You are on page 1of 17

Alimlerin Sufilerin İlk Kurucuları ve Sonradan Sapıtanlar Hakkındaki

Düşünceleri

İmam Şatıbi : Suffe Ehli İle Tasavvufcuları Birbirinden Ayırmak

Bu mesele üzerinde Allah'ın izniyle biraz ayrıntılı söz etmek gerekecektir. Tâ ki


bu konuda insaf sahibi ve kendini aldatmaya çalışmayan kimseler için hakikat
ortaya çıkmış olsun. Şimdi mesele şöyledir: Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret
ettiği zaman Mekke'de ve diğer yerlerde bulunan bütün müminlere de hicret
vacip olmuştu. Bunlardan kimisi kendisi için bir tedbir olmak üzere maliyle
birlikte hicret ediyordu, kimisi bir başka şeyiyle birlikte hicret ediyordu.
Medine'ye geldiği zaman da ticaret veya başka bir meslekten ise o mesleğini
kullanıyordu. Mesela Hz. Ebu Bekir (r.a) bütün servetiyle birlikte hicret etmişti.
Servetinin miktarı beşbin dinardı.

Onlardan kimisi de canını kurtarıyor, malından hiçbir şeyi kurtaramıyor ve

1
Medine'ye elleri boş geliyordu.

Medinelilerin ekserisi bahçelerinde ve mallarında kendileri çalışıyorlardı.


Başkalarına verecekleri fazladan bir işleri yoktu. Ensar, muhacirlerden bazılarını
mallarına ortak etmişlerdi. Beni Nadir kıssasından anlaşıldığına göre bunlar
çoğunluktaydı. İbn Abbas (r.a) bu kıssayı şöyle anlatır:

Hz. Peygamber (s.a) Beni Nadir yurdunu fethedince Ensar'a dedi ki:

"İsterseniz bu ganimetleri muhacirler arasında taksim edeyim, sizler bundaki


hissenizi onlara bırakmış olursunuz. Böylece muhacirler de sizin üzerinize yük
olmaktan çıkmış olurlar. Çünkü onlar maişetlerinde (şimdiye kadar) hep size
bağlı kaldılar."

Ensar Hz. Peygamber'in bu teklifine "evet" dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı.
Yalnız ensar arasından sadece Ebu Ducâne ve Sehl ibn Huneyf'e ganimetten pay
verdi. Onların fakir olduklarını zikretti.

(Ebu Ducâne: Ebû Dücane el-Ensâri- İsmi Semmak ibn Harşe ibn Levzan es-Sâidi.
Hz. Peygamber'in ashabından, Pek çok defa Hz. Peygamber'in övgüsüne mazhar
oldu. Yemame günü şehid oldu. (Siyeru Alami'n-Nubela. 1/243; Tabakat ibn Sa'd.
3/2/101; el-Mearif, 271; Usdu'l-Ğabe, 2/451.) Sehl İbn Huneyf: Büyük bir sahabidir.
Künyesi Ebu Sabit el-Ensari el-Avfı. Bedirde ve pek çok önemli olayda bulundu.
38 yılında Kufe’de vefat etti. Namazını Hz. Ali kıldırdı. (Siyeru A'lamin-Nubelâ.
2/325; Tabakat ibn Sa'd. 6/15; 3/471; Usdu'l-Ğâbe. 2/470; Tehzib, 4/251; el-Isabe.
4/273; Şezerat. 1/48)

Muhacirler de Rasulullah'a (s.a) şöyle demişlerdi:

Ey Allah'ın Rasulu! Yanlarına geldiğimiz kavmin -yani Ensar'ın emsalini


görmedik. Ellerinde azıcık bir şey olsa, bizimle paylaşıyorlar. Bolluk içinde
olurlarsa da bol bol veriyorlar. Onlar bizim sıkıntılarımızı giderdiler, kendi
imkanlarına bizi de ortak ettiler. Hatta o kadar ki bütün sevabı ve mükafaatı
onların alıp götürmesinden korkarız.

Hz. Peygamber bunun üzerine onlara dedi ki:

Hayır! Onları övdüğünüz ve onlara hayır dua ettiğiniz müddetçe siz de aynı
sevaba mustehaksınız."

Muhacirlerden kimisi hurma çekirdeklerini topluyor, onları eziyor, deve yemi


olarak satıyor ve geçimini bununla sağlıyordu.

Kimisi de yiyecek ve mesken temini için hiçbir kazanç yolu bulamamıştı.


Rasulullah (s.a) onları mescidindeki bir sofada (Suffede) topladı. Suffe, mescidin
müştemilatından bir gölgelik idi. Bu insanlar oraya sığınmışlar ve orada
oturuyorlardı. Çünkü kendilerinin ne malları, ne de aileleri vardı. Rasulullah (s.a)
insanları onlara yardıma ve iyilik yapmaya teşvik ediyordu. Allah kendisinden
razı olsun, Ebû Hureyre onları bize anlattı. Çünkü kendisi de onlardan birisiydi

2
ve insanların içinde onları en iyi tanıyandı.

Sahih'de dedi ki:

Ashab-ı suffe İslamın misafirleridirler. Hiçbir ailenin yanına sığınamamışlardı.


Dayanacakları malları ve kimseleri yoktu. Hz. Peygamber'e (s.a) bir sadaka
geldiği zaman onlara gönderirdi. Ondan hiçbir şey almazdı. Bir hediye geldiği
zaman da onlara gönderirdi. Yalnız hediyeden bir miktarını kendisi alır ve
onlarla ortak olurdu.

[Bu hadisin tamamı şu kaynaklarda geçer: Buhari, K. Rikak, 11/241. B. Keyfe Kâne
Iyşu'n Nebiyyi ve Ashabihi. 11/241 Ahmed. Musned, 5/515 Tirmizi. K. Sıfatu'l-
Kıyame, no:2477. İbn Asakir. Târih. 19/111]

Onları İslamın misafirleri olarak tanımlar ve gördüğün gibi misafirlik hükmünü


onlara uygulardı. Misafir ağırlamak genel bir zorunluluk idi. Çünkü çöle inen
kimseler ne bir konaklama yeri bulabiliyorlardı, ne de satın alacakları bir yiyecek
bulabiliyorlardı. Çünkü bedevilerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri
çarşıları ve barınacakları hanları yoktu. Misafir/yolcu zengin de olsa zor durumda
kalıyordu. Bu sebeple o bölgenin sakinlerinin gelen misafiri/yolcuyu tekrar yola
koyuluncaya kadar ağırlaması gerekirdi. Yolcu mal mülk sahibi değilse bu
ağırlamayı yapmak daha da isabetli bir davranış olurdu. Ashab-ı Suffe'nin
durumu da böyle idi. Evleri bulunmadığı için onlar kendilerine bir ev buluncaya
kadar Hz. Peygamber (s.a) kendilerini Mescidde barındırdı. Ayrıca yiyecek bir
şeyleri oluncaya kadar da onlara yardım edilmesini teşvik etti.

