Professional Documents
Culture Documents
Düşünceleri
1
Medine'ye elleri boş geliyordu.
Hz. Peygamber (s.a) Beni Nadir yurdunu fethedince Ensar'a dedi ki:
Ensar Hz. Peygamber'in bu teklifine "evet" dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı.
Yalnız ensar arasından sadece Ebu Ducâne ve Sehl ibn Huneyf'e ganimetten pay
verdi. Onların fakir olduklarını zikretti.
(Ebu Ducâne: Ebû Dücane el-Ensâri- İsmi Semmak ibn Harşe ibn Levzan es-Sâidi.
Hz. Peygamber'in ashabından, Pek çok defa Hz. Peygamber'in övgüsüne mazhar
oldu. Yemame günü şehid oldu. (Siyeru Alami'n-Nubela. 1/243; Tabakat ibn Sa'd.
3/2/101; el-Mearif, 271; Usdu'l-Ğabe, 2/451.) Sehl İbn Huneyf: Büyük bir sahabidir.
Künyesi Ebu Sabit el-Ensari el-Avfı. Bedirde ve pek çok önemli olayda bulundu.
38 yılında Kufe’de vefat etti. Namazını Hz. Ali kıldırdı. (Siyeru A'lamin-Nubelâ.
2/325; Tabakat ibn Sa'd. 6/15; 3/471; Usdu'l-Ğâbe. 2/470; Tehzib, 4/251; el-Isabe.
4/273; Şezerat. 1/48)
Hayır! Onları övdüğünüz ve onlara hayır dua ettiğiniz müddetçe siz de aynı
sevaba mustehaksınız."
2
ve insanların içinde onları en iyi tanıyandı.
[Bu hadisin tamamı şu kaynaklarda geçer: Buhari, K. Rikak, 11/241. B. Keyfe Kâne
Iyşu'n Nebiyyi ve Ashabihi. 11/241 Ahmed. Musned, 5/515 Tirmizi. K. Sıfatu'l-
Kıyame, no:2477. İbn Asakir. Târih. 19/111]
"Yeryüzünde (kazanç için) dolaşamıyorlar" âyeti, Rasulullah (s.a) ile birlikte onlar
yaralandılar da onulmaz bir hastalığa yakalandılar, demektir.
3
olan... fakir muhacirlerindir." [Haşr 8] Görüyorsun ayet-i kerimede "çıkarıldılar"
denildi de "çıktılar" denilmedi. Yani kendi istekleriyle çıktıkları zannedilmesin,
onların yurtlarından çıkmaya zorlandıkları açıktır. Şayet çıkmamaya bir çare
bulsalardı onu yaparlardı. Bu, malından mülkünden kendi isteğiyle
uzaklaşmanın Şâriin maksadı olmadığının delilidir. Şer'i deliller bunu
göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a) bunun için onları Suffe'de barındırmıştır.
Suffede kalmak, kişinin kendi kendine istediği kasıtlı bir davranış değildir. Veya
kalabileceklerin orada kalmaları menduptur denildiği için fakirler suffe
binasında kalmayı istemiş değillerdir. Ya da çalışıp kazanmayı terk etmek,
maldan mülkten uzaklaşıp zaviyelere çekilmek ehl-i suffenin durumuna
benzemektir diye bir şey söylenmiş de bu olay meşru hale gelmiş de değildir. Bu
yüce bir mertebedir, çünkü bu Hz, Peygamber'in (s.a) Suffe Ashabına
benzemektir, Ashab-ı Suffe'yi Allah teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatmaktadır:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma!"
[En'am 52]
"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan
sebat et..." [Kehf 28] denilerek tekke ve zaviyeleri mesken tutmanın meşruluğuna
delil getirilemez. Bütün bunlar onların iddia ettikleri gibi değil, bilakis bizim
daha önce ifade ettiğimiz gibidir.
Bunun ameli delili şudur: Onlar devamlı Suffe de kalmayı gaye edinmemişlerdir.
