Professional Documents
Culture Documents
GİRİŞ:
1
RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA
MEAL:
2
18 - Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye,
dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız];
kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile
onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
20 - Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere]
Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.
21 - Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette
ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.
22 - Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış
ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
23, 24 - Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]:
Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya
her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama.
Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve merhametinden dolayı
onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni
küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
25 - Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O
tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.
26, 27 - Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp
savurma. - Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine
karşı çok nankördür.-
28 - Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba,
yoksul ve yolda kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı
[onların ağırına gitmeyecek] bir söz söyle.
29 - Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma
[israf etme]. Aksi hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.
30 - Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve
daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.
31 - Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz
rızklandırırız/ besleriz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
32 - Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.
33 - Ve hakk ile olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim
zulüm edilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da
öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o [öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
34 - Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel
bir şekilde olması müstesna. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde]
sorumluluk vardır.
35 - Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha
hayırlıdır ve tevil [sonuç, uygulama] olarak daha güzeldir.
36 - Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül,
bunların her biri ondan sorumludurlar.
37 - Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri
yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.
38 - Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.
39 - İşte bunlar [yukarıda belirlenen ilkeler, emirler], Rabbinin sana vahyettiği
hikmetlerden [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkelerden] bazılarıdır. Allah’la beraber başka bir ilâh edinme. Aksi halde kınanmış
ve kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.
3
41 - Biz, bu Kur'an'da, akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip
çevirdik [açıkladık]. Ve bu [açıklamalar] ancak onların nefretini artırmıştır.
42 - De ki: “Eğer dedikleri gibi O’nun [Allah] ile birlikte ilâhlar olsaydı, o
zaman bunlar [ilâhlar] Arş'ın sahibine bir yol ararlardı.”
40 - Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi?
Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
43 – O [Allah], onların dediklerinden büyük bir yücelikle münezzeh ve pek
yücedir.
44 - Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler.
O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi
kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halimdir, çok bağışlayandır.
45 - Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez/
gizli bir perde kıldık.
46 - Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen
kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık kıldık. Ve sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve
tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.
47 - Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli
konuşmalarında da o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz” dediklerini çok iyi biliriz.
48 - Senin için nasıl misaller verdiklerine bir bak! Böylece sapıklığa düştüler!
Artık bir yola da güçleri yetmez.
49 – Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz
olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?”
50–52 - De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka
bir yaratık olun.” Sonra onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De ki: “Sizi
ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne zamandır
bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı [diriltileceğiniz]
gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı
zannedeceksiniz.”
53 - Kullarıma söyle de en güzel olanı söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarına
fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.
54 – Sizin Rabbiniz sizi daha iyi bilendir. Dilerse tövbeniz sebebiyle size
merhamet eder veyahut dilerse azap eder. Seni de onların üzerine vekil
göndermedik.
55 - Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve ant olsun
ki Biz, peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Biz, Davud’a da
Zebur’u verdik.
56 - De ki: “Allah'ın astlarından, ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyleri çağırın.
Göreceksiniz ki onlar, sizden sıkıntıyı kaldırmaya ve değiştirmeye güç yetiremezler.
57 - İşte onlar [ilâh olduğunu iddia ettiğiniz şeyler]; hangisi Rabblerine daha
yakın olmak için vesile arayarak yalvaran ve O'nun merhametini uman ve O’nun
azabından korkan kimselerdir. Gerçekten senin Rabbinin azabı korkunçtur.
58 – Ve hiç bir şehir yoktur ki, kıyamet gününden önce Biz onu helâk
etmeyelim yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, Kitap’ta
satırlaştırılmıştır
59 - Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları
yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi
deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri
ancak korkutmak için göndeririz.
4
60 – Ve hani Biz sana; “Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Ve
sana açıkça gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur'an'da lânet edilen ağacı da, yalnız
insanlara bir imtihan için yapmışızdır. Ve Biz onları, korkutuyoruz, fakat bu, onlara,
sadece büyük bir tuğyanı arttırıyor.
61 – Ve hani Biz bir vakit meleklere; “Âdem'e secde edin” demiştik de
İblis'ten başka hepsi secde etmişlerdi. O; “Ben bir çamur olarak [madde olarak]
yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti.
62 – O [İblis] dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın şu kişiyi gördün mü? Yemin
ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini
kendi buyruğum altına alacağım."
63-65 – O [Allah] dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki,
şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü
yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara
kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” -Ve
şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- Şüphesiz ki, Benim kullarım;
senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.-
66 – Sizin Rabbiniz, kendi lütfundan nasip arayasınız diye, sizin için denizde
gemileri yürüten zattır. Şüphesiz ki O, size çok merhametlidir.
67 - Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup
giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz
dönersiniz. Ve insan, çok nankördür!
68 – O’nun sizi kara tarafından yerin dibine geçirmesinden yahut üzerinize bir
kasırga göndermesinden güvende misiniz? Sonra kendinize bir Vekil de
bulamazsınız.
69 – Ya da sizi tekrar oraya [denize] döndürüp de üzerinize kasırgalar
göndermesinden ve böylece ettiğiniz nankörlük sebebiyle sizi boğmasından güvende
misiniz? Sonra bu yaptığımıza karşı, Bizim aleyhimize size yardım edecek bir
koruyucu bulamazsınız.
70 – Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada,
denizde taşıtlara yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık. Ve onları
yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık.
71 - O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı
sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/
çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar.
72 - Her kim de burada [dünyada] kör ise işte o, ahirette de kördür. Ve yolca
daha şaşkındır.
73 - Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını
Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte
yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi.
74 - Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık
meylediverecektin.
75 - O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra
Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
76, 77 - Ve yakında seni arzdan [yurdundan] çıkarmak için, muhakkak ki
rahatsız edecekler. O takdirde senden önce elçilerimizden gönderdiğimiz kişiler
hakkındaki sünnetimize göre onlar da senin ardından pek az kalacaklardır. -Bizim
sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin.-
78 - Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına
kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da.. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir.
5
79 - Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece
namazını] teheccüd et [uyanıp gece namazını kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama
ulaştıracağı umulur.
80 – Ve de ki: “Rabbim! Beni, doğruluk girişiyle girdir ve doğruluk çıkışıyla
çıkar. Ve bana katından yardımcı bir kuvvet ver.”
81 – Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.”
82 - Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz.
Ve [bu], sadece zalimlerin yıkımını artırıyor.
83 – Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık
dokununca da ümitsizliğe düşer.
84 - De ki: “Herkes bulunduğu hâl üzerine iş yapar. Bu durumda Rabbin, yol
olarak kimin en doğru olduğunu daha iyi bilendir.
85 - Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir/ işindendir.
Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir.”
86 – Ve ant olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra Bize
karşı kendine bir Vekil bulamazsın.
87 - Rabbinden bir rahmet olarak ayrı [Biz bunu yapmadık]. Gerçekten O'nun
senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.
88 - De ki: “Ant olsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’an’ın bir benzerini
getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini,
kesinlikle getiremezler.”
89 – Ve ant olsun ki Biz bu Kur'an'da insanlar için her örnekten evirip
çevirmişizdir. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasından kaçındılar.
90-93 - Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı.
Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü
parçalar halinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza
getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin.
Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla
inanmayız.” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer
bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
94 – Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece
“Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
95 – De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı,
elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”
96 - De ki: "Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz
O, kullarına Habir’dir [en iyi haberi olan, bilendir], Basîr’dir [en iyi görendir].
97, 98 – Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de
saptırırsa, artık bunlar için Allah'ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz,
onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz.
Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi onlara ateşi
arttırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın
kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka
diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
99 - Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, kendilerinin aynı olan insanları
yaratmaya da kadir olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir ecel takdir etmiş
olduğunu da görmediler mi? İşte bu zalimler, “inkârcılık”tan başkasından kaçındılar.
100 - De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır
endişesiyle kesinlikle elinizde tutardınız [kimseye bir şey vermezdiniz]. Ve insan
çok cimridir.
6
101 – Ve ant olsun Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize verdik -işte
İsrailoğullarına soruver-. Hani o [Musa], kendilerine geldi de Firavun ona “Ey
Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti.
102 – O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer
ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk
olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.”
103 – Bunun üzerine o [Firavun], onları [Musa'yı ve İsrailoğullarını] Mısır'dan
sürmek istedi de Biz onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.
104 – Ve ondan sonra Biz İsrailoğullarına, “O arza [topraklara] siz iskân edin!
Sonra ahiret vaadi geldiği vakit, sizi toplayıp bir araya getireceğiz” dedik.