Allah'ın şu âyetleri onlar hakkında nazil oldu:

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden


çıkardıklarımızdan hayra harcayın... Yapacağınız hayırlar kendilerini Allah
yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için
olsun.” [Bakara 273]

Allah Teala onları birtakım vasıflarla tanıtmaktadır. Bu vasıflarından bazıları


şunlardır: Onlar kendilerini Allah yoluna adamışlardır. Yani onlar Allah'ın
Rasulü birlikte cihada yöneldiklerinde sanki düşman kendilerini muhasara etmiş
de mesken ve maişet temini için yeryüzünde yürüyemez hale gelmiş kişiler
gibidirler. Sanki düşman Medine'yi kuşatmış da bu sebeple ne ganimetleri
kazanıncaya kadar cihad edebiliyorlar, ne de kafirlerin korkusu ve öncelikle
zayıflıkları sebebiyle ticaret yapma veya başka bir şeye kendilerim verebiliyorlar.
Böylece asla çalışma imkanı bulamıyorlar. Denildi ki:

"Yeryüzünde (kazanç için) dolaşamıyorlar" âyeti, Rasulullah (s.a) ile birlikte onlar
yaralandılar da onulmaz bir hastalığa yakalandılar, demektir.

Yine onlar hakkında şu âyet inmiştir:

"(Allah'ın verdiği bu ganimet malları) yurtlarından ve mallarından çıkarılmış

3
olan... fakir muhacirlerindir." [Haşr 8] Görüyorsun ayet-i kerimede "çıkarıldılar"
denildi de "çıktılar" denilmedi. Yani kendi istekleriyle çıktıkları zannedilmesin,
onların yurtlarından çıkmaya zorlandıkları açıktır. Şayet çıkmamaya bir çare
bulsalardı onu yaparlardı. Bu, malından mülkünden kendi isteğiyle
uzaklaşmanın Şâriin maksadı olmadığının delilidir. Şer'i deliller bunu
göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a) bunun için onları Suffe'de barındırmıştır.

Onlar bu esnada Kur'an ve sünneti öğrenmekle meşgul oluyorlardı. Ebu Hureyre


bunların bir örneğidir. O kendisini buna adamıştır. Görmüyor musun bir hadiste
o şöyle demektedir:

"Ben karın tokluğuna Hz. Peygamber'den hiç ayrılmıyordum. Arkadaşlarım


bulunmadıkları zamanlar (onun her şeyine) şahit oluyor, onlar unuttukları zaman
ben ezberliyordum." [Bu hadisin tamamı aşağıdaki kaynaklarda geçmektedir
Buhari, K. Buyu "Namaz biter bitmez yeryüzüne dağılın" âyeti hakkında gelen
rivayetler babı. 4/247 Muslim. K. Fedâilü's-Sahabe, B. Fedâili Ebi Hureyre. İlin
Sad. Tabakat. 4/330. İbn Asakir. 19/114 Zahebı, Siyer. dd2/595]

Onlardan kimisi de kendilerini Allah'ın zikrine, ibadete ve Kur'an okumaya


veriyorlar, Hz. Peygamberle birlikte savaşa gidiyorlar, o kalktığı zaman onlar da
onunla beraber kalkıyorlardı. Nihayet Allah Teala, yüce Peygamberine ve
müminlere fethi/zaferleri nasib ettiği zaman evi, barkı, maişet imkanı ve ailesi
olan diğer müminler gibi onlar da aynı imkanlara sahip kimseler haline
geliyorlardı. Artık onları suffede kalmaya mecbur eden mazeret ortadan kalktığı
için de sivil hayata dönüyorlardı.

Bütün bu verdiğimiz bilgilerden ortaya çıkan sonuç şudur:

Suffede kalmak, kişinin kendi kendine istediği kasıtlı bir davranış değildir. Veya
kalabileceklerin orada kalmaları menduptur denildiği için fakirler suffe
binasında kalmayı istemiş değillerdir. Ya da çalışıp kazanmayı terk etmek,
maldan mülkten uzaklaşıp zaviyelere çekilmek ehl-i suffenin durumuna
benzemektir diye bir şey söylenmiş de bu olay meşru hale gelmiş de değildir. Bu
yüce bir mertebedir, çünkü bu Hz, Peygamber'in (s.a) Suffe Ashabına
benzemektir, Ashab-ı Suffe'yi Allah teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatmaktadır:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma!"
[En'am 52]

"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan
sebat et..." [Kehf 28] denilerek tekke ve zaviyeleri mesken tutmanın meşruluğuna
delil getirilemez. Bütün bunlar onların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim
daha önce ifade ettiğimiz gibidir.

Bunun ameli delili şudur: Onlar devamlı Suffe de kalmayı gaye edinmemişlerdir.
Ne Ashab-ı Suffe, ne de diğerleri orada sürekli kalmamışlar ve Hz. Peygamber'in
vefatından sonra orada ömür sürmemişlerdir. Şayet orada devamlı kalmayı Şârî
kasdetmiş olsaydı öncelikle onlar bu kastı anlamaya, orada kalmaya ve her türlü

4
meşguliyeti terk edip orada ikamet etmeye ve bulundukları yerleri yenilemeye
layık kimselerdi. Fakat onlar kesinlikle bunu yapmadılar. O halde bu manada
Ehl-i Suffe'ye benzemek ve bu manada tekkelerde ve zaviyelerde kalmak doğru
değildir. Kişi, bu noktayı iyi anlamalıdır. Çünkü dinini selef'i sâlihten ve
mütehassıs âlimlerden almayan kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır.

