You are on page 1of 71

44 / MERYEM SURESİ

GİRİŞ

Meryem suresi, adını surede kıssası anlatılan “Meryem”den almıştır. Sure


Mekke’de 44. sırada inmiştir. Suyutî surenin 71. ayetinin, Mükatil de “secde ayeti”
adı verilen 85. ayetinin Medine’de indiğini ileri sürmüştür. İbn İshak ve İbn Hişam
kaynaklı tarihî belgelerde ise, II. Habeşistan hicretine katılanlardan Cafer b. Ebi
Talib’in bu sureyi Habeşistan kralına okuduğu kaydedilmiştir. Bu bilgiye göre
surenin inişi II. Habeşistan hicretinden önceye denk gelmektedir. Surenin Habeşistan
kralına okunuşu ile ilgili anlatımlardan anlaşıldığına göre, sure hem hicret eden
müminlerin Habeşistan’da himaye görmelerine yol açmış, hem de Habeşlilere âdeta
bir hediye olmuştur. Müslüman heyetin sureyi Habeşistan kralına okuması ve bu
konuyla ilgili diğer gelişmeler İslâm Ansiklopedisi’nde aşağıdaki gibi yer almıştır:

“İkinci Habeşistan Hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine
büyük bir kitle hâlinde gelen Müslümanlar, son derece müsait bir ülke olan
Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e
güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek
için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı
Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre
elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler,
daha sonra onların da yardımlarıyla Necâşî'nin Müslümanları Mekke'ye iade
etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler
yakın çevresinin desteğini sağladılar ama gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi
bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler.
Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir Müslümanların birtakım beyinsiz gençler
olduklarını, kendi dinlerini terk ettiklerini fakat Hıristiyan da olmayarak yeni bir din
icat ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini
söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek
Müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu.
Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden
kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup
olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine,
ne hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki
sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer
ünlü konuşmasını yaptı.
Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm
hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz,
cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik.
Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük
yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize
kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezahetini
bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O
peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan
vesâireden yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na
ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile
ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten
vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan

1
söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten
men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet
etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona
inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine
göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet
ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat
kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi Yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara
taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleye geldiğimiz
kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp
zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman,
senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin
himayene can attık. Ey Hükümdar, biz, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa
uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Dönemi, IV.
191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).
Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup
bulunmadığını sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan
Meryem Suresinin ilk otuz beş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaşları
içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan
geldiğini tasdik ederek elçilere müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın,
Müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek
Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, rasûlü, ruhu ve
dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği
kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği
kavramasına yaradı. (İslâm Ansiklopesisi; II. Habeşistan Hicreti)
Meryem suresinde, genellikle tevhit inancı ve Allah’ın noksanlıklardan
münezzehliği üzerinde durulmuş, ayrıca yeniden dirilme ile mümin ve kâfirlerin
amellerinin ahiretteki karşılıklarına dair açıklamalar yer almıştır.
Surenin başında yer alan Zekeriyya [as] kıssası, surenin ağırlık merkezi olan ve
İsa peygamberin babasız doğuşunun konu edildiği Meryem kıssanın giriş bölümünü
oluşturmaktadır. Nitekim daha sonra inmiş olan Âl-i Imran suresinde her iki kıssa iç
içe verilmiştir.
Surede ayrıca İshak, Yakup, Musa, Harun, İsmail, İdris ve Nuh peygamberlere
kısaca değinilerek vahyin kaynak birliği gösterilmiş ve geçmiş toplumlarda elçiler
hakkında ortaya çıkmış ihtilâflar giderilmiştir.

2
44 / MERYEM SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1- Kaf / 20, Ha / 5, Ya / 10, Ayn / 70, Sad / 90.


2- (Bu,) Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini anmasıdır.
3- Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti.
4–6- Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım
ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht
olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan,
amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından
bana, bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy
[yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!”
7- “Ey Zekeriyya! Şüphesiz biz sana bir delikanlıyı – onun ismi Yahya’dır-
müjdeliyoruz. Bundan önce ona hiçbir adaş kılmadık.
8- O [Zekeriyya]: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken
benim nasıl bir delikanlım olabilir?” dedi.
9- O [Allah] dedi ki: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, o Bana kolaydır. Bundan
önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken yarattım.”
10- O [Zekeriyya]; “Rabbim! Bana bir ayet [alâmet] ver” dedi. O [Allah];
“Senin alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece insanlarla
konuşmamandır” buyurdu.
11- O [Zekeriyya], bunun üzerine mihraptan kavminin / halkının karşısına
çıkıp onlara, sabah akşam [daima, her zaman] tespih etmelerini vahyetti
[işaret etti].
12–15- “Ey Yahya! Kitap’ı kuvvetle al!” O henüz sabi [çocuk] iken ona yasa,
tarafımızdan sevecenlik ve temizlik verdik ve o çok takvalı davranan
biriydi. Ve anne babasına çok iyi davranandı. Ve o bir zorba ve bir
isyankâr olmadı. Ve doğurulduğu gün ve öleceği gün ve yeniden diri
olarak kaldırılacağı gün ona selâm olsun!
16- Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden, yakınlarından]
ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.
17- Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu
gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir
beşeri örnek verdi.
18- O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva
sahibi birisi / Takiyy] isen...” dedi.
19- O [Elçi, Zekeriyya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam
/ bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.
20- O [Meryem]: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer
dokunmamıştır. Ben bir bağiy [iffetsiz biri] de değilim” dedi.
21- O [Elçi]: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Bu [babasız çocuk vermek], Bana
pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet
kılacağız.” Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
22- Sonunda o [Meryem], ona [delikanlıya] gebe kaldı. Sonra da onunla uzak
bir yere çekildi.

3
23- Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı.
“Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!”
dedi.
24–26- Sonra ona aşağısından / aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme,
Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele,
üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın
olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahman’a bir oruç
adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”
27, 28- Sonra o [Meryem], onu [çocuğunu] yüklenerek kavmine getirdi. Onlar
[kavmi] dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın.
Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de
bağiy [iffetsiz] bir kadın değildi.”
29- Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar
“Biz; yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/ Yüksek mevkide
olan kişiler sabiye nasıl konuşur?” dediler.
34, 30–33, 36- İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip
durdukları, “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir
peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı.
Hayatta bulunduğum müddetçe bana salatı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni,
anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve
doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba’s olacağım [yeniden
diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim
Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru
yoldur” diyen Meryem oğlu İsa’dır.

35- Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir.
O, bir şeye hükmederse, ona sadece "Ol" der, o da oluverir.

37- Sonra da kendi aralarından çıkan hizipler ihtilâfa düştüler. İşte o büyük
günün meşhedinden [tanıklığından, duruşmasından] o kâfirlerin vay
haline!
38- Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler! Fakat o zalimler
bugün apaçık bir sapıklık içindedirler.
39- Ve sen onları, kendileri gaflet içindeyken ve inanmıyorlarken emrin
yerine getirileceği o büyük pişmanlık günüyle uyar!
40- Şüphesiz Biz yeryüzüne ve onun üzerindeki kimselere vâris olacağız. Ve
onlar yalnızca Bize döndürüleceklerdir.
41- Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru]
biri idi, peygamberdi.
42–45- Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir
faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz
sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir
yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan
Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap
dokunur da şeytan için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum”
demişti.

4
46- O [Babası]: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun?
Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm].
Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi.
47, 48- O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret
dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve
Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve
Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı
umuyorum.” dedi.
49- Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından
ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan
ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
50- Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir
doğruluk dili kıldık.
51- Ve Kitap’ta Musa’yı da an / hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış
idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi.
52- Biz ona en uğurlu Tur’un [dağın] yan tarafından seslendik ve onu hususî
bir konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık.
53- Ve rahmetimizden ona, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ihsan
eyledik.
54- Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir
elçiydi, bir peygamberdi.
55- Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı
emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.
56- Ve Kitap’ta İdris'i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir
peygamberdi.
57- Ve Biz onu yüce bir mekana yükselttik.
58- İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan,
İbrahim ve İsrail’in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz
peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar
kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde
ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı.
59–61- Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı / sosyal
desteği kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular.
Bundan dolayı tövbe eden ve iman eden ve salihi işleyenler hariç onlar
azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tövbe eden, iman
eden ve salihi işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri
hâlde vadettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa
uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır.
62- Onlar orada boş bir söz işitmezler. Ancak “Selâm” işitirler. Orada onlar
için sabah akşam [her zaman] rızkları da vardır.
63- İşte bu, kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz
cennettir.
64- Biz yalnızca Rabbinin emri ile ineriz. Önümüzdeki ve ardımızdaki [bütün
geçmiş ve gelecek şeyler] ve bunların arasındakiler yalnızca O’nundur.
Ve senin Rabbin unutmuş değildir.
65- O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Öyleyse, O’na ibadet et
ve O’na ibadet etmekte sabırlı ol. Hiç sen O’nun ismiyle isimlenen birini
bilir misin?
66- Ve o insan: “Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten diri olarak
çıkarılacak mıyım?” diyor.

5
67- Ve o insan, daha önce o hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim kendisini
yarattığımızı düşünmez mi?
68- Bunun için, Rabbine ant olsun ki, Biz onları ve şeytanları mutlaka haşr
edeceğiz. Sonra onları dizleri üzerine çökmüş hâlde cehennemin dış
kenarında [mahşer alanında] mutlaka hazır bulunduracağız.
69- Sonra her gruptan, Rahman’a karşı kafa tutmada daha şiddetli
davrananlar hangi kimlerse, onları mutlaka ayıracağız.
70- Sonra elbette ki Biz, oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu, daha
iyi biliriz.
71- Ve Rabbinin üzerine almış olduğu kesinleşmiş bir hüküm olarak,
içinizden oraya [cehennemin dış kenarına] uğramayacak hiç kimse
yoktur.
72- Sonra Biz, takva sahibi olmuşları kurtarırız. Zalimleri de orada
[cehennemin dış kenarında, mahşer alanında] dizleri üzerine çökmüş
hâlde bırakırız.
73- Ve ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman, o inkâr etmiş olan
kişiler, iman etmiş olan kişilere “Bu iki zümreden [mümin ve kâfirlerden]
hangisi makam mevki bakımından daha iyi, düşüp kalktığı kimseler
[örgütler] bakımından daha güzeldir?” dediler.
74- Hâlbuki Biz, onlardan önce, mal ve gösterişçe daha güzel nice kuşakları
[asırlar halkını] helâk ettik.
75- De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahman ona uzattıkça uzatır [mühlet
verir]. Nihayet kendilerine vaat edileni; amma azabı, amma Saat’i
[kıyametin kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca
mevkice daha şerli ve askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu
bilecektir.
76- Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olan salihat,
Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da
daha iyidir.”
77- Peki, ayetlerimizi inkâr eden ve “Elbette mal ve çocuk verilecektir” diyen
kimseyi gördün mü?
78–80- O [inkârcı kişi], gayba muttali oldu ya da Rahman katında bir söz mü
aldı? Hayır... Hayır... [Onun zannettiği gibi değil]... Biz onun söylediği
şeyleri yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği
şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir.
81- Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın
astlarından ilâhlar edindiler.
82- Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri
ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı
olacaklardır.
83- Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları o kâfirler üzerine gönderdik.
Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar.
84- Öyleyse onların aleyhinde acele etme. Şüphesiz Biz onlar için saydıkça
sayıyoruz.
85- O gün takva sahiplerini, Rahman’a binekli heyetler hâlinde toplayacağız.
86- Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.
87- Onlar, Rahman’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip
olamayacaklardır.
88- Ve onlar, “Rahman, çocuk edindi” dediler.
89- Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz.

6
90, 91- Az kalsın bundan; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak,
yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı.
92- Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz.
93- Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak
gelecektir.
94- Ant olsun ki O [Rahman], onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir
bir saymıştır.
95- Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahman’a] tek başlarına gelirler.
96- Şüphesiz şu iman eden ve salihatı işleyenler; Rahman onlar için sevgi
kılacaktır [var edecektir].
97- İşte şüphesiz Biz onu [Kur’an’ı], kendisiyle takva sahiplerini
müjdeleyesin, inat eden kavmi de uyarasın diye senin lisanın üzere
kolaylaştırdık.
98- Ve Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Onlardan herhangi bir
kimse hissediyor musun? Yahut onlara ait hafif bir ses duyuyor musun?

7
Ayetlerin tahlili

1. Ayet:

‫ك‬Kaf / 20, ‫ه‬Ha / 5, ‫ى‬Ya / 10, ‫ع‬Ayn / 70, ‫ص‬Sad / 90.

Klâsik kaynaklarda bu harflerin okunuş ve anlamlarına ait bir hayli görüş


nakledilmiştir. Bu görüşlerin bazılarında bu harflerin Allah’ın isimlerini temsil
ettiği, bazılarında da Kur’an’ın isimleri olduğu ileri sürülmüştür. Meselâ İbn
Abbas’a göre “ ‫ك‬kaf” harfi “ ‫الكككافى‬Kafî” isminden, “ ‫ه‬ha” harfi “ ‫الهككادى‬Hadi”
isminden, “ ‫ى‬ya” harfi “ ‫الحكيككم‬Hakiym” isminden, “ ‫ع‬ayn” harfi “ ‫الحليككم‬Halim”
isminden, “ ‫ص‬sad” harfi”, “ ‫صادق‬ ّ ‫ال‬Sadık” ismindendir. Dahhak’a göre de “kef” harfi
“ ‫الكريكم‬Kerim, ‫الككبير‬Kebir ve ‫الككافى‬Kafi” isimlerinden, “ha” harfi “ ‫الهكادى‬Hadi”
isminden, “ ‫ى‬ya” harfi “ ‫الّرحيككم‬Rahîm” isminden, “ayn” harfi “ ‫العليككم‬Aliym ve
‫العظيككم‬Azim” isimlerinden, “sad” harfi de “ ‫صككادق‬ ّ ‫ال‬Sadık” ismindendir. (Razi,
Mefatihu’l Gayb; Kurtubî, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Ancak bunların hepsi birer
yakıştırmadan ibaret olup dayanakları olmayan görüşlerdir.
Daha önce Kalem, Kaf, Sad, A’râf ve Ya Sin surelerinin tahlillerinde de
belirttiğimiz gibi, bu kesik harflerin neyi temsil ettiği henüz bilinememektedir. Biz
Rabbimizin Kur’an’ı koruyacağını bildiren ifadesinden hareketle bu harflerin
Kur’an’ın korunmasına yönelik önemli bir öğeyi temsil ettiğini, ya da dikkat çekici
uyarı edatları olduğunu düşünüyoruz. İnşallah gelecekte bu bilinmezlik ortadan
kalkacak ve kendisini Kur’an’ı anlamaya vakfetmiş “Kur’an Erleri” tarafından
gerçek tespit edilecektir.

2. Ayet:

(Bu) Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini anmasıdır. [Rabbinin, kulu


Zekeriyya’ya olan rahmetini hatırlat!]

“Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu ayet surenin ağırlık merkezi olan


kıssanın giriş bölümünü teşkil eden Zekeriyya peygamber kıssasının ilk ayetidir. Bu
kıssa çok önemli mesajlar içermektedir. Ayetlerin tahliline geçmeden önce, Zekeriya
(as) ve Meryem kıssalarının daha iyi anlaşılması için konunun anahtar kişisi olan
Zekeriya peygamber ile ilgili Kur’an ve Ehl-i Kitap verilerini hatırlatmakta yarar
görüyoruz:

KUR’AN’DA ZEKERİYA (As)

Meryem 3–15: Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti.


Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi
ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de

8
Rabbim, bedbaht olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan
mevalimden [yakınlarımdan, amcaoğullarımdan] endişedeyim.
Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı
olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın;
yardımcı] bağışla. Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!”
“Ey Zekeriyya! Şüphesiz Biz sana ismi Yahya bir delikanlıyı
müjdeliyoruz. Bundan önce ona hiçbir adaş kılmadık.
O [Zekeriyya]: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece
kocamışken benim nasıl bir delikanlım olabilir?” dedi.
O [Allah] dedi ki: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, o bana
kolaydır. Bundan önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken
yarattım.”
O [Zekeriyya]: “Rabbim! Bana bir ayet [alâmet] ver.” dedi. O
[Allah]; “Senin alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece
insanlarla konuşmamandır.” buyurdu.
O [Zekeriyya], bunun üzerine mihraptan kavminin / halkının
karşısına çıkıp onlara, sabah akşam [daima, her zaman] tesbih
etmelerini vahyetti [işaret etti].
“Ey Yahya! Kitap’ı kuvvetle al!” O henüz sabi [çocuk] iken ona
yasa, tarafımızdan sevecenlik ve temizlik verdik ve o çok
takvalı davranan biriydi. Ve anne babasına çok iyi davranandı.
Ve o bir zorba ve bir isyankâr olmadı. Ve doğurulduğu gün ve
öleceği gün ve yeniden diri olarak kaldırılacağı gün ona selâm
olsun!

Enbiya 89, 90: Ve Zekeriyya hani Rabbine seslenmişti: “Rabbim! Beni tek
başıma bırakma, sen vârislerin en hayırlısısın.”
Biz de onun için icabet ettik de kendisine Yahya’yı ihsan ettik.
Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hâle
getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve
korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı
duyuyorlardı.

Âl-i Imran 38–41: Orada Zekeriyya, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından
temiz bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin.” dedi.
O [Zekeriyya] mihrapta dikilip namaz kılarken / sosyal destek
sağlarken melekler ona seslendiler: “Şüphesiz Allah sana,
Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve
salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeliyor.”
O [Zekeriyya]: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, karım
da kısırken benim için bir delikanlı nasıl olabilir?” dedi. O
[Allah]: “Öyledir, Allah dilediğini yapar” dedi.
O [Zekeriyya]: “Rabbim! Benim için bir ayet [alâmet] kıl.”
dedi. O [Allah]: “Senin ayetin [alâmetin], işaretle hariç,
insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah
akşam [daima] tesbih et!” dedi.

İNCİL’DE ZEKERİYA (As)

Luka; 1. Bab:

9
5- Yahudiye Kralı Hirodes zamanında, Aviya bölüğünden Zekeriya adında bir
kâhin vardı. Harun soyundan gelen karısının adı ise Elizabet'ti.
6- Her ikisi de Tanrı’nın gözünde doğru kişilerdi, Rabb’in bütün buyruk ve
kurallarına eksiksizce uyarlardı.
7- Elizabet kısır olduğu için çocukları olmuyordu. İkisinin de yaşı ilerlemişti.
8- Zekeriya, hizmet sırasının kendi bölüğünde olduğu bir gün, Tanrı'nın
önünde kâhinlik görevini yerine getiriyordu.
9- Kâhinlik geleneği uyarınca Rabb’in Tapınağı'na girip buhur yakma görevi
kurayla ona verilmişti.
10- Buhur yakma saatinde bütün halk topluluğu dışarıda dua ediyordu.
11- Bu sırada, Rabb’in bir meleği buhur sunağının sağında durup Zekeriya'ya
göründü.
12- Zekeriya onu görünce şaşırdı, korkuya kapıldı.
13- Melek "Korkma, Zekeriya!" dedi, "Duan kabul edildi. Karın Elizabet sana
bir oğul doğuracak, adını Yahya koyacaksın.
14- Sevinip coşacaksın. Birçokları da onun doğumuna sevinecek.
15- O, Rabb’in gözünde büyük olacak. Hiç şarap ve içki içmeyecek; daha
annesinin rahmindeyken Kutsal Ruh'la dolacak.
16- İsrailoğulları'ndan birçoğunu, Tanrıları Rabb’e döndürecek.
17- Babaların yüreklerini çocuklarına döndürmek, söz dinlemeyenleri doğru
kişilerin anlayışına yöneltmek ve Rabb için hazırlanmış bir halk yetiştirmek üzere,
İlyas'ın ruhu ve gücüyle Rabb’in önünden gidecektir."
18- Zekeriya meleğe: "Bundan nasıl emin olabilirim?" dedi. "Çünkü ben
yaşlandım, karımın da yaşı ilerledi."
19- Melek ona şöyle karşılık verdi: "Ben Tanrı'nın huzurunda duran
Cebrail'im. Seninle konuşmak ve bu müjdeyi sana bildirmek için gönderildim.
20- İşte, belirlenen zamanda yerine gelecek olan sözlerime inanmadığın için
dilin tutulacak, bunların gerçekleşeceği güne dek konuşamayacaksın."
21- Zekeriya'yı bekleyen halk, onun tapınakta bu kadar uzun süre kalmasına
şaştı.
22- Zekeriya ise dışarı çıktığında onlarla konuşamadı. O zaman tapınakta bir
görüm gördüğünü anladılar. Kendisi onlara işaretler yapıyor, ama konuşamıyordu.
23- Görev süresi bitince Zekeriya evine döndü.
24- Bir süre sonra karısı Elizabet gebe kaldı ve beş ay evine kapandı.
25- "Bunu benim için yapan Rabb’dir" dedi. "Bu günlerde benimle ilgilenerek
insanlar arasında utancımı giderdi."
26, 27- Elizabet'in hamileliğinin altıncı ayında Tanrı, Melek Cebrail'i Celile'de
bulunan Nasıra adlı kente, Davut'un soyundan Yusuf adındaki adamla nişanlı kıza
gönderdi. Kızın adı Meryem'di.
28- Onun yanına giren melek, "Selâm, ey Tanrı’nın lütfuna erişen kız! Rabb
seninledir" dedi.
29- Söylenenlere çok şaşıran Meryem, bu selâmın ne anlama gelebileceğini
düşünmeye başladı.
30- Ama melek ona "Korkma Meryem!" dedi, "Sen Tanrı’nın lütfuna eriştin.
31- Bak, gebe kalıp bir oğul doğuracak, adını İsa koyacaksın.
32- O büyük olacak, kendisine 'Yüceler Yücesi'nin Oğlu' denecek. Rabb Tanrı
ona, atası Davut'un tahtını verecek.
33- O da sonsuza dek Yakup'un soyu üzerinde egemenlik sürecek,
egemenliğinin sonu gelmeyecektir."

10
34- Meryem meleğe "Bu nasıl olur? Ben erkeğe varmadım ki" dedi.
35- Melek ona söyle yanıt verdi: "Kutsal Ruh senin üzerine gelecek, Yüceler
Yücesi'nin gücü sana gölge salacak. Bunun için doğacak olana kutsal, Tanrı Oğlu
denecek.
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı.
Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır.
37- Tanrı’nın yapamayacağı hiçbir şey yoktur."
38- "Ben Rabb’in kuluyum" dedi Meryem, "Bana dediğin gibi olsun." Bundan
sonra melek onun yanından ayrıldı.
39- O günlerde Meryem kalkıp aceleyle Yahuda'nın dağlık bölgesindeki bir
kente gitti.
40- Zekeriya'nın evine girip Elizabet'i selâmladı.
41,42- Elizabet Meryem'in selâmını duyunca rahmindeki çocuk hopladı. Kutsal
Ruh'la dolan Elizabet yüksek sesle şöyle dedi: "Kadınlar arasında kutsanmış
bulunuyorsun, rahminin ürünü de kutsanmıştır!
43- Nasıl oldu da Rabbimin annesi yanıma geldi?
44- Bak, selâmın kulaklarıma eriştiği an, çocuk rahmimde sevinçle hopladı.
45- İman eden kadına ne mutlu! Çünkü Rabb’in ona söylediği sözler
gerçekleşecektir."
46, 47- Meryem de şöyle dedi: "Canım Rabb’i yüceltir; Ruhum, Kurtarıcım
Tanrı sayesinde sevinçle coşar.
48- Çünkü O, sıradan biri olan kuluyla ilgilendi. İşte, bundan böyle bütün
kuşaklar beni mutlu sayacak.
49- Çünkü Güçlü Olan, benim için büyük işler yaptı. O'nun adı kutsaldır.
50- Kuşaklar boyunca kendisinden korkanlara merhamet eder.
51- Bileğiyle büyük işler yaptı; gururluları yüreklerindeki kuruntularla
darmadağın etti.
52- Hükümdarları tahtlarından indirdi, sıradan insanları yükseltti.
53- Aç olanları iyiliklerle doyurdu, zenginleri ise elleri boş çevirdi.
54, 55- Atalarımıza söz verdiği gibi, İbrahim'e ve onun soyuna sonsuza dek
merhamet etmeyi unutmayarak kulu İsrail'in yardımına yetişti."
56- Meryem, üç ay kadar Elizabet'in yanında kaldı, sonra kendi evine döndü.
57- Elizabet'in doğurma vakti geldi ve bir oğul doğurdu.
58- Komşularıyla akrabaları, Rabb’in ona ne büyük merhamet gösterdiğini
duyunca, onun sevincine katıldılar.
59- Sekizinci gün çocuğun sünnetine geldiler. Ona babası Zekeriya'nın adını
vereceklerdi.
60- Ama annesi, "Hayır, adı Yahya olacak" dedi.
61- Ona, "Akrabaların arasında bu adı taşıyan kimse yok ki" dediler.
62- Bunun üzerine babasına işaretle çocuğun adını ne koymak istediğini
sordular.
63- Zekeriya bir yazı levhası istedi ve "Adı Yahya'dır" diye yazdı. Herkes
şaşakaldı.
64- O anda Zekeriya'nın ağzı açıldı, dili çözüldü. Tanrı'yı överek konuşmaya
başladı.
65- Çevrede oturanların hepsi korkuya kapıldı. Bütün bu olaylar, Yahudiye'nin
dağlık bölgesinin her yanında konuşulur oldu.
66- Duyan herkes derin derin düşünüyor, "Acaba bu çocuk ne olacak?"
diyordu. Çünkü Rabb onunla birlikteydi.

11
67- Çocuğun babası Zekeriya, Kutsal Ruh'la dolarak şu peygamberlikte
bulundu:
68- "İsrail'in Tanrısı Rabb’e övgüler olsun! Çünkü halkının yardımına gelip
onları fidyeyle kurtardı.
69- Eski çağlardan beri Kutsal peygamberlerinin ağzından bildirdiği gibi, kulu
Davut'un soyundan bizim için güçlü bir kurtarıcı çıkardı. Düşmanlarımızdan, bizden
nefret edenlerin hepsinin elinden kurtuluşumuzu sağladı.
72- Böylece atalarımıza merhamet ederek Kutsal antlaşmasını anmış oldu.
73- Nitekim bizi düşmanlarımızın elinden kurtaracağına ve ömrümüz boyunca
Kendi önünde kutsallık ve doğruluk içinde, korkusuzca kendisine tapınmamızı
sağlayacağına dair aAtamız İbrahim'e ant içerek söz vermişti.
76, 77- Sen de, ey çocuk, Yüceler Yücesi'nin peygamberi diye anılacaksın.
Rabb’in yollarını hazırlamak üzere önünden gidecek ve O'nun halkına, Günahlarının
bağışlanmasıyla kurtulacaklarını bildireceksin.
78, 79- Çünkü Tanrı’mızın yüreği merhamet doludur. O'nun merhameti
sayesinde, yücelerden doğan güneş, karanlıkta ve ölümün gölgesinde yaşayanlara
ışık saçmak ve ayaklarımızı esenlik yoluna yöneltmek üzere yardımımıza
gelecektir."
80- Çocuk büyüyor, ruhsal yönden güçleniyordu. İsrail halkına görüneceği
güne dek ıssız yerlerde yaşadı.

