You are on page 1of 320

AHMED HULÛSİ

Gavs-ı Â’zâm ABDULKÂDİR GEYLÂNÎ


“GAVSİYE” AÇIKLAMASI

www.ahmedhulusi.org
KAPAK HAKKINDA

Ön kapak zeminindeki siyah renk karanlığı ve


bilgisizliği, üzerindeki harflerin beyaz rengi ise
aydınlığı ve bilgiyi temsil eder.
Kapakta yer alan amblem, Kûfi hat sanatı ile
yazılmış olan "Lâ ilâhe illâ Allâh; Muhammed
Rasûlullâh" cümlesidir ve bu “tanrılık kavramı
yoktur, yalnızca Allâh adıyla işaret edilen vardır;
Muhammed (aleyhisselâm) bu anlayışın
Rasûlü’dür” anlamını taşır.
Amblemin ön kapakta ve her şeyin üzerinde yer
alması, Ahmed Hulûsi’nin bu anlayışı tüm
eserlerinde ve hayatı boyunca her anlamda baş
tacı yapmış olmasının sembolik ifadesidir.
Karanlıktan aydınlığa açılan Kelime-i Tevhid
penceresinden Allâh Rasûlü’nün nûrunu temsil
eden yeşil renkte yansıyan ışık, Ahmed
Hulûsi’nin kaleminden, işaret ettiği konuda
aydınlanmayı amaçlayan “kitap isminde” beyaz
renkte somutlaşmıştır.
Allâh Rasûlü’nün nûruyla yayılan bilginin, onu
değerlendirebilenlere sağladığı aydınlanma da
kitap içeriğinin özetlendiği arka kapak
zeminindeki beyaz renk ile ifade edilmiştir.
Tüm eserlerimiz gibi, bu kitabın da telif
hakkı yoktur.
Bu kitap orijinaline sadık kalmak kaydıyla
herkes tarafından basılabilir, çoğaltılabilir,
yayımlanabilir ve tercüme edilebilir.
Allâh ilminin karşılığı alınmaz.

AHMED HULÛSİ
Gavs-ı Â’zâm ABDULKÂDİR GEYLÂNÎ
“GAVSİYE” AÇIKLAMASI

AHMED HULÛSİ

Yayın ve Dağıtım: KİTSAN

ISBN: 978-975-7557-38-8

1. Baskı: 1991
. Baskı: 2014

Kapak Tasarımı: Serdar Okan


Grafik Tasarım: Öznur Erman

Film, Baskı ve Cilt:


İKON Matbaacılık ve Yayıncılık San. Tic. Ltd. Şti.
Çobançeşme Cad. NO: 14
Kağıthane - İstanbul
Tel: 0212 3211193, Faks: 0212 2959334
info@ikonmatbaa.com
www.ikonmatbaa.com

KİTSAN KİTAP BASIM YAYIN DAĞITIM LTD. ŞTİ.


Divanyolu Cad. Ticarethane Sok. Tevfikkuşoğlu İşhanı
No:41/3, 34400 Cağaloğlu - İstanbul
Tel: 0212 5136769, Faks: 0212 5115144
www.kitsan.com
AHMED HULÛSİ

Gavs-ı Â’zâm ABDULKÂDİR GEYLÂNÎ


“GAVSİYE” AÇIKLAMASI

www.ahmedhulusi.org
“…İnnemel müşrikûne necesün…”
“…Kesinlikle müşrikler necistir…”
(9.Tevbe: 28)

“La yemessehu illel mutahherun”


“Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden - hayvaniyetinden) arınıp,
tâhir olanlardan başkası dokunamaz!”
(56.Vâkı’a: 79)

“Allâh yanı sıra tanrıya (dışsal güce) yönelme! Tanrı yoktur,


sadece ‘HÛ’; Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur sadece O’nun
vechi (mevcuttur)! Hüküm O’nundur... O’na (hakikatiniz olan
Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz!”
(28.Kasas: 88)

İndî Sâni’de, bütün mahlûk TEK bir NOKTADIR;


Kâinatın cümlesi bu; NOKTA’da bir NÜKTEDİR!
Ken’an Rifâî
İÇİNDEKİLER

S UNU .................................................................................. 1
1. Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî’nin “Risâle-i Gavsiye”
Tercümesi .............................................................................. 5
2. “Gayrı”dan Münezzehtir! ................................................ 15
3. Şeriat - Tarikat - Hakikat ................................................. 17
4. İnsan ............................................................................... 25
5. İnsanın Sırrı .................................................................... 29
6. Fakr Hakkında ................................................................. 31
7. İnsan ve Melek ................................................................. 33
8. İnsan, Esmâ Hâmilidir! .................................................... 37
9. İnsan, Talep Edilendir! .................................................... 39
10. İnsanın Hakikati............................................................. 41
11. Allâh’ın Nefsi ile Kaîm! ................................................. 45
12. “Fakîr”de Perde Yoktur! ................................................ 49
13. Uyanıklık ....................................................................... 53
14. Seferi Bâtın .................................................................... 55
15. Vusûl - Yakîn - Rü’yet .................................................... 57
16. Saîd - Şakî ..................................................................... 67
17. Fakr’ın Aslı ................................................................... 71
18. Muhabbet, Perdedir! ...................................................... 75
19. Ölümün Aslı ................................................................... 77
20. “Hayret” Hâli ................................................................ 79
21. Soru Biter! ..................................................................... 83
22. Sırrî Neş’e ..................................................................... 85
23. Rü’yet, İlimdir! .............................................................. 89
24. “Fakîr”de Dileyen, O’dur! ............................................. 95
25. Cennet ve Cehennemliklere Zuhuru ................................. 97
26. Keriym, Rahıym ............................................................. 99
27. Uyuma Ki Göresin! ...................................................... 101
28. Arş Nedir? Fakrın Kemâli ............................................ 107
29. Raûf ............................................................................. 113
30. İrfan Mertebeleri ......................................................... 115
31. Fakîr’in Duası ............................................................. 119
32. Fakîr’in Meskeni .......................................................... 121
33. Zât’ı Talep ................................................................... 123
34. Cennet Boyutları .......................................................... 127
35. Müferridûn .................................................................. 131
36. Pişmanlık ..................................................................... 135
37. Kurb, Ayrılıktır! ........................................................... 137
38. Allâh’a Yakınlık ........................................................... 141
39. Kurb, Ma’siyettir! ........................................................ 143
40. Acz, Yokluğa Yakındır .................................................. 145
41. Erhamur Rahıymiyn ..................................................... 147
42. Ma’siyet ve Tâatla Perdelenme ..................................... 149
43. Sistemin İşleyişi ........................................................... 155
44. Benlik, Zillettir! ........................................................... 159
45. Zulmet-Nûr Perdeleri ................................................... 163
46. Gayrı Nedir? ................................................................ 169
47. Allâh’ın Ahlâkı ............................................................. 171
48. Vitriyet-Vâhidiyet-Ahadiyet .......................................... 175
49. Namaz ve Hakikati ....................................................... 179
50. Şuurun Orucu............................................................... 185
51. Şirk ve Hakiki Fâil ....................................................... 187
52. Tövbe Edenin Gülüşü ................................................... 189
53. Mâsumun Tövbesi ......................................................... 191
54. Müşrikler El Sürmesin! ................................................ 195
55. Mülhime İlmi ............................................................... 197
56. Aşk .............................................................................. 199
57. Aşk, Hicaptır! .............................................................. 201
58. Benlik, En Büyük Günah! ............................................. 203
59. Hedef, Zât’tır! .............................................................. 207
60. Mücahede Şarttır! ........................................................ 213
61. Fiilin Karşılığı Alınacaktır! ......................................... 217
62. Mücahedesiz Müşahede Olmaz! .................................... 219
63. Ana-Babasız-Evlatsız ................................................... 223
64. Nazar Etme .................................................................. 229
65. İlmin Özü ..................................................................... 231
66. Kalp Neye Yönelirse! .................................................... 233
67. Mi’râc ......................................................................... 235
68. Namaz ......................................................................... 237
N AKŞIBENDÎLIKTE “V AHDET ” G ÖRÜŞÜ .............................. 241
S IRRA E RENLERIN M ISRALARI A RASINDA ............................ 253
Ahmed Hulûsi Kimdir? Amacı Nedir? .......................... 291
SUNU

Değerli Okurlarım,
“Tasavvuf”tan gaye, kişinin Allâh’ı bilmesi; Allâh indînde ve
ilminde “yok”luğunu hissedip yaşaması; ve nihayet “ALLÂH
İsmiyle İşaret Olunan, BÂKÎ’dir” hükmünün tespit olmasıdır.
Yüzyıllarca insanlar, bu gaye ile sayısız çalışmalar yapmış, bu
yolda elde ettikleri bilgileri, diğer hemcinsleriyle paylaşmak üzere
sayısız eserler vermişlerdir.
Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın tebliğine kulak veren
ve Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya çalışanlar, yaptıkları sayısız
çalışmalardan sonra iki ana görüş çevresinde bir araya gelmişlerdir.
a. “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”i insanın ve kâinatın
ÖTESİNDE; insanın dışında; bir TANRI gibi kabul edenler.
b. “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”i, sonsuz ve sınırsız AHAD
olarak anlayıp; Allâh kavramı dışında “gayrı varlık” ve hatta
“gayrı” düşüncesi kabul etmeyenler.
Hz. Ebu Bekir’den, Hz. Âli’den, İmam Caferî Sadık’tan,
1
“Gavsiye” Açıklaması
Cüneyd-i Bağdadî’den, Bâyezid-i Bistamî’den, Abdülkâdir
Geylânî’den, Ahmed Rufaî’den, Ahmed Bedevî’den, Hasan
Şazelî’den, İmam Gazâli’den, Muhyiddini Arabî’den,
Abdülkerîm el Ciylî’ye kadar isimlerini sayamadığımız sayısız zevât
(Allâh cümlesinin sırrını azîz etsin), hepsi de yaptıkları tahkik sonucu,
ALLÂH’ın AHADİYETİ konusunda ittifak etmişlerdir. Günümüzde
dahi, tahkik ehli bu kanaat içindedir. Çünkü, “Hakikat” tektir ve
“O”na nazar edenlerin de bu konuda ihtilafa düşmeleri mümkün
değildir.
Hz. Rasûlullâh’ın söylediklerini kendilerine konu alan diğer
birtakım değerli zevât dahi, dinin zâhirini korumak için son derece
değerli çalışmalar yapmışlar ve insanların dine yönelmek
mecburiyetinde olduklarını, çeşitli şekillerde izaha gayret ederek, bu
yolda hizmet vermişlerdir...
Allâh, bu değerli zevâtın hizmetlerini de, niyetlerine göre elbette
ki kabul eylemiştir...
Hâcegân silsilesi diye bilinen ve günümüzde “Nakşibendî”lik
olarak tanınan tarikatın önde gelen isimlerinden Hâce Ubeydullâh
Ahrar, Reşâhat isimli eserin sahibi Sâfi Hüseyin’e şöyle der:
“Günümüzün geçerli din ilimlerinin özü tefsir, hadis ve fıkıhtır.
Bunların da özü, tasavvuf ilmidir. Tasavvuf ilminin de hülâsası ve
mevzu, VÜCUD bahsidir.”
“Derler ki, bütün mertebelerde bir TEK VÜCUD vardır; ki o
vücud, kendi ilmî sûretleriyle görünmüştür...”
İster Vahdet-i Vücud; ister Vahdet-i Şuhud; ister Şuhud-u Zât;
tasavvuftaki hangi görüş olursa olsun, hepsinin de esası TEK’liktir!
İşte bu sebepledir ki, bütün tarikatların (elbetteki tasavvuf
tarikatlarının) konusu; “ALLÂH’ın TEK’liği”nin anlaşılması,
hazmedilmesi ve yaşanmasıdır...
Gerçek tasavvuf ehli, hangi yoldan olursa olsun, bir diğer kişiye
“gayrılık” gözüyle bakmaz ve hakkında menfi konuşmaz; çünkü
2
yetiştiricisi kâmil ise öğretmiştir ki, konuştuğu söz Hakk’a
ulaşacaktır!
1967 yılında neşrettiğimiz “TECELLİYÂT” isimli
kitapçığımızda, o gün için Allâhû Teâlâ’nın bize ihsan buyurduğu ilk
müşahededen söz etmiştik. Vahdet konusunda ilk görüşlerimizi, o
eserde dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık...
1982 yılında ise, çok değerli arkadaşım Hilmi Ahmed Tunalı,
bizden Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin tasavvuf
ehli arasında çok meşhur olan “RİSÂLE-İ GAVSİYE” isimli eserini
açıklamamızı istedi.
Biz de kapasitemiz yettiğince, Allâh kulu olarak, ihsan
buyurduğu ilim ve yaşam nispetince, bu eseri altmış dakikalık dört
kaset dolduracak biçimde açıklamaya çalıştık.
Elinizdeki “GAVSİYE AÇIKLAMASI”, işte bu çalışmanın
kitaba göre düzenlenmiş şeklidir. Bu hizmete vesile olan ve yıllar
boyunca uzun yıllar çalışmalarımda büyük desteğini gördüğüm
değerli insan Hilmi Ahmed Tunalı’ya huzurlarınızda açık
teşekkürlerimi sunmak benim için bir borçtur.
Evet, niçin “Gavsiye açıklaması”...
Yanlış bilgilenme sonucu olarak, halkımızın pek çoğu, tasavvufun
ana mevzusu olan “Allâh’ın TEK’liği” konusunu Muhyiddini
Arabî’ye bağlarlar; ve hatta, bu konudaki bilgisizlik yüzünden
konuyu saptırarak, “panteizm” olarak değerlendirip ve çevrelerine de
böyle anlatırlar.
Oysa, “Allâh’ın TEK’liği” konusunun, “panteist” görüş ile uzak-
yakın hiçbir ilgisi olmadığı gibi; bu konuyu ortaya atan ilk insan da
Muhyiddini Arabî değildir!
Muhyiddini Arabî’den çok evvel, İmam Gazâli, avama dönük
olarak yazdığı Kimyâ-i Saâdet, İhya-u Ulûmid’din gibi eserlerinin
yanı sıra; kendi ifadesiyle “ariflere, gerçekleri idrak ettirmek için”
yazdığı “MİŞKÂTÜL ENVÂR” isimli eserinde, “VAHDET”
3
“Gavsiye” Açıklaması
konusunu bütün açıklığıyla kaleme almıştır. Bu çok değerli eser,
dilimize Sayın Süleyman Ateş tarafından kazandırılmış ve Mehmed
Şevket Eygi tarafından Bedir Yayınevince basılmıştır. İmam
Gazâli’nin “Vahdet” konusundaki görüşlerini öğrenmek isteyenlere
bu eseri tavsiye edebiliriz...
“Vahdet” konusunu, İmam Gazâli’den bir hayli önce de, Gavs-ı
Â’zâm Abdülkâdir Geylânî Hazretleri “GAVSİYE RİSÂLESİ”
isimli eserinde açıklamıştır...
Genelde, tarikat seviyesinde kitapları bilinen Hz. Gavs’ın,
“HAKİKAT” bahsini anlatan bu eseri, tasavvufla ilgilenen, hangi
yoldan olursa olsun, herkes için son derece önemli bir eserdir.
Bu yüzdendir ki, talebin kimden geldiğini elhamdulillâh gördük;
ve günümüz diliyle, günümüz insanının anlayacağı bir biçimde
açıklayarak sizlere sunduk.
Ayrıca, “NAKŞIBENDΔ silsilesinden birçok zevâtı kirâmın
“VAHDET” konusundaki görüşlerini de gene bu esere ilave yaptık;
ki okuyucu sadece KADİRÎLİKte bu görüşler varsanmasın.
Ve nihayet “Vahdet”i konu alan bazı şiirleri de bu esere ekledik;
ki o konuda ehlini de mahrum bırakmamış olalım.
Tasavvufta, hemen bütün mürşidi kâmillerin bildiği bu konuyu,
ehlini bulamamış isteklilerinin de mahrum kalmaması gayesiyle
kitaba dökerken; temennimiz, hiç değilse hakikatin bilinebilmesidir!

AHMED HULÛSİ

4
1

GAVS-I Â’ZÂM Abdülkâdir Geylânî’nin


“RİSÂLE-İ GAVSİYE” Tercümesi

− Yâ Gavs-ı Â’zâm! Allâh, gayrından münezzeh, Allâh’a


yakındır!
Yâ Gavs-ı Â’zâm, dedi Allâh...
− Lebbeyk, Rabbi Gavs… dedim.
− Nâsut ile Melekût arasındaki her tavır şeriat, Melekût ile
Ceberût arasındaki her tavır tarikat, Ceberût ile Lâhut arasındaki
her tavır da hakikattır.
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Hiçbir şeyde zâhir olmadım, insandaki
zâhir oluşum gibi!
Sonra sordum Rabbime, dedim ki:
− Hiç mekânın olur mu?
Dedi ki:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Ben, mekânın mekânıyım! Benim mekânım
5
“Gavsiye” Açıklaması
olmaz! Ben, insanın sırrıyım!
Sordum tekrar, dedim ki:
− Yâ Rabbi; hiç içer misin, yer misin?
Dedi ki:
− Yemem, fakîrin yemesidir; içmem de fakîrin içmesidir!
Ve dahi sordum...
− Yâ Rabbi, melâikeyi hangi şeyden halkettin?
Dedi ki Hak Teâlâ:
− İnsanın nûrundan halkettim; ve insanı da nûrumun
zuhurundan halkettim.
Ve daha sordum.
− Yâ Rabbi Gavs, hiç seni taşıyan bulunur mu?
Dedi…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... İNSANI meydana getirdim beni hâmil
olması için... Ve mükevvenâtı da İNSANI hâmil olması için
meydana getirdim!
Yâ Gavs-ı Â’zâm, ne güzel tâlibim ve ne güzel talep edilendir
insan. Ne güzel rakibtir insan ve ne güzel merkubtur mükevvenât.
Yâ Gavs-ı Â’zâm, insan sırrımdır ve ben onun sırrıyım! Eğer,
insan indîmdeki menziline ârif olsaydı, derdi ki, bütün nefislerdeki
nefsim; bu anda mülk yoktur benden gayrı!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... İnsanın yemesi, içmesi, mekânı, hayatta
duruşu, yayılışı, konuşuşu ve susuşu, yaptığı işi, teveccüh ettiği şey,
gaib olduğu şey BENİM... Sekînesi, muharriki ve müsekkiniyim!
Ve bana buyurdu ki Rabbim:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, insanın cismi ve nefsi ve kalbi ve ruhu ve
6
“Risâle-i Gavsiye” Tercümesi
işitişi ve görüşü ve eli ayağı ve tamamını nefsimle izhar ettim... O
yoktur, ancak BEN varım! Ve BEN de onun gayrı değilim!
Ve bana dedi ki:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, FAKR ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle
münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki benimle onun
arasında perde yoktur!
Ve dedi ki bana…
− Yemek yeme ve içme ve uyuma! İNDÎMDEKİ yerinde kalben
ve basîretinle hazır olmadıkça.
Ve daha dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Benden, seferi bâtını yapmamakla uzak
olursa bir kişi, onu seferi bâtın ile mübtelâ kılarım.
Ve daha dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, ittihad öyle bir hâldir ki, onu lisan
anlatamaz! Kim ona iman ederse, kabul olur; ve kim reddederse o
hâli küfretmiş olur! Kim vusûlden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade
ederse, Allâh’a şirk koşmuş olur!
Ve daha dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, kim saadet-i ezelî ile saadete kavuşmuş ise,
ne mutlu ona. Bundan sonra mahrum olmaz ebeden!
Kim ki şekavet-i ezelî ile şakî olmuşsa, yazıklar olmuş ona; ve o
ebediyen makbûl olmaz!
Ve daha dedi ki…
− Fakrı ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım! Kim ona yoldaş
olursa, menziline ulaşır; sahralarda vadilerde dolaşmadan!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Muhabbet, seven ile sevilen arasında
perdedir! Seven, sevilende yok olduğu zaman, yani seven sevilenle
7
“Gavsiye” Açıklaması
var olduğunda, vusûl hâsıl olur.
Yâ Gavs-ı Â’zâm... İnsan, ölümden sonra ne olacağını bilseydi,
dünya hayatını sürdürmeyi temenni etmez; her an, “beni öldür”
diye yalvarırdı!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Kıyamet gününde, indîmde mahlûkatın en
sevgilisi; sağır, dilsiz, kör, hayrette olan ve ağlayandır! Kabirde de
bu böyledir!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Beni gören sualden müstağni olur her
hâlinde; görmeyen ise faydalanamaz sualden, o da işin kâliyle
perdelenmiştir!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Bütün ruhlar raks ederler kalıplarında
kıyamete kadar; “Elestü BiRabbiküm” sözünün mânâsından dolayı,
sonra da derler ki, “Rabbimizi gördük!”
Ve daha dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Kim ki ilimden sonra (bir de ayrıca) rü’yet
isterse o mahcubtur (perdelidir). Kim ki rü’yeti ilmin gayrı
zannederse o Rabbi görmekten, güvenilmeyecek zanna aldanıp,
kendini beğenmişlerden, mağrurlardan olur!
Ve dedi ki bana…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Benim indîmde fakîr, hiçbir şeyi olmayan
değildir! Belki fakîrler onlardır ki, emirleri her şeyde geçer! Bir
şeye “Ol” derler ise, o şey olur!
Ve dedi ki bana…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Cennettekilere, zuhurumdan sonra ne ülfet
vardır, ne de (daha büyük bir) nimet; ateştekilere zuhurumdan sonra
da ne vahşet vardır ne de hurkat (bilmezlik).
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Her keriymden Keriym’im, her rahıymden
Rahıym’im.

8
“Risâle-i Gavsiye” Tercümesi
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, indîmde avam gibi uyuma, beni görürsün!
Sordum, dedim ki…
− Yâ Rabbi, indînde nasıl uyuyayım?
− Cismin lezzetinden sıyrılarak; nefsin şehevâtından arınarak;
ruhun anlık kaymasından kurtularak; ve zâtınla fenâ bularak uyu!
Ve dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm...
Dedim ki…
− Lebbeyke yâ Rabbel Arşil Aziym..?
Dedi…
− De ki: Yâ Rabbel Keriym ve yâ Rahıym…
Yâ Gavs Â’zâm, ashabından kim sohbetimi isterse, ona FAKRI;
sonra FAKRIN FAKRINI; ve sonra da FAKRIN FAKRININ
FAKRINI tavsiye ederim... Böylece, FAKR hâlinde onlarda
BEN’den başkası kalmaz!
Ve daha dedi ki;
− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Ne mutlu sana mahlûkatıma Raûf
olabilirsen; ve ne mutlu sana onların hatalarını bağışlarsan!
Ve daha buyurdu ki;
− Ey Gavs-ı Â’zâm. Zâhidleri nefis yolunda; ârifleri kalp
yolunda; vâkıfları ruh yolunda kıldım. “Nefs”i de HÜR olanlara
mahal kıldım... O yüzden “Hürlerin kalpleri sırlar kabirleridir”
demişlerdir.
Yâ Gavs-ı Â’zâm. Ashabına söyle, fakr hâlindekilerin dualarını
ganimet bilsinler. Şüphesiz ki onlar benim indîmde, ben de onların
indîndeyim!

9
“Gavsiye” Açıklaması
Yâ Gavs-ı Â’zâm. Ben bütün “fakr”dakilerin sığınacağı yeri,
meskeni ve manzarıyım ve bana dönerler.
Yâ Gavs-ı Â’zâm. Cennete nazar etme ki, beni vasıtasız göresin;
ve cehenneme de nazar etme ki, beni vasıtasız göresin.
Yâ Gavs. Cennet ehli cennetle meşgûldür; azap ehli ateşle
meşgûldür! Sen ise “BEN”imle meşgûl ol!
Yâ Gavs. Cennet ehlinden bazı kullarım, nimetlerimden
sığınırlar bana; cehennem ehlinin azaptan bana sığınmaları gibi!
Yâ Gavs-ı Â’zâm. Rasûl ve Nebilerin haricinde kullarım vardır
ki, onların hâllerine muttali olamaz ne dünya ehlinden biri, ne âhir
ehlinden biri, ne cennet ehlinden biri, ne azap ehlinden biri, ne
Mâlik, ne Rıdvan, ve ne cennet için halkettiklerim ve ne de
cehennem için halkettiklerim!
Yâ Gavs. Kim benden gayrıyla meşgûl olursa, sahibi ateş olur
kıyamette.
Yâ Gavs. Kurb ehli kurbiyetlerinden dolayı yakınırlar, buûd
ehlinin uzaklıktan şikâyetleri gibi...
Yâ Gavs. Kimse benden uzak olamaz, ma’siyetiyle; kimse de
tâatıyla kurb sahibi olamaz.
Yâ Gavs. Birisi benden kurb sahibi ise, o ancak ma’siyettedir.
Zira, onlar acz ve nedâmet ehlidirler.
Yâ Gavs. Acz, nûr kaynağıdır; ucûb, kendini beğenmede
kederlere mahaldir, zulmet kaynağıdır.
Yâ Gavs. Çok sıcak bir günde biri sana gelip su istese ve senin de
o suya ihtiyacın olmasa ve buna rağmen de vermesen, sen cimrilerin
en cimrisi olursun! Hâl böyle olunca, nasıl rahmetime mâni
olayım?
Ben nefsime şehâdetle tescil ederim ki, kesinlikle
ErhamurRahıymiyn’im!
10
“Risâle-i Gavsiye” Tercümesi
Yâ Gavs. Ma’siyet ehli ma’siyetiyle perdelidir. Tâat ehli de
tâatıyla perdelidir; ve ben onlardan kaçınırım. Bunlardan başka bir
grup da vardır; ki onların ne tâatla alâkaları vardır, ne de
ma’siyetle!
Yâ Gavs. Hatalı kullarımı fazl ve keremim ile müjdele; mucibini
de adl ve öç almamla müjdele.
Yâ Gavs. Tâat ehli nimetlere tezellül ettiklerinden zikrederler; ve
ma’siyet ehli de tezellül edip Rahıym’i zikrederler!
Yâ Gavs. Avamı halkettim, nûruma dayanamadılar, araya zulmet
perdesini koydum, havâssı yarattım nûruma dayanamadılar, nûr
perdelerini koydum.
Yâ Gavs. Ashabına söyle, onlardan kim bana vâsıl olmak isterse,
benden gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın!
Yâ Gavs. Dünya geçidinden çık ki, âhirete vâsıl olasın; âhiret
geçidinden de çık ki, bana vâsıl olasın!
Yâ Gavs. Cisimlerden ve nefsinden çık; sonra kalplerden ve
ruhlardan çık; sonra hüküm ve emirden çık; ki bana vâsıl olasın!
Dedim ki…
− Yâ Rabbi, hangi namaz sana daha yakındır?
− O namaz ki, içinde benden başkasının kalmadığı, kılanın
içinde kaybolduğu!
Sonra sordum, dedim ki…
− İndînde hangi oruç daha faziletlidir..?
− O oruç ki, onda benden başkası kaybolup, benden gayrı
kalmaz!
Sonra sordum…
− Hangi fiiller indînde faziletlidir?
11
“Gavsiye” Açıklaması
− Benden gayrının kalmayıp, içinde cennet ve cehennemin
bulunmadığı, yapanın kaybolduğu!
− Hangi gülüş indînde faziletlidir?
− Ağlamayarak tövbe edenlerin gülüşü…
− Hangi tövbe indînde faziletlidir?
− Mâsumların tövbesi!
− Hangi ismet indînde daha faziletlidir?
− Tövbekârların ismeti!
Sonra dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İlim sahibi için yol yoktur, tâ ki indîndeki
ilmi inkâr etmedikçe... Eğer ilmini terk etmezse, şeytanın lisanı olur!
Rabbim Teâlâ’yı gördüm ve sordum:
− Yâ Rabbi… “Aşk”ın mânâsı nedir?
− Yâ Gavs! Âşık ol bana! Âşık benim, aşk benim! Kalbini
benden gayrından çevir ve fariğ kıl!
Yâ Gavs-ı Â’zâm. Aşkın zâhirine ârif olursan, aşktan fenâ
bulmalısın! Zira, aşk HİCAPTIR! Âşık ile mâşuk arasındaki hicap!
Yâ Gavs! Tövbeyi istersen, önce nefsinden günahı çıkarmalısın...
Sonra kalbinden hâtırasını çıkarmalısın!... İşte o zaman bana vâsıl
olursun!.. Aksi hâlde müstehzilerden olursun!
Yâ Gavs! Haremime girmek istersen, ne mülke, ne melekûta, ne
ceberûta iltifat et. Şüphesiz ki mülk âlimin, melekût ârifin, ceberût
da vâkıfînin şeytanıdır! Kim bunlardan birine razı olursa, o,
indîmde tard edilmişlerden olur!
Ve daha dedi ki…
− Yâ Gavs. Mücahede, müşahede denizlerinden bir denizdir ve
12
“Risâle-i Gavsiye” Tercümesi
balıkları da vâkıflardır... Müşahede denizine girmeyi irade edene,
mücahede gerekir... Zira, mücahede müşahedenin tohumudur!
Yâ Gavs. Kim mücahedeyi ihtiyâr ederse, ona müşahedem olur;
istese de istemese de!
Yâ Gavs. Kim mücahededen mahrum ise, ona müşahedeye yol
yoktur! Tâliplere, benim kendilerine lazım olduğum gibi, mücahede
lazımdır!
Yâ Gavs. Kullarımın faziletlisi ve sevgilisi onlardır ki; evladı ve
ana-babası olup da kalbi onlardan fâriğdir!.. Eğer, ana-babası ölse
hiç hüzün çekmez! Evladı ölse yine kederlenmez!.. Kulum bu
mertebeye ve menzile eriştiğinde, benim indîmde “ana-babasız ve
evlatsız” “lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad”
olur!
Yâ Gavs. Bana nazar etmek istiyorsan bir mahalde, gayrımdan
fâriğ kalbi ihtiyâr et!
Sordum…
− İlmin ilmi nedir?..
Dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İlmin ilmi, ilimden cehildir!
Yâ Gavs. Kalbi mücahedeye meyleden kula ne mutlu... Vay
hâline o kulun ki kalbi şehvetlere meyleder!
Rabbimi gördüm ve “mi’râc”tan sordum... Buyurdu ki:
− Mi’râc, benden gayrı her şeyden urûc’tur!.. “Mi’râc”ın kemâli
de, nazarının gayrına kaymaması ve isyan etmemesidir!
Yâ Gavs. “Mi’râc”ı olmayanın namazları yoktur benim
indîmde... Ve o, namazdan mahrumdur!

13
14
2

“GAYRI”dan MÜNEZZEHTİR!

“RİSÂLE-İ GAVSİYE” isimli eserinde Gavs-ı Â’zâm


Abdulkâdir Geylânî kendisine sırrından, özünden şöyle hitap
edildiğini anlatır:

− Yâ Gavs-ı Â’zâm! Allâh, gayrından münezzeh, Allâh’a


yakındır!

Burada anlatılmak istenilen mânâ şudur:

Allâh, kendisinden gayrı bir varlığın mevcudiyetinin


düşünülmesinden münezzehtir! Yani, O’ndan gayrının varlığının
düşünülmesi muhaldir! O, bu münezzehiyeti dolayısıyla, ayrı bir
varlık anlamına gelen tüm anlamlardan berîdir, ötedir. Ancak bu
berîlik, ötelik; mekânsal veya boyutsal değil, anlam olaraktır.

Kısacası “Allâh”, kendisinden ayrıca bir varlığın söz konusu


olması anlamından berîdir! Ve Allâh, ancak kendisine yakındır. Yani
şayet bir yakınlık mefhumu, ona yakın olma kavramı düşünülecekse,
15
“Gavsiye” Açıklaması
ancak kendisinin kendisine olan yakınlığından söz edilebilir. Çünkü
varlığından ve vücudundan söz edilebilecek yegâne var olan,
kendisidir.

16
3

ŞERİAT - TARİKAT - HAKİKAT

− Yâ Gavs-ı Â’zâm!
Dedi Allâh…
− Lebbeyk Rabbi Gavs, dedim.
− Nâsut ile Melekût arasındaki her tavır şeriat; Melekût ile
Ceberût arasındaki her tavır tarikat; Ceberût ile Lâhut arasındaki
her tavır da hakikattır!

Nâsut âlemi, bildiğimiz beş duyuya hitap eden madde âlemidir.


Melekût âlemi ise, beş duyu ile algılayamadığımız soyut varlıklar
âlemidir. Meleklerin çeşitli türleri, cennetler ehli, hep bu sınıftır.
Ceberût âlemi ise, Esmâ ve sıfat âlemidir. Yani isimlerin ve
sıfatların mânâlarını teşkil eden âlemdir.
Lâhut ise, Zât’ın âlemidir.
Bu hususta öncelikle bilmemiz gereken şey odur ki, bu anlatımlar
hep mecazîdir. Gerçekte, mekân anlamında böyle ayrı ayrı âlemler
17
“Gavsiye” Açıklaması
mevcut değildir!
Nâsut âlemi denen madde âlemi, bilindiği gibi, beş duyuya hitap
eden bir âlemdir. Bu âlemde yer alan insanı düşünelim…
İnsanın bir madde bedeni vardır.
Madde bedenin ötesinde bir düşünce, şuur dünyası vardır.
Ve dahi bu düşünceleri kapsamına alan benliği vardır...
Şimdi düşünelim... Düşünce dünyanız madde bedeninizden ayrı
olarak kabul edilebilir mi, yani madde bedenden ayrı bir yerde midir?
Elbette hayır!
İşte aynı şekilde, madde âleminden tamamıyla ayrı bir yerde
Melekût ve Ceberût âlemleri de düşünmemek gerekir.
Bu hususu daha iyi anlatabilmek için şöyle bir misal verelim;
İnsan, bedeni itibarıyla Nâsut âleminde yaşar...
İnsan, ruhu itibarıyla Melekût âleminde yaşar...
İnsan, vasıfları itibarıyla Ceberût âleminde yaşar...
İnsan, zâtı itibarıyla Lâhut âleminde yaşar...

“Allâh, Âdem’i kendi sûreti üzere yaratmıştır.”

Hadîs-î şerîfi, işte bu yaradılış sırrına işaret eder.


Elbette ki bu hadiste geçen “sûret” kelimesi maddi şekil
anlamında değildir. Çünkü Allâh, şekilden ve kayıttan münezzehtir.
Evet, burayı böylece anladıktan sonra şimdi yukarıdaki ifadeyi
biraz daha açalım;
Madde ile düşünce dünyası arasındaki saha, şeriattır. Yani kurallar
sahasıdır. Bu sahada belirli kurallara uyularak yapılan fiilî çalışmalar,
neticede kişiyi hakikate yönelmeye sevk eder. İşte bu merhalede kişi,
şeriat safhasından tarikat safhasına geçer.
18
Şeriat – Tarikat – Hakikat
Tarikat safhası; kişinin şekilden öze, oluşların, fiillerin ardındaki
sır ve sebepleri keşfetmeye geçiş safhasıdır. Tarikat düzeyindeki kişi,
neyin, neden, nasıl, ne şekilde oluştuğunu araştırmaya başlar...
Buradaki mânâsıyla tarikatı, mesela; Nakşibendîlik, Kadirîlik,
Rufaîlik gibi anlamayalım. Burada bahsedilen tarikat, fiilin veya
şekilin ardını araştırma safhası olarak anlatılmaktadır.
Nitekim “Melekût”, melekler âlemi olmanın ötesinde mânânın
maddeye dönüştüğü âlem olarak da bilinir. “Ceberût” âlemi ise
mânâlar âlemidir. Ceberût yani salt mânâlar âlemine ait manevî
sûretler; melekût âleminin soyut varlıkları ile madde âleminde ortaya
çıkarlar.
Bir diğer ifade ile, yani günümüz ilmiyle izah etmek gerekirse;
kozmikaltı bilinç âlemine ait mânâlar, kozmik ışınlar aracılığıyla
madde âleminin maddi sûretleri şeklinde dönüşürler. Bu evrensel
mânâda da böyledir, bireysel yani insanî mânâda da böyledir.
Biraz daha açalım...
Madde bedeninizle ortaya koyduğunuz fiilleriniz vardır ki, bu
boyuta tasavvufta “Efâl Âlemi” ya da “Nâsut” veya “Şehâdet
Âlemi” denilir.
Görme, duyma, hissetme, algılama gibi özelliklerinizin olduğu
boyut ise “Melekût Âlemi” olarak anlatılır.
Cesaret, cömertlik, titizlik, merhamet, hükmedicilik gibi
özelliklerin olduğu boyut ise; benlik duygusu, ilim, irade, kudret gibi
vasıflarla birlikte kişinin “Ceberût Âlemi”ni meydana getirir.
Her mânâ ve özellikten arı bir hâlde sadece “ben varım” bilinci;
kişinin “Lâhut Boyutu”nu teşkil eder. Aynı zamanda bu boyuta
“ZÂT Âlemi” de denilir.

“Allâh’ın ZÂTI hakkında tefekkür etmeyiniz.”

Hükmü, bu tefekkürün imkânsız oluşu dolayısıyla verilmiştir.


Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın, “Allâh’ın Zâtı üzerinde
19
“Gavsiye” Açıklaması
tefekkür etmeyiniz” buyruğu, tefekkürün kaynağının Sıfat
mertebesinden kaynaklanması dolayısıyla, Zât’a erişmesinin imkânsız
olduğuna işaret etmek içindir.
Zira sıfattan meydana gelen şeyin Zât’ı ihâtası imkânsızdır.
Yine bu bölümde çok iyi anlamamız gereken son derece önemli bir
husus daha var. O da şu;
Ayrı ayrı isimlerle anlatılan bu “âlemler”, gerçekte birbirinden
kopuk, belirli sınırları olan, birbirinden bağımsız katmanlar asla
değildirler. Hepsi de herhangi bir kopukluk ya da bağımsız bölümler
hâli söz konusu olmaksızın, birbirinin içi ya da dışı şeklindedir, bizim
şu andaki görme veya algılama kapasitemize göre.
Gerçekte ise, âlemlerin farklılığı, bizim algılama kapasitemizin son
derece sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.
İndî ilâhîde bunların hepsi tek bir âlemdir!
Bu hususu daha değişik bir anlatımla şöyle de açıklayabiliriz;
“Kesret âlemi” denen, çokluk görüntüsünün yer aldığı âlemde,
birbirinden bağımsız görünen sayısız varlık tespit edilmektedir.
Oysa bu sayısız varlık “göz” adını taktığımız sınırlı algılama
kapasitesi olan araç yüzünden bize böyle görünmektedir.
Gerçekte, çok yok, TEK vardır!
İnsan bedenini düşünelim. Trilyonlarca hücreden oluşan bir yapı!
Her organ, diğerlerinden son derece farklı yapıya sahip! Âdeta, farklı
düşünce ve görev sahibi pek çok varlığın bir araya gelerek
oluşturduğu tek bir beden görüntüsü! Ama, varoluş sistemleri aynı.
Aynı özden meydana gelerek oluşmuşlar.
Biraz daha derine inerek konuya yaklaşalım. Gözün algılama
boyutunda milyarlarca tür görülmesine rağmen, bir milyar defa
büyüten elektron mikroskobunun bakışıyla aynı varlıkları
değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki, varlık sayısı yüz küsur
atom türüne inmektedir.
20
Şeriat – Tarikat – Hakikat
Eğer biraz daha derine inersek, evrende bulunan milyarlarca türün
sayısız anlamlar taşıyan, dalga boyları farklı ışınsal yapıdan ibaret
olduğunu göreceğiz.
İşte bu noktada, kesret yani çokluk Tek’liğe dönüşmüş olacaktır.
Pek çok fikir ve hayal sahibi TEK bir şuur gibi!
İşte “Melekût âlemi” diye anlatılan, sayısız mânâlar ihtiva eden
ışınsal kökenli kozmik âlem; “Ceberût âlemi” diye anlatılan da o
sayısız mânâları hâvî TEK bir KOZMİK BİLİNÇTİR!
Bu “Kozmik Bilinç”in tasavvuftaki karşılığı İNSAN-I KÂMİL
veya Hakikat-i Muhammedî, ya da değişik vasıfları itibarıyla Akl-ı
Evvel, Ruh-u Â’zâm’dır!.. Âlemi ise Ceberût’tur!
Ceberût âleminde kesrete yer yoktur!
Burada tek bir bilinç ve bu bilincin kendi özünde bulduğu sayısız
mânâlar söz konusudur!
İşte bu sebeple, kesret âleminde yer alan ikilemlerin hiçbirinin
varlığından ve vücudundan, bu âlemde söz edilemez.
Madde dünyasında, fiiller boyutunda, yapılması gereken
çalışmaları yaptıktan sonra bir kişi, kendisinde meydana gelen
uyanıklık ile konunun derinliklerini araştırma gereğini duyar.
Varlığın aslını, özünü, hakikati, kendisinin ve gördüklerinin neden,
nasıl ve hangi gaye ile meydana geldiğini araştırarak, yukarıda
bahsedildiği üzere tarikat çalışmalarına başlar. Ve böylece melekût
âleminin inceliklerine, sırlarına nüfuz eder.
Melekût âlemine nüfuz eden kişi, burada müşahede etmeye başlar
ki, pek çok varlıktan oluşan bu âlemde fâili hakiki TEK’tir! Her bir
varlık, gerçekte O TEK varlığın isteğine uygun bir şekilde, O’nun
irade ve kudretiyle kaîm ve görev yapmaktadır. Gerçekte o varlıkların,
asla bağımsız birer vücutları yoktur!
İşte bu seyre, tarikat seyri denilir ve nihayeti Ceberût âlemine
varır. Müşahedesinde çokluk kavramı kaybolur, çokluk görüntüsünün

21
“Gavsiye” Açıklaması
ardındaki TEK’in irfanı başlar! Kişi bu durumda, Nefs mertebeleri
diye anlatılan sıralamada üçüncü basamakta yer alan “Mülhime nefs”
seviyesindedir!
Ancak burada çok önemli bir nokta var ki, eğer burayı anlamadan
geçersek, daha ilerideki merhalelerde çok büyük yanılmalar oluşur.
“Mülhime Bahsi” ve “Bilincin Arınışı” isimli söyleşi
kasetlerimizde çok geniş bir şekilde izah ettiğimiz gibi, bu geçiş
basamağı son derece önemli bir yükseliş bölümüdür.
Eğer “Mülhime nefs” mertebesi iyi tanınmazsa, kişi yanlış
değerlendirmesi yüzünden küfre veya gizli şirke çok rahatlıkla
düşebilir!
Kişi kendisini görürken, vehmî benliği ortadan kalkmamışken,
Hakk’ın dışında varlıklar görme hâli devam ederken, “Ben Hakk’ım”
demesi “küfr”ü yani hakikati inkârı, gerçeği örtme hâlini meydana
getirdiği gibi; Tek’lik yanı sıra, çokluk ispatı dolayısıyla gizli şirke
düşme hâlini dahi yaşayabilir.
“Mülhime”, ilham alan anlamınadır. Yani bu düzeye gelen kişi,
kendisinin üstünde olan çeşitli mertebelerden gelen ilhamları almaya
başlar; arınması, nefsini tezkiye etmesi nispetinde... Bu sebeple de
ilhamın geldiği mertebenin özelliğine göre hâller yaşamaya başlar!
Kâh Mutmainne’den ilham alır, kâh Raziye’den, kâh
Mardiye’den! Ve bu ilhamlar onda yaşandığı süreç içinde, o kendini
sanki o mertebeleri yaşıyormuş, o mertebelerin ehliymiş gibi hisseder.
Oysa gerçekte Mülhime nefs durumunun tabii neticelerini
yaşamaktadır!
Buranın en büyük özelliği, kişinin kendisini, zaman zaman bir
vücut sahibi birim olarak görmesine rağmen, zaman zaman da varlığın
TEK’liğini algılama ve hissetme yönünden ÖZÜNDEKİ Hakk’ı
müşahede etmesi; ve bu yüzden de “Ben Hakk’ım” diyebilmesidir.
Şayet tahkik neticesinde kendisinden bu ifade çıkıyorsa, elbette ki
bu hâlinden dolayı suçlanamaz... Mazurdur!

22
Şeriat – Tarikat – Hakikat
Ancak buralardan geçmiş, bu mertebenin inceliklerini iyi bilen bir
aydınlatıcısı var ise ve kendisi de o kişiye gerçekten inanıp teslim
olmuş ise, burada meydana gelecek yanılgılardan ve ayak
kaymalarından kolayca kurtularak bir yukarı mertebeye terakki
edebilir.
Tevhid-i Efâl, Tevhid-i Esmâ, Tevhid-i Sıfat ve Tevhid-i Zât ve
bunların neticesi olarak Fenâ-i Efâl, Fenâ-i Esmâ, Fenâ-i Sıfat ve
Fenâ-i Zât bu makâmda yerini bulur ve neticede “Fenâfillâh” başlar!
Bu seyir tasavvufta bir diğer tanımlama ile iki türlü sıralama
şeklinde anlatılır;
1. Şeriat - Tarikat - Marifet - Hakikat.
2. Şeriat - Tarikat - Hakikat - Marifet.
Bu iki sıralamada dikkat edilirse “Marifet” ile “Hakikat”in yer
değişmesi söz konusudur.
Gerçekte ise bu iki sıralama birbirinden ayrı değildir.
Şöyle ki;
Şeriat - Tarikat - Marifet - Hakikat - Marifeti Billâh!
Hakikatin öncesinde gelen “Marifet”; Mülhime nefsde “ilâhî
ikram” yollu kulda hâsıl olan “Marifeti İlâhî”dir. Özellikle “Rufaî”
sisteminde hâsıl olur ve yaşanır.
Hakikatten sonra, Mardiye nefsde bütün kemâliyle hâsıl olan
“Marifet” ise, “Marifeti Billâh”tır ki, sanki birincisiyle aralarında
sadece bir isim benzerliği vardır... Bu marifetin yeryüzündeki zuhur
mahallinin 7’ler, 4’ler, 3’ler ve “Müferridûn” gibi çok sayılı sınırı
vardır.
Bu konudaki daha detaylı bilgi “NEFS” isimli söyleşi kasetimizde
mevcuttur. Ayrıca “BİLİNCİN ARINIŞI” isimli kitabımızda da
bununla ilgili bilgiyi okuyabilirsiniz.
Evet… Hakikat, Mutmainne nefsde yaşanmaya başlar. Yani,
Ceberût âlemine nüfuz, Mutmainne’den itibaren başlar... Tam kemâli
23
“Gavsiye” Açıklaması
ise Mardiye Nefs mertebesinde yaşanır!
Mardiye başlangıç itibarıyla Sıfat mertebesi, kemâli itibarıyla
Zât mertebesidir. Esasen, yeryüzünde üç-beş kişiye takdir edilmiş
bulunan bu mertebelerden söz etmek, elbette ki pek bize düşmez.
Biz gelelim üzerinde düşünüp anlamamız gereken hususlara…
Ceberût âlemi; Mutmainne Nefs durumunda yaşanmaya başlanıp
Mardiye Nefs’te zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat âlemi”
denilir. Ki bunun da neticesi Lâhut âlemidir.
Lâhut âlemi ise “ZÂT âlemi”dir ki bu âlemin ne olduğunu ancak
yaşayan bilir. Ne anlatabilmek mümkündür, ne de bilgi edinerek
yaşıyabilmek!

24
4

İNSAN

− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Hiçbir şeyde zâhir olmadım, insandaki


zâhir oluşum gibi!

Niye hiçbir şeyde zâhir olmadı “insan”da zâhir oluşu gibi?


