Bunun üzerine Mühelleb şöyle dedi:
«İşte birlik de böyledir. Size Allah’tan korkmanızı ve sıla-i rahim
yapmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü sıla-i rahim öm rü uzatır, m alı ar­
tırır ve sayıyı çoğaltır. Size akrabalardan uzak durmayı yasaklıyorum.
Çünkü sıla-i rahim i terketm enin sonu ateştir, z ille ttir ve tükenmek­
tir. B irbirin izi sevin, terketmeyin. İttifa k edin, ih tilâ fa düşmeyin. B ir­
birinize iyi davranın ki, işlerinizde yardımlaşabilesiniz. B ir anadan
doğma evlâtlar ihtilâfa düşerse, üvey kardeşler nasıl olur? İta a t edi­
niz. Cemaatı terketmeyiniz. İşleriniz, sözlerinizden daha üstün olsun.
Çünkü ben, işi sözünden üstün olan insanı severim. Münakaşa ve yan­
lış sözden sakının. Çünkü insan ayağı kayınca doğrulur ve hatasını te­
lâfi eder, ama dili sürçerse helâk olur. Sizi himaye edenlerin hakkını
gözetin. İnsanın size gidip gelmesi onu hatırlatmaya yeter. C öm ertli­
ği, cim riliğe tercih edin. Arab’ı seviniz ve Arab’a iyi davranınız. Çün­
kü bir Arap, gerektiğinde sizin uğrunuzda ölebilir. Harpte vekar ve
plânı elden bırakjnaym. Çünkü plânlı olmak cesaretli olmaktan daha
EMEVİLER DEVRİ 377

faydalıdır. Savaş esnasında ihtiyatlı davranır da, düşmana galip ge­


lirse, insana işi başardı, kazandı denir ve övülür. Yok gerekli vekar
ve cesaretini sarfettikten sonra mağlûp olursa, o zaman da elinden
geleni yaptı, ama kaza galip geldi, denilir. K u r’an okumayı, sünneti
öğretmeyi ve salihlerin âdabını takip etmeyi asla terketmeyin. Top­
lantılarınızda, meclislerinizde hafiflikten ve çok konuşmaktan sakı­
nınız. Yezid’i yerime bıraktım ve Habib'i de orduyu Yezid'e getirinceye
kadar kom utan yaptım. Sakın Yezid'e karşı gelmeyin.» Bunun üzeri­
ne Mufaddal dedi ki: «Eğer sen, onu başa geçirmeseydin, biz geçirirdik.»
Mühelleb daha sonra vefat etti. Ölmeden evvel namazını oğlu Hablb'
in kıldırmasını vasiyet etmişti. O da cenaze namazını kıldırdı. Yezid
durumu Abdülmellk'e yazdı ve Mühelleb'in kendisini yerine tayin et­
mek istediğini bildirdi. Abdülmellk de, bunu kabul etti. Mühelleb Hic­
rî B3 senesi Zilhicce ayında (Ocak 703) vefat ettiğinde bir şair şun­
ları söylemişti:
« D ikkat edin harp b itti, Mühelleb ölünce cöm ertlik ve cöm ert g it­
ti. M erm ı’r-R ud’a yaptılar türbesini ve kayboldu g itti bütün doğu ve
batı. İnsanlara en çok faydalı kimdir dense, çekinmeden odur, deriz.
Süvarilerle ülkenin sevinç ve hüznünü bize o mubah kıldı. Onları kızı­
la boyanmış erguvan ile hürmet edercesine sürerdi harbe. Kâhtan ve
m üttefikleri Bekr ve Tağlib kabileleri harbe hazır dolaşırlar Maad ve
Avz sancaklarıyla, canlarını, ana ve babalarını feda ederler.»

Yezid’in Horasan valiliği sırasında, Badgîs’teki Nirek kalesi fet­


hedildi. Melik, kaleyi terkederken Yezid ile, kalede bulunan hazîneleri
vermek şartıyla sulh yaptı. Kendisi de ailesi ile birlikte kaleden ay­
rıldı. Yezid, bu fethi bir mektupla Haccac’a bildirdi. Mektubun kâtibi
Yahya b. Ya'm er el-Udvânî îdi. Şöyle yazmıştı: »Biz düşmanla karşı­
laşıp A lla h 'ın yardımı ile onları yendik. Onlardan bir bölümünü öldü­
rüp, bir kısmını da esir aldık. Diğerleri ise tepelere, vadilerdeki delik­
lere, çukurlara ve nehir kenarlarına kaçtılar.»

Mektup Haccac’a gelince bu mektubu Yezid’e kimin yazdığını sor­


du. Yahya b. Y a ’mer olduğunu öğrenince, Yezid’e onu kendisine gön­
dermesini bildirdi. Yahya gelince Haccac ona:
— Nerede doğdun? diye sordu.
— Ahvaz’da, cevabım verdi.
— Bu ne fesahat?
— Babamın sözünü ezberledim. Çolc fasih idi.
- Söyle bakalım, Anbase b. Said konuşurken hata eder mi?
— • Evet, çok.
Pekâla, filan?
378 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LA M T A R İH İ

— Evet.
— Pekâlâ ben nasıl konuşuyorum, hata ediyor muyum?
— Evet, çok küçük bazı hataların var. Basan bir harf eksik veya
fazla söylüyorsun. «İn ne» yerine «Enne», «E n n e» yerine «İn n e »y i kul­
lanıyorsun. Bunun üzerine Haccac:
— Sana üç gün m ühlet veriyorum. Eğer üç günden sonra Irak
topraklarında seni bulursam, öldürürüm , dedi. O da Horasan’a döndü.
85 (704) senesinde Haccac, Yezid’i Horasan valiliğinden azlederek, ye­
rine kardeşi Mufaddal’ı tayin etti. Mufaddal zamanında, Badgis’e se­
fer yapıldı ve fethedildi. Daha sonra Nem Ahurûn ve Şûman’a sefer­
ler düzenlenip, zaferler kazanıldı. Mufaddal'm Beytülmâl diye bir şe­
yi yoktu. O, kendine geleni dağıtır ve ganimetleri orduya taksim eder­
di. Çok geçmeden Haccac, Mufaddal’ı da azletti ve yerine Kuteybe b.
Müslim’i Horasan valiliğine tayin etti.

h) Abdülm elik Zamanında Yapılan D iğer İşler:

1. V â s ı t ’ ı n Kuruluşu :

Haccac, idare ettiği bölgelerin halkının çok derinlere kök salmış


düşünce tarzını kolay kolay değiştiremeyeceğini, şimdilik sükûnetin
temin edilmesine rağmen hiç umulmadık bir anda yeni isyanların pat­
lak verebileceğini bildiği için Abdurrahman b. Muhammed b. el-Eş’as’
ın isyanının bastırılmasından sonra, onları tam kontrolü altında tu­
tabilmek için yeni bir çareye baş vurdu: Emevi hanedanına karşı Irak ’
ta gelişen muhalefetin merkezi K üfe ve Basra ordugâh şehirleri idi.
Bu iki şehre dayanarak Irak'ta sükûnetin sağlanamayacağını anlayan
Haccac, yeni bir şehir kurarak buraya tamamen kendisine ve dolayı­
sıyla Emevi hanedanına sadık birlikleri yerleştirmek suretiyle, karışık­
lıkların tehlikeli bir hal almadan bastırılabileceği kararına vardı. Bu
maksatla Dicle ile Fırat arasında bağlantıyı sağlayan ve Haccac ta­
rafından açtırılmış olan büyük kanalın kenarında, Küfe, Basra ve Ha­
ricîlerin merkezi Ahvaz’dan aynı mesafede bulunması sebebiyle Vâsıt
(Orta kale) adını alan yeni bir şehir kurmaya girişti. İnşaat 83 (702)
yılında başladı ve 86 (705) yılında tamamlandı. Haccac, yeni kurdu­
ğu şehirde İraklıların yerleşmemelerine bilhassa dikkat etti. Şehrin
ilk sakinlerini, Suriyeli birlikler ile daha önce Maveraünnehr’den çe­
şitli yollarla getirtilmiş ve Basra’ya yerleştirilmiş olan Türkler teşkil
ediyordu. Böylece Haccac, her bakımdan güvenebileceği bir kuvvete
ve şehre sahip oluyor ve başkaldırma temayülü gösteren bir bölgeye
süratle müdahale edebilecek duruma geliyordu. Vâsıt, Irak’ta kurul­
muş olan üçüncü ordugâh şehri olmuştur.
EMEVÎLER DEVRİ 370
2. İslâmî Sikkenin B asılması :

Abdülmelik zamanında yapılan önemli teşebbüslerin başında, İlk


İslâmi sikkenin darbedilmesi gelir. Bu zamana kadar İslâm ülkesinde
Bizans altını ( dinar) ve Sasani gümüş parası (dirhem) tedavülde İdi.
Pek az olarak da Hımyeri gümüş sikkeleri mevcuttu. Muftvlye zama­
nında, gümüş ve bakır sikkeler basılıyor idiyse de bunlar, Bizans ve
Sasani tarzında idi. Hatta Muâvlye’nln bastırdığı altın ve gümüş sik­
keler, üzerinde haç işareti bulunması sebebiyle halk arasında pek re­
vaç bulmamıştı. Abdülmelik'in Bizans ve Sasani sikkelerini tedavül­
den kaldırarak İslâmî sikke bastırmasının sebepleri hakkında Belâzuri
şu bilgiyi vermektedir:
«K â ğ ıt, Bizans’a Mısır’dan ihraç edilirdi, bvna .mukabil dinarlar
müslümanlara Bizans’tan gelmekle idi. K âğıtlar önceleri filigran ola­
rak Hristiyanlıkla ilg ili yazılan ve haç işaretini ihtiva ediyordu, fa­
kat Abdülmelik zamanında bunlar «K u l hu vallahu ahadn âyeti ile
değiştirildiler. BizanslIlar buna karşılık, dinarlann üzerine Hz. Mu-
hammed'i tahkir edecek kelimeleri yazmakla tehdit ettiler. Bunun üze­
rine Abdülmelik, kendisi dinar basmaya başladı. Aynı şekilde Sosa-
7iiler'den alınmış olan dirhemler de değiştirildi. Yeni basılan sikkeler
üzerine Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in onun elçisi olduğunu
belirten âyetler yazıldı.«
Böylece İslâm devleti iktisadi bakımdan Bizans ve Sa6ani tesi­
rinden kurtulmuş oluyordu. Bunun siyasi tezahürü de elbette Islâm
devleti bakımından iyi neticeler vermiş, şu veya bu şekilde Bizans teh­
didi ortadan kalkmış oluyordu. İslâm tarihi bakımından son derece
önemli olan sikke darbı 74 (693-694) yılında başlamıştır.

3. Ar ayçanın Resmî Dil Olması:

Abdülmelik'in devleti dış tesirlerden kurtarmak için giriştiği ve


başarıya ulaştırdığı teşebbüslerden birisi de Divan'a Arapçanın resmi
dil olarak sokulmasıdır. Hz. Ömer zamanında malî işleri yürütmek
için kurulmuş olan Divan’da, Suriye ve Mısır’da Rumca, Irak'ta İse
Farsça kullanılıyordu. Divan’da çalışan memurlar da Rum veya Fars
idiler. Bu hususta ilk teşebbüs Haccac’ın vali olarak bulunduğu K ü fe’
de yapılmıştır. K û fe’de îranlı kâtip Zâdenferruh b. P iri’nin yanında
çalışmakta olan Salih b. Abdurrahman, Haccac’a Divanların Arapça
tutulmasını teklif etti ve bu işi de üzerine aldı. Bundan kısa bir za­
man sonra Abdülmelik Şam'da da hesapların Arapça tutulmasını em­
retti. Süleyman b. Said adlı bir şahıs bir yıl içinde işleri tamamlaya­
rak Divanlann Arapça olarak düzenlenmesini sağlamıştır. Divan’da
380 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

dilin değişmesine rağmen Bizans ve Sasanî sistemi devam etmiş ve


muhtemelen Arapça bilen Rum ve Fars asıllı memurlar vazifelerinde
kalmışlardır.
İslâm devletinde teşkilâtlanma daha ziyade Hz. Ömer zamanın­
da başlamış ve Muâviye, günün şartlarına göre bu teşkilâtı daha da
geliştirmişti. Fakat İslâm devletinin siyasî, iktisadi ve etnik bünyesi
süratle değiştiği için devlet teşkilâtını da buna uydurmak gerekiyordu.
Bu bakımdan zamanında cereyan eden dahilî ve haricî hadiseler Ab-
dülmelik’i devlet teşkilâtında bazı değişiklikler yapmaya mecbur et­
mişti. Bunların başmda Berîd teşkilâtındaki değişiklik gelmektedir.
Berîd teşkilâtının, İslâm devleti bünyesine ne zaman girdiği ke­
sin olarak bilinmemektedir. Ancak Emeviler devrinde bu teşkilâta
büyük ehemmiyet verildiği görülmektedir. Abdülmelik, geniş İslâm
ülkesinin hemen her tarafında çıkan isyanlardan haberdar olmak ve
askerî harekâtı yakından takip edebilmek için Berîd teşkilâtını kadro
ve vasıta bakımından geliştirmiştir.

ı) Abdülm elik'in Ş a h siyeti:

Abdülmelik, Emevi halifelerinin en büyüklerinden birisidir. Hilâ­


fete geçtiği sırada hükmü ancak Suriye ve Mısır'da geçiyordu. İç ka­
rışıklıklar sebebiyle İslâm devleti parçalanmıştı. Kuzey Afrika kay­
bedilmiş, Bizans’ın tehditleri artmıştı. Abdülmelik, yirm i yıllık hilâ­
feti esnasında tehlikeli iç karışıklıkları bertaraf edip birliği yeniden
temin ettiği gibi, Kuzey Afrika’yı tekrar hâkimiyeti altına almış ve
Bizans’a üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Öldüğü zaman oğluna Atlas
Okyanusu’ndan Maveraünnehr’e kadar uzanan siyasî, askerî ve İdarî
bakımdan kuvvetli bir imparatorluk bırakıyordu.
Abdülmelik, seleflerinin bir Arap seyyidi gibi davranışlarını teı-
kederek bir hükümdar tavrını benimsemiştir. Devrinde idare, teknik ve
hiyerarşik bir mahiyet almaya başlıyordu. Bazı büyük memuriyetlere
ilk defa onun zamanmda rastlıyoruz. O memurlarına, Muâviye’nin Zi-
yad b. Ebih’e olduğu gibi, kendisinin de tamamiyle ayrı muameleye
tâbi tuttuğu o kadar çok hizmeti geçmiş olan Haccac’a karşı bile ciddi
bir tavır benimsemiştir, O, eski gelenek mucibince toplantılarına da­
hil ettiği ve kendileriyle istişarede bulunduğu kimselere, kendisiyle
lâubali münasebette bulunmaya müsaade etmiyordu.
Halifeliğe taalluk eden meselelerde asla müsamaha göstermezdi.
Elini hilâfete uzatmış olan yeğeni Amr b. Saîd’i bizzat kendisi öldür­
müştü. Buna rağmen başlangıçta valiliklerin hemen hepsini yakınla­
rına vermişti. Haccac gibi kudretli bir şahsı, devletin en karışık eya­
EMEVÎLER DEVRİ 381

letine vali tayin ederek, ona her bakımdan destek olması, devlet İda­
resinde adam seçmenin en güzel örneğini vermiştir. Haccac’ın sert tu­
tumu ve çok kan dökmesi yüzünden onu tuttuğu için tenkide uğramış
ise de, Irak gibi fitne ve fesadın eksik olmadığı bir bölgede sükûneti
temin etmede bundan başka bir yol da herhalde pek bulunamazdı.
Abdülmelik, kendisinden sonra dört oğlu hilâfete geçtiği ve daha
sonraki Emevî halifelerinin yalnız ikisinin doğrudan doğruya ondan
neş’et etmediği cihetle « hükümdarlar babası» admı taşır. Ondan sonra
veliahtliğe Mısır valisi olan kardeşi Abdülazlz tayin olunmuş ve bu
sıfatla kendisine biat edilmişti. Abdülmelik, kardeşini vellahtükten
uzaklaştırmak İçin gayret sarfedlyordu. Onun ölümü Abdülmellk'e ra­
hat bir nefes aldırmıştır.
6 — 1. V E L İD B. A B D Ü L M E L İK (8 6 - 96/705-715)

Abdülmelik'in vefatı üzerine oğullarından Velid, hiç bir muhalefet­


le kartlaşmaksızın hilâfet makamına geçti. On yıl gibi çok kısa olan
halifelik devresi fetihler, imar ve diğer faaliyetler yönünden İslâm
tarihinin en parlak devrelerinden birisini teşkil eder. İslâm orduları,
onun bu kısa halifeliği zamanında dünya tarihinin en parlak askeri
zaferlerini kazanmışlardır.
Velid, babasınm mirasına sadık kalarak onun zamanında tayin
edilmiş olan valileri yerlerinde bırakıp, onların siyasî ve askeri tec­
rübelerinden istifade etmesini bilmiştir. Bu cümleden olarak Haccac,
bütün selâhiyetleriyle Irak umumi valiliğinde kaldı. Haccac, Abdül-
melik zamamnda Irak’ta birbiri arkasmdan patlak veren isyanları bas­
tırmış, valisi bulunduğu bölgelerde sükûneti teinin etmiş ve böylece
fetihlere imkân hazırlamış oluyordu. Haccac, doğudaki fetihleri İki
büyük komutam Kuteybe b. Müslim ve Muhammed b. Kasım sayesin­
de gerçekleştirmiştir.

a) V elid Zamanındaki F etihler:

1. Kuteybe b. M ü s l i m ’in Fetihleri:

Haccac b. Yusuf’un Irak umumî valiliğine tayin edilmesinden


(75/694-695) sonra, bu eyalete bağlı bölgelerdeki karışıklıklar bastı­
rıldı ve yeniden fetihlere başlanıldı. Haccac gibi kudretli bir idareci­
nin bütün gayretlerine rağmen, ilk zamanlar istenildiği gibi başarılı
neticeler alınamadı. 78 (697) yılında Horasan valisi tayin edilen Mü-
helleb b. Ebi Sufra, Kirm an’daki Haricî isyanlarını bastırdıktan son­
ra M erv’e geldi. 80 (699) yılı ortalarında K iş’e karşı bir sefer yapma­
sına ve burasını iki sene kadar muhasara etmesine rağmen şehri ele
geçiremeden geri çekilmek zorunda kaldı. Dönerken yolda, M erv el-Rûd
yakınında 82 Zilhiccesinde (Ocak 702) vefat etti. Mühelleb’in ölümün­
den sonra yerine geçen oğlu Yezid, Fergana, Harezm ve Badgis'e kar­
şı başarısız seferler yapmıştır. Haccac tarafmdan sevilmeyen ve kabi­
leler arasındaki mücadeleleri körükleyen Yezid, uzun müddet mevkii-
EMEVİLEH DEVRİ 383

ni muhafaza edemedi ve azledilerek hapse atıldı. Onun yerine tayin


edilen üvey kardeşi Mufaddal, Musa b. Abdullah'ı ele geçirip katletme­
sinden sonra kendisi de Horasan valiliğinden azledildi.
Maveraünnehr’in gerçek fatihi hiç şüphesiz Kuteybe b. Müslim’
dir. 86 (705) yılında Horasan valiliğine tayin edilen Kuteybe, Hac-
cac’ın idari sahadaki dehasını kendisinin ordu idaresindeki mahareti
ile birleştirerek büyük çapta askeri harekâta girişti. Kuteybe, Hora­
san'a geldiği zaman bu eyaletin iki tehlikeli sınır bölgesi vardı. Bu
bölgelerden birincisi, Ceyhun nehrinin orta kısmından Bedehşan'a ka­
dar uzanan ve nispeten dağlık bir araziden meydana gelen Toharis-
tan idi. Bazı akmlann yapılmasına rağmen hâlâ direnmekte olan Belh
şehri, buranın merkezi idi. Horasan'ın ikinci ve daha tehlikeli olan
sınır bölgesi ise, Maveraünnehr idi. Türkler, her iki bölgede de hâkim
unsuru teşkil etmekle beraber, aralarında siyasi bir birlik mevcut ol­
mayıp küçük beylikler halinde müstakil hareket ediyorlardı. Mavera-
ünnehr’de siyasi mânâda bir birliğin bulunmaması bu havalide İslâm
ordularının ilerlemesini kolaylaştırıyordu. Gerçi bu sırada Türkeş Ha­
kanlığı en kudretli devrini yaşamasına rağmen, Araplar'a karşı yapı­
lan mücadelede fazla bir varlık gösterememiştir.
Kuteybe b. Müslim, esas hedefi olan Maveraünnehr'e karşı ha­
rekete geçmeden önce, Toharistan’ı emniyete almak gayesiyle Belh
üzerine yürüdü. Toharistan hâkimi ve muhtemelen Türk olan Nizek
Tarhan, herhangi bir mücadeleye girişmeden sulh yapmak istediğini
Kuteybe'ye bildirdi. Kuteybe b u . teklifi memnuniyetle kabul ederek
Merv'e döndü. (1)
Toharistan tarafından emin olan Kuteybe, 87 (706) yılında Bu­
hara üzerine hareket etti. Âmul ve Zamm geçitlerini emniyete aldık­
tan sonra Beykent’e geldi. Bu sırada Hatun'un gevşek idaresinden
faydalanan yerli beyler ve dihkanlar birbirleri ile iktidar mücadelesi­
ne başlamışlardı. Bu hareket Beykent’e yardımcı kuvvetlerin gönde­
rilmesini önlemişti. Kuteybe’nin birlikleri fazla zorlanmadan şehre
girdiler. Fakat Kuteybe'nin kısa bir zaman sonra buradan ayrılması
üzerine şehir halkı isyan etti. İsyan haberini alan Kuteybe, süratle
Beykent’e dönüp, şehri tekrar ele geçirdi. Bol miktarda silâh ve gani­
met alındı. (2)
Kuteybe’nin Beykent'e karşı kazandığı zafer, Maveraünnehr prens­
lerini toparlanmaya ve müşterek düşmana karşı beraberce harekete
geçmeye sevketmiştir. Nitekim, 83 (707) yılında Kuteybe’nin Tumuş-

(1) Taberi. II, 1184 vd.


(2 ) Taberi. II. 1186 vd.
384 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLA M T A R İH İ

kas ve Râmisan’ı ele geçirmesi üzerine, bu müttefik kuvvetlerin bir­


likte harekete geçtikleri görülmektedir. (1)
Kuteybe, ancak 90 (709) yılında Buhara’ya karşı harekete geçebil­
di. Bu sırada, iki sene önce Maveraünher prensleri arasında kurul­
maya başlamış olan birlik de dağılmıştı. Bu durumdan faydalanan K u ­
teybe, Buhara birlikleri hazırlıklarını tamamlamadan ve istenilen yar­
dımcı kuvvetler yetişmeden önce, şehri muhasara etti. Kuşatma devam
ettiği sırada, Türkjer ve Soğdlar’dan meydana gelen büyük bir ordu
Buhara önlerinde göründü. İki ordu arasında kalan Kuteybe ümit­
sizliğe kapılmadan gelen kuvvetleri mağlup ederek kuşatmayı sürdür­
dü. Kurtuluş ümidi kalmayan Buhar-hudat, Kuteybe’den sulh istemek
mecburiyetinde kaldı. A ğır bir haraç mukabilinde sulh talebi kabul
edüdi. İslâm birlikıe i şehre girdiler. Şehirde bulunan evlerin yansı
Araplara tahsis edildi.(2) Böylece Buhara kesin olarak Arap hâkimi­
yetine girmiş oluyordu.
Buhara’nm fethi ve şehre bir müslüman garnizonunun yerleştiril­
mesi, Maveraünnehr dahilinde büyük bir gedik açmıştı. Tehlike çan­
ları şimdi de Semerkant hükümdarı Tarhun (Tarhan) için çalıyordu.
Yaptığı bütün muharebeleri kazanan Kuteybe, Semerkant için teh­
likeli bir düşmandı. Buhara’nın Akıbetine düşmemek için Tarhun,
haraç vermek ve Arap hâkimiyetini tanımak istediğini Kuteybe’ye
bildirdi. Kuteybe de bu şartlan kabul ederek Tarhun ile sulh antlaş­
ması yaptı. (3)
Kuteybe b. Müslim Buhara seferinden dönerken Nizek Tarhan,
Kuteybe’nin nezdine gelip bağlılığını bildirmiş ve onun izniyle Belh’e
gitmişti. Devamlı tevkif edilme korkusu içinde yaşayan Nîzek Tarhan,
daha sonra Toharistan’a kaçtı ve Belh, M erv el-Rûd, Talkan, Faryab
ve Cuzcan hakimlerine mektuplar yazarak onları Araplara karşı bir­
likte hareket etmeye ikna etti. Bu sırada Kuteybe ordusunu kışlalara
dağıttığı için yanında on iki bin kişilik bir birlik kalmıştı, bu sebepten
onlar üzerine yürüyecek durumda değildi. Kış sebebiyle büyük bir as­
kerî .rekata girişilemeyeceği gibi beklemenin de mahzurları olabi­
lirdi. Çünkü Nîzek Tarhan’ın Çin’den yardım alma ihtim ali vardı. Bu
vaziyet karşısmda Kuteybe, M erv’de bulunan kuvvetleri kardeşi Ab-
durrahman’ın idaresine vererek Belh’e gönderdi ve orada kışlayarak
mezkur prenslere hareket imkanını vermemesini emretti. 91 (710) ilk­
baharında Nizek Tarhan ile ittifak yapmış olan prensler Kuteybe’ye

(1) Tatori, II, 1201 vd.


>2 ) Taberi, JI. 1201 vd.
0> Tuberi. 11. 1290 vd.
EMEVÎLER DEVRİ 365

bağlılıklarını arzetmeleri üzerine, yalnız kalan Nizek bir kaleye sığın­


dı. Kuteybe kalabalık bir ordu ile Nİzek’i muhasara edip aman isteme­
ğe mecbur etti. Fakat Kuteybe sözünde durmayarak onu Haccac’a gön­
derdi ve Nizek Irak’ta idam edildi. (1)
Nizek’e karşı yaptığı seferden dönüşü esnasında Kiş ve Nesef’e
uğrayan Kuteybe, buraları kesin olarak itaat altına aldı ve daha son­
ra Buhara’ya döndü. Bu sırada Buhara’da iktidar mücadeleleri eksik
olmuyordu. Gerçi şehir Arap hâkimiyetinde ise de dahili idare, yerli
beylerin elinde bulunuyordu. Bu mücadelelerde Tuğşada’nın tarafını
tutan Kuteybe ona rakiplerini ortadan kaldırmada yardım etti. Aynı
zamanda M erv’de olduğu gibi buraya da Araplar iskân edildi. İslâmi-
yetin yayılması için gayret gösteriliyor ve bu yeni dinin kabulü için
halk teşvik ediliyordu. Bu maksatla daha sonraları bir cami de İnşa
edildi. Ayrıca Kuteybe'nin birlikleri araşma, Buhara halkından da
asker alınmaya başlandı. Kuteybe Buhara'da sükûneti sağladıktan
sonra Merv'e döndü.(2)
İslâm ordularmın Toharistan’ı itaat altına almalarına rağmen
Zabulistan’ın müstakil Türk hükümdarı Rutbil (Zunbil), Haccac'ın
gözünde bir tehlike olmakta devam ediyordu. Bu sebeple Haccac, Ku-
teybe’nin Rutbil üzerine bir sefer yapmasını emretti. Kuteybe, 92 (711)
yılında Maveraünnehr’deki harekâtını durdurarak Rutbil üzerine yü­
rüdü. Çetin bir mukavemetle karşılaşacağını tahmin eden Kuteybe,
tam aksi bir durumla, Rutbil’in sulh isteği, ile karşılaştı. Vergi ver­
mesi şartıyla Rutbil'in isteği kabul edildi. (3)
Kuteybe, 93 (711) kışını Semerkant’a karşı yapacağı sefer hazır­
lıkları ile geçirdi. Fakat daha ilkbahar olmadan, Harezm hükümdarı
(Harezm-şah) ona bir elçi heyeti göndererek kendisini kardeşi Hur-
razâd'dan kurtardığı takdirde haraç vermeyi teklif etti. Bu teklif
Kuteybe’ye cazip geldi ve büyük bir ordu ile Harezm üzerine hareket
etti. İslâm ordusu Ceyhun’un batı sahilini takip ederek Hezaresb’e gel­
di ve orada karargâh kurdu. Kuteybe, nehri geçmeyip Harezm hü­
kümdarı ile müzakerelere girişti. Arap birliklerinin Harezm üzerine
yürümesi bu bölgede korku meydana getirmişti. Buna Harezm-şah’
ın gayretleri de ilave edilince sulh isteyen taraf ağır bastı ve K utey­
be’ye on bin kişilik bir kuvvet vermek şartıyla sulh yapıldı. Fakat
sulh akdi Harezm’de karışıklıkların zuhuruna sebep oldu. Arap hâ­
kimiyetinin tanınması, asker ve haraç vermenin kabul edilmesi Ha­

cı) Taberl, II, 1204 vd.


(2) Taberl, II, 1227 vd.
(3) Taberi, II, 1335
386 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

rezm-şah'a karşı kardeşi Hurrazâd’m harekete geçmesine sebep oldu.


Kuteybe, Hurrazâd üzerine kardeşi Abdurrahman’ı gönderdi. Yapılan
muharebe sonunda Hurrazâd esir edilip taraftarlarından dört bin ki­
şi ile birlikte katled ild i.(i)
Kuteybe’nin Horasan ve Maveraünnehr’de takip ettiği fetih siya­
seti, onun bütün bu bölgeleri ele geçirmeyi hedef aldığını göstermek­
tedir. 86 (705) yılından itibaren yaptığı seferler neticesinde Mavera-
ünnehr’in büyük şehirleri ve stratejik mahalleri ele geçirilmişti. Böy-
lece sıra, daha önce hâkiminin itaat arzetmesi üzerine kenarda kalmış
olan Semerkant’m kesin olarak fethine gelmişti. Semerkant hâkimi
Tarhun’un Kuteybe’ye haraç vermeyi kabul etmesi, kendisine karşı
bir isyanın patlak vermesine ve bu isyan neticesinde öldürülmesine
sebep oldu. Onun yerine Gurek b. îhşid geçirildi.
Semerkant’ı henüz hâkimiyet altına alamamaları Araplar için,
?î?veraünnehr’de fethettikleri diğer şehirler bakımından bir tehlike
teşkil ediyordu. Arap birliklerinin çekilmesi halinde Semerkant hü­
kümdarının teşvik ve tahriki ile buralarda umumi bir ayaklanmanm
zuhuru muhtemeldi. Kuteybe b. Müslim, Semerkant'ın fethine birkaç
kere teşebbüs etmiş ise de her defasında bazı olayların meydana çık­
ması sebebiyle bu amacını gerçekleştirememiştir. Artık Maveraün-
nehr’in büyük bir kısmının fethi tamamlandığı için Semerkant’a ya­
pılması düşünülen sefere engel kalmamıştı.
Harezm seferinden dönen Kuteybe, Haccac b. Yusuf’un da muva­
fakati üzerine, gizlice hazırladığı plân gereğince harekete geçti. Se­
ferin nereye yapüacağı açıklanmadı. Y irm i bin kişilik öncü kuvvetle­
rinin başında bulunan kardeşi Abdurrahman’ın dikkatleri başka yö­
ne çekmesinden sonra, esas kuvvetlerle Kuteybe yürüyüşe geçti. K u ­
teybe’nin ordusunda Araplardan başka fethedilen bölgelerden alman
birlikler de bulunuyordu. Seferin gizli tutulmasına rağmen, Gurek,
casusları vasıtasıyla bunu öğrenmiş, Şâş, Fergana ve Türklerden al­
dığı takviye kuvvetleri ile karşı harekete geçmişti. Taberî’nin kaydet­
tiğine göre(2 ) iki ordu Buhara ile Semerkant arasındaki Arbincan
denilen yerde karşüaştı ve Gurek’in birlikleri tutunamayarak geri çe­
kildi. (3)
Semerkant'a varan ilk birlikler, Abdurrahman’ın idaresindeki yir­
mi bin kişilik öncü kuvvetleri idi. Onun arkasmdan Arap, Harezmli,
Buharalı ve Horasanlı birliklerden meydana gelen ana kuvvetlerle

(1) Taberj. II. 1236 vd.


(2) Taberi, II. 1249
(3) Taberi, II, 1242
EMEVÎLER DEVRİ 3B7

Ruteybe b. Müslim geldi. Kuvvetli surlarla çevrili şehir haricinde mu­


harebelerin cereyan ettiğine dair kaynaklarda sarih bir malumat yok­
tur. Muhtemelen Gurek, surların gerisinde savunma hazırlıklarım ik­
mal ederek komşu devletlerden yardımcı kuvvetlerin gelmesini bekli­
yordu. Kuteybe, şehri muhasara etti. Kuşatma devam ederken Ş&ş
melikinden gelen kuvvetler Salih b. Müslim tarafından mağlup edil­
diler. Şehir mancınıklarla dövülmeye başlandı. Surların yavaş yavaş
tahrip edilmesi şehir sakinlerini ümitsizliğe düşürdü. Gurek, muhasa­
ranın devamının aleyhine olacağını anlayarak Kuteybe'ye sulh tekli­
finde bulundu. îk i taraf arasında yürütülen görüşmeler sonunda ha­
raç ve üç bin köle verilmesi ve Kuteybe’nin şehre girmesi şartları ile
sulh yapüdı. İslâm birlikleri şehre girerek bol miktarda ganimet elde
ettiler. Kuteybe, Semerkant’a bir garnizon yerleştirdi. (1) Artık Se-
merkant da İslâm hâkimiyetine girmiş oluyordu.
Semerkant’ın fethi ile Kuteybe’nin askeri faaliyetleri durmadı.
Buhara’ya döndükten sonra Harezm, Klş, Nesef ve Buhara ahalisin­
den topladığı yirm i bin kişilik bir ordu ile 04 (713) yılında tekrar se­
fere çıktı. Kuvvetlerinden bir kısmını Şâş üzerine gönderirken kendisi
de Hocend ve Fergana üzerine yürüdü. Şâş, Hocend ve Fergana’nın
bazı kısımları müslümanlann eline geçti. Hattâ bazı coğrafyacılar Uş-
rusana’ya bile kuvvetler gönderildiğini bildirmektedirler. Ertesi yıl
tekrar sefere çıkan İslâm kuvvetleri Şâş üzerinden İsbicâb’a kadar
ilerlediler. (2)
B ilindiği gibi bu fetihler esnasmda Kuteybe’nin en büyük des­
tekçisi Irak umumi valisi Haccac b. Yusuf idi. Onun Şevval 95 (Hazi­
ran-Tem m uz 714) tarihinde ölümü Kuteybe için büyük bir kayıp
oldu. Haccac’m ölüm haberini alır almaz birliklerini terhis etti. Fa­
kat halife Velid (705-715), Kuteybe’ye gönderdiği mektupta vazife­
sine devam etmesini, Horasan'ın Irak valiliğinden ayrılarak müsta­
kil bir vilâyet haline getirildiğini ve kendisinin oraya vali tayin edil­
diğini bldiryordu. Buna rağmen Kuteybe, hayatmdan emin değildi.
Üstelik yıllardır devam eden muharebelerden yorulmuş olan askerler,
sulhün nimetlerinden ve ele geçirdikleri ganimetlerden istifade etmek
istiyorlardı.
Velid’in emri üzerine Kuteybe, 96 (715) yılında Fergana’yı tama­
men itaat altma almak ve Fergana ile Kaşgar arasındaki ticaret yo­
lunu ele geçirmek maksadiyle sefere çıktı. Fergana’ya gelerek karar­
gâhını orada kuran Kuteybe, Kaşgar’a karşı kuvvetler göndermiş ve

(1 ) Ya'kubi. II, 344; Taberi, □ , 1241 vd.


(2 ) Taberi, II, 1256 vd.
388 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

bazı haşarılar bile kazanm ıştı.(l) Fakat bu şurada Velid’in ölmesi ve


hilâfete Süleyman'ın geçmesi Kuteybe için fena sonun yaklaştığının
işareti olmuştur. Nitekim Kuteybe, daha sonra öldürülmüştür.

2. Muhammed b. K a s ı m ’ın Fetihleri:

Kuteybe b. Müslim, Maveraünnehr’de fetihlere devam ederken


bir diğer komutan, Muhammed b. Kasım yine Haccac'ın desteği ile
Hindistan'ın fethine girişti. Sakîf kabilesinden olan ve Haccac tara­
fından tutulan Muhammed, altı bin kişilik seçkin Suriyeli birliklerin
başmda 710 yılında Sind üzerine harekete geçti. Bu sırada İndus hav­
zasında Zutlar (Çingeneler) ve denizci bir topluluk olan Maidler bulu­
nuyordu. Bu ikinci gurup siyasî bir teşekküle sahipti. Muhammed b.
Kasım, bölgenin önemli müstahkem mevkii Daybul üzerine yürüdü
ve muhasara etti. Çetin mücadelelerden sonra Daybul müslümanlarm
eline geçti, şehre dört bin kişilik bir garnizon yerleştirildi. A ynı za­
manda bir de cami yapıldı ki, bu Hindistan’da inşa edilen ilk cami­
dir (711).
Daybul'un fethini müteakip Muhammed, aşağı İndus havzasını
ele geçirdi. Bundan sonra kuzeye yönelerek 712 yazmda birbiri arka­
sından Nirun, Sehvan ve Sadusan şehirlerini fethetti. Aynı yü bu
bölgenin hükümdarı Dahir, mağlup edilerek başşehir Brahmanabad
ele geçiıildi. Muhammed, bu bölge sakinlerine eski dinlerinde kalma
müsaadesini vermiştir. Zaferler kazanarak yürüyüşüne devam eden
İslâm kuvvetleri Pencap bölgesinin en büyük şehri olan M ultan’ı mu­
hasara ettüer. Uzun bir kuşatmadan sonra 713 yılında zengin hazîne­
leri ile Muitsin, müslümanlarm eline geçti. Haccac’ın ölümü Kuteybe’
nin olduğu gibi Muhammed’in durumunu da sarsmıştır.
Muhammed, Halife Velid’in desteği sayesinde bütün İndus böl­
gesini İslâm devleti hâkimiyetine dahil etmiştir. Ancak Veüd'in ölü­
mü ile bu değerli komutan, Sind valiliğinden azledilmiş ve öldürül­
müştür. Muhammed b. Kasım ’ın Sind bölgesinde yaptığı fetihler bu
bölgede İslâm dininin yayılmasına direkt olarak tesir etmemiş, yerli
halk eski putperest âyinlerini devam ettirebilmişlerdir. Ancak bazı
şehirler, askeri birliklerin bulunması sebebiyle kısmen İslâmlaştırıla-
bilmiştir.

(1) Taberı, II, 1275 vd.


EMEVÎLER DEVRİ 389

3. Anadolu Gazaları ve H a z a r l a r ’ la
Mücadeleler:

Velid zamanında üçüncü mücadele bölgesi Kafkaslar idi. Bu sıra­


da Kafkaslar’ın kuzeyinde bulunan Hazar devleti müslümanlarm en
kudretli rakibi durumunda idi. Hz. Ömer zamanında başlayan İs-
lâm-Hazar mücadeleleri, Emevîler’in hilâfete geçmesi ile duraklamış
ve Velid'in halife olması ile yeniden başlamıştır. Hazarlar İle müslü-
manlar arasmda sarp Kafkas dağlarının bulunması ve Hazarlar'm sağ­
lam bir orduya sahip olmaları sebebiyle müslümanlar bu cephede pek
ilerleyemiyorlardı. Nitekim 707 yılından itibaren Mesleme b. Abdül-
melik komutasmdaki İslâm kuvvetleri hemen her yıl Hazarlar’a kar­
şı sefere çıkıyorlar ve fakat Derbend'l geçemiyorlardı. Mesleme, müs-
lümanlann çekilmesinden sonra Hazarlar’m hücumlarını durdurmak
için Derbend’i tahkim ederek buraya mancınıklar yerleştirdi. Velid
zamanında Hazarlar ile yapüan mücadelelerde müslümanlar galip gel­
melerine rağmen toprak elde edememişler ancak esir ve ganimetle ye­
tinmişlerdir.
Velid devrinde Bizans'a yapılan seferler Mesleme b. Abdülmelik ve
Abbas b. Velid komutasında yapılmıştır. Kaynakların verdiği bilgiler­
den bu cephenin başkomutanının Mesleme olduğu İntibaı uyanmakta­
dır. Bu iki komutan bazen birlikte hareket etmiş olmakla beraber,
esas itibarı ile ayn iki istikamet takip etmişlerdir. Mesleme, daha zi­
yade İç Anadolu bölgesinde faaliyet gösterirken Abbas'a Güney Ana­
dolu bırakılmıştı. Anadolu’ya yapılan seferlerin en önemlisini bu iki
komutanın birlikte Tuvana’yı muhasara ve zaptetmeleri teşkil etmek­
tedir. Bizans tarihçisi Theophanes’e göre, Tuvana’ya müslümanlar,
Meymûn el-Curcani’nin idaresindeki bir ordunun Marianos tarafın­
dan kılıçtan geçirilmesinin in tikam ını almak üzere taarruz etmişler­
dir. îslâm kuvvetleri 707 yılı kışında Tuvana’yı muhasaraya başladı­
lar. Bütün kış kuşatma devam etti. İlkbahar aylarında II. Justini-
anus, müslümanlar üzerine acele toplanmış ve iyi teçhiz edilmemiş
bir ordu şevketti. Fakat bu Bizans ordusu, müslümanlann karşısında
büyük bir hezimete uğradı ve bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtılar.
Bol miktarda ganimet ele geçiren müslümanlar, bu sayede muhasaraya
devam ettiler. Nihayet Mayıs 708 tarihinde Tuvana fethedildi.
709 ve 710 yıllarında da Mesleme ve Abbas iki ayn istikametten
Anadolu içlerine girdiler. Ertesi yıl ise Velid'in diğer oğlu Ömer’in
sefere çıktığım görmekteyiz. Bu mücadelelerin devam ettiği sırada
II. Justinianus tahtan indirilerek öldürülmüş (711) ve dahili karışık­
lıklar sebebiyle Bizans, İslâm alanlarına karşı fazla mukavemet göste­
390 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

rememiştir. 712 yılında Mesleme Amasya’yı, Abbas İse Yalvaç^ zaptet-


mişlerdir. 95 (713-714)'de Abbas, Herakleia (E reğli) ’y i fethetmlştir.
Böylece Velld’in ikinci defa İstanbul’u muhasaraya hazırlandığı belli
oluyordu.

4. İ spany a’ntn Fethi:

Velid, halife olduğu şurada Kuzey Afrika’da durum müslümanlar


lehine gelişmekte idi. İspanya'mn meşhur fatih i Mûsa b. Nusayr, he­
men bu sıralarda Kuzey Afrika kuvvetlerinin başına geçirilmiştir. Gü­
ney Araplanndan Lahm kabilesine mensup olan Mûsa’nm babası,
Muâviye’nin yakın adamlarından idi. Mûsa, Abdülmelik zamanmda
Basra haracım toplamağa memur edilmiş, bu memuriyeti esnasında
devlet hâzinesinden zimmetine para geçirdiği için azledilmiş ve Mısır
valisi Abdülaziz b. Mervan’ın yanma giderek ondan himaye görmüş­
tür. Onun Abdülaziz tarafından. Kuzey Afrika'daki kuvvetlerin başı­
na Hassan’dan sonra geçirildiği ve burada büyük bir vaTİık gösterdiği
için Abdülaziz’in ölümünden sonra Abdülmelik ve Velid tarafından
mevkiinde bırakıldığı rivayet edilmektedir.

Haris, kıskanç, sert, buna mukabil mükemmel bir asker olan Mû­
sa, Hassan’ın burada bıraktığı birlikler üzerinde kolaylıkla nüfûz ku­
rabildi. Bu kuvvetleri yeni müslüman olan Berberi savaşçıları ile tak­
viye eden Mûsa, süratli bir yürüyüşle Atlas Okyanusu kıyılarına ulaş­
tı. Bu zafer yürüyüşünün teferruatı hakkında kaynaklarda yok dene­
cek kadar az bilgi bulunmaktadır. Sadece Kuzey Afrika'nın Tanca'ya
kadar ve iç kısımların Sicilmasa’ya kadar fethi, her halde 706 - 709 yıl­
lan arasında olmuş olmalıdır. Bu fetihlerin fazla zayiat vermeden ger­
çekleştiği anlaşılmaktadır. Kuzey Afrika’nın batı taraflarında oturan
Berberi kabileleri, doğudaki kardeşlerinin Islâm iyeti kabul ettikleri­
ni görünce onlar da fazla mukavemet etmeden bu dini kabul ettiler.
Yalnız, Bizans'ın elinde bulunan Septe (Ceuta) bölgesi, sert bir şe­
kilde mukavemette bulunmuşlardır.

Bizans İmparatoru Justinianus’un Roma devletini ihya gayretleri


sırasında BizanslIlar tarafmdan ele geçirilmiş olan bu mühim mevki.
Kont (Comes) unvanım taşıyan Bizans’a bağlı valiler tarafmdan ida­
re olunmakta idi. VII. yüzyılın sonlarmdan itibaren burada Comes
Julianus hâkim bulunmakta ve bağımsız hareket etmekte idi. Julianus’
un, Ukbe b. N âfi’nin meşhur seferi sırasında ona bağlılığını bildirerek
mevkiini koruduğu bilinmektedü'. Mûsa b. Nusayr, burasını uzun za­
man kuşatmasına rağmen ele geçlrememlştir. Zira küçük bir donan­
EMEVİLER DEVRİ 391

ma sahibi olan Julianus, denizden yard ın alabiliyordu. Buna rağmen


Julianus’un durumu pek parlak değildi. Çünkü, Ispanya'daki Vizigot
krallığı ile arası iyi değildi. Kartaca’nm müslümanlann eline geçme­
sinden sonra artık Bizans’tan yardım alabilme ümidi de kaybol­
muştu. Bu sebeple Julianus nihayet müslümanlar ile anlaştı, Septe'
ııin kapısını onlara açtı ve Ispanya'nın fethinde onlara yardımcı oldu.
Bu sırada İspanya’nın durumu da pek parlak değildi. Ülkeyi İda­
resi altında bulunduran Vizigotlar, bir asilzade sınıfı meydana geti­
rerek ülkenin diğer sakinlerini ağır vergiler altında inletiyorlardı. Aha­
li içinde en büyük sıkıntıyı çeken nüfusun önemli bir kısmını mey­
dana getiren yahudiler idi. Vizigotlar’ın Hrıstiyanlığı kabullerinden
sonra 616 yılında bir kanun çıkarılarak yahudilere Hrıstiyanlığı kabul
etmeleri emrolunmuştu. Buna uymayanlar işkenceye tâbi tutuluyor
ve malları müsadere ediliyordu. 694 yılında yahudilerin bir isyan ha­
zırlığına giriştiklerinin haber alınması üzerine Vizigot kralı Egika, To-
ledo'da bir konsil toplayarak bütün yahudi mallarının müsadere, edil­
mesi ve bütün yahudilerin köle haline sokularak hrıstiyanların yanla­
rında çalıştırılmaları kararını aldırmıştı. Hattâ yahudi çocukları aile­
lerinden almıyor, manastırlara veya hrıstiyan ailelerin yanma verile­
rek hrıstiyanlaştırılıyorlardı. Böylece Ispanya’da Vizigotlara karşı bü­
yük bir muhalifler kitlesi mevcuttu.
Julianus'un Ispanya’da olup bitenlerden haberdar olduğu muhak­
kaktır. Bu sebeple Mûsa ile anlaştıktan sonra, eskiden beri kin duydu­
ğu Vizigotlar’ı zarara sokmak gayesiyle müslüman komutanının, Ispan­
ya'ya akınlar tertip etmek için teşvik ve tahriklerde bulunmuş olması
muhtemeldir. Ispanya'nın fethinde Julianus’un oynamış olduğu rol
ne olursa olsun, Musa'yı bu harekete sevkeden esas sebebin, İslâm'ın
ilk fetih hareketini sağlayan fikirden doğmuş olması kabul edilmeli­
dir.
İslâm an’anesine göre Mûsa b. Nusayr, halife Velid'e müracaatla
Ispanya’nın kolay fethedilebileceğini bildirerek bu işe girişmek üzere
ondan müsaade istedi. Musâ’nm Avrupa'nın o zamanki durumunu iyi
bildiği anlaşılıyor. Hattâ Velid’e yazdığı mektupta bu taraflarda İs­
tanbul gibi büyük şehirlerin olmadığını, bu sebeple batıdan doğuya
doğru giderek İstanbul’un alınabileceğini bildiriyordu. Kesin olmamak­
la beraber Muâviye zamanında teşebbüs edilen ve fethedilemeyen İs­
tanbul’un bu sefer de batıdan gelerek baskı altına alınması düşünül­
müş olabilir. Velid, bir müddet tereddütten sonra Mûsa’nın istediği
izni verdi.
Mûsa b. Nusayr 709 yılı sonlarına doğru hazırlıklarım tamamladı.
T ârif b. Mâlik el-Nahri komutasında beş yüz kişilik bir öncü kuvveti,
392 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

710 y ılı Temmuzunda Julianus’un gem ileri ile güney İspanya’ya bir
akın yaptı. Burada hâlâ onun adım taşıyan T ârifa şehrine çıkartma
yaptı ve zayiata uğramadan büyük bir ganimetle geri döndü. Böyle-
ce cesaretleri artan müslümanlar, bu defa Mûsa’nın azatlısı olduğu
kaydedilen Târik b. Ziyad komutasında yedi bin kadar Berberi ve üç
yüz kadar da Arap savaşçısından meydana gelen müslüman ordusu
boğazı geçerek sonradan kendi adını alan Cebel-i Târik (eski adı
Calpe) kıyılarını ele geçirdi. Donanması pek küçük olduğu için, alın­
ması pek zor olan bu kayalıklarda tutundu ve diğer birliklerinin ya­
vaş yavaş gelmesini bekledi. Sonra ülkenin içine dalarak Janda (Han­
da) gölü kenarına kadar ulaştı. Târik, boğazı geçtikten sonra bütün
gemileri yaktırmış ve böylece geriye dönme ihtim alini ortadan kaldır­
mıştı.
İslâm kuvvetleri İspanya’ya geçtikleri sırada Vizigotlar’m başın­
da Roderich adlı bir kral bulunuyordu. Yabancı tarihçiler, bu sırada
İspanya'da taht kavgaları olması sebebiyle Vizigotlar'm müslüman-
lara karşı kuvvetli bir orduyla çıkamadıklarını belirterek mağlubiyeti
hafifletm eye çalışmaktadırlar. Bu gibi iddialar kaynakların kesin ola­
rak teyid etmediği, büyük neticeli savaşlardan sonra her zaman or­
taya atılan iddialardan ibarettir. Müslümanlar ile Vizigotlar arasın­
daki büyük savaş 28 Ramazan 92 (19 Temmuz 711) tarihinde bugün
Salado adını taşıyan Vadi Bekka suyu kenarmda yapıldı. Roderich’in
komuta ettiği ve sayıca müslümanlardan oldukça kalabalık olan Vi-
zigot ordusu zırhlı ağır piyadeden ibaretti. Buna karşıhk müslüman­
lar hafif teçhizatlı süvari idiler. Sekiz veya 01i gün devam eden sa­
vaşta K ral Roderich’in büyük bir şecaatle dövüştüğü İslâm kaynakla­
rında zikredilmektedir. Hattâ bir ara Târık’ın kuvvetlerinde bozgun
emareleri görüldü. Bu sırada Târık’m öne atılarak, « Ey gaziler, ga fil­
ce nereye kaçıyorsunuz? Önünüz düşman, arkanız deniz. Denizde bo­
ğulmayı m ı, yoksa şehit olmayı m ı istersiniz?» tarzındaki hitabından
sonra birlikleri onu takip ederek Vizigotlar’ı ağır bir yenilgiye uğrat­
tılar. K ral Roderich’in ise ne olduğu bilinmemektedir.

Târik, bu kahramanlıklar devrinde mü’minlerin kalbini dolduran,


durmak dinlenmek bilmeyen bir şevk ve hevesle bu zaferin meyveleri­
ni toplamaya başladı. Ecija (İstica) yakınında zayıf bir hristiyan mu­
kavemetini kırdıktan sonra pek az istisnası ile önüne çıkan şehirler
mukavemetsizce kapılarını ona açmaya başladılar. Julianus'un tavsi­
yesi ile muzaffer komutan doğrudan doğruya düşmanın başşehri olan
Toledo üzerine yürürken küçük müslüman kuvvetleri yol üzerindeki
kaleleri birbiri arkasından fethettiler. Archidona halkı şehirlerini ter-
kettiler. Elvira hücumla zaptedildi. Kordova (Kurtuba) ve Toledo İha­
EMEVİLER DEVRİ 393

net yoluyla müslümanlann eline düştü. Bütün Vizigot devlet erkânı


kuzeye kaçışırken İspanya başpiskoposu da Roma’ya sığındı. K ral Ro-
derich'in düşmanlan kendi arzulan İle Tânk’a İtaat ettiler. Tânk b.
Ziyad bu suretle başarısının zirvesine ulaşmış bulunuyordu.
Mûsa b. Nusayr ise mevlâsı olan Tânk'ın, kendisine verilen Is­
panya’ya akın müsaadesini aşmış olduğu kanaatinde idi. Azatlı köle­
si bütün bu kıtayı fethedip, koca bir devletin hâzinelerine ve en ta­
hammül edilemezi, emsalsiz bir şan ve şöhrete konmuş bulunuyordu.
711 yılı son baharında Tânk’ın başarılan hakkında aldığı haberler,
Musa’da korkunç bir kıskançlık uyandırdı. Kış aylarında kalabalık bir
orduyu kifayetsiz gemilerle Ispanya’ya geçirme sorumluluğunu üze­
rine alamadı. Bu sebeple ancak 712 Haziranında (Ramazan 93) on se­
kiz bin kişilik ordusuyla İspanya topraklarına çıkabildi. Mûsa, Ispan­
ya’da T â n k ’ın takip ettiği istikameti takip etmedi. Güney-batıda Şe-
zuna ve Carmona’yı süratle aldıktan sonra Sevilla’yı uzunca bir süre
kuşattı ve zaptetti. Buradan Guvadalquivir (Vadi el-Kebir) suyunu
geçerek kuzey-batıya doğru İlerledi ve Guadiana nehri kenarında bu­
lunan Merida şehrini güçlükle ele geçirdi. Bu arada Sevilla’da bir is­
yan patlak verdiğinden, Musa'nın ordusunun geri ile irtibatının ke­
silmesi gibi tehlikeli bir durum başgöstermişti. Ancak Musa’nın oğlu
Abdülaziz süratle geri dönüp bu isyanı bastırdı. 713 sonlarında Mûsa ni­
hayet Toledo’ya gitti. Başka ileri harekâtta bulunması yasaklanmış
olan Tânk, efendisini burada beklemekte idi. İspanya'nın asıl fatihi
olan Târik, Mûsa’yı karşıladığında çok fena muamele gördü. Kam çı­
sıyla, kendisini selâmlayan Tarık'ın başına vuran Mûsa, onu ağır söz­
lerle, itaatsizlik göstermekle itham ederek önce ele geçen hâzineleri tes­
lim aldıktan sonra ölüm tehdidi ile Tarık’ı zindana attırdı.
Mûsa b. Nusayr, bundan sonra İspanya’nm fethini tamamlamaya
girişti. Hristiyan ahali artık mukavemet cesaretini kaybettiği için 713
Ekim ayına kadar bütün kuzey-doğu İspanya Prene dağlarına kadar
İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyordu. Yarımadanın güneyinde Vi­
zigot düklerinden Theudimer bir süre mukavemet etti. Fakat nihayet
Alicante, Lorca ve Orihuela kendi idaresinde kalmak ve müslümanla-
ra haraç vermek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini tanımak zo­
runda kaldı. Yarımadanın kuzeyindeki sarp dağlık bölgede oturan
ahali bile karşı koyma azmini kaybetmişti. Ancak Berberîler, buralara
girip Basklar’ı itaat altına almak istemediler. Pelagius adında cesur
bir şövalyenin komutasında üç yüz kişilik bir kuvvet Asturia’nın do­
ğusunda vahşi Siera Covadonga dağlarında mağaralarda tutundular.
Sayıları çok az olmasına rağmen bunlar müslüman taarruzlarına bo­
yun eğmediler. Daha sonraları müslümanlar, bu küçük mukavemeti
394 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

kıramadıklarına çok pişman olacaklardır. Çünkü ileride İspanya hris-


tiyan krallığının çekirdeğini bı\ küçük gurup teşkil edecektir.
Bu arada Mısır sınırından Atlas Okyanusu’na kadar bütün Ku­
zey Afrika ile hemen hemen bütün Ispanya’ya fiilen hükmetmekte
olan Mûsa’nın Dımaşk’ta kaderi tersine dönmüş bulunmakta idi. Mu­
sa'nın ordusunda halife Velid’in mutemed adamı olarak bulunan Mu-
gis admda bir zat, Tarık'ın emrinde Kurtuba’yı zaptetmişti. Bu şahıs
şimdi hayatı tehlikede olan Tarık’ı kurtarmak istedi. Halifeden bu
hususta bir emir getirinceye kadar Tarık'ın hayatına dokunulmaması
hakkında Mûsa’ya tehditkâr ikazlarda bulunduktan sonra Dımaşk’a
giden Mugis, halifeyi, lüzumundan fazla şöhret ve nüfuz kazanmış
olan Musa’yı mevkiinden uzaklaştırmaya ikna etti. Böylece Dımaşk’a
davet edilen Mûsa bu emre hemen uymadı. Oyalayıcı bir tutum takın­
dı. Ancak kısa süre sonra geri dönmesi hususunda halifeden şiddetli
bir emir almca itaat etmek zorunda kaldı. Esasen kendisi bu sırada
yetmiş yedi yaşma ulaşmış olduğu için dünyadan bekleyeceği fazla bir
şeyi yoktu. Fakat hiç olmazsa oğullarmm istikbalini korumak fikriyle
Suriye’ye gitmeye karar verdi. Yerine oğlu Abdülaziz'i bırakarak Is­
panya'dan ayrıldı. Mûsa’nın Ispanya'dan ayrılmasından kısa bir za­
man önce Târik da Dımaşk’a hareket etmişti.
Halife Velid zamanında girişilen fetihler dünya askerlik tarihi­
nin en parlak sayfalarını teşkil etmektedir. On yıl gibi çok kısa bir
zaman zarfmda beş cephede bu derece başarılı harekâtlar yapüması
hiç bir hükümdara nasip olmamıştır. Bu fetihler, İslâm tarihinin ikinci
büyük askerî hareketini teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ilk büyük
fetihler Hz. Ömer zamanında yapılmış ve bundan sonra Velid zama­
nına kadar bu derece büyük neticeli seferler olmamıştır. Velid zama­
nında, bilhassa Maveraünnehr ve İspanya’nm fethi yalnız İslâm ta­
rihi bakımından değil dünya tarihi bakımından da büyük önem taşı­
maktadırlar. İslâmiyet, bütün dünyayı hâkimiyeti altm a almak ga­
yesine hiç bir zaman bu devredeki kadar yaklaşmamıştır.

b) H alife Velid'in Ş a h siyeti:

Halife Velid, dünya tarihinin en büyük kudrete sahip olan şah­


siyetlerinden birisidir. Hükmü, Türkistan’dan Fransa ortalarına, Ana­
dolu içlerinden Hindistan’a kadar geçiyordu. İkinci halife Hz. Ömer
gibi... Fakat onun zamanına göre nispet kabul etmez ölçüde büyümüş
gerçek bir imparatorlukla bir uçtan diğer bir uca bütün komutan ve
valilerine hâkim olmasını bilen faal, cevval bir hükümdar idi. E trafı­
nı sahavet ve cömertlikle kendisine bağlamış, halkı pek alışılmamış
EMEVİLER DEVRİ 395

nadir teşebbüslerle refah ve medeniyete alıştırmaya çalışmış, muhte­


şem İmar faaliyetleriyle herkesi hayran bırakmıştır. Her tarafta yeni
açılan yollar, kuyular, hastahaneler ve camiler onun halk yararına
büyük faaliyetinin şahitleri olmuştur. İslâı ı ülkelerinde çocuklar İçin
mekteplerin kurulması, ilmi araştırmalar İçin kütüphanelerin açılma­
ya başlanması onun zamanına rastlamaktadır.

Şam Emevi Camii

Velid, babası gibi bir efendi, bir hâkim gibi davranır ve buna bil­
hassa dikkat, ederdi. Devletin bütünlüğü söz konusu olduğu zaman
asla merhamet göstermezdi. Büyük bir cevvaliyet ve basiretle geniş im­
paratorluğunun iç ve dış politikasını idare etmesini bilmiştir. Babası
ve kendi zamanında Irak umumî valisi sıfatıyla kayıtsız şartsız gü­
vendiği Haccac'm yolunu takip etti. Abdülmelik, Haccac, Velid, bu
üç şahsiyet daha önce Muâviye ve Ziyad b. Ebih’in tutmuş olduğu is­
tikametten aynlmayarak, mütemadiyen iktidardaki hanedanın yıkıl­
396 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

masını gaye edinen m uhtelif mezheplerdeki muhaliflerine karşı, mu­


tedil, sünnî bir dinî gelişmeyi desteklediler. Velid İslâm iyet! bir dev­
let dini olarak geniş bölgelere yaymış, dindarlara saygı duymuş, ye­
ğeni Ömer b. Abdülaziz’i Medine valiliğine tayin ederek dindarların
kalbini kazanmıştır. Herkeste K u r’an bilgisi arar ve bu hususa ehem­
m iyet verirdi. Fakir ve hastalara yardım eder ve onları dilenmekten
kurtarırdı.
Halife Velid zamanında İslâm âleminde sanat, mimarî ve ilmi
araştırmalar başlamıştır. Bütün bu hususlar yine dindar zümrenin
hoşnutluğunu kazanmak gayesinin mahsulu sayılabilir, tik büyük ca­
milerin meydana getirilmesi yine bu on senelik devreye düşmektedir.
Bu cümleden olarak Şam'da bugün bile ayakta duran Emevî Camli’ni
zikredebiliriz. Hz. Ömer zamanında Şam'ın fethedlldiği zamandan iti­
baren hristiyanlar ve müslümanlar tarafmdan yan yarıya kullanılan
Aziz Yuhanna kilisesinin tamamını hıistiyanlardan satın alarak ve
bazı ilâveler yaptırarak Emevî Camii’ni meydana getirmiştir. Yine
bu arada Medine mescidi onun zamanında büyük bir tadil ve tamir
görmüştür. Ancak bu inşa faaliyetlerinde alışan usta ve sanatkârla­
rın yerli hristiyanlar olduğunu belirtmek İcap eder. Hattâ İbadethane­
ler canlı resmi olmamak şartıyla Bizans mozayik ve sütunlanyla süs­
lenmiştir.
On yıllık hilâfeti esnasmda İslâm devletini tarihin en büyük im ­
paratorluğu haline getiren Halife I. Velid, 13 Cemaziyelahir 96 (23
Şubat 715) tarihinde vefat etmiştir.
7 — S Ü L E Y M A N B. A 3 D Ü L M E L İK (9 0-9 9/ 7 1 5-7 17 )

a) Dahilî D urum :

Halife Abdülmelik, ölümünden önce sıra ile oğulları Velld ve Sü­


leyman’ı veliaht tayin ederek halktan biat almıştı. Ancak Velid, ha­
lifeliğinin son yıllarında kardeşini veliahtlıktan azlederek oğlu Abdü-
laziz'i halef tayin etmek istemiş ve bu hususta valiler ve memleketin
ileri gelenleri ile müşaverede bulunmuştu. Onun bu isteğine yalnız
Haccac ile Kuteybe b. Müslim olumlu cevap vermişlerdi. Süleyman ise
ağabeyinin bu arzusuna şiddetle karşı koymuştu. Velid, onu zorla
yola getirmek için harekete geçeceği sırada vefat ettiği için tasavvu­
runu gerçekleştirememiştir.
Ağabeyinin ölüm haberini Remle’de alan Süleyman, müsahlbi ve
aralarmda sıkı dostluk bağlan bulunan ve Emevl hanedanının iç si­
yasetinde köklü değişmelere birinci derecede âmil olan Yezld b. Mü-
helleb ile birlikte Şam’a gitti, herhangi bir zorlukla karşılaşmadan hi­
lâfet makamına geçti (Şubat 715).
Süleyman, dış siyasette ağabeyinin yolundan yürüyerek Bizans’a
karşı mücadeleye daha şiddetli bir şekilde devam etti. Fakat iç siya­
sette onun tam aksi bir yolu takip ederek Arap kabileleri arasında kül­
lenmiş olan mücadelenin başlamasına ve bu sebeple Emevî hanedanınm
yavaş yavaş zayıflamasına sebep olmuştur. Süleyman, halife olur ol­
maz. Haccac'ın en büyük düşmanı ve onun tarafmdan hapsedilmesine
rağmen hapisten kaçarak Remle’de kendisine iltica etmiş olan Yezid b.
Mühelleb'i Irak umumî valiliğine getirdi. Kendisi de veliahtlıktan azli
hususunda Haccac’a düşmandı.
Haccac, Süleyman ve Yezid'in kin ve nefretinden ölümü dolayısıy­
la kurtulmuştu. Fakat akrabası ve taraftarları kurtulamadılar. Me­
dine valisi Osman b. Hayyan el-Mürri, Mekke valisi Hâlid b. Abdullah
el-Kasri azledildiler. Hindistan fatihi Muhammed b. Kasım yalnız az­
ledilmekle kalmadı, bir müddet Vâsıfta hapiste kaldıktan sonra idam
edildi. İspanya fatihi Mıisa b. Nusayr daha kötü muameleye maruz
kaldı ve oğlu Abdülaziz idam edildi. Meşhur Maveraünnehr fatihi K u ­
teybe b. Müslim kazandığı zaferler dolayısıyla yerinden atılamayacak
308 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

derecede kuvvetli idi. Fakat Yezid b. Mühelleb’in hile ve desiselerine


kolaylıkla mağlup oldu. Kuteybe’ye bir taraftan bazı yerlerin fethi
emredilirken, diğer taraftan gizlice bu seferlere katılmayacak asker­
lerin maaşlarının artırılacağı ve memleketlerine dönme izni verilece­
ği bildirildi. Böylece Horasan’da Kuteybe’ye karşı ayaklanabilecek kuv­
vetli bir zümre meydana getirildi.
Kuteybe, bunun çok geç farkına vardı. Kendisinin azledildiği ve
yerine Yezid b. Mühelleb’in getirildiği takdirde silâh kuvvetiyle bu­
na engel olacağını, hattâ Süleyman’ı halife olarak tanımayacağını bil­
dirdi. Tamamen Yezid’in tesiri altmda bulunan halife vakit kazanmak
için ona müspet cevap verdi ise de, daha elçi Kuteybe’ye varmadan
azledildiği haberi geldi. Bunun üzerine Kuteybe, isyan ederek Süley­
man'ı halife olarak tanımadığını ilân etti. Zafer dolu mazisine güve­
nerek birliklerini yeni halifeye karşı harekete geçirmek istedi. Fakat
ordusunun büyük bir kısmı onun aleyhine döndü. Kuteybe, bu durum­
da başarı ümidinin tamamen kalmadığını farketmesine rağmen Y e­
zid’in eline geçmektense ölmeyi tercih etti, kardeşleri ve yakınlarıyla
savaşarak maktul düştü.

Haccac ve arkasmdan halife Velid’in vefatları Irak halkına rahat


bir nefes aldırır gibi gözükmesine rağmen şahısların değişmesiyle sis­
temin değişmeyeceğini çok çabuk anladılar. Yezid her ne kadar Hac-
cac’m yakınlarına fena muamele ediyor idiyse de idare hususunda on­
dan ayrı bir yol takip etmiyordu. O da Vâsıt’ta oturuyor ve Suriyeli
birliklere güveniyordu.

Haccac’ın vergi toplamak sebebiyle kazandığı kin ve nefreti üze­


rinden atmak için, halifeden vergilerin idaresini kendi üzerinden alıp
bir başkasına vermek hususunda ricada bulundu. Halife onun bu is­
teğini kabul ederek vergi toplama işlerini Haccac’m eski m aliye me­
murlarından Salih b. Abdurrahman’a verdi. Salih’in emrine Yezid’den
tamamiyle müstakil olarak dört yüz Suriyeli muhafız tayin etti. Sa­
lih, Yezid’in yaptığı müsrifçe masrafları devlet hâzinesinden karşıla­
mayacağını beyan edince o, yaptığı değişiklikten pişman oldu, fakat
iş işten geçmişti. Bunun üzerine Horasan eyaletinin idaresini de üze­
rine alan Yezid oraya yerleşti. Kuteybe’nin kazandığı başarılar ya­
nında kendisi oldukça sönük kalan Yezid, Cürcan ve Taberistan’ı fet­
hederek onu geçmek istedi.
Büyük bir ordu ile harekete geçti. Çetin bir mücadeleden sonra
Cürcan’ı ele geçiren Yezid, buradan Taberlstan üzerine yürüdü. Ancak
Taberistan’ın dağlık olması sebebiyle burasını zaptedemedl ve bölge
halkıyla anlaşmak durumunda kaldı. Onun, Taberistan’da başarılı ola-
EMEVÎLER DEVRİ 399

madiğini haber alan Cürcan ahalisi, ayaklanarak burada bulunan


muhafız birliğini kılıçtan geçirdiler. Fakat Arapların intikamı da çok
müthiş oldu.
Bu başarılar ve elde ettiği ganimet >na başlangıçta büyük bir
şöhret kazandırdı. Ancak kısa bir müddet sonra Horasan halkından şi­
kâyetler gelmeye başladı. Üstelik elde ettiği ganimeti olduğundan çok
bildirmiş olması yüzünden neticede kazdığı kuyuya kendisi düştü.

b) İstanbul'un M uhasarası:

Halife Süleyman zamanında girişilen en büyük askeri harekât İs­


tanbul’un muhasarasıdır. Süleyman, selefi Velid'ln 95 (713 - 714) yı­
lında İstanbul’u karadan ve denizden muhasara etmek için yaptığı
geniş ölçüdeki hazırlığı tamamlayarak, kardeşi Mesleme b. Abdülme-
lik’i İstanbul üzerine şevketti. Kara ve deniz ordularının başkomutanı
sıfatı ile 97 yılı başlarında (Eylül 715) yola çıkan ve Halep civarın­
daki Merc-i Dabık’ta ordusunu yeniden tanzim ettikten sonra Maraş
üzerinden Amorion (Am m uriye)’a doğru yürüyen Mesleme'nln ileri
hareketine mâni olmak için İstanbul'dan gönderilen Theodoslos, İm ­
parator II. Anastasios’a isyan etmiş ve kendisini imparator ilân ede­
rek Anastasios'un yerine geçmişti.
Fakat Amorion’u müdafaaya memur edilen Anadolu komutanı
Leon, yeni imparatoru tanımayı reddedince, onu desteklemeyi men­
faatlerine uygun gören Mesleme, Leon’la dostane müzakerelelerde bu­
lunmuştu. Asıl maksadı, görünüşte meşru imparator olarak tanımaya
hazırlandığı Leon’u ve aynı zamanda İstanbul’daki imparatora bağlı
görünen Amorion'u ele geçirmek idi. Fakat kurnaz Leon tuzağa düş­
mediği gibi Amorion halkı da müslümanlara karşı cephe aldı ve mu­
hasara başarısızlıkla neticelendi.
Bundan sonra da zahiren Leon ile dost geçinme yollan aramakta
fayda uman Mesleme, bütün gayretlerine rağmen onunla İstanbul’da
müslüman hâkimiyeti hususunda gerçek bir işbirliği kurmaya muvaf­
fak olamadı. Aksine İslâm ordusunun iyi niyetlerini istismar eden Le­
on, kendi kuvvetleriyle İzm it üzerinden İstanbul’a yürüdü ve III. Theo-
dosios'un yerine İmparator ilân edildi. Bunun üzerine İstanbul'u mu­
hasaraya karar veren Mesleme, bugünkü Çanakkale’ye geldi ve Aby-
dos (N a ra )’tan Ömer komutasındaki İslâm donanması yardımı ile
Trakya’ya geçti. Buradan İstanbul üzerine yürüyerek şehri muhasara
altına aldı. Donanma da Marmara’ya girdi ve Haliç’in önündeki zinci­
re kadar dayandı. Fakat kısa zaman sonra Rum ateşinden çok zarar
gördüğü için geri çekilmek zorunda kaldı. O yıl çok sert geçen kış se­
400 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

bebiyle İslâm kuvvetleri ağır kayıplar verdiler ve çok sıkıntı çektiler.


Mısır ve Kuzey Afrika’dan yardıma gönderilen donanmalar Leon’un
baskınına uğrayarak yakıldı. Aynı zamanda Anadolu’yu geçerek İzmit'e
kadar ilerlemiş olan kara yardım kuvvetleri de BizanslIlar tarafmdan
pusuya düşürülerek dağıtıldılar. Daha sonra Mesleme’nin komutasın­
daki İslâm ordusu, İstanbul surları önünde hiç bir yardım almadan
hücumlara devam etmekten, hastalıktan ve açlıktan güçsüz düştüğü
sıralarda Balkanlar’dan gelen Bulgarlar’m hücumuna uğramış ve hay­
li zayiat vermişti (Eylül 717). Halife Süleyman bütün bu kötü şart­
lara rağmen Mesleme’ye İstanbul’u fethedinceye kadar muhasaraya
devam etmesini emrediyordu. Bu muhasara Halife Süleyman’ın ölü­
müne kadar devam etmiştir.

c) H alife Süleyman'ın Ş a h siyeti:

Halife Süleyman umumiyetle Remle’de otururdu. Kendisi müsrif


olmakla beraber sefahata karşı tedbir alınması emrini vermişti. Velid
zamanında yeni yapılan binalardan ve çiftliklerden bahsedilirken, Sü­
leyman zamanında sohbetlerin konusunu, ziyafetler ve kadınlar teşkil
ediyordu. Kindar, bazan lüzumsuz yere haşin ve zalim olan Süleyman,
sefahata meyyal, kadınlara düşkün ve fevkalâde oburdu. Zamanında
süs ve debdebe, şaşaah ziyafetler, sefahat ve kadın âlemleri almış yü­
rümüştü. Eğlenceler, onun zamanının modası haline gelmişti. Dindar
olmaya çalıştığı, m uvaffak olamadığı, ikaz edilince de müteessir oldu­
ğu ve oturup ağladığı rivayet edilmektedir.
Halife Abdülmelik, Velid ve Süleyman'dan sonra diğer oğlu Ye-
zid’i üçüncü veliaht tayin etmiş ve ilk iki oğlunu bu hususa riayet
etmekle vazifelendirmişti. Süleyman, bu hususa hiç riayet etmeden
kendi oğlu Eyyûb’u veliaht tayin etmişti. Fakat Eyyûb kendisinden
evvel vefat edince ikinci oğlu ve İstanbul muhasarasmda bulunan Da­
vud’u veliahtliğe tayin edemeden kendisini ölüm yatağmda buldu. İş­
te bu sırada halife üzerinde büyük tesiri olan ve dindarlığı ile tanınan
fâkih Recâ b. Hayva’nın ısrarlı isteklerine boyun eğerek yeğeni Ömer
b. Abdülaziz’i halef olarak tayin etti. Recâ, halifenin yanından hiç
ayrılmadı. Ondan halefini belirten bir vasiyetname bile aldı.
Süleyman'ın Safer 99 (Eylül 717) tarihinde ölümü üzerine, Recâ
bunu saklayarak Umeyye ailesi mensuplarını Dabık mescidinde top­
ladı ve onlardan isim zikretmeden Süleyman'ın vasiyetnamesinde bah­
sedilen yeni halifeye biat etmelerini talep etti. Bu isteği kabul edil­
dikten sonra Süleyman'ın ölümünü ve onun tarafm dan tespit edilen
yeni halifenin ismini haber verdi. Recâ’nın dindarlığı ve Ömer’e bu
EM EVİLER DEVRİ 401

yüzden m eylettiği ve hattâ vasiyetnameyi haille değil kendisinin ha­


zırladığı rivayet edilmektedir. Halife Süleyman'ın çok kısa süren dev­
ri Emevî hanedanının bir dönüm noktası olup, yükselmenin bitip du­
raklamanın başladığı bir dönemdir.
8 — ÖMER B. AB D Ü LAZİZ (99-101/717-720)

a) İç ve Dış O la y la r:
Medine’de doğmuştur. Babası Abdülaziz, uzun yıllar Mısır valiliği
yapmıştır. Anne 4arafmdan Hz. Ömer’den gelmektedir. Hayatm ın bü­
yük bir kısmını Medine'de geçirmiştir. Hz. Peygamber’in şehrinde
iyi bir tahsil ve terbiye görmek üzere babası tarafından Medine’ye
gönderilmiş ve babasının ölümüne kadar orada kalmıştır (704). Ha­
life Abdülmelik, onu Dımaşk’a getirmiş ve kızı Fâtım a ile evlendir-
miştir. Ömer, halife Velid tarafmdan 706 yılında Hicaz valiliğine ta­
yin edildi, bunun üzerine doğup büyüdüğü şehre gelerek yerleşti.
Umumiyetle tamamen keyfi bir tarzda hüküm süren diğer vali­
lerin aksine Ömer, şehre gelir gelmez hadis bilen on dindar kimse­
den bir meclis kurdu. Bütün mühim işleri bunlarla görüşüp karara
bağladıktan sonra yapıyordu. Ayrıca bu on kişiye, memurları yakın­
dan kontrol etme selâhiyeti de vermişti. Onun yumuşak ve âdil ida­
resi sayesinde, Mekke ve Medine Haccac'm sıkı idaresinden kaçan­
ların sığmağı haline geldi. Bu sebeple Haccac ile araları açıldı ve
onun isteği üzerine Ömer, Hicaz valiliğinden 93 (711-712) yılında az­
ledildi. Buna rağmen itibarım kaybetmedi. Recâ b. Hayva’nm des­
teği sayesinde veliaht tayin edildi. Halife Süleyman'ın vefatı üzerine
durum ortaya çıkınca Abdülmelik’in iki oğlu Yezid ve Hişam itiraz
ettiler, fakat bunların itirazı ciddî bir durum meydana getirmedi ve
Ömer’e herkes biat etti.
Ömer b. Abdülaziz, halife olur olmaz İstanbul’u muhasara etmek­
te olan Mesleme komutasındaki orduya derhal muhasarayı kaldırarak
merkeze dönme emrini verdi. Mesleme, bu emri derhal tatbik sahasına
koyarak kuşatmayı kaldırdı. Zaten ordu tükenmiş bir durumda idi.
Dönüş de oldukça sıkıntılı geçti. Aynı zamanda daha önce fethedilmiş
olan ve içine bir garnizon yerleştirilmiş bulunan Tuvana'nın terkini
ve şehrin tahribini emretti. Bunun üzerine Tuvana tahrip edilerek
terkedildi. Buraya yerleştirilmiş olan birlikler M alatya’ya geldiler.
Gerek İstanbul muhasarasının kaldırılması ve gerekse Anadolu
içlerinde müstahkem bir mahal olan Tuvana’nın terki, yeni halifenin
Bizans'a karşı yapılmakta olan gazaların durdurulmasını istediğini
EMEVİLER DEVRİ 403

göstermektedir. Gerçekten onun zamanında adı geçen gazaların ya­


pılmadığı görülmektedir. Doğu cephesinde İse silâhlar tamamen sus­
muştu. Bu cephede Kuteybe’nin başardı askeri harekâtından sonra,
zaten herhangi bir harekâta girlşllmemiştl. Bunlara mukabil Mesle-
me’nin İstanbul muhasarasına gitmesi üzerine 99 (717-718) yılında
Hazarlar’m Ermeniye ve Azerbaycan'a akın yaparak çok miktarda
müslümam esir almaları veya katletmeleri sebebiyle halife Ömer, Ha­
tim b, Nu’man el-Bahili komutasındaki bir orduyu Hazarlar’a karşı
gönderdi. Hatim, Hazarlar’ı mağlup etti.

Halifenin bu seferi tertip etmesindeki gaye bir fetihten ziyade,


Hazarlar’a gözdağı vererek bu gibi akınların tekerrürünü önlemekti.
Aynı şekilde Endülüs’teki birlikler de, Freneler’l geçip Fransa içleri­
ne kadar İlerleyerek bol miktarda ganimet ele geçirdiler. Hattâ Nar-
bonne'un zaptedilişi Ömer zamanında olmuştur. Burası tahkim edi­
lerek bir müddet İslâm kuvvetlerinin karargâhı yapılmıştır.

H alife Ömer, Islâmiyetl fetihlerle değil daha ziyade barışçı he­


yetler İle yaymayı düşünüyor ve bu maksatla faaliyet gösteriyordu.
Ayrıca müslüman oldukları takdirde onlardan vergi almayacağım bil­
diriyordu. Nitekim onun bu siyaseti sayesinde Berberiler’in tamamı
müslüman olduğu gibi, Sind valisi Amr b. Müslim el-Bahill de Slnd
hükümdarlarını İslâm'a davet ederek onlara müslümanlar İle eşit
muamele göreceklerini bildirince hepsi ihtida etmişlerdir. Daha önce
fethedilmiş olmasına rağmen Maveraünnehr’deki hükümdarlar, Hac-
cac’ın müslüman olsalar bile onlardan vergi alması neticesinde İslâ­
miyet! kabule pek yanaşmamışlardı. Ancak Ömer’in tutumu onları
İslâm’ı kabule sevketmiştir.
Muâviye zamanından itibaren Emevi hanedanı yanında, fethedi­
len bölge sakinleri ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlar, mtis-
lüman olmalarına, askerî seferlere katılmalarına rağmen haraç ver­
meye mecbur tutuluyorlar veya ganimetten çok az pay alıyorlardı.
Bu sebeple yeni dine şüphe ile bakıyorlardı. Halife Ömer bu tatbika­
tı değiştirince İslâm imparatorluğunun hemen her bölgesinde yaşa­
yan gayr-ı müslimler büyük kitleler halinde müslüman olmaya baş­
ladılar. Horasan bölgesindeki ordugâhlarda sayılan yirm i bini bulan
ve müşriklere karşı Araplarla birlikte mücadele etmekte olan gayr-ı
Arap askerler, maaştan hariç tutulduktan ve hattâ haraç ödemek
zorunda kaldıktan konusunu halifeye şikayet ettiler. Ömer bu işi hal­
letti. Ayrıca müslüman olanların hangi ırktan olursa olsun eşit ol­
duklarını ve onlardan vergi alınamayacağını emretti.
İç siyasette büyük değişiklikler yapmış ve bunun neticesi olarak
404 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

hemen bütün valileri değiştirmiştir. Nefret ettiği Yezid b. Mühelleb’i,


m iktarım övünmek gayesiyle aslından çok daha fazla göstermiş ol­
duğu Cürcan’m fethi sırasında elde ettiği ganimetin beşte birini dev­
lete ödemeye çağırdı ve o bunu ödemeyince Yezid’i hapsetti. Aynı şe­
kilde Basra, el-Cezire, Sind ve Endülüs valilerini de değiştirerek dü­
rüstlüklerine güvendiği idarecileri getirdi. Buna rağmen, kendisinin
seçtiği ve güvendiği şahısların vergileri toplayıp merkeze göndermele­
ri şartıyla istedikleri gibi hareket etmelerine de müsaade etmiyordu.
Her yerde ve her işte kendisini sorumlu hissediyordu. Kalbinde yer
eden gaye, iktidarın kuvvetlenmesi değil, hak ve hukukun kurulması
idi. Adaletin temsUcüeri olan kadılar onun zamanında daha müsta­
kil ve daha ağır basan bir mevkiye kavuşmuşlardır. Ömer, idarenin
şu dört temel direk üzerine oturtulmasına çalıştı:
1 — Halife,
2 — Bölge yönetimini elinde bulunduran vali,
3 — Adaleti temin eden kadı,
4 — Vergi memuru.
Halife Ömer b. Abdülaziz’in teşebbüs ettiği en mühim işlerden bi­
risi de vergi işlerinin ıslahı olmuştur. İlk defa Hz. Ömer tarafından
konmuş olan vergi sistemi, başlangıçta bütün ihtiyaçlara cevap ver­
diği halde fetihlerin süratle gelişmesi üzerine bazı yeni tatbikatlar
uygulanmaya başlanmıştı. Bu cümleden olarak haraca tâbi Arap ol­
mayanların mütemadiyen artan bir şekilde müslüman olm aları ve
bunun neticesi olarak vergiden muaf tutulmaları sonucunda hazine
gelirleri oldukça azalmıştı. Ayrıca İslâm dinine yeni girenlerin çoğu
memleketlerinde kalarak ziraatle uğraşacaktan yerde, gidip şehirlerde
yerleşiyorlardı. Bu sebeple o zamanın ekonomisini ayakta tutan zira­
at, insan gücünden mahrum oluyordu. Buna çare olmak üzere Hac-
cac, v e rg iy i tâbi olmayan müslüman gayr-ı menkullerini de haraca
bağlamış ve büyük şehirlere göçü yasak etmişti.
Haccac’m almış olduğu bu tedbirler, ilk bakışta akla yatkın ve
devletin faydasına görünüyorsa da İslâm cemaatine dahil olan yeni
ırklar arasında Araplar lehine bir tutum benimsemesi sebebiyle umu­
m î memnuniyetsizliğe vesUe olmuştu. Buna karşılık H alife Ömer, bü­
tün müslümanların eşit olduğuna ve bu sebeple hiç bir müslümanın
cizye vermemesi gerektiğine inanıyordu. Bu inancını da halifelik yap­
tığı sürece tatbik mevkiine koydu.
Bundan başka Medine’de, toplanmış olan din âlimlerinin fikirle­
rini kabul ederek, zaptedilen her memleketin müslümanlann müşte­
rek mülkü olduğu ve bu sebeple bölünüp müslümanlara satılarak ver­
EME VELER DEVRİ 405

giden m uaf mülkler haline getirilemeyeceği fikrini müdafaa etti. Bu­


nun neticesi olarak 100 (718-719) yılından itibaren müslümanlara
haraca tâbi yerleri satm almayı yasak etti. Bununla beraber bu em­
ri, daha öncesine uygulamadı ve yeni müslümanlann şehirlere yer­
leşmelerine mâni olmadı. Bundan başka yapılmış hizmetler karşılığı
olarak hazîneden istenilen kanuni tazminat İstekleri asla haksız ye­
re geri çevrilmezdl. Gayr-ı müsllmlere karşı savaşmış olan Horasan
Mevâlisinl, Arap savaşçıları gibi hem vergiden muaf tuttu, hem de
onlara maaş verdi.

b) Ö m er b. Abdülaziz ve Bazı Islâhatı ı

İslâm dünyasında beşinci halife diye anılan Ömer b. Abdülaziz'ln,


Emevi hilâfetinin alnında parlayan yegâne ışık olduğu hemen herkes
tarafından kabul edilen bir gerçektir. Gerek halifeliği ve gerekse va­
liliği zamanında yaptığı İşler haklı olarak onun tarihe böyle bir sı­
fatla geçmesini sağlar. Kısa süren halifeliği döneminde İslâm dün­
yasındaki tefrika ve nifakın ortadan kaldırılması İçin yaptığı çalış­
malarla dikkati çekmiştir. Onun, icraat ve faaliyetlerini İdari, askerî,
mali, sosyal ve kültürel kısımlara ayırarak İncelemek, hakkında ye­
terli bilgiye sahip olmamızı kolaylaştıracaktır.

Ömer b. Abdülaziz’in idarede gerçekleştirdiği yenilikler, onun kı­


sa zamanda neler başardığım ortaya koymaktadır. İdareye gelir gel­
mez halk tarafından sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarruf­
ta bulunan valileri değiştirip yerine yenilerini getirmişti. Bütün bu
tayinler esnasında onun gözettiği tek ölçü, kişinin ilim, takva ve sa-
llh amel ile temayüz etmiş olması idi. O, devlete sadıkâne hizmet ve­
recek idarecilere görev verdi. Böylece hilâfet müessesesi taze kanla
takviye edilmiş ve Dört Halife devrindeki canlılığına kavuşmuştur.
Bu canlılığı sağlayabilmek için Ömer b. Abdülaziz, önceki kötü idare­
cileri görevden uzaklaştırmış ve ümmet içinde takvasıyla ve vazife­
ye «eh il» oluşuyla tanınan kimseleri İş başına getirmiştir. Bu tayin­
ler, şüphesiz hilâfeti elinde bulunduran Umeyye O ğullan’nın men­
faatleriyle bağdaşmıyordu.
Hilâfetinin birinci senesinde (H. 99/717) Ömer, bu alanda önem­
li işler başarmıştır. Eski Irak validi Yezld b. Mühelleb’i görevinden
almış ve eskiden olduğu gibi Irak'ı iki idari bölgeye ayırıp K û fe’ye
Abdülhamid b. Abdurrahman b. Zeyd b. Hattab’ı, Basra'ya Adiy b. Er-
tad el-Fezârî’yi tayin etmiştir. Medine valiliğine Ebû Bekr Muham-
med b. Ömer’i, Mekke’ye Abdülaziz b. Abdullah b. Hâlid b. Useyd’i,
406 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

Horasan ve Slcistan’a Cerrah b. Abdullah'ı tayin etmiştir. (1) Fakat


Cerrah’m kendi kabilesini kayırması, devlet m alını korumak için miis-
1ümanlara zulmetmesi de çok geçmeden Ömer tarafından azledilmesi­
ne sebep olacaktır. Bizzat kendi sülâlesi olan Umeyye O ğullan’nı bile
kayırmayan Ömer, bu konuya şiddetle karşı çıkıyordu. Kendisinden
önceki tayinlerde Umeyye Oğulları İmtiyaz sahibi idi. Hattâ sadece
Umeyye Oğullan değil, Araplar bile bu konuda diğer müsltiman ka-
vlmlere karşı imtiyazlı idiler. Fakat Ömer b. Abdülaziz, buna fırsat
vermediği gibi, tarihte «Şuûbiye hareketi» diye anılan Arap kavmi­
yetçiliğini de ortadan kaldırmaya çalışmıştı.
Ömer’in bu tür faaliyetleri sadece valileri değiştirmekle kalmıyor,
aynı zamanda, yargı, ordu, haraç ve zekat müesseselerini de kapsı­
yordu. Y argı alanında, inancı, hukuk bilgisi ve adaletiyle tanınmış
kimseleri seçiyordu. Meselâ Küfe kadılığına Şâ'bî’yl, Basra kadılığı­
na Hasan-ı Basrî’y i getirmiştir.
Sadece bazüannı zikrettiğimiz bu yeni idarecileri tayin ederken
hiç bir şekilde Umeyye soyundan yararlanmayı düşünmemiş, onlardan
çoğunu göreve getirmemiştir. Suyûtî, bu konuyla ilgili olarak Emevl
ileri gelenleriyle Ömer arasındaki bir tartışmayı nakleder; Ömer, on­
ların «Bize görev ver» tekliflerine; «İsterseniz her birinizi asker yapa­
y ım » cevabım verir. Emevîler, «N e diye yapamayacağımız b ir şeyi bi­
ze tek lif ediyorsun?» diye söylenince; «Ş u k ilim i görüyor musunuz?
İstem ediğim halde ayaklarınızla kirletip durduğunuz bu kilim in , yok­
luğa ve eskimeye g ittiğ in i biliyorum. O halde ben d in im i nasıl size
teslim edebilirim? Müslümanların ırz ve namusunu size nasıl emanet
edebilirim ?» diye cevap veriyordu. Onlar, «Akraba değü miyiz? Bizim
de bir hakkımız yok m u ?» diye diretince Ömer; «B en im için bu konu­
da, sizinle en uzak bir müslüman arasında hiç bir fark y o k tu r.»(2 )
diyerek bu konudaki kesin kararlılığını belirtiyordu.
Ömer b. Abdülaziz, Emevî halifelerinin alışageldiği malî uygula­
mayı kökünden değiştirmeye başladı. Eskiden beri onlann alışkan­
lık haline getirdikleri uygulamaları durdurdu. Özellikle müslümanlar-
dan cizye alınmasına karşı çıkan Ömer b. Abdülaziz, hâzinenin gelir
bakımmdan büyük bir sıkıntıya düşeceğini belirten ilgililere karşı,
çok sert bir şekilde Hz. Muhammed’in «bir vergi memuru olarak gön­
derilmediğini» belirtmişti.
Emevî.halifelerinin gerek kendileri ve gerekse aileleri için her tür­
lü eşyayı hâzineden almaları da yanlış olan başka bir uygulamaydı.

(1 ) Geniş bilgi İçin bkz. Ahm et EMİNOĞLU, Ömer b. Abdülaziz, İst. 1984:
İmadüddln Halil, Ömer b. Abdülaziz Dönemi ve İslâm İnkılâbı, İst. 1984
(2) Suyûti. Tarlhu'l-Hulefâ, 156
EM EVİLER DEVRİ 407

O bunu tamamen değiştirdi ve hakkı olmayan bir kimsenin hazîne­


den (Beytülm âl) hiç bir şey alamayacağını belirtti. Kendisi de hazî­
neden hiç bir şey almadı. İbn Sa'd şöyle bir olayı nakleder:
«B ir gün, azatlı kölesi ve kâtibi olan Müzâhim'den kendisine bir
rahle satın almasını ister. B ir müddet sonra Müzâhim, Öm er’in be­
ğendiği bir rahle ile içeri girer. Ömer bunun nereden alındığını so­
runca Müzâhim, «Ey m ü'm inlerin em iri! Beytiümâl'in bir anbartnda
şu tahtayı buldum ve rahleyi ondan yaptırdım .»
Bunun üzerine Ömer, «Hemen koş ve çarşıda bunun kaç para et­
tiğ in i öğren g e l» der. Müzâhim çarşıya gider ve bunun yanm dinar
değerinde olduğunu öğrenir. Ömer, «Şayet Beytülmâl’e bir dinar ko­
yarsak bunun mesuliyetinden kurtulur muyuz?» diye sorunca o, bu­
nun yarım dinar değerinde olduğunu tekrarlar. Bu cevaptan sonra
halife Ömer, «O zaman Beytülmâl’e iki dinar koy da g e l» d e r.(l)
Onun, müslümanların müşterek m allan olan şeylerde ne kadar
titiz davrandığı bilinmektedir. Bununla beraber biz, iktisadi konular­
la ilg ili pek çok tatbikatından sadece bir tanesine değinmekle yetin­
d ik .^ )
Ömer b. Abdülaziz, İslâm toplumunun arzulanan bir şekilde ol­
ması ve Allah'ın emirlerinin bu cemiyette tatbik edilmesi için, elin­
den gelen gayreti göstermiştir. Onun kısa hilâfeti döneminde İslâm
toplumunda köklü anlayış değişiklikleri meydana gelmiştir.
O, cemiyette büyük bir kültür faaliyetine girişmiş ve gerçekten
büyük bir hizmet ifâ etmiştir. Nitekim dedesi Ömer b. Hattab’ın K ur’-
an-ı K erim 'in toplanıp bir kitap haline gelmesinde ne kadar isâbetli
bir görüşü varsa, aynı şekilde torunu ve beşinci halife diye adlandı­
rılan Ömer b. Abdülaziz’in de o kadar isâbetli bir çalışması vardır.
Bilindiği gibi İslâm dünyasında Hz. Peygamber’in hadislerinin ted­
vini onun emri iledir. Daha önce dağınık bir şekilde bulunan hadis­
lerin toplanması için ilk defa valilerine emirler yazan odur. Bu ba­
kımdan hadis tarihi, tedvin işini ona borçlu olduğunu belirtmekle
bir hakşinaslık örneği vermiş olmaktadır. O, Hz. Peygamber’in hadis­
lerine o kadar düşkündü ki, çöllerde yaşayan insanlara bile hadis öğ­
retmek için görevliler tayin eder, böylece Hz. Peygamber’in hadisle­
rinin her tarafta bilinip yayılmasını sağlardı.
Ömer b. Abdülaziz, diğer konularda olduğu gibi, emrindeki insan­
lara karşı davranışlarında da adalet ve merhameti elden bırakmazdı.

