You are on page 1of 14

24 ABESE SURESİ

[YÜZÜNÜ EKŞİTTİ]

SURESİ

ABESE SURESİNE GİRİŞ

Abese suresi Mekke'de 24. sırada inmiştir. Bu sure, Kur'an ayetlerinin


peygamberimizin kendi ürünü olmadığının kanıtı olarak özel bir örnek teşkil etmektedir.
Ancak 20. yüzyılda ve gelişmiş aletler yardımıyla anlaşılabilmiş biyolojik
gerçeklerden bahsederek bir mucizenin sergilendiği surede, sosyal devrim sayılacak ilkeler
konulmuş ve insanlığa yapılan uyarılara devam edilmiştir.

İniş Sebebi

Tefsir kaynaklarında yer alan meşhur rivayete göre; peygamberimiz Kureyş'in ileri
gelenlerinden Utbe b. Rebia, Ebu Cehil, Übn Hişam ve Abbas b. Abdülmuttalib ile
konuşurken daha önce Müslüman olan İbn Ümmü Mektum yanlarına gelmiş ve
peygamberimize bir soru yöneltmiştir. Peygamberimiz o sırada Müslüman olmalarını çok
istediği kimselerle konuşmakta olduğu için İbn Ümmü Mektum’un sorusuyla
ilgilenememiştir. Sorusuna cevap almak isteyen İbn Ümmü Mektum’un ısrarlı talebi üzerine
peygamberimiz yüzünü asmış ve arkasını dönerek diğerleriyle olan konuşmasına devam
etmiştir. Rivayete göre sure, peygamberimizin bu davranışı üzerine inmiştir.
Şii kaynaklar, “hulûk-u azim [büyük bir ahlâk]” sahibi olan peygamberimizin böyle
düşük bir hareket yapmayacağı gerekçesi ile İbn Ümmü Mektum'a surat asan ve arkasını
dönen şahsın aslında Osman b. Afvan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak ayetlerin devamında
Allah'ın peygamberimizi muhatap alması, burada nazik bir üslûpla kınanan şahsın
peygamberimiz olduğunu göstermektedir.

24 / ABESE [YÜZÜNÜ EKŞİTTİ] SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin meali:
1,2
Elçi, kendisine, o kör adam geldi diye yüzünü ekşitti ve sırt
çevirdi.
–3,4Ne bilirsin, belki o da arınıp temizlenecek, belki öğütlenir ve de öğüt
kendisine yararlı olur.
5-7
Kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören o kişiye gelince de; onun
arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde sen ona yöneliveriyorsun.
8-10
Amma! Bilgiyle, sevgiyle, saygıyla ürpererek koşa koşa sana gelen var ya; sense
yapmakta olduğun işi daha iyi sanarak, ondan rahatlıkla uzaklaşıyorsun.–

1
11-16
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Kur’ân, değerli sayfalar
içinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş, saygın, iyi yazıcıların ellerinde bir
düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.
17
Onulmaz bir duruma düştü o insan! Ne tuhafça kâfir; Allah'ın ilâhlığını
ve rabliğini bilerek reddeden biri oldu o insan!
18
Allah, hangi şeyden oluşturdu kendisini? 19Bir spermden! Allah,
oluşturdu da ölçümlendirip-biçimlendirdi, 20sonra, yaşarken elçi göndererek,
kitap indirerek hak yolu kendisine kolaylaştırdı, 21sonra onu öldürdü, kabre
koydurdu, 22sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı.
23
Kesinlikle kendisinin düşündüğü gibi değil! O insan, Allah'ın kendisine
emrettiğini şimdiye kadar hiç yerine getirmedi.
24
Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!
25
Biz suyu döktükçe döktük. 26Sonra toprağı yardıkça yardık.
27-32
Böylece yeryüzünde, size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak daneler/
hububat, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, gür çimenli, sık ağaçlı
bahçeler, meyve ve otlak bitirdik.
33-36
Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; öyle bir
gün ki o, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından
kaçar.
37
O gün onlardan her kişi için, kendisini boş bırakmayacak bir uğraş
vardır.
38,39
Yüzler vardır o gün, pırıl pırıl; gülen, müjdeleyen.
40,41
Ve yüzler vardır o gün, üzerlerinde toz-toprak; tozu-toprağı da bir is
bürümüştür. 42İşte bunlar, evet bunlardır küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddedenler, din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar.

Ayetlerin Tahlili

1, 2. Ayetler:

O, kendisine, o kör adam geldi diye yüzünü ekşitti ve sırt çevirdi.

Dikkat edilirse, belirtilen davranışlarda bulunanın kim olduğu bu ayetlerde henüz belli
değildir. Konuya sanki başka birinin kusurlarının peygamberimize anlatılmasıyla
başlanmıştır. Ama ilerideki ayetlerde hitap peygamberimize dönmüştür. Bu üslûp,
peygamberimizin belirtilen davranışları nedeniyle yadırgandığının nazik bir şekilde ifadesidir.
Bir bakıma Rabbimiz bu ayetlerde peygamberimizi insanlara isim vermeden şikâyet etmiştir.