Çünkü, her bir varlık, belli sayıda Allâh’ın isimlerinin
mânâlarından meydana gelmiş, sayılı Esmâ terkibidir.
İnsan ise “Câmi” isminin mânâsı itibarıyla tüm isimlerin zuhur
mahalli olabilecek kabiliyet ve istidatta YARATILMIŞTIR!
“İNSAN” kelimesini iki mânâda anlamak gerekir.
1. İnsan-ı Kâmil.
2. İnsan... Bildiğimiz mânâda, her birimiz!
Yukarıdaki beyitte ifade edilen mânâ, öncelikle “İnsan-ı Kâmil”
için geçerli olan husustur.
Bugünkü modern bilim neticesinde oluşan düşünce sisteminin
eriştiği, gerçek olarak “KOZMİK BİLİNÇ” adıyla tanımlanan
25
“Gavsiye” Açıklaması
“Evrensel TEK Şuur”; tasavvuf çalışmalarıyla asırlardır tanınan
“İNSAN-I KÂMİL”den başka bir şey değildir.
Ne var ki, hakikatin modern bilimle deşifre edilmesinden önceki
dönemde, evrensel sırlar ve evrensel gerçek; mecazî-benzetme yollu
tanımlamalar ile anlatılmaya çalışılmış ve bundan da farklı
isimlendirmeler doğmuştur.
İşte tasavvufta “İnsan-ı Kâmil”, modern düşüncede ise “Kozmik
Bilinç” adıyla tanınan Evrensel Öz, Allâh’ın bütün isimlerinin işaret
ettiği mânâların ortaya çıkış mahallinden başka bir şey değildir.
“Allâh” isminin bütün mânâlarının “İnsan”da zuhurundan birinci
mânâ, evrende ilâhî isimlerin zuhurudur.
Evren, varoluş kabiliyet ve istidat itibarıyla; Allâh’ın dilediği,
takdir ettiği bütün mânâları aşikâra çıkartabilecek durumdadır. Daha
önce yaşamışlar, bu durumu; Allâh, ilmine ayna olmak üzere
“İnsan-ı Kâmil”i yaratmıştır; diye tarif etmişlerdir.
Dolayısıyla, İnsan-ı Kâmil, “Allâh”ın tüm isimlerinin bizâtihi
zuhur mahallidir ki, bu yüzden de, onun dışında hiçbir zuhur mahalli
mevcut olamaz.
Bu itibarla, evrende algıladığımız her oluş ve onun taşıdığı anlam,
bir ilâhî ismin ya da isimler bileşiminin ortaya çıkışından başka bir
şey değildir.
Birim insan anlamında değerlendirirsek aynı cümleyi;
Bütün insanlar; tek tek Zât, Sıfat, İsimler ve Fiiller
mertebelerini “Câmi” varlıklardır.
Her insan, zâtı itibarıyla Zât-ı ilâhî’ye, vasıfları itibarıyla Sıfat-ı
ilâhî’ye, özellikleri itibarıyla Esmâ-i ilâhî’ye ve nihayet fiilleri
itibarıyla da Murad-ı ilâhî’ye aynadır.
Kendini ve aslını ve aradaki irtibatı idrak hâli; varlıktaki yani
yeryüzündeki tüm canlılar arasında, sadece insana hastır.
Ve bu yüzden de insan “Yeryüzündeki Halife” olmuştur!
26
İnsan
Şuur ya da yeni ifade şekliyle bilinç, iki yönlüdür;
Âfaka ve enfüse... Yani, dışa ve öze!
Melek ve cin sınıfında âfaka yani dışa, çevreye dönük şuur
olmasına karşılık; öze dönük, hakikatini bilme istikametinde bir şuur
kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan “yeryüzü halifesi”
olmuştur. İnsanların hepsinin, temel yapıları itibarıyla sahip
oldukları bir kemâlât vardır ki o da beyinleridir. Esasen beyin
kabiliyeti olarak bütün insanlar, bütün özellikleri ortaya çıkartabilecek
özelliklere sahiptirler...
Ancak, her biri değişik kozmik tesirlere ya da orijinal ifadesiyle
melekî programlamaya maruz kaldıkları için; ve de farklı bilgi
genetiğine sahip oldukları için birbirlerinden ayrılırlar. Ama buna
rağmen, neticede hepsi de belirli ilâhî isimler bileşimidirler.
Bu konuda geniş izah “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızda
mevcuttur.
Netice olarak diyelim ki; ister İnsan-ı Kâmil, ister birimsel mânâda
insan olsun, hepsi de ilâhî isimlerin zuhur mahalli olarak vücud
sahibidirler; ki dolayısıyla, Allâh onlardan daha câmi mânâda hiçbir
varlıkta zuhur etmemiştir!

27
28
5

İNSANIN SIRRI

Sonra sordum Rabbime, dedim ki:


− Hiç mekânın olur mu?
Dedi ki:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm, ben mekânın mekânıyım! Benim mekânım
olmaz! Ben insanın sırrıyım!

“Ben mekânın mekânıyım” yani mekân diye bildiğin şey, benim


varlığım ile kaîmdir. Dolayısıyla senin mekân diye gördüğün şey; özü,
gerçeği itibarıyla benim!
Senin göz dediğin algılama aracının kapasitesi dolayısıyla, mekân
diye bir şey görüyorsun. Eğer gözündeki perdeden kurtulursan, mekân
diye bir şeyin var olmadığını görürsün. İşte bu sebeple gerçekte
“mekân” diye bir şey yoktur!
“Ben insanın sırrıyım” beyanına gelince...
Burada işaret edilmek istenen anladığımız kadarıyla şudur: “İnsan
29
“Gavsiye” Açıklaması
kelimesiyle tanımlanan varlığın, aslı-özü-hakikati benim!”
Buzdan yapılmış heykeli sudan ayrı bir şeymiş gibi kabul
edebilirsin, ama işin aslına vâkıfsan bilirsin ki, gerçekte var olan,
buzdan heykel değil, sudur.
Bunun gibi, ilâhî isimlerin mazharı olarak var olmuş ve isimlerin
mânâları ile kaîm varlık olan insan, vücud itibarıyla hiçbir zaman
mevcut olmamıştır. Var olan yegâne mevcut Allâh’tır!
Bu anlaşılır ise, görülür ki, insanın sırrı gerçekten Gavs-ı Â’zâm
Abdülkâdir Geylânî tarafından bize nakledildiği üzere, Allâh’tır!

30
6

FAKR HAKKINDA

Sordum tekrar, dedim ki:


− Yâ Rabbi… Hiç içer misin, yer misin?
Dedi ki:
− Yemem, fakîrin yemesidir; içmem de fakîrin içmesidir!

Bu beyanı anlayabilmek için “FAKÎR” kelimesinin anlamını iyi


bilmek gerekir.
“Fakîr”; parası-pulu, malı-mülkü, evi-barkı olmayan anlamında
kullanılmaz tasavvufta…
“FAKR” hâli “yokluk” hâlidir! Fakîr de, “yokluk” hâlini
yaşayan kişidir.
Fakr’ın üç mertebesi vardır;
1. Fakr,
2. Fakrın fakrı,

31
“Gavsiye” Açıklaması
3. Fakrın fakrının fakrı!
“Fakr’ımla iftihar ederim” anlamındaki hadîs-î Rasûlullâh
(aleyhisselâm)’ın burada işaret etmek istediği mânâ, işte yukarıdaki
beyanın da açıklamasıdır... Bu demektir ki;
“Yokluğum ile iftihar ederim!”… Yanlış anlamayalım,
yoksulluğum ile değil! Yani, Allâh’ın varlığı ve vücudu yanında,
benim de bir varlığım ve vücudum var değil... Sadece Allâh var ve
ben, aslım hakikatim itibarıyla, YOKum!
Eğer kişi, beş duyu esaretinden ve şartlanmaların oluşturduğu
kabullerden arınıp, vehminin kabul ettirdiği göresel benlikten
kurtulabilirse, görür ki kendisi yoktur, sadece Allâh vücud sahibidir!
Nitekim, bu yokluğunu idrak etme sadedinde de “fenâfillâh”
deyimi kullanılır. Bunun mânâsı, Allâh’ın varlığı yanında kendi
yokluğunu hissetme ve yaşama hâlidir.
İşte, bu yokluğunu idrak etmiş, yani fakr’e ermiş anlamında
kullanılan, fakîrin yemesi ve içmesi, benzetme yollu Hakk’ın yemesi
ve içmesi olarak tavsif edilmiştir.
Benzetmenin ötesinde, Zât’ı ve benliği itibarıyla elbette ki Allâh,
bu gibi kavramlardan münezzehtir.

32
7

İNSAN ve MELEK

Ve dahi sordum...
− Yâ Rabbî, melâikeyi hangi şeyden halkettin?
Dedi ki Hak Teâlâ:
− İnsanın nûrundan halkettim; ve insanı da nûrumun
zuhurundan halkettim.

Önce şu hususu iyi anlamalıyız;

Yukarıda anlatılan “İNSAN”; birimsel mânâda insan değil, daha


önce tafsilâtlı bir şekilde anlattığımız “İNSAN-I KÂMİL”dir. Yani,
Evrensel İnsan!

Esasen “İnsan-ı Kâmil” ismini İngilizceye çevirenler hep,


“Universal man” diye çevirmişlerdir. Yani Evrensel İnsan!

“İNSAN-I KÂMİL”in ne olduğunu anlatmak üzere yazılmış en


tafsilâtlı ve ehliyetli eser, Abdülkerîm El Ciylî veya Geylâni ismiyle

33
“Gavsiye” Açıklaması
tanınan, Abdülkâdir Geylânî’nin torunlarından olan zâtın kaleme
aldığı “İnsan-ı Kâmil” isimli eserdir.

Bugün Kozmik Bilinç diye ifade edilen “Evrensel İnsan”; esası


itibarıyla, madde bir varlık değildir!

Tasavvufta, İnsan-ı Kâmil’in bir diğer adı da “RUH-U


Â’ZÂM”dır! Yani, tüm boyutlarıyla evrenin kendisinden meydana
geldiği öz cevher!

Hayatiyet vasfı, CANlılık kaynağı oluşu itibarıyla RUH-U


Â’ZÂM…

İlmi itibarıyla, AKL-I EVVEL...

Benliği itibarıyla Hakikat-i Muhammedî ismini alan bu İNSAN,


kâinatın özü, cevheri, ana hammaddesidir.

Kâinatta her ne var ise, hepsi de O’nun cevherinden, O’nun varlığı


ile, O’nun istek ve iradesiyle meydana gelmiştir... Elbette ki O’ndan
meydana gelen her şey de Allâh’ın ilmi, iradesi ve kudretiyle ortaya
çıkmaktadır...

İşte bu sebepledir ki, elbette melâike, “İnsan”ın nûrundan


meydana gelmiştir!

İnsan ise, Rabbin nûrunun zuhurundan meydana gelmiştir. Yani


İnsan-ı Kâmil; Rabbin nûrunun zuhurundan başka bir şey
değildir. Rabbin nûru ise elbette ki kendisinden gayrı bir şey değildir.
Öyle ise İNSAN, Rabbanî zuhurdan meydana gelmiş NÛR’dur!
Ki, evrenin aslı, orijini de gene bu nûrdur! Evrenin boyutlarında var
olan bütün canlılar, melekler de hep bu nûrdan meydana gelmiş
varlıklardır.

Bir diğer izah şekli ile İNSAN; Allâhû Teâlâ’nın kendisindeki


sonsuz - sınırsız mânâları seyretmek üzere meydana getirdiği
isimlerinin terkibi olarak yaratılmış varlıktır!
34
İnsan ve Melek
Ancak fark ve idrak edilmelidir ki, burada yaratılmış olan gerçekte
“insan” ismidir! Bu ismin müsemması ise, Zâtıyla, isim ve vasıfları
ile hep HAK Teâlâ’dır!

İlâhî isimlerin mânâlarının zuhur mahalli olan evren, tüm boyutları


ile Hakk’a ayna olmakta ve onun yüzünde seyredilen hep ilâhî
mânâlar olmaktadır.

Bu sebeple basîreti örten perdeler kalktığında görülür ki, her türlü


şekil ve kayıttan münezzeh varlık, her an, her yerde yalnızca kendisi
olarak mevcuttur!

Netice; İNSAN, Allâh’ın “Nûr”unun zuhurudur!

35
36
8

İNSAN, ESMÂ HÂMİLİDİR!

Ve daha sordum…
− Yâ Rabbi Gavs, hiç seni hâmil bulunur mu?
Dedi:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İNSANI meydana getirdim beni hâmil
olması için... Ve mükevvenâtı da, İNSANI hâmil olması için
meydana getirdim!

“Beni hâmil olması” beyanından murat, elbette ki maddi ya da


fizikî taşıma değil, “varlığında barındıran” anlamındadır.
Ancak unutmayalım ki, bir insan var, bir de ondan ayrı bir
mekânda veya boyutta mevcut tanrı var da; birincisi ikincisini
bünyesinde barındırıyor, değil!
Bir fiilin, o fiilli oluşturan mânâyı hâmil olması gibi bir taşımadır
burada kastedilen mânâ. Yani mânâ, fiilin içinde nasıl mevcut ise,
İNSAN’ın da Rabbini hâmil olması öylecedir.

37
“Gavsiye” Açıklaması
Yoksa, olayı mekân ve madde boyutları içinde anlamak, son
derece ilkel ve yetersiz bir düşünce şeklidir. İnsanın, ilâhî isimlerin
zuhur mahalli olması, yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir, mecazî bir
anlatım ile.
Veya şöyle de bunu ifade edebiliriz;
“İnsanı meydana getirdim beni taşıyan olması için. Yani,
benim vasıflarımla meydana getirdim insanı ki, benim
isimlerimin mânâlarını taşıyıp, onları zâhire çıkartması için.”
Ve tüm boyutlarıyla evreni de insanı taşıması için meydana getirdi!
Günümüzde Kozmik Bilinç diye tanımlanan İNSAN-I KÂMİL’in
tüm özelliklerinin, her an değişik bir şekilde ortaya çıkışıyla, varlığını
devam ettiren kâinat dahi, bu özelliğiyle İNSANI taşıyan olarak
mevcuttur!
İnsan-ı Kâmil’in sahip olduğu özelliklerin ve mânâların kuvveden
fiile dönüş mahalli olan kâinat, bu yönüyle elbette ki, insanı taşımak
üzere meydana getirilmiş olarak tarif edilmiştir.
Bunu daha değişik bir ifade ile şöyle de dile getirebiliriz.
İNSAN’ın sayısız vasıf ve özelliklerinin ortaya çıkması için
meydana getirilmiş yapıdır kâinat.
Sanki, bedenin kendisi kâinattır; özü, ruhu da İNSAN-I
KÂMİL ya da bugünün deyimiyle Kozmik Bilinç!

38
9

İNSAN, TALEP EDİLENDİR!

− Yâ Gavs-ı Â’zâm, ne güzel tâlibim ve ne güzel talep edilendir


insan. Ne güzel rakibtir insan ve ne güzel merkubtur mükevvenât.

“Ne güzel tâlibim”; talep ettiğim şeyi gerçekleştirmek için, her


şeyi meydana getirecek güç-kuvvet, kudrete sahibim. Talep ettiğim
şeyi ele geçirmekten kimse beni alıkoyamaz. Talep ettiğim şey için,
her şeyi oluşturacak ilmim var. En güzel tâlip, talep ettiği şeyi her
istediğini yerine getirmek suretiyle onu mutlu edendir. Dolayısı ile
Allâh, talep ettiği her şeyi elde edecek olan en güzel tâliptir.
“Ve ne güzel talep edilendir insan”; çünkü insan, tâlibin talebine
yol açacak bütün özelliklere ve güzelliklere sahip kılınarak ortaya
çıkartılmış, “ahseni takvim” yani en güzel, en mükemmel bir yapıda
halkedilmiştir.
İnsanın “ahseni takvim” yani en mükemmel yapıda oluşundan
mânâ, onun, bütün ilâhî isimlerin mânâsını izhar edebilecek kabiliyet
ve istidatta halkolmasıdır. Bu yüzden insan, Allâh’ın ilim ve iradesi
istikametinde, her kemâlâtı izhar edebilecek şekilde hazırlanmıştır.
39
“Gavsiye” Açıklaması
“Ve en güzel rakibtir insan”; yani yol arkadaşı, refakat eden
anlamında. Yani buradaki anlam, insanın tüm yaşam boyunca
arkadaşına uyum sağlaması, ona karşı çıkmaması, isteklerini zevkle
yerine getirmesi hâliyle, Rabbine itaat etmesidir.
İşte bu sebepledir ki, insan var olduğu sürece, Rabbinin tüm dilek
ve arzularını yerine getirecek özelliklerle bezenmiş bir arkadaş
hükmünde kulluğunu yerine getirmektedir. Bu onun, ne güzel rakib
diye anılmasına vesile olmaktadır.
“Ve ne güzel merkubtur mükevvenât”; “İnsan”ın özelliklerinin
aşikâr olup seyredildiği kâinat ve içindekiler, ne güzel, ne
mükemmeldir... Elbette burada anılan insan, birimsel anlamda insan
değil, İNSAN-I KÂMİL’dir. Bir bilinç olan İNSAN-I KÂMİL’in
tüm özelliklerinin ortaya çıktığı beden veya mahaldir evren ve
tüm ihtiva ettikleri şeyler.

40
10

İNSANIN HAKİKATİ

− Yâ Gavs-ı Â’zâm, insan sırrımdır ve ben onun sırrıyım! Eğer,


insan indîmdeki menziline ârif olsaydı, derdi ki, bütün nefislerdeki
nefsim; bu anda mülk yoktur benden gayrı!
Yâ Gavs-ı Â’zâm... İnsanın yemesi, içmesi, mekânı, hayatta
duruşu, yayılışı, konuşuşu ve susuşu, yaptığı işi, teveccüh ettiği şey,
gaib olduğu şey BENİM. Sekînesi, muharriki ve müsekkiniyim!

Bu beyanda, kendisine açıklananı bize nakleden Gavs-ı Â’zâm


Abdülkâdir Geylânî, işin bütün hakikatini idraklar önüne seriyor.

“İnsan sırrımdır; ben de onun sırrıyım!”

Önce şu hususu hatırlayalım;

Bu metnin tümünde “İNSAN” kelimesiyle anlatılan mânâ, ilk


evvel “İNSAN-I KÂMİL”dir. Daha sonra şayet akış müsait ise,
birimsel mânâda insan da o kavram içinde yerini alır!

41
“Gavsiye” Açıklaması
İşte bu sebeple “İnsan sırrımdır; ve ben de onun sırrıyım”
beyanını öncelikle “İNSAN-I KÂMİL” içindir diyerek anlamaya
çalışalım.

İnsanın sırrıdır Allâh! Yani, insanın sırrını meydana getiren,


bütün ilâhî isimlerin mânâlarıdır. İnsan ismi, o ilâhî isimlerin mânâ
sûretinin adıdır!

İnsan ismiyle anılan varlık, aslı itibarıyla bir ilâhî isimler


bileşimidir! Ondan çıkan tüm mânâ ve fiiller, varlığını hep bir isimden
veya isim terkibinden alır. Diğer bir deyişle, ilâhî isimlerin terkibinin
mânâ sûretinin adıdır İNSAN!

İşte bu sebepledir ki, insanın sırrıdır!

Gene Allâh’ın sırrıdır insan ve insanın sırrıdır Allâh. Zira,


Allâh’taki ilâhî isimlerle işaret edilen mânâlardır.

“Eğer insan indîmdeki menziline ârif olsaydı…”

Şayet insan, benim onu ne şekilde var ettiğimi bilseydi; kendi


aslını, hakikatini, orijinini, neyle, ne şekilde var olduğunu bilseydi;
kendisinin vücudunun var olmayıp, “yok”tan var edilmiş bir “yok”
olup, varlığını meydana getiren yegâne vücud sahibinin “BEN”
olduğumu, ve kendisinin de benimle kaîm varlık olduğunu idrak
etseydi; o zaman anlardı ki, kendisi yoktur, kendisinin ismi altında
var olan gerçek varlık, Allâh isimlerinin mânâ terkîbidir.

Bu sebeple de…

Yemesi, içmesi, mekânı, hayatta duruşu, yayılışı ve konuşuşu ve


susuşu, yaptığı işi, teveccüh ettiği şey, göremediği ve bilemediği her
şey hep O’dur! Çünkü, kâinatta hangi isim altında her ne mevcut ise,
hepsi de, Allâh isimlerinin işaret ettiği mânâların bir terkip şeklinde
açığa çıkmasından başkaca bir şey değildir!

Kâinat yoktur, sadece Allâh vardır demek; bu algıladığımız kâinat


42
İnsanın Hakikati
yoktur değildir! Kâinat diye, Allâh’tan ayrı, kendi başına vücud ve
varlığı olan bir yapı yoktur, demektir.

Zira her zerrede ve noktada, mahal ve mekân söz konusu


olmaksızın mevcut olan Vâcib-ül Vücud Allâh’tır. Algılanan ise,
O’nun isimlerinin işaret ettiği mânâlardır.

Dolayısıyla, insan var olmayıp, insanda zâhir olan, tüm


mânâlarıyla “Allâh isimleri” olduğuna göre, insan ismi ardından
konuşan “Allâh” olur ki; elbette O da der:

“Bütün nefislerdeki NEFS’im BEN! Mülk benimdir... Ve o


mülk, benim mânâlarımla mevcuttur!”

43
44
11

ALLÂH’IN NEFSİ İLE KAÎM!

Ve bana buyurdu ki Rabbim:


− Yâ Gavs-ı Â’zâm, insanın cismi ve nefsi ve kalbi ve ruhu ve
işitişi ve görüşü ve eli ayağı ve tamamını nefsimle izhar ettim... O
yoktur, ancak BEN varım! Ve BEN de onun gayrı değilim!

Bize önceden izah edilen hususlar, burada daha da açık seçik bir
hâlde bize idrak ettiriliyor.

“İnsanın nefsini, cismini, kalbini, ruhunu, işitişi ve görüşünü,


elini ve ayağını, tamamını NEFS’imle açığa çıkardım”; yani, bu
isimlerin işaret ettiği anlamların tümünün varlığı, benim varlığımla
mevcuttur.

Şimdi bir kere daha tekrar edelim;

İnsanın nefsi, cismi, kalbi, ruhu, işitişi ve görüşü, eli ve ayağı yani
her şeyi hep Hakk’ın NEFS’iyle mevcut ve kaîm…

Peki bu durumda “İnsan” isminin ardındaki varlık kimin oluyor?


45
“Gavsiye” Açıklaması
Bazıları zannediyorlar ki, insanın bedeni kendine aittir de, o
bedenin içindeki ruh, Allâh’a ait!??

Oysa yukarıdaki açıklamada gösteriyor ki, asla böyle bir şey söz
konusu değildir.

“Allâh”, NEFS’iyle NEFS’inden meydana getirmiştir bu sayılan


isimler ile anlatılan özelliklerin hepsini!

Dolayısıyla, “İnsan” isminin ardında, var olan gerçek varlık,


mutlak olarak sadece ve sadece “Allâh”a aittir...

Ancak hemen şunu da belirtelim ki; Allâh, herhangi bir ismin


işaret ettiği varlığın anlamıyla kayıtlanmaktan da mutlak olarak
münezzehtir!

Burada bir de şu hususu belirtelim;

Varlıkta her ne algılıyorsak ve algılanıyorsa, hepsi de Allâh’ın


isimlerinin işaret ettiği mânâların terkibinden meydana gelmiş
olmasına rağmen, dolayısıyla o ismin ardındaki varlık Allâh
olmasına rağmen, Allâh’tan gayrı bir varlığın orada
mevcudiyetinden söz edilememesine rağmen; gene de o varlığa
“ALLÂH” denilemez! Çünkü bu takdirde o varlık ve ihtiva ettiği
mânâ ile Allâh isminin işaret ettiği varlığı, kayıt altına almış
oluruz!

İşte bu sebepledir ki;

Algıladığımız ve algılanan her varlıkta, her zerresinde ve


boyutunda, Allâh’ın varlığı dışında hiçbir şey olmamasına rağmen;
yine de ona asla “Allâh” denilemez ve böyle bir yanlış anlama sonucu
verilecek hükümden Allâh kesinlikle münezzehtir!

Zira “Allâh”, her türlü mânâ ile kayıtlı olarak düşünülmekten berî,
sonsuz - sınırsız AHAD’dır!

46
Allâh’ın Nefsi ile Kaîm
Ve kişi, “Lâ ilâhe illâllâhu Vâhid-ül AHAD” diyemediği, yani
bu cümlenin mânâsını idrak edip yaşayamadığı sürece şirki hafîden
yani gizli şirkten kendini kurtaramaz.

İşte bu mühim sebepledir ki, Allâh, insanın nefsini, bedenini,


ruhunu, kalbini, işitiş ve duyuşunu, elini ve ayağını hep NEFS’iyle
meydana getirmiştir. Ve bu isimlerle anılan şeylerin hepsi de O’nun
NEFS’iyle kaîmdir. NEFS’iyle izhar olmuştur. Dolayısıyla gerçekte
insan diye bir bağımsız varlık mevcut olmayıp, o isim altında Allâh
isimlerinin mânâ terkibi vardır.

47
48
12

“FAKÎR”DE PERDE YOKTUR!

Ve bana dedi ki:


− Yâ Gavs-ı Â’zâm. FAKR ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle
münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki benimle onun
arasında perde yoktur!

FAKR ateşiyle yanan, yani “yok”luğunun idrakı ve hissiyatı


içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!
Çünkü, orada beni bulursun!
Çünkü, o “yok”luğa ermiş kişinin varlığı benimle kaîmdir.
Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür.
Elinde, dilinde beni bulursun!
Ve sakın sanma ki, orada o kişi var da içi yok olmuş, onun içinde
ben varım! Bu muhaldir! Hulûl yani başka bir varlığın içine girme
diye bir şey asla söz konusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın
birleşmesi yani ittihad da değildir bu!

49
“Gavsiye” Açıklaması
Allâh’ın varlığı dışında ikinci bir varlık mevcut değildir ki, onun
içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.
Hilmi diye biri gerçekte hiçbir zaman var olmamıştır! Kendini
“Hilmi” sanması, “Öz”ünden mahrum ve perdeli olmasından ileri
gelir!
Kendini varsanan; karşısındakilerin de var olduğunu sanarak yaşar
ve basîretindeki bu perdeden kurtulamaz ise, ölüm ötesi yaşamda asla
bu perdelilikten kurtulamaz. Perdeli olan suçlar, perdesiz olan ise o
fiilin hakiki fâilini seyrederek, ona dil uzatmaz, gönül koymaz!
İşte “yok”luğa eren fakîr, perdelilikten kurtulmuştur. Allâh’la
arasındaki bütün perdeler kalkmış ve gözünde gören, dilinde söyleyen
hep O olmuştur.
Şayet böyle birini bulursan, hiç durma yaklaş O’na! Çünkü bu
Allâh’a yaklaşmandır!
Bir de sanma ki, O, fakra ermeden evvel vardı da bu yüzden
Allâh’tan ayrı idi! Hâşâ! Gene varlığının tümünde mevcut olan
Allâh’tı!
Ne çare ki, kendini ortaya çıkarmayı murat etmiyordu.
Ne diyor fahri âlem Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi
vesellem;

“FAKR iftiharımdır!”

Yani bu demektir ki; “yok”luğum ile iftihar ederim, zira


varlığımda mevcut olan Allâh’tır! Vehim fitnesinden kurtulmuş,
kendimi Hakk’tan ayrı bir varlık olarak zannetmekten arınmış,
“Öz”ümde var olan Allâh’ı görmüş, böylece “ben”lik belâsından
kurtulmuşum! Emaneti sahibine teslim etmiş, izafî (göresel)
benliğin gerçekte hiçbir zaman var olmamış olduğunu idrak
etmişim ki işte bu iftiharımdır!
Nitekim, bir hadîs-î kudsîde şöyle denmektedir:

50
“Fakîr”de Perde Yoktur!
“Aç kaldım, beni doyurmadın; hasta oldum, beni ziyaret
etmedin!”

Buradaki işaret; sûretin, ismin ardında mevcut olan gerçek ve


mutlak Zât’ınadır!
Çünkü, hor hakir gördüğün, aşağıladığın, suçladığın isimlerin
ardındaki fâili hakiki O’dur ve Esmâ-i ilâhî O’nundur!
Ve sen, bu perdeliliğinden dolayı af dileyip tövbe etmedikçe,
ettiğine pişman olup, gerçeğin hakkını edâ etmedikçe perdelilikten
asla kurtulamaz; bu hâlinle ölüm ötesi yaşama geçersen, ebediyen âmâ
olarak kalırsın!
Evet, Hz. Rasûlullâh’ın burada bahsetmiş olduğu FAKR yani tam
olarak “yok”luğunu hissedip yaşama hâli, ancak kendi vârisi olan, son
derece yüksek mertebeli evliyaullâhtan bir-ikisine nasip olur. Ki bu
zâtlara “Muhammedî Meşreb” denilir.
Bir de “İsevî meşreb” ve “Musevî meşreb” denilen zevât vardır
bu evliyaullâh arasında.
“İsevî meşreb” olanlarda, teşbih hâli müşahedesi ağır basar.
“Zâhir” ismi ilâhîsi müşahedelerinde ağırlıklı olduğu için, gördükleri
her nesnede önce Allâh’ı tespit ederler.
“Musevî meşreb” olanlar ise tenzih ağırlıklı müşahede
hâlindedirler. “Bâtın” ismi var oluşlarında ağırlıklı olduğu için,
Hakk’ı her şeyin bâtınında, özünde müşahede ederler ki, bu “neyi
görsek, özünde Hakk’ı müşahede ederiz” ifadesine yol açar.
Velîlerin hepsi de belli bir kemâlâta erdikten sonra, ya “Musevî
meşreb” ya da “İsevî meşreb” olarak iki meşrebten birinde yerini
alır.
Ancak, İnsan-ı Kâmil, Gavs-ı Zaman olan Gavs-ı Â’zâm, gibi
“Vârisi Muhammedî” olan zevâtı kirâm bu görev öncesinde,
“Muhammedî meşreb” olarak “tenzih” ve “teşbih”i görüşlerinde
cem ederler.

51
“Gavsiye” Açıklaması
Bunların dışında, fakr hâlindekilerin hepsinde de ya tenzih ya da
teşbih ağırlıklı görüş hâkimdir. Ve bunların cümlesi de Hakk’tır!
Fakr tamam olduğunda o mahalde seyredilen, görülen, konuşulan
artık kişi değil, Hakk’tır; Esmâ-i ilâhî’dir!
Bu sebeple fakr hâlinde olduğu idrak edilen birisine rastlanırsa,
ona olabildiğince yakın olmak gerekir, Allâh’ı daha iyi tanıyabilmek
için. Zira belli bir sûreti, şekli, kaydı olmayan Allâh’ı tanıyabilmek,
ancak O’nun bu tür kendini olabildiğince açık ettiği mahaller ile
mümkündür.

52
13

UYANIKLIK

Ve dedi ki bana:
− Yemek yeme ve içme ve uyuma! İNDÎMDEKİ yerinde kalben
ve basîretinle hazır olmadıkça!

“İndîmdeki yerinde” ifadesi kişinin hakikatine yönelmesi ve onun


gereğini yaşaması için çok önemli bir uyarıdır.
Demektir ki bu, hakikatinin gereğini yaşamaksızın yaptığın en
sıradan işler bile, senin için bir eksikliktir!
Bir insanın hiçbir önem vermeden günlük hayatta en doğal olarak
yaptığı işler; yemek, içmek, uyumak gibi bedenî fonksiyonlardır.
Oysa yukarıdaki uyarıda, bunların dahi “uyanıklık” içinde
yapılmasının şart olduğuna işaret edilmektedir.
Her an her yaptığın işte, kendini bir beden, bir birim, bir beşer
olarak kabul etmeyi terk edip, varlığındaki Hakk’ın kuvvet, kudret ve
iradesiyle senden bunların çıktığını müşahede etmek zorundasın!
Eğer, gerçeği gören perdesizlerden olmak istiyorsan!..
53
54
14

SEFERİ BÂTIN

Ve daha dedi ki:


− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Benden, seferi bâtını yapmamakla uzak
olursa bir kişi, onu seferi bâtın ile mübtelâ kılarım!

“Seferi bâtın” tasavvufta “seyri enfüsî” denilen özünün, aslının,


orijininin ne olduğunu bilme çalışmalarıyla, hakikatini tanımaktır.
Eğer bir kişi, kendi “BEN”liğinin hakikatini, aslını araştırma
çalışmaları yapmazsa, bu eksikliği sonucu olarak hiçbir şeyin
hakikatini anlayamaz. Bu yüzden de hep içyüzü aramakla, neden,
niçin, nasılla, bâtınî sebepler arayışıyla ömrünü tamamlar...
Ancak, “seyri enfüsî”yi tamamlayıp, “BEN”liğinin hakikatini
idrak etmiş olanlar, her şey aynı Tek ÖZ’den meydana geldiği için,
tüm varlığı tanırlar ve soruları da biter.

55
56
15

VUSÛL - YAKÎN - RÜ’YET

Ve daha dedi ki:


− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İttihad öyle bir hâldir ki, onu lisan
anlatamaz! Kim ona iman ederse, kabul olur; ve kim reddederse o
hâli küfretmiş olur! Kim vusûlden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade
ederse, Allâh’a şirk koşmuş olur!

“İttihad”; genel anlamıyla, iki ayrı şeyin bir olması şeklinde


kullanılır. Tasavvufta ise, kişinin Rabbiyle “BİR” olması şeklinde
anlaşılır.
Gerçekte ise, “ittihad” iki ayrı varlığın birleşmesi anlamına değil;
ikilik anlayışının ortadan kalkarak “TEK”lik anlayışının yaşanmaya
başlanmasıdır.
Çünkü tasavvuf çalışmaları sonucunda kişi bilir, görür, idrak eder
ve hisseder ki, evvelce sandığı gibi iki ayrı varlık yokmuş, var olan
sadece “Allâh” imiş!
İşte kişide kendi varlığının “yok”tan var olmuş bir “yok” olduğu
57
“Gavsiye” Açıklaması
idrakıyla birlikte, sadece Allâh’ın mevcudiyetini hissetme hâli
“ittihad” diye tanımlanır.
“Kim ona iman ederse, kabul olur” ifadesinde anlatılmak istenen
ise şudur:
“İttihad”ı kabul eden, olayın gerçeğine bu şekilde inandığı için
elbette ki, bu yolda birtakım araştırmalar ve çalışmalar yapacak ve
bunun sonunda da o gerçeğe, takdirinde var ise, erecektir! Yani
böylece kabul olacaktır!
“Kim bunu reddederse, küfretmiş olur” anlatımı ise genel mânâda
“küfür”den söz etmiyor!
Burada “küfür” kelimesi, hakikati inkâr anlamında
kullanılmıştır. Yani, kim ittihadı inkâr etmek suretiyle hakikate giden
yolu kendi kendine kapatırsa, o gerçeği inkâr edenlerden olursa, bu
şekilde küfretmiş olur; böylece de öze ermişlerden olamaz.
Evet, bunlardan sonra bu bölümün en can alıcı beyanına geliyoruz:
“Kim vusûlden sonra ibadeti beşeriyetiyle irade ederse, Allâh’a
şirk koşmuş olur!”
Bu ifadenin işaret ettiği mânâyı çözebilmek, anlayabilmek için
önce birkaç noktayı iyi değerlendirmek gerekir.
Vusûl nedir?..
Yakîn nedir?..
Rü’yet nedir?..
Vusûl; senin ayrı olduğun sevdiğine kavuşman anlamında
kullanılır. Allâh için “vuslat”tan söz edildiğinde ise, bunu daha derin
düşünerek değerlendirmek zorundayız. Zira, Allâh; “Hz.
Muhammed’in açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımızda son derece
detaylı ve çağdaş bir şekilde izah ettiğimiz üzere, ne TANRIDIR, ne
de öteNdedir! Öyle ise, tanrı olmayan, ötende olmayan bir varlıkla
vuslat nasıl olacaktır?
Tasavvuf çalışmaları, kesinlikle bir “iyi ahlâk derneği” çalışmaları
58
Vusûl – Yakîn – Rü’yet
olmayıp; varlığın ve kişinin hakikatini tanıma, özüne erme, vahdete
kavuşma çalışmalarıdır!
Bu sebeple vuslat; her var kabul edilen şeyin özü, aslı, hakikati,
orijini olan Allâh’ı önce bilme; sonra bulma; ve sonunda da Allâh’ın
BÂKÎ oluşunun mânâsının ortaya çıkışıdır!
Daha basit bir ifadeyle vuslat, senin var zannettiğin vehminden
doğan ve beş duyu ile beslenen izafî kişiliğinin “yok”luğunu
müşahede ve idrak ederek; varlıkta BÂKÎ olanın ALLÂH olduğunu
bizâtihi yaşamandır... Böylece sana, “vuslata ermiş” denir.
Bu vuslata erişin ise üç basamağı vardır;
1. İlm-el yakîn,
2. Ayn-el yakîn,
3- Hakk-el yakîn.
Yukarıda yazılı olup, açıklamaya çalıştığımız beyan, esas itibarıyla
Kur’ân-ı Kerîm’deki bir âyet ile bağlantılıdır. Hatta, o âyeti kerîmenin
açıklaması mahiyetinde söylenilmiştir. O âyet şudur:

“Va’bud Rabbeke hatta ye’tiyekel yekıyn” (15.Hicr: 99)


“Sana yakîn gelene kadar, Rabbine ibadet et.”

Bazıları, üzücüdür ki, burada geçen “yakîn” kelimesini “ölüm”


diye anlamış ve dilimize çevirmişlerdir! Ve elbette ki bu yanlış çeviri
düşünen beyinleri gerçek hedeften saptırmış ve çıkmaz yollara
sokmuştur.
Kur’ân, genel olarak “ölüm” anlamında, daima “mevt” kelimesini
kullanmıştır. Burada ise kasıtlı olarak, “mevt” değil “yakîn”
kelimesini kullanmıştır. Çünkü burada anlatılmak istenilen şey
“ölüm” değil, “yakîn” hâlidir.
“Yakîn” nedir?
“Yakîn”; bir hâlin hakikatini, gerçeğini algılama ve gereğini
59
“Gavsiye” Açıklaması
yaşamadır. Dolayısıyla, “ölüm” de “yakîn” ile erilen hâllerden ancak
bir tanesidir.
“Yakîn”, gerçeğe erme olduğuna göre; ölümle de bedensel
yaşamın hakikati olan ruhsal yaşama erilir.
Ama “yakîn”, asla ölüm anlamıyla kayıtlanamaz.
“Yakîn”in üç basamağı vardır demiştik...
İlm-el yakîn; Ayn-el yakîn ve Hakk-el yakîn…
İlm-el yakîn; tasavvuftaki anlamıyla, hakikati bilgi yolu ile
algılamak, idrak etmek anlamındadır.
Ayn-el yakîn ise; hakikati idrak ettikten sonra onu kendinde
hissetmek ve bu istikamette bir müşahede içinde olarak yaşamaktır.
Hakk-el yakîn ise; ilâhî sıfatlarla, ikrâmı ilâhî neticesi tahakkuk
etmektir.
“Yakîn” kelimesini de böylece kısaca izah ettikten sonra gelelim
“RÜ’YET” kelimesinin anlamına.
“Rü’yet” görüş anlamındadır. Rüya dahi, görülen şeyler şeklinde
anlaşılabilir!
Sûret sahibi, şekli olan varlıklar için görüş mânâsında
kullanılabilen “Rü’yet” kelimesi, Allâh için kullanıldığında ise
“İLİM” anlamında anlaşılır.
Nitekim daha ileride geleceğiz... Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir
Geylânî hazretleri, Allâh’ı rü’yet konusunda şöyle der:

“KİM Kİ RÜ’YETİ, İLMİN GAYRI ZANNEDERSE, O


GÜVENİLMEYECEK ZANNA ALDANIP, MAĞRURLARDAN
OLUR.”
“KİM Kİ İLİMDEN SONRA HÂLÂ RÜ’YET İSTERSE, O
PERDELİLERDENDİR.”

Evet, Allâh’ı rü’yet, Allâh ilmiyle donanmış olmaktır... Çünkü


60
Vusûl – Yakîn – Rü’yet
Allâh, madde gözle görülmekten münezzehtir.
Esasen “görüş” denen şey, gerçeği itibarıyla bir konuda ilim
sahibi olmaktır! Çünkü gerçekte beyin, kendisine gelen görüntü
sinyallerini değerlendirerek ilim sahibi olan bir merkezdir. Bu konu
“TEK’İN SEYRİ” isimli kitabımızda detaylı olarak incelenmektedir.
Arzu edenler oradan konuya daha geniş bir biçimde eğilebilirler.
Evet, bütün bunları anladıktan sonra, şimdi aşağıdaki cümlenin
neyi anlatmak istediğini deşifre edelim;
“Vuslattan sonra ibadeti beşeriyetiyle irade edenler”…
Vuslattan sonra, sen, “yok”tan var olmuş bir “yok” olduğunu
idrak ettikten ve var olan yegâne varlığın Allâh’ın Esmâ ve
Sıfatlarının zuhuru olduğunu müşahede ettikten sonra, benlik
varsayımından kurtulursun. Böylece, “yok”tan var olmuş olan sen,
“yok”a döner ve Allâh Bâkî kalır!.. Böylece de vuslat tamam olur.
Bu durumda sen “yok” olunca, “sen”e dönük bütün istek, arzu,
hırs ve ihtiraslar da ortadan kalkar. Ne maddi ne de manevî anlamda.
İşte bu durumda sen ortadan kalktığın için, senden ibadet istek ve
arzusu da oluşmaz!
“Beşeriyetiyle” demek, kendini var kabul eden, tanrının bir kulu
olarak varlığını görmekte devam eden anlamındadır.
Yukarıdaki bitişik anlamı ise; işin hakikatini anladıktan sonra,
benliğinde bir kuvvet, kudret görüp, fâili kendisine mâl eden
şeklindedir.
Yani, fâili hakikinin Allâh olduğunu fark ettiği hâlde; kendinde
güç, kuvvet görüp; olayı, kendi vehmî benliğine bağlamak suretiyle
Allâh’a şirk koşmuştur; velev ki isteği ibadet bile olsa, denilmektedir.
Dolayısıyla kişi, vuslata erene kadar, yani yakîn gelene kadar,
varsandığı vehminden doğan benliğiyle hareket edecek ve ibadet
edecektir.
Peki ya yakîne erdikten sonra, “hakikati” yaşadıktan sonra ne

61
“Gavsiye” Açıklaması
olacaktır? İbadet bitecek midir?
Yakîne erenin ibadeti biter! Ancak, ubûdeti devam eder!
Yakîne erenin ibadetinin bitmesi ne demektir?.. İbadet nasıl biter?..
Sonra ne olur?..
Fiil, kula bağlandığı zaman ibadet adını alır. Fâili hakiki ortaya
çıkıp, kuldan sâdır olan fiillerin Allâh’a ait olduğunda ise ubûdet
denilen yaşam başlar!
Hemen şu âyeti kerîmeyi hatırlayalım:

“…(OKU) ATTIĞINDA SEN ATMADIN, ATAN


ALLÂH’TI!..” (8.Enfâl: 17)

Atma fiili senden çıktı ama sanma ki sen varsın da o atma fiilini
sen meydana getirdin; atma fiilinin hakiki fâili Allâh’tı.

“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH


YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)

İşte bu gerçeği göremeyiş, yani fâili hakikiyi göremeyiş; fiillerin


fâili hakikisi olarak vehmî benliğini kabulleniş, bir yönüyle şirk, diğer
yönüyle de küfürdür!
Fiillerin fâili olarak kendini görüş, Allâh’a karşı kendini bir tanrı
gibi kabullenme sonucunu doğurur ki, bu yönüyle şirke yol açar!
Öte yandan fiili gene kendisinin meydana getirdiğini zannediş, fâili
hakikiyi inkâr sonucunu doğurur ki, bu da kişinin inkârını yani
küfrünü oluşturur.
Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği
“Ben”liğinin “yok” olduğunu, var olan TEK Vücud’un Allâh
olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti
sahibine teslim etmiş olur.
İşte vusûlünün tahakkukundan sonra bir kısım evliyaullâhtan çıkan
ve “şatâhat” denilen bazı sözleri bu ilimle değerlendirmek gerekir.
62
Vusûl – Yakîn – Rü’yet
Hallacı Mansur’un meşhur “ENE’L HAK” sözünü dinleyen
Mevlâna Celâleddin’in; “Ne yani Ene bâtıl mı diyecekti? Elbette
Ene’l Hak der” dediği nakledilir.
Mevlâna Celâleddin bunu nasıl diyor?
Görerek! Yani, rü’yete erdiği, ilme erdiği, hakikate erdiği, gereğini
yaşadığı için Hallacı Mansur ismi altında zâhir olan varlığın HAK
olduğunu biliyor ve dolayısıyla da O’na yakışan elbette böyle
söylemektir diyor!
Diğer bir deyişle, Hallacı Mansur konuşuyor diyen binbir
perdeliler gibi değil; gördüğünün hakikatine ermiş perdesiz
evliyaullâhtan biri olarak böyle konuşuyor!
“Cüppemin altında Allâh’tan gayrı mevcud değildir” diyen
evliyaullâhın önde gelenlerinden Cüneyd-i Bağdadî’nin bu beyanını
dahi, aynı şekilde anlamak ve sözü sahibi hakikisine bağlamak
gerekir. Zira “yok”un haddinden değildir “var”lıktan dem vurmak!
Vuslata ermişlerin yaşamı ise neticede iki hâlden biridir;
Ya, “meczup” olarak kalmak...
Ya da, manevî vazife ile halk içinde, halkın yaşamına uygun bir
tarzda yer almak...
“Meczup” kelimesi genelde halk arasında deli divâne olarak
anlaşılır. Yemesine, içmesine, giyim ve kuşamına, oturup kalkmasına
dikkat etmeyip, edep âdap bilmeyen, kurallara uymayan birine şayet
biraz da dinsel kelâm ediyorsa, hemen “meczup” etiketi
yakıştırılıverir.
Oysa gerçekte “meczup”; Allâh’ın cezbetmiş olduğu kişi
anlamındadır. Allâh’ın cezbetmesi sonucu, O’na yönelmiş, O’nun
varlığı yanında yokluğunu idrak etmiş ve nihayet yok olmuş;
varlığında Allâh’ın Bâkî kaldığı kişidir “Meczup”!

“…ALLÂH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER...” (42.Şûrâ: 13)

63
“Gavsiye” Açıklaması
Âyeti kerîmesi bu gibi “seçilmiş”lerin durumunu açık seçik
vurgular! Hakiki mânâsıyla meczuplar, Allâh’ın kendine seçtikleridir!
Allâh’ın kendine seçmesi ne demektir?
Allâh’ın kendine seçmesinden murat, kişideki perdelilik oluşturan
vehim gücünün tasarrufunun ortadan kalkmasıyla, hakikatini tanıması;
rü’yete ve vuslata ermesidir!
Ancak bu durum, perdeliler, gerçeği görmekten mahrum kalan,
gözünün gördüğü kadar düşünebilenler tarafından asla anlaşılamaz!
Konu buraya kadar gelmişken, akla takılabilecek şu sorunun da
cevabını vermeden geçmeyelim:
“Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikati idrak ettim, artık
bundan sonra ben ibadet etmiyorum! Ne yukarıda bir tanrı var ve ne
de ibadete ihtiyacı olan bir varlığım!” diyerek, bir kişinin ibadetleri
terk etmesi hoş görülebilir mi? Bu hâli yerinde midir? Yaptığı bu iş
doğru mudur?
Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.
Birçokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin
davranışlarını da kabul etmezler. Mesela, derseniz ki; hakikate ermiş
bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendi, İmam
Gazâli, Muhyiddini Arabî, Hacı Bektaş Velî gibi zevâtın hiçbiri de
ibadetlerini terk etmemişlerdir. Hemen buna kılıf takıp; onlar örnek
kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.
Oysa “ibadet” adı verilen bu çalışmalar, Allâh’ın Esmâ ve Sıfatını
izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrak
edemezler.

“…SÜNNETULLÂH’TA ASLA DEĞİŞME BULAMAZSIN!”