Ne Ashab-ı Suffe, ne de diğerleri orada sürekli kalmamışlar ve Hz. Peygamber'in
vefatından sonra orada ömür sürmemişlerdir. Şayet orada devamlı kalmayı Şârî
kasdetmiş olsaydı öncelikle onlar bu kastı anlamaya, orada kalmaya ve her türlü
4
meşguliyeti terk edip orada ikamet etmeye ve bulundukları yerleri yenilemeye
layık kimselerdi. Fakat onlar kesinlikle bunu yapmadılar. O halde bu manada
Ehl-i Suffe'ye benzemek ve bu manada tekkelerde ve zaviyelerde kalmak doğru
değildir. Kişi, bu noktayı iyi anlamalıdır. Çünkü dinini selef'i sâlihten ve
mütehassıs âlimlerden almayan kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır.
5
Tasavvufi incelikleri konuşmak mutlak manada bid'at değildir. Ve mutlak olarak
delil ile sahih olan şeylerden de değildir. Bilakis konuyu bölümlere ayırıp, her
konuyu ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.
Özet olarak onlara göre tasavvuf kelimesi iki anlama gelir Bunlardan birisi her
türlü iyi ahlak ile ahlâklanmak ve her türlü kötü ahlaktan sıyrılmak demektir.
Diğeri ise nefsinden yok olup Rabbi için beka bulmaktır. Gerçekte her ikisi de
aynı manaya gelir. Ancak bunlardan birincisi başlangıçtaki durumu ifade etmeye
uygundur. Diğeri sonundaki durumu ifade etmeye daha uygundur. Her ikisi de
bir nitelemedir. Ancak birincisi onu bir hale bağlamaz, ikincisi bir hale bağlar.
Bazan her ikisi de başka bir lafızla ifade edilebilir; birincisi teklifi bir
amel/sorumlu olunan bir fiil, ikincisi ise onun sonucu ve semeresi olur. Birincisi
zâhirin/dış görünüşün tanıtımıdır, ikincisi ise bâtının/iç görünüşün tanıtımıdır.
İşte her ikisi birden tasavvuftur.
Alimler selef zamanında bulunmayıp istinbat ile ortaya konulan fürûu ne kadar
ince ve güç meseleler de olsalar mutlak olarak bid'at diye isimlendirmezlerdi.
Zahir ve bâtın ahlakının füruuna ait inceliklerine de bid'at denilmez. Çünkü
hepsi de şer'i asıllara dayanırlar.
6
şer'i kaideleri ihlal ettiği zaman çok nâdir olarak karşılaşır. Mürid, sülûkünü
başlangıcında bu kuralların üzerine bina eder. (Bu kuralların ihlali problemin
sebebidir.) Bu sebeple şöyle demişlerdir: onlar ancak usûlü kaybetmeleri
sebebiyle vuslattan mahrum kalırlar.
Buna benzer şeyler şer'i bir esasa/asla dayandığı için bid'at değildir: Çünkü
Sahih'te Ebû Hureyreden rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber'in (s.a)
ashabından bazı kimseler Rasulullah'a gelerek şöyle dediler:
İbn Abu as (r.a) dedi ki: Rasulullah'a (s.a) bir adam geldi ve dedi ki:
Ey Allah'ın Rasulu, bizden birisinin içinden öyle şeyler geçiyor ki, ateşe atılmak
onu konuşmaktan kendisine daha sevimlidir. Adam bununla bir şeyi/vesveseyi
ima ediyordu.
Allahu ekber, Allahu ekber. Şeytanın hilesini ves veseye çeviren Allah'a hamd
olsun.” [Ebu Davud, K. Edeb. B. Fi Raddi'l-Vesvese. 5112. Munziri bu rivayeti
Nesâî'ye de nisbet etti. İbn Hıbban. K. Vahy. B. Teklif, 146. 147]
"Kimin içinden böyle şeyler geçerse, ben Allah'a iman ettim, desin."