(1) İbn Sa’d, et-TabakatU'l-Kübrâ, V, 366


(2) Bu konuda daha geni; bilgi İçin bkz. Ahmet Eralnoğlu. Ömer b. Abdtl-
lazlz, 128-138. İstanbul 1984
408 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

Öyle ki bir emir ve genelge yayınlamak İstediği zaman onun yerine


getirilmesinde kolay ve pratik yolları gösterip, nasıl yapılacağı konu­
sundaki fikirlerini belirterek emrindeki kişiye yardımcı olurdu.
Öte yandan ilim öğretmek konusunda da oldukça titizlik göster­
miştir. İlm i teşvik etmiş, insanların hem âhiretle ilg ili konuları, hem
de dünya işlerini ancak ilimle düzene koyabileceklerini belirtmiştir.
Valiliği döneminde İslâmi ilim ler konusunda yoğun çalışmalar yapan
Ömer b. Abdülaziz, hilâfeti yüklenmekle görevlendirilince ilm i ça­
lışmalarını ikinci plâna almak zorunda kalmıştır. Bununla beraber
içtihatlarının pek çoğu hem kendi döneminde, hem de sonraki devir­
lerde yaşamış olan âlimler tarafından nazarı itibara alınmıştır.
Onun, «Emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker» konusunda bir
hayli gayret sarfettiği de kaynakların müştereken verdiği bilgiler ara­
sındadır. Gerek Haricîler gibi muhalif mezhep sâliklerini ve gerekse
gayr-ı müslimleri dine davet hususunda çok çalıştığı da yine kaynak­
ların belirttiği bilgilerdendir.
O, Allah’tan korkan ve takva sahibi bir kimse idi. Her zaman,
içinde Allah korkusunu hisseden bir kimsenin hareketlerini de buna
göre ayarlaması tabiidir. İşte bu yönü ile Ömer b. Abdülaziz, kendin­
den önceki ve sonraki Emevi halifeleri ile mukayese edilemeyecek bir
dereceye sahiptir. Her hareketinde itidalli davranan Ömer b. Abdüla-
ziz'in gençliği zenginlik ve bolluk içinde geçmişti. Fakat iş başına geç­
tikten sonra her zaman düşünceli ve çok az yemek yiyen bir kimse
olmuştur. Dualarında daima âhireti hatırlar ve samimiyetle Allah’a
yönelerek kendisine yardım etmesini dilerdi. Hanımı Fâtıma, onun
kadar oruç tutan ve namaz kılan kimseyi görmediğini söyleyerek, ha­
life Ömer b. Abdülazlz’in durumunu ve Allah’ın emirleri karşısındaki
tavrını ortaya koyar.

c) Ş a h siyeti:

Evvelce de söylediğimiz gibi halife olarak Ömer b. Abdülaziz, Eme­


vi halifeleri içinde mümtaz bir yere sahiptir. Kendisi hem haleflerin­
den ve hem de seleflerinden temayüz etmiştir. Samimî dindarlıkla
hareket ederken Allah karşısındaki sorumluluk şuuruna derin bir şe­
kilde sahipti. Daima inancına göre doğru olan şeyleri gerçekleştirme­
ye ve hükümdarlık vazifelerini vicdan ile yerine getirmeye çalışıyor­
du. Hususi hayatında hilâfete geçmeden önce diğer Emevi şehzadele­
rinden daha mazbut bir şekilde yaşamış ve nefse hâkimiyeti ile şöh­
ret yapmıştır. Bilhassa halife Süleyman zamanmda sarayda hemen
her gün görülen İşret âlemleri, Ömer devrinde tamamen terkedilmiş ve
EMEVLLER DEVRİ 409

bundan dolayı dünya zevklerini terennüm eden şairler onun sarayın­


da yer bulamaz olmuşlardı.
Her zaman halife- Ömer b. Hattab’m soyundan gelmekle iftihar
eder ve her işte onu kendine rehber edinirdi. Onun takip ettiği siya­
set sebebiyle İslâm âlemi kısa da olsa huzura kavuşmuştur. Abbasiler’
in iktidara- geldikleri zaman Şam’da Emevi halifelerinin mezarlarına
bile saldırırken Ömer b. Abdülazlz’in kabrine dokunmamaları, onun
o devirde bile sahip olduğu itibarı göstermektedir. Oençllğlnde hadis
âlimleriyle beraber olmuş, onlann tesirinde kalmış ve hadis tetkikle­
rinde bulunmuştur. Şu iki hadise onun şahsiyetini ortaya koymakta­
dır:
Semerkant halkı, vali Süleyman b. Ebî Sarh'a gelip; « Kuteybe,
ülkemizi aldıktan sonra bize zulüm ve işkence yaptı. Halbuki Allah
bize adaleti ve insafı emrediyor. Şimdi izin ver, m ü ’m inlerin emirine
bir heyet gönderelim. Uğradığımız zulmü anlatalım, eğer hakkımız
varsa onu bize versin. Buna şiddetle ihtiyacımız var» dediler.
Bunun üzerine vali onlara izin verdi ve onlardan bir heyet ha­
lifeye geldi. Ömer, onlann zulme uğradıklarım öğrenince, Süleyman'a
bir mektup yazarak şöyle dedi:
«Semerkant halkı uğradıkları zulümden şikâyet ediyor. Kuteybe
onları topraklarından çıkartmış, mektubum sana geldiği zaman on­
ları Kadı’nın huzuruna götür ve işlerine baksın, eğer onların lehine
hüküm verirse onları, Kuteybe’nin aldığı eski yerlerine o tu rt.» Kadı,
Semerkantlıların eski yerlerine dönmelerini kararlaştırdı. Vali de on­
ları eski yerlerine yerleştirdi. Bunun üzerine aradaki kırgınlıklar yok
oldu, yeniden barış doğdu. Böylece barış yolu İle kesin bir zafer elde
edilmiş oluyordu. Semerkant halkı, «Savaş yapsak bundan daha iyi­
sini elde edemezdik, hem de yeni düşmanlıklar doğardı» diye düşü­
nüyorlardı. Bir daha savaşa yeltenmediler. İşi olunma bıraktılar ve
hallerine razı oldular. «Adaletin bu derecesine ulaşan bir kişi bilm i­
yoruz» dediler.
Ömer’in, halka yumuşak ve merhametli muamele edişine delil
olan bir hadise de şudur:
Irak'ta bir gurup Harici baş kaldırmıştı. Ömer durumu öğrenin­
ce Irak valisine şu mektubu yazdı:
«O n la rı tahrik etme, eğer kan döker ve yeryüzünde fesat çıkarır­
larsa o zaman böyle yapmalarına mâni olmak için harekete geç. D i­
ni bakımdan salâbetli, akıllı bir adam bul, onlara gönder. Onunla be­
raber bir asker de gönder. Benim sana em rettiklerim i sen de ona em­
ret.»
I doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ
410

Vali Muhammed b. Cerir b. Abdullah el-Becelî komutasında iki


bin kişilik bir ordu hazırlandı. Ömer, âsilerin Yeşkur kabilesinden
olan Bistâm adlı reisine de bir mektup yazdı. Ondan baş kaldırıp, din­
den çıkmalarının sebebini soruyordu. Muhammed b. Cerir, Ömer'in
mektubunu ona götürdü. Mektupta şöyle deniliyordu:
«Bana ulaştı ki, sen Allah’a ve Rasûlü’ne kızarak dinden çıkmış­
sın. Bu konuda tenden daha fazla şey bilmiyorsun. Buraya gel se­
ninle tartışalım, eğer doğru olan bizim davamız ise halkın girdiği di­
ne sen de girersin, eğer sen haklı isen, kendi işimize bakarız.» Bistâm
da Ömer’e bir mektup yazdı.
«Ben insaf edip sana iki kişi gönderiyorum, onlar seninle tar­
tışacak, münazara yapacaklar.» Bu adamlar Ömer’e varınca onunla
tartıştılar. Ömer onlara:
ııSizi bu duruma getiren nedir, niçin intikam almak istiyorsu­
nuz?» diye sordu. Sözcü:
ııSenin hareketlerine kin duymadık. Sen adaleti ve iy iliği ara­
maktasın, fakat her yaptığını insanların rıza ve görüşlerini alarak
m ı yapmaktasın, yoksa zorla m ı kabul ettiriyorsun?»
Ömer:
«Ben onlardan idareyi isteyerek veya zorla almadım. Benden ön­
ceki halife vasiyet etti, ben de bu makama geldim, ama bu yine de
halkın biat etmesiyle gerçekleşti. H iç kimse m uhalif görüş belirtmedi,
sadece siz m uhalif davrandınız. Halbuki siz adaletli olan herkese rı­
za gösterir, insanlara insaflı davrananlara itaat ederdiniz, eğer ben
hakka m u h a li) davranırsam, ondan ayrılırsam o zaman bana itaat
etm eniz gerekmez» dedi. Sözcü:
«B izim le senin aranda problem olan bir konu var. Sen ailenin
(Um eyye Oğuüan’m n ) tutum una muhalifsin. Hattâ onların tavrını
ıızalim lik» olarak niteledin. Eğer sen doğru yolda isen onlar dalâlette­
dir. Bu durumda sen onları lanetle ve onlardan yüz çevir.»
Ömer şöyle dedi:
«İy i bilmekteyim ki siz, dünyalık istemek için çıkmadınız. Siz
âhireti istemektesiniz, ama bu yolda hata ediyorsunuz. Şüphesiz ki
aziz ve çelil olan Allah, Rasülü'nü lânet okumak için göndermedi. Hz.
İbrahim de şöyle buyurmuştur: «K im bana uyarsa şüphesiz ki benim
dinimdendir. K im de bana karşı gelirse şüphesiz ki Sen, af ve m er­
ham eti bol o la n s ın .u (l) Yine A llah: «İşte bunlar, Allah’ın hidayet et­
tiğ i kimselerdir. Sen de onların doğru yoluna uy.» (2 ) buyurmaktadır.

(1) İbrahim sûresi, âyet 36


(2) En'am sûresi, âyet 90
EM EVÎLER DEVRİ 411

Ben cmlann tam ım zulüm olarak isimlendirdim. Bu ayıp ve nok­


sanlık olarak onlara yeter. Günahlarından dolayı birisini Idnetlemek
farz değildir. Eğer farzdır derseniz bana söyleyiniz bakalım, Firavun’u
ne zaman Idnetlemişim? » Sözcü:
«Onu lanetlediğini hatırlam ıyorum » dedi. Ömer:
«M ahlûkatm en şerlisi olduğu halde, Firavun'un lânetlenmesi sen­
ce caiz m id ir? Bana göre câiz değildir. Öyleyse mensup olduğum aile­
yi n için lûnetleyeyim? Kaldı ki, onlar namaz kılıyorlar ve oruç tu tu ­
yorlar» dedi. Bunun üzerine sözcü:
oOnlar zulümleriyle kâfir değüer m idir?» diye sordu. Ömer:
«H ayır! çü n k ü Rasûlullah insanları imana çağırdı. Kabul eden­
ler onu ve şeriatını kabul etmiş oldular. Onlar bir suç işlediği zaman
ona ceza (h a d ) uygulandı.» Sözcü:
«Rasûlullah, insanları tevhide ve kendisine inenleri kabul etme­
ye çağırdı.» dedi. Ömer de:
«Onlardan hiç bir kimse Rasûlullah’m sünnetini yapmam demedi,
fakat kendi bildiklerine göre amel edip, günahta ileri gittiler. Bu on­
lara haramdı, fakat azgınlık onlara galip geldi.» diye cevap verdi. Ha­
rici sözcü:
«Senin yaptıklarına uygun olmayanları kabul etme ve hükümle­
rin i reddet.»
Ömer sordu:
«Bana Ebû Bekr’i ve Ömer’i anlat, onlar hak üzere değiller m iy­
d i?»
Haricî sözcü:
«E vet, hak üzereydiler» dedi. Ömer:
«E bû B e k fin dinden dönenlerle savaşıp, kanlarını akıtarak mal­
la rın ı aldığını biliyor musun?» H a ric î:
«E v et,» dedi. Ömer: •
«Ö m er’in esirleri daha sonra fidye karşılığında geri iade ettiğini
de biliyor musun?» dedi. H a ric î:
«E v e t» dedi. Ömer:
«Ö m er, Ebû Bekr’i kabul etmedi m i?» diye sordu. Harici:
«H a y ır» dedi. Ömer:
«P ek i, siz onlardan birini kabul ediyor musunuz?» deyince. Haricî:
«H a y ır» cevabını verdi. Bunun üzerine Ömer:
«Nehrevân topluluğunu bana anlatın, onlar sizin geçmişlerinizdir.
K û feliler isyan ettiklerinde ne kan akıttılar, ne de m al gasp ettiler.
412 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Oysa Basralılardan onlara karşı çıkanlar, Aldullah b. Hubâb’ı ve ha­


m ile cariyesini öldürdüler, öld ü ren ler sizin geçmişleriniz değil m i?»
dedi. Haricî:
«E v e t» dedi. Ömer:
nÖldürmeyen kişi ölenden sorumlu m udur?» dedi. Harici:
nHayır» diye cevap verdi. Ö m e r:
«Bu iki taifeden b irin i kabul etm iyor m usun?» dedi. Harici:
« Hayır» dedi. Ömer:
«O n la rın yaptıklarının değişik olduğunu bildiğiniz halde sizce,
Ebû Bekr’den, Ömer’den Basralı ve Kûfelilerden yüz çevirmek uygun
mudur? Bana göre de sülâlemin yaptıklarından uzak kalmaktan baş­
kası câiz değildir. D inim iz ise birdir. Allah’tan korkunuz. Şüphesiz siz
cahilsiniz. İnsanların yaptıklarından, Rasûlullah’ın kabul ettiklerin i
reddediyor, reddettiklerini kabul ediyorsunuz. O’nun yanında emin
otun sizin yanınızda korkar, O’nun yanında korkan ise sizin yanınız­
da emin olur. Sizin yanınızda, « Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka
ilâh yoktur, Muhammed onun kulu ve Rasûlü’d ü r» diyen tehlikede­
dir, halbuki bunu Rasûlullah’m yanında söyleyen kişi güvencede olur­
du. O’nun malı ve kanı korunurdu. Siz ise bunu öldürürsünüz de di­
ğer dinlerden olanları korursunuz. Size göre m ü 'm in ’in kanı helâl,
m ü’m in olmayanın kanı ve m alı haram kabul ediliyor.» dedi.
Haricî konuştu:
«B ir kavmin ve m allarının idaresini ele alıp da adaletle muamele
yapan fakat sonra onları güvenilmeyen bir adama bırakan kişi hak-
kındaki görüşün nedir? Bu kişi Allah’ın em rettiği gibi hakkı yerine
getirm iş midir? Onun doğru yaptığını kabul ediyor m usun?» Ömer:
«H a y ır» dedi. H a r ic î:
ııOnun hakkı yerine getirmeyeceğini bildiğin halde, kendinden
sonra idareyi Yezid’e bırakacak m ısın?» diye sordu. Ömer:
«O nu ben değil, başkası başa getirecektir. Müslümanlar benden
sonra kendileri için lâyık olanı daha iyi bttirler.» deyince. Haricî:
« Bunu yapanın doğru yaptığını kabul ediyor musun?» diye sordu.
Böyle sürüp giden bu tartışma, iki elçiden birinin, Ömer’in adale­
tine şahit olup onun yanında kalması ve Ömer’in ona ikramda bulun­
ması ile sonuçlandı. İkinci elçi ise: «A rıla ttığın şeyler çok güzel, ancak
ben müslümanlara söylediğim şeyi yapmaya devam edeceğim, onla­
rın maksatlarını ve delillerini de çok iyi bilm ekteyim » diyerek, Ömer
hakkındaki müspet görüşünü belirtti, ama saplandığı fikirlerden vaz­
geçmedi.
EM EVİLER DEVRİ 413

Ömer, bu lnsanlann âhlretl İstediklerini, dünyalık bir gaye He


başkaldırmadıklannı, fakat bu yolda hata ettiklerini bildiğinden do­
layı, onlarla savaşmak yerine tartışmak İstedi. Onlara hakkı gösterdi.
Gerçekleri açıkladı.
Büyük davranışlarından birisi de Umeyye Oğullan'nm minberde
Hz. A li’ye hakaret etme âdetini kaldırmasıdır. Şehirlere mektup yaza­
rak bunun kaldın İm asım emretmiştir. Onun kalbine bunu İlham eden
bir hadise olmuştur.
O, Medine’ye vali tayin edildiğinde orada Ubeydullah b. Abdullah
b. Utbe b. Mes’ud vardı. Bu zat, Medine fakihlerindendl. Ömer’in Hz.
Ali hakkında Umeyye Oğullan’nm söylediğine benzer şeyler söyledi­
ğini ona bildirdiler. Ömer’e şöyle dedi:
«A llah, kendilerinden razı olduktan sonra Bedir ve Biatü'r-Rıd-
van ehline gazaplanmayı ne zaman öğrendin7» Ömer:
«B öyle bir şey yapmadım» dedi.
«P ek i, A li hakkında bana ulaşanlar nedir?» deyince utanarak:
dA llah beni afjeylesin, senden de özür dilerim .»
Bunun üzerine o güne kadar uygulanmakta olan âdeti terk etti.
Onun yerine hutbede şu âyetin okunmasını emretti:
«Şüphesiz ki, Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve
akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasak­
lar. Allah, sizlere düşünüp yapmanız için öğüt v e r ir . » (l )
Ömer b. Abdülaziz, hilâfeti sırasında bir çok kötü uygulamayı
kaldırdı ve hayırlı uygulamalar başlattı. Bundan dolayı onu yücelten
bir çok şiir söylendi:
«A li’ye söğdürmedin, iyiliği gizlemedin, kötülerin sözüne uyma­
dın, açık olan hakkı konuştun. Allah’ın hidayet âyetleri ancak senin
konuşmanla açığa çıkar. Söylediğin iyüikleri yaparak kendini tasdik
ettin , bütün müslümanlara rızanı açıkladın.»
Ömer b. Abdülaziz yirm i günlük bir hastalıktan sonra Recep 101
(Şubat 720) tarihinde vefat etmiş ve Halep yakınında Deyr Stm’an'a
defnedilmiştir.

(1) Nahl sûresi, âyet 90


9 — II. Y E Z İD B. A B D Ü L M E L ÎK (101 - 105/720 - 724)

Ömer b. Abdülaziz’in vefatı üzerine daha önce babası tarafından


veliaht tayin edilmiş bulunan Yezid, hiç bir muhalefetle karşılaşmak­
sam hilâfet makamma geçti. Yezid’in annesi I. Yezid’in kızı Atîka idi,
bu sebeple annesine nisbetle Yezid b. Atîka diye anılır ve o da bundan
iftihar ederdi.

a) Y ezid b. M ühelleb'in İs y a n ı:
H alifeliğini müteakip, gerek Yezid'in idaresi ve gerekse sonraki
devir üzerinde önemli tesiri olan bir hadise ortaya çıktı. Yezid, Hac-
cac ile yakın münasebetler kurmuş ve onun yeğeni ile evlenmişti.
Hattâ bu hanımdan doğan bir oğluna Haccac adım vermişti. Ona olan
bu yakınlığı sebebiyle, Haccac’m ailesine ve yakınlarına fena muame­
lede bulunmuş olan Süleyman'ın gözde adamı Yezid b. Mühelleb’e düş­
manca hisler besliyordu. Yen i halifenin kendi hakkmdaki hislerini
gayet iy i bilen Yezid b. Mühelleb onun halife olduğunu duyar duy­
maz hapisten kaçtı. Diğer bir rivayete göre hapisten kaçma keyfiyeti
Ömer’in hastalığı sırasında olmuştur. Hapisten kaçan Yezid, ailesinin
mensup olduğu Ezd kabilesinin bulunduğu Basra'ya gitti. Vali Adiy
b. Ertad onu şehre sokmak istemiyordu, hattâ şehir dışında onu kar­
şıladı. Fakat herkes valinin değil Yezid’in emirlerine tâbi olduğunu
açığa vurdu. Böylece Basra’ya yerleşen Yezid, burada merkeze bağlı
kâfi derecede Suriyeli birlik bulunmaması sebebiyle hazırlıklarını ko­
layca tamamladı.
Yezid b. Mühelleb, Arap kabileleri arasındaki rekâbetten fayda­
lanarak Ezd ve Rebîa kabilelerini kendi tarafına kazandı. Tem im ve
Kays kabileleri valiyi destekleme karan aldılar. Fakat yapılan ilk mü­
cadelede valinin basiretsiz hareketi sebebiyle Yezid’in karşısında tu­
tunamadılar ve dağıldılar, vali esir edildi. Bundan cesaret alan Yezid,
halkı, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünneti namma Suriyeli­
lere karşı, Türk ve Deylemlilere karşı yapılacak olanlardan çok daha
lüzumlu ve sevap getirecek bir mücadeleye davet etmeye başladı.
Bu sırada Basra'da yaşayan ve Ömer b. Abdülazlz’in yakın dost­
luğunu kazanmış olan Haşan el-Basrî, Yezid’in bu davetine itiraz
EMEVİLER DEVRİ 415

ederek bu gibi iç harplerin dinle değil dünya ve onun kazanılmasıyla


alâkalı olduğunu çekinmeden beyan etti. Hasan’m bu İsyanı önlemek
için sarfettiği gayretler bir netice vermedi ve Basra ahalisi Yezid’in
saflarında yer aldılar. Ahvaz, Fars ve Kirman bölgeleri de onun safı­
na katılınca Yezid’in kuvvetleri önemli ölçüde artmış oldu. Horasan
bütün baskılara rağmen halifeyi desteklemekten vazgeçmedi. Taraf­
tarları, Yezid’e Fars bölgesine yerleşmesini ve harekâtını buradan
yönetmesini tavsiye ettilerse de o, Irak'ı Suriyelilere bırakmak niye­
tinde olmadığı için Küfe üzerine yürüdü ve eski Babil yakınında Akr
denilen yerde karargâh kurdu. Küfe valisi ise nehrin karşı sahilinde
Nuhayle mevkiinde mevzi almıştı. Fakat kısa sürede yanındaki bir­
liklerin büyük bir kısmı Yezid’in tarafına geçti.
Çok geçmeden Bizans ve Ermeniye seferlerinin uzun yıllar komu­
tanlığını yapmış olan Mesleme b. Abdülmelik Suriye’nin ana ordusu
ile sahnede göründü. Yezid, onun Fırat’ı geçerek yaklaşmasına ve ya­
kınında ordugâh kurmasına ses çıkarmadı. Çünkü yanında bulunan
ve birlikleri üzerinde büyük nüfuza sahip olan Samalda ve Ebû Ruba
adlı iki din adamı onun, ne de olsa müslüman olan Suriyelileri, K ur’an
ve Sünnete davet ederek doğru yolu bulmalarına imkân vermeksizin
habersizce baskına uğratmasına itiraz etmişlerdi.
14 Safer 102 (24 Ağusto; 720) tarihinde Mesleme, arkasındaki
köprüyü yıkarak hücuma geçti. İraklılar mukavemet etmediler. San­
ki koyun sürüsüne kurt düşmüş gibi dağıldılar. Yezid, yolu açık olan
Vâsıt’a çekilme tavsiyesini kabul etmedi. Yakınlarıyla birlikte sava­
şarak ölmeyi tercih etti. Kaçan Mühelleb oğullan ise takip edildiler.
Bunlar evvelâ Basra'da toplandılar. Buradan gemilere binerek Hindis­
tan’a kaçmak istedilerse de, yakalanarak kılıçtan geçirildiler ve baş­
ları Suriye’de teşhir edildi. Esir edilen on bir genç çocuk halifeye ge­
tirilerek idam olundu. Bu aileye mensup kadınlar, çocuklar esir pa­
zarlarında satışa çıkanldılar.
Irak, Akr savaşını müteakip Mesleme b. Abdülmelik'e verildi. Fa­
kat o, eyaletin artan gelirlerini Dımaşk’a göndermemesi sebebiyle kı­
sa zaman sonra azledilerek yerine daha önce el-Cezîre valiliğinde bu­
lunmuş olan ve Kays kabilesine mensup bulunan Ömer b. Hubeyre
el-Fezârî tayin edildi. Ömer, valiliği sırasında mensup olduğu Kays
kabilesini tutarak Ezdlilere dolayısıyla Yemenlilere çok kötü muame­
lelerde bulundu. Onun bu tutumu, Ömer b. Abdülaziz zamanında
kabuk bağlamaya yüz tutmuş olan yarayı deşti ve kabileler arasında­
ki düşmanlıklar yeniden başladı.
II. Yezid, selefi Ömer b. Abdülaziz’in takip etmekte olduğu poli­
tikayı terkederek müslüman olan gayr-ı Arap unsurdan yeniden vergi
416 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

alınması emrini vermişti. Valilerin bir çoğunu değiştirdi. Afrika va­


liliğine getirilen Yezid b. Müslim, Berberîler’den vergi toplamaya te­
şebbüs edince, Berberîler bu zatı öldürerek yerine yine eski vali İs­
m ail b. Abdullah’ın tayinini istediler ve Yezid de bu arzuya boyun eğ­
mek zorunda kaldı.

b) Devrindeki F etih le r:

Kuteybe b. Müslim’in isyanı ve ölümünden sonra MaveVaünnehr


ve Türkistan’da yapılan fetihler hızım kaybetmiş ve hattâ üstünlük
Türkler’e geçmişti. Bilhassa Yezid b. Mühelleb'ln İsyanı bu cephede
İslâm kuvvetlerini İyice zayıflatmıştı. Bu sırada Türkistan'ın en kuv­
vetli devleti olan Türkeş kağanlığı müslümanlara karşı yapılan mü­
cadelenin lideri durumuna gelmişti. Su-lu Kağan, batıdaki komşuları­
nın İç karışıklıklarından istifade cihetine giderek 102 (720-721) y ı­
lında Maveraünnehr’de Arap hâkimiyetine girmiş olan mahalli bey­
lerle de anlaşarak Kursul komutasında Semerkant üzerine askerî bir­
likler şevketti.
Horasan valisi Saîd b. Amr el-Haraşi, Türkler’e karşı bazı başa­
rılar kazandı İse de neticede ağır bir hezimete uğradı. Buna rağmen
bu savaşlarda oldukça yıpranmış oldukları anlaşılan Türkler, Semer­
kant üzerine yürümediler. Türkeşler’in çekilmesinden sonra Saîd,
Türkeşler İle İşbirliği yapmış olan yerli halka çok gaddarca muame­
leye başladı. Onun zulmünden kaçanlar takip edildi ve ele geçirilenler
kılıçtan geçirildiler. Saîd’in azlinden sonra Horasan valiliğine tayin
edilen Müslim, 105 (723-724) yılında bazı m uvaffakiyetler kazanıp
Afşina’ya kadar ilerlemesine rağmen, esas hedefi olan Fergana’y ı ele
geçiremedi. Çünkü onun Fergana üzerine harekete geçeceği sırada
halife Yezid ölmüş ve yerine Hişam geçmişti. Bu sırada patlak veren
karışıklıklar sefere mâni olmuştu.
H alife II. Yezid zamanında en çetin mücadeleler Hazar cephesinde
cereyan etmiştir. 103 yılında Hazarlar’ın İslâm ülkesine yaptıkları
akm lara karşılık olarak ertesi yıl Subeyt el-Nahranî komutasında bir
ordu harekete geçti. Kıpçaklar’dan ve diğer Türk boylarından aldık­
ları yardımcı kuvvetlerle otuz bin kişilik bir kuvvet toplayan Hazar­
lar, müslüman ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Halife Yezid,
uğranılan bu mağlubiyetin öcünü almak maksadlyle Cerrah b. Abdul­
lah el-Hakemî’y l Ermenlye valiliğine tayin ederek Hazarlar ile müca­
deleye memur etti. Berda'a’da karargâh kuran Cerrah. Hazarlar’ı ga­
fil avlayarak onlan mağlup etti. Hazar ülkesinde yürüyüşüne devam
eden ve yolda bazı şehir ve kaleleri fetheden Cerrah, Ağustos 722 ta­
EMEVÎLER DEVRİ 417

rihinde Hazarlar'm en önemli şehirlerinden birisi olan Belencer’i ele


geçirdi. Fakat kışın yaklaşması ve Hazarlar’m mukabil hücuma geç­
mek için hazırlandıklarım öğrenmesi üzerine Belencer’i terkederek
Ermeniye’ye çekildi. 105 (723-724) yılında Derbend’l geçen Hazarlar
Ermeniye’ye akın yaptılar. Hazırlıklı olan Cerrah, Hazarlar’ı mağlup
ederek onlan geri çekilmeye mecbur etti. Ertesi yıl Cerrah'ın başa­
rılı bir sefer daha yaptığı görülür.
Halife Yezld zamanında İslâm devletinin batı hudutlarında da
seferler yapılmış, fakat pek başarılı olunamamıştır. Ömer b. Abdüla-
ziz zamanında durmuş olan Bizans gazaları, yeni halifenin emriyle
yeniden başlamış ve her yü Anadolu’ya akınlar yapılmıştır. Ancak
bazı küçük kalelerin zaptından başka büyük bir başarı elde edileme­
miştir. 102 (720 - 721) yılında Muhammed b. Avs el-Ensari Sicilya’ya
bir sefer yapmıştır ki, bu Afrika'dan Sicilya’ya karşı,girişilen ilk as­
keri harekâttır. İspanya’ya gelince, Yezid tarafından vali tayin edil­
miş olan Semh b. Mâlik el-Havlani, Afrika’dan topladığı kuvvetlerle
Freneler'i geçerek Oüney Fransa’ya girmiş ve buranın en önemli şehri
olan Toulouse’u kuşatmıştır. Toulouse önlerinde Aquitaine dükü Eudes
ile yapılan savaşı müslümanlar kaybetmiş ve komutan Semh şehit
düşmüştür. Bu savaşın cereyan ettiği yere İslâm kaynaklarında Ba-
lât el-Şühedâ denmektedir. Başsız kalan ordunun idaresini Emir Ab-
durrahman almış ve fazla zayiat verdirmeden Narbonne’a dönmesini
sağlamıştır.

c) Kısaca Şahsiyeti:

Halife Yezid, selefinden tamamen farklı bir tabiata sahipti. Şah­


siyetinin temel çizgisini ciddiyet değil, aristokratik bir hafifmeşreplik
teşkil ediyordu. Hükümdar olmaktan ziyade şövalye idi. İdareyi ta­
mamen valilere bırakmıştı. Zamanım işlere değil, bazı heves ve ip-
tilâlara hasrediyordu. Ömer zamanında hilâfet sarayından kovulmuş
olan serseri takımı, onun yanında itibar buldular. Saray eğlenceleri
yine birinci plâna geçti. Sarayında bulunan iki şarkıcı, Selâme ve
Hebâbe büyük nüfuz sahibi İdiler. Bir şey elde etmek isteyen, onla­
rın aracılığına başvuruyordu. II. Yezid 24 Şaban 105 (724) tarihinde
vefat etti.

F. : 27
10— H İŞ A M B. A B D Ü L M E L İK (105 -12 5 /72 4 -7 4 3)

Hişam, ağabeyinin ölüm haberini Rakka yakınındaki Rusâfe'de


aldı. II. Yezid daha önce tespit edilmiş olan kardeşinin veliahtliğini
tanımış, ancak ondan sonra oğlu Velid’i İkinci veliaht tayin etmişti.
Bu sebeple Hişam, hilâfet makamına geçmek İçin Dımaşk’a davet
edilmiştir. Burada bütün devlet erkânı ona biat ettiler.

a) İç Olaylar :
Hişam, hiç bir hususta kardeşi Yezid’e benzemiyordu. Dikkatli,
namuslu ve iyi bir devlet adamı idi. Bu bakımdan hilâfete geçer geç­
mez, devletin idari kademelerinde değişiklikler yapmaya başlamıştır.
İlk icraatı, devletin doğu eyaletlerindeki Kays kabilesinin baskısını
hafifletm ek için Irak valisi Ömer b. Hubeyre’y i azletmek olmuştur.
Onun yerine tayin edilen Hâlid b. Abdullah el-Kasrî, kuvvetli bir ka­
bileye mensup olmadığı için Irak'ta başlamış olan kabileler arasın­
daki rekâbette tarafsız kalmıştır. Haccac’m yanında yetişmiş olan
ve onun teşviki ile bir müddet Mekke valiliğinde bulunan Hâlid, Sü­
leyman'ın halife olmasıyla memuriyetinden azledilmiş ve Hişam’ın
hilâfete geçmesine kadar herhangi bir göreve getirilmemiştir. Uzun
süren valiliği esnasmda Irak’ı, Ziyad ve Haccac zamanında olduğu
gibi sükûnete kavuşturmaya çalışmış, bunda bir dereceye kadar ba­
şarılı olmuş ve fakat az bir zaman sonra bütün direnişine rağmen,
tarafsızlığını koruyamamış ve Yemen kabileleri tarafını tutmaya mec­
bur edilmiştir. O da Haccac gibi ziraate çok önem vermiş, muhtelif ka­
nallar açUsmış, bataklıkların kurutulmasına çalışmış, ancak bu sa­
yede elde edilen gelirin büyük kısmını kendisi almıştır. Bu sebeple
de epeyce düşman kazanmıştır. Hâlid'in m uhalifleri onu hnstiyan ve
yahudileri fazla korumakla itham etmektedirler. On beş yıl kadar
devam eden valiliği sırasında Emevî hanedanına mensup bazı kim­
selerin de düşmanlığını kazanınca, halife nezdinde yapılan aleyhte
propaganda tesirini gösterdi ve Hâlid 738 yılında azledildi.
Hâlid’in valiliği sırasında Irak’ta uzun sükûn yıllarının hüküm
sürmesine mukabil halefi Yusuf b. Ömer zamanmda tehlikeli bir is­
yan patlak verdi. A li evlâdından Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali, ailesi-
EMEVİLER DEVRİ 410

nin yurdu olan Medine'den Kûfe'ye gelmiş ve burada Şiilerln eline


düşmüştü. Şiîler ona, zamanın geldiğini, Emevi hanedanının Küfe
üzerindeki hâkimiyetlerinin yüz bin Küfeli savaşçıya kafa tutamaya­
cak olan az miktarda Suriyeli askere dayandığını söyleyerek hareke­
te geçmesini istemişlerdi.

Zeyd, Kûfe'de on ay kadar kalmasına rağmen İhtiyat tedbiri ola­


rak ikâmetgâhım devamlı değiştiriyordu. Bu zaman zarfında İsyan
hazırlıkları ile meşgul olarak Basra ve Musul’da da halkı kendi sa­
fında isyana davet ediyordu. Kûfe'de on beş bin kişi onun ordu lis­
tesine kaydım yaptırdı. Biat formülünde Allah’ın kitabı ve Hz. Pey­
gam berin sünneti üzerine hareket edileceği, haksız olarak iktidarda
bulunanlarla mücadele edilip, zayıfların himaye olunacağı, maaşla­
rın, ellerinden alınan kimselere tekrar verileceği, devlet gelirlerinin
buna istihkakı olanlar arasında eşit şekilde taksim edileceği, haksız
muamele görenlere tazminat ödeneceği ve uzak diyarlarda seferlere
gönderilenlerin geri çağrılıp memleketlerine dönme müsaadesi verile­
ceği zikrolunuyordu.
Yusuf b. Ömer uzun müddet, son derece gizli yürütülen İsyan ha­
zırlıkları hakkında açık bir bilgi elde edemedi. Fakat tutukladığı İki
ihtilâlciden Zeyd’in hareketi hakkında tam ve doğru bilgi almaya mu­
vaffak oldu. Ayrıca Zeyd’in, yapılan tutuklamalar sebebiyle harekete
geçme tarihini öne alarak 1 Safer 122 (6 Ocak 740) çarşamba olarak
tespit ettiğini de öğrendi. Bunun üzerine valinin emriyle salı günü
K üfe savaşçıları, mescidin avlusunda toplantıya çağrılarak burada hep­
si, az sayıda Suriyeli tarafından gözaltına almdı. Zeyd, salıyı çarşam­
baya bağlayan gece biraraya getirebildiği iki yüz on sekiz kişi ile on­
ları kurtarma teşebbüsünde bulundu. Fakat Hire'den üzerine iki bin
Suriyelinin gönderildiğini haber alınca mescidin önünden çekilmek
zorunda kaldı. Fakat düzenli Suriyeli birliklerin harekete geçmesi ve
taraftarlarının büyük bir in am ın ın hapsedilmesi sebebiyle ancak iki
gün dayanabildi ve bir ok isabetiyle öldü.
Ömer b. Abdülaziz’in, Arap olmayan müslümanlara tanıdığı hak­
ların geri alınması neticesinde, ülkenin hemen her tarafında idare­
den memnun olmayanların sayısı hızla artmaya ve buna bağlı ola­
rak tehlikeli isyanlar patlak vermeye başladı. Halife Hişam, askeri
bir karaktere sahip olmamasına rağmen devletin güvenliği sözkonu-
su olunca bütün gücüyle silâha başvurmaktan çekinmemiştir. Emevi
idaresine karşı isyanlar, daha çok Arap olmayan müslümanlarm ço­
ğunlukta bulunduğu Maveraünnehr ve Kuzey Afrika’da ortaya çık­
mıştır.
420 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

b) M averaünehr’deki F etihler:

109 (727 - 728) yılında Horasan valiliğine getirilen Eşres b. Ab­


dullah es-Sülemi’nin vergi toplama hususunda gösterdiği şiddet, mer­
kez Buhara olmak üzere Maveraünnehr’de büyük bir isyanın patla­
masına sebep oldu. Mevâlî bu isyanda Türkler’den yardım görüyordu.
İsyan hareketinin kısa zamanda geniş bir sahaya yayılması ve bil­
hassa Türkler’den destek görmesi üzerine Eşres, harekete geçmeye
mecbur oldu. Amul yakınında Ceyhun sahilinde Türkler Ue karşıla­
şan Eşres, ağır kayıplar vermesine rağmen nehri geçmeye ve Bey-
kent’e gelmeye muvaffak oldu. Burada da Türkler’in hücumuna uğ­
rayan Araplar, su yollarının Türkler tarafından tutulması sebebiyle
müşkül durumda kaldılar. Onları mahvolma tehlikesinden, Hâris b.
Sureyc’in fedakârca mücadelesi kurtardı. İsyan hareketinin gittikçe
güç kazanması üzerine Semerkant hükümdarı Gurek de onlara katıl­
dı. Eşres, Buhara’yı muhasara ederken bir kısım kuvvetlerini de ci­
vardaki isyanları bastırmaya gönderdi. Bu birliklerden biri, Türkeş
hakanı tarafından imha edildi. Fakat Buhara’yı kurtarmak için yar­
dıma gelmediler. Bu sırada merkezden Cüneyd b. Abdurrahman el-
Murrî idaresinde yardımcı kuvvetler geldi, hakan geri çekildi ve 729
yılı sonlarmda Buhara itaat altına alındı.

Cüneyd, Horasan’a Eşres’in azl fermam ile gelmişti. 111 (729-


730) yılında Beykent yakınlarında Türkler’i mağlup eden Cüneyd
ertesi y ılı her tarafta mantar gibi biten isyanları bastırmakla geçirdi.
Ancak bu sırada Semerkant’m Türkeş hakanı tarafından kuşatüması
ve bu şehirde bulunan garnizonun yardım istemesi üzerine Cüneyd o
tarafa yöneldi. Su kuyularının tahrip edilmesi sebebiyle yolda çok
sıkıntı çekti. Semerkant'a yaklaştığı sırada ansızın hakanın hücu­
muna uğradı. Bu defa onun imdadına Semerkant’taki garnizon ye­
tişti. Fakat bunlar da Türkler tarafından epeyce hırpalandılar. Bu­
na rağmen Cüneyd, şehre girmeye m uvaffak oldu. Semerkant’m ku­
şatmasından başan ümitlerini kaybeden Türkler, süratle Buhara ön­
lerine gelerek şehri muhasara altm a aldılar. Cüneyd, Semerkant’ı ter-
kederek Buhara'nın yardımına koştu. 731 yılı sonunda hakanı geri
çekilmeye mecbur etti.

734 yılında Cüneyd’in Horasan valiliğinden ayrılmasından sonra


Arap kabileleri arasında mücadeleler yeniden alevlendi. Hâris b. Su­
reye Toharistan’da isyan bayrağım açtı. A rtık Maveraünnehr’deki dev­
let otoritesi gittikçe zayıflıyordu. Yeni vali Esed b. Abdullah 735 yı­
lında Hâris ile mücadele etti. Ertesi y ıl onunla işbirliği yapmış olan
Huttel üzerine- yürüdü ise de, Türkeş hakanının yardıma gelmesi ve
EMEVİLKR DEVRİ 421

ânl hücuma uğraması sebebiyle büyük kayıplar verdi. Fakat Tür-


keş hakanı Su-lu, Karluk yabgusundan da yardım alarak onu takibe
koyuldu. 19 Aralık 736 tarihinde Esed ile karşılaşan Su-lu, hezimete
uğradı ve bu mağlubiyet onun hayatına mal oldu. 738 yılında uzun
zamandan beri ‘ bu bölgede askeri faaliyetlerde bulunan Nasr b. Sey­
yar, Horasan valiliğine tayin edildi. Emevî hanedanının son Horasan
valisi olan Nasr, Maveraünnehr sakinlerini. Azaplar ile aralarındaki
farklı muameleyi kaldırarak yatıştırmaya çalıştı. Bunda da oldukça
başardı oldu. Bununla beraber gerekli emniyet tedbirlerini aldıktan
sonra 740 yılı sonlarında Uşrusana ve Şaş üzerine akınlar yapmaktan
geri durmuyordu. Bu iki bölge hâkimiyet altına alındıktan sonra Fer-
gana üzerine yürüyen Nasr, buranın hükümdarıyla da sulh yaptı.
Böylece Maveraünnehr’de kısmen sükûnet tesis edilmiş oldu. Fakat
çok geçmeden bölgede Abbasi İhtilâl hareketi başladı.

cl H azarlar İle Yapdan M ücadeleler:

Hlşam zamanında en çetin mücadelelerin geçtiği cephe Hazar


cephesidir. Halife 107 yılında, II. Yezid tarafından Ermeniye valiliği­
ne tayin edilmiş olan Cerrah b. Abdullah’a yardımcı kuvvetler gön­
dererek Hazarlar’a karşı sefere çıkmasını emretti. Cerrah komutasın­
daki birlikleri Hazar ülkesine çeşitli yönlerden sevkederek Hazarlar’ı
yıpratmak istiyordu. Fakat bu sefer daha önceki mağlubiyetlerden
ders almış olan Hazar hakanı, hazırlıklı olup komşu hükümdarlardan
yardım almıştı. İslâm birliklerini dağınık halde yakalamaları üzerine
onları mağlup etmek zor olmadı. Bu mağlubiyet Cerrah’ın azline ve
onun yerine Mesleme b. Abdülmellk’in tayin edilmesine sebep oldu.
Mesleme, Saîd b. Am r el-Haraşi komutasında öncü kuvvetlerini hare­
kete geçirdi. Arkasından ana kuvvetlerle Berda’a üzerinden el-Bâb’a
geldi ve burasım zaptederek buraya kuvvetli bir garnizon yerleştirdi.
Ertesi yıl (108/726-727) Hazar hakanı Azerbaycan'a bir akın yaptı,
fakat seferin sonunda mağlup olarak geri çekildi. 109 ve 110 (727-
729) yıllarında da müslümanlarm Hazarlar de başanlı savaşlar yaptığı
görülmektedir.
111 (729 - 730) yılında halife Hişam, kardeşi Mesleme’nin yerine
yeniden Cerrah b. Abdullah'ı getirdi. Tiflis üzerinden Belencer önle­
rine gelen ve burayı zapteden Cerrah, Hazar başkenti el-Beyda'ya ka­
dar ilerledi ve şehrin bazı kısımlarım ele geçirdi. Ancak kışın yaklaş­
ması üzerine düşman toprağında kalmanın tehlikeli neticeler doğura­
cağım düşünerek Azerbaycan’a çekildi. Onun geri çekilmesinden is­
tifade eden Hazarlar 730 yılı ortalarında Erdebil'e kadar geldiler. Bu­
422 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

rada yaptıkları savaşı kazandılar. Başta Cerrah olmak üzere ordusu­


nun büyük bir kısmı savaş meydanmda canlarını verdiler.
Hazar tehlikesinin gittikçe artması üzerine halife Hişam, daha
önceki yıllarda bu cephede savaşmış olan Saîd b. Anır el-Haraşi’yi bü­
yük bir orduyla Ermeniye’ye gönderdi. Hazarlar, Kafkaslar’m güne­
yine inmişler ve bir çok şehir ve kaleyi zaptetmişlerdl. Said, yavaş
fakat emin bir şekilde ilerliyor ve Hazarlar’m eline geçmiş olan şe­
hirleri geri alıyordu. Onun bu başarılı harekâtı pek uzun sürmedi.
Çünkü valilikten azledilerek yerine yine Mesleme getirilmişti. 113
(731 - 732) yılında Belencer'e kadar ilerleyen Mesleme, Hazar haka­
nının karşı taarruza geçeceğini öğrenince Derbend’e geri çekildi. Onun
bu şekilde geri çekilmesi ve merkezde aleyhine çevrilen bazı entri­
kaların da buna ilâve edilmesi azline sebep oldu.
Bu azilde rolü olan halifenin amcası oğlu Mervan b. Muhammed
el-Cezire, Azerbaycan ve Ermeniye valiliğine getirildi. İy i bir asker
olan Mervan, çeşitli eyaletlerden topladığı kalabalık bir ordu ile cep­
heye hareket etti ve aynı yıl Hazarlar'a karşı bazı başarılar kazana­
rak onlan daha kuzeye çekilmeye mecbur etti. Mervan, bu ilk başarı­
larına rağmen mücadelelere İki y ıl ara vererek hazırlıklarım tamam­
ladı ve 735 - 736 yıllarında askeri harekâta girişti. Mervan'ın bu ba­
şarılı mücadelelerinin en önemlisi 737 yılında cereyan etmiştir. Yüz
binin üzerinde iyi donatılmış bir ordu ile K ür nehrini geçen Mervan,
iki koldan Kafkaslar’ı geçerek Hazar ülkesine girdi. Hazarlar’ı mağ­
lup ederek, başkent el-Beyda üzerine yöneldi ve şehri kuşattı. Hazar
hakanı el-Beyda’yı terketmiş ve A til nehrinin kuzeyine çekilerek Ha­
zar Tarhan komutasında kırk bin kişilik bir orduyu başkentin yardı­
mına göndermişti. Mervan, bu gelen kuvvetleri ağır bir mağlubiyete
uğratınca Hakan ondan sulh istemek mecburiyetinde kaldı. Mervan,
barışın ancak, Hakan’m müslümanlığı kabul etmesiyle mümkün ola­
bileceğini bildirdi. Başka çaresi kalmayan Hakan, bu teklifi görünüş­
te kabul etti ve bu sayede başkentine dönmesine müsaade edildi.
Halife Ömer zamanından beri devam eden İslâm-Hazar mücadeleleri
esnasında kazamlan en büyük başarı Mervan’ın askerî dehası saye­
sinde elde edilmişti. Artık bu tarihten itibaren uzun müddet Ha­
zarlar’m hücuma geçemediği görülmektedir. Dolayısıyla Hazar cep­
hesinde sükûnet sağlanmış oluyordu.

d) Anadolu G a z a la rı:

Halife Süleyman zamanındaki İstanbul kuşatmasmdan sonra et­


kisini kaybeden Bizans akınları, Hişam devrinde yeniden hareket ka­
zandı. Hişam, hudut garnizonlarını yeniden güçlendirmek için bura­
EMEVÎLER DEVRİ 423

lardaki birlikleri takviye etti. 726 yılında Mesleme b. Abdülmelik ko­


mutasındaki kuvvetler, İç Anadolu’ya girerek Kayseri'ye kadar iler­
ledi ve bu şehri tahrip etti. Ertesi yıl Mesleme, İznik önlerinde sefer­
lerine devam etti. Bu akınlar sırasında Mesleme'nin yanında halife­
nin iki oğlu Muâviye ve Silleyman çok başarı göstermişlerdir. 730
yılında Muâviye, Kapadokya’da Harşana’yı zaptetti. Malatya ve Ma-
raş çevresini yağmaladı. Bu seferler hemen her yıl değişik yönlere
yapılıyor, bol miktarda esir ve ganimet ele geçlriliyordu. Bu akınlar
sırasında temayüz eden komutanlardan birisi de, daha sonraki yıllarda
şahsiyeti destanlara konu olan Abdullah el-Battal'dır. 740 yılında Af-
yonkarahisar yakınlarında Akralnos mevkiinde yapılan savaşta miis-
lümanlar mağlup oldu ve Battal şehit düştü. Bunun üzerine Bizans
kuvvetleri Malatya çevresine kadar ilerleyerek, müslüman hudut gar­
nizonlarını tehdit etmeye başladüar. Bunun üzerine halife Hlşam,
Rusâfe'den hareketle hududa geldi. Halifenin geldiğini haber alan
Rumlar geri çekildiler. Bizans İle olan mücadeleler denizde de devam
etmiş, ancak pek başarılı neticeler alınamamıştır.

e) Ispanya'daki Gelişmeler ı

Semh b. Mâlik'in Toulouse önlerinde Eudes d'Aquitaine’e mağlup


olmasından sonra kısa bir zaman İçin Ispanya’daki fetihler durakla­
mış oldu. Yeni vali Anbasa b. Suheym el-Kelbî, dört yıllık bir aradan
sonra Fransa içlerine bir sefer denemesine girişti. Carcassonne şehri­
ni zaptettikten sonra Nîmes üzerinden Rhone vâdislne yöneldi. Sü­
ratli bir yürüyüşle kuzeye ilerleyen Anbasa, Bourgogne bölgesine gir­
di, Autun şehrini ele geçirdi. Fakat Anbasa’nın bu sefer esnasında ölü­
mü başarılı bir şekilde devam eden bu fetih hareketini sekteye uğ­
rattı.
Anbasa b. Suheym’in 726 yılında ölümünden sonra İspanya’da
kısa süren bir karışıklık başladı. Valilerin sık sık değişmesi, herhangi
bir harekete girişilmesini önlüyordu. Bu arada seferlere büyük mik­
tarda katüan Berberiler, Araplar tarafından bir kenara itilmiş, müs­
lüman ve muharip olarak haklan çiğnenmeye başlanmıştı. Bizzat
Araplar da gizli fırkalar tesiriyle parçalanmışlardı. Berberi reislerin­
den Munaza, bu karışık durumdan istifade yoluna giderek Eudes
d’Aquitaine’in kızıyla evlenmek suretiyle Araplar’a ihanette buluna­
rak Kuzey İspanya’da bağımsızlığını ilân etmişti.
İspanya valiliğine tayin edilen Abdurrahman b. Abdullah el-Ga-
fiki, bu Berberi ayaklanmasını kolayca bastırabildi. İçte sükûneti sağ­
ladıktan sonra bütün kuvvetleriyle Fransa üzerine yürüdü. Abdurrah-
424 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

man, bu seferinde daha önce takip edilen istikameti değil, batı yolu­
nu takip etmiştir. Bordeaux önlerinde müslümanlan karşılayan Eu-
des mağlup olarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bordeaux’yu ele geçi­
ren Abdurrahman, buradan kuzeye yönelerek Poitiers'ye kadar iler­
ledi. Eudes, müslüman kuvvetlerini durdurmak için Fransa kralı Char­
les M artel'in yardımına müracaat etti. Ramazan 114 (Ekim 732) ta­
rihinde Poitiers yalanda Abdurrahman, Charles M artel komutasında­
ki Frank ordusu ile karşılaştı. Birkaç gün süren çarpışmalardan son­
ra müslümanlar şiddetli bir umumi hücumda bulundular. Fakat ta­
mamen zırhlı olan Frank kuvvetlerini mağlup edemediler. Bu çarpış­
malar sırasında Abdurrahman şehit düştü. İslâm kuvvetleri, başko­
mutanlarının şehit düşmesi üzerine geceleyin savaş meydanım ter-
kettiler.
Meşhur İngiliz tarihçisi Gibbon, bu savaşta müslümanlar galip
gelmiş olsalardı neler olacağım şöyle tasavvur etmektedir:
«O zaman belki şimdi Ozford’da K u ta n tefsir edilecek ve sünnet
edilmiş m illetin önünde minberlerde Muhammed’in dininin kutsiyeti
ve doğruluğu ispat edilecekti. F ra n k la tın hnstiyan Avrupa için gör­
dükleri iş büyüktü. Fakat ne olursa olsun BizanslIlar doğuda onlar­
dan çok daha önemli işler görmüşlerdir.»
Müslümanlar, bu başarısızlığa rağmen tam mânâsıyla geri püs­
kürtülmüş değillerdi. Bizzat halife Franklar’a karşı savaşı hırs ve
gayretle destekliyordu. Abdurrahman el-Gafıki’nin halefi Abdülmelik
b. Katan, Franklar’a niçin taarruz etmediği hususunda sorguya çe­
kildi. Abdülmelik, buna uygun olarak yürüyüşe geçti, fakat çok llerle-
yemedi. Preneler’de yerleşmiş olan hnstiyanlar onun ilerleyişine mâ­
ni oldular. Bu başarısızlık sebebiyle Hişam, onu azlederek yerine Uk-
be b. Haccac'ı tayin etti (73S). Ukbe, bir müddet iç durumu düzelt­
mekle meşgul oldu. Nihayet harekete geçip Saragossa’ya geldiği za­
man, eline Berberiler tarafından çıkarılan bir isyanın bastırılmasına
yardım etmesi için Afrika’ya çağıran mektuplar geldi.
Halife Ömer b. Abdülaziz’in ölümünden sonra tekrar haraç ver­
meye mecbur edilen Berberiler, Arap idarecilerinin kendilerine âde­
ta köle muamelesi yapmalan neticesinde infial halinde idiler. Önce
halife Hişam’a müracaat ederek bu haksızlıkların önlenmesini iste­
meye karar verdiler. Fakat halife bunların elçilerini huzuruna kabul
etmedi. Bu adaletsiz tutumun yanında Berberiler arasında yoğun bir
şekilde Harici propagandası da yapılıyordu. 740 yılında Fas’tan Kay-
revan’a kadar uzanan geniş sahada büyük bir isyan patlak verdi. A f­
rika emirleri bu isyan karşısında çaresiz kalmışlardı. Ukbe b. Haccac’
ın Ispanya’dan yaptığı yardımlar da bir netice vermeyince halife Hi-
EMEV1LER DEVRİ 425

şam, Dımaşk valisi Külstim b. İyaz el-Kasri komutasındaki Suriyeli


birlikleri asiler üzerine şevketti. Fakat iyi teçhiz edilmiş ve savaşa
alışkın bu Suriyeli birlikler yan çıplak Berberi süvarilerinin önün­
de dayanamadılar. Nav’am suyu kenarında yapılan savaşta Ktilsüm
ve ordusunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirildi. Ordunun geri kalan
kısmını yeğeni Bele, Septe’ye ve oradan da Ispanya'ya geçirerek kur­
tarabildi. Bu, Araplar’ın uğradıkları en ağır mağlubiyet idi. Ertesi yıl
Berberîler'e karşı kazanılan bir zafer ancak Kayrevan’m kurtanlma-
sını sağlamıştı.

f) Hişam ’m Şahsiyeti:
H alife Hişam'ın yirmi yıl kadar devam eden iktidarı esnasında
askeri bakımdan bazı başarılar kazanılmasına rağmen, onun takip
ettiği m âlî politika Emevi hanedanının y ıkılm asına zemin hazırlamış­
tır. En büyük kusuru servet toplama hırsı idi. Devleti, gelir getiren
bir çiftlik addediyordu. Valileri, ona mümkün olduğu kadar çok vergi
göndermek zorunda idiler. Bu paralan toplamak için başvurduktan
usullere kayıtsız kalıyordu. Maveraünnehr, Afrika ve Ispanya'daki te-
bea onun bu tutumu neticesinde ümitsizliğe düşmüştü. Hiç bir yerde
sevilmemişti. Kendisine hürmet ettirmesini bilmesine rağmen, insan­
lar üzerinde müessir olamıyordu. Dindarlan rencide edecek bir hali
yoktu. Gayr-ı müslimlere karşı da müsamahalı davranıyordu. Kala­
balıktan, debdebeli saray hayatmdan hoşlanmadığı için, Dımaşk yeri­
ne Rusâfe’de oturuyordu. Maliye dairesi onun devrinde en İyi çalı­
şan müesseselerln başında geliyordu.
Hlşam, bütün zamanını çalışmaya hasrederdi. İç yönetim saha­
sında her tarafta başarısızlığa uğramıştı. Bu sebeple geniş devleti
teslim aldığı zamandan çok daha ümitsiz bir durumda terketmlştlr.
Abbasi propogan dasının onun zamanında alevlenmesi tesadüf değil­
dir. Halife Hişam, 6 Rebiulahir 125 (6 Şubat 743) tarihinde vefat et­
miştir.
11 — II. V E L İD B. II. Y E Z İD (125 -12 6 /74 3 -7 4 4)

Halife II. Yezid, hilâfeti kardeşi Hişam’a devrettiği vasiyetname­


sinde kendi oğlu Velid’i ona veliaht tayin etmişti. Bu genç şehzâde,
amcasının sarayında yetişti, fakat hiç bir işe karıştırılmıyor, günle­
rini zevk ve eğlence Ue geçiriyordu. Hişam onda ciddiyet eksikliği gö­
rüyor, bu sebeple onu veliahtlikten uzaklaştırmak istiyordu. Ancak
ailenin ileri gelenleri ve devlet erkânının m uhalefeti sebebiyle bu ar­
zusunu gerçekleştiremedi. Çeşitli baskılar sonucunda saraydan uzak­
laşarak Filistin’in doğusunda tenha çöle çekildi. Burada bütün kont­
rollerden uzak bir hayat sürmeye başladı. Amcasının ölüm haberini
çölde öğrenen Velid, Dımaşk’a giderek hilâfet makamına geçti. Bütün
eyaletlerden murahhas heyetler geldiler. Valiler mektupla itaatlerini
arzederek bulundukları bölgelerde onun namına aldıkları biati bildir­
diler ve hilâfette meydana gelen değişikliğin ne büyük sevinç uyan­
dırdığını belirttiler.
Velid, halife olur olmaz. Hişam’ın maiyetinde bulunan memurları
azl ve haps etti. Her yerde maaşları artırdı. Bunun için elinde bulu­
nan amcasının biriktirdiği paraları cömertçe harcamaktan çekinme­
di. Düşmanlarmı çok ağır şekilde cezalandırdı. Hemen bütün eyalet­
lerdeki valileri değiştirerek kendi adamlarını onların yerine tayin etti.
Gençliğinde çektiği acılar sebebiyle insanları hor ve hakir görme
huyunu halife olduktan sonra da devam ettirdi. Halife olduktan son­
ra tekrar çöle çekilerek ailesinden uzaklaştı. Umumi efkara hiç önem
vermediği gibi, bundan haberdar bile olmak istemiyordu. Sarayda çev­
resini şarkıcılar, edipler teşkil ediyordu. Av köpeklerini ve atlan çok
severdi. Gecelerini içki âlemleriyle geçirirdi. Son derece kuvvetli olup
eğere sıçrarken ayağına bağlanmış ve yere çakılmış bir kazığı sökebi-
lirdi. Her şeye iktidarı vardı, fakat her şey onun için sadece bir he­
vesten ibaretti ve bu heves de onda mütemadiyen bir daldan bir dala
atlardı. Alimane bir dini sohbete dalar, fakat sonra kadehleri devirir
ve mukaddes olan şeylerle alay ederdi. İdarî faaliyetleri bir spor sa­
yıyor ve ciddi bir şekilde bununla uğraşmıyordu. Çabuk kızar ve kız­
dığı anlarda zalimce davranmaktan çekinmezdi.
Hişam’ın biriktirmiş olduğu paraları çok çabuk tüketti. Munta-
EMEVİLER DEVRİ 427

zam ve muayyen gelirler ona yetmiyordu. Irak valisi Yusut b. Ömer


onun bu zaafından İstifade ederek kendi menfaatine bazı icraatte
bulunmuştur ki, bu halifeyi daha kötü durumlara sevketmiştir. K a­
bileler arasındaki mücadeleler onun zamanında daha da şiddetlen­
miştir. Velld, çok kısa zamanda, kendi ailesi mensuplan da dahil he­
men herkesin düşmanlığını kazandı. Nihayet onun tahttan indirilme­
sine karar verildi. Mukabil halife olarak Yezid b. Velld b. Abdülmellk
ortaya atüdı ve etrafa çok para dağıtmak suretiyle taraftar kazan­
maya çalıştı. Nutuklan, takındığı tavır ve hareketlerle dindarları da
kendisine çekmeye muvaffak oldu. Tayin edilen günde Dımaşk’a g i­
derek taraftarları ile temasa geçti. Şehirde yeteri kadar asker bu­
lunmaması sebebiyle şehre hâkim oldu ve biat aldı. Fakat II. Velld İle
mücadele İçin asker toplamaya sıra gelince buna pek az kimse katıldı.
İk i bin kişilik bir kuvvet toplanabildi, ö te yandan II. Velld, Dımaşk'
tan gelen bu kuvvetleri bile karşılayacak askere sahip değildi. Y a­
nında ancak birkaç yüz kişilik bir birliği vardı. Çarpışmalar başladı­
ğ ı zaman, onlar da kendisini terkettiler. Velid, cesurca dövüştü. Ça­
resiz kalınca kaleye çekilip Kur’an okumaya başladı. Bu vaziyette İken
öldürücü darbeye maruz kaldı (27 Cemazlyelahir 126/17 Nisan 744).

II. Velid'in hilâfeti elinde tutuşu bir lânet, bir musibet olarak
değerlendirilmektedir. Buna rağmen II. Velid'in öldürülmesi Emevi
hanedanının hâkimiyetinin sona erdiğini haber veriyordu. Bizzat
Umeyye ailesi mensuplan, şimdiye kadar kendi 6Ulâlerlne dalma sa­
dakat göstermiş olan Suriye’de, hilâfetin itibarım'sarstıktan için eya­
letlerdeki karışıklıklar artık önlenemez hale gelmişti.
12 — I I I . Y E Z İD B. I. V E L İD (126/744)

III. Yezid Dımaşk’ta resmî biat esnasmda H. 126 (17 Nisan 744),
kendisine Ömer b. Abdülaziz'i örnek aldığım, inşaat yapmamayı, ka­
nal açtırmamayı, servet biriktirmemeyi, bir eyaletten elde edilen pa­
rayı sadece bu eyalet ihtiyaçları için harcamayı, ne kendilerinin ne
de karılarının fena yollara sapmamalarım sağlamak için askerlik mü­
kelleflerini gereğinden fazla savaş yerlerinde tutmamayı, gayr-ı müs-
lim arazi sahiplerine ümitsizlik ve perişanlıkla evlerini ve arazilerini
terketmemeleri için ağır yükler yüklememeyi ve her zaman için za­
yıfların kuvvetlilerden ettiği şikâyetleri dinlemeyi tekeffül ettiği uzun
bir nutuk söyledi:
«E ğer bunları yapmazsam, beni azledebilir veya cezalandırabilir­
siniz, benden daha lâyık bir kimse varsa, başınıza getirin, ona ilk biat
edecek kişi ben olacağım » diyerek nutkunu bitirdi.
Yezid, tam mânâsıyla Yem en kabilelerine, özellikle de K elb kabi­
lesine dayanıyordu. Çevresinde Kays kabilesine mensup kimse bulun­
muyordu. Irak valiliğine gözünü budaktan sakınmayan Mansur b.
Cumhur’u tayin etti. Mansur, Irak’ta halife değişikliği sebebiyle her­
hangi bir kargaşalığın çıkmasına meydan vermedi. Sicistan ve Sind
eyaletleri de aynı şekilde I II. Yezid’in halifeliğini tanıdı ve buraya va­
li olarak bir K elbli getirildi. M ısır da biat eden eyaletler arasında yer
alıyordu. Horasan’da Nasr b. Seyyar, Ermeniye ve Azerbaycan’da Mer-
van b. Muhammed, yeni halifeyi tanımamakla beraber, bir harekete
geçmektense beklemeyi tercih ettiler. Çok beklemeye de lüzum kal­
madı. Yezid 12 Zilhicce 126 (25 Eylül 744) tarihinde öldü. Kendisine
halef olarak kardeşi İbrahim b. Velid’i tayin etmişti.
13 — İB R A H İM B. I. V E L İD (128-127/744)

İbrahim b. Velld’in haille ilân edilmesi Üzerine İç karışıklıklar


daha da hızlandı. Ermeniye ve Azerbaycan valisi Mervan b. Muham-
med, İbrahim ’in haille olduğunu haber alınca, II. Velid’ln mirasçısı­
nın haklarını korumak bahanesiyle İsyan bayrağım açarak Suriye
üzerine yürümeye başladı. Mervan, on iki yıldan beri Kalkasya'da
Hazarlar ile mücadele etmekte İdi. Orada edindiği tecrübelere dayana­
rak orduyu yeniden tanzim etti. Kabilelere göre tertip edilmiş olan
eski taksimatı terkederek, şimdi başlarında meslekten yetişme asker­
lerin bulunduğu alaylara bölmüştü. Mervan, politika oyunlarına da
vakıf bulunuyordu. Her tarafla İrtibat kurmuştu. Bu sayede meydana
gelen değişikliklerden de kolaylıkla haberdar oluyordu. II. Velld’ln
katledilmesini tel’ln etmesine rağmen harekete geçmemişti. Ancak
bunu zamanı gelince koz olarak kullanacaktı. Beklediği an, İbrahim'in
halife ilân edilmesiyle gelip çatmıştı.

Mervan, Fırat üzerinden Suriye’ye doğru hareket etti. Kınnesrln’


de Kays kabilesi mensuplan ona katıldılar. Hıms Araplan da onun
taratm a geçtiler. Antilübnan ırmaklarından Ayn el-Carr yakınlarında
halife Hişam’ın oğlu Süleyman'ın birlikleri tarafından karşılandı. Y a­
pılan savaşta Süleyman mağlup oldu ve Dımaşk'a kaçtı. Ordusu da­
ğıldı. Mervan, bunlara müsamahalı davrandı. Süleyman, Mervan gel­
meden toplayabildiği hâzinelerle İbrahim ile birlikte Kelblller'ln mer­
kezi olan Tedm iir’e sığındı. Mervan, Dımaşk’a girerek 28 Safer 127
(7 Aralık 744) tarihinde halifeliğini İlân etti.
14 — II. M E R V A N B. M U H A M M E D (127 -13 2 /74 4 -7 4 9)

Mervan, Dımaşk’ta biat aldıktan sonra, istinat ettiği Kays kabi­


lesinin çoğunlukta bulunduğu Harran’a g itti ve devlet merkezini ora­
ya nakletti. Merkezin Harran’a nakli üzerine, Sabit b. Nuaym'ın ida­
resinde Suriye’de bir isyan çıktı. Kısa zamanda bütün Suriye şehirleri
Isiler tarafına geçti. 745 Temmuz’unda Hıms önlerinde görülen Mer­
van, diğer bir birliğini de muhasara edilmiş olan Dımaşk üzerine gön­
derdi. Hıms ve Dımaşk, âsilerden kurtarıldıktan sonra, Filistin de itaat
altma alındı ve isyanın elebaşısı Sabit, yakalanarak idam edildi.
Irak, M ervan’m halifeliğini tanımamıştı. Suriye’deki isyanın bas­
tırılmasından sonra İrak üzerine yapılacak sefere on bin kadar Su­
riyeli askerin de katılmasını istedi. Bu on bin kişi Rusâfe yanmdan
geçtikleri sırada, burada oturmakta olan Süleyman b. Hişam’ı, halife
sıfatıyla başlarına geçmeye ikna ettiler. Süleyman, kolaylıkla Kın-
nesrin’i zaptetti. Her taraftan Suriyeliler ona katılmak için koşuştu­
lar, sayılan yetmiş bin civarına ulaşmıştı. Mervan bunun üzerine K ü­
fe yolunda olan ordunun küçük bir kısmını İbn Hubeyre (Yezid b.
Ömer b. Hubeyre) komutasında Durin’de bırakarak kendisi geriye
döndü. Kınnesrin yakıtımda Süleyman'ı mağlup etti. Süleyman’ın ha­
lifeliğini tanıyan Suriye şehirlerini teker teker ele geçirerek surlarını
tahrip ettirdi.
K û fe’de A li taraftarları, bu kanşıklıklardan istifade cihetine g i­
derek Hz. A li’nin kardeşi Cafer’in neslinden gelen Abdullah b. Muâvi-
ye’yi imam ilân ettiler. Birkaç y ıl evvel Hişam’a karşı isyan etmiş
olan Zeyd b. A li’nin taraftarları onu desteklemeye karar verdiler. K ü­
fe valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz bunlara karşı müsamahalı
davrandı İse de Alevîler’in kaleyi İşgal etmeleri üzerine harekete geçti
ve onlan mağlup etti. Abdullah b. Muâviye bu yenilgiden sonra (K a ­
sım 745) Medâin üzerinden Medya’ya kaçtı. Taraftarları süratle artı­
yordu. İsfehan, Fars, Ahvaz ve Kirm an ona itaat etti. 747 yılında Mer­
van’m komutanlarından Âm ir b. Dubara tarafından da mağlup edi­
lince Horasan’a kaçtı ve burada Ebû Müslim tarafından öldürüldü.
K üfe valisi Abdullah b. Ömer, Mervan’m halifeliğini kabul et-
EMEVÎLER DEVRİ 431

memlşti. Yem enli kabileler (Kelb ve Kudâa) onun etrafında toplan­


dılar. Mervan, onu valilikten azlederek yerine Nadr b. 3aid el-Hara-
şî’yi getirdi. Bu iki şahıs arasında pek şiddetli olmamakla beraber,
meydana gelen çarpışmalar dört aydan fazla sürdü. Fakat ortaya çı­
kan Haricî tehlikesi bu İki şahsı, müşterek düşmana karşı birleşmeye
mecbur etti. Haricîler Dahhak b. Kays el-Şeybani İdaresinde Küfe ön­
lerinde bu iki valiyi yendiler, Kûfe’yi aldılar. Dahhak yirmi ay ka­
dar K û fe’de kaldıktan sonra el-Cezîre üzerine yürüyerek' Musul'u zap­
tetti. Mervan, büyük bir tehlikeye maruz kalmıştı. Suriye'deki isyanı
bastırmakla meşgul olan Mervan, Haricîlere karşı oğlu Abdullah’ı gön­
derdi. Nusaybin yakınında yapılan savaşı Abdullah kaybetti. Mervan,
Suriye’deki isyanı bastırdıktan sonra Hariciler üzerine yöneldi. Kefer-
tusa yakınında yapılan savaşta Haricîler mağlup edildi ve Dahhak
savaş meydanmda öldü (Eylül 746).
Mervan b. Muhammed, rahat bir nefes alma fırsatını bulduğunu
zannettiği bir sırada Emevî hanedanının tehlikeye girdiğini gördü.
Horasan valisi Nasr b. Seyyar, Abbasîler’in uzun zamandan beri ta­
raftarlarını siyah bayrakları altına toplayan hareketlerinden kendisini
önceden haberdar etmiş, fakat Mervan onun acele yardım isteyen ri­
calarını yerine getirememişti. Horasan’da Arap hâkimiyetinin düşman­
ları, çeşitli ırk ve dini görüşe sahip olmalarına rağmen müşterek düş­
man saydıkları Emeviler’e karşı birleşmişlerdi. Abbasiler, Horasan’da
Emevîler’e karşı duyulan düşmanca hisleri kendi menfaatleri İçin
kullanmasını bildiler. İmam İbrahim b. Muhammed, nakib ve dâller
vasıtasıyla ortamın hazırlanmasını müteakip 746 yılında aslen Arap
olmayan Ebû Müslim’i Horasan'a gönderdi.
15 Haziran 747 tarihinde Abbasi taraftarlarının toplu halde bu­
lundukları Sikazenç’te İmam İbrahim’in gönderdiği siyah bayrak açıl­
dı ve Ramazan bayramına tesadüf eden aynı gün Abbasiler namına
hutbe okundu. Ebû Müslim, çoğunluğunu Arap olmayanların oluş­
turduğu taraftarlarım K ur’an ve Hz. Peygamberin sünneti üzerine
yemin ettirerek herkesin üzerinde ittifak edeceği Hz. Peygamber sü­
lâlesinden birine biate davet ediyordu. Kısa zamanda kuvvetlerinin
tehlike arzedecek hale gelmesi Merv’de birbirleriyle mücadele etmek­
te olan Arap kabilelerini birleşmeye sevketmiştir. Fakat uzun zaman­
dan beri süregelen düşmanlıklar her şeye rağmen yekvücud halinde
harekete geçmelerini önlüyordu. Bundan İstifade etmesini bilen Ebû
Müslim, fazla zorluk çekmeden M erv’c girmeye muvaffak oldu. Nasr
b. Seyyar ise artık ihtilâlcilere bir şey yapacak durumda değildi.
Ebû Müslim, Merv, Merv el-Rûd, Herat ve Nesa şehirlerine hâ­
kim olmuştu. Nasr b. Seyyar ise Nişapur’da tutunuyordu. Abbasiler’
432 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

in ordusuna, İmam İbrahim tarafından tayin edilmiş bulunan Kah-


taba b. Şeblb komuta ediyordu. Kahtaba, Tus yakınında Nasr'm bir­
liklerini mağlup etti. Artık Horasan'da Emevi kuvvetleri çökmüştü.
Nasr daha fazla dayanamayacağını anlayınca Haziran 748 tarihinde
Nişapur’u terketti. Bir müddet sonra Ebû Müslim karargâhmı Merv'
den Nişapur’a nakletti. Nasr b. Seyyar Kum ls’te ihtilâlcilere karşı sa­
vaşıyordu. Halife Mervan’ın emri üzerine Irak valisi Yezid b. Ömer
b. Hubeyre’nin gönderdiği yardımcı kuvvetler Nasr ile birleşemeden
1 Ağustos 748 tarihinde mağlup edildiler. Kahtaba b. Şebib, Kumis,
Rey ve Hemedan şehirlerini ele geçirerek 749 yılında Isfehan’da Nasr’ı
tekrar yendi. Artık Abbasî birliklerine Irak yolu açılmıştı.
Bu mücadeleler sırasında Kahtaba’nm ölümü üzerine • komutayı
ele alan oğlu Haşan 2 Eylül 749 tarihinde K û fe’ye girdi. Kûfe'nin
zaptmı müteakip Abbasî ailesi ortaya çıktı ve İm am İbrahim ’in vasi­
yetine uyularak 28 Kasım 749 Cuma günü K ü fe camiinde Ebû’l-Ab-
bas ve yeni hanedan adına bîat alındı. B ir kısım kuvvetler güneyden
Irak üzerine yürürken Abbasî ailesinden Abdullah b. A li komutasın­
daki ikinci ordu da kuzeyden Suriye’ye doğru ilerliyordu.

Halife Mervan, Suriye ve el-Cezire Araplarmdan topladığı bir or­


du ile Büyük Zab suyu kenarında Abdullah’ı karşıladı. Savaş 16 Ocak
750 tarihinde başladı ve on gün devam etti. Sonuçta Mervan’m birlik­
leri arasmda çıkan anlaşmazlık sebebiyle Abdullah galip geldi. Mer­
van, Harran üzerinden Dımaşk’a, orada da tutunamayacağını anlayın­
ca M ısır’a kaçtı. Abdullah b. Ali hiç bir mukavemetle karşılaşmaksı-
zın Dımaşk önlerine geldi ve kısa bir kuşatmadan sonra 26 Nisan 750
tarihinde şehri ele geçirdi. M ervan’ı takip edenler Yukan Mısır’da Bu-
sir adlı yerde ona yetiştiler. Yapılan savaşta Mervan öldü. Böylece bir
asırdan beri İslâm devletinin kaderine hâkim olan Emevi hanedanı
son bulmuş oluyordu.
Y E D İN C İ BÖ LÜ M

E M E V lL E R D Ö N E M İN D E F İK İR H A R E K E T L E R İ

Emevîler dönemi, kısa sürmesine rağmen fikri ve kültürel hare­


ketler bakımından büyük bir canlılık arzeder. Hattâ denebilir kİ, İs­
lâm tarihindeki fikir hareketlerinin büyük bir bölümü, köklerini Eme-
viler döneminde ortaya çıkan fikri cereyanlarda bulur. Bunların bir
bölümü sırf fikrî nitelik taşırken, diğer bir bölümü ise hem fikri, hem
de askeri bir mahiyet arzeder. Biz burada, İslâm tarihinde İz bırak­
mış fikrî ve askerî hareketlerin Emevîler döneminde nasıl oluştuğunu
anlatmaya çalışacağız. Bu hareketler şu isimler altında sıralanabilir:
a) Şîa,
b) Şia hareketine bağlı olarak ortaya çıkan Muhtar b. Ebi Ubeyd
es-Sakafî hareketi,
c) Abdullah b. Zübeyr hareketi,
d) Mürcie, Cebriyye ve Mutezile.

İSLÂM VE F IR K A LA R

«F ırka»nın sözlük anlamı, «parti, gurup» demektir. İnanç teme­


linde Tevhid’e dayanan İslâm'da, partileşme, guroplaşma hadisesi­
ne yer olmaması gerekir, özellikle sağlam bir iman sistemi ortaya
koyan İslâm'ın akide sisteminin bölünmelere yol açması garip görü­
nür. Ancak guruplaşma olayı da bir vakıadır.
Yukarıda adlarını verdiğimiz fırkalaşma hareketleri, İslâm toplu­
nunum krizli bir anında, kimi zaman hissi-siyasi mülâhazalarla baş­
layıp, daha sonra akide temeline oturan ve zaman içinde İ6lâm’a ay­
kırı sistemler tarafından İslâm'ın dışına çekilen ve sadece İslâm'a za­
rarından söz edilebilecek faaliyetlerdir. K im i zaman ise, daha baş­
larken bir sapmadan hareket edilmiş ve bizatihi İslâm’a zarar veril-
F. : 28
434 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

mesl düşünülmüştür. Bunlardan bir kısmı samimî niyetlerle başla­


mış, daha sonra hareketin gelişme seyri içinde umulmadık sonuçlarla
karşılaşarak müspet karakterini kaybetmiştir. Bir kısmı ise, başlan­
gıcı itibariyle de, sonuç olarak da İslâm’la mücadele İçindeki gurup-
larca yönlendirilmiştir. Böylece «İslâm 'da fırka» denince ortak nok­
tanın sadece İslâm dünyasında doğmuş olmak olduğunu bilmek ge­
rekir. Fırkaların İslâmî nitelikli olup olmadığı ise çok tartışma götü­
rür bir husustur.
İslâm'da ortaya çıkan fırkaların akide yapıları ve ortaya çıkış se­
beplerini açıklamak suretiyle, bir bakıma bunlatın İslâm’la ilgisi ko­
nusunu ila açıklamış olacağız.
F İK R Î VE ASKERİ HAREKETLER

1— ŞİA

A. Ş İA ’N IN DOĞUŞ SEBEPLERİ

İslâm tarih ve medeniyetinde Şia’dan söz etmek gerektiğinde iki


nokta üzerinde durulmalıdır:
a) Şia’nın inanç ve düşünceleri,
b) İktidarı ele geçirmek için giriştikleri ihtilâl teşebbüsleri.

Şia fikriyatı, Emeviler döneminde doğup gelişmiş, iktidarı ele


geçirmek için giriştikleri ihtilâl hareketlerinin en güçlüsü de yine
bu devirde ortaya konmuştur. Öyle ki, bu hareketler sonunda, bir
«Şia iktidarı» kurmak gayesiyle Emeviler yıkılmış, ancak neticede
daha sonra açıklanacağı gibi iktidar, Abbasiler’in eline geçmiştir. İk ti­
darın şu veya bu soyun eline geçmesi ayrı bir konudur. Ancak, Emevi­
ler dönemi boyunca Şia’nın yönlendirdiği bir, «fik ir ve hareket» kar­
maşasından söz etmek zaruridir. Ayrıca Emeviler döneminde Şia’dan
bahsetmek, bu ve bunu takip eden dönemlerdeki hadiselere ışık tut­
ması bakmamdan da büyük önemi haizdir.
Şia, Hz. A li’ye taraftar olmak demektir. Taraftar olanların herbi-
rine de «Ş ii» denir. (1) Hz. Peygamber’ln vefatından hemen sonraki
ilk anlarda bile hilâfet konusunda Hz. Ali'nin tarafım tutanlar vardı.
Câbir b. Abdullah, Huzeyfe b. el-Yeman, Selman el-Farisi, Ebû Zer
el-Gifari bunlardan birkaçıdır. Şimdi hadiseleri ana çizgileriyle hatır­
layalım:
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra Ensar, Beni Saide saki-
fesinde toplanarak bir halife seçmek istediler. Bunu haber alan Hz.
Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde derhal oraya giderek olaya
müdahale ettiler. Hz. Ebû Bekr Hz. Peygamber’ln, «İm a m la r Kureyş"
tendir» buyurduğunu bildirdi. Yapılan konuşmalardan sonra, Hz. Ebû
Bekr halife seçildi ve kendisine biat edildi. İşte bu sırada Hz. Ali, Hz.
Ebû Bekr’ln rivayet ettiği hadisi kastederek, «Ağacı delil olarak gös-

(1) Şehrlstani, el-Milel ve'n-Nlial, I, 131


436 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LA M T AH IH I

terip, meyvesini u n u ttu la r» dedi. Hz. AH, söz konusu hadisten «akra­
balık» unsurunu çıkarmış ve halifenin Hz. Peygamber’in yakın akra­
balarından olmasının daha uygun olacağını düşünmüştü.
H ilâfet için Hz. Peygamber’e akrabalık tercih sebebi sayılırsa, Hz.
Ali, Hz. Peygamber’e Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’den daha yakın ol­
maktaydı. Fakat Hz. Ebû Bekr ve Ömer’in bu hadisten, akrabalığı de­
ğil, Kureyş'in güç ve itibarının tercih sebebi olacağını anladıkları
açıktır. Çünkü Kureyş, Araplar arasında gücü ve sözü geçerli bir ka­
bileydi. Otoritesine boyun eğilir, itaat edilirdi. Nitekim, Hz. Ebû Bekr,
Beni Saide sakifesinde yaptığı konuşmada, bu kanaatini bizzat, « Bu­
nunla beraber biz, nesep bakımından Arapların en ortasıyız» diyerek
açıkladı. Hz. Ömer de bu yöndeki görüşlerini, « Şayet Kureyş K eler
deliğine girse, Araplar da g i r e r » ( l ) ifadesiyle bildirdi.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer, üstün ahlâklarıyla hiç bir zararh fikrin
kendi devirlerinde ortaya çıkmasına ve yayılmasına fırsat vermeyerek
âdeta Asr-ı Saadet'i devam ettirdiler. Onların döneminde müslüman-
lar, büyük bir huzur içinde yaşadılar. İslâm'ın gücü Arap yarımadası­
nın dışına kadar yayıldı.
Hz. Osman’m hilâfet dönemi ise, aynı huzur ve sükûnet içinde
geçmedi. Biraz yaşlılığı, biraz da halim selim olması sebebiyle İslâm ’da
ilk muhalif hareketlerin onun döneminde ortaya çıkmaya ve güçlen­
meye başladığını görüyoruz. Burada, İslâm’ı içten yaralamak amacıy­
la müslümanlığı kabul etmiş gözükerek çeşitli fitne hareketlerini or­
ganize eden yahudi asıllı Abdullah b. Sebe sahneye çıkıyor. (2) İbn

(1) İbn Kuteybe, el-İmüme ve's-SIyâse, I, S


(2) Abdullah b. Sebe’nln, gerek Şlllerl bir gurup haline getirme, gerekse
muhtelif fırsatları kollayarak, Şia'ya sapık fikirleri sokma, faaliyetini
tetkik ederken, bu alandaki en güvenilir kaynaklardan istifade edil­
miştir. Burada ayrıca Hz. A li ve Ehl-1 Beyt'l sevmekten ve hilâfetin
onların hakkı olduğunu belirtmekten başka düşüncesi olmayan hakiki
işlilerle, Şii sayılmadıkları gibi bazan müslllman bile addedilmeyecek
olan Şia İstismarcıları arasındaki farklar belirtilmiştir. Bunlar Hz. Ali
ve Ehl-1 Beyt gölgesine sığmarak kendi gizil em ellerini gerçekleştir­
mek ve bir çok müslümanın zihnini İğfal etme yolunu tutmuşlardır.
Bunların İlk yönlendiricisi İse Abdullah b. Sebe'dlr.
Ancak burada farklı bir görüşü de zikretm eliyiz: Irak «Usulu’d-Dln
Fakültesi» Dekanı Murtaza el-Asker i, «Abdullah b. Sebe» İsimli kita­
bında Abdullah b. Sebe'nln, H. ITO <786) den sonra ölen Seyt b. Ömer'
İn uydurduğu bir efsane olduğunu Heri sürmektedir. A yn ı zamanda mü­
ellif başka rivayetlerden farklı olarak, Seyf'den nakillerde bulunmuş,
bunları kanaatine delil olarak göstermiş ve Seyf'ln rivayetlerindeki
sapmaları örneklerle açıklamaya çalışmıştır.
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 437

Sebe ile ilg ili bilgiler, onun müslüman görünerek İslâm’ı içten yık­
mayı amaçlayan bir münafık olduğunu gösteriyor.
Abdullah b. Sebe, Hz. Osman devrinde iki gurubu görüyordu. Bun­
lardan birisi^ halifenin tutumuna karşı çıkıyor, yaptıklarını eleştiri­
yor ve bu görüşlerini İslâm! bazı kaynaklarla desteklemeye gayret
ediyordu. Diğer gurubu ise, halifeye bağh ve İdaresinden hoşnut olan­
lar teşkil ediyordu. İbn Sebe, asü hedeflerine ulaşmak İçin halifeye
muhalif olanların tarafını tutmayı uygun buldu. Şia tarihinde Abdul­
lah b. Sebe’nin iki önemli işi gerçekleştirdiği söylenebilir:

1 — Abdullah b. Sebe, halifeye karşı olanları bir araya getire­


rek onlardan bir gurup oluşturmuş, kitlelerin dikkatini, sevgi ve şef-
kâte çekmek için de bu gurubu birbirine Ehl-i Beyt’e tâbi olmak ve
onları sevmek duygusuyla bağlamıştır.
2 — Abdullah b. Sebe, Şia fikriyatına çeşitli felsefi düşüncelerin
sokulmasını başlatmıştır. Mesele, Hz. Ali'nin «Ağaç ve meyvesi» üze­
rine söylediği sözlerden ibaret kabul edilemez. Şia'nın da bu sözler
üzerine bina edildiği görüşü yeterli değildir. İbn Sebe, Şiiliğe karan­
lık bir takım şüpheler ve inançlar sokmuş, doğru rivayetleri tahrip
etmiş, bir çok da hadis uydurmuştur. Sonraları Şia bünyesinde de­
ğerlendirilen İslâm dışı sapık fikirlerin zehirli tohumlarını ekmiştir.
Aynı fikirde olan çağdaşlan ve sonrakiler de bu yolda onu takip et­
mişlerdir.