3 - 10. Ayetler:

–3,4Ne bilirsin, belki o da arınıp temizlenecek, belki öğütlenir ve de


öğüt kendisine yararlı olur.
5-7
Kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören o kişiye gelince de; onun
arınmamasından sana bir sorumluluk olmadığı hâlde sen ona yöneliveriyorsun.
8-10
Amma! Bilgiyle, sevgiyle, saygıyla ürpererek koşa koşa sana gelen var ya; sense
yapmakta olduğun işi daha iyi sanarak, ondan rahatlıkla uzaklaşıyorsun.–

2
9. ayette geçen “ ‫ خشية‬haşyet” sözcüğü “bilgi ve idrak neticesinde oluşan saygı ve
hayranlığın doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusu” demektir. [Bu konuda daha fazla
bilgi için A'lâ suresinin tahlilinde verilen açıklamalara bakılabilir.]
Bu ayetlerden, söz konusu kör adamın [İbn Ümmü Mektum’un] “haşyet” denen bu
bilince ermiş biri olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an bunu tescil etmiştir.
10. ayette geçen “telehha” sözcüğünün aslı “tetelehha”dır. Sözcüğün kök anlamında
“zevklenerek eğlenip oyalanma” anlamı vardır. Bu anlam peygamberimizin ciddi bir
kınamaya muhatap olduğunu ima etmektedir. Ne var ki, gerek surenin ilk ayetindeki “yüz
ekşitmek” ve “sırt çevirmek” gibi davranışları ve gerekse bu davranışlar nedeniyle azarlanıp
kınanmayı peygamberimize uygun görmeyenler, ayetin orijinal anlamını bozarak “telehha”
sözcüğünü “sen onu bırakıp oyalanıyorsun” şeklinde çevirmektedirler.

11-16. Ayetler:
11-16
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Kur’ân, değerli
sayfalar içinde, yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş, saygın, iyi yazıcıların
ellerinde bir düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.

Vahiy akışı takip edildiğinde, Necm suresinin sonunda bir parantez açıldığı ve Abese
suresinin 1-10. ayetlerinin yeni bir necm olarak araya girdiği görülmektedir. Öyle ki, Necm
suresinin son ayetinin kaldığı yerden Abese suresinin 11-16. ayetleri ile devam edilmektedir.
Çünkü Abese suresinin 11. ayetindeki “ ‫ اّنها‬inneha” zamiri, Necm suresinin 59. ayetindeki “
‫ هذا الحديث‬hâze’l-hadîs” ifadesine racidir. Necm Suresinin 59. ayetinde “Peki, şimdi siz bu
sözden mi hayrete düşüyorsunuz?” diye sorularak Mekkelilerin Kur'an'dan duydukları hayret
ve şaşkınlığın yersizliği belirtilmişti.

Açıklamaya çalıştığımız bu duruma göre; Necm suresinin 56-62. ayetleri ile bu


ayetlerin devamı niteliğindeki Abese suresinin 11-16. ayetlerinden oluşan pasajın takdiri
aşağıdaki gibi olmaktadır:
56
İşte Kur’ân'da açıklananlar, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.
57
Yaklaşacak olan; kıyâmet, ölüm yaklaştı. 58Onu Allah'ın astlarından
kaldıracak/ buna engel olacak kimse yoktur.
59
Peki, şimdi siz bu sözden mi hayrete düşüyorsunuz? 60Ve gülüyorsunuz,
ağlamıyorsunuz. 61Ve siz, aklını gereği gibi kullanmayan kimselersiniz.
62
Haydiyin, boyun eğip teslimiyet gösterin Allah'a ve kulluk edin!
11-16
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Kur’ân, değerli sayfalar içinde,
yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş, saygın, iyi yazıcıların ellerinde bir
düşündürücüdür. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.

“‫ سفرة‬Seferah” sözcüğü, “‫ سافر‬sâfir” sözcüğünün çoğuludur. Bu sözcüğün kökü olan “


‫فر‬dd‫ س‬s-f-r” fiili, farklı okunuşlarıyla “yazmak, keşfetmek, açıklama yapmak, yola çıkmak,
süpürmek, elçi yollamak gibi değişik manalara gelebilir. Sefir [elçi], iki ülke arasındaki
sorunları süpüren kişi demektir.1
Konu akışına göre buradaki anlamı “yazıcılar” demektir. Nitekim Cuma suresinin 5.
ayetinde “ ‫فار‬dd‫ اس‬esfar” sözcüğü “kitaplar” anlamında kullanılmıştır. Bu ayetteki “seferah
[yazıcılar]” ile kastedilen de Kur'an'ı yazan ilk vahiy kâtipleridir.
1
(Lisanü’l Arab, “s f r” mad. )

3
Henüz kâğıdın olmadığı o dönemde peygamberimiz kendisine inen ayetleri, okuma
yazması olan sahabeye, bez parçaları, enli kürek kemikleri, deve kaburga kemikleri, hurma
dalları, ince beyaz taşlar ve hayvan derisi gibi malzemelerin üzerine yazdırmış ve vahyi yazan
bu kâtiplerin sayısı ilerleyen yıllarda 40'a kadar ulaşmıştır. Mekke'de ilk vahiy kâtipliğini
Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh, Medine'de ise Ubey b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra bu görev
Zeyd b. Sabit’e verilmiş ve onun tarafından devam ettirilmiştir.
Peygamberimizin vahiy kâtipliğini yapan diğer kişiler şunlardır: Ebu Bekir, Ömer b.
el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Amr b. el-As, Şurahbil b. Hasene, Muğire b.
Şu'be, Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm b. es-Salt, Huseyn en-Nemerî, Zubeyr b. el-
Avvâm, Amir b. Fuheyre, Ebân b. Said, Abdulah b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd,
Halid b. Velid, Alâ b. el-Hadremî, Abdullah b. Revâha, Huzeyfe b. el-Yemân, Muhammed b.
el-Mesmele vs.2
Ayette “tertemiz temizlenmiş” olarak çevirdiğimiz “‫حف مطّه رة‬dddd‫ ص‬suhufun
mutahheratün” tamlaması fiziksel temizlik anlamında olmayıp “batıldan temizlenmiş”
anlamındadır. Aynı ifadeyi Beyyine suresinin 2. ayetinde de göreceğiz.
“‫ررة‬dd‫[ ب‬berara]” sözcüğü ise “ ‫ّر‬dd‫ ب‬berr” sözcüğünün çoğuludur. Vahiy kâtiplerinin
nitelenmesinde kullanılmış olan bu sözcüğün dinimizdeki yeri nedeniyle biraz daha detaylı
incelenmesinde yarar vardır:

Birr

“Takva” sözcüğünün anlamdaşı durumunda olan “ ‫ بّر‬birr” sözcüğü, “her türlü hayır ve
iyilik işlerinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik” demektir. Sözcük, bu geniş
anlam alanıyla her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı davranışı kapsamaktadır.
“Birr”, Kur'an'da şöyle tanımlanmıştır:
189
Sana hilallerden soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hac/programlı ilâhiyat eğitim
dönemleri için zaman ölçüleridir.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz/dinde Allah'ın
ilkelerinden başka ilkeler benimsemeniz, “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlık”, Allah'ın
koruması altına girmektir. Öyleyse, evlerinize kapılarından girin; dini, din sahibi Allah'ın çizdiği
çerçevede yaşayın. Ve başarıya erenlerden, kurtulanlardan olmanız için Allah'ın koruması altına
girin.
(Bakara/ 189)

92
Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine
eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir.
(Âl-i Imran/ 92)

45,46
Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu
aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan;
gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan
kimselerden başkasına çok ağır gelir.–
(
Bakara 44- 46)

“Birr” sözcüğü hadis ve fıkıh kitaplarında da çok kullanılmıştır. Ana-babaya bol bol
iyilikte bulunma konusu, “ ‫دين‬dd‫ر الوال‬dd‫ ب‬Birru’l-Valideyn” özel başlığı altında bu sözcükle
işlenmiştir.
“Birr” sözcüğünün aslı “berr” sözcüğüdür. Lügat anlamı “kara parçası, kıt'a” demek
olan “berr” sözcüğü, “deniz” anlamına gelen “bahr” sözcüğünün karşıt anlamlısıdır. Bu iki
2
[İbn Hacer el-Askalanî, Fethu'l-Barî bi Şerhi Sahihi'i-Buharî, Bulak 1300, IX,18;
Ahmed b. Ebi Ya kub, Tarihu Ya'kûbî, Necef, 1385, II, 64].

4
kavram bir arada “ ‫ فى البر و البحر‬fi’l-berri ve’l-bahri [karada ve denizde]” şeklinde bir deyim
olarak da kullanılır ve “her yerde” anlamında “yaygınlık” ifade eder.

“ ‫ البّر‬el-Berr” sıfatı hem Allah için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah için
kullanıldığında anlamı “Kullarına karşı şefkati, ihsanı geniş ve yaygın olan” demektir. Allah,
“el-Berr”dir. O, kullarına merhametli olduğu için onlar hakkında kolaylık diler, zorluk
dilemez. Onların günahlarına [şayet affetmezse] misliyle karşılık verir ama iyiliklerine ve
hayırlı amellerine kat kat karşılık verir:
25-28
Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde
korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O'na
yalvarıyor idik. Şüphesiz O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir.”
(Tur/ 28)

“ ‫ البّر‬el Berr” sıfatı kullar için kullanıldığında ise; “itaati yaygın, çok itaatkâr, sadık
[sözünde duran]” anlamına gelir. Sözcük bu anlamıyla Kur'an'da İsa ve Yahya peygamberler
için kullanılmıştır:

“12-15Ey Yahyâ! Kitab'ı kuvvetle al!” O henüz çocuk iken o'na yasa, tarafımızdan sevecenlik
ve temizlik verdik ve o, Allah'ın koruması altına çokça girmiş biriydi. Ve anne-babasına çok iyi
davranandı. Ve o bir zorba ve itaatsiz biri olmadı. Ve doğurulduğu gün ve öleceği gün ve yeniden
diri olarak kaldırılacağı gün o'na selâm olsun!
(Meryem/ 12-15)

32
Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse yaptı. Ve beni bir zorba, mutsuz biri yapmadı.
(Meryem/32)

Aynı kökten türemiş olan “teberru” sözcüğü, fiil olarak “iyi olmak, iyilik yapmak”
anlamına gelir. Türkçede de herhangi bir sosyal yardım amacıyla yapılan yardımlar ve
iyilikler “teberru” sözcüğüyle ifade edilir.
“Birr” sözcüğü isim olarak kullanıldığı gibi, ism-i fail olarak da kullanılır ve bu
takdirde “çok çok iyilik yapan” anlamına gelir. Meselâ müminler çok çok iyilik yaparak
“birr”in bizzat kendisi hâline gelirler. Kur'an böyle kimseleri “berr” sözcüğünün çoğulu olan
“ebrar” sözcüğü ile tanımlamış ve bu sözcüğü “müttekîn [iyiler, Allah'a saygılı insanlar]”
anlamında kullanarak “müttekin”e sunulan nimetlerin “ebrar”a da sunulacağını bildirmiştir:
198
Ama, Rablerinin koruması altına girmiş kişilere gelince, onlar için, Allah katından bir yolcu
ikramı olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Ve Allah
katındaki, “iyi adamlar” için daha iyidir.
(Âl-i Imran/ 198)

13
Şüphesiz ki “ebrar/iyi adamlar”, elbette bol nimet, mutluluk cennetinin içindedirler.
(İnfitar/ 13)

18-21
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! “Ebrar”ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle
Illıyyin'dedir. –Illıyyin'in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu
rakamlanmış/ yazılmış bir kayıttır!–
22-28
Şüphesiz ki “Ebrar/iyi adamlar”, elbette, Naim'in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti
içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki

5
onun mühürü/ neticesi misktir. Karışımı Tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır.
–Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.–
(Mutaffifin/ 18- 28)

5-22
Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir
pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi,
ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık
suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen
yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler.

Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak,
sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar;
orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine
sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, -
kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir-. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan
sulanırlar, orada Selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır;
onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir mülk ve
yönetim göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle
süslenmiş olacaklar; Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır.
Çalışmalarınız da karşılık ödenecek niteliktedir.