TARİHE GÖRE ZEKERİYYA

Zekeriyya’nın konumu:

Harun'un (as) torunlarından biri olan Hz. Zekeriyya'nın (as) konumunu


anlayabilmek için İsrailoğulları arasında yaygın olan rahiplik geleneği ile ilgili
bilgiye sahip olmak gerekir.
Filistin'in fethinden sonra topraklar Yakub'un (as) zürriyetinden olan 12 kabile
arasında miras olarak dağıtıldı. 13. kabile olan Levililere de dini hizmetler ve
görevler emanet edildi. Levililer arasında da "en mukaddes şeyleri takdis etmek,
Rabbin önünde buhur yakmak, ona hizmet eylemek ve ebediyyen onun ismiyle
mübarek kılmak üzere" seçilen aile Harun'un (as) oğulları idi. Diğer Levililerin
mabede girmesine izin verilmiyordu. "Çünkü onların vazifesi Rab evinin hizmeti
için avlularda, odalarda ve bütün mukaddes şeyleri temizlemekte Allah Evinin
hizmet işinde Harunoğulları'nın yanında bulunmak... ve sebt günlerinde,
aybaşlarında ve belli bayramlarda yapılan bütün takdimeleri Rabbe arzetmekti."
Harunoğulları 24 aileye bölünmüştü ve bu 24 aile sıra ile Rabbin evine hizmet
ediyorlardı. Bu ailelerden biri Zekeriyya'nın (as) liderliğindeki Abiya ailesi idi. Bu
nedenle ailesinin sırası geldiğinde mabede gidip buhur yapmak Zekeriyya'nın (as)
göreviydi. (Ayrıntılar için bkz. I. Tarihler, 23-24) (Mevdudi; Tefhimu’l-Kur’an)

Konumuz olan pasajın 2–15. ayetlerinde, Yüce Allah’ın rahmetinin Zekeriyya


peygamber üzerindeki tecellisi nakledilmiştir. Bilindiği gibi peygamberlik
müessesesi, Allah’ın rahmeti gereği hayata geçirdiği bir uygulamadır ve tüm
peygamberler âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rabbimiz rahmetini önce
Zekeriyya peygamber üzerinde tecelli ettirerek ileri yaşına ve eşinin de kısır
olmasına rağmen mucize olarak ona Yahya’yı lütfetmiş, sonra da Yahya’yı dinine
hizmetçi kılmak suretiyle Zekeriyya peygamberin dualarını yerine getirmiştir.
Zekeriyya peygamber üzerindeki rahmetini bu şekilde tecelli ettiren Rabbimiz, o

12
toplumu uyarmak için arka arkaya elçi tayin ederek rahmetini diğer insanlara da
ulaştırmıştır.
Ayetteki “ ‫ذككُر‬zikrü” sözcüğü “ ‫ذّككر‬zekkir” şeklinde de okunmuştur. (Razi,
Mefatihu’l-Gayb; Kurtubî, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) Buna göre ayetin anlamı
“Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini hatırlat!” şeklinde olmaktadır. Biz de
mealimizde her üç kıraate göre de uygun olan anlamı vermeyi tercih ediyoruz.

3. Ayet:

Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti.

Konuya Zekeriyya peygamberin Rabbine dua ettiğinin bildirilmesi ile girilmiş


ve ettiği bu duanın niteliği belirtilmiştir. Bu nedenle ayet, aynı zamanda Allah’a
nasıl dua edileceğine de işaret etmektedir. Zekeriya peygamber gönlünü Rabbine
açarak O’na samimi bir niyazda bulunmuş, cahillerin yaptığı gibi bağırıp çağırarak,
-haşa- buyruk verir gibi dua etmemiştir. Rabbimiz bir başka ayette yine Zekeriyya
peygamberin duasını anlatırken, onun dua edişindeki bir başka özelliği daha
açıklamıştır:

Enbiya 90: Biz de onun için icabet ettik de kendisine Yahya’yı ihsan ettik.
Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hâle
getirdik]. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve
korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı
duyuyorlardı.

Duanın adabı ile ilgili olarak A’râf suresinde de ayetler vardır:

A’râf 55, 56: Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O,
haddi aşanları sevmez.
Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.
O’na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki
Allah’ın rahmeti muhsinlere [iyileştirenlere güzelleştirenlere]
çok yakındır.

A’râf 205: Ve sabah akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve


yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve
umursamazlardan olma!

Bazı klâsik kaynaklarda Zekeriyya peygamberin kendi toplumundan utandığı


için veya çevresindekilerin “Şu ihtiyara bakın, ihtiyarlığına bakmadan çocuğu olsun
istiyor” demelerinden ve kendisini ahmaklıkla itham etmelerinden çekindiği için ya
da yakınlarının kıskançlığına vesile olmasın diye gizlice dua ettiği (Mukatil) ileri
sürülmüştür. Yorumlarını genellikle peygamberimiz hakkındaki rivayetlere
dayandıran klâsik yazarlar, Zekeriyya peygamberin buradaki duasını yorumlarken
nedense peygamberimizin “Duada sesinizi yükseltmeyin, çünkü siz sağır ve uzakta
olan birine değil, Semî ve Basir Allah’a yakarıyorsunuz” (Sahih-i Buhari, Dualar
Kitabı, 50. Bab, 77 numaralı hadis) diye uyarıda bulunduğu bir rivayeti hiç dikkate
almamışlardır. Ayrıca bu ayetleri iyi anlamış, yaşamış ve bizler için güzel bir örnek
olan peygamberimizin ve onun eğitiminden geçmiş arkadaşlarının kafiyeli ve bağıra
bağıra dua etmediklerini, edenleri de uyardıklarını nakleden birçok tarihî nitelikteki

13
belgeyi de görmezden gelmişlerdir. (Sahih-i Buhari, Dualar Kitabı, 50. Bab, 33
numaralı hadis) Zekeriyya peygamberin duasını gizli yapışını yanlış yorumlayanlar
peygamberimizle ilgili bu nakilleri dikkate almış olsalar veya duanın adabını
bildiren Kur’an ayetlerini hatırlarına getirselerdi, Zekeriyya’nın (as) bu şekilde dua
etmesini onlar da bizim gibi bir edep ve içtenlik meselesi olarak görürlerdi.

4–6. Ayetler:

Dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım


ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht
olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan,
amcaoğullarımdan] endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana,
bana da mirasçı olacak, Yakub ailesine de miras olacak bir veliy [yakın,
yardımcı] bağışla! Rabbim, onu sen rızanı kazanan biri kıl!”

Zekeriyya peygamberin bu ayetlerdeki duasına dikkat edilirse, bu duaların


kendine herhangi bir menfaat sağlamaya değil, nübüvvet görevinin devamına
yönelik olduğu açıkça görülür. Zekeriyya’nın (as) kendisine verilen görevi yaşlılık
döneminde sürdürebilmek için Rabbinden bir veliy talep etmesi, Musa’nın (as) sırf
görevini yaparken kendisine yardımcı olsun diye Rabbinden kardeşi Harun’u
kendisine vezir yapmasını istemesi gibidir. Dolayısıyla buradaki miras, mal varlığı
ile ilgili bir miras değil, yapılan görevin devamlılığı ile ilgili bir mirastır. Nitekim
ayetteki “Yakup ailesine vâris olsun” ifadesi de bunu doğrulamaktadır. Başka bir
ifade ile söylenecek olursa, buradaki miras, Sad suresinde gördüğümüz ve Neml
suresinde de göreceğimiz gibi, Süleyman peygamberin Davut peygambere vâris
kılınması cinsinden bir mirastır. Süleyman peygamber, babası Davut’un deruhte
ettiği görevi bu verasetle sürdürmüştür:

Sad 30: Davud’a Süleyman’ı da bahşettik. (O) Ne güzel kuldu!


Şüphesiz o çokça dönendi.

Neml 16: Ve Süleyman Davud’a varis oldu. Ve: “Ey insanlar! Bize kuş
mantığı öğretildi ve bize her şeyden verildi” dedi. -Doğrusu bu
apaçık bir lütuftur.-

“KEMİĞİM ZAYIFLADI” İFADESİ

Zekeriyya peygamberin duasında geçen “kemiğim zayıfladı” ve “başım


ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu” şeklindeki ifadeler, onun bedeninin iç ve dış
durumunu anlatmaktadır. Zira saçların ağarması bedenin dış görüntüsünü,
kemiklerin zayıflaması da bedenin içteki durumunu anlatan ifadelerdir. Zekeriyya
peygamberin iç organların en sağlamı olan kemiklerinin zayıfladığını söylemesi,
diğer iç organlarının dış görünümünden daha çok zayıfladığını, yani cidden
ihtiyarlık döneminde olduğunu göstermektedir.
İhtiyarlığın “zayıflayan kemik” ile; ağarmış saçların da “alev gibi tutuşması”
istiareleriyle ifade edilmesi, İstiare sanatının mükemmel bir örneğini teşkil
etmektedir. Zekeriyya peygamberin sözlerinin hepsi de bu ayetlerde Arap dilinin en
beliğ sanatlarıyla nakledilmektedir.

14
“MEVALİ” NEDİR?

“ ‫موالى‬Mevali” sözcüğü, “Asabe; bir kimsenin çocuğu yerine geçecek ve onun


mirasını devralacak kimseler” demektir. (Lisanü’l-Arab; c.9, s.406) Bu ayetlerde
sözcüğe “malların idaresinde, daha çok da siyasî ve dinî işlere önderlik hususunda
Zekeriyya peygambere halef olacak kimseler” anlamını vermek daha doğru bir
yaklaşım olur. Zekeriyya peygamber Allah’tan bu türde bir halef için talepte
bulunmaktadır. Bu talepten, o dönemde bir nevi veliaht edinmenin gelenek olduğu
anlaşılmaktadır.
Eski eserlerde Zekeriyya peygamberin eşinin adına ve soyuna dair bir takım
nakiller de yer almaktadır. Ne var ki, bu nakiller sağlam dayanaktan yoksun,
güvenilir olmayan nakillerdir. Bu nedenle “Zekeriyya peygamberin eşi” diyerek
geçiyor, Rabbimizin bildirdiği ile yetinmeyi uygun görüyoruz.

7. Ayet:

“Ey Zekeriyya! Şüphesiz Biz sana bir delikanlıyı – onun ismi Yahya’dır-
müjdeliyoruz. Bundan önce ona hiçbir adaş kılmadık.

Bu ayet, Rabbimizin Zekeriyya peygamberin içtenlikle yapmış olduğu duaya


karşılık verişidir.
Bize göre bu ayet, üzerinde durulması gereken üç önemli hususu içermektedir:
1- Rabbimiz, “çocuk” veya “oğul” yerine “gulam” sözcüğünü kullanmış ve
Zekeriyya peygambere adı Yahya olan bir “gulam” vereceğini bildirmiştir. “ ‫غلم‬
Gulam”, “ergenleşmiş, ihtilam olma çağına gelmiş, bıyığı terleyen oğlan”,
“doğumundan ihtiyarlığa kadar olan dönem” demektir. (Lisanül’Arab; c.6, s.665.
glm mad.) İnsanın bu çağı “delikanlılık” olarak ifade edilir. Kimse anasından
delikanlı olarak doğamayacağına göre, Rabbimiz bu ifade ile doğacak çocuğun
erkek olacağını, büyüyüp bir delikanlı olacağını ve Zekeriyya peygamberin
beklentilerini yerine getireceğini bildirmiş olmaktadır.
2- “ ‫يحيى‬Yahya”, “yaşayacak, yaşar” demektir. Müjdelenen çocuğa bu ismin
uygun görülmesi, onun ismiyle yaşayacağını, yani isminin hep manevî değerlerle
anılacağını, hiç unutulmayacağını, ya da ona verilecek ilim [hikmet, Kitap] ile
toplumların manen canlanacağını göstermektedir. Doğacak çocuğu bu ismin
verilmesinin bir başka sebebinin de onun kısır annesinin rahmini canlandırması
olduğu söylenebilir.
3- Doğacak çocuğun isminin ailesine bırakılmayıp bizzat Allah tarafından
verilmesi ve daha evvel kimseye bu ismin verilmemiş olması, hem ailesi hem de
Yahya için onurların en büyüğüdür.
Çocuğun isminin “Yahya” olarak konması ve bir adaşının bulunmaması,
İncil’de şöyle yer almıştır: ( Luka; 1. Bab, 61–63)

60- Ama annesi, "Hayır, adı Yahya olacak" dedi.


61- Ona, "Akrabaların arasında bu adı taşıyan kimse yok ki" dediler.
62- Bunun üzerine babasına işaretle çocuğun adını ne koymak istediğini
sordular.
63- Zekeriya bir yazı levhası istedi ve "Adı Yahya'dır" diye yazdı. Herkes
şaşakaldı.”

15
8. Ayet:

O [Zekeriyya]: “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken benim


nasıl bir delikanlım olabilir?” dedi.

Bu ayet, Allah’tan aldığı müjde karşısında Zekeriyya peygamberin


gizleyemediği şaşkınlığını dile getirmektedir.
O dönemde Zekeriyya peygamberin 120, karısının 98 yaşında veya Zekeriyya
peygamberin 75 yaşında olduğuna dair rivayetler mevcuttur. Ancak bunlar destekten
yoksun söylentilerdir. Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, Kur’an’da Zekeriyya
peygamberin eşine ait, kısırlığı dışında bir bilgi bulunmamaktadır. Nitekim Enbiya
suresinin 90. ayetindeki “Ve onun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hâle
getirdik]” ifadesinden de Zekeriyya peygamberin eşinin yaşlılık sebebiyle değil,
yapısal bir bozukluk sebebiyle kısır olduğu ve bu bozukluğun düzeltilerek
bünyesinin doğuracak bir niteliğe kavuşturulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla,
Zekeriyya peygamberin şaşkınlığının sebebi, o güne kadar kısır olan karısının çocuk
doğuracak olmasıdır, yoksa karısının gençleştirilerek doğum yapacak olması
değildir.
Böyle bir meraklı şaşkınlık, İbrahim peygamber ve eşinde de meydana
gelmiştir:

Hud; 72: O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım!
Ben bir kocakarıyım / büyük kalçalıyım. Şu kocam da yaşlı bir
adamdır. Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”

9. Ayet:

O [Allah] dedi ki: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki, o Bana kolaydır. Bundan
önce de Ben seni, sen hiçbir şey değilken yarattım.”

Bu ayette Rabbimiz, kendisine verilen müjdeye sanki biraz şüphe duyduğunu


belirtir bir heyecanla yaklaşan Zekeriyya peygambere, yine merhametle karşılık
vermektedir.

AYETİN CÜMLE YAPISI

Ayette geçen “Rabbin buyurdu ki …” ifadesi, bu ifadenin Allah’tan başka biri


tarafından söylendiği izlenimini uyandırmaktadır. Nitekim birçok mealde bu
ifadenin başına bir parantez açılıp “Melek”, “Cebrail” gibi eklemeler yapılmıştır.
Hâlbuki bir azamet ve ciddiyet ifadesi olan bu sözleri Allah söylemiştir. Bu tür
ifadelere Kur’an’da çokça rastlanmaktadır (Nahl/102, Bakara/97).
Özellikle belirtmek gerekir ki, bu ifade tarzı insanlar arasında da cari bir
uygulamadır. Bazı durumlarda hükümdarlar da bu tür hitaplar kullanarak hem kendi
azametlerini hissettirir, hem de hitap ettikleri kimseleri onurlandırmış olurlar. Şöyle
ki: Halktan biri, büyük bir vaatte bulunan hükümdarın vaat ettiği şeye kendisini
lâyık görmeyerek “O kim, ben kim?” diye şaşkınlık ve umutsuzluk gösterdiğinde,
hükümdar da hem vaadine inandırmak, hem de ahdini yerine getiren biri olduğunu
göstermek için o kişiye “Senin hükümdarın böyle istiyor!” şeklinde cevap verir.
Böylece hem o kişinin yapılan vaade kendini lâyık görmesini sağlamış, kem de

16
kendisinin verdiği söze bağlı bir hükümdar olduğunu göstermiş olur. Ayetteki
“Rabbin buyurdu ki …” ifadesi de böyle bir ifadedir.
Rabbimiz bu ayetteki sözleri ile “fail-i mutlak”, “kadir-i mutlak” ve “halik-ı
mutlak” olduğunu, yani dilediği zaman, dilediğini dilediği gibi yaratacağını beyan
etmektedir. Yaşlı bir adam ile kısır bir kadından çocuk meydana getirmenin O’nun
için kolay bir şey olduğunu bildiren bu beyan, aynı zamanda O’nun bir bakireden
babasız çocuk meydana getireceğine de işaret etmektedir.

10. Ayet:

O [Zekeriyya]; “Rabbim! Bana bir ayet [alâmet] ver!” dedi. O [Allah];


“Senin alâmetin, sapasağlam olduğun hâlde, üç gece insanlarla
konuşmamandır” buyurdu.

Burada, Zekeriyya peygamberin bir alâmet talebinde bulunduğu ve bu


talebinin kabul edildiği görülmektedir. Yüce Allah’ın bildirdiğine göre, alâmet,
sapasağlam olmasına rağmen Zekeriyya peygamberin üç gece dilinin tutulması,
istese de konuşamamasıdır. Zekeriyya peygamberin bu talebinden Âl-i Imran
suresinde de bahsedilmektedir:

Âl-i Imran 41: O [Zekeriyya]: “Rabbim! Benim için bir ayet [alâmet] kıl!”
dedi. O [Allah]: “Senin ayetin [alâmetin], işaretle hariç,
insanlara üç gün, konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah
akşam [daima] tesbih et!” dedi.

Zekeriyya peygamberin buradaki alâmet talebi, tıpkı İbrahim peygamber gibi,


kalbinin mutmain olmasına yöneliktir:

Bakara 260: Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini
bana göster!” demişti. [Allah] “İnanmadın mı ki?” dedi
[buyurdu]. [İbrahim] “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın
diye” dedi. [Allah] Buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut
da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir
parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana
gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve
hikmet sahibidir.”

Dikkat edilirse, konumuz olan ayette “üç gece” olarak bildirilen konuşmama
süresi, Âl-i Imran suresinde “gündüzler” denilmek suretiyle “üç gün” olarak
belirtilmiştir. Buradan da konuşamamanın üç gün üç gece süreceği anlaşılmaktadır.
Çünkü Arap örfünde günler zikredilince, o günler geceleriyle beraber; geceler
zikredilince de o geceler günleriyle beraber algılanır.

11. Ayet:

O [Zekeriyya], bunun üzerine mihraptan kavminin / halkının karşısına çıkıp


onlara, sabah akşam [daima, her zaman] tesbih etmelerini vahyetti [işaret
etti].

17
Ayette geçen “mihrab” sözcüğü “karargâh, ibadethane” demektir. Bu sözcükle
burada Zekeriyya peygamberin mabetteki özel odası kastedilmiştir. Hatırlanacak
olursa, “mihrab” sözcüğü Sad suresinin 21. ayetinde de geçmişti. Ayette geçen
“vahy” sözcüğü burada “işaret ile anlatma” anlamında olup bu sözcükle ilgili geniş
açıklama Necm suresinin 10. ayetinin tahlilinde verilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1,
s. 407,408)
Ayette geçen “sabah akşam” ifadesi “daima, her zaman” anlamına gelmektedir.
Bu ifadenin “bir sabah, bir akşam” demek olmadığı da Nass suresinin tahlilinde
açıklanmıştır. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s 369, 370)
Ayette geçen “tesbih” sözcüğü kısaca; “Rabbimizi arındırmak” demektir. Bu
sözcükle ilgili geniş açıklamalar da Kaf suresinin 39, 40. ayetlerinin tahlilinde
mevcuttur. (Tebyinü’l-Kur’an; c:2, s:126-127)

12–15. Ayetler:

“Ey Yahya! Kitap’ı kuvvetle al!” O henüz sabi [çocuk] iken ona yasa,
tarafımızdan sevecenlik ve temizlik verdik. Ve o çok takvalı davranan biriydi.
Ve anne babasına çok iyi davranandı. Ve o bir zorba ve bir isyankâr olmadı.
Ve doğurulduğu gün ve öleceği gün ve yeniden diri olarak kaldırılacağı gün
ona selâm olsun!

Kur’an’da Yahya peygamber ile ilgili olarak, buradaki ve Âl-i Imran


suresindeki ayetler dışında bir bilgi verilmemiştir.
Hıristiyan kaynaklarındaki bilgiler ise şöyle özetlenebilir:

Luka İnciline göre Yahya (a.s) , İsa'dan (a.s) 6 ay büyüktü ve anneleri kardeş çocukları idi.
Kendisine 30 yaşında peygamberlik verilmişti. Yuhanna İnciline göre Yahya (a.s) görevine Ürdün'de
insanları Allah'a çağırmakla başladı. O şöyle derdi: "Ben, Rabbin yolunu düzeltin diye çölde
çağıranın sesiyim. (Yuhanna I: 23)
Markos'a göre: "Yahya çölde vaftiz ederdi ve günahların bağışlanması için tevbe vaftizini o
vaaz eylemişti. Bütün Yahudi köylüleri ve bütün Kudüslüler ona çıkıyorlardı ve günahlarını itiraf
edip Erdin ırmağında onun tarafından vaftiz olunuyorlardı." (Markos I; 4-5) Bu nedenle o John the
Baptist (Vaftizci Yahya) olarak biliniyordu ve İsrailoğulları onu bir Peygamber olarak kabul
ediyorlardı. (Matta 21: 26) İsa (a.s), Yahya (a.s) hakkında şöyle demiştir: "Kadınlardan doğanlar
arasında Vaftizci Yahya'dan daha büyüğü çıkmamıştır. (Matta 12: 11) "Yahya'nın devetüyünden
elbiseleri ve belinde deriden kuşağı vardı. Yediği çekirge ve yaban balığı idi." (Matta 3: 4) Yahya
(a.s) "Tövbe edin, çünkü göklerin melekûtu (saltanatı) yakındır" derdi. (Matta 3: 2) Bununla Hz.
İsa’nın (a.s) peygamberlik görevine başlamasının yakınlaştığını ifade etmek istiyordu. Onunla ilgili
Kur'an da aynı şeyi tasdik etmektedir: "... o (Yahya) Allah'tan olan bir kelimeyi doğrulayacaktır" (Al-
i İmran 39) Bu nedenle ona Hz. İsa'nın "ayeti veya onun işareti" de denmiştir. Yahya insanları oruç
tutmaya ve namaz kılmaya davet etmiştir. (Matta 9: 14; Luka 5: 33, 11: 1) O insanlara şöyle derdi:
"İki gömleği olan hiç olmayana versin, yiyeceği olan kimse de böyle yapsın." (Luka 3: 11)
İsrailoğulları'ndan Ferisilerin ve Sadukilerin sapık âlimlerinin vaftiz için geldiklerini görünce onları
azarlayarak şöyle demiştir: "Ey engerekler nesli, gelecek azaptan kaçmayı size kim gösterdi?
İçinizden babamız İbrahim'dir diye gururlanmayın... Balta ağaçların kökü dibinde yatıyor. İyi meyve
vermeyen bir ağaç kesilir ve ateşe atılır." (Matta 3; 7-10) Yahya'nın (a.s) insanları Hakka davet
görevini ifa ettiği dönemin kralı Herod Antipas Roma Medeniyetinden o denli etkilenmişti ki,
topraklarında günah ve kötülüğün serbestçe yayılmasına neden oluyordu. Herod, kardeşi Phileip'in
karısı Herodias'ı meşru olmayan bir şekilde evine almıştı. Yahya (a.s) onu uyarıp işlediği bu günaha
karşı sesini yükselttiğinde Herod onu yakalattı ve hapse gönderdi. Bununla birlikte Herod onun
dindarlığına ve doğruluğuna saygı duyuyor ve onun halk arasında sahip olduğu saygınlığından
korkuyordu. Bunun aksine Herodias, Yahya'nın halk arasında yaymaya çalıştığı ahlâkî duyarlılığın
kendisi gibi kadınları hedef aldığını ve onları halkın gözünden düşürdüğünü düşünüyordu. Bu
nedenle ondan nefret ediyor ve onu öldürmek istiyor, fakat buna güç yetiremiyordu. Bir müddet sonra
önüne bir fırsat çıktı. Herod'un doğum gününde Herodias'ın kızı raksetti ve bu Herod'un o kadar

18
hoşuna gitti ki: "Ne dilersen dile benden, her istediğini sana vereceğim" dedi. Kız, annesine ne
isteyeyim diye sordu. Annesi: "Vaftizci Yahya'nın başını iste!" dedi. Kız, krala gitti ve Vaftizci
Yahya'nın başını bir tabak içinde istediğini söyledi. Herod bunu duyunca üzüldü, fakat sevdiği kızın
bu isteğini reddedemedi. Yahya'yı (a.s) hapiste öldürttü ve başını bir tabak içinde rakseden kıza
sundu. (Matta 14: 3-12; Markos 6: 17-29; Luka 3: 19-20) (Mevdudi; Tefhimu’l-Kur’an)

12. ayette hitap muhataba yöneltilerek sanki muhatap Yahya peygambermiş ve


o da o sırada oradaymış gibi “Yahya!” diye seslenilmiş ve böylece İltifat sanatı
yapılmıştır. Bu hitap aynı zamanda Yahya peygamberin büyüdüğünü ve görev
başına geçtiğini anlatmaktadır.
Yahya peygamber ile ilgili olan bu ayet grubunda hem ona sunulan nimetler
hem de onun bazı özellikleri bildirilmektedir. Bu ayetlere göre, Yahya (as) “hikmet
verilen, sevecenlik bahşedilen, arınık, çok takva sahibi, ana babasına iyi davranan,
zorba ve asi olmayan” bir kişidir. Âl-i Imran suresinin 39. ayetinde belirtildiğine
göre de “Allah’tan olan bir kelimeyi [İsa’yı] doğrulayan, bir önder, iffetli, iyi
insanlardan biri ve peygamber” bir kişidir. Yüce Allah’ın “Ve doğurulduğu gün ve
öleceği gün ve yeniden diri olarak kaldırılacağı gün ona selâm olsun!” şeklindeki
ifadesi ise Yahya peygamber için bir garanti belgesi hükmündedir. Böyle bir
garantiye sahip olmak, dünya ve ahiret nimetlerinin en büyüğüdür. Surenin 33.
ayetinde aynı garantinin İsa peygamber için de verildiği görülecektir. Bu ifadede yer
alan “yevm [gün]” sözcüğü burada “an” anlamındadır. Daha önce birçok kez
belirttiğimiz gibi, Arapçadaki “yevm [gün]” sözcüğü, yerine göre “an”, yerine göre
“gün” ve yerine göre de “devir” anlamlarında kullanılmaktadır.
Yahya peygambere verilen bu nimetler, babasının [Zekeriyya peygamberin]
duasının kabul edildiğini ve kendisine istediklerinden daha fazlasının bağışlandığını
göstermektedir.
Yahya peygamberin Allah’ın emri ile tutacağı kitabın hangi kitap olduğuna
gelince: Bu kitabın Tevrat olduğu söylenebileceği gibi, ona indirilmiş özel bir kitap
olduğu da düşünülebilir. Zira ayetteki “ona hükm vermiştik” ifadesi bunu akla
getirmektedir.