(48.Feth: 23)

Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını


karşılamak için yemek-içmek zorunda ise; “RUH” dediğimiz
“Holografik dalga bedenimiz” de enerji ihtiyacını yani “nûr”unu,
64
Vusûl – Yakîn – Rü’yet
ibadet denilen beyin çalışmaları sonucu elde eder. Şayet bu
çalışmaları ihmâl ederseniz, “nûr”unuz, yani ölüm ötesi yaşam
bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de hiç
hoşlanmayacağınız, size azap verecek şartlar içinde hapis kalırsınız.
Bu konuda da geniş bilgi “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda
mevcuttur.
Hakikati yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına
devam ederken, yaşadığı hâlin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar
sonucu, nasıl yiyip içmeye devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip içişi
nasıl hakikati yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin
ihtiyacı için de o ibadetlere devam etmek zorundadır! Aksi takdirde,
hakikati ne kadar bilirse bilsin, o enerji ya da “nûr” eksikliğinin
sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır!
Esasen “hakikat”, şuur boyutunda yaşanan bir şeydir! Her
boyut, kendi varoluş sistem ve kuralına göre yaşanır! Gerçekten
hakikate ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir durum değildir.
Bu sebeple de, eğer bir kişide bu tür eksiklikler görülürse,
genellikle onun henüz tam anlamıyla hakikate ermemiş olduğu, olaya
kulaktan dolma kuru bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür!
Zira, hakikatte, şeriata ters düşen bir durum görülmez!

65
66
16

SAÎD - ŞAKÎ

Ve daha dedi ki:


− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Kim saadet-i ezelî ile saadete kavuşmuş ise,
ne mutlu ona! Bundan sonra mahrum olmaz ebeden!
Kim ki şekavet-i ezelî ile şakî olmuşsa, yazıklar olmuş ona; ve o
ebediyen makbûl olmaz!

Gerek “saîd” oluş ve gerekse “şakî” oluş ezelî bir hükmü ilâhî
sonucudur! Saîd, daha sonra çalışmalarıyla, yaptıklarıyla şakî olmaz;
şakî de yapabileceği tüm çalışmalarına rağmen, sonradan saîd olmaz.
Hüküm, ezelde kesin olarak verilmiştir; bunu sonradan
değiştirebilecek hiçbir güç de mevcut değildir.
Bu konuda Allâh’ın hükmünün kesin olup, kişinin sonradan
yapacağı çalışmalar ile asla değişmeyeceğini; “İNSAN ve
SIRLARI”, “Hz. Muhammed’in açıkladığı ALLÂH” ve “AKIL ve
İMAN” isimli kitaplarımızın “Kader” bahislerinde pek çok hadîs-î
şerîf ile açıklığa kavuşturduk elimizden geldiğince. Arzu edenler
“Kader” konusunun gerçeğini bu kitaplardan inceleyebilirler.
67
“Gavsiye” Açıklaması
“Allâh mahlûkatı bir karanlık içinde yarattı. Üzerlerine
nûrundan saçtı. O nûrdan isâbet alan saadete erdi... O nûrdan
isâbet almayan da şekavette kaldı.”

Anlamındaki bir hadîs-î Rasûlullâh, bize bu konuda ışık tutan çok


önemli bir açıklamadır.
Peki, bu ve benzeri hadîs-î şerîflerde anlatılan olay nedir ve niçin
böyledir?
Kâinatta mevcut olup, algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız
her şey, hep Allâh’ın bir veya birkaç isminin mânâsının ortaya
çıkmasıyla var olmuş şeylerdir.
Allâh, kendisinde mevcut olan bu özellikleri seyr için kâinatı
“yok”tan, kendi isimleriyle, o isimlerin anlamlarıyla var etmiştir.
İşte bu sebeple, ister “saîd”lik denilen hâl olsun, ister “şakî”lik
denilen hâl olsun, her ikisi de belirli Allâh isimlerinin zuhuru
sebebiyledir.
“SAÎD”lik denilen hâl, beynin bir tür antiçekim dalgası üreterek
bunu “nûr” diye bilinen ismiyle holografik dalga bedene yüklemesi,
yani kişinin “RUH”unun bu nûra sahip kılınması hâlidir.
“ŞAKΔlik denilen hâl de, beynin antiçekim dalgasını
üretmeyerek kişinin “RUH”unun yani holografik dalga bedeninin
bu enerjiden mahrum kalmasıdır.
Beynin bu enerjiyi üretmesi veya üretmemesi, ana rahmindeki
120’nci günde almış olduğu kozmik tesire (veya meleğin yazmasına)
bağlıdır!
Ve bu tesiri alıp almaması dahi, o birimin ezelindeki hüküm ve
takdiri ilâhîye bağlıdır!
Şayet, onun “saîd” olması hükmedilmiş ise, tüm yaşamı ona göre
programlanır ve o da programına göre olan işlerle meşgûl olur.
Hemen bu anda şu hadîs-î Rasûlullâh’ı hatırlayalım:

68
Saîd – Şakî
“Herkes ne iş için yaratılmış ise, ona o işler kolaylaştırılır.”

Evet, “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”, aşikâr etmek istediği,


seyr etmeyi dilediği her mânâya uygun bir sûret yaratmış ve
onları belirli fonksiyonları yerine getirmek üzere
programlamıştır. Artık herkes, kendi takdirinin gereklerini
yerine getirecektir.
Ne saîd, şakî olur; ne de şakî, bundan sonra saîd olur!
Bu hususta anlaşılması gereken çok önemli bir nokta şudur...
Allâh’ın indînde, 5 milyar insan şakî olmuş, 300 milyon insan saîd
olmuş, bunların hiçbir önemi yoktur!
İnsan bedeninde üç-beş hücre veya bundan çok daha küçük
boyutlardaki üç-beş bakterinin yeri ne ise; Allâh indînde beş-on
milyar dünyanın da yeri belki odur!
Eğer bu gerçeği iyi idrak edebilirsek, fark ederiz ki, hüküm ve
takdirin değişmesini düşünmek abesle iştigaldir! Yapılacak iş, elden
geldiğince gelecekte içinde olacağımız sistemi anlamak ve o şartlara
göre kendimizi hazırlamaktır!
Şunu iyi anlayalım;
Vücudun aldığı gıdaların posasının üzerinden geçtiği alt
tarafımızdaki hücreler nasıl ki;
“Biz niye dil üzerindeki hücreler olmadık, o her an nice lezzetleri
tadıyor! Hâlbuki bizim üzerimizden o gıdaların posası geçiyor, ki
insanoğlu, pis necis diye o posadan tiksiniyor! Öyle ise bizim
suçumuz neydi ki burada yer aldık?” diyemiyorsa... Her bir birim de
yer aldığı planda görevini isteyerek veya istemeyerek ifa edecektir!
Öyle ise akıllı olan, değirmenlere karşı savaşmaz, akıntıyı arkasına
alarak en gerçekçi bir biçimde, en güzel çalışmalarla, yarın pişmanlık
duymayacağı hedefe ulaşmaya çalışır.

69
70
17

FAKR’IN ASLI

Ve daha dedi ki:


− Fakrı ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım! Kim ona yoldaş
olursa, menziline ulaşır; sahralarda vadilerde dolaşmadan!

“Fakr hâlini ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım” diyor…

Nereye taşıyor?..

Hakikatine!

Bir insanın hakikatine eren yolda eğer yoldaşı “fakr” olursa,


elbette ki o hedefine ulaşır.

Ne zaman ki insan, kendi varlığını; varlığının Hakk’a ait olduğunu;


“insan”ın tüm varlığının sadece ve sadece bir isimden ibaret
olduğunu; o ismin müsemmasının Allâh’ın isim ve sıfatlarıyla kaîm
olduğunu idrak ederse, yakîn ile bilir ki; Allâh’tan gayrı vücud sahibi
mevcut değildir! Bu durumda, sahralarda vadilerde dolaşmadan, yani
sonu gelmez boş hayallerde, vehim ürünü fikirlerle vakit kaybetmeden
71
“Gavsiye” Açıklaması
hedefine ulaşmış olur!

Şayet bir kişi, içinde yaşanılan madde âlemini ve içindekileri


görerek, gerçekten varsanırsa, kendisini varsanırsa, sonra bir gün
herhangi bir şekilde yok olduktan sonra Allâh’ın Bâkî kalacağını
vehmederse, bu tamamen boş bir hayal ve aldanıştır!

Çünkü zaten “madde âlemi”, beş duyunun var gösterdiği bir


âlemdir. Özüne doğru boyutsal bir yolculuğa çıkılırsa, bu algılanan
âlemlerin “yok” olduğu, “yok”tan var olmuş bir hayal olduğu gerçeği
apaçık ortaya çıkar!

İşte böyle olunca, insanın da, bu âlemin içinde yer alan bir fert
olarak gerçekte yok olduğu kolaylıkla görülür.

Ama gerek insanın ve gerekse âlemlerin yokluğuna karşın, ortada


hangi isim ve resimle olursa olsun bir varlık vardır. Her an yeni bir
şan alan, buna karşılık her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir
varlık... İşte O, Hakk’tır!

“Yok”u yok etmek muhaldir!

Yoktan var olmuş şeyler de zaten yok hükmündedir; ve onları da


yok etmeye çalışmak abesle iştigaldir.

Öyle ise biz, “yok” olduğunu idrak ettiğimiz varlıkları “yok


etmeye” uğraşmakla vakit harcıyorsak, yazık ediyoruz kendimize!

Gördüklerimizi yok etmeye uğraşmak yerine, gördüğümüzün


hakikatini idrak etmek, en kestirme yoldur!

Hadis:

“Rabbim bana eşyanın hakikatini göster!”

İşte, şayet Allâh bir kuluna, kendine vâsıl olmayı kolaylaştırmış


ise, demek; o kişinin kendisinin gerçekte var olmadığını idrak edecek

72
Fakr’ın Aslı
istidat ve kabiliyette yaratılmış olması demektir.

Allâh’ın, kendi isimlerinin mânâlarını seyretmeyi dilemesiyle,


kendisinin ve tüm mevcudat diye bildiğinin meydana geldiğini
anladığı zaman kişi, otomatik olarak “FAKR” hâline düşer. Bu fakr
hâli ise tasavvufta fenâfillâh diye bilinen hâldir.

Yokluğa yani “fakr”e erende eğer “Bâkî” olanın yaşamı baş


gösterir ise; gören göz, işiten kulak olarak açığa çıkarsa, yani kısacası
“ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”, Bâkî olduğunu ortaya koyarsa, o
zaman da bu hâle “BakâBillâh” denilir. Evliyaullâhın yüksek
mertebelilerinde zâhir olan bir mertebedir bu.

Seyreden, seyredilen ve seyir hep Allâh’tır!

73
74
18

MUHABBET, PERDEDİR!

− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Muhabbet, seven ile sevilen arasında


perdedir!
Seven, sevilende yok olduğu zaman, yani seven sevilenle var
olduğunda, vusûl hâsıl olur.

Allâh’a karşı olan muhabbet, aşk, sevgi denen hâllerin tamamı;


Cenâb-ı Hakk’ın nûrdan perdelerinden bir perdedir!
Fiiller âlemine ait her şey, görüldüğü sürece nârdan perdeleri;
Esmâ âlemine ait her mânâ da nûrdan perdeleri meydana getirir!
“Muhabbet, bir birimden, diğer bir şeye olur.”
Bu sebeple de, Allâh’a olan muhabbet dahi özünde “ikilik” anlamı
taşıdığı için “şirki hafî” yani gizli şirk ihtiva eder. Ki bu da elbette
perdelilik, yani gerçeği görememe hâlini ortaya koyar.
Bu yüzden, sevgi; sevenle sevilen arasında hicap (perde)dir,
denmiştir.

75
“Gavsiye” Açıklaması
Ne zaman bu perde kalkar?
Sevgi ne kadar artarsa, seven o derece sevilenle ilgilenmeye başlar.
Nihayet sevgi o dereceye ulaşır ki, sevdiğinden başka bir şey
düşünemez olur. Âdeta deli divâne olur!
İşte bu yakıcı duyguların etkisiyle, sevdiğini azami ölçülerde
tanımaya ve bundan sonra da ona ulaşmaya çalışır. Ancak sevilen
Allâh olunca ve O iyi bir şekilde tanınınca, idrak eder ki, varlığının
her zerresinde ve tüm “BEN”liğinde mevcut olan Allâh’tır!
İşte bu tespit ile birlikte artık demeye başlar;
“Ben yokum ancak O var! Ben bir gölgeden, bir hayalden,
vehim ile varsanılan bir zandan ibaretim; gerçekte var olan
sadece Allâh’tır!”
Böylece o kişi ortadan kalkınca, “ikilik” mevhumu ve mefhumu
da ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla perde de!
Bundan sonra yaşanır ki, gören gözdür, işiten kulak; tutan eldir,
yürüyen ayak! Bâkî olan Allâh’tır!

76
19

ÖLÜMÜN ASLI

− Yâ Gavs-ı Â’zâm... İnsan, ölümden sonra ne olacağını bilseydi,


dünya hayatını sürdürmeyi temenni etmez; her an, “beni öldür”
diye yalvarırdı!

Yukarıdaki beyanda geçen, “ölümden sonra” ifadesindeki


“ölüm” kelimesiyle, bildiğimiz fizik ölüme işaret edilmiyor!
Burada bahsedilen “ölüm”, bir hadîs-î şerîfte anlatılan ve
“ölmeden önce ölün” şeklinde günümüze kadar gelmiş olan ölüm
şeklidir.
Bir fizik ölüm vardır, maddi mânâda. Madde bedenin kullanım
dışı kalmasıyla birlikte, bilincin-şuurun ruh bedenle yaşamına devam
etmesi hâlidir.
Bir de manevî ölüm vardır.
“Ölmeden önce öl!” hadîs-î şerîfi bu ölüm türünden bahsettiği
gibi, şu hadîs-î şerîf dahi gene bu ölümden bahseder:

77
“Gavsiye” Açıklaması
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

Eğer insan, “ölmeden” yani fizik bedenini yitirmeden evvel,


benliğinin gerçekte yok oluşunu idrak suretiyle “ölür” ise, bundan
sonraki yaşamı izah etmek mümkün değildir!
Bu sebepledir ki insan, manevî anlamda yani şuur boyutunda
ölmek, daha doğrusu ölümü tatmak suretiyle, uykudan uyanırsa,
yakîne erer! Çokluk kabulünün getirdiği türlü sıkıntı ve azaplar onun
için son bulur. Beşeriyet isminin ardındaki hakiki “VECH”i seyre
başlar.

“…NE YANA DÖNERSEN VECHULLÂH KARŞINDADIR


(Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115)

Âyeti onun için açıklığa kavuşmuş olur!


İşte bu şekilde olacakları bilse insan, elbette her an “beni öldür”
diye yalvarır durur.
Demek oluyor ki, burada bahsedilen “ölüm” fizik mânâda, intihar
anlamında bir ölüm değil; şuur-bilinç boyutunda, varsanılan vehmî
benliğin ortadan kalkması suretiyle uyanıklığı temin edecek olan
manevî ölümü tadıştır!

78
20

“HAYRET” HÂLİ

− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Kıyamet gününde, indîmde mahlûkatın en


sevgilisi; sağır, dilsiz, kör, hayrette olan ve ağlayandır! Kabirde de
bu böyledir!

Tamamıyla mecazî işaretlerden oluşan bir beyan...


“Kıyamet gününde”; her şeyin içyüzünün, gerçeğinin ortaya
çıktığı anda!
“Yevm”, hem “gün” anlamında kullanılır, hem de “an”
anlamında kullanılır. Burada geleceğe dönük belirli bir kıyamet günü
anlaşılabileceği gibi, her şeyin içyüzünün ortaya çıkıp aşikâr olduğu,
hakikatinin anlaşıldığı “an” diye anlamak da mümkündür. Hatta
denilebilir ki, burada esas vurgulanmak istenilen mânâ bu ikincisidir.
“Kıyamet”ten murat olarak “içyüzlerin, gerçeklerin ortaya
çıktığı an” kavramını anlarsak, gerisini de şu şekilde yorumlamamız
son derece kolay olacaktır…
“Halkolmuşların en sevgilisi”; Zât’ımda, Ahadiyet’imde yaşarken
79
“Gavsiye” Açıklaması
kendi sonsuz mânâlarımı seyretmeyi murat ettiğim için, Esmâ
mertebesine tenezzülüm dolayısıyla var kıldığım birimlerin en
sevgilisi yani beni izhar istidadına sahip olanı...
“Sağır”; varlıkların birimselliğinden, izafî benliklerinden,
vehminden doğan benliklerinden yükselen sesleri duymayan...
“Dilsiz”; vehmî, izafî, gerçekte var olmayan benliğinden söz
etmeyen, kesret hâlinde konuşmayan, “yok”un kavgasını yapmayan!
“Hayrette olan”; o güne kadar varsandığı varlıkların gerçekte bir
varlıkları olmadığını görmek suretiyle hayrette kalan…
Burada hemen Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın şu
duasını hatırlayalım:

“Allâh’ım, hayretimi arttır!”

Tasavvufta, Hayret makâmı vardır. Bu makâma gelen kişi,


günbegün perdelerinin kalkmasıyla hayretten hayrete düşer. Çünkü, o
güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında, yanlış bilgiler sonucu,
olmayan şeyleri varsanarak yaşarken; işin hakikatine yönelme sonucu,
eşyanın hakikatini görmeye başlayınca büyük hayretlere düşer.
Hayretin sebebi her şeyin hakikati olan Allâh’ın Esmâsını seyrin
neticesidir.
“Ağlayandır”; öyle gerçekleri müşahede eder ki bu seyir sırasında
elinde olmadan ağlama hâli zuhur eder kişiden…
İşin olabildiğince hakikatini, Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin
bu “Risâle-i Gavsiye” isimli eserine dayanarak açıklama yapmamıza
rağmen, gene de bir yerde durmak mecburiyetinde olduğumuz öyle
gerçekler vardır ki, bunları yazamıyoruz.
İşte bu gerçekleri gören-bilen velî ağlar! Elde olmaksızın ağlar. O
gerçekler ağlatır insanı…

“Eğer, siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok


ağlardınız!”
80
“Hayret” Hâli
Bu hadîs-î Rasûlullâh, işte yukarıda anlatamadığımız gerçeğe
işaret etmektedir. Ki ehli bunu elbette bilir.
“Kabirde de bu böyledir”; ölümü tatmış bulunan birimin
bedeninin, içine defnedildiği toprak çukura kabir dendiği gibi;
ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi “kabir” denilir. Hatta ehli
arasında, hakikati yaşayan kişilere, “kabrini sırtında taşıyan”
denmesi dahi meşhurdur.
Yani bu ifadesiyle; hakikatin yaşanmasının, Dünya’da bir bedenle
yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir. İnsan, bu
dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli
çalışmalar yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde “uyanacak”,
hakikati ve Hakk’ı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar,
kabrini sırtında taşıyarak hakikatin gereğini yaşayacak.
“Sağır, dilsiz, kör, hayrette olan” tanımlamasını tasavvuf
terimiyle şöyle de anlatmak mümkündür;
“Allâh’ı bilenin dili tutulur” hükmünce; gözündeki perdesi
kalkarak, Zât-ı ilâhîyi müşahede eden sağır olur, izafî varlıklardan
yükselen sözleri ve hükümleri işitmez olur; hakikati açıklayamayacağı
için, dili konuşmaz olur, bilir ki hakkında konuşacağı varlık O’dur!
Her an O’nun yeni yeni şanlarını seyretmekten hayrette olur! Ki
Dünya’da da âhirette de böyledir.

81
82
21

SORU BİTER!

− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Beni gören sualden müstağni olur her


hâlinde; görmeyen ise faydalanamaz sualden, o da işin kâliyle
perdelenmiştir!

Ayn-el yakîn hâline geçip, direkt olarak Hakk’ı müşahede eden,


her şeyin hakikatini ve dolayısıyla sırrını çözer. Böyle olunca da
soruları biter. Çünkü bütün soruların gerçek TEK cevabına ermiştir.
Ne, neden, niçin, nasıl, hangi hikmete dayalı olup bitmektedir,
bunların hepsinin de cevabını alır. Çünkü o, ana müsebbibi açık seçik
görmekte, neyin ne sebeple oluştuğu sistemine vâkıf olmaktadır. Buna
karşılık;
Hakk’ı görmekten perdeli olan ise, dalgalı bir denizde kalasa
tutunup da dalgaların arasında bir oraya bir buraya savrulan kimse
gibi, cevabı olmayan sayısız sorular arasında bocalar durur.
“Kâl”, yani laflamakla vakit geçiren kişinin, sistemli ve derin
düşünceyle çözülebilecek gerçeklere ermesi imkânsızdır.

83
84
22

SIRRÎ NEŞ’E

− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Bütün ruhlar raks ederler kalıplarında


kıyamete kadar; “Elestü BiRabbiküm” sözünün mânâsından dolayı,
sonra da derler ki, “Rabbimizi gördük!”…

“Bütün ruhların kalıplarında raks etmesi”nin anlamı; onların her


an kendilerine ulaşan yeni yeni tecellilerin hükmü altında “hakiki”
şekliyle kulluklarını yerine getirmelerinin oluşturduğu sırrî neş’edir!
Onların içinde bulundukları bu hâl, aynı zamanda onların fıtrî
zikirleridir, ki bu duruma şu âyeti kerîme işaret eder:

“…HİÇBİR ŞEY YOK Kİ, O’NUN HAMDI OLARAK,


TESPİH ETMESİN! FAKAT SİZ ONLARIN İŞLEVİNİ
ANLAMIYORSUNUZ!..” (17.İsra’: 44)

İşte bu sebepledir ki, bütün varlıklar, varoluş aslî görevleri


itibarıyla her an kendilerinden dileneni yapmaktadırlar ve bununla da
tespih hâllerini muhafaza etmektedirler; ve bu hâl onların raks edişleri
olmaktadır.
85
“Gavsiye” Açıklaması
Bu işin hakikatine vâkıf olmayan kişilerin, varoluş hikmetlerinden
bîhaber olmaları sebebiyle, onların bu kulluk hâllerini
değerlendiremeyişleri, onların bazı davranışlarına “kötülük” ya da
“ma’siyet” gibi izafî yani göresel değerlendirme ile bakmalarından
meydana gelmektedir.

“Elestü BiRabbiküm” hitabında ise gerçekten çok büyük bir SIR


saklıdır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye tercüme edilip,
anlaşılan bu ifade; gerçekte zâhir olan varlıkların bâtınındaki çok azîm
olan bir sırrı dile getirmektedir.

Bu büyük sır “BiRabbiküm” kelimesinin içinde gizlidir! Buradaki


“B”, “özünü teşkil eden Rabbin değil miyim?” anlamını
taşımaktadır!

Dolayısıyla kişinin, ÖZ’ünden Rabbini müşahede ve tespit


imkânına sahip olduğu müjdelenmektedir.

“Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur!”

Hadîs-î şerîfi dahi işte gerçekte bu âyeti kerîmenin işaret ettiği


azîm sırrı açıklamaktadır.

Ruhların, Rubûbiyet tecellilerine mahal olup, Rubûbiyet


hükümlerinin anlamlarını ortaya koymakla görevli olduklarını
anlatmaktadır.

“…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN


‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden)
TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması) (lafında
kalanlara göre: Hükmüne boyun eğdirmek)... MUHAKKAK Kİ
BENİM RABBİM SIRAT-I MÜSTAKİM ÜZEREDİR.” (11.Hûd:
56)

Rabbin Rubûbiyet tecellilerinin hükmü altındaki bütün


yaratılmışlar, O’nun özlerinden gelen hüküm ve iradesiyle fiiller

86
Sırrî Neş’e
ortaya koymaktadırlar ki, bu hâl de onların mecazî ifadeyle raks
edişleri, bir diğer ifade tarzıyla zikirleri, kulluklarını yerine
getirişleridir. Bu mânâyı sadece insan ve hayvan boyutuyla değil, tüm
evrensel varlıklar olarak anlamak mecburiyetindeyiz...

87
88
23

RÜ’YET, İLİMDİR!

Ve daha dedi ki;


− Yâ Gavs-ı Â’zâm; kim ki ilimden sonra (bir de ayrıca) rü’yet
isterse o mahcubtur (perdelidir). Kim ki rü’yeti ilmin gayrı
zannederse o Rabbi görmekten, güvenilmeyecek zanna aldanıp,
kendini beğenmişlerden, mağrurlardan olur!

Rü’yeti ilmin gayrı, başka bir şey zannediyorsa; hakikat ilmini elde
ettikten sonra ayrıca bir de rü’yet diye bir şey var zannediyorsa, o kişi
hicap altındadır, yani perdelilerdendir!

İlim, ilim bilmektir,


İlim, kendin bilmekti r.
Sen, kendin bilmezsi n;
Bu nice emektir? ..

Beyitleriyle rahmetli Yunus Emre’nin işaret ettiği gibi, gerçek

89
“Gavsiye” Açıklaması
mânâda ilim, kendini, özünün ne olduğunu bilmektir.
Dünya’daki şeylerin neden ne hâlde olduğunu veya neye
dönüşeceğini bilmek, kişiye geçici yararlar sağlar. Kişinin gerçek
menfaati ise, “ÖZ”ünü bilmekte yatar. Bu sebepledir ki, asırlardır
sayısız insan kendini Allâh’ın yoluna vermiş, vuslata ermek için
hadsiz hesapsız şeylerden vazgeçmiştir.

Hangi yoldan olursa olsun, bütün tasavvuf ehlinin hedefi,


Dünya’da yaşarken, hakikati örten perdelerinden kurtulup, vuslata
ermek, hakikatin gereğini hakkıyla Dünya’da bulunduğu süre
içindeyken yaşamaktır.

İşte bu sebepledir ki, bütün tarikatın gerçek gayesini anlamış


kişilerin tek hedefi “rü’yeti ilâhî”dir!

RÜ’YET nedir?

Rü’yetin ne olduğu hakkında daha önce biraz anlattık. Şimdi


rü’yetin ne olduğunu daha etraflı bir biçimde açıklamaya çalışalım.

RÜ’YET, İLİM’dir!

Orijini itibarıyla kâinat, ilimden ibarettir!

Gerçekte, görülen hiçbir şey görüldüğü üzere mevcut olmayıp;


evrensel ilim sûretleri ve bu ilim sûretlerini deşifre eden ilmî
algılayıcılar mevcuttur!

İlmî algılayıcılar dahi ilim kapasitelerini genişlettikleri ölçüde,


“Muhiyt”e yaklaşırlar... Ve sonuçta Bâkî olan TEK İLİM kalır!

Açıklayalım dedik, ama galiba henüz pek bir açıklama olmadı!


Öyle ise biraz daha detaylara girelim...

Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) meşhur hadisinde şöyle diyor:

“İlim Çin’de bile olsa, alınız!”


90
Rü’yet, İlimdir!
Burada bahsedilen “İlim”, “Hakikat ilmi”dir. Çünkü, insanın
bütün geleceği bu ilmi elde etmesine bağlıdır!

İlim, esas itibarıyla ikiye ayrılır. Geçici yarar sağlayan ilim, ebedî
yarar sağlayan ilim.

Mevcut çokluk âlemine dair bütün ilimler, geçici yarar sağlayan


ilimler sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o varlığın yapısı dolayısı ile,
veya varoluş gayesi istikametinde faydalı olacak olan ilimdir.

Hakikat ilmine dair olan ilim ise asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir
konuya bağlanmadan sadece “ilim” kelimesiyle Rasûlullâh’ın
bahsetmiş olduğu “ilim”, hep “Hakikat ilmi”dir ki, bu tüm
mevcudatın özünde saklı olan SIRRI bildiren ilimdir.

Hakikat ilmi, gözle görülecek sûrete ait yani şekli, maddesi olan
bir nesne değildir. Dolayısıyla ister madde gözüyle, ister rüya
şeklinde görülmesi söz konusu olan bir şey değildir HAKİKAT ilmi!

Hakikat ilmi, gözle görülecek, yani rü’yet edilecek bir şey


olmaz ise; O yüce ilmin ZÂTI nasıl görülebilir ki?

İşte bu sebepledir ki, kim baş gözüyle veya rüya şeklinde Allâh’ın
görülebileceğinden söz ederse, bu kişi ilmin özünden mahrum olması
sebebiyle konunun hakikatinden mahrumdur.

Zira “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”, “Hz. Muhammed’in


Açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımızda açıkladığımız üzere, bir
maddi yapı değildir! Dolayısıyla maddeye dayanan beş duyu ile
anlaşılması da mümkün değildir!

Bu sebepledir ki, Allâh isimiyle işaret edilen, sonsuz-sınırsız yüce


varlığın gözle görülmesi mümkün değildir.

Bu arada bazı bilgi sahiplerinin aklına takılabilecek şu soru


olabilir;

91
“Gavsiye” Açıklaması
Gerek Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) ve gerekse evliyaullâhın
önde gelenlerinden bazı zevâtın rüyalarında, Allâh’ı bir insan
sûretinde gördüklerine dair nakiller mevcuttur. Bunlar elbette ki yalan
değildir. Ancak rüyanın ne olduğunu iyi bilmek gerekir.

Rüyalar; çeşitli mânâların, o mânâlara uygun sûretlere bürünerek


bize görünmesi hâlidir.

Esas itibarıyla, her şey yani her görüntü, Allâhû Teâlâ’nın çeşitli
isimlerinin mânâlarının bir sûrete bürünmüş hâlidir. Hatta daha
gerçeğiyle, biz o mânâları, beynimizdeki özel algılama sistemi ile,
görüntüler, sûretler şeklinde algılarız.

Evet, konunun en can alıcı noktası burasıdır.

Gerçekte, evrende mevcut her şey, bizim bir altımızdaki boyutta,


dalga yani ışınsal yapı hâlindedir.

Nasıl televizyon dalgaları dediğimiz şey gerçekte, bir tür belirli


frekanstaki dalgalardır ama bünyesinde ses ve görüntü
barındırmaktadır. Televizyon kendisinin özel yapısı dolayısıyla, bu
dalgaların taşıdığı mânâları, ekranda bir görüntü şeklinde göstermekte
ve böylece o görüntüler bizim tarafımızdan algılanmaktadır.

Aynı şekilde, evrende mevcut, her biri de belirli anlam taşıyan


dalgaların bir kısmı gözbebeğimizin algılama sınırları içinde kaldığı
için beynimize transfer edilmekte ve böylece de bunlar beyinde
deşifre edilerek sanki görüntüsel varlıklarmış gibi tarafımızdan
algılanmaktadır.

Yani bize, beyin özelliğimiz dolayısı ile varmış gibi gelen


görüntüler, aslında ilmî şifrelerdir.

İş böyle olunca, anlaşılmaktadır ki, gerçekte her şey bir ilimdir ve


bütün ilimlerin özü, aslı, orijini, hakikati de “ALLÂH İLMİ”DİR!

“ALLÂH Adıyla İşaret Edilen” ise, “Aliym” isminin işaret ettiği


92
Rü’yet, İlimdir!
üzere, ilim sahibidir. Hayattan sonra gelen, ikinci Zâtî sıfatı itibarıyla
İLİM sahibidir. Ve nihayet ZÂTÎ İLİMDİR!

Varlığı, madde ve şekilden münezzeh olanın ise elbette ki rü’yeti


muhaldir. Ama RÜ’YET de haktır!

Evet, işte bu söz konusu olan RÜ’YET de İLİM’dir, ki


Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bize burada bu gerçeği idrak
ettirmeye çalışıyor.

“Kim ki rü’yeti ilmin gayrı zannederse” yani, kişi gerçekten


madde veya şekil olarak görülecek bir Rabbi olduğunu zannetmekte
ise, o kişi farkında olmadan hayalinde var olan bir tanrı mevhumuna
tapmaktadır. Allâh bu tür zanlardan münezzehtir!

Cüzler âleminden, birimler âleminden söz ediyorsak, bunun


muhatabı Akl-ı cüzdür. Bu aynı zamanda, vehmin hükmü altında
olan akıl, demektir!

Akl-ı küll ise melekût âleminde mevcut olan akıldır. Bu aklın


has sûreti ise Cebrâil ismiyle, melek vasfıyla bilinen varlıktır.

Akl-ı küll, sûretli olarak, özünden, Rabbinden gelen ilim ile


Cebrâil (aleyhisselâm); Nebilere, Rasûllere ve evliyayı kümmeline
ilim transferi yapar!

Çokluk (kesret) âlemindeki en geniş kapsamlı ilim, Akl-ı Küll’ün


ilmidir.

Vâhidiyet mertebesinde “Tek”lik âleminde geçerli ilim ise, Akl-ı


Evvel’in ilmidir. İlim sıfatından kaynaklanan bu ilim, Esmâ’nın
mânâlarını ihtiva eder. Bir diğer ifade şekliyle, “TEK”in sahip
olduğu özelliklere olan ilmidir de denilebilir.

“Akl-ı Evvel” ismiyle, “Hakikat-i Muhammedî” denilen


varlığın ilmine işaret edilir. Bu yüce varlığın “canı” ise “RUH-U
Â’ZÂM” ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan bütün ruhlar, bu Tek
93
“Gavsiye” Açıklaması
Ruh’tan meydana gelmiştir cüzlere ayrılma söz konusu olmadan.

Bu sebeple de hiçbir zaman, bu işin hakikatini bilenler tarafından


“ruh-u cüzi” diye bir tanımlama kullanılmamıştır. Zira “ruh-u cüzi”
diye bir şeyden bahsolamaz. Ruh-u Â’zâm tecezzî kabul etmez!

Hayat sıfatı yönünden Ruh-u Â’zâm, İlim sıfatı yönünden Akl-ı


Evvel ve İrade sıfatı yönünden “MÜRİYD” olan Hakikat-i
Muhammedî’nin âlemi de Ceberût’tur!

Bir diğer tanımlama ile, Hakikat-i Muhammedî’nin bâtını


Lâhut, zâhiri ise Ceberûttur ki, her hâlükârda bu mertebede
çokluktan bahis açılması mümkün değildir. Sırf ilim mertebesidir bu
mertebe!

Kısacası, “Hakikat”; Hakk-el yakîn yaşanacak bir mevzudur.


Birimin zâhir gözüyle ötede bir yerde göreceği bir şey değildir!

94
24

“FAKÎR”DE DİLEYEN, O’DUR!

Ve dedi ki bana:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Benim indîmde fakîr, hiçbir şeyi olmayan
değildir! Belki fakîrler onlardır ki, emirleri her şeyde geçer! Bir
şeye “OL” derler ise, o şey olur!

Halkın genelde anladığı mânâda fakir; malı, mülkü, parası pulu,


evi barkı, eşyası olmayan kişidir.
Oysa yukarıdaki açıklamada, “fakîr” kelimesiyle kastedilen
gerçek mânânın bu olmadığı vurgulanmaktadır.
“FAKR” hâliyle hâllenmiş kişi anlamında “fakîr” kelimesinin
kullanılması gerekliliğine işaret eden bu açıklama, aynı zamanda
“FAKR” hâlini yaşamakta olanın çok önemli bir vasfına işaret
çekmektedir:
“Emirleri her şeyde geçer. Bir şeye ‘Ol’ derlerse, o şey olur!”
Bu husus, gerçekten son derece önemli ve bir o kadar da iyi
anlaşılması gerekli bir husustur.
95
“Gavsiye” Açıklaması
“BİR ŞEYİ İRADE ETTİĞİNDE, O’NUN HÜKMÜ, ONA
‘KÜN = OL!’DAN (olmasını istemesinden) İBARETTİR!.. (O şey
kolaylıkla) OLUR.” (36.Yâsiyn: 82)

Dileme ve “OL” hükmünü verme, burada “fakîr”e izafe


edilmektedir.
Diğer bir ifade şekliyle, “fakîr”in dilemesi ve “OL” hükmünü
vermesi, Hak tarafından kendi nefsine bağlanmaktadır.
Gerçek şudur ki;
Dileyen ve “OL” hükmü ile istediği şeyi olduran TEK’tir!
Öz’den bakan için, dileyen ve hükmü yerine gelen Allâh’tır!
Kesretten vehim hükmü altında bakan için ise, dileyen ve “OL”
hükmü veren gene Allâh’tır; ancak bu durum izafeten ve ikramen
kuldan izhar olmaktadır.

“Bir kul yararlı çalışmalar ile bana yakîn elde eder. Artık ben
o kulumun görür gözü, işitir kulağı, söyleyen dili, tutan eli
yürüyen ayağı olurum.”

Şeklindeki hadîs-î kudsî çok meşhurdur. Burada anlatılmak istenen


mânânın bir açıklaması gibidir, Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir
Geylânî’nin bu beyanı.
Bir kul, yararlı çalışmalar ile kendi varlığının var olmayışını idrak
ederek, Allâh yanında vehmî benliğinin “yok”luğunu yaşadığı zaman,
artık ondan ikram yollu Hakkanî sıfatlar zâhir olmaya başlar.
Hakkanî sıfatla görür, Hakkanî sıfatla işitir ve Hakkanî sıfatla
söyler. “Ol” der ve o şey de olur! Elbette, Hakk’ın emri nasıl olur da
yerine gelmez?
Demek ki, “fakîr”den zâhir olan Hakk’tır ve elbette ki onun emri
de yerine gelen bir emirdir.

96
25

CENNET ve CEHENNEMLİKLERE
ZUHURU

Ve dedi ki bana…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Cennettekilere, zuhurumdan sonra ne ülfet
vardır, ne de (daha büyük bir) nimet; ateştekilere zuhurumdan sonra
ne vahşet vardır ne de hurkat (bilmezlik).

Allâh’ın çok uzun zaman içinde istidatları nispetinde cennet ehline


kendini bildirmesi söz konusudur. Cennet nimeti dahi bununla tamam
olur. Esasen bu öyle bir nimettir ki, bundan daha büyüğü hayal bile
edilemez.
“Cennet” ismiyle tarif edilen ortamda yaşayan kişi, o ortamın
şartlarına ve yapısal özelliklerine göre, hayal edebildiği her şeye
kavuşacaktır. Öyle ki, isteyip de gerçekleşmeyen hiçbir arzusu
olmayacaktır.
İşte, bu kadar nimet içinde olmasına rağmen, Hakk’ın kendisine
zuhuru öylesine bir biçimde, içinde bulunduğu yaşamı
97
“Gavsiye” Açıklaması
değerlendirmesine yol açacaktır ki, bunu şu anda, bu Dünya’da izah
edebilmek mümkün değildir.
Nitekim bir hadîs-î şerîfte bu nimet hakkında şöyle denilmektedir:

“Allâh cennette mümin kulları için öyle bir nimet hazırlamıştır


ki, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir dil söylememiş ve hiç kimse onu
hayal etmemiştir.”

Bu cennette en son verilecek olan o nimettir ki, nasıl bir şey


olduğunu hakkıyla bilebilmek mümkün olamaz.
Diğer taraftan “Cehennem” ismiyle işaret edilen insana azap
verici ortamda, çeşitli sıkıntılar içinde bulunan insana da öyle bir
şekilde bu gerçek açık olacaktır ki, bundan daha azap verici hiçbir şey
olamaz. Bu gerçeğin açık olması cehennemdekiler için en büyük azap
kaynağı olacaktır.
Cehennemdekilere Hakk’ın zâhir olması niçin en büyük azabı
verecektir? Son derece basit... Cehennemdekilerin özünden gelen bir
biçimde hakikatlerinin HAK olduğu hissedilecektir. Bu hissedişten
sonra Hak olarak var olmanın getireceği özellikleri de idrak
edeceklerdir.
Bu hissedişten ve özlerinde buluştan sonra, bu hâlin gereğini
yaşama imkânını yitireceklerdir. İşte bu yitiriş, onlar için en büyük
azap kaynağı olacaktır.
Bu zuhurdan sonra cehennemdekiler için bilgisizlik hâli ortadan
kalkacak, umutlar tümüyle sönecek ve içinde bulundukları ortama
boyun eğmekten başkaca yapacakları bir şey kalmayacaktır.

98
26

KERİYM, RAHIYM

− Yâ Gavs-ı Â’zâm... Her keriymden Keriym’im, her rahıymden


Rahıym’im.

Zâhirde görülen çeşitli varlıklardan ortaya çıkan bütün kerem ve


merhamet hâllerinin gerçek oluşturucusuyum, anlamı vardır bu
ifadede.
Çeşitli birimlerden kerem eseri olarak ikramlar görülebilir; ve gene
çeşitli birimlerden rahmet yollu merhamet eserleri görülebilir.
İşte o rahmet ve keremin gerçek kaynağı olarak hakiki Keriym ve
Rahıym olan Ben’im; demektedir Cenâb-ı Hak!
Ayrıca, herhangi bir zuhur mahallindeki kerem ve rahmet ne
ölçüdedir; o zuhur mahalli gibi sonsuz sayıda zuhur mahallinde
sürekli olarak kerem ve rahmet izhar eden yüce Zât nerededir?
İşte bu yüzdendir ki, her zâhir olan kerem ve rahmetin ardında
gerçek Keriym ve Rahıym olan Allâh mevcuttur.

99
100
27

UYUMA Kİ GÖRESİN!

− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İndîmde avam gibi uyuma, beni görürsün!


Sordum, dedim ki:
− Yâ Rabbi, indînde nasıl uyuyayım?
− Cismin lezzetinden sıyrılarak; nefsin şehevâtından arınarak;
ruhun anlık kaymasından kurtularak; ve zâtınla fenâ bularak uyu!

Öncelikle şunu anlayalım;


Burada bahsedilen bir yatağa girip veya bir halının üstüne kıvrılıp
da orada uyumak değildir!
“Uyku” hâliyle bahsedilen husus, burada, “İnsanlar uykudadır”
hadîs-î şerîfinde bahsedilen mânâdaki bir uykudur! Yani, bedensel
mânâda “uyku” değil; şuursal mânâda “uyku”dan söz edilmektedir
bu beyanda!
Neydi bu “uyku” hâli?
Eğer bir kişi, kendini sadece bu et-kemik beden olarak varsanıyor,
101
“Gavsiye” Açıklaması
âlemi de beş duyuyla algıladıklarından ibaret olarak kabulleniyor ise;
kendisinin, beden ve ruhun ötesinde “şuur”dan ibaret bir bilinç varlık
olduğundan haberdar bile değilse, o kişi hiç uyumadan daima ayakta
dolaşsa dahi “uyku” hâlindedir ve tüm algıladıkları da rüya
hükmündedir. “Ölmedikçe” de uyanamaz!
“İndîmde avam gibi uyuma! Ki hakikati göresin!”
Uykuda olan, kendi hayalindeki dünyasının görüntüleriyle yani
rüyalarla ömrünü tüketir gider.
Uykudan uyanmak için ilk yapılması gereken şey, düşünce
dünyanı beş duyu kaydından kurtarmaktır.
Gördüğün kadar düşünmek yerine; düşünebildiğin kadarını
görebilmektir amaç!
Hayvanat; gördükleri kadar yaşar, ötesini düşünemez. İnsan ise,
gözünün gördüklerinin ardına düşünerek erebilir.
Öyle ise; “Ben neyim, nasıl varım? Var olan her şeyin ardındaki
güç nedir?” gibi sorularla düşünmeye başlamalı ve daha da derinliğine
girerek, bütün varlığın aslı ve orijinini tanımaya çalışmalıdır.
“Avam gibi uyuma!”; çünkü sana uyanık olmak yakışır. Ne kadar
uyanık olursan ol, bir bedene bağlı olarak bu Dünya’da yaşamak
zorunda olduğun sürece, son derece hafif de olsa, sende bir uyku hâli
olacaktır. Ama bu hâl, avamın uykusu değildir işte!
“Peki nasıl uyuyayım?..”
“Cismin lezzetinden sıyrılarak...”
Kendini bir beden kabul etmekten dolayı, cismanî, maddi lezzetler
peşinde koşarak, bu tür lezzetlerin esiri olarak, yarın Dünya’da bırakıp
gideceğin şeylere âdeta taparak değil! Para-pul, seks, giyim-kuşam,
ev-eşya, vasıta peşinde koşarak, daima daha iyisini elde etmek için
ömrünü harcayarak değil!
“Nefsin şehevâtından arınarak...”
“Nefs”, “ben”liktir! Benliğin arzularından arınarak...
102
Uyuma ki Göresin!
Nedir “ben”liğin arzuları?..
Makâm, mertebe, şan, şöhret, isim, ünvan, sayılmak, sevilmek,
hürmet görmek, değer verilmek, methedilmek!
İşte bunların hepsi, “ben”liğin arzularıdır. Yani nefsin!
Genelde tasavvufla derinliğine ilgisi olmayanlar tarafından nefs ile
tabiat birbirine karıştırılır. Oysa nefs ayrıdır, tabiat ayrıdır.
Cismin lezzetinden diye başlayan bölümde, tabii özelliklerden yani
kişinin tabiatından bahsolundu. Bu bölümde ise “nefs”in isteklerinden
bahsoluyor.
Madde ile ilgili istek, arzu ve zevkler tabiat ile alâkalıdır; manevî
istek, arzu ve zevkler ise nefs ile alâkalıdır.
Bir kişi, ben şöyle yemeyi, şöyle yatmayı, şöyle seks yapmayı
seviyorum dediği zaman, bunlar hep tabiatının sonucu oluşan
şeylerdir.
Kişinin tabiatına uygun olan şeyler, ona hoş, güzel gelir; tabiatına
yani bedensel terkibine uygun olmayan şeyler de tatsız, lezzetsiz,
zevksiz gelir. Bütün bunların direkt olarak “nefs” ile alâkası yoktur.
Buna karşılık, “Nefs” kelimesiyle anlatılan şey, tam Türkçe
karşılığı ile kişideki “Ben” duygusudur!
İçki, sigara ve bu türden kişinin terk edemediği şeylerin hepsi de,
nefsin değil tabiatın bağlı olduğu şeylerdir.
Nefsin bağımlı olduğu şeyler ise en başta “hükmetme - yönetme”
duygusudur. “Hayır, ille de BENİM dediğim olacak” gibi cümleler
hep nefisten kaynaklanır ve nefsin kuvvet derecesine işaret eder.
Nefsin şehevâtından yani arzularından sıyrılabilmek için iki yol
vardır:
1. Nefsin isteklerine olabildiğince karşı çıkarak, uzun vâdede
nefsin bu isteklerini köreltmek.
2. Nefsin hakikatini idrak etmek suretiyle, izafî ve vehmî (var
103
“Gavsiye” Açıklaması
kabul edilen) nefsin isteklerini kâle almaz hâle gelmek!
Kişi, normal şartlar ve çevrenin şartlandırması sonucu, kendisini
bu beden ve bedene bağımlı ruh ve dahi bu bedenle kaîm varlık kabul
ettiği için, tabiidir ki birimsel tatmin için yaşar. İşte bu yaşayış da en
başta nefsin ve tabiatın istekleri doğrultusunda olur.
Hakikate ermek isteyen birim, eğer en başta kendisini bu yanlış
bilgilenmeden kurtaramazsa, kendini bir birim olarak kabule devam
ederse, yolu hayli çetrefil demektir.
Bu sebeple en kestirme yol, önce “nefs”in hakikatini anlayıp
idrak etmek; sonra da artık gerçekte var olmayan fakat kişinin
programı gereği var kabul edilen izafî (göresel) nefsi kontrol altına
almak gerekir.
“Ruhun anlık kaymasından sıyrılarak…”
Vehminin varsandırdığı mevhum varlıkları görme hâline
düşmekten, birimler müşahedesinden sıyrılarak…
Birinci basamakta, tabiatın isteklerinden kurtulmak;
İkinci basamakta, nefsin isteklerinden kurtulmak;
Üçüncü basamakta Ruhun (şuurun) yanlış tespitlere kaymasından
kurtulmaktan söz ediliyor.
Beynin istidat ve kabiliyetine göre ortaya çıkan şuur, bilinç, beyin
tarafından tüm özellikleriyle aynı anda ruha yüklenir ve bu şuur
sonsuza dek yaşamına çeşitli devreler geçirerek devam eder.
Bu sebepledir ki; burada şuur, ruha izafe edilmiştir.
Şuurun kayması, ruhun kayması tâbirleri ile anlatılmaya çalışılan
hâle, Mevlâna Celâleddin de “gözün şaşılığı” deyimiyle işaret eder
ki, bütün bunlardan idrak ettirilmek istenilen mânâ hep aynıdır. Kesret
müşahedesinden kurtulmak. Çokluk kabulünü terk!
Eli, ayağı, başı, kulağı, gözü, ayrı ayrı müstakil canlılar olarak
görme hâlinden kurtulup; tümünün içinde aynı tek kan, tek can, tek
irade hükmünü icra etmektedir, diyebilmek.
104
Uyuma ki Göresin!
Bir birimde, insan var, hayvan var, cin var, melek var bunların her
biri de kendi başlarına diledikleri gibi yaşıyorlar; kâinat başıboş
bırakılmış hadsiz hesapsız canlıyla dolu gibi bir görüş; tamamıyla o
kişinin, varlıkların hakikatine, aslına, orijinine nüfuz edememekten
doğan çokluk görüşüdür.
Ruhun yani şuurun kaymamış hâlinde iken ise;
Çeşitli uzantı ve özellikleriyle tek bir bedenin var olduğunu ve bu
bedenin tümüyle tek bir şuur ve iradenin hükmü altında olduğunu
anlayabiliyorsak; aynı şekilde tüm Dünya’nın, Güneş Sisteminin,
Galaksinin, milyarca galaksiden oluştuğunu düşündüğümüz Evrenin
ve tüm boyutlarıyla ve bu boyutlara ait varlıklarıyla Kâinatın gerçekte
tek bir beden ve yapı olduğunu; bu yapıda TEK bir ŞUUR, TEK bir
İRADE, TEK bir KUDRET’in hüküm sürmekte olduğunu müşahede
ederiz.
“Ve zâtınla fenâ bularak uyu!”
Bu üç basamaktaki arınmayı gerçekleştirdikten sonra da, “Zâtınla
fenâ bularak” yaşamına devam et!
Bu beyanın en can alıcı noktası bu cümlecik!
“Zâtınla fenâ bulmak” ne demek?
“Zâtım” dediğin “öz”ünün gerçekte var olmadığını; “öz”ünün
Hakk’a ait olduğunu, O’nun varlığıyla mevcut ve kaîm olduğunu;
hakikatinin sadece ve sadece “O” olduğunu idrak et! Ki böylece izafî
ve vehmî benliğinin asla varlık kokusu almadığını anlamış olasın.
Böylece de “yok”tan var olmuş “ben”liğin, zâtın tekrar “yok”
olsun! Ve neticede Bâkî olan VECHULLÂH hükmü aşikâr olsun.