(İnsan/ 5-22)

Sosyal hayatın kurulması ve sağlıklı işlemesi açısından çok önemli olan ve âdeta
insanlar arasındaki kaynaşmanın harcı olan “birr”, takva sahibi müminlerin olmazsa olmaz bir
özelliğidir. Bu özelliğe bizzat “takva” denmese de, “takvalı olma hâli” denebilir. Zaten
Rabbimiz de bize bu özelliğe sahip kişiler ile, yani “ebrar [iyiler, yardımseverler]” ile beraber
ölmeyi istememizi tavsiye etmektedir:
190-194
Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette,
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu
üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi
Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil
etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse
yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen
inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile
birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür.
Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz
Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice
alâmetler/göstergeler vardır.
(Âl-i Imran /190- 194)

“Ebrar”ın kimler olduğunu anlatan bu ayetlerden sonra, Abese suresinin 13-16.


ayetlerinden de anlaşılmaktadır ki, inen ayetler değerli, saygın, ebrar yazıcılar tarafından
yazılmaktadır. Ayetlerde verilen bu bilgi, Ömer'in kız kardeşinin ve eniştesinin yazılı Kur'an
sayfaları okudukları, bu sayfaları Ömer'den korkarak sakladıkları, Ömer'in sayfaları ortaya
çıkartıp yeniden okuttuğu ve sonra da Müslüman olduğu yolundaki tarihî bilgiyi
doğrulamaktadır. Demek oluyor ki, peygamberimiz Alak suresindeki “Alleme bilkalem
[kalemle öğreten]” ayetinin mesajını almış ve ilk andan itibaren ayetleri yazmış veya
yazdırmıştır. Ancak o günlerde Araplarda henüz kâğıt olmaması sebebiyle bu yazıların deri,
papirüs, tahta parçası, kemik ve kil tabletler üstüne yazıldığı unutulmamalıdır.

6
Kısaca bu ayetler, hem Alak suresinde “Alleme bilkalem [kalemle öğreten]” ayeti ile
verilen mesajı pekiştirmekte, hem de Kur'an ayetlerinin hangi özellikteki yazıcılar tarafından
yazılması gerektiğini ima etmektedir.
Surenin buraya kadar olan ayetlerinde üç temel ilke üzerinde durulmaktadır:
Birinci ilke; “fikir, vicdan ve inanç özgürlüğü” ilkesidir. Daha önce Müddessir
suresinin 36, 37, 54 ve 55. ayetlerinde, A'lâ suresinin 9-11. ayetlerinde, Tekvir suresinin 27 ve
28. ayetlerinde, ayrıca Kâfirun suresinin tümünde, dileyenin inanacağı [arınacağı], dileyenin
de inanmayacağı [arınmayacağı] belirtilmişti. Abese suresinde bu ilke tekrar teyit edilmiş,
peygamberlerin ve Hakk davetçilerinin kişilerin arınmasından sorumlu olmadıkları bir kez
daha vurgulanmıştır. Böylece inanıp inanmamayla, arınıp arınmamayla ilgili sorumluluğun
ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmakla yükümlü peygamberlerde ve Hakk davetçilerinde
değil, bizzat tebliğe muhatap olanlarda olduğu; yani “fikir, vicdan ve inanç özgürlüğü”, ilk
vahiyden itibaren Kur'an'da en çok tekrarlanan ilkelerden biri hâline gelmiştir.
İkinci ilke; İslâm'da saygınlığın, üstünlüğün yegâne ölçüsünün “takva” olduğu
ilkesidir.
Peygamberimiz, yukarıda belirtilen birinci ilkeye rağmen insanların hidayeti için çok
gayret eden, onların akıbetleri için çok endişelenen bir yapıya sahipti:
128
Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece
inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir.
(Tövbe/ 128)

3
Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen,
bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/ bilgisizlerdendin.
( Yusuf/ 103)

6
Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden
neredeyse kendini harap edeceksin!
( Kehf/ 6)

3
Onlar;Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü
sözler kabul eden kimseler, iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın!
( Şuara/ 3)

8
Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok
ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara
karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi
bilir.
(Fatır/ 8)

Herkesin bir an evvel Müslüman olması için âdeta yanıp tutuşan peygamberimiz,
yaptığı çağrıya önce yakın akrabalarının, hemşerilerinin ve özellikle de kentin ileri
gelenlerinin icabet etmesini istiyordu. Çünkü Mekke dışındaki insanlar, peygamberimizin
yakın çevresinden Müslüman olmayanları bahane ederek onun davetini reddediyorlardı. Oysa
yakın çevresi Müslüman olursa ufuk açılacak, İslâm Mekke dışında da yayılma imkânı
bulacaktı.
Peygamberimiz bu düşünceler içinde Mekke ileri gelenlerine çağrıda bulunurken,
Allah'tan uzak kalma korkusuyla koşarak yanına gelen ve Allah'ın öğrettiklerinden öğrenmek
isteyen kör ve fakir adama ilgi göstermemiş, ona arkasını dönerek müşrikleri yola getirme
çabasına devam etmiştir. Çünkü o zaten Müslüman'dı ve peygamberimize göre müşrikleri
Müslüman yapmak daha önemliydi.

7
Peygamberimizin bu mantığı, dünyevî ilişkilerdeki değer ölçüleri itibariyle bugün de
geçerli, kabul görmüş ve uygulanan bir mantıktır. Toplumsal itibar bakımından bugün de
zengin fakirden, patron işçiden, müdür memurdan, vali çöpçüden daha önde gelmektedir.
Dolayısıyla zaten Müslüman olan bir kimseye vakit ayırmaktansa, sosyal itibarı daha yüksek
olan bir kimseyi İslâm'a kazandırmak için çalışmak, yani menfaatin büyüğünü tercih etmek,
taşınan sorumluluk gereği sanki daha isabetliymiş gibi görünmektedir. Ama işin gerçeğinin
peygamberimizin düşündüğü gibi olmadığı, bu olayın akabinde nazik bir üslûpla da olsa
Allah'ın azar ve kınamasına muhatap olmasından anlaşılmaktadır.
Çünkü kullarına eşit mesafede olan, dolayısıyla nazarında kör-topal ile sağlamın, fakir
ile zenginin, köle ile efendinin bu özellikleri sebebiyle bir farkı olmayan Rabbimiz için tek
üstünlük ölçüsü “takva”dır:

13
Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi
uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah'ın koruması altına
girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır.