Akıllı bir kişi, çalışmayı bırakıp tekke ve zaviyelere çekilmenin mubah ya da


mendup ve başka şeylerden daha faziletli bir davranış olduğu zannına kapılmaz.
Çünkü bu doğru değildir. Bu ummetin sonraki nesilleri ilk nesillerden daha
doğru bir hal üzere olamazlar. Sonraki şeyhlerin ameline aklanan miskinler,
sufiler diye nitelenen bu cemaatin ilk kurucularına da muhalefet etmişlerdir.
Çünkü Fudayl bin lyad, İbrahim ibn Edhem, Cuneyd, İbrahim el'Havvas, Haris el-
Muhasibî ve Şiblî gibi bu meydanın öncüleri tekke ve zaviyelere kapanmamışlar,
ibadet/zikir yapmak üzere toplanmak ve dünyadan el etek çekmek için Suffe'ye
benzeyen binalar yapmamışlardır. Tekke ve zaviyelere kapanıp dünya ile ilgisini
kesen bu kişiler hem Allah Rasulu'ne (s.a) hem selefi salihe, hem de mensup
oldukları tarikat şeyhlerine muhalefet etmektedirler,(İmam Şatıbi, el-İtisam ,
Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246 veya 209 - 242)

Tasavvufun İncelikleri Hakkında Konuşmak Ve Bu Konuda Gerçeğin Yüzünü


Ortaya Çıkarmak

5
Tasavvufi incelikleri konuşmak mutlak manada bid'at değildir. Ve mutlak olarak
delil ile sahih olan şeylerden de değildir. Bilakis konuyu bölümlere ayırıp, her
konuyu ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.

Öncelikle tasavvuf kelimesinin açıklığa kavuşturulması gerekir ki hüküm


anlaşılan bir şeyin üzerine bina edilmiş olsun. Çünkü konu bu sonrakiler
nazarında mücmel/genel ve açıklanmaya muhtaç bir konudur. O halde bu konuda
ilk dönem mutasavvıflarının söyledikleri sözlere muracaat edelim.

Özet olarak onlara göre tasavvuf kelimesi iki anlama gelir Bunlardan birisi her
türlü iyi ahlak ile ahlâklanmak ve her türlü kötü ahlaktan sıyrılmak demektir.
Diğeri ise nefsinden yok olup Rabbi için beka bulmaktır. Gerçekte her ikisi de
aynı manaya gelir. Ancak bunlardan birincisi başlangıçtaki durumu ifade etmeye
uygundur. Diğeri sonundaki durumu ifade etmeye daha uygundur. Her ikisi de
bir nitelemedir. Ancak birincisi onu bir hale bağlamaz, ikincisi bir hale bağlar.
Bazan her ikisi de başka bir lafızla ifade edilebilir; birincisi teklifi bir
amel/sorumlu olunan bir fiil, ikincisi ise onun sonucu ve semeresi olur. Birincisi
zâhirin/dış görünüşün tanıtımıdır, ikincisi ise bâtının/iç görünüşün tanıtımıdır.
İşte her ikisi birden tasavvuftur.

Bu sabit olduğuna göre birinci anlamıyle tasavvuf konusunda konuşmak bid'at


değildir. Çünkü o, amellerin üzerine bina edildiği fıkha/derin bir anlayışa
götürür. Onlardaki hastalıkları ve arızalan açıklar ve meydana gelen
bozuklukların hangi yollarla ıslah ve tedavi edileceğini öğretir. Bu da sahih
fıkıhtır. Kitap ve sünnette bunun benzerine bid'at denilmez. Ancak benzerleri
selef-i sâlih zamanında bilinmeyen fıkhın fürûuna bid'attir denilmesi bunun
dışındadır. Meselâ onların zamanında bilinmeyen selem akitleri, icarlar,
cerrahlık, dalgınlıkla ilgili meseleler, şahitliklerden dönme, veresiye satışlar ve
benzeri şeyler böyledir.

Alimler selef zamanında bulunmayıp istinbat ile ortaya konulan fürûu ne kadar
ince ve güç meseleler de olsalar mutlak olarak bid'at diye isimlendirmezlerdi.
Zahir ve bâtın ahlakının füruuna ait inceliklerine de bid'at denilmez. Çünkü
hepsi de şer'i asıllara dayanırlar.

Tasavvufun ikinci anlamına gelince, bu konuda konuşmak da birkaç neviden


olur:

Birincisi: Sâliklerin vicdanı tevhid nurunu üzerlerinde hissettikleri zaman


karşılaştıkları arızalar ve problemlerle ilgilidir. Sâlik bu tür problemlerle
karşılaştığı zaman içerisinde bulunduğu halin ve vaktin gereğine göre ve özel
problemde ihtiyaç duyduğu şeyleri ve rahatsızlıklarını şeyhine müracaat ederek
anlatır. O problemlerin sebeplerinin tesbiti konusunda şeyhin kendisine yapmış
olduğu açıklamalar kendi durumuna ve problemin durumuna göre onun sâlik
hakkındaki güvenilir önsezisine dayanır. Şeyhi onu kendisine uygun şer'i
vazifelerle ve şer'i zikirlerle ya da sâlikin maksadına zararlı bir şey arız olmuşsa
onu düzeltmek suretiyle tedavi eder. Bu tür arıza ve problemlerle sâlik ancak bazı

6
şer'i kaideleri ihlal ettiği zaman çok nâdir olarak karşılaşır. Mürid, sülûkünü
başlangıcında bu kuralların üzerine bina eder. (Bu kuralların ihlali problemin
sebebidir.) Bu sebeple şöyle demişlerdir: onlar ancak usûlü kaybetmeleri
sebebiyle vuslattan mahrum kalırlar.

Buna benzer şeyler şer'i bir esasa/asla dayandığı için bid'at değildir: Çünkü
Sahih'te Ebû Hureyreden rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber'in (s.a)
ashabından bazı kimseler Rasulullah'a gelerek şöyle dediler:

Ey Allah'ın Rasulü, biz nefsimizde öyle şeyler buluyoruz ki onları konuşmamız


veya onların konuşulması bize ağır geliyor. Biz nefsimizden geçen şeylerin bizim
olmasını ve onları konuşmayı istemiyoruz.

Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:

Gerçekten sizde böyle bir durum oluyor mu?

Dediler ki: Evet.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:

"Bu imanda samimiyettir." [Muslim K İman. B. Beyanu’l-Vesveseli fil-İman, 132.


Ebu Dâvud, K. Edeb, B. Fi Raddil-Vesvese, 5111. İbn Hıbban, K. Vahy, B. Teklif,
145, 148, 149, 150]

İbn Abu as (r.a) dedi ki: Rasulullah'a (s.a) bir adam geldi ve dedi ki:

Ey Allah'ın Rasulu, bizden birisinin içinden öyle şeyler geçiyor ki, ateşe atılmak
onu konuşmaktan kendisine daha sevimlidir. Adam bununla bir şeyi/vesveseyi
ima ediyordu.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle dedi:

Allahu ekber, Allahu ekber. Şeytanın hilesini ves veseye çeviren Allah'a hamd
olsun.” [Ebu Davud, K. Edeb. B. Fi Raddi'l-Vesvese. 5112. Munziri bu rivayeti
Nesâî'ye de nisbet etti. İbn Hıbban. K. Vahy. B. Teklif, 146. 147]

Başka bir hadiste Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu:

"Kimin içinden böyle şeyler geçerse, ben Allah'a iman ettim, desin."