“Arzda (bedensel yaşamdaki benliklerin) kim varsa hepsi fânidir


(her bedendeki nefs - bilinç ölümü tadar). Zül’Celâli vel’İkrâm
Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan!” (55.Rahmân: 26-
27)

Ki ehli için her an bu böyledir... Ve bu seyir ebeden devam eder.


105
106
28

ARŞ NEDİR? FAKRIN KEMÂLİ

Ve dedi ki…
− Yâ Gavs-ı Â’zâm…
− Lebbeyke yâ Rabbel Arşil Aziym?..
Dedi…
− De ki: Rabbel Keriym ve Rahıym…
Yâ Gavs-ı Â’zâm... Ashabından kim sohbetimi isterse, ona
FAKRI; sonra FAKRIN FAKRINI; ve sonra da FAKRIN
FAKRININ FAKRINI tavsiye ederim... Böylece, FAKR hâlinde
onlarda BEN’den başkası kalmaz!

Evvela, “Rabbel Arşil Aziym” tanımlaması üzerinde duralım…


Arş üzerinde hükmünü yürüten Rab!
“Arş” dendiği zaman, genelde göklerin ötesinde, gökleri ve
dünyaları kapsamına alan bir kat düşünülür. Sanki ötelerde bir yerde
bir yüce kat var, o bu dünyaları kuşatmış, Rab de onun üstüne oturmuş
107
“Gavsiye” Açıklaması
aşağıdakileri oradan gözlüyor ve yönetiyor!!!
“Kürsî” ismiyle işaret edilen yapı, “Galaksi”dir!
“Arş” ise, Melekût ile Ceberût âlemi arasındaki hayalî sınırdır!
“Efâl âlemi” diye bilinen fiiller âlemi yani kesret âlemi; tümüyle
“Melekût” diye bahsedilen âlemdir. Bunun bir üst ya da alt boyutu
olarak tanımlayacağımız, “Esmâ âlemi” yani Allâh’ın isimleri
boyutu ise, sırf mânâdan ibarettir; ki bunda kesret yani çokluk
kavramı mevcut değildir.
“Rab, arşın üzerindedir” ya da “Rahmân, arşın üstündedir”
gibi tanımlamalarla hep, melekût âleminin içine giren her şeyin ilâhî
isimlerin tasarrufu ile mevcudiyet ve devamlarına işaret edilir!
Yalnız burada bir önemli husus daha vardır ki, onun da çok iyi
anlaşılması gerekir.
Arş, mekânsal değil, boyutsaldır!
Yani belirli bir mekânda ve mesafede değil; her birimin,
birimiyetinden özüne doğru gidişte yer alan bir boyuttadır ARŞ!..
Yani boyutsal derinliktedir Arş, mekânsal değil!
“Rahmân ve Rabbin arş üzerinde yer alması” demek; o varlığın
Zâtî vasıflarla ve Esmâ-i ilâhî’nin mânâlarıyla kaîm ve mevcut olması,
tasarrufunun her an ilmi ilâhî doğrultusunda Rabbin elinde olması
demektir!
Gelelim şimdi “FAKR” konusuna...
Daha önce “fakr” konusundan bir hayli söz etmiştik. Şimdi de bu
hususu biraz daha açmaya çalışalım...
“Fakr”ın üç mertebesi vardır:
1. Fenâ-i Efâl’i meydana getiren veya Fenâ-i Efâl sonucunda
oluşan “FAKR”
2. Fenâ-i Esmâ ve Sıfat neticesinde oluşan “FAKR’IN FAKRI”
3. Fenâ-i Zât neticesinde oluşan Fenâfillâh hâli olan “FAKRIN
108
Arş Nedir? Fakrın Kemâli
FAKRININ FAKRI”
Birincisinde, Efâl yani fiiller âleminde meydana gelen bütün
fiillerin hakiki fâilinin Allâh olduğu idrak edilir. Bu sebeple de,
bahsedilen müşahede içinde olan kişiden suçlama-itham kalkar.
Çünkü artık hakiki fâili görmektedir. Fâili hakiki ise “Lâ yüs’elu
amma yef’alu”dur! Yani, yaptığından sual sorulması mümkün
olmayandır (21.Enbiyâ: 23).
Fâili hakikiye işaret eden âyetler şunlardır:

“…(Oku) ATTIĞINDA SEN ATMADIN, ATAN


ALLÂH’TI!..” (8.Enfâl: 17)
“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH
YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)

Bu idrak, üzerinde biraz daha derin düşünülür ise önemli bir şuur
sıçraması daha getirir, ki o da şudur:
Mâdemki fiilleri meydana getiren Allâh’tır, öyle ise o fiillerin
ortaya çıktığı mahal de Allâh’a aittir! Dolayısıyla O, yaptıran değil
yapandır!
Fiili meydana getiren fâili hakiki, yani o fiili ortaya koyan O’dur!
Dolayısıyla ne fiil görüyorsak, onun meydana getiricisi hep O’dur.
Yalnız burada şunu iyi bilmek gerekir;
Resim, ressamın eseridir; ressamın kafasındaki düşünce veya
duygunun şekle girmiş hâlidir ama, resim ressamdır diyerek, ressamı
o resimle kayıtlamak, sınırlamak asla mümkün değildir.
Bunun gibi, herhangi bir fiili meydana getiren Allâh’ı o fiil veya
anlamı ile, yahut da sûretiyle kayıt altına almak, çok büyük
düşüncesizlik ve anlayışsızlık olur.
Bütün bunları öğrenip yaşamaya çalışırken;

“ALLÂH, ÂLEMLERDEN ĞANİYY’DİR” (3.Âl-u İmran: 97)


109
“Gavsiye” Açıklaması
Âyetinin işaret ettiği “Tenzihiyet” yani kayıtsızlık ve sınırsızlık,
prensibini de asla gözardı etmemek mecburiyeti vardır.
Varlık O’dur ve yapan O’dur idrakına erildiğinde, FAKRIN
FAKRI yaşamaya başlanır. Birim “yok” olup, varlık O’na ait olunca;
hâliyle bunun neticesi olarak, kendi varlığının da “yok” olduğunu fark
eder. Kendisi “yok”tur ama gene de var olan bir şey vardır. İşte o
zaman fark edilir ki var olan TEK varlık, Hakk’tır.
Böylece, bu mertebede “Vahdet-i vücud” yani var olan her şeyin
gerçekte yok olup, sadece ve sadece Hakk’ın mevcut olduğu
müşahede edilir. Burada hemen şunu fark etmek de son derece
elzemdir:
“Panteist” görüşe göre, “her şey” vardır ve bunların tümüne
“TANRI” denilir.
“Vahdet-i Vücud”a göre ise, ayrı ayrı sayısız şeyler mevcut
değildir; bu, gözün görme yetersizliğinin getirdiği bilinç yanılgısıdır;
gerçekte TEK bir vücud vardır ki; sûrete ait yani maddi bir vücud
değil, manevîdir bu vücud!
VECH denilen bu vücud, ancak bilinç gözüyle veya kalp gözüyle
görünen bir vücudtur.
Kısacası, mevcudat yoktur, TEK vücud vardır!
Bunun da ötesine geçilince…
Bu müşahededen de ileriye geçilirse eğer, bu defa, Ehadiyeti
ilâhî’de, mutlak “BEN”lik kavramı dahi yok olur ve “HİÇ”lik
oluşur!
“HİÇ”lik yani “Â’mâ”dan ne bir mertebe olarak söz edilebilir ne
de hâl olarak. “El Â’mâda idi” hükmü bu nokta ile alâkalıdır!
Allâh için, daha doğrusu “ALLÂH isminin işaret ettiği mânâ”
için, zaman bildiren geçmiş, hâl, gelecek kavramları kullanılamaz!
Allâh, bu kavramlardan münezzehtir! Bu sebeple, Arapça’da, “El
Â’mâda idi” denilmişse dahi, bu, muhataba olayı, anlayışına göre

110
Arş Nedir? Fakrın Kemâli
izah etmek için kullanılmış bir ifadedir. Biz dahi kitaplarımızda bu
ifadeyi böylece naklettik.
Ancak doğrusu ve gerçeği odur ki; Allâh, zaman kavramı ile
kayıtlanmaktan münezzeh olduğu için, “...idi” veya “...cek”
kavramlarından berî olarak, süreklilik mânâsı içinde anlaşılmalıdır!
Ebu Rezîn el-Ukeylî (r.a.) anlatıyor:
“Ey Allâh'ın Rasûlu, dedim, mahlûkatını yaratmazdan önce
Rabbimiz nerede idi?”
Bana şu cevabı verdi:
“El Â’mâda idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı…”
Ahmed İbnu Hanbel dedi ki: Yezid şunu söyledi: “El Â’mâ, yani
Allâh’la birlikte başka bir şey yoktu, demektir.” (Tırmızî, Tefsir,
Hud-3108)
Bu yüzden de bu hadîs-î şerîfte geçen mânâyı ehlullâh, “El
Â’mâdadır” olarak müşahede eder. Ezelen ve ebeden! Ve hatta ezel-
ebed kavramından münezzeh olarak!
İşte bu durumda FAKRIN FAKRININ FAKRI meydana gelmiş
olur!

111
112
29

RAÛF

Ve daha dedi ki;


− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Ne mutlu sana, mahlûkatıma Raûf
olabilirsen; ve ne mutlu sana, onların hatalarını bağışlarsan!

“Raûf” ismi birime izafeten çok büyük ve geniş bağışlayıcılık


olarak anlaşılır.
“Raûf” isminin gerçek tecellisi ise “Mardiye nefs” mertebesinde
yaşanır.
Vâhidiyet mertebesinin yaşamı olan “Mardiye” bilincinde,
varlıktaki tüm sûretler, o bilincin organları gibidir ve tümünde tasarruf
eden O bilinçtir!
Bu sebepledir ki, O’nun yanında tümü de bağışlanmaya değerdir!
Kendi tecellilerini seyreden görür ki, görmektedir ki, onlardaki
tüm fiillerin hakiki mutasarrıfı kendisidir, elbette ki bağışlayıcı olur.
Esasen, bu mertebede yanlış-doğru yok, hikmetlerin zuhuru vardır.

113
114
30

İRFAN MERTEBELERİ

Ve daha buyurdu ki;


− Ey Gavs-ı Â’zâm. Zâhidleri nefis yolunda; Ârifleri kalp
yolunda; Vâkıfları ruh yolunda kıldım. Nefs’i de HÜR olanlara
mahal kıldım… O yüzden “Hürlerin kalpleri sırlar kabirleridir”
demişlerdir…

“Zâhidleri nefis yolunda” mücadele ile meşgûl kıldım;


Zâhidler, nefis terbiyesi için, çeşitli şeylerden ellerini ayaklarını
çekerler. Nefsin terbiye olması gayesiyle, evden barktan çeker elini ve
bir lokma bir hırkaya kalana kadar, her şeyden çeker elini eteğini.
Ama gene de nefsinin isteklerinin sonu gelmez kolay kolay. Bu yolda
ömrünü tüketenlerin sayısı hadsiz hesapsızdır.
“Ârifleri de kalp yolunda” mücahede ile meşgûl kıldım;
Ârif, irfan sahibidir. Hikmetler ve hikmetlerin müsebbibi ile
meşgûl olur. Eserden müessire yani eserden, eseri meydana getirene
ulaşmak gayesiyle mücadele verir durur.
115
“Gavsiye” Açıklaması
Ârif, kalp mertebesinde melekût âleminin varlıkları, tecellileri ile
meşgûldür. Ârife göre, Hakk’tan ve O’nun tecellilerinden başka bir
şey yoktur.
“O şöyle diledi, O böyle yaptı, O bu hikmetle bunu meydana
getirdi; O’nun tecellileri şöyledir, böyledir” gibisinden her an O’nunla
meşgûldür.
“Ârif”in iyi bir mertebesi vardır; ama, yine de, elde edemedikleri,
elde ettiklerinin yanında hesaba gelmez!
Her yerde ve şeyde Hakk’ı görmesine rağmen; bir Hak vardır, bir
de kendisi. Nazarında, çok Tek’e dönüşmüştür ama; bir O Tek
vardır, bir de kendisi! Çokluktan çıkmış, çiftliğe girmiştir!
Hâlâ nazarında bir “O” vardır, bir de “O”nu tespit eden kendisi!..
Yani, diğer bir deyişle “şirki hafî” veya açık deyimiyle “gizli şirk”
devam etmektedir.
Bu hâl, “Mülhime nefs” mertebesinin hâlidir.
Burada bahsedilen “Ârif”tir; “Ârifi Billâh” değildir.
Üçüncü nefs mertebesinde olana “Ârif”; irfanına “Marifet”
denilir.
Altıncı nefs mertebesinde olana “Ârifi Billâh”; irfanına da
“Marifeti Billâh” denilir, ki aralarındaki fark, hadsiz hesapsızdır.
Birincisinde henüz velâyet tahakkuk etmemiştir; çünkü “Velâyet”
dördüncü basamak olan “Mutmainne”de başlar.
İkincisindeki “Velâyet” ise, kâmillere ait “Aktabiyet”tir ki,
“dörtler”, “yediler” gibi zevâtı kirâmın nefs hâlidir.
Zâhidlere göre Ârifler hayli yüksek mertebe sahipleri olmalarına
rağmen, dereceleri kendilerinden bir yukarıdakiler olan “Vâkıfîn”
yanında hayli düşüktür.
“Vâkıflar da ruh yolunda meşgûldür...” Hakikat mertebesi
ehilleridirler...

116
İrfan Mertebeleri
Vâkıflar, “Ruh” boyutunda kendilerini tanımışlardır. Burada
bahse konu olan “Ruh”; vehim yollu kabul edilen birimsel ruh değil,
“Ruh-u Â’zâm”dır. Bu sebeple de, bu mertebedekiler, “Vahdet”
mertebesinde, çokluk kavramının içine giren her şeyden berî olarak
yaşarlar!
Vahdet müşahedesi içinde, Esmâ-i ilâhîyeyi seyir hâlindedirler.
Burası, “Hakikat” mertebesine tekabül eder. Kendi isimlerinin
mânâlarının türlü şanlarını seyir hâlindedir.
Kim mi?
Elbette ki O! Birimin ne haddine!
Bütün bunların yaşamını devam ettiren, Bâkî olan Hakk’tır!
Ancak ne var ki, tüm kemâlâta rağmen, bu seyir dahi Esmâ
âlemine dönük olduğu için; “Zât” mertebesine nispetle, Zâtî ilim
indînde, kesrete dönük bir mertebe durumundadır.
Bu tecellinin yaşandığı, bu şanın bulunduğu mahal; hakikate vâkıf
olmuş anlamında olarak “Vâkıfîn” diye anılır. Vâkıf olmuşlar...
“Mukarrebûn” diye de anılırlar. “Allâh’a Hakk-el yakîn olmuşlar”
anlamında olarak. Bu mertebe, velâyetin en üst mertebelerindendir.
“Zâtî” tecelli, bu zevâtı kirâmda “Berkî” tecelli şeklindedir.
Bir de bunların ötesinde zamanın İnsan-ı Kâmil’ine ve Gavs’ına
has olan “Tecelli-i Zât” vardır ki; bu zevâtta bu durum daimîdir.
İşte onlar için anlatılan, “NEFS’i de HÜR olanlara mahal
kıldım” ibaresidir. Mutlak mânâda NEFS=BEN onların mahallidir!
Zât’ını tanıma mertebesi yani...
Zâtıyla zâtını bilişin, âlemde zuhur yollu izharı için meydana
gelen bir şandır bu!
“HÜR” kelimesi, gerçekte sadece bu zevât için kullanılır. Ve
onların kalpleri, yani bilinçleri Allâh’ın ilmiyle dolu bir hâlde hadsiz
hesapsız sırlarla doludur.

117
“Gavsiye” Açıklaması
Bu mertebedeki “Zâtî ilim” hakkında, ne bugüne kadar bir
açıklama yapılmıştır, ne de bundan sonra böyle bir açıklamanın
yapılabilmesi mümkündür! Zâtî ilimden söz edilmesi muhaldir!

“Allâh’ın Zât’ı üzerine tefekkür etmeyiniz!”

Şeklindeki Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın beyanı, işte bu


gerçeğe işaret eder. Çünkü Zâtî sırrın tefekkür yoluyla çözülmesi
muhaldir! Fikir okları o hedefe ulaşamaz, yarı yola bile ulaşmadan
ters yüz olup atana geri döner.
Burada artık bırakın Efâl müşahedesini, Esmâ mânâlarıyla bile
kayıttan söz edilemez...

“Rabbimiz yerleri ve gökleri yaratmadan evvel nerede idi?”


sorusuna;
“Altında ve üstünde hava bulunmayan Â’MÂ’da idi.”

Diye cevap veren Rasûlullâh, Zât’ın hakikati olan bu


AHADİYET mertebesine işaret etmiştir.
Esasen bu bahsettiğimiz hadisi, şu diğer hadîs-î şerîf ile birlikte
mütalaa edersek, ehlinin fark edeceği önemli bir nüans açığa çıkar:

“Allâh vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur!”

Bu konuda daha ileri gitmek burada gereksiz. Bunları yaşamayana,


satırlardan bunları anlatmak imkânsız gibidir.
Ehli ise, zaten bunları hâliyle bilir ve bilvesile bizim de bunlardan
haberdar kılındığımızı anlar. Bâkî Allâh’tır.

118
31

FAKÎR’İN DUASI

− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Ashabına söyle, fakr hâlindekilerin dualarını


ganimet bilsinler. Şüphesiz ki onlar benim indîmde, ben de onların
indîndeyim!

Eğer, fakr hâlinde olduğunu düşündüğün birine rastlarsan, hiç


durma, hemen onun duasını al, diyor burada. Niye?
Daha önce şöyle bir husustan söz edilmişti de ondan:
“Fakr’deki o kimsedir ki, bir şeye ol derse, o şey olur!”
İşte bu yukarıdaki mânâ dolayısıyla, fakr hâlindekilerin duası
bizler için kesinlikle bir ganimet, bir lütuf, bir ikram, bir azîm nimet
gibidir.
Çünkü, fakr hâlindekinin duası, hakikatinden gelişi dolayısıyla,
“Ol” emri gibidir!
İşte halkın evliyadan diye bildiği kişilerden yardım istemesi,
meded umması hep bu sır yüzündendir!

119
“Gavsiye” Açıklaması
Talep edilen, gerçekte, kişiden değil, Hakk’tandır. Ancak bu
hakikat idrak edilmeden, direkt kişiden olarak yapılırsa, bunda gizli
şirk tehlikesi çok büyüktür.
Esasen, bütün sûretlerin ardında hep VECHULLÂH olduğu için,
bütün talepler hep Allâh’adır. Ancak icabet “fakr” hâlindekilerden
veya “yanık, mahzun, mağdur, erimiş” gönüllerden veya kerem ve
gına zuhur mahallerindendir.
İcabet; bilinmelidir ki, kesin olarak Hakk’ın takdirine kalmış bir
şeydir. Anında icabet eder veya erteleyerek icabet eder veya etmez!
Ama yine de yaptığından sual olmaz! Çünkü sual edebilecek ikinci bir
varlık mevcut değildir.

120
32

FAKÎR’İN MESKENİ

− Yâ Gavs-ı Â’zâm; ben bütün fakr hâlindekilerin sığınacağı


yeri, meskeni ve manzarıyım ve bana dönerler.

“Fakr hâlindekilerin sığınacağı yer…” ifadesinden murat;


“fakr”e eren kişinin içinde bulunacağı hâl demektir.
“Fakr”e eren kişi bu hâlinin tabii sonucu olarak yok olmuş ve o
boşluğu dilediği şekilde “Hakkanî sıfatlar” doldurmuştur. Esasen,
daha önce de orada “Hakkanî sıfatlar” mevcuttu, ancak o birimde
beşeriyet vehmi bulunduğu için, fiiller de birime atfedilmekteydi,
vasıflar da!
“Fakr”a yönelen kişinin, yokluğu idrak eden kişinin nazar ettiği
mahal, mesken yani barınak Hakk’tır. Çünkü, onları “yok”tan var
edip, tekrar yoklukta yok eden Hakk’tır! Bu sebeple de Hak, onların
meskeni, manzarı ve döndükleri hakikatleridir.

121
122
33

ZÂT’I TALEP

− Yâ Gavs-ı Â’zâm… Cennete nazar etme ki, beni vasıtasız


göresin; ve Cehenneme de nazar etme ki, beni vasıtasız göresin.
Yâ Gavs, cennet ehli cennetle meşgûldür; azap ehli ateşle
meşgûldür! Sen ise “BEN”imle meşgûl ol!

Gerek cennet ve gerekse cehennemin bâtını, Esmâ âlemi; zâhiri ise


Efâl âlemidir. Ve bir diğer yönü itibarıyla da Melekût âlemidir!
Cennete nazar edenin hedefi, cennet nimetleri ve dolayısıyla, fiiller
perdesidir.
Cehenneme nazar eden de, elbette ki idrak ettiği ölçüde cehennem
ve o ortamın getireceği azaplardan korkar! Ve bu korkuyla da
birtakım yararlı çalışmalar yapmak mecburiyetini duyar; meşgûliyeti
cehennem korkusu olur.
Bu duruma Rabiatül Adeviyye merhumun şu sözü de bir derece
açıklık getirir:

123
“Gavsiye” Açıklaması
“Allâh’ım, cehennem korkusuyla sana kulluk ediyorsam,
cehennemine at beni. Ama yalnızca seni sevdiğim için, senin için
kulluk ediyorsam, vuslatına erdir beni!”

Nitekim bu konuda Yunus Emre merhumun da şu dörtlüğü


söylediği kitaplarda meşhurdur:

Cennet cennet dedikleri


Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni!

Ehlullâh daima Allâh talebi üzerinde durmuş, cennet veya


cehennem konusunun, hakikat talipleri için en büyük perde olacağı
üzerinde ittifak etmişlerdir.
Zira kişi ister cennet nimetleriyle meşgûl olsun, ister cehennemde
azap verecek hususlar üzerinde durarak kafasını bunlarla meşgûl etsin,
her hâlükârda bu işin hakikatinden perdelenmektedir.
Nitekim işte bu yüzden denmektedir ki:
“Yâ Gavs, cennet ehli cennetle meşgûldür; azap ehli ateşle
meşgûldür! Sen ise ‘BEN’imle meşgûl ol!”

Cennet ehli, daima cennetin sayısız nimetlerini düşünerek, onları


ne şekilde elde edebileceğinin hesabı içindedir. Bu yüzden de kafası
hep cennet ve cehennemle ilgili fiillerle meşgûldür. O nimetlerin
sahibi, kendilerini ancak ikinci derecede ilgilendirir.
Oysa, bu durumları dolayısıyla, öyle büyük bir nimeti elden
kaçırmaktadırlar ki bunun lisan ile tarifi mümkün değildir.
Zira, hakikate ermenin, Allâh’ı “öz”ünde bulmanın getireceği
öylesine sonsuz ve büyük bir nimet söz konusudur ki, yaşayamayana
bunu dil ile anlatmak mümkün olmaz.

124
Zât’ı Talep
Diğer taraftan, cehennem ehli dahi, içinde bulundukları ortamın
şartlarından dolayı öylesine sıkıntılarla karşı karşıya içiçedirler ki,
ızdırabı çekmeyene izah mümkün olmaz. Dolayısıyla, onların da artık
o hâlde ve ortamda Allâh ile meşgûl olmaları, Allâh’ı tanımaya fırsat
bulmaları bahis konusu olmaz.
Ve böylece, her iki grup da kendi içinde bulundukları hâllerle
yoğrulur giderler.

125
126
34

CENNET BOYUTLARI

− Yâ Gavs. Cennet ehlinden bazı kullarım, nimetlerimden


sığınırlar bana; cehennem ehlinin azaptan bana sığınmaları gibi!

Cehennem ehli, cehennem ortamının oluşturacağı azaplardan


dolayı şiddetle Allâh’a sığınma mecburiyeti hissederler! Ancak bu
yakarışları hiçbir olumlu karşılık almaz, çünkü “Allâh’ın sistemi”ne
ters düşmüşlerdir. Artık bulundukları noktada yapacakları hiçbir şey
kalmamıştır, içinde bulundukları hâle katlanmaktan başka.
Bunun gibi, bir kısım cennet ehli dahi aynı şekilde Allâh’a
sığınırlar, cennet nimetleriyle Zât-ı ilâhî’den perdeli kalma hâlinden!
Cennet ehlinden kimler bunlar?.. İrfan sahipleri!
Cennet ehli aslında birkaç sınıftır. Keza Cennet de!
Efâl cenneti, Esmâ cenneti, Sıfat cenneti ve Zât cenneti olmak
üzere dört cennetin mevcudiyetinden söz edilir.
Ancak bu dört cennet birbirinden ayrı dört mekân şeklinde
olmayıp, boyutsal tasniftir!
127
“Gavsiye” Açıklaması
Herkese bir dünya düşecek şekilde, Galaktik boyutlarda bir cennet
söz konusudur. Nitekim bu duruma bir hadîs-î şerîfte şöyle işaret
edilmektedir:

“Cennete en son girecek kişiye, bu dünyanızın on misli


büyüklüğünde bir dünya verilir ve orada dilediğini iste denilir!”

Kısacası cennet ortamına gidecek her kişiye, üzerinde yaşadığımız


bu Dünya’nın çok sayıda büyüğü birer dünya düşecektir! Ve bu
insanlar, o yıldızlarda ya da boyutlarda; dünyada kendini tanıyabildiği
nispette, kendisine zevk verecek şeyler arasında yaşamına devam
edecektir.
Herkes, ortak olarak Efâl cenneti hâlini yaşayacaktır.
Esmâ cenneti ise bedenî değil, düşünsel zevkler cennetidir. Ki,
dünya hayatı sırasında bu şekilde yaşamaya başlamış kişilere has bir
yaşam şeklidir.
Sıfat cenneti ise bunun da üstündeki bir boyut olarak, kendi
hakikatine ârif olarak yaşamış, hakikat ehlinin duyacağı zevklerin
cennetidir.
Nihayet Zât cenneti ise, dünya hayatında iken Zât tecellisine nail
kılınmış kişilerin yaşayabileceği bir cennet hâlidir!
İlâhî sıfatlarla Dünya’da iken tahakkuk edenlerin yaşadığı
cennet hâli “A’raf” ehlinin yaşadığı cennet hâli; sıfat mertebesinde
irfan sahibi olup da Dünya’da tahakkuk edememiş kişilerin, orada
bu sıfatlarla tahakkuk ettikleri cennet de “kesîb” olarak
tanıtılmaktadır; Abdülkerîm el Ciylî hazretleri tarafından İNSAN-I
KÂMİL isimli eserde...
Evet, işte bu dört sınıf cennet ehlinden, ilk iki sınıf cennet ehlinin
Allâh’a sığınmasından bahsediliyor.
Çünkü Zât’a dönük perdelerden henüz kurtulamamışlardır ve bu
yüzden de bildiklerine ulaşamamanın üzüntüsü içindedirler.
Ayrıca bu bahsedilen sığınma olayı, yanlış anlamayalım Dünya’da
128
Cennet Boyutları
yaşarken olmaktadır. Bu konuda bilgi sahibi olup da, henüz gereğini
yaşayamamaktan ileri gelen bir hâldir.
Çünkü cennette zaten kişiye üzüntü verecek hiçbir şey yoktur!
Dolayısıyla, cennet ortamına geçildikten sonra, kimse, kendisinden
daha üst durumda olanların hayat tarzından haberdar değildir.
Zira, kendisinde olmayan bir şeye başkasının sahip olduğunu
düşünürse, onun yoksunluğunun üzüntüsü içine girer ki, bu durum da
onun cehennem hayatı yaşamasına yol açar. Oysa cennet ehline ne bir
üzüntü vardır, ne de keder verecek bir hâl!

129
130
35

MÜFERRİDÛN

− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Rasûl ve Nebilerin haricinde kullarım vardır


ki, onların hâllerine muttali olamaz ne dünya ehlinden biri, ne uhra
ehlinden biri, ne cennet ehlinden biri, ne azap ehlinden biri, ne
Mâlik, ne Rıdvan, ve ne cennet için halkettiklerim ve ne de
cehennem için halkettiklerim!

Dünya’da, Allâh’ın bazı tecellilerine mazhar olan öyle kullar


vardır ki, onların hâllerine, kendilerinde izhar olan ilâhî sıfatlara, hiç
kimsenin vukufu mümkün olmaz.

Bir diğer deyiş ile bu zevât, “Vârisi Rasûlullâh” olarak öyle bir
sırra ve bu sırrın neticesi olarak, öyle özelliklere sahip olmuşlardır ki,
bunları dışarıdan bir kimsenin anlaması imkân dışıdır.

Bu hususa Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle işaret etmektedir:

“Benim öyle bir zamanım olur ki ne bir Nebiyyi mürsel, ne de


melekî mukarreb o hâlime vâkıf olamaz!”

131
“Gavsiye” Açıklaması
İşte yukarıda bahsedilen kişiler, Hz. Muhammed Mustafa
(aleyhisselâm)’ın yaşadığı bu hâlden miras almış “FERDİYET”
sahibi kişilerdir ki, bunların durumuna da şöyle işaret edilmiştir
ashaba hitaben:

“Müferridûn sizi geçti!”

“Ferdiyet” sahibi denilen zevâtın sayısı, devre göre on-on iki


civarında olup, Gavs’ın tasarruf dairesi dışındadırlar.

Zât tecellisine mazhar kişilerdir. İdari bölümde, sadece “Divan”


toplantılarına katılan zevâttır. “Divan” ehli dışında kimse onları
tanımaz. “Divan ehli”nin bir kısmı dahi onların hâllerine muttali
olamaz. Onlar Allâhû Teâlâ’nın yeryüzündeki en değerli kullarıdır.

Bunlar, sadece Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a karşı sorumlu olan


zevâttır.

Bilmeden, farkında olmadan, bunlardan birine rastlamak dahi


insanın hayatı boyunca karşılaşacağı en büyük nimettir. Onları üzen
Allâh’ı üzmüş, onların gönlünü hoş eden Allâh’ı hoş etmiş olur.

Gavs-ı Zaman’da olduğu gibi, bunlarda da Zâtı ile tecelli eden


Cenâb-ı Hak, burada bir farkla, idari tasarruf izhar etmez. Ancak irfan,
aynı irfandır!

Bu zevâtın durumuna, ne geçmişteki herhangi bir Nebi, ne de


herhangi bir melek vâkıf olamaz. Çünkü öylesine örtülüdürler ki, bu
örtüleri bile bilmek çok büyük bir iştir.

“…ALLÂH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER…” (42.Şûrâ: 13)

Âyeti kerîmesinin izah ettiği mânânın yeryüzünde aşikâr olmasına


vesile olan zevât dahi, birçok zaman bunlardır.

İstidatlı bir kişiyi tespit ettikleri zaman, o kişi hangi yolda olursa
olsun, alıp yetiştirirler. Çünkü önemli olan yol değil, hedeftir.
132
Müferridûn
Gerçekte, bu “Müferridûn” denilen zevât, sûret âlemi dolayısıyla,
bu âleme izafeten bu ismi alırlar. Oysa onlar, Hakk’ın Zâtî sıfatları
ile bu âlemdeki zuhur mahallerinden başka bir şey değillerdir.
Bundan daha ötesini söylemek de vardır, ama dar havsala kâselerini
çatlatmamak için ötesine gitmeyelim.

Bu zevât, içinde yaşadığımız şu Dünya’da kimse tarafından


tanınmadığı gibi, öbür âlemde de gene tanınmayacaktır kimse
tarafından!

Ne cennet halkının lideri olan Rıdvan isimli melek tarafından


bilinir; ne de elbette onun altındakiler tarafından! Hele hele,
cehennem ehli tarafından bilinmeleri tamamıyla imkânsızdır. Elbette,
Cehennem halkının lideri Mâlik isimli varlık tarafından dahi
bilinmeleri muhaldir.

133
134
36

PİŞMANLIK

− Yâ Gavs, kim benden gayrıyla meşgûl olursa, sahibi ateş olur


kıyamette.

Hemen bir hadîs-î şerîfi hatırlayalım:

“Ölen her kişi pişmanlık duyar. Cennetlikler, keşke daha


yapsaydık, diyerek; cehennemlikler de yapmadıklarından
dolayı…”

Konuyu bu açıdan incelersek, görürüz ki, herkes, ya yapmayıp terk


ettiklerinden dolayı pişmanlık duyacaktır veya terk ettikleri yüzünden!

Ya da yeterli nispette çalışmamasından dolayı!

Bütün bunlara ilaveten bir de Allâh’ı bilmemenin, bulmamanın ve


erememenin getireceği pişmanlık vardır ki bunun üzüntüsünün haddi
hesabı olmaz.

Ölüm ötesi yaşama intikâl etmiş bir kişi için, “vuslata ermeden
gitmenin” getireceği eksiklik kadar büyük ve korkunç bir eksiklik
135
“Gavsiye” Açıklaması
düşünülemez. Bunun çok minyatürize edilmiş misalini vermek gerekir
ise, şöyle bir benzetmeden söz edebiliriz:

Bir hapishanedeki en zavallı ve eziyet gören mahkûmu düşünün,


bir de yeryüzündeki tüm insanlara ve mahlûkata hükmeden insanı
düşünün.

Biri, kendi hakikatinden mahrum kişinin hâlidir, diğeri de Allâh’a


ermiş kişinin hâli. Hiç mukayese edilebilir mi?..

136
37

KURB, AYRILIKTIR!

− Yâ Gavs. Kurb ehli kurbiyetlerinden dolayı yakınırlar, buûd


ehlinin uzaklıktan şikâyetleri gibi...

Esasen bunun izah edilmesi ve anlaşılması oldukça güç bir


husustur. Zira burada bahis mevzu olan kimseler “yakîn” ehlidir yani
Ayn-el yakîn sahipleri…
“Yakîn” ile elde ettikleri bir kurb (yakınlık) söz konusu! Ancak
şuraya dikkat edelim; “Kurb” yani yakınlıktan söz ediyoruz, iki ayrı
varlığın birbirine yakınlığından.
Yani, Tekliğin müşahedesi oluşmuş, fakat vehimdeki “benlik”
kavramı kesin olarak kaybolmamış! Bir diğer ifade ile, Hakk-el yakîn
oluşmamış! Hakk-el yakîn’in oluşması için, kişinin kendini Hakk’tan
ayrı bir varlık olarak düşünme hâli ortadan kalkar. Yani “Zâtta fenâ”
olma hâli diye tarif edilen bir hâl ile ikilik kalkar.
İşte bu kişiler, ilmen olayın bütün sistemini bilirler. Olayın bu
olduğunu da açık seçik müşahede etmişlerdir. İşte bu noktada onları
büyük bir üzüntü kaplar. Çünkü bir türlü bilinçlerini kaplayan
137
“Gavsiye” Açıklaması
“birimsel benlik” hissiyatından, kavramından
uzaklaşamamaktadırlar.
“Vehmî benlik”; kişide vehmin oluşturduğu birimsellik
şuurudur.
“RUH”un vehmî benliğe bürünmesi nasıl olur?
Bu sorunun cevabını elden geldiğince açık bir şekilde izah edelim.
“RUH-U Â’ZÂM” kaynaklı ve kökenli, “ruh-u izafî” yani
birimsel ruh, özünden gelen bir biçimde “Ruh-u Â’zâm”ın sahip
olduğu özelliklere sahiptir. Ancak ne var ki, beyin tarafından çeşitli
bilgiler kendisine yüklenmeye başlayınca, hafıza yani bellek
dalgalarıyla, bireysel şuur oluşmaya başlayınca, belirli bir kişiliğin
kaydı altında girmek zorunda kalır.
RUH’un yapısı ve özellikleri hakkında bugüne kadar hiç
bahsedilmemiş şeylerden, ilk defa olarak “İNSAN ve SIRLARI”
isimli kitabımızda bir hayli söz ettik. Arzu edenler bu konuyu oradan
detaylı bir şekilde okuyabilirler.
İşte, “nefs”in kendini birim olarak kabul etmeye dönük bu
bilgilerle bürümesi, vehimden, yani var olmadığı hâlde var gösteren
güçten kaynaklanan birimsel kişiliği oluşturuyor.
Vehmin, gerçekte var olmadığı hâlde, çeşitli faktörlerin “var”
olarak kabul ettirdiği kişilikten kurtulup da, özündeki evrensel
kişilikte, yani Hakikat-i Muhammedî mertebesinde kendini
tanıyabilmek; yeryüzünde enderin enderi bir olaydır.
Allâh’ı, sistemini, marifet yollu bilmesine rağmen, kişi ne kadar
çalışırsa çalışsın, Allâh’ın hükmüyle bu yolda bir takdire uğramamış
ise, “ikilikten” yani “gizli şirkten” tam olarak arınamaz.
Yakındır, ama ikilik kalkmamıştır!
Bu da gerçekten çok üzücü olur bu zevât için...
Allâh’tan uzak düşmüş, yani O’nu tanıma yolundan çok öteye
sapmış kişilerin, bu hâllerini fark ettikleri zamandaki uzaklıktan
138
Kurb, Ayrılıktır!
yakınışları gibi, Allâh’a yakın olduğunun bilincine ermiş bu kişiler de
yakın olmaktan yakınırlar!
Çünkü, yakınlığın dahi uzaklık gibi bir “ayrılık” kavramı
olduğunu tespit etmişlerdir.
Vahdeti yaşayanlarda ise “kesret” müşahedesi olmaz! Kesret
kavramı olmaz! Belki kesreti, vahdetin zuhuru olarak seyrederler.
Bu yüzden de onlarda, Allâh’da yok olacak bir varlığın mevcut
olup da yok olması; Allâh’a erecek bir varlıktan söz etme gibi
görüşler asla mevcut olmaz!
Çünkü, onlarda;

“ALLÂH ŞEHÂDET EDER, KENDİSİDİR ‘HÛ’; TANRI


YOKTUR; SADECE ‘HÛ’!..” (3.Âl-u İmran: 18)

139
140
38

ALLÂH’A YAKINLIK

− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Kimse benden uzak olamaz, ma’siyetiyle;


kimse de tâatıyla kurb sahibi olamaz.

Rabb-ül âlemîn, burada Gavs-ı Â’zâm’a öyle bir sırdan açıklama


yapıyor ki, bunu anlamak pek kolay değildir.
Genelde halkın bildiği; insanların Allâh’a yakınlık elde etmesi
amellerine bağlıdır; iyilik yapanlar, istenilen çalışmaları yapanlar
Allâh’a yakın olurlar, zannedilir. Oysa burada vurgulanan gerçek, hiç
de öyle değildir.
Evet, Allâh, yakınlığını ihsan ettiği kullarına yararlı çalışmaları;
uzaklaştırdığı kullarına da zararlı çalışmaları kolaylaştırır ama...
Bu, zâhirden bâtına yönelindiğinde, dıştan içe bakıldığında, beşer
anlayışıyla Allâh değerlendirilmeye kalkıldığında, şekle ve görünüşe
göre hüküm verildiğinde böyledir!
Gerçekte...
Özden dışa... Allâh’ın ilmi ile beşeriyete... Allâh’ın ilmiyle Allâh
141
“Gavsiye” Açıklaması
indîndeki âlemlerine nazar edilirse...
Görülen bütün fiiller, Allâh’ın isimleriyle zâhir olan mânâ
terkiplerinin oluşturduğu görüntülerdir. Hiçbir ayırım olmaksızın
hepsi de Allâh’ın ilmi ve kudretiyle zâhir olmaktadır! Ve hepsinde de
Hakk’ın varlığı aynı şekilde mevcuttur! Bu sebepledir ki, Allâh her
birime, şey’e aynı şekilde yakındır!
Hatta yakınlık ve uzaklık kavramı bahis konusu olmaksızın
Allâh’ın varlığı ile kaîm varlıklardır, algılanan her şey!
Bu nedenledir ki, fiillerden çıkan ve Hakk’ın takdirine göre, “tâat”
ve “ma’siyet” adını alan fiiller, o birimin Allâh ile yakınlığı veya
uzaklığı konusunda geçerli olamaz.
Birimin kendisini yakın ve uzak görmesi, fiilinden ötürü değil,
Allâh’ın hüküm ve takdirinden dolayıdır.
Bu sırra dayalı öyle oluşlar mevcuttur ki, bunları burada anlatmaya
kalksak, korkarız ki hafsalası alamayan pek çok kişi inkâra gider ve
bu yüzden ebediyen Allâh’tan perdeli kalmaya mahkûm olur! Onun
içindir ki, bu denizde daha fazla açılmayalım.

142
39

KURB, MA’SİYETTİR!

− Yâ Gavs. Birisi benden kurb sahibi ise, o ancak ma’siyettedir.


Zira, onlar acz ve nedâmet ehlidirler.

Burada da gene “ârif”lerin irfanlarına işaret ediliyor!


Eğer, bir kimse, bulunduğu mertebenin sonucu olarak, Allâh’a
yakîn olduğunu düşünüyor ve öyle hissediyorsa, o kişi hâlâ “ikilik”
perdesinden kurtulamadığı için; bütün fiiller, bu hissedişle meydana
geldiği için “gizli şirk” hâlindedir ki; bu durumu da ma’siyet
hükmünü alır.
Esas itibarıyla tasavvufta “ma’siyet”; kişinin Allâh’ın rızasına
uymayan fiil veya düşünce üzere olması demektir. Kişinin kendisine,
Allâh’ın varlığından gayrı bir varlık ve vücud atfetmesi ise
ma’siyetlerin en başta gelenidir ki, bir diğer tanımlama ile buna “gizli
şirk” denilmektedir.
Kendini görüp, velev ki Allâh’a yakınlık düşünülsün, bunun tabii
sonucu pişmanlık ve acziyet duygusudur.

143
“Gavsiye” Açıklaması
Şayet bu pişmanlık ve acziyet, birimi “yok”luğa erdirir ise,
olmayan şeyin şirki de olamayacağına göre, işte bu durumda “gizli
şirk” ortadan kalkar. Aksi takdirde, hangi düzeyde ve boyutta olursa
olsun, kişi kendini gördüğü sürece “gizli şirk” içinde yaşamına
devam eder!

144
40

ACZ, YOKLUĞA YAKINDIR

− Yâ Gavs. Acz, nûr kaynağıdır; ucûb, kendini beğenmede


kederlere mahaldir, zulmet kaynağıdır.

Acz, yokluğa yakındır; ucûb, yani kendini beğenme de varlığa


yakındır! Kişinin, kendini var kabul etmesinin sonucudur, kendini
beğenmesi! Kendini beğenmenin ise sonu gelmez, gitgide artar. Bu
artış ise benliği kuvvetlendirdiği gibi, kişiyi kendini bir birim olarak
görme hâlinde de sâbitler! Bunun neticesi ise, gerçekten o kişi için
hüsrandır!

Buna karşılık acz ise, kişiyi yokluğa ve gerçek varlığa götürür...

Kişi, kendisinin çeşitli olaylar karşısında âciz kaldığını fark edince,


ister istemez güç, kudret sahibi arayış içine girer ki; kendisinde
olmayanı oradan telâfi etsin.

İşte bu arayış, hem kendisini yokluğa götürür, hem de mutlak


kudreti araştırmaya ve tanımaya sevkeder. Ve böylece acz kişinin Tek
mutlak Nûr’a kavuşmasına vesile olur!
145
“Gavsiye” Açıklaması
Demek oluyor ki acz duygusu, kişiyi mutlak kudrete; kendini
beğenme hâli de ebeden Allâh’tan perdeli olarak yaşamaya yol açan
iki hâldir.

146
41

ERHAMUR RAHIYMİYN

− Yâ Gavs. Çok sıcak bir günde biri sana gelip su istese ve senin
de o suya ihtiyacın olmasa ve buna rağmen de vermesen, sen
cimrilerin en cimrisi olursun! Hâl böyle olunca, nasıl rahmetime
mâni olayım?
Ben nefsime şehâdetle tescil ederim ki, kesinlikle
ErhamurRahıymiyn’im!

Cimri, kendi ihtiyacı olmadığı hâlde, elindekiyle başkasının, bir


muhtacın ihtiyacını karşılamayandır. Kendine biriktiren, fakat
dağıtmayandır!
Hele karşısındakinin hayatî bir biçimde o şeye ihtiyacı olduğunu
gördüğü hâlde, depoladığı şeyden onun ihtiyacını karşılamazsa, o artık
cimrilik sınırını da geçip, bencil mahlûkat özellikleriyle yaşama
evresinde olan bir birim durumuna düşer.
Peki, Allâh; “Erhamur Rahıymiyn” olduğuna göre, nasıl olur da
KENDİSİNDEN TALEP EDENİN talebine icabet etmez?

147
“Gavsiye” Açıklaması
Zaten, Kur’ân-ı Kerîm’de “İSTEYİNİZ VEREYİM”
denilmektedir. Herkes varoluş gayesine göre sürekli talep etmekte ve
de icabet görmektedir. Çünkü onlar, talep ettiklerini alıp, gereğini
ortaya koymak için var olmuşlardır zaten!
Burada geçen talep, isteme ve verme gibi kelimelerin mânâlarını
madde planda, madde çıkarlar için değil, varoluş planında varoluş
gayesi ve gereklerinin yerine getirilmesi açısından ve mertebesinden
anlamak gereklidir.

148
42

MA’SİYET ve TÂATLA PERDELENME

− Yâ Gavs! Ma’siyet ehli, ma’siyetiyle perdelidir; tâat ehli de


tâatıyla perdelidir; ve ben onlardan kaçınırım.
Bunlardan başka bir grup da vardır; ki onların ne tâatla
alâkaları vardır, ne de ma’siyetle!

“Ma’siyet”, genel anlamıyla kötü davranışlar olarak kullanılır.


Burada da insanı Allâh’tan uzak düşüren, bencil, bedene dönük
çıkarlar peşinde koşturan davranışlar olarak ele alınmaktadır.
“Tâat” ise, Allâh’ın hükümlerine uymak ve Allâh’ın rızasını
kazanmak amacıyla yapılan çalışmalardır.
Ma’siyet, kişinin Allâh’tan perdeli olmasına yol açar!
İnsanın “NEFS”ini bilmeyişi, kendini beden kabul edişi
dolayısıyla yaptığı pek çok davranış ve ortaya koyduğu fiil vardır ki,
bunların hepsi de “ma’siyet” hükmünü alır.
Çünkü insanın bedeni, bedensel zevkleri için yaşaması, onun
sadece bir beden olduğu yolundaki görüşlerinin perçinlenmesine yol
149
“Gavsiye” Açıklaması
açar ki, bu da sonuçta “ÖZ”ündeki hakikatten ebediyen mahrum
kalmasına sebep olur!
Ma’siyet ehli, fiilleriyle kendi kendilerini Allâh’a karşı perdelerler.
Çünkü, yaşamları ne doğrultuda sürüyorsa, ölüm ötesinde dahi o
doğrultuda devam edecektir.