105 – Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, O da sadece hakk ile
indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
106 – Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça
ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
107, 108 - De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha
önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek
[teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz.
Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
109 - Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların
huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.
110 – De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahman diye çağırın. Hangi şeyle
çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur. Salatını açıkça yapma, gizli de
yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.”
111 - Ve de ki: “Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için
herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan, Allah’a
özgüdür.” Ve O’nu [Allah’ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]!
TAHLİL:
Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu
ayet, “giriş” bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi
üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:
Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De
ki: “Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi
bilendir.”
Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. [O] ancak Rabbinden
bir rahmet olarak [verildi]. Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma].
Ve onlar [müşrikler] sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar.
Ve Rabbine davet et. Ve asla müşriklerden olma!
Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun
yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O’nundur. Siz de ancak
O’na döndürüleceksiniz.
7
Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi
işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. (Kasas/85-88 ve İsra/1)
İslam toplumları arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden
uzaklaştırılmış ve “Mi’raç” diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır.
Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin
topluca değil de sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve
tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.
Bir gece,
Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama
bu gecenin hangi gece olduğu, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları
yapıldıktan sonra, ileride belirtilecektir.
Kul
Olayın kahramanı olarak ayette bahsi geçen kulun, adı sanı açıklanmamasına
rağmen ittifakla peygamberimiz Muhammed (as) olduğu kabul edilmiş ve bu konuda
farklı bir görüş ileri sürülmemiştir. Çünkü eski ve yeni tüm din bilginleri, Alak ve
Cinn surelerinde geçen “ عبببدkul”un, Necm suresinin 3. ve Tekvir suresinin 22.
ayetlerinde geçen “ صبباحبكمsahibüküm [arkadaşınız]” ifadesi ile kastedilenin ve
Kadir suresinin 2. ayetindeki “ وما ادراكve ma edrake [… sana]” şeklindeki hitabın
muhatabının peygamberimiz Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki “kul”un
da yine peygamberimize yönelik olarak kullanıldığında en başından beri aynı fikirde
olmuşlardır.
Mescid-i Haram’dan
Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına
göre ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına
göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin haram, yani savaşın, kavganın
yapılmadığı, yapılmayacağı “güvenli bölge / güvenli mescit” olarak bilinmesi İslâm
öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen “Mescid-i Haram” tartışmasız
olarak “Kâbe”dir.
Mescid-i Aksa’ya
8
Hâlbuki “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde
de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer
taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep
Beytü’l-Makdis adıyla anılmaktadır.
Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve
doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta
yarar görüyoruz:
UYARI:
9
etmişlerdir. Öyle ki, sahabe sayılanlardan bir bölümünün münafık olduğu hiç
dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir. Durum böyle olunca
da, hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir.
Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle
yapışında mutlaka bir hikmet vardır” denilerek pek çok rivayet “sahih” kabul
edilmiştir. Hâlbuki sahabe de olsa, beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca
İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin peygamberimizin çevresinde
bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden oldukları unutulmamalıdır. Bu tür
kimselerin her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabileceği göz ardı edilmemelidir.
Bu hatalı ön kabullerin sonucu olarak hem bazı kimselerin uydurdukları
yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olunmuş, hem de o
kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatları ve gayrimeşru icraatları
meşrulaştırılmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus
olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin vefatından yıllar sonra bu yolla
almışlardır.
Bu safsataları gören din büyüklerimiz ise “Bu, yalan veya yanlıştır” deyip
reddetmek yerine, onlara uygun kılıflar bulunabilmesi için yüzlerce yeni yalan ve
yanlışın ortalığa yayılmasına vesile olmuşlardır.
Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu
hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.
1. Rivayet:
“... Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten
başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülillah ve Mescid-i Aksâ.” (Sahih-i
Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130)
2. Rivayet:
“… Bize Şu’be, Abdulmelik b. Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın
himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: Ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden
dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber
şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük
mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret
olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz
yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra
güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi
Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.” (Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis)
10
ve Mescid-i Aksa’dır” şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. (Geniş bilgi
Ezrakî’de mevcuttur.)
Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet
Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el-Hudri olmuştur. Bu
konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Biz ise,
orijinal olarak ileri sürülen rivayetin de uydurma olduğu kanaatindeyiz. Çünkü
Kur’an’da bir çok ayette [Âl-i Imran/137, En’am/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36,
Hacc/46, Neml/69, Ankebut/20, Rum/9, 42, Fatır/44, Mümin/21, 82,
Muhammed/10] seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da
sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.
3. Rivayet;
İbrahim İbn Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân
öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine:
“Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr (ra)’ın şöyle dediğini
işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram
olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben: İkisi arasında
kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz
vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”
1. Rivayet:
… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beytü’l-Makdis
hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. [İnsanların
kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.] Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü
orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”
Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi:
“Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.”
(Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası)
11
Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ancak biz bu rivayeti sadece
konumuz sadedinde yani Beytü’l-Makdis konusunda ele aldığımız için diğer
hususlara değinmiyoruz.
2. Rivayet;
… Abdullah b. Amr (ra) anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman,
Beytü’l-Makdis inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek
şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz
kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi
olmaları.”
Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.” (Prof.
İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s:96)
1. Rivayet:
el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık.
Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beytü’l-Makdis’e
müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri,
peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail
Aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye
başladı, onun nasıl bir vahiy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin
yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz ...” [Bakara suresi 144. âyet] âyetini indirdi. Biz,
Beytü’l-Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye
doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip
kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığımız
namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah Teala Hazretleri: “Allah sizin
imanınızı [daha önce Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığınız namazları] zayi etmeyecektir” âyetini
[Bakara suresi/143] inzal buyurdu. (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü
Sitte, c:17, s: 26, 27)
12
2. Rivayet;
… el-Berâ b. Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan
ecdadının -veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca
Beytü’l-Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru
kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse
kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu
ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru
namaz kıldık” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beytü’l-Makdis’e
doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler
bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet
nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler … [Bakara suresi âyet 142- 145].” (Prof. İbrahim
Canan; Kütübü Sitte, c:2, s:154)
Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de
dört kez yer almıştır.
3. Rivayet;
Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir:
Onlar Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiş halde sabah namazının rükûunda iken, Benî
Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki
kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe’ye yöneldiler. (Prof. İbrahim Canan; Hadis
Ansiklopedisi,Kütübü Sitte, c:2, s:157)
4. rivayet;
İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince
Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş
olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin
yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık… [Bakara
suresi 143. âyet].” (Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:2, s:157)
Burada, muhtemel bir yanılgıyı önlemek için hemen belirtmek gerekir ki, “
لقصاAksa” sözcüğü ile “ ُمقّدسmukaddes” ve “ َمقِدسmakdis” sözcükleri arasında
anlam ve yapı yönünden herhangi bir bağ ve yakınlık yoktur.
Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki
mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin [Kudüs
Tapınağı] M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların
hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına uzun yıllarca Yahudiler
13
tarafından “İlya Mescidi”, Araplar tarafından ise “Mescid-i Mukaddes” veya
“Beytü’l-Makdis” denilmiştir:
Kudüs Tapınağı, … Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı
sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı
tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros [Büyük], İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine
ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının
gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS
66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de …
Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir
parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. … (Ana Britannica, c:19, s:420)
14
kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu [avlu; yapının yanı başında
duvarla çevrili yer]” olarak geçmiştir.
İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke [Mekke]’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir. (Âl-i
Imran/96)
15
UYARI:
Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu [Muhammed (as)], kendisine bir takım
ayetler gösterilmek üzere, bir gece, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin
kenarındaki Mescid-i Aksa’ya yürütülmüştür.
Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini “nerede” ve “nasıl” gösterdiğini
Necm suresinde açıklamıştır. Konunun öneminden dolayı, Necm Suresi’nin ilgili
bölümünün yeniden okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. (Tebyînü’l-Kur’an;
c:1, s:405-415)
Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve
Allah`a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kur`an`ı vahyedenin
Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin
öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır.
Halbuki rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, 10. ayette peygamberimizin
Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca da işin içinden çıkamayarak bin bir
safsata uydurmuşlardır. Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a
tamamen terstir.