Ancak bu dOşilnce pek tutarlı gözükmemektedir. Zira böyle olduğu­


nu kabul edersek o takdirde, başlangıcında bir çok sapıklık ve dala­
letlerden uzak ve temiz olduğunu bildiğimiz Hz. A li taraftarlığı ma­
nasındaki «Şia'ya bütün bunları sokan kimdir?» seklinde önemli bir
soru ortaya çıkacaktır. Kanaatimizce, İslâm düşmanı güçler, hilâfet
meselesindeki burukluğu bir zaaf noktası olarak görüp Ehl-i Beyt’ln
arkasına gizlenmeyi, bcylece zehirlerini akıtmayı tercih etmişlerdir.
Ehl-1 Beyt'in müteaddit defalar, bunların maksatlarını keşfederek kar­
şı çıktıkları da tarihi hakikatlerdendir. Ancak bu gayretlere rağmen
şer güçler, İşin peşini bırakmamış, her türlü vasıtaya baş vurarak
Şia hareketini bulandırmaya muvaffak olmuşlardır.
Burada kesin olarak belirtilebilir kİ. bu saptırma hareketini baş­
latan ve yürüten İslâm düşmanı bir unsurun varlığı söz konusudur.
O da Abdullah b. Sebe veya kendisine bu İsmin verildiği diğer bir şa­
hıstır. Böylece ona tâbi olanlar, ondan sapık görüşleri alarak uzun
süre dev adımlarla bu dalâlette yol almışlardır, önem li olan İsim de­
ğil. fakat Abdullah b. Sebe'ye nispet edilen başlangıçtaki fitne hare­
ketidir. Bir diğer önemli konu İse Şia'ya bağlı görünüp de İslâm'ı yık­
m aya çalışan ve bizatihi Şia'yı şâlbe altında bırakan «Sebecller'ln» fit ­
neleridir.
438 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

B. A B D U LLA H B. SEBE’N İN İŞ İN } K O L A Y L A Ş T IR A N
SEB EPLER :
Ayrıca, Abdullah b. Sebe'nin amacına ulaşmasına yardım eden ba­
zı sebepler de vardır. Bunlar:
1 — Hz. Osman’m yakınlarına karşı tutum ve davranışları ile
bazı hareketleridir. Öyle ki bu durum, Hz. Osman’ı, önceki iki halifey­
le karşılaştırıldığında savunulamaz hale düşürmüştür.
2 — Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’ini destekleme arzusundan, sev­
gisinden ve onlara yardımcı olabilme duygusundan doğan tabiî eği­
limdir.
3 — Hz. A li’nin güzel ahlâkı, derya gibi bir ilme sahip olması ve
İslâm’ın yayılması için gösterdiği emsaline ender rastlanan kahraman­
lıklarının bilinmesidir.
4 — «Hz. A li’nin lâyık olduğu halifelikten uzaklaştırılarak, hak­
sızlığa uğratıldığı» kanaatinin kamuoyunda giderek üzüntü veren bir
konu haline gelmesidir.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer devirlerinde, onların İslâm’a hizmetleri,
Hz. Peygamber’e yakınlıkları ve hilâfete lâyıkıyla ehil olmaları sebe­
biyle Hz. A li’nin durumu, halkta büyük bir üzüntü kaynağı olmamış­
tır. Ancak Hz. Ömer’den sonra Hz. A li’nin halife olacağına dair halk­
ta bir beklenti mevcuttu.
Hz. Ömer’in vefatından önce bizzat Hz. Ömer tarafından belirle­
nen altı kişilik Şûra ise, konuyu görüştü ve oylar eşit çıkınca üye­
lerden Abdurrahman b. A vf'ı hakem tayin etti. Abdurrahman b. A v f
da Hz. Osman’ı tercih edip, halife seçtiğini ilân etti. Bunun üzerine
Hz. Ali'nin, « Bugün aleyhimize hareket ettiğiniz ilk gün değildir» di­
yerek, «A rtık bana düşen güzelce bir sabır. İddialarınız karşısında an­
cak A llah'tan yardım is te n ir.n (l) meâlindeki âyeti okuması ve biz­
zat haksızlığa uğradığı kanaatini ifade etmesi halkın çoğunluğunu bü­
yük üzüntüye şevketti. İbn Abd-i Rabbih’in rivayetinde ise, Hz. Ömer’
in vefatım takip eden Şûra olayı hakkmda Hz. A li’den şu sözler nakle­
dilmiştir: uAbdurrahman b. A v), kendisini bu işten hariç tutacağına
ve halkın um um i arzusu istikametinde bir halife seçeceğine dair bi­
ze söz vermişti. Ancak, elini Osman'a uzatıp ona biat etti. Ey Allah’
ım ! Buna üzülmedim dersem muhakkak ki, yalan söylemiş olu-
r u m .»(2 )
5 — Hz. A li’nin hilâfeti esnasında K û fe’yi başkent edinmesidir.
Küfe, bu tarihten itibaren Şiîliğin merkezi olmuştur. O sırada Küfe,

(1) Taberi, III, 297: Yusuf sûresi, âyet !8


(2) İbn Abd-1 Rabblh. el-İkdu'l-Ferid, IV. 303
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 430
Zerdüştlükten Maniheizm'e ve Mazdekizm'e kadar bir çok din ve mez­
hebin etkisi altında bulunuyordu.
6 — İran’da İslâm'dan önce «damarlarında İlâhi kan taşıdıkları»
kanaatiyle, yönetim hakkının sadece yöneticilerin ailelerine alt oldu­
ğuna hükmeden, «İlâhî Hak» düşüncesi hâkimdi. Bundan dolayı hal­
kın onlara itaat etmesi gerekiyordu. Yöneticilerin bu ailelerden se­
çilmesi «Mukaddes» bir görevdi. Şüphesiz AUah, yönetimi sırf onlara
vermiş ve onları kendi tarafından bir ruhla takviye etmiştir. Onlar
Allah'ın yeryüzündekl gölgesidir. Allah onları, kullarının İşlerini dü­
zenlemeleri için yeryüzüne yerleştirmiştir. Onlann nezdlnde halkın
hiç bir hakkı olmadığı halde, halk meliklere itaat etmek, boyun eğ­
mek mecburiyetindedir. (1)
İranlIlar, İslâm’a girdiklerinde bu düşünce, şüphesiz henüz unu­
tulmuş değildi. Bir şuuraltı birikimi halinde yaşıyor olmalıydı kİ, Pey­
gamber ailesinin yönetime en lâyık ve halkın da bu aileye İtaat etmek
zorunda olduğu görüşüne kısa sürede ısınmışlardı.
T — İslâm yönetimine boyun eğmekle birlikte, menfaatleri ha-
leldâr olduğu için kızgınlık içerisinde bulunanlar da vardı kİ, bunlar,
Muhalif kuvvetlerle birleşmeyi kendi nefsi çıkarları İçin gerekil gör­
müşlerdir. Bunlar, İslâm’ı yıkmak ve eski düzenlerini yeniden kurmak
istiyorlardı. Bundan dolayı müslüman görünerek mücadele vermek
ve hedefe ulaşmak istediler. Bir yandan İslâm yönetimini, diğer yan­
dan da uydurdukları hadislerle dinin temellerini yıkmak İçin faali­
yete geçtiler.
Makrizi ise şöyle demektedir:
«İranlIlar, çok köklü ve eski bir devlet ananesine sahip oldukla­
rından, Arapları kendileri İçin tehlikesiz bir millet saymaktaydılar.
İran devleti, Arapların gücüyle yıkılınca durum değişti. İran’da hâlâ
eski inançlara bağlı olanların tedirginliği arttı. Hile ve tuzaklarını İs­
lâm’a çevirince gördüler ki, bu yol İslâm’ı yıkmak için daha faydalı­
dır. Bundan dolayı bir kısmı müslüman olmuş göründü. Ehl-1 Beyt’i
sevdiklerini ve Hz. A li’nin haksızlığa uğradığını ileri sürerek Şiî top­
luluğunu destekler göründüler. Böylece onları dolambaçlı yollara so­
karak doğru yoldan (Hak’tan) saptırdılar.» (2)
İbn Abd-i Rabbih’in Şâbi’den rivayeti ise şöyledir:
«R âfiziler(3 ) bu ümmetin yahudileridir. Yahudilerin, hrlstiyan-
lara kızdığı gibi onlar da, İslâm’a kızarlar. İslâm’a Allah korkusun­
dan veya isteyerek değil, fakat kin duydukları müslümanlara zulme­

ti) Ahmed Emin, Fecnı’l-İslâm, 111


' (2) Makrizi, el-Hıtat, I, 263
(3) Râflza, Şia'nın bir koluna verilen İsimlerdendir. Onlara by İsmi, ken-
440 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

debilmek için girmişlerdir. Hz. A li de onları, ateşte yakarak ve sür­


güne göndererek cezalandırmıştır. Râfizîlik belâsı, yahudi belâsı gi­
bidir. Çünkü yahudilerin, «İdare Davudoğullan’ndan başkasmm hak­
kı değildir» dediği gibi, Râfiziler de bu hakkın sadece A li b. Ebî Tâ-
lib evlâdına ait olduğunu iddia etmektedirler. Yahudiler nasıl, «Bek­
lenen Mesih çıkmadıkça Allah yolunda savaş olmaz» derlerse, Râfizî-
ler de bunun, «Mehdi çıkmadıkça olm ayacağım» söylemişlerdir. Y a ­
hudiler nasıl müslüman kanım akıtmayı helâl sayıyorlarsa, Râfiziler
de helâl sayarlar. Yahudilerin Tevrat’ı tahrif ettikleri gibi, Râfiziler de
K ur’an’ı tahrife yeltenmişlerdir. Buna muvaffak olamamışlarsa da
onun gizli mânâsı olduğunu ileri sürerek, zâhirî mânâlarım inkâr et­
mişlerdir.» (1)
Ahmed Emin de şöyle demektedir:
«Gerçek şu ki Şiilik, kin ve düşmanlıklarından dolayı İslâm’ı yık­
mak, İslâm’a Hinduizm, Zerdüştîlik, Hristiyanlık ve Yahudilikten ka­
lan, babalarının öğretilerini sokmak isteyen, kendi beldesinin istiklâ­
lini arzu eden ve İslâm memleketine saldırmak gayesi güdenlerin sı­
ğındıkları bir kapı olmuştur.
Bütün bunlar, Ehl-i Beyt sevgisini kötü emellerini gizleyen bir
perde olarak kullanmışlardır. Yahudilik ise, Şiîliğin içinde ric’at (İm am ’
ın tekrar dönmesi) görüşüyle kendini belli etmiştir. Çünkü yahudiler,
« Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler dokunur» dedikleri gibi, Şif­
ler de, «Cehennem ateşi bir kısmı hariç, Şiilere haram dır» demekte­
dirler. Hristiyanlık da, Şiilik’de şu düşünceleriyle kendini hissettir­
miştir: Şiilere göre İmam 'ın Allah’a göre durumu, Mesih’in Allah’la
olan durumu gibidir.
Yine Şiîler İm am ’da, ilâhlıkla, insanlık sıfatlarının bütünleştiği­
ni, nübüvvet ve risaletin devam ettiğini de ileri sürerek, İlâhlık sı­
fatının kendisiyle bütünleştiği kimsenin Nebi olduğunu söylemişler­
dir. İslâm’dan önce brahmanlar, mecusîler ve filozoflar tarafından
ileri sürülen, hülûl (Allah’ın güzel bir cisme girm esi), Allah'ın cisim-
lendirilmesi, tenasüh (ruhların öldükten sonra başkalarına geçmesi)
gibi görüşler de Şiîlik adı altında ortaya çıkmıştır.» (2)

dini terkettlklerl İçin Zeyd b. A li’nin verdiği rivayet edilir. Hz. Ebu
Bekr ve Hz. Ömer'i terk ettiklerinden dolayı bu İsmi aldıkları da ri­
vayetler arasındadır. Ancak Hz. A li'yi Hz. Osman'a tercih edenler İse.
Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in halifeliğini zaten kabul etmemektedirler.
Bundan dolayı Şia olarak isimlendirilmişlerdir. Bkz. el-Ikdu i-Ferid,
IV. 404
(1) îbn Abd-1 Rabblh, el-Ikdu'l-Ferîd, II, 409-410
(2) Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm , 276-277
EMEVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 441

İşte Şiiliği basit bir meseleden, karışık inançlar manzumesine


götüren, zaman zaman da İslâm’dan, doğru düşünceden uzaklaştı­
ran sebepler bunlardır. Yine bu ortam, Abdullah b. Sebe'nin İşini ko­
laylaştırdığı gibi, Şiiliğe yeni fikirlerle birlikte, yeni fırkalar da İlâ­
ve etmiştir. İleride izah edileceği üzere bu yeni fırkalar, gerçekte
müslüman bile olmadıkları halde kendilerinin Şiî olduklarını iddia
etmişlerdir.
Şia konusu incelenirken bir meselenin nezaketle ele alınması za­
ruridir. O da, Ehl-i Beyt'i ve Hz. Ali'yi sevmek mânâsındaki «Şia»
ile bir çok gayrı İslâm! fikre paravan olan, şer kuvvetlerin İslâm'ı
yıkmak için bir saldırı üssü olarak kullandıkları «Şia» arasındaki
farkın belirlenmesidir. Selman el-Farisî, Ebû Zerr el-Gıfarî, Câbir b.
Abdullah, Huzeyfe b. el-Yeman gibi büyük sahabilerle başlayan bir
Ehl-i B eyt sevgisi çığırı vardır. Genel mânâda bütün müslümanlar
bu çığır içinde buluşurlar. Bir de İslâm'la hiç bir alâkası olmayan
fikirlerin kaynaştığı «Şia» cereyanı bulunmaktadır. Eğer bunun her
ikisi de «Şia olarak görülürse, müslümanlann büyük bir fitneyi ya­
şamaları kaçınılmaz olur. Çünkü buradan bir tartışmanın kaynaklan­
ması, o tartışmalardan da ardı arkası kesilmeyen düşmanlıkların oluş­
ması önlenemez. Öyleyse çakıl taşlarını buğday tanelerinden ayıra­
cak ince bir eleğe ihtiyacımız olacak, böylece bundan sonra, çakıl
taşları buğday sayılmayacaktır. Yani kendilerine «Gulât-ı Şia» ismi
verilenler ve benzerleri ile Ehl-i Beyt sevgisini idealize eden «Şia»
arasmda kesin bir çizgi ortaya konacaktır. Bu, başarılabildiği tak­
dirde «Gulât-ı Şia» şemsiyesi altındaki sapık fırkalar teşhis edilecek,
tslâm’m temel akidesi etrafında müslümanlar kenetleneceklerdir. Böy­
lece Şia bünyesinden olmadıkları halde «Şia» gözüken, onlarca fırka
da teşhir edilmiş olacaktır.
Şehristani, İbn Hazm, Ahmed Emin ve diğer bir çok müellif, Şii­
liğe nisbeti mümkün olmayan ve fasıklarm hikayeleriyle dolu yüzler­
ce sahife tutan örnekler sunarlar. Brockelmann bu konuda şunlan
söyler: (1)
«Şiilik, önceleri samimi Ehl-i Beyt taraftarlığı olarak başladı. An­
cak daha sonra Arap gücünün, büyümesini durdurmak ve onları yen­
mek maksadıyla, İslâm’a girmiş görünenlerin çoğu Şiilik bayrağı al­
tına sığındılar. Peygamber soyunun yanmda yer almaları da, sırf
İslâm! İdareye karşı olan şahsi emellerini gerçekleştirmek içindi.»
Yukarıdaki fikirlerin de ortaya koyduğu gibi, İslâm düşmanı çe-

(1 ) C. Brockelmann, Tarlhu’ş-Şuûbri-İslâm, II, 137


442 doğuştan gUnttmüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

şitli inanç mensuplan, bilhassa y a h u d ile r(l), İslâm’a zarar vermek


için, Şiiliğe girmiş, Ehl-i Beyt için kavga veriyor görünmüşlerdir. Da­
ha önce de İşaret ettiğim iz gibi, bir çok yalan, hurafe ve sapıklığı Şii­
liğe sokmuşlardır. Bunların üzerinde durdukları en önemli şey, imam­
ların, yüksek sıfatlarından ve insan üstü güce sahip olduklanndan
bahsetmektir. David Donaldesh(2) bu konuda şunları söyler:
«im a m la rın hayatlarım dikkatle inceleyecek olursak, onların hiç
bir yönüyle insanlardan üstün olmadıkları gerçeği ortaya çıkacak­
tır. Onlara ölümsüzlük sıfatını Şiiler vermiştir. Halbuki im am ların
gerçek hayatları, bu tarz kutsilik ve ululuktan uzaktır. Onlara kut­
sallık, peygamberlik ve ilâhtık sıfatları, sonrakiler tarafından onlar
hakkında anlatılan efsanelerle verilm iştir.»
Câfer es-Sâdık, ilim, fıkıh ve zühtten başka bir şeyle ilgilenmemiş
ve kendini imamlar zincirinden saymamıştır. İm am A li er-Rıza da
M e’mûn zamanmda yaşamış ve M e’mûn tarafından veliaht ilân edil­
miştir. Fakat sonradan Şia’ya bağlı görünenlerden bir çoğu orta­
ya çıkarak bu imamlara, yaptıklarının yanında, yapmadıkları bir çok
şeyi de isnat etmişlerdir.
Şimdi biz, gerçek Şüler ve Ehl-i Beyt’in, sonradan giren bu kişi­
lere karşı tavn nı açıklamak istiyoruz. Konuyu dikkatlice araştırdığı­
mızda, gerçek Şiiler ve Ehl-i Beyt’in, Şiiliği maske olarak kullanan­
lar karşısında iki farklı tavır ortaya koyduğunu görürüz. Bunları te­
ker teker değerlendirelim :

1 — Ehl-i Beyt ve Gerçek Şiilerin, İstismarcı ve Sapıklara Karşı


Birlikte M ücadele V e rm e le ri:

Gerçekten de gerek Ehl-i Beyt, gerekse onların samimi taraftar­


ları olan gerçek Şii imam ve taraftarlarından bir çoğu, İslâm ’ı Şia
maskesi ardmda yıkmaya yönelik fitne hareketlerine karşı mücadele
vermişlerdir. Onlarm görüşlerini yalanlayarak, yaydıkları sapık inanç­
lara karşı koymuşlar, kendileri onlardan uzak durdukları gibi halkı
da uzak durmaya çağırmışlardır. Ellerinde selâhiyet bulunduğunda,
onlara en ağır cezaları vermişlerdir.
Şehristani ve İbn Hazm bu duruma örnek olarak bir çok rivayet­
ler naklederler. Bunlardan bazılarını burada zikredebiliriz:
— A li b. Ebî Tâlib ve İb n S ebe: Bir defasında Abdullah b. Sebe
Hz. A li’ye dönerek: «Sen! Sen!» diye hitabetti. Bu hitapla Hz. Ali'yi

(1) Ahmed Çelebi. el-Yehûdlyye, 293-296


(2) David Donaldesh, AkldctU’ş-Şİa, 58
EMEVtLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 443

«İlâ h » olarak nitelemiş oluyordu. Hz. Ali, İbn Sebe'yi Medâln'e sür­
dü. (1) Her ne kadar sürgün cezasını az bulanlar olsa da, bunun İzahı
vardır. İbn Sebe, fışkını açıkça ortaya koymamıştır. «Sen! Seni» di­
ye söylediği cümle, sapık maksadım açık olarak ifade etmemektedir.
Fakat daha sonra sapık maksattan açıkça ortaya konulunca Hz. AH
olanca gücüyle ve şiddetle bunlara karşı koymuştur. İbn Hazm, bunu
şöyle anlatır: Abdullah b. Sebe’ye mensup bir gurup Hz. Ali'ye gele­
rek, «Sen O’sun» dediler. Hz. A li de onlara, «O dediğiniz kimdir?»
diye sorunca onlar da: «Sen Allah'sın» diye mukabele ettiler. Hz. Ali,
onların sözüne derhal karşı çıktı ve yakılmak suretiyle İdamlarına
hükmetti. Hz. Ali'nin hükmü derhal infaz edildi. (2)
— Muhammed b. Hanefiyye ve oğlu Ebû Hâşim’in, M uhtar ve
Abdullah el-Kindî ile mücadelesi ■
Muhtar, her yerde kendisinin, Muhammed b. Haneflyye'nln adam­
larından ve samimi taraftarlarından olduğunu iddia ediyordu. İmam-ı
Muhammed, onun saçmalık ve sapıklıklarım öğrenince ondan uzak
olduğunu dostlarına ve halka açıkladı. Bu da Muhtar’m etrafında bu­
lunanların dağılmasına, kendisinin yenilgisine ve ölümüne sebep ol­
d u .^ ) ■
Muhammed b. Hanefiyye’nln ölümünden sonra yerine oğlu Ebû
Hâşim geçti. Onun vefatmdan sonra da Abdullah b. Amr b. Harb
el-Kindî, Ebû Hâşim’in yerine geçtiğini iddia etti. Fakat sonraları doğ­
ruluktan sapınca, Ebû Hâşim’in taraftarları karşı çıkarak onu bu
makamdan uzaklaştırdılar. (4)
— Muhammed el-Bâkır ve Ebû Mansur e l-tc li:
Ebû Mansur, Şiflerin sapıklanndandı. Bir yandan Bâkır’ın imam
olduğunu ileri sürüyor, diğer yandan da onun ve diğer İmamların
«ulûhiyyet» sıfatları olduğunu söyleyerek onlan tanrılaştırıyordu. Ba­
kır, bunu öğrenince Ebû Mansur’u kovarak, bu fikirleri dolayısıyla
onunla alâkâsı olmadığım bildirdi. (5)
— Câfer es-Sâdık ve sapık Şiiler :
Câfer es-Sâdık, müslümanlann en büyük düşünür, zâhld ve âllm-
lerindendir. Bâkır’ın oğludur. Annesi Ümmü Ferve, Hz. Ebû Bekr’ln
oğlu Muhammed’den torunu Kâsım’ın kızıdır. Câfer es-Sâdık, dinde

(1 ) Şehrlstanl, el-M ilel ve’n-Nlhal, I. 155


(2) İbn Hazm. el-Fasl fl’l-M lIel vel-Ehvk ve’n-Nlhal, IV. 186
(3) Şehrlstanl, el-M lIel ve’n-Nlhal, I, 132; İbn Haldun. Mukaddime, 165
(4) Şehrlstani, Aynı eser, I, 135
(5) Şehrlstanl, Aynı eser, I. 158
444 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

derya gibi ilme, sözlerinde hikmete, dünyada en yüksek zühde, nef-


sani arzulardan alabildiğine uzak bir veraya sahipti. İmam ete hiç de­
ğinmemiş, hilâfet konusunda da h i; kimseyle çekişmemiştir. Çünkü
m arifet denizine bir dalan kıyıya çıkmak istemez. Hakikâtin zirvesine
yükselen de düşmekten korkmaz. Allah’la ünsiyet içinde olan, insan­
larla düşüp kalkar n u ? ...(l)
Böyle bir insan dünya nimetlerinden gururlanmayacağı gibi, ona
ehemmiyet de vermez. Aynı şekilde bu yapıda bir şahsiyet, dinde hak
ile batılı karıştıran, sapıklığı gizleyen saçma sözleri de kabul edemez.
Şehristanî, bir çok sapık Şii fırkalarını saydıktan sonra, Câfer b.
Mühammed es-Sâdık’m bütün bunları kovduğunu, lânetlediğlnl belirt­
mekte, aslında bu gurupların tamamen, sapık ve imamlarından ha­
bersiz olduklarını kaydetmektedir. (2)
Şehristanî, İmam-ı Câfer’in kovup lânetlediği kişiler arasında
Ebû’l-Cârud(3) ve Ebû’l-Hattat’ı zikreder. Câfer es-Sadık, Ebû’l-Cârud’
un bâtıl ve saçmalıklarına vakıf olunca, ondan uzak olduğunu İfade
ederek ashabına da uzak durmalarını emretmiş, bu konuda çok ağır
konuşmuş ve ondan uzak durarak, lânet etmiştir. (4)
— Şiiler ve Ahmed b. Keyyal :
Ahmed b. Keyyal, kendisinin Ehl-i Beyt'e mensup olduğunu ve
gizlenmiş imamlardan birine davet ettiğini ileri sürerek taraftar top­
lamıştı. Fakat kendisine tâbi olanlar, kısa süre içinde onun sapık bir
bidatçı olduğunu gördüler ve ondan uzaklaştüar. Onu lânetleyerek
taraftarlarm a İbn K eyyal'i terk etmelerini ve onunla buluşmamaları­
nı bildirdiler. (5)
İşte, gerçek Şiî imam ve taraftarlarm m çoğunun, Şiilik adı al­
tında gizlenen sapıklıklara karşı tavrı budur. Bu açık ve kesin bir ta­
vırdır. Şiiler, bu şekilde kovulmuş, uzaklaştırılmış, görevlerinden alın­
mış ve zaman zaman da katledilmişlerdir. Durum böyle olunca, bu
sapıklan gerçek Şia içinde saymak doğru olur mu?

2 — Sapık İnançlardan E tk ilenm eler:

Bu ikinci durumda, Şiîlerden ve imamlardan bir kısmının sapık


Şiîlik cereyanından etkilendiğini ve birinci bölümdeki, Ehl-i Beyt ve

(1) Şehristanî, Aynı eser, I, 147


(2) Şehristanî, Aynı eser, I, 160; İbn Haldun, Mukaddime, 166
(3) Şehristanî, Aynı eser, I, 143
(4) Şehristanî, Aynı eser, I, 109
(5) Şehristanî, Aynı eser, I, 160-166
EMEVtl.KR DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 445

imamların tavrına zıt bir hareket tarzı ortaya koyduklarını görüyo­


ruz. Nitekim belirli tesirler sonucu, Ehl-1 Beyt’ten bir kısmı bile sa­
pık Şiî inançlara kendilerini kaptırmışlardır. Gaybı bildiğini ileri sü­
rerek, peygamberlik ve ilâhlık iddiasında bulunan ve tenasüh (ruh­
ların öldükten sonra başkasına geçmesi) fikrini ileri süren Abdullah
b. Muâviye b. Abdillah b. Câfer b. Ebî Tâlib bunlardan b lrid lr.(l) Y i­
ne H. 483'de ortaya çıkan Alamut kalesinin sahibi, Haşan Sabbah da
Ali b. Ebi Tâlib’in neslindendlr.(2) O da haramlan helâl sayan, dini
alaya alan, kan dökücü esrarkeşlerden bir gurubun lideriydi. Ancak
bir gerçeği hemen ifade etmeliyiz ki, bu gibi kimselerin sayıları ol­
dukça az olup, bilinen İmamlara yakınlıkları da çok azdır. Şiiliğe baş­
ka bir tehlike de bazı Şii liderlerinin, gerek siyaset ve gerekse düş­
manlarına galip gelebilmek amacıyla, bu sığıntılara göz yummaların­
dan gelmiştir. Bunu, müşterek düşmanları olan Emevi iktidarım devi­
rebilmek ve karşı mücadelede onlardan faydalanmak gayesiyle yap­
mışlardır. Yalnız bu göz yumma, doğru fikirlerle sapık düşüncelerin
karışmasına yol açmış ve ŞU maskeli sapıklara, birlikte çalıştıkları Şll-
lerden hususi, diğer müslümanlardan da genel mânâda yardımcılar
kazanma fırsatı vermiştir.
Bunun en acı sonuçlarından biri ise, bazı Şulerin, maskeli sapık­
ların fikirlerini, gerçek ŞUllğin prensipleri gibi telâkki ederek onla­
ra yaklaşmaları ve kuvvetlendirmeleri olmuştur. Böylece bu sapık
fikirleri kendUerinden sonrakilere miras bırakmışlardır. Sonradan ge­
lenler ise, zaten batıl görüşleri keşfedip, onlardan uzaklaşabilecek du­
rumda değiUerdir.
Şia’yı tehlikeye düşüren bir başka sapık davranış ise, hadis uy­
durma ve iftira yolu olmuştur. MaskeU sapıklar bu noktada gayet ze­
ki, dikkatU ve sabırlı davranmışlardır. Önce, iddialarını destekleyen
bir çok hadis ve rivayet uydurmuşlar, sonra da büyük bir ustalıkla
bunlardan bir kısmının meşhur hadis kitaplarına girmesini sağlamış­
lardır. Bununla kalmayarak, kendilerine ait hadis kitapları tedvin et­
mişler, buralara kendilerine uygun gelen prensipleri yerleştirmişler­
dir. Zaten, sadece Ehl-i Beyt kanalıyla rivayet edilen hadisleri kabul
etmişler ve bu hadislerin senet zincirinde yalnız İmamla yetinerek,
imamla peygamber arasındaki senede ehemmiyet vermemişlerdir. îm a­
nım (masum) günahsız kabul edilişi, kendisinden rivayet edilen ha­
disin sahih olduğunu açıklamak için yeterli görülmüştür. (3)
Maskeli sapıkların, hadis ve haber uydurmaları daha ilk zaman­

dı Şehrlstani, Aynı eser, I, 135


(2) Ahmed Emin, Duha'l-İsl&m, m . 225
(3) Davld Donaldesb, AkldetU'ş-Şla, 286
446 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

lardan itibaren başlamıştır. Uydurulan sayılamayacak kadar çok ha­


disi Hz. Peygamber’e mâl etmeyi başarmışlardır. «Gadîr-Hum Kıssa­
sı» ( 1 ) imamların fazilet ve masumiyetlerirftien bahseden hadisler g i­
bi... İbn Sebe ve taraftarları da, Hz. Osman'ın şehadetine ve binler­
ce müslümanın ölümüne yol açan fitneyi doğuran üç mektup uydur­
muşlardır. Bu uydurma mektuplardan, İbn Abd-i Rabbih şöyle bah­
seder:
«Hz. Osman'ın yüzüne estirilen kin rüzgârının tertlpçileri Hz.
A li’ye gelerek, «Bu adama (Hz. Osman’a) karşı bize k atıl» dediler.
Hz. Ali, «Hayır, vallahi size katılmam» cevabını verince, «Peki öy­
leyse niçin bize mektup yazdın?» diye üstelediler. Hz. Ali, «Vallahi
size hiç bir mektup yazmadım I» diye karşılık verdi. Gelenler hayretle
birbirlerine baktılar. Bunun üzerine Hz. Ali, yanlış anlaşılmaması ve
suizanna sebep olmaması için Medine’y i terk etti.
Hz. Osman, bilinen şekilde şehit edildi. Hz. Âişe, Hz. Osman'ın
şehadetini hayret, dehşet ve üzüntü ile karşıladı. Fakat Mervan, Hz.
Aişe'ye gelerek, «Bu senin işindir, Osman’a karşı ayaklanmaları için
halka sen mektup yazdın» diyerek onu suçladı. Hz. Alşe, bu suçlamayı
şiddetle reddetti ve, «M ü’m inlerin iman, kâfirlerin inkâr ettiği A l­
lah’a yemin olsun ki, kaldığım bu yere gelinceye kadar size bir satır
büe yazmadım» diye mükabelede bulundu. Nihayet, Hz. Osman’m ağ­
zından Mısır valisine yazıldığı gibi, Hz. A li ve Hz. Âişe’nin ağzından
da bu mektuplan Abdullah b. Sebe’nin, isyancıları harekete geçirmek
için uydurduğu anlaşıldı. İşte bu üç mektup, İslâm âleminde hiç bir
zaman unutulmayacak ihtilâf fitnesinin doğmasına sebep o ld u .»(l)
Büyük sahabîlere atfedilerek yapılan bu uydurmalar, bundan son­
ra da devam etmiştir. Ehl-i Beyt de bu uydurma rivayetlere konu ol­
maktan kurtulamamışdır. İsnat edilen iftiralara örnek olarak büyük
müttaki ve âlim Câfer es-Sâdık’ı ele alabiliriz. Câfer es-Sâdık, daha
önce bahsettiğimiz gibi, Şiilik taslayan maskeli sapıklarla mücadele
etmiş ve bütün gücüyle onlardan uzak durmuştur. Fakat onlar, bu
büyük İslâm âliminin yakasını bırakmamışlar, onun ismini kullana­
rak çeşitli yollardan, onu mezheplerinin destekçisi ve lideri olarak et­
rafa tanıtmışlardır.
Mezheplerinin temel prensipleri olarak kabul ettikleri bir çok me­
seleyi, ona isnat etmişlerdir. İşte İmam-ı Câfer’e isnat edüen görüş­
lerden b a zıla rı:

(1) Şlilere göre Hz. Peygamber. Veda haccı dönüşünde Gadir-Hum deni­
len yerde ashabını toplayarak onlara, Hz. A li'yi vasiyet etmiş ve. «Ben
kimin efendisi İsem Ali de onun efendisidir» demiştir.
(2) İbn Abd-1 Rabbih, el-Ikdu'l-Ferîd, IV, 262-293
EMEVÎLER DÖNEMİNDE. FİKİR HAREKETLERİ 447

— Bize ait bir sun ifşa eden, dağlar kadar altuı bağışlasa, yi­
ne de bizden uzaklaşmaktan başka bir şey yapmış olamaz.
— Taklyye (İnancı gizleme) dedelerimin, babalarımın ve benim
dinimdir. Bundan dolayı taklyyeye inanmayanın dini de yoktur.
— Bize İtaat, Allah'a itaat, bize İsyan Allah’a İsyan demektir.
Biz, Allah'ın halk üzerindeki kapılan, perdeleri, emirleri ve sırlarını
gizleyen muhafızlarıyız. Onun ahit ve misakuu kabul edenleriz. Asıl
metinde «el-Ahızine» şeklinde olan kelimenin, doğrusunun «ei-Ahı-
zûne» şeklinde olması gerekir. (1) Fıkıh ve filoloji kümlerinin İleri
gelenlerinden biri olan Câfer es-Sâdık'ın bu gibi açık seçik bir gramer
hatası yapması beklenemeyeceğine göre, bütün bu sözlerin onım adı­
na uydurulmuş olduğu muhakkaktır.
Câfer es-Sâdık’a isnat edilen bu görüşler üzerinde düşünen kişi,
onların açıkça çeüştiğinl görür ve en azından bir kısmının uydurul­
duğuna tereddütsüz hükmeder. Ancak, bilhassa halktan bu sözlerin
gerçek olup olmadığını araştıranlar ne yazık kİ, azdır. Şehristan!(2)
bu konuda şöyle diyor :
((Câfer es-Sâdık, «Gulet» adı verilen sapık Şlllerln, rlc'at, (İm a­
mın tekrar dönmesi) ve gaybet (İmanım gizlenmesi) gibi görüşlerin­
den ve Râfizîler’in İleri sürdükleri aptalca fikirlerden uzak kalmış, bu
gibi saçmalıkları yapanları da lânetlemlştlr... Fakat Câfer es-Sâdık’
m ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılan Şiflerden
her gurup, kendilerini, bu imanım taraftarlarına kabul ettirebilmek
için, fik ir ve görüşlerini ona dayandırmışlardır. İşin gerçeği şu ki
Câfer es-Sâdık’m, bunların isnat ve fikirleriyle alâkası yoktur. Ne ga­
riptir ki, Câfer es-Sâdık'ın rlc'at ve gaybet hakkında hiç bir mütalâa­
sı olmamışken, İmamiyye’nin bir kolu olan Nâvûslyye fırkası, onun
hayatta olduğunu, asla ölmeyeceğini, tekrar ortaya çıkıp, hükmünün
yükseüp kuvvetleneceğini İleri sürmüş, ona nispetle bir de böz uy­
durmuşlardır. «Başımın dağdan üzerinize yuvarlandığım görseniz da­
hi inanmayınız. Ben elinde kılıç olan sahibinizlm !»(3)
Şia maskesini kullanan sapıkların, imam Câfer’den rivayet et­
tikleri açık çelişkilerden biri de, onun kendinden sonra tayin ettiği
imamla ilgilidir, tmamlyye fırkalarından biri olan Eftahlyye, Câfer
es-Sâdık’tan yaptığı rivayetlerde onun kendinden sonra oğlu Abdul­
lah b. E ftah’ı İmam olarak seçtiğini iddia etmiştir. Şehrlstanl, bu ri­
vayetleri kaydeder. (4) tsmaiUyye mezhebi İse, Câfer es-Sâdık'ın ken­

di A rif Tamir, Erbau ResâUe tsmalllyye, 56-57


(2) Şehrlstanl, el-MUel ve’n-Nlhal, I, 147
(3) Şehrlstanl, Aynı eser, I, 148
(4 ) Şehrlstanl, Aynı eser, I, 148
448 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

dinden sonra imam olarak oğlu İsm ail’i, ( 1 ) İm am iyye’nin çoğunluğu


ise oğlu Mûsa el-K âzım 'ı(2) İmam seçtiğine dair görüşler ileri sür­
müşlerdir. Her gurup, İmam Câfer’den kendi iddialarını destekleyen
rivayetler yapmışlardır.
Keşke bunlar İmam Câfer'in sözleri olsa, keşke Câfer es-Sâdık
kendinden sonra bu imamları tayin etmiş olsaydı. Fakat gerçekte böy­
le bir şey yoktur.
Y ıllar geçtikçe Şiilerln sıkıntıları da arttı. Şlilerin, Emevîler dö­
neminden çok Abbasîler döneminde mücadele verdiklerini görüyoruz.
Bu anarşi ve mücadele ortamında sapık Şiilerle samimi olanların gö­
rüşleri kolayca karışma imkânı buldu. Birkaç nesil sonra da uydur­
m a hadis ve rivayetleri sahihlerinden ayırmak, bir hayli zorlaştı.

C. B Ü V E Y H Î İS T İB D A D I VE ŞİA

İşte bu karışıklıklar sırasında, ansızın sapık Şiilere, uydurma ha­


dis ve rivayetlere yenilerini katma ve onları tedvin ederek kitap veya
kitaplar haline getirme fırsatını veren mühim bir olay vuku buldu.
Bu da hicri 334-447 (945-1055) yıllan arasmda iktidan ele geçiren Bü-
veyhîler’in istibdadıdır. Şiîler ilk defa bu hanedanla siyasî iktidara
sahip olmuşlardır. Büveyhîler, Emeviler’in kendi dönemlerinde, Ziih-
rî'n in (3 ) dediği gibi bir kısım muhaddisi, hadis uydurmaya zorladıkla­
rını, onların da Hz. Osman ve Beyt-i Makdis’in faziletine dair hadis­
ler uydurduklarını, Ali taraftarlarını öven hadis rivayetine ise, Eme-
vîler’in nasıl engel olduklarını görmüşlerdi. (4) Yine Büveyhîler, Ab-
basiler’in Ehl-i Beyt’i yüceltmek ve Emevîler’l gözden düşürmek için
hadisleri ve rivayetleri nasü yönlendirdiklerini de biliyorlardı, ö y ­
leyse, inandıktan Şiîliğin prestijini yükseltmek için bu silâhı kullan­
m a konusunda Büveyhîler’e kim engel olabilirdi?
Büveyhîler, bu arzularım gerçekleştirecek Şiî âlimler de buldular.
Bunların başmda Muhammed b. Yakup el-Küleyni (ölm. 329/941),
aynı zamanda Kum m î lakabıyla bilinen Muhammed b. A li b. Hüseyin
b. Babaveyh (ölm. 381/991) ve Muhammed b. Haşan et-Tûsî (ölm.
460/1068) geliyordu.
Ehl-i sünnete göre Buhârî’nin önemi ne ise, Şliler nezdinde de
Küleyni’nin kitabı olan «el-K âfi»n in değeri odur. 16.000 hadis ihtiva

(1) Şehrlstanl. Aynı eser, I. 149


(2) Şehrlstanl, Aynı eser, I, 149
(3) Şehrlstanl, Aynı eser, I, 149
(4 ) Şehrlstanl, Aynı eser, I. 149
EM EVÎLKR DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 440

eden bu kitap, Usul-i K&fi ile Furu-1 KM1 denilen iki kısımdan İba­
rettir.
K im im i İse kendisinden, «Sahibu'z-Zaman'ın» (1) duasıyla doğ­
muş biri olarak söz eder. Babası yaşı Uerleylnceye kadar çocuk sahibi
olamamış, sonra gaip imamın üçüncü vekilinden, «Sahlbu’z-Zaman»
dan Allah'ın kendine bir çocuk vermesi için dua etmesini istemiştir.
Vekil bu isteğini yerine getirmiş, oSahlbu'z-Zaman» dua etmiş ve
Allah da duasmı kabul buyurmuştur.
Tûsi ise, Büveyhi meliki öldükten sonra da yaşamış, kitapları He
risalelerinin tamamı veya büyük bir kısmı, gözleri önünde yakılmış­
tır.
Şimdi sapık Şlilerln inançlarını belirleyen rivayetlerden bazıla­
rım öğrenmek üzere Küleynl'nln kitabı «Kâflnye dönelim:
1 — Küleyni, imama biat etmenin zarureti konusunda imam
Muhammed el-Bâkır’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «A llah’ı bilen
ancak A llah’a ibadet eder. Aziz ve çelil olan Allah'ı bilmek, O'nu, ■pey­
gamberlerini, A li'nin, velî ve imam olduğunu, diğer hidayete ermiş
imamlara da uymayı ve onların düşmanlarından uzak olarak Allah'a
yakın olmayı, tasdik etmektir. Şüphesiz imamsız olan bir kimse, yo­
lunu şaşırmış, sapıtmış olur. Bu durumda kalırsa kâfir gibi ölmüş
olur. » ( 2 )
2 — Yine Küleyni, vahiy ve imam konusunda, İmam A li el-Rı-
zâ’dan da şunlan nakletmektedir: «İm am ın kendine de vahiy gelir.
Söyleneni işitir, fakat konuşanı görmez.* (3 )
3 — tulum ların mevki ve makamı hususunda da yine İmam Ali
er-Rız&’dan, «İm am ların makamı Nebiler menzilesindedir, çünkü im am ­
la r kusurlardan uzak ve günahlardan arınmışlardır.» İmam Muham­
med el-Bâkır’dan da, «İm am lar bir şeyi bilmek istediklerinde, Allah'ın
sadece onlara bildireceğini ve imamların ölecekleri zamanı bildiklerini,
yalnız kendi istekleriyle öleceklerini ve onlara hiç bir şeyin gizli ol­
m a d ığım » ifade eden sözler nakledilmiştir. (4)
4 — İmamların tefsirlerinden olarak Küleyni, Bâkır'ın, «K im bir
iyilik getirirse, ona, ondan daha hayırlısı verilir. Onlar, o gün korku­
dan da emindirler. K im de kötülük getirirse yüzüstü ateşe atihr-

(1 ) Ism alllyye’ye göre İmam'ın lâkabı, cSahlbu'ı-Zamanadır. Bu sıfatla


İm am ın kâinatı İdare ettiği ve onda httkOm sahibi olduğu anlatılır.
(2 ) KUleynl, e l-K â ft 84-B6
(3) Küleyni. Aynı eser, 82
(4) KUleynl, Aynı eser, 98, 126
F. : 29
450 dtguştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TÂRİH İ

la r .n (l) mealindeki âyetlerde geçen «Hasene»yi, «im ana tanımak ve


Eiıl-i Beyt’i sevmek», «Seyyie» kelimesini de, «İm am ı inkâr etmek ve
Ehl-i Beyt’i sevmemek» (2) şeklinde tefsir ettiğini rivayet etmiştir.
İm am Câfer es-Sâdık’ın da, «... Yalanda Allah, peygamberi ve m ü'-
m inler, yaptığınız işleri görecektir...» meâlindeki âyetlere istinaden,
«İmamlara, insanların amellerinin arz olunacağını» söylediğini nak-
letmiştir. (3)
5 — Küleynî, yine Câfer es-Sâdık’tan, İmam ların nezdinde Hz.
Fâtım a’nm mushafı ve onda K u r’an’ların benzeri olduğunu üç kez
tekrarladığım, fakat şimdiki K u r’an’larda ondan tek bir harf bulun­
madığını (4) söylediğini de nakleder.
6 — Küleynî, A li er-Rızâ'dan da, «insanlar itaatte bizim köleleri­
miz, dinde ise dostlarımızda-» dediğini nakleder. (5)
Şehristanî’ye göre de Şiiler hilâfette, Hz. A li'y i bırakıp diğerleri­
ni tercih ettiklerinden dolayı bütün ashab-ı kiramı kâfir .sayarlar.
Hattâ bütün mü’minlerin küfrüne veya fışkına hüküm verirler. Hz.
Âişe, Osman, Talhâ, Zübeyr ve Muâviye ise ilk elde tekfir edilenler
arasındadır. İşin bir başka tuhaf yönü de bazı Şiîlerin vazifesi, karşı
çıkmak ve gerçeği ortaya çıkarmak olduğu halde, hakkını aramadığı
için Hz. A li’ye bile dil uzatmış olmalarıdır. Hz. A li’nin sessiz durması
bile mazur görülmemiştir. ( 6 )
Bazılan da, Hz. A li’yi Hz. Muhammed’den üstün tutarlar. B ir gu­
rubuna göre hâşâ, «A li ilâhtır, M uham m ed'i gönderen odur» bazıları
ise Câfer es-Sâdık’ı ilâh kabul edip K û fe’de ona ibadete kalkışmışlar­
dır. Bir kısmı da bunlara ilâveten, imamların hepsini ilâhlaştınp,
«Allah’ın , onların suretinde olduğunu, anların lisanıyla konuştuğunu
ve onların ellerinden tuttuğu nu » ileri sürmüşlerdir. (7) Üstelik bu gö­
rüşlerin çoğu da, sanki imamların öğrettikleri ve söyledikleri sözler
olarak rivayet edilmiştir. Fakat Şehristanî, bütün bu sapık görüşle­
rin gerek imamlara isnadım, gerekse bâtıllığm ı tenkit ve tetkik et­
meden geçmemiştir.

(1) Nem i sûresi, âyet. 89-90


(2) Küleynî, el-K âfl, 87
O) Küleynî, Aynı eser, 99; Tevbe sûresi, âyet 10$
(4) Küleynî, Aynı eser, 11$
($) Küleynî, Aynı eser, 88
(6) Şehristanî, el-MUel ve’n-Nlhal, I, 141, 140. 1$6
(7) Şehristanî Aynı eser, I, ISO. 160, 168
EMEVÎLER DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ 451

D. U YD U R M A M UCİZELER

Şimdi de imamların mucizelerini anlatmakla meşhur olan, önemli


başka bir Şii kaynağına göz atalım.
Bu da Seyyld Muhammed Mehdi’nin telif ettiği Hul&sâtü'l-Ahbir
isimli kitaptır. Bu kitap, imamların yaşadığı devirde hiç kimsenin
bilmediği, üstelik peygambere nispet edilenlerden daha çok mucizeyi,
bu imamlara nispet etmiştir. Fakat, uydurmayı başlatanlar, bu ha­
berleri yaymış, râviler nakletmiş, sonra da kabul edilmiş gerçekler
olarak bu mucizeleri toplayan müellifler ortaya çıkıvermlştir. Şimdi
bunlardan bazılarını zikredelim:
B ir gün bir adam, Muhammed el-Bâkır'a gelerek: «Hz. Peygam­
b e rin bütün ‘p eygamberlerin ttmine vâris olup olm adığım » sordu. O
da: «E v e t» cevabım verince, bu defa: «Kendisinin ölüleri diriltmeye,
körleri iyileştirmeye kâdir olup olmadığını» öğrenmek istedi. O za­
man, İm am Muhammed el-Bâkır: « Allah'ın izniyle, evet, kâdirim»
diyerek elini adamın kör olan gözüne sürdü, sonra adam hemen gör­
meye başladı.
Mûsa el-Kâzım (bir başka rivayette de Câfer es-Sâdık), «K ızıy ­
la beraber ağlayan bir kadın görünce, kadına bunun sebebini» sordu,
kadın da, «G eçim lerini temin eden ineğin öldüğünü ve bu yüzden ne
yapacaklarını şaşırdıklarını» söyledi. İşte o zaman Mûsa el-KÂzım,
«Mübarek elin i ineğin sırtına sürdü, inek de hemen diriliverdi.»
B ir uydurma da şöyle: Kadı Yahya b. Eksem, Muhammed et-Taki’
ye, İmam lığım kabul etmeden evvel bir çok sorular sordu. Sonunda
da, «İm a m kim dir?» diye bir soru yöneltti. Muhammed et-Takl, «İm a m
benim » diye cevap verince, Kadı Yahya bu defa ondan bunu ispat et­
mesini istedi. İşte bu sırada Muhammed et-Takî'nin âsâsı, «Şüphesiz
benim sahibim, devrin imamı ve AUah'm hüccetidir.» (1 ) şeklinde iile-
geldl.
İşte bunlar, Küleynl, Mnhnmmp.fi Mehdi ve diğer bazıları gibi
Şİİlerin yazdıklarından veya ŞU râvüerlnden nakiller yapan bir çok
m üellifin gerek tetkik ederek, gerekse etmeden derledikleri rivayet­
lerden örneklerdir. Kesin olarak söylenebilir kİ, bütün bu rivayetler, bâ­
tıl ve düzmecedir. İslâm'ın altın çağına yakın, ilim ve fazüet sahibi,
üstelik hanımı da Ebû Bekr’in torunu olan bir zatm, halkı ve Ebû
Bekr’i kâfir sayan tâbilerine müsamaha göstermesi mümkün olamaz.
Câfer es-Sâdık’ın dedesi hakkında böyle bir şeyi kabul etmesi düşünü­
lemez. Hangi akıl, Hz. Fâtıma’ya ait K ur’an hikâyesini Câfer es-Sâ-

(1 ) Muhammed Mehdi, Hutts&to’l-Ahb&r, 25 ve 37. fasıUar


452 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

dık’ın ileri sürmesini miimkfin görebilir? Öte yandan A li er-Rızâ, Kü-


leynî’nin kendisine nispet ettiği o saçmalıkları, M e’mun devrinde söy­
lemeye cesaret edebilir mi? Şayet söyleseydi halife M e’mun, onu af­
feder iniydi? Ayrıca bu devirde herkesin, Küleynî’nin yüzüne karşıt
«İnsanların, Ehl-i Beyt’in köleleri olmadığım, inananlann ancak kar­
deş olduklarım, yine insanların birbirine üstünlüğünün sadece takva
ile olduğunu» haykırabilmesi de mümkündü.

E. F İ K R Î S IZ M A VE T A H R İF A T

Şimdi de, bir topluluğun fikirlerinin başka görüşler içine girip


onlarla nasıl karıştığım açıklamamız gerekmektedir, ö y le kİ, sapık­
ların yönlendirdiği düşünceler sadece Şiiliğe sızmakla kalmamış, za­
man zaman Ehl-i Sünnet yolundaki cemaatleri de etkileyebilmiştir.
Şüphesiz bunlar, kaynak kitaplara girmemiştir. Ancak halkın değer­
lendirmelerinde yer yer iz bırakabilm iştir.(l)
Sapık düşüncelerin, samimi Şia içine ve diğer İslâm toplumla-
rma sirayeti öncelikle, Ehl-i Beyt’in, siyasi saiklerle bu guruplarla
yardımlaşmaları sonucu mümkün Olabilmiştir.
Diğer yol ise hadis ve rivayetler uydurarak, bunlann Hz. Pey-
gamber’e ve imamlara nispetidir. Zamanla bu uydurmalar hadis der­
leyen kitaplara veya Şia kaynaklarına geçebilmiştir.
Şiiliğe, ilâve fikirlerin sokulması ve sapık düşüncelerle, samimi
Ehl-i Beyt taraftarlığının karışmasına yol açan bir vasıta daha var­
dır ki, o da bunlann kendi kitaplannı neşretmeleridir.
Küleyni ve diğerleri hakkında hüsnü zan besleyerek, bu hurâfe
ve sapıklıkların onlardan olamayacağım söylesek bile, o takdirde bu
müelliflerin kitaplarıyla oynayan, neşrinden önce içlerinde olmayan
şeyleri, sonradan bu kitaplara sokan başka bir el olmalıdır. Bu gizli
el de, fırsat buldukça bu kitaplan yayınlayan ve zamanımıza kadar
da mücadelesini veren Şia maskeli sapıkların eli olmalıdır.
Bir başka yol daha vardır ki, o da, sapık Şiîlerin bazı güvenilir
kimselere rüşvet teklif ederek fikirlerini bu şekilde yaymak istemele­
ridir. Şâ’bî, «Hz. Ali adına bir tek yalan uydurmam karşılığında, bana
köle olmalarını ve evimi altınla doldurmalarını isteseydim muhakkak
kabul ederlerdi. Lâkin ben Allah'a yemin ederim ki, asla yalan söyle­
yemem» (2 ) diyerek bu korkunç gerçeği vurgulamıştır.

(1) David Donaldesh, Akîdetu’ş-ŞIa, 329-330


(2) İbn Abd-1 Rabblh, el-Ikdıı’l-Ferid, H, 409
EMEVÎLER DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ 453

Şâ’bî'nin sözleri bize, sapık Şia taraftarlarının bu çirkin yolu de­


nediklerini gösteriyor. Kendisi reddetse bile kabul edenler olmuş ola­
bilir. H er halükârda âlimler bunlardan yüz çevirip, onların mal ve
mevki vaatlerine kanmayınca, bu defa kendileri, sapık fikirlerini is­
tedikleri âlimlere dayandırma yoluna başvurmuşlardır. Bunu, kendi
taraftarlarından bazılarına, meselâ Süddi, İbn Kuteybe gibi meşhur
âlimlerin isimlerini vermekle, sanki halka meşhur tbn Kuteybe ve
Süddî’den nakledlyormuş intibaını ortaya koymuşlardır. ( 1 )
Elimizde uydurma ve tahriflere bir çok örnek vardır. Bu durum
İmam lyye'nin itibar ettiği el-K&fi kitabı ile, Zeydiyye nezdlnde aynı
değerde olan el-Mecmû kitabım mukayese ettiğimizde açıkça görülür.
Nitekim «el-Mecmû»da Ali b. Ebi TâLib'in oğlu Hüseyin’den sonra Zey-
ne’l-Abidln yoluyla oğlu Zeyd’den yapılan rivayetlerle, uel-Kâflndekl
A li b. Ebi Tâlib’ln oğlu Hüseyin’den sonra Zeyne’l-Abidin yoluyla oğlu
Muhammed el-Bâkır’dan yapılan rivayetler blrblriyle açıkça çelişir.
Rivayet yollan aynı olmakla beraber, nakledilenlerin birbirine uyma­
ması, bir takım uydurmaların olduğunu açıkça gösteı inektedir. Zey-
diyye’ye göre, İmam Zeyd’den rivayet edenler «adalet sahibi» ve hak­
larında şüDhe olmayan râvilerdlr. Muhammed el-Bâkır'dan rivayet
edenlerin durumu ise şüphelidir. (2) Kendilerinden rivayet edilenler
(A li Zeyne'l-Abidin, Hüseyin b. Ali b. Ebi Tâllb) aynı olmasına rağ­
men rivayetler farklılık arzetmektedlr.
Burada ele alacağımız bir başka mukayese de, «el-Kâfi»nin, ile­
ride bahsedeceğimiz üzere, Fatımî propagandacılarının tedvin ettiği
kaynaklarla karşılaştırılması olacaktır.
Bu karşılaştırma bize, «İsnâ Aşeriyye»den daha aşın olduğu bili­
nen İsmailiyye taraftan bulunmasına rağmen, Fâtımî kayru-klannın,
daha mutedil olduğunu gösterecektir. Bunun sebebi, el-K âfi’de bu­
lunan uydurmaların çoğunun, bilinen tahrifin dışında, Kahire'de mu­
hafaza edilen Fatım i yazmalarında bulunmaması olabilir.
Burada, Ahmed Emin'in değerlendirmelerini vermekte yarar var.
Ahmed Emin, Şn mezhebini tedklk ederken kaynak olarak Küleyni'yi
almıştır. Böylece araştırmasım, Şiilerin kitaplarına dayandırması on­
lar için en insaflı yol olmuştur. (3) Ahmed Emin’in, el-Kâfi ve ben­
zeri eserlere dayanması neticesinde ise, bambaşka bir Şiilik ortaya
çıkmıştır. Bundan dolayı onun bu incelemesi, Şiî mezhebine karşı
ağır eleştirilerle doludur. Ahmed Emin, değerlendirmelerinde müsa­

it) Ahmed Emin, FecruT-İslâm, 2TS


(2) Kltabul-Mecmû, I I vd.; Ahmed Emin, DnhaT-İsUm. II I. 276
(3) Ahmed Emin, İ m eser, III. 213
454 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

maha göstermez. Kullandığı belgeleri bütün açıldığı İle tenkit e d er.(l)


el-K âfî’nin sapıkların, yalancüarın ve sahte Şlilerin fikirleriyle dolu
olduğu doğrudur. Ancak, bu bütün Şia'yı temsil eder mi? Ehl-i Beyt
taraftarlığı atılanımdaki gerçek Şia’yı araştırmada, sadece bu eserin
temel olarak ele alınması doğru olur mu? Bu konuda yeniden düşün­
mek gerekir.
ö z e t olarak söylemek gerekirse, el-K âfî isimli kitap, bütün Şia’yı
yargılamak için yeterli görülemez. İslâm ümmetinin bütünlüğünü boz­
mak, medeniyet ve felsefesini yıkmak isteyen sapık fırkaları, sami­
mi Ehl-i Beyt taraftarları içinden ayıklamak gerekir. İşte bu yapıldığı
takdirde, bir çok esaslarda kendi dışındaki müslümanlarla ittifak ede­
bilen Şii guruplar kalır ki, inceleme ve araştırmaya ancak bunlar lâ­
yıktır.
Bununla birlikte, bütün Şii fırkalarına, bu sapıkların görüşlerin­
den zaman içinde sızma ve karışmalar olmadığı da söylenemez. Ak­
sine bütün Şii fırkalarına az veya çok bu fikirlerin karıştığım kesin
olarak belirtmek gerekiyor. Ancak samimi Ehl-i Beyt taraftarlığı ile
sapık görüşleri ayırmak da bir görevdir.
Meselâ, «D in t i r adama ita a ttir» diyerek itaat derecesine ulaşah-
dan, namaz, oruç, zekât ve haccı kaldıran, kıyameti inkâr edip, tena­
süh ve hulule inanan Keysâniyye fırkasının müslüman olduğunu na­
sıl söyleyebiliriz? (2) Haram lan helâl sayıp, şer’i hükümleri yerine ge­
tirmeksizin yaşayan Harisiyye fırkasının müslüman olduğunu söyle­
yebilir miyiz? (3) Daha önce zikri geçen A li’y i ve evlâtlarım ilâh edi­
nip, kendi dışındaki bütün müslümanları kâfir sayan ve buna ben­
zer diğer saçmalıkları kabul edenleri nasü müslüman addederiz? «Gu-
lât-ı Şia» olarak tespit edilen kimseler şüphesiz ŞU sayılmayacakları
gibi, müslüman bile addedüemezler. öyleyse, çoktan beri arkasında
gizlenerek İslâm mefkûresiyle oynadıklan, zehir saçtıklan perde üzer­
lerinden artık kaldırılmalıdır. Bu yapıldığı zaman, daha önce de söy­
lediğimiz gibi haksız olarak ŞUlikten sayılan bir çok fırka ayıklanmış
olacaktır.
Açıklanması gereken, dikkate şayan bir hakikat daha var kİ, o
da muhtelif bölgelerdeki müslümanların bizim verdiğimiz bu hükmü
tarih boyunca ortaya fiili olarak koymaları ve sapıklıklarım anladık­
larında hemen ŞUlik taslayanların etrafından dağılmalandu-. Nitekim
sonunda bu fırkaların hiç tâbUerl kalmamış veya kendilerine ender
rastlanacak şekilde yok olup gitmişlerdir.
(1) Ahmeıi Emin, Fecru’l-İslâm, 268-276; Ahmed Emin, Duha'l-İslâm, III,
208-215
(2) Şehrlstani, el-MUel ve’n-Nlhal, I. 121-132
(3) Şehrlstani, Aynı eser, I, 135
EMEVtLEH DÖNEMİNDE F&CİR HAREKETLERİ 455

Zamanımıza kadar gelen ŞU fırkaları Zeydiyye, İsnâ&şeriyye ve


İsmailiyye olmak üzere üç guruptur. Bundan sonra onlardan bahse­
deceğiz. Bu fırkaların şeceresi zincirleme olarak Hz. Ali'den gelir ve
sistematik olarak sıralanışı şöyledir:

Ş İA İM A M L A R I

( I ) Ali b. Ebi TAllb


İV. 40/661)
I--------
(2) Hz. Haşan (3) Hz. Hüseyin Muhammed b. el-Hanefiyye
İv. 50/G70) İV. 61/680) . İv. 81/700)

14) Ali Zeyne’l-Âbidin


İv. 94/712)

I---------- -------- --------- 1


(s) Muhammed el-Bâkır Zeyd I). Ali
İv. 114/732) İv. 122/740)
(Zeydiyye’nin Lideri)
16) C&fer es-Sâdık •
(v. 146/765) Yahya
I (v. 125/743)

(7) Musa el-Kâzım


1
İsmail
İv. 183/799) İv. 143/760)
(Ismailiyye'nin lideri olup
18) A li er-Rızâ babasından evvel ölmüştür.)
İV. 203/618)

Muhammed el-Mektüm
(9) Muhammed et-’faki İv. 198/614) 1
İV. 220/835)

Câfer el-MusaJdak
I~
110) A li en-Naki (v. 240/655) s
İv. 254/888)
I r
Muhammed el-Habib S
İ l i l Haşan el-Askeri İv. 270/683) U
(v. 260/873)
Ubeydullah el-Mehdi
112) Muhammed el-Mehdî İv. 322/934)
<2S6’da doğmuş, 265 yıllarında (F&tımi ailesinin başıdır.)
kaybolmuş, gizlenmiş)
2 — Ş Î I F IR K A L A R I V E İN A N Ç L A R I

Zamanımıza kadar yaşamayı başarabilen Şiî fırkaları: Zeydlyye,


İsnâaşeriyye ve İsm ailiyye’dir. Bu fırkaların inançtan, sapık fikirlerin
tesirinde kalma derecelerine göre birbirlerinden farklılıklar arzeder.
Bu fırkalarda'-, herblrinin sapıklıklardan etkilenmeleri değişik oran­
da olmuştur. En az etkilenen Zeydiyye, en çok etkileneni İse İsmallly-
ye’dir. Bunların ortasında ise İsnâaşerriyye yer alır. İzahı ileride ge­
leceği üzere İsmailiyye, en çok etkilenen olması sebebiyle, gerçek Şii­
likten en çok uzaklaşan fırka durumuna düşmüştür. Yine ileride açık­
lanacağı üzere, İsnâaşeriyye ve İsmailiyye, «İm am et» meselesiyle alâ­
kalarından dolayı, «İm am iyye» fırkasının kollarından kabul edilir.
Yeri gelmişken Şia'nın, «İm am » ve «İm am et» kelimelerini, «Ha­
life» ve «H ilâfet» kelimelerinden daha geniş anlamda kullandığını söy­
lemek uygun olur. Onlara göre «İm am », din işlerini kendi selâhiyetln-
de tutan kimsedir. Bundan dolayı, din ve dünya işlerinin imamda
toplanması için, zamanının İslâm ülkesindeki otorite ve İktidarın ken­
disine verilmesi gerekmektedir. Fakat dünya işleri bu imamlardan
gasbedilmiş ve halife denilen kimseler bu işlerle meşgul olmuşlardır.
İmam sıfatı, kendisine ait olup başkasına verilemediği gibi böylece,
din işleri de hiç kimsenin İtirazına mahal kalmadan imamların elin­
de kalmıştır. Bundan dolayı imamlar, doğru yola götüren ruhanî reh­
berler ve şefaatçılar olmuşlardır. ( 1 )
Şiî fırkalarının, bir çok inançta ihtilâfa düşmelerine rağmen,
önemli bir noktada birleştiklerini görüyoruz. O da, «Hz. A li’n in bütün
yaratûanlann en üstünü olduğun inancıdır. Bu konuda tbn Ebî Ha-
did, kendi ashabının bu hususta orta bir yol takip ettiğini ileri süre­
rek, «Hz. A li’yi âhiretteki yaratıkların en üstünü, cennette en yük­
sek derecenin sahibi, dünyadaki yaratıkların da en faziletlisi, en çok
meziyetlere, hususiyetlere ve menkıbelere sahip olanı» olarak kabul
ettiklerini, kısaca, «Hz. Peygamber ile Hz. A li arasına fark olarak sa­
dece peygamberlik derecesini koyduklarını, bunun dışında aralarında
müşterek faziletleri Hz. A li’ye de verdiklerini» zikreder.(2)

(1) Davld Donaldesh, Akldetü'ş-Şla, 118


(2) tbn Ebi Hadld. Şerhu Nehcü’l-Bel&fca, IV. 520
EMEVÎLER DÖNEMİNDE FİK İR HAREKETLERİ 457

Şiî fırkalarını zikretmeden önce, üzerinde ittifak ettikleri bu nok­


talan belirtmeyi gerekli gördük. Şüphesiz bunlar, İslâm dışı güçlerin,
Şia bünyesinde bıraktığı izlerdendir. Hz. Ali'nin dünya ve âhlrette ya­
ratıkların' en üstünü olduğunu gösteren ölçü nedir? öy le kİ bu gö­
rüş, Hz. Muhammed’i bile ancak peygamberlik rütbesinde, Hz. A li’
den farklı kılıyor, peygamberlik dışında bir ayırım sözkonusu edil­
miyor. Bu inançların Şia'ya İslâm dışı güçler tarafından sokulduğunu
gösteren şey de İbn Ebi Hadîd’in, «B u hususta orta ve m utedil bir
yol takip ettiklerin i ifade eden» sözüdür. Acaba İbn Ebi Hadid’ln, Hz.
Ali'ye nispet ettiği sıfatlar, «orta yol» olarak kabul edilirse, daha ile­
ride ne kalır?
Dünyada ve âhirette en faziletli kişi olarak nitelenmekten daha
yüksek bir makam mı mevcut? Evet burada, daha önce de İşaret et­
tiğim iz gibi Hz. A li’yi, Hz. Muhammed’den de üstün tutan Ulyâîler'in
görüşleri ve daha ileri giderek, Hz. A li’yi ve oğullarını llâhlaştıranlar
vardır. îbn Ebl Hadid, kendi görüşünü, bunlara bakarak «orta yol»
şeklinde nitelemiş olmalıdır. Yoksa, İslâm İnançları çerçevesinde onun
görüşü de orta yol olarak kabul edilmediği gibi tanı bir sapıklık ola­
rak nitelenebilir.
İmam iyye’nin, yani İsnâaşeriyye ve İsmailiyye’nin ittifak ettik­
leri bir diğer inanç ise, hilâfeti de kapsayan «imametnln Hz. A li’ye,
sırasıyla onun Hz. Fâtıma'dan olan evlâtları Hz. Haşan, Hz. Hüseyin
ve Hz. Hüseyin’in evlâtlarına ait olduğu görüşüdür. (1) Bundan do­
layı ne «h ilâfet», ne de «İmamet» bunlardan başkası için câiz değil­
dir. Dünya işlerini düzenleme görevi olarak kabul ettikleri hilâfetin
bunlardan başkasma verilmesi, Hz. Ali ve çocuklarına verilmiş olan
bir haklan gasbedilmesl demektir. Böyle bir duruma imamların rıza
göstermesi ise, ileride açıklanacağı gibi «Takiyye» inancından dola­
yıdır.
İleride tafsilâtı görüleceği üzere Zeydiyye, bu görüşe katılmadığı
gibi, «daha üstün» biri varken, «üstün» olan birinin imametini câiz
görür. Yani Hz. A li ve evlâdının en üstün varlık olduğunu ileri sür­
mekle beraber, onlardan başkalarının hilâfetini de kabul ederler.
Aynca İmam iyye'ye göre, Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan olanlar dı­
şındaki çocuklarının da imamette haklan yoktur. Hz. Ali, Hz. Fâtıma
hayattayken başkasıyla evlenmemiştir. Ancak, o vefat edince evlen­
miş ve Benî Hanîfe'den bir kadın, Muhammed ismi verilen bir ço-

(1 ) Hz, Hüseyin'in evlâdının ekserisine göre, Hz. Hasan'ın çocuklarının İma­


mette hiç bir hakkı yoktur. ÇUnktt babalarının hilâfetten. Hz. Muâvi-
ye adına çekilmesi onlara bu haklarını kaybettirmiştir.
458 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

cuk dünyaya getirmiştir. İşte İmamiyye'nin görüşüne göre, Hz. Ali'nin


bu çocuğunun da hilâfette hakkı yoktur. Bunun için, imamet hak­
kından Muhammed’i uzaklaştırabilmek kastıyla, Hz. A li’ye nispetini
dahi istemeyerek, annesine nispetle, ondan «Muhammed b. Hanefiyye»
diye bahsetmişlerdir. Fakat Hz. Hüseyin’in vefatmdan sonra Muham­
med b. Hanefiyye’nin de tâbi ve taraftarları olmuş, özellikle Kerbelâ’da
yakınları ve babasının öldürülmesine şahit olan A li b. Hüseyin’in bu
çirkin olaydan sonra Emevîler’e karşı hiç kimseyi harekete geçirme­
yerek, boyun eğmesi, Şiflerden bir kısmını Muhammed b. Hanefiyye’
ye yöneltmiştir. Muhammed b. Hanefiyye'nin H. 81 (700) ’de vefatm ­
dan sonra İmamet, oğlu Ebû Hâşim’e intikal etti. Ebû Hâşlm, Şam'
dan Medine’ye giderken yolda hastalandı. Öleceğini hissedince Ali
b. Abdullah b. Abbas’ın oturduğu Humeyme’ye uğradı. Ebû Hâşim,
Ali b. Abdullah’a yakında öleceğini, kendisinden sonra da evlâdı bu­
lunmadığı için cemaatine sahip çıkmasını ona vasiyyet etti. Onlara
da Ali b. Abdullah’a bağlanmalarım tavsiye etti. Daha sonra da öl-
d ü .(l) Bundan dolayı Abbasîler, hilâfet hakkı için Abbas b. Abdul-
m uttalibe vâris olmaktan başka, bu yolla da A li b. Ebî Tâlib'e vâris
olduklarına inanırlar. ( 2 )
Fakat Zeydiyye, İsnâaşeriyye ve İsmailiyye, Muhammed b. Hane-
fiyye’nin imametini kabul etmezler. Bundan dolayı Muhammed b. Ha-
nefiyye'den sonra ortaya çıkan Keysâniyye (Muhammed b. Hanefiy­
ye veya Ali b. Ebi Tâlib’in tabilerinden olduğu söylenen Keysân'a nis­
pet edilir), Hâşimiyye, Beyâniyye ve Rizâm iyye(3) fırkalarını Şia’dan
saymazlar.
İsnâaşeriyye ve İsm ailiyye’nin, Muhammed b. Hanefiyye'nin ima­
metini kabul etmemelerinin sebebi açıktır. Çünkü o, Hz. Fâtım a’nın
oğullarından değildir. Zeydiyye ise, Muhammed b. Hanefiyye’nin ima­
metini, hakkım talep etmek üzere asrın halifelerine karşı çıkmadığı
için kabul etmemişlerdir. Çünkü Zeydiyye’ye göre, «bu hakkı talep
ederek halifelere karşı çıkmak» imametin şartlanndandır.
Bu üç fırka, bu iki noktadan başka, bazı esas ve itikatlarda da
birbirinden farklı görüşlere sahiptirler. Bundan dolayı her birinden
ayrı ayn. bahsetmek gerekmektedir.

(1) Mes’ûdi, Mürücu'z-Zeheb, II, 201


(2) Ahmet Çelebi, Mevsuatu'l-T&rlhl’l-İslâm î ve’l-Hadâratl'l-lslâm lyye,
m, 8
(31 Bu fırkalar İçin bkz. Şehrlstanl, el-M Ilel ven-Nlbal, I, 131-137
EMEVÎLER DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ 459

A. Z E Y D İY Y E

Zeydlyye, Zeyd b. Ali Zeyne’l-Abidin b. Hüseyin b. A li’ye nispet


edilir. Zeyd, imamet için, imamın, Fâtımi, âlim, zahit, cesur olmasını
ve İmameti talep ederek mevcut yönetime karşı koymasını şart koş­
muştur. (1) Eğer imameti talep ederek ortaya çıkmazsa İmam olamaz
ve o zaman başkasmm tayini câiz olur. Bundan hareketle Zeyd, Hz.
Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in hilâfetini Hz. A li’ye rağmen câiz görmüş­
tür. Çünkü Hz. Ali, hakkım müdafaa ederek hilâfet İçin karşı koy­
mamıştır. özellikle Zeyd’e göre en üstün varken, üstün olanın ima­
meti de câlzdir. Sırası gelmişken bu hususta Zeyd’e ait veciz bir İfa­
deyi Şehristani’den nakletmek uygun düşecektir:
«A li b. Ebî Tâlib, sahabenin en faziletlisi idi. Ancak hilâfet, sa­
habenin uygun gördüğü bir maslahat ve gözettikleri dinî bir fayda
sebebiyle Hz. Ebû Bekr’e verilmiştir. Çünkü Hz. Peygam berin sağlı­
ğında çıkan harpler henüz unutulmamış, m ü’m inlerin emirf Hz. A li’
nin kılıcındaki, Kureyş ve diğer müşriklerin kanı henüz kuramamıştı.
İn tik a m almak isteyen toplulukların içlerindeki kinler olduğu gibi
duruyordu. Kalplerin bütünüyle ona meyletmediği, herkesin gönül rı­
zasıyla boyun eğmediği bir durumda uygun olan tamr, bu işi yükle­
necek şahsın, yumuşak, vakur, yaşlı ilk müslümanlardan ve Hz. Pey­
gam bere yakın olanlardan olmasıydı.»
Zeyd, «imamet» İçin koyduğu şartlara uyarak âlim olmayı iste­
miş ve asrının ulemasından ilim tahsil etmeye başlamıştır. Böylece
o, sapıkların ileri sürdüğü, «İmamlara vahiy gelmesi» ve « onlara A l­
lah’ın bildirmesi» gibi görüşlere inanmadığım ortaya koymuştur. Vâ­
sıl b. A ta’nın derslerine devam eden Zeyd, Mu’tezile prensiplerinin ço­
ğunu ondan almıştır. Sonra etrafma yardımcüar toplamaya ve pro­
p a g a n d a la rın ı her tarafa göndermeye başlamıştır. Fakat Zeyd, ön­
celikle K û fe’den yardımcılar edinerek daha önce dedelerinin düştüğü
hatayı tekrarlamıştır. Bu konuda yakınlarının uyanlarına da dikkat
etmeyen Zeyd, K ûfe’de yönetime baş kaldırdığını ilân etmiş, ancak
kısa zaman içinde Kûfelilerin âdetleri veçhile etrafından dağıldıklan-
m görmüştür. Zeyd, H. 122 (740)’de Hişam’m Irak valisi Yusuf b.
Ömer’e karşı yaptığı savaşta ölmüştür.
Oğlu Yahya b. Zeyd ise bu savaştan sonra kaçarak önce Hora­
san, sonra da Belh’e gitmiş ve burada hazırlığını tamamlayarak ayak­
lanmıştır. Fakat neticede baibasının âkıbetine uğramış Velid b. Ye-
zid’in hilâfeti esnasında H. 125 (743) yılında öldürülerek yakılmıştır.

(1) Şehrlstani. el-MUel ve'n-Nlbal, I, 137-138


460 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

Yahya'dan sonra, Zeydiyye, Taberlstan ve Deylem bölgelerinde


Nâsır el-Utruş ortaya çıkıncaya kadar toparlanamamıştır. Bu sırada
Taberistan ahalisi henüz İslâm’a girmemişti. Nitekim N&sır, onları
Zeydiyye mezhebi yoluyla İslâm’a davet etmiş, onlarda kabul ederek
müsliiman olmuşlardır. ( 1 ) Böylelikle Zeydiyye mezhebi burada yayı­
larak süregelmiştir. Zeydiyye, şimdi bile Yemen’de bir çok taraftara
sahiptir.
Zeydiyye, Şia fırkaları içinde, Ehl-i sünnet’e en yakın olanıdır.
Çünkü Zeyd, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in halifeliğini mümkün gör­
müş ve bu ikisine dil uzatmamıştır. Ayrıca Zeydiyye, İmam iyye gibi
halifeliğin sadece, Hz. A li’nin, Hz. Fâtım a’dan olan evlâtlarına alt
olduğunu da ileri sürmemiş, üstelik bunlar, imameti talep ederek or­
taya çıkmadığı zaman başkaları için de imameti câiz görmüşlerdir.
Aynı zamanda İmamet için ilim, şecaat gibi çoğunlukla Ehl-i sünnete
uygun şartlara sahiptirler. Nitekim Zeydiyye, Ehl-1 sünnet’e yakınlı­
ğının neticesi olarak, aşın Şiflerden kopmuştur. Şiilerin sapık kollan,
Zeydiyye’den uzaklaştığı gibi, Zeydiyye de kendi dışındaki aşın saç­
malıklardan uzak kalmıştır. Bu durum, Zeydiyye’y i zayıflatmışsa da,
onun uydurma ve yalanlardan korunmasını sağlamak bakımından
faydalı olmuştur.
Bu söylediklerimizi biraz daha açmaya gerek vardır. Öyleyse şu
sorulan sorarak işe başlayalım: Zeydiyye mezhebi niçin zayıfladı? İ f ­
rat ve uydurma hususunda diğer fırkalardan nasıl daha temiz kala­
bildi?
Buna, geriye dönerek cevap verebiliriz. Daha başlangıçta İslâm
düşmanlarının Şia’yı bir sığmak olarak kullanmak istediklerini, Şii­
lik perdesi altmda bir çok dalâlet ve bid’atlerin ortaya çıktığını, bu­
nun bir neticesi olarak da, ihlâs sahibi, samimi müslümanlann, sa­
habeyi tekfir edip, Hz. A li’yi ilâhlaştıran bir guruba mensup olmayı
istemediklerini, bu yüzden Şiîlikten uzaklaştıklarını hatırlayalım. Böy-
lece Zeyd ortada kalmış, her halükârda Şii olduğundan Şia’dan baş­
ka taraftar da bulamamıştır. Çünkü samimi müslümanlar, başlangıç­
ta bozuk olmasa bile, sonra bozulablleceğinden endişe ederek herhan­
gi bir Şii mezhebine mensup olmayı istememişlerdir.
Böylece, Zeydiyye’nin ne aşırıya kaçanlardan, ne de Ehl-i sünnet­
ten taraftan olmamıştır. Bunun sebebini bize Taberî şöyle açıklar:
«Şia'nın ileri gelenleri, Zeyd'in yanmda toplanıp ona, Hz. Ebû
Bekr ve Hz. Ömer hakkmdakl görüşünü sordular. Zeyd, Hz. Ebû Bekr
ve Hz. Ömer’e Allah'tan rahmet ve mağrifet dileyerek, Ehl-i Beyt’ten

(1) Şehrtstani, Aynı eser, I, 139


EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 461

hiç kimsenin onlardan teberri etmediğini, onlar hakkında ancak ha­


yır söylediklerini ifade etti. Hz. Peygamber’in velâyet ve hilâfetine
kendilerinin herkesten daha lâyık olduklarım, ancak Hz. Ebâ Bekr ve
Hz. Ömer’in tercih edilip, kendilerinin bu haklardan uzaklaştırıldıkla­
rım, fakat bunun da küfrü gerektirmeyeceğini söyleyerek onlar hak­
kında en ağır söz olarak ancak bu kadar konuşabileceğini açıkladı.» ( 1 )
Ancak bu açıklama, aşın Şiile-in hoşuna gitmediğinden Zeyd'i terk-
ederek başkasının im a m lığ ın ı tamdılar. Böylece Zeyd’in taraftarları
azaldı. Çünkü taraftarlan arasında ne aşın Şiller, ne de Şii olmayan­
lar yer aldı. Zeyd’ln etrafında ancak mutedil olanlar veya gerçek Şiî
ler kaldı ki bunlar da sayıca az idi. İşte bütün bunlar Zeyd’in taraf­
tarlarım azaltırken, mezhebini de aşırı fikirlerden korumuş oldu.
Zeydiyye mezhebini zayıflatan ve aşırılıklardan koruyan sebepler­
den oirl de, Zeyd’in harbe yönelmesi, çile ve sıkıntılara girmesidir.
Şiiliği bir maske olarak kullananlar asla harp etmemişler, fikirlerini
yaymakla yetinip, hiç bir zaman kanlarını feda etmek istememişlerdir.
Zaten bunların, hiç inanmadıkları, sadece istismar ettikleri bir dava
İçin kanlarım feda etmeleri beklenemezdi. İşte bu bize, Şiilikle ilgili
tarihi hadiseleri yorumlarken önemli bir İpucu verir. Onların niçin
«takiyye» görüşüne sahip olduklarım, taraftarlarının Hz. Ali'yi niçin
terk ettiğini ve yine taraftarlarının Hz. Hasan’ı terk etmekle kalma­
yıp ona hücum ederek eşyalarım nasıl çekip aldıklarım, aynı şekilde
Küfe halkının Hz, Hüseyin'e yardım etmeyerek onu ölüme niçin ter-
kettiklerini anlamak için bu konu üzerinde ciddiyetle düşünmek ge­
rekir. Bütün bu soruların cevabı aynıdır. Çünkü bu insanlar, gerçek
taraftar ve yardımcı olmamış, zikrettiğimiz başka bir sebepten dolayı
Şİİ görünmek istemişlerdir. Yine onlar Ehl-i Beyt’e dostluk ve sevgi
İle bağlanmadıklarından zaman zaman o n la ra isyan etmişler, onları
düşmanlarına teslim etmişler, hattâ, bazan onları öldürmüşlerdir.
Zeyd’in mezhebini aşın fikirlerden muhafaza eden diğer bir un­
sur onun ilmi ve cesaretidir. Zeyd, davetini bizzat kendisi yapmış, fi­
kirlerini şerhederek yazmış ve kötü niyetli dailere meydan vermemiş,
onlara inanç ve fikirlerini bozabilecekleri hiç bir açık kapı bırakma­
mıştır.
Bununla beraber Zeydiyye mezhebi de, Şehristanî’nin dediği gibi,
zaman içinde yanlış fikirlerden kendisini kurtaramamıştır. iTitekım
ilerikl tarihlerde Zeydiyye, «üstün olanın imam, olabilmesi» fikrinden
dönerek İmamiyye gibi, sahabıye dil uzatmaya başlamıştır. Şehristani,
Zeydiyye'nin bir kolu olan Cârûdiyye hakkında şöyle der: «Cârûdiy-

(1) Taberi, V. 498


462 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

ye, Hz. Peygamber’in Hz. A li’y i kendisinden sonra imamlığa İsmen de­
ğil de vaslen tayin ettiğini, halkın bunu kabul etmeyip ihmalkâr dav­
randığını, nitekim sonunda Hz. Ebû Bekr’i seçtiklerini, bundan do­
layı da küfre girdiklerini iddia etmişlerdir. Böylece Ebû Cârûd, ima­
mı Zeyd b. A li’ye muhalefet etmiştir.» (1)

B. İSN Â A Ş ER İYY E
İsnâaşeriyye, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. A li ve sı­
rasıyla onun on bir oğlunu Allah'ın emri, peygamberin tayini ve vasi­
yeti ile meşru imam kabul eden ve böylece on İki imama İnanmayı
dinin aslına dahil bir rükün olarak görenlerin mezhebidir. İmamlyye
fırkalarının en meşhuru ve bugünkü şartlarda en kuvvetlisidir. İran
ve Irak Şiîleri genel olarak İsnâaşeriyye’ye bağlıdır. Bugün, «Ş iî» ke­
limesi bahis konusu olunca, İsnâaşeriyye anlaşılır.
İmamlyye, Şii fırkalarının en uzun ömürlü ve en güçlü olanıdır.
Tafsilâtına ileride girişileceği üzere, bu fırkalara İmam iyye ismi,
«im am » meselesine verdikleri ehemmiyetten kaynaklanmaktadır. İsnâ­
aşeriyye de, İmamiyye fırkalarının en meşhuru ve en çok taraftara
sahip olanıdır. Ancak İsnâaşeriyye’ye giren sapık fikirler Zeydiyye’
den daha çoktur. Çünkü Şia’y ı bir maske olarak kullanan İslâm düş­
manlarının telkinlerinden bir çoğu İsnâaşeriyye’ye girmiştir. Bunun
sebepleri şunlar olabilir:
1 — İsnâaşerlyye’nln İslâmî düşünceleri bozarak, ona tuzak ha­
zırlamak gayesiyle bir araya gelen sapıklarla işbirliği, ömrünün uza­
masını sağlamıştır.
2 — İsnâaşeriyye imamları, sulh ve sükûna çok mütemayil idi­
ler. Şii ayaklanmalarının Hz. Hüseyin’den sonraki tarihini tetkik eden­
ler, bunların İsnâaşeriyye imamlarıyla ilgisi olmadığını görürler. Bu
olaylar genellikle, Zeyd b. Ali oğlu Yahya ve Hz. Hasan'm oğullan İle
Ehl-i Beyt'ten diğerleri çevresinde meydana gelmiştir.
Nitekim Ali Zeyne’l-Âbidîn, babasının ve yakınlarının Kerbelâ’da
öldürülmesi esnasında gördüğü dehşet verici olaylar sonunda bile sulh
ve sükûneti tercih etmiştir. Aynı şekilde onun evlâdı da çoğunlukla
rahat ve sakin bir hayata meyletmişlerdir. Bu tarz hayat, sahte Şiller
için de tehlikesiz görünmüştür. Çünkü bunlar, daha önce de söyledi­
ğimiz gibi, inanmadıklan bir dâvâ için kanlarım akıtmayı zaten iste­
memişlerdir.

(1) Şehrlstanl, el-Milel ve'n-Nlhal, I, 140


EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 463

3 — İmamlar adına uydurmaların, daha ilk zamanlardan itiba­


ren başladığını belirtmiştik. Ayrıca sahte Şiilerle, samimi Ehl-i Beyt
taraftarlarının zaman içinde barıştıklarını, bazan birbirleriyle yardım­
laştıklarına da kaydetmiştik.
Bunun neticesi olarak, sapıkların telkinleri Şlîler arasında yayıl­
mış, sonraki nesiller bu bilgileri gerçek Şiiliğin akidesi olarak telâkki
etmeye başlamışlar ve bu yolda faaliyet göstermişlerdir.
Şimdi biz, sapık düşüncelerin girmediği ve uydurmacıların elle­
rinin uzanmadığı, saf ve gerçek İmamlyye mezhebinin ilk durumunu
yazman istesek, bunu yapmamız neredeyse imkânsızdır. Çünkü İma-
miyye mezhebinin tamamı veya büyük bir kısmı uydurmadır. Aslın­
da ana unsurları da İslâmî değildir. Bunun sebebi de İmamet me­
selesinin bu mezhebin en büyük problemi olmasıdır. Zaten «İm am ly­
ye» ismini de bu sebepten almıştır. Bu meselenin ise tamamı uydur­
madır. İmamiyyenin hareket noktası olan «vasiyet» konusu, bizzat
Hz. A li tarafından yalanlanmıştır. İbn Abd-i Rabbih, Abdullah b.
el-Kevvâ’nın, Hz. A li’ye, Hz. Peygamber’ln kendisine bir şey vasiyet
edip etmediğini sorduğunda, Hz. Ali'nin ona: «E y Allah'ım ! O’na ilk
iman eden benim, yine onu ilk yalanlayan ben olamam. Bende Hz.
Peygam berin bir vasiyyeti yoktur. Şayet böyle bir şey olsaydı ne Te­
mim , ne de Adiy Oğulları’ndan birisini minberde bırakm azdım .n(l)
diye cevap verdiğini rivayet etmiştir. Şehristani’nin de, İsnâaştriyye’
nin en büyük imamlarından Câfer es-Sâdık hakkında: «Asla imameti
talep etmemiş ve hilâfet hususunda da hiç kimseyle mücadele etme­
m iş tin ifadesini daha önce belirtmiştik. (2) Aynı şekilde Zeydiyye’den
de daha önce bahsetmiş, İmam Zeyd'in, hilâfet ve bunun için koyduğu
şartlan, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer'in halifeliğini kabul ettiği yolun­
daki görüşlerini kaydetmiştik. (3) Fakat İmamiyye, «im am et» husu­
sunda yeni bir görüş ileri sürüp, bununla meşgul olmuş ve bu yeni
görüşü kendileri için en önemli mesele ve fikirlerinin merkezi haline
getirmişlerdir. Halbuki bütün bunlar, İslâm düşmanı sapıkların uydur­
masıdır. Bu iş ilk defa, Hz. Ali'nin imametinin ayinle olduğu görü­
şünü ortaya atan ve taraftarlarına bunu telkin eden Abdullah b. Be­
be ile başlamıştır. Onun yolundan gidenler de, onun bu görüşünü be­
nimseyerek, şuradan buradan deliller toplamış veya uydurmuşlardır.
Şimdi, İmamlyye mezhebinin durumuna gelelim.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, ilk «İmamlar» olarak kabul edi­

c i) İbn Abd-l Rabbih, el-ttdu'l-Fertd, IV. 303


(2) Şehrlstanl. el-M llel ve'n-Nlhal, I, 137
(3 ) Bu kitabın Zeydlyye Ue İlgili kısmına bakınız.
464 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

lenler, imametin böyle bir silsile halinde seyretmediğini söyledikleri gi­


bi çoğu, diğer halifelere biat etmişlerdir. İmamların ilki olarak ka­
bul ettikleri Hz. Ali, Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a, Hz.
Haşan ve Hz. Hüseyin Muâviye’ye, A li Zeyne'l-Âbldîn İse Yezid’e biat
etmişlerdir. Bunların zamanında imametten bahseden olmamıştır. An­
cak zaman geçip, sapıklık ve yalanlar bu fırkaya girince imamet me­
selesi de ortaya çıkmıştır. Demek ki imametten- bahsetmek, bir yö­
nüyle bu Şii mezhebinin sapıklığından bahsetmek, yani Hz. A li ve ilk
imamların görüşlerinden ayrılıp bugün geçerli saydıkları uydurmalara
yönelişinden bahsetmek demektir.
Bu topluluk ne ölçüde sapmış, sapıklığın hangi sınırına varmış­
tır? Bugün geçerli saydıkları uydurmalar nelerdir? Bu, gerçekten cid­
di bir sapmadır. Hattâ buna sapmadan da öte bir İntikal, başka şekle
dönüş de denebilir. Bu sapmanın nirengi noktası, «İm am et» konusu
olmakla birlikte, ilk imamların sözlerinde bu mânâda bir imamet an­
layışına rastlayamıyoruz.
İmamet meselesini en geniş çerçevede ortaya koyan kişi, Şii âlim­
lerin müteahhirininden Meclisi olmuştur.
Meclisi, Şiiliği İran'ın resmî mezhebi olarak kabul eden ve XV.
asrın sonlarından 1737’ye kadar süren Safevi devletine muasır olup,
uHayatü’l-K u lû b » isimli eserinde, İmam et hakkında başka kitaplarda
olmayan geniş açıklamalar yapmıştır. İk i bölümden oluşan eserin
birinci bölümünde imamın lüzumu, ikinci bölümünde ise müellifin
imamla alâkalı gördüğü âyetlerin tefsiri yer alır. Birinci bölüm do­
kuz başlık altında toplanmıştır. Bunlar:
1 — im a m ın gerekliliği ve imamsız bir zaman olmayacağı,
2 — İm a m ların masum oldukları,
3 — im a m etin Allah ve Hz. Peygamber'in tayiniyle olduğu, her
imamın da kendisinden sonra gelecek olanı tayin etmesi,
4 — İm a m ı ta n ım anın zarureti,
5 — B ir imamı inkâr etmenin, bütün imamları inkâr etmek gibi
olduğu,
6 — İmama itaat etmenin zarureti,
7 — İmamsız hidayete varılamayacağı,
8 — İk i değerin K ur’an ve Ehl-i Beyt olduğu,
0 — İmamların tayin edilmesi.
İkinci bölüm İse, kırk iki başlık altında sunulmuş olup, tama­
mı Meclisî’nin imamet konusunda nâzll olduğunu ileri sürdüğü âyet­
lerin tefsirinden İbarettir.
Meclisi, bu âyetleri tefsir ederken Şlîlerin metodunu kullanmak­
EM BVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 465

ta, zaman zaman İstediği sonuca varmak için zorlamalara başvurmak­


tadır. Bu ve bunun gibi diğer kaynaklardan İmamiyye mezhebinin,
«İm am et» konusundaki görüşlerini tespit edebilmekteyiz. Şöyle ki:
1 — İmamet, ümmete havale edilip, halkın tayinine bırakılan iş­
lerden değildir. Bilâkis imamet, dinin direği ve İslâm'ın bir rüknüdür.
Hiç bir peygamber, ondan habersiz olamaz ve tayinini ümmete ha­
vale edemez. Peygamberin ümmete imam tayin etmesi vaciptir. Böy-
lece her imam da, kendinden sonrakini tayin e d er.(l) Çünkü, İslâm
dininde imam tayin etmekten daha önemli başka bir iş yoktur. Ha­
lefini tayin eden Peygamber veya İmam dünyadan gönül huzuru İle
ayrılır. Çünkü imam, ayrılığı kaldırmak, birlik ve beraberliği yerleş­
tirmek için gönderilmiştir. Onun, insanları her biri bir yana çeke­
cek şekilde bırakıp gitmesi câiz olmadığı gibi, bilâkis kendisine baş­
vurulacak, güvenilir birini tayin etmesi gerekir.( 2 )
2 — Kendisinden sonra ümmeti yönetecek bir imamı tayin et­
mek Hz. Muhammed’e vacip olduğundan, O da bu görevi, Hz. A li’yi
açık bir nassla tayin ederek yerine getirmiştir. Bu tayin, Hz. A li’nin
vasfmı, üstü kapalı değil, aksine açık bir şekilde tarif ederek ortaya
koymuş ve bu iş «Gadîr-Hum» denilen yerde olup bitmiştir.
Hz. Peygamber, Veda haccmdan Medine’ye dönerken, «Gadir-
Hum» denilen yere gelince, büyük ağaçların altını göstererek buranın
temizlenmesini emretti. Ashap etrafı temizleyince bir sahabîden, « Na­
maz toplayıcıdır!» diye seslenmesini istedi. Halk toplanınca Hz. Pey­
gamber, onlara: «Ben kim in dostu, efendisi isem Ali de onun dostu,
efendisidir. Ey Allah’ım ! A li’yi seveni, Sen de seversin, A li’ye düşman
olana Sen de düşman olursun! Ona yardım edene Sen de yardım eder­
sin, Onu yardımsız bırakanı Sen de terk edersin! Onun döndüğü yere
beraberinde halkı da döndür ya Rabbil Dikkat ediniz, size bunu teb­
liğ ettim m i? » Hz. Peygamber bunu üç kere tekrar etmiştir.(3)
Bu tayin, »Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.
Eğer bunu yapmazsan Allah’ın peygamberliğini tebliğ etmemiş olur­
sun. Allah seni insanlardan korur.. . » (4 ) meâlindeki ayetlerden sonra
tamamlanmıştır. Onlann tefsirlerine, yorumlarına göre burada teb­
liğ edilmek istenen Hz. A li’nin İmam olarak tayin edilmesidir. Bu ta­
yinden sonra da, «Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nim etim i ta­

li) İbn Haldun, Mukaddime, 164


(2) Şehrlstanl, el-Mllel ve'n-N lhat I, 144
(3) Şehrlstanl, Aynı eser, I. 146: «Gadir-Hum» kıssası İçin bkz. Ahmed b.
Hanbel. Mtlsned, I, 64. 118, 152; Davld Donaldesb de benzer delilleri
zikretmiştir. Bkz. Aktdetu'ş-Şla, 22
(4) MAlde sûresi, Ayet 67
F. : 30
466 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

marnladım.. Ve din olarak size İslâm 'ı s e ç t im .»(l) meâlindeki âyetler


nâzil olmuştur. Burada dinin kemal bulması ve nimetin tamamlan­
ması, onlara göre, bu tayin meselesidir.
3 — İmamet, Hz. Ali ve onun Fâtım a’dan olan oğullarına aittir.
Çünkü onlar Ehl-i Beyt ve öyle mübarek bir topluluktur ki, Allah on­
lardan dolayı insanlardan hoşnuttur. Allah yeryüzünün devamına izin
verdiği müddetçe orada bunlardan başkasının imamet hakkı yoktur.
İşte bunlar İmamiyye mezhebinin temel ilkeleridir. Ayrıca «tea­
lim » diye isimlendirdikleri, tamamlayıcı nitelikte prensipleri de var­
dır. Bunlar da, İsmet, Takiyye, Ric’at ve Mehdîlik’tir.
İs m e t: İmamların büyük ve küçük günah işlemekten korunmuş
olması, hata ve unutma diye bir şeyin onlar için söz konusu olmama­
sıdır. ( 2 )
Takiyye: Kişinin ırzını, malını veya canmı koruyabilmesi için
inandığından başkasını söylemesidir.
Mehdîlik ve R ic’at: Mehdîlik ve Ric’at arasında bir alâka vardır.
Mehdilik, zulümle dolan yeryüzünde adaleti tesis için geleceği bek­
lenilen bir «mehdi imam» fikridir. Bu Mehdi de, H. 260’ta kaybolan
ve sonra dönecek olan imamdır. Bazıları ise bizzat Hz. A li’nin, döne­
ceğini ileri sürerler.
Abdullah b. Abbas anlatıyor: « Öğle vakti dinlenmek için elbise­
m i çıkardığımda, kapı bir adam tarafından vuruldu. Böyle b ir vakitte
ancak çok önemli bir meseleden dolayı aranabileceğimi düşünerek, ada­
m ın içeriye alınmasını istedim. Adamı içeri aldığımda, «B u adam ne
zaman gönderilecek? » diye sordu.
Abdullah b. Abbas, bu adamın kim olduğunu öğrenmek isteyince,
o da, «A li b. Ebi T â lib » der. Abdullah b. Abbas, «Allah, ancak kabirdeki-
leri diriltince Hz. A li’yi de d iriltir» şeklinde cevap verince adam:
«Şüphesiz, sen de bu cahiller gibi düşünüyorsun!» diye karşılık verir.
İşte o zaman Abdullah b. Abbas kızarak, «A llah lânet etsin, buradan
bunu çıkarınız» diyerek adamı kovar. (3)

İşte bunun gibi, çoğunlukla imamların gizlenip, tekrar döneceği­


ne inananlar, bazan da Muhammed b. Hanefiyye’nin M ehdiliğinl ileri
sürenler vardır. Bir Şii şiirinde şöyle denilir:

(1) Mâlde süresi. &yet 3


(2) Daha fazla tafsilat İçin bkz. Davld Donaldesh, Mebdeü’l-lsm et fl Aki-
detl’ş-Şla, 313 vd.
(3) İbn Abd-1 Rabblh. el-Ikdu'l-Fertd, II, 468
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 467

İy i biliniz ki imamlar Kureyş’tendir


Onlar Allah dostlan olup dört tanedir
A li, üçü de onun çocuklanndandır
Çünkü onlar torunlarıdır Peygamber’in
İm an ve iyüiğin neslidir o nesil
Onlara gizlenme yok
Kerbelâ’n m yitird iği nesil
Şayrak önde yürümeden
Küheylûnlan arkasından sürümeden, ölümü tatmayacak nesil
Aralarında bir müddet görülmemek üzere kaybolacak
Yanında su ve bal olduğu halde Radvâ dağında.
Meclisi’nin, « Tuhfetu’z-Zâirin» isimli eserinde, kaybolan imamla,
taraftarları arasındaki alâkayı anlatan bazı İfadeler vardır. Meclisi,
gizil imamın, tâbilerinden bir kısmına göründüğünü, bazısıyla yazıştı­
ğını, onlarm mektuplarını alarak mütalâa ettiğini iddia eder. Meclisi’
nin zikrettiğine göre, «B ir m ü rit ihtiyaçlannı bir kağıda yazar, adres
olarak «Sahibu’z-Zaman’a» diye belirtip kapar ve mühürler. Daha son­
ra bir denize veya derin bir kuyuya atar. Böylece bu mektup, kaybo­
lan imama ulaşmış o l u r . » ( l )
İsnâaşeriyye mezhebinin bu temel görüş ve prensiplerinin İslâm'
la uzaktan yakından alâkası olmadığı için, bunları cerhetmek üzere
gayret göstermeye de gerek duymuyoruz. Çünkü önce de işaret etti­
ğimiz gibi bütün bu görüşler, İslâm dışı bir takım din ve mezheplerin
fikirleridir. (2) Aynı zamanda Câfer es-Sâdık da bu görüşleri kabul
etmeyerek, hem bu fikirlerden, hem de ileri sürenlerden uzak durmuş­
tur. (3)
Önceden de söylediğimiz gibi İsnâaşeriyye’nin sapık fikirlerden et­
kilenmesi, Zeydiyye'den daha çok, İsmailiyye’den daha az olmuştur.
Zeydiyye, İsnâaşeriyye’nin, İslâmî fikirler olarak Ueri sürdüğü, İm a­
met, İsmet, Takiyye, Ric’at ve.Mehdilik gibi uydurma ve yalanların
hiç birisini kabul etmemiştir. İsnâaşeriyye ise İsmailiyye’nin savun­
duğu fikirlerin çoğuna katılmamıştır. Meselâ, tsmaillyye’nin Allah
hakkında, «A llah var veya yok, âlim veya cahil demeyiz» şeklindeki
sapıklıkları imamı tanıyıp, tevili kuşatandan ibadetleri kaldırmaları,
imamın sırrım ifşa etmemeyi oruç diye nitelemeleri, haccı, imamı zi­
yaretten İbaret saymaları ve bunun gibi daha nice yıkıcı fikirler İs­
nâaşeriyye ile aralarındaki farkı ortaya koyar.

(1) Meclisi, Tnhfelu’z-Zairtn, 296


(2) Meclisi, Aynı eser, 296
(3) Şia'dan bahsettiğimiz kısmın başındaki açıklamaya ve yine Ömer Bbû
Nasr'ın « M Muhammed fl Kerbelk» İsimli eserine bkz.
468 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

C. İS M A İL İY Y E

Şia’nın İsmailiyye kolu da kendilerinin İmam iyye’ye bağlı oldu­


ğunu iddia eder. On iki imamdan ilk altısında İsnâaşeriyye İle aynı
görüşü paylaşırlar. Yalnız Câfer es-Sâdık'tan sonra, İmametin oğlu
Mûsa el-Kâzım’a intikalini kabul etmezler. Ism ailiyye’ye göre imamet
Câfer es-Sâdık’m oğlu Mûsa el-Kâzım’a değil, İsmaile intikal etmiş­
tir. Bundan dolayı İsmailiyye diye isimlendirilmişlerdir.
İsmailiyye im a m la rı, İsmail'den sonra ortaya çıkmaz, gizlenirler.
Ancak bunların adına «daileri» yani davetçileri ortaya çıkar. Bundan
dolayı bu imamlar «gizli imamlar» diye isimlendirilmişlerdir. Durum­
ları güçlendikten sonra H. 297 (909) 'de Kuzey Afrika’da ortaya çık­
tıklarına, daha sonra, H. 356 (967) ’da Mısır’a gelerek Fâtım i devle­
tini de onlarm kurduklarına inanılmaktadır. «İm amların gizlenmesi»
inancı, İsm ailiyye’yi, sapık fikirlerin etkisine, Zeydiyye ve İsnâaşeriy-
ye’den daha çok sokmuştur. Çünkü bu gizlenme devresinde İslâm düş­
manları, aralarında yahudi unsurlar da bulunduğu halde, bu mezhep
mensuplarım hükümleri altına almak fırsatım kolayca bulmuşlar, böy-
lece bir takım sapık fikirlerini bunların araşma yaymışlardır. Giz­
lenme devresinden sonra ortaya çıktığında İsmailiyye zaten bir ta­
kım sapıklıklara karışmış bulunuyordu.
En meşhur lâkapları «Bâtıniyye»dir. Bu lâkap onlara, «H er zahi­
rin bir bâtını, her âyetin bir tevili vardır» görüşünde oldukları için
verilmiştir. Bölgelere göre değişen lâkapları vardır. Meselâ, Irak’ta
Bâtıniyye, Karâm ita ve Mazdekiyye, Horasan'da ise T a ’lim iyye ve Mül-
hide diye isimlendirilirler. Ayrıca kendilerinin, İsmailiyye'den olduk­
larım, çünkü diğer ŞU fırkalarından, bu isim ve imam İsm ail’e inan­
makla ayırd edildiklerini söylerler. ( 1 )
İsmailiyye’nin İsnâaşeriyye’den, Câfer es-Sâdık'tan sonra ayrıl­
dığı açıktır. Bundan dolayı müstakü bir geçmişi yoktur. Şîa’nm en te­
m izi ve Hz. AU’ye en yakın olanı, öncekUer olduğuna göre, İsmaiUyye,
daha sonraya kalmış, asılsız haberler çoğaldıktan, sapıklıklar yayıl­
dıktan sonra ortaya çıkmıştır.
Elimizde, İsmaiUyye dailerinin büyüklerinden dördünün yazdığı
dört risale vardır. Günümüzde A rif Tam ir isimli İsm alliyye’ye men­
sup bir araştırmacı, bunları uzun bir mukaddimeyle birlikte yayınla­
mıştır. Daha önce bu risaleler, İsm alllyye’ye alt gizil arşivdeydi. Bun­
ları neşretmek, ancak bu asırda ve İsmaUlyye'nin daha önce cesaret

(1) Şehrlstani, el-M lIel ve'n-NUıal, I. 172


EMEVtLKR DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 460

etmeye alışık olmadığı bir tarzda mümkün olmuştur. Naşirin de de­


diği gibi, «Su risaleler Ismailiyye’nin felsefesini öğrenmek isteyenlerin
faydalanacağı kaynaklardır.» ( l ) İsmaillyye mezhebini anlatırken ba­
zı yazma eserler, araştırmalar ve diğer kitaplarla birlikte yeri gelin­
ce bu dört risaleden de faydalanacağız.