“Kişi ne hâl ile yaşarsa, o hâl ile ölür ve o hâl ile bâ’s olur!”

Anlamındaki hadîs-î şerîf gereğince, burada, kimin uğraşı, konusu


neyse, ölüm ötesi yaşamda ve kıyamet sonrasında da odur!
İşte bu yüzdendir ki, bir kimse ma’siyetiyle, yani bedene ve
bencilliğe dönük faaliyetlerle ömrünü tüketirse, ölüm ötesi hayatında
da benzeri tür duygu ve düşüncelerle devam edegider. Böylece de
Allâh’tan perdeli bir yaşama kendini mahkûm etmiş olur.
Tâat konusuna gelince...
“Tâat”, yani Allâh rızasını kazanma gayesine yönelik fiil ve
davranışlar içinde bulunma hâli…
Niçin bu hâl perdelilik getirsin?
Tâat ehli, tâatıyla perdelidir, çünkü “Allâh” isminin mânâsını
anlamamıştır!
Tâat ehli; ALLÂH’ın ne olduğunu fark edip idrak edemediği için,
O’nu ötede bir TANRI gibi düşünmekte; ve O’na yaranmak, gönlünü
hoş etmek için birtakım çalışmalar yapmaktadır. Bu ise temelden
“HİCAP-PERDE” denilen ikilik anlayışını oluşturmaktadır! Yani,
“gizli şirk” denilen “perdelilik” hâlini.
Senin, kendinden ayrı, öte gördüğün; “sen”liğin ile O’nun için
yaptığın her davranış, zâhiriyle “tâat”, bâtınıyla ise “gizli şirk”
hükmündedir. Vehmî benliğin, bencilliğin devam ettiği sürece, tüm
davranışların tâat olmasına rağmen, Allâh’a olan “perdelilik” hâlin
ortadan kalkmaz!
Kişinin yaptığı ibadetleri “benliğine” izafe etmesi, bağlaması;
150
Ma’siyet ve Tâatla Perdelenme
“ben şöyle oruç tutuyorum”, “ben böyle namaz kılıyorum”, “ben
şöyle yardım yapıyorum”, “ben hacca gittim” gibi düşünceleri
gerçekte hep Allâh’a olan perdeliliğinin neticesidir, ki böylece ölümü
tattığı takdirde bu perdeliliği ebediyen de devam eder.
Derece kazanma, mertebe kazanma, belli noktalara erişme gibi
gayelere dayanan tüm fiiller hep “ikilik” kökenli, “gizli şirk” kokulu
davranışlardır. Velev ki Allâh ile arasındaki perdeyi kaldırma
amacına dayalı olsun!
Bir de bu iki sınıf dışında, üçüncü bir sınıf vardır ki, işte onlar
tamamıyla perdesiz oldukları için ne ma’siyet işlerler ne de tâatları
vardır!
Ne demektir bu?
Bu sınıftan olanlar vehmî benlikten arınmış oldukları için,
bedenlerine veya birimselliklerine geçici dünya menfaatleri temini
gayesiyle yaşamazlar! “Nefsanî” tâbir edilen bireysel menfaatler,
onlar için söz konusu değildir. Her şey için, tek bir değer yargıları
vardır: “Olsa da olur, olmasa da olur!” Bu sebeple de
birimselliklerini ilgilendiren herhangi bir konudan dolayı kimseye
hesap sormazlar!
Nitekim, Hz.Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’a on sene
hizmet eden Enes (r.a) der ki:
“Allâh Rasûlü’ne on sene hizmet ettim, bir kere olsun
yaptığımdan hesap sormadı; şunu niçin böyle yaptın veya bunu
niye böyle yapmadın, demedi!”
İşte bu durumun sebebi, HAKİKAT SIRRINI bilenin, kendisiyle
ilgili konularda, karşısındakini itham etmemesi hâlini yaşamasıdır!
Ayrıca bu gibi kişilerin tâatle de bir ilgileri yoktur.
Aman dikkat! Bu kişilerin “tâatle ilgileri yoktur” demek; onlar
tâat olan fiilleri yapmazlar demek değildir. Onların tâatleri, kendi
“nefs”lerine bağlama, benlenme hâlleri yoktur, demektir!

151
“Gavsiye” Açıklaması
Bu konuya tam bir vukufu olmayanlar, kelimelerin şeklinde
kalınca, derinliğindeki mânâya nüfuz edemeyince, mânâyı zâhir
şekliyle anlayıp; mâdemki tâatla alâkaları yokmuş, o hâlde biz de tâat
olan fiilleri terk edelim gibi bir anlayışa sapmaktadırlar.
Oysa burada anlatılmak istenilen husus, tâatlerinin olmayışı
cümlesinden, tâatleri “ben”lenmeyişleridir!
Bu mertebeye ulaşmış kişiler, “benliklerinin olmayışını” idrak
ettikleri için, hakiki ve mutlak fâili müşahede ettikleri için; o yararlı
fiilleri; namaz, oruç, zikir, hac, zekât gibi faaliyetleri asla kendilerine,
nefislerine bağlamazlar, hepsini Allâh’tan görürler geçerler.
İşte bu yüzdendir ki onların ne ma’siyetle bir ilgileri vardır ne de
tâatleri vardır!
Bu anlatılanı çok iyi anlamak gerek!
Ayrıca bir de şunu bilelim;
“Tâat” ve “ma’siyet”in varlığı, perdeliler içindir.
Allâh’tan mahcub olan yani perdeli olan; Allâh’tan ayrı olarak
gördüğü varlıkların davranışlarını “tâat” ve “ma’siyet” olarak
adlandırır.
Allâh’ın fâili hakiki olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiçbir
ayırım söz konusu olmaksızın “hikmet”tir!
Mâdemki Allâh, bütün âlemleri, kendi sayısız, sınırsız ve sonsuz
Esmâ’sını seyir için meydana getirmiştir. Her an, bütün âlemlerdeki
tüm fiillerin yaratıcısı Allâh’tır. Öyle ise, O’nun bütün yaptıkları
“Hakiym” isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli
yerindedir!

Deme şu niçin şöyle,


Yerincedir ol öyle,
Bak sonuna, sabreyle,
Görelim mevlâ neyler,
152
Ma’siyet ve Tâatla Perdelenme
Neylerse güzel eyler!

Beyitlerinde Erzurumî İbrahim Hakkı rahmetullâhı aleyh bu


hususa işaret ederek, yersiz bir şeyin olmadığını, her şeyin yerli
yerince meydana geldiğini anlatmak ister.
Esasen, gerçekte ise olay, ma’siyet ve tâat kavramlarının çok
ötesinde; Allâh’ın, “lâ yus’âl” olarak dilediğince fiilini ortaya
koymasıdır ki, biz buna “hikmet” deriz.
Gerçektir ki, Allâh, “hikmet” ile kayıt altına girmekten de
münezzehtir! Bu hususu da çok iyi idrak etmek mecburiyetindeyiz.

153
154
43

SİSTEMİN İŞLEYİŞİ

− Yâ Gavs! Hatalı kullarımı fazl ve keremim ile müjdele;


mucibini de adl ve öç almamla müjdele.

Denilmek isteniyor ki anladığımız kadarıyla; “hatalı kullarımı fazl


ve keremimle müjdele”; yani yaptıkları birtakım kusurları
kendilerinden gören kulları fazlım ve keremim ile müjdele ki; onların
varlıklarında, özlerinde mevcut olan benim!
Hem zâhirdir hem bâtın!
Onlar, o fiilleri nefslerine bağlayıp, bundan dolayı çok büyük
üzüntüler çekerler. Hâlbuki benim hikmetimi yerine getirmektedirler.
Bu üzüntü ve pişmanlıkları dolayısıyla, Allâh da onlara fazlını ve
keremini müjdeliyor. Yani, onlara, fâili hakiki olduğunu idrak
ettirmek suretiyle, öyle bir ikramda bulunmuş olacak ki, bu onlar
tarafından son derece büyük bir nimet olarak değerlendirilecek.
Zira, onlar belki idrak edecekler ki, kendilerinin bağımsız birer
varlıkları olmayıp, Hakk’ın Esmâ’sının zuhur mahalleridir! Ve elbette
155
“Gavsiye” Açıklaması
ki onlar için çok büyük bir sevinç kaynağı olacaktır.
“Buna karşılık icap edenleri de ADL ve ÖÇ almamla ile
müjdele”…
Adl, bazen halk arasında cezalandırma hâli ya da mahalli, bazen de
korkutma mahalli olarak bilinir. Oysa “ADL”, hak edenin hakkını
vermedir. Herkese, hak ettiği hakkını vermenin adı “Adl”dir!
Kim neyi hak etmiş ise, o hak ettiğini aldığı zaman adalet yerine
gelmiştir.
Hâlbuki sanılır ki, herkese eşit davranmak adalettir! Bu
yanlıştır. Hakkını, hak ettiğini vermemek zulümdür!
“Allâh adl sahibidir” demek; herkese hak ettiğini verir demektir!
Bunu bir diğer şekilde, şöyle de ifade edebiliriz:
Herkes ne iş için var edilmiş ise; hangi ismin mânâsının açığa
çıkmasına vesile olmak üzere var edilmiş ise; o ismin gereklerini
hak etmiş demektir! İşte bu mânâda adalet, onun hak ettiklerini
almasıdır!
Herkese eşit dağıtma ve eşitlik olarak adaleti anlayanlar, bu
konuda kesinlikle büyük bir yanılgı içindedirler!
Kâinatta “eşitlik” mevcut değildir! Kâinatta “eşit” iki varlık
mevcut değildir!
Herkesin aklı, fikri, idrakı, kavrayışı, evi-barkı, çoluğu çocuğu
farklı farklıdır. Bütün bu sebeplerle de eşitlikten söz edilemez.
Ayrıca insanlar, ellerinde olmayan şeyden dolayı da suçlanamaz.
Kimse Dünya’ya gelirken bedenini, ailesini, yaşayacağı çevreyi,
toplumu, aklını vesaireyi seçmemiştir! Herkes, kendi hakkında takdir
edileni yaşamak mecburiyetindedir.
Var olurken, hangi şeyi seçmedesin ki, var olduktan sonra da
seçebileceksin?
Adl’in gerçek anlamını kavrayabilmek için, olaya mutlaka Hakk’ın
156
Sistemin İşleyişi
indînden bakmak mecburiyeti vardır.
Mâdemki Allâh, kendi Esmâsının mânâsını seyretmek üzere
âlemleri var etmiştir; bu takdirde her var ettiğinin hakkını da, var ediş
gayesine uygun olarak verecektir.
İşte budur adalet!
Ancak burada gözden kaçmaması gereken bir husus vardır;
“Rahmetim gazabımı geçmiştir” ve “Rahmetim her şeyi
kuşatmıştır” buyrulmaktadır...
“Rahmet” her şeyde EŞİT olarak mevcuttur. Her şeyde eşit
olarak mevcut bulunan bu rahmet nedir?
Her şey varlığını, Allâh’ın Esmâsından aldığı için; her varlığı
kuşatan “Rahmâniyet” mertebesinin eseri olarak, Hakk’ın Zâtı ve
Esmâsı ile kaîm varlıklar oldukları için, hepsi de Hakk’ın rahmetine
“eşit” bir biçimde sahip olmuşlar; yani “rahmet”ten yaratılmışlardır!
Bir kimsenin “rahmete nail olması” demek, o rahmet ile var
olmuş olduğunun bilincine ermesi demektir.
Herkes, kendi zâhir olan Esmâsı yönünden rahmete nail olmuştur.
Zâtı itibarıyla da, ilâhî Zât ile kaîmdir ki, bir diğer Zâtî rahmet de
budur. Bunların her ikisi de umumi rahmettir... Rahmeti âmme!
Bir de hususi rahmet vardır. Bu da evliyaullâha has rahmettir!
Bu hususi rahmet ikiye ayrılır; Rahmeti zâtî ve sıfatî.
Rahmeti Zâti; İnsan-ı Kâmil, Gavs, Müferridûn, Kutb-ul
Aktab ve Kutb-ul İrşâd’a mahsustur.
Rahmeti sıfatî ise dörtler, yediler gibi fetih ehli zevâtta izhar
olur! Yani, bu rahmete eriş neticesinde bu mertebeler kendilerinde
zuhur etmiştir.
Netice olarak bütün varlıklar varoluş yönünden rahmete
ermişlerdir. O rahmet neticesi olarak da “ADL” ismi gereğince,
herkes hak ettiği nimeti sürekli olarak almaktadır.
157
“Gavsiye” Açıklaması
Kimseye hak ettiği verilmeyerek zulmedilmemektedir!
ÖÇ ALMAYA, yani “intikam”a gelince...
Doksan dokuz isim olarak özetlenen Esmâ ül Hüsnâ’dan bir isim
de “El Müntekim”dir. Yapılan bir fiilin karşılığı olarak, kişiyi fiilinin
neticesini yaşamaya mecbur edendir...
Herkes, er ya da geç yaptıklarının neticeleriyle karşılaşacaktır.
Ki bu “ceza”dır! Kişinin hoş olmayan fiillerinin neticesiyle
karşılaşması “Müntekim” isminin mânâsının oluşturduğu bir hâldir.

“BU, SENİN ELLERİNLE TAKDİM ETTİĞİNİN


SONUCUDUR! MUHAKKAK Kİ ALLÂH KULLARA
ZULMEDİCİ DEĞİLDİR.” (22.Hac: 10)

Bir misal olarak verdiğimiz bu ve bunun gibi aynı mânâdaki pek


çok âyet, insanın hep amellerinin (yaptıklarının) sonuçlarıyla
karşılaşacağını; bunun mevcut ilâhî sistem neticesi olarak meydana
geleceğini anlatmaktadır.
Esasen “Müntekim” isminin mânâsı, halk arasında kullanıldığı
gibi bir intikam alma değildir. Bu isim, bir sistemin işleyişinin adıdır.
“Müntekim” ismi, karşısındakine veya başkalarına zarar verme
veya onları istismar etme gibi davranışların karşılığının, benzeri
davranışlarla karşılaşmak suretiyle ödenmesini sağlayan sistemin
adıdır! Ve bu sistem otomatik olarak çalışmaktadır.
Dolayısıyla bu sistemden bahsedilerek, bilmeyenler uyarılmaktadır
ki, ne yaparsanız, yaptıklarınızın neticesine katlanmak zorunda
kalacaksınız, bundan asla kurtuluş yoktur; öyle ise ona göre
davranışlarınızı düzenleyiniz!

158
44

BENLİK, ZİLLETTİR!

− Yâ Gavs! Tâat ehli nimetlere tezellül ettiklerinden zikrederler;


ve ma’siyet ehli de tezellül edip Rahıym’i zikrederler!

“Tâat ehlinin nimetlere tezellül etmesi”;

Tâat, kendilerine ulaşan emirlere riayet edip, gereğini tatbik


etmek, anlamında kullanılıyor.

Niçin, tâat ehli bu fiillere başvuruyor? Nimetlere ermek için!

İşte nimetlere kavuşmak için yapılan davranışlar, “tezellül” olarak


nitelendiriliyor burada. Yani zillete düşmek, zilleti kabullenmek. Daha
bir Türkçesi ile, aşağılanmayı kabullenmek!

Başka bir ifade ile, cennet nimetlerine erme gayesiyle birtakım


çalışmalarda, davranışlarda bulunmak, küçüklüğü kabul ederek
büyüğe sokulmak gibi tanımlanmakta.

Diğer taraftan, yasaklanmış olan şeyleri yapmaktan kendilerini


159
“Gavsiye” Açıklaması
alıkoyamayanlar da, gene o cennet nimetlerine kavuşmak için,
bağışlayıcı, çok merhametli olana âdeta “Sen büyüksün, bense çok
küçük; sen Rahıym’sin ben çok âsi ve suçlu, öyle ise beni bağışla ve
nimetlerinden mahrum etme” demektedirler. Bu da bir diğer
“tezellül” şeklidir.

Her iki hâlde de birtakım nimetlere kavuşmak için, küçülmeyi,


aşağılanmayı göze alma konusudur!

Ve her iki hâlin altında da tek bir şey yatmaktadır; ENE!.. Yani,
BENLİK, BENCİLLİK, birimselliğine menfaat temini peşinde
koşmak!

Kendini bu beden veya bu bedendeki ruh olarak kabul eden kişinin


yapacağı, elbette ki bunlardan başka bir şey değildir!

Çünkü bu “tezellül”, içinde bulundukları “benlik” hâlinin tabii


sonucudur.

İnsan, vehminin tesiri altında ve çevreden gelen şartlandırmalar


sonucunda, kendini bir beden veya bedendeki ruh olarak kabul eder.
Böyle olunca da, elbette ki bedenine veya ruhuna dönük birtakım
menfaatleri temin etme yollarını arayacaktır.

Bu durumda olan insanın da tabii olarak kendisine bu nimetleri


sağlayacak olana “tezellül” etmesi son derece doğal olmaktadır!

Netice olarak ortaya çıkmaktadır ki, “tezellül”ün kökeni “benlik”


kavramına dayanmaktadır.

Eğer bu kişilerde en büyük ve en kalın perde olan BENLİK


perdesi kalkmış olsa; görecekler ki, varlık, BENLİK hep Hakk’a
ait! Bu durumda bilecekler ki, O dilediğini yapıyor ve hep O’nun
hükmü, takdiri yerine geliyor! Kendileri hakkındaki takdir de her ne
ise, o muhakkak yerine gelecektir!

Bunu anlayınca da, kendi varlıklarının var olmadığını fark ederek,


160
Benlik, Zillettir!
benliklerine menfaat temini gayesiyle, zillete düçar olmayacaklar.

Neticede, ister ma’siyetten dolayı Rahıym’e sığınma hâli olsun;


ister, tâat ile birtakım nimetler bekleme hâli olsun, her iki hâl de zillet
hâlidir, temeldeki “benlik”ten doğan zillet hâlidir!

Bunun karşıtı ise “İzzet” hâlidir, ki “Aziyz” isminin mânâsının


ortaya çıkışıdır.

Bu isimle isimlenmiş kişi, kimseden bir karşılık beklemeksizin


çalışmalar yapar; karşılıksız verici olur; bu sebeple de izzetle yaşar!

161
162
45

ZULMET-NÛR PERDELERİ

− Yâ Gavs! Avamı halkettim, nûruma dayanamadılar, araya


zulmet perdesini koydum. Havâssı yarattım, nûruma
dayanamadılar, nûr perdelerini koydum.

Bu bölümde üzerinde durulması gerekli olan iki husus var ki,


onları çok iyi anlamak gerekmektedir;
Zulmet perdeleri ve Nûr perdeleri.
Önce “perde” kelimesindeki mânâyı çok iyi anlamalıyız.
Tamamıyla beş duyuya tâbi, gördüğüne göre hüküm veren, düşünce
fonksiyonu çok zayıf yapıların kabul edebileceği cinsten bir maddi
perdeden söz edilmiyor burada elbette ki!
Peki öyle ise “perde”den murat nedir?
“Perde”, perdeleme işlevini gören nesnedir. Yani bir şeyin
görülmesine engel olmak için konulan herhangi bir tür örtü!
Madde olan bir şeyin örtüsü, perdesi de elbette ki maddidir. Ancak
o şey maddi değilse, perdesi de elbette ki maddi bir şey olmaz.
163
“Gavsiye” Açıklaması
Öyle ise Allâh’ın perdeleri nelerdir?
Öncelikle şunu çok iyi anlamalıyız. “Allâh’ın perdeleri” dendiği
zaman bilinmelidir ki, bu perdeler Allâh’ın üzerinde değil, bizim
basîretimizde mevcuttur. Yani, bu perdeler âfakî (dışta) değil,
enfüsîdir!
Bizim anlayışımızı, kavrayışımızı, idrakımızı, tefekkür
kabiliyetimizi kısıtlayan şeylerdir, bu perdeler. Asla bunların ötesinde
bir perde düşünülmemelidir.
İşte bu perdeler esas olarak ikiye ayrılır:
1-) Zulmet perdeleri,
2-) Nûr perdeleri.
“Zulmet perdeleri”; Efâl âlemi içinde yer alıp; basîretimizin
Hakk’ı görmesine engel olan her şeydir. Daha doğrusu, şeyi, şey
olarak kabul etmemize yol açan beş duyumuzdur!
Aslında suç, beş duyumuzda da değildir; çünkü onlar, varlıktan
örnek ve ibret almamız için oluşturulmuş, kesitsel algılama
araçlarıdır.
Biz, eğer beynimizi düşünce yolunda hakkıyla kullanıp, kesitsel
algılama araçlarımızın verdikleri doneler üzerinde yeterince
düşünebilsek; bir süre sonra, çok daha geniş bir şekilde gerçekleri
görmeye başlayabiliriz.
Zulmet perdelerinin en başta geleni, beynimizin, düşünce
sistemimizin göz aracına tâbi olması ve bizim böyle bir yaşam şeklini
tercih etmemizdir. Hep, “görüyoruz” veya “görmüyoruz” gibi bir
hükümle, konulara yaklaşmaktayız ki, bundan daha büyük bir yanlış
mevcut değildir.
Önce, düşünce kabiliyet ve kapasitemizi, “göz blokajından” ve
kaydından kurtarmak mecburiyetindeyiz. Sonra da diğer organların
verilerinin sınırlamalarından…
İşte bundan sonra beynimiz güçlü bir akılla, özgür bir biçimde
164
Zulmet – Nûr Perdeleri
kendisine ulaşan verileri değerlendirmeye başlayacak; böylece de,
gördüklerinin ardındakileri, “basîretiyle” keskin bir şekilde, gerçekçi
olarak değerlendirecektir.
Mesela, biz beş duyuya dayanarak her şeyin madde olduğunu
savunabiliriz. Oysa tüm bilimsel veriler bize göstermektedir ki,
gerçekte madde âlemi kabulü tamamen beş duyudan
kaynaklanmaktadır. Var olan tümüyle, mânâ âlemi de denen, ışınsal
evrendir! Atomaltı boyut, evrenin gerçek yapısıdır!
İşte beş duyunun verdiği madde kabulünü bir yana bırakıp,
boyutsal idraklara yönelirsek; zulmet perdeleri yavaş yavaş
basîretimizden kalkmaya başlar.

“Allâh’ım, bana eşyanın hakikatini göster.”

Şeklindeki Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın ettiği dua, hakikatte bize


bir gerçeği vurgulamak gayesine yöneliktir.
“Eşyanın hakikati”; görüp bildiğim her şeyin hakikati demektir
ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin
ardındaki gerçek demektir!
Nedir eşyanın ardındaki hakikat? Ki, biz ondan perdeliyiz!..
Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!
Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikati
görürüz ki, o da, Allâh isimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda
işte bunlar da Nûr perdeleridir!
Eşya, yani Efâl âleminde bulunan her şey, Allâh’ın Esmâ ül
Hüsnâ’sı diye bildiğimiz, özetle doksan dokuz isminin mânâlarının
terkiplerinden ibarettir. O mânâlar, terkipler şeklinde algıladığımız
veya algılayamadığımız şeyleri meydana getirir! Burayı iyi anlamak
lazımdır, çünkü çok önemli bir anahtardır bu husus. Ki ancak bu
anahtar ile eşyanın hakikati kavranabilir.
Allâh’ın ZÂT’ının perdesi ise “Esmâ”sıdır!

165
“Gavsiye” Açıklaması
Akla gelen veya gelmeyen, insanın bildiği veya bilmediği her şey,
Esmâ terkiplerinden meydana gelmiştir!
Esmâ (Allâh’ın isimleri), her şeyin aslı ve özüdür, ki aynı
zamanda yüce Zât’ın da perdesidir!
Nûrdan perdeler diye işaret edilen de Allâh’ın bu Esmâ’sıdır!
Pek çok velî, Esmâ mertebesinde eşyanın hakikati olan isimlerin
mânâları ile karşı karşıya kalınca, mutlak hakikati bulduklarını sanmış
ve bununla yetinerek, Zât-ı ilâhî’yi Ahadiyeti ile bilememişlerdir.
İsmail Hakkı Bursevî merhum, ki Gavs-ı Zaman olarak bilinir;
Ruh-ul Beyan isimli çok değerli Kur’ân-ı Kerîm tefsirini yazan
zâttır. “Lüb-ül Lübb” şerhinde şu hadîs-î şerîfi nakleder:

“Cennetlik kimseler makâmlarına kavuştuklarında, Hak Teâlâ,


AZAMET ve KİBRİYÂsını gizleyen PERDEYİ aralar ve;
− Ben sizin yüceler yücesi Rabbinizim, buyurur.
Hakk’ın bu tecellisi onların garibine gider ve inkâr ederler...
− Hâşâ ki sen bize Rab olasın, diyerek feryada başlarlar.
O anda tecelli üç defa değişir; her defasında onlar yine inkâr
ederler.
Sonra Hak onlara;
− Rabbinize dair aranızda bir işaret var mı? diye hitap eder.
− Evet, var! cevabını hep bir ağızdan verirler.
Artık bundan sonradır ki, herkese, ZANNI, İTİKADI ve ANLAYIŞ
KABİLİYETİ nispetinde tecelli olur.
Bu tecelli sonunda;
− Sen yüceler yücesi Rabbimizsin! deyip kabul ederler.
Bu müşahede için şu hadîs-î şerîf vardır:
“Siz Rabbinizi mehtaba bakar gibi seyre dalacaksınız!”
166
Zulmet – Nûr Perdeleri
Hâl böyle olmasına rağmen, EHLİ İRFAN, HAK Teâlâ’yı İLK
TECELLİDE tasdik ederler.”

İsmail Hakkı merhumdan naklimiz bu kadar…


Yukarıdaki hadîs-î şerîfi bir kere daha çok dikkatli bir biçimde
okursak görürüz ki, Allâh’ın “AZİYM” isminin işaret ettiği
“Azamet”i ve de “Kibriyâ”sı Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın
işaret buyurduğu üzere, “PERDE” olmaktadır! Yani, Esmâ perdesi.
Yani, Nûr perdesi!
Ki varlık, mevcudat, hep bu isimler ile var olmuştur ve onlar ile
yaşamlarına devam ederler. İsimlerin olmadığını düşünürsek, geride
kalan yegâne şey “HİÇ” olur!
Zaten “Ahadiyeti” tarif eden en uygun kelime de “HİÇLİK”tir.
“Avam”, gördükleri kadar düşünen, bedenî zevk ve menfaatler
peşinde koşan, önce kendisini düşünen insandır.
Böyle olunca da, bütün bu yaptıkları, meşgalesi kendisi için perde
oluşturur. Ki bu perde de zulmet perdesidir!
Havâssa gelince...
“Havâss”, irfan sahibi olarak marifete ermeyi amaçlamış, gayesi
ve hedefi Hak olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da
nûr perdeleri ardında kalmışlardır!
Her ikisinden öte, ender sayıda zevât da mevcuttur ki; onlar tüm
perdelerden arınmış olarak, her an daimî seyr hâlindedirler; zâtıyla,
vasfıyla, özellikleri ve güzellikleriyle TEK’i!

167
168
46

GAYRI NEDİR?

− Yâ Gavs. Ashabına söyle, onlardan kim bana vâsıl olmak


isterse, benden gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın!

“BEN”den gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın;

Cümlesini, sanki O’ndan gayrı birçok şeyler varmış da onlardan


çıkılması gerekiyormuş gibi anlamak çok büyük bir hatadır!

O’ndan gayrı şeyler var da, onlardan çıkılması gereklidir, değil


burada anlatılmak istenen! Burada istenilen ve işaret edilen şey,
O’ndan ayrı görmeyi ve O’nu da o görülen şeyle kayıtlamayı
terktir!

Biz görülen her şeyin, Hakk’tan ayrı bir varlık olarak mevcut
olduğunu sanırız! Ve o görülen şeyin ardında da Hakk’ın var
olduğunu tasavvur ederiz. Hâlbuki iş böyle değildir!

Algıladığımız her şey, O’nunla kaîmdir! Ancak O’nu, şeyin sûret


veya mânâsıyla kayıt altına almak, büyük bir gaflet olur. İşte “çık”
169
“Gavsiye” Açıklaması
hükmü, o sûret veya mânâ ile beni kayıtlayıp, buna göre
hakkımda hüküm verme, demektir.

Kim ki, gördüğündeki mânâ ile Allâh’ı kayıt alma gafletine düşer,
o artık çok yoğun bir perde ile perdelenmiş demektir.

170
47

ALLÂH’IN AHLÂKI

− Yâ Gavs. Dünya geçidinden çık ki, âhirete vâsıl olasın; âhiret


geçidinden de çık ki, “BANA” vâsıl olasın!

Dünya geçidinden çıkıp da âhirete geçmek, mülk âleminden


melekût âlemine girmek demektir!
“Mülk âleminden melekût âlemine geçmek” ne demektir?
“Mülk âlemi”; bizim beş duyumuza hitap eden bildiğimiz madde
âlemidir.
“Melekût âlemi” ise; sezgi, ilham ve benzeri yollu farkında
olmadan algıladığımız, yani üst beyin faaliyetleri sonucu algıladığımız
kozmik yapılı âlemdir.
Dünya’dan nasıl çıkılır, mülk âleminden nasıl çıkılır?
Dünya’da, madde âlemine ait olan şeylerle, düşünce dünyanı bloke
etmemekle! Yoksa intihar edip, bedeni öldürüp, ruh olarak kalmak
suretiyle bu çıkış elde edilmez!

171
“Gavsiye” Açıklaması
İntihar ederek, bedeni kullanım dışı bırakmak, bilakis kişinin
dünyaya bağlı ve bağımlı kalmasına yol açar ki, bu da insana
cehennemden başka bir şey getirmez!
Evet, bu durumda Dünya varlıkları ile perdelenmeyip; o
varlıklarda tasarruf eden Tek Gerçek Mutasarrıfı göreceğiz. İşte
böylece de mülk âleminden melekût âlemine geçmiş olacağız.
Bu âlemdeki bütün varlıkların hep Hakk’ın Esmâ’sının
mazharı olduklarını, bu hâlleriyle de gerçek mânâdaki
“KULLUK”larını yerine getirmekte olduklarını göreceğiz.
Ancak iş burada bitmiyor! Bundan da geçmek gerek.
Bu defa iş geliyor o mutlak tasarruf sahibi Tek’i tanımaya. O’nu
nasıl tanıyabiliriz, görünmez, tutulmaz bir varlık olduğuna göre?
Özellikleriyle… Huylarıyla!.. Yani Ahlâkıyla!..

“Allâh ahlâkı ile ahlâklanınız!”

Hadîs-î şerîfini hatırlayalım.


Nedir Allâh adıyla işaret edilenin ahlâkı?..
Herhangi bir birimin ahlâkı ile Allâh adıyla işaret edileni kayıt
altına alabilir miyiz?
Elbette ki hayır!
Öyle ise “Allâh ahlâkı” nedir?
“Allâh ahlâkı”, muttali olduğumuz kadarıyla, Allâh’ın Esmâ ül
Hüsnâ’sıdır!
Allâh’ı ancak Esmâ’sı kadar tanıyabilmek mümkündür!
Çünkü, zaten Zâtı itibarıyla tefekkür edilmekten, tanınmaktan
münezzehtir!
“Allâh’ı idrak, ancak O’nun idrak edilemeyeceğini idraktır”
diyen Hz. Ebu Bekir Sıddîk (r.a), işte bu noktaya işaret etmiştir.

172
Allâh’ın Ahlâkı
“Zâtı, bilinmezliğiyle bilmek”, “Ahadiyet” sırrına vukufla
mümkündür!
Zâtın bilinmezliğini idrak ettikten sonra, kalır iş isimleri yollu
tafsilî bilmeye… Ki bu da ancak melekût âleminin içinde olan, Efâl
tecellilerine vukufla mümkün olur!
Esmâ’nın, “Mardiye” nefs düzeyinde toplu bilinişi, ancak Efâl
mertebesindeki ortaya çıkışlar ile tamamlanır.
Ancak ne var ki, bütün bilişler dahi, çeşitli perdeler olan Esmâ
tecellilerinden başka bir şey değildir!
Bir başka anlatım ile, “Melekût âlemi”, “Akl-ı Küll âlemi”dir ki,
mânâları seyir hâlidir. Ve bunlar dahi, Zâtın kendi özelliklerini,
mânâlarını seyir için meydana getirdiği tecellilerdir.
Sen, bunlarla kayıtlı olarak seyre başladığın zaman, sürekli çeşitli
isimlerin mânâlarını müşahedeye başlayacağın için, zâtını görmekten
perdeli kalırsın! Bu yüzden de zâtını tanıma yolunda geri kalırsın. İşte
bunun için, aklı cüzden geçtiğin gibi, Akl-ı küll’ün seyrinden dahi
geçmek tavsiye edilmektedir!

173
174
48

VİTRİYET-VÂHİDİYET-AHADİYET

− Yâ Gavs! Cisimlerden ve nefsinden çık; sonra kalplerden ve


ruhlardan çık; sonra hüküm ve emirden çık; ki bana vâsıl olasın!

Alışılmışın biraz üstünde anlatmaya çalışalım bu cümleyi...


Nedir anlatılmak istenen?
“Bana vâsıl olasın!”...
Peki, “vuslat” denilen hâlin gerçekleşmesi için ne gerek?
Önce, “cisimlerden ve nefsinden çık!”...
Bu cümle ile hitap edilen kişi avam değil, havâsstır! Mutmainne
mertebesindeki velîdir muhatap!.. Radiye mertebesindeki velîdir
muhatap... Onlara denilmektedir “cisimlerden ve nefsinden çık” diye.
Çünkü bu mertebedeki kişi bilir ki, tüm cisimlerdeki, birimlerdeki
“Nefs”, TEK’tir! Ve o “Nefs” aynı zamanda kendinin de nefsidir!
Bu sebepten de, cisimler diyerek her şeyden söz edilmesine
karşılık, “nefsinden” şeklinde tekil ifade kullanılmaktadır.
175
“Gavsiye” Açıklaması
Bu mertebedeki bir velî, âlemi kendi cismi; kendini de o âlemin
“nefsi” gibi görür. Oysa bu görüş, bir üste göre, kısıtlı ve kayıtlı bir
görüştür. Efâl müşahedesiyle perdeliliğe yol açar.
Kendini tanımadan asıl gaye, Zât’ını tanımaktır...
Zât ise, TEK’tir!
Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize. İşte burada bu
gerçek anlatılarak “ÖZ”ün tanınması için yapılması gereken şey
anlatılıyor. Dıştan içe yönel!
Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha
tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve
“Nefs”ten çıkmak! “BENLİK”siz kalmaktır!
Vâhidiyet mertebesi Nefs ile kaîmdir. FERD’tir Nefs!
Ahadiyet ise Hüviyet’tir ki, Eniyet kabul etmez...
Ahadiyet, Eniyet dolayısıyla Vâhidiyet mertebesine tenezzül eder
ki, “Ferd” ismiyle tanınır.
Vitriyet ise, kesretin hükmî nihayeti dolayısıyla erişilen Tek’lik
mertebesidir. Kesret kavramının kalkışı ile Vitriyet hâsıl olur.
“Nefs-i küll” kavramı kalkınca “Vitriyet” yaşanır!
İşte yukarıda, çıkılması gerekli olarak işaret edilen Nefs, “Nefs-i
küll”dür. Ki neticede Vitriyet tahakkuk etsin ve Zât’a yönelim
başlasın. Vitriyet kesretin nihayeti ve kalkışı olarak, “Ferdiyet”
yaşamını getirir.
Bütün bunlar “Mardiye nefs” ismiyle işaret edilen bilinç
düzeyinde başlar.
Bundan sonra, “kalplerden ve ruhlardan çıkmaktan” söz ediliyor.
Burada da anlatılmak istenilen, “kesret müşahedesinden”
kurtulmaktır.
Yani, Hakk’ın varlığı olarak birçok varlıklar mevcut değildir!

176
Vitriyet – Vâhidiyet - Ahadiyet
Kalpler ve ruhlar mevcut değildir!
Bunların hepsi de vehim yollu görülen hayallerdir! Gaflet ve
uykuda olmanın sonucu olarak meydana gelmektedir!
Çünkü bunların hepsi de, “ilmî sûretler” olmaktan öte bir şey
değillerdir!
“İlmî sûretler” ise ancak ve ancak, sadece ve sadece Allâh’ın
ilminde mevcutturlar!
Bu anlattıklarımızı size ne nispette ulaştırabileceğiz, bilemiyoruz.
Elbette her okuyan, istidadı nispetinde, takdirindekini alabilecektir.
Ehli, zaten bunların böyle olduğunu bilir. Yaşamayana ise ancak
bu kadar açıklaması mümkündür. Biline ki, böyle hâller de vardır!
“Sonra emir ve hükümden de çık”...
Ya, bu ne demektir?
Emir ve hüküm, hep kesret âleminin neticesidir! Kesret âlemi
içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.
Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret
âleminin son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!
Bu yüzden de, Allâh’a urûc murat ediliyorsa, çokluk görme
basîretsizliğinden arınıp; Emir, âmir, memur; hâkim, mahkûm, hüküm
üçlüsünün var olmadığını idrak edip; TEK’in seyrine girilecektir.
İşte o zaman “kader sırrı” da açılır ki, bu da “Vâhidiyet”
mertebesinde yaşayanın vukuf sahibi olduğu hâllerden biridir!

177
178
49

NAMAZ ve HAKİKATİ

Dedim ki;
− Yâ Rabbi, hangi namaz sana daha yakındır?
− O namaz ki, içinde benden başkasının kalmadığı, kılanın
içinde kaybolduğu!

Namaz, esas itibarıyla üçe ayrılır;


1. Mülk âleminin namazı.
2. Melekût âleminin namazı.
3. Ceberût âlemindekinin namazı.
Namaz, kılınmaz; ikame edilir!
Namaz nedir?
Önce, namazın ne olduğunu anlamak gerekir.
Namaz, yöneliştir! Yönelişin neticesi olarak istek, duadır! Ama
öyle bir dua ki, edenin içinde yok olduğu bir dua!
179
“Gavsiye” Açıklaması
Namaz, vehmî benlikle başlar, secdedeki “yokluk”la tamam olur.
Önce bildiğimiz klasik namazdan söz edelim…
Bu namaza duran kişi, Allâh’a kulluk gayesiyle, “Allâhû Ekber”
diyerek başladığı zaman, önce bu kelimenin mânâsını düşünerek
konsantre olmaya çalışır.
“Allâhû Ekber” demek; Allâh “büyüktür” ya da “en büyüktür”
gibi bir anlama alınmaz. Çünkü Allâh, “büyüklük” kavramından
münezzehtir!
Allâh’ın, misli, dengi, benzeri, makro ya da mikro planda bir
ikincisi yoktur ki, “ondan büyüklüğü” bahis konusu edilsin!
“Ekber” kelimesini, “Allâh” ismi yanında gördüğümüz zaman,
asla normal biçimde, herhangi bir şeyden büyüklük olarak
anlayamayız. Çünkü, az önce de söylediğim gibi, O’nun daha büyük
olduğu, ikinci bir varlıktan söz etmek mümkün değildir.
Öyle ise, “Ekber” kelimesini “Allâh” ismiyle bütünleşmiş olarak
gördüğümüzde nasıl yorumlayacağız?..
“Allâhû Ekber” kelimesinin Türkçe anlamını, düşünebildiğimiz
kadarıyla şöyle yorumlayabiliriz;
Sonsuz - sınırsız olması sebebiyle, tüm varlıkta kendinden başka
bir vücud sahibi olması mümkün olmayan büyüklük! Evet, bir şeyden
büyük değil, “büyüklük” sahibi!
İşte bu “büyüklüğü” şayet hissedersek ve bu şekilde “Allâhû
Ekber” diyerek namaza başlarsak; daha sonra okuyacağımız âyetler
ve rükû ve secdeler ile namazı “ikame” etmeye çalışmış oluruz...
Gücümüz yettiğince, ilmimiz elverdiğince...
Bu ikame sırasında, kişi kendini yaratan varlığa, hamd eder,
şükreder, isteklerini arz eder ve ondan kendisine icabet etmesini
bekler. Bu şekilde bir fiil ortaya koyması istendiği; emredildiği için;
bu emri yerine getirmek üzere bu namazı edâ eder!
İşte bu, avamın namazıdır. Beden boyutunun namazıdır!
180
Namaz ve Hakikati
Melekût âleminin, ârifin namazı ise müşahedelerin etkisinde
olarak ikame edilir.
Mânâ boyutunun bu namazında kişi, fâili hakikiyi ve varlıklar
üzerinde tasarruf eden, onları her an yaratan ve yok eden, onları her an
dilediği şekle sokan “Rabb-ül âlemîn”i seyreder.
Bu mânâdaki namazda, bir kişi hem beden boyutundaki
namazını edâ eder; hem de Hakk’ın fiillerini müşahede
hâlindedir.
Tüm varlıkta tasarruf edenin; hem de her an ve her zerrede tasarruf
etmekte olanın Allâh olduğunun Ayn-el yakîn müşahedesi hâlindedir.
Ancak bütün bunlara rağmen de, “fetih” gelmemiş olduğu için,
Hakk-el yakîn hâsıl olmadığı için; vehim kalkmamış; kendisi olarak
Hakk’ı seyretme hâli devam etmektedir. Yani, “ikilik” ortadan
kalkmamıştır!
Kendisini müşahede eder, şuursal bir birim olarak kendini
görmekte devam eder; ancak bununla beraber, kendisi de dâhil olmak
üzere, mevcudatta tek bir mutasarrıfın hüküm, irade, kudret ve
kuvvetinin geçerli olduğunu da devamlı olarak seyir hâlindedir. Ki
onun bu seyir hâli, “Melekût âleminin seyri namazı” hükmündedir.
Bu namaz hâli içindeki kişi, tüm varlıklardan çıkan fiillerin
tamamıyla hikmet olduğunu idrak ederek, kimseyi ve hiçbir varlığı,
yersiz ya da yanlış iş yapmakla itham etmez veya suçlamaz...
Eğer, bu namazda biraz daha kemâl sahibi olursa, varlığın her
zerresinde O’nun varlığını müşahede ettiği için; o zerrede, daha
doğrusu zerre gördüğü şeyde, O’nun dışında bir şey olmadığını fark
ederek; artık her sûrette O’nu seyretmeye başlar.
Ve bu hâl, o kişide AŞK hâlini meydana getirir. Her birime karşı
büyük bir sevgiyle dolup taşar.
Ne ak kalmıştır onun gözünde, ne de kara!
Tüm varlığa hizmet, yardım, onun en büyük gayesi olur. “Yetmiş

181
“Gavsiye” Açıklaması
iki milleti bir gözle görmeye başlar”; Yunus Emre’nin dediği gibi!
Çünkü, onun nazarında yetmiş iki millet değil, TEK varlık vardır!
Ârifin bu namazı “orta namaz”dır! “Salâtı vusta”dır. Ve bunun
hükümlerine göre karşılığına ulaşır!
Ceberût âleminin namazına gelince...
Ârifi Billâh’ın namazıdır bu! “Namaz müminin mi’râcıdır”
şeklindeki Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaret ettiği namazdır bu
namaz!
“Kab-ı kavseyn” boyutuna urûc ettiği zaman Rasûlullâh
sallAllâhu aleyhi ve sellem mirâc’da nakledilir ki, kendisine;
“Dur! Rabbin namazdadır!” denilmişti.
Rubûbiyet mertebesinin namazından söz edilmektedir burada.
“Rabbin namazı”, Rabb-ül âlemîn’in Rubûbiyet hükümlerinin
Efâl âleminde yürürlükte olmasıdır.
Rabbin hükümlerinin, Rabbanî kudretiyle tahakkukundan “Rabbin
namazı” diye söz edilmektedir.
Rab; Esmâ’nın mânâları üzere mahlûkatı var edip yönlendirendir!
Bu tasarruf, “terbiye” diye anılır.
Bu mertebe, boyutsal bir mertebedir ve “şuur sıçraması” diye
adlandırdığımız bir tür mi’râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!
“Şuur” kendisini “Ceberût” boyutunda tanıdığı zaman, kendi
vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakkanî
vasıflar ile Rab zuhur eder.
İşte bu namaz, bir mânâda “Rabbin namazı” denilerek, Rabb’e
izafe edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu dışında kalan hiçbir şey
yoktur.
Esasen, Rabbanî seyr, kendi Esmâ’sı üzerinedir. Efâl ise Esmâ’nın
tabii neticesi olarak meydana gelir.
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), Allâhû Teâlâ’nın ikramı olarak
182
Namaz ve Hakikati
mirâc’a çıktığı zaman, Ceberût âleminde, Rabb-ül âlemîn’in tüm
mevcudat üzerinde Esmâ yollu mutlak tasarrufunu müşahede etti,
“Kab-ı kavseyn” noktasında.
“Ev edna”… Hatta bunun da ötesinde, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v) ismi altında, “gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan
eli ve yürüyen ayağı olarak”; “Şehâdet etti ki Allâh, kendisinin
dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir”!
Ve sonra Rabbi ile mükaleme etti Rasûlullâh (aleyhisselâm)!
Ve sonra Rabbinin emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına
döndü Muhammed Mustafa adıyla, RASÛLULLÂH!
Acaba, bu cümleler bize Rasûlullâh (s.a.v)’in hüviyeti, eniyeti ve
kişiliği hakkında bazı ipuçları verebiliyor mu?
Birincisi insanlara emrolunan, farz olunan bildiğimiz namazdı.
İkincisi, “orta namaz” diye bahsedilen.
Üçüncüsü ise, “daimî namaz” diye anlatılmak istenen.
Esasen, ikinci tür de vakitle kaîm olmayarak devamlı ikame edilen
bir tür “daimî namaz” olmasına rağmen; gerçek “daimî namaz” bu
üçüncü namazdır.
İşte, en makbûl namaz, “kılanın içinde olmadığı” olarak belirtilen
bu üçüncü namazdır. Ki bu konuya metnin sonlarına doğru tekrar bir
nebze, Zül’Celâli Vel’İkrâm’ın ihsanı ve sınırların müsaade ettiği
ölçüde değineceğiz.
Ayrıca “Namaz” konusunu çok daha geniş bir şekilde “TEMEL
ESASLAR” kitabında açıklamaya çalıştık... Bu konuyu daha detaylı
okumak isteyenler oradan okuyabilir.

183
184
50

ŞUURUN ORUCU

Sonra sordum, dedim ki:


− İndînde hangi oruç daha faziletlidir?..
− O oruç ki, onda benden başkası kaybolup, benden gayrı
kalmaz!