Yine İbn Abbas'tan benzeri bir konuda şöyle rivayet edilir. Sen içinden böyle bir
şey/vesvese geçtiği zaman şöyle de:

O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur;


varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.

Buna benzer başka rivayetler de vardır. Bu sahihtir ve çok hoştur.

İkincisi: Kerametler ve olağanüstü haller hakkında, olağanüstü olsun veya


olmasın kerametlerle ilgili şeyler hakkında, bunlardan nefsanî ve şeytanî bir

7
vesveseye dönüşen durumlar hakkında ya da benzeri şeylerin hükümleri
hakkında düşünmek, inceleme ve araştırma yapmaktır. Bu inceleme ve
araştırmaları yapmak bid'at, değildir. Nitekim mucizeler ve şartları konusunda,
peygamber ve sahte peygamber arasındaki fark konusundaki inceleme ve
araştırmalar da bid'at değildir. Bunlar ilm-i usûl'ün bir konusudur ve hükmü de
onun hükmü gibidir.

Üçüncüsü: Ruhların gayb âleminden elde ettikleri (iddia edilen)


tasavvurlar/bilgiler, nefsî soyutlanma (kişinin beşeri özelliklerden sıyrılması) ile
ilgili hükümler, ruhlar alemiyle ilgili ilimler, meleklerin, şeytanların, insanî ve
hayvanî nefislerin zâtları ve benzeri şeyler hakkında düşünmek, konuşmak ve
inceleme yapmaktır.

Bu konularda araştırma ve inceleme yapılırsa şüphesiz bu kötü bir bid'attir. Bu


konuları, hakkında araştırma yapılacak bir ilim öğrenerek ve uygulayarak
tahsiliyle meşgul olunacak bir sanat haline getirmek maksadıyle konuşmak da
kötü bir bid'attir. Çünkü buna benzer şeyler selefi sâlih zamanında
bilinmemektedir. Gerçekte bunlar felsefî bir nazariyedir. Bu ilimle meşgul
olanlar ve ondan yararlanmak için rivayet yapanlar ancak sünnet dışındaki
felsefecilerdir. Bunların sapık fırkaların içinde oldukları kabul edilir. Bunlara
mensup olmak bir yana bunlar hakkında konuşmak bile mubah değildir.

Evet sâlike bazı şeyler arız olabilir ve terbiye edicisi kişi ile bunları konuşabilir.
Hatta bu şeyler onu yolundan çıkarır ve kendisiyle cemaatinin arasını açar.
Çünkü bunda, bu tür şeyleri araştırmak ve iltifat, etmek suretiyle doğru yolun
dışına çıkmanın ötesinde sâlikin maksadını Allah'a riskli (vesveseli) bir ibadete
doğru sevketmek de vardır. Çünkü tarikat, samimi bir yönelişle ve tevhidin başka
şeylere iltifattan soyutlanması suretiyle eksiksiz bir ihlasın üzerine bina edilir.
Bu bölümde sözü edilen konular üzerinde konuşmak ise buna tamamen aykırıdır.

Dördüncüsü: İçerisine dahil olmak yönünden fenanın hakikati, onun vasıflarıyle


vasıflanmak, ne kadar basit olursa olsun nefsin arzularını matlûbun/gayenin
dışına çıkaracak her türlü şeyden alakayı kesmek gibi şeyler üzerinde düşünmek
ve konuşmaktır. Çünkü nefsin arzuları çok sinsi ve amansızdır, bütün
makamlarda sâlikin peşini takib eder ve onu bırakmaz. Onu kökünden atmakla
ve kesin olarak boşamakla onun arzularına mâni olunabilir. Sözü edilen fena da
işte budur.

Bu, nefislerin hevalarıyle ilgili fıkhın nevilerinden bir nevidir. Fıkıh cinsinin
altına girmesi sebebiyle bid'atlerden sayılmaz. Çünkü ne kadar hassas da olsa
fıkhın büyük bir bölümü bununla ilgilidir. Hassaslığı ve büyüklüğü izafidir.
Hakikatte hepsi birdir.

Burada başka bölümler de vardır. Fakat bunların hepsi ya şer'î fıkıhla ilgilidir ve
şer'an güzeldir, ya da bid'atçilikle ilgilidir ve şer'an kötüdür.

Tartışmak ve meseleleri müzakere etmek için tartışmalar düzenlemek konusuna

8
gelince bu konudaki söz daha önce geçti.

Mekruh olan bid'atlerin örneklerine gelince, mescitleri ve mushafları süslemek,


Kur'an'ı Arapça lafızlarının anlamlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak
bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Kişi bununla başka bir şeyi karıştırmaksızın
sadece o fiilin kendisini kastetmişse onun bid'atliği kabul edilemez. Şayet o fiili
teşriin asliyle birlikte kastetmişse o zaman- "Bir fiil ancak bu kasıtla birlikte
işlenirse bid'at, olur." sözü geçerli olur (yani şeriat emrediyor diye veya şer'in bir
gereğidir diye bunları yaparsa bid'at olur). Şayet bu tür şeyleri şer'î maksat
gütmeksizin yaparsa bid'at olmayan bir yasağı işlemiş olur.

Mubah olan bid'atlerin örneklerine gelince sabah ve ikindi namazlarının


akabinde musafaha yapmak bu tür bid'atlerden sayılmıştır. Bunların bid'at
olması doğrudur, ancak mubah değil yasaktır. Çünkü musafahanın bu vakitlere
tahsisine delâlet eden şer'î bir delil yoktur. Bilakis bu mekruhtur. Çünkü bu
davranışın süreklilik kazanmasıyle birlikte söz konusu namazlara dâhil
edilmesinden korkulur. Nitekim İmam Malik Şevval ayında tutulan altı gün
orucunun Ramadana eklenmesinden korkmuştur. Çünkü bu orucun
Ramadan'dan sayılma imkanı vardır. Nitekim öyle de olmuştur. (Yani insanların
bunu kesintisiz tutmaları bu orucun Ramadanın bir parçası olduğu zannını
uyandırmıştır.)