(Hucurat/ 13)

Şu halde, Allah'ın kullandığı ölçünün insanlar tarafından da kullanılması ve ilahi


değerlerin içselleştirilmesi sürecinde bireylerin sosyal statülerine herhangi bir ayrıcalık
tanınmaması gerekmektedir. Bu ise tam anlamıyla bir sosyal inkılaptır. İnsanlığa
peygamberimizin bir davranış örneği üzerinden öğretilen bu sosyal inkılap, sonuçları
itibariyle insanların toplum nezdindeki itibar ve statüleriyle değil, salt Allah’ın kulu olmaları
nedeniyle değer verilmeye layık oldukları bilincini hedef almaktadır. Bu bilinç, Yüce Allah’ın
önem verdiği en üstün insanlık değerinin daima “takva” olduğunu hatırlatacak, bu suretle de
makam, mevki, zenginlik ve benzeri sosyal itibar kaynaklarının insanlar arası ilişkilerde
belirleyici kriterler olarak rol oynamamasını sağlayacaktır.
Devrim niteliğinde olan bu ilke önce peygamberimizin hayatında uygulamaya
geçirilmiş, böylece toplumda bir örnek oluşturularak aynı ilkenin toplum tarafından da
benimsenmesi amaçlanmıştır.
Daha sonraki yıllarda da aynı yöntem tekrarlanmış, getirilen yeni ilkeler ilk önce
peygamberimizin hayatında uygulamaya konmuştur. Örnek olarak, peygamberimizin azat
edilmiş bir köle olan Zeyd'i evlât edinmesi, sonra onu halasının kızı Zeynep ile evlendirmesi,
daha sonra ise evlâtlığı olan Zeyd'in boşadığı Zeynep ile kendisinin nikâhlanması gibi olaylar,
o günün toplum yaşamında birer “ilk” olmuş ve örnek teşkil ederek topluma yansımıştır
(Ahzab suresi).
Üçüncü ilke; Kur'an'ın peygamberin hevasından olmadığı ilkesidir. Bu sureden evvelki
Necm suresinin ilk ayetlerinde, o güne kadar inmiş olan Kur'an ayetleri anlamında “Necm”
kanıt gösterilerek peygamberin tutkuları, çıkarları ve kuruntuları gereği [hevasından]
konuşmadığı, okuduklarının kendisine vahyedilmiş bilgiler olduğu açıklanmıştı. Abese suresi
bu ilkeye getirilmiş yeni bir kanıt mahiyetindedir. Şüphesiz bu surenin ayetleri de lâfzî yapısı
itibariyle diğer ayetler gibi hiçbir insanın yazamayacağı, derleyemeyeceği eşsiz bir sanat
gösterisi olup Kur'an'ın peygamberimizin ürünü olmadığının kanıtıdır. Ancak Abese suresi,
yukarıda belirttiğimiz gibi “yeni” bir kanıttır. Ancak; yeni bir kanıt teşkil etme özelliği, lâfzî
mükemmelliğinin yanında, anlam olarak da peygamberi rencide eden bir azar içermesinde
gizlidir. Çünkü kim olursa olsun, hiçbir insan yalnızca birkaç kişinin bildiği bir hata ve
kusurunu herkese duyurup ilân etmek istemez. Ama duyurup ilan ettiği bu sözler kendisine ait
değil de vahyediliyorsa, işte o zaman, aleyhine de olsa kendisine vahyedilen bu sözleri
kıyamete kadar herkesçe bilinecek şekilde tebliğ etmesi zorunlu hâle gelir. Bu nedenle Abese

8
suresi, Kur'an'ın peygamberimizin hevasının ürünü olmayıp vahiy olduğuna dair yeni ve
fevkalâde bir kanıt oluşturmaktadır.
Yukarıdaki görüşün aksine, Kur'an'ın hâlâ peygamberimizin hevasının ürünü olduğunu
iddia edenlere ise Rabbimiz Kur'an'da şu cevabı vermiştir:
67
Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun
verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır.
Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna
kılavuzluk etmez.
(Maide/ 67)

15
Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir
Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim
için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem,
kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”
16
De ki: “Allah dileseydi, ben Kur’ân'ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân'ı size bildirmemiş
olurdu. Ben de Kur’ân'dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak
mısınız?”
(Yunus/ 15, 16)

73
Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak
söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/ iz bırakan bir
önder edinirlerdi.
74
Ve eğer Biz, seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.
75
O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine
hiçbir yardımcı da bulamazdın.
(İsra/ 73-75)

44-47
Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle
O'ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O'ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz
O'na siper de olamazdınız.

(Hakka/ 44-47)

17. Ayet:
17
Onulmaz bir duruma düştü o insan! Ne tuhafça kâfir; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri oldu o insan!