MERYEM VE İSA PEYGAMBERİN DOĞUMU

Surenin 16–34. ayetlerinde çok önemli bir konu yer almaktadır. Biz, hem
Müslümanlar hem de Ehl-i Kitap için büyük önem arz eden bu konunun doğru
anlaşılmasını sağlamak amacıyla, Kur’an’ın Meryem ve İsa peygamberin doğumu
hakkında verdiği bilgileri, Zekeriyya peygamber kıssasında yaptığımız gibi, önce
toplu olarak sunmayı ve sonra ayetlerin tahliline geçmeyi uygun görüyoruz:

Meryem 16–33, 36, 34: Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden,
yakınlarından] ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona
ruhumuzu gönderdik. O [ruhu getiren elçi] ona [Meryem’e]
mükemmel bir beşeri örnek verdi.
O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy
[takva sahibi birisi / Takiyy] isen...” dedi.
O [Elçi, Zekeriyya peygamber]: “Ben sadece, sana tertemiz bir
delikanlı bağışlamam/bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim”
dedi.

19
O [Meryem]: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir
beşer dokunmamıştır. Ben bir bağıyy [iffetsiz biri] de değilim”
dedi.
O [Elçi]: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Bu [babasız çocuk
vermek], Bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden
insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız.” Ve o
gerçekleştirilmiş bir iş oldu.
Sonunda o [Meryem] ona [delikanlıya] gebe kaldı. Sonra da
onunla uzak bir yere çekildi.
Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya
zorladı. “Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan
biri olsaydım!” dedi.
Sonra ona aşağısından / aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın
üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını
kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar
düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden
birini görürsen ‘Ben Rahman’a bir oruç adadım, onun için
bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de!”
Sonra O [Meryem] onu [çocuğunu] yüklenerek kavmine getirdi.
Onlar [kavmi] dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen
görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin
baban kötü bir kişi değildi, annen de bağiy [iffetsiz] bir kadın
değildi.”
Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar: “Biz
beşikte bir sabi olan kimseyle nasıl konuşuruz?” dediler.
O [Beşikteki çocuk] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum.
O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni,
ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum
müddetçe bana namazı / sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti.
Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse (kıldı). Ve beni bir
zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün
ve diri olarak ba’s olacağım gün selâm benim üzerimedir. Ve
şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde
ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.”
İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları
Meryem oğlu İsa’dır.

Âl-i Imran 35–47: Bir zaman İmran’ın karısı: “Rabbim! Kesinlikle ben
karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden
kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en çok bilensin!” demişti.
Onu doğurunca da: “Rabbim, onu kız doğurdum; -hâlbuki Allah
onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve
ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve soyunu şeytan-ı
racimden Sana sığındırırım” dedi.
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu
güzel bir bitki olarak bitirdi. Ve ona Zekeriyya kefil oldu.
Zekeriyya ne zaman onun üzerine, mihraba girse, onun yanında
bir rızk bulurdu. O [Zekeriyya]: “Ey Meryem! Bu sana
nereden?” dedi. O [Meryem] da: “O, Allah katındandır” dedi.
Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızk verir.

20
Âl-i Imran 42, 47: Ve hani melekler: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni
tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem!
Rabbine gönülden kul ol, ona boyun eğ ve rükû edenlerle [rükû
eden erkeklerle] beraber rükû et!” demişlerdi.
İşte bu, gaybın önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir.
Ve Meryem’e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen
yanlarında değildin. Ve onlar tartışırlarken sen yanlarında
değildin.
Hani melekler demişti ki: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah sana,
dünyada ve ahirette itibarlı ve çok yakınlardan biri olarak adı,
Meryem oğlu İsa Mesih olan kendisinden bir kelimeyi
müjdeliyor.”
Ve beşikte, yetişkin çağında insanlarla konuşacak ve o
salihlerdendir.
[Meryem]: “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim
için çocuk nasıl olur?” dedi. [Allah]: “Öyledir! Allah dilediği
şeyi yaratır; O, bir işe karar verdiği zaman onun için ‘ol!’ der, o
da hemen oluverir” dedi.

Tahrim 12: Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan Imran kızı Meryem’i de
örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi ve içten bağlananlardan
oldu.

Enbiya 91: Ve o, ırzını titizle koruyan kadın. Ona ruhumuzdan üfledik de


onu ve oğlunu âlemler için bir mucize yaptık.

Nisa 171: Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında


gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih,
Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Ki Meryem’e ilka ettiği /
ulaştırdığı kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah’a ve
elçilerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi
olur. Allah Vahid’dir, tek ve biricik ilâhtır. Kendisi için bir
çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O’nundur göklerdekiler
ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter.

16, 17. Ayetler:

Kitap’ta Meryem’i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden, yakınlarından]


ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu
gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri
örnek verdi.

MERYEM

“ ‫مريم‬Meryem” sözcüğü “ ‫مفعل‬mef’al” kalıbında bir sözcüktür. Sözcüğün “bir


yerden ayrılmak” (Lisanü’l-Arab c:4, s.325. rym mad.) anlamındaki “ ‫رام‬rame”
fiilinden türemiş olması mümkündür. Ancak bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te iki yerde

21
Musa peygamberin kızkardeşinin adı olarak geçmesi, sözcüğün İbraniceden
geldiğini göstermektedir. (Çıkış:15/20 ve Sayılar: 26/59) Yeni Ahid [İncil]’de bu
sözcük Marim, Maria ve Mariamme tarzında 53 kez yer alır. Bu sözcüklerin kesin
anlamı net olarak bilinmemektedir. Yorumcular tarafından, “Meryem” sözcüğü ile
ilgili, “deniz damlası”, “deniz yıldızı”, “tanrıya bağlı”, “tanrıyı seven”,
“hanımefendi”, “ışık veren”, “şişman”, “prenses”, “mağrur”, “güzel kimse”, “kâmil
kimse” gibi anlamlar ileri sürülmüştür. (Prof. C. Tümer; Hz. Meryem, T.D.V.
Yayınları; T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Meryem mad.)
“Meryem” sözcüğü Kur’an’da 34 kez isim şeklinde, 1 kez de “o” zamiriyle
işaret edilmek suretiyle toplam 35 kez geçmektedir.
Meryem’in kimliği ve ailesi hakkında yazılıp çizilenlerin ekserisi hayal ürünü
olup bu konuda Hıristiyan kaynaklarında da yeterli bilgi ve belge yoktur.
Dolayısıyla, Meryem’in anasının adının “Hanna” olduğu, onun da Zekeriyya
peygamberin baldızı olduğu, Zekeriyya peygamberin eşinin [yani Meryem’in
teyzesinin] adının “Elizabet” olduğu yönündeki nakiller kesinlik arz etmemektedir.
Çünkü Taberî Tarihi’nde de olduğu gibi, bu nakiller kesin olmayan Hıristiyan
kaynaklarına dayanmaktadır:

Hıristiyanlar, Meryem’in İsa’ya on üç yaşında gebe kaldığını, İsa göğe kaldırılıncaya [!] kadar
otuz iki yıl ve birkaç gün dünyada kaldığını, Meryem’in İsa’nın (as) göğe kaldırılmasından sonra altı
yıl daha yaşadığını iddia ederler. Buna göre Meryem elli küsur yaşında vefat etmiş demektir.
(Kurtubi; Meryem/16 hakkında)

Bu durumda yapılacak şey, her zaman olduğu gibi Kur’an’daki bilgilerle


yetinmektir. Kur’an’da Meryem’in anası babası ile ilgili geniş bilgi verilmemekle
birlikte, Âl-i Imran suresinin 35. ayetinden anlaşıldığı kadarıyla babasının adı
Imran’dır.
Meryem’in doğumu ile ailesinden ayrılışı arasındaki yaşamına dair Kur’an’da
herhangi bir bilgi verilmemiştir. Konumuz olan ayetlerde verilen bilgiler,
Meryem’in yetişkinlik çağına ait bilgilerdir.
Yukarıdaki ayetlere göre Meryem, ehlinden [ailesinden ve yakınlarından]
ayrılıp tek başına doğuda bir bölgeye gitmiştir. O dönemde Meryem’in kaç yaşında
olduğu ve ehlinden hangi sebeple ayrıldığı konularında herhangi bir bilgi yoktur.
Ayette geçen “ ‫إنتببباذ‬intibaz” sözcüğü “eldeki şeyi öne veya arkaya fırlatıp
atmak, tek başına ayrılma, uzaklaşma, ilişik kesme” anlamındadır. (Lisanü’l-Arab;
c.8, s.429. nbz mad.) Nitekim bir kimsenin insanlardan uzak bir köşeye oturması da
“intebeze” sözcüğüyle ifade edilir. Dolayısıyla Meryem’in kendi evinin doğu
taraftaki odasına veya mabedin doğu köşesine çekildiği yolundaki yorumlar
sözcüğün anlamına ve ayetin ruhuna aykırıdır. Sözcüğün ifade ettiği anlama göre
Meryem yakın çevresinden kopmuş, onlardan ayrılıp uzaklara gitmiştir. Kısacası
Meryem evden kaçan kızdır. Durumun böyle olduğu, 17. ayetteki “ehliyle kendisi
arasına bir perde edinmişti” ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade, onun
kendisiyle ailesi arasına bildiğimiz bez perde çektiği anlamına değil, ailesinden
mesafelenip uzaklaştığı, ailesiyle irtibatı kestiği anlamına gelir. Bunun bir örneği de
Sad suresinin 32. ayetindeki “Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin
zikrinden dolayı sevdim. -Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.-” ifadesinde
görülmektedir.
Meryem’in ailesini terk etmesinin sebebi olarak “hayız gördüğü için utanmıştı”
veya “hamileliği bahanesiyle uzaklaşmıştı” tarzında yapılan yakıştırmalar, ayetin
orijinal anlamını bozmaktan başka bir şey değildir. Bizim kanaatimize göre Meryem
sorunludur ve sorunları sebebiyle yakın çevresinden uzaklaşmıştır. Meryem’in

22
sorununun ne olduğunu anlama konusunda Âl-i Imran suresinin 36, 37, 42 ve 43.
ayetlerindeki bazı ifadeleri birer ipucu olarak değerlendirmek mümkündür:

Âl-i Imran 35–37: Bir zaman İmran’ın karısı: “Rabbim! Kesinlikle ben
karnımdakini tam hür olarak Senin için adadım Sen de benden
kabul et, şüphesiz Sen en iyi işitensin, en çok bilensin” demişti.
Onu doğurunca da: “Rabbim, onu kız doğurdum; -hâlbuki Allah
onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir- erkek, kız gibi değildir. Ve
ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve soyunu şeytan-ı
racimden Sana sığındırırım” dedi.
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu
güzel bir bitki olarak bitirdi. Ve ona Zekeriyya kefil oldu.
Zekeriyya ne zaman onun üzerine, mihraba girse, onun yanında
bir rızk bulurdu. O [Zekeriyya]: “Ey Meryem! Bu sana
nereden?” dedi. O [Meryem] da: “O, Allah katındandır” dedi.
Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızk verir.

Âl-i Imran 42, 43: Ve hani melekler “Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni
tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçti. Ey Meryem!
Rabbine gönülden kul ol, ona boyun eğ ve rükû edenlerle [rükû
eden erkeklerle] beraber rükû et!” demişlerdi.

Yukarıdaki ayetlerde yapılmış olan vurgulardan hareket edilerek olayların


gelişimi ve Meryem’in sorunları hakkında bazı tahminler yürütülebilir:
Meryem, erkek çocuk isteyen ve bekleyen, çocuk kız olunca da pek sevinmeyen
bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Imran’ın karısının “Onu kız
doğurdum” ifadesinin hemen arkasından gelen Rabbimizin “-hâlbuki Allah onun
doğurduğu şeyi daha iyi bilir-” şeklindeki ifadesi, Meryem’in Imran’ın karısının
zannettiği ve ayette dile getirdiği gibi olmadığını göstermektedir.
Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki
olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok bir bitki
özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin
yaratılış kanunlarına ters değildir. Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de
bitkilik evresidir:

Nuh 17: Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi.

Meryem’in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki
özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi “erselik”
yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu
ihtimalini ortaya çıkarır ki, bizim kanaatimiz de bu yöndedir.
Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran suresinin 42. ayetindeki
“seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik,
Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun
biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda
olmadığını anlatmaktadır.
Meryem’in erselik yapıda olması, ehlini terk edip uzak bir yerde tek başına
yaşamaya gitmesinin sebebini de izah etmektedir. Yani Meryem, her problemli
insanın yapabileceği gibi, bünyesindeki bu farklılığın meydana getirdiği psikolojik
sıkıntı ile evini terk etmiştir.

23
Ayrıca Meryem’in (20. ayette görüleceği üzere) “Bana bir beşer
dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir
ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem
kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır.
Bütün bunlardan başka, Meryem’den rükû eden erkekler ile beraber rükû
etmesinin istenmesi de çok ilginçtir. Yani Meryem’e haniflik konusunda erkek
olarak görev yapması bildirilmiştir. Ayetteki “er-Rakiîn” ifadesinin müzekker
getirilmesi herhâlde sadece seci’ [kafiye] olsun diye değildir.
Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler,
bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir:

Erdişilik hermafroditlik ya da erseliklik olarak da bilinir. Aynı bireyde erkek


ve dişi üreme organlarının birlikte bulunması. Çiçekli bitkilerin çoğunda … erdişilik
görülür. (Ana Britannica; c:11, s:313)
Yalancı Erdişilik: … Dişi tipi yalancı erdişilikte yumurtalıkların olmasına
karşın ikincil eşey özellikleri ve dış üreme organları erkeğinkilere benzer. Genellikle
ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey özellikleri de gelişir. … Erkek tipi
yalancı erdişilikte erbezleri olduğu hâlde ikincil eşey özellikleri ve dış üreme
organları kadınınkilere benzer. Bu durumda dölütte erbezlerinin salgıladığı
testosteron hormonu bilinmeyen bir nedenle vücuttaki gerekli değişiklikleri
gerçekleştirememiştir. En sık rastlanan tipinde dış üreme organları tümüyle kadın
üreme organları görünümündedir; ergenlik döneminde kadına özgü ikincil eşey
özellikleri belirir. Buna karşılık eşey bezleri [erbezleri] ve eşey kromozomları
kişinin erkek olduğunu gösterir. Bu tip bozukluk genellikle kız olduğu sanılan
çocuğun ergenlik dönemine girdiği hâlde âdet kanamasının başlamamasıyla tanınır.
Vücuttaki dokular erkek eşey hormonlarına çok az ya da hiç yanıt vermediklerinden
ve dış üreme organları kadınınkilere benzediğinden çocuk kız çocuğu olarak
yetiştirilir. … (Ana Britannica; c:32, s:74)

MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH

Kadr suresinin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi,


“ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi” anlamında kullanılmıştır.
Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik” ifadesi de “Meryem’e bir takım
ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan
Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde
yaşamış olan Zekeriyya peygamberden başkası değildir. Çünkü Kur’an’dan
öğrendiğimize göre, Meryem o dönemde Zekeriyya peygamberin himayesindedir.
Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi
verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade
edilmiştir. Yine Kadr suresindeki açıklamalarda belirttiğimiz gibi, “ruh üfleme”
tabiri “az bir bilgi ile bilgilendirmek” demektir. Buna göre, Allah’ın Meryem’e
ruhunu göndermesi, elçisi Zekeriyya vasıtasıyla Meryem’e bir takım bilgiler
yollaması anlamına gelmektedir. Elçinin Meryem’e örnek gösterdiği mükemmel
beşer ise o gün henüz bir bebek olan Yahya peygamberdir. Çünkü Yahya peygamber
de kısır anası tarafından daha önce Zekeriyya peygambere verilmiş bu bilgi ile
dünyaya getirilmiştir.
Özetlemek gerekirse; daha önce kendisine verilmiş olan ilâhî bilgiyi Meryem’e
iletmekle görevlendirilen Zekeriyya peygamber, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek

24
olmadan çocuk doğurabileceğini Meryem’e anlatarak görevini yapmış, bu bilginin
doğruluğuna kanıt olarak da bebek Yahya’yı göstermiştir. Âl-i Imran suresinin 42,
43. ayetlerinde sözü edilen melekler de Zekeriyya peygamber ile Meryem’e
gönderilen ayetlerdir.

‫تمّثل‬TEMESSÜL

“ ‫تمّثل‬Temessül” sözcüğünün esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla


beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da
kullanılmıştır. (Lisanü’l-Arab; c.8, s.200, 201. msl, temessül mad.) Kur’an ile ilgili
çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih
etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın
diye de Cebrail’in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in
şu ifadesi ile de uyum göstermektedir:
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu
kadın şimdi altıncı ayındadır. (Luka; 1/36)

18. Ayet:

O [Meryem]; “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi
birisi / Takiyy] isen...” dedi.

Bu ayette Allah’tan mesaj getiren elçiye Meryem’in verdiği tepki dile


getirilmiştir.
Buradaki “ ‫ى‬
ّ ‫تق‬takiyy” sözcüğü “takva sahibi biri” anlamında olabileceği gibi,
özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem’in bulunduğu kentte “Takiyy”
adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın varlığından bahsedilmektedir. Eğer
bu bilgi doğru ise, Meryem’in, yalnız başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan
kişinin o kötü kişi olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak “Eğer sen
Takiyy adındaki kimse isen” demiş olması mümkündür.
Meryem’in “Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi / Takiyy] isen” sözlerinin yer
aldığı cümle, bir şart cümlesi olmasına rağmen ayette cümlenin ikinci [ceza] bölümü
mevcut değildir. Bu, okuyanların takdirine bırakılmıştır. Bize göre cümlenin ikinci
bölümü “Bana dokunma!” veya “Bana zarar verme!” şekillerinde takdir edilebilir.
19. Ayet:

O [Elçi, Zekeriyya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/


bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim” dedi.

Allah tarafından gönderilen bilgiyi ve mesajları Meryem’e getiren elçi, bu ilâhî


bilgi sayesinde Meryem’in zekiy [tertemiz] bir delikanlı anası olacağını söylemek
suretiyle, getirdiği bilginin amacını da bildirmektedir.

ZEKİY

Ayette geçen “zekiy” sözcüğü “‫ زكى‬zeka” fiilinden gelir. Sözcük lügatlerde


“temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket” anlamlarına gelir. Zekiy sözcüğü,

25
“ ‫[ ذ‬peltek ze]” ile yazılan ve Türkçeye de geçmiş olan “zeki, zekâ” sözcüklerinden
farklıdır.
Buradaki “zekiy sözcüğü; günahlardan arınmış, temiz olarak büyüyüp
yetişmiş, peygamber olarak gönderilmek için gerekli olan özelliklere sahip, tertemiz
ve nezih anlamlarına gelmektedir. Bu anlamlardan da İsa peygamberin günahlardan
uzak bir kişiliğe sahip bulunduğu, tertemiz birisi olarak büyüyüp yetişeceği ve
nezahetinin peygamberliğe yaraşır şekilde olduğu anlaşılmaktadır.
Ayetteki “ ‫لهب‬liehebe” ifadesi “ ‫ليهببب‬liyehebe” diye de okunmuştur (Razi,
Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an). Bu kıraate göre anlam
“Beni Allah sana bir delikanlı versin diye gönderdi” şeklinde olmaktadır.

20. Ayet:

O [Meryem]: “Benim nasıl delikanlım olabilir? Bana hiçbir beşer


dokunmamıştır. Ben bir bağiy [iffetsiz biri] de değilim” dedi.

Meryem’in “Ben kimseyle temas kurmadım, meşru ilişkide bulunmadım, ben


bağiyy, yani gayri meşru ilişki kurmuş biri de değilim” anlamına gelen tepkisi, Âl-i
Imran suresinde şu sözlerle bildirilmiştir:

Âl-i Imran 47: O [Meryem]: “Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim
için çocuk nasıl olur?” dedi. [Allah]: “Öyledir! Allah dilediği
şeyi yaratır; O, bir işe karar verdiği zaman onun için ‘ol!’ der, o
da hemen oluverir” dedi.

21. Ayet:

O [Elçi]: “Öyledir! Rabbin buyurdu ki: Bu [babasız çocuk vermek], Bana pek
kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız.”
Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu.

Elçinin [Zekeriyya peygamberin] bu ayette Meryem’e yaptığı açıklama, 9.


ayette Allah’ın kendisine indirdiği vahiy ile aynı mealdedir. Allah’ın elçisi sıfatıyla,
doğacak çocuğun [İsa’nın] insanlara bir mucize ve rahmet olacağını bildiren
Zekeriyya peygamberin buradaki sözleri, Âl-i Imran suresinde meleklerin ağzından
şu şekilde ifade edilmiştir:

Âl-i Imran 45: Hani melekler demişti ki: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah sana,
dünyada ve ahirette itibarlı ve çok yakınlardan biri olarak adı
Meryem oğlu İsa Mesih olan kendisinden bir kelimeyi
müjdeliyor.”

21. ayetin sonundaki “Ve o gerçekleştirilmiş bir iş oldu” ifadesi, bu sözlerin


kime ait olduğuna göre iki türlü anlaşılabilir:
a- Eğer bu sözler Elçi’nin sözlerinin devamı olarak kabul edilirse; “Bu iş kader
olarak yazılıp kesinleştirilmiştir” demektir.
b- Yok, eğer Rabbimizin beyanı olarak kabul edilirse; “Meryem ikna oldu ve
gebe kalması için yapılması gerekeni yaptı, gerçekleştirdi” demektir.

26
Biz, hem ayetteki “kadâ” fiiline bakarak, hem de bir sonraki ayetin devamlılık
bildiren “fe” edatı ile başlamasını göz önüne alarak ikinci anlamın daha uygun
olduğunu düşünüyoruz.

22. Ayet:

Sonunda o [Meryem], ona [delikanlıya] gebe kaldı. Sonra da onunla uzak bir
yere çekildi.

Bu ayet, Meryem’in ikna olarak elçinin getirdiği bilgi ile hamile kaldığını ve
sonra da bulunduğu yerden daha uzak bir yere gittiğini bildirmektedir. Bazı tarihî
kaynaklara göre bu yer Beyt el-Lahm [Betlaham] adlı şehirdir.
Meryem’in ikinci kez yer değiştirmesinin sebebini “durumunu saklamak için”
diye açıklamak mümkündür. Bu konu Kur’an’da açıkça bildirilmemekle beraber,
ayetteki “intibaz” sözcüğü bu açıklamaya delâlet eder mahiyettedir.
Meryem’in hamile kaldığında 13 yaşında olduğu, hamileliğinin kimine göre 9
ay, kimine göre 8 ay, kimine göre 7 ay, kimine göre 6 ay, hatta bazılarına göre 3
saat, bazılarına göre de 1 saat sürdüğü yolunda birçok rivayet varsa da, bunların
hepsi dayanaksız ve ciddiyetten uzak nakillerdir.

23. Ayet:

Sonra doğum sancısı onu bir hurma dalına tutunup dayanmaya zorladı.
“Keşke bundan önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım” dedi.

Bu ayette Meryem’in gebelik döneminin sonuna geldiği ve doğurmasının


yaklaştığı anlatılmaktadır. Bir hurma ağacının altında doğum sancısı çeken Meryem
hem bitkindir hem de kendini çaresiz ve kimsesiz hissetmektedir. “Keşke bundan
önce ölseydim ve büsbütün unutulan biri olsaydım!” şeklindeki sözleri, içinde
bulunduğu tedirginliğin şiddetini göstermektedir. Bu sözler, doğum sancısı çeken bir
kadının söyleyeceği sözler değil, izah edemeyeceği bir şekilde sahip olduğu
çocuğunu halkından nasıl gizleyeceğini düşünen bir kadının üzüntüsünü ve
pişmanlığını yansıtan sözlerdir. Çünkü hiçbir anne adayı, doğum esnasında çektiği
sancı sebebiyle üzülmez ve pişmanlık duymaz.

24–26. Ayetler.

Sonra ona aşağısından / aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt
tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine
olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer
beşerden birini görürsen ‘Ben Rahman’a bir oruç adadım, onun için bugün
hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”

Doğum öncesindeki birkaç dakikayı nakleden bu ayetlerde Meryem’in


şikâyetlerine cevap veren ve ona yol gösteren biri ortaya çıkmıştır. Kim olduğu
belirtilmeden ayette “o” veya “kimse” diye bahsedilen kişi, Meryem’e Allah’ın bir
su arkı akıttığını haber vermiş, hurmalardan yemesini, sudan içmesini söylemiş,
çocukla ilgili olarak gelecek eleştirilere cevap vermemesini ve o eleştirileri yönelten
insanlarla konuşmamasını öğütlemiştir. Biz bu kişinin Zekeriyya peygamber olduğu

27
kanaatindeyiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Meryem’in bir çocuk doğuracağı
haberini vermesi için de o gönderilmişti.
Zekeriyya peygamber doğum esnasında Meryem’in yanına Allah’ın
göndermesi ile gitmiş olabileceği gibi, hamile kaldığı günü bildiğinden doğum anını
hesaplayarak kendi isteği ile de gitmiş olabilir.
Ayetteki “ ‫مببن تحتهببا‬min tahtiha” ifadesi, “ ‫ن تحتهببا‬
ْ ‫َم ب‬men tahtiha” olarak da
okunmuştur. (Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) “Men
tahtiha” ibaresi “alttaki kimse” demektir. Ayetin anlamını belirtmek için “men
tahtiha” ifadesi tercihe daha uygun düşmektedir. Ancak ayette geçen “min tahtiha”
ifadesindeki “ ‫ها‬ha” zamirini “ağaç”a göndermek suretiyle “ağacın altından” anlamı
çıkarmak da mümkündür. Nitekim Zemahşeri’nin beyanına göre Katade bunu tercih
etmiştir. (Zemahşeri; Keşşaf)
Ayette geçen “ ‫جببذع‬ciz’” sözcüğü, hurma ağacının alt kısmını, yani ağacın
meyveli olan kısmının altında kalan kısmı ifade etmektedir.(Lisanü’l-Arab; c.2, s.
69] Kutrub ise herhangi bir ağacın kök kısmındaki her kütüğün “ciz’” olduğunu
söylemiştir. (Razi; Mefatihu’l-Gayb)
Buna ve ayetteki “ ‫ب‬be” harf-i cerrinin cümleye katacağı anlama göre, “ ‫جذع‬
ciz’”sözcüğünün içinde bulunduğu cümle iki şekilde anlamlandırılabilir:
- Hurma ağacının gövdesini kendine doğru çek ve hareket ettir.
- Gövdedeki taze ve olgun hurmaları kendine doğru hareket ettir.