Karafî şöyle demiştir: Şeyh Zekiyuddin Abdulazim el-Muhaddis dedi ki:

[Şeyh Zekiyuddin Abdulazim : Büyük alim, hadisci, araştırmacı, şeyhu’l-İslam


Zekiyyuddin Ebu Muhammed Abdulazim ibn Abdilkaviy İbn Abdillah İbn
Selame el-Munziri, eş-Şami. Aslen mısırlı, Şafii. 581 yılında Gazze’de doğdu. el-
Ertahi, Ömer İbn Teberzed, Yunus el-Haşimi ve daha pek çok kişiden hadis
dinledi. Onlarla, Mekke, Medine, Mısır, Şam ve Cezire’de karşılaştı. 656 yılında
vefat etti. el-Mu’cem, el-Muvafakat, Sahihi Muslim ve Sünen-i Ebi Davud gibi
eserler üzerine çalışmaları vardır. (Siyaru A’lami’n-Nubela,23/319)]

İmam Mâlik'in korktuğu şey Acemlerde meydana geldi. Onlar sahurcuları


korucuları ve Ramadan'ın diğer sembollerini Şevvalin altı gününün sonuna kadar
âdetleri üzere bırakıyorlardı ve bayramın sembollerini de o altı günün sonunda
ilan ediyorlardı, (yani davulcular ve zurnacılar Ramadandan sonra altı gün daha
insanları sahura kaldırıyorlardı.) Şeyh Zekiyuddin sözünün devamında dedi ki:

Aynı şekilde Mısır halkı arasında sabah namazlarının cuma günleri üç rekat
kılınması yaygınlaştı. Çünkü onlar Cuma günleri imamın sabah namazlarında
devamlı secde sûresini okuduğunu ve namaz esnasında secde ettiğini gördüler.
Bu sebeple onlar bunun farz olan diğer bir rekat olduğunu zannettiler. Şeyh
Zekiyuddin Abdulazim dedi ki:

Dinde bu tür yanlışlığa sebebiyet veren şeylerin önünü kesmek (sedd-i zerâyi)
vaciptir. İmam Mâlik sedd-i zerâyi konusunda büyük hassasiyet göstermiştir.

İzzuddin ibn Abdisselam zevk alanının genişletilmesini de mubah olan

9
bid'atlerden saydı. Bu konu yukarıda geçmişti.

Bu konuda zikredilen şeylerin tamamından özet olarak su gerçek açığa çıkmıştır


ki bid'atler bu şekilde bölümlere ayrılmazlar. Bilakis onlar ileride de inşaallah
anlatılacağı üzere ister mekruh cinsinden olsun, isterse haram cinsinden olsun
hepsi de yasaklanmış şeyler kabilindendir.

Fasıl

Bazı mubalağacı fanatikler saplantı haline getirdikleri şu görüşü ileri sürerler:


Tasavvufçular sünnete tâbi olan, selef-i salihin yolundan giden, sözleri ve
fiillerinde sünnete tam bir bağlılığı ve ona aykırı şeylerden kaçmayı süreklilik
haline getiren kişiler olarak şöhret bulmuşlardır. Bu sebeple 'onlar tarikatlerini
helâl lokma, sünnete bağlılık ve ihlâs üzerine bina etmişlerdir.

Bu doğrudur. Ancak onlar Kitab ve sünnette olmayan ve benzerini selefi sâlihin


yapmadığı pek çok şeyi güzel görüyorlar ve onların gereğine göre amel ediyorlar,
bunda da ısrar ediyorlar. Onları kendileri için gidilecek bir yol ve muhalefet
edilemez bir sünnet olarak iyice yerleştiriyorlar. Hatta zaman zaman bazı hallerde
onları vacib hale bile getiriyorlar. Şayet bunda bir ruhsat olmasaydı üzerine bina
ettikleri sahih olmazdı.

Bundan dolayı onlar pek çok hükümde keşf ve muayeneye ve olağan dışı
yöntemlere dayanıyorlar ve bununla bir şeyin haramlığına ve helalliğine
hükmediyorlar ve buna göre bir şeyi yapıyorlar veya vazgeçiyorlar. Nitekim el-
Muhasibî'den rivayet edildiğine göre o şüpheli bir yiyeceği eline aldığı zaman
parmağmdaki damarı hızlı hızlı atmaya başlarsa hemen onu yemekten
vazgeçerdi.[Doğrusu bu fiil sahibine aittir. (Onu bağlar) Bu kimseye bir haramı
helal, helali de haram yapmaz. Bu tür şeylerin hükümlere sokuşturulmasına
gelince bu zorunlu olarak kötü bir şeydir.] Şiblî der ki:

[Şibli : Ebû Bekir eş-Şibli el-Bağdâdi. O bir tasavvuf şeyhidir. Cuneyd ve daha
başkalarıyle arkadaşlık etmiş bu arkadaşlık onu derinden etkilemiş ve Şiblî o
zaman Şiblî olmuştur. Fıkıhçıdır. Mâliki mezhebine âşinâdır. Bir cemaatten hadis
yazmıştır. Şiirleri hikmetti sözleri, ilginç halleri vardır. 334 yılında Bağdat'ta 80
yaşlarında vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam,15/367. Hılyetul'Evliya,10/366, er-
Risaletu'l-Kuşeyriyye. 25. 26. Şezerat. 2/338)]

Ben bir zamanlar helaldan başka bir şey yemiyeceğim diye kendi kendime söz
vermiştim. Çölleri dolaşıyordum. Bir incir ağacı gördüm ve yemek için ona elimi
uzattım. Ağaç bana şöyle nida etti:

Verdiğin sözde dur ve benden yeme. Çünkü ben bir Yahudiye aitim.

İbrahim el'Havvas dedi ki:

Mekke yolunda geceleyin yapmış olduğum yolculuklardan birinde bir harabeye


girdim. Orada aniden karşıma yırtıcı bir hayvan çıkınca korktum. Bunun üzerine

10
gâibten gelen bir ses bana dedi ki:

Yerinde sağlam dur. Çünkü senin etrafında seni koruyan yetmiş tane melek var.

[Bu ve benzeri şeylerin şer'i hükümlerde hiçbir etkisi yoktur. Eğer bunları kabul
edecek olsak şer'i hükümleri iptal etmiş oluruz ve Allah korusun onları bırakıp,
keşf, gizliden gelen sesler ve menkıbelerle amel ederiz.]