Tekrar konumuza dönersek; “Kulunu [Muhammed (as)’ı] ... Mescid-i Aksa’ya
yürüten” ifadesinden, peygamberimizin yürümesinin ve mucizelerden en büyüğünü
16
görmesinin geceleyin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Yürüyüşün bir gece vakti vuku
bulduğu, hem “leylen [geceleyin]” zarfıyla hem de “gece yolculuğu” anlamına gelen
“esra” fiili ile vurgulanmaktadır
Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:
Hâ Mîm. O ayan-beyan gösteren Kitap’a yemin olsun ki, Biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir
gecede indirdik. Hiç kuşkusuz biz uyarıcılarız. (Duhan/1-3)
7- RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum" dedi, "Angaryacılar yüzünden
ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
8- Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar'ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş
ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar'ın, Hititler'in, Amorlular'ın, Perizliler'in,
Hivliler'in, Yevuslular'ın topraklarına götüreceğim.
9- İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
10- Gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim."
11- Musa, "Ben kimim ki Firavun'a gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
17
12- Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu
olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız."
18
etmişler ve ülkelerini yeniden onararak eski güçlü durumlarına dönmüşlerdir. Bu
dönemde Allah onları “Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir ve eğer
kötülük ettiyseniz o da onun [kendisi] içindir. Artık diğer fesadınızın zamanı gelince
de yüzlerinizi kötülemeleri [size kötülük yapmaları], ilk kez girdikleri gibi yine
mescide [Beytü’l-Makdis’e] girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için
(üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz) diyerek uyarmıştır.
Bu uyarılar ismen İsrailoğullarına yapılmış görünse de, ilk muhatap Mekkeli
müşriklerdir. Ancak ayetlerin genel mesajı Arabıyla, Yahudisiyle, Hıristiyanıyla,
tüm zamanların insanlarınadır. Dolayısıyla bu ayetlerde Rabbimiz, İsrailoğullarını
örnek göstererek tüm insanlara rahmet kapılarını kullarının yüzüne kapatmayacağını,
durumunu düzeltip samimî olan herkesin rahmetinden yararlanabileceğini
bildirmekte, buna karşılık taşkınlık, zulüm ve inkâr etmeleri hâlinde, dünyadaki
azabın başlarına tekrar geleceğini, ahirette de cehennemin kâfirlere ait olacağını
ihtar etmektedir.
Kur’an’daki kıssaların genel bir özelliği olarak, bu ayetlerde yer alan kıssada
da tarihî olayları açıklama amacı güdülmemiş, sadece İsriloğullarının başına gelen
olayların sebebi ortaya konmuş ve bu sebep, farklı zaman ve mekânda yaşayan
bütün insanlara örnek ve ibret olsun diye toplumsal yasa şeklinde açıklanmıştır. Ama
örnek ve hatırlatma amaçlı olarak anlatılması da bu olayların dinleyenlerce meçhul
olmadığına delâlet etmektedir.
İsrailoğullarının tarihinde onlarca felâket söz konusu olduğu hâlde burada “iki
kez” ifadesinin kullanılması, bunların en şiddetli iki tanesine dikkat çekmek içindir.
Derveze, bu iki olayı, klâsik İslâm ve Yahudi kaynaklarında yer alan birçok felâket
arasından seçmiş ve İsrailoğullarının başına gelen başka olayları şöyle tespit
etmiştir:
19
26 "Put yapmayacaksınız. Oyma put ya da taş sütun dikmeyeceksiniz. Tapmak için ülkenize
putları simgeleyen oyma taşlar koymayacaksınız. Çünkü Tanrınız RAB benim.
2 Şabat günlerimi kutlayacak, tapınağıma saygı göstereceksiniz. RAB benim.
3 "Kurallarıma göre yaşar, buyruklarımı dikkatle yerine getirirseniz,
4 yağmurları zamanında yağdıracağım. Toprak ürün, ağaçlar meyve verecek.
5 Bağ bozumuna kadar harman dövecek, ekim zamanına kadar bağlarınızdan üzüm
toplayacaksınız. Bol bol yiyecek, ülkenizde güvenlik içinde yaşayacaksınız.
6 "Ülkenize barış sağlayacağım. Korku içinde yatmayacaksınız. Tehlikeli hayvanları
ülkenizden kovacağım. Savaş yüzü görmeyeceksiniz.
7 Düşmanlarınızı kovalayacaksınız. Kılıç darbeleriyle önünüzde yere serilecekler.
8 Beşiniz yüz kişinin, yüzünüz on bin kişinin hakkından gelecek. Düşmanlarınız kılıç
darbeleriyle önünüzde yere serilecek.
9 Size iyilikle bakacağım. Sizi verimli kılıp çoğaltacağım. Sizinle yaptığım antlaşmaya hep
bağlı kalacağım.
10 Eski ürününüz yemekle tükenmeyecek. Yeni ürüne yer bulmak için eskisini boşaltmak
zorunda kalacaksınız.
11 Konutumu aranızda kuracak, size sırt çevirmeyeceğim.
12 Aranızda yaşayacak, Tanrınız olacağım. Siz de benim halkım olacaksınız.
13 Ben sizi Mısır'da köle olmaktan kurtaran Tanrınız RABB'im. Boyunduruğunuzu kırdım.
Sizi başı dik yaşattım.
20
36 "Düşman ülkelerinde sağ kalanlarınızın yüreğine öyle bir korku düşüreceğim ki, rüzgarın
sürüklediği yaprakların sesinden bile kaçacaklar. Savaştan kaçarcasına kaçacaklar. Peşlerinde
kovalayan olmadığı halde düşecekler.
37 Kovalayan yokken savaştan kaçarcasına birbirlerinin üzerine yıkılacaklar. Düşmanlarınızın
karşısında ayakta duramayacaksınız.
38 Öbür ulusların arasında yok olacaksınız. Düşman ülkeler sizi yutacak.
39 Artakalanlarınız gerek kendi, gerekse atalarının suçlarından ötürü düşman ülkelerde eriyip
gidecekler.
40 "Ama işledikleri suçları, atalarının suçlarını, bana karşı geldiklerini, ihanet ettiklerini itiraf
eder
41 [bu yüzden onlara karşı çıkıp kendilerini düşman ülkelerine sürmüştüm], inadı bırakıp
alçakgönüllü olur, suçlarının bedelini öderlerse,
42 ben de Yakup'la, İshak'la, İbrahim'le yaptığım antlaşmayı ve onlara söz verdiğim ülkeyi
anımsayacağım.
43 Ülke önce ıssız bırakılacak ve ıssız kaldığı sürece Şabatlar'ın tadına varacak. Onlar da
işledikleri suçların bedelini ödeyecekler; çünkü ilkelerimi reddettiler, kurallarımdan nefret ettiler.
44 Bütün bunlara karşın, düşman ülkelerindeyken yine de onları reddetmeyecek, onlardan
nefret etmeyeceğim. Böylece hepsini yok etmeyecek, kendileriyle yaptığım antlaşmayı
bozmayacağım. Çünkü ben onların Tanrısı RABB'im.
45 Tanrıları olmak için öbür ulusların önünde Mısır'dan çıkardığım atalarıyla yaptığım
antlaşmayı onlar için anımsayacağım. RAB benim."
46 RABB'in Sina Dağı'nda Musa aracılığıyla kendisiyle İsrail halkı arasına koyduğu kurallar,
ilkeler, yasalar bunlardır.
9. ayette Kur’an için kullanılan “en sağlam şeye kılavuzlar” ifadesindeki “en
sağlam şey”in ne anlama geldiğini bulmak için Cinn suresinin 3. ayetini hatırlamak
gerekmektedir. Çünkü orada Kur’an için “rüşde kılavuzlar” ifadesi kullanılmıştır.
21
Böylece bu ayette “en sağlam şey” ile kastedilenin “rüşd” olduğu ortaya
çıkmaktadır.
RÜŞD
“Rüşd” sözcüğü “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru
yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak”
demektir. (Lisanü’l-Arab, c.4, s. 148, 149 “rşd” mad.) Sözcük, Kur’an’da farklı
türevleriyle 19 kez yer almaktadır [Bakara/186, 256, A’râf/146, Nisa/6, Kehf/10, 17,
24, 66, Enbiya/51, Cinn/3, 10, 14, 21, Mümin/29, 38, Hucurat/7, Hud/78, 87, 97].
“Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede
de kullanılan “rüşd” sözcüğünün Kur’an ayetlerindeki manasını kısaca “İslâm’ın
öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.
Buna göre “rüşde kılavuzluk eden Kur’an” ifadesi, “Kur’an’ın insanları akıl
kullandırtarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, -başka bir ifade ile- kimseyi
büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.
Bu ayetlerde Kur’an’ın çok önemli özelliklerinden biri ortaya konularak
Kur’an’ın rüşde, en sağlama iletme işini, müjde ve uyarma yöntemlerinin ikisiyle
birden yaptığını göstermektedir. Kur’an’da nerede bir uyarı yapılmışsa, hemen
arkasından cennet ve cehennem sahneleri verilmektedir.