Bu risalelerin açıkladığı ilk şey, «K âim » veya uSahibu'z-Zaman»


diye isimlendirdikleri im a m ın yeri ve derecesidir. Bunlar imamı, «nâ-
tık peygamberlerden» uUlu'l-Azm» denilen gurup içinde addederler.
İsm ailiyye’ye göre şeriat sahibi «nâtık peygamberler» Adem, Nuh, İb­
rahim, Mûsa, İsa, Muhammed ve «K âim » olmak üzere yedidir. Ayrıca
her peygamber için bir «esas», yani peygamberliğini tebliğ ederken
İstinat ettiği bir dayanağı olduğunu da ileri sürerler.
Bu dayanaklar Adem için Şit, Nuh için Sâm, İbrahim için İsmail,
Mûsa için Hârun, İsa için Şemûn, Muhammed için de A li’dir. Yalnız
yedinci olan «K âim »in dayanağına gelince bu husust' nâşlr, «Şüphe­
siz, bu inançların gizliliği şiddetle arzu edildiğinden, onun ismini açık­
lamak bizim için mümkün olmaz» (2 ) demektedir.
Bu yedilerden her biri haftanm günlerinden birine sahiptir. Adem
Pazar'ın, Nuh Pazartesinin, İbrahim Salı’nm, Mûsa Çarşamba’nm,
İsa Perşembe’nin, Muhammed de Cuma’nın sahibidir. Sonra bu risa­
lelerden biri olan «Gizleme Devresinin Haftaları» isimli risalenin Ba-
hibi, Fatım i daisi Ahmed Hamldullah Kirmanı, Cumartesi gühünün
sahibinden şöyle bahseder: « Her türlü şirkten uzak olan yüce Allah’
m em ri gelmiştir. Acele olmasını istemeyiniz. Şüphesiz hak gelince
bâtıl zâil olmuştur. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkumdur. Cumartesi
gününün sahibi için vakit durmuştur. Sahibu'z-Zaman, yeryüzünde
kendi âlem inin aklı yerine kâimdir. O, geçmiş zamanlardaki n u r ta­
şıyıcılarının yüklerinin ineceği yer ve rahatın maksadıdır. İstirahat
ancak onun yanında olur, o gizli cevher ve korunmuş kelimelerin sa­
hibidir.
«Halkla kaynaşmış, bütün kan ve etten uzaklaşmış,
Yarın mucizeler ondan, sırlar onun emrinden çıkacak,
Daha önce orda zulüm ve haksızlık olduğu gibi, onunla da yeryüzü
adaletle dolacak.
Az olandan meşakkat kalkar, biten din onunla tamamlanır.

(1) A rif Tamir. Erbau Resâlle İsmaillyye, 19


(2) A rif Tamir, Aynı eser, $6
470 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Sema ilâhının va’di yerine gelir, m illetler için nurları saçılır.» (1 )


Bu risalelerden, «Metâmiu’ş-Şümûs fî Ma’rifeti’n-Nüfûs» İsimli ri­
salenin sahibi Şihabuddin Ebû Firas da Kâim ’den şöyle bahseder.
uimam bütün hayatın ve yaratılanların sebebidir. Yaratılanların
ve dinin tertibi onunla olur. O vardır, kaybedilmiş değildir. Zaman onu
idrak edemez, kuşatamaz, günlerin hadiselerinin altında da değildir.
O birinci melekûtta sırf nurdan ibarettir. Allah, onunla ruhani sının,
cismi olan şekilleri ve insanların şahsiyyetlerini yarattı. Zamanı bitip
de vakti gelince bu işler, zürriyetinden tayin ve işaret ettiği bir diğe­
rine nakledilir. İşte bütün bunlan bilirsen ey kardeşim, maksadını, ta­
lep ettiğin şeyi ve kurtuluş sebebini bulursun!»( 2 )
Bu risalelerden üçüncüsü olan, «ed-Düstûr ve Da’vetü’l-Mü’minln
li’l-Huzur» isimli risalenin sahibi Şemsüddin Ahmed b. Yakub et-Tıb-
bi de, «Sahibu’z-Zaman»dan şöyle bahsetmektedir:
«Salât, selâm, tahiyye ve ikram, zamanın im am ı efendimizin hatı-
rasınadır. O, din ve varlık dairesinin merkezi, im an ehlinin kıblesi,
kalplere giden apaçık yoldur. Varlığı hüccet ve kesin delillerle sabit,
hakikatler hakikati, yolların nihayeti, yaratiklann maksatlarının son
noktası, geçmiş ve gelecek varlığın sebebi, Allah’ın uzayıp giden göl­
gesi, akın edip gelinen havzı ve açılmış bayrağıdır.» (3 )
»İm am bilinmeden ve rehberliği olmadan yapılan hiç bir amel
fayda vermez.
Şayet onun göstermesi ve İhsam olmasaydı, tarifelerimiz yoklukta
olurdu.» (4)
«Aslında namaz imam içindir. Bazan gizlenmeleri ve bazan da
görünmeleri onlarm tablatındandır.
Namaz da onlar kastedilir, şayet olmasaydı zikirleri, ne yatsı ne
de öğle olurdu.
Her devirde âlemin kıblesiydiler, halk içinde gerek zuhur gerekse
gizlenmek onların hakkı olmuştur.» (5)
İmamlara izafe ettikleri sıfatlardan bir kısmı da, bu risalelerin
dördüncüsü olan, «el-Kasîdetu’l-Tâiye» de Âmir el-Basri’nin zikret­
tiği hususlardır. Bir kaç beyit de bundan alalım:

(1) Arif Tamir, Aynı eser, 11


(2) Arif Tamir, Aynı eser, 99
(3) Arif Tamir, Aym eser, 55
(4) Arif Tamir, Aynı eser, 61
(5) Arif Tamir. Aynı eser, 65
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 471

»Her zamanın içinde, şeklinde, resminde ve görünüşünde imamlığı


gizli olan bir zat vardır.
Onu kendi cinsleri gibi yaklaşır görürler, lâkin onun cinse yaklaş­
ması rahmettir.
Kâinat kendi isteğiyle ona ait, zaman ise emrindedir. Yaratılmış­
lara görünen de ondan başkası değildir.
Her görünen de hak olan ve hakkı gerçekleştiren o, her asırda da
bir şekille aranan o d u r.»(l)
İşte İsmailiyye mezhebinin sapmalarından çeşitli örnekler...
Fakat bu sapmalar, teviller meselesinde doruk noktasma ulaşır.
Bu risalelerden en büyük dai Şemsüddin b. Yakub et-Tıbbî'ye alt olan,
«ed-Düstûr ve Da'vetü'l-Mü’minin li'l-Huzur» isimli risale, söylediği­
miz bu sapmalara yer verir. İsmalliyye'nln tevillerini izah etmek İçin
en iyi kaynak bu risale olsa gerektir.
Adı geçen risalenin müellifi sözkonusu eserinde şöyle demektedir:
«İzzet ve ceberut sahibine sığındım, mülk ve melekûtun sahibini
kendime kale edindim, onunla korundum. D iri vç ölmez olan bizim ve
prensiplerimizin ilâhına güvendim. Şunu itiraf ediyorum ki, her zâhi-
rin bir bâtını, her şeklin tam bir mânâsı, her kabuğun bir özü, her
şehrin bir kapısı, her nûrun bir örtüsü, her şeriatın bir tarikatı, her
tarikatın bir hakikati, her hakikatin bir tenzili ve her tenzilin de bir
tevili vardır.» (2 )
Bu risalenin müellifi, her zahirin bir bâtını, her tenzilin de bir
tevili olduğunu ispat eden mukaddimesinden sonra aşağıda bazı ör­
neklerini vereceğimiz bir sürü acaip tevil ve yorumlar ortaya koymuş­
tur. Meselâ:
A lla h : Kelimenin tevilidir.
Nübüvvet ve R isa let: Kelimenin örtüsüyle görünmesi, mürşit ve
rehber tayin etmek, hakka varan kapı ve doğru yol demektir.
K ıy a m e t: Hissi müdrike ve cismanî âletlerden ayrılan, cüz’i ne­
fislerin kıyamı, oSahibüz-Zaman»ın görünmesiyle dinlerin ve şeriat-
lerin dirilmesidir.
H e lâ l: Açıklanması ve ilânı gerekli olan şeydir.
Haram: Gizlenmesi, örtülmesi gerekli olan şeydir.
İ ta a t : Zamanın imamının ahdine, emrine girmek.

(1) Arif Tamir, Aynı eser, 92


(2) Arif Tamir. Aynı eser, 111
472 doğuştan günlünüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

M â siyet: Sapık ve düşman imamlara meyletmektir.

N am az: Daiyle ilgilenmek ve imama tâbi olmaktır.

Zekât: Lâyık olana hikmeti ulaştırmaktır. İsteyeni de hakkın yo­


luna götürmektir.
O r u ç : İmamın sırrını açıklamaktan kendini korumaktır.

Hac: Ehl-i Beyt’ten olan büyük imamların sohbetini kastetmektir.

İhram : Diğer muhalif mezheplerden çıkmaktır.


Kurban ve Tıraş: Hakkı açıklamak için bâtılı kaldırmaktır.

Hacer-i Esved’e Dokunmak: Natıkî (yani yedilerden biri olan ima­


mın) davetini kabul etmek.

F a iz : Çoğaltmayı istemek ve menfaatler karşılığında bir takım


sırlan ifşâ etmek.
Çirkin ve Yüz K ızartıcı tş: İnatçı azgmları öğmek, zalim inatçıla­
ra da iyilik nispet etmektir.

Zu lü m : Üstün olanı, en üstün olandan öne almaktır.

İh s a n : İmam ın herşeyi kuşattığını, gizlenen, açığa çıkan, gizil


ve açık olan her şeye gücü yettiğini bilmektir.
Akrabaya Yardım: Peygamberi sevmek, kendini Allah’a veren ev­
lâtlarına dostluk, Hâşimileri üstün tutmak ve Fâtım î imamların ima­
metini kabul etmektir.
Adaletsizlik: İmameti Ehl-i Beyt’ten başkasına vermektir. (1)
Bunlar, bu daînin anlattığı tevillerin bir kısmıdır. İsmalliyye mez­
hebine göre bu tevilleri bUen kimseden ibadetler kalkar. Buna, «Ece­
lin gelinceye kadar Rabbine ibadet e t» âyetini delil getirirler. (2) Yani
onlara göre ibadet tam bir bilgi ve tevile erişinceye kadar demektir. (3)
Bu dai, uzun teviller zincirini şu ifadesiyle bitirir:
«Bunlar benim dindeki itikadımın tevili ve İlmi yakini elde etmek
için yaptığım içtihadın özüdür. İşte bu öz, Rasûlullah'ın ve Halil İb­
rahim evlâdının dini, büyük haberin mezhebi, Ehl-i Beyt’ln mutedil
akidesidir. Artık bunu işittikten sonra kim değiştirirse, günahı ona

(1) A rif Tamir, A yoı eser, 92-97; Şehrlstanî, el-Mltel ve'n-Nlhal, I, 172
(2) Hlcr sûresi, âyet 99
(3) Mahmud el-Beşblşî, el-Firaku’l-İsm alllyye, 60
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 473
aittir. Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.» (1)
Şehristanî de, Ismailiyye’nin sözlerini bazı felsefecilerin fikirleriy­
le karıştırdıklarını, kitaplarını da bunların yolunu takip ederek tas­
nif ettiklerini, bundan dolayı Allah hakkında da, «vardır veya yoktur,
âlimdir veya cahildir, kadirdir veya âcizdir demeyiz» dediklerini kay­
deder. ( 2 )
Alam ut kalesinin sahibi Haşan Sabbah da, Ismailiyye mezhebln-
dendir. Haşan Sabbah ve taraftarları, haksızlık ve öldürmekle, canla­
rının İstediğini yapmakla meşhur olmuştur. Akide ve İnançları da, de­
rece derecedir, ön ce şüpheye düşürmekle başlar, küfürle ve mü6 İü-
manları öldürerek Allah’a yakınlaşma fikriyle sona erer. Böyleslne
sapık bir yolda olan bir fırkanın İslâm'la ilgisinin olmayacağı açıktır.
Bu fırkanın prensip ve öğretileri de İslâmî bir ruhtan kaynaklananına.
Gerçek Şiilikle de alâkası olamaz. Ancak bu sapıklıklarım gizlemek
için bu ismi taşımışlardır. (3)
Burada Ismailiyye’nin bir kolu olan Fâtımiler ile, lsmalllyye’yl
birbirinden ayırmak İçin, söylenmesi gerekil, önemli birkaç söz var­
dır. Söyleyeceklerimiz temel prensiplerle alâkalıdır.
Şüphesiz, İsmailiyye sapıklık ve yalana mütemayil idi. Fâtıml dev­
leti kurulmadan önce bu aile, uzun yıllar gizil kaldıktan sonra ortaya
çıkınca M ısır’a hâkim olmak için harekete geçti. Bu sebeple Fâtımî-
ler, istikran sağlayabilmek ve halkın kendilerine dostluğunu kazana­
bilmek için sapık inançlarının bir kısmını gizlemeye veya terketmeye
mecbur kalmışlardır.
Namazı imama tâbi olmak, haccı onu ziyaretten ibaret, orucu da
imamın sırrını ifşa etmekten sakınmak şeklinde kabul etmemişlerdir.
Bütün bu teviller gizlenerek, ibadetler bütün müslümanlann bildiği
gibi gerçek şekliyle yapılmıştır. Belki de Fâtımiler böylece, Mısırlılara
açıklaması mümkün olan esaslarla muamele etmeyi benimsemişlerdir.
Çünkü karanlıklarda doğan öğreti ve ilkelerin, aydınlıkta yaşaması­
nın mümkün olmadığı gayet açıktır. Ayrıca Mısır ve Suriyelilerin, İs-
mailiyye’nin sapık fikirlerini kabul etmeleri de imkânsızdır. Fâtımiler
devrinde derlenen Deâimu’l-İslâm, Te’vilu Deâimi’l-lslâm, el-Mecâli-
sü’l-Mûeyyidiyye, el-Mecâlisü'l-Mustansıriyye ve el-Müsâmerat gibi
önemli İsmailiyye kaynaklan incelendiğinde, bunlarda yazılanların te­
mel İslâmî düşünceden uzaklaşmakla birlikte İsmailiyyeye nazaran

(1 ) A rif Tamir, Erbau Resalle İsm allljye, 97


(2) Şehristanî, el-M lIel ve'n-Nlhal, I, 172
(3) B. Lewls, The O rijin of İsın alilsin
474 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

daha mutedil olduğu görülür. Şimdi bu kaynaklardan iki örnek vere­


lim:
1 — T e’vilu Deâimi’l-İslâm isimli eserin 4. cildinden 10. meclis:
(Davetçilerin daîsinden, daîlere bir ders)
«Daîlerden biri olan Numan, Hz. Peygamber’in, « Saflarınızı sık­
laştırınız, omuzlarınızın arasını aynı hizada yapınız. Safların düzgün
olması ve arasının kapatılması namazın vaciplerindendir.» dediğini
ifade etmiş ve bâtın denilen gizli mânânın da böyle olduğunu şu ifa­
deleriyle açıklamıştır: «Hakka davet ehlinin intizamı, derecelerine ve
kendileri için tayin edilen sınıra göredir. Böylece hiç kimse kendi sı­
n ırın ı aşmasın, şayet onlardan biri bir boşluk görürse onu kapamaya
çalışsın.» (1 )
2 — el-Mecâlisü’l-Müeyyidiyye’nin ikinci cüzün dokuzuncu mecli­
sinden:
(Umuma bir ders.)
uBismillahirrahmanirrahim. Hamd Allah'a, salât ve selâm Hz.
Muhammed’e, dostu ve amcasının oğlu A li b. Ebî Tâlib’e olsun. Hz.
Ali ki, acı ve tatlı su arasında bir engeldir. Ayrıca salât ve selâm Hz.
A li’nin soyundan gelen, doğru yolu gösteren imamlara da olsun. A l­
lah onları, Hz. A li’n in tabiatından yaratmış ve onları da adaletinin,
doğruluğunun tamamlayıcısı kılm ıştır.»
»Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan
idarecilere de itaat e d in .»(2 ) âyetiyle varılmasını em rettiği şeye ula­
şınız. <(İdarecilerden» kastedilenler ise im am lard ır.»(3 )
Bütün bunlar, Fâtım îler zamanında İsm ailiyye’nin gizlenmediği­
ni açıkça gösterir. Fakat bundan maksat Fâtım îler’in doğruya yak­
laşması ve bir çok İsmailî’nin kabul ettiği sapıklıklardan vazgeçmesi­
dir. Şüphesiz İsm ailiyye’nin gizli olmasını istediği inanç ve prensipleri,
Hakim bi Emrillah’ın daîsi, Hamidüddin b. Abdillah b. Kirm anî’nin
risalesinde olduğu gibi kalmıştır. Hattâ Fâtım î şairleri bile, şiirlerin­
de bu prensipleri açıklamaktan, âlimlerin karşılaşacağı zorluklarla
karşı karşıya gelmeyecekleri halde, vazgeçmişlerdir.
Şimdi İbn Hâni’nin, Fâtım î halifesinden söz eden ve Ismailiy-
ye’nin bazı öğretilerini de, ihtiva eden şiirlerinden örnekler verelim:

(1) Meclisin hepsi. Te'vllu Deâlmri-îslâm'da 172-175. bölümler arasındadır.


(2) NlsS sûresi, âyet 59
(3) Meclisin tamamı, el-Mecâllsü'l-MUeyyldlyye'dedlr. 19. varakın ön yüzü
He 21. varakın arka yüzü arası
EMEVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 475

«A llah’ın ilmi sizi örtmüştür. Fakat diğer insanlar bundan mah­


rumdur.
Mesih ölüm ile hayat aralığına girmiş, Adem ile Nuh da buna er­
miştir.
Yücelikler sahibi Allah da hulûl etti. Ondan gaynsı İse bir esin­
ti, bir kokudur.
Allah, onu görmeden önce sakladığımı artırmadı. İman ve tevhld-
den ancak onu gördükten sonra faydalanalım.» ( 1 )
Emir Tem im ’in halifeyi öven sözü:
«A llah’ın iyiliğine ulaşarak hidayete rehberlik edenlerin, vahiy ve
sûreler ehil İmamların oğlul
Alemin hükümdarları nezdinde sen, ancak beşer cisminde kut­
sal bir ruhsun.» (2)
Aynı şekilde el-Müeyyed fi’l-Din’in halifeyi öven şiirinden:
«Yüzün nur saçan ilâhın yüzü, nurun onun nurundan bir perde
gibi,
Ellerin Allah'ın uzatılan iki eli, şüphesiz sen onun bir tarafı,
Sevabı hak edene veren, cezaya miistehak olanı cezalandıran şen­
sin.» (3)
Fatım i devletinin H. 567 (M. 1171)'de ortadan kalkmasıyla birlik­
te, İsmailiyye bir kere daha yer altı faaliyetlerine başlamış ve karan­
lıklar âlemine dönmüştür. Ancak bu defa, yer altı hayatı bir hayli
uzun sürmüştür. Selçuklular zamanında İslâm âlemindeki uyanışın
ve Ehl-i Sünnet’in hâkimiyetinin artması sonucu halk, Ismailiyye’nin
bir daha ortaya çıkmamak üzere kaybolduğunu zannetmiştir. Fakat
zaman içinde Ismailiyye’de bazı hareketlenme ve kıpırdanmalar or­
taya çıkmıştır. Yakın çağda da Avrupa emperyalizmi, İslâm’ı yıkmak
ve müslümanları, hâkimiyeti altına alabilmek için silâh bulabilme
gayreti içine girmiştir. İsmailiyye fırkasının da, bu silâhlar içinde de­
ğerlendirildiğini görüyoruz. Yapılan hesaplara göre ortaya çıkarıla­
cak bir İsmail! imam, İngilizlere yardım edecek ve İslâm toplumlann-
da İngiliz hâkimiyetine boyun eğme şuurunu yaygınlaştıracak, buna
karşılık İngilizler de onlara sömürgeleri olan İslâm ülkelerinde mez­
heplerini yayma imkânı hazırlayacaktı. Bu maksatla ortaya çıkarı­
lan İmamların en meşhuru Ağa Han’dır. Haşan Sabbah’m neslinden
olduğu öne sürülen Ağa Han, büyük zenginliğe sahip ve yüksek arifl-

(1 ) Dlv&nu İbn Hani, 7. 26, 30


(2) Dlv&nu'l-Emlr Temim, 51
(3) Dlvânu’l-Mtleyyed II'd-DIn, 231-232
476 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

tokrasiye mensuptur. O, taraftarları tarafından tenkit edilemez. Ağa


Han, Amerikalı genç torunu İbn A li Han’ı imam olarak tayin ettik­
ten sonra ölmüştür. İbn Ali Han, babasının ve dedesinin bir sırrı ola­
rak kabul edilir.
İsmailiyye, bu yeni davet sonucunda Afrika’da bir m iktar yayıl­
mıştır. Hindistan’da İsmailiyye mensubu bir çok kimse olduğu gibi,
az bir taraftar da Suriye'de vardır.
İsm ailiyye’nin yarım ne olacaktır? Biz, çağdaş insanın İslâm'ın
sade akidesine bu kadar ihtiyaç duyduğu bir dönemde, İsmaillyye'nin
karmakarışık öğretilerinin uzun süre yaşayamayacağına, İsmailiyye
taraftarlarının daf hızlı bir şekilde İslâm'ın doğru ve geniş alanına
yöneleceklerine inanıyoruz. İslâm inancını doğru şekliyle öğrenecek­
ler, bu inancın kökleri yayüacak ve dallan yapraklanıp, meyvesini ve­
recektir. Böylece bu hatalı yönlendirme, silinip gidecektir.
3 — ŞÎI AYAK LAN M A LAR I

Emeviler devrindeki Şii ayaklanmalarının sebep ve hedefleri müş­


terek idi. Bu ayaklanmaların sebebi Emevîler'den nefret, hedefi ise,
onlarm iktidarını yıkmaktı. İhtilâlci Şii hareketleri, fikri Şii hareket­
leriyle sıkı bir ilişki içindeydi. Daha önce de söylendiği gibi, İslâm
düşmanlan nasıl Şia’da toplanarak, onun fikri yapışım bozmuşlarsa,
aynı şekilde Şia’nm ihtilâl hareketlerine de sızarak, onlarm seyrini
değiştirmişlerdir. Dikkatli bir araştıncı, bu maskeli sapıkların, Şia ha­
reketlerinde, sadece Emevî iktidarım yıkmak gayesi gütmediklerini,
asıl hedeflerinin müslümanlan bir bütün olarak zayıflatmak ve ken­
dilerine boyun eğdirmek olduğunu görür. Bu sebepten bazan yenili­
yorlar veya yenilmiş görünüyorlar, hattâ bazan da emrinde bulunduk­
ları Şiî liderlerini bizzat öldürüyorlardı. Önce liderle beraber görü­
nüp onu, ayaklanmaya teşvik ediyorlar, o bunu kabul edince, bu de­
fa da vazgeçip onu katlediyorlardı. Meşhur şair Ferezdak, Hz. Hüse­
yin’e, Kûfelilerin bu halini açıklamak istemiş ve ona şöyle demişti:
«K a lpleri seninle beraber ama, kılıçlan sana k a rçıd ır.n (l)
Tarih, Ferezdak’ı maalesef haklı çıkarmıştır. Bugün Ferezdak’a on­
larm kalplerinin de, kılıçlan gibi ne Hüseyin’le, ne de müslümanlar-
la beraber olduğunu, üstelik bu kılıçlarla bazı Şia büyüklerinin katle­
dildiğini söylememiz mümkündür.
Şüphesiz Küfe ahalisi, kendilerini harekete çağıran her sese ku­
lak vermiştir. Hattâ bu ayaklanmalan inceleyen bir araştıncı, ma­
kul sebepler bulamadığı halde, sürekli isyanlar bulabilir. Öyle ki ayak­
lanmalar bizzat, hedef haline gelmiş, güvenliğin kalkması ise gaye
olmuştur. Aşağıda Emeviler dönemindeki ŞU ayaklanmalarım genel
hatlanyla anlatmaya çalışacağız.

A. HZ. H ÜSEYİN
ön ce de zikrettiğimiz gibi, daha Muâviye hayatta iken Yezid’e
biat etmeyen az bir gurup arasında Hüseyin b. A li de vardı. Hz. Hü­
seyin, Muâviye’nin vefatmdan sonra, kendi kendine Yezid’e karşı

(1) Taberi. IV . 290


478 doğuştan gUnUmtlze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

ayaklanmanın meşru olduğunu düşünüyordu. Hz. Hüseyin’in ayaklan­


ması, Küle ahalisinin onu çağırması, Hz. Hüseyin’in amcası oğlu Müs­
lim b. Akîl’i K û fe’ye göndermesi ve şehit edilmesine kadar gelişen
olaylar bütün ayrıntılarıyla kaynaklarda anlatılmıştır. (1) Biz bunlar­
dan ancak özetleyerek bahsedeceğiz.

a) M uâviye'nin V efatından Sonra Hz. Hüseyin'in Teşebbüsleri:


Muâviye’nin vefatmda, Hz. Hüseyin, Medine’de idi. Yezid’in is­
tediği en önemli şey, Hz. Hüseyin’in kendisine biat etmesiydi. Çünkü
o, savunmasız olduğu halde muhaliflerin lideriydi. Yezid, Medine va­
lisine haber göndererek, Hz. Hüseyin ve arkadaşlarından biat alma­
sını istedi. O zaman Medine valisi, Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan idi. (2)
Velid, derhal Hz. Hüseyin’i çağırtarak Yezid’e biat etmesini istedi. Hz.
Hüseyin de, ondan kendine mühlet vermesini ve biraz mutedil dav­
ranmasını talep etti. Bunun üzerine vali ona süre tamdı. Hz. Hüseyin,
o gece derhal hanımları ve Ehl-i Beyt’i ile birlikte Mekke’ye doğru
yola çıktı. (3) Mekke’de, Kûfelilerden, kendisini oraya çağıran ve ona
biat etmeyi vaadeden bir çok mektuplar aldı. Bunların en önemlisi
Süleyman b. Surad, Rufaa b. Şeddad ve taraftarlarından aldığı şu
mektuptur:
« Süleyman b. Surad, Rujda b. Şeddad ve K ü fe li müslüman taraf­
tarlarından Hüseyin’e,
Senin, inatçı, salim düşmanını öldüren Allah'a hamdederis. O düş­
man ki, haklarını çekip alarak, yönetim ini gaspederek, zorla ganime­
tin i ele geçirerek, üm m etin m a s ı olmadığı halde, başa geçerek zul­
metm iştir. Sonra üm m etin en hayırlılarını katlederek, en şerirlerinin
kalmasını istemiştir. Semûd k a im in in mahvolup g ittiğ i gibi, Allah da
ümmete zulmeden bu düşmanı perişan eylesin! Bizim im am ım ız o,
olamaz. Bize gel! Belki senin sayende Allah bizi hidayet yolunda bir
araya getirir. Şüphesiz vali Numan b. Beşir, sarayındadır. Onunla ne
Cuma namazını kılarız, ne de bayramı... Eğer yola çıkış haberin bize
ulaşsaydı, onu K ûfe’den çıkarır Şam’a yollardık.» (4 )
Hz. Hüseyin, Kûfelilerden buna benzer yüzlerce mektup aldı. Bun­
lardan biri, «Silâh ve hazırlığı tamamlanan yüz bin kişinin onunla

(1) Bu kaynakların en mühimi sayılan Taberl, olayı yllz küsür sahlfe-


den (azla anlatmıştır. Bkz. Taberl, IV, 261-360
(2) Bu, Taberl'nln rivayetidir. Bkz. Taberl, IV, 267; İbn Kuteybe İse, o
zamanki Medine valisinin H&lld b. el-Hakem olduğunu söylemektedir.
Bkz. İbn Kuteybe, el-İm&me ve’s-Sly&se, I, 195
(3) Ömer Ebû Nasr, Âlu Muhammed fl Kerbelâ, 63
(4) İbn Kuteybe, el-lm&me ve's-SIy&se, II, 3; Taberl, IV, 261
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 479

beraber olduğunu» yazıyordu. (1) Hz. Hüseyin, Müslim b. Akil b. Ebî


Tâlib’i seçerek, «Kûfe'ye doğru, durma yürü! Bana yazdıklarım tet­
kik et! Şayet bunlar gerçekse, onlara gitmek için yola çıkarız» dedi.
Müslim derhal yola çıktı. Kûfe’ye vanr varmaz, halk etrafını sararak
Hüseyin adına ona biat etti. Artık Hz. Hüseyin'e yardım edecekleri
açıktı. O da bunu Hz. Hüseyin’e haber verdi ve derhal gelmesini istedi.
Yezid, K ûfe’nin ancak zor kullanılarak elde tutulabileceğini, Nu-
man b. Beşir’ln de böyle tehlikeli bir dönemde burada vali kalmasının
doğru olmayacağını anlar anlamaz, derhal onu azlederek yerine Basra
valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı, aynı zamanda Küfe valisi olarak görev­
lendirdi. Böylece bu şahıs hem Basra, hem de K ûfe’nin valisi oldu.
Bu durum Ubeydullah’ı, iltifata lâyık olduğunu ispat etmek için, güç
olanı elde etmeye itecekti.
Ubeydullah, Kûfe’ye gidince hemen Müslim b. Akil'i istedi. Müs­
lim birdenbire yalnız kaldı. Günlerden beri kendisine biat eden on iki
bin kişi, etrafından derhal çekiliverdi. Hattâ Taberî’nin rivayet etti­
ğine göre Müslim, sığmacak bir yer bile bulamamış, en sonunda K üfe’
nin ileri gelenlerinden Urve b. Hanî’nin evine başını sokabilmişti.
Ubeydullah, bunu öğrenir öğrenmez Urve b. Hani’ye haber göndererek
onu yakalattı, huzuruna getirterek sarayda katlettirdi ve cesedini so­
kağa attırdı. Urve b. Hani ise, çöplüğe sürüklendi ve orada katledile­
rek asıldı. (2) Bu arada Müslim için harekete geçen bir tek Küfeli çık­
madı.
Bu esnada Hz. Hüseyin, Müslim’in başına gelenlerden habersiz,
ona katılmayı düşünerek Mekke’de halkla istişare ediyor, onlar da
ona yol gösteriyordu. Halktan Hz. Hüseyin’in nasihat meclisine, isti­
şare gayesi dışında gelenler de vardı. Bu sırada birini Abdullah b. Zü-
beyr diğerini de, Abdullah b. Abbas’ın temsil ettiği İki görüş ortaya
çıktı. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Hüseyin'e gelerek onunla bir müddet
konuştuktan sonra, ona şöyle dedi: «Benî Vmeyye topluluğunu kendi
haline bırakmamızın, onlardan el etek çekmemizin sebebinin ne oldu­
ğunu bilmiyorum. Halbuki bizler, Muhacirlerin oğullan ve bu idareye
onlardan daha lâyık olanlarız. Bana, ne yapmak istediğini söyler m i­
sin?» Hz. Hüseyin ona: « Vallahi K ûfe’ye gitmek istiyorum. Şüphesiz
oradaki taraftarlanm ve K ûfe’nin ileri gelenleri, bana gelmemi yaz­
dılar» deyince İbn Zübeyr: «Şunu iyi bil ki, şayet orada benim senin
gibi taraftanm olsa idi gitmekten asla vazgeçmezdim» diye karşılık
verdi. Hz. Hüseyin, İbn Zübeyr çıkıp gittikten sonra, «B u adama dün-

(1) Taberi, IV. 294


(2) Taberi, IV, 260
480 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

yada verilecek en güzel şey, benim buradan çıkıp Ira k’a gitm em ola­
ca k tır» demekten kendini alam ad ı.(l)
İbn Abbas İse, Hz. Hüseyin’e feryat edercesine yalvararak şunları
söylüyordu: « Irak halkı, sözünde durmayan bir topluluktur. Sakın on­
lara yaklaşma! Burada kal, çünkü sen Hicaz ahalisinin efendisisin.
Eğer kendime yakıştvrdbttseydim, gidişine engel olmak için yakana
yapışırdım.» Hz. Hüseyin, İbn Abbas’a şu cevabı verdi: «B en im yüzüm­
den Mekke’nin kudsiyeti ihlâl edileceğine, şurada-burada öldürülmem
daha iyidir.» İbn Abbas, Hz. Hüseyin'in Mekke'den gitmek konusunda
kesin kararlı olduğunu görünce: «E ğer mutlaka gitm ek istiyorsan, Ye-
men’e git. Orada kaleler, uzun ve geniş vâdiler, babanın da taraftar­
ları vardır. Böylece Beni ümeyye’den uzaklaşır, halka m ektup ve da-
vetçilerini de buradan yollarsın.» Bunun üzerine Hz. Hüseyin: «Ey
amcamın oğlu! Ben, senin ne kadar müşfik nasihat e ttiğin i biliyorum.
Ama K û fe’ye gitmeye kesin kararlıyım » dedi. İbn Abbas ise; «Madem
ki K û fe’ye gitm ek istiyorsun, o halde hanım larını ve çocuklarını gö­
türme. Vallahi ben senin çocuklarının ve hanım larının gözleri önün­
de öldürülen Hz. Osman gibi olmandan korkuyorum. Şüphe yok ki,
Hicaz’ı ve İb n Zübeyr’i terketmenle onu sevindireceksin» dedi. Daha
sonra ortaya çıkan İbn Abbas geçerken İbn Zübeyr’e uğradı. Ona, «G ö ­
zün aydın ey İbn Zü beyr!» dedi.

b) Küfe Y olcu lu ğu :
Hz. Hüseyin, kendisine yapılan bütün bu nasihatleri dinlemeye­
rek, H. 60 yılının sonlarmda (680 yılının ortaları), yanında ailesi, ha­
nımları, çocukları, hizmetlileri ve az bir taraftarı olduğu halde yola
çıktı. Sayılan doksan ikiye vanyordu. Wellhausen, dikkate değer bir
husus olarak, «Şüphesiz Ensar ve Kureyşliler, Hz. Hüseyin’i yalnız bı­
rakmışlar, o da Medine’den yanlarında, onlardan hiç kimse olmadığı
halde çıkmıştı. Gerçekten K ü feli taraftarları arasında da onlardan
çok az kimse vardı» (2 ) demektedir.
Her halükârda Hz. Hüseyin, Müslim’in başma gelenlerden haber­
siz olarak bu küçük toplulukla K û fe’ye yönelmişti.
Hz. Hüseyin yolda, daha önce bahsettiğimiz gibi Kûfe'den gelen
şair Ferezdak ile karşılaştı ve ondan, «K û fe ’deki halktan habeı ver­
mesini» istedi. Ferezdak da, «Çok iyi bilenden sordun, kalpleri senin­
le beraber ise de, kılıçla n Beni Umeyye iledir. Kaza ve kader gökten
iner. Allah neyi dilerse onu yapar» şeklinde cevap verdi. Hz. Hüseyin,

(1) Taberl, IV, 28B; Davld Donaldesh, AkldetU’ş-Şla, 16


(2) Wellhausen, Al K h a v a rlg and Al Shlah, 173
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 481

Ferezdak'ın sözünün Uk kısmına pek dikkat etmemiş olmalı kİ sözü


şöyle tamamladı: « Doğru söyledin. Hüküm Allah’ındır. Allah dilediği­
ni yapar.» Daha sonra kafileyi harekete geçirdi ve yolculuğa devam
e t t i.(l)
Hz. Hüseyin, yol üzerinde Abdullah b. Muti el-Adevi İsminde bir
Arap liderle karşılaştı. Konuşmasından hikmet sahibi ve ileri görüşlü
olduğu anlaşılan bu kişi, Hz. Hüseyin’e, «Allah'a ve İslâm'a hürmetin
çiğnenmesine meydan vermemeni hatırlatmak istiyorum. Rasülullah
ve Arab’ın hürmetine Allah sana doğru yolu göstersin. Vallahi Eme-
lA le fin elindeki şeyi istediysen, seni şüphesiz öldürürler, bunu başa­
rırlarsa, senden sonra artık hiç kimseden çekinmezler. K û fe’ye gitm e
ve Emeviler’e de hedef olm a» diyerek onu uyardı. Fakat Hz. Hüseyin
yoluna devam etti. ( 2 )
Hz. Hüseyin, bir konaklık daha yol aldıktan sonra, Kûfe’den dö­
nen Bekir b. Sa'lebe el-Esedi İsminde birini gördü. Hz. Hüseyin’in ta­
raftarlarından ikisi Esed kabllesindendl. O İki kişi, bu adamla bu­
luşup ondan, K üfe’nln durumunu sordular. O da onlara, K ûfe’de Müs­
lim b. Akil İle Hani b. Urve'nin öldürüldüklerini ve ayaklarından çe­
kilerek, çarşıda, pazarda sürüklendiklerini gördüğünü söyledi. Ayrıca
Bekir b. Sa’lebe el-Esedi bu iki yakınına, K ûfe’nln İleri gelenlerinin
rüşvetle doyurulduğunu, çuvallarının doldurulduğunu, sevgilerinin
mal ile alınabildiğini ve onlara nasihatin da malla olduğunu açıkladı.
O zaman Esedli bu iki taraftar, derhal Hz. Hüseyin’e koşarak duy­
duklarını ona haber verdiler ve: «Allah'ın m ası, kendinin ve Ehl-i
Beyt’in iyiliği için buradan geri dön! K ûfe’de yardımcın ve tarafta­
rın olmadığı gibi, K ü fe halkının sana karşı gelmesinden de endişe duy­
maktayız» dediler. Lâkin Akîloğullan: «Kardeşimizin intikam ını al­
madıkça veya onun tattığı ölümü tatmadıkça buradan ayrılmayız» di­
ye yemin ettiler. (3) Bunun üzerine Hz. Hüseyin taraftarlarına, «Ay­
rılm ak isteyen aynisin, onu kınayacak değiliz» dedi, özellikle seyaha­
ti esnasında toplananlar sağa sola dağıldılar. Hz. Hüseyin'in yanında
Medine’den gelen yakınlan ile, onların dışında, çok az bir topluluk
kaldı. (4)
Hz. Hüseyin ve küçük topluluğunu kuşatan tehlikeli günlerde ni­
hayet H. 61’inci sene gelip çattı. Kûfe’de istikran sağlayıp Müslim İle
Hani’nin İşini bitiren, Ubeydullah b. Zlyad, Hz. Hüseyin’in K ûfe’ye
doğru gelmekte olduğunu öğrenince, Husayn b. Temlm’i büyük bir

(1 ) Teber!. IV . 299: İbn Abd-1 Rabblb, el-Ikdu’l-Ferld, IV. 384


(2 ) Teberi. IV. 298
(3 ) Teberi. IV. 299-300
(4) Wellhausen. Al Khawarlg and Al Shlah, 170
F. : 31
462 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

ordunun başında Kadisiye’ye göndererek karargâh kurup, silâhlan


bırakmasını, Hurr b. Yezid et-Temimî'yi de bin kişiyle Hz. Hüseyin’e
karşı gönderip yolu tutmasını emretti. Bundan sonra Hz. Hüseyin
ya İbn Ziyad’a teslim olmayı veya savaşmayı kabul edecekti.
Hz. Hüseyin, Zû Hasm denilen yerde Hurr b. Yezid’le karşılaştı.
Garip bir tecelli ki, namaz vakti girdiğinde, Hz. Hüseyin, hem kendi,
hem de hasırımın adamlarına imam olmuştu. Bundan daha garibi,
Hz. Hüseyin’e, Hurr’un adamlarına, Emevî iktidarına karşı gelmeyi
teşvik eden bir kaç söz söyleme fırsatının verilmesiydi. ( 1 )
Hz. Hüseyin, tehlikeyi hissedip Hurr’un kılıçları da etrafım sa­
rınca ashabıyla geri dönmeyi düşünmeye başladı. Ama buna imkân ve
ihtimal kalmamıştı. Hurr, Hz. Hüseyin’e, «Bana sizi K û fe’ye, Ubeydul­
lah b. Ziyad’ın huzuruna götürünceye kadar yanınızdan ayrılmama
emri verildi» deyince Hz. Hüseyin, «B unu yapmaktan, ölüm sana da­
ha yakındım diye karşılık verdi. Bundan sonra Hurr, İbn Ziyad’ın
görüşünü alarak, Hz. Hüseyin’e Medine ve K û fe’nin dışında bir yere
gitmesini teklif etti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, Kerbelâ’ya giden
yola yöneldi.
Ubeydullah b. Ziyad, daha önce gönderdiği orduyu ilk müslüman-
lardan Sa’d b. Ebî Vakkas’ın oğlu Ömer komutasındaki diğer bir or­
duyla takviye etti. Ömer’in komutasında dört bin asker vardı. As­
ımda Ubeydullah, Ömer’i Rey şehrine vali olarak tayin etmiş ve ona,
Deylem civarmda isyan edenlerle savaşmak emrini vermişti. O da or­
dusunu bu maksatla toplamıştı. Fakat o sırada İbn Ziyad’dan Hz.
Hüseyin’e doğru yürümesini, bu işi bitirdikten sonra Rey’e gitmesini
emreden bir mektup aldı.
Ömer b. Sa’d, Hz. Peygamber’in torunu olan Hz. Hüseyin'in üze­
rine gitmekte istekli görünmeyip ağırdan alınca Ubeydullah onu, en
büyük emeli olan Rey şehri valiliğinden azletmekle tehdit etti. Bunun
üzerine Ömer b. Sa’d, Rey şehri valiliğinden mahrum olmamak için
Hz. Hüseyin ile savaşmak üzere ordusuyla hareket etti.
Bazan insan, mal ve mevki ihtirasının kendisini nasü azdırdığım,
atalarının açtığı İslâm'ın şan ve şerefini yüceltmek yolundan nasü
uzaklaştığını göremez hale geliyor.
Açıkça bilinen gerçeklerdendir ki, isimleri geçen komutanlar (Hu-
sayn, Hurr ve Ömer b. Sa’d) Hz. Hüseyin’in kanını dökmekten çeki­
niyorlardı. Ona hiç bir suretle kötülük yapmamayı düşünüyorlar, hat­
tâ bunun için devamlı dua ediyorlardı.

(1) Taberi, IV, 302


EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 483

Ömer b. Sa’d, çıkar bir yol bulmak için, Hz. Hüseyin ile bir fikir
etrafında birleşme imkânı bile bulmuştu: Hz. Hüseyin ona, «Y a Me­
dine’ye dönmek veya AUah yolunda cihat eden topluluklardan birine
katılarak Allah için savaşmak veyahutta Şam’da bulunan Yezid ile
görüşmek» yolunda bir teklifte bulunmuş, o da bunu kabul ederek
Ubeydullah’a ulaştırmıştı. Ubeydullah, buna önce sevindi. Fakat ne
yazık ki, çok geçmeden komutanlarından Şimr b. Zl’l-Cevşen derhal
araya girerek fitneyi kızıştırdı: «Onun bu teklifini kabul edecek m i­
sin? Vallahi o, elini senin eline biat için koymadan bu şehirden gider­
se, senden çok daha güçlü olacak, sen ise çok daha zayıf duruma dü­
şeceksin. Ona bu ftrsatı verme, bu çok tehlikelidir. Yanındaküerle bir­
likte senin emrine girmelerinden başka bir şeye razı olm a!» şeklinde­
ki sözleriyle her şeyi alt üst etti. Bunun üzerine İbn Ziyad, « Senin fik ­
rin ne güzel fikir, bu görüş yerine getirilsin» d ed i.(l)
İbn Ziyad, Şimr b. Zi’l-Cevşen’le, Ömer b. Sa’d'a katı kalpliliğini
gösteren bir mektup gönderdi. Bu talihsiz mektupta İbn Ziyad, «Ömer’
den, Hz. Hüseyin’i yanındaküerle birlikte kendisine göndermesini, ka­
bul etmediği takdirde, onunla savaşmasını, savaşta katledüecek olur­
sa, Hz. Hüseyin'in cesedini atlara çiğnetmesini emrediyordu.» Mektup,
şöyle noktalanıyordu: «Emrimizi yerine getirirsen, tam ve kümü mâ­
nâda itaat edenlerin mükâfatını veririz, yapmazsan işimizi ve ordu­
muzu terk et, Şim r ile askeri başbaşa bırak. Biz ona kesin em rim izi
vermiş bulunuyoruz.»
Hz. Hüseyin, teslim olmayı reddedince savaşmaktan başka çare
kalmadı. Savaşa, isimleri geçen komutanlardan Hurr b. Yezld dışın­
da hepsi katıldı. Hurr b. Yezld ise barış için yeterli gördüğü Hz. Hüse­
yin'in teklifi, İbn Ziyad tarafından reddedilince, Hz. Hüseyin’in tara­
fına geçerek, onun saflarında çarpıştı. ( 2 )
Savaş çok dengesiz ve eşit olmayan şartlar altmda başladı ve de­
vam etti. B ir yanda her bakımdan hazırlanmış, güçlü bir ordu, diğer
yanda hiç hazırlığı olmayan küçük bir cemaat... Hz. Hüseyin’in adam­
ları birer birer gözleri önünde düşüp hayatlarım kaybediyordu. Ce­
maatinden ilk ölenler Müslim b. Avsece ve Abdullah b. Umeyr el-Kel-
bî olmuştur ki, bunların ikisi de en seçkin yiğitlerdendi. Sonra savaş
devam etti, nihayet Hz. Hüseyin’in akraba ve arkadaşları birer birer
hayatlarım kaybettiler. Geride Hz. Hüseyin’le beraber ancak üç veya
dört kişi kalmıştı. Sonra bunlar da gözü önünde öldüler. Tek başına
kalmıştı.

(1 ) Taberl, IV, 313-314; İbn Abd-1 Rabblb, el-Ikdu’I-Fertd, IV. 379


(2) Taberl, IV, 321-325
484 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Mevcut bütün kaynaklar bize, Ömer b. Sa’d’m adamlarının Hz.


Hüseyin'i öldürmeye yanaşmak istemediklerini açıklamaktadır. Hal­
buki onu zahmetsizce öldürmek fırsatına sahiptiler. Fakat her biri
Hz. Hüseyin’i başkasının öldürmesini istiyordu. Hz. Hüseyin hamle
yaptığında geri kaçıyorlardı. Bunu korktuklarından değil, onun kanı­
nın dehşetinden çekindikleri için yapıyorlardı. Taberî şöyle diyor:
« Gündüzün uzunca bir süre beklendi, şayet isteseler onu hemen
öldürebilirlerdi. Fakat her biri diğerinden çekiniyordu. Bunlar, ölen­
lerin kanının kâfi olduğunu söyleyerek bu işin bitmesini istiyorlar­
d ı»^ 1)
Bu sırada Şimr, asker arasında şöyle bağırıyordu: «YazUdar ol­
sun size! Bu adama ne diye m ühlet verip yumuşak davranıyorsunuz?
Allah sizi kahretsin! Öldürün o n u !» Bu iğrenç tahrik üzerine ordu Hz.
Hüseyin’i her tarafmdan sardı. Zür’a b. Şeriki't-Temimî omuzuna şid­
detli bir kılıç darbesi vurdu. Hz. Hüseyin yaranın şiddetinden düşüp
kalkmaya başladı. Tam bu sırada Hz. Hüseyin’e intikam besleyen, Si­
nan b. Enes isminde bir sefil gelerek mızrağım sapladı, öldürüp, başını
gövdesinden ayırdı. Sonra başını alıp Ömer b. Sa’d’a gitti. Onun Ömer
b. Sa’d önünde söylediği şu sözler, bu sefil katilin deli olduğuna apa­
çık delildir:
dÖldürdüm ben, öldürülmesi yasaklanan bir kralı,
Öldürdüm babası ve anası en hayırlı olanı,
Çünkü onlar idi insanlığın soyca en hayırlıları.»
Bu sözler üzerine Ömer, «Sen delinin birisisin. Şayet İbn Ziyad bu
sözlerini duysaydı, kafanı koparırdı» dedi. İbn Ziyad’m askerlerinden
87 kişi öldürülmüştü. Hz. Hüseyin şehit edildiğinde 55 yaşmdaydı.
Vücudunda 33 mızrak, 34 kılıç yarası vardı. Şehadeti 10 Muharrem
61 (10 Ekim 680)’e rastlıyordu.
Öte yandan şunu da söylemeliyiz ki, Hz. Hüseyin'in katilleri bu
dünyada bile cezasız kalmamıştır. Kim isi öldürülmüş, kim i kör ol­
muş, kiminin yüzleri kararmış, kiminin de az zamanda mülk ve mevkii
elinden gitmiştir. (2) Bunun tafsilâtı, ilerde Muhtar b. Ebî Ubeyd bah­
sinde anlatılacaktır.
Ne kadar hayret ve esef vericidir ki, Ömer b. Sa’d, sapıklıkta ve
efendisi İbn Ziyad’m emrine itaatte son derece ileri giderek ordusu­
na, Hz. Hüseyin’in cesedini sırtı ve göğsü ezilinceye kadar atlarıyla
çiğnemelerini emretti. (3)

(1) Taberl, IV, 346


(2) İbnu’l-Cevzl, Tezklretu Havass'ıl-Ümme, 158
(3) Taberl, IV, 247
^ î I ıkrt. DÖNEMİNDE F İK İR H ARNRRıU iRt 485

Bu savaştan, ancak beş kişi kurtulabildi. Bunlar, hasta olduğu


için savaşa çıkamayan Ali Zeyne’l-Âbidin, halası Zeyneb, en küçük kar­
deşi Ömer ve iki kız kardeşi, Fâtuna ile Sukayne’d ir .(l) Kurtulanlar,
Hz. Hüseyin’in başı ile beraber azgın bir zalim olan İbn Ziyad’a gön­
derildiler. tbn Ziyad da hepsini Yezid’e gönderdi. Savaşta öldürülen­
lerin başlarının idarecilere gönderilmesi eskiden beri takibedllen bir
âdetti. Böylece idareciler tehlikenin ve hasımlarının işinin bittiğine
inandırılmış olurdu. Yezid ve yanmda bulunan Beni Umeyye kadın­
lan, Hz. Hüseyin'in başını ve bu hazin topluluğu görünce göz yaşlan-
m tutamadılar, onlara ikram ve ihtiramda bulundular, kendilerinden
çekilip alınan şeyleri geri verdiler ve onları Medine'ye gönderdiler. K or­
kunç cinayetten sonra, bu yapüanlar gerçekten çok anlamsız kalı­
yordu.

c) Hz. Hüseyin'in Başı ve Şimdi Gömülü Olduğu Y e r :


Hz. Hüseyin’in başı nereye defnedllmiştir?
Bu husus, o zamandan beri araştınlagelen bir konu olmasına rağ­
men, elimizde kesinlik kazanmış bilgiler mevcut değildir. Sadece mev­
zu ile alâkalı olarak yolumuzu aydınlatabilecek bazı bilgilere sahibiz:
1 — İslâm dininin emrettiği gibi, ölüye saygı göstermenin İcap­
larından biri de onun defnedilmesidir. Şüphe yok ki, Hz. Hüseyin’in
cesedi öldürüldüğü yere gömülmüştü. Fakat mübarek başının defnine
gelince, Ubeydulah'ın onu Şam’da oturan Yezid’e göndermeyi isteme­
sinden dolayı, defnin gecikmesi gerekiyordu. Yezid, Hz. Hüseyin’in
başını gördükten sonra onun süratle defnedilmesi gayet tabiî İdi.
2 — Yezid, Hz. Hüseyin’in akrabalarının, Medine’ye dönerken
onun kesik başım da götürmelerine müsamaha etmezdi. Çünkü o da
çok iyi bilirdi ki, Hz. Peygamber'in torununun başı, götürüldüğü her
yerde kendisine yönelik bir nefret ve düşmanlık doğmasına, hattâ bel­
ki de büyük isyanlara sebep olacaktı.
3 — Başın Şam’da gömülmesini de, Yezid’in sarayındaki Ehl-i
Beyt düşmanlarından korktuktan için, Hz. Hüseyin’in akrabalarının
kabul edeceğini düşünemeyiz. Çünkü Hz. Hüseyin’in akrabalan, bun­
ların, mübarek başın şanına ve şerefine uygun olmayan bir takım olay­
lar ihdas edebileceklerinden endişe etmekteydiler.
Belki de bu değerlendirmeler sonucu M akrizî(2) ve Ebu’l-Fidâ’
nın (3) işaret ettiği orta bir görüşe ulaşılabilir ki, c da, mübarek ba­

c ı) Davld Donaldesb, Abldetu’ş-Şla, 114


(2) Makrlzî, el-Hıtat, II. 183-184
(3) Ebu'l-Fldft. el-Muhtasar fi Ahbâri'l-Beşer, I. 191
486 doğu;tan günümüze B Ü Y Ü K İ6 L Â M T A R İH İ

şın Filistin’de Askalan’da gömülmüş olabileceğidir. Bu İki müellife


göre, Fatımi devleti Mısır'a hâkim olduğu zaman, Hz. Hüseyin’in ba­
şı da K ahire’ye nakledilmiştir. Bu görüş Fâtımilerin bilinen metoduy­
la uygunluk arzeder. Çünkü Fâtımîler, baba ve dedelerinin cesetleri­
ni Tunus’tan K ahire’ye nakletmişlerdir. Böylece doğu ve batıdaki ar­
zularım gerçekleştirmek isteyen Fâtımîler, M ısır’ı merkez yapmaya
yönelmişlerdir.

H z. Zeyneb v.e Mısır’a Gönderilişi:

Hz. Hüseyin’in kızkardeşi ve Hz. A li’nin kızı olan Zeyneb, konuş­


ması güzel, zeki, yufka yürekli ve kültürlü bir hanımefendiydi. Yezid,
onu da yakınlarıyla beraber Medine’ye göndermişti. O zaman Medine’
ye gönderilen kafilenin büyüğü olarak, kalpler onun etrafmda çarp­
makta, kahramanlığı ve şahsiyetiyle de halka tesir etmekteydi. Medi­
ne’ye varır varmaz, halkın evinin etrafını kuşattığı, orayı bir ziyaret
ve toplanma merkezi haline getirdiği rivayet edilir. Durumdan kor­
kan Medine valisi Amr b. Saîd, derhal bunu Yezid’e bir mektupla bil­
dirdi. Yezid ise verdiği cevabmda, Zeyneb’ln ikâmet yeri olarak Medi­
ne’den başka bir yeri seçmesini İstemekteydi. Zeyneb de M ısır'ı seçti.
Öteden beri Mısır, Hz. A li’ye bağlılığı ve onu halife tanımaya ıs­
rarlı oluşu ile bilinirdi. Mısır, Şam’da oturan ve güçlü bir orduya sa­
hip olan Muâviye'ye bile isyan etmek istemiş, Muâviye de Mısır va­
lisine ancak uzun süren bir takım hile ve entrikalardan sonra galip
gelebilmişti. (1) Mısır'ın Ehl-i Beyt’e olan sevgisini bildiğinden dolayı
Hz. Zeyneb'in yerleşmek için burayı seçmesi gayet tabii idi. Zeyneb,
Hz. Hüseyin’in iki kızı Fâtım a ve Sukayne’yi de beraberinde götürdü.
Hz. Hüseyin'in oğlu A li ise, etrafmda döndürülen hile ve entrikalar
sebebiyle Hicaz'ı terk edip görevini yerine getirmek üzere Mısır’a gi­
demedi.
Mısır valisi Hz. Zeyneb’in geleceğini işitince, ulema ve eşraftan
oluşan büyük bir kalabalıkla derhal harekete geçerek onu doğuda,
Abbasiye denilen yerde karşıladı ve ikameti için hemen bir ev tahsis
etti. Hz. Zeyneb H. 62 (681 - 682) ’de vefat edince ikâmet ettiği yere
gömüldü. Buraya daha sonra kendi .adıyla bilinen büyük bir türbe
yapıldı.

B. T A R İH Ç İL E R VE K ER B ELÂ SAVAŞI

Tarihçiler, Kerbelâ olayını anlatırken tabiatıyla farklı değerlen­


dirmeler yaparlar. Taberî, İbnü’l-Esîr, İbn Kuteybe gibi sadece tarihi

(1) Ebu'1-Fldâ. Aynı eser, 457


EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 487

rivayetler nakledip, görüş bildirmeyenler olduğu gibi; tbn T ik tak a(l)


ve Akkad(2) gibi Hz. Hüseyin’in düşmanlarına hakaret ve lânet yağ­
dıran tarihçiler de vardır. Aynı zamanda Seyyid Emir Ali gibi sadece
neticeler üzerine açıklama getiren tarihçiler de bulunmaktadır. Sey­
yid Emir A li şöyle demektedir:
uHz. Hüseyin'in şehit edildiği Kerbelâ mezbahası, İslâm beldele­
rine korku salarken, İranlIlar da cesaret duygularını harekete geçir­
miş, onları Emeviler'le göğüs göğüse mücadeleye şevketmiş, sonunda
Emeviler yıkılmış ve Abbasi devletinin kurulmasına yol açılmıştır.» (3)
Tarihçi Nicholson ise hadiseye farklı bakar. Onun değerlendirme­
si şöyledir:
«Müslüman tarihçiler çoğunlukla Emeviler’den hoşlanmazlar. Bu
sebeple Hz. Hüseyin'i şehit, Yezld’l de kan dökücü zalim sayarlar. Bu
değerlendirme, tarihçi muhaddislerin, «Hz. Hüseyin’in öfkesine kapı­
larak kendi hayatına mal olan fitneyi uyandırmakla» İtham eden gö­
rüşüne uymamaktadır.» (4)
Wellhausen de buna benzer bir şekilde, Kerbelâ olayını şöyle açık­
lıyor:
«Hz. Hüseyin’in, Ubeydullah ile olan durumu, demir ile çarpışan
çömleğin durumuna benzer. Hz. Hüseyin de, Hz. İsa gibi dünya salta­
natını ayaklar altına almak için kendisine takdir edilen bir yolda yü­
rümüştür. Gökteki ayı tutmak isteyen bir çocuk gibi elini uzatmış,
en büyük davanın sahibi olduğunu İddia ederken, bunu gerçekleştir­
mek için bir gayret göstermemiş, aksine karşısındakilere, kendisine
istediklerini yapabilme fırsatını vermiştir. Gerçekten hiç kimse iti­
mat ederek Hz. Hüseyin’e yardım etmemiştir. (Yazar burada daha ön­
ce belirttiğim iz gibi, başından beri Hz. Hüseyin’i destekleyen ve onu
yalnız bırakan Ensan ve Muhacirleri kastediyor.) Yaptığı İlk çarpış­
mada kan dökülünce geri çekilmek istemiş, ama geç kaldığını da an­
lamıştı. Bundan sonra ise, gözlerinin önünde kendisi için çarpışan
adamlarının öldürülüşünü seyretmekle yetinmiş ve sonuna kadar da
öylece kalmıştır.» (5)
Kerbelâ olayını bir çok açıdan ele alarak açıklamak istiyoruz:
1 — tbn Ziyad'ın azgın, zalim ve insanlıktan uzak olduğunda

(1) İbn Tiktaka, el-Fahıî ni-Âdâbl's-Sultanlyye ve'd-DüveH'1-tslâmiyye


(2) Abbas Mahmud Akkad, Hüseyin Seyyidü'ş-ŞühedA
(3) Seyyid Emir Ali. A Sbort Hlstory o f The Saracens, B7
(4) Nicholson. A Literary Hlstory o f tbe Arabs, 107
(5) Wellhausen. Al Khavarlg and Al Sblab, 187
488 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

şüphemiz yoktur. Hz. Hüseyin’i Yezid’e gönderip, fikrini açıklama fır­


satı verseydi ne olurdu?
2 — Ömer b. Sa’d adındaki taşkın, h afif meşrep ihtiyar, İbn Zi-
yad gibi bir zalimden ödül alabilmek için dinini ve ailesinin şanlı ma­
zisini nasıl da satabilmiştir? Kom utanlığı terketse ne kaybedecekti?
Hz. Hüseyin’in yakınları olan kadınların gözü önünde bu cinayetleri
nasü işletti, atlara Hz. Hüseyin'in vücudunu nasıl çiğnetti?
3 — Şimdi de bir kısım tarihçiler tarafından, akıl ve mantığın
zor kabul edebileceği olaylar olarak nitelenen Hz. Hüseyin’in bazı dav­
ranışlarını ele alalım. Meseleye sathi açıdan yaklaşanlar Hz. Hüse­
yin’i hatalı bularak, onun aleyhine hükmediyorlar. Bunların değerlen­
dirmeleri şu olaylara dayanıyor:
a — Nasihat edenlerin, özellikle Abdullah b. Abbas’ın nasihatle­
rini kabul etmemiştir.
b — K üfe halkının huyunu, babası ve kardeşlerine yaptıklarım
ya unutmuş ya da bilmezlikten gelmiştir.
c — Zorba hasmının kuvvetini bilmez gözükerek yola kadınları,
çocukları ve az bir taraftan ile çıkmıştır.
d — Yolda Küfe ahalisinin sözünde durmadığım öğrenmiş, bu­
nunla beraber hiç bir hazırlıktan olmadığı halde, Müslim’in intikamı­
nı almak ve onun öldüğü dava üzere ölmek için ısrar eden oğullarının
görüşüne uyarak, yola devam etmiştir.
e — Hz. Hüseyin, ok ve kılıç darbeleri altmda çocukları, yakınları
ve arkadaştan ölünceye kadar onlan korumaya devam etmiştir. Ama
hepsi gözleri önünde hayatlarım kaybetmiştir.
Hadiseleri sathî açıdan değerlendirenler, sonunda şöyle feryat et­
mektedirler: «A lla h 'ım ! Yezid’in iş basına getirilm esi bir hata ise, bu
hatayı düzeltmenin yolu bu m u olmalıydı? B u haksızlık ve hatanın
önlenebilmesi için yapılabilecek başka bir şey yok muydu?»
Olayları dış görünüşüne göre değerlendirenlerin tavrı budur. Fa­
kat, Hz. Hüseyin’in Emevî İktidarına karşı ayaklanmasının gerekçesi
daha değişiktir. Yapılan bütün bu değerlendirmelerin Hz. Hüseyin'in
gözünden kaçtığı söylenemez. Hz. Hüseyin’in davranışlarını, A lla h 'ın
kendisine ilham ettiği yüksek bir aklın ve m antığın ürünü sayan ta­
rihçileri de hatırlamamız gerekir. Onlara göre:
«Hz. Hüseyin'in davranışlarındaki gizli mânâyı idrak edebilmek
kolay değildir. Şüphesiz, Hz. Hüseyin, Umeyye O ğullarının kendisini
kan akıtmadan bırakmayacaklarım biliyordu. Bu kurbanları yakın­
larından ve ailesinden seçti ki, halk katilleri araştırsın, intikamını
alsın ve babadan oğula geçen Emevî idaresini yıkarak, müslümanlan
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 4B9

bundan kurtarsın. Bütün bunlar, Hz. Hüseyin'in aklına gelmemiş bi­


le olsa, verdiği kararların ve yaptıklarının neticesinde vuku bulmuş­
tur. Sonuç olarak Emeviler'ln yıkılmasına, Hz. Hüseyin’in kanının akı­
tılması sebep olmuştur, denilebilir.

İslâm'a göre, zalim bir sultana karşı ayaklanmak ancak, zulmü


ve haksızlığı önlemeye gücü yettiğine kesin İnanabilen bir cemaate
caiz görülmüştür. (1) Hz. Hüseyin ve beraberindekiler de böyle bir gü­
ce sahipti. Fakat bu kuvvet uzun vadede neticeye ulaşacaktı. Nitekim
Hz. Hüseyin, Emevîler’i yıkm ayı kanıyla başarabilmiştir.» Bu konuda
hemen bütün tarihçiler ittifak halindedirler.

Her şeye rağmen fitne, sanüandan daha kolay İlerlemiş, ayrılık


kapılarını çoğaltarak binlerce müslümanın başını yemiştir. Açılan fit­
ne ve tefrika kapısı hiç bir zaman kapanmamıştır. Az sonra, «Tev-
vâbûı» fırkasını anlatırken bahsedeceğimiz gibi İslâm düşmanı sapık­
lar, çeşitli hurafe ve sapıklıktan icat edebilmek için bu olaya sarıl­
mışlardır. Burada hemen Şiflerden rivayet edilen şu sözü ömek gös­
terebiliriz:
«B ir Ş iî öldüğü zaman, Hz. Hüseyin’in türbesinin toprağından ya­
pılan bir gerdanlık boynuna, bir yüzük de şehadet parmağına takı­
lır. Böylece ona cennet garanti e d ilir.»(2 ) Şu sözleri de Ali er-Rızâ’ya
isnat ederler: « Kabir toprağını yemek, ölü etini yemek gibi haramdır.
Ancak Hz. Hüseyin’in türbesinin toprağı her hastalığa şifadır.»

C. TEVV Â B İN

Hz. Hüseyin şehit edilince, Abdullah b. Zübeyr, Mekke'de Emevi-


ler’e karşı ayaklanarak, halifeliğini ilân etti. İsyan kısa sürede geliş­
ti ve Emevîler için ciddi bir tehlike haline geldi. Hz. Hüseyin’in şeha-
detinden yaklaşık iki buçuk yıl sonra, Yezid’in ölmesiyle Şam’da da
ihtilâf çıktı. Emevîler arasındaki bu ihtilâftan ayrıca bahsedeceğiz. Bi­
zi burada ilgilendiren bir başka husus da alim İbn Ziyad’m, Şam’da
iktidar bunalımı baş gösterdiği sırada, Küfe ve Basra’da emniyeti sağ­
lamaktan âciz kalması ve işlerinin çıkmaza girmesidir. Bu sırada Bas­
ra’da bulunan İbn Ziyad, ayaklanan düşmanlarından kendini zor kur­
tarmıştı. İşte, Tevvâbin böyJe bir atmosferde doğdu.
Tevvâbîn, mahiyetleri isimlerinden anlaşılan Küfeli bir Şii top­
luluğudur. Aslında bunlar, Hz. Hüseyin'i Kûfe'ye davet edip, sonra

(1) el-Eşari. Makâlâtu'l-İslâmlyyin, II, 140


(2 ) Davld Donaldesh, Akldetu’ş-Şla, 103-104
490 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

da etrafından dağılarak onu katledenlerdir. (1) Daha sonra bu sa­


pıklıklarını anlayıp itiraf etmişler, günahlarını affettirm ek ve hatala­
rını gidermek istemişlerdir. Tevbe etm eyi ve Hz. Hüseyin’in intikamı­
nı almayı, kendilerini affettirm enin tek yolu olarak görmüşler, bun­
dan dolayı da «Tevbeciler» anlamma gelen «Tevvâbin» ismini almış­
lardır. Tevbe ettikleri iddiasıyla bu ismi almalarına rağmen önemli
bir mesele vardır: İntikam ı kimden alacaklardı? Gerçekte, Hz. Hü­
seyin’in intikamını kendi kendilerinden almaları en uygunu idi. Zira
orası K üfe idi ve Şülik taslayanlar da orada, isyancılar arasında ya­
şamaktaydı. Hz. Hüseyin'i davet edip Emeviler’e karşı ayaklananlar
da onlardı, daha sonra Emevîler safına geçip onu şehit edenler de...
Sonradan Hz. Hüseyin için ayaklanıp, intikam almaya kalkışanlar y i­
ne onlardı... Taberi diyor ki:
Şiîler, kendilerini kınamaya ve pişmanlık duymaya başladılar.
Yardım edecekleri vaadiyle davet ettikleri Hz. Hüseyin’i terkederek,
yanı başlarında şehit düşmesine göz yummalarının, büyük bir hata
olduğunu anladılar. Bu olaydaki ayıp ve günahlarının ancak, Hz. Hü­
seyin'i öldüreni öldürmek ve bu uğurda savaşmakla temizlenebilece-
ğine inandılar. Kûfede’ki Şii liderlerinden bu hususta yardım istedi­
ler. (2) Uzun münakaşalardan sonra Hz. Peygam berin sohbetinde bu­
lunan Süleyman b. Surad’m başkan olması kararlaştırıldı. Çok geç­
meden Süleyman b. Surad el-Huzâi, Hz. Hüseyin’in katillerinin aslın­
da onun intikamını talep edenler olduğunu gördü. Bu husus Tabe-
rî'nin rivayet ettiği Süleyman b. Surad’m kendi sözlerinde açıkça gö­
rülür: «Şüphesiz inceledim ve anladım ki, Hüseyin’in katilleri K û fe’nin
ileri gelenleri ve Arap süvarileridir. Halbuki Hüseyin’in intikam ının
alınmasını da bunlar istiyorlar.» (3 ) İşte, liu tarzda, «Hüseyin’in in ti­
kamını isteriz!» çığlıkları arasında K û fe’de bir topluluk oluştu, yöneti­
mi ele aldı ve Şam’m otoritesini tehdit etmeye başladı.
Bu esnada Şam’daki muhaliflerini yenen Mervan b. el-Hakem hi­
lâfeti elde etmişti. Mervan, İslâm âlemindeki bütün isyanları bastır­
mak istiyordu. Tevvâbin bunların başmda geliyordu. Gayet tabiîdir ki,
bunun için K û fe’deki zayıf noktaları bilen ve buranın ileri gelenle­
rini tanıyan Ubeydullah b. Ziyad’a İtimat edecekti. Şamlılardan olu-

(1) Elimizdeki kaynakların zikrettiği İsimlerden biri, Şls b. Rebi et-Tem i-


ml'dlr. Şls, Hz. Hüseyin'i Kûfe'ye davet edenlerden biri olduğu halde
ona karşı savaşmıştır. Diğeri de Hamld b. Müslim el-Ezdl'dlr. O da
Hz. Hüseyin'in öldürülmesine İştirak etmiş, sonra da dönüp onun İn­
tikamını almak isteyenlerin en cesur ve güllülerinden olmuştur.
(2) Taberi. IV. 426
(3) Taberi, IV, 432
EMEVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 491

şan büyük bir orduyla Ubeydullah b. Ziyad'ı, K ûfe’ye gönderdi. İbn


Zlyad, «Aynü'l-Verde» denilen yerde «Tevvâbin» cemaatiyle karşılaştı.
Çok şiddetli bir çarpışma oldu. Başta Süleyman b. Surad olmak üze­
re bir çok Tevvâbin öldü. H. 65 (684 - 685) galip gelen taraf Şam or-
dusuydu.(l)
Bu vakadan sonra Tevvâbin cemaati faaliyetlerini, özellikle bü­
yük günahları için tevbe ve istiğfar ederek devam ettirdiler. Tevvâ-
bin’den geriye kalanlar ise, günümüze kadar Irak’ta yaşayışlarını sür-
düregelmişlerdlr. Bunlar, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği aşûre günle­
rinde büyük bir cemaat oluşturarak, hüzünlü, cesaret verici şiirler
okurlar. Sonra buna bir müddet ara vererek utanç dolu göğüslerine
şiddetle vururlar. Tören, şiir okuyarak ve göğüsler dövülerek devam
eder. Öyle ki, göğüslerinden kan gelir. Onlardan bazıları İse elleriyle
vurmakla yetinmeyip bir hançer veya kılıçla kan akıtıncaya kadar
başlarına vururlar. Bütün bu davranışlar onlara göre, tevbe etme şek­
lidir. Çünkü onlar atalarmm işlemiş olduğu hataların, kendilerine de
sirayet ettiğine ve bu hatayı ancak Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün­
lerde kanlarını akıtmakla giderebileceklerine inanırlar. Hattâ bu gü­
nahtan arınmada bazıları daha da ileri gider, Hz. Hüseyin'in kanını
emen toprağa, kanını akıtarak, böylece onunla beraber olduğuna, bü­
tünleştiğine itikat ederler.

D. M U H TA R B. EBÎ UBEYD
Taif, siyasi alanda şöhretleri büyük şahsiyetler çıkarmıştır kİ,
bunların en önemlileri, Muhtar b. Ebî Ubeyd es-Sakafı, Haccac b. Yu­
suf es-Sakafî, Ziyad b. Ebih ve oğlu Ubeydullah’tır.
Muhtar, hicretin ilk yılında doğmuştur. Aynı zamanda Hz. A li’nin
azatlı kölesi olan Keysan’dan ilim tahsil ettiği ve Keysan ona, Hz.
Hüseyin’in katillerini bildirerek, onun intikamını almaya teşvik et­
tiğinden dolayı «Keysan» lâkabını aldığı rivayet edilir. Bağdadî’nln
rivayetine göre ise Keysan, Muhtar'm asıl lâkabıdır. (2)
Muhtar, İslâm tarihinde istikrarsız şahsiyeti İle tanınır. Onun en
zayıf noktası, vasıtalar ne olursa olsun, mal ve şöhrete ulaşmak iste­
ğidir. Bu karakterdeki bir kişi, eğer emelini gerçekleştirmeye yaraya­
caksa; yalan söylemeye, olduğundan başka görünmeye, peygamberlik
ve ilâhlık İleri sürmeye, dostken düşman, düşman iken dost olmaya

(1) Taberi, IV, 462 vd.; Davld Donaldesh, Akldetu’ş-Şlft’ 116; Nevevl,
Tehzİbu’l-Esmâ, I, 234
(2) Bağdadi, el-Fark beynel-Flrak, 26
492 doğuştan gtlnUmüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

müsaittir. Yine böyle bir şahsın çok keskin ve aynı zamanda da dö­
nek bir zekâya sahip olacağı da tahmin edilebilir.
Gençliğinde, önce Hz. Ali'nin, sonra da Hz. Hasan’ın Medain va­
lisi olan amcası Sa’d b. Mesud’a tâbi olmuştur. Sa’d, Hz. Hasan’ın
ordusu kendisine başkaldırmca Medain’e sığınmıştı. İşte o zaman Muh­
tar, amcasına, «Zengin ve şeref sahibi olmak ister m isin?» diye sor­
du. Amcası, «N e demek istiyorsun?» diye sorunca Muhtar, «Haşan’t
bağlamanı ve Muâviye’den eman dilem eni» diye cevap verdi. Sa’d ona
çok kızdı ve: «A llah sana lânet etsin! Rasûlullah’m kızının oğluna sal­
d ırır ve onu bağlarım ha.'.. Sen ne kötü adamsın!..» d e d i.(l)
Böylece Muhtar, amcasıyla beraber Emevîler nezdinde mevki el­
de etmek için, Hz. Hasan'ı kurban etmek istemişti. Lâkin bu emel
gerçekleşmedi. O halde Muhtar, mal ve şöhrete ulaşmak için değişik
yollar denemeliydi.
Muhtar, o sırada, K ûfe’de kendisine bir çok yardımcı ve taraftar
sağlayabilecek Şia topluluğunu görünce, K û fe’deki evinin kapısını Müs­
lim b. Akîl’e açtı, ona biat ve yardım etti. (2) Müslim öldürülünce İbn
Ziyad, Muhtar’ı yakalattı ve sopayla vurarak gözünü kör etti, sonra
da hapse attırdı. (3)
Muhtar’m kızkardeşi Safiyye, Abdullah b. Ömer ile evliydi. Muh-
tar’ın başma geleni öğrenince ağlayıp sızladı. Bunun üzerine Abdul­
lah, Yezid b. Muâviye’ye başvurarak Muhtar’m affm ı istedi. Yezid de
vali İbn Ziyad’a, M uhtar'ı serbest bırakmasını emretti. Ubeydullah,
gelen emir gereği M uhtar'ı serbest bırakarak, K û fe’y i terketmesini is­
tedi. Muhtar bir süre şurada burada dolaştıktan sonra, en son Mekke'
deki Abdullah b. Zübeyr’in yanma gitti. O şuada İbn Zübeyr halife­
liğini ilân etmişti. O zaman onun Muhtar’a, Muhtar’m da ona ihti­
yacı vardı. Fakat, «İk i kılıç bir kında beraber olamayacağı» için, ikisi
de birbirinden çekiniyor ve birbirlerine karşı samimi olamıyorlardı.
İkisinin birbirine olan ihtiyacına, rağmen, birinin diğerinden ne ka­
dar çekindiğini, Taberî'nin şu rivayetinden daha iyi anlayabiliriz:
«Muhtar, İbn Zübeyr ile karşılaşınca ona şöyle dedi: «Benden ha­
bersiz karar vermemen, işleri kendisine bildirdiğin ilk kişi ben olmam
ve halifeliğe geldiğinde en önem li işlerin için benden yardım istemen
şartıyla sana biat etmeye geldim .» Bunun üzerine İbn Zübeyr, «A l­
lah’ın kitabı ve sünneti üzere senin biatini kabul ediyorum.» dedi.

(1) Taberi. IV. 122


(2) Taberi. IV. 441
(3) Taberi. IV. 442
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 493

Muhtar, kitap ve sünnet üzere anlaşmaya razı olmayarak İbn Zü-


beyr’e şöyle seslendi: «O zaman sen, benim çocuklarımın en şeriri ile
de, kitap ve sünnet üzere büatleşebilirsln. Böyle olunca benim alacağım
pay, sana en uzak olan birininki gibi olacak. Hayır, vallahi zikretti­
ğim şartlar olmadıkça sana asla biat etmem.»
İbn Zübeyr’in yakınlarından, Abbas b. Sehl, İbn Zübeyr'le fısıl-
daşarak ona, «Kendi görüşünü kuvetlendirinceye kadar bu adamın di­
n in i satın a l» deyince, İbn Zübeyr de bunu kabul ederek, anlaşmayı
Muhtar’m şartlan üzerine tamamlamıştır.» (1)
Muhtar, Husayn b. Numeyr es-Sekûnî’nin yaptığı ilk Mekke ku­
şatmasının en sıkıntılı günlerinde Abdulah b. Zübeyr'in yanından hiç
ayrılmadı. Üstelik en çok gayret ve çaba sarf edenlerden oldu. Bu ku­
şatma esnasında Yezid ölmüş, Şam karışmıştı. O zaman tbn Zübeyr'in
durumu güçlendi ve İslâm âleminin büyük bölümü ona biat etti. Lâ­
kin İbn Zübeyr, kendisine bağlı bölgelerden birine bile, Muhtar’ı vali
tayin etmedi. Durumunun düzeldiği kanaatine vardığı için, Muhtar'ı
ihmal etmişti. Muhtar ise, ihmal edildiğini farkeder etmez, ayaklanma
alevini tutuşturmak ve fitneyi uyandırmak isteyenler için en uygun
yer olarak kabul edilen Kûfe’yi hatırladı. Kûfelilerden edindiği istih­
barattan onların genellikle îbn Zübeyr’e bağlı bulunduğunu anladı.
Ancak içlerinden bir kısmı niyetlerini gizlemekte ve kendilerine yol
gösterecek birini beklemekteydiler. Bunun üzerine Muhtar, «Ben Ebû
İshak’ım . Vallahi ben, onların aradığı adamım. Onları hak yolunda
toplayacağım. Onlarla birlikte bâtılın taraftarlarını yok edip, zâlim
inatçıları öldüreceğim» dedi. Sonra da isyanların beşiği olan K ûfe’ye
doğru yola çıktı. ( 2 )
Muhtar, Kûfe'de «Tevvâbîn» ayaklanmasını görünce, onlara ko­
muta etm eyi denedi. Fakat Şiilerin çoğu kendilerine, Süleyman b. Su-
rad'ı komutan seçtiler. Bunun üzerine Muhtar, onlara katılmayıp bek­
lemeye başladı. Muhtar'ın durumundan şüphelenen tbn Zübeyr’in va­
lisi de onu hapsetti. Tevvâbîn fırkası hezimete uğrayıp geri kalanlar
K û fe’ye dönünce, Muhtar, komutanları Rufaa b. Şeddad’a hapisten
bir mektup yazarak bu fırsattan yararlanmak istedi. Mektupta şöyle
diyordu:
«Savaştan döndükleri zaman Ailah’m ecirlerini büyük kıldığı ve
zayıf düştükleri için geri dönmelerine razı olduğu topluluğu selâmla­
rım. Kâbe’nin Rabbma yemin ederim ki, isyan için bir teşkilât top­

tu Taberi, IV, 445


(2 ) Taberi, IV. 447
494 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

layıp bir adım atmanıza Allah'ın vereceği sevap, dünya mülkünden


daha büyüktür. Şüphesiz Süleyman, üzerine düşeni yaptı. Allah onun
ruhunu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber kıldı.
Kendisiyle kurtuluşa ereceğiniz bir sahibiniz kalmadı. Ancak ben; şüp­
hesiz emirler alan bir lider, güvenilen biri, ordunun komutanı, za­
lim leri cezalandıran, din düşmanlarından intikam alan, kopan ya­
yın kirişini bağlayanım. Derhal hazırlanın, sevinin ve müjdeleyin...
Sizi Allah'ın kitabına, Rasûlullah’ın sünnetine, Ehl-i Beyt’in intika­
mına, zayıfları savunmaya ve haramlan helâl kılanlarla savaşmaya
çağırıyorum.» (1) Bu mektubu alan Şiî liderleri Muhtar’a gelip onu
hapisten kurtardüar. Böylece Muhtar, liderliğe ilk adımı atmış oldu.
Daha sonra, keskin zekâsıyla örtebileceği birbiriyle çelişen işler
yapmaya başladı. Fakat bunlar, uyanık kişilerin gözlerinden kaçmı­
yordu. Muhtar bir yandan, kendisini İbn Hanefiyye’nin gönderdiğini,
onun vekili olduğunu, Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının katillerinden in­
tikam almak ve Ehl-i Beyt’in hakkını talep etmek istediğini ileri sü­
rerek, İbn Hanefiyye'nin ismini alet ediyordu. Diğer yandan da, Amr
b. Sa’d’a teminat vererek, onunla beraber olduğunu söylüyor ve Hz.
Hüseyin’in katillerine hiç bir şey yapmıyordu. (2) İşte bundan dolayı
İbn Hanefiyye, Muhtar’ın bazı adamlarına, «M uhtar, bizim, taraftarı­
mız olduğunu iddia ettiği halde, bahsettikleri kürsüde Hz. Hüseyin’in
katilleriyle bir oradalar» demişti. (3) Muhtar, Hz. Peygamber’in sün­
neti ve İslâm'ın doğru yolu üzerinde yürüdüğünü iddia etmekle bera­
ber, kendisini İslâm’dan uzaklaştıran bir çok sapıklıkları da ortaya
çıkıyordu. Muhtar, yanında halis ipekle kapladığı ve çeşitli ziynetlerle
süslediği eski bir kürsünün olduğunu, onun Hz. A li’nin hâzinesinden
kaldığını ve İsrailoğullan’nm meşhur tabutu ne ise bu kürsünün de
kendileri katmda o derece önemli olduğunu söylüyordu. Hasımlanyla
savaşırken bu kürsüyü birinci safa sevkeder ve, «Savaşınız! Zafer ve
galibiyet bugün sîzindir» derdi. Ayrıca K ur’an’ı taklit eden secili söz­
leri, kafiyeli konuşmaları ve gaybı bildiğine delil olarak sunduğu va­
atleri vardı. İleri sürdüğü vaatler yerine gelirse, bundan davasının
doğruluğunu ispat eden delil olarak yararlanırdı. Eğer bu vaatler ger­
çekleşmezse o zaman, «Rabbtm iz nezdinde yeni b ir şey zuhur e tti her­
halde» derdi. Bu görüşüne «Beda» diyordu. Yani Allah’ta -haşa- yeni
bir şey zuhur ettiğinden dolayı, önceki görüşünün değiştiğini İddia
ediyordu. (4)

(1) Taberl, IV. 471


(2) Taberl, IV, 449
(3) Taberl. IV, 523
(4) Şehrlstanl, el-MUel ve’ n-NIhal, I, 132-133
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 465

MUhtar’ın Şiilik için ortaya attığı iddiasında, daha öncekilerde


rastlamadığımız yeni bir tarz görüyoruz. Şiilik taslayanlann gayeleri­
nin, İslâm ’ı yıkmak olduğunu belirtmiştik. Muhtar İse Şiîliğini, sade­
ce mal ve şöhrete ulaşabilmek için bir vasıta olarak kullanmıştır.
Muhtar’m sapık bazı durumları ortaya çıkmaya başlayınca, bir
kısım Şiiler bundan şüphelendiler. Onlardan bir heyet, Muhammed b.
Hanefiyye'ye giderek ondan Muhtar’m durumunu sordular. Muham­
med b. Hanefiyye ise, «Allah dilerse kullarından istediği kişiyi kulla­
narak düşmanımızdan öcünü alır» şeklinde üstü kapalı bir cevap ver­
di. Bunlar döner dönmez Muhtar, bu sözü İbn Hanefiyye'nin kendisini
desteklediğinin delili kabul ederek, hemen onlan topladı ve bu he­
yetin üyelerine bir konuşma yaptı. Böylece, bu heyet azalan da İbn
Hanefiyye’nin, Muhtar’ı desteklediğine İkna oldular. (1)

Muhtar'a Kûfe'de, İbrahim b. Eşter İsminde büyük bir komutan


bulunduğu, şayet kendisine katılırsa başarısının artacağı söylendi. İb­
rahim ise, Muhtar’m durumundan şüphe ediyordu. Fakat Muhtar,
onun şüphesini giderecek vasıtayı da bulmakta gecikmedi. Hemen Mu­
hammed b. Hanefiyye'nin ağzmdan bir mektup yazarak mühürledi
ve kapatıp İbrahim’e gönderdi. Aynca bu mektubun Muhammed b.
Hanefiyye'den olduğuna dair şahitler de göndermeyi İhmal etmedi.
Mektupta İbn Hanefiyye’nin Muhtar’ı, vekili ve Ehl-i Beyt’in İntika­
mını almak İsteyen elçisi olarak tanıdığı yazılıydı. Mektupta aynca,
İbrahim’den, kabilesi ve akrabalanyla beraber Muhtar’a katılması İs­
teniyordu. Bunun üzerine İbrahim, bu emre boyun eğerek Muhtar’a
katıldı. İbrahim b. Eşter’in katılması, Muhtarü başarıya ulaştıran âmil­
lerin en büyüğü oldu. ( 2 )

Böylece Muhtar için, zaferi sağlayacak unsurlar bir araya gelmiş


oldu. Sonra silâhlı mücadele başladı. Muhtar, İbn Zübeyr’ln K üfe va­
lisi Abdullah b. Muti’nln taraftarlarıyla girdiği çarpışmada onu he­
zimete uğrattı ve böylece Kûfe’nln İdaresi onun eline geçti. Hâkimiye­
ti Musul’a kadar uzandı. Basra’da da kendini destekleyen bir ayak­
lanma meydana gelmişti. İşte Muhtar zirveye böyle yaklaştı.(3)

Ancak Kûfeliler Muhtar’da, onun davetinde samimiyetini göste­


recek bir şey bulamadılar. O ana kadar Muhtar, Hz. Hüseyin’in katil­
leriyle beraber düşüp kalkmak suretiyle onlara müsamaha göstermiş,
aynı zamanda asılsız ve bâtü İddiaları da yayılmış ve çoğalmıştı.

(1) Taberi, IV, 492


(2) Mektubun tam metni İçin bkz. Taberi, IV, 495
(3) Taberi, IV, 507 vd.
496 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

İbn Eşter de şüphelenenler arasındaydı. Halbuki savaşlarda «Kür-


sü»yü o taşımakta idi. Aslında İslâm savaş âdetinde böyle bir şey
yoktu. Fakat Muhtar’ı tasdik etmesi, bu silâhın verdiği şüpheden da­
ha ağır basmış ve bu zamana kadar halisane olarak İnanagelmişti.
Muhtar, başarılarını artırarak adamlarım cesaretlendirmek düşün­
cesiyle bir adım daha attı ve Ubeydullah b. Ziyad’la mücadeleye baş­
ladı. Yezid b. Enes komutasındaki bir orduyu Ubeydullah’m üzerine
gönderdiyse de Yezid yenilerek savaş meydanında öldürüldü. Bunun
üzerine İbrahim b. Eşter komutasında başka bir ordu gönderdi.
Muhtar’ın taraftarları, Şam ordusu önünde hezimete uğrayıp
Küfe, büyük komutan İbn Eşter ve birliklerinin baskısından kurtulun­
ca durumu fırsat bilen Kûfeliler, Muhtar’a karşı ayaklandılar. Bu bü­
yük ayaklanmayı başlatanlar, Muhtar’ın yalancı olduğunu ve Muham-
med b. Hanefiyye tarafından desteklenmediğini de açıkladılar. İsyan-
cüar Muhtar’m sarayım kuşatarak, suyunu kestiler ve hayatım tehdit
ettiler. Fakat Muhtar’m zekâsı ona ihanet etmedi ve derhal imdadına
yetişerek, onu mutlak bir hezimetten kurtardı. Gizlice İbrahim b. Eş-
ter’e haber göndererek onu geri çağırdı. Aynı anda isyancılara da bir
mektup yazarak, onlara Muhammed b. Hanefiyye’ye müşterek bir ha­
ber göndermek suretiyle görüşünün alınmasını teklif etti. Bununla
İbn Eşter’in ordusu dönünceye kadar isyanı yavaşlatıp, zaman kazan­
mak istiyordu. Nitekim İbn Eşter’in ordusu geri döndü. O zaman or­
dunun başına geçen Muhtar, İbn Eşter ile birlikte Kûfelileri korkunç
bir yenilgiye uğrattı. Bu esnada Muhtar, Hz. Hüseyin’in katillerinden
kolayca kurtulma fırsatım da ele geçirdi. Onları ibret olarak cezalan­
dırdı ve öldürdü. Böylece bir taraftan Şiileri hoşnut etmiş, öte yan­
dan isyancılara yardım ettikleri için onlardan intikamım almış oldu.
Öldürülenlerin arasında ileri gelenlerden Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas
ve oğlu da v a rd ı.(l)
Muhtar, K üfe’ye boyun eğdirdikten sonra Ubeydullah b. Ziyad
ile yemden savaşmaya başladı. H. 66 (685-686) senesinde İbn Eşter
komutasmda tekrar büyük bir ordu gönderdi. Ertesi senenin başların­
da İbn Eşter ile, zalim İbn Ziyad arasında Musul’a yakın Hâzir kena­
rında şiddetli bir muharebe oldu.