Oruçlu kişinin bedeninin orucu vardır ki nasıl olduğu herkes


tarafından bilinir. Yemek, içmek, cinsel münasebet gibi fiillere;
dedikodu, gıybet, aldatma gibi hâllere düşmekten kişinin kendini
muhafazası gereklidir bu oruçta! Avamın orucudur bu!
Havâssın orucu ise, kalbin veya ruhun orucu olarak bilinen
oruçtur!
“Kalp” ve “ruh” kelimeleriyle işaret edilen mânâyı iyi bilmek
gerektir öncelikle.
“Ruh”, şu anda bildiğimiz madde bedenin yerine, ebediyen
kullanılacak olan ikinci bedenimizdir; ki yapısı “holografik
özelliklere sahip dalga” türündendir. Bu bedendeki şuura da “kalp”
185
“Gavsiye” Açıklaması
denilir.
“Kalp gözü” denildiği zaman gaye “şuur” gözüdür. Bedende
nasıl bir “şuur” mevcut ise, aynı şekilde ruh bedende de bir şuur
mevcuttur ki; işte bu “şuur”dan, bu şuurdaki idrak özelliğinden,
“kalp gözü” veya “basîret” isimleriyle bahsedilmiştir!
“Kalp”in yani “şuur”un orucu nasıl olur?
“Kalp” yani “şuur”un, beş duyu, şartlanmalar ve bunlara dayalı
olarak vehmin kendisine var kabul ettirdiği varlıklardan bilincini
arıtması, bu tür kabullerden kesilmesi, onun orucudur.
Bu oruçta, orucu kesintiye düşüren şey; mevcudatta müstakil
varlıkların var olduğunu düşünmektir! Tövbesi ise, Tek’liğe
sığınmaktır!
Falanca şöyle yaptı, filanca böyle yapıyor, fişmekanca böyle yaptı
da onun için böyle oldu, keşke böyle yapmasaydı, böyle olmazdı; gibi
görüş veya düşüncelere dalındığı anda, bu oruç bozulmuş demektir!
Çünkü, hakikatte, bütün isimlerin ardında tek bir fâili hakiki vardır
ki, o da Allâh’tır! Ve seyirde olan, bu hakikatten perdelendiği anda da
orucunu bozmuş olur!
Ceberût âlemini yaşayanının orucuna sekte vuran hâl ise;
Esmâ’dan bir isimle kayıtlı durumda kendini hissedip, o ismin
mânâsının seyrinde kayıtlı olmaktır.
Çünkü, Ceberût âleminde yaşayanın gayesi, Lâhut âlemine geçip,
Zât-ı Ahadiyette, “hiç” olmaktır! Perdesi ise Esmâ âlemidir!
İşte bu öyle bir oruçtur ki, tutan, içinde kaybolmuş; Varlıkta Bâkî
olan Allâh kalmıştır!

186
51

ŞİRK ve HAKİKİ FÂİL

Sonra sordum:
− Hangi fiiller indînde faziletlidir?
− Benden gayrının kalmayıp, içinde cennet ve cehennemin
bulunmadığı, yapanın kaybolduğu!

“…(Oku) ATTIĞINDA SEN ATMADIN, ATAN


ALLÂH’TI!..” (8.Enfâl: 17)

“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH


YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)

Bu âyeti kerîmelerin sırrına erildiği zaman, yukarıda belirtilen,


yapanının içinde olmadığı fiiller hâli ortaya çıkar.

Bu sır anlaşılmadığı sürece de kişinin hâli “gizli şirk” olarak ifade


edilen “şirki hafî”dir!

“Gizli şirk” nedir?


187
“Gavsiye” Açıklaması
Mutlak ilim, irade, kudret ve kuvvet, yaratan Allâh olduğu hâlde;
kişinin Allâh’tan ayrı varlıkları var kabul edip, “Cüz’i” kelimesi
eşliğinde, onlarda bir irade, kudret, kuvvet, yaratıcılık tevehhüm
etmesidir.

Bazı okuyucularımız soracaktır, “tevehhüm etmek” ne demektir


diye; hemen onu da açıklayalım... Gerçekte öyle bir şey olmadığı
hâlde, çeşitli sebeplerden dolayı o şeyi varmış gibi kabul etmek...

İşte kişinin, Aliym, Müriyd, Kaadir, Muktedir, Mütekellim


isimlerinin mânâlarını, birimlerin kendi aslî vasıfları şeklinde kabul
etmeleri; “cüz’i ilim”, “cüz’i irade”, “cüz’i kudret”, “cüz’i kuvvet”
varsanmaları, “gizli şirk”tir!

Çünkü sonsuz-sınırsız AHAD olan ALLÂH, “cüziyet” kavramını


kabul etmez... “Cüziyet” müşahedesi ise “gizli şirk” hâline yol açar!

Avamın, cüziyet görüşü, “gizli şirk”tir...

Havâssın ise “gizli şirki” görüşü veya kabulü, şirktir!

Yani, “şirk” görmek, “şirk”tir!

Fâil olarak Allâh’ı görmediğin anda bu, “gizli şirk” denilen


hâldir! Çünkü gerçekte, fâil TEK’tir, o da Allâh’tır!

Öte yandan Havâss, ârifler, velîler, Hakk’ı müşahededen


perdelendikleri zaman “şirk” görmüş olurlar... Ve bu görüşleri ile de
şirke girmiş olurlar...

“Gizli şirk” kalktığı zaman, o faziletli fiiller meydana gelirki,


fiilin fâili içinde olmayıp, fâil Allâh olur...

188
52

TÖVBE EDENİN GÜLÜŞÜ

− Hangi gülüş indînde faziletlidir?


− Ağlamayarak tövbe edenlerin gülüşü...

“Ağlamayarak tövbe etmek”ten murat, içine “benlik” hâlinin


karışmasından dolayı oluşan pişmanlıkla tövbe etmemektir!

Nedâmet yani pişmanlık, fiilin fâili olarak “benliğini” görüp, o


fiili kendine bağlamak, sonra da yaptığına pişman olup, “keşke ben
bunu yapmasaydım” diyerek tövbe etmektir...

Burada tövbe edilirken, “gizli şirke” düşülmektedir, o fiilin


kendisine bağlanması yüzünden!

Ki bu tövbeden de tövbe edilmesi zaruri olmaktadır!

Önce tövbeye tövbe! Sonra, tövbeye tövbenin tövbesi!

“Tövbe edenlerin gülüşü” ifadesinde gülüş nedir? Bildiğimiz


kahkaha mı?
189
“Gavsiye” Açıklaması
Buradaki “gülmek”ten murat “sürûr” hâlidir... Benlikten arınmış
kişinin, fâili hakikiyi müşahedesi sonucu, izafî varlıkları görmeye ve
onların vücudlarının varlığını kabul etmeye tövbesi sonucu; TEK’lik
seyrinin getirdiği sürûr! Huzur! Mutluluk!

Nitekim bu mânâyı bir sonraki cümle tamamlamakta...

190
53

MÂSUMUN TÖVBESİ

− Hangi tövbe indînde faziletlidir?


− Mâsumların tövbesi…

Bu hususu en iyi açıklığa kavuşturan, Hz. Rasûlullâh


(aleyhisselâm)’ın hadîs-î şerîfidir;

“Günde yetmiş defa veya yüz defa istiğfar ederim!”

Geçmiş - gelecek günahlarının bağışlanmış olduğu Feth Sûresi’nin


başında kesinlikle vurgulanan Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın
tövbesi niyeydi ki?

Tövbe genel anlamıyla, yapılan bir yanlışın fark edilerek, bundan


dolayı pişmanlık duyulmasıdır.

“Nedâmet, tövbedir!” hadîs-î şerîfi de açıklar.

Avamın tövbesi; yapılan bir hataya pişman olup, onu bir daha

191
“Gavsiye” Açıklaması
tekrar etmemeye karar vermektir!

Burada dikkat edilmesi zorunlu olan husus şudur;

Kişi, fiili vehmî benliğine bağlıyor ve “ben bu yanlışı yaptım,


bundan da pişmanım” diyor...

Havâssın tövbesinin sebebi ise daha başkadır.

Havâss, vehmî benliğinin oluşturduğu perde ile hakikatten


perdelendiği, “Vechullâh”ı görmekten mahrum kaldığı için, yanlış
yorumlara düşüyor ve birimlerde “iradei cüz” görmekten dolayı
tövbe ediyor!

Havâss, âdeta diyor ki;

“Allâh’ım! Vehmim galebe çalıp, beni perdeledi ve senin fâili


hakiki olduğunu müşahede edemeyerek, birimde ilim-irade-kudret-
kuvvet var zannına kapıldım ve bundan dolayı da “şirki hafî”ye yani
“gizli şirk”e düştüm; ama şimdi perdem inceldi ve seni fâili mutlak
olarak yeniden müşahede ettim... Bir önceki hâlime tövbe ediyorum”
şeklinde konuşur. Bu, bir diğer ifade ile “tövbenin tövbesi” diye de
tanımlanabilir.

Hâssül havâssın tövbesi ise, “şirk görmeye” olur! Bu tövbe bir


kere yapılır ve ikincisi dahi olmaz!

“Şirk görmeye tövbe” ne demektir?

Varlıkta Allâh’tan gayrı bir vücud sahibi olmadığını gören kişi,


şehâdet eden, Ayn-el yakîn bilmektedir; şirk koşması söz konusu
olacak bir varlık mevcut değildir! Oysa daha önce böyle birtakım
varlıkları varsanıyordu... İşte bu varsanışına tövbe ederek Allâh’a
rücu etmiş olur!

Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın vârisleri ise, Esmâ ile meşgûl


olmak yüzünden Zât’tan perdelenmekten dolayı hüzün duyarlar ki, bu
192
Mâsumun Tövbesi
hüzün daha önce de bahsettiğimiz gibi, Rasûlullâh’ın günde yetmiş
ya da yüz defa istiğfar etmesi gibidir.

Yani, Müferridûn’un, Aktab’ın istiğfarı; seyirleri gereği Esmâ


müşahedesindendir... Yoksa, herhangi birimiz gibi, yaptığı bir yanlış
fiilden dolayı değil! Bunu çok iyi anlamak gerektir!

Nitekim, yukarıda konu edilen “mâsumların tövbesi” beyanı da


bu zevâtın tövbesine işaret eder.

193
194
54

MÜŞRİKLER EL SÜRMESİN!

− Hangi ismet indînde daha faziletlidir?


− Tövbekârların ismeti!..

İsmet; arınmışlık, sâfiyet, temizlik hâlidir. Nasıl bir ismet daha


faziletlidir?
Fiillerdeki kirliliklerden değil, mutlak arınmışlıktan söz ediliyor
burada... Şuurdaki kirlilikten!

“…KESİNLİKLE MÜŞRİKLER NECİSTİR (pisliktir)!..”


(9.Tevbe: 28)

Âyeti kerîmede gerçek “necis”liğin, yani pis, kirli olma hâlinin


“ŞİRK” olduğuna işaret ediliyor. “ŞİRK” düşüncesinde olanların
“PİS” olduğu anlatılıyor. Ve hatta bir diğer âyette de bu noktaya
işaret olunarak;

“ONA (Bilgiye), (şirk pisliğinden - hayvaniyetinden) ARINIP,

195
“Gavsiye” Açıklaması
TÂHİR OLANLARDAN BAŞKASI DOKUNAMAZ!” (56.Vâkı’a:
79) deniliyor.

Bu âyeti tek başına değerlendirenler sanıyorlar ki elleri tozlu ya da


abdestsiz olanlar dokunmasınlar!.. Oysa bu âyet, bir önceki
bahsettiğimiz “MÜŞRİKLER PİSTİR” âyetiyle bağlantılıdır ki, ikisi
bir arada değerlendirildiğinde ortaya çıkan anlam şu olur;

“ALLÂH’A ŞİRK KOŞMA HÂLİNDE OLANLAR,


PİSTİRLER; BU YÜZDEN ŞUURLARINI KAPLAYAN ŞİRK
PİSLİĞİ KURÂN’DAKİ SIRLARI VE HAKİKATLERİ
GÖRMELERİNE ENGEL OLUR. BU PİSLİKTEN
ARINMADAN KURÂN’A EL SÜRMESİNLER...”

Kaba şirk, açık şirk, kaba necâset hükmünde olduğu gibi; gizli şirk,
“hafî şirk” dahi küçük necâset hükmündedir. Bu yüzden de bu
pislikten arınmamış olanların TEK’lik sırrına, Vahdâniyete el
sürmemeleri tavsiye edilmektedir... Çünkü, şirkle bulanmış bilincin
Allâh’ın sırlarını anlaması mümkün değildir!

İşte bu temizliğe ulaşmış ismet sahibi kişilerin, araya benliklerini


sokmadan, yukarıda izah ettiğimiz şekilde yaptıkları tövbe, en
makbûl, en değerli tövbeleridir.

196
55

MÜLHİME İLMİ

Sonra dedi ki;


− Yâ Gavs-ı Â’zâm. İlim sahibi için yol yoktur, tâ ki indîndeki
ilmi inkâr etmedikçe... Eğer ilmini terk etmezse, şeytanın lisanı olur!

“İlim sahibi ilmini terk etmedikçe” şeklinde özetlenecek ifadede


işaret edilen ilim, “İlm-el yâkîn” hâlinin ilmidir!
Mülhime nefs mertebesinde hâsıl olan marifet, bu ilmi meydana
getirir ve bu durumdaki kişi, gördüğü her şeye “HAK” der! Oysa bu,
insanı hakikat âlemine uçuracak balondur ki, O güçlü sultanın
sarayına ulaşıldığında patlatılarak, huzura girmek gerekir…
Gördüklerinin, “HAK”tan ayrı bir şey olmadıklarını bildirmek
sadedinde, “her gördüğün Hakk’tır” denmişse de; bu gerçekte,
erişilmesi istenen ana hedef asla değildir!
Görülen her şey dendiğinde, ayrı ayrı pek çok şey varsanılır!..
Oysa gerçekte, ayrı ayrı varsanılan bu şeylerin hiçbirisi yoktur; sadece
TEK bir yapı mevcuttur!.. Ki bu da “VECHULLÂH”tır!
197
“Gavsiye” Açıklaması
“…HER ŞEY (şey’iyeti itibarıyla) YOKTUR SADECE O’NUN
VECHİ (mevcuttur)!..” (28.Kasas: 88)

Âyeti kerimesi ile;

“…NE YANA DÖNERSEN VECHULLÂH KARŞINDADIR


(Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115)

Âyetini bir arada anlarsak, gözün gördüğü şeylerin HAK olduğunu


söylemenin son derece basit kaçtığını herhâlde fark ederiz!
İşte Mülhime nefs mertebesinde, sezgi-ilham yollu edinilen bu
ilimden geçilmedikçe, “Hakikat”in müşahedesi hâsıl olmaz!
Bu durumda da kişi, şeytanın temsil ettiği vehim gücünün esiri
olarak, vehmin seslenişi olarak, yanlış bir ilimle insanların yanlış
düşüncelere sapmalarına sebep olur.
Yukarıdaki beyan, “indîndeki ilmi” kelimeleriyle Mülhime
nefs’te hâsıl olan ilim olduğuna işaret etmektedir.
Zira Mülhime nefs’te kişi; kişiliği, vehmî benliğiyle Hakk’a işaret
etmektedir. Burada henüz “vehmî benlik” ortadan kalkmamıştır. Bu
sebeple de “indîndeki ilminden” söz etmektedir o kişi.
Bu ilmi de terk etmediği, bir üst mertebeye terakki etmediği,
birimsel nefsinin var olmadığını idrak etmediği ve gereğini
yaşamadığı sürece, ona yol yoktur!
Böylece o kişi artık, “o Hak”tır, “bu Hak”tır, “şu Hak”tır, gibi
“Hakikat”ten hayli uzak bir vadiye sapar ve ömrü boyu orada fasit
daire içinde döner durur.

198
56

AŞK

Rabbim Teâlâ’yı gördüm ve sordum;


− Yâ Rabbi… “Aşk”ın mânâsı nedir?
− Yâ Gavs! Âşık ol bana! Âşık benim, aşk benim! Kalbini
benden gayrından çevir ve fariğ kıl!

Ahmed Rufaî, Abdülkâdir Geylânî, Fahreddin Irakî, Mevlâna


Celâleddin gibi birçok zevâtı kirâm Allâh’tan, “Aşk” ismiyle söz
etmişlerdir çeşitli zamanlarda...
“AŞK benim”; sevilecek, öylesine sevilecek ki, uğruna her şeyden
vazgeçilecek; öylesine ki, benliğinden bile vazgeçilmek suretiyle
O’nda yok olunacak varlıktır “AŞK”!
Aşk, O olduğu gibi; âşık da O’dur. Çünkü O’nun dışında vücudu
olan bir varlık yoktur! Ve dahi mâşuk, yine kendisidir!
Sevgi, sevdiğin, seven hep O’dur!
Kim, ne zaman, nerede, neyi severse sevsin; sevdiğinin ismi ne

199
“Gavsiye” Açıklaması
olursa olsun, gerçekte sevilen hep O’dur!
“Murat etti ki, kendisinden gayrı sevilmeye; sonra zâhir oldu
sevilenler sûretinde; sonra da baktı ki kendisinden gayrı mevcut
değil, bu defa hep seven ol kendi oldu!” cümleleri işte bu durumu
açıklar.
İyi bilelim sevgi nedir; hangi isim altında olursa olsun sevilenler
kimdir; sevgiyi oluşturan cazibe nedir, kimdendir, kime aittir; ve
nihayet seven kimdir?
“Bildik ki âlemde her ne var, hep AŞK imiş” beytinde işte bu
sırra işaret edilmektedir.

200
57

AŞK, HİCAPTIR!

− Yâ Gavs-ı Â’zâm. Aşkın zâhirine ârif olursan, aşktan fenâ


bulmalısın! Zira, aşk HİCAPTIR! Âşık ile mâşuk arasındaki hicap!

Zâhirde kullanılan anlamı ile “aşk” kavramının bir “ikilik” görüşü


dolayısıyla mevcut olduğunu ve böylece de aşkın sevenle sevilen
arasında bir hicap oluşturduğunu çok bariz bir biçimde vurguluyor bu
beyan!
Daha açık şekliyle;
Mekân ya da boyut kavramıyla ÖTEDE veya ÖTENDE bir “O”
düşünüyorsun, vehmediyorsun, yani var kabul ediyorsun; bunun
neticesi olarak da, O’na ermek, O’nu bulmak, O’nu yaşamak
arzusuyla yanıp tutuşuyorsun!..
İşte bu şekilde yanıp tutuşman, O’nu sevmen ve arzulaman, O’na
âşık olman demektir.
Bu aşkın temelinde de O’ndan ayrı bir “Ben” var zannı
yatmaktadır!
201
“Gavsiye” Açıklaması
“…ZANNIN ÇOĞUNDAN (doğruluğundan emin olmadığınız
konuda fikir yürütmekten) KAÇININ! MUHAKKAK Kİ BAZI
ZANLAR SUÇTUR (şirk veya şirke yola açar)!..” (49.Hucurat: 12)

Âyetinin işaret ettiği zan acaba bu olmasın!!?


Öyle ise, ÖTENDE bir “O” var ve “sen” de O’na ulaşacaksın
zannından doğan aşk, gerçekte seninle “O” arasında en büyük
perdelerden biridir!
Ne zaman ki, bu aşk seni öylesine O’nunla meşgûl eder; ve nihayet
O’nda “yok” eder yani gerçekte var olmadığını anlarsın; işte o zaman
perde kalkmış olur!
“Kaldır beni aradan, ortaya çıksın Yaradan!” diye kısaca
özetlenen bu ifade, aşkın kökeni olan “ben”in ortadan kaldırılması
mecburiyetine işaret etmektedir.
AŞK’ın bâkî kalması demek; varlıkların yok olmasına bağlıdır,
demek değildir! Varlıkların “yok” olduğunun anlaşılması, demektir.
Allâh’ın gelecekte veya bir varlığın yok olmasından sonra Bâkî
olacağını zannetmek, çok kalın bir biçimde perdeli olmaktan doğar!
Allâh Bâkî’dir ve onunla berabar fâni varlıklar da mevcuttur
sanmak, “Bâkî” kelimesinin mânâsını bilmemektir.
Allâh daimî olarak Bâkî’dir ve onunla beraber ikinci bir varlık
da mevcut değildir. Bu sebeple, O’nun yanında yok olacak varlıklar
yoktur; kendilerinin “yok” olup Allâh’la Bâkî olduklarını fark edecek
tecelliler söz konusudur.
Seven, “yok”luğunu idrak edip, sevilende yok olduğunda; Bâkî
kalan Allâh’tır!

202
58

BENLİK, EN BÜYÜK GÜNAH!

− Yâ Gavs! Tövbeyi istersen, önce nefsinden günahı


çıkarmalısın… Sonra kalbinden hâtırasını çıkarmalısın!.. İşte o
zaman bana vâsıl olursun!.. Aksi hâlde müstehzilerden olursun!..

Avamın “nefsinden günahı çıkartması”, günah olan fiilleri terk


etmesidir.
Havâssın “nefs”inden günahı çıkarması, benliğine dönük fiilleri
terk etmesidir.
Hâssül havâssın günahı çıkartması ise, “nefs”inin var olmayıp,
sadece mutlak “NEFS”in varoluşunu seyr hâli içinde günahın çıkmış
olmasıdır… Elbette ki mutlak NEFS için “günah” kavramı geçerli
olmaz!
Geniş anlamı ile günah; nefse dönük, nefsin menfaatine dönük
davranıştır. Bu elbette havâssa dönük mânâdır.
Bu anlayış ile nefsten günahın çıkartılması ise, Hakk’tan ayrı bir
varlık görülmek suretiyle onda günah kavramının görülmesinin
203
“Gavsiye” Açıklaması
kaldırılması demektir.
Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî kişiliği kapı gibi ortada
dururken, “günah-sevap yoktur” deyip, nefsine, bedenine dönük her
şeyi yapması, onu katranlı beton perdenin ardına atar, tabiat
cehennemine sokar ki, bunun getireceği sonuçları, mahrumiyetleri ve
azapları tarif mümkün olmaz!
Hem kendini gör, hem karşındakini bir kişi veya birim olarak gör,
ondan sonra da günah yoktur de!.. Bu basîretsizliğin zirvesidir!
Kendini Hilmi zannettiğin, vehmettiğin, hissettiğin sürece;
karşındakini Hulûsi olarak gördüğün sürece, asla “günah yoktur”
diyemezsin ve perdeli yaşamın son bulmaz... Perdenin kalkmasını ve
ebediyen perdesiz yaşamayı istiyorsan, Dünya’da yaşarken kendini
kaldırmak suretiyle “HAKİKİ SECDE”yi yapmak ve suçlanacak
kişiler görmeyi terk etmek mecburiyetindesin!
Aksi takdirde, perdeli yaşamak ve ölüm ötesi yaşamda da perdeli
kalmaktan kimse kurtaramaz seni!
Günah, “benlik”ten doğar!
En büyük günah da “BENLİK”tir!
BENLİK ortadan kalktı mı, günah da kalkar!
Allâh dilediğini yapar, hikmettir!
“Sen” bir olumsuz fiil işlediğin zaman günah olur!
Fâili izafî var olduğu sürece günah bitmez. Fiil, hakiki fâile
bağlanıp, izafî fâil ortadan kalktı mı, günah da son bulur!
İşte böylece “günahın hâtırası” da ortadan kalkmış olur!
Çünkü hâtıranın kalkması, hâtıranın yer aldığı varlığın kalkması ile
mümkündür… Ne zaman ki hâtıranın çıktığı varlık ortadan kalkar, işte
o zaman hâtıra da kaybolup gider.
Kendini var kabul ettiğin sürece, günah fiili var olmasa dahi,
hâtıraları benliğini meşgûl edecektir! Bu meşgûliyet ise “günah
204
Benlik, En Büyük Günah!
hâtırası”dır ki, benliğinin yaşamıyla bağlantılıdır.
Ne zamandır ki, benliğinin var olmadığını, hakikatini yaşarsın,
işte o zaman, nefsinden günah da, hâtırası da çıkmış olur.

“Kesinlikle sana öyle bir fetih (görüş açıklığı) verdik ki, (o)
Feth-i Mubiyn’dir (apaçık açık hakikati sistemi müşahede)! Bu
yüzden Allâh, senin geçmiş ve (fethe rağmen oluşacak) gelecek tüm
zenbini (bedenselliğinin doğal getirisi perdeliliklerini) mağfiret eder
(örter) ve sana olan nimetini tamamlar; seni, hakikatini yaşama
yolunda yürütür!” (48.Feth: 1-2)

Âyetlerinde işaret edilen mânâ da anladığımız kadarıyla bu hususa


işaret eder.
“Fetih” tasavvuftaki anlamıyla, kişinin benliğinin ve benliğinin
oluşturduğu perdelerin ortadan kalkması ve Hakkanî sıfatlarla
tahakkuk etmesi hâlidir ki, bir devirde ancak çok çok ender kişilerde
oluşur! Bunlar, “Hakk’ın gözüyle görür, işitir, söyler, tutar,
yürürler!”
“Fetih” gelmiş kişiler, benliklerinden kurtulmuş oldukları için,
geçmiş ve gelecek günahlarından da bağışlanmışlardır.
Çünkü, onlardan günah ve hâtırası çıkmıştır... Çünkü benlikleri
ortadan kalkmıştır! Beden ve bedensel değerler onlar için hiçbir anlam
taşımadığı gibi, ruhsal değerler dahi onlardan düşmüştür! Onlar
mukarreblerdir, ferdiyet sahipleridir.
Kişilik isimlerinin ardında, seyreden-seyredilen ve seyr hep aynı
TEK olmuştur!
Eğer bu bahsedilen hâl oluşmadan, kendini Hak görerek,
başkalarına Hak’lık atfederek, günahı-sevabı inkâr edersen, ancak
müstehzilerden olursun... Yani hakikatle alay edenler durumuna
düşersin... Alay konusu olursun!

205
206
59

HEDEF, ZÂT’TIR!

− Yâ Gavs! Haremime girmek istersen, ne mülke, ne melekûta,


ne ceberûta iltifat et... Şüphesiz ki mülk âlimin, melekût ârifin,
ceberût da vâkıfînin şeytanıdır! Kim bunlardan birine razı olursa, o
indîmde tard edilmişlerden olur!

Bu bölüm dahi gerçekten Risâle-i Gavsiye’deki en önemli


mânâlardan birini kapsamaktadır!
Mülk âlemi, âlimin şeytanıdır.
Melekût âlemi, ârifin şeytanıdır.
Ceberût âlemi dahi vâkıfînin şeytanıdır, denilmektedir.
Ve kim ki, bunlardan birinde, birisi olarak kalır, o hâliyle yetinir;
bu durumda Allâh’tan uzak ve ayrı kalmışlardan olur, uyarısı
yapılmaktadır!
“Ey kulum. Seni benimle meşgûl olup, beni tanıman için var
ettim, oysa sen kiminle ve neyle meşgûldün?” dediğinde Cenâb-ı
Hak, âlim ne cevap verecektir, vâkıfîn ne cevap verecektir?
207
“Gavsiye” Açıklaması
Âlim; mülk âlemine dönük meseleler ile meşgûldür... Âlimin
bütün meşgalesi olan madde âlemi konularının hükmü, melekût
âlemine, ölüm ötesi yaşam âlemine geçilince son bulacaktır! Ölümle
birlikte, şeriatın zâhirine ait tüm hükümler geçerliliğini yitirecek,
ibadetler kalkacak, tüm yasaklar son bulacaktır. Dünya yaşamı için
gerekli olan bu bilgilerin, insana ölüm ötesi yaşamı kazandıracak
kadarı gereklidir elbet; ama sadace o kadarı!
Çünkü insan, Allâh’ı tanımak, bilmek için var edilmiştir! Bu
istidat ve kabiliyeti dolayısıyla “halife” seçilmiştir yeryüzünde!
Allâh’ı tanıma ve bilme ise şuurla, bilinçle elde edilen bir şeydir.
Bütün melekler, cinler ve hayvanlar, isteyerek veya istemeyerek
Allâh’ı zikretmekte, kulluk görevlerini yerine getirmektedirler.
İnsanın, onlardan ayrıcalığı ise, “Allâh’ı bilme, bulma ve O’nda yok
olabilme” özelliğine sahip olmasıdır.
Bu özellikle var kılınmış insanın, hele âlimin, mülk âlemine ait
işlerle hayatını tüketip, bunun ötesine geçememesi ise, elbette ki çok
büyük bir kayıptır ve neticede, Allâh’tan uzak kalmasına yol açar.
Âlimin, mülk âlemi hâlleri ile meşgûl olup Allâh’a yönelmemesi
ise “tard edilme” denilen, Allâh’tan ayrı düşme durumuna sebep
olur.
“Tard edilmek”; mekânsal veya boyutsal bir şey olmayıp,
“şuursal”dır!
Senin kendini, “Allâh”tan ayrı bir varlık kabul etmen; kendi
ötende bir tanrı gibi “Allâh”ı değerlendirmen, “tard olmuşluk”
denilen hâlin ta kendisidir!
Melekût’un ârifin şeytanı olması hususuna gelince;
Ârif; madde âleminin ardındaki melekût boyutunun sırlarıyla ve
hikmetlerle meşgûldur. Efâl âleminde olup bitenlerin ardındaki
hikmetlerle ve fâili hakikiyle, çeşitli mânâları yönünden meşgûl olan
ârifin bu meşgalesi dahi, kendisini bir üst boyuttan alıkoyan perde
hükmündedir. Çünkü, ceberût âleminde yaşayan vâkıfînin nazarında,

208
Hedef, Zât’tır!
ârifin melekût âlemi, hayalden başka bir şey değildir! Hakikat âlemi
ve TEK gerçek nûr mevcutken, tutup da hayalî varlıklar ile meşgûl
olmak, sanki şeytana uymak gibidir!
Şeytanlık, vehim hükmüne dayanır!
Var olmayan şeyleri var kabul edip, gerçek var olanı yok kabul
etmek, şeytanî hâldir; yani vehme tâbi olma hâli...
Vehmî benliği terk edememiş ârif de, bu mânâ yönünden henüz
şeytanını müslüman edememiş durumdadır. Yani, vehmin tesirinden
kurtulup TEK’e ermemiştir!
Ârif kimdir? Sezgi-ilham yollu Hakk’ın Tekliğini hissedip, her
şeyde O’nu gören... Her şey Hakk’tır diyen...
Oysa gerçekte, “her şey” mevcut değildir ki!
Ayrı ayrı birçok şey mevcut değildir ki!
Birçok ayrı ayrı şeyler, TEK bir şeyden meydana gelsin, ya da
daha da beteri, panteist görüş olan TEK bir şeyi meydana getirsin!
Böyle bu görüşe sahip olmak tamamen bir aldanıştan başka bir şey
değildir.
Bırakın panteist görüşün, bir gerçekten sapkın düşünce oluşunu,
ayrı ayrı şeyler görüşü dahi, velev ki TEK’in görünümleri şeklinde
algılansın, yine de gerçeğe isâbet etmemektedir!
İşte ârif, “ayrı ayrı şeyler ve o şeylerin HAK oluşu” görüşleri
içinde yüzdüğü sürece; bunun ötesine geçemediği sürece, Allâh’tan
uzak düşmüş durumdadır.
Ceberût’un vâkıfînin şeytanı olması hâline gelince;
Bu husus, açıklanması ve anlaşılması oldukça güç olan bir
noktadır.
“Tatmayan bilmez” sözünün ifade ettiği gibi, bunu yaşamayana
izah etmek son derece güç olmasına rağmen inşâAllâh ifadesini
kolaylaştırır.

209
“Gavsiye” Açıklaması
Ceberût âlemi, Vâhidiyet mertebesidir ki, Esmâ ve Sıfata tekabül
eder. Zâtî sıfatlarla ve Esmâ yollu kendini tanıma, seyretme
mertebesidir bu mertebe…
Esas itibarıyla âlemler; kesret âlemi ve vahdet âlemi olarak ikiye
ayrılır. Ancak bu kesin böyle değil, anlayışın ya da bir diğer şekliyle
anlayış yetersizliğinin oluşturduğu ikidir, bu âlemler.
Kesret âlemi yani çokluk âlemi, Efâl âlemidir.
Çokluğun oluşturduğu mülk ya da melekût boyutunda sayısız
fiiller söz konusudur.
Vahdet âleminde ise kesretten söz edilemez. Vahdet âleminde
kesretin yani çokluğun varlığı kalmamıştır!
“TEK”, çok kavramı kabul etmez! Ahadiyet, çokluk kavramlarını
yok eder.
Ceberût ve Lâhut sanki bir nesnenin içyüzü ile dışyüzü gibidir!
“NEFS” yani “Mutlak BEN”liğin, kendini, isimlerinin mânâları
yönünden seyri, tanıyışı Ceberût âlemidir!
İsimler ve mânâları yollu olmaksızın salt, sırf, “Samediyet” yollu
“Ahadiyet”e yöneliş, eniyet ve hüviyete yöneliş âlemi ise,
“Lâhut”tur.
“İlim bir noktadır”, “Zâtıyla zâtını seyretmektedir; gayrı söz
konusu değildir”, “Â’mâdadır” gibi cümleler hep bu âlemi çeşitli
vecheleriyle tanımlamak içindir.
Zâta ermek, zâtını tanımak, zâtı için seçilmiş olmak gibi tâbirler ile
anlatılmak istenilen husus gerçek hedef olunca, görülür ki Ceberût
mertebesinin hâli dahi zâta perdedir!
“Vâkıf”; yani hakikate ermiş, çokluk kavramından ve görüşünden
arınmış, kendi isimlerinin mânâlarını seyreden, bu seyir hâlinde
elbette ki zâtından perdeli durumdadır.
Evet, her ne kadar, Zâtın Esmâ’sını, yani Zâtın icat ettiği mânâları
seyrediyorsa da; gene de meşgalesi, isimlerin işaret ettiği sonsuz
210
Hedef, Zât’tır!
mânâlardır... Ve bunların asla sonu gelmeyeceği için de Zâtı ancak
Esmâ perdesi arkasından seyir hâlindedir!
Ki bu yüzden de Vâkıfîn, ne kadar yüce ve hatta yaşamı hayal bile
edilemez mertebede “Hayy” olursa olsun, Zâtın hüviyete dönük
yönünden uzak düşmüştür!..
İşte bu mertebe “tard edilme” ifadesi, Zât ile değil, Esmâ yollu
Zâtı müşahede hâlini anlatmak için kullanılmıştır.
Esas itibarıyla Ulûhiyet; Vâhidiyet ve Vahdâniyeti anlatır.
Vâhidiyet’in bâtını Ahadiyet, zâhiri ise Rahmâniyet’tir. Topluca
adı ise Ulûhiyet’tir.
“Allâh” ismi hiçbir isimden türememiştir!.. Tamamıyla özel, has
ismidir Ulûhiyetin...
“İlâhiyet” ile “Ulûhiyet” tamamıyla ayrı şeylerdir.
İlâhin me’lûhu vardır... Yani, ilâhın, ilâhlığını kabul edecek kendi
dışında bir varlık vardır... Gayrı vardır...
Ulûhiyet ise kendi dışında bir varlık kavramı kabul etmez!
Onun içindir ki Allâh, ilâh-tanrı değildir... “Tanrılık”
kavramından da münezzehtir!
“Vâhid”in, Zâtî sıfatları yollu kendini seyri “Rahmâniyet”; Efâl’i
meydana getirecek isimleri yollu seyri “Melikiyet”; o isimlerle Efâl’i
oluşturması ise “Rubûbiyet”tir! Rab, fiili oluşturan; Merbub ise fiil
olarak çıkandır!
“Vâhid”in zâtı “Ahadiyet”, kendini bilişi “Eniyet”, zâtında hiçlik
hâli “Â’mâiyet”... Evet, bunların tümü birden de tekrar edelim
“ULÛHİYET”tir!
Allâh’ın bizde izhar ettiği ilme göre, bu böyledir... Muhakkak ki
hakikat, Allâh indîndedir!

211
212
60

MÜCAHEDE ŞARTTIR!

Ve daha dedi ki;


− Yâ Gavs! Mücahede, müşahede denizlerinden bir denizdir ve
balıkları da vâkıflardır... Müşahede denizine girmeyi irade edene,
mücahede gerekir... Zira, mücahede müşahedenin tohumudur!

Önce bu anlatılmak istenileni, genel düşünce seviyesinde ele


alalım, sonra da esas anlatılmak istenilene gelelim...
Müşahedeye ermek için, mücahede kesinlikle şarttır!

“İman eden, hicret eden ve Allâh yolunda mallarıyla canlarıyla


mücahede edenler, derece itibarıyla Allâh indînde daha azîmdir...
İşte bunlardır kurtuluşa erenlerin ta kendileri!” (9.Tevbe: 20)

Mücahedesiz müşahede olmaz... Ne nispette mücahede edersen,


ulaşmak istediğin hedefe ne kadar çaba gösterip, bu yolda savaş
verirsen; o nispette Hakk’ı müşahedeye kavuşursun...

Kaç adım atarsan hedefine, o kadar yaklaşırsın!..


213
“Gavsiye” Açıklaması
Müşahede, yani görebilme, şahit olma; o şeye ulaşmakla ya da
yaklaşmakla mümkündür... Hakikat ise, gözle görülecek bir nesne
değil, şuurla erilecek bir “ilim”dir!

Hakikat ilmine perde olan şeyler ise; aklın, vehim hükmü


altında yorumda bulunmasıdır.

Akıl, kendisine beş duyudan gelen verileri esas alıp, tefekküre ve


ibrete yönelmezse; vehmin hükmü altına düşer ki, bu takdirde her şeyi
ters değerlendirir! Böylece de hakikatten perdelenmiş olur.

Bu şekilde perdelenmiş olan bir akıl için, vehmin oluşturduğu


değer yargılarından arınmak, hakikati görmek ve yaşamak için
zorunlu olur... İşte bu yolda yapılan çalışmalara “Mücahede” denilir.

Hakikat müşahedesi yolunda, benlik duygusu yönünden


mücahede şarttır; bedenin tabiatı yönünden mücahede şarttır;
şartlanmalar yönünden mücahede şarttır… Bütün bu
mücahedelerin sonunda muvaffak olunur ise, o zaman kişi müşahede
mertebelerinde urûca başlar.

Önce Melekût âleminin müşahedesine kavuşur, kesret sırlarına


agâh olur; sonra da Ceberût âlemine urûc edip, Esmâ âleminin
sırlarına erer, olabildiğince...

İşte isimlerin işaret ettiği mânâların sırlarına erme hâlinde dahi


vâkıfîni bir mücahede beklemektedir... Ki o mücahede, Esmâ
perdesinden kurtulmaktır!

Vâkıfînin mücahedesi, daha öncekilerde olduğu gibi, bir şeye veya


bir hedefe ulaşmak için olmayıp; isimlerin mânâlarını seyr hâliyle
kayıtlanmamak içindir.

Çünkü Esmâ seyri öyle bir şeydir ki, yutar içine de farkında bile
olunmadan dalınır gidilir...

İşte bu durumda cehd gereklidir ki, Esmâ’dan Zât’a teveccüh


214
Mücahede Şarttır!
edilsin!

Aksi hâlde sonsuz sayısız Esmâ mânâlarında seyr devam eder


gider...

Dolayısıyladır ki, Zât müşahedesine kadar, mücahede gerekli olur!

215
216
61

FİİLİN KARŞILIĞI ALINACAKTIR!

− Yâ Gavs!.. Kim mücahedeyi ihtiyâr ederse, ona müşahedem


olur; istese de istemese de!

Bu cümlede sistemin çok önemli bir sırrı açıklanmakta, dikkatli


okuyanlar için... Dikkatlice bir kere daha tekrar edelim;
“Kim mücahede ederse, müşahedem oluşur. İstese de istemese
de!..”
İşte, içinde yaşadığımız kâinattaki, Allâh’ın Sistem ve Düzeni
budur! Bir fiil olmuşsa, o fiilin neticesi de otomatik olarak oluşacaktır,
o fiili meydana getiren mahal için; istese de istemese de!
Yani, o fiili meydana getirenin, fiilinin sonucunu görme yolunda
bir talebi olmaması hâlinde dahi bir şey değişmez; onun neticesini
mutlaka görmek durumunda kalır!
Bu durum bize şunu da idrak ettirir;
Bir insanın, ille de yaptıklarının ne getireceğini bilmesi veya
bilmemesi gerekli değildir neticesine ulaşması için... Bu yüzden, her
217
“Gavsiye” Açıklaması
fiil neticesini meydana getirir.
Mesela elinize bir bardağı aldınız ve bıraktınız, o düşünce
kırılacaktır taş üzerine!.. Bardağın kırılması için, kırılacağını bilmesi
şart değildir.
İşte bunun gibi, bir kişinin belirli mücahedeleri, çalışmaları
yapması da kendiliğinden belirli, o mücahedenin karşılığı müşahedeyi
oluşturur.
Bu sebepledir ki, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın
buyurduklarını, ne getireceği bilinmese dahi tatbik edenler, otomatik
olarak o çalışmaların semeresini alırlar!
Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiklerini tatbik edenler dahi, bu
tatbikatlarının karşılığını elde edeceklerdir, isteseler de istemeseler de!

218
62

MÜCAHEDESİZ MÜŞAHEDE OLMAZ!

− Yâ Gavs!.. Kim mücahededen mahrum ise, ona müşahedeye


yol yoktur! Tâliplere, benim kendilerine lazım olduğum gibi,
mücahede lazımdır!

Eğer bir kişide mücahede mevcut değilse, bu yolda bir cehdi -


çalışması- fiiliyatı yoksa, o kişi asla müşahedeye eremez.

Bir diğer deyişle, kişinin müşahededen nasibi yoksa, Hakk’ı


müşahede için var olmamış ise, o kişiye mücahede yapmak da nasip
olmaz!.. Zira mücahede yapsa, ister istemez müşahede olacak...

“KİM BİR ZERRE AĞIRLIĞINCA BİR HAYIR YAPARSA,


ONU GÖRÜR.” (99.Zilzâl: 7)

Hükmünce kimden ne nispette mücahede sâdır olursa, o nispette de


müşahedeye kavuşur.

Kimin de müşahededen nasibi yoksa, o mücahedeyi ihmâl eder!

219
“Gavsiye” Açıklaması
Mücahede, vehmin getirdiği perdelerin kalkması için şarttır!

Kişi kendini beden kabul edip, bedene dönük istek ve arzular


peşinde koştuğu sürece, elbette bütün düşüncesini, yemek- içmek,
seks, güzel maddelere sahip olmak gibi şeyler kaplayacaktır...

Buna karşılık, hakikatin ne olduğunu öğrenmek isteyen insanı da


bunlar fazla ilgilendirmeyecek, bu konudaki ilmin peşinde olacaktır...

Hakikatin ilmini elde edenin amacı ise o hakikati yaşayabilmektir!

İşte bütün bunlar, hep mücahede isteyen ve mücahedesiz


gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerdir.

Sahibi olduğunu sandığın şeylerin var olduğu sürece, elbette ki


onların elinden çıkışının da ızdırabını duyacaksın... Sana ait olmayan
bir şeyin, bir zarar görmesinden hiç için sıkılıyor mu?.. Hayır!

Öyle ise, öncelikle, gerçekte hiçbir şeyin sahibi olmadığını idrak


etmen ve sahiplenmeyi terk etmen gerekir; ki en basit mücahede
budur!

Neticesi de, Mâlik el Mülk olan mülkün hakiki sahibini


müşahededir!

İşte böyle mücahedeyle, ne kadar sahiplik duygusunu terk ederse


insan, o kadar hakiki sahibi müşahede eder... Anlar ki, mal da yalan,
mülk de yalan, gerisi hep oyalan...

Bundan sonra, mücahedede ikinci dönem başlar... Mülk, mülkün


sahibi olan Mâlik el Mülk’e ait olduğuna göre, onlarda tasarruf eden
de O’dur! Ki bundan sonra gerekli olan Allâh’tan gayrına kuvvet,
kudret atfetmemektir!

Bundan da sonraki mücahede; vehim, zan ve beş duyunun getirdiği


müstakil varlıklar görme hâlini terk yolundadır.

Ve böylece mücahede sürekli devam eder... Elbette, mücahedede


220
Mücahedesiz Müşahede Olmaz!
başarılan her savaştan sonra oluşan bir müşahedede, şahit olunan
yepyeni âlemler söz konusudur.

Böylece devam eden mücahedeler, son olarak Esmâ perdesinden


de kurtulmayı sağlarsa, Zâtullâh Bâkî’dir hükmünü alır.

Allâh Bâkî’dir; “YOK” ezelden ve ebeden “yok”tur!

221
222
63

ANA-BABASIZ-EVLATSIZ

− Yâ Gavs!.. Kullarımın faziletlisi ve sevgilisi onlardır ki; evladı


ve ana-babası olup da kalbi onlardan fariğdir!.. Eğer, ana-babası
ölse hiç hüzün çekmez! Evladı ölse yine kederlenmez!.. Kulum bu
mertebeye ve menzile eriştiğinde, benim indîmde “ana-babasız ve
evlatsız” “lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad”
olur!

Risâle-i Gavsiye’nin bu bölümü, Vâhidiyet tecellisini yaşayanın


hâlini tasvir buyurarak, misalini de İHLÂS Sûresinden veriyor.
İHLÂS Sûresinin çok geniş bir yorumunu, ALLÂH isminin işaret
ettiği mânâyı ve ALLÂH’ın asla bir tanrı olmadığını “Hz.
MUHAMMED’in AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitabımızda
yapmıştık... TEK’lik, yani AHAD oluşun mânâsını iyi anlamak
isteyen okuyucularımıza bu kitabı tavsiye ederiz. İşte burada,
AHADİYET’in ne olduğunu anlayabilmek için gelinmesi zorunlu
olan “Vâhidiyet” mertebesinin inceliğinden ve bu mertebede
223
“Gavsiye” Açıklaması
yaşanacak olan şandan söz ediliyor...
Normal bir insanın, elbette ki ana-babası ve çocukları vardır ve
kendisinin, bunların bir parçası olması hasebiyle de onlara büyük
bağlılığı mevcuttur.
Keza çocuklar yönünden de böyle...
Ancak burada belirtiliyor ki, kişi bu tür bağımlılıktan da kendini
kurtarmalıdır...
Ancak burada kavranılması gerekli ve hatta zorunlu olan şu husus
mevcuttur... Onlardan yani ana-baba ve çocuklardan kopmak,
kalbinden onları atmak demek, fiilen onları terk etmek, demek
değildir!..
Bilakis, onlara elinden gelen her türlü hürmet ve sevgiyi gösterip;
her türlü hizmeti bedeninle onlara verirken; kalbinde de Allâh’tan
gayrına yer vermeyeceksin, demektir!
Hatta, perdelerin birazcık kalkmışsa, göreceksin ki, onlara
vermekte olduğun sevgi ve saygı gerçekte doğrudan Allâh’adır!..
Kişi, başlangıçta, “kopma”, “uzaklaşma”, “terk etme” gibi
kelimelerle anlatılan hâllerin fiilen yaşanacağını zannederek; ana-
baba, evlat, akraba ve yakınlarından ayrılması gerektiğini düşünür...
Eğer bu konumda iken, yanında bu konuyu iyi bilen bir kişi yoksa,
kendisini bu gibi konularda aydınlatıcı enîs bir refiki yoksa, son
derece yanlış davranış ve fiiller ortaya koyar!.. Ana-babayı terk
etmeye, çocuğunu kesmeye kalkışır, ki böylece onları kalbinden
çıkarsın diye... Oysa bu türden fiiller son derece yanlış ve hatalı
davranışlardır... Fiilî değil, kalbîdir yapılması gereken şey!
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i
kucağına alır, sırtında taşır, onlara büyük sevgi gösterirdi...
Nice ehlullâh dahi, ana-baba hakkının gereği olarak, ne kadar
büyük hizmetler vermişlerdir; konuyla ilgili kitaplarda bu bilgiler hep
mevcuttur...

224
Ana-Babasız-Evlatsız
“Kalbini onlardan fariğ kılmak” diye anlatılmak istenen şey, fiilî
değil, “şuursal”dır!.. Şuurunda, kendini bir “bilinç”, bir “şuur”
olarak göremezsen, kendini et-kemik beden kabul edersen; ve bu tür
yaşam içinde geçip gidersen, elbette ki ne kendi hakikatini tanımış
olursun, ne de karşındakinin hakikatini tanımış olursun!
Esasen, ana-baba-evlat kavramı bu dünyada mevcuttur! “Cennette
herkes 33 yaşında olacaktır” açıklamasını yapan Hz. Rasûlullâh
(aleyhisselâm), ileride bu çeşit kavramların olmayacağına dikkati
yeterince çekmiştir... Öyle ise, şimdiden, şuurdan bu kavramları
çıkartmak gerekir!
Ancak, tekrar ediyorum, kavramın kalkması ana-babayı dışlamak,
çocuklarınla ilgilenmemek değildir...
Aksine, bu idrake gelmiş bir kişi ana-baba-evlat ismi altında var
olan gerçek varlığı müşahede edip, onlara elinden gelen azami hizmet
ve hürmeti gösterir... Çünkü, hizmet ve hürmet ettiği varlık bilir ki
Hakk’tır!
Bu anlattığımız işin bir mertebesi...
Bir de bunun üstündekilerin müşahedesi var ki, burada onlara da
bir uyarı söz konusu...
Çeşitli Esmâ-i ilâhî’yi seyir hâlinde olanın, bilmesi ve müşahede
etmesi gerekir ki; o isimler arasında, Allâh indînde bir fark yoktur!
Bir ismin mânâsının zuhurunun, diğer bir ismin mânâsının
zuhurundan farklı ve değerli olmadığını müşahede etmek zorundadır...
Zira isimler arasında fark yoktur. Kısacası isimler tecellisinde,
isimlerden birinin ağır basarak diğerinden perdelenme meydana
getirmesi kişinin bir üst mertebeye urûcunu köstekler...
Melekût âlemi; Allâh’ın isimlerinin işaret ettiği mânâların zâhir
olduğu bâtın âlemidir.
Zâhir âlemi vardır...
Bâtın âlemi vardır...