SALİHATI İŞLEMEK:
“صلحات
ّ عملوا الSalihatı işleyenler” olarak çevirdiğimiz kalıp, Kur`an`da toplam
62 ayette yer almıştır. Bu kalıbın pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “amel-i salih
işleyenler” şeklinde çevrilmesi yanlıştır.
“ اصلحIslah” sözcüğünden türemiş olan “salihat” düzeltmek demektir. “Salihat
işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik
işler yapmak anlamlarına gelir.
Kur`an, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanları tek kelime ile ifade
etmiş ve bu kimseleri “muslih” olarak isimlendirmiştir [Bakara; 11, 220 , A`râf; 56,
85, 170 , Hud; 117 ve Kasas; 19].
Diğer taraftan Kur`an; bu ayette geçen “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”,
Bakara/277’de geçen “namaz kılma ve zekât verme”, Hud/23’te geçen “edep ve
gönülden Allah`a boyun eğme” kavramlarını aynı ayet içinde ayrı ayrı zikretmek
suretiyle “salihat”tan ayırmıştır. Yani “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”, “namaz kılma
ve zekât verme”, “edep ve gönülden Allah`a boyun eğme” gibi hasenat, Kur`an`a
göre “salihat”tan sayılmamaktadır.
Kur`an`daki bu hususlar dikkate alınarak “salihat” konusunda şunları söylemek
mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, salihatı işlemek değildir.
Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât
vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek,
salihatı işlemektir. Kavramın toplumsal boyutunun ise şu şekilde tanımlanması
mümkündür: Bulunduğumuz zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve diğer
alanlarda her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çaba, yapılacak
uygulama, salihatı işlemektir.
Bu konuda, “dışa yansımayan işler” demek olan hasenat ile salihat arasındaki
fark iyi anlaşılmalıdır. Rabbimiz bu iki konu arasındaki farkı her bir haseneye on
karşılık verirken [En`âm/60], salihat karşılığında cenneti vaat etmek suretiyle çok
22
açık bir şekilde belirlemiştir [Bakara/25, 82, Nisa/57, 122, 124; Hud/23, İbrahim/23,
Kehf/107 ve daha birçok ayet].
11 – Ve insan, hayrı davet eder gibi kötülüğü davet eder. Ve insan çok
acelecidir.
Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen o size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir
ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerli olan bir
şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara/216)
Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk [gerçek] ise, hiç durma
üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. (Enfal/32)
Bir de onlar [duyarsız kavim]; “Eğer doğrulardan iseniz bu söz verilen [tehdit] ne zaman?”
diyorlar. (Ya Sin/48)
Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/ adı konmuş bir ecel [vade] olmasaydı,
azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette
gelecektir.
Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hâlbuki cehennem, o kâfirleri kesinlikle kuşatıcıdır.
(Ankebut/53, 54)
Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde; “Ha işte!” dediler,
“Bu bize yağmur getirecek bir bulut!” Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi;
Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden içinde acıklı bir azap olan rüzgâr. Sonunda o hâle geldiler ki,
konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız biz.
(Ahkaf/24, 25)
23
Ve onlar senden, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmanı isterler. Hâlbuki onlardan önce
onlara misal olacak cezalar gelip geçmiştir. Ve gerçekten senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar
için cidden mağfiret sahibidir. Ve kesinlikle senin Rabbin, azabı cidden çok çetin olandır. (Ra’d/6)
12 – Ve Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf
aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin ayetini silip, bir
gördürücü olarak, gündüzün ayetini kıldık [getirdik]. Ve Biz her şeyi
detaylandırdıkça detaylandırdık.
Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık. (Nebe’/10, 11)
O [Allah], içinde dinlenesiniz diye sizin için geceyi, göresiniz diye de gündüzü kılandır.
Şüphesiz bunda kulak verecek bir kavim için ayetler vardır. (Yunus/67)
De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe
kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ kulak vermeyecek
misiniz?”
De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe
kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir?
Hâlâ görmeyecek misiniz?”
Ve O’nun [Allah’ın] rahmetindendir ki O, geceyi ve gündüzü geceleyin dinlenesiniz,
[gündüzün] ise O’nun lütuf ve kereminden arayasınız diye kıldı. Ve umulur ki şükredersiniz
[karşılığını ödersiniz]. (Kasas/71-73)
Gökte burçlar kılan, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir Ay kılan ne cömerttir.
Ve O, öğüt almayı veya şükretmeyi dileyen kimseler için gece ile gündüzü hılfeten [birbiri
ardınca] kılandır. (Furkan/61, 62)
Ve O [Allah], diriltir ve öldürür. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi de yalnızca O’nun
içindir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? (Müminun/80)
O [Bir tek, Kahhar; Allah], gökleri ve yeri hakk ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne bürüyor,
gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneş’i ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir
ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır. (Zümer/5)
Gece de onlara [duyarsız kavme] bir delildir. Biz ondan [geceden] gündüzü sıyırırız da onlar
hemen karanlığa dalıverirler.
Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden Güneş de [duyarsız kavim için
bir delildir]. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir [ayarlamasıdır]. (Ya Sîn/37, 38)
VAKTİN ÖNEMİ
Saat, gün, ay ve yıl ile ifade edilen “vakit”, toplumsal hayatta olduğu kadar
dinî hayatta da büyük öneme sahip bir kavramdır. Çünkü dinî hayatta salat, zekat,
24
oruç, hacc gibi ibadetler mevkutedir, yani belli bir zamana göre düzenlenmiştir. İşte,
Allah’ın bir ayeti olduğu bildirilen gece ile gündüz, diğer birçok hayatî konuda
olduğu gibi “vakit” konusunda da temel bir öge niteliğindedir. Öyle ki, zamanın
ölçülmesi ancak gece ile gündüzün varlığı ile mümkün olur.
O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye
Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için
ayetleri detaylandırır.
Şüphesiz gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı
şeylerde ittika eden bir kavim için nice deliller vardır. (Yunus/5, 6)
Sana hilallerden [yeni aylardan] soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için, zaman
ölçmeye yarar.” Evlerinize arka taraflarından girmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, takvalı
davranmaktır. Öyleyse, evlerinize kapılarınızdan girin. Ve Allah’a takvalı davranın. Belki başarıya
erenlerden [kurtulanlardan] olursunuz! (Bakara/189)
Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı zaman ölçüsü kılmıştır. Bu,
Güçlü Olan’ın, Bilen’in takdiridir [belirlemesidir]. (En'âm/96)
Ayette geçen “gecenin ayetini silip, bir gördürücü olarak, gündüzün ayetini
kıldık [getirdik]” ifadesi, bir zamanlar Ay’ın da Güneş gibi ısı ve ışık veren bir
durumda olduğunu, daha sonra da bu özelliğini kaybedip sadece yansıtan niteliğe
büründüğünü düşündürmektedir. Bilindiği gibi, Ay’ın oluşumu ve evrimi hakkında
ortaya atılan üç varsayım da [Yer’in bölünmesi, Yer çevresinde yoğunlaşma, Yer
yörüngesine yakalanma gibi teoriler] bugüne kadar ispatlanamamış, onlar ışığında
Ay’ın ve Yer’in mevcut durumlarına yeterli açıklamalar getirilememiştir. Belki
ilerideki zamanlarda Ay’ın oluşumu kesin kanıtlarla izah edilebilir hâle gelecek ve
ayetteki ifadenin nasıl anlaşılması lâzım geldiği ortaya çıkacaktır. Bu takdirde bir
gerçeğin daha asırlar önceden Kur’an’da açıklanmış olduğu görülecek ve Kur’an’ın
bir mucizesi daha gözler önüne serilmiş olacaktır.
Ayetin son cümlesi olan “Ve Biz her şeyi detaylandırdıkça detaylandırdık”
ifadesi, “Dininiz ve dünyanız için ihtiyaç duyduğunuz her şeyi detaylıca izah ettik,
ortaya koyduk” anlamında olup bu husus Kur’an’da farklı ifadelerle başka ayetlerde
de dile getirilmiştir:
Ve yeryüzünde hiçbir dabbeh/ canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi
ümmetler [önderli topluluklar] olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onlar
Rabblerine toplanacaklardır. (En’âm/38)
Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şahit göndereceğiz. Seni
de onların üzerine şahit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara bir kılavuz,
bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl/89)
25
13, 14 – Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık.
Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi
kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o
yeter!”-
15- Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim
de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının
yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu
görecek. (Zilzal/ 7-8)
Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tespitçi tespit edip dururken,
o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17, 18)
“Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin artık sizin için birdir. Siz sadece
yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!” (Tur/16)
O [Bu iş], sizin kuruntularınızla ve Ehlikitap’ın kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa
onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı
bulamaz. (Nisa/123)
26
15. ayetteki “Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez” ifadesi, 14.
ayette tahlilini yapmaya çalıştığımız “Her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak
şekilde boynuna doladık” ifadesinin bir açılımı, farklı bir şekilde anlatımıdır. Her iki
ifade de, hiç kimsenin başkasının işlediği suçtan sorumlu tutulmayacağını, hiç bir
suçlunun işlediği suçları bir başkasına yükleyemeyeceğini; buna karşılık, güzel ve
iyi amelin mükâfatının onu yapana ait olduğunu, bu mükâfattan da bir başkasının
yararlanamayacağını anlatmaktadır. Bu ilke Kur’an’da değişik ifadelerle birçok
ayette belirtilmiştir:
De ki: O [Allah] her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka Rabb mi arayayım? Her kişinin
kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece
Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O [Allah], ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O,
sizi yeryüzünün halifeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için, kiminizi kiminizin
üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Enam/164, 165)
Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun
yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey yüklenilmeyecek -bir akrabası olsa bile-. Şüphesiz sen
ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salatı ikame edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa
ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. (Fatır/18)
Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları
için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiç bir [suçlu]
günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece
yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer/7)
Tabiî ki, bu ilke, kişinin önderlik yapmak, teşvik etmek suretiyle sebep olduğu
ama fiilen başkaları tarafından işlenen suçlardaki payını ortadan kaldırmamaktadır.
Çünkü “herkesin eserlerinden sorumlu tutulacağı” ilkesi, suça azmettirenlerin ve
kötü eser bırakanların da suçu işleyenlerin cezasından ayrıca pay alacaklarını
bildirmektedir:
Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini
de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. (Ya Sin/12)
27
OKUNACAK KİTAP
Burada konu edilen kitap, insanın tüm amellerinin kaydedildiği kitaptır. Öyle
ki, amellerin kaydından oluşan bu kitap, tıpkı bir uçağın kara kutusu, bir bilgisayarın
ana belleği gibi, insanın içinde bir yerinde dürülü, kapalı durumdadır. Ahirette ise bu
kitap açılacak, ekrana taşınacak ve kişiye “Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi
zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!” (İsra/14) denilecektir. Eğer
kitapta kayıtlı bilgiler mutluluğu gerektiren şeyler ise, mutluluk; mutsuzluğu
gerektiren şeyler ise mutsuzluk baş gösterecek, böylece kişi, yargılama için
kendisinden başka kimseye ihtiyaç olmayan bir mahkemede, hem sanık hem tanık
hem savcı hem de yargıç olacak ve kendi kendisini yargılayacaktır.
15. ayetteki “Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu
bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur” ifadesiyle kesin ve
açık olarak insanın seçme kabiliyetinin bulunduğu vurgulanmakta, nimet veya azap
olarak göreceklerinin de onun bu seçiminin sonucu olduğu bildirilmektedir.
15. ayetin son bölümündeki “Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap
ediciler olmadık” ifadesiyle, yasasız [şeriatsız] suç olmayacağı; dolayısıyla da yasa
konmadan kimsenin cezalandırılmayacağı beyan edilmektedir. Bu ilke aynı zamanda
elçilerin ilâhî adaletin uygulanmasındaki önemini belirtmektedir. Çünkü ceza veya
mükâfat, elçinin getirdiği bu mesaja göre belirlenmekte ve kişilerin lehinde veya
aleyhinde delil olarak bu mesaj kullanılmaktadır. Eğer ortada elçi vasıtasıyla
getirilmiş bir mesaj yoksa, insanların adil olarak cezalandırılmaları veya
mükâfatlandırılmaları mümkün olmaz. Çünkü böyle bir durumda insanlar doğru yola
uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı özrünü ileri sürebilirler. Bu
mazeret, onların cezalandırılmamaları talebini haklı kılan bir mazeret olur. Fakat
elçinin daveti bir topluluğa ulaştıktan sonra, eğer bu davet o toplum tarafından
reddedilmişse, artık insanların böyle bir özür imkânı kalmayacaktır.
Bu, Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk edici değildir. (En’am/131)
Hâlbuki senin Rabbin, kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz yahut “Bundan
önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz / kuşaklarız, batılı işleyenlerin
işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye, âdemoğullarının sulbünden onların
soylarını çıkarır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki:
“Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.” (A’raf/172, 173)
Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada; "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı
gelmedi" demeyiniz diye, size teybin yapan [açıkça ortaya koyan] elçimiz geldi. İşte kesinlikle
müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. (Maide/19)
Ve bu [Kur'ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [yahudi ve hıristiyanlara] indirildi;
Biz ise, onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya
“Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim
28
indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın.
İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini
yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (En’am/155, 157)
Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah’ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık
bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah bana doğru yolu gösterseydi, her
halde ben müttakilerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş
olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size
indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/55, 58)
16 - Ve Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi
önde gelenlerine emrederiz de onlar orada fasıklık ederler. Artık oranın üzerine Söz
hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz.
Bu ayet, “Allah’ın sebepsiz yere bir topluluğu helâk etmek istediği” şeklinde
anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah’ın emrettiği “fısk” değil, “maruf”tur. Toplumun
varlık ve güç sahibi önde gelenlerinin ayette dile getirilen fasıklıkları, Allah’ın
onlara “fısk”ı emretmesi sebebiyle değil, onların, Allah’ın emrettiği “maruf”u yerine
getirmeyerek sapıklık etmeleri sebebiyledir. Dolayısıyla burada toplum, önderlerini
ve yöneticilerini seçerken çok dikkatli ve titiz olmaları konusunda uyarılmaktadır.
Çünkü suçlu ve sapık önderlerin, kendileriyle beraber içinde yaşadıkları toplumu da
felâkete sürüklemeleri kaçınılmazdır:
Ve “sadece sizden zalim olanlara isabet etmeyen fitnelerden” korunun ve hiç şüphesiz
Allah’ın, azabı çetin olan olduğunu bilin. (Enfal/25)
29
18 - Her kim aceleciyi [çarçabuk geçen dünyayı] isterse, istediğimiz kimseye,
dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi kılarız [hazırlarız];
kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
19 - Kim de ahireti isterse ve mümin olarak ona [ahirete] yaraşır bir çaba ile
onun [ahiret] için çalışırsa, işte öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
20 - Hepsine; onlara [dünyayı isteyenlere] ve bunlara [ahireti isteyenlere]
Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.
Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölenlerin hiç birinden, yeryüzü dolusu
altın -onu fidye verseler bile- asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için
olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âli Imran/91)
İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları
bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer
vermeyiz]. (Kehf/105)
Bu gün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de
yemeğiniz onlara helâldir. Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar
edinmemişler olarak -onlara ücretlerini/ mehirlerini ödediğiniz takdirde- size helâl kılındı. Kim imanı
tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.
(Maide/5)
Ve ant olsun ki, sana ve senden öncekilere vahyedildi ki: “Ant olsun ki, eğer şirk koşarsan
amelin kesinlikle boşa gidecek ve mutlaka kaybedenlerden olacaksın. Onun için, tam aksine yalnız
Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. (Zümer/65, 66)
Size karşı kıskanç olarak. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse
gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size
keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu,
Allah üzerine çok kolaydır. (Ahzab/19)
Birbirlerine gösterilmiş oldukları hâlde suçlu o günün azabından kurtulmak için oğullarını,
eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların
hepsini fidye vermek ister. Sonra kendini kurtarabilsin. (Mearic/11-14)
Bugün artık sizden fidye alınmaz, kâfirlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size
yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir! (Hadid/15)
İşte bu, Allah’ın kılavuzluğudur. O, onunla kullarından dilediğine kılavuzluk eder. Ve eğer
onlar ortak koşsalardı, kesinlikle yapmış oldukları şeyler boşa gitmişti. (Enam/88)
İşte onlar, kendiler için, ahirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Sanayi ürünleri de orada
boşuna gitmiştir. Yaptıkları şeyler de batıldır. (Hud/16)
30
Sana haram aydan ve onda [o haram ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: Onda savaşmak,
büyüktür ve Allah yolundan alıkoymaktır, O’nu ve Mescid-i Haram’ı inkâr etmektir. Ve onun
[Mesci-i Haram’ın] halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten
daha büyüktür. Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir
zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların
bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashabıdır. Onlar orada sürekli
kalanlardır. (Bakara/217)
Buna karşı seninle münakaşaya kalkışırlarsa artık de ki: “Ben, yüzümü [tüm benliğimi] Allah’a
teslim etmişimdir, bana uyan kimseler de.” Ve kendilerine kitap verilenlere ve Ümmîlere
[Anakentlilere] de ki: “Siz de teslim oldunuz mu/ İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer teslim olurlarsa/
İslâm’a girerlerse artık hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse de artık, sana düşen şey ancak
tebliğ etmektir. Ve Allah kulları en iyi görendir.