Yani; “Tuhaf bir şey! O insan afak ve enfüste [dış dünyada ve kendi yapısında] bunca
apaçık kanıt varken, buna rağmen kâfirlik ediyor!”
Ayette, Allah'ın verdiği aklı ve fikri iyi kullanmaması, gönderdiği peygambere kulak
vermemesi ve indirdiği kitaptan öğüt almaması yüzünden kâfir bir insanın kendini nasıl da
mahvettiği beyan edilmiş, insanın bu kadar inkârcı oluşunun anlamsızlığı taaccüp [hayret] fiili
kullanılarak vurgulanmıştır.
Ayette geçen “el-insan” sözcüğünün başındaki “‫ ال‬el” takısı “ahd” içindir. Bu takı,
“insan” sözcüğü ile bütün kâfir insanların değil, Ebuleheb gibi adı sanı belli bir kâfirin
kastedildiğini göstermektedir. Kastedilen bu şahıs, kâfir kalacağı Rabbimiz tarafından bilinen
ve peygamberimize de bildirilen birisidir. Uyarmanın yarar sağlamayacağı bu tür insanların

9
var olduğu, “Şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir; inanmayacaklar”
anlamındaki Bakara suresinin 6. ayetinden de anlaşılmaktadır.
Ayette bahsedilen kâfirliğin küçük nimetlerin kâfirliği olan “nankörlük” anlamında ele
alınması yanlış olur. Ayetin sonrasında da görüleceği gibi, burada kastedilen kâfirlik, Allah'ın
varlığına ve birliğine inanmamak, kendinde ve çevresinde kanıt olan onca mucizeye itibar
etmemek, onları hiçe saymak gibi bilinçli davranışlarla yapılan kâfirliktir.

18 - 22. Ayetler:
.
18
Allah, hangi şeyden oluşturdu kendisini? 19Bir spermden! Allah,
oluşturdu da ölçümlendirip-biçimlendirdi, 20sonra, yaşarken elçi göndererek,
kitap indirerek hak yolu kendisine kolaylaştırdı, 21sonra onu öldürdü, kabre
koydurdu, 22sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı.

19. ayette geçen ve “ölçülendirip biçimlendirdi” olarak çevirdiğimiz “‫ قّد ره‬kadderahu”


kelimesi, Arapça'da “‫در‬dd‫ ق‬kadera” fiil kökünden gelmektedir. Bu fiil sözlükte “ayarlamak,
ölçüp biçmek, plânlamak, programlamak, geleceğini görmek” anlamlarına gelmektedir.
20. ayetteki “yolu ona kolaylaştırdı” ifadesi ile şu iki şeyin kastedilmiş olması
mümkündür:
Birincisi, doğum sürecinde bebeğin ana rahminden dışarı çıkışının kolaylaştırılmasının
kastedilmiş olması ihtimalidir. Pek tabiîdir ki, bu, tıp biliminin 20. yüzyılda ulaştığı bilgilere
göre oluşturulmuş, daha önceden oluşturulması mümkün olmayan bir görüştür. Doğum
sürecinde bir kolaylaştırma olduğu, Ana Britannica ansiklopedisinin şu satırlarından kolayca
anlaşılmaktadır:
“… Doğum eylemi üç evrede gerçekleşir. İlk evrede dölyatağının [rahim] boynu
genişleyerek bebeğin geçebileceği kadar açılır. …İlk evrenin başlangıcında dölyatağı
kasılmaya başlar. … Torba biçiminde kassı bir organ olan dölyatağının duvarlarındaki
kasların düzenli olarak kasılması, dölyatağının iç boşluğunu daraltır ve gebelik süresince
dölütü barındıran içi sıvıyla dolu amniyon kesesine basınç yaparak onu dölyatağı boynuna
doğru iter. Bu evrenin bitiminde amniyon kesesi basıncın etkisiyle yırtılır, içindeki sıvı boşalır
[su gelmesi] ve ikinci evre başlar. …”3
Doğum sürecinde annenin vücudu her zamankinden farklı, istemsiz hareketlerle, gerek
doğrudan gerekse dolaylı olarak doğumu kolaylaştırmaktadır. Meselâ kasılmalar, hem
dölyatağı boynunun genişlemesinde hem de bebeğin dölyatağı boynuna doğru itilmesinde
doğrudan rol oynamaktadır. Diğer taraftan amniyon kesesinin yırtılmasını sağlamak suretiyle
doğum esnasında bebeğin geçiş yollarının kayganlaşmasında ve sterilize edilmesinde ise
dolaylı olarak rol oynamaktadır.
Bütün bu kolaylaştırmaların altında, kadın vücudunu sadece anne olma
aşamasındayken bu hareketlere programlamış olan programcının eseri olduğu gerçeği
yatmaktadır. Kolaylaştırıcının ta kendisi olan Rabbimiz, kolaylaştırmaya yönelik her şeyi ilk
yaratılışta plânlamış, programlamış ve uygulamaya koymuştur.
İnsanlığın yukarıdaki bilgilere henüz sahip olmadığı bir dönemde vahiy yoluyla
bildirilen ve yazıya geçirilen bu ayet, bu bilgilere yeni ulaşan insanlık için Kur'an'ın bir
mucizesinin daha açığa çıkmış olması demektir.
İkinci ihtimal ise insana hayat yolunun kolaylaştırıldığının kastedilmiş olabileceğidir.
Bunun anlamı, doğru ile yanlışı ayırabilmesi ve çevresindeki nimetlerden yararlanabilmesi
için insana gerekli donanımın verilmiş olmasıdır. Bu donanım insanın akıl ve irade gibi
3
Ana Britannica[Cilt: 10 s: 267]

10
zihinsel fonksiyonları ile beş duyu organını kapsadığı gibi, uyarıcı peygamberleri ve onlar
vasıtasıyla gönderilen kitapları da kapsamaktadır. Gerçekten de bu donanım insanın hayatını
kolaylaştırmakta, doğru yolu bulmasını sağlamaktadır.

Bu ayetlerde kâfirlerin yaşamları boyunca Allah'ı tanımadıkları, O'nun emirlerini


yerine getirmedikleri dile getirilmektedir.

23. ayet
23
Kesinlikle kendisinin düşündüğü gibi değil! O insan, Allah'ın kendisine
emrettiğini şimdiye kadar hiç yerine getirmedi.

23. ayetteki “kellâ” sözcüğü kâfirlerin bu davranışlarından hiçbir zaman vazgeçmediklerini


vurgulamaktadır. Hayatlarında bir kez bile Allah'ı tanımaya yönelik bir yaklaşım
göstermemeleri, bu hâllerinin bilinçli bir küfürden kaynaklandığını göstermektedir.