225
“Gavsiye” Açıklaması
Ledünn âlemi vardır...
Ve bu âlemlere ait zâhir ilmi vardır, bâtın ilmi vardır ve ledünn
ilmi vardır.
Bâtın ilimlerin taalluku, Melekût âleminedir.
Ledünn ilmi ise, Zâtiyûna has, Müferridûna has ikram yollu
sunulan “İndAllâh”tan bağışlanan gaybî ilimdir.
Bu ilme nail olanlar, artık kişilik değer yargılarından arınmış
olurlar; ve Allâh’ın âleme nazarı gibi bir nazar sahibi olurlar... Bu
durum tasavvufta, “ALLÂH’IN AHLÂKI İLE AHLÂKLANMAK”
diye tarif edilir.
“ALLÂH’IN AHLÂKI İLE AHLÂKLANMAK” demek, O’nun
olabildiğince Esmâ’sının özelliklerini cem edip, o gözle âlemleri ve
içindekileri değerlendirmek demektir...
Beşerî değer yargılarından arınıp; Allâh’ın indînde bütün isimleri
ne anlam taşıyorsa, ne değer taşıyorsa, o anlam ve değerlere ulaşıp;
âlemleri o nazarla seyretmek gerektir.
İsimler arasında fark gözetmek veya birinin diğerini meydana
getirdiğini düşünmek ister istemez insanı isimler boyutunda perdeler
ki, bu da urûcta hız kesici olur.
Ayrıca...
Burada şu incelik de mevcuttur;
Bir mertebenin diğer bir mertebeyi meydana getirdiğini düşünmek
dahi hakikati hakkıyla yaşama hususunda insanı engeller!
Bir mertebede bulunan, kendisini meydana getiren bir üst mertebe
olduğunu kabul ettiği anda, ana-babalı; kendisinin, altındaki
mertebenin bulunduğu mertebeden meydana geldiğini düşündüğü
anda da evlatlı olmuş olur... Oysa AHAD, ne “doğurmuştur” ve ne
de “doğmuştur”!
AHADİYETİ itibarıyla Allâh’ı bilen kişi, müşahede eder ki;
gerçekten Allâh, “doğurmamış” ve “doğmamış” AHAD’DIR!
226
Ana-Babasız-Evlatsız
Bilinen ve okunan tüm mertebeler, hakikate ulaşmak için vesile
olması yönünden kabul edilmiş itibari ve izafî anlatımlardır!..
Gerçekte her şey ve tüm mertebeler; sadece ve sadece Allâh’ın
ilminde mevcut ilmî sûretlerdir ki, AHAD olan ALLÂH
Â’MÂdadır!..
Her şey yoktan var olduğuna göre, yoktan var olan, “yok”
demektir!
İşte bu yüzden de, âlemlerin aslı hayaldir, hayal ise yok
hükmündedir, Bâkî Allâh’tır, denilmiştir...
“Doğurma” ve “doğma” kavramına gerçekte asla yer yoktur;
çünkü ne doğuracak bir varlık vardır, ne de doğurulacak bir varlık
vardır!
Allâh isminin müsemması, bu tür kavramları kabul etmez!
Allâh’ın indînden olan ilimle Allâh’ı seyreden de bu yüzden bilir
ki, ana-baba ve evlatsızdır ve böyle bir şeyin düşünülmesi dahi
muhaldir...

227
228
64

NAZAR ETME

− Yâ Gavs!.. Bana nazar etmek istiyorsan bir mahalde,


gayrımdan fariğ kalbi ihtiyâr et!

Burada bir mahale nazardan söz ediliyor...


Madde âlemi için, algılanan sâbit bir mekân anlamında kullanılan
“mahal” kelimesi; Melekût âleminde, bir isim bileşiminin zuhuru
anlamına gelir...
Kesret âlemi içinde bir birim Hakk’a nazar etmek istiyorsa, bu,
Hakk’ı bir sûrette görmek şartıyla olur... Ancak hemen hatırlatmak
gerek ki, görülen sûretteki mânâ Hakk’ın Esmâ’sındandır!.. Ve o
mânâ idrak edilmek suretiyle “Vechullâh” görülmüş olur ki, bu da
kalp gözüyle denilen bir biçimde gerçekleşir.
Yoksa zâhir gözün gördüğü maddi sûret ile Hakk’ı görüyorum
sanmak çok büyük cahillik ve gaflettir!
Bunun ötesinde her bir mahal; o mahalli oluşturan sûreti meydana
getiren “mânâ sûretinin” yani Esmâ-i ilâhî’nin varlığıdır... Bu Esmâ
229
“Gavsiye” Açıklaması
baş gözüyle değil, gönül gözüyle yani basîretle görülür ve seyredilir...
Ama, akıl şayet baş gözüne tâbi olur, şartlanmaları istikametinde
gördüklerini değerlendirir ise, asla “Hak” görülemez...
İşte bu yüzden de “gayrımdan fariğ kalbi ihtiyâr et” yani
“BEN’den gayrının var olduğunu düşünmeyi, zannetmeyi terk et”
denilmektedir.
Mahalden, yani Esmâ yollu nazar etmekten de geçip, “bana” yani
“Eniyetime” nazar etmek istiyorsan, o takdirde Esmâ perdesinden de
kurtar kendini ve tümüyle arınmış, yok olmuş bir hâlde Zât’ıma
yönel; ki böylece bana nazar etmiş olasın, denilmektedir...

230
65

İLMİN ÖZÜ

Sordum:
− İlmin ilmi nedir?..
Dedi ki:
− Yâ Gavs-ı Â’zâm... İlmin ilmi, ilimden cehildir!

“İlmin ilmi” sorusuyla işaret edilen şey nedir acaba?


Efâl mertebesinin ilmi ayrıdır... Esmâ mertebesinin ilmi ayrıdır...
Sıfat mertebesinin ilmi başkadır... Zât’ın ilmi başkadır!.. Ledünn ilmi
başkadır...
Ledünn ilmi, Zât’ın, Esmâ’sına olan ilimdir...
Taalluku ayânı sâbite’yedir! İkram yollu bir kula verilirse bu ilim -
Hızır ve Zâtiyûn- gibi, bir insanın tüm geçmişini ve gelecekte cennet
veya cehennemdeki hâlini ve bütün mertebelerde nereye ulaşacağını
icmâlen bilir...
Bu ilim, kişide “FETİH” denilen bir hâl sonunda yaşanır hâle
231
“Gavsiye” Açıklaması
gelir... “Feth”in birisi “zulmanî” olmak üzere, yedi basamağı
vardır... “Keşif”, basîrete aittir. “Fetih” ise tahakkukla alâkalıdır!
İlâhî sıfatlarla tahakkukla, demek istedim...
İlmi bâtın ise, melekût âlemi ile ilgili ilimlerin toplu adıdır!
İlmi zâhir ise yaşadığımız boyutla alâkalı ilimlerin hepsidir.
Burada sorulan ilim, bunların hepsini içine alan Vâhidiyet ilminin
ilmidir. Kesrete dönük bir ilim değil! Vâhidiyete, kendini Hakkanî
sıfatlar yönünden bilmeye dönük bir ilim de değil... Ya?..
Bütün bunların kaynağı, aslı, orijini olan ilim nedir?..
Hz. Âli Efendimiz’in bahsettiği ilimden söz ediliyor...
“İlim bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı” cümlesiyle
dikkatlerimizi “Nokta İlmi” de denilen “Zât İlmi”ne, “Ahadiyet
İlmi”ne çekmek isteyen Hz. Âli, işte bu husustan bahsediyor...

“…MUHAKKAK Kİ O ZÂLİM (hakikatini hakkıyla yaşamakta


yetersiz) VE CAHİLDİR (sınırsız Esmâ’yı bilmede yetersizdir)!”
(33.Ahzâb: 72)

Âyeti kerîmesinde dahi, İNSAN-I KÂMİL’in kendisine


bahşedilen AHADİYET ilminden ve “NEFS”inin hakkını verme
imkânına sahip olamayaşından söz edilir ki, inşâAllâh bunun tafsilini
daha sonra çıkarmayı düşündüğümüz kitaplarda yapacağız...
İlmin ilmi, ilimden cehildir!.. Yani bütün ilimlerin ilmi,
AHADİYET HÜVİYETİDİR ki, “Zât-ı baht” diye anılır...
“Hiçlik” diye bilinen bu nokta, tam bir karanlıktır ki, zulmeti â’zâm
diye de bilinir!
“El ilmü noktatün” beyanıyla işaret edilen nokta “HİÇ”lik
noktasıdır... Ve cehl-i azîmdir... Zâtında bu nokta olan İnsan-ı Kâmil
de bu yüzden “cahil” diye tavsif olunmuştur.

232
66

KALP NEYE YÖNELİRSE!

− Yâ Gavs!.. Kalbi mücahedeye meyleden kula ne mutlu... Vay


hâline o kulun ki kalbi şehevâta meyleder!

Öncelikle burada vurgulanan husus, yönelişin mutluluk ve azabı


getireceğidir...
Yöneliş, mutluluk müjdesine, ya da büyük sıkıntılara işaret olarak
belirtildikten sonra deniliyor ki;
Vehim perdelerini kaldırmak için mücahede eden... Allâh’ı
rü’yetine engel olan benliğinden arınmak için mücahede eden...
Özündeki Hakkanî sıfatlarla tahakkuk için, beşerî sıfatların fâniliğini
müşahede için mücahede eden... Esmâ mânâlarıyla perdeli olmaktan
kurtulmak ve Zât-ı Ahadiyete yönelmek için mücahede eden;
“mücahede” ehline ne mutlu... Ki o mücahede ehli, elbette ki,
otomatik olarak yaptığı mücahedenin neticesine ulaşacaktır... Aksi
asla mümkün olmaz!..
Vay hâline, o şehevâta yönelenlerin... Şehvet, arzu ve isteklere...

233
“Gavsiye” Açıklaması
Vay hâline o arzu ve isteklerin peşinde koşup, onlara yönelenlere...
Bedenin tabiatı istikametinde koşanlar... Yemek, içmek, seks, içki,
sigara ve daha akla gelen, bedenin dolasıyla bağlı olduğun, ayrı
kalmayı kabullenmediğin her şey peşinde koşma hâlinde olanlar...
Vehmî benliğinin şartlanmalar istikametinde, sahip olmak için
peşinde koştuğu her şey... Makâm, koltuk, mevkî, şan, şöhret, şeref,
gurur, “ille benim dediğim olacaktır” hâli, saygı, sevgi, hürmet ve
hizmeti görülme arzuları...
Bütün bunların kökeni hep, kendini ister et-kemik beden, ister ruh
beden, fakat neticede bir izafî birim olarak kabullenme hâlinden ve
şartlanmasından kaynaklanmaktadır!
Bunların otomatik ve tabii sonucu ise, hepsini yitirmiş bir hâle
düşmektir... Ama ölümle, ama daha sonra!
Ama ne zaman ki, “NEFS”in hakikatini anlar, idrak edersin;
nefsinin “Nefs-i Küll”, aklının “Akl-ı Küll” olduğunu hissederek
yaşarsın; işte o zaman artık sende birimsel mânâda “benlik”
kalmamış olur... Bu durumda da yukarıda sayılan şeyler olmuş ya da
olmamış, senin için hiçbir anlam taşımaz!
“Dünya varmış, tâ ki yok olmuş; ne umurum; bana ALLÂH
yeter!” dersin ve bambaşka bir âlemde yaşamaya başlarsın...
İşte mücahede, Zât-ı ilâhî’ye erene kadar, nefsin var olduğu
sürece, her mertebede kendi gereklerine göre vardır ve lüzumludur.
Kim bundan mahrum kalırsa, bulunduğu yere kendini pranga
zinciriyle bağlamış, anahtarını da okyanusa atmış olur!

234
67

Mİ’RÂC

Gavs dedi:
− Rabbimi gördüm ve “mi’râc”tan sordum...
Buyurdu ki;
− Mi’râc, benden gayrı her şeyden urûc’tur!.. “Mi’râc”ın kemâli
de, nazarının gayrına kaymaması ve isyan etmemesidir!

Mi’râc önce Efâl âleminden olur... Efâl âleminden mi’râc,


isimlerin müsemmalarının Allâh’ın gayrı olarak mevcut olduğu
fikrinden ve zannından kurtulup, Tek fâili Mutlak’ı müşahede
etmektir...
Eğer bundan devam edecek istidat mevcut ise, urûc bu defa Esmâ
mertebesinde olur ve tüm isimlerin mânâlarının hep aynı Zât’a ait
olduğu müşahede edilir...
Sonra mevcudatın Zât’ının TEK olduğu tespit edilir!..
Urûc bundan sonra da devam ederse, “NEFS”inin hakikatinin dahi

235
“Gavsiye” Açıklaması
“O” olduğu yaşanır ve kişilik kavramı tümüyle yok olur... Varlığında
Bâkî Allâh’tır!
Urûc bundan sonra biter, mi’râc tamam olur...
Ya sonra?..
Seyr başlar!
Zâtıyla Esmâ’sını seyretmededir...
İlminde!..
“Gayrı” kavramına ve kelimesine yer yoktur bu vadide!..
Zâtıyla, Zâtını seyretmededir dehr içre!..

236
68

NAMAZ

− Yâ Gavs!.. Mi’râcı olmayanın namazları yoktur benim


indîmde... Ve o namazdan mahrumdur!

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bedenin namazı vardır...


Şuurun namazı vardır...
“Salâtı vüstâ” vardır...
“Salâtı daim”le işaret edilen “daimî namaz hâli” vardır...
Namaz, beden boyutu itibarıyla, ruhun nûrunun artması ya da
holografik ışınsal bedenin enerjisinin yükselmesi içindir!
Bilinçli de yapılsa, bilinçsiz de yapılsa bu yönüyle hâsılası alınır ve
terk edilmesi, kişinin ruh boyutunda çok şeyler kaybetmesine yol
açar...
Ruh, ölüm ötesi yaşamda kullanacağı tüm nûrunu yani enerjisini
bu Dünya’da zikir, namaz gibi çalışmalarla beyinden alır!..
Öbür âlemde beyin olmadığı için, orada ibadet de yapılmaz,
237
“Gavsiye” Açıklaması
gereksiz olur!..
Burada kılınmayan namazın, yapılmayan zikrin orada telâfi
edilmesi muhaldir!
Bu yüzden oraya gidenler, daima, “keşke Dünya’ya geri dönsek”
deyip dururlar...
Bir üst mertebeye ait namazlar ikame edilmese dahi, bu yüzden
beden namazının kılınması kişinin geleceği dolayısıyla zorunludur!
Ve kişi hangi mertebede olursa olsun, nasıl bedenin gereği için
yenilip içiliyorsa, ruh bedenin ihtiyacı için de, zikrin yapılması ve
namazın kılınması mecburidir.
Gelelim mi’râc olması yönüne...
“Namaz, müminin mi’râcıdır” hadîs-î şerîfi namazla mi’râc
yapılabileceğini göstermektedir...
Mi’râc bizim tarafımızdan ancak namazla gerçekleşeceğine göre,
namaz nedir?
Bildiğimiz bedenle devam edilen mi?..
Yoksa, şuur boyutunda yaşanılan bir hâl mi?..
İşte burada bahsedilen namaz, “kılınan” bir namaz değil, “ikame”
olunan, “vüstâ” orta namazdır ki; beden boyutuyla madde boyutu ile
Vâhidiyet âlemi arasında tam orta noktada yani şuurun kendisinin
beden ve ruh olmadığını fark ettiği ancak TEK’lik noktasında da
kendini henüz bulamadığı; bu ikisinin ortasındaki noktada, daha
doğrusu tam ortada ikame edilen “orta namazdır”, “Salâtı Vüstâ”!..
Şuur; beşer, birim olmadığını fark etmiştir; var olanın TEK
olduğunu ve TEK’in dışında hiçbir şey olmadığını fark etmiştir; ancak
ne var ki, hâlâ birimsel bir şuur olarak TEK’e yönelik bir hâlde,
“O”nu seyretme durumundadır...
Ve bu hâliyle “orta namazı” ikame etmededir...
Hak vâki olur, fâni helâk olur, ölümün hakikati tahakkuk edip,
238
Namaz
birimsel şuur “Akl-ı Evvel” hâline dönüşür ise...
Varlıkta “Bâkî Allâh’tır” hükmü zâhir olur ise...
“Dur!.. Rabbin namazdadır...” sırrı aşikâr olur ise...
Yüce Zât, ilminde, tüm mertebelerde kendi Esmâ’sını seyreder
ise...
Seyreden ve seyredilen ve seyr TEK’e rücu eder ise...
“Daimî Namaz” tahakkuk etmiş olur ki;
BÂKÎ ALLÂH’tır!

Allâhû Zül’Celâli Vel’İkrâm’ın indînden ihsan buyurmuş


olduğu ilim nispetinde hâsıl olan anlayış ile, Gavs-ı Â’zâm
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kaleme almış olduğu “Risâle-i
GAVSİYE” isimli eserini açıklamaya çalıştık...
Yer yer lisanımızı gemleyip, hududu aşmamak için, çok açık
olduğu hâlde örtülü, görünen gerçeklere değinmekten uzak durduk...
Biz, Allâh kuluyuz!..
Hatamızı, eksiğimizi, yanlışımızı görürseniz, iyi niyetimize
bağışlayın...
Muhakkak ki her ilim izhar edenin fevkinde, ilim sahibi vardır!
Rahmetli Dede Musa Paşa’nın sözüyle noktalayalım
satırlarımızı...
“Allâh, hazmını versin!”

AHMED HULÛSİ
Haziran 1982
Cerrahpaşa
İSTANBUL

239
240
NAKŞIBENDÎLİKTE “VAHDET”
GÖRÜŞÜ

Hâce Bahaeddin Nakşıbend’in tasavvufun incelikleri hakkındaki


bazı görüşleri şunlardır:
− Nefy-i vücud ve “yokluk” azîm iştir!.. Bu sıfatlar, bu yolda
“vuslat” devletinin ipucudur. Bizi fenâ ve niyaz kapısından kabul
ettiler; her neye erişti isem buradan eriştim.
− Yirmi iki senedir, Hâce Muhammed Tırmizî ruhaniyetine tâbi
olarak RENKSİZ ve VASIFSIZIM!.. Eğer, bir kimse beni bilmek
isterse, hâlâ bu zamanda da RENKSİZ ve VASIFSIZIM.
− Bizler maksuda erişmeye vasıtayız. Sâliklere lazımdır ki
bizlerden kesilip, maksuda ulaşsınlar.
− İbadet, vücud irâs eder. Zira, kulun ibadeti, vücud istemektir.

***

Şeyh Ebül Hasan Harakanî Hazretlerinin sözlerindendir,


buyurmuşlardır:
241
“Gavsiye” Açıklaması
− Şu yol ki Allâh’tan kula gider, cümle saadet içinde saadettir. O
yol ki kuldan Allâh’a gider, cümle dalâlet içinde dalâlettir. Sâlikin
mürşid sohbetine ihtiyacı bu yüzdendir. Başkaca istikametini tayin
edemez.
− Bize “kibir” atfetmişler. Bizim kibrimiz, kibir değildir;
“Kibriyâ”dır!..
− Bizler her ne bulduk ise, “fakr” sıfatı ile bulduk!..
− Sofiyûnun, “Fakîr, Allâh’a muhtaç değildir” sözünden murat
nedir diye soranlara; “Maksat, hakiki fakr’dır. Bu küllî istiğna
makâmıdır!..” buyurmuşlardır.
“Fakr tamam olduğunda, O Allâh’tır” hadisi hakkında da; “Bu
fakr, fenâi tamdır ki, husulünde, ehline Tecelli-i Zâtî vâki olur”
demiştir.
− Bir kimse, Allâh’ın ULÛHİYETİNİ tam marifetle Bihakkın
bilse, o kimse sair eşyayı da keşif yoluyla bilir; bir mahiyet
kendisinden gizli kalmaz. Zira, cemî eşya ve malûmat Hak Teâlâ’nın
SIFAT ve ESMÂ’SININ ZÂHİRDE GÖZÜKMESİDİR.
− Kalplerin vüs’ati (zenginliği) birdir, lâkin kalplerdeki
marifetlerin vüs’ati bir değildir.
− Kibar-ı ulemadan biri sordu ki: Seyri sülûktan maksat nedir?..
Hâce cevab verdi: Tafsili marifettir!..
Herât Melîki sorar Hâce Bahaeddin Nakşıbend’e:
− Halvet der, encümen ne demektir?..
− Zâhiren halk ile bâtınen HAK ile olmaktır!..
− Bu mânâ insana mümkün ve müyesser midir?..
− Eğer mümkün olmasaydı, Allâh, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ricali
ticaret, Allâh’ı anmaktan alıkoymaz” buyurmazdı.
− Bazı şeyhler demişlerdir ki, velâyet Nübüvvetten ileridir; bu
hangi velâyettir ki Nübüvvetten ileri olsun?..
242
Nakşıbendîlikte “Vahdet” Görüşü
Bundan murat enbiyânın velâyetidir; ki Nebi’nin velâyeti
nebiliğinden faziletlidir!..
− Rüyaların çoğu, asılsız vehimlerden ve hayallerden doğar;
bazıları da dünyaya bağlılıktan doğar. Bazen de keşfi ilâhî ile olur.
Ancak hiçbirisi de tâlibin terakki etmesine yarar sağlamaz. Bazı
şeyhlerin bunlara kıymet vermesi, yeni başlamış veya başlangıçta
olan yol ehlini alıştırmak içindir.

***

Hâce Bahaeddin Nakşıbend, riyâzatları ve bilhassa açlığı seyri


sülûke esas tutarlarmış.
− Açlık, susuzluk, riyâzat ve namaz ile mücahede etmedikçe,
hiçbir kimse keşfe nail olmaz, şuhuda erişemez, dermiş.

***

Hâce Muhammed Parsâ, insanın hakikate ermesine, gerçeği


görmesine engel olan “PERDE” konusunu şöyle anlatır:

− Kul ile Hak arasındaki perde, kâinat içre sûretlerin (maddi-


manevî) gönülde (şuurda) nakış yapmasındandır.
Bu nakışlar, perişan sohbetler yüzünden; renk ve şekilleri görmek
ile daha da artar ve gönülde yer ederler. Kitaplar okumak, resmî
sözler ve türlü kelimât deyip işitmek, bu nakışları dalgalandırır ve
harekete geçirir.
Bunların cümlesi Hak Teâlâ’dan uzaklığı ve gafleti doğurur.
Tâlibe, bunları ortadan kaldırmak, “yok” etmek mecburidir!
Öyleyse, lazımdır ki, hayal arttıran nesnelerden, bir yolunu bulup
kaçınmak, uzak durmak suretiyle gönlü saflaştırıp Hakk’a yönelmek
243
“Gavsiye” Açıklaması
gerektir. Âdeti ilâhîdir ki, mihnet ve meşakkatsiz bu mânâ
gerçekleşmez!..
Lezzet ve şehvetleri terk etmeksizin bu hâl hâsıl olmaz!..
− Muhyiddini Arabî’nin kaleme almış olduğu “Fusûs” candır,
“Fütûhat”(-ı Mekkiye) kalptir!.. “Fusûs”(-ül Hikem)i Bihakkın bilip
anlayana Hz. Rasûlün mutabaati dâiyesi kesinleşir!..

***

Hâce Alâeddin Attar’ın bazı açıklamalarına kulak verelim:

− Hâce Bahaeddin buyurdu ki: “Gönül hâlini sen nasıl idrak


edebilirsin ki?.. Gönlün ululuğu beyana gelmez!.. Her kim ki gönülü
bildi, maksudu bildi; ve gönülü bulan maksudu buldu!..”
− Sâlikin yolunu bağlayan, KENDİ BENLİĞİDİR!.. Herkesin
ilmi küllîye erişmesine engel, kendisinin cüz’i ilminden geçemediğidir.
Ve dahi küllî (tümel) rü’yete engel, cüz’i (izafî) rü’yetinden
geçememesidir.
− Mülk ve melekût tâlibin gözünden silindikce “fenâ” hâsıl olur.
Sâlikin kendi varlığı da kendinden örtüldüğünde “fenâ ender fenâ”
olur!..
− Asıl, “İLİM” yönüne uymak gereklidir. Yani, Muhyiddini Arabî
hazretlerinin “Fütûhat”taki tâbiriyle, “iman ile ayânı (müşahedeyi)
birleştirmek” bir kemâl ve hünerdir, ki bu her ârifin kârı değildir.
Asfiya (Sâfiye mertebesi) ve efrâdı (Müferridûn) evliya kârıdır.
− Müntehi (sona ulaşmış) sâlike râbıtaya lüzum kalmaz. Çünkü
müntehi “terkin hakikatine” ulaşmıştır. Ona her şey cemâli mutlak
âyinesi olmuştur. Ve vücudun künhüne mazhar olmakla, indînde
derya ile damla, güneş ile zerre aynı değerlidir!..

244
Nakşıbendîlikte “Vahdet” Görüşü
Bu mertebeye vâsıl olmuşlara, Cemâl-i Mutlak’ı, mürşid
aynasında görmek, kayd ve noksanlık olur.
− Bu taifeyi telvin makâmından gayrı yerde bilmek olmaz.
Bunları, temkin hâlinde bilmek, mümkün değildir!..
− Sâdık sâlike lazım olan odur ki, daima, cismi ile şeriatta; aklı ve
ruhu ile tarikat ve hakikatte; sırrı ile de (keyfiyetsiz) vuslatta ola!..
− İhlâs-ı tam’a misal olarak buyurmuşlardır ki:
Mansur Hallac’a sormuşlar; “Kimin mezhebindensin?..”
“Rabbimin mezhebindeyim” demiş.
Ve Ayn’el Kudât Hemedânî dermiş ki: “Tâlibin işi mezheb sahibi
iledir, mezheb ile değildir.”
− Rüsum ve âdetleri (şartlanmaları) terk ediniz!.. Her ne ki
halkın âdetidir, onun hilâfını işleyiniz.
Hz. Rasûl’ün (s.a.v) gönderilmesi beşeriyet rüsum ve âdetlerini
bıraktırmak içindir.

Hâce Hz. Bahaeddin derlerdi ki:

− Gerçi namaz ve oruç ve riyâzat ve mücahede Ahadiyet Takaddes


ve Teâlâ hazretlerine erişme yoludur; amma benim indîmde nefy-i
vücud (benliğin var olmadığını idrak) yolların en kısasıdır!..”

Şah Nakşıbend buyururlardı ki:


− Biz, hakikat devletine erişmeye ancak vasıtayız... Bizden kesilip,
hakiki maksuda erişmek gerektir!..
Sâlik, “Fenâ fillâh” mertebesine gelip, Allâhû Teâlâ’nın “BÂKΔ
oluşuna ârif olduktan sonra, cümleden kesilmek gerektir!.. Bu,
kâmiller ve mükemmiller makâmıdır.”

245
“Gavsiye” Açıklaması
− “Mecaz, hakikatin köprüsüdür” sözünden murat olur ki; zâhirî
ve bâtınî, kavlî ve fiilî olan bütün ibadetler mecazdır!.. Bu yolun
yolcuları, bu ibadetleri (mecazları) geçmedikçe, “Hakikate” vâsıl
olamazlar!..

Hâce Hasan Attar bakalım ne diyor:


− Bu taifenin sülûku, bütün sülûkların âlâsı, Hakk’a götüren
yolların en kısasıdır!..
Zira bu sülûk, AHADİYET vechinden, varsanılan varlıklar
perdesini kaldırmaktır!..
O vechi Ahadiyet ki, tüm varlıkta mevcut olandır!.. Mahv ile, fenâ
ile mertebe-i vahdette!..
Öyle ki, bu sülûk, mahvı fenâ ile mâsivâyı (Allâh’ın gayrı kabul
edilenler) tamamıyla yakar.

***

Hâce Ubeydullâh İmamı İsfahanî’den bazı beyanlar:


− Kalp, dedikleri, “Hakikati camia-i İnsaniye”dir (her şeyi
kendinde cem etmiş bulunan insanın hakikati). Ulvî ve süflî bütün
kâinat bunun tafsilâtıdır.
− Hâce Alâeddin Attar hazretlerinin sohbetine ilk gittiğim gün
bana kendilerini şu beyti okudular:

Kalmasın “sen”den eser asla,


Kemâl, budur ancak!..
“Var”ını “yok” eyle vahdette,
Visal, budur ancak!..

246
Nakşıbendîlikte “Vahdet” Görüşü
Hâce Ahmed Semerkandî hakkında “Nefâhat”te şu malûmat
vardır;
− Mevlâna CÂMİ buyururlar ki; Ahmed Semerkandî’nin el
yazısıyla “Fusûs-ül Hikem”in sonuna yazılmış şu ibareleri gördüm:
Hz. Risâletpenah sallAllâhu aleyhi ve sellem bana, “Fusûs-ül
Hikem” dersi vermeme işaret buyurdular.
Ve sualim üzerine, Firavun hakkında Muhyiddini İbnül Arabî’nin
yazdığına itikad ve iman etmemi emr ettiler... Sordum ki:
“Yâ Rasûlullâh, vücud hakkında ne buyurursunuz?..”
Buyurdular ki:
“Görmez misin ki, vücud kadimde kadim, ve hâdiste hâdistir!..
Ente ilâhun ve ente me’lûhün!.. (İlâhiyet ve kulluk sende bir
aradadır.)”
“Yani, sen ilâhsın: Sıfatı ilâhîye’nin sende zuhuru ve Ulûhiyete
mazhar olman sebebiyle; ve sen me’lûhsun, mukayyetliğinden,
taayyününden ve mahlûkiyetinden ötürü.”

***

Mevlâna Nizamüddin Hâmuş;


− Bu âlemde ve bütün âlemlerdeki mevcudat ve ayân, hakikate
ermişlerin indînde, Esmâ-i ilâhîye icabı zuhura gelmiş şuuru
ilâhîyeden başka bir şey değildir!.. Ve, Muhyiddini Arabî’nin “ayân
vücud kokusunu koklamadılar” sözü gereğince, kendi vücudları
yoktur; bizâtihi “yok”turlar!..
Bu takdirde, herkeste, her şeyde zâhir olan cemâl ve celâl
kemâlâtı, tamamıyla nisbî ve izafîdir.
Hakikatte, bunlar, ilâhî hakikatlerdir ki, ezelî ilim sûretleri
muktezasınca zuhur etmiştir!..
247
“Gavsiye” Açıklaması
***

Hâce Saadeddin Kaşgarî;


− Allâh âdetidir ki, mihnet ve meşakkat çekmeden, lezzet ve
şehvetler terk edilmeden Hakk’a erişilmez, menzil alınmaz.
− Senin Hakk’a vuslatın, “sen”in “yok”luğunu idrakından
ibarettir!..
− Zikir, harf ve ses elbisesinden soyunup, arapça veya farsça
olmaktan öte, tüm evrensel mânâlardan arınmış olunca meyve
verir!..

***

Hâce Ubeydullâh Ahrar;


Seyyid Kâsım Tebrizî, Ubeydullâh Ahrar’ı ilk görüşünde ismini
sorup; Ubeydullâh olduğunu öğrendiğinde; “İsminizin hakikatine
erişmeniz gerekir” dedim.
“Reşâhat” isimli eserin yazarı izah ediyor:
− “Abdullâh” ismiyle isimlenen zevât kimlerdir bunu bilmek
gerek. İsmi Zât, ihâta hassasiyetiyle bütün sıfatları içine alır. İsmi
Zât’a ârif olan, cümle Esmâ’ya ârif olur!.. Bu yüzdendir ki, her ârife,
“Ârifi Billâh” denilmez.
Şimdi, “Abdullâh” ismiyle müsemma olmak o Veliyy-ül Kâmili
mükemmil hakkıdır ki, şuhudu Tecelli-i Zâtî ebedî ile tahakkuk etmiş
olmalıdır. Şuhudu Tecelli-i Zâtî odur ki, ondan sonra hicap yoktur.
Bu makâm asâleten Hazrete Seyyidül Enbiyâ Muhammed Mustafa
sallAllâhu aleyhi ve sellem’e aittir.
− “Elhamdulillâhi Rabb-ül alemîn”in mânâsını açıklarken
buyurmuşlardır ki:
248
Nakşıbendîlikte “Vahdet” Görüşü
Hamd’ın nihayeti odur ki, kul, kendi mazharında hamd edenin
Hak Teâlâ olduğunu bile; kendisinin “yok” olduğunu bile; Zât,
Sıfat, Efâl’de kendinin bir şeyi olmadığını göre.
− “Allâh de, ötesini bırak!” âyetini şöyle anlatmıştır; Sıfatı bırak,
Zâta dön!..
− Zikrin hakikati, harften ve sesten münezzeh bir şeydir. Gönlün
hakikati de bir lâtife-i müdrikeden ibarettir ki, bu da keyfiyet ve
kemiyyet kayıtlarından münezzehtir!..
Bir gün Nizameddin Hâmuş huzuruna gittim, bana sordular:
− Susmak mı iyidir, konuşmak mı?.. Sonra gene kendileri
cevapladı:
− Eğer kendi “benliğinden” kurtuldu ise, her ne işlersen mâni
değildir!.. Eğer, “benliğin”leysen her ne yapsan zarardır!..

Bu konuda Ebu Saîd Ebi’l Hayr’ın şu beyti meşhurdur:

Seninle her mecazım, namazdır!..


Sensiz her namazım, mecazdır!..

− “Mutlak fenâ”nın mânâsı, sahibi fenânın kendine şuuru


olmaması demek değildir. Fenânın mânâsı şudur ki, zevkân (hissedip
yaşayarak) vasıfların ve fiillerin “benliğine” isnadını kaldırıp hakiki
fâilin Allâh olduğunu ispat eyleye!..
− “Şuhud”un iki mânâsı vardır;
1. Zât-ı mukaddesi, mazharlar perdesinden “ferd” olarak
müşahede eylemektir, ki buna, “kesrette ahadiyet” denilir.
2. Zât-ı pâkı mezâhir libası ile zuhurdan mücerred görmektir.
− Kibir ikidir… Birisi, malûm olan kibirdir ki yerilmiştir. İkinci
kibir ise, Hak Teâlâ’dan gayrıya teveccüh etmemektir. Ki bu kibir
asıldır ve fenâya ulaştırıcıdır.

249
“Gavsiye” Açıklaması
− Kader sırrına vâkıf olanlar rahattadırlar. Zira, tecellilere
mazhar olan varlıkların tamamıyla “yok” olduklarını, vücudları
bulunmadığını; bütün görülen ve algılanan şeylerde zâhir olanın Hak
olduğunu bilirler!.. Bu istirahatleri, denizde kaybolan dalganın
istirahati gibidir.

***

Hâce Abdurrahman Câmi;


− Afiyet odur ki, “sen”liğinden kurtulmuş olasın!.. Sonra, ister bir
bucakta otur, istersen halk içinde ol!..
− Zâtî muhabbet, sebepsiz (beklentisiz) muhabbettir!.. O
muhabbet ki, lütuf gördüğünde sevsin, kahır gördüğünde terk edip
gitsin, Zâtî muhabbet değildir!..

Gizli, ayân hep SEN imişsin, “ben” gâfil;


Gönül ve can SEN imişsin, “ben” gâfil;
Cihanda senden nişan aradım;
Meğer cümle cihan SEN imişsin; “ben” gâfil!..

− Kâinat kitabını yaprak yaprak aradım; Zât-ı Hakk’tan ve


şuûnundan (fiilerinden) gayrı bir şey görmedim, okumadım!..
Hak vücudu bir deryadır, artmaz, eksilmez. Yüzündeki dalgalar
ise her an değişir. Âlem, bu dalgalardır!.. İki zaman değil, iki anda
bile bâkî değildir.
Ne vakte kadar cisimlerden, ölçülerden, yönlerden söz
edeceksin?.. Daha mı maddeden, hayvandan ve nebatlardan
bahsedeceksin?..
Zâtlar yoktur, bir TEK ZÂT vardır!.. Çokluk vehmi, O’nun şuûn
ve özelliklerinden doğmadır...
250
Nakşıbendîlikte “Vahdet” Görüşü
− Cümle âlem hayaldir; amma hayalde hakikat görüntüleri her
an ve ebeden cilve göstermektedir!..
− Kevn-i mekânda TEK NÛR’dan başka bir şey yoktur. Bu NÛR,
zuhurlarda zâhir olmaktadır. Hak, NÛR’dur; ve zuhurları
âlemlerdir!.. Tevhid budur, ötesi gururdur!..
− Ben, “HİÇ”im!.. Hiçten de öteyim!.. “HİÇ” olandan, hiçlikten
başka ne meydana gelebilir?.. Hakikatler esrarından söz etsem,
“ben”im lâfızdan gayrı neyim var ki?..
− Hakk’ın mahiyeti vücuddan ibarettir!.. O’nun vücudunda
tenezzül, tagayyür (dönüşme), tebeddül (değişme) ve tekâsür
(çoğalma) yoktur!.. İlmin ve şuurun ihâtasından hariçtir!..
− Ne mutlu şu kimseye ki, “bâtın” ve “zuhur” âleminin
dışındadır!..
− Asla cüzü küllden ayrı bilme; ve asla mukayyede (kayıtlıya)
düşüp mutlaktan kalma!
− Sonra şuur, Esmâ’sının kemâlinden ötürü, harekete gelerek
tahakkuk ve zuhura meyl etti.

***

Değerli okurlarım;
Bu bölümde size “Nakşıbendî” silsilesi içinde yetişmiş çok
değerli, bir kısım evliyaullâh‘tan çeşitli açıklamalar naklettim.
Bu açıklamalar, hassasiyetle tetkik edildiği zaman şu görülecektir:
Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin bize ışık tuttuğu
gerçekler ile, “Nakşıbendî” silsilesi içinde yetişmiş olan muhterem
zevâtı kirâmın işaretleri hep aynı tek gerçekten söz etmektedir!

- “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”, TEK vücud sahibidir!..


“Gayrı” kavramından da söz edilemez!..
251
“Gavsiye” Açıklaması
- Sanki, “ALLÂH”tan ayrı varlıklarmış gibi algıladığımız her
şey, vehim ve hayalin bize var kabul ettirdiği şeylerdir.
- Varlığını düşündüğümüz ve müşahede ettiğimiz her şey,
“ALLÂH İsmiyle İşaret Olunan”ın ilmindeki, “ilmî sûretlerden”
başka bir şey değildir!
- Bütün bu gerçeklerin açık seçik ortaya çıkabilmesi için
yapılacak yegâne şey, Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın bildirdiği
şekilde çalışmalar yapmak suretiyle; var kabul edilen “benliği”
terk etmektir.

Bu kitaptaki son sözümüz şöyle olsun:


Dünya’da yaşarken “HAKİKAT”e ermeyi hedeflemiş, bu gaye ile
çeşitli yollardan birinde yürüyüp, çalışmalar yapan değerli
kardeşlerimizi saygı ile selâmlar; “gayrılık” kavramından; hele hele
birbirimize gayrılık gözüyle bakmaktan en tez zamanda arınmayı
niyaz ederim.

Ahmed HULÛSİ
10.9.1991
ANTALYA

252
SIRRA ERENLERİN MISRALARI
ARASINDA

Aşikârdır Zât-ı Hak, görmeyi bir dilesen!..


“BEN”liğidir var olan, adını bilebilsen!..
Düşünürsün ki varsın, oysa bu varsayımın…
Zât-ı Hakk’tır varlığın, “NEFS”ini görebilsen!..
AHMED HULÛSİ

Bahr-i vahdet kaplamıştır kâffe-i mahlûka bak


BİRliği görmek dilersen cümle-i mevcuda bak
İnd-i Sâni’de bütün mahlûk TEK bir NOKTAdır
Kâinatın cümlesi bu, NOKTAda bir NÜKTEdir
NOKTAdan AŞK zâv-ı şems-âsa edüp kendin âyân
Maksâd-i tekvin-i âlem, AŞK imiş oldu beyan
253
“Gavsiye” Açıklaması
Aşkıdır insana, kâmil namını tevcih eden
Aşkıdır insanı, terk-i cennete teşvik eden
Aşktır rüsva eden nefsin tekebbür tavrını
Aşktır ihsan eden umman-ı feyzin gavrını
Ehl-i aşkın gam-küsari bil ki çeşmi yaşıdır
Bu sebepten âşıkın gam, muhterem yoldaşıdır
Hasret-i mâşuk, Ken’an âşıki giryân eden
Fırkat-i cânândır ancak kalbleri suzan eden
KEN’AN RİFÂÎ

Sana insan, zaman, kâinat âşık


BİRsin büyüksün ulu Subhan
Seni tavsife değil lâyık
Cümle SENsin, Zât’ın kâmilde pinhan
Bülbül öter, dağlar iner, su çağlar,
Aşk hayran, âşık giryan, mazlum ağlar
Güler mâşuk, âşık hem yanar parlar
Cümlenin hâli SENden, ulu Rahmân
İns-ü can cümle mevcud, bir alettir
İşleyen SENsin, bunlar bir âyettir
Görünen SIFATINdan ibarettir,
Ayinen her şey, inkâra yok iman

254
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Bilen, hem söyleyen, hem işleyen
SENsin el-Hak, cümleden BİR görünen
Ken’an’da da daim Allâh var, diyen
SENsin Allâh, sensin ancak bi-gümân
KEN’AN RİFÂÎ

Ey mir’at-ı mücella, ben SEN imişsin;


SEN’in kendin seyrettiğin yer hep ben imişsin!
Kesret ile vahdet dediğim hep SEN imişsin,
Sanırken beni ben, meğer hep SEN imişsin!
Tam kendimden kendime yol buldum derken,
Urûc eden, Mir’âcda erilen Zât hep SEN imişsin!
MÜBECCEL SÖNMEZ

Çok basite indirip en zoru sordun!


Hangi müşkül olsa üstünde durdun...
Gönül saatlerini hep BİRe kurdun,
Fikir oklarıyla hedefi buldun!
CÂMİ’de sâf olup namaza durduk...
İmamımız SEN oldun, Cuma’yı kıldık..
Eğilip “dal” olduk, haddimiz bildik;
“Mim” harfi gereği secdeyi bulduk!
255
“Gavsiye” Açıklaması
Öğretip gösterdi ne varsa Bizde…
Gözde ayrı olsak da hep “BİR”iz “öz”de
Duam, bu bilgiler kalmasın sözde;
Aşk ile diyelim “öz”deyiz “öz”de!
AYŞEGÜL KAYTAZ

Aşk imamdır bize, gönül cemaat,


Kıblemiz DOST yüzü, daimdir salât
Gönül secde kılur DOST mihrabında
Yüzün yere vurup kılur münacaat
Beş namaz tertibi bir vakte geldi
Beş bölük olu ben kim kıla tâat
Şeriat der sakın şartı bırakma
Şart ol kişiye kim ede hıyanet
Doğruluk bekleyen dost eşiğinde
Gümânsız ol bulur ilâhî devlet
Bir kimse dinine hilaf demeziz
Din tamam olucak doğar muhabbet
Dost yüzün görücek şirk yağmalardı
Onun için kapıda kaldı şeriat
Yunus öyle esirdir Dost eşiğinde
Diyeler, kurtulmaya ezel-ebed
YUNUS EMRE

256
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Sensin bize bizden yakın, görünmezsin hicap nedir?..
Çün aybı yok görklü yüzün, üzerinde nikab nedir?
Sen eyittin Ey Padişah, “Yehdillâhu limen yeşa”…
Şerikin yok hâşâ, suçlu kimdir, ikab nedir?
Rahimdürür senin adın, Rahimliğin bize dedin,
Mürşidlerin müjdeledi, “lâ taknatu” hitap nedir?
Kani bu mülk sultanı, bu ten ise kani canı,
Bu göz görmek diler anı, bu mebdeü mead nedir?
Yunus bu göz anı görmez, görenler hod haber vermez
Bu menzile akıl ermez, bu koyduğun SERAP nedir?
YUNUS EMRE

İlim, ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin; ya nice okumaktır!
İlim okumadan murat, kişi Hakk’ı bilmektir.
Çün okuyup bilmezsin, ha bir kuru emektir!..
Okudum bildim deme, çok tâat kıldım deme;
Eğer Hakk’ı bilmezsen, bu kuru laf etmektir!
Yirmi sekiz hece, okursun uçtan uca!
Sen “elif” dersin hoca, mânâsı ne demektir?
Yunus Emre der, hoca, gerekse ver yüzümce
Cümlesinin yekreği, BİR gönüle girmektir!..
YUNUS EMRE
257
“Gavsiye” Açıklaması
Gerçek âşık oldun ise, cihan nakşı nendir senin?
DOST aynasın baktın ise, suret nakşı nendir senin?
Humhane ile puthane, mescit olmuş gerçek cane,
Gel işin verme ziyane, yalancılık nendir senin?
Sen, senliğin terkin urgil, gel o dine gönül vergil;
Yele ver menzile ergil, geri kalan nendir senin?
Yeyip yedir gel fakire, eksilirse Allâh vere
Bir gün tenin yere gire, arta kalan nendir senin?
Gör, göç yolundan kamusun, terk et bu dünya kaygısın
Kogil bu fâni sevgisin, âşık olan nendir senin?
Gel gidelim DOST’tan yana, nedir cevabın çün bana,
Ne seversin bu dünyayı, söyle cihan nendir senin?
Yunus al aşk bâdesinden, kat’i iksir olmuş gibi
Bir hod iken erdin Hakk’a, ayrık olmak nendir senin?
YUNUS EMRE

Canlar CAN’ını buldum, bu canım yağma olsun,


Assı ziyandan geçtim, bu dükkanım yağma olsun!
Ben, benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım,
DOST vaslına eriştim, gümânım yağma olsun,
Ben’den benliğim gitti, hep mülkümü DOST tuttu,
Lâ mekâna kavm oldum, mekânım yağma olsun

258
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Taalluktan üzüştüm, ol DOST’tan yana uçtum
Aşk divanına düştüm, divanım yağma olsun!..
İKİLİKTEN usandım, BİRlik hanına kandım,
Derdi şarabın içtim, dermanım yağma olsun!
Varlık, çün sefer kıldı, DOST ondan bize geldi,
Viran gönül Nûr oldu, cihanım yağma olsun!
Geçtüm bitmez sağnıçtan, usandum yazu kıştan,
Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun!
Yunus ne hoş demişsin, balu şeker yemişsin,
Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun!
YUNUS EMRE

Hakikat bir denizdir, şeriat onda gemi


Çokları gemiden çıkıp denize dalmadılar!
Hakikat erenlerin şerr ile bilmediler
Hakikat diriliğine çün riya demediler
Çoklar gelmiş kapıya, şeriat tutmuş durur;
İçeriye girip de ne vardır bilmediler!
Dört kitabı şerh eden, hakikatte âsidir;
Zira tefsir okuyup, mânâsın bilmediler!..
Şeriat oğlanları, bahsedip dâvâ kılur;
Hakikat erenleri, davaya girmediler!

259
“Gavsiye” Açıklaması
Ödünü sıdır, eğer bu yolda girdin ise,
Ödünü sıdırmayan, bu yola gelmediler.
Yunus nefsin öldür bu yola geldin ise;
Nefsin öldürmeyen, bu demi bulmadılar.
YUNUS EMRE

İster idim Allâh’ı buldum ise ne oldu?