Yine İbn Abbas'tan benzeri bir konuda şöyle rivayet edilir. Sen içinden böyle bir
şey/vesvese geçtiği zaman şöyle de:
7
vesveseye dönüşen durumlar hakkında ya da benzeri şeylerin hükümleri
hakkında düşünmek, inceleme ve araştırma yapmaktır. Bu inceleme ve
araştırmaları yapmak bid'at, değildir. Nitekim mucizeler ve şartları konusunda,
peygamber ve sahte peygamber arasındaki fark konusundaki inceleme ve
araştırmalar da bid'at değildir. Bunlar ilm-i usûl'ün bir konusudur ve hükmü de
onun hükmü gibidir.
Evet sâlike bazı şeyler arız olabilir ve terbiye edicisi kişi ile bunları konuşabilir.
Hatta bu şeyler onu yolundan çıkarır ve kendisiyle cemaatinin arasını açar.
Çünkü bunda, bu tür şeyleri araştırmak ve iltifat, etmek suretiyle doğru yolun
dışına çıkmanın ötesinde sâlikin maksadını Allah'a riskli (vesveseli) bir ibadete
doğru sevketmek de vardır. Çünkü tarikat, samimi bir yönelişle ve tevhidin başka
şeylere iltifattan soyutlanması suretiyle eksiksiz bir ihlasın üzerine bina edilir.
Bu bölümde sözü edilen konular üzerinde konuşmak ise buna tamamen aykırıdır.
Bu, nefislerin hevalarıyle ilgili fıkhın nevilerinden bir nevidir. Fıkıh cinsinin
altına girmesi sebebiyle bid'atlerden sayılmaz. Çünkü ne kadar hassas da olsa
fıkhın büyük bir bölümü bununla ilgilidir. Hassaslığı ve büyüklüğü izafidir.
Hakikatte hepsi birdir.
Burada başka bölümler de vardır. Fakat bunların hepsi ya şer'î fıkıhla ilgilidir ve
şer'an güzeldir, ya da bid'atçilikle ilgilidir ve şer'an kötüdür.
8
gelince bu konudaki söz daha önce geçti.
Aynı şekilde Mısır halkı arasında sabah namazlarının cuma günleri üç rekat
kılınması yaygınlaştı. Çünkü onlar Cuma günleri imamın sabah namazlarında
devamlı secde sûresini okuduğunu ve namaz esnasında secde ettiğini gördüler.
Bu sebeple onlar bunun farz olan diğer bir rekat olduğunu zannettiler. Şeyh
Zekiyuddin Abdulazim dedi ki:
Dinde bu tür yanlışlığa sebebiyet veren şeylerin önünü kesmek (sedd-i zerâyi)
vaciptir. İmam Mâlik sedd-i zerâyi konusunda büyük hassasiyet göstermiştir.
9
bid'atlerden saydı. Bu konu yukarıda geçmişti.
Fasıl
Bundan dolayı onlar pek çok hükümde keşf ve muayeneye ve olağan dışı
yöntemlere dayanıyorlar ve bununla bir şeyin haramlığına ve helalliğine
hükmediyorlar ve buna göre bir şeyi yapıyorlar veya vazgeçiyorlar. Nitekim el-
Muhasibî'den rivayet edildiğine göre o şüpheli bir yiyeceği eline aldığı zaman
parmağmdaki damarı hızlı hızlı atmaya başlarsa hemen onu yemekten
vazgeçerdi.[Doğrusu bu fiil sahibine aittir. (Onu bağlar) Bu kimseye bir haramı
helal, helali de haram yapmaz. Bu tür şeylerin hükümlere sokuşturulmasına
gelince bu zorunlu olarak kötü bir şeydir.] Şiblî der ki:
[Şibli : Ebû Bekir eş-Şibli el-Bağdâdi. O bir tasavvuf şeyhidir. Cuneyd ve daha
başkalarıyle arkadaşlık etmiş bu arkadaşlık onu derinden etkilemiş ve Şiblî o
zaman Şiblî olmuştur. Fıkıhçıdır. Mâliki mezhebine âşinâdır. Bir cemaatten hadis
yazmıştır. Şiirleri hikmetti sözleri, ilginç halleri vardır. 334 yılında Bağdat'ta 80
yaşlarında vefat etmiştir. (Siyeru'l-A'lam,15/367. Hılyetul'Evliya,10/366, er-
Risaletu'l-Kuşeyriyye. 25. 26. Şezerat. 2/338)]
Ben bir zamanlar helaldan başka bir şey yemiyeceğim diye kendi kendime söz
vermiştim. Çölleri dolaşıyordum. Bir incir ağacı gördüm ve yemek için ona elimi
uzattım. Ağaç bana şöyle nida etti:
Verdiğin sözde dur ve benden yeme. Çünkü ben bir Yahudiye aitim.