Bu savaşta İbn Eşter, İbn Ziyad'ı bir kılıç darbesiyle İkiye böldü.
Bu muharebede aynı zamanda, Kâbe’yi kuşatıp mancınıkla dövdü­
ğünden bahsettiğimiz Husayn b. Numeyr es-Sekûnî de öldürüldü. Böy­
lece Muhtar, şöhretinin zirvesine ulaştı. Musul, Ermeniyye ve Azer-

(1) Taberi, IV, 532


EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 497

baycan’da ona bağlandı. İbn Ziyad’ın cesedini yaktırdı ve başını da


Medine’ye gönderdi. (1)
Fakat Muhtar, şöhretin zirvesinde uzun süre kalamadı. Aleyhinde
toplanagelen bir takım unsurlar, onu zirveden düşürdü. Bunların en
mühimi, her gün geçtikçe açığa çıkan ve artan saçmalıkları, bâtıl
inançları ile İbn Haneflyye’nin ondan uzak olduğu ve onunla alâkası
bulunmadığının ortaya çıkması idi. ( 2 )
İşte İbn Hanefiyye’nin bunu açıklaması, Muhtar'a büyük bir dar­
be oldu. En değerli komutanı İbn Eşter’in, Ubeydullah b. Ziyad’ı ye­
nilgiye uğrattıktan sonra Muhtar'dan soğumasına ve Musul'da kal­
masına sebep oldu. Böylece, Muhtar ile İbn Eşter’in arası açılıyordu.
Muhtar’ın zayıf düşmesine yol açan sebeplerden biri de, şöhrete var­
mak ve ulaştığı bu zirveyi koruyabilmek için K ûfe’de çok kan akıt­
mış olmasıdır. Yine bu etkenlerden biri, Muhtar’ın K ûfe’ye güvenmesi
ve orayı başkent edinmesidir. Çünkü Kûfelllere itim at edip onlara gü­
venerek zirveye çıkan herkesin aşağı düşmesi mutlak ve kaçınılmaz
idi. Bunlarla birlikte en önemli etken, elde ettiği .başan ve zaferlerin
Muhtar’ı, iki büyük halife olan Abdullah b. Zübeyr ile Şam’daki Ab-
dülmelik b. Mervan'la rekabet eder duruma getirmesidir. Muhtar’ın bu
iki halifeyi karşısına alarak onlarla mücadele etmesi onun fena so­
nunu hazırladı.
Abdullah b. Zübeyr, kardeşi Mus'ab’ı Basra’ya vali tayin etti. Y a­
nına güçlü ve savaşçı olan Mühelleb b. Ebi Sufra’yı katarak Muhtar
ile savaşmasını emretti. Şiddetli bir muharebe oldu. Muhtar’m ordu­
suna İbn Eşter’den sonra, Ahmed b. Sumeyt komuta ediyordu. Savaş­
ta, Muhtar’m ordusundan, süvarilerden başka kimse kurtulamadı. Bu­
nu fırsat bilen Kûfeliler derhal Muhtar’m etrafından dağılarak ona
karşı ayaklandılar. Kısa süre İçinde Muhtar, tek başına kaldığını an­
ladı. K ü fe sokaklarında ölünceye kadar savaştı. Ubeydullah b. Ziyad’ın
öldürüldüğü bu yıl Muhtar’m da sonu oldu.
Muhtar’m sonunu getiren sebeplerden söylememiz gereken bir şey
daha kaldı. O da, daha önce zikrettiğimiz gibi, Muhtar’m kendisine
karşı yapılan ilk isyanm akabinde Küfe ve eşrafım gerek cezalandır­
mada, gerekse öldürmede çok ileri gitmesidir. Muhtar’m ordusunu ge­
nellikle M evâli teşkil ediyordu. Muhtar’m ordusu Mus’ab’ın karşısında
hezimete uğrayınca, Kûfeliler derhal Muhtar’m ve Mevâli’nin akraba­
larından intikam alabilmek için harekete geçtiler. Mus’ab b. Zübeyr de

(1) Yakubi, m . 6; Taberi, IV, 55S


(2) Şehrlstanl. el-MHel ve)n-Nihal, I, 123

F. : 32
498 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

onlara cesaret verip, teşvik etti. Bunun neticesinde meydana gelen sa­
vaşlarda çok kimse öldü ve çoğunluğunu M evâli’nin oluşturduğu Muh-
tar’m taraftarlarından yüzlercesi Mus’ab’a teslim oldu. Fakat Mus’ab
onları teslim olmalarından sonra kılıçtan geçirdi. Bundan dolayı da
kmandı. Bu hadiseden sonra Abdullah b. Ömer’in Mus'ab’ı görerek,
«B ir sabahta E h l-i kıbleden yedi bin kişiyi katlederek onların katili
oldun» dediği, Mus’ab’m kendini savunmak için, «O n la r şüphesie kâ­
firle rd i» diye cevap vermek istemesi üzerine Abdullah'ın, «Vallahi on­
ların sayısı kadar babandan miras kalan boyunlardan boğaelasaydın
yine de israf olurdu, halbuki bunlar insandı» diye söylediği rivayet
edilir.( 1 )

D. Z E Y D İT Y E A Y A K L A N M A LA R I

Zeydiyye’nin iki kahramanı, Zeyd b. A li b. Hüseyin ile oğlu Y ah­


ya’dır. Zeyd b. Ali, H. 122 (740) ’de Kûfe'de, oğlu Yahya ise H. 125
(743)’de Horasan’da öldürülmüştür. Bundan Muhtar’ın öldürüldüğü
H. 67 senesi ile Zeyd’in öldürüldüğü H. 122 senesi arasmda K û fe’nin
sakinleştiği mânâsı çıkarılmamalıdır. Şüphesiz Küfe meselâ, İbn Eş’as
ve diğerleri gibi Şiî olmayanların büyük-küçük bir çok ayaklanmaları­
na da sahne olmuştur. Haccac zor kullanarak bunlara boyun eğdir-
mişti. Fakat Zeyd b. A li ile beraber bu ayaklanmalar yeniden baş­
lamış oldu.
Zeyd b. A li ve prensiplerinden daha önce bahsetmiştik Zeyd, K üfe
sakinlerinden değildi. Daha önce Şia'dan halife olmayı isteyenleri
oraya sevkedenler ne idiyse, Zeyd’i de K û fe’ye iten sebepler aynıdır.
Kûfelilerin kısa sürede kaybolan, eriyen, aldatıcı vaatleri, büyük ye­
m inleri ve daha niceleri... Şüphesiz Zeyd, kendini hilâfet için hazır­
lamış ve bu ağır vazifeyi yüklenebilmek üzere, adalet, ilim, cesaret
gibi bu işler için gerekli gördüğü şartlan elde etmiş, artık sadece
bu hakkı istemek kalmıştı. O halde bu işi kolaylaştıracak fırsatı bek­
lemeliydi.
Hâlid b. Abdullah el-Kasrî, Hişam’ın Irak valisi idi. Hişam, ona
kızdı ve büyük bir para cezasına çarptırdı. Verilen bu cezadan kur­
tulmak için Halid, Zeyd’de mab olduğunu ileri sürmüştü. Bunun üze­
rine Zeyd’den bu mal istenmiş, Zeyd ise, Hâlid’in kendisinde böyle bir
malı olduğunu kabul etmemişti. Bunun üzerine Zeyd, Hâlid'le yüz­
leştirilmek üzere K ûfe’ye sevkedlldi. Bu sırada K ü fe valisi Yusuf b.
Ömer idi. Yüzleştirme sonunda Hâlid, Zeyd’de böyle bir malı olmadı-

(1) Taberl. IV. 572


EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 499

ğını itiraf edince, etrafına Şiilerin toplanmasından korkulan Zeyd,


vakit kaybetmeksizin Kûfe'den çıkarıldı. Bunun üzerine Zeyd, Me­
dine'ye yöneldi, ancak Kûfeliler de arkasına düştüler. Y a ’kub'ı, Ta-
beri, İbn Tiktaka ve diğer tarihçiler, Kûfelilerln daha önce, Zeyd’in
dedesine ataları ne söylemişse, aynısını söylediklerini, yalnız bu defa
asla ihanet etmeyeceklerine ve Zeyd’i düşmanlarına teslim etmeye­
ceklerine dair söz verdiklerini rivayet etmektedirler. Adı geçen kaynak­
larda aynen şu ifadeler yer almaktadır:

«A lla h ’ın rahmeti üzerine olsun!.. Senden başkasına karşı sıyırdı­


ğım ız yüz bin kılıç, seninle beraberken nereye gidiyorsun? Bize göre
ümeyye Oğullan ne ki? Ancak az bir topluluktur. Bizden bir kabile
bile onlara yönelse Allah'ın izniyle yeter de artar bile.» O zaman Zeyd
dedi ki: «Ey K û feliler! Dedem Hüseyin’e yaptığınız gibi söz verip de
sonradan caymanızdan korkanm .» Bunun üzerine Kûfeliler, «Allah
için ancak dönmeni bekliyoruz. Biz senin için canımızı feda ediyor ve
sana güvenebileceğin tarzda and içiyoruz, söz veriyoruz» diye cevap
verdiler.
Böylece bu mütefekkir ve âlim insan da, daha önce dedelerinin
yaptığı gibi itimada lâyık olmayan bir topluma güvendi ve aynı hata­
ya düşmekten kendini alâmadı. Bir anda etrafında silâhlanmış bin­
lerce adam toplandı. Bunun üzerine Zeyd davetini ilân etti. Karşısı­
na önce büyük bir Suriye ordusu ile vali Yusuf b. Ömer dikildi. Çok
geçmeden Yusuf, Zeyd’in saflarındaki adamları kendi saflarına çekti.
Birdenbire Zeyd’in saflan azalmaya Yusuf’un adamlan çoğalmaya
başladı. Zeyd gördü ki etrafındakiler dağılarak onu yardımsız bırak­
mış ve teslim olmuşlardı. Beraberinde kalan az bir toplulukla ümitsiz
olarak savaşa devam etti. Sonunda öldü ve kalan az bir taraftan ta­
rafından gömüldü. Fakat Yusuf b. Ömer, cesedini çıkartarak önce
astırıp sonra yaktırdı, daha sonra da küllerini Fırat nehrine attırdı. (1)
Böylece K û fe’de bir isyan daha sona ermiş oldu.
Zeyd’in öldürülmesinden sonra savaş alanından kaçan oğlu Yah­
ya, kimliğini gizleyerek Horasan’a ulaşabildi, Belh’te gizlendi. Yusuf
b. Ömer, bunu Hişam’a bildirdi, Hişam da Nasr b. Seyyar’a Yahya’ya
dikkat etmesini yazdı. Sonunda Nasr, Yahya’yı yakalamaya ve hapset­
meye m uvaffak oldu. Ancak Yahya hapisten kaçmayı başardı. Sonra
kendine yardım edecek taraftarlar buldu.
Şaşılacak bir durum ki, Yahya yaklaşık yüz yirmi bin kişilik bir
toplulukla Nişapur valisi Amr b. Zurâre el-Kasri’nin ordusunu yendi.

(1) Y a ’kubl, m , 46 vd.; Taberl, V. 492 vd.; İbn Tiktaka. el-Fahrl, 112 vd.
500 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Bu savaşta Amr öldürüldü. Yahya'nın da ünü artarak askerleri ve


taraftarları çoğaldı. Böylece Velid b. Yezid zamanında Emevîler'i teh­
dit eden bir tehlike haline geldi. Bundan dolayı Nasr b. Seyyar, Merv
yakınında büyük bir orduyla Yahya’y ı karşıladı. Şiddetli bir savaş ol­
du. Neticede Yahya da babası gibi öldürülerek asıldı sonra da, yakı­
larak külleri havaya savruldu. ( 1 )
Böylece Zeydiyye ayaklanmaları son bulmuş oldu. Fakat Şiî is­
yanlarının K û fe’den Horasan'a nakli, gerçekten iz bıraktı. Horasan
K ü fe gibi hainlik etmedi. Abbasi hilâfetinin kuruluşundan bahseder­
ken belirteceğimiz gibi Horasan, Emeviler yıkılıncaya kadar direnişi­
ne devam etti.

(1) Y a ’kubl, III, 57-61; Taberi, IV, 536-538


4 — ABDULLAH B. ZÜBEYR VE H AREKETİ

Emevîler dönemindeki dini ve siyasî hareketlerden bahsederken


Abdullah b. Zübeyr’den de bahsetmemiz gerekir. Abdullah b. Zübeyr,
farklı bir dini hareketin kurucusu veya yöneticisi olmamakla birlikte,
bazı siyasî ve askerî gelişmelerin merkezi olarak kendine has bir ye­
re sahiptir. O halde, dokuz sene hilâfet görevini üstlenmiş bulunan
Abdulah b. Zübeyr’i daha yakından tanımaya çalışalım.
Abdullah, hicretten yaklaşık bir sene sonra Medine’de doğdu. Ken­
disi Muhacirlerin Medine'de doğan ilk çocuğudur. Doğumu, müslü-
manlar arasında büyük sevince sebep oldu. Zira yahudiler ve müşrik­
ler, Muhacirlerin Medine'de kısırlığa müptelâ oldukları şayiasını ya­
yarak, müslümanlarla alay ediyorlardı. Abdullah'ın doğumu, bu iddia­
ları ve alayları sona erdirdi.
Abdullah, anne ve baba tarafından köklü bir nesepten geliyordu.
Babası Zübeyr b. Avvam, İslâm'a ilk girenlerdendi. Kahramanlığıyla
bütün Arabistan'da meşhurdu. Kendisi de bundan gururlanırdı. Bir
savaşta, düşmanı tek kılıç darbesiyle ikiye bölünce kendine, «N e kes­
kin kılıcın v a r!» diyenlere, «K ılıc a değil, onu tutan ele bakın» diye
karşılık vermişti. ( 1 )
Annesi Esma ise hikmet, fesahat ve ihtiyatıyla ün salmış bir ka­
dındı. Anne tarafmdan dedesi, dedelerin en hayırlısı, Hz. Ebû Bekr
es-Sıddîk, babaannesi Hz. Peygamber’in halası Safiyye binti Abdulmut-
talib, teyzesi de Hz. Peygamber’in sevgili eşi Hz. Aişe idi. Hz. Aişe’
nin çocuğu olmayınca, kardeşi Esma'dan onu aldı ve Abdullah, Hz.
Peygamber’in evinde sanki, Hz. Âişe’nin oğlu gibi yetişti. Öyle ki, Hz.
Âişe’ye «Ümmü Abdullah-Abdullah'ın annesi» deniliyordu.(2)
Daha çocuk yaşta İslâm fetihlerine katılmıştır. Onu henüz on
dört yaşında iken babası ile Yermuk savaşmda görüyoruz (634). Da­
ha sonra da yine babası ile birlikte Mısır’ı fetheden Amr b. el-Âs’m
ordusunda görev almıştır. İfrik iye’nin fethine de katılan Abdullah, bir
mübarezede Bizans asilzadelerinden Gregorius adında birisini öldür­

ül İbn Abd-i Rabblh. el-Ikdu'l-Ferid, I. 212


(2) Nevevi. Tehzibii’l-Esmâ veİ-Luga, I. 266-267
502 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

müştür. (29/649-650). Ertesi sene de Saîd b. el-Âs’m ordusu ile Ho­


rasan seferinde yer almıştır. Seferden döner dönmez de Hz. Osman
tarafından başlatılan K u r’an’m toplanması işini üstlenen âlim ler ara­
sında görevlendirildi. Hz. Osman'ın şehit edildiği gün (yevm ü’d-dar),
onu savunanlar arasında ön safta Abdullah b. Zübeyr de vardı. Cemel
vakasında ise teyzesi Hz. Âişe’nin ordusundaki piyadelere komuta
ediyordu.
Cemel vakasının teferruatı daha önce anlatıldığı için, burada
Abdullah b. Zübeyr’le doğrudan alâkalı iki olayı zikretmekle yetine­
ceğiz.
Hz. Ali, savaşın bir anında Hz. Peygamber’in: «A li ile savaşacağını,
böylece ona zulmetmiş olacağını» bildiren hadisini kendisine hatır­
latınca Zübeyr savaş meydanmı terketmeye karar verdi. Karşısına çı­
kan oğlu Abdullah: « Bizi n için terkediyorsun?» diye sorunca, Zübeyr
ona: «Bak yavrum! Ebû Haşan bana u n uttuğum bir hususu h a tırla ttı»
dedi. Abdullah babasına, «H ayır! Vallahi sen Abdulm uttalib Oğulla-
r ı’nın kılıcından kaçtın. Çünkü o kılıçlar uzundur, keskindir ve onla­
rı y iğitler taşımaktadır» diye karşüık verdi. Zübeyr cevaben, «H ayır!
Vallahi, bana zamanla unuttuğum bir şey hatırlatıldı. Ateş yerine
â r ı tercih ettim . Beni, korktuğum u imâ ederek ayıplıyorsun, babasız
kalasıca!..» dedi ve m ızrağım kapıp sağ kanada hücum etti. Hz. Ali,
«A çılın onu kızdırdılar» diyerek askerlerini geri çekti. Zübeyr bu defa
ordunun kalbine hücum etti. Sonra da oğluna döndü ve, «K orkak
bunları yapabilir m i? » diyerek oradan uzaklaştı. ( 1 )
Cemel vakasmda bir çok insan öldükten sonra, bazı kadınlar Hz.
Ali'nin yüzüne, «Ceninler k a tili» diye bağırdılar. Hz. Ali, onlara, «E ğer
cenin k atili olsaydım, şu evdekileri öldürürdüm » dedi. O evde Mervan
b. Hakem, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Am r bulunuyordu. Hz.
A li sözlerine, onlara bir kötülük yapmak istemediğini de ekledi. Hz.
A li taraftarları, onların ansızın saldırmalarından endişe ederek vuku
bulabilecek bir hadiseye karşı hazır şekilde ellerini kılıçlarının kab­
zasında tuttular. (2) Hz. Âişe, Hz. A li'nin Abdullah b. Zübeyr’in yeri­
ni bildiğini anlayınca, A li’den eman vermesini istedi. A li de Âişe’nin
isteğini kabul edip, Abdullah’a eman verdi. (3)
Bütün tarihçilerin ilim, züht ve takvasından ittifakla söz ettikle­
ri Abdullah b. Zübeyr’in gönlünde, «H ilâfet tutkusu» var mıydı? Buna

(1) Mes’ûdi. Murûcu’z-Zeheb, II, 10


(2) Mes’ûdi. Aynı eser. II. 14
O) Mes'ûdi. Aynı eser, II, 14
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 503

«evet» demek herhalde yanlış olmaz. Abdullah, yetiştiği ortam ve


bağlı bulunduğu nesep itibarıyla kendisini buna lâyık görüyordu. Ba­
bası, Hz. Ömer tarafından tayin edilen altı kişilik «Ehl-u hal ve'l-Akd»
heyetindeydi. Özellikle birinci nesil dünyadan göçtükten sonra, hilâ­
fet Abdullah'ın akranları arasında kaldı. Abdullah'ın böyle bir ortam­
da kendisini de halife adayı görmesi normaldi, özellikle, İslâm dün­
yasında Erneviler’e karşı hoşnutsuzluğun artması .Abdullah’ı cesaret­
lendiren ana unsurlardandı.
Ancak Abdullah, Muâviye b. Ebî Sufyan zamanında hilâfet İçin
herhangi bir teşebbüste bulunmadı. Bununla birlikte Muâviye, ken­
disinden oğlu Yezid için biat istediğinde bunu reddetti. Muâviye ölüp
yönetimi Yezid devralınca Abdullah onun hilâfetini tasvip etmediğini
belirterek, bîata yanaşmadı.
Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Abdullah b. Zübeyr, Ye-
zld’e karşı teşekkül eden muhalefetin tek lideri haline geldi. O bu
durumdan istifade cihetine giderek açık olmasa bile taraftarlarından
biat almaya başladı. Abdullah, Yezld’e karşı çıkamıyor ve biraz daha
kuvvetlenme çarelerini arıyordu. Fakat Yezid, Abdullah'ın gittikçe
kuvetlendiğini görünce bir an önce tehlikeyi ortadan kaldırmak mak­
sadıyla Abdullah üzerine, onu hiç sevmeyen -kardeşi Anır b. Zübeyr
komutasında bir birlik gönderdi. Fakat bu birlikler, Abdullah tara­
fından fazla zorluk çekilmeden tesirsiz hale getirildiler.
Abdullah b. Zübeyr, Yezid’in bu tutumuna rağmen daha İsyan
bayrağını açmıyordu. Bu sebeple Mekke’de sükûnet devam ediyordu.
Buna mukabil Medine halkı, Dımaşk’a gönderilen bir heyetin dönüş­
te Yezid hakkında söyledikleri sözlerden sonra infial halinde İdi. Me-
dineliler mescitte Yezid’i halifelikten azlederek Abdullah b. Hanzala)
ya biat ettüer. Bunu müteakip Medine'de bulunan Umeyye ailesi
mensuplan üzerine saldırdılar. Sayılan bin kadar olan Umeyyeliler,
ailenin en yaşlı ve nüfûzlusu olan Mervan b. el-Hakem’in malikâne­
sine sığındılar. Mervan, Yezid’e haber göndererek yardım talebinde
bulundu. Yezid, Müslim b. Ukbe el-Murri komutasında on iki bin ki­
şilik bir kuvveti Medine üzerine gönderdi. Bu sırada Medine'de mu­
hasara edilenler serbest bırakılmışlardı. Müslim, yolda bunlara rast­
lamasına rağmen geri dönmeyerek Medine üzerine yürüyüşüne devam
etti. Zilhicce 63 (Ağustos 683) tarihinde Medine önüne gelerek şeh­
rin kuzey doğusunda Harre’de karargâh kurdu. Müslim Medinelile-
re, esas hedefinin Abdullah b. Zübeyr olduğunu, kendilerine bir şey
yapmak istemediğini, bu sebeple mücadeleden vazgeçmeleri için üç
gün mühlet verdiğini bildirdi. Hattâ mühletin bitiminden sonra on­
ları, bir kere daha iyilikle yola getirmeye teşebbüs ettiyse de bir ne­
504 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LA M T A R İH İ

tice elde edemedi. Medineliler, şehirlerinin açık olan kuzey tarafını da


sur ve hendeklerle çevirmişlerdi. Medineliler, Abdullah b. Hanzala’
nın komutasında Harre'de bulunan Suriyeliler üzerine yürüyerek
Müslim b. Ukbe’nin karargâhına kadar sokuldular. Fakat sonunda
yenilmekten kurtulamadılar. 27 Zilhicce 63 (27 Ağustos 683) tarihin­
de yapılan Harre savaşmda, İbn Hanzala da ölüler arasında bulunu­
yordu. Medine üç gün müddetle yağma ve tahribata terkedildi.
Müslim b. Ukbe, Medine’nin işini hallettikten sonra asıl tehlike­
nin bulunduğu Mekke üzerine yürüdü. Fakat daha Mekke’ye varma­
dan Muşellel denilen yerde öldü. Komutayı, Yezid’in daha önce ver­
miş olduğu talim ata uyularak Husayn b. Numeyr es-Sekûnî aldı.
Suriye ordusu, E^lül 683 başlarında Mekke önlerine gelerek karar­
gâh kurdu. Yezid tarafından Mekke üzerine kuvvetler sevkedildiğinl
haber alan Yemame Haricîleri şehrin müdafasına koştular. İlk çar­
pışmalar mahsur kalanların Aleyhine cereyan ediyordu. Buna rağmen
şehirde Umeyye birliklerine karşı şiddetle karşı koyuyorlardı. Bilhas­
sa Haricîler büyük bir cesaretle dövüşüyorlardı. Bu çarpışmalar sı­
rasında Kabe'de bir yangın çıkmış ve ahşap kısımları yanmıştır. Mu­
hasara Yezid'in ölüm haberinin Mekke'ye gelmesine kadar altmış dört
gün (24 E ylü l-27 Kasım 683) devam etm iştir.(l)
Yezid’in ve iki ay sonra da oğlu Muâviye'nin ölümü İslâm devle­
tini tam bir anarşi içine itmişti. Gerçi ülkenin bazı eyaletlerinde Ab­
dullah b. Zübeyr’e biat edilmiş ise de bu devletin içine düştüğü karı­
şıklıkları yatıştıracak durumda değildi. Mekke’y i muhasara etmekte
olan ordu Yezid’in vefat haberini alınca, komutan Husayn b. Numeyr,
Abdullah b. Zübeyr ile müzakereye girişerek Dımaşk’a gelmesi halin­
de halife olarak tanınacağını teklif etti, fakat Abdullah bu isteği
kabul etmedi. Bunun üzerine Husayn b. Numeyr, Mekke ve Medine’
de bulunan Umeyyeliler ile birlikte Dımaşk’a döndü. (2)
Bundan sonraki, Abdullah b. Zübeyr’in ölümüne kadar olan ge­
lişmeleri daha önce nakletmiştik.
İslâm tarihi kaynaklan, Abdullah b. Zübeyr hakkında m eziyet ve
kusur olarak pek çok şeyi naklederler, özellikle, Abdullah'ın Ehl-i
Beyt’e karşı yaptığı şeyler tenkit edilmiştir. Abdullah, hicri 66 sene­
sinde, Muhammed b. Hanefiyye ile birlikte bütün aile efradını ve K ü ­
fe halkından on yedi kişiyi Zemzem kuyusu clvarmda hapsetmiş, Mu-
hammed’in oğlu Hasan’ı ise Garlm hapishanesine koymuştu. Haşan

(1) J. Wellhausen. Arap Devleti ve Sükûtu, Ter. Fikret Isıltan. Ankara


1963, 72 vd.
(2) Tabert, IV. 386 vd.
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 505

buradan kaçarak, Mina’da bulunan babasının yanına gitmiştir. Mu-


hammed b. Hanefiyye ve aile efradım, Muhtar b. Ebl Ubeyd tara­
fından görevlendirilen, Ebû Abdullah el-Cedeli komutasındaki bir sü­
vari birliğinin kurtardığı rivayet edilir. ( 1 )
Abdullah b. Zübeyr’ln cimriliği ve hasedi üzerine de çeşitli riva­
yetler mevcuttur.
Bunlara karşılık takvası, herkesçe kabul edilmiştir. Vaktini, na­
maz ve oruçla geçirdiği söylenir. Şiirde ve hadis ilminde belirli bir
seviyesi olduğu tarihçilerin ortak kanaatidir. Abdullah'ın cesareti de,
tarihçilerce tespit edilen başka bir özelliğidir.
Emevîler döneminde, muhalif bir şahıs olarak ihmal edilmesi
mümkün olmayan Abdullah b. Zübeyr’in kısa tasviri böyle. Abdullah,
temel İslâmî meselelerde farklı bir görüş geliştirmiş değildir. Dolayı­
sıyla ondan, fikri muhtevaları ağır basan diğer hareketler gibi söz
edilemez. Ancak, hilâfet konusundaki tutkusu ve Emevl iktidarına
karşı takındığı tavır kayda değer. Dokuz yıl, hilâfet makamım elinde
tutmuştur. Bu yönleriyle onu, İslâm tarihinin Emevîler dönemindeki
önemli hadiselerinden biri olarak değerlendirmek gerekmiştir.

(1) Mes’ûdi. Murûcu'ı-Zeheb, II, 100


5 — H A R İC ÎL E R

Emevîler döneminde söz edilmesi gereken inanç ve isyan hare­


ketlerinden bir başkası da Haricilerdir. Haricîler hakkında söyleyecek­
lerimiz, Şia’dan bahsederken yaptığımız gibi, onların inanç yapısını
ve tarihlerini kapsayacaktır. Fakat burada şu sorulabilir: Şia’da ol­
duğu gibi burada da önce inançları, sonra tarihleri mi anlatılmalı?
Yoksa Haricilerin önce tarihî gelişmesi anlatılıp, sonra inançları mı
tahlil edilmelidir?

İkinci yol Haricilere daha uygun görünüyor. Zira ilerde de görü­


leceği üzere Haricîlerin tarihleri, inançlarından daha eskiye dayanır.
Diğer bir ifadeyle, önce hadiseyi yaşamışlar, daha sonra ona dini bir
nitelik vermeye çalışmışlardır. Meselâ, önce Hz. A li’ye isyan etmişler,
sonra da isyanları için meşru bir sebep aramışlardır. Haklı bir sebep
bulmaktan aciz kalınca, Hz. A li’ye geri dönmüşler, ayrılık arzusu ye­
niden zuhur edince de Hz. A li’den ayrılmaya başlamışlardır. Bu gö­
rünüş, hareket ve isyanlan başlamadan önce fikirleri oluşan Şia'nın
aksine bir durum arzetmektedir. Bunun için birinci metot, Şia’ya uy­
gun olmakla beraber, Hariciler için ikinci metodu takip etmek daha
münasip olmuştur.

«Haricî» ve çoğulu olan «Havâric» kelimesi bu guruba isim ola­


rak verilmiştir. Kelim e Arapça «Harace; çıktı, ayaklandı» fiilinden tü­
remiştir. Hz. A li’nin taraftarlan iken, Ona karşı huruç edip ayaklan­
dıktan veya Hz. A li’den ayrddıklan için bu isim verilmiştir. Onlar
ise, kendilerine «Şurat» ismini veriyorlardı, «Dünyaları karşılığında,
âhiretlerini satın alanlar» anlamma. «Harûriye» de Hariciler için kul­
lanılan isimlerdendir. Sıffîn savaşmdan sonra Hz. A li’den ayrılıp F ı­
rat yakınındaki Harûra mevkiinde toplandıklan için bu isimle anı­
lırlar. Haricîler için kullanılan bir diğer isim ise, «Muhakkimeodir. Bu
ismi de «Hakem» olayında, "Allah’dan başka hakem olmaz» dedikle­
rinden dolayı almışlardır.
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR H AREKETLERİ 507

A. H A R İC İL E R İN ORTAYA Ç IK IŞ I

Bu hareketin kökü Sıffın savaşına kadar iner, savaş şiddetlenmiş


ve Hz. A li’nin ordusu zafere ulaşmak üzere iken Muâviye, Hz. A li’nin
hiç de düşünemeyeceği bir tavır ortaya koymuştu. Muâviye’nin yanın­
da Arap dâhisi, Amr b. Âs vardı. Muâviye Amr'a, «Helâk olduk ey
İbn Âs! Haydi gizlediğini getir» deyince, Amr da ona, askerlerin mus-
hafları mızraklarının ucuna takıp, « Kitabullah’ın hükmünü istiyo­
ruz.» diye bağırmalarını tavsiye etmişti. Bu taktiğin Hz. Ali ve ordu­
sunu parçalayacağından her ikisi de emindi.
Hz. Ali hileyi anlıyordu. Fakat ordusunun büyük bir kısmı, sava­
şı terk etmek arzusundaydı. Sanki sabırsızlıkla bu çağrıyı bekllyormuş
gibi çoğu geri çekildi. Hz. Ali, savaşa devam İçin emir verse de askeri
kendisini dinlemiyordu. Zaten askerine hâkimiyeti zayıflamıştı. K ılıç­
larının ucuna kadar gelen zaferi bırakıp, harbi terkde ısrar ediyor­
lardı. Bunların başında Eş’as b. Kays el-Kindi, Müs’ir b. Fedek et-Te-
mimi ve Zeyd b. Husayn et-Tai bulunuyordu. Hz. Ali'ye, «Adam lar bi­
zi A llah’ın kitabına, sen ise kılıca davet ediyorsun» diye bağırıyorlardı.
Hz. A li ise, «Ben Allah’ın kitabını en iyi bilenlerden biriyim ; siz de
derhal öteki guruplara katılın» diye cevap veriyordu. Hz. Ali, onları
oyalamaya çalışıyor, en azından kumandanı Malik el-Eşter zaten ye­
nilmek üzere olan Muâviye ordusunu dağıtıp zaferi elde edinceye ka­
dar onlara cevap vermeyi geciktirmek istiyordu. Fakat Eş’as b. Kays
direniyor ve, «Y a Eşter geri döner veya sana da Osman’a yaptığımızı
yaparız» diyordu.(1) Bunun üzerine Hz. Ali, Eşter’e geri dönmesini
emretti. Eşter ona, «Şu anda geri dönmem mümkün değildir. Beni sı­
kıştırma, bu saat içinde Allah'ın bize zafer vereceğini um uyorum » di­
ye haber gönderdi. Eş’as ve taraftarları Eşter’in cevabını öğrenince,
Hz. A li’nin onu teşvik ettiğini öne sürerek işi iyice azıtıyorlar ve bu
durumda fitne de gittikçe büyüyordu. Hz. Ali Eşter’e bu defa Yezid
b. Hanı’yi gönderdi. Ona, «E ştefe söyle gelsin, burada fitne çık tı» dedi.
Yezid, durumu Eşter’e bildirdi. Fakat Eşter hâlâ tereddüt içindeydi.
Bu defa Yezid, «Sen burada zafer kazanırken Emiru’l-M ü’m inîn orada
öldürülsün veya teslim olsun ister misin?» diye üsteleyince Eşter, du­
rumun vehametini anladı ve çarpışmayı bırakıp geri döndü. (2)

Eş'as b. Kays ve arkadaşları böylece zafere ulaştılar. Ancak, bu


zafer bölünmenin ve şiddetli harplerin de başlangıcı oldu. İlk tepki
Eşter’den geldi. Eşter ve taraftarları isyancılara hücum edip, ağır

(1) Şehrlstatıi, el-Mllel ve'n-NIhal, I, 105


(2) Taberi, 34-36
508 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

sözler söyleyerek onları hainlikle suçladılar. (1) Buna rağmen, Hz. A li’
nin hilâfetinden beri rahat yüzü görmediğini belirten ordu, savaşın
durmasından memnun olmuştu. Eş’as, Hz. A li’ye baş vurarak Muâvi-
ye’ye gitm eyi ve mushafları mızraklara niçin taktırdığını sormayı tek­
lif etti. Hz. A li de bu işle onu görevlendirdi. Eş’as, Muâviye’ye gide­
rek ona, yaptıklarının ne anlama geldiğini sordu. Muâviye, «Biz de,
siz de A llah’ın K u fa n 'd a k i emrine dönelim. B ir adam siz seçin, bir
de biz seçelim. A llah’ın kitabındakiyle hüküm etm eleri için onlardan
aht alalım. Sonra da anlaştıkları şeye tâbi ola lım » diye cevap verdi.(2)
Bu teklif, Hz. A li’nin ordusunda yeni bir anlaşmazlığa sebep ol­
muştur. Muâviye ve ordusu, temsilci olarak Arap dâhisi Am r b. As’ı
ittifakla seçti. Hz. Ali ise Abdullah b. Abbas’ı aday olarak gösterdi.
Ancak bir gurup, «İbn Abbas’ın Hz. Ali'ye çok yakın olduğunu ve em­
rinden dışarı çıkamayacağını» ileri sürerek buna karşı çıktılar. Hz.
A li bu defa Eşter’in gönderilmesini istedi. Aynı gurup, «Yeryüzünü
Eşter’den başka ateşe veren var m ı? » diye itiraz ettiler. Garip olan
şu ki, bu adamlar, Hz. A li’ye yakın birinin seçilmesine müsaade etme­
dikleri ve tarafsız bir şahsın seçilmesinde ısrar ettikleri halde, Muâ-
viye’nin hem gerçek bir Arap dâhisi ve hem de çok yakını olan Am r
b. Âs’ı seçmesine itiraz etmediler.
Nitekim çoğunluk, Ebû Mûsa el-Eş’arî’nin gönderilmesini kabul
etti. Hz. Ali, Ebû Mûsa el-Eş'arî’nin seçilmesine itiraz ederek: « İşin
başında bana isyan ettiniz. Şim di bari emrime karşı gelmeyin. Ebû
Mûsa bana göre gü ven ilir birisi değildir. Çünkü beni terk etti. Ayrıca
ben, kendisine eman verinceye kadar da kaçtı» dedi. Fakat İraklılar
görüşlerinde ısrar ettiler. Hz. Ali de rızası olmamasına rağmen onlara
boyun eğdi. (3) İk i taraf H. 37 senesinin Ramazan ayında Dûmetu’l-
Cendel’de buluşmayı kararlaştırdılar. Karar yazıyla tespit edildi. (4)
İh tilâ f hakeme havale edildikten sonra, iki ordu da geri çekildi.
Ancak Muâviye ordusunun dönüşü, bir yenilgiden kurtuluş ve zafer
dönüşü sayılırken, Hz. A li ordusunun dönüşü, kaçınılmaz bir yenilgi­
yi haber veriyordu. Nitekim daha yoldayken orduda anlaşmazlık baş-
gösterdi. Hz. Ali, K û fe’ye döndü fakat ordunun bir kısmı, Hz. A li’yi
terkederek Harûra köyüne çekildiler. İşin garip tarafı bunların Hz.
A li’yi hakem meselesine zorlayanlar olmasıdır.
Hz. Ali, daha sonra «H a ricîle r» diye isimlendirilecek olan bu gu­
ruba g itti ve onlarla konuştu:

(1) Eşter'ln savaş dönüşü bunlara yaptığı konuşma İçin, Taberi'ye bakınız.
(2) Taberi, IV, 36
(3) Taberi. IV, 36: İbn Kuteybe. el-İm&me ve's-Siyâse, I, 126-127
(4) Taberi. IV. 38, 40. 52
EMEVÎLEH DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 509

Hz. Ali: «A lla h için söyleyin, hakem meselesini benden daha çok
istemeyen birini biliyor musunuz?»
Hariciler: « Allah şahit olsun ki, hayır.»
Hz. A li: «B eni, hakemi kabul etmem için sizin zorladığınız da ger­
çek değil m i? » '
Hariciler: «Aüah şahit ki, evet.»
Hz. A li: «Öyleyse niçin emrime muhalefet edip, bana karşı geldi­
niz?»
Hariciler: «B iz büyük bir günah işledik ve tevbe ettik. Sen de A l­
lah’a tevbe, istiğfar et, biz de sana dönelim.»
Hz. Ali: « H er günahtan Allah’a istiğfar ederim.» Bu konuşma so­
nunda Hz. Ali'ye iltihak ederek döndüler. Sayılan altı bin civarında
idi. (1)
Hariciler, K û fe’ye gelince, Hz. A li’nin hakem meselesini günah ka­
bul edip tevbe ettiğini yaymaya başladılar. Bunun üzerine Eş’aa b.
Kays, Hz. Ali'ye gelerek durumu sordu. Hz. Ali ona, «Hakem meselesin­
den döndüğümü zanneden yalan söylemiştir. Hakemi dalâlet olarak
görenler daha sapıktırlar» şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Hari­
ciler yeniden isyan edip Kûfe’den ayrıldılar. Bu defa görüşmek için
Abdulah b. Abbas gönderildi.
Hariciler, ona: <M i , kan hususunda insanları hakem kabul e tti­
ğinden büyük bir günah işledi. Allah’tan başka hakem yoktur» karşı­
lığını verdiler. Abdullah: «Allah’ın, Harem’de avlanan çeyrek dirhem
değerindeki tavşan hususunda insanları hakem seçmeyi, kadın ve er­
kek arasındaki anlaşmazlığa hakem tayinini em rettiğini bilmiyor m u­
sunuz? Hz. Peygamberin, Hudeybiye'de Kureyş’le anlaşma yapıp sa­
vaşı terk ettiğin i bilm iyor musunuz?» cevabım verdi. Hariciler: «Evet
ama A li, kendini müslümanlann hilâfetinden sildi.» Abdullah: «Hz.
Peygam befde öyle yapmıştı. Hudeybiye antlaşmasında ismini sildirdi
ama Peygamber olarak devam etti.»
Bu tartışmadan sonra bir kısmı, Abdullah b. Abbas’m görüşünü ka­
bul ederek Hz. A li’ye yeniden dönmeye karar verdi. Diğerleri İse iti­
raz ederek: «B unu tartışmayın, çünkü Ali, Allah’ın K u fa n ’da, «D oğ­
rusu onlar, çekişgen bir kavimdir» (2 ) buyurduğu kavimdendir. A l­
lah, onlar hakkında, «İnatlaşıp, düşmanlık besleyen bir kavmi uyar­
man iç in » (3 ) buyurmuştur» diye karşı koyup, Kûfe’ye dönmekten ka­
çındılar. (4)

(1) İbn Abd-1 Rabbih, el-Ikdııl-Ferid, in , 2S8


(2) Zuhruf sûresi, âyet SS
(3) Meryem sûresi, âyet 97
(4) İbn Abd-1 Rabbih, Aynı eser, V n . 389
510 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

Nihayet hakemlerin toplantı zamanı geldi ve iki hakem Dûmetü'l-


Cendel’de buluştu. Tarihçiler, Ebu Mûsa el-Eşârî ile Am r b. Âs’ın bu
konuda denk olmadığında birleşiyorlar. Ayrıca, iki hakemin taraftar­
ları da nitelik yönünden farklı idi. Ebû Musa’yı seçenler, bir bütün
olmaktan mahrum olup, hâlâ anlaşamamışlardı. Suriyeliler ise tek
vücut gibi Am r b. Âs’m arkasında yeralmıştı. Ebû Mûsa, Am r b. As’
ın bir hilesine boyun eğmişti. Tabii Hz. A li de ... Burada bizi ilgilen­
diren husus, yeni bir fırkaya kapı aralanması ve Haricilerin Hz. A li’ye
karşı kuvvet kazanmalarıdır. Çünkü, artık bundan sonra Haricîlerin
Hz. A li’ye dönmesine ihtimal kalmamıştır.
Haricilerin burada oluştuğu söylenebilir. Gerçi, önceden Hz. Os­
man ve Cemel vakasına katılanlan tekfire varan şiddetli çıkışlarıyla
fikirleri belli olmaya başlamıştı. Sonra, daha da ileriye gidip, müslü-
manlann mallarını ve canlarını mübah görme noktasma gelmişlerdi.
Bunun tabiî sonucu da, kendilerine katılmayanların öldürülmesidir.
Bu, kendilerinden başkasını İslâm’dan çıkmış (m ürtet) kabul eden
bir gurubun normal mantığıdır. Abdullah b. Habbab, bu anlayışın
ilk kurbanlarından biri olmuştur. Abdullah, hamile zevcesiyle beraber,
boynunda K ur’an asılı olduğu halde gidiyordu. Haricilerden bir gu­
rup onlara rastladı. Abdullah’a: «Şu boynunda asılı olan, bize seni
öldürmemizi emrediyor» dediler ve hemen orada Abdulah’ı boğazladı­
lar. Zevcesini de, kam ını yararak öldürdüler. Olayı haber alan Hz. Ali,
kısas için katilleri isteyince, «H epim iz birlikte öldürdük» dediler. Da­
ha sonra Abdullah b. Vehb er-Rasibi’y i kendilerine reis seçtiler. O da
onlan Nehrevan’a götürdü. Nehrevan, Bağdat ile Vâsıt arasmda ge­
niş bir bölgedir. (1) Diğer Haricî reisleri Abdullah b. el-Kevvâ ve Ur-
ve b. Cerir b. Asım (2 ), Zeyd b. Husayn’ın evinde İbn Vehb’e biat et­
tiler. Böylece Haricîlerin silâhlı mücadeleleri de başlamış oluyordu.

a) N eh revan Savaşı:
Hz. A li için, onların üzerine yürümekten başka çare kalmamıştı.
Yine de bir şeyler söyleyip, onlan uyarmaya çalıştı. Onlardan kendi­
sine Abdullah b. Habbab’ın katillerini teslim etmelerini istedi. Ayrı­
ca hakem olayının da kendisine Haricîler tarafmdan zorla kabul et­
tirildiğini söyledi. Haricîler, Hz. A li’ye kötü sözler söylediler ve: «İ n ­
sanları hakem yapmakla kâfir olduk. Allah’a tevbe ederek İslâm ’a dön­
dük. Sen de kâfir olduğunu söyle, sonra bizim gibi Allah’a tevbe et.
İslâm’a dön ki, biz de sana dönelim » dediler. Hz. Ali, bu çirkin isteğe

(1) İbn Abd-l Rabblh. Aynı eser, I, 254


(2) İbn Kuteybe, el-İm&met ve’s-SIyftse, I, 37, 142
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 511

güldü ve şöyle dedi. « İmanım, hicretim ve Rasûlullah ile cihadımdan


sonra k â fir olduğumu mu söyleyeyim? İman ettiğimden bu güne ka­
dar, bir an dahi küfür bana gelmemiştir.» Hariciler: «Bundan sonra
seninle konulmayacağız. Sizinle bizim aramızda artık savaş var» de­
diler. Konuşmanın fayda etmeyeceğini anlayan Hz. Ali, savaşa hazır­
landı. İk i ordu savaşa girişmeden önce Hz. Ali, onlara bir fırsat daha
tanımak amacıyla, Ebû Eyyûb el-Ensâri'ye bir eman sancağı kaldırıp
şöyle bağırmasını emretti: « Sizden bu sancağa gelenler emandadır.
Şehre giren emandadır. Hak’a dönen emandadır. Bu topluluktan uzak­
laşan emandadır.» Bu çağrı üzerine bir kısmı daha ayrıldıysa da ço­
ğu orada kaldı. Ordusunu hazırlayan Hz. Ali, hâlâ ağırdan alıyordu.
Askerlerine, «O nlar savaşa başlamadıkça, siz harbe başlamayın» diye
tenbih etti. Ancak çok geçmeden, Hariciler, saldırdılar. Hz. Ali'nin or­
dusu da mukabelede bulundu. Hariciler, kısa süre içinde yenildiler.
Seâlibi’den, İbn Kuteybe şöyle rivayet ediyor. (1) «Vallahi ktsa bir
an dahi dayanamadılar. AUah, onları yere serdi. Sanki onlara «Ö lü n »
dendi de, onlar da öldü. İçlerinden on kadar kişi dışında, hepsi katle­
dildi. Hz. A li’nin ordusundan ölenlerin sayısı ise ona çıkmadı.» (2 )
Nehrevan vakasının en önemli sonuçlarından birisi Hariciler ile
münasebetlerin kopması ve artık onların Hz. A li’nin saflarına katıl­
maları ümidinin kesin olarak kalmamasıdır. Çünkü Hariciler, Nehre­
van'da dostlarının başına gelenleri hatırladıkça gayrete geliyorlar ve
kinleri alevleniyordu. Nehrevan vakasının sonuçlarından birisi de sağ
olarak kurtulanlardan ikisinin Uman’a, ikisinin Kirman’a ikisinin Si-
cistan’a ikisinin el-Cezire’ye, birinin de Yemen’e gitmesi ve Hariciye
bid’atının bu bölgelerde zuhur eden şer toplulukların saflarına katıl­
masıdır.
Haricîler, Ali b. Ebî Tâlib, Muâviye ve Amr b. el-As’ı öldürmek
için bir suikast düzenlediler. Fakat bu suikast, Hz. Ali dışındakiler
de muvaffak olamadı. Hz. A li’yi, Abdurrahman b. Mtilcem şehit etti.
Hariciler, İbn Mülcem’i kahraman bir mücahit sayıp, yaptığı bu işin
Allah'a yaklaşmasına vesüe olacağım ve mutlaka cennete gideceğini
kabul ederler. Bu hususta Harici şâirlerinden İbn Hittan bir beytin­
de şöyle demektedir:
«E y tevbekârdan gelen darbe! Seni vuran, arşıâlâda m adan
başka bir şey istemedi.
Onu bugün anıyorum ve AUah nezdinde sözünü tutanların en
vefakârı olarak zikrediyorum.» (3 )

(1) fbn Kuteybe, el-İm&me ve’s-StyAse, I, 144


(2 ) Şehrlstani, el-MUel re'n-Nihal, I, 108 ,
(3) Şehrlstani, el-MIlel ve’n-Nlhal, 1, 109
512 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

b) E m eviler Döneminde H aricîler:

Haricîler, Hz. A li’ye düşmanlık edip, ondan nefret ettiklerine gö­


re, Emevîler’e olan düşmanlıkları daha şiddetli ve daha derin ola­
caktı. Bu yüzden mücadelelerinin Emeviler zamanında da devam edip
gittiğini, hattâ bazan hâkimiyet ye nüfuz elde ettiklerini görüyoruz.
Nitekim, Irak Haricîleri, Kirm an ve İran'ı istilâ edip, Basra’yı teh­
dit etmeye m uvaffak olmuşlar, ancak karşılarına Mühelleb b. Ebi
Sufra çıktığı için mücadele uzamıştı. Eğer aralarında ayrılık zuhur
etmemiş olsaydı zafer elde edebilirlerdi. En ünlü komutanlan olan
N âfî b. el-Ezrak ve Katariy b. el-Fucâe Haricîlerin Ezârlka denilen
kolunun da liderleri olarak biliniyorlardı. Irak çevresinde belirli bir
nüfuz kazanan Ezârika’dan başka, aynı başarıya ulaşamamakla bir­
likte Arap yarımadasının güneyini ve T a if’i istilâ eden bir gurup da­
ha vardır. Bu gurubun en meşhur komutanlan ise Ebû Talût Nec­
det b. Amr ve Ebû Fudeyk’tir. Aşağıda, Haricîlerin Emeviler döne­
mindeki faaliyetlerini daha etraflı olarak anlatmaya çalışacağız.

M uâviy e Zamanında:

Hz. Haşan ve Hüseyin’in Muâviye’ye biat etmeleri, bu dönemde


Şiflerin sessiz kalmasının ana sebebi sayılır. Hz. Haşan hilâfet hak­
kından feragat edince H. 41 (661) senesinde Muâviye, K û fe’ye gir­
miş ve K ûfeliler de ona biat etmişlerdi. Ancak Muâviye’nin, Şiflerden
daha tehlikeli, daha şirret, gözünü budaktan sakınmayan bir düş­
manı vardı ki, onlar Hariciler idi. Haricilerle Hz. A li arasında bazı
bağlar vardı. Önceleri onun askeri idiler. Bazıları ondan ayrümış ol­
sa da, onunla harbetmemişlerdi. Muâviye’ye olan düşmanlıkları ise,
çok daha derindi. Onu, «krallar gibi yaşayan, köşklerde oturan, mu­
hafız edinen bir gâsıp» olarak görüyorlar ve onunla savaşmanın va­
cip olduğuna inanıyorlardı. -Bu yüzden Muâviye zamanmda Haricî
isyanlarının ardı arkası kesilmedi, tik isyanı Ferve b. N evfel el-Eş-
câi başlattı. Ferve, Hz. Haşan hilâfetten feragat edip de Muâviye K û ­
fe ’ye girince, taraftarlarını toplayıp ayaklanma emri verdi. Onlara,
«A rtık tereddüte mahal kalmayan an gelmiştir. Haydi Muâviye’nin
üzerine yürüyüp, onunla cihat edelim » diye seslendi. Muâviye, Ha­
ricilerin üzerine, Suriyelilerden oluşan bir süvari birliği gönderdi ise
de, Suriyeliler mağlup olarak geri çekildiler. O zaman Muâviye Kû-
felilere, «İçimizden çıkan hu belâyı defedinceye kadar size eman ver­
meyeceğim» diye bağırdı. Muâviye’nin tehdidi etkisini gösterdi. K ü­
fenler silâha sarüdı. Haricîler, «Yazıklar olsun sizeI Muâviye hem
bizim, hem sizin düşmanınız değil mi? Bizi bırakın da, onunla sa-
EM KVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 513

vaşahm. Eğer onu yenersek sizin düşmanınızı da yenmiş oluruz. Eğer


o bizi yenerse sizin de bizimle savaşmanıza hacet kalmaz» dedilerse de
Kuleliler aldırış »tmedi. Savaş, Haricilerin mağlubiyetine kadar de­
vam e t t i. (l)
Ertesi yıl, Nehravan’da yaralananlarla harbe iştirak etmeyenler
bir araya gelerek, ölen arkadaşlarım andılar. el-Mustevrid b. Alkame,
Hayy an b. Zıbyan ve Muaz b. Cuveyn'i emir seçtiler. Komutayı M lis­
te vrid ele aldı. Etraf unda Haricîlerden büyük bir kalabalık toplandı.
Hayli nüfuz sağladılar. Sonunda isyan edecekleri günü kararlaştırıp
dağıldılar. Durumdan haberdar olan Küfe valisi Muğire b. Şu’be İs­
yan günü gelmeden önce, aralarında Hayyan ve Muaz’ın da bulun­
duğu bazı Harici liderlerini tutuklamayı başardı. Fakat Haricilerin
«Emiru’l-mü'mlnin» diye kabul ettikleri M uste vrid yakalanamadı ve
hazırlıklarım yapıp isyanı başlattı. Muğire b. Şu’be, Mustevrld üzeri­
ne Ma’kıl b. Kays komutasında büyük bir ordu gönderdi. Uzun çatış­
malardan sonra Hariciler mağlup oldu. (2)
Mu&viye ile Ziyad b. Eblh arasında banş sağlandıktan sonra Zi-
yad Basra valisi oldu. H. 45 (665) senesinde Muğire vefat edince,
Küfe valiliğini de ele aldı. Ziyad, Harici isyanlarım bastırmak İçin
büyük gayretler sarfetti. Sonunda onlara ağır kayıplar verdirerek kıs­
men sükûneti sağladı.
H. 55 (675) senesinde Ziyad ölünce yerine oğlu Ubeydullah vali
oldu. Haricî hareketleri yeniden zuhur etmeye başladı. Ubeydullah,
onlara karşı babasından geri kalmayacak şekilde sert mukabelede bu­
lundu ve Urve b. Ediyye (Bilal b. Mirdas b. Edlyye’nin kardeşi) nin
de içinde bulunduğu Harici ileri gelenlerini öldürdü. (3) Taberi'nin
rivayetine göre Ubeydullah, bu harplerde Haricilerin kökünü kazıma­
yı plânlamıştı. (4)

Abdullah b. Z ü b e y r v e A b d ü l m e l i k Z a m a n ı n d a
Haricîler v e M ü h e l i e b b. E b î S a f r a :

Haricilerin en hareketli olduğu dönem, Mühelleb b. Ebî Sufra


ile yaptıkları mücadele günlerine tekabül eder. Hadiselerin gelişme
seyri şöyle olmuştur:
M uğire b. Şu’be, Ziyad b. Ebih, M uiviye ve Ubeydullah b. Zi­
yad öldükten sonra Haricîler, sanki meydanı boş bulmuşçasına ör­

fi) Taberl, IV, 126


(2) Taberl, IV, 131 vd.
(3) Taberl, IV, 231
(4 ) Taberl, IV, 360
F. : 33
514 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LA M T A R İH İ

taya atılmışlardır. Emevîlerin döktüğü kanlar ve uygulanan şiddet


politikası da onları tahrik için müsait bir zemin hazırlamıştır. Ay­
rıca Muâviye'den sonraki yıllarda meydana gelen karışıklıklar da Ha­
ricîlerin işini kolaylaştırıyordu. İşte bu ortamda iki meşhur komutan
Nâfî b. el-Ezrak ve Katariy b. el-Fucâe Haricîlerin başına geçtiler.

Hariciler bu minval üzere toparlanırken karşılarına şecaat ve


ataklıkta onlardan geri kalmayacak komutanlar çıkmıştı. Abdülmelik
b. Mervan, Haccac ve Mühelleb b. Ebî Sufra bunların en meşhurları­
dır. Abdülmelik zamanında, Hariciler ile kıyasıya mücadele edilmiş­
tir. Şu da söylenebilir ki, eğer Haricilerin safında parçalanmalar mey­
dana gelmemiş olsaydı, büyük bir ihtimalle tarihin akışı değişebilirdi.

Hariciler, Muâviye’nin ölümünü takiben önce Abdullah b. Zü-


beyr’e katüdılar. Ancak daha sonra İbn Zübeyr’e yardım ettiklerine
pişman olup Mekke’den ayrıldılar. Daha önceden de zikrettiğim iz g i­
bi iki kısma ayrıldılar. EvArlka kolu Basra'ya, NecedÂt kolu ise Ye-
mâme'ye yöneldiler. (1) Birinci gurup hem mizaç yönünden daha çok
şiddete yönelik, hem de daha çok tevilci idi. N âfî b. Ezrak çocukları
öldürmeyi helâl gördüğü gibi, kendilerine katılmayanları da tekfir
ediyordu. Ayrıca m uhaliflerinin m allarım da taraftarlarına helâl sa­
yıyordu. ( 2 )

Emevî devletindeki karışıklıkları fırsat bilen Nâfî, büyük başarı­


lar elde etti. Ahvaz’ı ele geçirdi, Sevad üzerinde de önemli bir nüfuz
kurdu. Fakat zikrettiğim iz fikirleri ve uygulamaları yüzünden geniş
İslâm topluluklarının düşmanlığım kazandı. Hattâ, Emevîler’in dos­
tu olmayanlar dâhi ona düşman oldular. Bu yüzden Basralılar top­
lanarak Mühelleb b. Ebî Sufra’yı kendilerine vali seçtiler. Mühelleb,
Haricilerle savaşa başladı ve N âfî b. Ezrak’ı öldürdü. Hariciler bu
defa Kirm an ve İsfahan’a çekilerek faaliyete geçtiler. Bu arada Mü-
helleb’in Basra valiliğinden almışı da onların işini kolaylaştırıyor­
du. Zira Abdullah b. Zübeyr’in nüfuzu Basra'ya ulaşınca kardeşi Mus’-
ab, Mühelleb’i Basradan alarak el-Cezireye vali tayin etti. Mühel-
leb’in yerine de Haricîlerle savaşmak üzere Amr b. Ubeydullah b. Ma’-
mer’i memur etti. Fakat bu şahıs Mühelleb’in yerini dolduramadı.
Basralılar, Mus’ab'dan Mühelleb’in ladesini istediler. Mühelleb, yeni­
den Basra valisi oldu. (3)

(1) İbnU'l-Eslr. el-Kâm lI fl't-T arlb , IV, 60


(2) İbn Abd-1 Rabblb, el-Ikdu’l-Ferld, II, 397-398
(3) Mtlhelleb'ln Haricilerle savası hakkında geniş bilgi İçin bk. Tabert,
III, 478 vd.; Yakubl, m , 1; İbn Abd-1 Rabblh, el-Dtdu'1-Ferld, II, 391
isM E V İLB ıi D Ö N O dN D E F İK İR HARh ıı m u k İ 515

K at ar î y b. el-Fucâe:
N âfî b. Ezrak ölünce Haricilerin başına, Katariy b. el-Fucâe geç­
ti. Ünlü bir komutan olan Fucâe aynı zamanda şiirle de uğraşırdı. Şu
mısralar ona aittir:
« Sabredin, ölüm meydanında sabredin,
Ebedîlik gücümüz dışı...
H er canim in yolu ölüm yoludur,
Arz ehlini bir davetçi çağırır durur,
K işin in hayattan daha hayırlı nesi var,
K iş i bir m al parçası sayılınca.» (1 )
İbn Zübeyr hareketi son bulunca, Hariciler İle mücadele İşi Hac-
:ac ve Abdülmellk{| kaldı. Onlar da, Ezârika’ya karşı savaşı sürdür­
mesi İçin Mühelleb’l yerinde bıraktılar. Ona yardımcı olarak da Ab-
lurrahman b. Mlhnef’l verdiler. Hariciler, bir gece baskın düzenleye­
rek İbn Mihnet ve ordusundan bir çok kişiyi öldürdüler. Mühelleb İse
siyaset ve harbi bir arada yürüterek onlara karşı yine zafer kazandı.
Bu arada Katariy taraftarları arasında bir anlaşmazlık çıktı ve
İkiye bölündüler. Haricilerin büyük kısmı Abd-1 Rabblh el-Kebîr’e bi­
at etti. Pek azı ise Katariy’ln yanında kaldı. Sonunda İki gurup blr-
blrlyle savaşa tutuştu. Mühelleb onları kendi hallerine bırakarak, blr-
blrlerlyle savaşmalarına göz yumdu. Sonra da güçleri İyice zayıfla­
yınca, üzerlerine hücum etti. Nihayet Emevî orduları, Katariy ve
Abd-1 Rabblh el-Kebîr’l öldürüp, ordularını hezimete uğrattılar. (2)

Şebib b. T e z i d:
Haccac'ı tehdit edip, itibar ve nüfûzunu sarsan Haricilerden biri
de Şebib b. Yezid eş-Şeybani’dir. Şebib taraftarlarına, «Korkağı ve
cesaretsizi haklamak için gece sana yeter» derdi. Akşam olunca da,
nişte size yardım geldi» şeklinde konuşurdu. (3) H. 76 (6B5-686) se­
nesinde ayaklanıp önüne çıkan Emevi birliklerini mağlup ettikten son­
ra K û fe’ye girdi ve Haccac’ı tehdide başladı. Haccac, Şeblb’le savaşa
tutuştu. Aralarında çok şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Sonunda
Şebib zayıfladı ve Ahvaz’a çekildi. Haccac, Şebib üzerine Sufyan b.
Ebred komutasında bir ordu gönderdi. Sufyan, Şeblb’i takip etti ve
deniz kıyısında muhasara altına aldı. Kaçacak yeri kalmayan Şebib,
H. 76 (687-696) senesinde denizde boğularak öldü. (4)

(1 ) İbn Abd-1 Habblb. Aynı eser, I, 123


(2) Taberl, V, 126
(3 ) ib n Abd-1 Rabblh. Aynı eser, I. 113
(4 ) Yakubl. m , 17
516 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Y e m a m e ’ de Haricîler (Necdet ve Kuûd


Siyaseti) :
Necdet ve Yemame’ye giden taraftarları değiş ile bir tavır ortaya
koydular. Onlar, «oturma» anlamına gelen «K uûd»u tercih edip, sa­
vaştan kaçmıyorlardı. Bu yüzden de faaliyetleri genişlemedi. 'Ayrı­
ca Abdülmelik, Haccac ve Mühelleb’in Haricîlere indirdikleri şiddetli
darbeler, onları da sindirdi. Öyle ki, Abdülmelik devrinin sonlarına
doğru sükûnet hasıl oldu. Bu sükûnet Velid ile Süleyman zamanların­
da da devam etti.

Haricîler ve Ömer b. Abdülaziz:

Haricîler, Ömer b. Abdülaziz zamanında yeniden harekete geç­


tiler. Bu defa Irak’ta Hayra yakınlarında ayaklandılar. Komutanları,
Beni Şeyban’dan Şevzeb adında biriydi. Ömer, bunların üzerine Mes-
leme b. Abdülmelik komutasında büyük bir ordu gönderdi. Ancak
orduya onlar harbetmedikçe ve yeryüzünü fesada vermedikçe harb-
etmemelerini emretti. Şevzeb’e de bir adam göndererek onu, «M ü ­
nazaraya ve hakkın nerede olduğunu göstermeye» davet etti. Şevzeb,
bu daveti kabul ederek iki adamını Ömer’e gönderdi. Ömer ile bu iki
adam buluştular ve arklarında aşağıdaki konuşma cereyan etti:
Ömer : Bize isyan etmenizin sebebi nedir?
Haricî: Senin adaletini ve iyi yaşayışını inkâr etmeyiz. Fakat bir
şey var ki, size isyanımtz o yüzdendir. Kanaatimizce senin ailen za­
limdi. N itekim sen de onları «z a lim » diye isimlendirdin ve yaptıkları­
n ı « mezalim» olarak nitelendirdin. Bundan dolayı sen onlara lânet
et. Eğer lânet edersen seninle anlaşmış oluruz.
Ömer : Ebû Bekr, m ürtetlerle savaştı ve onların kadın ve çocuk­
larını esir aldı. Öm er de geldi onları sahiplerine iade etti. Ömer, Ebû
Bekr’e lânet e tti mi? Siz onlara lânet ettiniz mi?
Haricî: Hayır.
Ömer: Firavun lâneti hak etmiş bir zâlim miydi?
Haricî: Evet.
Ömer : Ona ne zaman lânet ettin?
Haricî: Ona lânet ettiğim i hatırlamıyorum.
Ömer: Sen daha Firavun'a lânet etmemişsin, benden aileme lâ­
net etmemi m i istiyorsun?
Haricî: Başka bir konu da Yezid meselesi. N için senden sonra
halifeliğini kabul ediyorsun?
Ömer : Onu başkası yaptı.
EM EVÎLER DÖNEMÎNDB F İK İR H AREKETLERİ 517

H a r ic i: Gördün mü? Başkasının malına veli tayin edüsen de,


onu güvenilmeyen birine tevkü etsen emaneti yerine getirmiş olur
musun?
Ömer: Bana üç gün mühlet verin.
Bu tartışma sonunda Haricîler. Ömer’in hak üzere olduğuna ve
bütün gücüyle İslâm’ın ve müalümanların hayrı İçin çalıştığına ka­
naat getirdiler. Onlardan biri Ömer’in yanında kalırken diğeri du­
rumu haber vermek üzere Şevzeb'e gitti. Taberi diyor kİ: Benî Umey-
ye, Ömer'in Yezid’i azledeceğinden korktu ve onu zehirletti. Bir kaç
gün sonra da Ömer öldü.(l)

Eme vi Devletinin Sonlarında Hariciler:

Sekizinci asrın başlarında Şiîlerin hareketleri canlandı. Dikkat­


ler onların üzerine çevrildi. Önce siyasî, sonra da askerî zaferler elde
etmeye başladılar. Bu gelişme Haricîlerin faaliyetlerini gizledi. Za­
ten büyük bir hadise de çıkarmadılar. Ancak Ömer b. Abdülazlz'ln
ölümünden sonra Şevzeb yeniden isyan etti. Küfe ve çevresinde ba­
şarılı da oldu. Şevzeb’in karşısına, Mesleme b. Abdülmelik ve Saîd b.
Ömer el-Haraşî komutasında birlikler gönderildi. Şevzeb, bu çarpış­
malarda büyük bir şecaat ortaya koymasına rağmen isyanı bastırıldı
ve kendisi öldürüldü. ( 2 )
Hişam zamanında isyan edenlerden biri de Behlûl b. Umeyr
eş-Şeybani oldu. Kûfe'de ayaklandı. Onu da Hâlid b. Abdullah el-Kas-
ri karşıladı. Behlûl, Musul tarafına gitmesine rağmen Hâlid’in or­
dusu tarafından takip edilerek orada öldürüldü. (3) Emevîler döne­
mindeki Haricî hareketlerinin sonuncusu Ebû Hamza el-Harici'nin
H. 129 (747) senesinde Mekke’deki isyanıdır. Bunların nüfuzları bir
sene İçinde Medine’ye kadar ulaştı. Ancak Mervan b. Muhammed’in
gönderdiği bir ordu, onu ve taraftarlarım ortadan kaldırdı. (4) Ha­
ricîlerin zayıfladığı dönemde Emevi devleti de yıkıldı. Haricilerin es­
ki faaliyetleri artık durmuştu. Abbasîler dönemi anlatılırken Hari­
cîlerin isyan ve mücadelelerine yeniden dönülecektir. Haricîler en
parlak zaferlerini, Emevîler döneminde elde ettiler. Bedevilere daha
yakın ve dış kültürlerle ilişkileri çok az idi. Bu iki sebepten dolayı
Hariclliğin felsefî niteliği ve düşünce derinliği gelişmedi. Sathi bir

(1 ) Bu tartışmanın tamamı için İbn Abdl'l-Hakem’ln, Slret-ü Ömer b.


AbdUlazlz, 130-1234 İsimli eserine bakınız.
(2) Taberi, V. 27-326: İbn Abd-1 Rabblh, el-Ikdu'l-Ferld, n. 4-403
(3) Yakubl, m , 54
(4 ) Yakubl, m , 66
518 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

yapıda kaldı. Aralarında fik ri bir çalışma olmadığı gibi, ŞUlerin ak*
sine dış kültürlere de kapılarım açmadılar. Abbasiler devri boyun­
ca, İslâm âlemini kasıp kavuran felsefe tufanı da Haricilerin geliş­
me çağında henüz başlamadığından Hariciler ondan da etkilenmediler.
Felsefi akımiann İslâm âlemini sarmaya başladığı dönemde ise, za­
ten Haricilerin yıldızı sönmeye yüz tutmuştu, tikelerini incelerken gö­
rüşlerinin ve düşüncelerinin ne derece sathi olduğunu göreceğiz.

B. H A R İC ÎL E R İN F İK İR L E R İ
Haricilerin fikirlerini üç başlık altında incelemeye çalışacağız:
1 — Harici isyanlarının sebepleri,
2 — Haricilerin bariz alâmetleri,
3 — Harici fırkatan ve bu fırkaların, din ve siyaset üzerindeki
görüşleri.

a) Harici İsyanlarının S e b e b i:

Haricileri, kan dökmeye, İnsanlan katletmeye, müslümanlann


mallarım yağmalamaya, çocuk ve kadınlarını öldürmeye iten kayda
değer gerçek bir sebep bulmak mümkün değildir. Hariciler, fikirleri
tartışıldığında birkaç defa yenilgiye uğramışlardır. K û fe’ye girmekten
kaçındıklarında Hz. A li onlarla tartıştı ve fikirlerini çürüttü. Hz. ‘A li’
nin gönderdiği Abdullah b. Abbas karşısında yine düşüncelerini sa­
vunamadılar. Ömer b. Abdülaziz’le tartışm alan yine hezimetle sonuç­
landı. Öyle ise onları, böylesine heyecanlı bir tarzda isyanlara sürük­
leyen fikri temel ne olabilir? Maalesef hiç bir araştırma, Haricilerin
işledikleri günaha, döktükleri kana, müslüman ordularım meşgul et­
melerine, komutan ve askerlerin çabalarını boşa çıkarmalarına ge­
rekçe olabilecek kuvvetli, gerçek bir sebep ortaya koyamıyor.

Ancak, bunca anarşi de hiç sebepsiz olamaz. Onlan yönlendiren


bazı m otifler her şeye rağmen bulunabilir.

Bunlardan ilki, onların bedevi karakterli ve Cahiliye devrine yat­


kın kişiler olmasıdır. ŞUlerin çoğu, Arap olmayan kavimlere mensup­
tu. Hariciler ise Araplardan oluşuyor ve sarp nitelikleri hâlâ değiş­
memiş olan bedevi kabUelerden geliyorlardı. İsyan ve kavga ise bun­
ların nerdeyse tabii hayatıydı. Cahiliye Arap tarihini incelediğimizde,
basit sebeplerle nasıl kan döküldüğünü, harplerin nasıl senelerce sür­
düğünü görürüz. Bir örnek olarak, çok kan dökülen ve birkaç yıl de­
vam eden Besûs harbini hatırlamak yeterUdir. Bu harbin sebebi, Tağ-
Ub’hı reisi olan ve el-Hayya mevkilerini koruyan Küleyb b. Rebia’mn.
Kim w: u t ı .Wlt D Ö N E M İN D E r t v ] h H A P k K K I 'l.K ıv t 519

Bekir kabilesinden Cessâs b. Mürre'nin halasının devesini bir okla


yaralamasıdır. K ız kardeşi Küleyb’in eşi olmasına rağmen Cessâs, Kü-
leyb’l affetm eyip öldürmüş, bundan sonra da ardı arkası gelmeyen
harpler kopmuş Arap yarımadası büyük hadiselere sahne olmuştur. (1)
İşte, harici isyanlarında da böyle bir karakter görüyoruz. Çok
basit bir sebepten savaşa giriştiklerine bakarak, hayret etmemek ge­
rekir. Niçin isyan ettiler, niçin savaşıyorlar? diye de, uzun boylu tah­
lile çalışmak anlamsızdır. Zira savaşmak, onlar için yemek ve gez­
mek gibi tabii bir olaydır. îbn Abd-i Rabbıh, Haricîlerin bir kadeh,
bir kamçı ve sürülerin yediği otlar yüzünden görülmemiş şekilde harb-
ettiklerini söylüyorlar. Bir gün bir Haricînin mızrağı yere düşürül­
düğü için savaşa tutuştular ve bir çok kişi yaralamp öldü. Onlar harb-
ederken mızrak sahibi aşağıdaki beyitleri söylüyordu:

«B u gece, vâveylalar olan bir gecedir.


Düşmanlar hakkımızda bir söz etseler
« Şurat» ka im in i alır götürür seller.»

B ir mızrak düşmesi, Haricilerin harp etmesi için yeterli bir se­


beptir. Çünkü bir intikam, öç alma söz konusudur. O da Cahillye dev­
ri Arabının vazgeçilmez âdetidir. Nitekim Hz. Ali, Nehrevan’da on­
larla savaşıp bir çoğunu öldürünce, intikam almak için ölenleri yad-
etmeye başladılar. Taberî diyor kİ: «Ölen kardeşlerini yadetmek için
Nehrevan’a geliyor, orada abdest alıp, namaz kılıyor, ağüyor ve son­
ra da kalkıp intikam almak için harekete geçiyorlardı.» ( 2 )
Haricîlerin Hz. Ali'ye isyanlarının diğer bir sebebi de ona bağlı­
lıklarının tam olmamasıdır. Gerek Şiîlerle temastan, gerekse Hz. Ali
ordusunda yer alıp da ona samimiyetle bağlı olmayan maskeli sapık­
larla ilişkileri, onlan Hz. Ali'den koparmış olabilir. Zaten Hz. Ali İle
münasebetleri, o Kûfe’ye gelince başlamıştı. Hz. Ali de onlara mal-mülk
vermediği için, dünya malında gözü olanlar ona bağlanamadılar.
Şunu da söylemek mümkündür ki, Hz. Ali’ye karşı ayaklananla­
rın İslâm’a olan bağlılıktan da tam değildi. Bu konuda, Eş’as b. Kays’
m, Hz. A li'y i tehdit etmesini, Sıtfîn savaşırım durdurulmasındaki ıs­
rarım, böylece Hz. Ali’nin ordusunun yenilmesini ve bölünmesini ha­
tırlamak gerekir.
Bu Eş’as b. Kays kimdir? Ne dereceye kadar İslâm’a bağlıdır? İs­
lâm'ın emirlerine itaati ne kadardır?

11) A ganl ve Câdu'l-Mevlâ'da, «A r a l» maddelerine bkz.


2) Taberî, V, 61
520 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLA M T A R İH İ

Tarih bize Eş'as’ın, Hz. Peygamber’in vefatından sonra irtidat


ettiğini, Hz. Ebû Bekr’in onunla savaştığını, yenileceğini anlayınca
da Hz. Ebû Bekr’e, «İslâm ’a döndüğünü» yazarak ölümden kurtuldu­
ğunu haber veriyor. İşte Eş'as b u du r.(l)
Eş'as’m, Muhammed adında bir oğlu vardır ki, Müslim b. Ukayl’e
önce eman verip, sonra onu öldürmüştür. Muhammed, Müslim'e ge­
lir ve ona, «Sana yalan söylemiyoruz. Aldatılmayacaksın, sana hile
yapılmayacak» der. Onun emanda olduğunu söyler. Müslim, «Eman
altında m ıyım ?» diye kesin teminat almak ister. «E v e t» diye cevap
verir ve onu teslim alır. Ancak Müslim teslim olur olmaz, yaptığı va­
atleri unutarak onu öldürür. ( 2 )
Haricîlerin ortaya çıkış sebeplerinden birinin de, Muâviye’nin,
Hz. A li ordusunu parçalamaya yönelik faaliyetleri olduğu söylenebi­
lir. Yakubî, bu hususta şöyle diyor:
«Şamlılar K ur’an sayfalarım mızraklar ucunda kaldırınca Ali,
«B u şüphesiz bir hiledir. Onlar K u r’an ashabı değillerdir» deyince
Eş’as itiraz etti. Çünkü Muâviye, Eş’as’a daha önce mektup yazmıştı.
Bu yüzden de Ali'ye itiraz edip, «Adam lar bizi hakka davet ettiler.
Sen ise bizi kılıca davet ediyorsun» demişti. (3)
îbn Kuteybe de Muâviye’nin, Uteybe b. Ebî Sufyan'ı Eş’as’a gön­
derdiğini ve ona, «Eş’as’a yumuşak davran. Çünkü o barışa razı olur­
sa, avam da razı o lu r» dediğini, Uteybe’nin de Eş'as ile konuştuğunu
zikrediyor. (4)
Muâviye, yalnız K ur’an sayfalarını mızraklar ucunda göstermekle
yetinmemiş, bilâkis daha savaş başlamadan bu hileyi kabul edecek
adamları da A li’nin ordusunda ayarlamıştı. Müsteşrikler, Eş’as’m Ali
ordusunda ihanet rolünü oynadığı görüşünü desteklemektedirler.
Wellhausen, Well, Dozy, Brünnow ve Müller yenilginin mesuliyetini
Eş’as’a yüklemişlerdir. Savaştan önce Şamlıların Eş'as’a, «B iz yenilgi
tehlikesini görünce mızrakların ucuna K u r’an sayfaları takarız. Sen
de savaşı durdurmak için çalışırsın» dedikleri ve Eş’as’m da bu plânı
uyguladığı kanaati yaygındır. (5)
Daha önce Eş'as’m Hz. A li’yi nasıl öldürmekle, Şamlılara teslim
etmekle tehdit ederek savaşm durması için ne gayretler sarfettiğini,

(1) Nevevl, Tebzlbil'l-Esınâ, I, 222


(2) Taberl, IV. 280
(3) Yakubî, III, 134
(4) İbn Kuteybe, el-İm âm e ve’s-Sly&se, I, 113
(5) Wellhausen, Al Kbaw arlg and A l Sblah, 6
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR H AREKETLERİ 521

Mâlik el-Eşter’e zaferi tamamlayacak çok kısa bir müddet dahi tanı­
madığını gördük. Bütün bunlar, bu şahsa yapılan İthamların doğru­
luğunu teyid etmektedir.
«Hariciler, Hz. Ali’den sonra kalkıp Mu&vlye 11e harbettUer. Nasıl
olur da Muâviye, A li ordusunda fitne uyandırmış olabilir?» diye soru­
labilir.
Bunun cevabı gayet açıktır. Zira Muâviye, bu oyunu toplulukla
değil sadece Eş’as gibi bazı komutanlarla oynamış, bu cahil topluluk
da onlara uymuştur. Bu topluluğun, hileden habersiz olduğu söylene­
bilir. Onların Muâviye'ye olan kinleri, Hz. A li’ye olandan daha faz­
laydı. Bunun için de Muâviye’ye ve Emevîler’e karşı mücadelelerini sür­
dürmüşlerdir.
Hariciler var oldukları sürece Emevilerle her yerde savaştılar. K uv­
vetli bir ihtimalle bu savaşların sebeplerinden biri de kabile taassu­
buydu. İslâm'ın savaştığı bu taassup, maalesef zaman içinde yeniden
ortaya çıktı ve bazı kabileler idarenin Emevîler tarafından alınmasını
kendilerine zül telâkki ederek onlarla savaştılar.
Haricilerin merkezi Basra ve Küfe idi. Bu iki bölgede Hariciler
Şiilerle uzun süre bir arada bulundular ve mümkündür kİ, ayaklan­
ma ve fitne tutkusunu onlardan aldılar.
Son olarak, Harici isyanlarının en önemli sebeplerinden birinin de
kendi görüşlerine olan aşırı bağlılıkları olduğunu söyleyebiliriz. Hari­
cîler bir görüşe bağlandıklarında o görüş bir akide, inanç haline ge­
liyor ve ondan asla dönmüyorlardı. Bu görüşün neticesinin tehlikeli
olup olmayacağı da onları ilgilendirmiyordu. Kendi görüşlerinin sa­
mimi taraftarları olan Hariciler, başka fikirlere hiç değer vermiyor­
lar ve inançları uğrunda kendilerini kurban etmekte asla tereddüt
göstermiyorlardı. Abdullah b. Habbab’a, «Göğsündeki K a fa n seni
öldürmemizi emrediyor» demişlerdi. K ur’an'ın suçsuz bir müslüma-
nın öldürülmesini emretmesi, ne kadar yanlış bir düşünceydi. Halbuki
onlar buna inandılar ve inançlarının gereğini yerine getirdiler.
Buna benzer bozuk itikatlarından biri de, kendilerinden olmayan
müslümanın öldürülmesini helâl saymaları, fakat Zımmîlere llişme-
meleridir. Zımmiler hakkında, «Peygamberinizin zimmetini muhafa­
za edin» diyerek onlann kanlarım akıtmıyorlardı.
Bu hususta rivayet edilen şu olay hayli dikkate değerdir:
Mutezile reisi Vâsıl b. Ata, arkadaşlarıyla yürürken Haricilerin
Harûriye kolundan bir gurubun geldiğini gördü. Vâsıl, arkadaşlarına,
«Siz onlarla konuşmayın, beni onlarla başbaşa bırakın» dedi. Harici­
522 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

ler ona, «Sen ve arkadaşların nesiniz?» diye sordular. Vâsıl, «Allah ke­
lâm ını dinlemek için iltica etmiş kimseleriz» dedi. Bunun üzerine Ha­
riciler, «Size sığınma hakkı verdik» deyince, Vâsıl, « Öyleyse bize inanç­
larınızı öğretin» dedi. Haricîler, kendi inançlarını ona öğretmeye baş­
ladılar. Vâsıl da onlar anlattıkça, «K a bul e ttik » diyerek cevap verdi.
Haricîler buna çok sevindiler ve, «S izi bırakıyoruz, çabuk uzaklaşın»
dediler. Vâsıl, «B u size yakışmaz çünkü Allah, «Müşriklerden biri sa­
na sığınırsa, onu emniyet altına al ki, Allah'ın kelâmını dinlesin. Son­
ra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır» (1 ) buyuruyor» dedi.
Haricîler, birbirlerine bakıştılar ve, «Bu doğru» deyip onların yanına
güven içinde olacakları yere kadar götürecek bir adam verdiler. ( 2 )
Elimizde, Haricî liderlerinden ikisinin görüşlerini açıklayan, fikir
ve inançlarının nasıl oluştuklarını gösteren iki önemli belge vardır.
Birinci belge Necdet’in, N âfî b. el-Ezrak’a insanları, mü’min-kâflr
ayırd etmeden katlettiğini, çocukları öldürdüğünü ve emanete ihanet
ettiğini öğrenince yazdığı mektuptur. İbn Abd-i Rabbih’in rivayetine
göre bu belgenin metni şöyledir:
«Bismillâhirrahmanirrâhim,
Benim seninle olan bağınım, şefkatli bir babanın bir yetim e ve iyi
bir kardeşin zayıf birine olan bağı gibi olduğunda şüphe yoktur. A l­
lah için kmayanm kınamasına aldırma ve zalimlerin yardımına koş­
ma. Canını, rızasına kavuşmak için Rabbine itaat yolunda sattığın­
da ve doğruyu bulduğunda sus. Zira şeytan, kendiiü seninle uğraş­
maya vakfetmiştir. Çünkü senden ve taraftarlarından başka onun ko­
layca altettiği kimse yoktur. Şeytan seni kendine çekti, seni aldattı.
Sen de aldandın ve Allah'ın kitabında mazur saydığı zayıflan ve har­
be iştirak etmeyenleri tekfir ettin. Halbuki övgüsü yüce, sözü hak ve
va’di doğru olan Allah şöyle buyurdu: «A lla h ’a ve peygamberine kar­
şı samimi olmaları şartıyla acizlere, hastalara, harcayacak bir şey
bulamayanlara cihada çıkmamaktan dolayı bir sorumluluk yok­
tu r.» (3 ) Sonra onlan isimlerin en güzeliyle «muhsinler» olarak isim­
lendirdi ve buyurdu ki: «İy ilik te bulunanları ayıplamaya yer yok­
tur.» ( 4 ) Peygamber yasakladığı halde çocukların katlini helâl saydın,
halbuki Allah'ın şu âyeti, onlan da kapsamaktadır: «H içb ir kimse baş­
kasının günahını taşımaz» (5 ) Allah, «kuûd ehli - harbe katılmayan­

dı Tevbe sûresi, âyet 6


(2) el-MUberred. el-K âm ll f i ’l-LUga ve'l-Edeb, II. 254
(3) Tevbe süresi, âyet 91
(4) Tevbe sûresi, âyet 91
(5) En'am sûresi, âyet 164
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 523

lar» hakkında da hayır söyledi ve cihat edenleri onlardan bir derece


üstün tuttu. Ameli çok olan insanları, daha az olanlardan aşağı tut­
ma. Allah Te&I& buyurdu ki: «Müm inlerden özürsüz olarak savaşa
katılmayıp oturanlarla, AUah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat
edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihat edenleri, de­
rece bakımından oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah
hepsine de en güzel şey olan cenneti vaad etmiştir." ( 1 ) Allah onlan
da mü’m ln olarak niteledi. Ancak, mücahitleri onlardan üstün tuttu.
Ayrıca sana muhalefet edenlere emanetin verilemeyeceği görüşüne
ulaştın. Halbuki Allah emanetleri ehline vermeyi emrediyor.» (2)
İkinci belge Nâfî b. el-Ezrak’m Necdet’e cevabıdır. Onun metni
ise şöyledir.
«Bismill&hlrrahmanirr&hlm,
Bana va’zu nasihat ettiğin mektubun geldi. Mektubunda «kuûd
ehllnni tekfir, çocukları öldürmek ve emaneti helâl saymak hususun­
daki görüşlerimi ayıplıyorsun. Onlan sana anlatacağım İnşallah: Kuûd
ehlinden başlayalım, onlar senin zikrettiğin gibi Hz. Peygamber dev­
rindekilere benzemez. Çünkü, Peygamber devrindekiler, Mekke’de mu­
hasara ve zulüm altında bulunduktan İçin kaçamıyorlardı. Halbuki,
«Kuûd ehil» dini anladılar ve Kur’an’ı okudular. Y ollan gayet açık.
Bu gibiler hakkında, Allah'ın ne dediğini biliyorsun: «Melekler, o ken­
dilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında: «N e yaptınız?» derler.
Onlar da: «B iz yeryüzünde zayi] düşürülmüştük» derler. Melekler ize:
«A llah’ın yeryüzü geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz? » der­
ler.» (3 ) Aynca Allah buyuruyor kİ: «Cihattan geri kalanlar, Allah’ın
Rasülü’ne muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler.» (4 ) Yine
Allah buyurdu ki: «Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin
verilmesi için geldiler. Allah’a ve peygamberine yalan söyleyenler de,
yerlerinde oturup kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara yakında can ya­
kıcı b ir azap isabet edecektir.»(5) buyurmuş ve onlan küfür ile İsim­
lendirmiştir.
Çocuklar meselesine gelince; Ey Necdet! Allah'ın peygamberi Nuh,
senden de, benden de iyi bilen biriydi. Ne demişti, «Rabbim! K â firler­
den yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma! Eğer onlan yeryüzünde bı­
rakırsan kullannı saptırırlar ve ancak günahkâr ve kâfir çocuklar do-

(1 ) Nlsâ sûresi, âyet 95


(2 ) İbn Abd-1 Rabblh, el-ttdu l-Ferid, II. 396-397
(3) Nlsâ sûresi, âyet 97
(4) Tevbe sûresi, âyet 81
(5 ) Tevbe sûresi, âyet 90
524 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LA M T A R İH İ

ğ u r u r la r .»(l) Buna göre Nuh, daha doğmadan onlan küfür ile andı.
Nuh kavminde o caiz oluyor da, bizim kavmlmlzde nasıl caiz olmaz?
Bize muhalif olanların can ve mallarım helâl saymamıza gelin­
ce, Allah bize onların kanlanın helâl kıldığı gibi m allarım da helâl
kılmıştır. Onların kanlan helâldir. M allan da müslümanlara gani­
mettir. Allah’tan kork Necdet ve kendine g e ll» (2 )
N âfi’nln görüşlerine getirdiği deliller İşte böyleydi. Z ayıf olduğu
açıktır. Fakat Ezârlka, onu vahiy gibi görüyor, ona boyun eğiyor ve
gereğince amel ediyordu. Ezârlka'mn tavrı hem Emevî yönetimini,
hem de genel olarak bütün müslümanlan huzursuz etmiştir. Fakat
onlar, hiç kimsenin rızasına veya gazabına aldınş etmemişler, bütün
gayretleriyle sonu ne olursa olsun, hak bildikleri yolda yürümeyi
tercih etmişlerdir.

b) H aricilerin A lâ m e tle ri:

Hariciler, başkalarında çok az bulunan bazı özellikleri ile kendile­


rini göstermişlerdir. İlerideki sayfalarda da göreceğimiz gibi Hariciler,
genel karakterleri itibariyle Arap kavminin özelliğini' taşırlar. Şia, ise,
onların aksine Arap olmayan topluluklardan oluşmuştur. Haricilerin
ahlâkının, iyi veya kötü her yönüyle Arap karakterini yansıttığım,
sadelik ve sathilikte, açık konuşmada, mertlikte, cesaret ve harp tut­
kusunda, ferdiyetçilikte ve toplum hayatının zayıflığında, ahde vefa­
da ve liderleri kutsallaştırmama hususunda kısaca, insan ve toplum
yapısı olarak Arap özelliği taşıdığım belirtmeliyiz. Şimdi genel çizgi­
ler halinde sunduğumuz bu yapıyı ömeklendirmeye çalışalım:
Haricilerde tespit edilebilecek ilk özellik basitlik ve sathiliktir. İş­
leri derinlemesine düşünmedikleri gibi, yapacakları işin sonunu da
değerlendiremezler. Az önce sunduğumuz, N âfi’nin kadın ve çocukları
öldürme hususundaki düşüncelerinin sathîliği buna bir örnektir. Ay­
nı şekilde Abdullah b. Habbab’ın öldürülmesi olayındaki tevilleri ba­
sitliklerinin diğer bir örneği sayılabilir. Bu konuyu biraz daha açalım:
«K im Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, kûiirlerin
ta kendileridir» (3 ) «H üküm sadece Allah’a a ittir.» (4 ) âyetlerini ala­
rak Hz. A li’yi insanları hakem tayin ettiği için kâfir saymışlardır, tbn
Habbab, kendilerine gelince ona Hz. A li hakkındaki düşüncesini sor­

ti) Nuh sûresi, âyet 26-27


(2) tbn Abd-1 Rabbih, el-Dtdu'l-Ferld, II, 397-398
(3) Mâlde sûresi, âyet 44
(4) En'am sûresi, âyet 157
EMIs VILİsk DÖNEMİNDE F İK İR H A R m u rıK R l 525

muşlar, o da Hz. Ali'yi övmüştür. Hariciler bunun üzerine, «Boynun­


da asılı olan şu K ur’an, senin katlini emrediyor» demişler ve onu öl­
dürmüşlerdir. Bu infazın mantığı şuydu: «îbn Habbab Ali'ye bağlıy­
dı. A li İse onlara göre kâfirdi. öyleyse Ali'ye bağlanmakla o da kâ­
fir oldu. K âfirin ise katli caizdir.» (1)
Burada garip bir hadise daha cereyan etti. Bir hristlyan kendi­
lerine küçük bir hibede bulunmak İstedi. Hibeyi kabul etmeyip para­
sını ödediler. Hristlyan hayret içinde sordu: «Abdullah b. Habbab gibi
bir adamı öldürürken Allah’tan korkmuyorsunuz. Ama kendi malın­
dan size hediye veren kimsenin malını alırken Allah'tan korkup pa­
rasız kabul etmiyorsunuz.»
Basitlikleri ve derinlemesine düşünmemelerinin bir örneğini de
Abdullah b. Zübeyr ile olan münasebetleri ortaya koyar, önce onunla
birlikte Emevîler’e karşı savaştılar. Emeviler Mekke'den uzaklaşınca
bu defa îbn Zübeyr’e sorular sormaya başladılar. Ondan Hz. Osman,
Hz. Ali, babası Hz. Zübeyr ve teyzesi Hz. Alşe'nln kâfir olduklarını
söylemesini istediler. Tabii ki Abdullah, bu İsteği reddetti. O zaman­
da kalkıp Abdullah’a tâbi bölgelerde onunla mücadeleye başladılar.(2)
Haricilerin bariz özelliklerinden biri de İbadete olan düşkünlük­
leridir. İbn Abbas, onlara Hz. Ali’nin elçisi olarak gittiğinde, almlan-
nın ve ellerinin secdeden nasırlaşmış olduğunu gördüğünü nakletmiş­
tik. (3) İbadete düşkünlüklerine bir başka örnek de şudur: Ziyad b.
Ebih, Haricilerden birini öldürdüğünde ölenin kölesine, «Efendini ta­
rif et, yalan söyleme, doğruyu açıkla» der. Köle, «Tafsilâtlı mı, kısa
mı?» diye sorar. Ziyad, «Kısa kes» deyince, köle, «Hiç bir gün ken­
dine yemek getirmedim ve hiç bir gece ona yatak sermedim.» cevabı­
nı verir. (4)
Ebû Hamza el-Harici, Mekke’de okuduğu hutbede taraftarlarını
şöyle tanıtır:
«Ey Mekkeliler! Beni, taraftarlarım yüzünden ayıplıyor, onları
genç ve toy olmakla suçluyorsunuz. Rasûlullah’ın ashabı genç değil
miydi? Benim taraftarım olan gençler, vallahi, gençliklerinde olgun­
laşmış, gözleri şerre kapalı, ayaklan bâtıla yürümez, kendilerini iba-

(1) İbn Abd-1 Rabblh. el-ttdul-Ferid, n , 390


(2) Taberl, TV, 437: İbn Zübeyr İle N&fl b. el-Ezrak arasındaki tartışma
v e ' mektuplaşmalar İçin bkz. İbn Abd-1 Rabblh, el-Ikdul-Ferld, II,
391 vd.
(3) İbn Abd-1 Rabblh, Aynı eser, n . 389
(4) Şehristanl, el-MUel ve’n-Ntbal, I, 108
526 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

dete vermiş, uykusuzluktan zayıflamış, gece boyunca K ur’an okumak­


tan belleri bükülmüş olarak Allah'ın kendilerine nazar ettiği, İçinde
cennet zikredilen her âyette onu İstemeleri yüzünden göz yaşı düken
cehennem zikredilince de cehennemin sesi kulaklarındaymış gibi hıç­
kıran, gece gündüz İstirahat etmeden ibadet ede ede diz, el, burun ve
alınlannı toprağın aşındırdığı gençlerdir. Üzerlerine okların ve mız­
rakların yöneldiğini, kılıçların çekildiğini ve düşmanın ölüm yıldırım­
larıyla gürleyip çaktığım görünce Allah'ın tehdidini düşünerek düş­
man tehdidiyle alay ederler. Gençlerim, İki ayağı atının boynuna do­
laş ıncaya kadar döğüşür, yüz güzellikleri böylece kana bulanır da
yeryüzündeki vahşiler, gökyüzündeki yırtıcılar üşüşür üstlerine... Sa­
hibinin Allah korkusundan gece y an lan ağladığı nice gözler vardır
kuş gagalarında... Sahibinin gece y an lan üzerine dayanarak secde et­
tiğ i bileğinden kopmuş nice eller vardır...»
Bu vera ve bu takvaya sahip bir topluluğun imarımdan şüphe
edilmez. Şiî olduklarım iddia edenler hakkında söylendiği gibi, bun­
ların İslâm’ı zayıflatm ak İçin müslüman gözüktükleri de söylenemez.
Haricîler gerçekten müslümandılar. İslâm'ın iyiliği ve şerefi için ça­
lıştılar, fakat bu yolda sapıttıklarının farkına bile varamadılar. Dava­
larım dalâlet üzere sürdürdüler, hattâ dalâlette ifrada vardılar. Ömer
b. Abdülaziz, «Â h ireti istediniz ama yolunu şaştrdtnız» derken onlan
çok iyi tarif etmişti. ( 1 )
Wellhausen, Haricîlerin İbn Sebe’nin gizli olarak ektiği bir to­
hum olmadığını, bilâkis tamamen İslâmî bir hareket olduğunu, gizil
ve karanlıklarda yaşayan bir fırka değil, tam tersine herşeyleri İle ale­
nî bir fırka olduğunu söylüyor. ( 2 )
Haricilerin, İslâm’a ve müslümanlara doğrudan doğruya düşman
o lm ad ıkları muhakkaktır. Ancak yaptıkları iş büyük bir tehlike arze-
der hale gelmiştir. Çünkü İslâm’da olmayan şeyleri İhdas etmişler,
müslümanlara büyük zorluklar çıkarmışlar, hayli cana kıymışlar, ye­
tim, dul, ihtiyar demeden binlerce çocuk ve kadım öldürmüşlerdir. İs­
lâm toplumu zaafa düşmüş, dış düşmanlar İslâm ülkesini tehdit eder
hale gelmiştir.
Haricîlerin İslâm’a bağlı olduklarım söylemekle, tamamını kas­
tettiğim iz zannedilmemelidir. Yusuf sûresinin uydurulmuş bir hikaye
olduğunu ve K ur’an’dan sayılamayacağım iddia eden Acârlde İle, A l­
lah'ın âhir zamanda Acemlerden kendine kitap indirilecek bir pey­

di İbn Abdu'l-Hakem, Slret-ü Ömer b. Abdülaziz, 131


(2) Weilbausen, Al K h a v a rlg and A l Shlah, 25-26
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 527

gamber göndereceğine inanan Yezidiler, bu sakat düşüncelerinden do­


layı şüphesiz İslâm dışında kalmışlardır. ( 1 )
Haricîlerin bariz özelliklerinden biri de inançtan uğrunda dünya­
larını feda edip kavgadan çekinmemeleridiı. Taberi şu bilgiyi vermek­
tedir:
Haricîlerden bir gurup, Muğire b. Şu’be'nin vefatından sonra bu­
lunduktan hapishaneden kaçıp, ne yapacaklarını görüşmek üzere top­
landılar. Liderleri Hayyan b. Zıbyan bir konuşma yaparak onlara
inançları yolunda ölmeyi tavsiye etti. Onlara, sayı ve silâhlarının az­
lığı yüzünden zafer ümidi olmadığını, fakat zalimlere karşı savaştık-
ian takdirde günahtan kurtulacaklarını hatırlattı ve, «Haydi ölüme
gelin, kendinizi fitneden kurtarın. Haydi cennete gelin» diye bağırdı.
Onlar da Hayyan'ın peşinden isyan ateşini tutuşturdular ve tabii
hepsi öldüler. Zaten kendilerinin bu davanın kurbanı olduklarına İna­
nıyorlard ı.^)
Mühelleb b. Ebî Sufra’ya, «Ezârika ile savaşta seni hayrete dü­
şüren bir şey var mı?» diye soruldu. Mühelleb şöyle cevap verdi.
«Her gün karşımıza çıkan bir genç vardı. Şöyle seslenirdi:
« Arkamdan yalvaran (kadın), kahramanlarla
Bilseydi nasıl savaştığımı uzar giderdi ağlaması
Karşı karşıya geldiğimizde düşmanla, olurdum ben
Günah yüklü canını ük feda eden.t
Bu beyitleri söyleyip üzerimize hücum ederdi. Karşısına çıkanı yere
sererdi. Ertesi gün aynı şekilde dönerdi.» (3)
Mühelleb, Haricilerin hâkimiyetini sanıp, onların halk üzerin­
deki baskısını yok eden korkusuz bir komutandır. Buna rağmen on­
lardan çok çekmiş, direnişlerini kırmak İçin hayli uğraşmıştır. Ta-
beri(4) ve İbn Abd-i Rabbih'in rivayetine göre, Abdülmellk b. Mer-
van, İran ve civar bölgelerin haracım Müheleb’e verirdi ki. Haricile­
re karşı savaşta kullansın. Fakat Haccac, bu kadar haracın Haricilere
karşı mücadelede sarfedilmesini çok gördü. Mühelleb'ln bu makam
ve zenginliği muhafaza için gevşek davrandığım zannederek ona,
harbin bir an önce neticelenmesini isteyen bir mektup yazdı. Mühel­
leb cevabında, «Re’y'in görenin değil, sahibinin elinde olması şüphe­
siz belâ sayılır» dedi.(5) Haccac bu cevapla yetinmedi. Berâ b. Kabi­

ni Şehrlstanf. el-MUel ve'n-NIhal, I. 122-125 ,


(2) Taberi. IV, 229-230
(3) İbn Abd-1 Rabblb. el-Ikdul-Ferld, I, 121
(4) Taberi, V, 120 vd.
(5 ) tbn Abd-1 Rabblb, Aynı eser, I, 145; el-MOberred, el-Kâm ll, I, 182
528 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

sa’yı bir mektupla Mühelleb’e gönderdi. Mektupta şöyle yazıyordu:


«Bu Hariciler ortalığı fesada verdi, sense etrafındaki arazinin ge­
lirini yemek için onların varlığının devamını istersin. K alk ve onlarla
cihat et, salon bâtıl şeylerle ve bahanelerle uğraşma.» Bunun üzerine
Mühelleb, oğullarım askerî birliklerle savaşa gönderdi. Kendisi de Be-
râ’yı ahp büyük savaşı idare için bir tepeye çıktı. Berâ, gerçekten sa­
vaşın en şiddetlisine şahit oldu. Adamların savaşta birbirleriyle bo­
ğuşmalarım gördü. Bu amansız mücadele birkaç gün devam etti. Be­
râ, Mühelleb’e şöyle dedi:
«Asla senin oğulların gibi kahraman, süvarilerin gibi de Arap sü­
varisi görmedim. Sana karşı savaşanlar gibi sabırlı ve dayanıklı bir
topluluk da görmedim. Vallahi sana Allah’tan başkası yardım edemez.
Sen mazursun.» Daha sonra da gördüklerini anlatmak için Haccac’
m 3’anına döndü. ( 1 )
übeydullah b. Ziyad zamanında, Ebû B ilâl Mirdas isyan etti. On­
lara karşı Eşlem b. Zur’a el-Keylâni komutasında iki bin kişi gön­
derildi. İki gurup arasında savaş, Asik denilen bir yerde cereyan etti.
Bu harpte Eslem’in iki bin kişilik ordusu, Mirdas’m kırk kişilik birli­
ğine yenildi. Bunun üzerine Harici şairlerinden biri şunlan söyledi:
«Sizden iki bin mü’minin Asik’te kırk kişiyi öldüreceğini m i zan­
nettiniz.
Yalan söylediniz. Zannettiğiniz gibi değildir. Fakat Hariciler mü’-
m indir.
Şimdi anladınız ki, çok kalabalık bir topluluğa karşı zafer kaza­
nan küçük topluluk onlardır.» ( 2 )
Haricîler hakkında Allah’a kavuşma sevgisiyle, ölümü arzuladık­
larına dair çok şeyler rivayet edilir. Hz. A li’nin bir Haricîye öldürücü
bir kılıç darbesi vurduğunda Haricînin öleceğini hissedip: «Cennete
gitmek ne güzeldir» dediği bu rivayetlerdendir. Başka bir Haricînin de
mızrakla yaralandığında katiline doğru yaklaşıp, «Y a Rabbi! Razı ol­
man için sana acilen geldim » dediği rivayet edilir. (3)
Muâviye zamanında, isyan eden Haricî guruplarından birisinin
lideri de Havsara idi. Muâviye, Havsara’nın babasmdan, oğlunu is­
yandan vazgeçirmesi için yardım istedi. Babası Havsara’ya gelip isyan­
dan vazgeçmesini istediyse de Havsara kabul etmedi. Babası; «Sana
oğlunu getireyim, belki onu görür de acırsın» dedi. Havsara, «Baba­

lı > ibn Abd-1 Rabbih, Aynı eser, I, 146


(2) Taberi, IV, 323; İbn Abd-1 Rabbih. Aynı eser, I, 266
(3) İbn Abd-1 Rabbih, Aynı eser, I, 266
EM EVİLER DÖNEM İNDE F İK İR H AREKETLERİ 529

çığım, vallahi beni yerlere serecek öldürücü darbeye olan İştiyakını,


oğluma olan iştiyakımdan daha kuvvetlidir» diye cevap verdi. ( 1 )
Ebû Bilâl Mirdas, taraftarlarından bir kısmı öldürüldüğünde on­
lara kavuşma iştiyakıyla şunları söyler:
«Takva ve vera sahibi îbn Vehb ve o kahredici harbe dalanlardan
sonra kalmayı sevip, kurtuluşu mu arzulayayım? Zeyd b. Hısn ve
M âlik'i öldürdüler.
Y a Rab! Niyetimi, basiretimi kurtar ve onlara ulaşıncaya kadar
bana takva nasip et.» ( 2 )
Hariciler arasında çok miktarda kadın da vardı. Bu kadınlar ce­
sarette, erkeklerden geri kalmıyorlardı. Katariy b. el-Fucâe'nin eşi
Ümmü Hakem, bu kadınlardan biriydi. Üstün bir cesaretle savaşlara
iştirak ediyordu. Düşman saflarına hücum ederken söylediği şiirlerden
bir parçası şöyledir:

« Taşımaktan usandığım, bir baş taşıyorum


Usandım onu yıkayıp yağlamaktan
Tok m u beni bu ağırlıktan kurtaracak y iğ it? »(3 )

Şebib b. Yezid eş-Şeybani, Haccac’ın ordusuna karşı kan kustu­


rucu uzun mücadelelere girişirken yanında cesarette erkeklerden ge­
ri kalmayan kadın toplulukları da bulunuyordu. Eşi Gazale ve anası
Cüheyze bu kadınlardandır. Eşi, savaş meydanında kılıç ve mızrak
sesleri arasında ölmüştür. (4)
Haricilerin özelliklerinden biri de vefakârlıktır. Taberi şu rivayeti
nakletmektedir:
Ubeydullah b. Zlyad, Ebû Bilâl Mirdas’ı yakaladı ve hapse attı.
Gardiyan, Mirdas’ın takva ve ibadetini görünce, onun geceleri evine
gitmesine izin verdi. Mirdas, her akşam evine gidiyor ve sabah erken­
den tan yeri ağarmadan önce hapishaneye dönüyordu. Bundan kim­
senin haberi yoktu. Ubeydullah b. Ziyad’m Mirdas ailesiyle yakınlığı
olan bir arkadaşı vardı. Bir gece bu adam, İbn Ziyad’m ertesi gün
bütün Harici mahpuslan öldürmeye niyetlendiğini duydu. İbn Ziyad,
gardiyana sabah olunca, bütün mahpuslan getirmesi için emir çıkar­
dı. Mirdas bu durumu, gece evinde iken öğrenmişti. Aile efradı Mir-
das’a, «Canını kurtar, hapishaneye dönme» diye ısrar ettiler. O «Rab-

(1 ) İbn Abd-l Rabblh, Aynı eser, I, 253


(2) İbn Abd-l Rabblh. Aynı eser, □ , 399-400
(3) İsfehanl, el-Aganl, VI, 6-7
(4) Yakubl, III, 17; Taberi, V. 95
530 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

bimin karşısına hain olarak çıkmayı arzu etm em » dedi ve Âdeti üze­
re sabah hapishaneye dönmeye karar verdi. Gardiyan ise, Mirdas’m
bu haberi alınca gelmeyeceğini düşünerek çok kötü bir gece geçirdi.
Sabah olunca Mirdas’ı ümitsizce beklemeye başladı. Uzaktan Mlrdas'
m geldiğini görünce önce çok şaşırdı. Onu hapse koyduktan sonra sor­
du: «Em ir’in verdiği karan duydun m u?» Mirdas: «E vet» dedi. Gar­
diyan daha çok şaşırdı: «Peki niye kalkıp geldin?» Mirdas: «Kalkıp
geldim, çünkü sana ihanet edemezdim. Senin bana yaptığın iyilik yü­
zünden ceza görmene sebep olamaz ve iyiliğine fira r İle cevap vere­
mezdim» dedi. Sabahleyin, İbn Ziyad’m emri gereğince Hariciler te­
ker teker öldürülmeye başlandı. Sıra Mirdas’a gelince gardiyan, İbn
Ziyad’m ayağına kapanıp, «Bunu bana bağışla» diye yalvardı ve
olan-biteni anlattı. İbn Ziyad, onu bağışlayıp serbest bıraktı.» (1)

Haricîlerde görülen en bariz özeliklerden birisi de, kendi başına


buyrulduk, anarşiye yatkınlık ve bir nizama boyun eğmemektir. Şa­
yet, bu özelikleri olmasaydı, çok daha kuvvetlenecekler ve onlarla
başa çıkmak çok daha zor olacaktı. Bu özellikleri sebebiyle bütün in­
sanları düşman bilip, kendilerinden olmayan herkese savaş ilân et­
mişlerdir. Kendi aralarında sayısız derecede bölünmeleri de kendi ba­
şına buyrukluğun bir örneğidir. En basit sebeplerden dolayı birbirle-
riyle savaşırlar ve sebepsiz yere dostu, düşman sayarlardı. Hz. A li’ye
isyanları, tarihleri boyunca liderlerine nasü kolayca isyan edip onla­
rı tekfir ettiklerinin ve kanlarını helâl saydıklarının bir göstergesi­
dir. Elimizdeki kaynaklar bu örneklerle dolup taşmaktadır. Yine bu
özellikleri sebebiyle en basit bir olayda, hattâ sebepsiz yere insanların
kâfir olduklarına hükmetmişlerdir. Hattâ bazıları, «İm am kâfir olur­
sa, tebaası da kâfir olur» demiştir. (2) Şehristani’nin bu konuda nak­
lettiği olaylar inşam güldürecek mahiyettedir:

Necdet b. Âm ir’ln taraftarları, onun bazı hareketlerini beğenme­


diklerini belirterek tevbe etmesini istediler. O da tevbe etti. Daha son­
ra ona tevbe ettirdiklerine pişman olup, ona tevbe ettirdiklerine tevbe
ettiler ve Necdet’ten de yaptığı tevbeden dolayı tekrar tevbe etmesi­
ni, etmediği takdirde kendisini terk edeceklerini bildirdiler. O da tev­
be etti. Fakat bu da yetmedi. Bazüan, «Bu tevbe onun iki günahtan
birinin ikrarıdır. Y a tevbe ettiği günahı gerçekten İşlediğine veya gü­
nahsız yere tevbe ettiğine delâlet eder» deyip onu tekfir ettiler ve üze­
rine saldırıp öldürdüler. (3)

(1) Taberî, V, 332


(2) Şehrlstanl, el-Mllel ve'n-Nlhal, I, 114
(3) Şehrlstanl, Aynı eser, 111-112
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR H AREKETLERİ 531

Haricîlerin bu karmaşık yapısı, onların derin araştırmalar netice­


si sabit prensiplere ulaşmamış olmalarından dolayı teşekkül etmiş ol­
malıdır.

c) H arici Fırkaları ve B u n la r ın Din ile Siyaset Üzerindeki


Görüşleri s
Daha önce ayrılık, parçalanma ve lidere saygı göstermemenin Ha­
ricîlerin özelliklerinden olduğunu söyledik. Bu durum, daha hareket­
lerinin başında belli olmuştu. Hz. A li’ye isyan etmişler, Hz. A li onları
çağırınca bir çoğu geri dönmüş, fakat tekrar İsyan etmişler. Hz. Ali,
onlara Abdullah b. Abbas'ı gönderince bir daha bölünmüşler, yansı
dönmüş, yansı geri kalmış... Bir kısmı Hz. Ali ile harbetmlş, bir kıs­
m ı harbetmsksizin A li’yi terketmiştlr. Hz. A li’nin vefatından sonra
durum biraz değişir gibi oluyor. Şimdi karşılarında Muâviye var. Muâ-
viye’ye karşı hepsi biraraya geliyor. Liderleri Ferve b. Nevfel el-Eşcâî
onlara, «Artık karşınızda düşman olduğunda hiç şüphesi bulunmayan
biri vardır. Muâvlye’ye karşı yürüyün, cihat edin» diye b ağınyordu .(l)
Böylece Muâviye yönetimi, Haricilerin bir araya gelmesine tereddüt
ve şüphelerinin İzale olmasına ve sonuçta korkunç bir kuvvet ortaya
çıkmasına zemin hazırlayan bîr motif oluyordu.
Hayatlarının İlk devresinde Haricîler programlarım çizip, hedef­
lerini belirlediler. Programlan, büyük bir kısmını hilâfetin teşkil et­
tiğ i siyasî bir nitelik taşıyordu.
«İm am et zaruri değildir. İnsanlar birbirlerine İnsaflı davranma­
lıd ırla r.^ ) Kendilerine bir imam nasbetmelerl câlzdlr. İnsanların hür
olarak seçmeleri gerekir. İmamın Kureyş’ten olması şart değildir. Hür,
köle veya kıptîden de imam olabilir. Allah’a ve Peygamber’e İtaat et­
tiğ i sürece ona itaat lâzımdır. Allah’a itaat etmezse ona İsyan edip,
azletmek vacip olur.»
«Hariciler bu görüşlerini uyguladılar da... Urve b. Uzayne, Ha­
ricilerin bu görüşlerini en güzel şekilde ifade etmiştir. Ziyad b. Eblh
kendisine Ebû Bekr ve Ömer hakkında ne düşündüğünü sordu. Onla­
rı hayırla yad etti. Osman’ı sorduğunda şöyle cevap verdi: «H ilâfeti­
nin altı yılında Osman’a bağlıydım. Sonra çıkardığı hadiseler yüzün­
den ondan teberri ettim.» Daha sonra da Hz. Osman’ın küfrüne şe-
hadet etti. Hz. A li’yi sordu. Urve, «Hakemleri tayin edinceye kadar
ona da bağlıydım, sonra teberri ettim » dedi ve kâfir olduğuna şeha-
det etti. Muâviye’y i sorduğunda ise ona çok galiz küfürler savurdu. (3)

(1) Tabert, IV, 126


(2) Şehrlstanl, el-MUel ve’n-Nlhal, I, 107-112
(3) Şehrlstanl, A yrı eser, I, 108
532 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

Muâviye devrine kadar Haricilerin görüşleri yaklaşık olarak bu


merkezdeydi. Bütün sözleri hilâfet konusu çevresinde toplanıyordu.
Muâviye gâsıp sayılıyordu. Çünkü hür bir şekilde seçilmemişti. Ayrı­
ca adalete çok uzaktı. Bu yüzden isyan etmeleri vacip idi. Bu görüşe
inandılar ve isyan ettiler. Hz. A li’ye düşmanlıkta tereddüt ettilerse
de, Muâviye’ye karşı bu tereddütleri yoktu. Ferve'nin daha önce ge­
çen sözlerinde olduğu gibi o kesin bir düşmandı.