Meryem’in hurma ağacını sallaması ile ilgili olarak birçok efsane üretilmiştir.
Ağacın kuru ağaç olduğu ama kuru ağaçta keramet olarak taze hurma oluştuğu, hatta
sadece hurma değil elma, armut, şeftali, kiraz gibi birçok meyve çeşidinin oluştuğu
gibi yorumlar bu tür rivayetlere dayanmaktadır. Ancak ayette bu anlatımları
destekleyecek en ufak bir ipucu yoktur. Ayrıca Meryem o esnada bir başkası
[Zekeriyya peygamber] tarafından yönlendirildiğinden, gelişen olayların Meryem’le
ilişkilendirilmesi de doğru bir yaklaşım değildir.

‫صوم‬
ّ ‫ال‬SAVM [ORUÇ] SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMI

“ ‫صببوم‬
ّ ‫ال‬Savm” kelimesi, “ ‫شببرب والكلم والّنكبباح‬
ّ ‫[تببرك الكببل وال‬yemeyi, içmeyi,
konuşmayı ve cinsel ilişkiyi bırakmak]” demektir. (Lisanü’l-Arab; c:5, s:434)
26. ayetin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Lisanü’l-Arab’ın yukarıdaki
ifadesi doğru olup “savm” sözcüğü “konuşmamayı” da kapsamaktadır. Bakara
suresinin 183–187. ayetlerinde Müslümanlar için zorunlu bir görev olarak
belirlenmiş “savm”, yememeyi, içmemeyi, cinsel ilişkide bulunmamayı ve
konuşmamayı gerektirmektedir. Fakat birçok lügat ve ilmihal kitaplarında “es-
Savmu fi’ş-Şer’i [Şeriatte Oruç]” diye başlıklar atılmış ve “konuşmayı terk”
maddesi ihmal edilmek suretiyle “savm”ın “yeme, içme ve cinsel ilişkiyi bırakma”
olduğu yazılmıştır. Yapılan bu ihmali sadece sözcüğünün esas anlamını bozan bir
hata olarak değerlendirmek doğru değildir. Çünkü bize göre bu ihmal dine karşı
yapılmış büyük bir iftiradır. Eğer şeraitte “savm”ın kapsamından “terk-i kelam”
çıkarılacaksa, bunun Kur’an’da yer alması, yani bizzat Allah tarafından çıkarılması
gerekmektedir. Nitekim Rabbimiz Bakara suresinin 185. ayetinde “… sizden kim o
aya [ramazana] tanık olursa o ayı oruçlu geçirsin …” talimatıyla getirdiği yeme,
içme ve cinsel ilişki şeklindeki yasaklara 187. ayette “orucun gecesi… size helâl
kılındı …” sözleri ile istisna getirmiş ve ramazan ayı gecelerini kapsam dışı
bırakmıştır. Dinde belirleme işte böyle olur. Kur’an’da “terk-i kelam”ın “savm”ın
kapsamından çıkarıldığına dair herhangi bir veri olmadığına göre, bizim kanaatimiz,

28
oruç tutarken konuşmanın da terk edilmesi gerektiği yönündedir. Kişiyi takva sahibi
yapacak olan orucun kimseyi takva sahibi yapmayıp aksine savurgan ve riyakâr biri
yapmasının arkasındaki sebep, orucun İslam’daki gerçek anlamından farklı olarak
uygulanmasından olsa gerektir.

27, 28. Ayetler:

Sonra o [Meryem] onu [çocuğunu] yüklenerek kavmine getirdi. Onlar [kavmi]


dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun'un
kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de bağiy [iffetsiz] bir
kadın değildi.”

Meryem kucağında bir bebekle dönünce kavmi bu durumu şaşkınlıkla


karşılamış ve evlenmeden bebek sahibi olması sebebiyle Meryem’i ailesine
yakışmayan bir suç işlemekle [zina yapmakla] itham etmiştir.
Dikkat edilirse, kıssada Meryem’in evden ilk ayrılışının “ehlinden” olduğu,
bebeği ile geri dönüşünün ise “kavmine” olduğu ifade edilmiştir. Ayrılışındaki
ifadeye uygun olarak Meryem’in “ehline” değil de “kavmine” döndüğünün
söylenmesi, aradan geçen zaman içinde Meryem’in ehlinden kimsenin hayatta
kalmadığı şeklinde yorumlanabilir.

“HARUN’UN KIZ KARDEŞİ”

Ayetteki bu ifade ya Meryem’in Harun adında bir erkek kardeşi olduğu


anlamına gelir, ya da onun Harun ailesine mensup biri olduğunu gösterir. Bu tarz
hitap şeklinin Arap örfünde soya mensubiyeti ifade ettiği bilinmektedir. Zira Araplar
bir kişiyi tanıtmak için o kişinin adını, genellikle o kişinin mensup olduğu kabilenin
geçmiş büyüklerinden birinin veya ilk atası olarak bilinen kimsenin adı ile bağlantı
kurarak söylerler. Nitekim Araplarda, bu örfe göre oluşmuş ve klâsik kaynaklarda
“Kelboğulları, Esedoğulları, Temimoğulları, “Haşimoğulları” gibi örnekleri bulunan
kişi isimli soylar vardır. Bu uygulama ülkemizde de yerleşmiş ve soyadı kanunu
uygulamasında “Falanoğlu, Filanoğlu” gibi, aile büyüklerinin adlarını taşıyan
soyadları alınmıştır.
Taberi ve el-Gaznevi gibi bazı kaynaklarda ise o dönemde, yine kötülüğü ile
meşhur olmuş Harun adlı bir kişinin varlığından söz edilmektedir. Eğer bu bilgi
doğru ise, bu takdirde “Harun’un kız kardeşi” ifadesi tarizdir, yani üstü kapalı olarak
Harun’un kötülüğünün Meryem’e de isnadıdır.

29. Ayet:
29- Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar “Biz;
yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/ Yüksek mevkide olan
kişiler sabiye nasıl konuşur?” dediler.
34, 30–33, 36- İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip
durdukları, “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir
peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı.
Hayatta bulunduğum müddetçe bana salatı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni,
anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve
doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba’s olacağım [yeniden
diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim

29
Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru
yoldur” diyen Meryem oğlu İsa’dır.

Meryem, Elçinin öğüdüne uyarak oruç tutmuş ve kavminin üzücü ithamlarına


rağmen onlara cevap vermemiştir. Konuşmamasından başka bir de Size o cevap
verecek şeklinde bebeğini işaret etmesi ise herkesi çileden çıkarmış ve kavminin
“Biz; yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/ Yüksek mevkide olan
kişiler sabiye nasıl konuşur?” sözlerine muhatap olmuştur.

Daha evvel birçok yerde Mushaf tertip heyetinin, necmleri ve dilbilgisi


kurallarını dikkate almadıklarını, tertili ihmal ettiklerini, Mushafı kronolojik olarak
tertip etmediklerini göstermiş; bu durumun da, tertip heyetinin dilbilimde uzman
olmamalarından, düzeltmeleri sonra yapmak üzere önce bütünü koruma yolunu
tercih etmelerinden kaynaklanmış olabileceğini ifade etmiştik.
Ne var ki, bu heyetin ve baş sorumlunun bu olumsuzluklara karşı duyarsız
kalışı, bu nedenle birçok olay ve katliamın zuhuru, buna rağmen tertibin
irdelenmesinin engellenmesi, bizi, bunun ihmal ve gafletten değil, ihânetten
kaynaklandığı kanaatine sevketti.
Kur’ân'daki [Meryem, Zuhruf, Nisâ sûreleri] Îsâ peygamberle ilgili pasajlarda
bazı âyetlerin yer değiştirmiş olduğunu, bunların bulunduğu yere teknik ve
semantik açıdan uygun düşmediğini gördük ve bunları da belirttik.
Pasaj ve paragraflardaki tertilin bozulmasının, özellikle de isa ve Musa ile ilgili
pasajlarda oluşu insanı cidden düşündürüyor.
Kur’ân'daki bazı âyetler, yerlerinden alınıp Îsâ ile ilgili pasajın içine
yerleştirilmiş, bunun sonucu olarak da Kur’ân'a yönelik nitelikler, Îsâ peygambere
kaydırılmış, böylece de yanlış inançların oluşması sağlanmıştır. Bu nedenle,
tertipte olduğu gibi kıraatte de bir dahlin olup olmadığını araştırmayı bir iman
borcu bildik ve Meryem sûresi'ndeki Îsâ ile ilgili pasajı yeniden ele alıp inceledik
ve daha evvel ihmal ettiğimiz çok önemli bulgulara ulaştık. Bu âyetleri, yeni
bulgular çerçevesinde meallendiriyoruz. Musa ile ilgili pasajlar da ileriki surelerde
gelecektir.
Meryem/29. âyetin, mevcut Mushaftaki lafzına göre meali şöyledir:
Bunun üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz beşikte
bir sabî olan kimseyle nasıl konuşuruz?” dediler. (Meryem/29)
Bu meale göre Meryem, elçinin öğüdüne uyarak oruç tutmuş ve kavminin
üzücü ithamlarına rağmen onlara cevap vermemiştir. Konuşmadığı gibi, “Size o
cevap verecek” şeklinde bebeğini işaret etmesi de herkesi çileden çıkarmış ve
kavminin, Biz beşikte bir sabî olan kimseyle nasıl konuşuruz? sözlerine muhatap
olmuştur.
Bu ifadelere göre, Îsâ beşikte konuşmuştur. Bu anlam, Âl-i İmrân/46,
Mâide/110. âyetlerin mevcut kıraatleriyle de desteklenmiş ve Îsâ'ya beşikte
konuşma mucizesi verilmiş ve Îsâ, mevcut âyet tertibine göre beşikteyken,
“Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı
[yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum
müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir
kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün,
öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün selâm

30
benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O
hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” diye konuşmuştur. (!)
Ne var ki, belirttiğimiz gibi, bu paragrafın tertibi de düzgün yapılmamış,
Îsâ'nın sözlerinden olan 36. âyet [“Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de
Rabbinizdir. O hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” ifadeleri], 34.
âyet olarak tertip edilerek paragraf kuralsızlaştırılmış ve anlamsızlaştırılmıştır.
Yani bu ayet açıkça paragrafa müdahale edildiğini haykırmaktadır. Biz bunu
belirleyip daha evvel şöyle bir düzenleme yapmıştık.
O [beşikteki çocuk], dedi ki: “Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı
verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım
mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve
beni, anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı.
Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden
diriltileceğim] gün selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir,
sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.”
(Meryem/30-33, 36)
Biz tahlilimizi, önce bu pasajda ve Îsâ ile ilgili diğer âyetlerde yer alan
‫مهههد‬ َ ‫[ال‬el-mehdi/beşik] sözcüğü üzerinde yaptık. Diğer sözcükler gibi ilk
Mushaflarda harekesiz olarak yazılı olan bu sözcüğün, ‫مهد‬ َ ‫[ال‬el-mehdi], ‫مهد‬ُ ‫[ال‬el-
müdi] ve ‫مهههد‬ ِ ‫[ ال‬el-mihdi] olarak okunması mümkündür. ‫مهههد‬ َ ‫[ال‬el-mehdi]
okunursa, “beşik”; ‫مههههد‬ ُ ‫[ ال‬el-mühdi] okunursa “yüksek mevki” anlamına
gelmektedir.1
Elimizdeki resmi Mushafta bu sözcüğün Îsâ ile ilgili olarak ilk geçtiği yer Âl-i
İmrân/38-39. âyetlerdir. İlk Mushaflardan İsam nüshasında bu âyetlerin yer aldığı
385. varak kayıptır. Bu sayfa, Dâvûd b. Ali Keylanî tarafından Mekke'de 1437/841
senesinde yazılarak Mushafa yerleştirilmiştir.2 Kayıp olan sayfayı yazanlar
âyetteki ‫[المهد‬el-mhd] sözcüğünü harekelememişler; yani sözcüğü ‫[ الَمهد‬el-mehdi],
‫[ الُمهد‬el-mühdi] ve ‫[ الِمهد‬el-mihdi] şeklinde okunabilir kılmışlardır.
Meryem/29'daki el-mehdi sözcüğü, ‫مهد‬ ُ ‫[ ال‬el-mühdi] şeklinde okunursa, âyetin
anlamı, “Bunun üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz; yüksek
mevkideki kişiler, sabîye nasıl konuşuruz?” dediler” şeklinde olacaktır.
Yine bu âyetin orijinalindeki ‫[نكّلهم‬nükellimü] diye okunan sözcüğün, ilk
Mushaflarda harekesiz oluşu ve bu sözcüğü oluşturan harflerin ‫[ يكّلم‬yükellimü]
şeklinde de okunabileceği gerçeğinden hareket edildiğinde âyetin anlamı, “Bunun
üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Yüksek mevkideki kişiler,
sabîye nasıl konuşur?” dediler şeklinde olur.
Âyetteki sözcüklerin kıraatlerini ve anlamlarını böylece açıkladıktan sonra
pasajdaki âyetlerin tertibi konusuna yeniden dönüyoruz.
Elimizdeki Mushafın 30. âyeti, ‫[قال‬qâle/o dedi ki] ifadesiyle başlamaktadır.
Bu âyet, 29. âyetin devamında tertip edilerek, Îsâ, beşikteki çocuk dedi ki: “…”
anlamı oluşturulmuştur. Bu sözcükler, beşikteki çocuğun konuşamayacağını ileri
sürenlere bir gösteri durumunda olsa idi, teknik olarak cümle “fâ-i takibiyye” ile
başlayarak ifadenin, ‫[ فقال‬fe qâle] şeklinde olması gerekirdi. Nitekim 29. âyette
Meryem'e yapılan ithama karşı Meryem'in savunması, ‫[فأشارت اليه‬fe eşâret
ileyhi/bunun üzerine o, (yani, Meryem), o'na [çocuğa] işaret etti] şeklinde “fa-i
takıbiyye” ile gelmiştir.

1
Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs, “Mhd” mad.
2
Mushaf-ı Şerif, İSAM yayınları.

31
Kısacası 30. âyet de, teknik yönden bulunduğu yere uygun değildir. 30. âyet
teknik ve anlam itibariyle, 34. âyetin devamıdır. Cümle hâlinde 31-33 ve 36.
âyetler ile birlikte 34. âyette yer alan “Meryem oğlu Îsâ” ifadesinin sıfatıdır. Bu
kabule göre paragrafın anlamı şöyle olacaktır:
“Bunun üzerine o [Meryem], o'na [çocuğa] işaret etti. Onlar, “Biz; yüksek
mevkide olan kişiler sabîye nasıl konuşuruz/Yüksek mevkide olan kişiler sabîye
nasıl konuşur?” dediler. İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları,
“Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı
[yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübârek kıldı. Hayatta bulunduğum
müddetçe bana salâtı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir
kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün,
öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm
benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O
hâlde O'na ibâdet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” diyen Meryem oğlu Îsâ'dır”.
(Meryem/29, 34, 30-33, 36)
Bu paragrafta açıkça Îsâ'nın peygamberlik görevi ve hayatı özetlenmiştir. Onun
tebliğinde de Sünnetullah dışında herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir.
Îsâ'nın misyonu ile ilgili burada verilen özet şu âyetlerde de zikredilmiştir:
“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle
kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih, “Ey İsrâîloğulları! Benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz Allah'a kulluk edin. Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa kesinlikle Allah
ona cenneti haram eder, onun barınağı da ateştir. Ve zâlimler için yardımcılardan
kimse yoktur.” “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir
olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden
vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren bir azap
dokunacaktır. (Mâide/72-73)
Îsâ apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti [zulüm ve fesadı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] getirdim ve hakkında ihtilâfa
düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O hâlde Allah'a
karşı takvâlı olun ve bana itaat edin. Şüphesiz ki Allah; O, benim Rabbimdir ve
sizin Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu, doğru bir yoldur. (Zuhruf/63-
64)
Bu paragraftaki metne göre de, “mühd”de [yüksek mevkide] olan, Îsâ değil o
günün ileri gelen mabed görevlileridir.
Meselenin temel unsuru olan ‫[المهد‬el-mehd] kelimesi, Îsâ peygamber ile ilgili
olan Âl-i İmrân/46 ve Mâide/110'da da geçmektedir. Sözcük, ‫مهد‬ ُ ‫[ ال‬el-mühd]
şeklinde okuyup anlamlandırıldığında bu âyetlerin anlamı şöyle olacaktır:
Ve yüksek bir mevkide bulunarak, yetişkin biri olarak insanlarla konuşacak ve
o sâlihlerdendir. (Âl-i İmrân/46)
O zaman Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve
annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni rûhu'l-kudüs ile
desteklemiştim. Yüksek bir mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla
konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için
konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim
iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim
iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına
yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri
çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan
inkâr edenlerin, ‘Bu ancak apaçık bir sihirdir’ dedikleri zaman seni onlardan
korumuştum.” (Mâide/110)

32
Bu âyetlerde, Meryem/29'un aksine yüksek mevkide olan Îsâ'dır. Rabbimiz
o'na yüksek mevkiler ihsan etmiştir. Bu Nisâ/158'de, Onu kesin olarak
öldürmediler. Aksine Allah o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı] şeklinde
ifade edilmiştir. Böyle yüksek mevkilerin İdrîs peygambere de ihsan edildiği
bildirilmiştir:
Ve Kitap'ta İdrîs'i an/hatırlat. Şüphesiz o, çok sâdık biriydi, bir peygamberdi.
Ve Biz o'nu yüce bir mekâna yükselttik. (Meryem/56-57)
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre, Mushaftaki Îsâ ile ilgili pasajların
âyetlerinin yerleri ve kıraatleri, Îsâ'ya özel bir statü verebilmek için bilinçli olarak
değiştirilmiş ve böylece Îsâ beşikte iken konuşturulmuş, göğe/Allah'ın yanına
uçurulmuş, insanlar tekrar geleceğine inandırılmış, gelişi kıyâmet alameti sayılmış
ve ölmeden evvel herkesin o'na iman edeceği inancı yaygınlaştırılmıştır.
Yahûdi ve Hristiyanlar, Îsâ peygamberin beşikte konuştuğunu reddetmekte ve
şu görüşleri ileri sürmektedirler:
Eğer bu olay gerçekten meydana gelseydi, çok ilginç ve etkileyici olması
sebebiyle tevatür şeklinde yayılır ve hiç unutulmazdı. Hâlbuki böyle bir olay hiç
duyulmamıştır ve Hristiyanların en fanatiklerinde bile böyle bir inanç
oluşmamıştır. Ayrıca Yahûdilerin o dönemde Îsâ'ya düşman oldukları târihî bir
gerçektir. Nitekim Îsâ elçiliğini ilân edince o'nu öldürmeye uğraşmışlardır. Eğer
Îsâ beşikte konuşmuş ve peygamberliğini ilân etmiş olsaydı, Yahûdiler o'nu daha o
zaman ortadan kaldırırlardı.
Biz bu görüşü daha evvel, “Îsâ peygamberin beşikte konuşma mucizesine
inanmayanların bu düşünceleri ilk bakışta mantıklı gibi görünse de, o günün
bağnaz Yahûdilerinin zina ile suçladıkları Meryem'i neden recm etmediklerinin
cevabını açıklamaya yetmemektedir. Bize göre, İsrâîloğulları'nın recm etme
girişiminden Meryem'i ancak böyle bir mucize kurtarmış olabilir” mantığıyla
reddetmiştik. Fakat daha sonraki araştırmalarımız neticesinde böyle bir olayın vâki
olmadığı kanaatine ulaşmış ve bunun delillerini de yukarıda zikretmiş
bulunuyoruz.

35- Allah için çocuk edinmek diye bir şey yoktur. O, bundan münezzehtir.
O, bir şeye hükmederse, ona sadece "Ol" der, o da oluverir.

Îsâ peygamberin gayr-i meşru bir çocuk ve sahte bir peygamber olduğunu
iddia eden Yahudiler ile onun Allah'ın oğlu olduğunu ve Allah'ın onda
cisimlendiğini iddia eden Hıristiyanlar, birbirleri ile sürekli ihtilâf hâlinde
olmuşlardır. Yukarıdaki Âyetler, hem Yahudilerin hem de Hıristiyanların bu yanlış
anlayışları sebebiyle ortaya çıkmış olan ihtilâflara son vermiş olmaktadır. Böylece
Rabbimiz her iki tarafın da yanlış düşünce ve kanaatlerini ortadan kaldırmış,
gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Allah'ı Kur'ân'dan tanıyanlar ve
aklıselim sahipleri artık bilmektedirler ki, Allah çocuk edinme gibi
noksanlıklardan münezzehtir.

Kur'ân'da bu konuların yer aldığı başka Âyetler de vardır:

(Mâide: 116–118) Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi
insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ],
“Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz.
Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı

33
bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları en iyi bilenin
ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin
Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe
onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları
gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer
onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan,
şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi.

(Âl-i İmrân: 59–60) Şüphesiz Allah katında Îsâ'nın durumu, Âdem'in durumu
gibidir; O, onu topraktan yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, o da hemen oldu. Bu
gerçek, senin Rabbindendir, öyleyse şüphecilerden olma.

37. Ayet:

Sonra da kendi aralarından çıkan hizipler ihtilâfa düştüler. İşte o büyük günün
meşhedinden [tanıklığından, duruşmasından] o kâfirlerin vay hâline!

İsa peygamber ile ilgili olarak Hıristiyanlar, kendi aralarında da hiziplere,


mezheplere ayrılmışlardır. İlk dönem Kur’an bilimcilerinden olan Mukatil’in
tespitlerine göre o dönemde Hıristiyanların içinde farklı inanışlara sahip üç grup
vardır:
- “İsa Allah’ın oğludur” diyen Nasturîler,
- “İsa Allah’ın kendisidir” diyen Mar-Yakubîler ve
- “Allah üçün üçüncüsüdür” diyen Melkanîler.

Rabbimiz Kur’an’da bu sapık inançları reddedip gerçeği açıklamıştır:

İsra 43: O [Allah], onların dediklerinden büyük bir yücelikle münezzeh


ve pek yücedir.

Maide 73: “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir


olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer
söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan
kimselere acı veren bir azap dokunacaktır.

Kur’an’da Meryem ve İsa peygamber hakkında verilen bilgiler, İsa


peygamberin doğumu ile Kur’an’ın inişi arasındaki dönemde ortaya çıkmış Yahudi
ve Hıristiyan inançlarını yansıtmaktadır. Ne var ki, Kur’an’ın inişinden bu yana,
tıpkı Müslümanların yüzlerce mezhebe binlerce meşrebe ayrıldığı gibi, Hıristiyan ve
Yahudiler de mezheplere, meşreplere ayrılmışlar ve her bir hizip değişik inanç ve
yaşam tarzı sergilemiştir. Bizim düşüncemize göre, gerek Müslümanlar, gerekse
Ehl-i Kitap arasında ortaya çıkmış olan yanlış inanç ve yaşam tarzlarının insanların
hayatlarından çıkarılıp atılması için Kur’an’da verilen mesajlar ve ilâhî ilkeler
sadece Müslümanlara değil, Ehl-i Kitap’a da ulaştırılmalıdır. Kur’an erlerinin ortaya
koyacağı bu yöndeki çalışmalar, insanlığın doğru istikameti tanıması bakımından
önemli sonuçlara yol açacak bir potansiyeli taşımaktadır.

38–40. Ayetler:

34
Bize gelecekleri gün, neler işitecekler, neler görecekler! Fakat o zalimler
bugün apaçık bir sapıklık içindedirler.
Ve sen onları, kendileri gaflet içindeyken ve inanmıyorlarken emrin yerine
getirileceği o büyük pişmanlık günüyle uyar!
Şüphesiz Biz yeryüzüne ve onun üzerindeki kimselere vâris olacağız. Ve onlar
yalnızca Bize döndürüleceklerdir.

39. ayetteki uyarma talimatı peygamberimize verilmektedir. Uyarının


ulaştırılacağı muhatap ise hem peygamberimizin o günkü muhatapları [yani o
günleri yaşayanlar], hem de daha sonra Kur’an’ın tebliğ edildiği kimselerdir. Büyük
bir tehdit ve azar üslûbu ile hatırlatılan “pişmanlık günü” ise mahşeriyle, cennetiyle,
cehennemiyle ahiret günüdür. O gün cennetteki insanlar bile “Keşke daha fazla
salihat işleseydim de daha büyük nimetlere nail olsaydım!” diye pişmanlık
duyacaklardır.

Secde 12: Suçluları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak “Ey
Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir
amel işleyelim, biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz” derlerken
bir görsen!

Zümer 56: Kişinin: “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı


yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” [demesinden
önce de].

41. Ayet:

Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri


idi, peygamberdi.

Bu ayetle başlayan pasajda tevhit dininin önderi İbrahim peygamberin


insanlara tanıtılması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda olmak üzere, İbrahim’in (as) hem
peygamberliğinden, hem de “sıddık” biri olduğundan söz edilmiştir. “Sıddık”
sözcüğü; “son derece sadık ve doğru, hakkı adamakıllı tasdik eden, tasdikinde çok
samimî kimse” demektir.
Hatırlanacak olursa, İbrahim peygamberin ismi ilk defa A’lâ suresinde, ikinci
olarak da kendisine verilen “suhuf”taki bazı ilkelerin açıklanması sebebiyle Necm
suresinde geçmişti. Daha sonra Sad suresinin 45–47. ayetlerinde de adı zikredilmiş,
“Güç ve basiret sahibi kullarımız İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u da hatırla! Şüphesiz
Biz onları yurt düşüncesi saflığıyla saflaştırdık [arı duru hâle getirdik]. Ve şüphesiz
onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir” denilerek onun da hayırlı
kimselerden biri olduğuna dikkat çekilmişti.
Kişisel özellikleri ve tevhit mücadelesinde verdiği emekler Kur’an’da hep
karşımıza çıkacak olan İbrahim peygamber hakkındaki ilk ayrıntı ise konumuz olan
bu ayetlerde verilmektedir.
İbrahim peygamberin kıssasının anlatıldığı bu ayetlere geçmeden önce, onu
tanıtan diğer ayetlerden birkaç örnek daha vermenin yararlı olacağı kanaatineyiz:

35
Bakara 130: Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz
çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz
o, ahirette de iyilerden biridir.

Hud 75: Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu ve çok yufka yürekli
[kendini tamamen Allah’a vermiş biri] idi.

Mümtehine 4: İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir


örnek vardır. Hani onlar kavimlerine: “Biz sizden ve sizin,
Allah’ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik.
Ve siz bir tek olarak Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim
aramızda ebedî bir düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi.
Yalnız İbrahim’in babası için; “Senin için mutlaka mağfiret
dileyeceğim. Ve Allah’tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez”
demesi hariç. -Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik.
Ve dönüş ancak sanadır.-

Nahl 120: Şüphesiz İbrahim içtenlikle Allah’a boyun eğen, hanif ve başlı
başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı.

Nahl 123: Sonra sana “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in


milletine tâbi ol!” diye vahyettik.