10
gâibten gelen bir ses bana dedi ki:
Yerinde sağlam dur. Çünkü senin etrafında seni koruyan yetmiş tane melek var.
[Bu ve benzeri şeylerin şer'i hükümlerde hiçbir etkisi yoktur. Eğer bunları kabul
edecek olsak şer'i hükümleri iptal etmiş oluruz ve Allah korusun onları bırakıp,
keşf, gizliden gelen sesler ve menkıbelerle amel ederiz.]
Buna benzer şeyler şeriatin kurallarına arz edildiği zaman üzerine herhangi bir
hükmün bina edilemiyeceği gayet açıktır. Çünkü mukabele veya meçhulden
gelen ses ya da bazı damarların hareketi, kişinin iç dünyasında mümkün şeyler
olmaları sebebiyle bir şeyin helalliğine veya haramlığına delalet etmez. Aksi
takdirde şayet bir hâkim veya başkasına bu haller arız olsaydı oradakiler
arasından haksızlık yapan kimsenin elinden hakkı alıp hak sahibine hakkını
vermesi için bu iç tecrübeyi devreye sokması kendisine vacip veya mendup olur.
Gaipten gelen bir ses şayet filan maktulün katili falan kişi demiş olsa veya filanın
malını falan kişi almıştır veya zina etmiştir, hırsızlık yapmıştır dese onun sözüyle
amel etmek hâkimin üzerine vacip olur mu? Hatta bir ağaç veya taş böyle bir şeyi
konuşsa onunla hükmolunur mu? Hâkim, böyle bir şeyin üzerine hüküm bina
eder mi? Bunlar, şeriatte benzeri görülmemiş şeylerdendir. Bu sebeple âlimler
dedi ki:
Ben şu ağaca seslenirsem o benimle konuşur. Sonra ağacı çağırsa da ağaç gelse,
onunla konuşsa ve: "Sen yalancısın" dese bu onun doğruluğunun delili olur,
yalancılığına delil olmaz. Çünkü o bir şeyle meydan okumuşdu ve iddiasına
uygun olarak da o şey gerçekleşti. Ağacın sözünün tasdik veya tekzip
mahiyetinde olması iddiasının gereğinin dışında bir durumdur. Onun bir hükmü
yoktur. Bu meselede biz şöyle deriz:
Bu, onların takib ettikleri yolu bütün ruhsatlardan sakınma esası üzerine kurmuş
olmalarından dolayıdır. Hatta tarikatı onlar için hazırlayan şeyhleri Ebu'l-Kasım
el-Kuşeyrî, Risalesinin muridlere tavsiyeler bölümünde şöyle der:
11
ihtiyaç sahipleri ve meşguliyeti olanlar içindir. Bu cemaatin -yani sufilerin- Allah
Teala'nın hakkını edâ etmekten başka bir meşguliyetleri yoktur. Bunun içindir ki
şöyle denilmiştir. Fakirin derecesi hakikat makamından şer'i ruhsat makamına
düştüğü zaman Allah ile kendisi arasındaki akdi bozmuş olur." [er-Risaletu'l-
Kuşeyriyye, s.315 ve devamı]
Sonra mal ve mülk sahibi olmak tarikatta maksada ulaşmayı nasıl engelliyorsa,
maldan mülkten elin tamamen boş kalması da hedefe ulaşmanın önünde bir
engeldir. Bunlardan birincisi, diğerinden daha itibarlı değildir. Sen de
görüyorsun, selef-i Sâlih zamanında bulunmayan bu neviden bir şey tarikata
girişte nasıl olur da bir esas olarak kabul edilebilir. Senin de gördüğün gibi bu
bir bid'attir. Bunun ortaya çıkış sebebi de tasavvufçuların bunu güzel
12
görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü hepsi aynı şeyi söylemektedirler.