Buna benzer şeyler şeriatin kurallarına arz edildiği zaman üzerine herhangi bir
hükmün bina edilemiyeceği gayet açıktır. Çünkü mukabele veya meçhulden
gelen ses ya da bazı damarların hareketi, kişinin iç dünyasında mümkün şeyler
olmaları sebebiyle bir şeyin helalliğine veya haramlığına delalet etmez. Aksi
takdirde şayet bir hâkim veya başkasına bu haller arız olsaydı oradakiler
arasından haksızlık yapan kimsenin elinden hakkı alıp hak sahibine hakkını
vermesi için bu iç tecrübeyi devreye sokması kendisine vacip veya mendup olur.
Gaipten gelen bir ses şayet filan maktulün katili falan kişi demiş olsa veya filanın
malını falan kişi almıştır veya zina etmiştir, hırsızlık yapmıştır dese onun sözüyle
amel etmek hâkimin üzerine vacip olur mu? Hatta bir ağaç veya taş böyle bir şeyi
konuşsa onunla hükmolunur mu? Hâkim, böyle bir şeyin üzerine hüküm bina
eder mi? Bunlar, şeriatte benzeri görülmemiş şeylerdendir. Bu sebeple âlimler
dedi ki:

Peygamberlerden birisi peygamberlik iddiasında bulunsa ve dese ki:

Ben şu ağaca seslenirsem o benimle konuşur. Sonra ağacı çağırsa da ağaç gelse,
onunla konuşsa ve: "Sen yalancısın" dese bu onun doğruluğunun delili olur,
yalancılığına delil olmaz. Çünkü o bir şeyle meydan okumuşdu ve iddiasına
uygun olarak da o şey gerçekleşti. Ağacın sözünün tasdik veya tekzip
mahiyetinde olması iddiasının gereğinin dışında bir durumdur. Onun bir hükmü
yoktur. Bu meselede biz şöyle deriz:

Bir yiyeceğin haram olması için damarın rahatsızlanmasının gerekliliğini kabul


etsek, buna dair şeriatte bilinen muteber bir delil bulunmadığı müddetçe
damarın hareketlenmesi yemeğin engellenmesi hükmüne delâlet etmez.

İbrahim el-Havvas'ın meselesi de böyledir. Tehlikeli yerlerden sakınılması


meşrudur. Buna aykırı davranışların meşru olana muhalefet olduğu gayet açıktır.
Tarikat ehlinde bunlar mutat olan şeylerdir.

Ağacın Şiblı'ye konuşması da harikuladelikler cümlesindendir. Bunun üzerine


hüküm bina etmek bilinen bir şey değildir.

Bu, onların takib ettikleri yolu bütün ruhsatlardan sakınma esası üzerine kurmuş
olmalarından dolayıdır. Hatta tarikatı onlar için hazırlayan şeyhleri Ebu'l-Kasım
el-Kuşeyrî, Risalesinin muridlere tavsiyeler bölümünde şöyle der:

"Murid Akıncıların fetvaları arasında farklılıklar görürse en ihtiyatlı olanı alır ve


daima ihtilafın dışında kalmayı gaye edinir. Çünkü şeriattaki ruhsatlar zayıflar,

11
ihtiyaç sahipleri ve meşguliyeti olanlar içindir. Bu cemaatin -yani sufilerin- Allah
Teala'nın hakkını edâ etmekten başka bir meşguliyetleri yoktur. Bunun içindir ki
şöyle denilmiştir. Fakirin derecesi hakikat makamından şer'i ruhsat makamına
düştüğü zaman Allah ile kendisi arasındaki akdi bozmuş olur." [er-Risaletu'l-
Kuşeyriyye, s.315 ve devamı]

Bu söz, onların meşru ruhsatlardan faydalanmak gibi bir âdetlerinin olmadığını


gösterir. Halbuki meşru ruhsatlardan hem Rasulullah (s.a) hem de sahabe ve
tabiinden meydana gelen sâlih selef yararlanırdı. Ruhsatlardaki mevcut zararlara
rağmen Hz. Peygamberin (s.a) azimetlere sarılmak hakkında söylediği şu söz bu
konudaki gerçeğin ne olduğunu göstermektedir:

"Allah Tealâ azimetlerinin yerine getirilmesinden hoşlandığı gibi ruhsatlarının


yerine getirilmesinden de hoşlanır." [Bu hadis muhtelif lafızlarla rivayet
edilmiştir. Bunların en sahih olanı muellifin burada -zikrettiği İbn Hıbban
rivayetidir. İbn Hıbban bu rivayeti c.I, s.274'de 355 numarada K. Birr ve’l-İhsan, B.
Mâcâe fi't-Tâât ve Sevâbiha'da nakletmiştir. Ayrıca Ahmed'in Musned'i 3/108'de
ve Beyhakinin Sunen-i Kubra'sı 3/139!da K. Salat, B: Kerahiyeti Terki't-Taksir'de
geçmektedir]

Bu hadiste söylenmesi gereken şey söylenmiştir. Hadisin zahirinden ruhsatları


tamamen terketmenin bid'at olduğu anlaşılmaktadır. Onlar nefsin rahata ve
kolaycılığa kaçmasını engellemek ve üzerine müucahedeyi bina ettikleri davranış
şeklini tercih etmek için bu bid'ati güzei görmektedirler.

Bundan dolayıdır ki Kuşeyrî'ye göre tarikate girmek isteyen kimsenin yapması


gereken şeylerden birisi de mal ile ilişkiyi terk etmesidir. Çünkü mal onu haktan
uzaklaştırır, kendisine meylettirir. Kendisinde dünya sevgisi olduğu halde bu işe
(yani tarikate) giren kimseyi bu sevgi hakka yakınlıktan alır ve onun dışına doğru
sürükler. [Risaletu'l-Kuşeyriyye, s.315 ve devamı]

Şeriatın zahiriyle' birlikte düşünüldüğünde Kuşeyri'nin bu sözünü anlamakta


çok büyük güçlük vardır. Çünkü biz bu sözün doğru söz olup olmadığını
anlamak için ilk duruma arz ederiz. Bu da Rasulullah'ın (s.a) ashabıyle birlikte
içinde bulundukları durumdur. O zaman Hz. Peygamber (s.a) hiç kimseye malını
terk etmesini, hiçbir sanatkâra sanatını terk etmesini ve hiçbir ticaret erbabına da
ticaretini terketmesini emretmemiştir. Halbuki onlar gerçekten Allah'ın velisi
idiler ve samimiyetle hak yola girmenin peşindeydiler. Onlardan sonra gelen
nesiller bin yıl boyunca o yolda gitseler onların mertebesine ulaşamazlar ve
onların eriştikleri hidayet seviyesine erişemezler.

Sonra mal ve mülk sahibi olmak tarikatta maksada ulaşmayı nasıl engelliyorsa,
maldan mülkten elin tamamen boş kalması da hedefe ulaşmanın önünde bir
engeldir. Bunlardan birincisi, diğerinden daha itibarlı değildir. Sen de
görüyorsun, selef-i Sâlih zamanında bulunmayan bu neviden bir şey tarikata
girişte nasıl olur da bir esas olarak kabul edilebilir. Senin de gördüğün gibi bu
bir bid'attir. Bunun ortaya çıkış sebebi de tasavvufçuların bunu güzel

12
görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü hepsi aynı şeyi söylemektedirler.