Şüphesiz Allah’ın ayetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler,
insanlardan hakların verilmesini emreden kimseleri öldürenler… Hemen bunları acıklı bir azapla
müjdele!
İşte bunlar, dünyada ve ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiş olan kimselerdir. Onlar için
yardımcılardan da yoktur. (Âl-i Imran/20-22)
Ve iman etmiş kişiler; “Kesinlikle, sizinle beraber olduklarına dair, Allah’a bütün güçleriyle
yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar kaybedenler olmuşlardır.
(Maide/53)
Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, salatı ikame eden/ kılan, zekatı
veren ve sadece Allah’a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidayet üzere
olanlardan olmaları umulur. (Tövbe/18)
Siz de tıpkı kendinizden önceki, sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlâtça sizden daha
varlıklı ve de paylarına düşen kadar yararlanan kimseler gibisiniz. İşte siz de sizden öncekiler
paylarına düşen kadarıyla nasıl yararlanmak istedilerse siz de onlar gibi payınıza düşen kadarıyla
yararlanmak istediniz. Siz de dalanlar gibi daldınız. İşte bunların, dünyada ve ahirette amelleri boşa
gitti ve işte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Tövbe/69)
İnkâr eden kişiler ise, artık yıkım onlara! Ve O [Allah], onların amellerini saptırmıştır.
Bu, onların, Allah’ın indirdiklerini beğenmediklerinden dolayıdır. Artık O [Allah] da onların
amellerini boşa çıkarmıştır. (Muhammed/8, 9)
Şüphesiz doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenler, şeytan,
hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.
Bu, onların, Allah’ın indirdiğini beğenmeyen kimselere; “Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz.”
demeleri sebebiyledir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.
Artık melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken nasıl olacak!
Bu, onların Allah’ı gazaplandıran şeylere uymaları ve O’nun rızasını beğenmemelerinden
dolayıdır. Artık Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır. (Muhammed/25-28)
Şüphesiz ki, şu inkâr eden, Allah yolundan meneden ve kendilerine doğru yol açıkça belli
olduktan sonra Peygamber’e karşı gelen kişiler, Allah’a hiçbir şeyce zarar veremezler. Ve O [Allah],
onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. (Muhammed/32)
Ve eğer ki zulüm yapmış olan herkes, yeryüzünde ne varsa kendisinin olsa onu feda ederdi
[kurtulmalık verirdi] ve onlar azabı görünce pişmanlık duyardı. Ve aralarında adalet gerçekleştirildi.
Ve onlar haksızlığa uğramazlar. (Yunus/54)
Rabblerine uyanlar için daha güzeli vardır. O’na uymayanlar ise, yeryüzünde bulunan ne varsa
hepsi ve onunla birlikte bir misli daha kendilerinin olsa, onu kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte
31
onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları yer de cehennemdir. Orası da ne fena
yataktır. (Ra’d/18)
Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o zulmeden kişilerin olsaydı,
kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç
hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılır. (Zümer/47)
Şüphesiz, bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyamet gününün
azabından kurtulmalık vermek için inkâr eden kişilerin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için
can yakıcı bir azap vardır. (Maide/36)
İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na ulaşmayı inkâr etmişlerdi de bu yüzden yaptıkları
bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiç bir değer
vermeyiz]. (Kehf/105)
Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa
uğratılmaz, [o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz
yeteriz. (Enbiya/47)
Sur’a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy sop ilişkisi yoktur. İstekleşemezler de [kimse
kimseden bir şey isteyemez].
Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.
Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde
sürekli kalıcıdırlar.
Orada onlar dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.
Benim ayetlerim size okunmadı mı? Siz ise onları yalanlıyordunuz.
Dediler ki: “Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz!
Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz zalimleriz.”
O [Allah] dedi ki: “Alçaldıkça alçalın orada! Bana konuşmayın da. (Müminun/101-108)
21 - Onların bir kısmını bir kısmı üzerine fazlalıklı kıldığımıza bir bak! Elbette
ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür, fazlalık bakımından da daha büyüktür.
Ayette geçen “Onların bir kısmını bir kısmı üzerine” ifadesindeki “kısım”
sözcüğü ile cennetliklerin ve cehennemliklerin kastedildiği kabul edilirse; bu iki
kesim arasındaki fazlalıkların dünyaya ait mal-mülk, makam-mevki, yeme-içme
konularında değil, cehennemliklerde bulunmayan onur, saygı, merhamet, şefkat,
sevgi, sorumluluk, sosyal destek, iyi niyet, hakkı ve sabrı tavsiyeleşme gibi
meziyetler konusunda olduğu söz konusu olur.
Eğer ayette geçen “kısım”ların, cennetlikler ile cehennemliklerin kendi
içlerindeki bir ayırım olduğu kabul edilirse, ayetin birinci cümlesinin takdiri şu
şekilde yapılabilir: “Bizim her iki gruba da dünyada iken mubah olan şeyleri nasıl
verdiğimize bir bak! Nasıl bazısını bazısına fazlalıklı kılmış ve bir mubahı bir
mümine verirken bir diğerine vermemişiz! Yine nasıl bir kâfire verirken bir diğerine
vermemişiz!”
Bu farklı vermelerin sebebi Kur’an’da Rabbimiz tarafından şöyle
açıklanmıştır:
32
Ve O sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı
bazınızın üstüne yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve O, kesinlikle çok
bağışlayandır, Rahîm’dir. (En’am/165)
Ve Allah rızk konusunda kiminizi kiminize fazlalıklı kılmıştır. Kendilerine fazlalık verilenler,
kendi rızklarını sağ ellerinin malik olduklarına, hepsi onda eşit olmak üzere vermezler. O hâlde
bunlar Allah’ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar? (Nahl/71)
Cennet ashabı, o gün kalacak yer açısından çok iyi, dinlenecek yer bakımından da daha
güzeldir. (Furkan/24)
22 - Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış
ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.
19. ayette amellerin işe yaraması kişinin imanlı olması şartına bağlandıktan
sonra, bu ayette imanın izahına başlanmış ve imanın olmazsa olmazı olan “tevhit”e,
şirkten arınmaya dikkat çekilmiştir. Zira şirk, kişinin amellerinin yok sayılmasına
yol açan küfrün yegâne affedilmeyecek türüdür.
Bu pasajdaki hitap 18. ayette geçen “ منmen [her kim]”e yönelik iken, bu
ayette İltifat sanatı yapılarak söz doğrudan muhataba yöneltilmiştir. Ayetin ilk
muhatabı ise peygamberimizdir. Böyle olunca, Kur’an’ın genel üslûbu ve ilkeleri
gereği, muhatap tüm zamanların insanları olmaktadır. Dolayısıyla ayeti şöyle takdir
etmek mümkünüdür: “Ey insanlar! Allah ile birlikte başka bir ilâh kılmayın
[edinmeyin, tanımayın]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup
kalırsınız.”
33
22. ayette tevhidin önemine dikkat çekildikten sonra, bu ayetlerden itibaren
tevhidin yansıması niteliğinde olan sosyal, ekonomik, kültürel ve cinsel ahlaka
ilişkin ana ilkeler sıralanmaktadır. Bu ilkelerin toplu olarak bir genelge mahiyetinde
bildirildiği bir başka yer de En’am suresidir:
De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla]
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine
yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız
diye O’nun size vasiyet ettikleridir.
Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar [malına] en güzel
biçimde [yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı tam adaletle yapın. Biz
kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa
adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Öğüt alıp düşünesiniz diye [Allah] bunları size vasiyet
etmiştir.