C. H A R İC İL E R İN P A R Ç A LA N M A S I VE Y E N İ F IR K A L A R

Abdullah b. Z ü b e y r ’ le İşbirliğinden Sonraki


İhtilâfları:

Muâviye’den sonra halifeliğe Yezid geçti. Yezid seçimle gelmemiş­


ti. Onlara göre hilâfete de lâyık değildi. Onun için babasma karşı baş­
lattıkları ayaklanmayı, ona karşı da sürdürdüler. Abdullah b. Zübeyr’
in Yezid’e karşı savaştığını gören Haricîler, «Zalim imama isyan etti­
ğ i» için onu sevdiler. Emevî ordusu Medine’yi yıkıp, ileri gelenleri öl­
dürdükten sonra Mekke’yi muhasara ederek Kâbe’y i mancınıkla döv­
meye başladı. İbn Zübeyr, Kâbe’yi savunuyordu. Hariciler, Mekke’yi
Emevîler’e karşı korumak için önce Abdullah b. Zübeyr’e yardım et­
meyi kararlaştırdılar. Emevîler’i kovduktan sonra da onu imtihan
edecekler, eğer kendi fikirlerinde ise ona biat edeceklerdi. İbn Zü-
beyr’e gittiler ve kendilerini tanıttılar, ona o güne kadar yaptıklarını
anlattılar. İbn Zübeyr, onların fikirlerini kabul ediyormuş gibi gö­
züktü. Onlar da Emevî ordusunu püskürtünceye kadar ona yardım et­
tiler, sonra da dönüp aralarında tartışmaya başladılar: «N asıl olur
da içini-dışını iyice bilm ediğimiz birine yardım ederiz? Hemen şimdi
yanma gidelim ve hangi görüşte olduğunu soralım. Eğer Ebû Bekr ve
Öm er’i takdir eder, Osman, A li, babası Zübeyr b. Avvam ve Talhâ’dan
teberri eder ve onları tek fir ederse, oma biat ederiz. Eğer umduğumuz
gibi değilse bize fayda veren şeyle meşgul oluruz.» İbn Zübeyr’e git­
tiler. İbn Zübeyr, onların düşüncelerini benimsemedi. Onlar da Mek­
ke’y i terk ettiler. Fakat iki büyük fırkaya ayrıldılar. Her birinin ayrı
ayrı görüş ve hedefi vardı. Bu arada düşünceleri çeşitlendi. Artık «Lâ-
hûtî âlem » üzerine de konuşuyorlardı. Önceleri sadece siyaset hakkın­
da fik ir yürütürler, başka şeye karışmazlardı. Birinci gurup, N âfi b.
el-Ezrak başkanlığında Basra'ya gitti. Bunlara Ezârika ismi verildi.
Abdullah b. es-Saffar, Abdullah b. İbâd ve Hanzala b. Beyhes, N âfi'
nin cemaatında idi. İkinci gurup Yemâme’ye yöneldi. Abdullah b.
Sevr Ebû Fudeyk, Atiyye b. el-Esved, el-Yeşkurî ve Ebû Talût bu ce­
maatın liderlerindendi. Bu gurup, Necdet b. Am ir’i kendilerine reis
KM EVÎLKR DÖNEM İNDE F İK İR H ARKKKTLKRİ 533

olarak seçtiler ve Necedât diye İsimlendirildiler. (1) Bu parçalanma­


nın kaynağı «Lâhût» hakkında başlayan tartışma ve görüş ayrılıkla­
rıydı. Bu İhtilâf, ilerde en basit sebeplerden çıkacak ayrılıkların ha­
bercisiydi.
Burada Haricilerin dinî düşüncelerinin kaynağını ve bu düşünce­
nin nasü parçalanmaya sebep olduğunu gösteren bir vesikayı sun­
mak istiyoruz.
Taberî şöyle diyor: (2) «N â fin in taraftarları Mekke'den ayrıldık­
tan sonra Basra’ya vardılar. Orada Yezid’üı ölümüyle başlayan ihti­
lâf ve kargaşalıklarla karşılaştılar. Nâfi, bu fırsatı kaçırmayarak İs­
yan bayrağını açtı. Haricilerin çoğu ona katıldı. Ancak, Abdullah b.
es-Saffar ve Abdullah b. îbâd ile birlikte bazı adamlar isyanı uygun
görmediklerini belirterek N âfl’ye itiraz ettiler. Nâfl b. Ezrak, kendisi­
ne katılmayanların bağlılığına ihtiyacı olmadığını düşünerek yanında
kalanlara şöyle seslendi:
«Şüphesiz Allah sizin bu isyanınız ve başkasının varamadığı bu
görüşünüzle size lütufta bulunmuştur. Sizler Allah'ın şeriatını ve em­
rini isteyerek isyan ettiğinizi bilmiyor musunuz? Onun emrinin sizin
komutanınız, K u r’an’ın sizin imanınız olduğunu ve onun emrine tâbi
olduğunuzu bilmiyor musunuz?)) Taraftarları, «Evet» diye cevap ver­
diler. Onlara, «Dostunuz hakkuıdaki hükmünüz Hz. Peygamber’in dos­
tu hakkındaki hükmü gibi, düşmanınız hakkındakl hükmünüz Hz.
Peygam berin düşmanı hakkındakl hükmü gibi değil mi? Peygamber’
in o gürü; ü düşmanı, bugün Allah'ın ve sizin düşmanınız olduğu g i­
bi, sizin bugünkü düşmanınız da Allah'ın ve Peygamber’in düşmanı de­
ğil midir?» dedi. Onlar, «E vet» diye cevap verdiler. Nâfi şöyle devam
etti. «Allah, «Bu âyetler, Allah ve Rasûlü'nden kendileriyle anlaşma
yaptığınız müşriklere bir ihtardır.» ( 3 ) « İm an etmedikçe müşrik ka­
dınlarla evlenmeyin» (4 ) âyetlerini inzal buyurmuştur. Allah, size on­
larla dost olmayı ve aralarında bulunmayı haram kılmıştır. Şehadetle-
rinin kabulü, kestiklerinin yenmesi, din ilm inin onlardan alınması,
onlarla evlenmek ve miras Allah tarafından haram kılınmıştır. Bun­
ları bildiğimiz için, Allah bizleri delil kıldı. Bu dini öğretmemiz ve
Allah'ın indirdiğini gizlemememiz bizim üzerimize farzdır. Allah bu­
ym uyor ki: «İndirdiğim iz delilleri ve hidayeti, biz, insanlara kitapta
açıkladıktan sonra, onları gizleyenlere, işte onlara Allah lanet e d e r .

(1) Taberî, IV, 236 vd.; İbn Abd-i Rabblh, el-Ikdu’l-Ferld, II, 390 vd.
(2) Taberî, IV, 349 vd.
(3) Tevbe sûresi, âyet 1
(4) Bakara sûresi, âyet 221
534 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LÂ M T A R İH İ

Hem de bütün lânet edebilenler lâ n e t le r .»(l) N&fi’nin bu sözlerini bü­


tün taraftarları kabul etti. Bunu, Abdullah b. es-Saffar ve Abdullah
b. İbâd’a yazdı. Abdullah b. es-Saffar mektubu okuyunca, onu bir ke­
nara koydu. İbn tbâd ona: «Ne oldu Allah aşkına» diye sordu. İbn Saf-
far mektubu ona verdi. O da okudu ve şöyle dedi: «H angi görüşe
inanmalı? Onlar müşrik olsalardı, N âfi doğru söylemiş olurdu. Fa­
kat yalan söyledi. Allah'ın nim etini tanımasa da bir kavme şirk İçin­
dedir denemez.» Daha sonra İbn İbâd’a, «Sen de te frit’e gittiğin için
Allah senden beridir. N âfi ifrada g ittiği için Allah ondan da beri’dir.
Allah her ikinizden de beridir» dedi. Başka biri de, «A llah senden de
ondan da beridir» dedi ve dağıldılar.
İşte Haricilerin düşünce tarzları ve anlaşmazlıklarının ortaya çı­
kışı:
Hariciler, böylece Ezârika, İbn Ezrak’m taraftarları, İbâdiyye, İbn
İbâd'ın taraftarları ve Saffarlyye, İbn Şaffar’ın taraftarları olmak üze­
re üç fırkaya bölündü. (2) Necdet de bunlara ilâve edilince Haricile­
rin ilk dört fırkası meydana çıkmış oldu. Parçalanma ve guruplara
bölünme daha sonra da birbirini takip etti. Aşağıda Haricîlerin en
önemli fırkalarını ve bunların dinî meseleleri hakkmdakl görüşlerini
anlatacağız.

a) E zâ rik a :
Bunlar, Ebû Râşld N âfi b. Ezrak’m taraftarları olup, onunla bir­
likte Basra’dan Ahvaz’a gitmişler, Ahvaz ve K irm an'ı istilâ ederek bu
bölgede güçlenmişlerdir. Atıyye b. Esved,(3) K atariy b. el-Fucâe, Ubey-
de b. H ilâl el-Yeşkurâ, Sahi b. Hablb, Salih b. Mihrak, Abd-i Rabblh
el-Kebîr ve Abd-1 Rabblh es-Sağlr de Ezârika’mn liderleri olarak ta­
nınırlar. Ezârika, Harici fırkalarının en büyüğü, en tehlikelisi ve en
başardı olanıdır. Senelerce İslâm ordularıyla çarpışmışlardır.
Basralılar, onlardan korunmak için kendisine sığınınca Mühelieb
b. Ebi Sufra, orada Haricilerle savaşmaya başlamıştır. Daha sonra İbn
Zübeyr de Haricilerle harbetmek üzere Mühelleb’l görevlendirmiştir.
İbn Zübeyr’den sonra Abdülmellk ve Haccac da Mühelleb’i aynı gö­
revde bırakmışlardır. Mühelieb ile Hariciler arasındaki savaş tam on
dokuz sene sürmüştür. Mühelleb’in dirayeti ve Hariciler arasında baş

(1) Bakara süresi, âyet 139


(2) İbn Abd-1 Rabblh, el-Ikdu’l-Ferld, II, 391; Şehrlstanl, Saffarlyye'yl Zl-
yad b. el-Asfar'a nispet etmektedir. Bkz. el-Mllel ve’n-NIhal, I, 123
(3) Atlyye, daha sonra Nâll'den ayrılıp Yemâme'ye döndü ve Neced&t li­
derlerinden oldu.
EM EVİLER DÖNEMİNDE F İK İR H AREKETLERİ 535

gösteren ihtilâflar olmasaydı, bu savaşların daha da sürmesi bekle­


nebilirdi. N âfi’den sonra en meşhur komutanları Katariy b. el-Fucâe’
dlr ki, Ezârika’nın görüşlerini anlatırken ondan da bahsetmiştik. Şeh-
r is ta n i(l) Ezârika'nın belli başlı bld'atlaruu şöyle sırahyor:
1 — K eııdi taraftarlarının dışında kalanların kâfir olduklarına,
ebedlyyen cehennemde kalacaklarına ve onları öldürmenin mübah ol­
duğuna inanmaları,
2 — Kuûd ehlinin tekfiri,
3 — Muhaliflerinin çocuk ve kadınlarının öldürülmesinin mü­
bah sayılması,
4 — K ur’an’da zikri geçmediği gerekçesiyle zina edenden rec­
inin IrnlHınlmımı
5 — Müşrik çocuklarının babalarıyla birlikte cehennemde olaca­
ğına hüküm vermeleri,
6 — Ne sözde, ne de İşte otakiyye»nin caiz olmaması,
7 — Büyük günah işleyenin tekfiri.

b) Necedât ı

Bunlar Necdet b. Am ir’in taraftarlarıdır. Daha önce de belirttiği­


m iz gibi Mekke’den çıktıktan sonra Yemâme’ye gitmişlerdi. Sonra
Necdet, N âfi Ue birleşmek ve fikri ihtilâfı gidermek İçin askeriyle bir­
likte Basra'ya dönmek istedi. Ancak yolda Basra'dan dönen Ebû Fu-
deyk ve Atiyye b. el-Esvedl taraftarlarıyla karşılaştı. Bunlar Necdet’e,
N âfi’nin bid’atlanm anlatarak onu yolundan çevirip kendisine biat
ettiler. Necdet’in düşünceleri, Ezârlka’ya nazaran daha ılımlıdır. Me­
selâ, Kuûd ehlini tekfir etmezler, takiyyeyi mübah Bayarlar, cehaleti
özür olarak kabul ederler. Necdet’e göre din İki şeyden ibarettir: Bi­
rincisi, Allah’ı ve Basûlü’nü bilip, Allah’tan gelen her şeyi ikrar et­
mek. Bu bütün müslümanlara vaciptir. İkincisi ise, bunun dışında
kalan şeylerdir, tnmmiar bilemedikleri konuda mazurdurlar. Bu gö­
rüşleri sebebiyle Necdet'e, «özür» kelimesine nispet edilerek «Aziriyye»
de denilir. Necdet’e göre, büyük veya küçük bir yalan söyleyip ısrar
eden müşriktir. Zina eden, içki içen ve hırsızlık yapan, bunlarda ısrar
etmezse müşrik olmaz. (2)

(1) Şehrlstanl. el-MUel ve’n-Nlhal, I. 409-410


(2) Daha geni; bilgi İçin bkz. Bağdadi, el-Fark beyne'l-Flrak: İbn Hazm,
cl-Faal ll'l-Ehvl ve'D-Nlbal; Şehrlstanl. el-MUel ve'n-NIhal
536 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

c) tb â d iy y e :
Abdullah b. İbâd’ın taraftarlarıdır. Müslüman m uhalifleriyle ev­
lenmeyi, mirası sahih kabul ederler. Onlara göre, müslüman muha­
liflerinin dâr’ı (ülkesi), «dâr-ı tevhidndir. Fakat sultanm oturduğu
yer «dâr-ı bağy»dir. M uhaliflerinin şehadetlerlni kabul ederler. K ul­
ların fiilleri, Allah'ın mahlûku, kulların da mecazen değil, gerçek
olarak müktesebleridir. İmamlarını, «Em iru’l-mü’m inin» diye isim­
lendirmezler. «M uhacirim » ismini de kullanmazlar. Davet etmeden
m uhalifleriyle savaşı caiz görmezler. U m a n (l) ve Kuzey Afrika ta­
raflarında ikamet eden İbâdiyye’ye mensup bir gurup dışında Hari­
cî kalmamıştır. Uman çevresindeki İbâdiyye mensupları da kendile­
rine Haricî denmesini istemezler.

d) A c â r id e :
Bunlar Necdet’in fırkasına bağlı Atıyye b. el-Esved’in talebesi olan
Abdülkerim b. Acrad’m taraftarlarıdır. Abdülkerim'in İbn Beyhes’ln
talebesi olduğu da rivayet edilmektedir.
Acâride taraftarları, müslüman çocukları hakkında bülûğa erin­
ceye kadar bir hüküm vermezler. Bülûğa erince İslâm’a davet eder­
ler. Müşriklerin çocukları ise babalarıyla cehennemdedirler. Kuûd eh­
lini dost kabul ederler. H icreti fariza olarak değil, fazilet olarak görür­
ler. Büyük günah işleyenleri tekfir ederler. (2) Acâride'nin parçalan­
maya çok mütemayil bir gurup olduğu görülmektedir. Şehristanî, yedi
tane Acâride gurubu zikretmekte ve Saltıyye, Meymûniyye, Hamziy-
ye, Halfiyye, Etrafiyye, Seb’iyye ve Hâzimiyye isimlerini vermektedir.

e) S u fr iy y e :
Sufriyye isminin kime nispet edildiği konusunda ihtilâf vardır.
Ziyad b. el-Asfar’a nispet edenler olduğu gibi Abdullah b. Saffar'a
nispet edenler de vardır. «Sarı» mânâsına gelen «sufra»ya da nispet
edilmiştir. Sufriyye'nin gece gündüz ibadet etmek ve oruç tutmaktan
benizlerinin sarardığı, bu yüzden bu ismi aldıkları rivayet edilir. Bu
görüş, Taberi'nin dediği gibi, kanaatkâr, zahit ve yüzü sararmış bir
zat olan Salih b. Misrah’m vasıflarına uygundur. (3) Salih, Haricilerin
bir gurubuna komuta ederek isyana kalkışmıştı. Şebib b. Yezid eş-Şey-
banî en önemli adamlarındandır. Bunun da Şebîblyye diye bir guru­
bu yönettiği rivayet edilir.

(1) Aynı kaynaklar.


(2) Aynı kaynaklar.
(3) Taberi, V. 50
EM BVÎLER DÖNEMİNDB F İK İR H AREKETLERİ 537

f) Ş eb ib iyye:

Salih’in ölümünden sonra taifenin başına Şebib geçmiştir. Şe-


bib, N âfi b. Ezrak ve Katariy b. el-Fucâe gibi ünlü Haricî liderler ara­
sında sayılır. Çünkü Şebib, Haccac ordularının başını döndürmüş,
Haccac’a bağlı yirmi dört komutan öldürmüş ve onlara karşı büyük
zaferler elde etmiştir. İk i defa K ûfe’ye girip Haccac'ı tedirgin etmiş
ve Emevîler'e korku salmıştır. Fakat Haccac, onu üzerine ordu üstüne
ordu göndermiş ve sonunda Sufyan b. Ebred el-Kelbi komutasında bir
birlik, onu Düceyl nehrini geçerken kıstırmış, gemilere hücum etmiş
ve Şebib, bu savaşta boğularak Ölmüştür. (H. 77 - 696).
Şebibiyye fırkasının inançları, Haricilerin genel prensipleridir. R i­
vayet edilir ki, Şebib'in taraftan olan esirler Haccac’ın huzuruna sı­
ralanıp teker teker başlan vuruluyordu. Sırası gelen biri Haccac'tan
bir ç ift söz için İzin istedi ve şu beyitleri okudu:
«Am r ve taraftarlan, Ali ve Sıffin’dekiler, azgın Muâviye ve ta­
raftarlarından Allah'a tebberrl ettim. Lanetlenmiş bir kavme Allah
bereket vermesin.» (1)
O böylece son anlarında cemaatinin İnançlarını tescil ediyordu.

D. H A R İC İ F IR K A L A R IN C A Ç OK T A R T IŞ IL A N K O N U LA R

Haricilerin ittifak ettikleri tek prensip, « amelin imandan bir cüz


olduğu» inancıdır. Onlara göre, «İm an sadece şehadet kelimesini söy­
lemekle olmaz, dinin namaz, oruç, hac, adalet ve sıdk gibi emirlerini
yerine getirerek amel etmekle tamamlanır.»
«Am el imandan bir cüz’dür» prensibinin dışında. Haricileri bir­
leştiren ortak bir inanç neredeyse yoktur. Aşağıda farklı Harici gurup­
larının en önemli meseleler hakkındaki fikirlerini gösteren bir özet
sunuyoruz.

Büyük Günah İşleyen:

Ezarika’ya göre kâfirdir, İslâm’dan çıkar.


İbâdiyye’ye göre küfran-ı nimette bulunmuştur. İslâm’dan çıkmaz.
Sufriyye’ye göre, K ur’an’da haddi tayin edilen hangi günahı iş­
lemişse o isim verilir. Zina edene, «zâni», hırsızlık yapana, «sârik»
denir, kâfir denmez. Cezasını Kuran’m tayin etmediği namazı terk,
savaştan kaçmak gibi büyük günahları işleyen tekfir edilir.

(1) Daha geni; bilgi İçin Taberl ve Yakubi'ye bakınız.


538 doğuştan gUnOmOze B Ü Y Ü K İS LA M T A R İH İ

Beyhesiyye’ye göre, haddi belirlenmiş olan günahlar İçin had vu­


rulur ve onun İsmiyle anılır. Had olamayan günahlar İse affedllmlştir.

Muhaliflerin Çocukları:

Ez&rika’ya göre, kadınları ve çocukları öldürmek caizdir.


Necedftt’a göre, öldürülmeleri caiz değildir.
Acâride’ye göre, bülûğa erinceye kadar hüküm verilmez.
îbâdiyye’ye göre, bulûğa kadar beklemek gerekir. Fakat İntikam
için işkence caizdir.

Harbe İştirak Etmemek (K u û d ):

Ezârika’ya göre, kuûd ehli ve N âfi ile hicret etmeyen tek fir olu­
nur.
Necedât’a göre, kuûd caizdir. İsyan daha efdaldlr.
Sufriyye’ye göre, kuûd caizdir.

Takiyye (İmanını veya Düşüncesini


Gizlemek):

Ezârika’ya göre, amelde ve sözde takiyye caiz olmaz. Urve b. Uzay-


ne, ölümden kurtulmak için takiyye ile amel edemedi. Zlyad b. Ebih
ona: «Benim hakkımda görüşün nedir?» diye sordu. Şöyle cevap ver­
di: «Başlangıcın şüphe, sonun başkasına İlhak olmak.» (Z lyad zina
mahsûlü olduğundan sonradan babasının oğlu mânasına «İb n Ebih»
diye isimlendirilmişti).
Necedât’a göre, takiyye mutlak olarak caizdir.
Sufriyye’ye göre, takiyye amelde değil, kavilde caizdir.
6 — MUTEZİLE

A. M V T E Z İL E ’N tN ORTAYA Ç IK IŞ I

Emevîler zamanında ortaya çıkan fikir hareketlerinden bir diğeri


de Mutezile’dlr. Mutezlle’nln Şia ve Harlclye'den farklı bir yönil var­
dır. Çünkü bu, tamamen fikri bir harekettir. Mutezile mensuplan, ne
bir ordu oluşturmuşlar, ne de kılıç çekmişlerdir. Yezid b. Velld’ln baş­
lattığı savaşa, Am r b. Ubeyd gibi Mutezllî liderlerin katılması, onlan
askeri bir hüviyete sokmaz. Çünkü Yezid'ln Velid’e karşı başlattığı
isyana Mutezili bir fikir yön vermiyordu. Bu, sadece halifenin yeter­
sizliğinden hareket eden, ancak kökleri çok daha derinlerde olan bir
İsyandı. Bazı Mutezile mensuplarının ona katılması, azgın veya vur­
dumduymaz bir yöneticiye karşı İnsanları ayaklandıran genel kanaat­
ler dairesinde ferdi bir harekettir.
Mutezile, tamamen dini bir hareket olmasına, ordu kurup kılıç
çekmemesine rağmen daha sonraki ciltlerde göreceğimiz üzere, «JCtır’-
an’tn mahluk olup olm adığı» meselesinde muhaliflerine karşı baskı
kullanmaktan geri durmamıştır. Halife Me'mûn'un Ehl-1 Sünnet âlim­
lerini, «K u r’an mahluktum görüşünü kabul etmeye zorladığı gün, ya­
nında Mutezile âlimleri vardı ve bunlar Me’mûn’un baskı politikasına
iştirak etmekten geri kalmıyorlardı. Mutezile, «K u r’an mahluk değil­
dir» diyenlerin fasık ve dinden çıkmış olduğuna inanıyor, (1) mevcut
yönetimin gücünü de bu kanaatini kabul ettirmek İçin baskı aracı
olarak kullanıyordu. Bu baskı, Mutezile tarihine, kınanan bir tavır
olarak geçmiş ve kendi akıbetini hazırlayan sebeplerin başında sa­
yılmıştır.
Mutezile hareketinin fikri bir nitelik taşıması, hem dîni mesele­
leri araştırırken, hem de bazı siyası hadiseleri değerlendirirken fikri
bir yaklaşımla hareket etmiş olmalarından ileri geliyor. Denebilir ki,
silâhlan felsefî ve aklî idi. Bu özellikleriyle Şia ve Hariciyye’den çok
farklı bir yapıya sahipti.

(1) Me'mûn'un Bağdat şahnesi tshak b. İbrahim’e yazdığı mektuba bakı­


nız. (Ahmed Zeki Saffet, Cemheretû BesMU’l-Arab, n, 540-547)
540 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Mutezile'den bahsederken az da olsa Mutezile’nin uğraştığı mev-


zularla ilgisi bulunan Cebriyye ve Mürcie ile, bunlara karşı Ehl-i Sün-
net’in tavrından söz etmek yerinde olacaktır.
Mutezile mezhebi daha önce anlattığım ız Hariciyye mezhebiyle
büyük ölçüde irtibatlıdır. Hattâ Haricîlerin, sadece Mutezile’nin değil
Mürcie ve Cebriyye’nin ortaya çıkmasına sebep olacak bir meseleyi ih­
das ettikleri söylenebilir. Bu, «B üyük günah işleyenin duru m u » me-
selesiydi. Daha önce Haricîlerin en büyük fırkası olan Ezârika’nın bü­
yük günah işleyenin dinden çıkacağı görüşünde olduğunu belirtmiş­
tik. İşte bu kanaat, genel olarak bütün İslâm düşünürlerini iman ha­
kikatini araştırmaya şevketti. Farzlan yerine getirmek, büyük gü­
nahlardan kaçmmak imandan bir cüz sayılır mı, sayılmaz mı? Allah’a
ve Peygamber’e inanıp da farzlan yerine getirmeyen veya büyük gü­
nahlardan (K ebair) kaçmmayanm hükmü nedir? Y eri neresidir? Bu
soruların ardmdan kelâmcılarm, «K ulların fiillerinin yaratılm ası» di­
ye tartıştıkları meseleye gelindi. Bu konular tartışılırken Mürcie, Ceb­
riyye ve Mutezile olmak üzere üç görüş ortaya çıktı.

M ü t cie ’nin Görüşü:

Mürcie’nin görüşü şöyle özetlenebilir; İman, hiç şüphesiz, Allah'ın


birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini kalben ikrar etmektir.
K im böylece ikrar ederse farizaları yerine getirmiş olsun veya olma­
sın, büyük günahlardan uzak dursun veya işlesin o kimse mü’mindir.
Şâirleri diyor ki:
«Samet olan Allah'ın birliğine inanan insanları, şirke götürecek
bir günah görmüyorum.»
Mürcie’nin bazı kollan, farizaları yerine getirmeyen ve büyük gü­
nah işleyenler hakkında dünyada bir hüküm verilmeyeceğini belirtmek­
te ve hükmü kıyamet gününde Allah’a havale etmektedirler. (1)
Mürcie ismi, «hükmü tehir» anlamına gelen, «irca» kelimesinden
türemiştir. Mürcie’nin Yûnus b. Avn en-Numeyrî’ye bağlı olan Yû-
nusiyye kolu, imanın, Allah’ı bilmek, ona boyun eğip kibirlenmemek
ve kalben sevmekten ibaret olduğu görüşünde olup bu özellikleri ken­
dinde bulunduran şahıs mü’mindir, der. Bunların dışında kalan şeyler
iman değildir ve terkedilmeleri imanm hakikatine zarar vermez. Eğer
imanı halis ise, ibadeti terketmesinden dolayı azab görmez. (2) «M ür­
cie» kelimesinin Arapça, «Üm it verdi» anlamına gelen, «Erceandan tü-

(1) Şehrlstanî, el-Mllel ve’n-NUıal, I, 125


(2) Şehrlstanİ, Aynı eser, I, 125
EM EVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR H AREKETLERİ 541

retüdiği ileri sürülmektedir. «Ercea», yani «A l için ümit verdi». Bun­


lara göre, «B ir insan kâfir iken, onun taat ve ibadeti nasıl kendisine
bir fayda vermezse, mü’minln de işlediği günah onun İmanına zarar
vermez.» Ubeyd el-Mükteib'ln, «Tevhid üzere ölene, işlediği günah ve
yaptığı kötülükler zarar vermez» sözü de bu mezhebin görüşleri ara­
sında rivayet edilenlerdendir. (1)
Mürcie liderlerinden Gassan el-Kûfi, «İm an Allah'ı ve Rasûlul-
lah’ı bilmek, Allah’ın indirdiklerini ve Rasûlullah'ın getirdiklerini ik­
rar etmektir. İman artmaz ve eksilmez» demiştir. (2) Bu görüş Ehl-1
Hadis ve Ehl-i Sünnet’in görüşüne aylandır. Çünkü onlar taat ve
ibadetle imaıırn güçleneceği, maslyet ve günahla ise İmarım zayıfla­
yacağı görüşündedirler. «Allah’ın âyetle'i onlara okunduğu zaman
im anlarını kat kat a rtırır» (3 ) âyeti bunun delilidir. Artmayı kabul
eden eksilmeyi de kabul eder. Hz. Peygamber’e, alman artar veya ek­
silir m i? » diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: «Evet, sahibini
cennete sokacak kadar artar ve sahibini ateşe sokacak kadar da eksi­
lir.» Ebû Hanîfe de özünde imarım artıp eksilmeyeceği görüşündedir.
Bu noktada Gassan el-Kûfı’ye muvafakat eder. İmanın artıp eksilece­
ğine dair varit olan delilleri ise tevil eder. (4)

Cebriyye'nin Görüşü:

Cebriyye ise kulun yaptığı İşleri rolü meselesinden hareket ederek


şu görüşü ileri sürer: «İnsanın işlediği iyl-kötü bütün ameller onun
ameli değildir. Onlar, Allah'ın kullan eliyle icra ettiği yaratışıdır.
Kulun herhangi bir fiili olmadığı gibi, o fiili yapmaya gücü de yok­
tur. Bundan dolayı da mü'min işlediği günahlardan dolayı kâfir ol­
maz. Çünkü onlan işlemeye «mecbur» dur. Mü’min havada asılı bir
tüy gibidir. Rüzgâr onu nasıl hareket ettirirse, ona göre hareket eder.
Cebriyye fırkasının lideri olan Cehm b. Safvan (Cebriyye’nin bu kolu­
na ona nispetle Cehmiyye de denilir)’m sözlerinden bazılan şöyledlr:
«İnsanın hiç bir şeyi yapmaya gücü yoktur. İnsan güç ile vasıl­
lanamaz. O bütün amelelinde «mecbur» dur. Ne gücü vardır, ne de
seçme hürriyeti. Allah cansız varlıktan nasıl yaratıyorsa insanın amel­

di Daha geniş bilgi İçin bkz. Şehrlstanl, Aynı eser; İbn Hazm. el-FasI;
Eş'ari, Makâlâtü'l-İslâmlyytn; Bağdadi. el-Fark beynel-Flrak ve Nlc-
holson. A Llterary History of the Arabs
(2) Aynı Kaynaklar.
(3) Enfal sûresi, âyet 2
(4) Mahmud el-Beşbişl, el-Flraku’l-İsl&mlyye, 16
542 doğuştan günllmUze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

lerini de öylece yaratır. Y aptığı İşler insana, cansızlarda olduğu gibi


mecazen nispet edilir. Aynen ağaç meyve verdi, su aktı, taş hareket
etti, güneş doğdu ve battı, hava bulutlandı ve yağmur yağdı, yer sal­
landı ve yeşillendi gibi fiiller nasıl cansızlara mecazen nispet ediliyor­
sa, insana da yaptıkları mecazen nispet edilir. Sevap da, ceza da amel
gibi «cebrindir.» Cehm b. Safvan, bu görüşlerini şöyle tanımlıyor: Ce­
bir sabit olduğuna göre, insanın m ükellefiyeti de cebirdir. ( 1 )

Cehm ve taraftarları, cebir hakkmdaki görüşlerini, kendilerini


teyit ediyor zannettikleri şu âyetlerle desteklerler: «E y M uham m edi
Şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdirem ezsin. Fakat A lla h , d iled iği­
n i hidayete e rd irir.» (2 ) «E y M uham m edi E ğer Rahibin dileseydi, yer-
yüzündekilerin hepsi im an ederdi.» (3 ) «A lla h on la rın k a lp lerin i ve
kulaklarım m ü h ü rlem iştir. G özlerin in üzerinde de perde v a rd ır.» (4 )
«E ğ er A lla h , sizi azdırm ayı dtlerse, öğü t verm ek istesem de öğüdüm
size fayda verm ez.» (5 )

E hl-i S ü n n e t ’in Görüşü:

Müslümanların çoğunluğu, mü’m inleri tembelliğe davet edip, m e­


suliyeti ortadan kaldıran bu tehlikeli görüşe karşı çıktılar. Ehl-i Sün­
net mezhepleri, Cebriyye’yi reddederken K u r’an âyetlerini delil ola­
rak gösterirler. Allah buyuruyor ki:

«A lla h ’a ortak koşanlar, şöyle diyecektir: «E ğ er Allah dileseydi


ne biz, ne de babalarımız O’na ortak koşardık. Ve ne de bir şeyi ha­
ram kılardık.» Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Nihayet
azabımızı tattılar. Onlara de ki: «Meydana çıkararak bize göstereceği­
niz bir bilgi var mı? Siz sadece «Zannna tâbi oluyorsunuz. Ve siz ya­
lan söylüyorsunuz.» De k i: «E n üstün delil Allah’ındır. O dileseydi he­
pinizi hidayete erdirirdi.» (6 )

«A llah'a ortak koşanlar: «E ğer Allah dileseydi ne biz, ne de ata­


larım ız O'ndan başka hiç bir şeye ibadet etmezdik. Yine O’nun helâl
kıldığını haram saymazdık» derler. Bunlardan önceki kâfirler de böyle

(1) Şehristanl, el-MUel ve’n-Nlhal, I, 80


(2) Kasas sûresi, ayet 66
(3) Yunus sûresi, âyet 99
(4) Bakara sûresi, âyet 7
(6) Hûd sûresi, âyet 34
(6) En'am sûresi, âyet 148-149
EMEVÎLKR DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 543

yapmışlardı. Peygamberlere düşen apaçık tebliğdir.» (1 )


« Onlara, «Allah’ın size verdiği m iktardan intak edin» dendiği
zaman, inkâr edenler, iman edenlere: « Allah’ın istese doyurabileceği
kimseyi biz m i doyuracak mışız? Siz, ancak apaçık bir sapıklık için­
desiniz» d erle r.»(2 )
uOnlar: « Eğer Rahman olan Allah dileseydi kendisine ortak koş­
tuklarımıza ibadet etmezdik» derler. Onlar, bunu söylerken hiç bir
bilgiye dayanmıyorlar. Onlar sadece yalan söylüyorlar.» ( 3 )
Allah, İnsanın yaptığı İyi İşlerin lehine, kötü İşlerin de aleyhine
olacağını ispat İçin buyuruyor kİ:
«A lla h bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mesul tutar. Her­
kesin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir.» (4 )
«K im zerre miktarı iyüik yapmışsa, onun sevabını görür. K im de
zerre m iktarı kötülük yapmışsa, onun cezasını g ö rü r.»(5 )
«İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur.» ( 6 )
İmam Câier es-S&dık da bu konuda şunları söylüyor:
«A llah bizi yaratırken bir şey murat etmiş ve bizden bir şey is­
temiştir. Bizi yaratmakla murat ettiği şeyi bizden gizlemiş, bizden is­
tediğini ise bize açıklamıştır. Ne oluyor da biz Allah'ın bizden istedi­
ğ in i yapmıyor, gidip bizi yaratmakla m urat e ttiğ i şeyle meşgul olu­
yoruz. Bize ne oluyor da zâhiri bırakıp bâtınla uğraşıyoruz.» (7 )
Muhammed Şeltut, İnsanın «İrade hürriyetin ve «mecburiyetin
meselesinde doğru olanı açıklayarak şöyle diyor:
«Evet Allah, ilmiyle insanın kendi iradesini kullanarak gideceği
doğru veya yanlış yolu, hayrı ve şerri bilir. Allah’ın bilmesinde onla­
rı icbar ve zorlama yoktur. Olanlar ve olacaklar, Allah'ın daimi sün­
netinin ortaya çıkışıdır. O da mesuliyet, sevap ve cezanın üzerine bi­
na edildiği irade sünnetidir.n ( 8 )
Muhammed Abduh ise bu konuda şunlan belirtir:
«A klı ve duyu organları sağlam olan bir kimse, nasıl kendisinin
var olduğunu biliyor ve varlığını ispat edecek bir delil ve hocaya İh­
tiyaç duymuyorsa, aynı şekilde, iradi işlerinin idraki içinde olduğunu

(1) Nahl sûresi. Ayet 35


(2) Yasin sûresi, Ayet 47
(3) Zuhruf sûresi. Ayet 20
(4) Bakara sûresi. Ayet 286
(5) Zllzal sûresi. Ayet 7-8
(6) Necm sûresi. Ayet 39
(7) Şehristanl, el-Mllel ve’n-Nlhal, I. 147
(8) Muhammed Şeltut, el-lslAm, Ahldetfln ve ŞerlatUn, 47
544 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

ve bu iradi amellerin sonuçlarını aklıyla tartıp, isteyerek işlediğini


ve onlan duyularıyla değerlendirdiğini de görür.
Kendinde gördüğü gibi, aklı ve duyuları sağlam olan İnsanlarda
da bunu müşahede eder. Bununla beraber razı etmek istediği dostunu
kızdırıp, elde etmek istediği rızkı elden kaçırabilir. Bazan da kurtul­
maya çalışırken helake gider. Sonra da döner yaptığı işi iyice değer­
lendirmediği için kendine kızar. Ve birinci kaybını diğer şeylerde yol
gösterici olarak kullanır. İşini daha sağlam yollarla, daha sağlam
araçlarla yapmaya çalışır. Arzuladığı şey ile kendi arasına giren kim ­
seye karşı, gazap ateşi tutuşur ve arzuladığına ulaşma hususundaki
başarısızlığı, aynı şeyi arzulayan rakibine karşı mücadeleye sevkeder.
Şayet yaptığı iş kendi ihmali veya rakibinin etkisi olmaksızın başarı­
sızlığa uğramışsa -bir rüzgârın malını helâk etmesi, yıldırım düşerek
mülkünü yakması, yardımına muhtaç olduğu kimsenin ölmesi, işini
görecek bir makam sahibinin azli gibi- daha yüce bir işe koyulur. K â i­
natta güç yetiremeyeceği oranda yüce kuvvetlerin varlığını anlayıp
onlara boyun eğer, fakat yine de başarabilmek için çaba sarfeder.
Bunun ötesinde, Allah'ın ilminin ve iradesinin her şeyi kuşattı­
ğını gösteren delil ile, irade sahibinin iradesiyle işlediğinin bedlhill-
ğini gösteren delil arasmda uzlaştırmaya gitmek, münakaşası bize
yasaklanmış olan kaderin sırrım araştırmak ve akılların ulaşamaya­
cağı bir şey Ue meşgul olmak demektir.
Kulun fiillerini kesbetmesi (kazanması) inancının, Allah’a şirk
(ortak) koşmaya götüreceği iddiası. K itap ve Sünnet’te ta rif edilen
«şirku in mânâsım bilmemekten kaynaklanır. Çünkü şirk, Allah’tan
başkasının Allah'ın koymuş olduğu zahiri sebeplerden daha fazla bir
etkiye sahip olmasına inanmaktır. Herhangi bir şeyin, Allah'ın kud­
reti dışında kaldığına, başka bir gücün o işe hâkim olduğuna inanmak
şirktir. Kulun güç yetiremediği-bir-konuda Allah’tan başkasından yar­
dım dilemesi ve Allah’tan başkasını ta’zim etmesi şirktir.
İşte, dünyaya meyledenler ve benzerlerinin düştüğü şirk budur.
İslâm inancı, bu şirki ortadan kaldırıp işi, beşeri gücün ve dünya­
daki sebeplerin üstünde sadece Allah’a havale etm eyi ön görmüş, İn­
san saadeti ve faaliyetlerinin doğru yolda olması için İki önemli pren­
sip getirmiştir.
Birinci prensip: Kul, kendisini mutluluğa götürecek şeyi kendi
irade ve gücüyle kazanmaktadır.
İkinci prensip: Allah'ın kudreti, varolan her şeyin kaynağıdır.
Kul, kazanamadığı şeyi Allah’tan başkasının yardım ıyla elde edemez
ve Allah'ın lütfü ve dilemesi dışında hiç bir şey kula yardım edemez.
EMEVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 545

K âinatı yaratan, şahıslan ve eşyayı var ettiği gibi onlara bazı


varoluş özelliklerini de bahşeder. İnsan varlığının temel özelliklerin­
den biri de düşünebilmektir. İnsan, bu yeteneği sebebiyle yaptığı iş­
leri seçerek yapar. İrade eder. Zira insanın ameli, keBp ve iradeden
hasıl olmakta, Allah'ın onlan bilmesi kulun kespte sarfedeceğl ira­
desini elinden almamaktadır. ( 1 )
Şunu da ilâve edelim ki, bizim hakkımızda yazılmış olanlar bir
emir değil ilerde olacakların kaydından ibarettir. Tarihçi geçmlştekl-
leri tedvin edebiliyorsa, Allah'ın kudreti maziyi nasıl biliyor ve ku­
şatıyorsa, aynı şeklide şimdiki zamanı ve geleceği de kuşatır. O sebep­
ten Allah, her insandan hasıl olacak fiilleri, yapmalarım emretmeksi-
zin kaydetmiştir.

M u t e z i l e ’nin Görüşü.'

MutezUe’nin görüşü şudur: « K ul kendi fiillerin i kendi yaratır.


Yaptığı hayır karşılığında sevabı, işlediği günah karşılığında cezayı
hak eder.» Mutezile bu görüşlerine Kur’an-ı Kerim ’den bazı âyetleri
delil olarak gösterir. Bu âyetlerden bir kaçını zikredelim:
« Herkes kazandığına karşılık bir re h in d ir.»(2 )
«Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.» (3 )
«B iz ona hidayet yolunu gösterdik. Ya şükreder veya nankör­
lü k.» (4 )
«Doğrusu bu âyetler birer öğüttür. Dileyen, Rabbine giden bir
yol tu ta r .»($ )
«K im salih amel işlerse onun mükâfatı kendinedir. K im de kötü
amel işlerse, onun zararı yine kendinedir. Yoksa Rabbin, kullarına
karşı asla zalim d eğild ir.»(6 )
«İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsa­
nın yaptığı amelin karşılığı mutlaka görülür. Sonra yaptıklarının kar­
şılığı ona tamamen verilecektir.»(7 )
«K im bir günah kazanırsa, ancak kendi aleyhine kazanmış
o lu r.» (S )

(1) Muhammed Abduh, Rlsâletu’ l-Tevhld, 57-62


(2) Milddesir sûresi, âyet 3B
(3) Keht sûresi, âyet 29
(4) İnsan sûresi, âyet 3
(5) Müzemmil sûresi, âyet 19
(6) Fussllet sûresi, âyet 46
(7) Necm sûresi, âyet 39-41
(8) Nisâ sûresi, âyet 111
F. : 35
546 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

İnsan, eğer kendi llilin i kendi yaratıyor ve bu yüzden mesul olup


iyiliğe karşı sevap, kötülüğe karşı da ceza görüyorsa, büyük günah
işleyenin Mutezile’ye göre durumu nedir?
Bu sorunun cevabım Şehristanî bize şöyle nakletmektedir:
«Haşan el-Basrî’nin yanına gelen bir kişi şöyle sordu: «Zam anı­
mızda büyük günah işleyenleri tekfir eden bir topluluk zuhur etti.
Büyük günah, onlara göre, müslümanı dinden çıkaran bir küfürdür.
Bunlar, kendilerini Haricî olarak tanıtıyorlar. Bir diğer gurup ise, bü­
yük günah işleyenlerin hükmünü âhirete bırakıyorlar. Onlar, büyük
günahın, imarım özüne zarar vermediğine inandıkları gibi, amelin
imandan bir parça olmadığına da inanıyorlar ve küfür içinde itaat
nasıl fayda vermezse, İman varken işlenen günah da İmana zarar
vermez, diyorlar. Bunlar da ümmetin Mürcle’sidir. Bu guruplar hak­
kında itikadî olarak hükmünüz nedir?»
Haşan el-Basri bu soru üzerinde düşünürken öğrencilerinden Vâ­
sıl b. Atâ, ortaya atılarak şöyle dedi: «Büyük günah sahibinin mut­
lak olarak ne kâfir, ne de müslüman olduğu söylenebilir. O kimse iki
menzile arasında bir menzilededir. Ne kâfirdir, ne de m ü 'm in .»(l)
Şehristanî, hadisenin devamım şöyle anlatıyor: Vâsıl, Hasan’ın
ilim halkasından aynlarak mescit sütunlarından birinin dibinde, gö­
rüşünü Haşan taraftarlarına anlatmaya başladı. Haşan el-Basri, «V â­
sıl bizden itiza l etti (a y rıld ı)» dedi. Bu yüzden Vâsü b. A tâ ve taraf­
tarları, «Mutezile» diye isimlendirildiler. Şehristanî, Vâsü’ın görüşü- .
nü teyit için yaptığı izahları da nakleder:
İman, bazı hayırlı hasletlerden ibarettir. Bu hasletler, bir şahıs­
ta bulunursa o kimseye mü’min denir. Bu bir övgü ismidir. Büyük
günah işleyen kişi, hayır hasletlerini benliğinde toplamış olmadığın­
dan övülmeye de lâyık değildir. Bu yüzden «m ü’m in» diye de isimlen­
dirilmez. Ona mutlak olarak kâfir de denemez. Çünkü şehadet keli­
mesini söylemekte, bunun yanmda diğer hayırlı ameller de işlemekte­
dir. Öyleyse küfürde de değildir. Fakat dünyadan tevbe etmeksizin gi­
derse, ebedi olarak ateşte kalacaklardan olur. Çünkü âhirette İki kı­
sım insan vardır: Bir kısmı cennette, bir kısmı ise cehennemdedir. Fa­
kat bu kişinin azabı kâfirlerin azabmdan daha azdır. ( 2 )
İşte, Haşan el-BaSri'nin ilim halkasının parçalanmasına ve Mute-
zile'nin doğuşuna sebep olan, «büyük günah işleyen (mürteklbü’l-ke-

(1) Şehristanî, el-Mllel ve’n-Nihal, I, 52


(2) Şehristanî, Aynı eser, I, 52
EMEVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 547

bire mevzuu budur. Fakat elimizde Haşan el-Basri ile talebesi Vâsıl
arasındaki anlaşmazlığın, «büyük günah işleyen kişi» mevzuundan
önce başladığını gösteren bilgiler vardır. Şehristani, el-Milel ve’n-Nl-
hal adlı eserinde, Vâsıl ve arkadaşı Amr b. Ubeyd’in, «insanın fiil­
lerini kendisinin yarattığı» görüşüne yöneldiğini anlatır. «Kulların
kendi fiillerini yaratması» konusu, «büyük günah işleyen» konusun­
dan daha geniştir. Şehristani ayrıca, Vâsıl ve arkadaşının, Allah'ın
sıfatlarım kabul etmediklerini de zikreder. Vâsıl ve arkadaşı Amr b.
Ubeyd’in bu iki meselede Haşan el-Basri’ye muhalif oldukları bilini­
yordu. Buna rağmen Haşan el-Basri’nin ilim halkasına devam ediyor­
lardı. «Büyük günah işleyen» konusuna gelince anlaşmazlık alanı
genişleyerek ayrılığa sebep oldu. Şehristani bu bilgileri verdikten son­
ra şöyle diyor: Vâsıl ayrıldı, kader ve sıfatlan inkârda muvafakat
eden Am r b. Ubeyd de onu takip e tti.(l)
Dikkat edilecek nokta Vâsıl’ın, «büyük günah işleyen» sorusu so­
rulduğunda hocasının cevabını beklememesidir. Çünkü Vâsıl, hocası­
nın cevabım biliyordu. Haşan el-Basri, kaza ve kader hakkında hadis
ehli gibi düşünüyordu. Yani, «kulun fiillerini Allah'ın yarattığı, onun
ise kesb diye isimlendirilen seçime ve o İşe yönelmeden başka rolü
olm adığı» kanaatlndeydi. Vâsıl, aynı zamanda hadis ehlinin, amelle­
rin imandan bir cüz olmadığı görüşünü benimsediklerini de biliyordu.
Bu yüzden Vâsü, Haşan el-Basri’nln büyük günah işleyeni âsi mü’mln
sayan görüşünü belirtmesine fırsat vermeden ortaya atüarak kendi
görüşünü açıkladı.
İşte böylece Mutezile ortaya çıktı. Başlangıçları daha önce söy­
lediğim iz gibi, Haricîlerin büyük günah işleyen hakkmdaki görüşlerine
muhalefet ile irtibatlıydı. Ayrıca bu konu dışında da değişik görüşler
ileriye sürdüler. Gurubun ilmi birikimi belli bir seviyeye ulaşınca,
önde gelen âlimleri görüşlerini açıklamaya ve hedeflerini tespite baş­
ladılar. Bütün bunlar ikinci hicri asrm başlarında oluyordu. Mutezi-
lîler, ilkelerini belirlerken akla dayanmışlardı. Bu sebepten her ko­
nuda aklı ön plâna alıp, onu rehber edindiler. Daha sonra felsefeye
yöneldiler. Özellikle İslâm âleminde ilmi kalkınma genişleyip, çeşitli
m illetlerin felsefi akımları ile ilgili eserler Arapçaya çevrilince, fel­
sefeden geniş bir şekilde yararlanma yolunu tuttular. Felsefe, İslâm
düşmanlarının İslâm’a karşı kullandığı bir silâhtı. Mutezile, bu silâh­
tan İslâm adına İstifadeyi düşündü. Felsefe yoluyla İslâm’a saldıran
veya tenkit edenlere, kendi silâhlarıyla karşı koyarak İslâm’ı müda­
faaya çalıştı. Şehristani, M 'itezile’nin Allah'ın sıfatlarım İnkâr husu­
sundaki görüşlerini izah ederken şöyle diyor:

(1) Şehristani, Aynı eser, I. 52


548 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

«Bu söz başlangıçta olgunlaşmamıştı. Vâsıl b. Atâ, iki kadim ve


ezelî ilâh’ın birarada bulunmasının imkânsızlığından hareketle şu gö­
rüşü ileri sürdü: «Kadim bir mânâ ve sıfatı kabul eden, iki ilâhı da
kabul etmiş demektir.» Vâsü’ın taraftarları da, felsefe kitaplarını tet­
kik edince bütün sıfatların âlim ve kadir sıfatlarına râcl olduğu gö­
rüşüne vardılar. Daha sonra da el-Cubbai’nin dediği gibi, «İlim ve
kudret, kadim olan varlığın iki zâti sıfatıdır» hükmüne varmışlardır.
Şehristanî’ye göre, Haşan el-Basrî’nin kudret ve ilim sıfatlarını «âli-
m iyyet» olarak tek sıfata irca etme temayülü ise felsefecilerin yolu­
nun ta kendisidir. ( 1 )
Ahmed Emin şöyle diyor: Doğrusu İslâm ’da, kelâm ilm ini ihdas
edenler Mutezile mensuplarıdır. Yine İslâm’da din düşmanlarına kar­
şı, kendi silâhlarıyla mukabele eden ilk taife de Mutezile olmuştur.
Bu, hicri II. asrm başlarında İslâm’a giren yahudi, hristiyan, meclisi
ve dehrîlerin tesirlerinin ortaya Çıktığı zamana tekabül eder. Bun­
ların voğ;u, kafaları eski dinlerimi! etkisiyle dolu olarak İslâm’a gel­
diler. Öyle ki, Allah'a ve Hz. Peygamber'e imandan başka İslâm î özel­
lik taşımaz oldular. Çok geçmeden ]de eski dinlerindeki meseleleri İs­
lâm bünyesinde tartışmaya başladılar. Sözünü ettiğim iz dinler. Yu­
nan felsefesi ve m antığıyla karışarak tanınmaz hale gelmiştir. Pek
çok prensipleri felsefî bir hüviyete bürünmüştü. İnanç sisteminin sa­
deliğiyle temayüz etmiş olan İslâm’ijn önüne de, bu meseleler getiril­
di ve sanki İslâm 'ın meselesiymiş gibi sorular yöneltildi. Bunu ya­
panlar sadece İslâm ’a yeni girenler] değildi. İslâm ülkeleri «zım m î»
denilen çeşitli din mensuplarıyla doluydu ve bunların çoğu Emevî
hilâfetinde tehlikeli makamlar elde etmişlerdi. Hristiyanlar kendi din­
lerinde tartışılagelen, Allah'ın sıfatlan ve kader meselesi gibi konu­
la n ortaya attılar. Zerdüştiler kendi dinlerindeki bazı meseleleri ge­
tirdiler. Bütün bunlar, Mutezilileri düşmanlarının silâhıyla silâhlan-
maya davet ediyordu. B ir yandan C ebriyye ile, diğer yandan Allah'ı
inkâr edenlerle mücadele ettiler. Bir taraftan da yahudi ve hristiyan-
larm uyandırdıktan şüpheleri reddetmeye çalıştılar. ( 2 )

B. M U T E Z İL E ’N İN İL K E L E R İ I

Mutezile mezhebinin savunduğu 1temel görüşler şunlardır:

a) A d i:
Mutezile, «K u l kendi fiilin i kendisi yaratır ve ona göre mükâfat
veya ceza görü r» meselesine kısaca «A d i» ismini verir. Adi prensibine

(1) Şehrlstanl, el-MUel ve'n-Nihal, I, 51


(2) Ahmed Emin. Fecru'l-İslâm, 299-300
/
KMEVtLER DÖNEMİNDE F İK İR H A W K ifi1.w>1 540

göre, Allah’a şerr, zulüm, küfür ve maslyet gibi peyleri yaratmak İza­
fe edilemez.
Çünkü zulüm yaratırsa zâlim olur. Mutezile, A llah ’ın İyilik ve
hayırdan başka bir şey yaratmadığına kanidir. Bu İlkelerinden dola­
yı Mutezlle’ye, «Adllyye» İsmi de verilmiştir. Yine bu yüzden onlara,
«K aderlyye» de denilmiştir. Yani «Kaza ve kader meselesine karşı çı­
kanlar ve ona inanmayanlar» anlam ına Bu ismi Mutezile kabul et­
mez. Onlar, «Kaderlyyeanln kaderi İnkâr edenlere değil, kadere İna­
nanlara verilmesi gerektiği görüşündedirler. Bu İsmi sevmemelerinin
asıl sebebi ise, Hz. Peygamber’ln, «Kaderiyye, bu üm m etin mecûsile-
Tidir» şeklindeki hadisidir. Yine Hz. Peygamber’den, «Kaderiyye, ka­
der hususunda Allah'ın hasımlandır» hadls-1 şerifi rivayet edilmiştir.
Bu yüzden kadere İnananlar, bu İsmi Mutezlle’ye, Mutezile İse kade­
re inananlara yakıştırır. ( 1 )
Bu hadisler bize, kader meselesinin Hz. Peygamber zamanında
tartışılmaya başlandığım ve üzerinde çokça konuşulan eski bir mevzu
olduğunu gösterir. İslâm dünyasına girişinin İse müslüman olan bir
hrlstiyan vasıtasıyla olduğu rivayet edilir. Ondan Mabder el-Cühenl
ve Gaylân ed-Dımaşkl almıştır. Zaman zaman İslâm meclislerinde ko­
nuşulan bu mevzu. Mutezile zamanında onların da İlgi alanına gir­
miş ve konuyu »m İ bir yaklaşım la ele almaya, üzerinde titizlikle de­
ğerlendirmeler yapmaya yönelmişlerdir.

b) T e v h id :
Mutezile, Allah'ın sıfatlarım inkâra « Tevhid» ismini verir. Mute­
zile, Allah’a «kadim sıfatlarının izafesini» kabul etmez. Onlara göre,
kadim sıfatların varlığım kabul etmek demek, kadim varlıkları ço­
ğaltm ak demektir. Bu ise şirktir. Allah zatiyle âlim, zatiyle kadir, za­
tiyle mütekellimdlr, derler. Görüşlerine bağlı olarak da, K ur’an'ın
mahluk olduğunu ileri sürerler. «Çünkü Allah’tan başka kadim yok­
tur.»
Sıfatların inkârından dolayı Mutezlle’nin muarızlan onlara, «Mu-
attıle» ism ini verirler. Çünkü Allah’ın sıfatlarım tatil ve İlga etmek­
tedirler. Sıfatların varlığım kabul edenler İse, «sıfatiyye» diye isim­
lendirilir.
Bu iki ilke yüzünden Mutezile kendisine, «Eylü'l-Adl ve’t-Tevhid»
denmesini İster. ( 2 )

(1) Daha geniş bilgi İçin bkz. gehrlatanl, el-Mllel ve’n-Nlhal; İbn Hazm.
el-FasI; Eş'arI, MakAUtdl-talAınlyrln
(2) Aynı kaynaklar.
550 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

cl V a’d ve V a id :
M 'tezile’ye göre bir müslüman, dünyadan İtaat üzere tevbe ede­
rek ayrılmış ise sevabı ve sevabın ötesinde fazileti hak eder. Şayet
büyük günah işlemişse ve tevbe etmeden de dünyadan göçmüşse, ebe-
diyyen cehennemde kalacaktır. Fakat azabı kâfirlerin azabmdan da­
ha h a fif olacaktır. Mutezile bu durumu «va’d ve vaid» diye isimlen­
dirmiştir.

d) Hüsün ve K u b u h :

Mutezile, aklın iyiyi, kötüden ayırdedebileceği görüşündedir. İy i


ve kötünün mahiyeti bellidir. İnsanın iyiyi alıp, kötüyü terketmesl
gerekir. İyiyi ve kötüyü bilmek için peygamber gönderilmesine gerek
yoktur. İnsan iyiyi ve kötüyü bilmekte ihmalkâr davranırsa cezalan­
dırılır. İyiy i bildiği halde yapmadığı, kötüyü de bilip ondan kaçınma­
dığı takdirde cezayı hakeder. Peygamberlerin gönderilmesi Allalı’ın
kullarına yardımını artırmasıdır. «... Helâk olan da açıkça, delili gör­
dükten sonra helâk olsun, yaşayan da açıkça delili gördükten sonra
yaşasın. . . » (1 )
Vâsıl b. A tâ’nın, Cemel vakası ve Sıffın savaşma katılanlar hak­
kında da bir değerlendirmesi vardır. Vâsü, cemaat tayin etmeksizin
savaşa katılan İki guruptan birisinin mutlaka fasık olduğu kanaatin­
dedir. (2) Şehıistanî, bu düşünceyi de Mutezlle’nin bir ilkesi olarak
kabul etmektedir.
Ancak bunun bir ilke olarak değerlendirilmesi biraz tartışmalı­
dır. Zira ilkenin, ferdî hadiselerin ölçüye vurulacağı genel bir değer­
lendirme kıstası olması gerekir. Şayet Şehristanî, Vâsü’m, «İk i müs­
lüman gurup arasında çıkacak her anlaşmazlık veya harpte bir ta­
rafın fasık olacağım murat ettiğini» kastediyorsa durum değişir. Ama
Vâsıl'm böyle söyleyeceğine ihtimal verilemez.
İşte Mutezlle’nin kabul ettiği tem el ilkeler bunlardır. Mutezile
basit ve kolay bir mezhep olarak başlamış, fakat Abbasîler zamanın­
da bünyesine çeşitli faraziyeler girdiği için bazı görüşleriyle İslâm’a
yabancılaşmıştır. Mutezile sayfasını kapatmadan önce, bu fırkaya yö­
neltilen tenkitleri de zikretmeyi gerekli görüyoruz:

(1) Enfâl sûresi, âyet 42


(2) Şehristanî, el-Milel ve’n-Nlfıal, I. 52-54
EMEVÎLKR DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 551

C. M U T E Z İL E 'Y E TEN K İTLER


a) A k lın G ü cü :
Mutezile, işe aklı ön plâna almakla başladı ve bunda da aşın git­
ti. Öyle kİ her meseleyi, akıl plânında anlamaya ve yorumlamaya
kalkıştılar. Oysa İslâm, aklı kabul etmekle birlikte sınırlarını da gö­
zetmiş ve vahyi akla rehber kılmıştı. Mutezile buna dikkat etmedi.
Her şeyi akıl ölçüsüne vuran bazdan ebediyet akışının da kesileceği­
ne hükmetmeye kadar varddar. Bunlar cennet, cehennem ve içindeki­
lerin daimî bir sükûnete ereceklerini ve uyuşup kalacaklannı, bu sü­
kûnet anında cennet ehlinin cennet lezzetlerini, cehennem ehlinin de
cehennem acılarını tadacaklarını söylediler. Bu görüşe akli değerlen­
dirmeler sonucu gelmişlerdi. Akıl onlara, «Başlangıcı olan şeyin sonu
da vardır, cennetin ve cehennemin başlangıcı olduğuna göre mutlaka
bir sonu da olmalıdır» fikrini telkin etmişti. ( 1 )

b) İslâm’ın S a deliği:
İslâm, kolaylık ve sadeliği kabul eder. Fakat Mutezile, bu müsa­
mahakâr ve sade akideyi felsefe, lahûti araştırmalar ve İslâm'ın an­
cak insanın kavrama kabiliyeti ölçüsünde açıkladığı kevniyyat yile
ilgili konulan deşerek zorlaştırdı.

c) Felsefe:
Mutezile, felsefe okyanusuna şüphesiz İslâm’ı müdafaa için gir­
di. Fakat çoğu, elindeki silâhla kendini vurdu. Başka bir ifade ile,
bazılan bu felsefe okyanusunda boğuldular, çarpıldılar ve sapıttılar,
ö y le ki bazılan, tenasühün (Ruhun öldükten sonra başka bir beden­
de dünyaya dönüşü) varlığına ve (haşa) Allah'ın yalan söylemeye
ve zulmetmeye gücü yettiğine, yalan söylerse yalancı, zulmederse de
zâlim olacağına hükmetmeye kadar gittiler. ( 2 )
Mutezile, İslâm'ın ilk çağında vuku bulan fitne olaylarım değer­
lendirirken sahabeye dil uzatmayı caiz görmüş ve gerek Hz. Peygam-
ber'e yakın destekleri olan, gerekse İslâm'ın yayılmasında büyük hiz­
metleri geçen sahabeye hiç de uygun düşmeyecek şekilde hücum et­
miştir. Öyle ki onları, «fâsık» diye nitelendirecek kadar haddi aş­
mıştır. (3) Bunların yamsıra, K ur’an’ın mahlûk olduğu yolunda-

(1) Şehristani, Aynı eser, I, 54


(2) Şehristani. Aynı eser, I. 61. 67
(3) Şehristani. Aynı eser, I. 5?
552 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

ki görüşlerine katılmayanlara karşı M e’mun’un siyasî gücünden İs­


tifade İle kullandıkları baskı, etraflarındaki insanların dağılmasına,
sonra da mezhep olarak çöküp yok olmalarına sebep teşkil etmiştir.

İşte Emevî devri... Siyasî ve fikrî hareketlerle dolu bir devir...


Gerçekleştirdiği fetihler, İslâm’a cezbettlği topluluklar ve ortaya çı­
kan fikir akım lan açısından Emevî devri, İslâm tarihinde önemli bir
yere sahiptir. Abbasîler devrinde ortaya çıkan bazı fikri akımların
kökü de Emevî dönemine ulaşır. Bu yönüyle, Emevîler dönemi, İs­
lâm dünyasının fikrî gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur.
7. D İĞ E R D İN LE R D E VE İS L A M ’D A F IR K A L A R

Emevîler döneminde İslâm dünyasında oluşmaya başlayan fırka­


ları toplu olarak sunmaya çalıştık. Şimdi şu soru üzerinde düşünebi­
liriz: Acaba bu fırkalar gerçekten «İslâmî fırkalar» mıdır?
Mukayeseli dinler tarihi, Yahudilik, Hrlstiyanlık, Budizm, Zer-
düştlük gibi semavî veya beşerî dinlerin bünyesinde bir çok fırka bu­
lunduğunu kaydeder. Bu fırkaların, kendi dinlerinde bazı kökleri ol­
duğunu ve temel dini meselelerde olsun, İnsanî bir konuda olsun gö­
rüşler getirdiğini yine mukayeseli dinler tarihi bize bildiriyor. Bu
noktayı açıklamak için bazı misâller verelim:
Yahudilikte Ferlsiler, Sadukîler ve Karraûn gibi fırkalar vardır.
Bu fırkaların her biri yahudi akaidinin bazı bölümlerini prensip ka­
bul eder. Meselâ: Ferisiler âhirete, kıyamete, öldükten sonra dirilme­
ye ve meleklerin varlığına inandıkları gibi Tevrat'ın yahudillği açık­
layan, «mukaddes» kitabın tamamı olmadığına da inanırlar. Ferisî-
lere göre, Tevrat'ın yanmda ağızdan ağıza gelen rivayetler, şerhler ve
hahamların nesilden nesile naklettikleri tefsirlerden Talmud oluşmuş­
tur.
Sadukîler ise, öldükten sonra dirilmeyi, âhiret hayatını ve Tal-
mud’u inkâr ederek sadece Tevrat’a inanırlar. Sadukîler, meleklerin
varlığını da kabul etmezler.
Karraûn ise, Talmud'u inkâr edip içtihat ile hükmedilmesine, ya-
hudilerln geçmişte yaptıkları şekilde analığın kızıyla evlenmek gibi
teşrii hatalarının düzeltilmesinin zaruri olduğuna İnanmaktadırlar.
Hristiyan mezheplerine gelince, bunların da aynı şekilde büyük
meselelerde ve dinlerinin ilk kaynaklarını anlama hususunda ayrıl­
dıklarını görürüz. Meselâ, Katolik kilisesi Ruhu’l-Kudüs’ün, baba olan
Allah İle oğul olan Allah’tan birlikte çıktığını söylerken Ortodoks ki­
lisesi, Ruhu’l-Kudüs’ün sadece baba olan Allah’tan çıktığını söylü­
yor. ö t e yandan Katolikler, «Baba Allah» ile «Oğul Allah»ın tam bir
eşitliğe sahip olduklarına inanırken, Ortodokslar, «Baba Allahının «Oğul
Allah»tan üstün olduğunu söylerler.
554 doğuştan günümüze BÜYÜK iSLÂM TARİHİ

Protestanlar Kitab-ı Mukaddes’in gücü yeten herkes tarafından


okunup anlaşılabileceğine inanırlar. K atolik ve Ortodokslar ise Ki-
tab-ı Mukaddes'i sadece kilise adamlarının anlayabileceğini söylemek­
tedirler.
Çin ve Hint dinlerinde ise akideden kaynaklanan bir çok fırka
vardır. ( 1 )
Anlattıklarımızdan, dinlerde fırkaların çok erken başladığı görül­
mektedir. Bunların çıkışları genellikle dinin anlaşılması etrafında ol­
muştur ve halen de devam etmektedir.
Bu düşünce tarzını îslâm fırkalarına uygulayınca ne görürüz?
Bu sorunun ilk cevabı, «İslâm'da fırka olm adığı» gerçeğidir. Çün­
kü şu âna kadar incelediğimiz fırkaların İslâmi olmayan köklere bağ­
lılığı açıkça ortadadır. Şia maskeli bir çok düşünce, Abdullah b. Se-
be ve onu takip edenler tarafmdan İslâm dünyasına sokuşturulmuş-
tur. İslâmî bir kökü yoktur. Hattâ İslâm mütefekkirleri bunlara, «Ra-
fizi» ismini vermişlerdir. Çünkü onlar, müslümanların ittifakla kabul
ettiği bir çok şeyi inkâr etmişlerdir. Ayrıca bütün müslümanlar tara­
fmdan reddedilmişlerdir. Hz. A li bizzat kendisi onları terketmiş ve
liderlerinin söylediklerini kabul etmemiştir.
Hariciler, fik ri olmayan bedevilerdir. Bedeviliğin karakteri icabı
olan harbetme arzusuyla ortaya çıkmışlardır. Zira harbettikten sonra
birbirlerine, «Niçin harbediyoruz?» diye sormuşlar ve savaşa gerekçe
bulmaya çalışmışlardır. Hem Hz. A li’ye hem de onun düşmanlarına
karşı harbetmişlerdir. Emeviler’e karşı harbettikleri gibi Abbasîler’e
karşı da harbetmişler. Hattâ birbirlerine karşı da savaşmışlardır.
Mutezile, felsefi yönü ağır basan bir fik ir akımıdır ve dış etki­
lerle oluşmuştur. H. 232 (846) senesinde Mütevekkil zamanında orta­
dan kalkmış ve onunla birlikte Mürcie ve Cebriyye de sona ermiştir.
Mutezile, Mürcie ve Cebriyye’nin ortadan kalkması ile birlikte
Haricilerin de ortadan kalktığını ve guruplarının dağıldığını söyleye­
biliriz. Uman’da yaşayan Hariciler bile kendilerine Haricî denilme­
sinden hoşlanmazlar ve Hz. A li’ye karşı çıkan Haricîlerle ilgilerinin
olmadığını belirterek, Abdülmelik b. Mervan ile mücadele eden Ab­
dullah b. İbâd’a bağlı olduklarım söylerler. Bunlar çok mutedil bir
guruptur. Kendilerinin İslâm'ın aslî vârisleri olduklarım kabul eder­
ler. Asıl Şia’ya gelince, bunların ana düşüncesi Ehl-i Beyt’i sevmek­
tir. Bu ise ne bir mezhebe, ne de bir fırkaya temel olabilir. Bu görüş.

(1) Bkz. Ahm et Çelebi, Edyânü’l-H ln d ti-K ü b ri


EMEVÎLER DÖNEMİNDE F İK İR HAREKETLERİ 555

İslâm ilkelerinden hiç birini değiştirmeden ve İmamet gibi meselelere


girmeden Ehl-l Beyt’i sevmek anlamında bütün İslâm ülkelerinde gö­
rülebilecek normal bir görüştür.
«Ehl-i Beyt’in imamet hakkı, İmamların imtiyazları» gibi konu­
lar ise, İslâm dünyasına Abdullah b. Sebe ve taraftarlarınca sokulmuş­
tur. Bunlar ise, bizzat Hz. Ali ve evlâdının reddettiği şeylerdir.
Böylece önemli bir gerçeğe ulaşıyoruz. O da İslâm'da fırka olma­
dığıdır.
Mutezile, Mürcle, Cebriyye ve Harlciyye'yl bir vakıa olarak kabul
etmemek mümkün değildir. Ancak biz, onların İslâmî fırka oldukla­
rını kabul etmiyoruz. Bu fırkalar, İslâm dışı kültürlerin etkisinde kal­
mış topluluklar olup savaş veya barış ortamında ortaya çıkmışlardır.
Fikirlerinin İslâm! prensiplerle İlgili olmadığını gören müslümanlar,
derhal onları terketmlşler, onlar da tarih İçinde kaybolup gitmişler­
dir. Aynı şekilde Bâbiyye, Behâiyye ve Karâmlta gibi ilim plânında
kendilerine ve benzerlerine İslâmî fırka denemeyecek fırkalar da zu­
hur edip kaybolmuşlardır.
S E K İZ İN C İ BÖ LÜ M

E M E V lLE R DÖNEMİNDE İD A R İ MÜESSESELER


V E K Ü LTÜ R E L F A A L İY E T L E R

A. EMEVlLER VE HİLAFET

1 — H İL Â F E T T E K İ DEĞİŞME

Emevîler zamanında, halifelik bir saltanat halini aldı. Saltana­


tın hüküm, azamet ve otoritesi benimsendi. Hulefâ-i Râşidin döne­
minde, halk ile halifeler arasında herhangi bir engel yokken, Emevî-
ler zamanmda, saray ve camilerde artık halk ile halifeler arasım ayı­
ran engeller ortaya çıkmaya başladı.
Hz. Ömer, Rasûlullah’m minberinden hitap ederek: «İçinizden
kim bende bir hata görürse ikaz etsin» dediği halde, Abdülmelik b.
Mervan, hutbesinde, «Şu makama ulaştıktan sonra artık hiç kimse
bana A llah’tan korkmayı emretmesin, aksi halde onun boynunu vu­
ru ru m .» diyebiliyordu.
Halifenin, aslında insanların araşma karışıp, sanki onlardan bi­
riymiş gibi cami ve çarşılarda onlarla birlikte olması, onlara iyiliği
emredip, kötülükten uzaklaştırmaya çalışması gerekirken, Velid b. Ab­
dülmelik, Mescid-i Nebevi’ye geldiğinde, halkın ona yaklaşamadığım
görmekteyiz. Emevi halifeleri, Medine’deki fıkıh âlimlerinin en büyü­
ğü olduğu halde, eğer yaşma hürmet etmeseler ve Ömer b. Abdüla-
ziz’in himmeti olmasaydı Said b. Müseyyeb’den bile yüz çevireceklerdi.
ö te yandan başlangıçta halifeler için özel bir kıyafet olmadığı
halde, Emevîler döneminde halifeler kendileri için özel olarak dokunan
kumaşlardan yapılmış elbiseler giyiyorlardı. Velid b. Yezld b. Abdül­
melik amcası Hlşam b. Abdülmellk’ln halife, olduğunu duyunca:
Bu günüme ne m utlu!.. Şerbeti içmek ne tatlı!..
Rusâfe’de bulunan kişinin sıfatı bana ulaştı.
Hişam’ı öven haber geldi ve hilâfet mührü bize geçti.
558 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

şeklinde şiirler yazdı.


Huletâ-i Râşidin, israftan uzak kalmaya itina gösterirdi. Onlar,
halktan en güçsüz olanının elde ettiğinden daha azma sahip olmayı
prensip edinip, dünyalık bir şey bırakmadan ölm eyi tercih ederlerdi.
Oysa Emevîler’in gösteriş ve israfa daldığını, canlarının istediği her
şeyi bol bol kullandıklarım görmekteyiz. Meselâ Yezid b. Abdülmelik
ve oğlu Velid b. Yezid’in işret meclisleri düzenledikleri rivayetler ara­
sındadır.
Hulefâ-i Râşidîn’den her biri mütevazi evlerde oturmayı tercih
ettikleri halde, Emevi halifelerinin tamamının, aileleri için özel sa­
raylar yaptırdıklarım, oğullarının, kardeşlerinin veya akrabalarının
bu konudaki isteklerini bile yerine getirdiklerini görüyoruz.
Aynı şekilde eskiden müslümanlar, din adamlarım takip eder, on­
ları bir otorite olarak görürken, bu dönemde zenginliğe ve kılıç gü­
cüne değer verildi. Abdülmelik, insanlara şöyle sesleniyordu:
«Siz, tiz im , iki şeyhin, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ö m er'in yolunda g it­
memizi istiyorsunuz. İy i ama, siz onların zamanındaki insanlar gib i
yaşıyor musunuz k i?» Bu sözleriyle sanki, davranışlarındaki sertlik­
ten dolayı insanlardan özür diliyor ve kendini haklı göstermeye ça­
lışıyordu. Ha” 'in kendi aralarmda uydurdukları bid'atlerle bu duru­
ma düştüğünü, ahlâkın bozulduğunu belirtiyor, «Y ö n eticileri ortaya
çıkaran m ille ttir» sözünün doğruluğunu vurguluyordu.

Seçimler ve B iat:

Emeviler’de halifeler, seleflerinin tayinleri ve vasiyetleri ile başa


geçiyorlardı. Ancak Muâviye b. Ebî Sufyan, Yezid b. Velid b. Abdül­
melik, Mervan b. Hakem, Mervan b. Muhammed hilâfeti vasiyetle de­
ğil, kuvvete başvurarak ele geçirmişlerdir. Muâviye’y i Suriyeliler seç­
mişler, o da mevcut yönetime karşı mücadelede galip gelerek iktidarı
ele geçirmiştir. Mervan’ı da II. M uâviye'nin ölümünden sonra yine
Suriyeliler başa geçirmişlerdi. O da rakiplerine galip gelerek idareyi
ele aldı. Umeyye Oğullan’nda idareyi ele geçirme işi Meirvan’ın oğlu
Abdülmelik’le tamamlanmış olmasına rağmen Emevi hilâfetinin son
döneminde bu defa kendi aralarmda iktidar mücadelesi başlamıştır.
III. Yezid, amcasmm oğlu Velid b. Yezid’e karşı İsyan edip onu
öldürdü ve yerine geçti. Mervan b. Muhammed, III. Yezid’in ölümün­
den sonra halkı kendine biat etmeye çağırdı. B ir gurup ona biat etti­
ğ i halde, halkın geri kalanı onu kabul etmedi. Bunların dışında, do­
kuz halife kalıyor ki, onlar da kendilerinden önceki halifeler tarafın­
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER sse

dan seçilmişlerdi. I. Yezid'i babası Muâviye veliaht tayin etmişti. II.


Muâviye’yi, Yezid seçmiştir. Abdülmelik’l babası Mervan, Velid ve
Süleyman'ı babalan Abdülmelik, Ömer ve Yezid’i Süleyman, Hlşam ve
II. Velid'i Yezid seçmişlerdir. Hişam, Yezid’in kardeşi, II. Velid ise
oğludur.
Umeyye Oğullan zamanında hiç bir halifeyi halk seçmiş ve hi­
lâfete getirmiş değildir. Daha halife ölmeden onun veliaht tayin et­
tiğ i şahsa biat ediliyordu. Veliaht tayin edilen şahıs halife olunca da
biat yenileniyordu. Biat: «İşittik, itaat ettik ve Allah’ın kitabı, Ra-
sûluliah’m sünnetiyle amel ettik» şeklindeki sözlerle yapılırdı. Bir
kargaşa ve ayaklanmadan sonra ise biat, bundan farklı olurdu. Müs­
lim b. Ukbe, H an e savaşından sonra, Yezld'ln malları, cam ve ço­
cukları üzerine biat etmişti. Yine Haccac, İbn Eş'as’ın yenilmesinden
sonra, ancak isyan etmekle küfre girdiğini kabul edenlerin biat ede­
bileceğini bildirmişti.

2 — EM EVİLER ’İN Y IK IL IŞ SEBEPLERİ

Emevî ailesi, İslâm hilâfetini kuvvet yoluyla elde etmişti. Muâ-


viye b. Ebi Sufyan, Irak ve Hicaz'da kendisine muhalefet edenlere
karşı Şam halkından yardım istemişti. Sonunda gücünü kabul ettir­
di. Halk bu duruma razı olmuş göründüyBe de kalplerinde bir hoş­
nutsuzluk olduğu ve onu sevmedikleri belli oluyordu. Neticede Arap
milletinde İki büyük gurup meydana geldi. Muâvlye’den razı olma­
yanların başmda Hz. Ali taraftarları ve Haricîler vardı. Ayrıca Hâ-
şimoğullan ve taraftarları da onun karşısmdaydılar. Bunlar Bayıca
fazla, atılgan, istedikleri bir şeyi sonuna kadar takip eden, kalplerinde
harekete geçme hissi kabarmış ve Rasûlullah’a yakınlıkları sebebiyle
kendilerine yardım vaad olunan kişilerdi. Durumu böyle olan bir
sülâleyi ancak, iyi bir idare memnun edebilirdi. Bunlara yardım için
kılıcını çekmiş olanların kalplerini, ancak iyi bir siyaset yatıştıra-
bllirdi. y umuşaklığın yerini sertlik ve kincilik alırsa bil kalpler, taş­
kınlık yapar, karşılarına büyük bir güç çıkarsa yenilir, fakat başka
fırsatlar ararlardı. Zayıf kuvvetler çıkarsa onu da ezer geçerlerdi.
Muâvlye bunu biliyordu. Bu sebeple karşısmdaküerin hareketle­
rini durduracak tedbirler aldı. Küçük hareketleri görmezlikten geldi.
Kendisine yönelen kötü sözler işittiğinde onlan yumuşak bir şekilde
karşıladı. Ciddi olanlarına bile gülerek düşmanlıktan kaçındı. İkram
İle muamelede bulundu. Nefret eden gönülleri yatıştırdı ve birbirine
yaklaştırdı. Ancak büyük bir kusur yaptı kİ, yaptığı bütün bu gü­
zel hareketlerin kıymetini azaltıyordu. Bu kusuru da, bütün şehir­
560 doğuştan günümüze B Ü Y tîK İSLÂ M T A R İH İ

lerin minberlerinden A li b. Ebî Tâlib’in isminin okunmasmı yasakla-


maşıydı. O ve valileri, bunu yapmakla A li taraftarlarının kalplerin­
deki ateşi tutuşturdular. Bundan sonra çoğu içlerinde olanı açığa
çıkardı ve çok defa onun emirlerini dinlemez ve ona karsı çıkar ol­
dular. Bütün bunlardan sonra bir de Yezid’in aşırı hareketleri baş­
layınca ortahk iyice karıştı, şer taştı ve iş çığırından çıktı.
Böylece şu durum kesinlik kazanmış oldu: Emevî halifeleri otori­
telerini kuvvetlendirmeye muhtaçtılar. Aksi halde kendileri başkala­
rına muhtaç olacaklardı. Halbuki onlar buna fazla önem vermediler
ve aleyhlerine olan bir çok harekette bulundular. Bunları şöyle özet­
lemek mümkündür:
1. Halifelerin Tayinle Başa G e tirilm e s i: Tayin meselesi Emevi
ailesinin bölünmesinin en büyük sebebi oldu. Mervanoğulları, halife­
lerin tayinle seçilme konusunu âdet haline getirdiler. Bunu yapan-
larm ilki M ervan’uı kendisi idi. O, yerine oğlu Abdülmelik’i ondan son­
ra da Abdülaziz’i veliaht tayin etti. Daha sonra Abdülmelik, bu aileyi
neredeyse parçalanacak hale getirdi. Kardeşini veliahtlikten indirip
oğlunu başa geçirmeyi plânlıyordu. Çok geçmeden Abdülaziz öldü.
Şayet ölmeseydi, herhalde bu gerçekleştirecekti. Fakat bu denemeden
faydalanamayacağını anladı ve kendisinden sonra Velid ve Süleyman’ı
tayin etti. Am a Velid’ln akima da Süleyman’ı hal edip oğlunu tayin
etmek geldi. Her şeye rağmen düşüncesini uygulamayı sonuna kadar
tehir etti. Süleyman da Abdülmelik’in başma gelenlerden ders alma­
dı. Yerine Ömer b. Abdülaziz’i ve daha sonra da Yezid b. Abdülme­
lik’i tayin etti. Ömer, Yezid’e hiç meyletmedi. Etrafmdakiler, «O bir
zehirdir» diyecek kadar Yezid’i kötülediler ve aynı zamanda da on­
dan korktular. Yezid de hatalarmı tekrarlamakta devam etti. Ölür­
ken yerine kardeşi Hişam’ı ve ondan sonra da oğlu Velid'in halife­
liğini vasiyet etti. Bu defa Hişam da Velid’i uzaklaştırmak istedi. Bu
yüzden Velid ile Hişam’m arası açıldı. Emevi devletindeki bütün ko­
mutanlar ve sözü dinlenir kişiler, Hişam’a bu düşüncesinden vazgeç­
mesi için ısrar ettilerse de o, vazgeçmedi. Fakat, bu isteğini yerine
getiremeden öldü. Velid başa geçti ama, intikam hırsıyla bilenmişti.
Bu aiiede parçalanmaya sebep olanlardan intikam almak istiyordu.
Amcasının oğlu ve aile büyükleri de onun görünşündeydiler. Böylece
Emevi ailesi bölündü. K uvvet parçalandı. Bunun gerisinde güçlü bir
sebep daha vardı. Bu onlara düşmanlık besleyen ve doğudan destek
gören bir kuvvetti...
2. Cahiliye Taassubunun Canladtrilm asi: İslâm, Cahiliye devri­
nin taassubunu kökünden kazımış ve izlerini silmişti. Çünkü Allah’
ın dininin bu anlayışla yaşayamayacağı mutlak hakikatlerdendi. Ger­
EMEVİLKH DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER 561

çekten de ırkçılık, güçleri kırıyor, milletleri parçalıyordu.