Tasavvufçuların Kitap ve sünnete dayanmayan ve selefi sâlihte örneği


görülmeyen görüşlerinden birisi de şudur:

Şeyhlerin muridlerinin ufak tefek hatalarını dahi affetmeleri doğru değildir.


Çünkü bu, Allah'ın hukukunu zayi etmek demektir. [Bu ve benzeri sözler için bk:
el-Kuşeyriyye, s.316 ve devamı]

Bu şekilde af kapısını tamamen kapamak şer'i hükme aykırıdır. Görmüyor


musun bir hadisinde Rasulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Şer'i cezalar hariç, saygınlığı olan kişilerin ufak tefek yanılgılarına bakmayın."
[Ebu Davud. K. Hudud, B. Fi'l-Haddi Yuşfeu fihi. no:4375. Ancak hadis
tenkitçileri bu rivayeti senedindeki Abdulmelik ibn Zeyd sebebiyle zayıf kabul
ettiler. Fakat Avnu'l-Ma'bud muellifi bu hadisi İbn Hıbban ve Nesâî'nin o şahsı
güvenilir kabul etmeleri sebebiyle hasen derecesine yükseltmiştir. (Avnu'l-
Ma'bûd. 12/39) İbn Hıbban. K.İlim, B. Zecr Ketebeti'l Mer'is's-Sunen. C:I, s.154,
h.no:94; Beyhaki. K. Sirkati. C.VIII, s.267; Musned, Hz. Aişeden. C.VI. s.181]

Şayet şeyhlerin müritlerinin ufak tefek hatalarını affetmeleri doğru olmasaydı bu


delile ve affın fazileti konusunda gelen diğer delillere aykırı olurdu. Yine Allah
Teala yumuşaklığı sever, ondan hoşlanır ve sertlikte göstermediği yardımını
yumuşaklıkta gösterir. Ufak tefek hataları affetmek ve görmezlikten gelmek şer'î
nezaket cümlesindendir. Çünkü hiçbir kul hata ve kusurdan beri değildir.
Allah'ın koruduklarından başka hiç kimse de günahtan korunmuş değildir (Yani
peygamberlerden başka hiç kimse masum değildir,)

Tasavvufçuların yaptıkları şeylerden birisi de; muridi az yemeğe zorlamalarıdır.


Fakat bunu tedrici olarak, azar azar yaparlar, bir defada yapmazlar. Ayrıca sulûka
devam ettikleri müddetçe muridi devamlı aç kalmaya ve oruç tutmaya ve
bekârlığa teşvik ederler.

Bunların hepsi şer'an anlaşılması ve kabul edilmesi zor şeylerden sayılır. Hatta
bu, ashabından bazılarının uygulamaya karar verip de Hz. Peygamberin (s.a):

"Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." diye reddettiği


ruhbanlığın bir benzeridir.

Beslenmenin tedricen terki hakkında onların söyledikleri şeyler üzerinde


düşünüldüğünde bunun İslamın ilk asrında bilinmediği görülür. Halbuki o asır
en faziletli asırdır.

Tasavvufçuların âdet haline getirdikleri şeylerden birisi de, semâ halindeyken


muridi üstünü başını yırtıp atmaya zorlamalarıdır. (Onlara göre) Murid terk ettiği
bir şeye artık bir daha kesinlikle dönmemelidir. Ancak şeyhin geri dönülmesine
işaret ettiği şey bunun dışındadır. Onu da ödünç olduğuna kalbiyle niyet ederek
almalıdır. Daha sonra şeyhin kalbini rahatsız etmeden onu da terk eder.

13
[Kuşeyriyye, s.317]

Bu konuda onların uydurdukları daha pek çok şey vardır. Bunlar İslamın ilk
dönemlerinde benzeri bilinmeyen şeylerdir. Ve onların icra ettikleri semâ
meclislerinin bir sonucudur.

Tasavvuf yolunda görülen semânın ne bir şer'î delili vardır, ne de tasavvufun ilk
temsilcilerine bir nisbeti vardır. Doğru yolun örneği olarak gösterilen seleften hiç
kimse de bunu yapmamıştır. Sen bunun sadece tasavvuf yolunda ve diğer felsefî
yollarda benimsendiğini görürsün.

İtiraz: Bu konuyu araştırırsan böyle meselelerin pek çok ve yaygın bir şekilde
olduğunu görürsün. Öyle anlaşılıyor ki bunlar daha önce mevcut olmadığı halde
sonradan güzel görülüp benimsenen şeylerdir. Senin de gördüğün gibi
mutasavvıflar şeriate sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Şayet bu gibi şeyler meşru
olmasaydı mutasavvıflar bunlardan en çok uzak duran kişiler olurlardı. Bu da
gösteriyor ki bid'atlerin içerisinde kötü olmayanlar da vardır. Hatta onlardan
bazıları övülen ve yapılması talep edilen şeylerdir.

Cevap: Buna cevap olarak biz her şeyden önce şunu deriz: Bu konuda kendilerine
itibar edilen mutasavvıfların yaptıkları her şeyin şeriatte bir delili ya vardır, ya da
yoktur. Şayet şeriatte bir aslı/delili, dayanağı varsa bunu yapmaya en çok layık
olan kişiler onlardır. Nitekim sahabe ve tabiinden teşekkül eden salih selef de
buna lâyıktırlar. Şayet şeriatte bunun bir delili yoksa onunla amel edilmez.
Çünkü sünnet bütün ümmet için geçerli bir delildir. Ummetten herhangi bir
ferdin davranışı sünnetin aleyhine delil olamaz. Çünkü sünnet hatadan
masumdur, sünnetin sahihi de masumdur/hatadan korunmuştur. Ümmetin diğer
fertlerinin yanılmazlıkları sabit değildir/ispatlanamaz. Ancak özellikle onların
icmaları bunun dışındadır. Onlar bir meselede icma ettikleri zaman daha önce de
işaret edildiği gibi bu şer'î bir delili ihtiva eder.

Mutasavvıfların da ümmetin diğer fertleri gibi yanılmazlıkları sabit değildir.


Onlar da hata edebilirler, unutabilirler, büyük ve küçük günah işleyebilirler.
Onların yaptıkları şeyler doğru da olabilir, yanlış da olabilir.