Ağlar idim dünü gün, güldüm ise ne oldu?
Erenler meclisinde, ben pâre gül idim,
Açıldım el geldim, soldum ise ne oldu?
Danişmentle âlimin, medresede bulduğun,
Ben harabat içinde buldum ise ne oldu?
Erenler meydanında yuvarlanır top idim,
Padişah çevganında kaldım ise ne oldu?
İşit Yunus’u işit, yine derviş oldu o,
Erenlerin mânâsına, daldım ise ne oldu?
YUNUS EMRE

Yanmayınca AŞK od’una, kimse cânân mı bulur,


Varlığından geçmeyince, gizli pinhan mı bulur!
Gece gündüz gözyaşıyla zaru giran olmayınca
Bahri aşka dalmayınca, dürrü mercan mı bulur!

260
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
“Len tenâlü birre hatta tünfikü” dedi Huda
Sevdiğinden geçmeyince kişi, Sultan mı bulur!
Kaali kıylden geçmeyince, kimse hâle ermedi
Yırtmadan BENLİK hicabın, kimse irfan mı bulur,
Bu tarikat potasından, sızuban kâl olmayan,
Ta’nı zulmette kalanlar Nûr’u Yezdan mı bulur?
Bırakıp davayı Yunus, âşıka mânâ gerek
Başını top etmeyenler yolda, meydan mı bulur?
YUNUS EMRE

Seversem ben seni candan içeri


Yolum geçmez bu erkandan içeri
Nereye bakarsam dopdolusun
Seni kanda koyam benden içeri
O bir dilber durur yoktur nişanı
Nişan olur mu nişandan içeri
Beni bende demen, bende değilem
Bir BEN vardır bende benden içeri!
Tecelliden nasip erdi kimine
Kiminin kamusudur bundan içeri
Kime didar gününden şule değse
Anın şulesi var günden içeri!

261
“Gavsiye” Açıklaması
Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat meyvesi, andan içeri
Süleyman kuş dilin bilir derler
Süleyman var Süleyman’dan içeri
Unuttum din diyanet kaldı benden
Bu ne mezhep durur, dinden içeri
Dinin terk edenin küfürdür işi,
Bu ne küfürdür, imandan içeri
Miskin Yunus gözü tuş oldu sana
Kapında bir kuldur, Sultandan içeri
YUNUS EMRE

Şeriatın gemidir, Hakikat deryasıdır


Hakikatin kâfiri, şeriatın evliyasıdır
YUNUS EMRE

Be hey kardeş Hakk’ı bulam mı dersin,


Hakk’a yarar amel işlemeyince
Tarikat sırrına erem mi dersin,
Kâmil mürşid sana söylemeyince.

262
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Özenirsen kardaş, tevhide özen
Tevhiddir nefsinin kâl’asın bozan
Hiç kendi kendine kaynar mı kazan
Çevre yanın ateş eylemeyince
Değme kişi gönül evin düzemez
Hakk’ın takdirini kimse bozamaz.
Tarikat ummandır dalıp yüzemez
Aşkın deryasını boylamayınca
Aşkım galip geldi yüreğim harlar
Aşık olan ar-ı namusu neyler
Be hey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince.
YUNUS EMRE

Bir kez gönül yıktın ise


Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
Yol oldur ki doğru vara
Göz oldur ki Hakk’ı göre
Er oldur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil.
YUNUS EMRE
263
“Gavsiye” Açıklaması
Bana namaz kılmaz diyen, ben kılarım namazımı
Kılar isem kılmaz isem Allâh bilir niyazımı
Hakk’tan artık kimse bilmez, kâfir müslim kimdir
Ben kılarım namazımı, Hak geçirirse nazımı
YUNUS EMRE

Dervişlik olaydı tac ile hırka


Biz dahi alırdık otuza kırka
YUNUS EMRE

Ete-kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm
YUNUS EMRE

Âşık kendiliğinden kıyar mı bu tatlı cana


Hele ben dost yoluna cana kıyarım kime ne
Can verir âşık olurum, aşk ile Dost bulurum
Mansur gibi Hak yoluna, berdar olurum kime ne
Oruç, namaz, haccu zekât, zühd ü tâat kadru berat
Ben bunların hepsini aşka veririm kime ne,

264
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
İsterim aşkta pişesin, fikrederim endişesin
Ben burda namus şişesin taşa çalarım kime ne
Ar u namus verdim yele, melâmetlik aldım ele
Aşk ile girdim ben yola, ben giderim kime ne
Âşıkım diyen canların, nişanı vardır onların
Giyip melâmet hırkasın, âşık olurum kime ne?
YUNUS EMRE

Zahidliği zanneyler idim hoş hüner amma


Aşk gibi hüner yok imiş insana münasip!
Yağmalasa hep varımı aşk, zerre komasa
Ansız olamaz çün kişi, irfana münasip
Zikreyle heman leylü nehar durma çalış ki
DOST vaslı olur zakir-i hayrana münasip
Kuddûsi’ye derler ki, niçin uzlet edersin
Oldur ki firar âşıkı cânâna münasip.
AHMED KUDDÛSİ

Sen, sende gözet Hakk’ı heman gezme yabanda


Kendinde iken, sen onu gayride ararsın
Na ehle sakın derdini bildirme hazer kıl,
Pes şişei esrarını destinle kırarsın
265
“Gavsiye” Açıklaması
Divane gönül kadrini var şöylece bil kim
Kuddûsi’yi sedef, sen anın içindeki dürsün!
AHMED KUDDÛSİ

Sülûk ahvalini sâlik, yola gidip gelenden sor


Eğer dalgıç olam dersen, bu deryaya dalandan sor!
Tarikat sırrını sorma muhaddisten, müderristen;
Hakikat ilmini dersi Huda’sından alana sor!
Bilmez ehli zâhir, ehli bâtın bildiğin zinhar;
Sorar isen anı ayn-el yakîn Hakk’ı bilenden sor!
Bu bir ilmi ledünnî kim, bilen dimez diyen bilmez,
Bilür ârif bu ilmi kim, yürü anı menenden sor!
Bu Kuddûsî’leyin cahil müdai çoktur zira
Visalin tarzını, mürşid olup vâsıl olandan sor.
AHMED KUDDÛSİ

Hak ilminde bu âlem, bir nüsha imiş ancak;


Ol nüshada bu adem, bir nokta imiş ancak!
Ol noktada gizlidir nice nice bin derya
Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak!
Ademliğini her kim bulduysa odur Âdem
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak!
266
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Kim ol deme buldu yol, vasletti Niyazi ol
NACI denilen fırka, bu zümre imiş ancak.
NİYAZİ MISRÎ

Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş,


Bürhan aradım aslıma, aslım bana bürhan imiş!
Sağı solu gözler idim; DOST yüzün görsem deyu,
Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!
Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem
Benden görüp işiteni, bildim ki ol cânân imiş!
Savm-u salât-ı hac ile sanma biter zahid işin,
İNSAN-I KÂMİL olmaya, lazım olan irfan imiş...
Mürşid gerektir bildire; Hakk’ı sana hakk-el yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş
Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın yolu gayet âsân imiş.
İşit Niyazi’nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün
Hakk’tan açık bir nesne yok, gözsüzlere görülmezmiş!
NİYAZİ MISRÎ

Nâdânı terk etmeden yârânı arzularsın


Hayvanı sen geçmeden, insanı arzularsın.
267
“Gavsiye” Açıklaması
Men ârefe nefsehû, fakat ârefe rabbehû
Nefsini sen bilmeden, sübhanı arzularsın
Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan
İçindeki kenz’i biyanı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış BENLİK günahı seni
Günahını bilmeden, gufranı arzularsan.
Cevizin yeşil kabını yemekle tat bulunmaz
Zâhir ile ey fâkih Kurân’ı arzularsın
Şerbeti sen içmeden sarhoş-u mest olmadan
Nice Hakk’ın emrine fermanı arzularsın.
Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan
Kebap olup pişmeden püryanı arzularsın.
NİYAZİ MISRÎ

Canını terk etmeden


Cânânı arzularsın,
Zünnarını kesmeden
Iymanı arzularsın.
Karıncalar gibi sen,
Ufak ufak yürürsün,
Meleklerden ileri
Seyranı arzularsın.

268
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Var Niyazi yürü
Atma okun ileri
Derdiyle kul olmadan
Sultanı arzularsın.
NİYAZİ MISRÎ

Zât-ı Hakk’ta mahrem-i irfan olan anlar bizi,


İlm-i sırda bahri bipâyan olan anlar bizi.
Bu fenâ gülzarına bülbül olanlar anlamaz
Vechi bâkî hüsnüne hayran olan anlar bizi
Dünye-vü-ukbâyı tamir eylemekten geçmişiz
Her taraftan yıkılıp viran olan anlar biz.
Biz şol abdalız, bıraktık eğnimizden şalımız
Varlığından soyunup uryân olan anlar bizi.
Kahr-u lütfu şey-i vâhid bilmeyen çekti azap
Ol azaptan kurtulup Sultan olan anlar bizi
Zahide ayık dururken anlamazsın sen bizi
Cür’ayı sâfi içip mestan olan anlar bizi
Arifin her bir sözünü duymayı insan gerek
Bu cihanda sanma ki hayvan olan anlar bizi
Ey Niyazi katremiz deryaya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın umman olan anlar bizi.

NİYAZİ MISRÎ

269
“Gavsiye” Açıklaması
Sağ ü solu gözler idim
Dost yüzünü görsen deyü
Ben taşrada arar idim,
Ol can içinden cânân imiş.

Savm-u salât-ı hac ile


Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya
Lazım olan irfan imiş.

Nerden gelir yolun senin


Ya nereye varır menzilin
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvan imiş.

İşit Niyazi’nin sözün


Bir nesne örtmez hak yüzün
Hakk’tan ayân bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhan imiş.

NİYAZİ MISRÎ

Şehr-i hakikattır adı Hak sırrını anda kodu,


Ol sırra vâkıf olanı Hak eyledi mihmân kamu.

270
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Olmaz onlarda fesat Buğz-u kibr-ü inad,
Cümle biliş, yok asla yad birbirine ihvan kamu.
Özleri canlardan aziz sözleri baldan leziz,
Yok anda sen, ben, siz, biz birlikte yeksan kamu.
Şehre mürsel gelmedi anları davet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamu.
Hak mezhebi mezhepleri, deryayı zât meşrepleri,
Hâsıl kamu matlapları kadr içredir her an kamu.
Yoktur onlarda ihtilaf günden ayandır bi-hilaf,
Her işleri hakka mûzaf ruh eylemiş yezdan kamu.
Terk eylemişler kıyl-ü kal lâl olmuş onlara bu dil
Her hâlleri Hakk’a delil hep mazhar-ı Rahmân kamu.
Dünyaya anlar gelmedi geldiyse de eylenmedi
Şeytan onları görmedi anda olan pinhan kamu
Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi
Başına bu devlet kuşu konar olur sultan kamu
Her kim ki ol şehre gelir her korkudan azad olur,
Yollarda bellerde kalır dev ve peri şeytan kamu.
Dâr-ül emandır ol şehir lâkin girer yüz binde bir
Sanma ana dâhil olur Hur-u melek Rıdvan kamu
Ehline anlar bellidir zira bilir bir ellidir,
Her birisi ahsen sıfat her müşkile bürhan kamu.
Var semme vechullâhı bul tâ görüne sana bu yol
Senden sana eyler seter kim edesin seyran kamu
271
“Gavsiye” Açıklaması
Candan riyâzatı ta’ab çeksin anı edip talep
Olur riyâzatın sonu dertlerine derman kamu.
Gel tende koma canını âlâya çık bul kânını
Lâyık mıdır insana kim yer ola zindan kamu.
Tut Niyazi’nin sözün bunda aç gör can gözün,
Bir gün gidersin ansızın görmez seni giryan kamu
Var ol hakikat şehrine er anda hakikat sırrına,
Dolsun senin de gönlüne derya olup irfan kamu.

NİYAZİ MISRÎ

Çünkü bildin müminin kalbinde beytullâh var


Niçin izzet etmedin ol evde ki Allâh var
Her ne var Âdem’de var Âdem’den iste Hakk’ı sen
Olma iblis-i şâki Ademde sırrullâh var
Pes ene-i hak defterinden al sebk ey zât-ı hak
Dem be-dem bâtıl tasavvur etme Hakkullâh var
Yılda bir kez hac olursa Kâbe’de ey hacegân
Gir gönüller kâbesine nice haccullâh var.
Zahidin dilinde zikri var ise çün lâ ilâhe
Âşıkı sâdıkların kalbinde illâllâh var.
Pehlivandır sol kişi ki nefsini katleyledi
Hep erenler meclisinde ana eyvAllâh var

272
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Kimseye ta’netme ey dil sırrı Hakk’a vâkıf ol
Cümle eşya nûr-u haktır sanma gayrullâh var
Kenz-i mahfidir hakikat ey Nesimi ebsem ol
Sırrını fâş etme bu yolda çok gümrâh var

NESİMİ

Dil penâh-ı Kibriyâ’dır yıkma gönlün kimsenin,


Genç-i esrar-ı Hüda’dır yıkma gönlün kimsenin.
Zât-ı kudretle yapılmış Sun-i Mevlâdır gönül
Mülk-ü Hak dâr-ül bekadır yıkma gönlün kimsenin.
Kalb-ı mümin beyt-i Rahmân Haccı ekber andadır,
Secdegâh-I Mustafa’dır yıkma gönlün kimsenin.
Ey Nesimi kendi vahdat hanesidir bu gönül
Cilvegâh-ı evliyadır yıkma gönlün kimsenin.

NESİMİ

Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazsam;


Cevheri lâ mekân benem, kevnü mekâna sığmazsam!
Arşı ferşi kâf’u nun, bende bulundu cümle çün;
Kes sözüni uzatma kim şerhü beyana sığmazam

273
“Gavsiye” Açıklaması
Kevnü mekândır âyetüm, ZÂT’a gider bidayetüm;
Sen bu nişan ile beni bil, ki nişana sığmasam!
Kimse gümânu zann ile, olmadı Hak ile biliş;
Hakk’ı bilen bilür ki, ben zannı gümâna sığmazam!
Sûrete bâhu maniyi, sûret içinde tanı kim;
Cism ile can BENem velî, cismü cana sığmazam!
Hem sedefem hem incüyem, Haşru sırat esenciyim
Bunca kumaşa raht ile, ben bu dükkana sığmazam!
Genç-i nihan benem ben, uş, yani iyan benem ben uş;
Cevheri kân benem ben uş, bahre ve kane sığmazam!
Gerçi muhiti a’zamem âdem adumdur âdemem,
Dâr ile kün fe kân benem, ben de mekâna sığmazem!
Can ile hemcihan benem, dehr ile hemzaman benem,
Gör bu lâtifeyi kim, ben dehrü zemana sığmazam!
Encüm ile felek benem, vahyi bilen melek benem,
Çek dilünü ve ebsem ol, ben bu lisana sığmazam!
Zerre benem, güneş benem, çâr ile pencü şeş benem
Sûreti gör, beyan ile bil kim ben bu sana sığmazam!
Zât ileyem sıfat ile, Kadr ileyim Berat ile;
Gül şekerim nebat ile, beste dehana sığmazam!
Nar benem, şecer benem, Arş’e çıkan Hacer benem,
Gör bu adın zebanesin, ben bu zebana sığmazam!
Şems benem, kamer benem, şehd benem, şeker benem;
Ruhi revan bağışlarım, ruhi revana sığmazam!
274
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Gerçi bugün Nesimi’yem Haşimi‘yem Kureyşi’yem;
Bundan uludur âyetim, âyetü şana sığmazam!

NESİMİ

Ben tende canım, hem canda cânân


Sûrette kulum, mânâda sultan
Fer içre görüp sanma ki ferim
Aslıma aslım, el’An kemâkân
Zât ile zâttan zât ile daim
Esmâ yüzünden göründüm insan
Şeklimde zâtım her kim ki görmez
Can gözü yoktur kördür o nâdan.

CEMÂLEDDİN UŞŞAKİ

Eyâ nakşı ko, nakkaşı ara bul


Onunla dopdoludur hep, ara bul!
Ne kim var birini bigâne sanma
Bu eşyanın kamûsun, aşina bul!
Bakagör bir göz ile cümle şey’e
Görünende ne ağ-u ne kara bul

275
“Gavsiye” Açıklaması
Verip Hakk’a her işi, çık aradan
Yürü sen de ne havf-u ne rica bul!
Edip kahr ile lütfu şey’i vâhid
Ne sen sende sefa ve ne cefa bul

CEMÂLEDDİN UŞŞAKİ

Şimdi irfan vaktidir,


Takvaya hâcet kalmadı
Zevk-i vicdan vaktidir,
Feryada hâcet kalmadı.
Ehli vahdetten alanlar
İlmi tevhid dersini
Gizli irfan buldular,
Fetvaya hâcet kalmadı.
Hamdülillâh sofiya
Aydık müsemmadan haber
Zâtı mazhardır gönül
Esmâya hâcet kalmadı.
Etti şems-i ehadiyet
Burc-u vahdetten tulû
Leyl-i firkat zâli oldu
Ay’a hâcet kalmadı.

276
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Hakk’ın feyzi âleme
Düpdüzdür anlar isen,
Bu görünen mevcudat
Bir yüzdür anlar isen
Enbiyânın geldiği,
Dört kitabın indiği,
Her lisanın dediği,
Bir sözdür anlar isen.
Hak vechini görmeye
Gözü dönmüş Âdeme
Bu âyinede âlem
Bir tozdur anlar isen.
GAYBÎ

Ol bir ile bir oldu


Cümle âleme dolan
Böyle sultanlık kılan
Kulluk kılası değil
Erişmeyen vahdete
Vahdetteki lezzete
Girerse de cennete
Lezzet bulası değil

277
“Gavsiye” Açıklaması
Dost iline girmeyen
Varın dosta vermeyen
Hakk’ı burda görmeyen
Yarın göresi değil!..
İkiliği silmeyen
Hakk’ı burda bulmayan
Gaybi kendin bilmeyen
Rabbin bilesi değil.
GAYBÎ

Hak nazar etse kuluna


Kendözünü üryan görür,
Mânâ yüzünden ol kişi
Kendözünü hayran görür.
Eğer âbid eğer zahid
Bu tevhidi anlamazlar
Dost Zâtına mazhar düşen,
Kendözünü insan görür.
Şeş cihetin perdesinden,
Geçen ârif söyler bunu.
Bu menzile erşenlere,
Kendözünü umman görür.

278
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Aşk ile başım hoşdürür,
Kande varsam yoldaş dürür.
Yıl on iki ay sarhoş dürür
Aşk meyin içti canımız.
Mûti olduk aşk hâline
Bakmadık dünya malına
Girdik erenler yoluna
Dürüst oldu imanımız.
GAYBÎ

Düşü düşüp aldanma


Kendin hayrete salma
Hakk’tan gayrı ne vardır
Tâbire muhtaç ola?
Sana âlem görünen
Hakikatte Allâh’tır!
Allâh birdir vAllâhi
Sanmaki birkaç ola!
Bu sözlerin meâli
Kişi kendin bilmektir
Kendi kendin bilene
Hakikat mir’âc ola

279
“Gavsiye” Açıklaması
“Hak” denilen özündür!
Özündeki sözündür
Gaybi özün bilene
Rubûbiyet tâc ola!
GAYBÎ

Ey benim ile yâr olup şeyhe giden gelsin beri,


Varlıktan terk eyleyip can terk eden gelsin beri.
Gevher canın maksududur can maksudun Mansur’udur.
Maksut için Mansur’leyin berdâr olan gelsin beri.
Ermek dilersen maksuda çok hizmet eyle mürşide,
Sen senliğinden geçedur didar gören gelsin beri.

YUNUS EMRE

Bu aşk bir bahri ummandır


Buna hadd-ü kenar olmaz
Delilim sırr-ı Kurân’dır
Bunu bilene de âr olmaz
Süre geldin ezeliden
Pîrim Muhammed Ali’den
Şarab-ı lâyezâliden
İçenlerde humar olmaz.

280
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşenlerde yanar olmaz!
Kıyamazsan başa cana
Uzak durma girme meydana
Bu meydanda nice başlar
Kesilir hiç soran olmaz!
Hak ile hâk olanlara
Kendi özün bilenlere
Dost yolunda ölenlere
Kan bahası dinar olmaz.
Bak şu Mansur’un işine
Halkı üşürmüş başına
Ene-l Hakk’ın firaşına
Düşenlere timar olmaz.
Seyfullâh sözünde mesttir
Şeyhinden aldığı desttir
Divane-ra kalem nisttir
Ne söylese kanar olmaz.

SEYYİD NİZAMOĞLU

281
“Gavsiye” Açıklaması
Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni.
Kim bildi Efâlini
Ol gördü sıfatını
Anda gördü zâtını
Sen seni bil sen seni.
Görünen sıfatındır
Anı gören Zâtındır
Gayrı ne hâcâtındır,
Sen seni bil sen seni
Kim hayrete vardı
Nûra mustağrak oldu
Tevhid-i zâtı buldu
Sen seni bil sen seni
Bayram özü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni.

HACI BAYRAM VELİ

282
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Hararet nârdadır sacda değildir,
Kerâmet baştadır tac’da değildir
Her ne arar isen, kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değil.
Sakın ol kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin izinden çıkma
Eğer adam isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uc’da değildir.

HACI BEKTAŞ VELİ

Maksut cihane gelmekten


Kişi Rabb’in bilmek imiş.
Rabbini bilmekten murat
Evliyasın bulmak imiş.
Onun ile olur devlet
Onu beyan kılar âyet
Hakk’a yalvarmaktan murat
Gerçeğe yol varmak imiş
Bulmak değil imiş, bilmek
Bilmek değil imiş, bulmak
Evliyaya gönül vermek
Rengine boyanmak imiş.

283
“Gavsiye” Açıklaması
Bunlardır Hakk’ı bilen
Gayrısı yalandır yalan
Dervişlikten murat olan
Küllîyen yok olmak imiş
Kaygusuz aşk pervanesi
Oldu Hakk’ın divânesi
Ehl’i aşkın sermayesi
Aşk od’una yanmak imiş.

KAYGUSUZ ABDAL

Evliyaya eğri bakma


Kevn-ü mekân elindedir
Mülke hüküm süren odur
İki cihan elindedir.
Sen anı söyle sanırsın
Sencileyin bir Âdemdir
Evliyanın sırrı vardır
Gizli ayân elindedir.
Hak zâtıyla sıfatıyla
Tecelli eyledi onda
Varlığı Hak varlığıdır
Emr-i subhan elindedir.

284
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Kaygusuz eder bu ilmi
Okudum anladım bildim
Bütün âlemlerin hükmü
Kâmil insan elindedir.

KAYGUSUZ ABDAL

Seyrimde bir şehre vardım


Gördüm sarayı güldür gül
Sultanımın tâcı tahtı
Bağı divarı güldür gül.
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar,
Çarşı pazarı güldür gül.
Toprağı güldür, taşı gül
Kurusu güldür, yaşı gül
Has bahçesinin içinden
Serv-ü çınarı güldür gül.

ÜMMİ SİNAN

285
“Gavsiye” Açıklaması
Bu tevhidden murat ancak
Cemâli Zât’a ermektir.
Görünen kendi Zâtıdır
Değil sanma ki gayrullâh.

Şems-i Tebriz bunu bilir


Ahad kalmaz fenâ bulur
Bu âlem külli mahvolur
Hem bâkî kalır Allâh

ŞEMSİ TEBRÎZÎ

Gören candır yine cânân yüzünü


Temâşâ kendi eder yine kendi özünü
Gören ve görünen oldur hakikat
İşiten, söyleyen oldur sözünü
Yarattı Âdemi, gör sun’u pâkin
Açık etti ol vech ile özünü
Nukuşi mâsivâdan kalbi pâk et
Tecelli edüp, arz eyler yüzünü
Dü âlemden çevirdi lâ mekâni yüz
Anın çün ayırmaz ol, Hakk’tan gözün

LÂMEKÂNİ

286
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Ey Tâlib-i Kâbe olan
Hak bendedir Kâbe benim!
Gelsin hacc-ı ekber kılan
Hak bendedir, Kâbe benim
Kim ki kapumda kul olur
Eşiğimde Kâbe bulur!
Münkir olan mahrum kalır,
Hak bendedir, Kâbe benim!
Kim ki ziyaretim ider
Mâsum pâk olur gider
Hak emrini daim tutar
Hak bendedir, Kâbe benim
İnsaf edip ol ehl-i Hak
İnkârı ko, gel bende hak!
Hak bendedir gitme uzak!
Hak bendedir, Kâbe benim!

ŞEYH TACEDDİN

Emrahi bu dünya bir hayali ham


Az yaşa çok yaşa ölümdür encam.
Nüfuz-u ehlullâh iksir-i âzam,
Taşı cevher hâki kimya ederler.

287
“Gavsiye” Açıklaması
Emrahi cehd eyle hâli hâl eyle
Kâl ehli olandan infisal eyle.
Erenleri bul da imtisal eyle
Seni de vasılı Mevlâ ederler
Mürşidi Kâmile eylersen hizmet
Riyadan kurtulur alırsın himmet
Kendisin bimezle eyleme üflet
Ârif ol mekteb-i irfane yürü
Ehlullâh yoludur râh-ı tarikat
Erişir maksuda edenler hizmet
Azizim var ise sende bir niyyet
Merd olup bu yolda merdane yürü
İlm-i ledünniden haberdar olan,
Ne incitir yılan ne söyler yalan
Bir aşka düşmeden dünyada kalan
Ukbâda menzil-i maksuda yetmez.
Emrah ne eylesin bu hayalatı
Kendinde bulmuştur Cevher-i zâtı
Makâm-ı tevhidi nefyi ispatı
Mürşidin verdiği cevaptan aldım.
Bizlere dahleden münkiri billâh
Bîhaberdir bu esrarı ne bilsin.
Zâhir-ü bâtından değildir agâh
Ağyarı fark etmez yârı ne bilsin.
288
Sırra Erenlerin Mısraları Arasında
Bir özge âlemdir bu bezm-i âzâm,
Bu bezme girmiş değildir âdem.
Zâtı bu esrara olmayan mahrem,
Ağyarı fark etmez yârı ne bilsin.
Elest’ten nûş eden şarab-ı aşkı
Mest olup bu dar-ı mihnetten geçer.
Okuyup anlayan kitab-ı aşkı
Tâlim-i ulûmu kesretten geçer.
Fehmeder ârif-i billâh olanlar
Bende-i mürşid-i dergâh olanlar,
Men aref sırrına agâh olanlar
Siret-pezir olur sûretten geçer.

***
Velî olmaz kişi taşlanmayınca
Sivâ endişesi boşlanmayınca.

***
Kerâmet kesreti savm-u salât ile bulunmaz,
Ana derler kerâmet kim baka didâra doğru.

***
Ledün ilmi ile açılur basîret gözü kardaş,
Nazar eyler bu gözü ile gören asar doğru.
289
290
AHMED HULÛSİ KİMDİR? AMACI NEDİR?

Değerli okurum;
Ahmed Hulûsi kimdir, amacı nedir diye çok merak ediliyor...
Çok özetle anlatalım...
21 Ocak 1945 tarihinde İstanbul, Cerrahpaşa’da dünyaya gelmiş
bulunan çocuğa annesi Ahmed, babası da Hulûsi adlarını koymuşlar.
18 yaşına kadar Hz. Muhammed’i dahi tanımayan bir zihniyetle
yalnızca bir yaratıcıya inanmış ve Din konusundaki her sorusuna
karşılık olarak “sen bunları sorma, sadece denileni yap” cevabını
aldığı için de, hep din dışı yaşamıştır çevresindekilere göre!
Babasının vefatından üç gün sonra 10 Eylül 1963 günü annesinin
ısrarıyla gittiği Cuma namazında, içine gelen bir ilhamla Din
konusunu tüm derinlikleriyle araştırma kararı almış, o günden sonra
beş vakit namaza başlamış ve abdestsiz dolaşmamaya karar vermiştir.
Din konusuna önce Diyanet’in yayınladığı on bir ciltlik Sahihi
Buhari tercümesini, sonra tüm Kütübi Sitte’yi ve Rahmetli
Elmalılı’nın “Hak Dini” isimli tefsirini okuyarak girmiştir. İki yıla
yakın bir süre zâhir ilimleri itibarıyla olabildiğince geniş kaynakları
incelemiş, yoğun riyâzatlar ve çalışmalarla kendini tasavvufa vermiş;
ilk kitaplarını 1965 yılında yazdıktan sonra kendindeki açılım ve
hissedişleri 1966 yılında yazdığı TECELLİYÂT isimli kitabında
yayınlamıştır. Bu kitap onun 21 yaşındaki bakış açısını ve
değerlendirmelerini ihtiva etmesi itibarıyla geçmiş yaşamı hakkında
önemli bir değerlendirme kaynağıdır. 1965 yılında tek başına hacca
gitmiş ve hayatı boyunca kendi yolunda hep tek başına yürümüştür!
Prensibi, “Kimseye tâbi olmayın, kendi yolunuzu kendiniz
çizin, Rasûlullâh öğretisi ışığıyla” olmuştur.
1970 yılında AKŞAM Gazetesi’nde çalışırken RUH ve ruh
çağırmalar konusunu incelemeye almış ve bu konuda Türkiye’de
konusunda ilk ve tek kitap olan “RUH İNSAN CİN”i yayınlamıştır.
Kurân’daki “dumansız ateş” ve “gözeneklere nüfuz eden ateş”
uyarılarının “ışınsal enerjiye” işaret ettiğini keşfetmesinden sonra,
Kurân’ın işaret yollu açıklamalarını değerlendiren, bundan sonra
dinsel anlatımdaki işaretlerin bilimsel karşılıklarını deşifre etmeye
çalışan Ahmed Hulûsi, bu alanda ilk çalışmasını 1985 yılında
“İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabında açıklamıştır.
Daha sonraki süreçte Kurân’da kelimeler bazında yaptığı
çalışmalarla keşfettiği gerçekleri hep çağdaş bilgilerle bütünleştirmiş;
kendisini, “DİN” olayını, ALLÂH adıyla işaret edilenin tamamen
entegre bir Sistem ve Düzen’i temeline oturtarak, Hz. Muhammed
(AleyhisSelâm)’ın neyi anlatmak istediğini “OKU”maya vermiştir.
Bu yolda edindiği bilgilerin bir kısmını kitapları ve internet
aracılığıyla da toplumla paylaşmıştır.
İslâm Dini’ni, Kur’ân-ı Kerîm, Kütübi Sitte (altı önde gelen
kitap) hadisleri temelinde kabul ederek inceleyen, geçmişteki ünlü
tasavvuf sîmalarının çalışmalarını değerlendirerek gereklerini
yaşadıktan sonra, bunları günümüz ilmiyle de birleştirerek
değerlendiren ve mantıksal bütünlük içinde BİR SİSTEM olarak
açıklayan Ahmed Hulûsi, insanların, kişiliğiyle değil,
düşünceleriyle ilgilenmesini istemektedir.
Çünkü, bu alanda tek örnek Hz. Muhammed’dir!
Basit beyinler yaşamlarını, kişiliklerle ve doğal sonucu olarak
dedikodu ve gıybetle tüketirlerken; gelişmiş beyinler, fikirlerle ve
düşünce dünyasının verileriyle ömürlerini değerlendirirler!
Bu nedenledir ki, Ahmed Hulûsi kendisini ön plana
çıkartmamakta, kitaplarına 40 yıla yakın zamandır “soyadını”
koymamaktadır; insanların şu veya bu şekilde çevresinde bir halka
oluşturmaması için... Bugün dahi, görüştüğü çok az sayıda insan
vardır. Bu yüzden aşırı boyutlarda tepki almasına rağmen bu
konudaki tutumunu ısrarla sürdürmektedir.
Anadolu’nun beş-altı yerinde bazı kişilerin kendilerini “Ahmed
Hulûsi benim” şeklinde tanıtıp, çevrelerine insanlar toplayıp,
onlardan maddi menfaat toplama girişimlerini duyunca da,
kitaplarına resim koymak zorunda kalmış, bu suretle söz konusu
sahtekârlığı önlemiştir.
Sürekli Sarı Basın Kartı sahibi gazeteci Ahmed Hulûsi, bu alan
dışında profesyonel olarak hiçbir işle uğraşmamış, hiçbir teşkilat,
dernek, parti, cemaat üyesi olmamıştır. Bütün yaşamı, çağdaş
bilimler-İslâm-Tasavvuf araştırmalarıyla devam etmiş, kitap ve
yazılarıyla, sesli ve görüntülü sohbetlerinin tamamını internet
üzerinden okuyucularına ücretsiz ve tam metin olarak
indirilebilir şekilde yayınlamış İLK yazardır. Tüm düşünce ve
bakış açılarıyla beklentisiz olarak apaçık ortadadır!
28 Şubat öncesi şartlar dolayısıyla, eşi Cemile ile önce Londra’da
bir yıl yaşayan Ahmed Hulûsi, 1997 yılında Amerika’ya yerleşmiş
ve hâlen orada yaşamını sürdürmektedir.
Mevcut bilgileri ışığında, tamamen insanlardan uzak kendi
“köy”ünde yaşamayı tercih edip, herkese, orijinal kaynaklara göre
Rasûlullâh’ı ve Kurân’ı aracısız olarak yeniden değerlendirmeyi
tavsiye etmektedir!
Zira, Hz. Muhammed’in açıkladığı SİSTEM’e göre, “DİN
ADAMI” diye bir sınıf asla söz konusu değildir! Her fert direkt
olarak Allâh Rasûlü’nü muhatap alıp O’na göre yaşamına yön
vermek zorundadır! Tâbi olunması zorunlu tek kişi, ALLÂH Rasûlü
MUHAMMED MUSTAFA AleyhisSelâm’dır. O’nun dışındaki tüm
kişiler istişari mahiyetteki kişilerdir ve yorumları kimseyi bağlamaz!
Herkes yalnızca Allâh Rasûlü ve KUR’ÂN bildirilerinden
mesûldür! Bunun dışında kalan tüm veriler kişilerin göresel
yorumlarıdır ve kimseyi BAĞLAMAZ!
İşte bu bakışı dolayısıyla da Ahmed Hulûsi insanların kendi
çevresinde toplanmasını veya kendisine tâbi olmasını kesinlikle
istememektedir. Anlattıklarının sorgulanmasını, araştırılmasını
tavsiye etmektedir. Bana inanmayın, yazdıklarımın doğruluğunu
araştırın, demektedir!.. Bu yüzden de insanlardan uzak yaşamayı
tercih etmektedir.
Bu bakışı dolayısıyladır ki, Ahmed Hulûsi’nin ne bir tarikatı
vardır, ne bir cemiyeti ve ne de herhangi bir isimle anılan
topluluğu!
Ahmed Hulûsi, çeşitli çevrelerce kendisine yakıştırılan her
türlü pâye, ünvan ve etiketlerden berîdir! O, sadece Allâh
kuludur!
Kimseden maddi veya siyasî, ya da manevî bir beklentisi
olmayıp, yalnızca kulluk ve bir insanlık borcu olarak bilgilerinin
bir kısmını okuyucularıyla paylaşmaktadır.
Ahmed Hulûsi, yalnızca...
Düşünebilen beyinlerle düşüncelerini paylaşmaya çalışan bir
düşünürdür!
Hepsi, bundan ibaret!
Hiçbir yazılı, sesli veya görüntülü eserinin TELİF HAKKI
OLMAYAN yazarın eserleri, pek çok değerlendiren tarafından
orijinaline uygun olarak bastırılıp, karşılıksız olarak çevrelerine
dağıtılmaktadır... Bugün milyonlarca ailenin evinde Ahmed Hulûsi
imzalı eserlerin var olması, onun için yeterli şereftir.
Bu konulardaki detaylı çalışmaları aşağıdaki bazı internet
sitelerinden inceleyebilir, dilediklerinizi tümüyle kendi
bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
www.ahmedhulusi.org
www.okyanusum.com
www.allahvesistemi.org
Sonuç olarak şunu vurgulayayım...
Herkesin görüşü kendi bilgi tabanının sonucu kadardır! Bu
eserleri kendiniz değerlendirmeye çalışın! Yazarla değil,
yazılanla ilgilenin. Sizlere karşılıksız olarak verilen bu Allâh hibesi
ilmi hakkıyla inceleyin.
Ebedî yaşamınıza yön verebilecek düzeyde Allâh ve Sistemi’ni
(Sünnetullâh’ı) anlatan bu eserler umarım sizlere yeni ufuklar açar.

Saygılarımla,
AHMED HULÛSİ
AHMED HULÛSİ’NİN ÜCRETSİZ OLARAK HEDİYE EDİLEN ESERLERİ

1. ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ, 2009


(Semih Sergen’in sesinden “KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ” CD’si ile birlikte)
2. DUA VE ZİKİR, 1991
3. YAŞAMIN GERÇEĞİ, 2000
4. İSLÂM’IN TEMEL ESASLARI, 1997
5. HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH, 1989
6. YENİLEN, 2005

Hayırseverler tarafından basılan bu eserlerden,


http://www.ahmedhulusi.org/kuran_talep.php linkindeki formu dolduran kişilere,
yalnızca nakliye ücreti karşılığında ve her adrese birer tane olmak üzere
yollanacaktır.

Bu eserlerin temin edilebileceği adres aşağıdaki gibidir:

DAĞITIM MERKEZİ: Kuyumcukent Yan Hizmetler Binası 1.Kat 1.Yol No: 5


Yenibosna/İSTANBUL

Tel: 0212 603 19 20


www.kuraniste.org

* Ahmed Hulûsi’nin tüm eserlerini www.ahmedhulusi.org adresinden indirebilirsiniz.


AHMED HULÛSİ’NİN DİĞER KİTAPLARI

1. MANEVÎ İBADETLER REHBERİ, 1965


2. EBU BEKİR ES SIDDÎK, 1965
3. TECELLİYÂT, 1967
4. RUH İNSAN CİN, 1972
5. İNSAN VE SIRLARI (1-2), 1986
6. DOST’TAN DOSTA, 1987
7. HAZRETİ MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH, 1989
8. EVRENSEL SIRLAR, 1990
9. Gavs-ı Â’zâm ABDULKÂDİR GEYLÂNÎ “GAVSİYE” AÇIKLAMASI, 1991
10. DUA VE ZİKİR, 1991
11. HAZRETİ MUHAMMED NEYİ “OKU”DU?, 1992
12. AKIL VE İMAN, 1993
13. MUHAMMED MUSTAFA (a.s.) (1-2), 1994
14. KENDİNİ TANI, 1994
15. TEK’İN SEYRİ, 1995
16. İSLÂM, 1996
17. İSLÂM’IN TEMEL ESASLARI, 1997
18. OKYANUS ÖTESİNDEN (1-2-3), 1998
19. SİSTEMİN SESLENİŞİ (1-2), 1999
20. “DİN”İN TEMEL GERÇEKLERİ, 1999
21. CUMA SOHBETLERİ, 2000
22. MESAJLAR, 2000
23. YAŞAMIN GERÇEĞİ, 2000
24. BİLİNCİN ARINIŞI, 2005
25. “B” SIRRIYLA İNSAN VE DİN, 2005
26. YENİLEN, 2007
27. ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ, 2009
(Semih Sergen’in sesinden “KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ” CD’si ile birlikte)
AHMED HULÛSİ’NİN VİDEO SOHBETLERİ

A. ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ


1. Kurân’ı Anlamak İçin Ön Bilgi
2. Semih Sergen’in Sesinden Türkçe “Kur’ân-ı Kerîm Çözümü” Okunuşu
3. Abdulbasît Abdussamed’in Sesinden Arapça Orijinal Okunuşu ile
Birlikte “Kur’ân-ı Kerîm Çözümü”

B. SON SOHBETLER
1. Hologram Dünyan
2. Beyin Sırları
3. Beyin – Dua Mekanizması
4. Ehl-i Beyt’te Namaz

C. İNSAN VE DİN SOHBETLERİ

1. Ben “Muhammedî”yim
2. Kaynaktan Yarına
3. Kurân’ın Ruhu
4. Salât (Namaz) Ne İçin?
5. Hz. Muhammed’e İman
6. Tanrı(!)nın Ayak Sesleri
7. Hazineyi Okumak
8. Sünnet Ne Değildir?
9. Püf Noktası
10. Hz. Muhammed Farkı
11. Eski ve Yeni
12. Sünnetullâh
13. Sünnet-i Rasûlullâh
14. Bi-izni-hi
15. Enfüste ve Âfakta
16. “Tanrı Merkezli Din”mi?
17. İlim - İrade - Kudret

D. YENİLEN SOHBETLERİ
1. Tanrı Ulu mudur?
2. Anladığım İslâm

E. İSLÂM VE BİLİM (1990-1997)


1. Dostça Bir Söyleşi
2. “Tanrı” mı “Allâh” mı?
3. Allâh’ı Tanıyalım - 1
4. Allâh’ı Tanıyalım - 2
5. Sohbet
6. Hakikat
7. Uyanış
8. Üst Madde
9. Dost’tan Dosta
10. Ruh Cin Melek
11. Sorular ve Cevaplar
12. Kaza ve Kader
13. Kader ve Astroloji

F. KONFERANSLAR
1. Hamburg Konferansı
2. Gelsenkirchen Konferansı
3. Berlin Konferansı
4. Londra Konferansı
5. İzmir Konferansı
6. Antalya Konferansı
7. Antalya Falez Sohbeti
8. Bebek Sohbeti

* Ahmed Hulûsi’nin tüm eserlerini www.ahmedhulusi.org adresinden indirebilirsiniz.

* Ahmed Hulûsi’nin yabancı dillere çevrilmiş tüm eserlerine www.ahmedhulusi.org adresinden


ulaşabilirsiniz.
AHMED HULÛSİ’NİN SESLİ SOHBETLERİ

A. ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ


1. Kurân’ı Anlamak İçin Ön Bilgi
2. Kur’ân-ı Kerîm Çözümü ile İlgili Önemli Açıklama
3. Kur’ân-ı Kerîm’in Çözümü
4. Zorunlu Bir Uyarı
5. Allâh Esmâ’sındaki Muazzam, Muhteşem ve Mükemmel Özellikler
(Esmâ ül Hüsnâ)
6. Semih Sergen’in Sesinden Türkçe “Kur’ân-ı Kerîm Çözümü” Okunuşu

B. YENİLEN SOHBETLERİ
1. Anladığım İslâm
2. Şeriat Devleti
3. Açık Konuşalım
4. Tanrı Ulu mudur?
5. Yanmamak için
6. Taoizm-Budizm-Totemizm-İslâm
7. Salâvat ve Ayna Nöronlar
8. Kurân’ı Neden Anlamıyoruz?
9. Kur’ân ve Yeni Çağ
10. Kur’ân Mucizesi “Ekber”iyet
11. Kur’ân Sırlarının Derinliğine
12. Muhteşem Kaynak
13. Örtülen Gerçekler
14. Allâh Rasûlü’ne Gerçekten İman Ediyor muyuz?
15. “İman” Neye?
16. Muhteşem İrsâl
17. “İlmî Sûret” ve Hologram
18. Niçin “Data”?
19. “Nokta”ndaki Kudret
20. Yenilenin Artık

C. SESLİ KİTAPLAR
1. Hz. Muhammed’in Açıkladığı Allâh
2. İslâm
3. İslâm’ın Temel Esasları
4. Hz. Muhammed Neyi Okudu?
5. Akıl ve İman
6. Tecelliyât
D. SİSTEM SOHBETLERİ
1. İnsanın Gerçeği
2. İnsan ve Ölüm Ötesi-1
3. İnsan ve Ölüm Ötesi-2
4. Okumak
5. Korunmak İçin
6. Âmentü-1
7. Âmentü-2
8. İslâm
9. Gerçekçi Düşünce
10. Akıl ve İman
11. Tekliğe Giriş
12. Tekliğin Esasları
13. Mi’râc
14. Ruh İnsan Cin Melek
15. Kadir Gecesi
16. Halifetullâh
17. Nefs Nedir?
18. Bilincin Arınışı
19. Öz’ün Seyri
20. Tek’in Takdiri
21. Üst Madde
22. Kaza ve Kader-1
23. Kaza ve Kader-2
24. Kader ve Astroloji

* Ahmed Hulûsi’nin tüm eserlerini www.ahmedhulusi.org adresinden indirebilirsiniz.

* Ahmed Hulûsi’nin tüm eserleri KİTSAN’dan temin edilebilir.


AHMED HULÛSİ’NİN TV SOHBETLERİ

A. ASTROLOJİ SOHBETLERİ (15 Bölüm) – TRT2 (1992)

B. EVRENSEL GERÇEKLER (36 Bölüm) – FLASH TV (1993)

C. KIRMIZI KOLTUK SÖYLEŞİ – STAR TV (2003)

D. EXPO TV (2005)
1. Selâm
2. Sünnet
3. Kurân’ın Ruhu
4. “B” Sırrı
5. Bismillâh
6. Allâh’a İman
7. Kilitlenmişlik
8. İsimler
9. Neyi “Oku”du?
10. Sünnetullâh
11. Din Adına
12. Muhammed Farkı
13. Ölüm
14. İbadet
15. Namaz
16. İlim - İrade - Kudret
17. Tanrı Merkezli
18. Ruhlar
19. Reenkarnasyon
20. Sistem
21. Oruç ve Zekât
22. Beyin ve Dua
23. Hac
24. Kadir
25. Akıl - İman
26. Kanmayın
27. Faytoncu
28. Muhammedî
29. Hazine
30. Veda
AHMED HULÛSİ’NİN YABANCI DİLLERE ÇEVRİLMİŞ KİTAPLARI

1. ALLÂH İLMİNDEN YANSIMALARLA KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ


İngilizce (Yeni)

2. İNSAN VE DİN
İngilizce (Yeni)

3. TEK’İN SEYRİ
İngilizce (Yeni)

4. EVRENSEL SIRLAR
İngilizce (Yeni Çeviri), Fransızca

5. HAZRETİ MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH


İngilizce (Yeni Çeviri), Almanca (Yeni Çeviri), Fransızca, İspanyolca, Rusça, Azerice, Arnavutça

6. İSLÂM
Almanca, Fransızca, İspanyolca, Rusça, Arnavutça

7. SİSTEMİN SESLENİŞİ 1-2


Almanca, Fransızca

8. DİN’İN TEMEL GERÇEKLERİ


Almanca, Fransızca

9. YAŞAMIN GERÇEĞİ
İngilizce (Yeni Çeviri), Almanca, Fransızca, Flemenkçe, Boşnakça

10. DOST’TAN DOSTA


Fransızca

11. MESAJLAR
Fransızca

12. TECELLİYÂT
İngilizce (Yeni Çeviri)

13. RUH İNSAN CİN


İngilizce

14. DUA VE ZİKİR


İngilizce (Yeni), Almanca (Yeni Çeviri), Azerice

15. İSLÂM’IN TEMEL ESASLARI


Azerice

16. KENDİNİ TANI


İngilizce

* Ahmed Hulûsi’nin yabancı dillere çevrilmiş kitap ve videolarına www.ahmedhulusi.org


adresinden ulaşabilirsiniz.
AHMED HULÛSİ’NİN ÜCRETSİZ IPHONE, IPAD VE PODCAST
UYGULAMALARI

A. IPHONE UYGULAMALARI
1. Kur’ân Çözümü
2. Dua ve Zikir
3. Esmâ ül Hüsnâ
4. Dost’tan Dosta

B. IPAD UYGULAMALARI
1. Kur’ân Çözümü
2. Dua ve Zikir
3. Esmâ ül Hüsnâ

B. PODCAST UYGULAMALARI
1. Ahmed Hulusi – Kur’ân-ı Kerîm Çözümü – Türkçe
2. Ahmed Hulusi – Kur’ân-ı Kerîm Çözümü – Arapça
3. Ahmed Hulusi – Son Sohbetler
4. Ahmed Hulusi – İnsan ve Din Sohbetleri
5. Ahmed Hulusi – Yenilen Sohbetleri
6. Ahmed Hulusi – İslâm ve Bilim 1990-1997
7. Ahmed Hulusi – Evrensel Gerçekler – Flash TV 1993
8. Ahmed Hulusi – Astroloji Sohbetleri – TRT2 1992
9. Ahmed Hulusi – Konferanslar
10. Ahmed Hulusi – Expo TV Sohbetleri 2005
11. Ahmed Hulusi – Star TV Kırmızı Koltuk

* Ahmed Hulûsi’nin eserlerinin yeni uygulamaları ile ilgili duyuruları


www.ahmedhulusi.org adresinden takip edebilirsiniz.
NOTLAR
308

You might also like