"Şer'i cezalar hariç, saygınlığı olan kişilerin ufak tefek yanılgılarına bakmayın."
[Ebu Davud. K. Hudud, B. Fi'l-Haddi Yuşfeu fihi. no:4375. Ancak hadis
tenkitçileri bu rivayeti senedindeki Abdulmelik ibn Zeyd sebebiyle zayıf kabul
ettiler. Fakat Avnu'l-Ma'bud muellifi bu hadisi İbn Hıbban ve Nesâî'nin o şahsı
güvenilir kabul etmeleri sebebiyle hasen derecesine yükseltmiştir. (Avnu'l-
Ma'bûd. 12/39) İbn Hıbban. K.İlim, B. Zecr Ketebeti'l Mer'is's-Sunen. C:I, s.154,
h.no:94; Beyhaki. K. Sirkati. C.VIII, s.267; Musned, Hz. Aişeden. C.VI. s.181]
Bunların hepsi şer'an anlaşılması ve kabul edilmesi zor şeylerden sayılır. Hatta
bu, ashabından bazılarının uygulamaya karar verip de Hz. Peygamberin (s.a):
13
[Kuşeyriyye, s.317]
Bu konuda onların uydurdukları daha pek çok şey vardır. Bunlar İslamın ilk
dönemlerinde benzeri bilinmeyen şeylerdir. Ve onların icra ettikleri semâ
meclislerinin bir sonucudur.
Tasavvuf yolunda görülen semânın ne bir şer'î delili vardır, ne de tasavvufun ilk
temsilcilerine bir nisbeti vardır. Doğru yolun örneği olarak gösterilen seleften hiç
kimse de bunu yapmamıştır. Sen bunun sadece tasavvuf yolunda ve diğer felsefî
yollarda benimsendiğini görürsün.
İtiraz: Bu konuyu araştırırsan böyle meselelerin pek çok ve yaygın bir şekilde
olduğunu görürsün. Öyle anlaşılıyor ki bunlar daha önce mevcut olmadığı halde
sonradan güzel görülüp benimsenen şeylerdir. Senin de gördüğün gibi
mutasavvıflar şeriate sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Şayet bu gibi şeyler meşru
olmasaydı mutasavvıflar bunlardan en çok uzak duran kişiler olurlardı. Bu da
gösteriyor ki bid'atlerin içerisinde kötü olmayanlar da vardır. Hatta onlardan
bazıları övülen ve yapılması talep edilen şeylerdir.
Cevap: Buna cevap olarak biz her şeyden önce şunu deriz: Bu konuda kendilerine
itibar edilen mutasavvıfların yaptıkları her şeyin şeriatte bir delili ya vardır, ya da
yoktur. Şayet şeriatte bir aslı/delili, dayanağı varsa bunu yapmaya en çok layık
olan kişiler onlardır. Nitekim sahabe ve tabiinden teşekkül eden salih selef de
buna lâyıktırlar. Şayet şeriatte bunun bir delili yoksa onunla amel edilmez.