42–45. Ayetler:

Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir


faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana
gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana uy da sana dosdoğru bir yolu
göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi
oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan
için bir veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti.

Bu ayetlerde İbrahim peygamberin uyarıya babasından başladığı ve ilk


uyarının da tevhit konusunda olduğu görülmektedir. İbrahim peygamberin babası ve
kavmine yaptığı bu uyarılara Kur’an’da birkaç kez yer verilmiştir:

En’âm 74: Ve hani İbrahim, babası Azer’e: “Sen putları tanrılar mı


ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık
içinde görüyorum” demişti.

Ankebut 16–18: İbrahim’i de [gönderdik]. Hani o kavmine “Allah’a ibadet edin


ve O’na takvalı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır. Siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan
putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun
ki, o sizin Allah’ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin
için bir rızk vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah
yanında arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin. O’na
döndürüleceksiniz” demişti.

36
Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki bir takım
ümmetler de yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden
başka bir şey değildir.

Zühruf 26–28: Ve hani bir zamanlar İbrahim, babasına ve kavmine:


“Gerçekten ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni yaratan
ayrı... Tabii, şüphesiz ki O, beni doğru yola iletecektir” dedi.
[İbrahim] Bunu [bu sözü], ardından gelecek olanlara devamlı
kalacak bir söz yaptı. Belki onlar dönerler.

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, İbrahim peygamber, müşrik olan babası


ve kavmini makul ve mantıklı gerekçelerle uyarmıştır. Onlara görmeyen, duymayan
ve kendilerine bile hayırları olmayan nesnelere [putlara] yakarmanın, tapmanın
mantıksız olduğunu söylemiş, bu davranışları sebebiyle onları “akılsız” olarak
nitelemiş ve kınamıştır.
Uyarının İbrahim peygamberin yaptığı gibi yakın akrabadan başlaması,
Rabbimizin koyduğu bir ilkedir. Nitekim Yüce Allah, peygamberimize de bu
doğrultuda emir vermiştir:

Şuara 214: Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar.

Bu ayetlerde İbrahim peygamberin “Babacığım! Şeytana kulluk etme!”


ifadesiyle dikkat çektiği şeytan, İblis’tir. Çünkü İbrahim peygamberin babası ve
kavmi kendi ham fikirlerine tâbi olarak menfaatlerine uygun gördüklerini ölçüp
biçmeden yapmakta, kelimenin tam anlamıyla beyinlerindeki şeytana uymaktadırlar.
Bu davranış, başka ayetlerde de geçmektedir:

Nisa 117: Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve


onlar ancak inatçı şeytana yakarırlar.

Nahl 63: Allah’a yemin olsun ki, Biz kesinlikle senden önce bir takım
ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan onlara amellerini bezeyip
süslü gösterdi. İşte o şeytan, bugün onların veliysidir. Ve onlar
için acı bir azap vardır.

İBRAHİM PEYGAMBERİN UYARI ÜSLÛBU

İbrahim peygamber, babasını aklını kullanması ve kimseye faydası olmayan


şeylere ibadet etmemesi yönünde uyarır ve dosdoğru yolu göstermek üzere onu
kendisine uymaya davet ederken gayet nazik ve yumuşak bir üslûp kullanmıştır.
Onu şeytana kulluk etmeye devam etmesi hâlinde Allah’ın azabıyla karşılaşacağı
yönünde uyarırken de üslubu yine aynı olmuştur. Bu üslûp aslında tüm insanlar için
örnek teşkil eden bir üsluptur. Çünkü Rabbimiz, tebliğ ve tebyinin bu üslûpta olması
gerektiğini birçok ayette belirtmiştir:

Müzzemmil 10: Onların söylediklerine / söyleyeceklerine sabret. Ve güzelce


ayrıl onlardan.

37
Nisa 63: İşte onlar, Allah’ın kalplerinde olan şeyleri bildiği kimselerdir.
O nedenle sen onlardan uzak dur, onlara öğüt ver ve
nefislerinin içlerine beliğ [tesir edecek güzel] söz söyle!

Ta Ha 43, 44: Her ikiniz gidin Firavuna. Gerçekten o azdı. Sonra ona
yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ve haşyet duyar.

Nahl 125: Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için


konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi
yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en
iyi bilendir.

Âl-i Imran 159: İşte sen [o zaman], sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar
senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar
için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin
mi, artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül
edenleri sever.

İbrahim peygamberin burada sürekli “Babacığım, babacığım!” demesi,


babasını aşırı derecede sevdiğini ve onun azap çekmesini istemediğini
göstermektedir.

46. Ayet:

O [Babası]: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer


vazgeçmezsen, ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi,
uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]” dedi.

İbrahim peygamberin gerçekleri makul ve mantıklı bir şekilde anlatmasına,


hatta yalvararak uyarmasına rağmen babası onu tehdit etmiş ve yakınından
kovmuştur.

47, 48. Ayetler:

O [İbrahim]: “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.


Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk
ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime
yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum” dedi.

Babasının bu kaba davranışına karşılık İbrahim peygamber ona ilâhî ilkeler


çerçevesinde mukabele etmiştir. İbrahim peygamberin bu tutumu, Kur’an’da birçok
ayette tavsiye edilen ve Furkan suresinde de “Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki”
başlığı altında sıralanmış olan özelliklerdendir:

Furkan 63: Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki; onlar, yeryüzünde


tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman
“selâm!” derler.

38
Kasas 55: Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve
“Bizim işlerimiz bizim için, sizin işleriniz de sizin içindir. Size
selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.

49, 50. Ayetler:

Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından


ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik.
Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir
doğruluk dili kıldık.

Yüce Allah, İbrahim’in (as) bir hanif olarak gösterdiği gayretler karşılığında
ona kendisi gibi “peygamberlik” rütbesiyle onurlandırdığı evlâtlar ve torunlar ihsan
etmiş, onları saygın, hayırla, doğrulukla anılan kişiler kılmıştır. Bu ayetlerin bir
diğer mesajı da “Allah’a yönelen ve itaat eden samimî kullara nimetler bahşedileceği
ve onların hiçbir zaman kayba uğramayacakları” mesajıdır.
Bu ayette kısaca değinilmiş olaylar, Saffat ve Şuara surelerinde ayrıntılı olarak
anlatılmıştır:

Saffat 83–112: Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.


Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
Hani o, babasına ve toplumuna “Siz neye kulluk ediyorsunuz?
Allah’ın astlarından bir takım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz?
Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti.
Hemen o [İbrahim] yıldızlara bir göz attı da “Şüphesiz ben
hastayım” deyiverdi.
Bunun üzerine ondan gerisin geri dönerek geri çekildiler.
O da onların ilâhlarına sokulup “Yemez misiniz? Neyiniz var
ki, konuşmuyorsunuz?” dedi.”
Hemen sağ eliyle bir vuruşla sokuldu.
Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz
yüze geldiler.
O [İbrahim]: “Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır” dedi.
Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahime koyun.”
dediler.
Onlar ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları
aşağılıklar kılıverdik.
O [İbrahim]: “Kuşkusuz ben Rabbime gideceğim, O bana yol
gösterecek; Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet!”
Bunun üzerine Biz İbrahim’e yumuşak huylu bir delikanlı
müjdeledik.
Ne zaman ki o [çocuk] onunla birlikte koşacak duruma / iş
tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrahim] “Oğulcuğum! Ben,
uykuda şüphesiz seni boğazladığımı görüyorum. Bak bakalım
sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. (Oğlu cevaben)
“Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni
sabredenlerden bulacaksın” dedi.

39
Sonra ne zaman ki ikisi de teslim oldu ve [İbrahim] onu alnı
üzere yatırdı.
Biz de ona seslendik: “Ey İbrahim! Sen rüyayı kesinlikle
onayladın.” [Ey İbrahim rüyanda görüp de yapmaya teşebbüs
ettiğin iş tamam oldu. Oğlunu kesme, bırak.] Biz muhsinleri /
güzel düşünenleri ve güzel davrananları işte onun gibi
karşılıklandırırız / ödüllendiririz. [Güzel düşünenleri ve güzel
davrananları İbrahim’e yaptığımız gibi, kötülük yapmalarına
fırsat vermez, uyarırız, kötü işlerine engel oluruz.]
Bu [kesme işi] kesinlikle, apaçık bir belâ idi.
Ve Biz ona, bu çok büyük keseceği şeyin karşılığında bahşiş /
ödül verdik.
Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık.
Selâm olsun İbrahim’e!
İşte Biz güzellik sergileyenleri onun gibi ödüllendiririz.
Şüphesiz o bizim inanan kullarımızdandı.
Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı
müjdeledik.

Şuara 69–91: Ve onlara İbrahim’in haberini oku.


Hani o babasına ve kavmine: “Siz neye kulluk ediyorsunuz?”
demişti.
Onlar: “Bir takım putlara tapıyoruz. Onlara kulluk etmeye
devam edeceğiz” dediler.
O [İbrahim]: “Yalvarıp yakardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı,
veya size fayda veriyorlar mı, yahut zarar veriyorlar mı?” dedi.
Onlar: “Bilakis, biz babalarımızı böyle yapar bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Peki, siz ve en eski atalarınızın nelere tapmış
olduğunuzu gördünüz mü?
İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı.
O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni
yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa
verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din
günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.
Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat.
Ve beni sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl.
Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl.
Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu.
Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple
[gerçek imanla] gelenlerden başkasına fayda vermediği ve
cennetin muttakilere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin
açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!” dedi.

Bu ayetlerde İbrahim peygamberin kavminden uzaklaşmasının bildirilmesiyle


sanki peygamberimize de Mekke’den başka bir kente taşınması için bir işaret
verilmiş olmakta ve peygamberimiz zihinsel olarak hicrete hazırlanmaktadır.
Kavminden uzaklaştıktan sonra İbrahim peygambere nimetlerin bahşedilmesi ise,
hanif davranışları sebebiyle göç etmek zorunda bırakılan tüm insanlara bir ümit ışığı
olmaktadır. Çünkü onlar da İbrahim peygambere verilen nimetlere bakarak, hem
durumlarının daha iyiye döndürüleceğini hem de evlât ve torun yönünden büyük

40
mazhariyetlere nail olacaklarını umar duruma gelmektedirler. Bu noktada Eyyüb
peygamberin Sad suresindeki kıssasının da hatırlanmasında yarar vardır.

51–53. Ayetler:

Ve Kitap’ta Musa’yı da an / hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve


bir elçi, bir peygamber idi.
Biz ona en uğurlu Tur’un [dağın] yan tarafından seslendik ve onu hususî bir
konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık.
Ve rahmetimizden ona, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ihsan eyledik.

Rabbimizin sık sık insanlara hatırlatılmasını istediği ve daha önce birçok ayette
adı geçmiş olan Musa peygamber, ilk kez burada şahsiyeti ile ön plâna çıkarılmış ve
“arıtılıp saflaştırıldığına” dikkat çekilmiştir. Musa peygamberin şahsiyeti hakkındaki
bilgiler, Kasas/34, Ta Ha/9–97 ve Şuara/10–16. ayetlerde daha ayrıntılı olarak
verilmiştir.

TUR

Bu sözcükle ilgili olarak Tin suresinde yaptığımız açıklamayı burada tekrar


sunuyoruz:
“‫طور‬ّ ‫ ال‬Et-tûr” sözcüğünün aslı “temel” demektir. Araplar evin temeline “‫طور‬
‫الّدار‬ tavaru’d-dar” demektedirler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk
temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara
temeli [tavr] de kapsar. Nitekim Türkçede “kademe”, “aşama” sözcükleriyle ifade
edilen “‫ طور‬tavr” sözcüğü, Nuh suresinin 14. ayetinde “‫ وقد خلقناكم اطككوارا‬ve kad
haleknaküm etvara [sizi aşama aşama yarattık]” ifadesinde de bu anlamda
kullanılmıştır.
“Temel” anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan “tur” sözcüğü,
daha sonra “dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur
olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı
“tur” sözcüğünün genel anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise
Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Gerçekten de “tur” sözcüğü, Kur’an’da yer aldığı ayetlerde Musa peygamberin
vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara 63, 93, Nisa 154, Meryem
52, Ta Ha 80, Müminun 20, Kasas 29, 46, Tur 1, Tin 2).
Bizim görüşümüze göre de Musa peygambere Allah tarafından ilk hitabın
yapıldığı dağın adı olan “Tûr” sözcüğü, “Sina, Sena” gibi sözcüklerle
birleştirildiğinde “Sina Dağı” anlamına gelmektedir.

“Resul” ve “Nebi” sözcükleriyle ilgili olarak yaptığımız geniş bir açıklama


A’râf suresinde bulunmaktadır. Özet olarak tekrarlamak gerekirse; bu iki sözcük
arasında bir fark yoktur. Kur’an bu iki ismi kesin bir şekilde birbirinden ayırmamış,
aynı şahıs için bir yerde “Resul”ü, başka bir yerde “Nebi”yi kullanmıştır. Bazen de
her iki isim bir kişi için kullanılmıştır. Bununla birlikte bazı yerlerde de sanki
aralarında teknik bir anlam farkı varmış gibi kullanılmışlardır fakat bu farkın ne
olduğu açıkça ortaya konmamıştır.

41
Rabbimiz İsa peygamber ile ilgili ifrata ve tefrite kaçan anlayışları bertaraf
etmek için diğer peygamberlerin de tanıtımını yapmaktadır. Böylece Rabbimizin
vahyi ile muhatap olanın sadece İsa peygamber olmadığı ve vahye muhataplığın
kişiden kaynaklanmayıp bizzat Allah’ın elinde olduğu bildirilmiş olmaktadır.

54, 55. Ayetler:

Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir
peygamberdi.
Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı emrederdi.
Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.

Daha evvel Sad suresinin 48. ayetinde “İsmail’i, Elyasa’yı, Zülkifl’i de an.
Hepsi de hayırlı kimselerdendir” denilmek suretiyle iyilerden olduğu bildirilen
İsmail peygamber, Kur’an’da ikinci defa bu ayetlerde anılmaktadır. Dikkat edilirse
elçiler kronolojik bir sıralamayla anılmamışlardır. Rabbimiz, sözünde duran, elçi
olan, ehline salatı ve zekâtı emreden, örnek bir kişi olarak tanıttığı İsmail
peygamberden hoşnut olduğunu bildirerek onun bu güzel niteliklerle anılmasını ve
başkalarına da hatırlatılmasını istemektedir.
İsmail peygamberin sözünde duran birisi olduğu Saffat suresinin 102. ayetinde
de vurgulanmıştır:

Saffat 102: … “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni


sabredenlerden bulacaksın.” …

İsmail peygamberin sözüne sadık oluşunun sahip olduğu niteliklerin en


başında sayılması, söze sadakatin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Nitekim sözden dönmek Kur’an’da “Kebair”den [büyük günahlardan] biri sayılmış
ve sözünden dönenlerin hem dünya hem ahiret hayatlarında cezalandırılacakları
bildirilmiştir:

Saff 2–3: Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?


Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında gazap
bakımından büyüdü [büyük bir suç / günah olarak belirlendi].

Tövbe 75–78: Ve Onlardan “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka


bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye
Allah’a söz verenler vardır.
Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik
ederler ve yüz çevirerek geri dururlar.
Sonunda Allah’a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve
yalan söyledikleri için, O da kendisiyle karşılaşacakları güne
kadar kalplerinde sürüp gidecek bir münafıklık yerleştirdi.
Şüphesiz Allah’ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip
durduğunu ve şüphesiz Allah’ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi
bilicisi olduğunu bilmediler mi?

İsmail peygamberin bir diğer niteliği olarak bildirilen “salâtı [namazı / sosyal
desteği] ve zekâtı emretmek” de yine bu davranışın sosyal yaşamdaki önemini
göstermektedir. Bu davranışın, kişilerin maddî ve manevî kurtuluşlarını sağladığı,

42
onların dünyada ve ahirette mutlu olmalarına yol açtığı başka ayetlerde de
bildirilmiştir:

Ta Ha 132: Ve ehline salâtı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz
senden bir rızk istemiyoruz. Seni Biz rızklandırıyoruz. Akıbet
takva içindir.

Tahrim 6: Ey inanmış olan kişiler! Kendinizi ve ehlinizi [yakınlarınızı],


yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Onun
üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri
yapan çetin ve kaba melekler vardır.

Konumuz olan ayetlerde İsmail’in (as) de peygamberimiz gibi önce yakın


çevresine uyarıda bulunduğu görülmektedir.
Ayetin sonundaki “O Rabbin katında hoşnutluğa ermişti” ifadesiyle İsmail
peygamberin Allah nezdindeki konumu bildirildiği gibi, “Kim İsmail gibi sözüne
sadık olur, yakınlarına salâtı ve zekâtı emrederse Allah’ı memnun eder” mesajı da
verilmektedir.

56, 57. Ayetler:

Ve Kitap’ta İdris'i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir peygamberdi.


Ve Biz onu yüce bir mekâna yükselttik.

İdris peygamber Kur’an’da ilk kez burada anılmakta olup bir kez de Enbiya
suresinde anılacaktır.
Ayetten öğrendiğimize göre, İdris peygamber de sözünde duran, içi dışı doğru
bir kişi ve bir elçiydi. Yaptığı kulluk sonucunda Rabbi tarafından yüksek bir
mertebeye yükseltilmişti. Bu yüksek mertebe, bize göre, peygamberlik rütbesi ve
İsmail peygamberin de ulaştığı Allah’ın hoşnutluğu mertebesidir. İsrailiyatın
etkisinde kalan birçok müfessir, İdris peygamberin yükseltildiği mertebeyi onun
canlı olarak göklere çıkarıldığını, sonra da cennete yerleştirildiğini anlatan nakillerle
açıklamışlardır. Rivayetlerdeki uydurmalar zaman içinde daha da abartılarak “Kırk
Sual” ismiyle şöhret olan kitapta efsaneleştirilmiştir. Bu hikâyelerde İdris
peygamberin adı Tevrat’ta geçen “Hanok” olduğu ileri sürülmüştür. Tevrat
Honak’tan şu cümlelerle bahsetmektedir:

18- Yeret yüz altmış iki yaşındayken oğlu Hanok doğdu.


19- Hanok'un doğumundan sonra Yeret sekiz yüz yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu.
20- Yeret toplam dokuz yüz altmış iki yıl yaşadıktan sonra öldü.
21- Hanok altmış beş yaşındayken oğlu Metuşelah doğdu.
22- Metuşelah'ın doğumundan sonra Hanok üç yüz yıl Tanrı yolunda yürüdü. Başka oğulları,
kızları oldu.
23- Hanok toplam üç yüz altmış beş yıl yaşadı.
24- Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu, çünkü Tanrı onu yanına almıştı.
(Tekvin; 5. Bab, 18-24. Cümleler)

İdris peygamberin canlı olarak göğe, cennete çıkışından başka, onun ilk yazıyı
yazan, ilk dikiş diken, ilk hesap yapan ve ilk silâh kullanan kişi olduğuna dair de
hikâyeler düzülmüştür:

43
“ … İbn Abbas (r.a), Ka'bu'l-Ahbar'dan ‘Biz onu pek yüce bir yere yükselttik’ ayetini sormuş,
o da şöyle demiştir: ‘İdris (a.s)'e, meleklerden bir arkadaşı geldi. Hz. İdris (a.s) ondan ölüm meleğiyle
konuşmasını ve canını almayı tehir etmesini istedi. Bunun üzerine bu melek, onu iki kanadı arasına
alıp göklere yükseltti. Birden, orada ölüm meleği ile karşılaştılar. Bunun üzerine ölüm meleği o
meleğe: ‘Bana görev verildi ve Hz. İdris'in (as) canını dördüncü kat semada al!’ diye emir verildi.
Ben de ‘O yeryüzünde iken bu nasıl olur?’ diyordum. Hz. İdris (a.s) bunu duyar duymaz dönüp baktı.
Ölüm meleği de onu görüp hemen orada ruhunu aldı.’ Bil ki, Allah Teâlâ onu göklere yükselttiğini
beyan buyurarak methetmiştir. Çünkü adet, göklere ancak kadrü kıymeti yüce olan kimsenin
yükseltilmesi şeklinde cereyan etmiştir.” (Razi; Meryem; 57)

İdris peygamber ile ilgili dikkat çekici bir ansiklopedi yazısı da şudur:

HZ. İDRİS (A.S)

Hz. İdris, Hz. Şit Aleyhisselâm’ın torunlarından bir peygamberdir. Kendisine 30 suhuf kitap
verildi. Asıl adı Ahnuh [Hanuh]’dur. Kur'an-ı Kerimde, çok kitap okuduğu için ona İdris lakabı
verilmiştir. Ayrıca, kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için “Müselles bi’n-ni'me
[kendisine üç nimet verilen]” de denilmiştir. İdris Aleyhisselâm'ın Babil veya Mısır'da Münif'de
doğup yaşadığı rivayet edilmiştir. Babasının ismi Yerd'dir. Annesinin ismi Berre veya Esvet'tir.
Kendisi Adem Aleyhisselâm’ın altıncı göbekten torunudur. Adem’e (a.s) kadar olan nesebi şöyledir:
İdris (a.s), Yerd, Mehlail, Kinan, Enus, Sit (a.s), Adem (a.s). İdris Aleyhisselâm’ın pek çok evladı
olmuştur. Bunlardan en meşhuru Metüselah'dir, çünkü Resulullah efendimizin nuru İdris
Aleyhisselâm’dan sonra ona geçmiştir. Adem Aleyhisselâm'ın oğlu Kabil'in evladından olan bir
topluma peygamber gönderilmiştir. Cebrail Aleyhisselâm dört defa gelip ona Allah'ın emir ve
yasaklarını bildirmiştir. İdris Aleyhisselâm’ın bunları insanlara 105 veya 120 sene bildirdiği rivayet
edilmiştir. Kendisine verilen birçok mucizelerden bazıları, ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu
bilmesi, havadaki bulutlara çekilmeleri için emir verebilmesi ve kendisinden sonra gelecek olan
peygamberleri haber vermesi idi. İnsanlara peygamberimizin vasıflarını ve kendisinden sonra vuku
bulacak olan Nuh tufanını anlatmıştır. Ama ne yazık ki, kendisine çok az kişi itaat etmiştir. İdris
Aleyhisselâm 72 dil konuşurdu ve her kavmi hak dine kendi dili ile davet etmiştir. Kendisi 100 şehir
kurmuştur. İnsanlara çok ilimler öğretmiştir. Bunlardan bazıları fen, tıp, astronomi ve daha nice ince
ve derin ilimlerdir. Kendisi kalem ile yazan ve iğne ile diken (bunun için ona terzilerin piri de
denilmiştir) ilk insandır. Bunlar tabii ki Allah'ın ona bir ihsanıdır. Yeryüzünün meskûn [yerleşilmis]
yerlerini dört bölgeye ayırıp her birisine bir vekil tayin etmiştir. Bir müddet sonra Aşure gününde
göğe kaldırıldı: “Kitapta İdris'i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün
bir makama yücelttik.” (El-Meryem, 56-57). Bir rivayete göre eski Yunanlılar ve daha sonra gelen
feylezoflar, fizik, kimya ve tıp ilimlerini İdris Aleyhisselâm’ın kitaplarından almıştır. İdris
Aleyhisselâm hakkında dört ayet [Meryem; 56-57; Enbiya 85-86] inmiştir. Allahü Teala mübarek
Kur'an-i Kerim'de: “İsmail'i, İdris'i ve Zülkif'i de [yadet]. Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları
rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdi” (El-Enbiya/85-86) buyurmuştur.
Peygamberimiz Muhammed (s.a.s) de bir hadis-i şerifinde: “Ben [Mirac gecesinde] dördüncü kat
semada [gökte] İdris (as) ile karşılaştım. Cibril bana: ‘Bu gördüğün İdris'dir. Ona selâm ver!’ dedi.
Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra bana: ‘Merhaba salih kardeş,
salih peygamber!" dedi” buyurmustur. (Buhari, Müslim) (Peygamberler Tarihi Ansiklopedisi,
c:1, Hakikat Kitapevi)

58. Ayet:

İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve


İsrail'in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden
Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine
Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet
göstererek] yere kapanırlardı.

Bu ayette, adı anılan peygamberlerin soyları bildirilerek onların hem Allah’ın


nimetlerine mazhar olan, hem de Allah’a karşı bilinçle saygı gösteren kimseler
oldukları ifade edilmiştir.

44
Ayette adı geçen peygamberler ile surede haber verilen diğer peygamberlerin
soy ilişkisi aşağıdaki gibidir:
- Âdem’in soyundan İdris (as),
- Nuh’un (as) soyundan İbrahim (as),
- İsrail’in [Yakub’un] (as) soyundan da Musa (as), Harun (as), Zekeriyya (as)
ve İsa (as) gelmiştir.
Allah’ın ayetleri okunduğunda O’nu tanıyan bilinçli her insanın göstermesi
gereken tavır, secde ederek yere kapanmaktır. Duyarsızlar ise ayetleri görmezden
gelirler:

İsra 107–109: De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha
önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] kendilerine
okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek]
çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz.
Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an]
onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.

Secde 15–17: Gerçekten Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği


zaman secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanan ve
Rabblerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar
inanırlar.
Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümit içinde
Rabblerine dua ederler ve kendilerini rızklandırdığımız
şeylerden infakta bulunurlar. Verdiğimiz rızklardan bağışlarlar.
Ki kişi, kendileri için yaptıklarına karşılık gözler aydınlığı
olacak şeylerden gizlenmiş olan şeyleri bilmez.

59–63. Ayetler:

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı / sosyal desteği
kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan
dolayı tövbe eden ve iman eden ve salihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının
cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tövbe eden, iman eden ve salihi
işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vaat ettiği Adn
cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır.
Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır.
Onlar orada boş bir söz işitmezler. Ancak “Selâm” işitirler. Orada onlar için
sabah akşam [her zaman] rızkları da vardır.
İşte bu, kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz
cennettir.