Irkçılık salgını, Mervan zamanında daha çok yayıldı. Merc-i râhıt
savaşı sırasında ortaya çıkan kavmiyetçilik, Mervan'ın İdareyi ele al­
masıyla devam etti. Ayn görüşte iki kabile ortaya çıktı: Dahhâk tara­
fın ı tutan Kays ve taraftarları ile Mervan’ı destekleyen Kelb ve etra­
fındakiler. Neticede Abdülmellk, Muhtar b. LTbeyd es-Sakafi He sa­
vaşmak üzere Ubeydullah b. Ziyad'm komutasında bir ordu gönderdi.
Fakat neredeyse bu ordu kökten yok olacaktı. Çünkü, Ömer b. Hubab
es-Sülemi bu askerlerin geçeceği yol üzerinde bulunuyordu. O da Kays
taraftarıydı ve Hazar nehri yakınlarında savaş başladığında sancağı
tutan ilk kişiydi. «Ey Meriç ölülerinin kalanları!» diye seslenip asker­
leri coşturdu. Böylece Şam ordusunun sonu gelmişti. Ubeydullah İle
askerlerden çoğu öldürüldü. Şam'da Kays İle Yemenliler arasında tu­
tuşan Cahillye devrine ait ırkçılık hareketinin alevleri askerlerin ço­
ğunu yalanıştı. Bundan daha şiddetlisi İse Horasan'da meydana gel­
mişti. Çünkü oranın valisi olan Müslim b. Zlyad, Yezld'ln öldüğünü
öğrenince yerine Yemen’ln Ezd kabilesinden olan Milhelleb b. Ebi
Sufra'yı bırakarak harekete geçti. Müslim, Serahs'a varınca onu Sü­
leyman b. Mirsad karşıladı ve:
« Mezar sana dar geldi de Horasan'a Yemenlilerden bir kişiyi bı­
rakarak buraya m ı geldin?» dedi. Bunun üzerine Müslim, onu Merv,
Fariyab, Talikan ve Cürcan’a tayin etti. Herat'a da Evs b. Sa’lebe’yi
vali tayin ederek Nişapur’a ulaştı. Orada kendisini Ubeydullah b.
Hazlm karşıladı ve ona sordu:
« Horasan'a kim i tayin ettin ?» Sonra durumu kendisine anlatan
Müslim’e şöyle dedi:
«Orada görevlendirdiğin kişinin Horasan ile Yemen'in arasını aça­
cağını sanıyorum. Horasan valiliği için bana bir em ir çıkar» dedi. Bu­
nun üzerine onun için bir emir yazdı. İbn Hazim M erv’e yürüdü, ora­
y ı ele geçirdi. Sonra orada bulunanları yerlerinden çıkararak Herat’ta
bulunan Evs b. Sa’lebe’ye gönderdi. Fakat onlar ona varınca: «Hazim'e
karşı sana biat edelim. Horasan'daki zararlı insanları çıkarırsın» de­
diler. O da kabul edince ona biat ettiler. Hazim onlara karşı yürü­
dü. İk i gurup Herat’da çarpıştılar. Sa’lebe yenildi. Onlara ağır işken­
celer yaptüar. Sonra Hazlm tekrar Merv’e döndü.
Temimoğullan Hazim’e yardımda bulundular. Çünkü onlar Mu­
dur kabilesinden idiler. Fakat Horasan Hazim’e kalınca o, onlara da
İşkence yaptı ve aşağıladı.
Böylece Araplar, Horasan’da Yemen, Rebia, Kays ve Temimliler
olarak dört guruba ayrıldı. İlk üç gurup Nizar’dan, diğeri de Mu-
darlılardan meydana gelmekteydi.
F. : 36
562 doluştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

ö t e yandan valiler de bu kötü anlayışın gelişmesine yardımcı ol­


dular. Yem enli bir vali idareyi ele alınca, yönetimi altındaki şehirlerde
Yemen reislerini görevlendiriyordu. Mudar kabilesinden birisi başa
geçince de durum aksine dönüyor ve devamlı olarak sonra gelenler
öncekilerden intikam almaya çalışıyorlardı.
Irak’ta sükûnet yoktu. Orada da Soğd, Türkler ve Hariciler ara­
sında savaşlar oluyordu. Burada bir çok görüş birleşerek kendilerini
savunmak için karşı tarafı suçluyordu. Haricîler döndükleri zaman
fesat da onlarla beraber dönüyordu. Bu ihtilâflardan Emevî ailesine
karşı büyük düşmanlıklar ortaya çıkıyordu.
Ebû Müslim el-Horasanî buna dayanarak her kabileyi diğeriyle
vuruşturdu. Bunun neticesinde zafer kendisinin oldu. Şurasını da
unutmamak lâzımdır ki, Arap şâirleri bile bu devlette ırkçılığın ge­
lişmesinde büyük rol oynamışlardır. Ahtal, Ferezdak, Cerir ve diğer­
lerinin şiirlerini okuyanların ruhları ırkçı duygularla doluyordu
B ir m illetin çeşitli düşman guruplara bölünmesinden dnlı/> za­
rarlı bir şey olamaz. Çünkü değişik unsurlardan meydana gelen m il­
let, bu unsurların birbirine saldırarak çarpışmasıyla kendi kendine
yok olma tehlikesini yaşayacaktır. Böyle bir hastalığa yakalanan kuv­
vetli m illet zayıflar, önceleri kendisiyle baş edemeyenlerin yem i olur.
Bu sebeple cahillikten doğan ırkçı ruhun gelişmesi sadece Emevî
Devletinin yıkılmasıyla kalmadı, tersine bizzat İslâm toplumunun za­
yıflamasına da sebep oldu. Öyle ki Abbasî Devleti zamanında bile bu­
nun zararları görüldü.
3. Halifelerin Kendi İstek ve Arzularına Göre K arar V erm esi:
Bu ilk iki sebepten doğan bir sonuçtur. Çünkü İktidar için kendisine
rakip olan kimseyi bertaraf etmek isteyen her halife, İş başma ge­
çince, rakibiyle beraber olanların da ezilmesine çalıştı. Meselâ Süley­
man b. Abdülmelik, Velid'e taraftar olan komutan ve valilere eziyet
etmiş, onların tecrübelerinden faydalanmayı düşünememiştir. Kays b.
Aylan kabilesinden iki büyük komutam, A li b. el-Kasım ile Kuteybe
b. Müslim'i hiç suçlan yokken öldürttü. Bunlar Velid’in isteklerine
uyan, Süleyman'ı sevmeyen Haccac’ın adamlanydılar. Yezld b. Ab-
dülmelik’in yaptıklarıysa bunlardan pek farklı değildi.
Yezid b. Mühelleb’ln de Haccac’m yakınlarına işkence etmiş olma­
sı Mühelleb b. Ebî Sufra sülâlesinin büyük İşkencelere uğramasına
sebep oldu. Bu aile uzun zaman Umeyye Oğullan ve İslâm toplumu­
nun hizmetinde çalışmış, büyük zaferler kazanmıştı. Fakat bu olay­
dan sonra Umeyye O ğullan’ndan İntikam almak için kendilerini top­
layacak birini beklemeye başladılar.
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER SOS

Kendisinden önceki görevlilerden İntikam almaya bir mil­


letin sonu İyi olur mu? Bunlar böyle bir hırsa kapıldılar. Sallhlerln
yardım ını kaybetmiş, akıllıların tecrübelerinden mahrum olmuşlardı.
Halbuki o akıllı kimselerde milletin aleyhine olacak bir fikir görülmez.
ö t e yandan bazen milletler İçin sonu belli olmayan öyle hareket­
ler ve olaylar meydana gelir kİ, bu hareketler onları tesadüfen zil­
letten kurtarabilir. Tarihte buna örnekler vardır. Emevller’l yokluğa
götüren bu durum da tarihin ibretlerinden birisi olmuştur.

B. ÜLKELERİN İDARESİ

İslâm devleti hâkimiyeti altındaki ülkeler, halifelerin seçtiği va­


liler tarafından yönetiliyordu. «Bunlar, halifelerin yardımcıları İdiler.
Devlet, şu ana vilâyetlere ayrılmıştı:
1. H ica z: Medine, Mekke ve Talf'l İçine alan bu bölgenin valisi
Medine’de otururdu. Yemen de bazen Hicaz’a katılır, bazen müstakil
bir vilâyet haline getirilirdi.
2. Ir a k : Küfe, Basra ve Horasan’ı İçine alıyordu. Vali K ûfe’de
veya Basra’da otururdu. Haccac'ın kurduğu Vâsıt, daha sonra eya­
let merkezi oldu. Horasan, bazan bağımsız bir İdareyle yönetilir, ha­
zan Irak’a bağlanırdı.
3. el-Cezire ve Erm entye: Musul, Azerbaycan ve Ermenlye vilâ­
yetlerini İçine alırdı.
4. Suriye Eyaletleri: Filistin, Ürdün, Şanı, Hınıs ve Kınnesrln
olmak üzere beş valilikten İbaretti. Burası çevresiyle beraber Hınıs'a
dahildi. Yezid b. Muâviye burasım ve Antakya’yı müstakil bir hale
getirinceye kadar böyle devam etti.
5. M ısır ve Kuzey A frik a : Mısır ve Kuzey Afrika’yı İçine alan
bir eyalettir. Fakat Kuzey Afrika, bazan Mısır’dan ayn bir valilik ha­
line getirilirdi.
6. Endülüs: Fethedildikten sonra, İdari bakımdan Kuzey A fri­
ka’ya bağlandı. Valiler, halifenin güvendiği kişiler arsamdan seçilirdi.
Bu bölgelerde görevli bulunan bütün valiler, halifenin güvendiği
kişiler arasından seçilirdi.
Valilerin vazifeleri şunlardı:
1 — Namaz kıldırmak,
2 — Ordulara komutanlık etmek,
3 — Haraç almak, zekât toplayıp gerekli yerlere dağıtmak,
4 — AniaynftgiıicinrHa halk arasında hüküm vermek.
564 doğuştan gUnUmtlze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Valiler bazan halifenin görevi olan işleri de yaparlardı. Halka


namazlarını kıldırır, askerlere komuta eder, yahutta bazan bir ko­
mutan tayin eder, haraç için vekil seçerlerdi. İnsanlar arasmda adalet
işlerine bakması için de bir kadı görevlendirirlerdi. Fakat çoğu zaman
namaz kıldırma, savaş ve hâkimlik işlerini halife bizzat kendisi ya­
par, haraç için memur tayin ederdi. Bölgenin bütün yetkileri valiler­
de toplanır, zamanın örfüne göre vilâyeti bağımsız olarak yönetirdi.
Her şeyde söz hakkına sahiptiler. Fakat genellikle önemli işleri hali­
feye bildirirlerdi. Valiler arasmda kendi başlarına iş görüp, halifeye
fazla bağlılık göstermeyenlerin en tanınmışları, Irak’ta Ziyad b. Ebih,
onun oğlu Ubeydullah, Haccac b. Yusuf, Ömer b. Hubeyre ve Hâlid
b. Abdullah’tır. Bunların da en bağımsızı Haccac olmuştur. Bu konu­
da Abdülmelik ve oğlu Velid nezdinde önemli bir destek bulmuş olma­
sı da bunun başlıca sebebidir.
Valiliklerde bütün müşküller yerinde çözülür, anlaşmazlıklar ha­
zır olan idareciler önünde halledilirdi. Buna rağmen yapılan bir hak­
sızlığın halifeye kadar götürülmesine hiç bir engel yoktu. O haksız­
lık mutlaka giderilirdi. Bu konuda Ömer b. Abdülaziz, memurlarına
çok sıkı talim atlar vermiş, kendisine bildirilmeden hiç bir kısas veya
hırsızlık cezasının uygulanmamasını emretmişti. Am a onun dönemi­
nin dışında valiler, halifeye bildirmeksizin yapmak istediklerini yapı­
yorlardı. Küçük bir suçtan dolayı bir adamın öldürülmesine veya İs­
ter halifeden, ister başka birisinden gelsin hiç bir itiraza kulak asma­
dan birisinin dövülmesine karar verebiliyorlardı.
Valileri bu derece sorumsuz davranışa götüren en önemli sebep
hiiâfet merkezi ile vilâyetler arasındaki ulaşım güçlüğüydü. Şayet
halife, idaresi altındaki yerlerde meydana gelen her hadisenin mer­
keze b ild ir ilm esin i gerekli görseydi, problemlerin çözümü mümkün
olmayacaktı. Bundan da bir çok aksama meydana gelecekti.
Umeyye Oğulları’nın idaresinin ikinci yansında ortaya çıkan en
kötü durum, valilerin zillete düşürülmesi, mallarının müsaderesi, ba­
zan da çiziden sonra öldürülmesidir. Bu, Süleyman b. Abdülmelik’in
döneminde başlamıştır. Süleyman, Haccac’ın memurlarım, ona sığınan-
la n ve kendisine hilâfet yolunu kapamak isteyenleri perişan etmiştir.
Bu durum, Ömer b. Abdülaziz’den sonra, Umeyye Oğulları’nm idare­
si sona erinceye kadar sürmüş ve Emevî sülâlesinin çöküşünün sebep­
lerinden biri olmuştur.
Onların yönetiminde meydana gelen olayların en garibi, Hâlid b.
Abdullah el-Kasrî’den sonra Irak’ı İdare eden Yusuf b. Ömer es-Sa-
kafi ile ilgilidir. Yusuf, Halife Velid b. Yezid’den Hâlid’l ve memurla­
rını elli milyon dirheme satm aldı. Sonra Hâlid’ln elbiselerini yırttı,
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER 565

bir çul giydirip şiddetli işkenceler yaptı. Buna rağmen Hâlid, bir tek
kelime konuşmadı. Bunun üzerine Kûle'ye götürülüp orada da işken­
ceye maruz bırakıldı. Sonunda göğsünden aldığı bir hançer yarasıyla
öldü. Gece vakti gizlice gömüldü. Hâlid, bu olaydan önce Irak’ı on
beş yıl idare etmişti. Yemen’in ileri gelenlerinden birisiydi.

C. MEŞHUR ORDU KOM UTANLARI

Emeviler döneminin en belirgin özelliği yaptıkları fetihlerdir. İs­


lâm devletinin sınırları, doğuda Hindistan ve Türk ülkelerinden, ku­
zeyde Azerbaycan, Ermeniye ve Bizans ülkelerine, batıda Afrika ve
Endülüs'e kadar genişlemiştir. Bu devirde çok sayıda iç savaş da ya­
pılmıştır. Salaşlar bazan Haricîlerle, bazan da Hz. Ali taraftarlarından
halifeliğe talip olanlarla vuku bulmuştur.
Emevi idaresi, Velid b. Abdülmelik ve Ömer b. Abdülaziz’in zaman­
larının dışında bir türlü iç savaşlardan kurtulamamıştır. Bu da gös­
teriyor ki, bu devlet, bir savaşlar devletidir. Bundan dolayı bir çok
kişi komutanlıkta s iv rilm iş , sebat ve azametiyle tanınmıştır. Bu kişi­
lerden bazıları şunlardır:
1. Mühelleb b. Ebi Sufra el-Ezdî: Savaş tekniğini ve oyunla­
rım gayet iyi bilen bu komutan, İran'da, Haricilerle yaptığı savaşlarda
şöhrete ulaştı. Maveraünnehr’deki savaşların bir kısmına da katılan
Mühelleb, aynı zamanda cemaati sevmesi, fitne ve kargaşadan nef­
ret etmesi ile tanınır.
2. Kuteybe b. Müslim el-B â h ili: Cesur ve sebatkâr bir şahıstı.
Onu hiçbir şey gayesinden döndüremezdi. Maveraünnehr’de yaptığı
savaşlarla bu ülkeyi İslâm topraklarına kattı. Süleyman b. Abdülme-
lik’i veliahtlıktan uzaklaştırmak için çalıştı. Bu da kendisinin ve aile­
sinin Süleyman tarafından öldürülmesine sebep oldu. Devlete büyük
hizmetleri geçmiştir.
3. Yezid b. Mühelleb b. Ebî Sufra el-Ezdi: Cesur bir şahıs olan
Yezld'in aklına, hiç bir zaman savaştan kaçmak gelmezdi. Cürcan ve
Taberlstan’da yaptığı savaşlarda şöhretini artırdı. Çünkü bölge hal­
kı isyan edip Horasan yolunu kestikten sonra, Yezid tarafından yeni­
den itaate alınmıştır. Bundan sonra da Maveraünnehr’de bir çok savaş­
lar yaptı.
4. Esed b. Abdullah el-K a srî: Maveraünnehr’deki savaştan ile
şöhrete ulaştı. Halk, burada ona, «Arapların M eliki» diyordu. Yerliler
hiç bir komutana göstermedikleri saygı ve sevgiyi ona gösteriyorlardı.
Fakat o, Yemenlileri üstün tutan bir politika takibine başladı. Bu da
566 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLAM T A R İH İ

Horasanlıların hoşnutsuzluğuna ve .huzurun bozulmasına sebep oldu.


5. Muhammed b. Kûsırn b. Muhammedi es-Sakafî: Haccac b. Y u ­
suf zamanında Hindistan'ın fethinde yaptığı savaşlarla tanındı. Bu
ülkedeki en büyük şehirleri o fethetti. Oradaki idareyi kuvvetlendirdi.
Süleyman b. Abdülmellk’in halifeliğinin ilk zamanlarında öldürüldü.
6. Muhammed b. Meroan b. Hakem el-Em eıA: Kahraman, azimli
ve kararlı bir şahıstı. Ermeniye ve Azerbaycan’m kuzeyinde bir çok
fetihler yaptı. Fakat bunlar, kardeşi Abdülmelik’in onu kıskanmasına
sebep oldu.
7. Meroan b. Muhammed b. M e ro a n : Babası gibi kahraman ve
atılgan olan Mervan, Ermeniye ve Azerbaycan’daki isyanları bastırdı.
8. Cerrah b. Abdullah b. el-H ik em î: Hazar ülkesinde yaptığı çe­
tin savaşlarda bir çok zafer elde etmiş olmasına rağmen, daha çok
Bizans topraklarındaki harekâtıyle şöhret kazandı.
9. Mesleme b. A b d ülm elik: Abdülmelik b. Mervan’m en kahra­
man oğluydu. İstanbul’a üçüncü seferi o yaptı ve bir çok Bizans ka­
lesini fethetti. Annesinin cariye oluşu, onun halife olmasını engelle­
yen bir kusur sayıldı. Çünkü Umeyye Oğullan ilk devirlerinde ülkeyi
ancak hür kadınlardan olan çocuklanyla İdare etmişlerdi.
10. Ebû Muhammed Abdullah e l-B a tta l: Bizans topraklarina
karşı bir çok sefer yapan ve Rumların kendisinden çok fazla korktuğu
bu kahraman, el-Cezîre Araplanm n reisiydi.
11. Abbas b. VeVd b. A bd ülm elik: Kuzey Afrika’da ve Anadolu’
da büyük şöhrete sahip oldu. Cesur bir komutandı.
12. Ukbe b. N â f i : Kayrevan’m kurucusudur. Berberîler’le bü­
yük savaşlar yapmış, zaferler kazanmış ve bu savaşlardan birinde şe­
hit olmuştur.
13. Mûsa b. Nusayr oe Ta n k b. Z iy â d : Bu komutanlar da Endü­
lüs’ü fethettiler ve İslâm'ın, Avrupa’nın ortalarına kadar yayılmasını
sağladılar.
Bunlardan başka anlatılması gereken komutanlar da vardır. Fa­
kat onlar, tarihî açıdan yukarıdaki komutanlar kadar büyük öneme
sahip değildirler. Ayrıca bu dönemde sadece karada değil denizlerde
de önemli savaşlar yapan amiraller vardı. Donanma, Akdeniz'de önem­
li bir güç haline geldi. İslâm ülkeleri Bizans’a karşı denizden de sa­
vunuluyordu. Kısaca Emeviler devrinde bile müslüman denizcilerinin
güçleri, Bizans'tan aşağı değildi.
Emeviler devrinde müslümanlarm gücü komşularından üstün idi.
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İDARİ MÜESSESELER 567

D. ADLİ TE ŞK İLAT

Emeviler zamanında, adalet müesseseleri Hulefâ-i Râşidin döne­


minde olduğu gibi devam etmedi. Davalar mahkemelerde tespit ve tes­
cil edilmeye başlandı.

Muhammed b. Yusuf el-Kindi, «Muâviye b. Ebi Sufyan’ın Mısır


kadısı, miras konusunda bir davaya baktı. Vârisler arasında hüküm
verdi. Fakat karan vârisler kabul etmediler ve kadıya tekraT baş vur­
dular. O da aralarındaki hükmü yeniledi ve bunu yazdı. Askerlerin
en yaşlılarından birini de şahit gösterdi. Bu hükmüyle Mısır’da da­
vayı tescil eden ilk kadı oldu» diyor.

Kadılar hüküm verme meselesinin fıkhı bir konu olması sebe­


biyle tek bir görüşe bağlı kalmıyorlardı. Aynı zamanda bu hükümleri
halifeler de kabul ediyor ve onunla kesin olarak amel edilmesini isti­
yorlardı. Yetki, ya kadılara veya bulunduktan şehrin büyük bir müc-
tehidine veriliyordu. Kadılar, hüküm vermede büyük bir serbestlik
içinde hareket ediyorlardı.
Bununla birlikte bazı kanşık ve şüpheli durumlarda halifelerden
de görüşlerini bildirmelerini isteyebilirlerdi. Mesela Ömer b. Abdülaziz*
in M ısır kadısı olan İyaz b. Ubeydullah, halifeye yazarak bir «şüf’a»
meselesini sormuştu. Kendinden önceki kadı, sahiplik hakkını evvelki
komşuya vermişti. Halife ona: «Sen arasım sadece ortaklığa has kı­
larsın» diye yazdı.
Böylece çeşitli şehirlerde hükümler birbirinden değişik olabiliyor­
du. Çünkü müctehitlerin hepsi aynı görüşte olmak zorunda değildi. Za­
ten devlet de kadıların verdikleri hükümlerde birlik olması konusuna
önem vermiyor, her şehrin durumuna uygun hükümler verilmesini
hoş karşılıyordu. Böylece her şehrin müctehidl kendi görüşünde ba­
ğımsızdı. Her kadı kendi görüşü doğrultusunda, dini kaynaklara uy­
gun olarak hükümler verebiliyordu.
Öte yandan yetimlerin mallarına bakmak görevi de kadılara ve­
rilmişti. Yetimlerin mallarına bakan İlk kadı Abdülaziz b. Mervan’m
M ısır kadısı Abdurrahman b. Muâviye b. Hudeyc'tir. O, her kabiledeki
yetimlerin mallarım öğrenir, bir kâğıda yazar ve yarımda saklardı.
el-Kindi, eserinde durumun bu şekilde uzun süre devam ettiğini bildi­
riyor.
Hapistekileri de kadılar kontrol ediyordu. Hapislerle ilgilenen ilk
kadı Hişam b. Abdülmelik zamanında Tevbe b. Numeyr’dlr. Daha ön­
ce velilerinin ve ailelerinin yanında olan mahpuslar, daha sonra emni­
568 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

yetli ve sağlam binalarda, koruma altına alınmıştır. Tevbe, bu konu­


da büyük bir hapishane yaptırm ak için ölünceye kadar çaba sarfetmiş-
tir.
K adıların hükümlerinde çok defa valilerin görüşleri de etkili olur­
du. Valiler, halk arasında hüküm veren kadıların yardımcılarıydı.
Mahkeme işleri bazan da bizzat halifeler tarafmdan yönetilir, hil&fet
makamından hüküm verilirdi. Bazı durumlarda da kadılar halifelerin
huzurunda hüküm verirlerdi. Bu durumdaki kadıların da diğerlerin­
den aşağı olmayan yetkileri ve görüş serbestlikleri vardı. Bütün bun­
lardan ortaya çıkan sonuç kadıların ellerindeki yetkiye paralel olarak
derecelerinin de yükseldiğidir.
Abdurrahman b. Muğîre, Mısır kadılığını yürürtürken kısas işle­
rine ve Beytülmâl’e bakıyordu. Abdurrahman görevi esnasında iki
yüz dinar kadılık ücreti, iki yüz dinar kısas ücreti, iki yüz dinar Bey-
tülmâl ücreti, iki yüz dinar bağışlar ve iki yüz dinar da diğer İşler­
den olmak üzere bir senede toplam bin dinar alıyordu.
II. Mervan zamanında kadı tarafm dan düzenlenmiş bir harcama
belgesini el-Kindî şöyle naklediyor:
«BismillâhilTahmanirrâhim,
İsa b. Ebî A tâ’dan Beytülmâl’in bekçisine!.. Kadı Abdurrahman
b. Salim’in 131 yılı Rebiülevvel ve Rebiülâhir aylarına ait ücretini
(rızkını) yirm i dinar olarak veriniz. Bunu da bir berata yazınız.»
131 yılı Rebiülevvel ayının dördüncü gecesinde bu ödeme emri­
nin yapüdığmı vesikaya yazdılar. Bu durum ücretlerin çalışmadan ön­
ce ödendiğini de göstermektedir.

E. M ERKEZ T E Ş K İL Â T I

Emevîler zamanında üç daire bulunmaktaydı. Bunlar:


1 — Askerlik dairesi,
2 — Vergi dairesi,
3 — Kâtipler.
1. Askerlik D airesi: Ömer, kendi zamanında kurulan askerlik
dairesinin sadece Araplardan teşekkül etmesini istemiştir. Bu daire,
Ukayl b. Ebî Tâlib, Muharrem b. N evfel ve Cübîyr b. M ut’am'dan mey­
dana gelmekteydi. Bu kişiler aynı zamanda Kureyş’in kâtipleri idiler.
Bunlar sadece askerlik işlerine bakarlardı.
'2. Vergi D a ires i: Bu dairede Irak’ta Farsça, Suriye’de Rumca
ve Mısır’da K ıp tî dili kullanılıyordu. Çünkü bu ülkelerde halkın ço-
EMEVtLER DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER 569

günlüğünü yerliler teşkil ediyordu. Müslümanlık henüz tam mânâsıy­


la yerleşmemişti.
Haccac’uı Irak’ı yönettiği zaman, daire başkam ve üyeleri, bu di­
vana Salih b. Abdurrahman’ın da katılmasına karar verdiler. Salih'in
babası Slcistan esirlerlndendi. Haccac, onun Farsça ve Arapça yazdı­
ğım görünce üyelerden Zazan ile değiştirmek istedi. Salih, bu durum­
dan endişelendi, Zazan'a:
«Sen beni küçümsüyorsun. Emirin huzuruna varıncaya kadar önün­
de gitm em i doğru bulmuyorum. Makamın düşmüştür» dedi. Zazan da:
«Böyle zannetme, emir bana daha çok muhtaçtır. Çünkü benden
başka hesaplarını eksiksiz görecek kişi bulamaz» diye cevap verdi.
Salih:
«AUah’a yemin olsun ki, eğer istersem hesaplan Arapçaya çevi­
rir im » deyince o, Salih’i küçümseyerek:
«B irkaç satır çevir de göreyim !» dedi.
Salih tercümeyi yaptı. Bu olaydan sonra Zazan, hasta olmadığı
halde, «hastalandım» diye yalan söyleyip yattı.
Bunun üzerine Haccac ona doktorunu gönderdi. Bu durum Za-
zan’m zoruna gittiği için meseleyi Haccac’a açıklamamalarını İstedi.
Fakat Abdurrahman b. Muhammed b. Eş’as’m İsyanında Zazan öldü­
rüldü. Bundan sonra Haccac, Salih’i kendisine kâtip yaptı. Arapça-
nın kabul edilmesi konusunda Zazan ile aralarında geçenleri anlatın­
ca Salih buna hayret etti. Bunun üzerine nakil konusuna İmzasını ko­
yacağım bildirdi. Boylece Haccac, divan defterlerini Farsça’dan Arap­
ça’ya çevirtti. Bu durum İranlIları gücendirdi ve bu dil değiştirme İşi­
nin yapılmaması için Salih’e yüz bin dirhem teklif ettiler, fakat o bu­
nu kabul etmedi.
Suriye'deki divan defterleri de Rumca'dan Arapça’ya çevrildi. Bu
işi yapan da, Abdülmelik’in halifeliği sırasında kâtib olan Ebû Sâ-
bit Süleyman b. Said’dir. Daha soma Muâviye devrinde Rum asülı
Sercun b. Mansur, sonra da oğlu Mansur b. Sercun kâtiplik yapmış­
lardı.
Mısır'daki divan da, Mısır valisi Abdullah b. Abdülmelik zamanın­
da, Arapça’ya çevrildi. Daha soma bu görevi Hımslı tbn Yarbug el-Fe-
zârî devam ettirdi. Bu şekilde üç divan da Arap diline çevrilince, dev­
let bu konuda diğer milletlerden kâtipler edinme ihtiyacından kur­
tuldu.
Vergi divanı, devletin içerdeki hesap işlerini düzenleyen bir maliye
kuruluşuydu.
570 doğuştan gUnümtlze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

3. K â tip le r: Görevi, çeşitli bölgelerdeki valilere ve memurlara


yazılar yazmak olan bir kuruluştu.
Bu dairelerde, ayrıca yazıları mühürleyecek ve imza altına ala­
cak yetkililer de bulunuyordu. Bu görev için halifeler, güvendikleri
kişileri seçiyorlardı. Taberî, h. 72 (691-692) senesi hadiselerini anla­
tırken bu divanlarda, halifeler adına kâtiplik yapan pek çok kişiden
bahsetmektedir. Bu isimler arasındaki tanınmış kişilerden birisi de,
şiirleriyle ün yapmış ve belagatta üstün olan Abdülhamid b, Yahya’
dır.

F. İS L Â M Î SİK K E L E R (P A R A LA R )

Hz. Ömer’in, İran paralarına benzer dirhemler bastıdığından daha


önce söz etmiştik. Bunlar genellikle değişik şekillerle süslenir, bazı­
larında da, nElhamdülillah.», « Muhammedun Rasûlullah», «L â ilâhe
illallah » yazıları bulunurdu. Hz. Ömer’in devrinde her on dirhem, altı
miskal ağırlığm daydı ve bu Hz. Osman’m halifeliğine kadar devam
etti. Hz. Osman, kendi döneminde bastırdığı dirhemler üzerine, «A l-
lahu Ekber» yazdırdı.
Muâviye b. Ebi Sufyan halife oiunca, Ziyad b. Ebih ile K ü fe ve
Basra’da birer görüşme yaptı. O zaman Ziyad kendisine:
«Ey M ii’m inlerin E m iri! Daha önce Hz. Öm er dirhem i küçülttü
ve halkın iyiliği için askerin ü cretin i ve m illetin ra k ın ı bu küçük pa­
ralardan verdi. Şayet bu paraların ayarını değiştirir de başka bir ayar­
da para basarsan halk için daha şefkâtli bir em ir olursun. Böylece ar­
kanda iyi bir isim de bırakırsın» dedi.
Bunun üzerine Muâviye, ağırlıkça daha eksik dirhemler bastırdı.
Üzerine de yazılar yazdırılıp, eski dirhemlerin yerine tedavüle sürüldü.
Muâviye, ayrıca başka dinarlar da bastırarak onların üzerine kılıç
kuşanmış tasvirini yaptırdı. Doğu vilâyetlerindeki bazı valiler de İran
paralarındaki Sasanî hükümdarlarının isimlerini silip yerlerine ken­
di adlarını yazarak tedavüle sürdüler. Muâviye zamanmda basılan
dirhemler altı dânik (* ) olup onattı kırattan bir veya iki buğday ağır­
lığı eksik id i.(l)
Öte yandan Abdullah b. Zübeyr Mekke’de hâkimiyeti ele geçirdiği
zaman yuvarlak biçimli dirhemler bastırmakla bu konuda, ilk defa
değişik bir uygulama yapmış oldu. Bundan önceki paralar silik, ka­

(* ) Dânik : 1/4 dirhem.


(1) Bkz. İslâm Ansiklopedisi. Sikke maddesi.
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İDARİ MÜESSESELER 571

lın ve kısa idi. Abdullah’ın kardeşi Mus'ab da Irak’ta her on tanesinin


ağırlığı yedi m is k a l(" ) olan dirhemler bastırdı. Onları sadece halka
yaptığı bağışlarda kullanıyordu. Bu sikkeler Irak'a Haccac’ın vali ta­
yin edilmesine kadar tedavülde kaldı. Haccac bu paralan toplattırdı.
Abdullah ve Mus’ab’ın öldürülmesinden sonra Abdülmellk b. Mer-
van H. 76 senesinde para basımındaki ölçüleri değiştirip yeni dinar ve
dirhemler bastırdı. Dirhemlerin İslâmî tarza çevrilmesinin dinarlar
ile aynı zamanda olduğu konusunda tarihçiler arasında görüş aynlık-
ları vardır. Belâzurî altınlar için H. 74, dirhemler İçin H. 76 senelerini
kabul ederken (1), İsmail Galib, dirhemlerin H. 70 senesinde yenilen­
diğini söyler(2). Dinarların ağırlığı yetmiş iki kırattan((*•) * * ) bir ar­
pa tanesi ağırlığı eksik, dirhemlerin ağırlığı da eşit şeklide on be­
şer kırat olarak ayarlandı. Bu sikkelerin bir yüzünde üç basamak ve
etıa fın d a i'M ilâhe illâllah vahdehu Muhammed rasûluliah» yazılıydı.
Abdülmelik, Irak’ta bulunan Haccac’a yazdığı mektupta, «Senden
önce bastırdığım ■paralarla, RasûluUak’ın şehri Medine’ye geldiğimde
ashaptan orada yaşayardann hiç biri bu işi kötü görmedi. Fakat, on­
ların üzerindeki resim ve nakışlan beğenmediler. Ashaptan Sald b.
Müseyyeb, onlarla alış veriş yapardı. Bu paralann hiç bir taralını
ayıplamadı» diyordu. Abdülmelik, bastırdığı altın paralan Şam mlska-
line göre dinar olarak ayarlamıştı. Yine aynı mektupta onların tar­
tıya uygunluğundan bahsederek, «İk i mlskal arasındaki oran, yüz İle
yüz iki arasındaki oran gibidir» diyordu. Daha sonra, «Dirhemi İlk
bastıran adam, Sumeyr adındaki bir yahudidir. Dirhem ismini verme­
si paranın memleketine nispet edilmesi içindir» şeklinde bir bilgi de
veriyordu.
Abdülmelik, daha sonra sikkeyi Haccac'a gönderdi. O da bastırıl­
mak üzere Âfâk’a yolladı ve bütün şehirlere birer mektup yazarak,
ne kadar mal bulunduğunun tespit edilip, kendisine bildirilmesini is­
tedi. Dirhemlerin Afâk’ta İslâmî ölçülere göre bastırılacağını ve ön­
celik sırasına göre dağıtılacağım bildirdi. Dirhemlerin değerini, odun
değeriyle orantılı olarak belirledi. Bu arada para basanların ücretini
de göz önüne aldı. Bu dirhemlerin bir yüzüne «KulhuvaiUâhuehad»,
öbür yüzüne, «Lâ ilâhe illâllah» yazdırdı. Kenarlarına da, «Muham-
medu'r-Resûlullah, Allah O’nu, bütün dünyaya üstün kılmak için hak
din ve hidayetle göndermiştir.» ve, «B u para falan şehirde basıldın ya­
zılarını yazdırdı.

(* • ) Mlskal: 24 kırat.
(1) Belâzurî, FUtûbu'l-Buldan, 467-468
(2) Bkz. İsmail Galib. Meskûk&t-ı Kadlm e-i İslâmî ye Kataloga, İst. 1312.
(* * * ) K ı r a t : Be; adet arpa ağırlığı.
572 doğuştan gtlntlnıUze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

Daha sonra Haccac: «Beni bununla görevlendiren ve m illete bü­


yük bir iyilik yapan Abdülmelik’tir. M illetim ize hayırlı olacağına inan­
dığım ız bu paralar inşaattah uzun süre devam edecektim dedi.

Zekâtlar, bu döneme kadar yüz dirheme göre ödenegelmiş, ya-


hutta her beş evâk için beş dirhem ödenmiştir. Onların hepsini bü­
yük yaptırmak yerine, iki yüz dirhemlik küçük paralar yaptırmakla
millete büyük iyilik etmiştir. Bu duruma göre iki yüz dirheme ulaşın­
ca zekât farz olmaktadır. Böylece, mal sahiplerini koruduğu gibi, ze­
kâtın da eksik verilmesini önledi. Bu da Rasûlullah'm sünnetini uy­
gun olduğu kadar, halka zarar vermeden zekât müessesini de olgun­
laştıran bir uygulama oldu. Abdülmelik’ten önce halk, m allarının ze­
kâtım küçük ve büyük paralara göre iki ayn şekilde hesaplayıp ödü­
yordu. Abdülmelik, küçük ve büyüğü birleştirip dirheme yönelince
bir ölçü kâfi geldi. Dâniklerden 8 dânik, küçüklerden 1 dirheme, bu
da büyüklerden 4 dânike ulaşıyordu ki, bunlar birleştirilmekle bü­
yüklerin fazlalığı küçüklerin eksiğini tamamlamış oldu. Ağırlık yö­
nünden de iki dirhemi eşit hale getirdi. Her iki dirhem eşit altı dânik
oldu. Miskali de buna göre ayarladı. Sonuçta dirhemin ölçüsü sınır­
landırılmış oldu. Her on dirhem altı dânike, o da yedi miskale eşitti.
Bu uygulama imza altına alınarak bir daha değiştirilmemesi kesin­
leştirildi ve böylece yerleşti.

Abdülmelik öldükten sonra bu durum olduğu gibi devam etti.


Ondan sonra Velid, Süleyman ve Ömer’in dönemlerinde de aynı kal­
dı. Yezid b. Abdülmelik’e kadar bu uygulama devam etti. Yezid, ha­
life olunca Ömer b. Hubeyre’yi Irak’a vali tayin etti. Hubeyre, Irak’ta
altı dânik ayarında dirhemler bastırdı. Bu dirhemlere «Derâhim-i
Hubeyriye» denildi. Hişam b. Abdülmelik, idareye gelince Irak’a vali
tayin ettiği Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin yedi dânik dirhemler bastır­
masını ve V âsıftan başka yerde basüan sikkeleri toplattırmasını is­
tedi. H. 106 yılında yedi dânik ağırlığında dirhemler kesildi. Vâsıt
hariç bütün şehirlerde sikke basımı durduruldu. Hâlid, bu hususta
çok şiddetli davranarak hile yapan ayarcı ve baskıcılarla, izinsiz pa­
ra basanların ellerini kestirdi. Sadece V â s ıfta dirhem bastırıldı ve
sikke büyütüldü. Adı geçen bu sikkelere Hâlid’e nispetle «Derâhim-i
Hâlidiye» denildi. Uzun yıllar dirhemler Hâlid’in sikkeleri üzerine ba-
südı. Bu uygulama H. 120 yılında Hâlid idareden uzaklaştınlıncaya
kadar devam etti. Ondan sonra idareyi Yusuf b. Ömer es-Sakâfî aldı
ve sikkeyi küçültüp yeniden altı dânik ölçüsüne göre ayarladı. Yusuf
da sadece V â s ıfta para bastırdı. Bu sikkelere de «Derâhim-i Yusu-
fiye» denildi. Emevîler'in en makbul sikkeleri bu üç valinin bastır­
EMEVÎLER DÖNEMİNDE İDARİ MÜESSESELER 573

dığı sikkelerdir. Hattâ Abbasi halifelerinden Mansur, haracın yalnız


bu üç sikke üzerinden tahsil edilmesini emretmiştir. ( 1 )
Son Emevi halifesi Mervan b. Muhammed’ln zamanında da Cezi-
re’de Harran sikkesi üzerine dirhemler bastırıldı.
Bu sıralarda, Bizans sikkeleri üslûbunda bakır felsler de çıka­
rıldı, fakat Araplar bunlan, sikke olarak kabul etmemiş ve kullanma­
mışlardır. Müslümanlar Baalbek, Halep, Hıms, Dımaşk, Menblc, Ta-
beriye, Amman, İliya, FUlstin, Kınnesrm, Ruha ve daha başka yerler­
de darphaneler kurdular. Dinar ve dirhemlerin Islâmi tarza tahvili
ile, Bizans tarzındaki bakır sikkelerin yerini tutmak üzere, Arapça
yazıh felsler darbına başladılar. Altın ve gümüşlerde olduğu gibi fels-
lerin tek şekilde basılması mümkün olmadığından, her memleket İçin
başka şekil kabul edildi. Meselâ bazılarında kelime-i tevhid, bazıların­
da kesim yeri, bazılarında basım senesi, bazılarında da halife ismiyle
o yerin valisinin ismi görülmektedir. Hattâ bazı Emevi felslerlnde at,
fil, tavşan, ağaç, ay. ve yıldız şekilleri vardır. (2)

G. KÜLTÜR FAALİYETLERİ

1. Gramer:
Cahiliye döneminden beri Hicaz’da iki kardeş şehir olan Mekke
ve Medine, şiir faaliyetlerinin odaklaştığı merkezlerdi. Daha sonra­
ları Hz. Ömer’den sonra ilk müslümanlann Hicaz’dan çıkarak deği­
şik yerlere gitmeleri ve İslâm devletinin sınırlarının genişlemesiyle
Irak, Suriye ve Mısır gibi vilâyetler de bu hususta önem kazanmışlar­
dır. Bunlardan özellikle Irak, canlı bir fikri ve İlmî faaliyetler mer­
kezi haline gelmiştir. Basra ve Küfe şehirlerinde daha sonraları birer
gram er ekolü halini alacak olan dil çalışmaları başlamıştır.
İslâm ’a giren gayr-ı Arap toplulukların, Kur’an’ı ve hadisleri in­
celeme ve öğrenme konusundaki arzu ve ihtiyacı bu çalışmalara baş­
lanmasının temel sebeplerinden birisidir. Aynca Kur'an-ı Kerim'in
fasih Arayçayla, günlük dilde k u lla n ıla n ve Farsça, Süryanlce gibi
dillerin etkisiyle saflığı bir hayli bozulmuş olan kimselerin bile K ur’-
an’ı okuyup anlamakta zorluk çekmeye başlaması, bu çalışmaları teş­
v ik eden önemli gelişmelerdir.
Bu konudaki mühim çalışmalardan birisi de Haceac’ın, Kur'an-ı
K erim ’in harekelendirilmesini sağlaması olmuştur. K ur’an harfleri­

ni İslâm Ansiklopedisi, Sikke maddesi.


(2) İslâm Ansiklopedisi, A jm madde.
574 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

nln altına veya üstüne konularak onun seslendirilmesin! kolaylaştı­


ran, zam m e(ötre), fetha(üstün), ve kesre(esre) İşaretleri, hem yeni
İslâm'a girmiş bulunan ve Arap olmayan kimselerin, hem de Arapça
konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan Arap asıllı kişilerin K u r’an'ı
kolayca anlamasına yardımcı olmuştur.
Arap dilinin efsanevi gramercisi (nahiv âlim i) Ebû Esved ed-Dueli,
Basra’daki gramer çalışmalarıyla şöhret bulmuştur. İbn Hallikân’ın
naklettiğine g ö r e (l) Hz. Ali, Ebû Esved ed-Duelî’ye cümlenin isim, fi­
il ve edat olmak üzere üç ana unsurdan oluştuğu prensibini vermiş ve
kendisinden bunları İnceleyen tam bir eser yazmasmı İstemiştir. Da­
ha sonraki yıllarda ed-Dueli bunu gerçekleştirmiş ve Arap dilinin gra­
meri üzerine uzun süren başarılı bir çalışma yapmıştır.

2. Hadis ve F ıkıh:

K u r’an tetkikleri, dilbilimin olduğu kadar hadis ilminin de orta­


ya çıkmasını sağlamıştır. Bununla birlikte K u r’an ve hadis temeli
üzerine bina edilen akald ve fıkıh çalışmaları da bu dönemde siste­
matik bir hal almaya başlamıştır. O devirde yapılan fıkıh çalışmala­
rının ürünü olan eserler hemen hemen tamamı günümüze ulaşama­
mış olmakla birlikte (2) devrinin bu konuda önde gelen şahsiyetlerini
biliyoruz. Bunların en meşhurlan Haşan el-Basri ve İbn Şihâb ez-Ziih-
ri’dir.
Haşan el-Basri’nin yetmiş kadar sahabeyi şahsen tanıdığı ve on­
lardan pek çok hadis öğrendiği biliniyor. Bu bakımdan o daha çok
hadis nakleden bir râvi olarak tanınmıştır.
ö t e yandan nüfusunun çoğu Şiî olan K ü fe de gramer çalışmala­
rında olduğu gibi bu alanda da komşusu Basra’dan geri kalmıyordu.
Bu İki şehirde toplanan âlimler arasındaki rekâbetin Arap dil bilgisi
ve edebiyatında iki büyük ekolün ortaya çıkışma sebep olduğunu daha
önce belirtmiştik.
Hadis rivayeti konusunda ise K üfe önemini evvelâ, Abdullah b.
Mes'ûd’un oraya yerleşmiş olmasıyla kazanmıştır. B ilindiği gibi bu
sahabe, hadis rivayeti konusunda en çok şöhret kazananlardan biri­
sidir. 848 hadis rivayet ettiği nakledilir. K ü feli hadis râvileri arasmda
temayüz eden diğer bir şahsiyet de Âm ir b. Şarâhi'ş-Şâ'bi’dir. R ivayet­

ti) İbn Halllkan. Vefeyâtfl’l-Ayân, I. 429-430


(2) Y aln ız Zeyd b. A li'nin Klt&bül-Mecmû'u o devirden kalma bir çalış­
madır. Geniş bilgi İçin bkz. Muhammed Hamldullah, İslâm 'ın Hukuk
İlm ine Yardım ları, Derleyen Salih Tuğ, İst. 1962
EMEVİLER DÖNEMİNDE İDARİ MÜESSESELER 575

lere göre Şâ’bî, yüz elli kadar sahabeden hadis dinlemiş ve bunların
hepsini hafızasında toplamıştır. Şâ’bî, Halife Abdülmelik tarafından
önemli bir görev için İstanbul’daki Bizans İmparatoruna da gönde­
rilmiştir. Onun yetiştirdiği talebelerin en tanınmışı şüphesiz Ebû Ha-
nlfe’dlr.
Hadis ve fıkıh sahasında Basra ve Küfe mektepleri önemli geliş­
meler göstermiş olmakla birlikte, Hicaz’daki mektepler gibi Medine
metodunun etkisinde kalmamış, ayrı birer ekol halini almışlardır.

3. Ş i i r , H i t a b e t ve B e l & ğ a t :
Emeviler devrinde edebi sanatlar sahasında da önemli gelişmeler
olmuştur.
Cahiliye döneminin Arap hayatında vazgeçilmez bir yer tutan şi­
ir, daha çok âhiret hayatım hedef alan ve dünyevi zevk ve eğlenceye
değer vermeyen ilk İslâmî devirde (Hulefâ-i Râşldln devrinin sonuna
kadar), eski gücünü kaybetmişti. Fakat dini bir müessese olan hilâfeti,
dünyevi bir saltanata dönüştüren ve bu yüzden (bazı İstisnalar dışın­
da) eğlence ve sefahata düşkün bir hayat yaşayan Emevl halifelerinin
çevresinde şiir yeniden ön plâna çıkmıştır.
Bu devirde yetişen önemli şairlerden birisi Ömer b. Ebl Rebia’dır
(öl. yaklaşık 719). Devrinde lirik şiirin en büyük üstadı sayılan bu
şair, şiirlerinde dini hislere hemen hemen hiç yer vermez. Kureyş ka­
bilesinden olan Ömer’in günümüze kadar gelen bir divanı vardır. Bu
divan İki cilt halinde Paul Schwarez tarafından Lelpzlg'te (1901-1909)
neşredilmiştir. (1)
Ömer'in aşk şiirleri yazmasına karşılık çağdaşı Cemil (öl. 701) plâ­
tonik şiirleriyle şöhret bulmuştu, tik Leylâ ve Mecnûn mesnevisini de
bu şairin yazdığı rivayet edilmektedir. (2)
İslâm öncesi Arap şiirinin derlenmesi konusunda yapılan İlk te­
şebbüs de bu devire rastlamaktadır. Cahiliye dönemine alt yaklaşık üç
bin kasideyi alfabetik sıraya göre derleyip tertip eden Hammad er-Râ-
vîye (713) bunları halife II. Velld'in huzurunda okumuştur.
Emeviler devrinde yetişen üç şair daha vardır kİ bunlar, halife
Abdülmelik İle oğullan Velld, Süleyman ve Yezld'ln gözde şairi Fe-
rezdâk (640 - 725), Haccac’m saray şairi Cerir (öl. 726) ve kendisi bir
tırlstiyan olan el-Ahtal... Her üçü de Irak’ta doğmuş ve yetişmişlerdir.

(1) Geniş bilgi İçin bkz. Philip Hlttl, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev.
Salih Tuğ, İst. 1980. Ayrıca bkz. Islehanl, Aganl, I, 32; ve Cebrail Cab-
bur, Ömer b. Rebla, Beyrut. 1935-1939
(2) Isfehanî, Aynı eser, I, 169; İbn HalUkan. Aynı eser, L 148
576 doğuştan gUntlmUze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Özellikle Cerir ve Ferezdak birbirlerine yönelttikleri hicivlerle tanın­


mışlardır.
Hitabet sahasında ise Haşan el-Basri, Ziyad b. Ebîh ve Haccac
zikredilmeye değer isimlerdir. (1)

4. Tarih:

Emevîler devrinde tarihçilik, Hz. Peygamber’in hayatını ve gaza­


larını anlatan sahabe hatıralarına dayanıyordu. Ayrıca hadis kitapla­
rı da bu açıdan önemli bir yer tutmaktaydı.
Müslümanların, Hz. Peygamber ve sahabîlerin etraim da meydana
gelen olayların toplamp düzenlenmesine duydukları ilgi, tarih araştır­
malarım başlatan başlıca unsurdur. Bu çerçevede toplanan hadiseler
daha sonra meydana getirilecek olan Sîre (Hz. Peygamber’in biyogra­
fisi) ve Meğazi (Hz. Peygamber’in katıldığı savaşlar) kitaplarına te­
mel teşkil edecektir.
Tarihî özelliklere sahip çalışmaları teşvik eden diğer temel se­
bepleri şöyle sayabiliriz,
1. İlk halifelerin kendilerinden önceki idarecilerin karar ve ha­
reketlerini öğrenme arzulan,
2. Beytülmâl’den maaş alan ilk müslümanlann alacaktan meb­
lâğın m iktarım tespit için nesep şecerelerini bildirme zorunluluğu,
3. Arap şiirinde geçen bazı ifadelerin açıklanması,
4. K u r’an’da geçen bazı yer ve kişi adlarının belirlenmesi ve öğ­
renilmesi,
5. Y eni müslüman olan Arap olmayan kavimlerin, Araplara kar­
şı kendi atalarının başarılarım belgelemek için gösterdikleri hassasi­
yet...
O dönemde tarih anlatanların başmda Ubeyd b. Şerya isimli bir
şahıs gelmektedir kİ, MuÂviye’nin daveti üzerine « ilk Arap K ra lla rı»
hakkında bildiklerini anlatmak üzere Şam’a gelmiştir. (2) Ubeyd, ha­
life Muâviye için çok sayıda kitap yazmıştır. Bunlardan Kitabü'l-Mü-
lûk ve Ahbaru’l-Mâzin (M eliklerin Kitabı ve Geçmişlerin Tarihi) son­
raki asırlarda geniş çapta okunuyordu. (3)
Emevîler devrinde İlmü’l-Evâil (insanların menşei) konusunda
çalışan tanınmış isimlerden biri de Vehb b. Münebbih’tlr (ölm. yak-

(1) Geniş bilgi İçin bkz. Philip Hlttl, Aynı eser, 395
(2) Geniş bilgi İçin bkz. İbn Nedim, Fihrist, 89; tbn HaUlkan, Aynı eser,
II. 365
(3) İbn Halllkan, Aynı eser, IV, 89
EM EVİLER DÖNEMİNDE İDARİ MÜESSESELER 577

laşık 728). Aslen Yemenli bir yahudi olan Vehb’in verdiği bilgi ve ha­
berlerin doğruluğu oldukça şüpheli olmakla birlikte, güney Arabistan
tarihi konusunda başta gelen kaynaklardan birisidir. Yine Kâbu’l-Ah-
bâr (ölm. 652) isimli diğer bir yahudi kökenli tarihçi de zikredilmeye
değer. Muhtemelen Hz. Ömer zamanında müslüman olan K â ’b daha
sonra, Muâviye Suriye valisi iken onun sarayında öğretmenlik ve mü­
şavirlik yapmıştır. (1)
Kâ'b, Vehb b. Münebbih ve diğer yahudi asıllı muhtedller vası­
tasıyla anlatılan ve doğrulukları oldukça tartışmalı olan pek çok ha­
ber, kıssa ve İslâm öncesi Araplarıyla İlgili bilgiler (İsrailiyât) bu de­
virde müslümanlar arasında geniş bir şekilde yayılmıştır.

5. Eğitim:

Emeviler devrinde eğitim, sistematik ve müesseseleşmiş bir vazi­


yette değildi. İlk Emevi veliahtleri, fasih Arapçayı öğrenmek, şiirde ye­
tişmek ve ata binip, ok ve yay kullanmaya alışmak İçin Suriye çö­
lünde yaşarlardı. Halk arasında ana dil Arapçayı iyi konuşan ve ya­
zabilen, ok ve yay kullanmasını öğrenmiş, yüzme bilen kimseler tah­
silli ve kâmil kimseler olarak telâkki edilirdi. O devirde eğitimden
beklenen şey, ahlâki faziletleri elde etmekti. Cesaret, sabır, cömertlik,
misafirperverlik, ahde vefa v.b. gibi.
Halife Abdülmelik zamanından sonra Emevi saraylarından genel­
likle bir terbiyeci bulunmuştur. Abdülmelik, oğullarını yetiştirmesi
için saraya getirttiği bir eğitimciye şu talimatı vermişti: «Onlara yüz-
me öğret ve az uyumaya alıştın
Halife Ömer b. Abdülaziz de çocuklarının terbiyecisine: « Onlara
vereceğin ilk ahlâk dersi, şeytanın bir aldatmacası olan ve neticede
A llah’ın öfke ve gazabını çeken eğlence vasıtalarına karşı onların kafa­
sında bir düşmanlık husule getirmek olsun» şeklinde talimat vermiş­
tir. (2)
Halka yönelik eğitim ise camilerde K ur’an’ı okuyup yazmasını bi­
len kurralar tarafından yapılırdı.
Ayrıca halifeler, bütün bölgelere muallimler gönderirler, bunlar
da cuma günleri gittiği bölge halkına dinî konularda ders verirlerdi.
Bu konudaki ilk uygulamanın Hz. Ömer tarafından yapıldığı biliniyor.
Halife Ömer b. Abdülaziz tarafından Mısır’a başkadı tayin edilen Ye­

ri) İbn Halllkan, Aynı eser, İÜ . 106-107; Taberl, IH . 2403: Nevevi Tehzl-
bu'l-Esmâ ve'l-Lüga, 523
(2) Bkz. İbnü'l-Cevzi, Sfre, 257; Câhız, Beyan, n . 136-143

F. ; 31
578 doğuştan gUntlmüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

zid b. Ebî Habib'in burada aynı zamanda bir öğretmen olarak da te­
mayüz ettiği rivayet edilmektedir.
Diğer taraftan kaynakların naklettiğine göre Dahhak b. Muzalim,
K û fe’de bir okul açmış ve halktan bir ücret talep etmeksizin dersler
vermiştir. Yine Basra şehrine yerleşen bir bedevinin ücret karşılığı
eğitim göstermek üzere bir okul açmış olduğu da rivayetler arasında­
dır. (1)

6. T ıp ı>e Kimya:

H alife Velid cüzzam hastalığına yakalanmış kimseleri tecrit edip,


sağlamlardan ayıran ilk devlet başkamdir. Ayrıca II. Ömer’in Yunan
tıp geleneklerini ilk defa İskenderiye’den Antakya ve Harran şehirleri­
ne taşıyan halife olduğu kaynaklarda nakledilmiştir. (2) Bu devirde
müslüman dünyasında 'ilk tababet kitabı sayılan bir eser de Süryanlce'
den Arapça'ya çevrilmiştir.
İbn Nedim ikinci Emevi halifesi Yezid’in oğlu Hâlid’in Yunan ve
K ıp t dillerinden kimya, tıp ve astroloji İlimleri üzerine yazılmış ki­
tapları ilk tercüme eden müslüman olduğunu söylemektedir. (3)

7. M im arî:

Emevîler devrinde mimari alanındaki gelişmeler özellikle cami


ve mescitlerde kendisini göstermektedir. Devletlerinin sınırlan, K u ­
zey Afrika’dan Hindistan'a kadar genişlemiş olan müslümanlar, fet­
hedilen şehirlerin çoğuna bir mescit veya cami inşa ederken bölgenin
mimarî kültüründen de etkilenmişlerdir. Böylece ayrı a yn özellikler
taşıyan ekoller doğmuş, Suriye ve Mısır’da Grek-Roma, İran ve Irak’
ta Sasanî, Endülüs ve Kuzey Afrika’da Vizigot ve Berberi, Hindistan’
da Hindu m imari tekniklerinden yararlanılmıştır. Fakat bilindiği gibi
İslâm'ın ilk ilk mescidi olan Mescid-i Nebevî’de minare, mihrap bulun­
madığı halde Emeviler döneminde cami teçhizatı araşma bunlar da
katılmıştır. Bazı araştırmacılar bu hadiseyi halife I. Velid ve onun
zamanında Medine valisi olan Ömer b. Abdülaziz'e bağlarken, bir kı­
sım tarihçiler de Hz. Mu&viye’ye atfederler. (4)
Kısa zamanda mihrap, bütün camilerin ortak teçhizatı haline gel­
miştir. Ayrıca Y a ’kubi, maksurenin de Halife Muâviye zamanında ca­

li) Ya'kût. Mu’cemu’l-Udebâ, H, 239


(2) Taberl, II. 1196; İbn Ebî Usayblya, Uyunu’l-EnbS II Tabakâll'l-Etıbbâ
(3) İbn Nedim. Fihrist, 242-345
(4) Makdlsi, AhsenU’t-TekAsim, 80; İbn Batuta. Seyahatname, I, 271; Su-
yûtl, HUsnU'l-Mııhadara, n. 149
EMEVtLHR DÖNEMİNDE İD AR İ MÜESSESELER 570

m llere İlâve edildiğini yazmaktadır. (1) Diğer taraftan minare de Eme-


vîler zamanında cami teçhizatı arasına girmiştir. İlk defa Suriye'de
yapıldığı kabul edilen minarenin, yeril gözetleme kulelerinden ilham­
la doğduğu rivayetler arasındadır. (2) Bundan sonra Medine valisi
Öm er b. Abdülazlz, Mescld-1 Nebevi'ye, Mısır valilerinden biri Fustat'
tâki Anır Camiine, Irak valisi Zlyad Basra Camiine minare İlâve et­
tirmiştir.

Halife Abdülmellk 091’de Kubbetu's-Sahra’yı İnşa ettirdi. Bu cami


günümüze kadar yanlış olarak, «Ömer Camii» olarak tamtılagelmlştlr.
Abdülmellk yaptırdığı bu mescidin İnşaasında II. Husrev zamanmda
tahrip edilmiş olan Hristlyanlıkla 11gül bir takım yıkıntıları kullan­
mıştır. Milâdi 705 yılında halife Velld, Şam'da Emevl camiini İnşa et­
tirmiştir. Bu camide ilk defa olarak yarım daire biçiminde bir mih­
rap vardır. Ayrıca bu devirde camiler etrafında çeşmeler (şadırvan)
v.b. küçük yapılara yer verilmeye başlanmakla, sonradan özellikle Os­
manlIlar döneminde çok gelişecek olan külllyelerln temeli atılmış­
tır. (3)
Bütün bunlar gösteriyor kİ, Emevl idaresi yaptığı fetihler kadar
İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesinde oynadığı rolüyle de İs­
lâm tarihinin en mühim dönemlerinden birisi olmuştur.

(1) Y a ’kubl. Tarih, □ , 571; Buna rağmen Belâzurl, (Ensabu'l-Eşraf, 6)


Mervan b. Hakem’ln: Makrlzl de (el-Hıtat, n, 247) Hz. Osman'ın zama­
nında camilerde maksurenin yapıldığını söylemektedir.
(2) Makdlsl, Ahsenfl't-Tekâslm, 182
(3 ) Geniş bilgi İçin bkz. Philip Hlttl, Aynı eser, 403 vd.
İN D E K S

— A — Abdullah b. Amr: 251, 306, 337,


502.
Hz. Abbas b. Abdulmuttalib: 14, Abdullah b. Amir: 198, 205, 206,
16, 17, 112, 121, 146, 148, 210, 222, 230, 303, 333.
163, 165, 186, 198, 270, 283, Abdullah el-Battal: 423.
284, 285. Abdullah b. Cafer: 326.
Abbas b. Ali b. Ebî Tâlib: 262, Abdullah b. Cahş: 114.
263. Abdullah b. Ebi Rebia el-Bâhili:
Abbas b. Sehl: 493. 197, 198, 222.
Abbas b. Utbe b. Ebî Leheb: 208. Abdullah b. Ebû Bekr: 32.
Abbas b. Velid b. AbdüLmelik: Abdullah b. Eftah: 447.
389, 390, 566. Abdullah b. Erkânı: 138.
Abbasî (-1er) : 17, 16, 23, 140, Abdullah b. Et hem: 292.
409, 419, 421, 425, 431, 432, Abdullah b. Habbab: 412, 510,
435, 448, 458, 487, 500, 517, 521, 524, 525.
518, 552, 562, 573. Abdullah b. el-Hadramî: 230.
Abbasoğulları: 16. Abdullah b. Hanzala: 329, 503,
Abbasîye: 486. 504.
Abd-i Menaf: 284. Abdullah b. Haris b. Hişam
Abd-i Menaf Kabilesi: 193, 222, el-Mahzumî: 251.
263, 264, 270. Abdullah b. Haris b. Nevfel: 335.
Abd-i Rabbih el-Kebîr: 534. Abdullah b. Hazım: 344.
Abd-i Şems: 283, 284, 285. Abdullah b. Hısn: 292.
Abdullah b. İbâd: 532, 533, 534,
Abdu’l-Kays: 48, 298.
536, 554.
Abdullah b. Abbas: 216, 226, 236,
Abdullah b. Kays: 176, 245.
248, 251, 256, 260, 267, 270,
Abdullah b. Kevvâ el-Yeşkuri:
323, 326, 352, 466, 479, 480,
248, 463, 510.
488, 508, 509, 518, 531.
Abdullah el-Kindi: 443.
Abdullah b. Abdülmtlik: 357, Abdu’l-Latif b. Yusuf b. Muham-
569. med b. Ali el-Bağdadi: 101,
Abdullah b. Albân: 80. 102, 103, 105.
Abdullah b. Ali: 262, 432. Abdullah b. Mervan: 431.
582 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

Abdullah b. Mes’ud: 60, 167, 202, 501, 502, 503, 504, 505, 513,
203, 574. 514, 525, 532, 534, 570, 571.
Abdullah b. Misade: 260. Abdulmuttalib: 21.
Abdullah b. Muâviye: 430. Abdulmuttalib Oğullan: 285, 502.
Abdullah b. Muâviye b. Abdillah Abdu’l-Uzza: 32.
b. Câfer b. Ebî Tâlib: 445. Abdurrahman b. Abbas el-Haşi-
Abdullah b. el-Mu'tem: 80. mî: 358.
Abdullah b. Muti: 327, 341, 481, Abdurrahman b. Abdullah el-Ga-
495. fikî: 423, 424.
Abdullah b. Ömer: 166, 191, 207, Abdurrahman b. Attab b. Esîd:
224, 252, 276, 309, 310, 311, 232, 236.
320, 322, 323, 345, 492, 498. Abdurrahman b. A v f: 19, 32, 63,
Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz: 94, 95, 138, 146, 183, 196,
186, 187, 189, 221, 430. 191, 270, 276, 281, 438.
Abdullah b. Rebîa: 222. Abdurrahman b. Ebi Bekr: 194,
Abdullah b. Sa’d b. Ebı Şerh: 195, 309.
199, 200, 208, 210, 220, 222. Abdurrahman b. Hâlld b. Velid:
Abdullah b. Sa’d el-Ezdî: 340. 205.
Abdullah b. es-Saffar: 532, 533, Abdurrahman b. el-Haris: 295.
534, 536. Abdurrahman b. Muğire: 568.
Abdullah b. Sebe: 135, 149, 200, Abdurrahman b. Muâviye: 285,
206, 208, 211, 214, 219, 220, 567.
235, 407, 437, 441, 442, 443, Abdurrahman b. Mihnef: 367,
555. 515.
Abdullah es-Seffah: 17. Abdurrahman b. Muhammed b.
Abdullah b. Selâm: 224. Eş’as: 354, 355, 356, ?57, 358,
Abdullah b. Sevr: 60. 364, 378, 569.
Abdullah b. Sevr Ebû Fudeyk: Abdurrahman b. Mülcem: 261,
532. 262, 511.
Abdullah b. Umeyr el-Kelbî: 483. Abdurrahman b. Müslim: 384,
Abdullah b. Utbe: 86. 386.
Abdullah b. Vâii’l-Bekrî: 340. Abdurrahman b. Ömer: 1B7, 188.
Abdullah b. Vehb er-Rasibî: 254, Abdurrahman b. Rabîa: 87.
256, 510. Abdurrahman b. Sâlim: 568.
Abdullah b. Yezld: 336. Abdurahman b. Semûre: 303.
Abdullah b. Zübeyr: 22, 176, 236, Abdurrahman b. Yezid: 333, 336.
251, 309, 310, 313, 320, 322, Abdu Yağus Oğulları: 121.
323, 331, 334, 335, 336, 338, Abdülaziz b. Abdullah b. Hâlid b.
339, 340, 341, 342, 343, 344, Useyd: 363, 402, 405.
346, 347, 351, 359, 360, 361, Abdülaziz b. Mervan: 285, 338,
362, 371, 372, 375, 433, 479, 372, 381, 390, 393, 394, 397,
480, 489, 492, 493, 495, 497, 560.
İNDEKS 583

Abdülhamld b. Abdurrahman b. Ahmed b. Sumeyt: 497.


Zeyd b. Hattab: 405. Ahnef: 292, 309.
Abdülhamid b. Yahya: 570. Ahnef b. Kays et-Temimi: 83, 85,
Abdülkerim b. Acrad: 536. 86, 87, 88, 198.
Abdülmelik b. Katan: 424. Ahnes b. Şurayk: 241.
Abdülmelik b. Mervan: 22, 150, Ahvaz: 82, 83, 302, 343, 361, 363,
175, 222, 338, 339, 340, 341, 364, 377, 378, 415, 430, 513,
342, 343, 344, 345, 353, 354, 514, 515, 516, 527, 534.
356, 357, 350, 363, 364, 367, el-Ahızûne: 447.
370, 373, 374, 375, 377, 378, Ahtal: 562, 575.
379, 380, 381, 382, 390, 395, Hz. Aişe: 10, 32, 62, 140, 157,
397, 400, 402, 497, 513, 514, 164, 165, 222, 229, 230, 231,
515, 516, 527, 534, 554, 557, 232, 233, 234, 235, 236, 237,
558, 559, 560, 561, 564, 566, 290, 295, 360, 371, 446, 450,
569, 571, 572, 575, 577, 579. 501, 502, 528.
Abdulmümin b. Şebes: 359. A. J. Butler: 104.
el-Abrak: 35. Akabe: 27, 327.
Abs: 35. Akdeniz: 96, 199, 305.
Absoğullan: 228. Akil b. Ebi T&lib: 14, 149.
Abydos: 399. Akiloğullan: 461.
Ac&ride: 536, 538. Akka'b. Ebi Akka: 50, 51.
Acemler: 526. Akkad: 487.
Hz. Adem: 36, 469, 475. Akr: 415.
Adiy b. Ertad el-Fezâri: 405, 414. Akraba: 41.
Adiy b. Hatem et-Taı: 37, 38, Akrainos: 423.
48, 235, 240, 299. el-Al: 151.
Adiy Kabilesi: 263. Alâ b. el-Hadrami: 35, 43, 60, 83,
Adiy b. K a ’b b. Lüey Oğullan: 64. 137, 222.
AdiyoğuUan: 270, 463. Alamut Kalesi: 445, 473.
Adnan Adıvar: 105. Al-i Ebû Muayt: 360.
Âfâk: 571. Alevî (-1er): 24, 430.
Afganistan: 354. Ali b. Abdullah b. Abbas: 458.
Afrika: 17, 45, 372, 416, 424, 425, Ali Cante: 393.
476, 565. Hz. Ali b. Ebi Tâlib: 14, 16, 17,
Afşin: 416. 20, 24, 25, 29, 30, 41, 60, 62,
Afyonkarahisar: 423. 71, 80, 108, 112, 120, 121,
Ağa Han: 475, 476. 146, 149, 161, 183, 184, 186,
el-Ahızine: 447. 188, 191, 192, 193, 195, 198,
Ahmed Emin: 440, 441, 453, 548. 207, 214, 215, 216, 219, 223,
Ahmed Hamidullah Kirmanı: 225, 226, 227, 228, 229,
469. 231, 232, 233, 234, 235, 237,
Ahmed b. Keyyal: 444. 238, 239, 240, 241, 242, 243,
58 4 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS L Â M T A R İH İ

244, 245, 246, 247, 248, 249, Aniir b. Kilâb: 262.


250, 251, 252, 253, 254, 255, Amir b. Şarâhi’ş-Şa’bi: 574, 575.
256, 257, 258, 259, 260, 261, Amiş: 32.
262, 263, 264, 265, 266, 267, Amman: 131, 573.
270, 271, 274, 276, 281, 287, Ammar b. Yâsir: 169, 180, 208,
288, 289, 290, 295, 301, 312, 236, 241, 243.
328, 340, 341, 352, 360, 413, Amorion (A m m u riye): 199, 304,
418, 430, 435, 436, 437, 438, 305, 399.
439, 440, 441, 442, 443, 445, Amr b. Abdulmesih: 46.
446, 450, 452, 453, 454, 455, Amr b. Abdurrahman b. Haris:
456, 457, 458, 459, 460, 461, 326.
462, 463, 464, 465, 466, 467, Am r b. el-Âs es-Sehmî el-Kureşî:
468, 469, 474, 486, 491, 492, 35, 53, 54, 55, 90, 92, 93,
494, 502, 506, 507, 508, 509, 94, 95, 96, 97, 98, 99, 100,
511, 512, 518, 519, 520, 521, 101, 102, 103, 104, 105, 106,
524, 525, 528, 530, 531, 532, 149, 152, 172, 179, 188, 195,
537, 554, 555, 559, 560, 565, 197, 198, 200, 210, 244, 245,
574. 251, 252, 253, 259, 261, 263,
Ali b. Hüseyin: 329, 330, 331, 458. 302, 501, 507, 508, 510, 511,
Ali b. el-Kasım: 562. 537.
A li Mübarek Faşa: 280. Am r b. Bekr et-Temimî: 261, 262.
A li en-Nakî: 455. Am r Camii: 579.
A li er-Rızâ: 442, 449, 450, 452, Am r b. Cürmüz: 236.
455, 489. Amr b. el-Es’am: 214.
Ali Zeynel Abidin: 453, 455, 462, Am r b. el-Hamak: 294.
464, 485. Amr b. M a’dikerb: 43, 85.
Alfred Von Kremer: 358, 359. Am r b. Müslim el-Bahilî: 403.
Alkame b. Safvan el-Kinânî: 338. Amr b. Nebiy: 85.
Alkame b. Vakkas el-Leysl: 232. Amr b. Osman: 222, 330.
Alman: 359. Amr b. Sa’d: 494.
AH M ustalık: 310. Amr b. Saîd: 327, 344, 380, 486.
Alûlice: 72. Amr b. Ubeyd: 539, 547.
Alûca: 47. Am r b. Ubeydullah b. M a’mer:
Amanos: 374. 514.
Amasya: 390. Amr b. Umeyye b. Abd-i Şems:
Amavaş Salgını: 35. 283.
Amerikalı: 476. Amr b. Zurâre el-Kasrî: 499, 500.
Amine: 338. Amr b. Zübeyr: 313, 503.
Am ir: 32. Amul: 303, 383, 420.
Amir el-Basrl: 470. Anadolu: 199, 247, 303, 304, 373,
Amir b. Dubara: 430. 374, 375, 389, 394, 399, 400,
Amir Kabilesi: 353. 402, 417, 422, 423, 566.
İNDEKS
585

el-Anabis: 283. Arbbıcan: 386.


II. Anastasios: 399. Archidona: 392.
Anbar: 50, 51, 70, 270, 371. Arfaca b. Herseme: 35.
Anbasa b. Suheym el-Kelbı: 423. Arif: 171.
Anbase b. Saıd: 377. Arif Tamir: 468.
el-Anderzager: 47. Aristoteles: 101, 103.
Ankara: 304. Arkadlus: 45.
Ans: 42. Artabûn: 92, 93.
Antakya: 127, 374, 375, 563, 578. As: 283.
Antalya: 305, 374. Asek: 302.
Antilübnan: 429. Asım b. Amr: 51, 52, 86, 88.
A. Parsons: 105. Asik: 528.
Aquitaine: 417. Askalan: 436.
A ’rab: 157, 158, 159, 160. Asr-ı Saadet: 281, 436.
Arabistan: 40, 41, 57, 58, 342, Asturia: 303.
501, 577. As b. Vâll es-Sehmi: 64.
A ’rabu’l-Müslimin: 155. Asya: 319.
Arafat: 345. Aşere-i Mübeşşere: 153.
Araka: 287. Atıyye: 107, 124, 129, 134, 135,
Arap (-1ar): 15, 16, 33, 35, 37, 144, 145, 148,148, 151, 152,
41, 43, 44, 45, 50, 51, 52, 54, 153, 154, 155,158, 159, 160,
57, 58, 65, 66, 70, 73, 75, 76, 162, 164, 165,166, 168, 169,
78, 80, 81, 84, 92, 97, 98, 100, 170, 171, 174,176.
101, 102, 103, 105, 127, 140, Atıyye b. Esved: 532, 534, 535,
147, 165, 175, 184, 187, 188, 536.
201, 212, 233, 239, 258, 274, Atik: 72, 75, 77.
275, 276, 279, 280, 281, 282, Atika: 414.
303, 3C6, 314, 316, 317, 318, Atike: 188.
319, 320, 327, 333, 341, 343, Atil: 422.
353, 357, 358, 359, 369, 373, Atina: 103.
376, 380, 383, 384, 385, 386, Atlas Okyanusu: 332, 380, 390,
390, 392, 397, 399, 403, 405, 394.
406, 414, 416, 419, 420, 421, Attab b. Esid: 60.
423, 425, 429, 431, 436, 439, Augustus: 105.
441, 481, 490, 507, 508, 512, el-Avâli: 171.
518, 519, 524, 528, 559, 561, el-Â’vas: 214.
562, 566, 568, 573, 575, 576, Avras: 373.
577. Avrupa: 58, 424, 475, 566.
Arapların Meliki: 565. el-A’yâs: 283.
Arap şiiri: 366, 575, 576. Ayn el-Carr: 429.
Arap Yarımadası: 44, 60, 107, Aynu’l-Verde: 339, 491.
125, 202, 519. Aynu't-Temr: 50, 51, 259.
586 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Ays: 283. 227, 229, 230, 231, 232, 233,


Ayvan: 50. 234, 235, 236, 238, 254, 255,
Azadibe Merzuban: 48. 260, 267, 277, 290, 293, 294,
Azerbaycan: 34, 78, 87, 126, 197, 300, 301, 302, 303, 307, 309,
343, 403, 421, 428, 429, 496, 324, 335, 342, 350, 353, 354,
563, 565, 566. 355, 356, 357, 358, 359, 361,
Azer Midhat: 67. 362, 363, 364, 365, 378, 404,
Âziriyye: 535, 595. 405, 406, 412, 414, 415, 419,
Aziz Yuhanna: 396. 479, 489, 495, 497, 512, 514,
521, 532, 533, 534, 535, 563,
570, 573, 574, 575, 577, 578,
— B — 579.
el-Batah 35, 39.
Baalbek: 131, 573. Bâtıniyye: 468.
el-Bâb: 421. Batlamyus Filâdelfus: 101.
Bâb el-Ebvâb: 198. Batn-ı Nahle: 83, 114.
Babil: 66. 77, 151, 415. Batra: 290.
Bâbiyye: 555. Bâzan: 41, 42.
Babylon: 96, 97, 100, 127. Becîle: 68.
Bacumeyra: 344. Beda: 494.
Bâda: 157. Bedehşan: 383.
Badgîs: 377, 378, 382. Bedevi (-ler): 34, 48, 59, 157, 158,
Badi: 158. 168, 280, 282, 293, 318, 319,
Bâğâya: 332. 348, 362, 364, 517, 518, 522,
Bağdadi: 491. 554, 577.
Bağdat: 17, 23, 44, 49, 50, 70, Bedir Ehli: 163, 164, 165, 166,
106, 510. 168.
Bahreyn: 35, 43, 60, 83, 125, 134, Bedir (gazvesi, savaşı): 46, 113,
137, 153, 197, 206, 364. 115, 143, 145, 148, 149, 153,
Bahdal: 322. 163, 165, 166, 169, 170, 175,
Bakiu’l-Garga: 221. 194, 264, 281, 284, 413.
Balât el-Şühedâ: 417. Behâiyye: 555.
Balkanlar: 374, 400. Behlül b. Umeyr eş-Şeybânî: 517.
Bânıkya: 49, 126. Behmen: 66.
Barka: 333, 372. Behmen Cazûye: 47, 67.
Bars: 77. Behr Seyr: 50, 77.
Bârusmâ: 49. Bekr Kabilesi: 359, 377, 519.
Basra (-lı-lar): 46, 47, 49, 71, 77, Bekr b. Rebıa: 43.
82, 83, 84, 85, 88, 106, 132, Bekr b. Sa’lebe el-Esedı: 481.
151, 159, 171, 179, 180, 183, Bekr b. Vâil: 69.
197, 198, 199, 200, 205, 206, Belâzurî: 103, 127, 379, 571.
207, 214, 215, 219, 220, 222, Bele: 425.
İNDEKS 587

Belencer: 198, 417, 421, 422. Berk b. Abdullah: 261, 262.


Belh: 87, 198, 303, 375, 383, 384, Bemard Lewls: 105.
459, 499. Besenlyye: 131.
el-Belka: 131. Besûs Harbi: 518.
Benî Abdi’l-Eşhel: 171. Beşlr b. Amr el-Enaari: 238, 239.
Benî Abd-i Şems: 117. Beşir b. el-Hasâsiye: 66.
Beni Adiyy: 146, 296. Beşlr b. Sa'd: 28, 29.
Beni Am ir: 32, 110. Bevran: 45.
Beni’l-Asfar: 162. Beyâniyye: 458.
Beni Cumah: 187. Beyaz Saray: 78.
Beni Esed: 75. el-Beyda: 421, 422.
Beni Eşher: 147, 148. Beyhealyye: 538.
Beni Ganem: 32. Beykent: 304, 383, 420.
Beni Hanife: 40, 457. Beyrut: 287.
Beni Harb: 302. Beytullah: 371.
Beni Hâşim: 117, 118, 119, 146, Beytü'l-Makdis: 127, 448.
148, 149, 165. Beytülmâl: 37, 61, 82, 107, 113,
Beni Mahzum: 187. 115, 116, 118, 123, 128, 133,
Beni Muttalib: 117, 118. 137, 139, 141, 156, 172, 181,
Beni Nadir: 110, 111, 112. 183, 184, 185, 217, 237, 260,
Beni Nemr: 69. 361, 378, 407, 568, 576.
Beni Nevfel: 117. Biatü’r-Rıdvan: 152, 413.
Beni Sa'd: 293. Hz. Bilâl b. Rebah el-Habeşi: 95,
Beni Saide Sakîfesi: 18, 27, 435, 98, 148, 189, 173, 277.
436. Birlik Yılı: 287.
Beni Süleym: 35, 337. Bistâm: 410.
Beni Şeyban: 516. Blstam b. Maska la: 359.
Beni Tağlib: 38, 39, 127, 128, 279. Blstam b. Nersi: 151.
Beni Temim: 38, 39, 248.
Bişr: 365.
Benî Umeyye: 146, 148, 149, 479,
Bişr b. Ebi Ertah: 260.
480, 485, 517.
Beni Yerbû: 38, 39. Bithinsa: 374.
Berâ b. Kabisa: 365, 366, 527, Bizans (-lı, -1ar): 44, 45, 46, 52,
528. 53, 54, 56, 57, 58, 59, 80, 81,
Berâ b. Mâlik: 41, 119. 89, 90, 91, 92, 96, 97, 98, 99,
Berberi (-1er): 58, 306, 332, 333, 100, 105, 106, 107, 108, 118,
372, 373, 393, 403, 416, 423, 124, 127, 128, 132, 133, 136,
424, 425, 566, 578. 141, 150, 175, 184, 199, 200,
Berbi: 390. 238, 280, 304, 305, 306, 317,
Berda: 416, 421. 322, 332, 333, 343, 372, 373,
Berid: 313, 380. 374, 375, 370, 380, 390, 391,
Berka: 127, 306. 396, 397, 400, 402, 415, 417,
508 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

422, 423, 424, 501, 565, 566, 467, 468, 543,


573, 575. Calışiyârî: 150, 174.
Bordeaux: 424. Carcara: 300.
Bostan: 365. Carcasonne: 423.
Bourgogne: 423. Câriye: 263.
Brahmanabad: 389. Cari Wendel: 105.
Brockelman: 441. Carmona: 393.
Brünnow: 520. Cârûdiyye: 461.
Budizm: 553. Cârûd b. el-Muallâ: 43.
Buhara: 304, 376, 383, 384, 385, Cebel: 287.
386, 387, 420. Cebel-i Târik (C alpe): 392.
Bahar-hudat: 384. Cebrail: 340,
Buharı: 448. Cebriyye: 433, 540, 541, 542, 548,
Bulgar: 400. 554, 555.
Busbuhri: 151. Cehmiyye: 541.
Busra: 131. Cehm b. Safvan: 541, 542,
Busir: 432. Celûla: 78, 79.
Büst: 303, 355, 356, 358. Cemâne: 263.
Butnan Habib: 344. Cemel Vakası: 234, 237, 233, 249,
Buseyb: 68. 502, 510, 520.
Buzaha: 35, 37, 38. Cemil b. Busbuhri: 151, 575.
Büsr b. Ertah: 152, 304. Cemil b. Süheyr: 350, 351.
Büyük Felûce: 49. Cemile binti Kays: 186.
Büyük İskender: 56, 103. Cened: 60, 197, 222.
Büyük Remle: 263. Cerâcime: 374.
Büyük Zab Suyu: 432. Cerbâ 125, 126.
Büveyhi: 448, 449. Cerea: 211.
Büveyhoğullan: 23. Cerib: 129, 130, 131.
Cerîr: 562, 575, 576.
Cerîr b. Abdullah el-Beeelî: 60,
— C — 68, 238.
Cerîr b. Saîd: 359.
Câbân: 67. Cermen: 56.
Câbir b. Abdullah: 137, 441. Cerrah b. Abdullah el-Hakemî:
Câbir b. Ubeydullah: 435. 406, 416, 417, 421, 422, 566.
Câbiye: 93, 139, 173, 337. Cessâs b. Mürre: 519.
Caetani: 58. Ceşm b. el-Hazrec Oğulları: 28.
Cafer b. Ali: 262. Ceyhun: 87, 88, 89, 106, 303, 304,
Cafer b. Ebî Tâlib: 32, 430. 383, 385, 420.
Cafer el-Musaddak: 455. el-Cezîre: 46, 51, 52, 80, 81, 107,
Cafer es-Sâdık: 442, 443, 444, 446, 109, 127, 131, 199, 238, 258,
447, 448, 450, 451, 455, 463, 277, 339, 342, 343, 344, 356,
tNDKKS 589

357, 369, 370, 373, 374, 375, Dahhak b. Muzallm: 561, 578.
404, 415, 422, 431, 511, 514, Dahlr: 388.
563, 566, 573. Dailer: 468.
Charles Martel: 424. Dftra: 369, 370.
Clrâ': 72. Dârabclrd: 363.
Ciref: 365. D&r&bgird: 86, 88.
Cizye: 49, 61, 81, 67, 93, 100, 1C9, Dâr-ı bağy: 536.
118, 124, 125, 127, 128, 129, Darende: 375.
139, 141, 166, 249. Dftr-ı Tevhid: 536.
Comes Julianus: 390. Daru’l-Harp: 270.
Corci Zeydan: 102, 103. Daru'r-Bızk: 127, 172.
el-Cubb&î: 548. David Donaldesh: 442.
Cûdi b. Rebîa: 51. Hz. Dftvud: 292.
Cûfeyne el-Abbâdi: 151, 104, 195. Davud b. Kahzam: 364.
Cunade b. Ebî Umeyye el-Ezdi: Davudoğullan: 440.
305. Davud b. Süleyman: 400.
Curcuma: 127, 374. Daybul: 388.
Cuşem b. Bekr Kabilesi: 263. Debâoğullan: 35.
Cuzcan: 384. Dehriler: 548.
Cübeyr b. M ut’im: 117, 149, 221, Derâhlm-1 Hâlidlye: 572.
568. Derâhlm-i Hubeyrlye: 572.
Cüheyze: 529. Derâhlm-i Yusuflye: 572.
Cündeb b. Kâ'b el-Ezdi: 205. Derbend: 198, 389, 417, 422.
Cüneyd b. Abdurrahman el-Mur- Deskere: 370.
rî: 420. Deylemliler: 414, 460, 482.
Cürcan: 87, 198, 398, 399, 404, Deyr Slm'an: 413.
561, 565. . Deyru’l-Câsellk: 344.
Cüreş: 60. Deyru’l-Cemâclm (Kafatası Ma­
Cüveyriye: 164, 165. nastın): 357.
Deyru’l-Kurra: 357.
Dımaşk: 129, 151, 159, 244, 260,
- Ç- 307, 344, 375, 394, 402, 415,
418, 425, 426, 427, 428, 429,
Çağanya: 303.
430, 432, 503, 504, 573.
Çanakkale: 399.
Dicle: 44, 46, 50, 52, 67, 68, 66,
Çin: 87, 384, 554.
77, 78, 378.
Dlhkan: 67, 151.
— D — Dirar b. el-Hattab: 80.
Direfş Kâviyan: 68.
Dabık: 400. Dirhem: 126, 128, 133, 135, 137,
Dahhak b. Kays el-Şeybani: 319, 151, 152, 153, 154, 184, 165,
320, 336, 337, 431. 167, 168.
590 dogugtan günümüze B Ü Y Ü K İS L A M T A R İH İ

Dlvanu’l-Arab: 140. Ebu'l-Ays: 283.


Divanu’l-Atâ: 173. Ebû Bahr (Ahnef b. K a y s ): 309.
Divanu’l-Ceyş: 150, 161, 173. Hz. Ebû Bekr: 14, 18, 19, 22, 25,
Divanu’l-Cünd: 150,173,174, 175. 27, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34,
Divanu’l-Harac: 150. 35, 36, 37, 38, 39, 40, 42, 43,
Divanu İlm ihim : 140. 44, 46, 47, 50, 52, 53, 55, 56,
Divanu’l-lnşa: 161. 59, 60, 61, 62, 63, 64, 65, 66,
Divanu Sarfi Em vâli’l-Harac: 173. 74, 89, 92, 107, 108, 116, 119,
Divan Teşkilatı: 107, 108, 109, 120, 121, 122, 126, 132, 136,
113, 123, 133, 134, 136, 138, 137, 141, 142, 143, 144, 146,
140, 141, 142, 143, 144, 147, 160, 162, 178, 179, 184, 187,
149, 151, 152, 154, 155, 159, 188, 189, 191, 193, 194, 195,
160, 161, 163, 164, 173, 174, 208, 211, 213, 216, 219, 220,
175, 176. 223, 225, 242, 264, 281, 282,
Doğu Roma: 45, 46, 284, 287, 290, 293, 310, 334,
Dozy: 520. 354, 360, 411, 412, 435, 436,
Ducely: 358. 438, 443, 451, 459, 460, 461,
Dûme: 51. 463, 464, 501, 516, 520, 531,
Dûmetu’l-Cendel: 51, 251, 508, 532, 558.
510. Ebû Bekr b. A li: 262.
Durin: 430. Ebû Bekr Muhammed b. Ömer:
Düceyl: 537. 405.
Düello: 86. Ebû Bekr b. Yezid: 333.
Ebû B ilal Mirdas b. Ediye: 248,
292, 301, 513, 528, 529, 530.
— E — Ebû’l-C&rud: 444, 462.
Ebû Cehl: 360.
E. A. Parsons: 104. Ebû Derdâ: 60, 106, 176, 209,
Ebân: 222. 210 .
Ebnâ: 42. Ebû Esved ed-Dueli: 230, 573.
Ebrehe b. Sabbah: 252. Ebû Eyyûb el-Ensari (H âlid b.
Ebreviz: 45. Z e y d ): 231, 256, 305, 511.
Ebu’l-Abbas: 432. Ebu’l-Ferec: 101, 102, 103, 104,
Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid 105.
el-Müberred: 216, 293. Ebu’l-Fidâ: 485.
Ebû Abdullah: 253. Ebû Fudeyk: 364, 512, 535.
Ebû Abdullah el-Cedelî: 505, Ebû Hamza el-Haricî: 517, 525.
Ebû AbduiTahman: 204. Ebû Hanife (Nûman b. Sabit):
Ebu’l-Aliye: 116. 122, 575.
Ebû Amr: 283. Ebû Harb: 283.
Ebu’l-As b. Umeyye: 283, 285. Ebû Haşan: 502.
Ebu’l-As b. er-Rebî: 263. Ebû Hâşlm: 333, 443, 458.
İn d e k s seı

Ebu’l-Hattat: 444. Ebû Talût Necdet b. Amir: 512,


Ebû'l-Hayr: 294. 532.
EbuTHlyac b. Mâlik: 81. Ebû Tâlib; 252, 283.
Hz. Ebû Hureyre (Abdurrahman Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm:
b. Sahr): 134. 109, 110, 111, 112, 113, 121,
Ebû Huzeyfe: 41, 101. 122, 123, 124, 128, 130, 143,
Ebû İdrls el-Havlanî: 313. 154, 155, 156, 157, 158, 159,
Ebû İshak: 193, 493. 172.
Ebû Katade: 39, 44. Ebû Ubeyd b. Mes’ud: 67, 68.
Ebû Kubeys Dağı: 345. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah: 18, 28,
Ebl Kuhafe: 31. 29, 53, 54, 55, 61, 80, 89, 90,
Ebû Leheb: 284. 91, 93, 95, 158, 180, 191, 435.
Ebû Lukayt: 368. Ebû Umeyye: 187.
Ebû Lü'lü: 188, 194, 105. Ebû Yusuf (Yakub b. İbrah im ):
Ebû ManBur el-iclî: 443. 119, 120, 129, 133, 142, 151,
Ebû M a’şer: 142. 153, 167, 277, 278, 279.
Ebu’l-Muhacir Dinar: 306, 332, Ebû ZerT el-Gıfari: 166, 209, 435,
333. 441.
Ebû Muhammed: 232. Ebû Zübeyd et-Tâî: 202.
Ebû Muhammed Abdullah el- Eclja: 392.
Battal: 566. Ecnadln: 02, 93.
Ebû Muharik: 350. Eftahlyye: 447.
Ebû Mûsa el-Eş’arî (Abdullah b. Eftalit: 303.
K a y s): 60, 84, 132, 135, 176, 180, Ege: 305.
184, 197, 205, 211, 233, 244, Eğika: 301.
245, 251, 252, 253, 254, 270, Ehl-i B eyt: 16, 17, 30, 118,
279, 508, 509. 120, 206, 210, 298, 339, 437,
Ebû Müslim el-Horasani: 17, 410, 438, 439, 440, 441, 442, 444,
431, 432, 562. 445, 446, 448, 450, 452, 454,
Ebû Rubâ: 415. 460, 461, 462, 463, 464, 466,
Ebû Ruvağ: 299, 300, 301, 472, 478, 481, 485, 486, 494,
Ebû Ruveyha Abdullah b. Abdir- 495, 504, 554, 555.
rahman el-Has’amî: 148. EhlTl-Hadara: 158.
Ebû Sabit Süleyman b. Saİd: 569. Ehl-i Hadis: 541.
Ebû Saîd: 369. Ehl-i Hal ve’l-Akd: 20, 23, 25,
Ebû Saîd el-Kudrî: 224. 237, 503.
Ebû Sebre b. Ebî Ruhm: 83, 84. Ehl-i Harp: 249, 279, 280.
Ebû Sufyan b. Harb: 54, 154, Ehl-i Kıble: 228, 498.
162, 246, 284, 285, 290, 295. Ehl-i Kitab: 278.
Ebû Sufyan b. A v f el-Ezdî: 305. Ehl-i Sünnet: 448, 452, 460, 475,
Ebû Sufyan b. Umeyye b. Abd-i 539, 541, 542.
Şems: 283. Ehl-i .Zimmet: 80, 83, 87, 206.
592 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

Eliş: 47. mİ: 64.