Bu sebeple âlimler şöyle demişlerdir:

Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği sözlerin dışındaki her söz alınabilir de, terk
edilebilir de, Kuşeyrî bunu en güzel şekilde ifade etmiş ve şöyle demiştir:

Bir veli günahlarında ısrar etmediği için masum olur mu? diye sorulursa şöyle
denilir: Peygamberlerde olduğu gibi onların da masum oldukları vacibtir,
denilecek olursa bu doğru değildir. Ancak -ufak tefek kusurları olsa da-
günahlarda ısrar etmediği için veli günah işlemekten korunmuştur denilirse bu
manada vasıflandırılmaları, caizdir. Kuşeyrî der ki:

Cuneyd'e denildi ki:

14
Arif olan kişi hata eder mi?

Cuneyd bir müddet sustu, sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

"Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek yazılmış bir kaderdir." [el-Kıışeyriyye,


s.276. Ahzab' 38]

İşte bu insaflı bir sözdür. Nasıl ki başkaları günah işleyebilirlerse, mutasavvıflar


da günah ve bid'at işleyebilirler. Bizim, hata yapması imkansız olan kimselere
uymamız gerekir. Hata yapmaları mümkün olan kimselerin peşinden giderken
şüphe uyandıracak bir durum ortaya çıktığı zaman da onu araştırıp incelememiz
gerekir. Hatta müctehit imamlardan gelen bilgileri bile Kitap ve Sünnete arzeder,
bu ikisinin kabul ettiğini biz de kabul eder, kabul etmediğini de terk ederiz.
Şeriate tâbi olmaya dair karşımıza bir delil çıktığı zaman bizim ona uymaktan
başka yapacağımız bir şey yoktur.

Mutasavvıfların sözlerini ve fiillerini Kur'an ve sünnete arzetmeksizin kabul


etmemiz gerektiğine dair hiçbir delilimiz yoktur. Onların şeyhleri de bize bunu
tavsiye ettiler. İlim, anlayış ve hallerden zevk alan ve aşk sahibi bir kişi bir şey
getirdiği zaman bunu Kitab ve sünnete arz etsin; onlar bunu kabul ederse
doğrudur, kabul etmezse doğru değildir. Onların amel, mücahede ve bağlılık
yönünden çizdikleri ve gösterdikleri yol budur.

İkinci olarak biz deriz ki: Onların çizdikleri resme ve başkalarından onları farklı
hale getiren davranışlarına hüsnü zan nazariyle ve en uygun izah yolunu arayıp
bulmak niyetiyle baksak ve bir izah şekli bulamazsak -onlar rehber edinilecek
cinsten kimseler bile olsalar- böyle bir durumda bizim onları taklitten ve
yaptıklarını yapmaktan uzak durmamız gerekir. Bunu onları reddetmek ve itiraz
etmek için değil, belki onların yaptığı şeyin şer'î kurallara hangi yönden uygun
olduğunu başka bir şeyi anladığımız gibi anlayamadığımızdan dolayı böyle
yaparız.

Anlamakta ve yorumlamakta güçlük çektiğimiz hadisleri reddetmeksizin onlarla


ameli askıya aldığımızı görmüyor musun? Daha sonra o hadislerle amel etmek
için delillere uygun bir izah şekli ortaya çıkarsa onu kabul ederiz, yoksa o hadisle
amel etmemiz istenmez. Burada tereddütlü durmakta bir zarar yoktur. Çünkü bu
bekleyiş, saygısızca ret tavrı takınan kimsenin bekleyişi değil, doğrunun arayışı
içinde olan kimsenin bekleyişidir. Burada hadisi reddetmeksizin onunla ameli
terk etmek daha evladır, daha uygundur.

Üçüncü olarak deriz ki: Bu ve benzeri meseleler şeriatin zahiriyle sanki


çelişkiliymiş gibi görünürler. Bu sebeple meselâ tasavvufçuların sözleri ve
amelleri şer'i delillere dayanacak şekilde yorumlanır. Ancak şu farkla ki
fıkıhçıların anlayışına ve muctehidlerin araştırmalarına göre nakli delillerin
içinde mutasavvıfların dayandıkları delillerden daha açık, diğer âlimlerce bilinen
şeylere daha uygun ve Şâriin lafızları içinde onların dayandıklarını zannettiğimiz
delillerden daha münasip başka deliller onlara aykın düşmektedir.

15
Deliller birbiriyle çeliştiği zaman, bunlardan mensuh olanı da yoksa o zaman
tercih yapmak gerekir. Böyle bir durumda tercih yapmanın gerekliliğinde
usûlcüler icnıa etmişlerdir veya icma gibi bir çoğunluk hasıl olmuştur.
Başkalarının mezhebinde olduğu gibi tasavvufçuların mezhebinde de ihtiyatla
amel etmek vaciptir. Mutasavvıfların bakış açısına uygun olan akıma göre de
onların şer'î delillere aykırı olarak gösterdikleri şeylerle amel etmemek gerekir.
Biz böyle yapmakla da onlarm izinden gitmiş oluyoruz ve delillerden yüz çeviren,
onlara göre de taklidi caiz olmayan şeylerde, onları körü körüne taklit edenlerin
aksine yine onların ışığıyle yolumuzu bulmuş oluruz. Deliller, fıkhi araştırmalar
ve tasavvufçuların ortaya koydukları fotoğraflar da körü körüne taklit edenleri ve
şer'i delillere karşı gelenleri reddetmekte ve kötülemektedir; araştıranları,
ihtiyatlı davrananları, şüpheli şeylerden sakınanları, dinini ve iffetini
koruyanları da övmektedir.

Bütün bunlardan sonra geride sadece mutasavvıfların sualde sözü edilen söz ve
alışkanlıkları üzerinde tek tek söylencek sözler ve bunların delillere göre nasıl
izah edilip yorumlandığı meselesi kaldı ki bunları da burada anlatmamıza gerek
yoktur. Çünkü bunların her biri el-Muvafakat isimli kitabımızda genişçe
anlatılmıştır. Allah ömür verir ve lütfuyla yardımcı olursa bu konuyu ve onların
yoluna sonradan sokuşturulan şeylerin açıklamasını Mezhebu Ehli't- Tasavvuf
isimli kitabda da genişçe anlatacağız. Doğruya ulaştıracak olan Allah'tır.

Allah'a hamdolsun ki tasavvufçuların bid'ati olduğuna hükmedilen şeylerden


hiçbirisinin bir delilinin olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.

[İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246 veya 215 - 224]

Yazan : Abdulhakem İzzetli

Konuyu Ekleyen : Abdulmuizz Fida

www.islam-tr.net

PDF Hazırlayan : Ebu Ubeyde

(ebuubeyde@rocketmail.com)

16
17

You might also like