Bu ayet gurubunda, Allah’ın nimetler verdiği o salih kişilerden sonra gelen yoz
kuşakların imanı, salihatı işlemeyi ve salâtı / sosyal desteği hayatlarından çıkarıp
attıkları ve tutkularının esiri oldukları; bu sebeple de ceza gördükleri ve görecekleri
vurgulanmakta, ayrıca yanlıştan dönenlere de cennetin verileceği bildirilmektedir.
“Salâtın / sosyal desteğin kaybedilmesi” ifadesi çoğu zaman yanlış anlaşılmış
ve bu ifadeye dayanılarak bir vakit namaz bile geçirenler cehennem ile tehdit

45
edilmişlerdir. Hâlbuki ayette “zayi ettiler” buyrulmuştur. “Zayi’” sözcüğü “bir şeyin
elden çıkması, kaybetme” demektir. Zayi etmenin “geçirmek” anlamındaki “fevt”
sözcüğü ile hiçbir alâkası yoktur.
Salâtın zayi edilmesi onun hayattan çıkarılıp atılması anlamına gelir ki, bu da
kâfirlik demektir. Nitekim 60. ayette “Bundan dolayı tövbe eden ve iman eden ve
salihi işleyenler hariç” denilerek salâtı hayatlarından çıkarıp atanlardan tövbe
etmeleri, imana gelmeleri ve salihi işlemeleri istenmiştir. İmana davet ancak kâfirler
için söz konusu edilebilir. Mümin bir kişinin imana davet edilmesi anlamsızdır.
Dolayısıyla burada imana davet edilenler namaz vaktini geçiren müminler değil,
salâtı hayatlarından çıkarıp atmış olan kâfirlerdir. Eğer salâtın zayi edilmesini
“namazın vaktinin geçirilmesi” olarak anlamak ve çevirmek, namazı vaktinde
kılamayan Müslümanları korkutmak ve onları daha duyarlı olmaya teşvik amacıyla
yapılıyorsa, bu, kaş yaparken göz çıkarmak anlamına gelir. Çünkü iyi maksatla da
olsa, ayetin anlamını bozmak doğru olamaz.
Önceleri inanmış ve salihat işler bir durumda iken sonradan yozlaşarak
kâfirleşmiş toplumların durumu Hadid suresinde de dile getirilmiştir:

Hadid 16: İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ı anmak
ve Hakk’tan gelen için ürpersin de, daha önce kendilerine kitap
verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş, dolayısıyla
kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da
yoldan çıkmıştır.

62. ayette geçen “sabah akşam” deyimi, daha önce de belirttiğimiz gibi “bir
sabah bir akşam” anlamında olmayıp “daima, her zaman” anlamındadır.

CENNET ORTAMI

Rabbimiz 61. ayette Adn cennetlerini iman eden ve salihatı işleyenler için vaat
etmiş, orada bulunanların en küçük bir haksızlığa bile uğramayacaklarını
bildirmiştir. 62. ayette ise cennet ortamını ve lütfedeceği nimetleri “Onlar orada
boş bir söz işitmezler. Ancak ‘Selâm’ işitirler. Orada onlar için sabah akşam [her
zaman] rızkları da vardır” ifadesiyle dile getirmiştir.
“Selâm” sözcüğü “barış, sağlık, güvenlik ve esenlik” anlamındadır. Cennet
ortamında işitilecek “selam” sözü, cennet ashabının daima barış içinde, sağlıklı,
güvende ve mutlu tutulacaklarını ifade etmektedir.
Cennet ortamına dair Kur’an’da birçok ayet mevcuttur:

Vakıa 25, 26: Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler.
Sadece söz olarak; “selâm!”, “selâm!” [işitirler].

Nebe’ 31–36: Kesinlikle muttakiler için, Rabbinden bir karşılık ve yeterli bir
bağış olarak korunaklar / kurtuluş mekânları; sulak bağlar,
bahçeler, üzümler, hepsi bir seviye tomurcuklar [çiçek
bahçeleri], dolu dolu su kapları vardır. Onlar orada boş bir söz
ve yalan duymazlar.

Ya Sin 58: Söz olarak [onlara] Rahîm Rab’den “selâm” [vardır].

46
Ra’d 21–24: Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler.
Rabblerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rabblerinin rızasını kazanmak arzusuyla
sabretmişler, namazı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz
rızklardan gizli ve açıkça infak etmişlerdir. Ve onlar
çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun
akıbeti; Adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar,
atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [Adn
cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına
girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu
yurdun sonu ne güzeldir!”

Zümer 73, 74: Rabblerine karşı takvalı olanlar da cennete bölük bölük sevk
edildi. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açıldı ve
bekçileri onlara: “Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak
içinde kalmak üzere haydi girin oraya!” dediler.
Ve onlar da “Hamd olsun o Allah’a ki, bize vaadini doğru
çıkardı ve bizi cennet arzına vâris kıldı. Cennette istediğimiz
yerde oturuyoruz” dediler. -Yapıp edenlerin ödülü ne güzeldir!-

64, 65. Ayetler:

Biz yalnızca Rabbinin emri ile ineriz. Önümüzdeki ve ardımızdaki [bütün


geçmiş ve gelecek şeyler] ve bunların arasındakiler yalnızca O’nundur. Ve
senin Rabbin unutmuş değildir.
O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Öyleyse, O’na ibadet et ve
O’na ibadet etmekte sabırlı ol. Hiç sen O’nun ismiyle isimlenen birini bilir
misin?

Bu ayetler ile önceki ve sonraki ayetler arasında herhangi bir bağlantı


kurulamaması sebebiyle klâsik tefsirlerde 64. ayetteki “Biz … ineriz” ifadesinin
kime ait olduğu konusunda farklı izahlar yapılmıştır. Ancak bu izahlarla ne konuya
makul ve mantıklı bir cevap getirilebilmiş, ne de ayetler iyi anlatılabilmiştir.
Kimine göre bu ayetlerin özel bir nüzûl sebebi vardır ve ayetleri anlayabilmek
için bu iniş sebebinin bilinmesi gerekmektedir. İniş sebebi olarak kaydedilen olay
şöyledir:
“Kureyşliler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarını sormaları ve onun, kitaplarında bulunup
bulunmadığını öğrenmeleri için Medine Yahudilerine beş kişi göndermişti. Bu hususu Hıristiyanlara
sorduklarında Hıristiyanlar onu duymadıklarını iddia ettiler. Yahudiler ise şöyle dediler: "Biz onu
kitabımız Tevrat'ta bulmaktayız. İşte şimdi, onun gelme zamanıdır. Biz, kendisine "Rahmanu'l-
Yemame" diyen kişiye üç hususu sorduk, ama bilemedi. Binaenaleyh, siz bunları o Muhammed'e
sorun. Eğer o, size bunlardan ikisini haber verirse, o zaman ona uyun. Ona, Ashâb-ı Kehf'in
delikanlılarını, Zülkarneyn'i ve Nuh’u sorunuz." Ravi sözüne devamla şöyle der: "Onlar geldiler, Hz.
Muhammed [s.a.s]'e bunları sordular. Fakat o, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Derken onlara daha
sonra cevap vereceğini söyledi, fakat burada "inşaallah" demeyi unuttu. İşte bunun üzerine kendisine
40 gün vahiy gelmedi. Bu sürenin 15 gün olduğu da söylenmiştir. Bu kısım, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
çok ağır geldi. Müşrikler, Rabbinin Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalnız bıraktığını ve öfkelendiğini
söylemeye başladılar. Bunun üzerine, Cebrail (a.s) indi. Hz. Peygamber (s.a.s) Cebrail (a.s)'e
"Geciktin, neredeyse sû-i zanna kapılacaktım. Seni özledim" dedi. Cebrail de: "Ben de seni özledim;
ne var ki ben emre uyan bir kulum. Gönderildiğimde geliyorum, alıkonulduğumda da gelemiyorum"
diye cevap verdi.” (Razi; Mefatihu’l-Gayb)

47
Kimisi bu ayetleri şöyle açıklamıştır:

Ayetteki "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" ifadesi, cennetlikler tarafından
söylenmiş bir söz de olabilir. Buna göre ayetin manası: "Biz cennete ancak senin Rabbinin emriyle
gelir ve konaklarız. Bizim önümüzde yani gelecekte cennette olanlar ile bizim dünyada iken arkada
bıraktığımız şeyler ve bu iki vakit arasında bulunanlar O'na aittir. Rabbin, yarattığı hiçbir şeyi de
unutmaz ki, böylece onu yeniden hayata döndürmeyi ihmal etsin. Çünkü O, gaybı bilendir. Zerre dahi
ondan gizli kalamaz" demektir. (Ebu Müslim)

Mevdudî gibi kimileri, gerçek manasından hareketle ayetlere aşağıdaki şekilde


bir açıklama getirmiş ve bu açıklamalarına İbn-i Cerir, İbn-i Kesir ve Ruhu’l-
Meani’de nakledilen bazı zayıf rivayetleri destek göstermiştir:
“Bu konu bitip diğeri başlamadan araya sıkıştırılmış parantez içi bir konudur. Bundan
anlaşılacağı üzere bu sure uzun bir aradan sonra nazil olmuştur. O dönemde Hz. Peygamber [s.a] ve
ashabı çok zor günler geçiriyor ve kendilerine yol gösterip, teselli edecek bir vahiy gelmesini
bekliyorlardı. Cebrail [a.s] bu vahyi meleklerle birlikte getirdiğinde, mesajın sadece çok acilen
gerekli olan kısmını aktardı. Daha sonra devam etmeden önce, Allah'ın izni ile vahyin gecikmesinin
nedenini onlara açıklamak, Allah tarafından teselli etmek ve sabır tavsiye etmek için, bu sözleri
ekledi.”

Merhum Elmalılı gibi kimileri de Kur’an’dan onay almayan nakillere


dayanarak aşağıdaki şekilde bir açıklama yapmışlardır:

"Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz." Buradaki vav harfi istinafiye vav’ıdır. Yani bir
soruya cevaptır ki, bu soru ayetin iniş sebebinden anlaşılıyor. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî,
Nesaî ve daha birçok kişi rivayet etmiştir ki, "Resulullah (s.a.v): 'Ey Cebrail! Senin bizi [şimdiki
mutad] ziyaretinden daha çok ziyaret etmeye engel nedir?' demişti de bu ayet nazil oldu. Demek ki bu
ayet Cebrail'in o soruya verdiği cevabı anlatmaktadır. Nüzul sebebi ile ayetin bizzat taşıdığı anlam
buna delil olabileceği gibi, surenin baş tarafında [19/17] diye Cibril'in zikri geçmiş olmasından
dolayı, biraz önce de hatırlattığımız gibi fasılasının tekrarıyla nazar-ı dikkatin oraya çekilmesi de
buna ince bir işaret olmuştur.”

64. ayetteki “Biz … ineriz” ifadesi fetrete, yani vahyin kesildiği bir dönemin
varlığına yorularak bu konuda pek çok rivayet uydurulmuştur. Fakat gerek yukarıda
örneklerini verdiğimiz türde yapılmış açıklamalar, gerekse bu konuyla ilgili olarak
uydurulmuş rivayetler, konumuz olan ayetlerin yapısına ve Kur’an’ın genel
anlayışına uymamaktadır.
Bize göre burada bir parantez açılmış ve “İntak” sanatı sergilenmiştir. Bu sanat
edebiyatta konuşma yetisi olmayan bir şeyi konuşturmak suretiyle icra edilir. Burada
konuşturulan Kur’an ayetleridir; vahydir. Yani, “biz” zamiri ile başlayan ifadeyi
Kur’an ayetleri dile getirmiştir. Bu sanat Kur’an’da yüzlerce kez kullanılmış olup
Kur’an’ın dile getirilmesinin iki örneği Hud ve Zariyat surelerindedir:

Hud 1–4: Elif lam ra. [Bu] Allah’tan başkasına kulluk etmeyin diye
ayetleri hikmet içertilmiş / bozulması engellenmiş ve de
Hakiym [hikmetler koyan], Habir [her şeyden haberdar olan
Allah] tarafından detaylandırılmış bir kitaptır: Şüphesiz ben
sizin için O’nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve
Rabbinize istiğfar edin [bağışlanma isteyin], sonra O’na tövbe
edin ki, sizi adı konmuş bir süreye kadar güzelce yararlandırsın.
Ve her fazilet sahibine lütfunu versin. Ve eğer yüz çevirirseniz,

48
ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım.
Dönüşünüz yalnızca Allah’adır. Ve O her şeye gücü yetendir.

Zariyat 50, 51: Öyleyse Allah’a kaçın. Şüphesiz ki ben, sizin için O’ndan
apaçık bir uyarıcıyım. Ve Allah ile beraber başka bir tanrı
kılmayın [oluşturmayın]. Şüphesiz ben sizin için O’ndan apaçık
bir uyarıcıyım.

Sonuç olarak, burada inen, indirilen, uyarıcı ve müjdeci olan, kısacası bunları
söyleyen Kur’an ayetleridir.

66, 67. Ayetler:

Ve o insan “Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten diri olarak çıkarılacak


mıyım?” diyor.
Ve o insan, daha önce o hiçbir şey değilken gerçekten Bizim kendisini
yarattığımızı düşünmez mi?

Diğer surelerde olduğu gibi, surenin bu bölümünde de din gününe inanmayan


insan tipi ele alınıp onlara akıllarını kullanmaları ve kendilerini kurtarmaları uyarısı
yapılmaktadır.
Ayetteki “el insan” sözcüğü tekil ve belirtili olduğundan, bu sözcükle belli bir
kişinin kastedilmiş olması muhtemel olmakla birlikte, sözcükteki “el” takısını
istiğrak anlamında alarak bu ifade ile tüm inançsızların kastedildiğinin anlaşılması
da mümkündür.
Esbab-ı Nüzul kayıtlarında bu ayetlerdeki “ ‫النسككان‬el insan” sözcüğüyle
kastedilen insanın Ubey b. Halef el-Cumahî olduğu nakledilmiştir. Bu insan
gerçekten Ubey b. Halef el-Cumahî bile olsa, bize göre buradaki uyarı onun
şahsında Rabbini tanımayan, öldükten sonra dirilmeye, yeni bir yaratılışla
yaratılmaya inanmayan tüm anlayışsızlara yapılmıştır.
Rabbimiz bu kişi veya kişiler tarafından ileri sürülen tezi Kur’an’da birçok kez
nakletmiş ve reddetmiştir:

Ya Sin 77–80: Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan]
yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır
[düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme
yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş
iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O her
yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş
yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.

Ra’d 5: Ve eğer şaşıyorsan, asıl şaşırtıcı, onların “Biz toprak olunca mı,
biz gerçekten yeni bir yaratılışta mıyız?” sözleridir. İşte bunlar
Rabblerini inkâr etmiş kimselerdir. Ve işte bunlar, boyunlarında
demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar, ateşin ashabıdırlar,
onlar orada sürekli kalıcıdırlar.

49
68–72. Ayetler:

Bunun için Rabbine ant olsun ki; Biz onları ve şeytanları mutlaka
haşredeceğiz. Sonra onları dizleri üzerine çökmüş hâlde cehennemin dış
kenarında [mahşer alanında] mutlaka hazır bulunduracağız.
Sonra her gruptan, Rahman’a karşı kafa tutmada daha şiddetli davrananlar
hangi kimlerse, onları mutlaka ayıracağız.
Sonra elbette ki Biz, oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu daha iyi
biliriz.
Ve Rabbinin üzerine almış olduğu kesinleşmiş bir hüküm olarak, içinizden
oraya [cehennemin dış kenarına, mahşer alanına] uğramayacak hiç kimse
yoktur.
Sonra Biz, takva sahibi olmuşları kurtarırız. Zalimleri de orada [cehennemin
dış kenarında, mahşer alanında] dizleri üzerine çökmüş hâlde bırakırız.

Bu ayet gurubunda insanların haşr esnasında ne ile karşılaşacakları


bildirilmektedir. Allah’ın bu bildirime yemin ile başlaması, yapılan açıklamaların ne
kadar ciddî olduğunu göstermektedir. Buna göre, peygamberler de dâhil olmak üzere
tüm insanlar, şeytanlarıyla [kendi iblisleriyle] birlikte, cehennemin dış kenarında
bulunan mahşer alanında toplanılacaktır. Peygamberler de dâhil herkesin bu
toplanmada hazır bulunacağı, 71. ayetteki “Oraya uğramayacak hiç kimse yoktur”
ifadesinden anlaşılmaktadır. Cehennemin dış kenarındaki bu toplanma Rabbimize
hesap vermek için olacak, takva sahipleri bir an evvel oradan kurtarılıp cennete
gönderilirken, müşrikler orada diz üstü, perişan bir hâlde azap çekmeye
başlayacaklardır. Müşriklerin daha cehenneme bile girmeden orada azap çekmeye
başlamaları dikkat çekicidir.
Haşre dair Kur’an’da pek çok ayet vardır:

Saffat 22, 23: Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış


oldukları şeyleri. [Toplayın da] İletin onları cahimin
[cehennemin] yoluna doğru.

Casiye 28: Ve her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi
kitabına çağırılır: “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı
size verilecektir.”

Zümer 31: Sonra siz kesinlikle kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda


tartışacaksınız.

Haşr, Allah’ın kesin olarak aldığı, asla değişmez bir karardır. Ne var ki, bu
ürpertici tablo müminleri asla korkutmamalıdır. Çünkü Yüce Allah müminlerin
mahşer alanında güvende olacaklarını bildirmektedir:

Enbiya 101, 102: Şüphesiz tarafımızdan kendilerine güzellik hazırlanan kimseler;


işte onlar ondan [cehennemden] uzaklaştırılmışlardır.
Onlar, onun [cehennemin] uğultusunu duymazlar. Onlar,
nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar.

50
Neml 89: Kim iyilik ve güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden]
daha hayırlısı vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende
olanlardır.

Rabbimizin ifadeleri gayet açık olmasına rağmen Müslüman ve müminlerin


zihinlerinde bu konudaki Kur’an ayetlerine aykırı düşen yanlış bir anlayış yerleşmiş,
bu anlayış zamanla genel geçer bir inanç haline dönüşmüştür. Bu anlayışa göre;
bütün insanlar dünyada işlemiş oldukları günahları sebebiyle önce cehenneme
atılacaklar ve orada belli bir süre azap çektikten sonra günahlarından arınmış olarak
cennete gireceklerdir. Dirayetsiz müfessir ve mealciler ile “öncekiler”i körü körüne
izlemeyi ilim yapma zanneden taklitçi ulema tarafından aslı astarı olmayan
rivayetlere dayandırılarak topluma yerleştirilen bu inanç, Kur’an’a tamamen ters ve
maalesef Yahudi zihniyetine uygun bir inançtır.
“Haşr”, “Cehennem” ve “Günahkâr Müslümanların Ahiretteki Hali” konuları
ile ilgili geniş açıklamamız, A’raf suresinin tahlilinin sonunda sunulan “Cehennem
İle İlgili Meseleler” başlıklı yazımızdadır.

73. Ayet:

Ve ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman, o inkâr etmiş olan kişiler,


iman etmiş olan kişilere; “Bu iki zümreden [mümin ve kâfirlerden] hangisi
makam mevki bakımından daha iyi, düşüp kalktığı kimseler [örgütler]
bakımından daha güzeldir?” dediler.

Bu ayette, Kur’an ayetleri karşısında onlara inanmak yerine, Allah’ın elçisine


uyanlara karşı tez ileri süren inkârcıların sözleri dile getirilmiştir. İnananların
dikkatini onlar ile kendi aralarındaki makam mevki farklarına çeken inkârcılar,
zımnen şöyle demektedirler: “Kimin daha güzel ve büyük evleri var? Kimin hayat
standartları daha yüksek? Kimin daha muhteşem ve şaşaalı meclisleri var? Eğer siz
bütün bunlardan mahrum, biz ise onların hepsine sahip bir durumda isek, çok mutlu
bir dünya hayatı yaşayan bizler mi, yoksa fakir ve zavallı bir hayat yaşayan sizler mi
doğru yolda sayılırsınız? Buna karar verin.”
Güdük akıllı inkârcıların bu tezleri Kur’an’da değişik yerlerde birkaç kez
gündeme getirilerek çürütülmüştür.
Bu abes tezlerin ayrıntılı bir örneği de karşımıza Kehf suresinde çıkacaktır.

Ahkaf 11: Ve inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş kişiler için “Eğer bir
hayır olsaydı onlar, bizim önümüze geçemezlerdi” dediler.
Bununla doğru yola varamayınca da “Bu eski bir uydurmadır”
diyeceklerdir.

Şuara 111: Onlar “Sana düşük kimseler uyarken, biz sana inanır mıyız?”
dediler.

En’âm 53: Ve Biz, “Allah aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?”


desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile fitnelendirdik. Allah,
şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

74. Ayet:

51
Hâlbuki Biz, onlardan önce, mal ve gösterişçe daha güzel nice kuşakları
[asırlar halkını] helâk ettik.

Bu ayette, müminleri küçümseyen Kureyşli Firavun taslaklarına zımnen şöyle


bir hatırlatma yapılmaktadır: “Sizden daha varlıklı; daha sağlam evlere, eşyalara,
güzel manzaralara sahip olan nice kuşaklar, inkâr ve yalanlamaları sonucu yok
edildiler. Siz de bu zihniyette devam ederseniz aynen onlar gibi helâk edilirsiniz.”
Geçmiş kuşakların helâki, Kur’an’da birçok ayette konu edilmiştir:

Yunus 13, 14: Ve ant olsun ki, sizden önceki birçok kavmi, elçileri kendilerine
birçok açık belge ile geldiklerinde zulmettikleri için helâk ettik.
Zaten onlar inanacak değillerdi. İşte günahkârlar topluluğunu
Biz böyle karşılıklandırırız.
Sonra nasıl amel edeceğinize bakalım diye onların sonrasından
sizi yeryüzüne halifeler yaptık.

Zühruf 8: Sonra Biz onlardan daha güçlü olanları helâk ettik. Öncekilerin
örneği geçti de.

Kaf 36: Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice
nesilleri helâk ettik. Öyle ki, onlar beldeleri delik deşik
ediyorlardı. Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı?

Âl-i Imran 178: Sonra Biz onlardan daha güçlü olanları helâk ettik. Öncekilerin
örneği geçti de.

Ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: En’âm/6, 8, Hicr/4, İsra/17, Meryem/98, Ta


Ha/128, Şuara/208, Kasas/43, Secde/26, Ya Sin/31, Sad/3, Ahkaf/27, Kamer/51,
Hacc/45 ve Kehf/59.

75, 76. Ayetler:

De ki: “Kim sapıklık içinde olursa, Rahman ona uzattıkça uzatır [mühlet
verir]. Nihayet kendilerine vaat edileni; amma azabı, amma Saat’i [kıyametin
kopuşunu] gördükleri vakit, artık onlar kimin makamca mevkice daha şerli ve
askerce [destekçe, kuvvetçe] daha zayıf olduğunu bilecektir.
Ve Allah, hidayete erenlere kılavuzunu artırır. Ve kalıcı olan salihat, Rabbinin
katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir.”

Bu ayetlerde, daha önceki [73 ve 74.] ayetlerde konu edilen insan tiplerine
peygamberimizin neler söylemesi, hangi mesajları iletmesi gerektiği açıklanmış ve
onlara bir takım ilâhî ilkeler bildirilmiştir. Bu mesajları başka ayetlerde de görmek
mümkündür:

En’âm 110: Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri


durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları
içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.

52
Âl-i Imran 173: O kimseler ki, insanlar onlara: “Düşmanlarınız size karşı birlik
oldular, onlardan ürperin” dediklerinde, bu, onları inançça
ziyadeleştirdi ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” dediler.

Kehf 46: Mal ve oğullar, basit hayatın süsüdür. Baki [kalıcı] salihat ise,
Rabbinin katında, sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlama
yönünden de daha hayırlıdır.

Tövbe 124, 125: Ve bir sure indirildiği zaman, içlerinden bir kimse “O
[indirilmiş sure] hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat iman
etmiş kimselere gelince, o [inen sure] onların imanını
arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.
Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da
pisliklerinin içine pislik ilâve etmiştir. Ve onlar kâfir olarak
ölmüşlerdir.

76. ayette ise Kur’an’ın onları her fırsatta doğru kararlar vermeye yönelttiği,
kişilerin doğru yolu benimsemelerine yardımcı olduğu, onları kötülüklerden ve
yanlış işlerden koruduğu ve onları sürekli geliştirdiği bildirilmektedir. Hatırlanacak
olursa bu husus daha evvel Cinn suresinde de belirtilmişti:

Cinn 2: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’an
dinledik.”

77–80. Ayetler:

Peki, ayetlerimizi inkâr eden ve “Elbette mal ve çocuk verilecektir” diyen


kimseyi gördün mü?
O [inkârcı kişi], gayba muttali oldu ya da Rahman katında bir söz mü aldı?
Hayır... Hayır... [Onun zannettiği gibi değil...] Biz onun söylediği şeyleri
yazarız ve onun için, azaptan uzattıkça uzatırız. Ve o söylediği şeylere Biz
mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına gelecektir.

Daha önce 66. ayette “Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten diri olarak
çıkarılacak mıyım?” diyen insan tipi 73–75. ayetlerde de konu edilmiş ve bu
zihniyete gereken cevap verilmişti. Konumuz olan 77. ayette bu kez müşrik gruptan
bir başka insan tipi gündeme getirilmiştir. Kendini garantide gören bu zihniyetteki
bir insan “Elbette mal ve çocuk verilecektir” diyerek küstahça bir tavır
sergilemektedir. Zımnen şöyle demektedir: “Siz beni hatalı ve sapık bir insan olarak
niteliyor ve ilâhî azapla tehdit ediyorsunuz. Ancak gerçek şu ki, bugün ben sizden
daha zenginim ve gelecekte de elimdeki nimetlere sahip olmaya devam edeceğim.
Mallarıma, servetime, zenginliğime ve benim oğullarıma bakın ve ondan sonra da
bana, Allah’ın azabının bunun neresinde olduğunu söyleyin.”
Ayetlerde söz konusu edilen kibirli şahsın adı bildirilmemiştir. Ancak bu ayet
gurubu ile ilgili olarak esbab-ı nüzul kayıtlarında şöyle bir olay nakledilmektedir:
Hasan el-Basri'den bu ayetin Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet
edilmiştir. Hâlbuki meşhur olan kavil, bu ayetin As b. Vâil hakkında nazil
olduğudur. Habbâb b. el-Eret (r.a) şöyle demiştir: "Benim As b. Vâil’den alacağım
vardı. Borcumu ondan istedim. O, "Hayır, Hz. Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmedikçe
vermem" dedi. Bunun üzerine ben, "Kesinlikle hayır! Ben Hz. Muhammed (s.a.s)'i

53
ne sağlığımda, ne ölürken, ne de öldükten sonra dirildiğimde inkâr ederim" dedim.
As b. Vâil: "Ben öldüğümde yeniden mi diriltileceğim?" dedi. Ben, "Evet" dedim.
Bunun üzerine o, "Öldükten sonra yeniden diriltildiğimde ve sen bana geldiğinde,
orada benim malım ve çocuklarım da olur. İşte borcunu o zaman veririm" dedi.
Şu rivayet de yapılmıştır: "Habbâb [r.a],As b. Vâil için, bir takı yaptı. As,
Habbâb'dan onu vermesini istedi. Habbâb da onun ücretini isteyince, O: "Sizler
öldükten sonra diriltileceğinizi, cennette altın, gümüş ve ipek bulunduğunu iddia
ediyorsunuz. Binaenaleyh ben bunun ücretini orada veririm. Çünkü orada bana da
mal ve evlat verilecek" dedi. (Razi, İbn-i Kesir, Kurtubi)
Ayette adı verilmeyen o kişi, bize göre, o günün Mekke’sinde yaşayan bir
kodaman olabileceği gibi, aynı görüşteki sapıkları temsil eden ve tüm zamanlarda
var olmuş genel bir kişilik de olabilir. Nitekim günümüz toplumunda hak hukuk
tanımadan dünya malı toplayan ve ahirete olan inançsızlıklarını “Sen burada bana
bulgur ver, ben sana ahirette pirinç vereyim” şeklinde yaygınlaşmış tekerleme gibi
sözlerle dışa vuran zavallılar pek çoktur.
78–80. ayetler, bu alaycı kâfirlere dayanaksız ve güvencesiz hareket ettiklerini,
bu kafada gittikleri takdirde ahirette mevkice perişan olacaklarını ihtar etmektedir.
Aynı mesajı veren bir başka ayet de En’âm suresindedir:

En’âm 94: Ve ant olsun, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız
Bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ve
içinizde kendilerinin ortaklar olduğuna inandığınız
şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Ant olsun, kesilme
olmuş ve inandığınız şeyler kaybolmuştur.