Ve şüphesiz ki, bu, dosdoğru olarak Benim yolumdur. Hemen ona uyun ve Yollar’a uymayın
da sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte bunlar, takvalı davranırsınız diye O’nun size vasiyet
ettikleridir. (En’am/151-153)
Ve Biz insana, anası ve babası hakkında tavsiyede bulunduk: -Anası onu zayıflık üstüne
zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.– “Bana, anana ve babana şükret [karşılık
öde]!” Dönüş, ancak banadır. (Lokman/14)
Anaya babaya iyilik yapmak onların sadece karınlarını tok, sırtlarını pek
tutmak olarak anlaşılmamalıdır. Onlara iyilik yapmak ve iyi davranmak, rabbimizin
önemle üzerinde durduğu bir ahlaki tutumdur. Bu ahlaki tutum, onların her türlü
maddî ihtiyaçlarının giderilmesinden başlayıp yaşlılıklarında daha da ihtiyaç
duydukları manevi ve duygusal ihtiyaçlarının giderilmesine kadar bir çok davranışı
içeren bir süreçtir. Sevdiklerinin sevilmesi, ahbaplarının aranıp sorulması, meşru
taleplerine karşı çıkılmaması, kırgınlıklarına neden olabilecek kaba söz ve
davranışlardan kaçınılması, mutluluklarını sağlayacak yakın ilgiden mahrum
bırakılmamaları, hayatlarını hoş ve tatlı bir aile atmosferi içinde yaşamalarının
sağlanması bu tür davranışlar cümlesindendir.
Ana-babaya iyi davranmak, onların Müslüman olmaları durumuna bağlı
değildir. Eğer ana-baba müminler ile savaşmıyorlarsa, kâfir de olsalar, evlâtlarının
onlara karşı yukarıda sayılan görevleri yerine getirmeleri gerekir:
Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik
etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever.
(Mümtehine/8)
34
Rabbimiz, bu durumdaki ana-babaya, değil kaba davranıp azarlamayı, “öf!” demeyi
bile yasaklamıştır.
Ayetteki “Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını
indir” buyruğu, İstiare sanatıyla onlara merhamet edilmesini emretmektedir ki, sanat
diliyle verilmiş olan bu talimat, sıradan bir emir cümlesiyle verilecek olandan daha
fazla etki uyandırmaktadır.
Buradaki hitap peygamberimize olduğu ve o dönemde peygamberimizin ana-
babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler onun ümmetidir:
24. ayetin sonunda öğretilen duada özellikle ana-babanın evladını terbiye etme
işlevinin söz konusu edilmesi, bize göre, insanın ana-babasının kendisini büyütürken
gösterdikleri sevgi ve şefkati, çektikleri sıkıntı ve yorgunlukları hatırlamasını
sağlamak içindir.
Ayette verilen bir diğer mesaj da, insan üzerinde Allah’tan sonra en büyük hak
sahibinin ana-baba olduğudur. O hâlde müminlere düşen de kendi üzerlerinde hak
sahibi olan ebeveynlerine saygıda, itaatte, hizmette kusur etmemeleridir.
25 - Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O
tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.
35
bozuk, bencilce ve savurganlığa dayalı bir mal ve servet kullanımının
komplikasyonları olarak ortaya çıkmaktadır.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakları verilmeli, ancak verecek bir şeyi
olmayanlar da hiç olmazsa bu insanlara hoş, tatlı ve gönül alıcı sözler söylemelidir.
Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa haklarının verilmesi gerektiği ilkesi başka
surelerde de tekrarlanmış, Bakara suresinde ise bu ilkenin “birr [cennete lâyık
nitelik] kapsamında olduğu belirtilmiştir:
Ve onların mallarında dilenen ve mahrum [yoksun; istemeyen yoksul] için bir hak vardı.
(Zariyat/19)
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Ahiret Günü’ne/
Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere,
yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikame
etmek, zekatı vermektir. Ve sözleştiklerinde sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve
savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı olanların ta
kendileridir. (Bakara/177)
36
konularda iş yapanlarla ilişkiyi kesmeli, bu gibi kişilerle başka konularda da olsa alış
veriş yapmamalı, onların güçlenmesine yardım etmemelidir.
Şeytanın arkadaşlığı, Zühruf suresinde değişik bir ifade ile dile getirilmiştir:
Ve her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun
için karindir [yaştaş, yakın arkadaştır]. (Zühruf/36)
Maruf söz [Bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak, kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen
bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganiyy’dir [Zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir], Haliym’dir
[yumuşak davranandır]. (Bakara/263)
Ayetteki “Ve elini boynuna bağlanmış kılma!” ifadesi cimrilikten kinaye olup
meal metninde parantez içinde belirttiğimiz gibi, anlamı “cimri olma!” demektir.
“Onu büsbütün de saçma!” ifadesi de “Savurgan, müsrif olma!” anlamına gelir. 27.
ve 29. ayetler birlikte okunduğunda, Rabbimizin harcamalarımızda ifrat ve tefrite
gitmeden orta yolu takip etmemizi istediği açıkça anlaşılmaktadır. Cimrilik ve
savurganlık gibi aşırılıklar hem maddî hem de manevî yönlerden insan için zararlı
davranışlardır. Cimrilik insana saygınlık ve itibar kaybettirirken, savurganlık da
insanın muhtaç ve zelil durumlara düşmesine yol açar. Harcamalarda orta yolun
takip edilmesi ilkesi Furkan suresinde şu şekilde belirtilmiştir:
37
Allah’ın biz kulları arasında böyle bir farklılık yaratması, imtihana vesile
olması sebebiyledir:
Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin
olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)
Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa; “Rabbim beni aşağıladı.” der.
Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine
birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle
bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! (Fecr/16-20)
Ve eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi.
Velâkin O [Allah] dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi
olandır, onları en iyi görendir görür. (Şûra/27)
38
Ve onlar, O’nun [Allah’ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a bir hisse kıldılar da
kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için
olan şey [hisse] Allah’a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
Ve onlar [ortakları], kendilerini mahvetsinler ve dinlerini karıştırıp bozsunlar diye
müşriklerden çoğuna evlâtlarını öldürmeyi güzel gösterdi. Ve Allah dileseydi bunu yapmazlardı. O
hâlde onları ve onların uydurdukları şeyleri bırak! (En’am/136, 137)
Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü
kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen
onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm
[töreleri] ne kötüdür! (Nahl/58, 59)
De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştiriliriz korkusuyla]
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine
yaklaşmayın. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız
diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)
39
işareti yapmak, davet ya da tahrik edici söz söylemek, dokunmak, öpmek gibi zinaya
yol açabilecek her türlü davranışı kapsamaktadır.
İğrençlik ve aşırılık olarak nitelenen zina fiiline yaklaşılmaması emrinin ayette
çoğul olarak gelmesi, bu talimatın topluma verildiğini göstermektedir. Yani,
Rabbimiz zinaya karşı önlem alma amacıyla yasa çıkarma ve insanlara eğitim verme
görevlerini topluma yüklemektedir. (Surenin sonunda “zina” konusu ile ilgili detaylı
açıklama içeren bir ek yazı mevcuttur.)
Ey iman etmiş olan kişiler! Öldürmede/ öldürülenlerde kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye
köle, kadına kadın… Ama her kim, onun [ölenin] kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o
zaman örfe uymalı, ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir.
Artık kim sınırları aşarsa artık acı veren azap onun içindir.
Ey kavrama yeteneği olanlar! Kısasta sizin için hayat vardır. Ümit edilir ki, takvalı
davranırsınız. (Bakara/178, 179)
Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın ve sınırları aşmayın. Şüphesiz ki Allah, sınırları
aşanları sevmez. (Bakara/190)
Ve hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini hataen öldürürse,
mümin bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine [vârislerine] teslim edilecek bir diyet
vermelidir. -Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır.- Eğer öldürülen, mümin olmakla
beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin [mümin kâfir ayırımı yapmadan] bir köleyi
özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin,
ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara gücü
yetmeyenin de Allah tarafından tövbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah,
Aliym’dir [her şeyi bilendir], Hakiym’dir [yasa koyandır].
Ve kim bir mümini kasten öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennem-
dir. Ve Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa/92, 93)
De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştirirliriz korkusuyla]
40
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine
yaklaşmayın. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız
diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın
haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları
yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır.
Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68, 71)
Kur’an’da hakk ile nefsi öldürmeye, Kısas yolu dışında sadece savaş [cephe
savaşı veya Allah ve elçisine, yani dine karşı savaş] sebebiyle izin verilmiş olup bu
hususu belirleyen ayetlerden bir kaçı şunlardır:
Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları nedeniyle izin verildi. Ve
şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya gücü yetendir. (Hacc/39)
Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların karşılığı, ancak
öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/ arka arkaya kesilmesi, ya da
yeryüzünden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Ahirette de onlar için büyük bir
azap vardır. (Maide/33)
Ve sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın [ölün, öldürün]. Ve haddi aşmayın. Şüphesiz
Allah, haddi aşanları sevmez. (Bakara/190)
Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik
etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever.