Çünkü sünnet bütün ümmet için geçerli bir delildir. Ummetten herhangi bir
ferdin davranışı sünnetin aleyhine delil olamaz. Çünkü sünnet hatadan
masumdur, sünnetin sahihi de masumdur/hatadan korunmuştur. Ümmetin diğer
fertlerinin yanılmazlıkları sabit değildir/ispatlanamaz. Ancak özellikle onların
icmaları bunun dışındadır. Onlar bir meselede icma ettikleri zaman daha önce de
işaret edildiği gibi bu şer'î bir delili ihtiva eder.
Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediği sözlerin dışındaki her söz alınabilir de, terk
edilebilir de, Kuşeyrî bunu en güzel şekilde ifade etmiş ve şöyle demiştir:
Bir veli günahlarında ısrar etmediği için masum olur mu? diye sorulursa şöyle
denilir: Peygamberlerde olduğu gibi onların da masum oldukları vacibtir,
denilecek olursa bu doğru değildir. Ancak -ufak tefek kusurları olsa da-
günahlarda ısrar etmediği için veli günah işlemekten korunmuştur denilirse bu
manada vasıflandırılmaları, caizdir. Kuşeyrî der ki:
14
Arif olan kişi hata eder mi?
İkinci olarak biz deriz ki: Onların çizdikleri resme ve başkalarından onları farklı
hale getiren davranışlarına hüsnü zan nazariyle ve en uygun izah yolunu arayıp
bulmak niyetiyle baksak ve bir izah şekli bulamazsak -onlar rehber edinilecek
cinsten kimseler bile olsalar- böyle bir durumda bizim onları taklitten ve
yaptıklarını yapmaktan uzak durmamız gerekir. Bunu onları reddetmek ve itiraz
etmek için değil, belki onların yaptığı şeyin şer'î kurallara hangi yönden uygun
olduğunu başka bir şeyi anladığımız gibi anlayamadığımızdan dolayı böyle
yaparız.
15
Deliller birbiriyle çeliştiği zaman, bunlardan mensuh olanı da yoksa o zaman
tercih yapmak gerekir. Böyle bir durumda tercih yapmanın gerekliliğinde
usûlcüler icnıa etmişlerdir veya icma gibi bir çoğunluk hasıl olmuştur.
Başkalarının mezhebinde olduğu gibi tasavvufçuların mezhebinde de ihtiyatla
amel etmek vaciptir. Mutasavvıfların bakış açısına uygun olan akıma göre de
onların şer'î delillere aykırı olarak gösterdikleri şeylerle amel etmemek gerekir.
Biz böyle yapmakla da onlarm izinden gitmiş oluyoruz ve delillerden yüz çeviren,
onlara göre de taklidi caiz olmayan şeylerde, onları körü körüne taklit edenlerin
aksine yine onların ışığıyle yolumuzu bulmuş oluruz. Deliller, fıkhi araştırmalar
ve tasavvufçuların ortaya koydukları fotoğraflar da körü körüne taklit edenleri ve
şer'i delillere karşı gelenleri reddetmekte ve kötülemektedir; araştıranları,
ihtiyatlı davrananları, şüpheli şeylerden sakınanları, dinini ve iffetini
koruyanları da övmektedir.
Bütün bunlardan sonra geride sadece mutasavvıfların sualde sözü edilen söz ve
alışkanlıkları üzerinde tek tek söylencek sözler ve bunların delillere göre nasıl
izah edilip yorumlandığı meselesi kaldı ki bunları da burada anlatmamıza gerek
yoktur. Çünkü bunların her biri el-Muvafakat isimli kitabımızda genişçe
anlatılmıştır. Allah ömür verir ve lütfuyla yardımcı olursa bu konuyu ve onların
yoluna sonradan sokuşturulan şeylerin açıklamasını Mezhebu Ehli't- Tasavvuf
isimli kitabda da genişçe anlatacağız. Doğruya ulaştıracak olan Allah'tır.
[İmam Şatıbi, el-İtisam Kitap Dünyası Yayınları: 1/240-246 veya 215 - 224]
www.islam-tr.net
(ebuubeyde@rocketmail.com)
16
17