Ayette geçen “Ve onun için olan azaptan uzattıkça uzatırız” ifadesi, “onun hak
ettiği azabı uzatır ve artırırız, yani azabının zamanını katlarız” demektir.
80. ayetteki “Ve o söylediği şeylere Biz mirasçı olacağız ve o, Bize tek başına
gelecektir” ifadesi, “vaat ettiği malı ve evlâdı kendisinden silinir, kaybolup gider;
böylece tıpkı miras malının tekrar onu miras bırakan [ölen] kişiye dönmesi imkânsız
olduğu gibi, onun malı ve evlâdı da kalmaz, ahirette hepsi elinden çekilip alınınca o
da yapayalnız kalır” demektir.

81, 82. Ayetler:

Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın
astlarından ilâhlar edindiler.
Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil...] Onlar [edindikleri ilâhlar]
onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır.

Bu ayetlerde, akılları sıra izzet sahibi olmak, yani güç, kuvvet, şan ve şeref
elde etmek amacıyla Allah’ın astlarından ilâhlar edinen bir başka müşrik grubun hali
anlatılmış ve aslında işin onların zannettikleri gibi olmadığı bildirilmiştir. Çünkü bu
sahte ilâhların ne bu dünyada ne de ahirette hiç kimseye hayrı dokunacak bir güçleri
yoktur. Kendilerine de, başkalarına da herhangi bir yarar sağlayamayacakları gibi,
varlıkları da kendilerini ilâh edinen müşriklerin heva ve hevesleri tarafından
sürdürülmektedir. Ya Sin suresinde ifade edildiği üzere, onları ilah edinen müşrikler,
bir bakıma kendi zihinlerinde ürettikleri bu mevhum ilahların askerleri
konumundadırlar. Hepsi de ahirette kendilerine tapınan müşrikler aleyhine tanıklık
edeceklerdir:

54
Ya Sin 74, 75: Bir de onlar, Allah’ın astlarından kendileri yardım olunurlar
ümidi ile ilâhlar / tanrılar edindiler.
Onlar, onlara yardıma güç yetiremezler. Hâlbuki kendileri
[ilâhlar edinenler] onlar [sözde ilâhlar] için hazır askerlerdir.

Ahkaf 6: İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlar [taptıkları kimseler]


kendilerine düşmandırlar. Ve onların kendilerine tapmalarını
inkâr ederler.

Kasas 63: Haklarında Söz gerçekleşen kimseler, “Rabbimiz! İşte bunlar


bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları
da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı beraat ettik. Onlar bizlere
tapmıyorlardı” derler.

En’âm 23: Sonra, onların fitneleri “Rabbimiz, Allah’a yemin ederiz ki, biz
müşrikler değildik” demekten başka bir şey olmadı.

Sebe 40, 41: Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra
meleklere “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim veliymiz Sensin.
Bilakis onlar cinnlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı”
dediler.

Furkan 17–19: Ve o gün [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından


taptıkları şeyleri toplar da “Siz mi saptırdınız şu kullarımı,
yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler
edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine
nimetlendirdin ki, Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden
bir topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar.
Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve
sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.

83, 84. Ayetler:

Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları o kâfirler üzerine gönderdik. Onları


kışkırttıkça kışkırtıyorlar.
Öyleyse onların aleyhinde acele etme. Şüphesiz Biz onlar için saydıkça
sayıyoruz.

83. ayette, kâfirlerin kendi üzerlerine gönderilen şeytanlarla sınandığı, onlara


uyan ve aldananların akılsızca davranmaları sonucu kendi geleceklerini kararttıkları
bildirilmektedir. 84. ayette ise yaptıkları haksızlıklar ve işkenceler sebebiyle bu
inkârcıların hemen cezalandırılmaları yönünde peygamberimizden bir istek
gelmemesi istenmiş, çünkü Allah’ın bir süre daha onlara fırsat tanıyacağı
bildirilmiştir.

55
Unutulmamalıdır ki, buradaki mesajlar tüm insanlığa yöneliktir. Çevresinde
kışkırtıcı iç ve dış şeytanların bulunmadığı hiçbir kimse yoktur. Bu gerçeğe başka
ayetlerde de dikkat çekilmiştir:

Zühruf 36, 37: Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse, Biz ona bir
şeytan musallat ederiz. Artık o, onun için karindir [yaştaş, yakın
arkadaştır]; ve şüphesiz ki, onlar, onları yoldan çıkarırlar. Onlar
da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.

Üzerlerine kışkırtıcı şeytanlar yollamasına rağmen Rabbimiz insanlara tövbe


edebilecekleri, imana gelip salihatı işleyebilecekleri birçok fırsatlar vermektedir.
Rabbimizin mehil vererek insanı o kadar yaşatması, O’nun rahmetini
göstermektedir. İnançsızlar, verilen mühlet bitince cezalandırılacaklardır.

İbrahim 42: Sakın zalimlerin yaptıklarından Allah’ın gafil [habersiz]


olduğunu sanma! Ancak O, onları gözlerin dışa fırlayacağı bir
gün için erteliyor.

Lokman 24: Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir
azaba doğru zorlarız.

İbrahim 30: Ve O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kıldılar


[oluşturdular]. De ki: “Yararlanınız, çünkü varacağınız yer
ateştir.”

Allah’ın şeytanları yollaması, onları zor kullanarak gönderdiği anlamında


değildir. Bu tabir, insanların şeytanlarla iç içe yaşamalarının Rabbimizin yaratılıştaki
takdiri gereği olduğunu anlatmaktadır. Kışkırtıcı şeytanlarla iç içe yaşanan bir hayat,
ancak şeytanlara aldanmaya meyilli bir yaşam algısına sahip olanlar için bir risktir.
Aklını kullanmayı bilen ve vahye kulak verenler ise bu durumdan hiçbir zarar
görmezler:

Sad 82–85: [İblis] “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların
hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların
müstesna” dedi.
[Allah] Buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum;
ant olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana
uyanlarından, hepinizden dolduracağım.”

İbrahim 27: Allah, iman edenleri, basit yaşamda ve ahirette de sabit bir söze
sabitler, zalimleri de saptırır ve Allah, dilediği şeyi yapar.

Zühruf 36–40: Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse Biz ona bir
şeytan musallat ederiz. Artık o, onun için karindir [yaştaş, yakın
arkadaştır]; ve şüphesiz ki onlar, onları yoldan çıkarırlar. Onlar
da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
Nihayet Bize gelince; “Keşke seninle benim aramda doğu ile
batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı!” der. -Öyleyse bu ne
kötü bir karindir [yaştaş, yakın arkadaştır].-

56
Ve bugün o [pişmanlık duymanız] size hiçbir fayda
sağlamayacak. Siz zulmettiğiniz zaman kesinlikle azapta
ortaklarsınız.
O hâlde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık
bir sapıklık içinde bulunanlara sen mi kılavuzluk edeceksin?

Kışkırtıcı şeytanların neler ya da kimler olduğu ayrıntılı olarak Nâs suresinin


tahlilinde açıklanmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:365)
Kur’an’da “şeytan”dan bahseden tüm ayetler dikkate alındığında ortaya şöyle
bir tablo çıkar:
Şeytan;
- Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
- Kötülük, hayâsızlık ve Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi
emreden,
- Bizi fakirlikle korkutan,
- Bizi kuruntulara düşüren,
- Allah’ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
- Kandırmak için bize yaldızlı sözler fısıldayan,
- Vesvese verip bizi kışkırtan, zihnimizi bulandıran,
- Yaptığımız amellerle bizi şımartan,
- Bizi azdıran,
- İçki / uyuşturucu ve kumarla aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
- Allah’ı anmaktan ve ona namaz / niyazdan bizi geri bırakmak isteyen kişiler,
güçler ve huylardır.

85. Ayet:

O gün, takva sahiplerini, Rahman’a binekli heyetler hâlinde toplayacağız.

Bu ayette takva sahiplerine sunulacak nimetler çok farklı bir ifadeyle


anlatılmıştır. Takva sahiplerinin Allah’ın huzuruna “binekli heyetler hâlinde”
getirilecek olması, bir kralın veya bir kralın elçisinin karşılanmasını
çağrıştırmaktadır. Eğer böyle ise, muttakiler Allah tarafından krallar gibi
karşılanacak ve ağırlanacak demektir.

86, 87. Ayetler:

Suçluları da susamış olarak cehenneme süreceğiz.


Onlar, Rahman’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç, şefaate sahip
olamayacaklardır.

72. ayette mahşer alanında [cehennemin dış kenarında] diz üstü perişan hâlde
bekletildikleri belirtilen suçlulara daha sonra ne olduğu 86. ayette bildirilmektedir:
Onlar “susamış hâlde” cehenneme sürüleceklerdir. Ancak bu susamışlık suyu bol,
güneşi mutedil herhangi bir yörede başa gelebilecek bir susama olarak değil, yakıcı
bir güneş altında, Arabistan çöllerinde susuz kalmış bir insanın susamışlığı olarak
algılanmalıdır. Üstelik bu susamış suçlular orada kimseden yardım da
görmeyeceklerdir:

57
Şuara 100, 101: Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve yakın bir veliy
yoktur.

87. ayetteki “şefaate sahip olmak” tabirine bakıldığında, buradaki şefaatin ya


onların başkaları için yapacakları şefaat, ya da başkalarının onlar için yapacakları
şefaat olabileceği gibi iki yönlü bir anlam çıkıyor gibi görünse de, ayetteki istisna
cümlesinden buradaki şefaatin başkalarının onlar için yapacakları şefaat olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki “şefaate sahip olmayacaklar” ifadesi, “kimse
onlara yardım etmeyecek” demektir. Zaten cehennemdekilerin -kendileri yardıma
muhtaçken- bir başkasına yardımda bulunmaları da anlamsızdır. Ancak Rabbimiz
ayette “Rahman’ın katında bir ahd almış olan kimse hariç” diye bir istisna yaparak
ahirette kimlerin yardım göreceğini açıklamıştır. Onlar, “Rahman’ın katında ahd
almış olanlar”, yani “iman edenler ve salihatı işleyenler”dir. Bilindiği gibi, Rabbimiz
iman eden ve salihatı işleyenlere yardım edeceğini yüzlerce ayette haber vermiştir.
Şefaat kavramı hakkındaki ayrıntılı açıklama Necm suresinin tahlilinde
verilmiştir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s: 421-424)

88–95. Ayetler:

Ve onlar “Rahman, çocuk edindi” dediler.


Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz.
Az kalsın, bundan; Rahman'a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer
yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı.
Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak
gelecektir.
Ant olsun ki O [Rahman] onların hepsini kuşatmıştır ve kendilerini bir bir
saymıştır.
Hepsi de kıyamet günü O’na [Rahman’a] tek başlarına gelirler.

Bu ayet grubunda müşriklerin tamamı muhatap alınmakla birlikte, ayetlerin


muhatabı özellikle Allah’a çocuk isnat eden müşriklerdir. Bu isnadın ne kadar çirkin
olduğu, göklerin neredeyse çatlayacağı, yerin yarılacağı, dağların parçalanıp
dağılacağı ifade edilmek suretiyle gösterilmiştir. Bu çirkin sözlerin sahiplerinin
kimler olduğu yine Kur’an tarafından açıklanmaktadır. Bunlar, “Üzeyr Allah’ın
oğludur” diyen Yahudiler, “İsa Allah’ın oğludur” diyen Hıristiyanlar ve “Melekler
Allah’ın kızlarıdır” diyen Araplardır:

Tövbe 30: Ve Yahudiler “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da


“Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla
geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan
inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar.
Bakara 116: Ve onlar “Allah, çocuk edindi” dediler. -O, arınıktır.- Aksine
göklerde ve yeryüzünde ne varsa yalnızca O’nundur. Hepsi
O’nun için boyun bükenlerdir.

Saffat 158: Ve onlar, O’nunla [Allah’la] cinnler arasında bir nesep


[hısımlık bağı] kıldılar. Oysa ant olsun cinnler kendilerinin
mutlaka hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını
bilirler.

58
93. ayette, göklerde ve yerde bulunanların Allah’a sadece “kul” sıfatıyla
geleceklerinin vurgulanması, Allah’ın dünyada seçip elçilik payesi verdiği kişilerin
de ahirette sadece “kul” sıfatını taşıyacaklarını göstermektedir.
94, 95. ayetler, Allah’ın herkesi kuşattığı, onlar hakkında her şeyi bildiği ve
müminler hariç herkesin orada eşsiz dostsuz, çocuksuz, arkadaşsız olacağını
bildirmektedir:

Şuara 88, 89: O gün ki, mal fayda vermez, oğullar da...
Ancak Allah’a tertemiz bir kalple gelenler hariç.

Ayetlerde “Rahman” adının tekrar edilmesi dikkat çekici bir husustur. Bu,
Rabbimizin rahmeti gereği suçlulara tövbe kapısını açık tuttuğunu, hatalarından
döndüklerinde onlara merhametiyle muamele edeceğini göstermektedir.

96. Ayet:

Şüphesiz şu iman eden ve salihatı işleyenler; Rahman onlar için sevgi


kılacaktır [var edecektir].

Rahman’ın iman eden ve salihatı işleyenler için sevgi kılması demek, Allah’ın
onlar için sevgi vermesi, yani müminlerin kalplerinde sevgi yaratması, onlara
sevdikleri şeyleri vermesi, onların da sevdikleri şeyleri isteyecek olması demektir.
Kısacası, Rabbimiz sevecek, sevdirecek ve orada her şey sevgiye bağlanacaktır.

97, 98. Ayetler:

İşte şüphesiz Biz onu [Kur’an’ı], kendisiyle takva sahiplerini müjdeleyesin,


inat eden kavmi de uyarasın diye senin lisanın üzere kolaylaştırdık.
Ve Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Onlardan herhangi bir kimse
hissediyor musun? Yahut onlara ait hafif bir ses duyuyor musun?

Hatırlanacağı üzere, Meryem suresi “[Bu] Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan


rahmetini anmasıdır” diye başlamış, Meryem’in, İbrahim’in, Musa’nın, İsmail’in,
İdris’in anılması ile devam etmiş, sure içinde tevhide ve ahiret gününe yönelik
açıklamalar, uyarılar yer almıştı. Bu son ayetlerle de konu bağlanmış, açıklama
sonlandırılmıştır.
97. ayet, takva sahiplerini müjdeleyen, inatçı müşriklere ise uyarıda bulunan
Kur’an’ın elçinin diliyle kolaylaştırıldığını bildirmektedir. Elçi kendi diliyle
indirilen Kur’an’ı daha kolay anlatmış, elçi ile aynı dili konuşan toplum da
gerçekleri kolayca öğrenerek eski yanlış bilgilerini düzeltmiştir. Herkes tarafından
gayet iyi anlaşılan Kur’an, müminler için müjde, müşrikler içinse ürkütücü bir uyarı
olmuştur.
98. ayette, geçmişte yaşamış müşriklerden en ufak bir iz kalmadığı
vurgulanmak suretiyle o günkü müşriklerden de herhangi bir eser kalmayacağı ima
edilmiştir. İma edilen bu tarihsel atıf, peygamberimize ve müminlere manevi kuvvet
vermeye, sabır ve direnç kazandırmaya yöneliktir.
Allah doğrusunu en iyi bilendir

59
RUHÜ’L-KUDÜS
ER-RUHÜ’L-EMİN
CİBRİL [CEBRAİL]

RUHÜ’L-KUDÜS: “ ‫روح‬Ruh” ve “ ‫القككدس‬kudüs” sözcüklerinden meydana


gelmiş bir izafet [belirtili isim tamlaması] olan ve Kur’an’da dört yerde geçen

60
“Ruhü’l-Kudüs” ifadesi, “kudüsün ruhu” demektir. Bu ifadenin bir sıfat tamlaması
olarak “kutsal ruh” olarak çevrilmesi yanlış, hatta büyük bir cinayettir.
Bu ifade ile ilgili olarak klâsik eserlerde ciddî bir tahlile dayanmayan,
tamlamanın yapısına aykırı ve tamlamayı oluşturan sözcüklerin anlamlarına
uymayan birçok açıklama mevcuttur. Onlara bağlı olarak hazırlanan bazı
ansiklopediler de aynı yanlışları devam ettiren birçok açıklamayla doludur. Ne yazık
ki, bunun sonucu olarak “Ruhü’l-Kudüs” ifadesi hakkında ileri sürülmüş birçok
yanlış anlam elden ele, dilden dile dolaşmaya devam etmektedir.
Konuyla ilgili olarak klâsik kaynaklarda yer alan yanlışlara şu örnekler
verilebilir:
ZEMAHŞERÎ: “Ruhü’l-Kudüs”, “er-Ruhu’l-Mukaddeseti [Tertemiz Ruh]” demektir. Bununla
İsa’nın ruhu kastedilir. Çünkü İsa’nın ruhu babanın belinde ananın rahminde kirlenmemiştir.
Denildi ki:
Ruhü’l-Kudüs, Cebraildir.
Ruhü’l-Kudüs, İncil’dir.
Ruhü’l-Kudüs, İsa’nın ölüleri diriltirken okuduğu İsm-i A’zamdır.
(Keşşaf; 1/294)

Beyzavi de Zemahşeri’nin dediklerini aynen nakletmiştir.

RAZÎ: Rûh'dan Maksat; âlimler ayetteki "rûh" kelimesi üzerinde bazı görüşler belirterek ihtilâf
etmişlerdir.
a- Bu Cebrail (as)’dır. Cebrail (as) birkaç yönden böyle isimlendirilmiştir:
1- Rûhu’l-Kudüs’ten maksat, er-Rûhu’l-Mukaddese [Kutsanmış, Kutsal Ruh] demektir.
Nitekim “Racülün sıdkun hatemü’l-cûdi” denilir. Böylece Cenâb-ı Hak Cebrail’i, kendi katında
mertebesinin yüce olduğunu açıklamak ve onu şereflendirmek için bu şekilde nitelemiştir.
2- Cebrail (as)’e bu ad verilmiştir, çünkü beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebraîl (as) ile
hayat bulmaktadır. Çünkü Cebrail (as), peygamberlere vahiy getirmeyi üstlenmiştir. Bu hususta
mükellef olanlar ise, onun getirdikleriyle dinlerini ihya etmiş olurlar.
3- Cebrail (as)’in gâlib vasfı, O’nun ruhanî bir varlık oluşudur. Diğer melekler de böyledir. Ne
var ki, O’nun ruhanî bir varlık oluşu daha tam ve daha mükemmeldir.
4- Cebrail (as) “Rûh” diye adlandırılmıştır. Çünkü ne erkeklerin sulbü, ne de kadınların rahmi
onu barındırmamıştır.
b- Ruhü’l-Kudüs’ten maksat, İncil’dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’an’da “... emrimizden bir
rûh ...” (Zuhruf/52) buyurmuştur. İncil böyle adlandırılmıştır. Çünkü din İncil ile hayat bulur,
dünyevi işler de onun vesilesiyle bir intizama girer.
c- Bu, Hz. İsa’nın, kendisi sebebiyle ölüleri diriltmiş olduğu ismidir. Bu görüş, İbn Abbas ve
Saîd b. Cübeyr’den rivayet edilmiştir.
d- Bu, Hz. İsa’ya üflenen ruhtur. Kudüs ise, bizzat Allah’tır. Böylece, Hz. İsa’yı bir yüceltme
ve teşrif olsun diye, onun ruhu Cenâb-ı Hakk’a muzâf kılınmış, nispet edilmiştir. Nitekim “........”
ifâdesi de böyledir. Bu görüş Rebî’den rivayet edilmiştir. Buna göre, ayetteki ruhtan murad, insanın
sayesinde hayata kavuştuğu ruhtur. Bil ki, rûh isminin Cebrail’e, İncil’e ve İsm-i A’zam’a ad olarak
itlâk edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanların hayat mıntıkalarında, damarlarında ve menfezlerinde
dönüp dolaşan hava demektir. Malûmdur ki, yukarıda zikredilen Cebrail, İncil ve İsm-i A’zam böyle
değildirler. Ancak bu üçünden her birine teşbih üslubuyla rûh adı verilmiştir. Çünkü rûh nasıl ki
insanın canlılığının sebebi ise, Cebrail (as) de, ilimleri vasıtasıyla kalplerin hayat bulmasına sebeptir.
İncil de, şeriatların meydana çıkması ve yaşamasının sebebidir. İsm-i A’zam da, maksatlara ulaşma
vesilesidir. Ancak rûh ismiyle Cebrail arasındaki benzerlik, birkaç yönden daha uygun görülmektedir.
a- Çünkü Cebrail, lâtîf ve nûranî bir havadan yaratılmıştır. Bu sebeple, bu ikisi arasındaki
benzerlik daha mükemmeldir. Binaenaleyh "rûh" ismini Cebrail’e vermek daha evlâdır.
b- Bu ismi Cebrail’e vermek, diğerlerine vermekten daha belirgindir.
c- Hak Teâlâ’nın "Ve biz onu Ruhü’l-Kudüs ile takviye ettik" buyruğunun mânası, "biz onu
takviye ettik" demektir. Bu takviyeden maksat ise ona yardım etmektir. Yardımı Cebrail’e isnâd
etmek hakiki, İncil ve İsm-i A’zam’a isnâd etmek ise mecazdır. Bu sebeple, rûh ismini Cebrail’e
vermek daha evlâ olur.
d- Hz. İsa’nın Cebrail (as) ile bir arada bulunması, bir benzeri başka hiçbir peygambere nasip
olmayacak bir şekilde tahsis olunca, biçimlerinin en kuvvetlilerindendir. Çünkü Cebrail (as)

61
Meryem’e, bir çocuk doğuracağını müjdelemiştir. Hz. İsa (as), Cebrail (as)’in üflemesinden meydana
gelmiştir. Bütün durumlarda Hz. İsa’yı terbiye edip eğiten Cebrail’dir. Onunla beraber onun gittiği
yere giderdi. O, göğe çıktığında da onunla beraberdi.
(Razi, Mefatihü’l-Gayb; Bakara 87. ayet ile ilgili açıklama)

KURTUBÎ: "Ruhü’1-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih’in İbn Abbâs’tan,


Ma’mer’in de Katade’den rivayetine göre Cebrail Aleyhisselam’dır. "Ve biz onu
Ruhü’l-Kudüs ile takviye ettik."
Hasan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Cibril de aramızda Allah’ın rasûlüdür Ve o Ruhu’l-Kuds’tür; bunda hiçbir
kapalılık yoktur."
Nehhâs der ki: Hz. Cebrail’e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin sebebi,
Yüce Allah’ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksızın ruh olarak
yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hz. İsa’ya da "ruh" adı verilmiştir.
Galib b. Abdullah Mücahid’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Kuds,
aziz ve celil olan Allah’tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah’tır, onun ruhu ise
Cibril’dir, demiştir.
Ebu Ravk, ed-Dahhâk’tan; o da İbn Abbâs’tan "Ruhu’1-Kuds ile" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bu, Hz. İsa’nın kendisi vasıtasıyla
ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Said b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr de
söylemiş olup Allah’ın ism-i azamıdır [derler].
Ruhu’l-Kuds’ten kastın İncil olduğu da söylenmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e yüce
Allah’ın şu buyruğunda "ruh" adı verildiği gibi, Yüce Allah İncil’e de bu şekilde
"ruh" adını vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik."
[Şûrâ/52] Ancak birinci görüş daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
(Kurtubi; Bakara/87. ayet ile ilgili açıklamaları)
Görüldüğü gibi, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesine verilen anlamlar “Denildi ki”
temeli üzerine kurulmuş, ancak bu sözleri diyenlerin kimliği de, bu dediklerini hangi
delile dayanarak söyledikleri de açıklanmamıştır. Yani bu ifadelerin hiçbir ilmi
kıymeti yoktur; hepsi zandan ibarettir ve dolayısıyla hiç birisi gerçeği
yansıtmamaktadır.

“RUHÜ’L-KUDÜS” TAMLAMASININ TAHLİLİ:

“Ruh” ve “Kudüs” sözcüklerinden oluşan “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının


tahliline önce bu tamlamayı oluşturan sözcükleri tek tek ele alarak başlamayı,
tamlama ile ilgili değerlendirmeyi ise sonraya bırakmayı daha doğru buluyoruz.

‫الّروح‬RUH

“Ruh” sözcüğünün esas anlamı “can [vücudu diri tutan cevher]” demektir.
(Lisanü’l-Arab; c. 4, s. 290. Ruh mad.) Ancak sözcük Kur’an’da bu anlamda değil,
“kişi ve toplumları toplumsal hayatta diri, sağlıklı kılan can, vahiy” anlamında
kullanılmıştır. Bu hususun ayrıntıları Kadr suresinin tahlilinde belirtilmiştir.
(Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:482-490)

‫القدس‬KUDÜS

“Kudüs” sözcüğünün ne anlama geldiği, bu sözcüğün hangi sözcükten


geldiğine dair yapılacak kabule bağlıdır ve bunun için iki olasılık söz konusudur:

62
1- Sözcüğün “temizlik” anlamındaki “kuds” sözcüğünden geldiği kabul
edilirse, “kudüs” sözcüğü de “temiz” anlamına geliyor demektir. “Kuds” sözcüğü ve
onun “mukaddes”, “mukaddesat”, “nükaddisü” gibi türevleri Kur’an’da on bir yerde
geçmektedir.
2- Sözcüğün Allah’ın isimlerinden biri olan “ ‫ق كّدوس‬Kuddüs” sözcüğünden
bozulduğu kabul edilirse, “kudüs” sözcüğü de “tüm kirliliklerden arınık, tertemiz”
anlamına geliyor demektir. Sadece Allah için kullanılan “Kuddüs” sözcüğü, Haşr
suresinin 23. ve Cuma suresinin 1. ayetlerinde olmak üzere Kur’an’da iki yerde
geçmektedir.