Elvira: 392. Errecân: 362.
Emevî (-1er): 16, 17, 21, 22, 23, Ervâ binti Kureyz b. Rebîa b.
140, 150, 176,- 283, 286, 306, Abd-i Şems b. Abd-i Menaf:
317, 318, 324, 326, 327, 330, 193.
336, 337, 338, 341, 342, 358, Erzurum: 199, 375.
373, 378, 380, 381, 389, 397, Esed b. Abdullah el-Kasrî: 420,
401, 403, 405, 406, 408, 409, 421, 565.
418, 419, 421, 425, 427, 431, Esed b. Abdülaziz b. Kusay: 284.
432, 433, 435, 448, 458, 477, Esed Kabilesi: 71, 289, 481.
481, 482, 487, 488, 489, 490, Esedoğulları: 37.
492, 500, 501, 503, 505, 506, Esed b. Velid: 37.
512, 514, 515, 517, 521, 524, Eskişehir: 305.
525, 532, 537, 539, 548, 552, Eşlem: 181, 183.
553, 554, 557, 558, 559, 560, Eşlem b. Zur’a el-Keylâni: 528.
562, 563, 564, 565, 566, 567, Esma binti Ebı Bekr: 32, 167, 346,
568, 572, 575, 576, 577, 578, 371, 501.
579. Esmâ binti Umeys: 64, 163, 167,
Emevî Camii: 396. 219.
Emgişiya: 48. Esved el-Ansî: 35, 41, 42.
Emin: 171. Eş’as b. K ay s: 43, 244, 248, 507,
Emir Abdurrahman: 417. 508, 509, 519, 520, 521.
Emir Temim: 475. Eşca Kabilesi: 288.
Endülüs: 403, 404, 563, 565, 566, Eşres b. Abdullah es-Sülemî: 420.
578. el-E;ter en-Nehal: 243, 244, 508.
Endülüs Emevîleri: 285. Etrafiyye: 536.
Enes b. Mâlik: 260. Eudes: 417, 424.
Enes b. Şîrîn: 280. Eüdes d’Aquitaine: 423.
Ensar: 14, 27, 29, 36, 40, 41, 94, Eutychius: 103.
111, 140, 144, 147, 148, 153,
Eyle: 93, 94, 125, 126.
163, 165, 166, 167, 168, 169,
170, 188, 193, 195, 211, 224, Eyyûb b. Süleyman: 400.
270, 276, 277, 435, 480, 487. Eyüb: 305.
Erbe: 332. Evs (-11, -1er): 15, 27, 29, 147,
Erdebil: 421. 171, 276.
Erdeşir: 86. Evs b. Sa’lebe: 561.
Erdeşir b. Bâbek: 45. Ezârika: 512, 514, 515, 524, 527,
Ermeniler: 373. 532, 534, 535, 537, 538, 540.
Ermeniye: 89, 199, 374, 375, 403, Ezd Kabilesi: 414, 561.
415, 416, 417, 421, 422, 428, Ezrâkiler: 350, 362, 363, 364, 365,
429, 496, 563, 565. 369.
Erkam b. Ebl'l-Erkam el-Mahzu- Ezruh: 125, 126, 251.
İNDEKS 593

— F — 160, 161, 168. 169, 171, 172,


173, 175.
Fâhite blntl Gazvân: 222. Feyruz: 188.
Falanks: 56. Fezaroğullan: 38.
Farama: 94. Fırat: 46, 47, 49, 50, 52, 87, 88,
Fariyab: 561. 69, 78, 89, 204, 238, 357, 378,
Fars: 45, 64, 188, 198, 290, 363, 415, 429, 499, 506.
365, 379, 380, 415, 430. Fİhl: 90.
Fas: 424. Finike: 199.
Faryab: 364. Fü Hadisesi: 31.
Hz. Fâtıma: 14, 30, 225, 262, 263, Filistin: 46, 53, 93, 94, 107, 109,
328, 450, 451, 457, 458, 460, 131, 151, 159, 336, 342, 374,
466. 426, 430, 486, 563, 573.
Fâtım a blntl AbdüLmelik: 402, Firavunlar: 98, 380, 411, 516.
408. Fîraz: 52.
Fâtım a blntl Esed: 224. Fîruzan: 70, 134, 136.
Fâtım a blntl Hüseyin: 485, 488. Floransa: 104.
Fâtım a bintl Ömer: 188. Fokas: 45, 46.
Fâtım a bintl Velld el-Mahzıimiye: Frank: 424.
222 . Fransa: 394, 403, 417, 423, 424.
FâtımUer: 17, 453, 459, 469, 473, Fudale b. Ubeyde: 224, 313.
474, 475, 486. Furat: 69.
Fâzûsfân: 86. Fustat: 97, 105, 106, 259, 277,
Fedek: 110, 111, 112. 306, 579.
Feîyruz: 42.
F el b. Havsa: 280.
Felâllc: 49. — G —
el-Felâlic Dihkanı: 151.
Felûce: 49. Gadir-Hum: 446, 465.
Ferezdak: 326, 477, 480, 481, 562, Gaflkl b. Hureyb el-Akki: 214,
575, 576. 217.
Fergana: 382, 386, 387, 416, 421. Galip b. Abdullah el-Esedi: 75.
Ferlsiler: 553. Garün: 504.
Gassan el-Kûfl: 337, 541.
Ferve b. Nevfel el-Eşcâî: 288,
Gatafan Kabilesi: 37.
512, 531, 532.
Gaybet: 447.
Ferzân: 77. Gaylân ed-Dımagkl: 549.
Fesâ: 86, 88. Gazale: 371, 529.
Fey: 111, 112, 113, 118, 123, 124, Gâziyye: 255.
129, 130, 132, 135, 136, 137, G. Furlani: 104.
138, 139, 141, 142, 143, 144, Glbbon: 424.
145, 155, 156, 157, 158, 159, Gîlan: 198.
f. : M
594 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

G irit: 307, 373. Hafir Suyu: 47.


Gizli İmamlar: 468. Hafs: 366.
Gregeois: 305. Hz. Hafsa binti Ömer b. el-Hat-
Gregorius: 501. tab: 65, 165, 183, 184, 187.
Grek-Roma: 578. Hakem b. Amr: 88.
Gudana: 393. Hakem b. Ebi’l-Âs b. Umeyye:
Gulât-ı Şia: 441, 447, 454. 285, 338.
Gurek b. İhşid: 386, 387, 420. Hakem Heyeti: 20, 21.
Guvadalquivir (Vadi el-Kebir) : el-Hakem b. Numeyr: 86.
393. Hakem Olayı: 287, 506.
Gürcistan: 374. Hakem b. Ömer el-Gıfarî: 303.
Hakim b. Cebele: 206, 231, 232.
Hakim bi Emrillah: 474.
— H — Hakim b. Hizam: 162, 221.
Hal: 70.
Habbab b. Munzir: 28, 29. Halep: 399, 413, 573.
Habeş: 31, 49, 64, 148, 166, 175, Halfiyye: 536.
194, 311. Haliç: 399.
Habib b. Mühelleb: 376, 377. Hâlid b. Abdullah el-Kasrî: 397,
Habîbe binti Harice b. Zeyd: 32. 418, 498, 517, 564, 565, 572.
Habib b. Mesleme el-Fihrî: 199, Hâlid b. Abdullah b. Useyd: 363,
241, 244. 364, 365.
Haccac b. Yusuf es-Sakafî: 176, Hâlid b. Mülcem: 208.
345, 347, 348, 349, 350, 351, Hâlid b. Osman b. A ffan : 222.
352, 353, 354, 355, 356, 357, Hâlid b. Saîd: 35.
358, 359, 365, 366, 367, 366, Hâlid b. Urfuta el-Uzrî: 151.
369, 370, 371, 375, 377, 378, Hâlid b. Velid: 35, 37, 38, 39, 40,
380, 381, 382, 383, 385, 386, 41, 44, 46, 47, 48, 49, 50, 51,
388, 395, 397, 398, 402, 403, 52, 53, 54, 55, 56, 66, 69, 75,
404, 414, 418, 491, 498, 514, 90, 91, 92, 93, 94, 126.
515, 516, 527, 528, 534, 537, Hâlid b. Yezid: 333, 336, 578.
559, 562, 563, 564, 566, 569, Halil İbrahim: 472.
571, 572, 573, 575, 576. Hama: 131.
Hacer: 43. Hamdan: 359.
Hacer b. Adiy el-Kindi: 294, 295, Hamidüddin b. Abdillah b. K ir­
296. m anı: 474.
Hacerü’l-Esved: 371, 472. Hammad er-Râviye: 575.
Hacı Halife (K âtip Çelebi) : 102. Hamran: 51.
Haçlılar: 94. Hz. Hamza b. Abdulmuttalib:
Hâdır: 157, 158. 41, 149.
Hadikatu’l-Mevt: 41. Hamziyye: 536.
Hadramut: 43, 60, 153. Hanafls: 51.
İNDEKS 505

Hani b. Urve: 324, 325. Harun Reşld: 17, 318.


Hanifeliler: 40, 41. Harûra: 248, 506, 508.
Han teme: 64. Harûriye: 506, 521.
Hanzala b. Beyhes: 532. Has'am Kabilesi: 148, 263.
Harb: 283, Hz. Haşan b. Ali: 186, 198, 229,
Harb b. Umeyye: 285. 233, 262, 267, 268, 287, 289,
Harb b. Yezid: 333. 318, 455, 457, 461, 462, 464,
Harbi (-1er): 132, 133. 492, 512.
Harem: 509. Haşan el-Askeri: 455.
Harezm: 382, 385. Haşan el-Basri: 181, 200, 406,
Harezm-Şah: 385. 414, 415, 546, 547, 548, 574,
Hârice b. Huzâfe: 152, 262. 576.
Hârice b. Zeyd: 32. Hasene: 450.
Hariciler: 14, 21, 25, 248, 249, Haşan b. Kah taba: 432.
250, 254, 255, 256, 261, 287, Haşan b. Muhammed b. Hane-
289, 292, 293, 294, 296, 297, fiyye: 504.
296, 299, 300, 301, 302, 313, Haşan Sabbah: 445, 473, 475.
324, 339, 342, 343, 344, 356, Hassan b. Mâlik b. Bahdal el-
359, 360, 361, 362, 363, 364, Kelbi: 336.
365, 366, 368, 369, 370, 375, Hassan b. Nu'man el-Gaasani:
378, 382, 408, 409, 411, 412, 372, 373, 390.
424, 431, 504, 506, 507, 508, Hassan b. Sâbit: 224.
509, 511, 512, 513, 514, 515, Haşini b. Abd-i Menaf: 246, 283.
516, 517, 518, 519, 520, 521, Hâşim b. Atabe: 75.
522, 524, 525, 526, 527, 528, Haşlmller: 16, 25.
529, 530, 531, 532, 533, 534, Hâşimiyye: 458.
536, 539, 540, 546, 547, 554, Hâşim b. Muğlre: 64.
555, 559, 562, 565. Hâşimoğullan: 117, 264, 283, 284,
Hâlis b. Abdullah b. Ebi Rabia: 559.
362. el-Hatia: 35.
Hâris b. Hişam: 95, 154, 137. Hatice Ümmü'l-Kiram: 263.
Harise b. Bedr: 361. Hatim b. Nu’man el-Bahili: 403.
Harisiyye: 454. el-Hatm b. Dabia: 43.
Hâris b. Sureye: 420. Hatun: 383.
Hâris b. Kays el-Ezdî: 335. Havâric: 506.
Harizm: 198, 303, Havazin: 35, 254.
Harran: 81, 430, 432, 578, 579. Havemak Sarayı: 296.
Harre: 181, 329, 330, 503, 504, Havle blnti Câfer el-Hanefiyye:
559. 263.
Harputi: 257. Havran: 53, 131, 333.
Harşana: 423. Havs: 72.
Hz. Hârun: 469. Havsara el-Haricl: 528.
596 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A B İH İ

Havsere el-Esedi: 289. Hindistan: 388, 394, 397, 415,


Hayber: 110, 111, 161, 170, 277. 476, 565, 566, 578.
Hayl: 50. Hindû: 578
Hayne: 293. Hinduizm: 440.
Hayra: 516. Hind binti Zeyd: 295.
el-Hayya: 518. Hint Denizi: 89.
Hayyan b. Zıbyan: 297, 513, 527. Hint Okyanusu: 77.
Hazar: 198. Hîre: 48, 49, 50, 51, 52, 66, 67,
Hazarlar: 389, 403, 416, 417, 421, 70, 72, 74, 126, 195, 282, 419.
422, 429. Hiri b. İkâl: 43.
Hazar Nehri: 561. Hişam b. Abdülmelik: 285, 402,
Hazar Tarhan: 422. 416, 418, 421, 422, 423, 424,
el-Hâzır: 91, 92. 425, 426, 429, 459, 498, 499,
Hâzimiyye: 536. 517, 557, 559, 560, 567, 572.
Hâzir: 342, 496. Hişam el-Kâ’bi: 181.
Hazrec: 15, 25, 28, 29, 32, 171, Hit: 260.
276. el-Hicr: 371.
Hebâbe: 417, Hocend: 387.
Hecer-meder: 72, HollandalI: 58.
Hemedan: 85, 86, 341, 432. Horasan (-lı, -1ar): 86, 198, 290,
Hendek Savaşı: 53, 284. 303, 304, 343, 344, 354, 356,
Heraklia (E reğli): 390. 358, 375, 377, 378, 383, 386,
Heraklius: 45, 46, 53, 55, 57, 91, 387, 398, 399, 403, 405, 406,
97, 98, 124. 415, 416, 420, 421,. 428, 431,
Herat: 87, 303, 358, 431, 561. 432, 459, 468, 498, 499, 500,
Heysem Bukaî: 52. 502, 561, 563, 565, 566.
Heyt: 80. Hristiyan (-lık, -1ar): 51, 99, 100,
Hezaresb: 385, 386, 387. 102, 103, 105, 125, 127, 195,
Hınıs: 46, 53, 55, 80, 91, 92, 111, 202, 279, 317, 318, 374, 379,
112, 113, 115, 116, 117, 118, 391, 392, 393, 394, 396, 418,
119, 120, 121, 123, 126, 131, 424, 439, 440, 525, 548, 553,
151, 159, 197, 205, 336, 337, 575, 579.
429, 430, 563, 569, 573. Hubeyb: 367.
Hımyerî: 379. Hudeybiye: 152, 163, 168, 187,
Hımyer Kabilesi: 153. 194, 509.
Hırbetî: 227. Hufaf b. Eyma: 168.
Hicaz (-lı, -1ar): 53, 260, 267, 281, Hulûl: 440, 475.
302, 310, 319, 323, 326, 331, Hulvan: 78, 79, 82.
334, 345, 347, 362, 480, 559, Humeyme: 458.
563, 573, 575. Humusu’l-Humus: 110.
Hilâl b. Alkame: 76. Hurkus b. Züheyr es-Sa’dı: 214,
Hind: 321, 554. 234.
İNDEKS ' 597

Hûmak: 48, 72. 326, 335, 339, 340, 341, 342,


Hurrazâd: 385, 386. 343, 344, 345, 347, 348, 349,
Hurr b. Yezid et-Temimi: 327, 350, 353, 355, 356, 357, 358,
482, 483. 359, 362, 368, 373, 374, 375,
Husayd: 51. 378, 379, 381, 382, 385, 387,
Husayn b. Numeyr es-Sekûnî: 395, 397, 398, 405, 409, 415,
331, 334, 335, 342, 371, 493, 418, 427, 428, 430, 432, 459,
496, 504. 462, 480, 491, 498, 508, 511,
Husayn b. Temim: 481, 482. 512, 516, 559, 562, 563, 564,
H utam iye Dlhkarn: 151. 565, 568, 569, 571, 572, 573,
Huttel: 376, 420. 575, 578, 579.
Huveyd b. Abdüluzza: 221. Istahr: 86, 88.
Huzâa (-U, -1ar): 171, 187.
Huzâzâ b. Bunduvân: 50.
Huzeyfe b. Mıhsan: 35. - t -
Huzeyfe b. Yeman: 81, 85, 152,
198, 435, 441. İbâdıyye: 534, 536, 537, 538.
Huzistan: 356. İblis: 36.
Hümâm: 337. İbn-i Abbas (bkz. Abdullah b.
Hürmüz (-1er, -ân): 45, 47, 77, Abbas):
82, 84, 85, 151, 169, 188, 194, İbn Abd-i Rabbih: 438, 439, 446,
266. 463, 519, 522, 527.
Hürmüz Cerd: 49. İbn Ali Han: 470,
Hz. Hüseyin b. Ali: 16, 22, 166, İbn Alkamı: 17.
169, 198, 262, 309, 310, 320, İbn Âmir: 199.
322, 323, 325, 326, 327, 328, İbn As: 249.
329, 340, 341, 453, 455, 457, İbn Avf: 260.
458, 462, 464, 477, 478, 479, İbn Beyhes: 536.
480, 481, 482, 483, 484, 485, İbn Cafer: 89.
486, 487, 488, 489, 490, 491, İbnu’d-Dugunne: 31.
494, 495, 503, 512. İbn Ebi Havsa: 288, 289.
İbn Ebî Muayt: 244.
İbn Ebî Şerh: 213, 244.
— I — İbnü'l-Esir: 486.
İbn el-Eş’ar: 375, 498, 559.
Irak: 45, 46, 49, 50, 51, 52, 53, İbn Eşter: 496.
54, 61, 66, 67, 71, 75, 78, 79, İbn Ebî Hadid: 456, 457.
83, 90, 91, 107, 109, 126, 128, İbn Haldun: 15.
129, 130, 135, 150, 152, 153, İbn Hallikan: 574.
160, 175, 200, 205, 243, 247, İbnü’l-Hanefiyye: 263, 494, 497.
251, 256, 276, 277, 279, 287, İbn Hani: 474.
289, 296, 297, 301, 310, 320, İbn Ham: 216, 441, 442, 443.
598 doğuştan günümüze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

İbn Hittan: 511. İlâ-yı KelimetuUah: 107, 109.


İbn Hubeyre (Yezid b. Ömer b. İm am İbrahim b. Muhammed:
Hubeyre): 430. 431, 432.
İbn İshak: 146. İmamet: 456, 465, 466, 467.
İbn Kebîş el-A’reci: 293. İmam iyye: 24, 25, 447, 448, 453,
İbnu’l-K ıfti: 101, 102, 103, 105. 457, 458, 460, 461, 462, 463,
İbn Kuteybe: 453, 486, 511, 520. 465, 466, 468.
İbn Maan: 337, İm am Mâlik: 122, 184.
İbn Mercan: 335. İm am Şafiî: 122.
İbn Merre (Z em îre): 101. İm ran b. Husayn: 230.
İbn Mihnet: 365. İm ru’l-Kays: 263.
İbn Nedim: 578. İncil: 51.
İbnu’n-Nehîran: 151. İndus: 388.
İbn Ömer; (bkz. Abdullah b. İngilizler: 424, 475.
Ömer) İran (-h, -1ar): 41, 42, 46, 50,
İbn Sa’d: 135, 149, 200, 407. 51, 52, 55, 56, 57, 58, 59, 66,
İbn Sebe; (bkz. Abdullah b. Se- 67, 68, 69, 70, 72, 76, 77, 78,
be) 82, 83, 84, 85, 87, 89, 106,
İbni Sümeyye: 241, 328. 107, 109, 128, 134, 135, 136,
İbn Şebbe: 121. 138, 141, 151, 160, 188, 280,
İbn Şihâb ez-Zühri: 574. 281, 282, 289, 350, 356, 379,
İbn Tiktaka: 136, 487, 499. 439, 462, 464, 487, 512, 527,
İbn Vehb: 529. 565, 569, 570, 578.
İbn Yerbug el-Fezârî: 569. İranlı Fîruzan: 175.
İbn Ziyad: 302, 324, 325, 328, İrdebb: 127, 131.
335, 339, 482, 484, 488, 489, İrtidat Savaşları: 163, 167.
492, 497. Hz. İsa: 206, 469, 487.
İbn Zübeyr; (bkz. Abdullah b. İsa b. Ebî Atâ: 568.
Zübeyr) İsbicâb: 387.
Hz. İbrahim: 292, 329, 410, 469. İsfehan: 86, 341, 343, 362, 363,
İbrahim b. Mâlik el-Eşter: 340, 430, 432, 514.
341, 342, 343, 495. İshak b. Muhammed: 355.
İbrahim b. I. Velid: 344, 428, 429. İskenderiyye: 96, 97, 99, 100,
'İdrisiler: 17. 101, 102, 103, 104, 105, 106,
İfrikiye: 50İ. 200, 578.
İkinin İkincisi: 31, 32. Hz. İsmail: 371, 469.
İlerime b. Ebî Cehil: 35, 40, 43, İsmail b. Abdullah: .416.
54, 55, 360. İsmail b. Câfer es-Sâdık: 448,
İlâh: 443. 455, 468.
İlâhi Hak: 439. İsmail Galib: 571.
İliya: 127, 573. İsmailiyye: 24, 447, 453, 455, 456,
İNDEKS see

457, 458, 467, 468, 469, 471, Kâ'b b. Mâlik: 161, 224.
473, 474, 475, 476. Kâ'b b. Sevr: 231, 323.
İsmet: 466, 467. Kabul: 354, 358.
İsnâaşeriyye: 24, 453, 455, 456, Kabu'l-Aşkari: 366.
457, 458, 462, 463, 467, 468. Kabullstan: 355.
İspanya: 391, 392, 393, 394, 397, Kadıköy: 305.
417, 423, 424, 425. Kadı Yahya b. Eksem, 451.
İsrailoğullan: 494. Kadlsiye: 70, 72, 77, 79, 152, 103,
İstanbul :45, 46, 199, 200, 304, 167, 168, 179, 204, 243, 347,
305, 306, 307, 322, 372, 390, 382.
391, 399, 400, 402, 403, 422, Kafiz: 130.
566, 575. Kafkasları 380, 422.
İtalyan: 58. Kafkasya: 429.
lyad: 50, 80. Kâhine: 373.
İyas b. Kabisa: 48. Kahire: 453, 486.
lyas b. Seleme: 182. Kahtaba b. Şeblb: 432.
İyaz b. Ganem: 46, 50, 51, 80, Kâhtan: 42, 377.
81, 131. Kâim: 469, 470.
İyaz b. Ubeydullah: 567. Ka’ka’ b. Anır: 50, 54, 79, 65, 90,
İzm it: 399, 400. 234, 235.
İznik: 423. Kalk aşandı: 161.
Kallinikos: 305.
— J — Kapadokya: 423.
Kapıdağ: 305.
Karâmita, 466, 555.
Janda(Handa), 392. Kar bun: 97.
Johannes Philoponos, 103. Karin: 47.
Juhannes, 373. Karkisiya: 80, 82, 337, 339, 342.
Julianus, 332, 391, 392. Kariuk: 421.
Justlnianus, 390. Karraûn: 553.
II. Justinianus: 372, 374, 375, Kartaca: 306, 372, 373, 391.
389. Kâsım: 443.
Kâsım b. Rebia es-Sakafî: 222.
Kasr-ı Kumla: 369.
— K —
Kasru'l-Şem: 106.
Kaşgar: 387.
Kabac Hatun: 304. ■
K â'b b. Acre: 224. Katariy b. el-Fucâe el-Mazeni:
Kâbu’l-Ahbar: 189, 577. 363, 384, 366, 367, 368, 369,
Kâbe: 64, 65, 116, 179, 284, 323, 512, 514, 515, 529, 534, 535,
331, 345, 371, 493, 496, 504, 537.
532. K atîf: 43.
600 doğuştan gUnümUze B Ü Y Ü K İS LÂ M T A R İH İ

K atile binti Abdül-Uzza: 32. el-Kindi: 103, 567.


K âtip Çelebi: 102, 105. Kirm an: 86, 88, 415, 430, 514,
Katolik: 554. 534.
K atolik Kilisesi: 553. Kisra: 44, 45, 47, 82, 136, 204.
Kayrevan: 306, 332, 333, 424, 425, Kisra Nûşirevan: 140.
566. Kiş: 304, 375, 376, 385, 387.
Kays (-lı, 1ar): 342, 414, 415, 429. Kitab-ı Mukaddes: 554.
Kayseri: 200, 305, 423. Kitabu’l-Harac: 153.
Kayseriyye: 92. Konstans: 199.
Kays b. Abd-i Yağus: 42, 43. K ont (Com es): 390.
Kays b. Âsim: 38. Koptlar: 104.
Kays b. Aylan: 561, 562. Kordova (K u rtu ba): 392, 394.
Kays b. Ebi’l-Âs es-Sehmî: 176, Konstantinopolis: 98.
. .
188 K ral Koderich: 392, 393.
Kays b. Gaylan: 222. Kubavsa: 367.
Kays kabilesi: 152, 337, 418, 428, Kudaa: 431.
430. Kudaî: 106.
Kaysoğullan: 206, 228. Kudam iyye b. M az’un: 224.
Kays b. Sa'd b. Ubade: 227, 257. Kudeyd: 171.
Kays b. Seleme: 88, 89. Kudüs: 93, 94, 104, 127.
Kays b. Zübeyr: 333. K üfe (-li, -1er): 49, 50, 67, 77,
Kazerûn: 365. 80, 81, 82, 84, 85, 106, 151,
Kâzıma: 47. 171, 176, 179, 180, 197, 200,
Kefertusa: 431. 202, 203, 204, 205, 206, 207,
Kelb (-1İ, -1er): 337, 338, 429, 431. 211, 214, 215, 219, 222, 223,
Kelb kabilesi: 263, 428, 561. 227, 232, 233, 235, 238, 245,
Kerâme binti Abdulmesih: 48, 49. 248, 254, 256, 259, 260, 261,
Kerbelâ: 16, 323, 340, 458, 462, 262, 268, 277, 288, 289, 291,
467, 482, 486, 487. 292, 295, 297, 301, 307, 323,
Kesker: 67. 324, 325, 326, 327, 335, 339,
Keysân: 458, 491. 341, 342, 343, 344, 345, 347,
Keysâniyye: 454, 458. 348, 349, 350, 352, 353, 355,
Kevn: 337. 356, 357, 358, 359, 364, 365,
Kıbrıs: 199, 374. 370, 371, 378, 379, 405, 406,
Kınnesrin: 91, 131, 336, 337, 344, 411, 412, 415, 419, 430, 431,
429, 430, 563, 573. 432, 438, 450, 459, 461, 477,
Kıpçaklar: 416. 478, 480, 481, 482, 488, 489,
K ıp tî (-1er): 97, 98, 100, 132, 150. 490, 491, 492, 493, 495, 496,
Kıyâm e Kilisesi: 94. 497, 498, 499, 500, 504, 508,
Kinâne: 181. 509, 512, 513, 515, 517, 518,
Kinâne b. Bişr: 208, 217, 259. 519, 521, 531, 537, 563, 565,
Kinde: 43, 356, 359. 570, 573, 574, 575, 577, 578.
İn d e k s 801
Kuhistan: 303. — L —
Kulzum: 258.
Küm eyi b. Ziyad b. en-Nahai: Lahm Kabilesi: 390.
205. Lâhût: 533.
Kumis: 67, 126, 432. Lâhûtî âlem: 532.
Kum mi: 448. Lâzklyye: 126.
Kureybe blnti Ebû Umeyye: 187. Lelpzig: 575.
Kureyg (-11, -1er): 14, 15, 18, 25, Leon: 400.
27, 28, 29, 31, 37, 40, 53, 64, Leontios: 373, 375.
114, 146, 147, 148, 149, 154, Levh: 141.
162, 165, 185, 186, 187, 194, Leylâ blnti Mes’ûd: 282, 353.
200, 201, 204, 219, 226, 246, Leyletü'l-Harir: 243.
247, 252, 253, 263, 265, 266, Llhye: 188.
267, 268, 270, 283, 284, 285, Lorca: 393.
307, 310, 311, 317, 318, 320, LudoLf Krehl: 104.
327, 331, 357, 362, 371, 435, Lukâm: 127.
436, 459, 467, 480, 500, 568, Lukayd el-Iyâdi: 368.
575.
Kursul: 416.
Kuşam b. Abbas: 229, 267. — M —
Kusayla: 198, 332, 333, 372.
Kutam e binti Secne: 261. Maad: 377.
Kuteybe b. Müslim: 358, 361, 363, Maan b. Muğire b. Ebi Sufra: 369.
365, 368, 378, 382, 363, 385, Mabder el-Cûhenı: 549.
387, 388, 397, 398, 403, 409, Mahreme b. Nevfel: 149.
416, 511, 512, 562. Mahzum: 284.
Kuûd ehli, 522, 523, 535, 536, 538. Mahzûmiler: 222.
Kuz&alılar: 34. Mahzum b. Yakaza b. Mürre
Kuzey Afrika: 303, 306, 307, 332, Oğullan: 64.
333, 371, 372, 380, 390, 394, Maidler: 388.
400, 417, 419, 468, 536, 563, Makedonia: 103.
566, 578. MakedonyalI İskender: 45.
Küleyb b. Rebîa: 518, 519. Ma’kil b. Kays: 298, 299, 300,
Küleynî: 449, 450, 451, 452. 301, 513.
Külsüm b. İyaz el-Kasri. 425. Maknâ: 125.
K ür: 422. Makrattarn: 96.
Kürsü: 496. Makrizî: 102, 106, 280, 439, 485.
Kürtler: 88: Malatya: 305, 402, 425.
Kyzikos: 374. Mâlik b. Enes, 116.
Mâlik b. Haris el-Eşter: 204, 205,
223, 224, 235, 258, 507, 521.
Mâlik b. Hanzale Oğullan: 39.
602 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM T A R İH İ

Mâlik b. Hassan, 362. 204, 205, 207, 208, 210, 211,


Mâlik b. Hubeyre: 304. 212, 214, 215, 216, 217, 218,
Mâlik b. Kâ'b: 259, 260. 219, 223, 224, 228, 229, 230,
Mâlik b. Nüveyre: 35, 44. 231, 232, 260, 270, 275, 282,
Mâlik b. Ubeydullah: 304. 290, 299, 302, 308, 309, 311,
Mâlu’l-müslimîn: 318. 322, 327, 328, 326, 330, 331,
Maniheizm: 439. 335, 338, 339, 340, 396, 402,
Mansur: 17, 318, 573. 404, 405, 413, 419, 446, 465,
Mansur b. Cumhur, 428. 478, 480, 481, 482, 483, 485,
Mansur b. Sercun: 569. 486, 497, 499, 501, 503, 504,
Maraş: 375, 423. 517, 532, 557, 563, 571, 573,
Marianos, 389. 578, 579.
Marmara: 399. Medya: 430.
Mâsebezân, 80, 82. Mehdi: 24, 341, 440, 466.
Masîsa (M isis), 373, 375. Mehdilik: 466, 467.
Maskin, 344, 358. Mehmet Mansur: 104.
el-Matat, 204. Mehran er-Râzî: 79.
Maverâünnehr: 303, 304, 378, Mehreoğullan: 35.
380, 383, 384, 385, 386, 388, Mekke (-li, -1er): 31, 52, 60, 144,
394, 397, 403, 416, 419, 420, 147, 149, 153, 154, 157, 159,
421, 425, 565. 163, 167, 171, 197, 201, 213,
Mâverdi: 159. 220, 221, 222, 224, 229, 230,
Max Mayerhaf: 104. 260, 267, 273, 284, 287, 302,
Mazdekiyye: 468. 310, 311, 322, 323, 326, 329,
Mazdekizm: 439. 331, 334, 338, 340, 341, 344,
M. Bil tacı: 123. 3£5, 347, 359, 360, 362, 364,
Meclisi: 464, 467. 402, 405, 418, 478, 479, 480,
Mecusı (-1er): 125, 440, 548, 549. 489, 492, 493, 503, 504, 514,
Medâin: 44, 45, 47, 68, 70, 72, 517, 523, 525, 532, 533, 563,
77. 78, 79, 80, 81, 151, 152, 570, 573.
159, 179, 255, 256, 260, 370, Me’mûn: 442, 452, 539, 552.
430, 443, 492. Memlûk (-1ar): 17, 18, 23.
Medâin-i Kisra: 50. Menbic: 132, 573.
Medine(-1İ, -1er): 18, 20, 27, 30, Merc Azra: 295.
31, 33, 34, 37, 38, 39, 40, 41, Merc-i Dabık: 399.
42, 55, 65, 66, 77, 79, 84, 88, Merc-i Râhit: 337, 338, 342, 561.
94, 96, 99, 106, 110, 111, Merc el-Rûm: 91.
114, 135, 136, 137, 138, 139, Merdâiler: 374.
141, 144, 145, 146, 147, 148, Meriç: 561.
149, 151, 152, 153, 154, 157, Merida: 393.
159, 160, 168, 170, 172, V174, Merv: 87, 303, 376, 383, 384, 385,
176, 188, 164, 195, 201, 203, 431, 432, 500, 561.
İNDEKS 603

I. Mercan b. Hakem: 22, 213, 230, Mısır (-U, -1ar), 17. 18, 23, 45,
285, 302, 308, 309, 330, 331, 46, 59, 96, 97, 99, 100, 101,
336, 337, 338, 339, 446, 490, 102, 103, 106, 107, 109, 123,
502, 503, 558, 559, 560, 561. 127, 128, 131, 132, 149, 150,
II. Mercan b. Muhammed b. Mer- 151, 152, 153, 159, 160, 172,
van: 285, 286, 422, 428, 429, 176, 197, 199, 200, 206, 207,
430, 431, 432, 517, 558, 566, 214, 215, 217, 219, 222, 227,
568, 573. 257, 258, 259, 287, 302, 306,
Mervanoğullan: 560. 336, 338, 342, 360, 372, 379,
Mercu’r-Rûd: 87, 198, 377, 382, 380, 381, 390, 394, 400, 402,
384, 431. 428, 432, 440, 468, 473, 486,
Mervu’ş-Şâhcân: 87. 501, 563, 567, 568, 589, 573,
Meryem binti Osman b. Alfan: 577, 578, 579.
222 . Mirbed: 231.
Merzuban: 136. Mihrân b. Behram Cûbin: 50, 51,
Mesallh: 70. 68, 70.
Mescld-i Haram: 114, 229. Mlhricankazak: 82.
Mescid-i Nebevi: 99, 136, 217, 557, Mlhyâd: 263.
578, 579. Mikdad b. Esved: 60, 192.
Mesih: 440, 475. Mikdad b. Umar: 96, 106.
Mesiha: 51. Mina: 505.
Mes’ud b. Anır, 335. Minas: 92.
Mes’udi: 103, 253. Mircaha: 68.
Mesleme b. Abdülmellk, 389, 390, Miskinler: 140.
399, 400, 402, 403, 415, 421, el-Mizar: 47, 299.
422, 423, 516, 517, 566. Moğollar: 17.
Mesleme b. Mahled, 224. Mora: 374.
Mesleme b. Muhalled el-Ensari: Mousalon: 103, 104.
96, 98, 99, 257, 259. Muâviye b. Ebi Sulyan: 16, 20,
Meş’ale b. Nuaym: 171. 21, 22, 82, 92, 94, 106, 154,
Meşihâtü’l-Feth (Fetih Erkâm): 197, 199, 200, 204, 205, 208,
284. 209, 210, 211, 220, 221, 222,
Mevtti, 169, 172, 341, 358, 359, 227, 228, 238, 239, 240, 241,
405, 420, 497, 49B. 243, 244, 245, 246, 247, 248,
Mevrî b. Ebî Mevri el-Esedi, 282. 249, 250, 251, 253, 254, 255,
Meymûn el-Curcanî, 389. ----- 257, 258, 259, 260, 261, 262,
Meymûne binti Ali b. Ebi Tâlib: 266, 267, 268, 270, 281, 285,
263. 286, 287, 288, 289, 290, 293,
Meymûnlyye: 536. 294, 295, 296, 301, 302, 305,
Meysûn binti Bahdal: 322. 306, 307, 308, 309, 310, 311,
Muhammed Hüseyin . H eyk el: 312, 313, 314, 315, 316, 317,
143. 318, 319, 320, 322, 323, 332,
6 04 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İSLÂ M T A R İH İ

338, 340, 373, 374, 379, 380, 35, 36, 37, 38, 42, 43, 45, 59,
390, 391, 395, 403, 450, 464, 64, 115, 147, 206, 207, 224,
477, 478, 486, 492, 503, 504, 254, 281, 283, 320, 379, 406,
507, 508, 511, 512, 513, 514, 412, 424, 450, 457, 465, 469,
520, 521, 528, 531, 532, 537, 474, 540, 542.
558, 559, 567, 569, 570, 576, Muhammed b. Abdirrahman b.
577. Ebî Leylâ: 120.
Muâviye b. Hişam: 423. Muhammed Abduh: 264, 543.
Muâviye b. Hudeyc: 99, 100, 106, Muhammed b. Abdullah b. Cahş:
259, 306. 167.
Muâviye b. Velid b. Muğire b. Muhammed b. A li b. Abdullah b.
Ebi'l-Âs b. Umeyye: 339. Abbas: 17.
II. Muâviye b. Yezid: 22,185, 333, Muhammed b. A li b. Hüseyin b.
334, 335, 556, 559. Babaveyh: 448.
Muâz b. Cebel, 42, 60, 95, 147. Muhammed b. Amr: 309.
Muâz b. Cuveyn b. Husayn: 297, Muhammed b. Avs el-Ensari: 417.
299, 513. Muhammed el-Bâkır: 443, 449,
Muccaa b. Murâre: 40. 451, 453, 455.
Mudar kabilesi: 228, 234, 561, Muhammed b. Cerir b. Abdullah
562. el-Becelî: 410.
Mufaddal b. Yusuf es-Sakafî: 377, Muhammed b. Ebi Bekr: 208,
378, 383. 214, 216, 217, 219, 236, 258,
Muğire b. Habnâ: 369. 259, 443.
Muğire b. Mühelleb: 362, 367, Muhammed b. Ebi Huzeyfe: 208,
376. 214, 257.
Muğire b. Şû’be: 75, 83, 84, 130, Muhammed b. Eş’as: 325, 343,
179, 180, 188, 197, 224, 226, 520.
251, 253, 289, 290, 294, 297, Muhammed el-Habib: 455.
301, 307, 513, 527. Muhammed b. Hanefiyye: 41, 229,
Muğire b. Zurâre: 73, 74. 322, 340, .341, 342, 443, 455,
Mugis: 394. 457, 458, 466, 495, 496, 504,
Muhacir (-1er, -ûn): 14, 28, 29, 505.
36, 40, 94, 111, 140, 144, 147, Muhammed b. Haşan et-Tûsî:
149, 153, 155, 156, 160, 163, 448.
165, 167, 168, 193, 195, 200, Muhammed b. Kasım b. Muham­
201, 211, 224, 270, 276, 487, med es-Sakafi: 382, 388, 397,
501, 536. 566.
Muhacir b. Ebî Umeyye, 35, 41, Muhammed el-Mehdi: 455.
43, 60. Muhammed el-Mektûm: 455.
Muhakkime: 506. Muhammed b. Mervan b. Hakem
Hz. Muhammed (s.a.v.): 14, 15, el-Emevî: 285, 357, 374, 375,
17, 18, 25, 28, 29, 30, 31, 32, 566.
İNDEKS 605

Muhammet! b. Mesleme: 81, 82, 545, 546, 547, 548, 549, 550,
149, 180, 207, 224, 231. 551, 554, 555.
Muhammed Şeltut: 543. Mübareze: 86.
Muhammed et-Taki: 451, 455. Mücaşı b. Mes'ud es-Sülemi: 86.
Muhammed b. Talhâ: 232. Müdrik: 367.
Muhammed b. Umeyr: 348. Müellefe-i Kulûb: 149, 161.
Muhammed b. Yahya: 263. el-Müeyyed fi’d-Din: 475.
Muhammed b. Yakup el-Küley- Mühelleb b. Ebi Sufra: 303, 343,
nl: 448. 344, 347, 349, 350, 354, 356,
Muhammed b. Yusuf el-Kindi: 361, 362, 363, 364, 365, 366,
567. 367, 368, 369, 375, 376, 377,
Muharrem b. Nevfel: 568. 382, 497, 512, 513, 514, 516,
Muhtar b. Ebı Ubeyd es-Sakafi: 527, 528, 534, 561, 562, 565.
340, 341, 342, 343, 433, 443, Mühelleboğulları: 415.
491, 492, 493, 494, 495, 496, Mülhide: 468.
497, 498, 505, 561. Müller: 520.
Mukavkıs: 96, 97, 98. Münzir b. S&vâ: 43.
Mukran: 86. Mürcie: 433, 540, 541, 546, 554,
‘ Muleyke binti Cervel: 187. 555.
Multan: 388. Mürre b. K â ’b b. Lüey b. Gâllb
Munaza: 423. b. Fihr: 31.
Munzir b. Zübeyr: 329. Müsennâ b. Harise: 54, 66, 67, 68,
Murad: 325. 69, 70, 71, 92.
Hz. Mûsa: 360, 469. Müseylemetü’l-Kezzâb: 39, 40, 41,
Mûsa b. Abdullah: 383. 59.
Mûsa el-Kâzım: 448, 451, 455, Müseyyeb b. Neciyye el-Fezari:
468. 260.
Mûsa b. Nusayr: 307, 390, 391, Müs'ır b. Fedeki et-Temiml: 244,
392, 393, 394, 397, 566. 507.
Mus'ab b. Zübeyr: 342, 343, 344, Müslim b. Haccac Ebu’l-Hiiseyln
362, 363, 374, 497, 498, 514, el-Kuşeyri en-Neysabûıî: 40.
571. Müslim b. Akil b. Ebi Tâllb: 323,
Mustevrid b. Alfe: 297, 298, 299, 324, 325, 331, 340, 416, 478,
300, 301. 479, 480, 481, 488, 492.
Mustevrid b. Alkame: 513. Müslim b. Avsece: 483.
Musul: 82, 341, 342, 343, 362, 369, Müslim b. Ukayle: 520.
419, 431, 495, 496, 497, 517, Müslim b. Ukbe el-Murri: 319,
563. 330, 503, 504, 550.
Muşellel, 504. Müslim b. Ziyad: 561.
Mu’tasım: 17. Mütekellimin: 24.
Mûte: 33. Mütevekkil: 17, 554.
Mutezile: 24. 433, 459, 521, 540, Müz&him, 407.
606 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

— N — Nimes: 423.
Ninova: 328.
Nabatîler: 132. Nîrek: 377.
Nadı b. Enes: 153. Nirun: 388.
Nadr b. Saîd el-Haraşî: 431. Nişapur: 87, 198, 294, 303, 431,
Nâfî b. Ezrak: 359, 361, 512, 514, 432, 499, 561.
515, 522, 523, 524, 532, 533, Nizar: 561.
534, 535, 537, 538. Nizek: 383, 385.
Nâfı b. el-Hâris el-Huzâı: 197. Nizek Tarhan: 384.
Nahîle: 238. Nuaym b. Mukarrin: 86, 87.
Nâil: 241. Hz. Nuh: 351, 469, 475, 523, 524.
Nâile binti el-Karâfisa: 217, 222. Nuhayle: 255, 288, 289, 415.
Nakib: 171. Numan: 474.
Narborme: 403, 417. Numan b. Beşir: 323, 324, 329,
Na’sel: 217. 330, 336, 337, 478, 479.
Nasır el-Utruş: 460. Numan b. Bişr: 224, 259.
Nasr b. Seyyar: 421, 428, 431, Numan b. Mukarrin: 73, 78, 84,
432, 499, 500. 85.
Natil: 49. Nusaybin: 80, 81, 370, 431.
Nav’am Suyu: 425. Nusayr b. Ebû Musa b. Nusayr:
Nâvûsiyye: 447. 51.
Nebi: 440. Nûşirevân (Anuşirvan): 45, 46.
Necdet b. Âm ir- 3 3 1 , 3 5 9 , 364,
516, 522, 523, 524, 530, 532,
535, 536. f l­
Necedât: 514, 533, 535, 538.
Necef: 75. ordu Divanı: 136.
Necîd: 34, 35, 37, 281. Orihuela: 393.
Necran: 42, 60, 126, 153. Orişelim: 46.
Nefise binti A li b. Ebi Tâlib: 263. Orosius: 103.
Nehrevan: 254, 261, 297, 411, 510, Ortaçağ: 58.
511, 513, 519. Ortodoks: 553, 554.
Nehru’l-Melik Dihkanı: 151. Orta Kale: 378.
Nem Âhurûn: 378. Oryantalistler: 104.
en-Nemânk: 67. Hz. Osman b. Affan: 19, 51, 60,
Nemr: 80. 61, 63, 64, 112, 120, 135, 148,
Nersâ: 67. 183, 186, 191, 192, 194, 195,
Nesa: 431. 196, 197, 199, 200, 201, 202,
Nesef: 304, 385, 387. 203, 204, 205, 206, 208, 209,
Nicholson: 487. 210, 211, 212, 213, 215, 216r
Nlhavend: 85, 86. 217, 218, 219, 220, 221, 222,
Nü: 106. 223, 225, 226, 227, 228, 229,
İNDEKS 607

231, 232, 234, 235, 237, 238, 44, 55, 5Sı, 60, 61, 63, 64. 65,
240, 241, 242, 244, 246, 247, 66, 67, 681, 60, 70, 71, 72, 73,
251, 252, 253, 257, 259, 263, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 81. 82,
264, 266, 267, 270, 276, 281, 83, 84, 85i, 86, 87, 88, 89, 90,
282, 287, 293, 301, 302, 307, 91, 92, 93. 94, 95, 9f), 99, 100,
338, 350, 352, 354, 360, 361, ıo ı. 102, 104, 105, 106, 107,
436, 437, 438, 446, 448, 450, 108, 109, 112, 113, 116, 118,
464, 480, 502, 507, 525, 531, 119, 120, 121, 122, 123, 124,
532, 570. 127, 128, 129, 130, 132, 133,
Osman b. Ali: 262. 134, 135, 136, 138, 139, 140,
Osman b. Ebi’l-Âs es-Sakafî: 86, 141, 142, 143, 144, 145, 146,
88. 197. 147, 148, 149, 150, 151, 152,
Osman b. Ebi Vakkas: 60. 154, 156, 158, 159, 160, 161.
Osman b. Hanif: 277. 162, 163, 164, 165, 166, 167,
Osman b. Hayyan cl-Mûrri: 397. 168, 169, 170, 171, 172, 173,
Osman b. Huneyf: 227, 230, 231, 174, 175, 176, 178, 179, 180,
232. 181, 182, 183, 184, 185, 186,
Osmaniye: 259. 187, 188, 189, 191, 193, 194,
Osman b. K ay s: 152. 195, 197, 199, 200, 201, 202,
Osmanlı Devleti (-b, -1ar): 18, 211, 213, 218, 219, 220, 223,
23, 34, 579. 225, 227, 242, 252, 264, 267,
Osman b. Muhammed b. Ebi Suf- 270, 271, 273, 274, 275, 276,
yan: 329. 277, 278, 279, 280, 281, 285,
Osman b. Velid: 375. 287, 203, 310, 312, 318, 334,
Oxford: 424. 345, 360, 379, 380, 389, 394,
402, 407, 409, 411, 412, 422,
- Ö - 435, 436, 438, 459, 460, 461,
463, 503, 516, 531, 532, 557,
Ömer b. Abdülaziz: 20, 158, 285, 558, 570, 573, 577.
396, 400, 402, 403, 404, 405, Ömer b. Hubab es-Sülemi: 561.
406, 407, 408, 410, 411, 412, Ömer b. Hubeyre el-Fezâri: 415,
413, 414, 417, 419, 424, 428, 418, 504, 572.
516, 517, 518, 526, 557, 559, Ömer b. Mâlik: 80.
560, 564, 565, 567, 572, 577, Ömer b. Mukarrin : 78.
578, 579. Ömer b. Osman: 222.
Ömer b, el-Ca’d: 205. Ömer b. Ali b. Ebi Tâlib: 263,
Ömer Camii: 579. 485.
Ömer b. Ebi Rebîa: 575. Ömer b. Sa’d b. Ebi Vakkas: 328,
Ömer b. Ebi Seleme: 167. 482, 483, 484, 488, 496.
Ömer b. el-Hamak el-Huzâı: 205. Ömer b. Ubeydullah b. Ma’mer:
Hz. Ömer b. Hattab: 18, 19, 20, 343, 362, 363.
22, 27, 28, 29, 30, 38, 39, 41, Ömer b. Velid: 389.
608 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

— P — Roma (-U, -1ar, İmparatorluğu):


45, 57, 102, 309, 363.
P. Casanova: 104. Rufaa b. Şeddad: 478, 483.
Pelagius: 393. er-Rufeyl: 151.
Pencap: 386. Rûha: 573.
Poitiers: 424. Ruhu’l-Kudüs: 553.
Prene (-1er, d ağ la rı): 393, 403, Rukayya: 188, 194, 221, 263.
417, 424. Rum (-1ar): 94, 162, 199, 200, 313,
Protestanları 554. 379, 380, 399, 423, 586, 569.
Ptolemaios I Soter: 103. Rûme Kuyusu: 164.
Ptolemaios II. Philadelphos: 103. Rusâfe: 418, 423, 425, 430.
Rutbil (Z u n b il): 354, 356, 358,
385.
— R — Rüstem: 67, 70, 72, 73, 74, 75, 76.

Radvâ Dağı: 467.


R âfi b. Hudeyc: 209, 224. — S —
Rafızi: 34, 439, 440, 447, 554.
Rakka: 80, 81, 238, 418. Sabât: 70.
Rakotis: 104. Sabit b. Kays en-Nehâi: 41, 205.
Râmhürmüz: 84, 126, 363, 365, Sabit b. Nuaym: 430.
366. Sabur: 86, 358, 362, 365, 366.
R&misan: 383. Sa’d b. Ebi Vakkas: 60, 71, 72,
Râşid b. Sa’d: 183. 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80,
Rebia kabilesi: 234, 414. 81, 82, 83, 84, 129, 133, 139,
Rebincan: 376. 170, 171, 179, 183, 191, 192,
Rebi b. Ziyad el-Harisî: 303. 195, 202, 218, 224, 271, 274.
er-Rebze: 35, 209, 210, 233. Sa'd b. Mes’ud: 492.
R e c i b. Hayva: 400, 402. Sa’d b. Muaz: 147, 148, 149.
R efi: 60. Sa’d b. Ubâde: 27,. 29.
Remle: 94, 397, 400. Sa’d b. Ubeydi’l-Karî: 67, 76.
Remle binti Şeybe: 222. Sadukiler: 553.
Restt’l-Ayn: 342. Sadusan: 388.
Rey: 79, 87, 126, 197, 343, 432, Safevi: 464.
482. Saffan b. IFmeyye: 149, 154.
Rhone: 423. Saffariyye: 534.
Ric’at: 440, 466, 467. Safiyy: 110, 111, 164, 165.
Ridde savaşları: 36, 43, 46, 47, Safiyye binti Abdilmuttalib: 168.
83, 284. Safiyye binti Ebu Ubeyd es-Sa-
Rizâmlyye: 458. kafi: 492.
Rodos: 306, Sahbâ binti Rabia: 263.
tNDBKS 6U0

Sahlbu’z-Zaman: 449, 467, 469, Sayda: 287.


470. Seâlibi: 511.
Satır b. Hablb: 534. Sebastelon: 105.
Sabvan: 386. Sebei (-ye, -1er): 228, 235, 237,
Saıd b. Am r el-Haraşi: 416, 421. 247.
Sald b. el-Aa: 198, 203, 204, 210, Seb’lyye: 536.
211, 220, 221, 302, 502. Sebure el-Cuheni: 228.
Sald b. Kays el-Hemdani: 238. Secah blntl Hâile :38, 39, 40.
Said b. Miiseyyeb: 208, 336, 340, Selld: 378.
557, 571. Sehl b. Huneyf: 227, 231.
Said b. Nlmra: 171. Sekâsek Kabilesi: 337.
Sald b. Osman b. Allan: 222, 304. Selâme: 417.
Sakil Kabilesi: 388. Selânlk: 374.
Sakile: 27, 26. Selçuklular: 23, 475.
Salado: 392. Seleb: 118, 116, 127.
Sa’lebl: 327. Selman-ı Farisi: 81, 166, 166, 435,
Salim b. Abdullah b. Ömer: 208. 441.
Salih b. Abdurrahman: 376, 368, Selman b. Rebia: 198.
569. Semerkant: 304, 384, 385, 387,
Salih b. Mihrak: 534. 409, 416, 420.
Salih b. Mlsrah et-Temimi: 366, Semh b. Mâlik el-HavlAnl: 417,
370, 536, 537. 423.
Salih b. Müslim: 387. Semûd: 478.
S âlim (Ebû Huzeyfe’nln azatlısı): Septe (C eu ta): 360, 391, 425.
41, 161. Serahs: 87, 561.
Saltıyye: 536. Sercun b. Mansur: 313, 566.
Salûba b. Nastûnâ: 49. Serapelon: 104, 105.
Sâm b. Hz. Nuh: 466. Sevad: 67, 70, 80, 126, 129, 130,
Samalda: 415. 275, 276, 514.
Samsat: 375. Sevdân b. Hamran: 208. 217.
San'a: 35, 42, 43, 60, 141, 155, Sevllla: 363.
197, 222, 260. Sevrâ: 299.
Sarafossa: 424. Seyb: 69.
Sarağ: 94. Seyf b. Ömer: 138, 130, 154, 159,
Sâriye b. Zenlm el-Kinani: 86, 166, 168.
88 .
Seyyid Emir Ali: 487.
Sasani (-1er): 44,45,46,47, 48, 46,
Seyyid Muhammed Mehdi: 451.
50, 52, 66, 67, 68, 66, 70, 71,
72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, Seyyid el-Murtaza: 264.
80, 83, 86, 80, 107, 108, 118, Sıffin (Harbi, Savaşı): 20, 69,
128, 130, 133, 136, 139, 140, 238, 246, 248, 249, 258, 266,
317, 376, 380, 570, 578. 287, 506, 507, 519, 537, 550.
F . : 39
610 doğuştan g Ünümüze B Ü Y Ü K İSLÂ M T A R İH İ

5ibâ’ : 236. 128, 131, 135, 136, 139, 148,


Sicilmasa: 390. 149, 150, 151, 153, 154, 158,
Sicilya: 306, 307, 417. 160, 173, 174, 175, 276, 277,
Sicistan: 86, 86, 290, 3S6, 358, 279, 284, 285, 287, 288, 304,
359, 406, 428, 511, 569. 313, 317, 318, 320, 322, 328,
Siera Covadonga: 393. 330, 331, 336, 340, 342, 345,
Sigrid Hunke: 105. 347, 356, 357, 358, 359, 371,
Sikazens: 431. 374, 375, 378, 379, 380, 388,
Sinan b. Enes: 484. 394, 398, 414, 415, 416, 425,
Sincar: 370. 427, 430, 431, 432, 450, 473,
Sind: 106, 198, 303, 404, 428. 476, 496, 510, 512, 558, 568,
Siraf: 70, 71, 72. 569, 573, 577, 578.
Sirâr: 181. Sus: 84, 332, 358.
Şîrîn Ebû Muhammed b. Şirin: Sus el-Aksa: 332.
51. Suveyd tp. Ömer b. Mukarrln : 35.
Sistan: 303. 78.
Sivas: 374. Suyûtî: 406.
Slav: 374, 375. Süddî: 453.
Smpad: 375. Süheyl b. Adiy: 80, 84, 86, 88.
Soğd (-1ar): 304, 384, 562. Süheyl b. Amr: 95, 154.
Sophronius: 104. Sillemi b in ti Sahr b. Âm ir- 3 1 .
Subeyt en-Nakranî: 416. Süleyman b. Abdülmelik: 354,
Sufriyye: 536, 537. 397, 398, 399, 400, 401, 408,
Sufyan: 283. 414, 418, 422, 516, 559, 560,
Sufyan b. Abdullah es-Sakafî: 564, 565, 566, 572, 575.
197. Süleyman b. Ebî Sarh: 409.
Sufyan b. Ebred el-Kelbi: 356, Süleyman b. Hişam: 422, 429,
357, 515, 537. 430.
Sufyan b. Uyeyne: 143. Süleyman b. Mirsad: 561.
Suheyb b. Sinan: 189, 192, 195, Süleyman b. Said: 379.
231. Süleyman b. Surad el-Huzâl: 323,
Sukayne: 485, 486. 339, 340, 478, 490, 491, 493,
Suleyt b. Kays: 67. 494.
ss-Sûlî: 150. 174. Süleyman b. Velid: 285, 388.
Su-lu: 421. Süraka b. Amr: 87.
Su-lu Kağan: 416.
Sumâm b. tsad: 43.
Sumeyr: 571. _ Ş _
Sunâ: 52.
Surat: 299. Şâ’bî: 111, 201, 301, 339, 351,
Suriye (-li-ler): 34, 35, 45, 46, 406, 439, 452, 453.
55, 59, 96, 107, 111, 126, 127, Şâbu’l-Harra: 201.
İNDEKS 611

Şam (-Ü, -1ar): 20, 21, 22, 23, 32, 457, 458, 460, 461, 462, 468, 477,
33, 35, 52, 53, 60, 61, 75, 81, 468, 506, 524, 530, 554.
89, 90, 91, 93, 94, 95, 104, Şlbll Numâni: 174, 175.
135, 148, 151, 152, 181, 197, Şihabuddln Ebû Flras: 470.
199, 204, 205, 207, 208, 209, ŞU (-1er, -İlk): 17, 24, 294, 312,
211, 220, 222, 224, 227, 228, 323, 324, 339, 340, 341, 356,
232, 233, 238, 243, 244, 248, 419, 435, 438, 436, 440, 441,
251, 255, 256, 257, 259, 260, 442, 443, 444, 445, 446,
276, 277, 285, 287, 295, 296, 447, 448, 449, 450, 451, 452,
307, 310, 311, 313, 314, 319, 453, 454, 455, 457, 458, 460,
320, 333, 334, 335, 336, 337, 461, 462, 463, 464, 466, 468,
338, 340, 369, 379, 396, 397, 473, 477, 489, 490, 493, 494,
409, 458, 478, 483, 485, 486, 495, 496, 498, 499, 500, 512,
489, 490, 491, 493, 496, 497, 517, 518, 519, 521, 526, 574.
520, 559, 561, 563, 571, 576, Şlmr b. Zl’l-Cevşen: 483, 484.
579. Şlıaveyh: 45.
^ «ın ın » t). Sahvftıı: 208. Şlt: 469.
Ş6ç: 386, 421. Şûman: 378.
Şebes b. Rebî et-Temimi: 239, Şurahbll b. Hasane: 35, 40, 53,
240, 241, 248. 54, 93.
Şebiblyye: 538, 537. Şurahbll b. es-Samet: 241, 242.
Şeblb b. Yezld eş-Şeybani: 356, Şureyh b. Hân'ı el-Harlal: 251.
366, 370, 371, 515, 529, 536. Şureyh b. el-Haris el-Klndl: 176.
Şecere-1 Rıdvan: 194. Şurat: 506, 519.
Şebb&raz: 45, 87. Şuûbiye Hareketi: 406.
Şehlngah: 45. Şuveyl: 48, 40.
Şehr: 42.
Şehrek: 83.
— T —
Şehrlstani: 441, 442, 444, 447,
450, 456, 461, 463, 473, 530, Tabakat: 149.
535, 536, 546, 547, 548, 550. Taberî: 47, 55, 103, 138, 159, 181,
Şehriyar: 66, 70. 200, 201, 224, 232, 248, 386,
Şemûn: 469. 460, 479, 484, 486, 490, 492,
Şemsüddln Ahmed b. Yakub et- 499, 513, 517, 519, 527, 529,
Tıbbl: 470, 471. 533, 536, 570.
Şevzeb: 516, 517. Taberistan: 87, 196, 366, 369,
Şeybel b. Ebî'l-Kzdî: 202. 398, 460, 565.
Şeyzer: 131. Taberlye: 573.
Şezuna: 363. Tabisin: 198.
Şia: 25, 295, 267, 299, 433, 435, Tabnâ: 332.
437, 441, 442, 444, 445, TağUb Kabilesi: 50, 69, 80, 263,
447, 448, 452, 453, 454, 456, 280, 377, 518.
612 doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Tahert: 332. Tevbâ: 353.


Tahir Harimi: 104. Tevbeciler: 490.
Tahûza: 332. Tevbe b. Numeyr: 567.
T ail: 60, 197, 213, 222, 302, 345, Tevrat: 189, 440, 553.
491, 512, 563. Tevvâbîn: 489, 490, 401, 493.
Takiyye: 447, 457, 466, 467, 535, Teymu’r-Rebab: 261.
538. Teym Oğulları: 31, 105, 270, 297.
Talha b. Ubeydullah: 60, 64, 71, III. Theodosios: 399.
89, 154, 183, 191, 204, 214, Theophanes: 389.
217, 219, 224, 229, 230, 231, Theophllos: 105.
232, 233, 234, 235, 236, 237, Theudlmer: 393.
276, 360, 450, 532. Tiflis: 421.
Talikan: 561. Tirmiz: 304.
T a ’limiyye: 468. Toharistan: 19B, 303, 383, 384,
Talkan: 87, 384. 385, 420.
Talmut: 553. Toledo: 391, 392.
Tanca: 332, 390. Toros: 374.
Tarhun (T a rh a n ): 383, 386. Toulouse: 417; 423.
Târifa: 392. Trakya: 399.
Tarife b. Haciz: 35. Tuğşada; .385.
T ârif b. Mâlik en-Nahrî: 391. Tuleyha b. Huveylid el-Esedi:
T an k b. Anır: 345. 35, 37, 38, 40, 75, 227,
T an k b. Ziyad: 392, 393, 394, Tumuşkas: 383.
566. Tunus: 306, 372, 486.
Task: 130, 131. Tus: 303, 432.
Tavus Ordusu: 355, 359. Tûsî: 449.
T ay Kabilesi: 37, 288, 289, 297, Tuster: 84.
338. Tuvana: 389, 402.
Tealim: 466. Türkler: 58, 87, 88, 102, 304, 354,
Tebük Seferi: 32, 124, 181, 194, 355, 378, 383, 384, 385, 386,
225, 227. 414, 416, 420, 582, 565.
Tedmür: 429. Tiirkeş: 416, 420, 421.
Tekrit: 70, 80, 342, 344. Tiirkeş Hakanlığı: 383.
Temim Kabilesi: 43, 51, 71, 262, Türkistan: 303, 394, 418.
297, 349, 359, 414, 463, 561.
Temim b. K â ’b: 263.
Temimll Dabi: 350. — U —
Temimli İbn Hısn: 302.
Temr: 50. Ubâde b. Sâmit: 96, 99, 106, 209.
Tenasüh: 440. Ubey b. K â ’b: 80, 147.
Teodoros: 91. Ubeyd b. K â ’b en-Numeyr: 307,
Teodosius: 45. 308.
tNDKKS 613

Ubeyd b. Mâhuz: 350, 361, 362. Menaf: 246, 283.


Ubeyd el-Mtikteib: 541. Umeyye b. Abdullah: 364.
Ubeyd b. Şerya: 576. Umeyye Oğullan: 216, 230, 287,
Ubeyd b. Hilâl el-Yeşkurâ: 534. 302, 307, 317, 330, 346, 348,
Ubeydullah b. Abbas: 227, 260, 400, 405, 406, 410, 413, 427,
267. 488, 499, 503, 558, 559, 562,
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe 564, 566.
b. Mes'ud: 413. Urla: 127.
Ubeydullah b. Abdurrahman: Urve b. el-Ca’d: 205.
357, 358, 359. Urve b. Cerlr b. Asım: 510.
Ubeydullah b. Ebi Bekr: 354, Urve b. Ediyye: 248, 301, 302,
355. 513.
Ubeydullah b. Hazlm: 581. Urve b. Hani: 479, 481.
Ubeydullah b. Ma’mer: 198. Urve b. Mes'ûd: 263.
Ubeydullah el-Mehdi: 455. Urve b. Uzayne: 538.
Ubeydullah b. Ömer: 184, 187, Urve b. Zübeyr: 339.
195, 266. Uaeyd b. Hudayr: 26.
Ubeydullah b. Ziyad: 301, 304, Uslan: 171.
324, 327, 335, 338, 339, 342, Uşr: 132.
363, 479, 481, 483, 485, 487, Uşrusana: 387, 421.
488, 400, 491, 496, 513, 528, Utbe b. Gazvân: 89, 77, 82, 83.
529, 530, 581, 584. Utbe b. Rebia: 188, 284, 333.
Ubulla: 70, 77, 280. Utbe b. Süheyl: 95.
Uhud Savaşı: 153, 166, 175, 264. Uteybe b. Ebi Sulyan: 181, 306,
Ukbe b. Amir: 306, 307. 520.
Ukbe b. Haccac: 424. Uyeyne b. Hısn el-Fezari: 38.
Ukbe b. Nâfi: 306, 332, 333, 371,
300, 556.
Ukbe b. Velid: 80. - Ü -
Ukeydlr b. Abdülmelik: 51.
Ulleys: 126. Ümâme blnti Ebu'l-As b. er-Re-
Ulu'l-Azm: 469. bi: 263.
Ulyftiler: 457. Ümmehat-ı mü’minin: 163.
Uman: 35, 153, 511, 536, 554. Ümmü Abd: 167.
Umâre b. Rabia: 246. Ümmü Abdullah: 501.
Umâre b. Şlhab: 227. Ümmü Abdurrahman: 355.
Umâre b. Temim el-Lahmi: 358. Ümmü Amr binti Cündeb ed-
Umeyr b. Dabi: 204, 350. Devsi: 222.
Umeyr b. Sa'd: 197. Ümmü’l-Benin binti Uyeyne b.
Umeyr b. Vehb el-Cumahi: 152. Hısn el-Fezariye: 222.
Umeyye: 504. Ümmü’l-Benin binti Hizam: 262.
Umeyye b. Abd-i Şema b. Abd-1 Ümmü Câfer: 263.
i doğuştan günümüze BÜ YÜ K İSLÂM T A R İH İ

Ümmü Eban: 188, 222. Velid b. Hişam b. Muğire: 135,


Ümmü Ferve: 443. 136, 174, 175.
Ümmü Habibe blnti Ebî Suiyan: Velid b. Ukbe: 197, 198, 202, 203,
165, 252, 290. 220.
Ümmü Hakem: 529. Velid b. Utbe b. Ebî Sufyan: 332,
Ümmü Hakim: 187. 336, 478.
Ümmü Hâni: 263. II. Velid b. II. Yezld: 285, 418,
Ümmü Hâşim: 333. 426, 427, 429, 459, 500, 557,
Ümmü’l-Hayr: 31. 558, 559, 564, 577, 578.
Ümmü’l-Hüseyin: 263. Vizigot: 391, 392, 393, 578.
Ümmü Külsüm: 32, 89, 184, 188, de Vleeschauwer, H. S . : 105,
194, 222, 262, 333.
Ümmü Ömer: 222.
Ümmü Rûmân: 32. — W —
Ümmü Said: 222, 263.
Ümmü Seleme: 167, 263. Well: 520.
Ürdün: 53, 90, 151, 159, 287, 336, Wellhausen: 341, 359, 480, 487,
563. 520, 526.
Üsâme b. Zeyd: 32, 33, 35, 166,
167, 207, 213, 231.
— Y —
— V —
Yahudi (-1er, -İlk ): 110, 125, 206,
Vâcu’r-Rûzbin: 86, 87. 278, 391, 418, 439, 442, 449,
Vadi Bekka: 392. 468, 501, 548, 553, 571, 577.
Vâdi’l-Kurâ: 330. Yahya: 263, 455.
Vahşî: 41, 172. Yahya b. Adem: 132.
Vakıdi: 138, 139. Yahya (N ahivci): 101, 102.
Vakkad: 369. Yahya b. Y a ’mer el-Udvâni: 377.
Vâkûsa: 53. Yahya b. Zeyd: 459, 462, 498,
Vâsıl b. Atâ: 459, 521, 522, 546, 499, 500.
547, 548, 550. Yakubî: 103, 153, 154, 164, 499,
Vâsıt: 378, 415, 510, 563, 572. 520, 578.
Vasiyet: 463. Yakut: 313.
Veda Haccı: 37, 465. Ya'lâ b. Münebblh: 197.
Vehb b. Munebblh: 576, 577. Y a ’lâ b. Miinye: 222.
Vekî b. Mâlik: 38, 39. Y a ’lâ b. Umeyye: 230.
I. Velid b. Abdülmelik: 222, 353, Yalvaç: 390.
354, 375, 387, 389, 390, 391, Yangm Yılı: 375.
394, 395, 396, 397, 398, 399, Yavuz Sultan Selim: 23.
400, 402, 516, 557, 559, 560, Yemâme: 35, 39, 40, 47, 361, 504,
562, 564, 565, 572, 575, 578. 514, 516, 532, 535.
İNDEKS 615

Yemen (-li, -1er): 34, 41, 42, 45, III.Yezid b. I. Velid b. Abdülme-
125, 135, 152, 153, 188, 227, lik: 427, 428, 439, 558, 562,
247, 260, 267, 276, 326, 342, 575.
347, 415, 418, 428, 431, 460, Yuhannis oğlu Vebr: 42.
480, 511, 561, 562, 563, 565, Yunan: 548, 578.
577. Yûnus b. Avn en-Numeyri: 540.
Yemen Tihamesi: 35. Yunusiyye: 540.
Yeniçağ: 59. Yusuf b. Ömer: 418, 419, 427
Yerbû Oğullan: 36. 459, 498, 499, 564, 572.
Yermuk: 53, 54, 55, 56, 89, 63,
163, 167, 200, 501.
Yeşkur: 410. — Z —
îl-Yeşkurî: 532.
Yevmü’d-Dar: 502. Zab: 332, 342.
Yezdücerd b. Şehriyar: 45, 70, Zabulistan: 385.
73, 74, 77, 78, 79, 84, 85, 87, Zâdenferruh b.'Piri: 379.
88. Zâhir Baybars: 23.
II. Yezid b. Abdülmelik: 285, 402, Zamm: 303, 383.
412, 414, 415, 416, 417, 418, Zâre Merzübanı: 119.
421, 426, 516, 517, 558, 559, Zât el-Savarî: 196, 305.
560, 572. el-Zâvile: 356.
Yezid b. Ebî Habib: 557. Zazan: 566.
Yezid b. Ebî Sufyan: 53, 54, 60, Zeberkan b. Bedir: 38, 50.
91, 93, 95, 284, 285, 287. Zebid: 60.
Yezid b. Enes: 342, 496. Zemzem Kuyusu: 504.
Yezid b. Hani: 507. Zerenc: 356, 358.
Yezîdller: 527. Zerdüştlük: 439, 440.
Yezid b. Kays el-Erhabî: 240. Zerdüştiler: 548, 553.
i. Yezid b. Muâviye: 22, 285, 305, Zerûd: 71.
307, 309, 310, 311, 312, 319, Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali:
322, 323, 324, 328, 329, 330, 418, 419, 430.
331, 332, 333, 334, 335, Zeyd b. Ali b. Zeyne'l-Abldin b.
338, 367, 377, 378, 382, 400, Hüseyin b. Ali: 453, 455, 459,
414, 464, 477, 478, 479, 483, 460, 461, 462, 463, 498, 499.
485, 486, 487, 489, 492, 493, Zeyd b. Hârise: 33, 166, 352.
503, 532, 533, 559, 560, 563, Zeyd b. el-Hattab: 41.
578. Zeyd b. Hısn: 529.
Yezid b. Mühelleb b. Ebi Sufra: Zeyd b. Husayn et-Tâi: 507, 510.
358, 368, 376, 397, 398, 404, Zeydiyye: 453, 455, 456, 458, 456,
405, 414, 416, 562, 565. 460, 461, 462, 463, 467, 46B,
Yezid b. Müslim: 416. 498, 500.
Yezid b. Ömer b. Hubeyre: 432. Zeyd b. Mâlik Oğullan: 28.
616 doğurtan günümüze B Ü YÜ K İSLAM T A R İH İ

Zeyd b. Ömer: 188. Zunmi (-1er): 132, 133, 195, 279,


Zeyd b. Sabit: 60, 61, 147, 161, 280, 521, 548.
170, 224. Zuheyr b. Kaya: 372.
Zeyd b. Sahvân el-Abdi el-Gâmi- Zutlar (Çingeneler): 388.
di: 205. Zû Hasm: 482.
Zeyneb binti Ali: 485, 486. Zu’l-Hassa: 35.
Zeyneb binti Cah§: 164, 165. Zû Haşeb: 214.
Zeyneb binti Maz’ûn: 187. Zukar: 70, 233.
Zeyneb binti Muhammed (s.a.v.): ■ Zu'l-Merve: 214.
262, 263. Zübale: 227.
Zilkurbâ: 116, 117, 118, 119, 120, Zübeyr b. Ali es-Suleytî: 362.
121, 122, 123, 140. Zübeyr b. Avvam: 32, 89, 96, 97,
Zlnnureyn: 194. 99, 106, 183, 191, 193, 198,
Zlyad b. el-Asfar: 536. 214, 219, 224, 229, 230, 231,
Zlyad b. Ebîh: 79, 82, 237, 289, 232, 234, 235, 236, 237, 277,
290, 292, 293, 294, 295, 296, 360, 361, 450, 501, 502, 525,
301, 303, 304, 307, 308, 312, 532.
313, 318, 380, 395, 418, 491, Zübyanoğullan: 35.
513, 525, 538, 564, 570, 576, Züfer b. Haris el-Kilâbî: 336, 337,
579. 339, 342, 344.
Ziyad b. Ebi Sufyan; (bkz. Zlyad Zühre b. Haviyye: 77.
b. Ebîh). Zttheyr b. Cündeb el-Ezdl: 202.
Zlyad b. Hafsa: 240. Ziihrî: 224, 448.
Zlyad b. Hanzala et-Temimi: 229. Zünnûn: 38.
Zlyad b. Hudayr: 279. Zümeyle: 52.
Zlyad b. Lebîd: 60. Ziir’a b. Şerîki't-Temlmî’ 484.
B İB L İY O G R A F Y A

A B DU R R EZZA K , Ebû Bekr b. Hemmâm es-San’âni (211/826),


— el-Musannaf, Beyrut, 1070-1972.

A K K A D Abbas Mahmud,
— Hz. Ebû Bekr’in Şahsiyet ve Dehası, Tere: Ali özek.
— Hüseyin Seyyidü’ş-Şühedâ.

el-A SK ER İ Ebû Hilâl (395/1005),


— Kitabu’l-Evâll.

el-A SK ER İ Murtaza,
— Abdullah b. Sebe.

BA R TH O LD W. — K Ö PR Ü LÜ M. F.,
— İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara, 1963.

B E D E V İ AbdüOatif,
— el-Mızâniyyetu’l-Ûlâ fi'l-lslâm, Kahire, 1000.

el-BEŞBİŞİ Mahmud,
— el-Firakul-lsmaillyye.

BILTAC1 Muhammed,
— Menhecu Ömer b. Hattab fî't-Teşri, Kahire, 1670.

CABBVR Cebrail,
— Ömer b. Rebîa, Beyrut, 1934-1939.

C A E TA N İ L.,
— İslâm Tarihi, Tere: Hüseyin Cahld, İstanbul, 1924-1927.
618 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

el-CESSAS Ebû Bekr Ahmed b. A li (370/980),


— Ahkâmu’l-Kur’an, İstanbul, 1335.

Ç A Ğ A TA Y Neşet,
— 100 Soruda İslâm Tarihi,' İstanbul, 1972.

Ç ELEB İ Ahmet,
— el-Yehûdiyye.
— Edyânü’l-Hindi’l-Kübrâ.

Ç E T İN Nihat,
— Eski Arap Şiiri, İstanbul, 1973.

D EN NE T Daniel C.,
— el-Cizyetu ve’l-İslâm, Arapça tere. F. F. Câdullah, Beyrut, 1960.

D Û R Î Abdulaeiz,
— Mukaddime fi’t-Târihi'l-İktisâdi'l-Arabi, Beyrut, 1969.

EBÛ YUSUF Yakub b. İbrâhim,


— er-Redd alâ Siyeri'l-Evzâî, Kahire, 1957.

E M İN O Ğ LU Ahmet,
— Ömer b. Abdülaziz, İstanbul, 1984!

E M İR Temim,
— Divân.

el-EŞ’A R İ,
— Makâlâtu’l-İslâmiyyin.

el-E ZD İ Muhammed b. Abdullah (231/846),


— Târîhu Futûhi’ş-Şâm, Kahire, 1970.

FA YD A Mustafa,
— Hz. Ömer Zamanmda Gayr-i Müslimler. (Basılmamış doçent­
lik tezi).

el-FESEVİ, Ebû Yusuf Ya'kûb b. Sufyân (277/890),


— Kitâbu’l-Marife ve’t-Tarîh, Bağdat, 1974.

G A L İB İsmail,
— Meskûkât-ı Kadime-i İslâmiye Katalogu.
B İB LİYO G RA FYA 616

de GOEJE M. J.,
— Mâmoire sur la Conqu6te de la Syrle, Leiden, 1600.

H A LÎF E b. H A YY Â T (240/854),
— Tarihu Halife b. Hayyât, Dımajk, 1667-1668.

H A L İL İmamüddin,
— Ömer b. Abdülaziz Dönemi ve İslâm İnkılâbı, İstanbul, 1684.

H A LLA K Hassan AH,


— TaTibu'n-Nukûd ve’d-Devâvîn fl’l-Asn’l-Emevî, Beyrut, 1878.

H A M İD Ü LLA H , Muhammed,
— İslâm’ın Hukuk İlmine Yardımları, Derleyen, Salih Tuğ, İs­
tanbul, 1662.

el-H A R EZM İ Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Yûsuf (387/997),


— Mefâtîhui-Ulûm, Kahire, 1342.

H A TİB el-BAĞDADİ Ebû Bekr Ahmed b. A li (463/1071),


— Târihu Bağdat, Kahire, 1631.

el-H İN D Î Alâeddin A li b. M uttaki b. Husâmeddln (975/1567),


— Kenzu’l-Ummâl fi-Süneni'l-Akvâl ve’l-Eft&l, Haydarûbûd, 1364

H İT T İ, Phüip,
— Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çev. Salih Tuğ, h ı >.

IŞ IL T A N Fikret,
— Urfa Bölgesi Tarihi, İstanbul, 1660.

İB N A B D l'L-H A K E M (öl. 870),


— Siret-ü Ömer b. Abdülaziz.

İB N A S Â K İR Ebu’l-Kastm A li b. el-Hasen b. Hibetullah (571/1175),


— Tarihu Medine ve Dımaşk, Dımaşk, 1651-1854.

İB N A ’SEM el-K Û F Î Ebû Muhammed Ahmed (314/926),


— Kitâbu'l-Futûh, Haydarâbâd, 1868-1668.

İB N B ATU TA,
— Seyahatname.
620 doğuştan günümüze B Ü YÜ K İS LA M T A R İH İ

İB N Ü ’L -C E V Z İ Ebu’l-Ferec Abdurrahman (ö l. 597 h .),


— Tezkiretu Havass’ıl-Ümme.
— Sîre.

İB N E B l-H A D İD ,
— Şerhu Nehcü'l-Belâğa.

İB N E B İ NASR,
— Al Muhammed fl Kerbelâ.

İB N H AN İ,
— Divân.

İB N K E S İR Ebu’l - F M İsm ail b. Öm er (774/1372),


— el-Bidâye ve’n-Nlhâye, Beyrut-Diyad, 1066.

İB N N E D İM Ebu’l-Ferec Muhammed b. İshâk en-Nedîm (385/995),


— el-Filırist, Kahire, 1348.

İB N ŞEBBE Ebû Zeyd Ömer, (262/876),


— Tarihu’l-Medlneti’l-Münevvere, Cidde, 1979.

İB R A H İM FU Â D AHMED A L İ,
— el-Mevâridu’l-Mâliyye I l’l-lslâm, Kahire, 1972.

K A LH A T İ, Ebû Saîd,
— el-Keşf ve’l-Beyân.

K Ü L E Y N Î Muhammed b. Yakub (bini. 329/941),


— el-Kâfi.

M E C LİS İ,
— Tuhfetu’z-Zâirîn.

M E H D İ Muhammed,
— Hulâsâtu'l-Ahbar.

MOOSA M attı I.,


— The Diwan of Umar İbn al-Khattab, Studles In İslam, 1965.

MÛSA, Muhammed Yusuf,


— Muhâdarât fl-Tarlhi’l-FıkhıT-lslâml, Kahire, 1954-1956.
B İB LİYO G R A FYA 621

el-M Û SE Vİ Abdulhüseyin Şerefüddin,


— en-Nass ve’l-îctlhad, Nece], 1984.

el-Müeyyed f i’d-Din,
— Divân.

M Ü S L İM Ebu'l-Hüseyn M itilim b. Haccâc el-Kuşeyri en-Nisabûrt


(261/875),
— el-Cârnlu's-Sahlh, Tere. Mehmet Sofuoğlu, İstanbul, 1967-1970.

P E L L A T Charles,
— Le Dllleu Basrlen et la Formatlon de Cahız, Paris, 1954.

P U İN Gerd-rüdiger,
— Der Diwân von ‘Umar Ibn al-Hattâb, Bonn, 1970, (Doktora
tezi).

er-RAH BÎ Abdulaziz b. Muhammed (1184/1770’de eserini yazdx),


— Fıkhu’l-Mulûk ve miftâhu’r-Ritâc el-Muraad alâ Hızânetl Kl-
tâbl'l-Harâc, Nşr. A. Ubeyd el-Kubeyal, Bağdat, 1973-1975.

er-R E Y Y İS Muhammed Ziyâeddîn,


— el-Harâc fTd-Devletl’l-lsl&mlyye ev et-T&rihuT-Mâll ll’d-Dev-
leti’l-lslâmlyye, Kahire, 1957.

SAFFET, Ahmed Zeki,


— Cemheretü Besâllll-Arab.

S A İD el-EFĞÂNİ,
— Esvâku’l-Arab fî’l-Câhlllyye ve’l-lalâm, Dımaşk, 1960.

S A LİH AH M ED el-Ali,
— et-Tanzîmâtu’l-lctimâlyye ve’l-îktlaâdlyye fî’l-Baara f l’l-Kar-
nl’l-EvvellT-Hlcrî, Beyrut, 1969.

S E ZG İN Fuat,
— Geschichte Arablschen Schrlfttams, Leiden, 1967-1971. Arapça
Tere. M. F. Hlcarî, Tarlhu’t-Turâa el-Arabl, Riyad, 1983-1984.

SDBH t es-SALİH,
— en-Nuzumu’l-tslâmlyye, Beyrut, 1968.
622 .doğuştan günümüze BÜYÜK İSLAM TARİHİ

es-SÛLÎ Ebû Beler Muhammet! b. Yahya (335/946),


— Edebu’l-Kuttâb, Kahire, 1341.

eş-ŞÂ Flİ Ebû Abdullah Muhammed b. İdris (204/820),


— Kitâbu’l-Umm, Bulak, 1321-1324.

Ş E LT U T Muhammed,
— el-lslâm Akîdetün ve Şeriat ün.

eş-ŞEYBÂNİ Muhammed Hasarı (189/805),


— Kitabu’s-Siyeri’l-Kebîr, Kahire, 1958-1972.

Ş İB L İ Mevlûnâ en-Nu’mâni,
— Hazret-i Ömer, Tere. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1927.

et-T A M Â V İ Süleyman Muhammed,


— Ömer b. Hattâb ve Usûlu’s-Siy&se ve’l-ld&retuT-Hadise, Kahire,
1969.

T A M İR Arif,
— Erbâu Resâile İsmailiye.

T U Ğ Salih,
— İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkış, Ankara, 1963.

T U R N A G İL Ahmet Reşit,
— İslâmiyet ve M illetler Hukuku, İstanbul, 1972.

el-V Â K ID İ Muhammed b. Öm er b. Vâkld (207/822),


— Kitâbul-Meğâzî, London, 1966.

W ELLHAUSEN, J.,
— A l Khawarig and al Shlah.
— Arap Devleti ve Sükûtu, Tere. Fikret Işıltan, Ankara, 1963.

YAHYA b. Âdem el-Kureşî (203/818),


— Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1347.

Y IL D IZ Nuray,
— Eskiçağ Kütüphaneleri.

el-ZU B E YD İ Muhammed Hüseyin,


— el-Hayâtu’l-lctlmâiyye ve’l-lktlsftdiyye fl’l-Kûfe flT-KamlT-Ev-
veliT-Hicrî, Kahire, 1970.
KRONOLOJİ

Milâdi / Hicri
632 11 — Hz. Ebû Bekr’ln halife seçilmesi.
— Hz. Fâtıma’mn vefatı.
— II. Hüsrev'ln İki km da dahil olmak üzere birçok
hükümdarın İran tahtına çıkıp İnmesi.
— Sasanî hükümdarı III. Yezdücerd’ln tahta çıkması.
— İslâm ordularının Dûmetu’l-Cendel seferi.
633 12 — Rldde savaşları, HâUd b. Velld'ln yalancı peygam­
ber Müseyleme taraftarlarını yenmesi.
— Hâlld b. Velld komutasındaki İslâm ordusunun
Hûmak’ı kuşatması ve yerlilerle antlaşma yapıl­
ması.
— Hlre Emirliğinin sonu.
— Kinde Beyliğinin sonu.
634 ' 12 — HâUd b. Velld’ln Ecnâdln’de Sasanller'l kesin ye­
nilgiye uğratması ve Irak’ın fethi.
13 — Hz. Ebû Bekr’ln vefatı.
— Hz. Ömer’in halife seçilmesi.
— Yermuk savaşı.
— Köprü savaşı.
635 14 — Buveyb savaşı.
— Kadislye savaşı.
— Şam'ın fethi.
— Merc el-Rûm savaşı.
— Hınıs'ın fethi.
637 16 — Kudüs’ün fethi.
— Medâin’in fethi.
— Celûla savaşı.
— el-Cezîre’nin fethi.
638 17 — Şam’da veba salgım.
— Küfe şehrinin kuruluşu.
— Ahvaz’ın fethi.
639 18 — Bahreyn’den İran’a yeni bir cephe açılması.
624 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

Milâdi / H icri
641 20 — Mısır’ın fethi.
— Râmhürmüz, Sus ve Tuster’in fethi.
— İlk Divan Teşkilatı’nm kurulması.
641-642/ 21 — İskenderiye’nin fethi.
— Fustat şehrinin kuruluşu.
642 — Nihavend savaşı.
644 23 — İsfehan’m fethi.
— Derbend’in fethi.
— Horasan'ın fethi.
— Hz. Ömer’in şehit edilmesi.
24 — Hz. Osman'ın halife seçilmesi.
645 — İskenderiye'nin Rumların eline geçmesi.
646 25 — İskenderiye'nin geri alınması.
649-650/ 29 — Basra ayaklanması.
652 32 — Sahabeden Ebû Zerr’in vefatı.
653 33 — Kıbrıs'ın fethi.
655 35 — Bizans ile İslâm donanmaları arasındaki ilk şid­
detli savaş: Zât el-Savarî.
656 — Hz. Osman'ın şehit edilmesi.
— Hz. Ali'nin halife olması.
36 — Cemel Vakası.
657 — Sıffîn Savaşı.
37 — Tahkim (Hakem) olayı.
— Haricîler’in ortaya çıkışı.
— Haricîler’le Hz. A li arasında meydana gelen Neh-
revan savaşı.
661 40 — Hz. A li’nin şehit edilmesi.
— Hz. Hasan'ın halife seçilmesi.
41 — Hz. Hasan'ın hilâfetten feragati ve Muâviye’ye bi­
at etmesi.
— Muâviye’nin halife olması ve Emevî saltanatının
başlaması.
663 43 — Hariciler’in K ûfe’de isyanı.
— Kabul şehrinin fethi.
664 — Am r b. el-As’ın vefatı.
668 48 — Müslümanların ilk İstanbul seferi.
— Bazı Sicilya sahil şehirlerinin fethi.
669 — İlk İstanbul kuşatması.
670 50 — Kuzey Afrika’da müslümanlar tarafından Kayre-
van şehrinin kurulması.
— Sahabeden Ebû Eyyub el-Ensarî’nln İstanbul ku-
KRONOLOJİ 625

Milâdi / Hicrî
şatması sırasında vefatı.
671 51 — Sahabeden Muğire b. Şû'be’nin vefatı.
— Belh’ln fethi.
672 52 — Rodos’un fethi.
673 53 — Akdeniz ve Ege'deki bazı adaların fethi.
— Küfe ve Basra valisi Ziyad b. Ebih'ln ölümü.
674 54 — İkinci İstanbul seferi.
— Beykent'in fethi.
— Buhara'nm kuşatılması.
676 56 — Buhara'nm fethi.
680 60 — Hz. Muâvlye'nln ölümü.
— Yezld b. Muâvlye’nln halife olması.
61 — Kerbelâ faciası ve Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi.
683 63 — Harre savaşı (Emeviler'in Medine'ye saldırması).
64 — Emeviler tarafından Mekke’nin kuşatılması.
— Yezid'in ölümü.
684 — II. Muâvlye b. Yezid’in halife olması, istifası ve
vefatı.
— Islâm âleminin Suriye dışında kalan bölgelerinde
Abdullah b. Zübeyr'e biat edilmesi.
684 65 — Merc-i Râhit savaşı ve Suriye'de Mervan b. Ha-
kem’e biat edilmesi.
684-685/ 65 — Kabe'nin Abdullah b. Zübeyr tarafından tamir
edilmesi.
685 — Mervan’ın ölümü.
— Abdülmelik b. Mervan’ın halife oluşu.
66 — Muhtar b. es-Sakafi İsyanı.
— II. Justinianus'un Bizans tahtına çıkışı.
686 67 — Emeviler ile Muhtar arasında Hâzlr savaşının ya-
pılması.
687 — Mus’ab b. Zübeyr tarafından Muhtar İsyanının
bastırılması ve Muhtar'ın öldürülmesi.
688 / 60 — Berberiler’in isyan etmesi, bastırılmaları ve reis-
leri Kusayla’mn öldürülüşü.
680-690/ 70 — Abdülmelik’in, Bizans İmparatoru II. Justinianus
ile sulh anlaşması yapması.
691 / 71 -- Abdülmelik kuvvetleriyle Mus’ab komutasındaki
Abdullah b. Zübeyr ordusu arasında yapılan Dey-
rü'l-Câselik savaşı.
— Abdülmelik’in,- Hicaz dışındaki bölgelerde halife
kabul edilmesi.
F. : 40
626 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

Milâdi / Hicri
692 72 — Haccac’m Mekke’yi kuşatması.
73 — Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesi.
692- 693 — Bizans ile yapılan Sivas savaşı.
693 — Ermeniye bölgesinin müslümanların hâkimiyetine
geçmesi.
693- 694/ 74— İlk İslâmî paranın basılması.
694- 695/ 75— Haccac’ın Irak valiliğine tayin edilmesi.
695 / 76 — Bizanslılar’ın Kartaca çıkartması.
- - Bizans İmparatoru Justinianus’un tahttan indiri-
lişi.
— Komutan Leontios’un Bizans İmparatoru olması.
696 / 77 — Ezrâkî Haricîleri’nin sonu.
— Haricîler’den Şebib b. Yezid’in isyanı.
697 / 78 — Mühelleb b. Ebî Sufra’nın Horasan valiliğine ta­
yin edilmesi.
— Kartaca kuşatması.
698 / 79 — Bizans İmparatoru Leoritios’un tahttan indirllişi.
— Bizans'ın Kartaca’yı terkedip G irit’e çekilmesi.
698-699/ 79 — Suriye’de veba salgını.
700 81 — Horasan fatihlerinden Abdurrahman b. Eş’as’ın
isyanı.
700-701 — Erzurum’un fethi.
701 — Abdurrahman b. Eş’as’ın Basra’yı ele geçirmesi.
82 — Abdurrahman b. Eş'as’m Kûfe’ye girmesi.
702 83 — Deyru’l-Cemâcim savaşı ve Abdurrahman ’o. Eş’as
isyanının bastırılması.
— Horasan ve Sicistan bölgelerinde isyanlar çıkması.
702-703 — Darende’nin fethi
— İslâm kuvvetlerinin Berberi isyancısı Kâhine üze­
rine yürümesi ve yapılan Avras savaşı sonucu is­
yanın bastırılması.
703 — Hariciler’e karşı yaptığı savaşlarla tanınan Hora-
rasan valisi Mühelleb b. Ebî Sufra’nın ölümü.
84 — Masisa (M isis)’nm fethi.
704 — Ermeniler’in isyanı ve bastırılması.
84-85 — Horasan’daki isyânlann tamamen bastırılması.
705 ' 86 — Vâsıt şehrinin kuruluşu.
— Halife Abdülmelik'in ölümü.
— I. Velid b. Abdülmelik’in halife olması.
— Maveraünnehr şehirlerini fetheden Kuteybe b.
Müslim'in Horasan’a vali tayin edilmesi.
KRONOLOJİ 627

Milâdi / Hicri
— II. Justinianus'un yeniden Bizans tahtına geçişi.
706 / 87 — Beykent'in fethedilmesi.
707 / 88 — Tumuşkas ve R&mlsan şehirlerinin fethi.
708 — Tuvana’nın fethi.
709 / 90 — Buhara’nm fethi.
710 / 91 — İlk İspanya seferi.
711 / 92 — Ispanya’nın fethi.
— Bizans İmparatoru II. Justinianus'un tahttan İn­
dirilip, öldürülüşü.
— Daybul'un fethi.
/ 93 — Semerkant'ın fethi.
— Hindistan’da ilk caminin yapılması.
712 — İndus havzasının fethi.
712 / 94 — Yalvaç ve Amasya’nın fethi.
713 — Prene dağlarına kadar bütün Ispanya'nın İsl&m ha­
kimiyetine girmesi.
— Şâş, Hocend ve Fergana şehirlerinin fethi.
— Multan’m fethi.
713-714/ 95 — Heraklia (E reğli)’nın fethi.
714 — Irak’ta yirmi yıl valilik yapan ve «zalim » sıfatıyla
tanınan Haccac b. Yusuf es-Sakafl’nin ölümü.
715 / 96 — Halife I. Velld’in ölümü.
— Süleyman b. Abdülmellk’in halife oluğu.
— Doğuda büyük fetihler yapan Kuteybe b. Müs­
lim'in öldürülmesi.
97 — İstanbul kuşatması.
— Bizans komutanlarından Theodoslos'un İmpara­
tor II. Anastasios’u tahttan indirerek yerine geç­
mesi.
717 / 99 — Halife Süleyman'ın ölümü.
— Ömer b. Abdülaziz'in halife olması.
720 101 — Halife Ömer b. Abdülaziz’in vefatı.
— II. Yezid b. Abdülmelik’in halife olması.
— Yezid b. Mühelleb’in isyanı.
102 — Yezid b. Mühelleb isyanının bastırılması ve Ye-
zld’ln öldürülmesi.
724 105 — Halife Yezid’in ölümü.
— Hişam b. Abdülmelik’in halife olması.
727-728/109 — Maveraünnehr isyanı.
732 ,'114 — İspanya valisi Abdurrahman b. Abdullah'ın Fran-
Fa içlerine yürümesi, Poitlers savaşı ve mttslü-
028 doğuştan günümüze BÜYÜK İSLÂM TARİHİ

Milâdi / Hicri
manların geri çekilmesi.
737 ,119 — Mervan b. Muhammed’in Hazar başkenti el-Bey-
da’yı kuşatması, Hakan’ın müslüman olması.
740 /122 — Zeyd b. A li’nin isyan etmesi ve öldürülmesi.
— Meşhur kahraman Abdullah el-Battal’ın Afyon
yakınlarında şehit olması.
740 /122 — Kuzey Afrika’da Berberi isyanı.
743 /125 — Halife Hişam’ın ölümü.
— II. Velid b. II. Yezid’in halife olması.
744 126 — Halife II. Velid’in vefatı.
— III. Yezid b. I. Velid’in halife olması.
— Halife III. Yezid’in ölümü,
126-127 — İbrahim b. I. Velid’in halife olması.
127 — II. Mervan b. Muhammed’in İbrahim’i mağlup
ederek halife olması.
745 — Suriye’de Sabit b. Nuaym isyanı.
— Süleyman b. Hişam’ın halife sıfatıyla Mervan'a
başkaldırması.
128 — Kûfe’de Şiilerin isyanı.
746 — Suriye ve Irak’taki isyanların bastırılması.
— Abbasoğulları’ndan İbrahim b. Muhammed’in Ebû
Müslim’i Horasan’a göndermesi.
748 /130 — Horasan valisi Nasr b. Seyyar’ın yenilmesi ve Ho­
rasan’ın Ebû Müslim’in eline geçmesi.
749 131 — Abbasi taraftarlarmm K ufe’yi ele geçirmesi ve
Ebû'l-Abbas'a biat edilmesi.
750 '132 — Emevî halifesi Mervan ile Abdullah b. A li komu­
tasındaki Abbasî ordusu arasmda Büyük Zab suyu
savaşı yapılması, Mervan’ın yenilerek kaçması ve
Mısır’da öldürülmesiyle Emevî Devleti’nin yıkıl­
ması.

İK İN C İ C İLD İN SONU

You might also like