24. Ayet:
24
Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!

18 - 22. ayetlerde Rabbimiz insana onun kendi yaratılışındaki ayetlerini/işaretlerini


göstermişti. Bu ayetler kişinin bedeninde ve iç dünyasında yaratılan ve insanı Allah'ı
tanımaya sevk eden iz ve işaretlerdir. 24-32. ayetlerde ise Yüce Allah’ın varlığına kanıt
oluşturan afaktaki [dış âlemdeki] iz ve işaretler gözler önüne serilmektedir.

25 - 26. Ayetler:
25
Biz suyu döktükçe döktük. 26Sonra toprağı yardıkça yardık.

Ayette “döktükçe döktük” olarak çevirdiğimiz “ ‫ّب‬dd‫ ص‬sabb” sözcüğü aslında ince
manalar içermektedir. Araplar normal bir dökme eylemi için bu sözcüğü değil, “ ‫ الّسكب‬sekb”
sözcüğünü kullanırlar. “Sabb” sözcüğü sıradan bir dökme olmayıp “suyu yukarıdan aşağıya,
yavaşça, süzerek, belirli bir amaca yönelik olarak ve ayarlı bir biçimde dökmek” demektir.
Ancak bu şekilde dökmekteki amaç rahmet olabileceği gibi, azap da olabilir (Fecr 13, Duhan
48, Hacc 19). Ayette kısa ve öz anlatımla [icaz yapılarak], yağmur yağdırma eylemi için
“sabb” sözcüğünün seçilmiş olması anlamlıdır. “Sabb” sözcüğünün seçilmesiyle yağmurda
“yavaşlık, süzülmüşlük, amaca göre ayarlılık” gibi özelliklerin bulunduğuna işaret
edilmektedir.
Gerçekten de yağmur:
- Normal şartlar altında canlılara zarar vermeyen ve “yavaş” denilebilecek bir hızla
yağar.
- Pisliği ve tuzu nedeniyle içemediğimiz ve bir çok işimizde kullanamadığımız
sulardan buharlaşarak oluşmasına rağmen, yeryüzüne süzülmüş, temizlenmiş su olarak düşer.
- Yağış hızı ve süresine göre rahmet veya afet hâline gelebilir.

27-32. Ayetler:

11
27-32
Böylece yeryüzünde, size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak
daneler/ hububat, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, gür çimenli, sık
ağaçlı bahçeler, meyve ve otlak bitirdik.

Ayetlerde dış dünyadan ve insanın bizzat kendisinden örnekler verilmesi, Allah'ın


varlığına, birliğine ve kıyamete kadir olduğuna birer delil teşkil eden bu gibi nimetleri ihsan
etmesine rağmen insanın hâlâ yaratıcısına karşı büyüklenmeye devam etmesinin acayipliğini
gözler önüne serme amacına yöneliktir.

33-37. Ayetler:
33-36
Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman;
öyle bir gün ki o, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden,
oğullarından kaçar.
37
O gün onlardan her kişi için, kendisini boş bırakmayacak bir uğraş
vardır.

Bu ayet grubunda, genellikle mal ve evlatlarına güvenerek küfrü tercih eden kâfirler,
mal mülk ve yakın çevrenin yarar sağlamadığı, kimsenin kimseye yakınlık duymadığı, kendi
dertlerine düşmeleri nedeniyle insanların birbirinden kaçtığı bir günün geleceği bildirilerek
uyarılmaktadır.
O gün insanların telaş ve panik içinde birbirinden kaçmalarının sebebi şu gerekçelere
dayandırılabilir:
- Herkes anayı, babayı, eşi ve evlâdı gözü görmeyecek derecede kendi derdine
düşmüş, kendinden başkasını umursamaz hâle gelmiştir.
- Vaat edilen günün geldiğini ve işledikleri suçların hesabını vereceklerini anlayan
suçlular, kurtulmayı umarak kendilerini bu suçlara teşvik ve azmettirenleri arayıp bulma
telâşına düşmüşlerdir.
- Birbirini aldatmış, birbirine zarar vermiş olan insanlar, yakın olsalar bile yüz yüze
gelmemek için kaçışmaktadırlar.

38-41. Ayetler:
38,39
Yüzler vardır o gün, pırıl pırıl; gülen, müjdeleyen.
40,41
Ve yüzler vardır o gün, üzerlerinde toz-toprak; tozu-toprağı da bir is bürümüştür.

O gün telaş ve panik içinde kaçışan mutsuzlar olacağı gibi, yüzlerinden mutluluk akan
bahtiyar insanlar da olacaktır. Yukarıdaki ayetler, bu insanların mutlu veya mutsuz
olduklarının yüzlerinden anlaşılacağını haber vermektedir.
Bu tablo Kur'an'da başka ayetlerde de yinelenmiştir:
105-107
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ayrılığa düşen kimseler gibi de
olmayın. İşte bunlar, birtakım yüzlerin beyazlaştığı, birtakım yüzlerin siyahlaştığı günde büyük bir
azap kendileri için olanlardır. Artık yüzleri kararan kimselere: “Siz inandıktan sonra yeniden kâfir;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri mi oldunuz? Öyleyse, küfretmenizden; Allah'ın
ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmenizden dolayı tadın cezayı!” Yüzleri ağaran kimseler de, biliniz
ki, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada sürekli kalanlardır.
(Âl-i Imran/ 105-107)

22 23
Yüzler var ki, o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler; Rabblerinden nimet
beklemektedirler.

12
24
Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine “Belkıran” yapılıyor.
(Kıyamet/ 22-25)

42. Ayet:
42
İşte bunlar, evet bunlardır küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddedenler, din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar.