RUHÜ’L-KUDÜS

“Ruh” ve “kudüs” sözcüklerinin anlamları belli olduğuna göre, “Ruhü’l-


Kudüs” tamlamasının anlamının da yukarıdaki her iki anlamdan hangisinin kabul
edileceğine bağlı olarak iki şıklı olması söz konusudur.
1- “Kudüs” sözcüğünün anlamının “temiz” olduğu kabul edilirse, “Ruhü’l-
Kudüs” tabiri de “temizin canı” demek olur ki, bu ifade anlamsızdır. Lâkin klâsik
eserlerde “ ‫صككدق‬
ِ ‫رجككل‬Racülün sıdkın” ve “ ‫خككاتم الجككود‬hatimi’l cud” şeklindeki iki
tamlamanın Araplar tarafından kullanılmış olduğu hususu yer almaktadır. Bu
tamlamalar yapısal olarak birer isim tamlaması olmalarına rağmen sıfat tamlaması
gibi kabul edilmişler ve ona göre anlamlandırılmışlardır. Bir isim tamlaması olan
“Ruhü’l-Kudüs” ifadesi de, eğer klâsik eserlerde belirtilen istisnai örneklere eklenir
ve kural dışı olarak sıfat tamlaması kabul edilirse, bu zorlamayla tamlamanın manası
“temiz can” demek olur. “Ruh” sözcüğünün yerine “vahy [ilâhî bilgi]” konduğunda
ise “Ruhü’l-Kudüs” de “Temiz ilâhî bilgi, Allah’tan gelen temiz bilgi” anlamına
gelir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamıyla eş anlamlı olan bir diğer tamlama
da “er-Ruhü’l-Emin [güvenilir, sağlam ilâhî bilgi]” tamlamasıdır. Bu tamlama Şuara
suresinde yer almıştır:

Şuara 192–194: Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.


Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-
Emin [Güvenilir Ruh]” indi.

2- Allah’ın isimlerinden olan “el-Kuddüs”ün zamanla halk ağzında değişerek


“Kudüs” şekline dönüştüğü kabul edilirse, “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının anlamı da
“Tertemizin [tüm eksikliklerden temizlenmiş olan Allah’ın] ruhu [canı], vahyi,
bilgisi” demek olur. Nitekim klâsik tefsircilerden Mücahit ve Rebii de “el-Kudüs”
sözcüğünün Allah’ın isimlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bu kabul
doğrultusunda “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “Allah’ın ruhu” anlamına geldiği görüşü
zaten Kur’an’dan da destek bulmaktadır. Çünkü Kur’an’da geçen her “ruh” sözcüğü
Allah’a nispet edilmiştir. Meselâ Âdem’e ve Meryem’e “Ruhumuzdan üfledik”
denildiği gibi, elçi Zekeriyya’nın Meryem’e ilettiği bilgiler için de “Ruhumuz”
ifadesi kullanılmıştır:

Meryem 17: Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona
ruhumuzu gönderdik. O [ruhu getiren elçi] ona [Meryem’e]
mükemmel bir beşeri örnek verdi.

Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıklarını da hesaba


katmak üzere sözcüklerin anlamlarından yola çıkılarak yapılan tahlil, “Ruhü’l-

63
Kudüs” tamlamasının anlamının “Allah’ın ruhu, Allah’ın vahyi, Allah’tan gelen
bilgi” olduğunu göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı,
tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır:

Bakara 87: Ve ant olsun ki, Musa’ya Kitap’ı verdik. Ve ondan sonra birbiri
ardı sıra resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık açık
deliller verdik ve kendisini Ruhü’l-Kudüs ile destekledik. Bir
resulün size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her
seferinde büyüklük tasladınız mı? Sonra da bir kısmını
yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.

Bakara 253: İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık.
Onlardan bir kısmı Allah’ın konuştuğu ve bazısının derecelerini
fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu İsa’ya açık
kanıtlar verdik ve onu Ruhü’l-Kudüs ile destekledik. Ve eğer
Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar
kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin
ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti.
Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin,
Allah dilediğini yapar.

Maide 110: Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerinde ve
annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Ruhü’l-
Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla
konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrat’ı ve
İncil’i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde
bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş
oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına
yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim
iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrailoğulları’na apaçık
mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin “Bu ancak
apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan
korumuştum.”

Nahl 102: De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek /


tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak
üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile
inmiştir.

Böyle olmasına rağmen mevcut meallerde Nahl suresinin 102. ayetinin


çevirisinde yapılmış olan yanlışlıklar, bizim bu ayet üzerinde biraz daha durmamızı
gerektirmektedir. Çünkü bu ayet genellikle Ruhü’l-Kudüs”ün “Cebrail” olduğu peşin
kabulü sebebiyle: “Onlara de ki: Kur’an’ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek,
Müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak
indirdi” şeklinde çevrilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan mealdeki çeviri:

64
Ey Muhammed! De ki: "Kur’an’ı, Ruhu’l-Kudüs [Cebrail] inananların
inançlarını sağlamlaştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara bir
müjde olmak üzere hak olarak indirdi."

Yaşar Nuri Öztürk’ün çevirisi:

De ki: "İman edenleri güçlendirip kökleştirmek için ve Müslümanlara bir


müjde ve kılavuz olarak, Ruhulkudüs onu, senin Rabbinden indirdi.

Elmalılı Hamdi Yazır çevirisi:

Söyle onlara: "Onu Rabbinden hak olarak Rühu’l-Kudüs [Cebrail], iman


edenlere sebat vermek ve müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için indirdi."

Suat Yıldırım çevirisi:

Söyle onlara: "İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet
gösterecek Müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Kur’ân’ı, Rabbin
tarafından gerçek olarak getiren, Ruhu’l-Kudüs’tür.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz


konusudur.
Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap
niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer
ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103.
ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:

Nahl 101–103: Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah
ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen- onlar, “Sen,
ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu
bilmiyorlar.
De ki: “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek /
tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak
üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile
inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, ona bir beşer
öğretiyor” diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında
bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur’an] ise apaçık
bir Arapçadır.

Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın


indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail
adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere
verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir
dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. ayette geçen “ ‫نّزل‬nezzele” filinin aslı “ ‫نزل‬nezele”dir ve anlamı “indi”
demektir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” fiili, kural gereği burada Tef’il babından
“nezzele”ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde
veya mef’ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki “nezzele” fiili “çok
çok indi” anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan “nezele” sözcüğünün geçişli hâle

65
dönüşmesi ve “indirdi” olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı
kullanılmasıyla veya fiilin “enzele” kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette
geçen “bilhakkı” ifadesindeki “ ‫ب‬be” harf-i cerri ise ‫مصاحبة‬musahabe anlamında
olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dil bilgisinin bu kuralları gereği
ayetteki “nezzelehü ruhu’l-kudüsü” ifadesinin anlamı, “Ona birçok ruhü’l-kudüs
[vahy] inmiştir” demektir. “Ruhü’l-Kudüs”ü, yani “vahy”i kimin indirdiği ise 101.
ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs”
ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle
“Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.

ER-RUHÜ’L-EMÎN

Bu ifade Kur’an’da bir tek yerde geçmektedir:

Şuara 192–194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.


Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-
Emîn [Güvenilir Ruh]” indi.

193. ayette bir sıfat tamlaması olarak “er-Ruhü’l-Emîn” şeklinde yer alan bu
ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “ruh ül emin” şeklinde telâkki edilmekte ve
böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur’an’ın Cebrail
adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel
anlayış, 193. ayeti “Onu Ruhü’l-Emin [Cebrail] indirdi” diye yanlış meallendirmiş
ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî
manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki “O, âlemlerin Rabbinin [Allah’ın]
indirmesidir” ifadesiyle hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren
yüzlerce ayetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine “nezele [indi]” fiilinin geçişsiz
olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde “indirdi” olarak ifade edilmesinden
kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin
ortadan kaldırılması için, ayette geçen “bihi” ifadesindeki “be” harf-i cerrinin “ilsak”
için değil de “musahabe” için alınması yeterlidir. Bu takdirde “nezele” fiili geçişsiz
anlamı ile “onunla indi” olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan
çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, 193. ayette geçen “er-Ruhü’l-Emin” ifadesinin kişileştirilerek
“Cebrail” olarak yorumlanması yanlıştır. Burada “emin, güvenilir, sağlam” olarak
nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine
Allah tarafından indirilmiş olan “ruh, bilgi, vahy”, Mücadele suresinin 22. ayetinde
de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından
indirilmiştir.

CEBRAİL: CİBRİL - CEBRİL

“Ruhü’l-Kudüs” ve “er-Ruhü’l-Emîn” ifadelerinden sonra tahlil sırası


zorunlu olarak Kur’an’daki “Cibril” sözcüğüne gelmiş bulunmaktadır. Zira
nakillere dayandırılan inanca göre “Ruhü’l-Kudüs”, “er-Ruhü’l-Emîn” ve “Cibril”
aynı şey olarak, yani Allah’tan vahiy getiren, Kur’an’ı indiren melek olarak kabul
edilmektedir.
Bu konuda nakillere dayalı klâsik eserlerde yer alan değerlendirmelerden iki
örnek aşağıdadır:

66
Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih

İbn Kesir, cim harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi ‫جْبريل‬ َ şeklinde
okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim’dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ harflerinin fethası ile ve
hemzeli olarak, ‫ جبرئيل‬şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise, cim ve râ'nın kesresi ile ve hemzesiz olarak,
"Kandil" vezninde,‫جْبريككل‬
ِ şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü
söyledik, diğer dördü şu şekildedir: ‫ جبراعل‬vezninde olmak üzere ‫ جبراعيل‬,‫جبرائل‬vezninde olmak üzere
‫ لللللل‬, ‫ جبرائيل‬vezninde olmak üzere ‫[جبرايل‬ya'lı olarak]; ve nun'lu olarak ‫جبرين‬şeklinde... Bu,
marife ve A'cemî [Arapça asıllı olmayan] bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır.
Cibril Kelimesinin Mânâsı:
Bazı âlimler Cebrail'in “Allah'ın kulu” mânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre
İbranice'de " ‫جبر‬Cebr", kul; " ‫ئيل‬iyl" ise Allah manasınadır. Mîkâil de aynı şekilde Allah'ın kulu
demektir.
Bu İbn Abbas (r.a) ve ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise bu görüşün iki
bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:
a- “Îyl” lâfzının Allah'ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.
b- Eğer böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrûr olurdu.
(Razi; Mefatihü’l-Gayb)

Dil Âlimlerine Göre Cebrail (a.s) ve Mikâil (a.s) Kelimeleri:

Dil bilginlerinin bu iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklamaları vardır. Cebrail
adının on şekilde söylenişi söz konusudur:
1- Cibril: Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir: "Ve Allah´ın elçisi
Cibril bizim aramızda..."
2- Cebrîl: el-Hasen ve İbn Kesir´in kıraati bu şekildedir. İbn Kesir´in şöyle dediği de rivayet
edilmiştir: Peygamber (s.a.s)´i rüyada gördüm. O bunları
Cebril ve Mîkâil şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım.
3- Cebraîl: Kûfeliler bu şekilde okurlar. Bu okuyuşlarına delil olarak şu beyti gösterirler:
“Savaşlarda bulunduk, zaman boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin önünde mutlaka
Cebraîl vardı.”
Bu da Temim ve Kayslıların şivesidir.
4- Cebrail: (Medsiz olarak.) Bu da Ebu Bekr b. Âsım´ın okuyuşudur.
5- Bir önceki okuyuş gibi fakat sondaki lam´ı şeddeli okumak. Bu da Yahya b. Ya´mer´in
okuyuşudur. [Cebrail şeklinde].
6- Cebrail: İkrime´nin okuyuşudur.
7- Onun gibi fakat hemzeden sonra yâ ile. [Cebrâyil şeklinde].
8- Cebrayîl: el-A´meş ve Yahya b. Ya´mer aynı şekilde böyle de okumuşlardır.
9- Cebraîn
10- Cibrîn: Bu da Esedoğulları’nın şivesidir.

Taberî der ki: Bu şekilde Kur´ân´da okunmuş değildir. en-Nehhâs -İbn Kesir´in de okuyuşunu
sözkonusu ederek- der ki: "Arap dilinde Fa´lîl vezninde kelime yoktur. [Yani Cebril söyleyişi uygun
değildir]. Bununla birlikte fî´lîl vezni vardır. [Yani Cibril söylenebilir]: Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl
kelimeleri gibi. Şu kadar var ki, Arap olmayanların dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım
vezinlerin olması reddolunamaz. Yine bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da
söylenemez. Nitekim Acemler´in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbrahum ve İbrâhâm dedikleri
bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demektedir: Cibril, Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu
Arapçalaştırmıştır. Bu bakımdan bu kelimeyi böyle değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan dolayı
zaten bu kelime munsarıf [çekimli] değildir.
Derim ki: Biz bu kitabın baş taraflarında bu kelimelerin Arapça oldukları görüşünün doğru
olduğunu ve Cebrail´in apaçık bir Arapça ile bu kelimeleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-
Nehhâs der ki: Cibril kelimesi cem´i teksir [kırık çoğul] şeklinde Cebârîl diye gelir.
el-Maverdî der ki: Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Abdullah, ikincisi
Ubeydullah [Allah´ın kulu ve Allah´ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü "îl" yüce Allah demektir.
"Cebr" de "kul" demektir. "Mîkâ" ise "kulcağız" anlamındadır. Sanki Cibril Abdullah, Mikâil de
Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbas´ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda
muhalefet eden kimse de yoktur.

67
Derim ki: Bazı müfessirler İsrafil´in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs
ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul [abd], "îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin:
Bu Cebruîl´dir, Cebraîl´i gördüm, Cebriil´e uğradım" demesi gerekir. Ancak böyle bir şey
denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrail´in adı anlamına gelmesi söz konusu olur.
Başkaları ise şöyle demektedir: Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi [verdikleri anlam
doğru] olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsanf oluşunun terk edilmesi bunun
muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-
Hafîz, Eflet b. Halife´den -ki bu Hassan´ın babası Fuleyt el-Amirî´dir- o da Cesre bint Decâce´den o
da Aişe (r.a)´dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cibril´in,
Mîkâil´in ve İsrafil´in Rabbi olan Allah’ım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana
sığınırım."
(Kurtubi; Bakara/97, 98. ayetlerin açıklaması)

BİZİM TAHLİLİMİZ:

Arapçada “ ‫جبرائيل‬cebrail”den başka “ ‫جبريل‬cibril” şeklinde de sık kullanılan


ve on üç tane söyleniş biçimi olan sözcüğün kökeni ile ilgili olarak araştırmacılar
iki ihtimal üzerinde birleşmişlerdir:

1- Sözcük, “ ‫جبر‬cebr” ve “ ‫ئيل‬iyl” sözcüklerinden oluşmaktadır. “İyl” sözcüğü


eski Arapçada “Allah” demek olduğu için tamlama halindeki “cibril, cebril veya
cebrail” sözcüğü “Allah’ın gücü, onarımı” manasını taşır.

2- Aslı İbranice olup Arapçaya sonradan girmiş olan sözcük çekimsizdir.


İbranicede “cebr” sözcüğü “kul”, “il” sözcüğü de “Allah” demek olduğu için, sözcük
tamlama hâlinde “Allah’ın kulu” anlamına gelir. Burada “cebr” sözcüğü, “güçlü
insan” ma
Biz, sözcüğün Arapça olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi birinci şıkka göre
yapmış bulunuyoruz.

‫الجبر‬CEBR

İbn-i Menzur, Lisanü’l-Arab adlı eserinde “cbr” maddesine Yüce Allah’ın


“Cebbar [yapılmasına karar verdiği şeyi zorla yaptıran / en iyi onarımı yapan]” adı
ile başlamış ve “cebr” sözcüğünün “büyüklük, zorbalık” anlamlarını beyan ettikten
sonra bu sözcüğün temeline ait bilgileri çok ayrıntılı olarak vermiştir. Bu bilgilerin
özü şudur:
“Cebr”, “ ‫كسر‬kesr” sözcüğünün karşıtıdır. “Kesr” sözcüğü “kırılmak”, bunun
karşıtı da “kırılmış şeyin onarılması” demektir. Meselâ hakikat manasıyla “kemiği
cebretti” derler. Mecazen de “fakiri ve yetimi cebretti” derler. Böylece hakikat
anlamıyla “kırılmış kemiğin sarılıp onarılması”, mecaz anlamla da “fakirin
zenginleştirilmesi, yetimin kimsesizlikten kurtulması” anlatılmış olur. Ayrıca
kurumaya yüz tutmuş bitkinin yaprak ve çiçek açması da “cebr” sözcüğüyle ifade
edilir. (Lisan ül Arab; c:2, s:14–18)
Tacü’l-Arus’ta da Lisanü’l-Arab’takiler ile paralel beyanlar vardır. (Tacü’l-
Arus; c:6, s:158–162)
Kur’an terimleri üzerine muteber kaynaklardan biri olan Müfredat’ta ise
Ragıb el İsfehani şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Cebr”in aslı, bir çeşit zor kullanarak bir şeyi onarmaktır. Hükümdarlara
“cebr, cebbar” denilmesinin sebebi, insanları dilediklerinde zorlamaları ya da
insanların işlerini düzeltmeleri, onarmaları nedeniyledir. Matematikte “cebr”,

68
düzeltilmek istenen şeyi düzeltmek için eklenen şeydir. “Cebr” sözcüğünün
mübalâğa kalıbı olan “cebbar” sözcüğü, “hak etmediği yüksek bir makam sahibi
olduğunu iddia ederek kendi kusurunu kapatmaya çalışan” demektir. Bu sözcük
genelde kınama amaçlı kullanılır ve İbrahim/15, Meryem/32, Maide/22,
Mümin/35, Kaf/45’te örnekleri görülür. (Müfredat; s:85, 86, “cbr” mad.)
Yukarıdaki açıklamalardan, “cebr” sözcüğünün öz anlamının “onarmak,
islah etmek” demek olduğu anlaşılmaktadır. Yani “cebr”, “bozulmuş, kırılmış
şeylerin onarılıp tekrar işe yarar hâle getirilmesi” demektir. Nitekim Tıp’ta da
“ameliyat”, “kırk kemiğin sarılıp bütünlenmesi”, “kırık ve çıkık organa sarılan
tahta” hep “cebr” sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Buna göre Rabbimizin “Cebbar” adını “dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz,
azametli” olarak açıklamak yerine, “bozuk işleri, toplumları düzelten, onaran”
şeklinde açıklamak daha uygun düşmektedir.

‫ئيل‬İYL

“İyl” sözcüğü İbraniceden Arapçaya geçmiş olup her iki dilde de anlamı
“Allah” demektir.
Bu durumda, “cibril - cebril” sözcüğünün Arapça ve İbranice dillerinde iki
sözcükten tamlama yapılmak suretiyle meydana getirilmiş, tıpkı “Ruhü’l-Kudüs”
gibi bir ifade olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarz tamlamaların Arapçada kullanılan
İsrail, İsrafil, İsmail, Mikail, Azrail gibi başka örnekleri de vardır.
“Cibril” sözcüğünü oluşturan “cebr” ve “iyl” sözcüklerinin her ikisi de
Arapça söylenecek olursa, sözcük “cibrullahi” şeklini alır. Bu sözcüğün tamlama
hâlindeki anlamı da “Allah’ın onarımı” yani “vahyin kişileri ve toplumları
onarması” demek olur. Bu ise “Allah’ın vahyi; canlandırması, diriltmesi”
anlamına gelen “ruhullah” veya “ruhulkudüs” ifadelerinin bir başka anlatım
tarzıdır. Buradan ortaya çıkan gerçek şudur: “Cibril” ile kastedilen yine vahiydir
ve vahy, kişileri ve toplumları canlandırdığı gibi aynı zamanda da onarmaktadır.
Başka bir ifade ile; vahyin [Kur’an ayetlerinin] bir bölümü “ruh [can]”, bir bölümü
de “cibr, cebr [onarım, ıslah] görevi yapmaktadır. Bu gerçeğin konumuz itibariyle
ifadesi ise üç kelime ile özetlenebilir: Cebrail [Cibril] Allah’ın vahyidir.
Gerçek bu olmasına rağmen “ilkbaharın yeşilliği” anlamındaki “hızır”
sözcüğü nasıl kişileştirilip hayalî bir kimliğe dönüştürüldüyse, “Allah’ın vahyi,
onarımı” anlamındaki “cebrail-cibril” sözcüğü de kişileştirilmiş ve “Cebrail veya
Cibril” [Vahy getiren, Kur’an’ı indiren melek]” yapılmıştır. Kur’an’ın Allah
tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle alenen çelişen bu yanlış kabule
kaynak olarak ise, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra ortaya çıkmış
ama peygamberimizin yaşadığı döneme ait söylentiler gösterilmiş, hatta bu
söylentiler ansiklopedilere bile aktarılmıştır:
Dört büyük melekten biri. Cebrâil (a.s.)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir.
Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir. Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil
vasıtasıyla indirilmiştir. Cebrâil (a.s.) her şekle girebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onu biri
vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha'da
olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür. (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5). Cebrâil
(a.s.) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (s.a.s.)'a vahiy getirirdi. Bu durumda çoğu kez
yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi,
IX, 35). Cebrâil (a.s.) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (s.a.s.)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan
Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1) (İslâm
Ansiklopedisi)

69
Bu söylentiler arasında, Cebrail’i beyaz bir ata binmiş, beyaz elbisesinin
üzerine zırh kuşanmış, elinde oku, yayı, kılıcı ile Bedir’de Mekke müşriklerine
karşı savaşırken tasvir edenler de vardır (Buhari; Kitab ül Megazi, Meleklerin
Bedir’de görülmesi Babı, 4–43. Hadisler). Bu çarpıtmada İsrailiyatın da etkisinin
olduğu bir gerçektir. Zira Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında “Gabriel” şeklinde
bir melek kişi vardır ve “gabriel” sözcüğü de “güçlü insan” anlamındaki “geber”
sözcüğü ile “tanrı” manasındaki “el” sözcüğünden oluşmuştur. Kitab-ı
Mukaddes’teki Daniael; 8/ 15-26, 9/ 21-27, Tobit; 12/15, Enok; 9/1, 9, 10, 20/ 7,
40/1-9, 54/6, Luka; 1/11-20. cümlelerde bu kişiden söz edilmektedir. Ama bu
konudaki çarpıtmalar söylentilerde kalmamış, Tekvir, Necm ve Şuara
surelerindeki ayetler de çarpıtılmış, Kur’an’daki “Ruhülkudüs”, “er-ruhülemin”,
“güçlü elçi” ifadeleri hep Cebrail yapılmıştır.
Kur’an’da “cebrail” olarak değil de “cibril” olarak geçen sözcük, ikisi
Bakara suresinin 97. ve 98. ayetlerinde biri de Tahrim suresinin 4. ayetinde olmak
üzere üç kez yer almıştır:

Bakara 97, 98: De ki: “Kim Cibril’e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah],
onu [cibrili], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için
bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah’ın izniyle
indirmiştir.
Kim ki, Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibril’e, Mikail’e
düşman olursa, bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara
düşmandır.”

Tahrim 4: Eğer ikiniz, Allah’a tövbe ederseniz... -çünkü kesinlikle ikinizin


kalbi kaydı- Yok eğer ona [peygambere] karşı dayanışmaya
girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, ona Mevla’dır
[yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir].
Cibril ve iman edenlerin salihleri de. Ve bunlardan sonra
melekler de ona arka çıkarlar.

Bakara suresinin 97. ayetine dikkat edilirse orada “onu” ve “o” diye iki tane
üçüncü şahıs zamiri vardır. Bu zamirler anlamlandırılırken maalesef genellikle “…
onu [Kur’an’ı] O [Cebrail] … indirmiştir” denilmektedir. Fakat böyle bir meal
yanlıştır. Zira ayette, hatta pasajda “o” zamirinin gösterdiği “Kur’an” ya da “vahy”
diye bir sözcük mevcut değildir. Bu ayet ayrı bir necm olmayıp Yahudileri tanıtan
bir paragrafın ara cümlesidir. Ayetteki “onu” zamiri, ayetin kendi içindeki “cibril”
sözcüğüne racidir. “ ‫فإّنه‬Feinnehü [bilsin ki şüphesiz O]” ifadesindeki “O” zamiri ise
Allah’ı göstermektedir.
Bu ayette dikkat edilecek bir diğer husus, buradaki “ ‫نكّزل‬nezzele” fiilinin,
yukarıda sunduğumuz Nahl suresinin 102. ayetindeki “nezzele” fiilinin aksine,
geçişli olarak “indirmiştir” anlamıyla çevrilmiş olmasıdır. Bunun sebebi, ayetteki “
‫على قلبك‬ala kalbike” ifadesinin başındaki “ ‫علككى‬ala” edatıdır. “Ala” edatı, genelde
“üzerine” anlamını ifade eder. Ama Arap dilinde “ ‫ب‬be” edatının “ilsak
[yaklaştırma, bağlama]” anlamı da çok kullanılır. Zaten dikkat edilirse tüm
meallerde “kalbinin üzerine” diye değil, “kalbine” olarak verilmektedir. Ayetteki
“ala” edatı “be” anlamına kullanıldığında Arapça dili kuralları gereği “lazım
[geçişsiz]” fiili “müteaddi [geçişli]” hâle getirir. Burada da işte bu nedenle geçişsiz
“nezzele [indi]” fiili, geçişli “enzele [indirdi]” anlamına dönüşmüştür. Bu durumun
Kur’an’da onlarca örneği mevcuttur. “Nezele” fiilinin “tef’il” babından olan fiil ve

70
mastarları incelenirse, ya lâfzen veya takdiren “harf-i cer” ile müteaddi yapıldığı, ya
da sözcüğün “be” edatına gerek kalmadan kıraat farklılığı ile geçişli anlama
dönüştürüldüğü görülecektir. Örneğin klâsik kaynaklarda, İsra suresinin 82.
ayetindeki “ ‫ننّزل‬nünezzilü” sözcüğünün “ ‫ل‬ ُ ‫ُنْنِز‬nünzilü” ve “ ‫ل‬
ُ ‫ُيْنِز‬yünzilü” şeklindeki
kıraatlerinin de varlığı görülmektedir. Yani İsra/82’deki “nünezzilü” ifadesi
geçmişte “nünzilü” veya “yünzilü” olarak da okunmuştur. Şimdi de okunabilir.
Bizim tercihimiz de bu yöndedir.
“Nezzele” fiilinin sadece geçişsiz anlamda manalandırıldığı Nahl/102. ve
Şuara/194. ayetlerde değil, geçişli anlamda manalandırıldığı Bakara/97. ayette de,
zamirler doğru isimlere gönderildiği takdirde görülmektedir ki, Kur’an’ın orijinal
ifadesinde Cibril “indiren” değil, “indirilen”dir, yani “inen”dir.
Fakat tüm bunlara rağmen Bakara/97, Nahl/102 ve Şuara/94. ayetler
çarpıtılarak Kur’an’ın “Cebrail” tarafından indirildiği anlamına gelen çeviriler
yapılmıştır. Hâlbuki bu ayetlerin ön veya arkasında yer alan ayetlerde yine
Kur’an’ı indirenin bizzat Allah olduğu açıklanmaktadır. Ne hikmetse, art arda
gelen bu ayetlerdeki bu çelişki üstünde durulmamıştır, belki de işin farkında
olunmamıştır.

SONUÇ

Kur’an’da Kur’an’ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi,


surelerin indirilmesi, meleklerin [vahylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi,
Tevrat’ın indirilmesi, İncil’in indirilmesi, Furkan’ın indirilmesi ile ilgili üç yüz
civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu
bildirilmiştir. Kur’an’ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz
da. Çünkü Kur’an asla ve kat’iyen kendisiyle çelişmez.

71

You might also like