Surenin bu son ayeti, önceki iki ayette belirtilmiş olan “üzerleri toz-toprak, yüzlerini is
bürümüş” kimselerin kâfirler ve facirler olacağını bildirmektedir.
“Küfür” ve “kâfir” sözcüklerinin ne anlama geldiği Kâfirun suresinin tahlilinde
açıklanmıştı. Ancak kısa da olsa hatırlatmakta yarar görüyoruz:
“Küfür” sözcüğünün esas anlamı “örtmek” demektir. Bu anlamdan hareketle, erişilen
nimetleri yok sayarak teşekkür etmemeye küfür [nankörlük] denmektedir.
“Kâfir” sözcüğü, “nimetlere nankörlük eden, onlara uzak kalan, onlardan kaçınan,
onların üzerini örten” anlamında, “kefera” fiilinin ism-i faili olarak kullanılır.
“Küfür” sözcüğünün terim anlamı ise “Allah'ın varlığını, birliğini, elçileri vasıtası ile
gönderdiklerini inkâr etmek” demektir. Bu duruma kısaca imansızlık da denilebilir.
“Kâfir”, imanı olmayan kimseye verilen isimdir.

Fücur

“ ‫ فجور‬Fücur” sözcüğü sözlükte “yarmak, bir şeyi genişçe yarıp açmak” olarak tarif
edilmiştir. Kur'an, bu eylemin olumlusu için “ ‫ر‬dd‫ فج‬fecr”, olumsuzu için “‫ور‬dd‫ فج‬fücur”
sözcüklerini kullanmıştır.
“Fecr” sözcüğü Kur'an'da “olumlu anlamda yarılıp açılmak, fışkırmak, yeri açıp
kaynak fışkırtmak” manalarında kullanılmıştır:
12
Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu.
(Kamer/ 12)

33
Her iki bahçe de, hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak
yardık/akıttık.
(Kehf/ 33)

74
Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan
öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır
ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz,
duyarsız değildir.
(Bakara/ 74)

Olumsuz anlamdaki “yarmak, yırtmak” anlamını ise “fücur” sözcüğü karşılamaktadır.


Kur'an'ın olumsuz anlamda kullandığı “fücur” sözcüğü, gerek dil bilimciler ve gerekse din
bilginleri tarafından “Şakku setri’d-diyanet [diyanet örtüsünün yırtılması, çatlaması]” olarak
ifade edilmiştir. Bu şekilde din-iman örtüsünü yırtıp atanlara “facir” denir. Bu sözcüğün
çoğulu da “‫ فّجار‬füccar” veya “‫ فجرة‬fecere” şeklinde ifade edilir:
5
Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek
istiyor: 6Soruyor: “Kıyâmet günü ne zamanmış?”
(Kıyamet/ 5, 6)

13
26-28
Ve Nûh dedi ki: “Bu yerde dolaşan kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddedenlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki Sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve
sadece din-iman tanımayıp kötülüğe batan ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden
çocuklar doğururlar. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için
ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et/bağışla hepimizi! Şirk koşarak yanlış;
kendi zararlarına iş yapanlara da sadece yok oluşu arttır.”
(Nuh/ 26- 28)

İmanın dışa yansıması nasıl ki “takva” ya da “amel-i salih” ise, küfrün dışa yansıması
da “fücur”dur. Yani fücur işlemek, gerçek imana sahip olmayanların bir karakteridir. Çünkü
Allah inancı, insanın haram-helal, hayır-şer, cennet-cehennem gibi kategorilerin bilincinde
olmasını sağlar. Dolayısıyla bu bilinç insanın fücur işlemesine engel olur. Zaman zaman
hataya düşen insan için daima “tövbe etme” imkânı vardır. Ancak insan aynı hatayı
tekrarlamamak şartı ile Allah'ın affediciliğine sığınmalıdır. Tövbeden sonra sözünde
durmamak, yalan söylemek tam anlamıyla fücur işlemektir.
Sınırları dinle belirlenmiş davranışlara karşı çıkmak, din adına kural tanımamak, dinle
getirilen kısıtlamaları kabul etmemek, dolayısıyla her türlü irili ufaklı günahı işlemek
facirlerin en belirgin özelliklerindendir. Bu insanlar dünyada yaptıklarının hesabını
vereceklerine inanmadıklarından ya da Allah'a döneceklerini düşünmediklerinden, her türlü
fücuru işlemekten çekinmezler.
Kur'an, fücuru işleyenlerin kâfir ve cehennemlik olduklarını bildirmiştir:
14-16
Din-iman tanımayıp kötülüğe batmış olanlar da kesinlikle cehennemdedirler. Din Günü
ondan kaybolmamak üzere oraya yaslanacaklardır.
(İnfitar/ 14)

7-13
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Şüphesiz, “din-iman tanımayıp kötülüğe
batanlar”ın kaydı, kesinlikle, Siccin'dedir. –Ve “Siccin”in ne olduğunu sana ne bildirdi? -O,
rakamlanmış/ yazılmış bir kayıttır! O gün, yalanlayanların; karşılık gününü yalanlayanların vay
haline! Ve karşılık gününü, kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman, “Eskilerin masalları” demiş olan
tüm sınırları aşan günahkârlardan başkası yalanlamaz.–
(
Muttaffifin/ 7-12)
28
Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız?
Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi
yaparız?
(Sad/ 28)

Dikkat edilirse, bu ayetlerde tüm insanlar, “müminler” ve “kâfirler” olmak üzere iki
gruba ayrılmış olarak ele alınmıştır. Müminlerin grubu “ebrar”, kâfirlerin grubu da “füccar”
olarak isimlendirilmiştir. Kur'an, “ebrar” ile “füccar” sözcüklerini birbirinin tam zıddı olarak
kullanmaktadır. Bu da şu demektir:
İslâm dışı yaşayan, Allah'a teslim olmayan, din-iman tanımaz kimseler olan fücur ehli,
takva karşıtı olan davranışları sonucunda, kendilerini oradan hiç kimsenin kurtaramayacağı
cehenneme girecek, kesinlikle müminler [müttekîler] ile bir tutulmayacak, onlarla aynı kefeye
konulmayacaktır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

14

You might also like