(Mümtehıne/8)
41
Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun
yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle
bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!
(Fecr/17-20)
Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve
yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. (Maun/1-3)
Bu emir daha sonra Nisa/1-10 ve 127, Bakara/83, 177 ve 215, Enfal/41, Haşr/7,
İnsan/8 ve Beled/15’te de değişik ifadelerle tekrarlanmıştır.
“ عهببدAhit”, bir işi belgelemek ve onu iyice sağlama almak için önceden
yapılmış olan anlaşmadır. (Lisanü’l-Arab, c.6, s. 494- 496) Ahitlerin yerine
getirilmesini emreden ayetin kapsamına alış-veriş, ortaklık, yemin, nezir [adama],
sulh [barış] ve nikâh gibi bütün ahitler girer. Ahitlerin yerine getirilmesi bir
zorunluluk olup Rabbimizin bu emri başka ayetlerde de geçmektedir:
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah’a, Ahiret Günü’ne/
Son Gün’e, meleklere, Kitap’a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere,
yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikame
etmek, zekatı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve
savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvalı olanların ta
kendileridir. (Bakara/177)
O, ribayı yiyen kişiler, şeytanın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü
kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysaki Allah, alış-verişi
helâl, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi
kendisine, işi Allah’adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte o dönenler ateşin dostlarıdır. Onlar orada
sürekli kalacaklardır. (Bakara/275)
Ve sözleşme yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı kendinize kefil tutarak
onları sağlama aldıktan sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediklerinizi bilir. (Nahl/91)
35 - Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha
hayırlıdır ve tevil [sonuç, uygulama] olarak daha güzeldir.
Adalet ilkesinin ön plânda tutulduğu bu ayette, verilen emir yine çoğul olduğu
için tüm kişi ve kurumları bağlamaktadır. Yani bu emir sadece çarşı-pazar esnafına
değil, bu emrin hem uygulanmasını hem de denetimini sağlamakla yükümlü olan
kamu otoritesine de verilmiştir. Dolayısıyla bu emir, toplumsal hayatın başta ticarî
ve malî olmak üzere pek çok yönünü kapsamına almaktadır.
42
Eksik tartmak ve noksan ölçmek, yapılan hırsızlığın “gram” ve “santim”
cinsinden olması sebebiyle aslında çok büyük bir yolsuzluk değildir. Ancak
Rabbimizin bu fiillere karşılık olan tehdidi, aynı konudaki diğer ayetlerde de
görüleceği gibi, bir hayli sert ve şiddetlidir. Bunun sebebi, bize göre, toplum
düzeninde oluşabilecek büyük vurgunların, hortumların, suiistimal ve haksız kazanç
kapılarının daha ilk baştan kapatılması, önlenmesi amacına yöneliktir. Nice
gangsterin ilk suçunun yumurta çalmak olduğu dikkate alınırsa, bugün pazaryerinde
gramla hile yapan kişinin yarın tüccar olduğunda malı batman batman götürmesi
uzak bir ihtimal olmayacaktır. Bu ekonomik ahlaksızlığa geçit vermemek için
yılanın başının küçükken ezilmesi istenmektedir. Buna göre insanların da adaletli bir
düzen için bu ilkeyi toplumsal hayatın her alanında titizlikle uygulaması,
Rabbimizin bu husustaki vaadinin ve tehdidinin büyüklüğüne bakarak yanlış yollara
sapmaktan kaçınması gerekmektedir.
Yazıklar olsun! İnsanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçen, kendileri
başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçen muttaffifin kişilere! (Muttaffifin/1-3)
Ve semayı; onu yükseltti ve terazide/ ölçüde taşkınlık etmeyin diye teraziyi/ ölçüyü koydu.
Tartıyı adaletle yapın, teraziyi yanlış tutmayın. (Rahman/7-9)
Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’i… [gönderdik]. O [Şuayb]; “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin.
Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile
görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçerken
ve tartarken adaleti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak
fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için
daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim.” dedi. (Hud/84-86)
[Ant olsun ki] Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i [elçi gönderdik]. Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a
kulluk edin, sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık
ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek,
inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın.
Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve
eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah
aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (A’raf/85-87)
Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için
güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden
herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve
hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve
yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan
kişiye [Allah’a] takvalı davranın.” (Şuara/177-184)
36 - Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül,
bunların her biri ondan sorumludurlar.
43
Toplumsal hayatın ahlâkî, hukukî, siyasî, idarî tüm yönlerini kapsayan ve
bilim, sanat, eğitim alanları için de geçerli olan bu emir, bilgi sahibi olmadan fikir
beyan etmeyi ve ehil olunmayan bir konuda görev üstlenmeyi yasaklamaktadır.
Kişinin yeterli araştırmayı yapmadan ve bilgi sahibi olmadan yapacağı her iş, onun
“zann” ile hareket etmesi demektir. İnsanın başını belâya sokabilecek bu tür
davranışlar [zann ile hareket etmek], Kur’an tarafından açıkça yasaklanmıştır:
Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zann, “Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz.
Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. (Yunus/36)
Ey inananlar! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Olabilir ki, onlar [alay ettikleri
topluluk] kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki de alay
ettikleri, kendilerinden hayırlıdır. Kendinizi de fırlatıp atmayın [ayıplamayın, küçük düşürmeyin];
birbirinizi lâkaplar ile fırlatıp atmayın [küçük düşürmeyin, küçümsemeyin]. İmandan sonra fasıklık
ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
Ey inanmış olan kişiler! Zanndan çok sakının. Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır. …
Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslara
ve oymaklara ayırdık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır. Gerçekten
Allah bilendir, haberdardır. (Hucurat/11-13)
Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna
[sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. (Necm/23)
“Ve Allah’ın sözü kesinlikle gerçektir ve Saat’e gelince, onda kuşku yoktur” denildiğinde,
“Saat’in ne olduğunu bilmiyoruz, yalnızca biz sadece zannediyoruz, kesin bir bilgi edinmiş değiliz”
dediniz. (Casiye/32)
Ey iman etmiş olan kimseler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirsen hemen araştırın. Yoksa
bilmeden bir topluluğa sataşırsınız [zarar getirirsiniz] da yaptığınıza pişman olanlar olursunuz.
(Hucurat/6)
Allah’a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da
ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı
tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece
zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” (Enam/148)
Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah’a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu
haramdır” demeyin; aksi hâlde Allah’a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduran
kimseler kurtulamazlar. (Nahl/116)
De ki: “Eğer doğrular iseniz, hemen Allah katından bu ikisinden [bana ve Musa’ya inen
kitaplardan] daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!”
Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar.
Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık/ şaşkın [aşağı] kim olabilir?
Kesinlikle Allah zalim kavme yol göstermez. (Kasas/49, 50)
Aslında onların ahiret hakkında bilgileri art arda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir şüphe
içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler. (Neml/66)
Konumuz olan ayetteki “Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan
sorumludurlar” ifadesinden, insanın organlarının her birinin kendi işlevleriyle kesp
ettiklerinden sorumlu tutulacağı anlaşılmaktadır. Ahirette insan, kalbiyle düşündüğü
ve inandığı şeylerden, kulağıyla duyduklarından, gözüyle gördüklerinden sorumlu
tutulup hesaba çekilecektir.
44
Bugün Biz onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da
kazandıkları şeylere şahitlik eder. (Ya Sin/65)
Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile
ilgili kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. (Fussilet/20)
Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil
kimseler kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler. (Furkan/63)
De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş?” De ki:
“Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir -kıyamet gününde yalnız onlar için olmak üzere-.” İşte
böylece Biz, ayetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A’raf/32)
45
Böyle olmakla beraber, Rabbimiz “birikim”i hoş görmemektedir. Altın’ın atıl
tutulması, kenz yapılması tam anlamıyla bir “birikim” mahiyetindedir. Dolayısıyla
“altın”ın takı olarak kullanılması veya günlük hayatta kullanılan tabak, kaşık, çatal
gibi gereçlerin “altın”dan yapılması, bize göre, ancak “altın”ın lüks sayılmadığı,
ekonomik değer taşımadığı, kimsenin “altın”a ihtiyaç duymadığı ortamlarda
sakıncasızdır. Aynı şekilde, herkesin giyebildiği ortamlarda “ipek” giymenin de bir
sakıncası yoktur. Ne var ki, giymek için pamuklu kumaş bile bulamayanların
bulunduğu bir ortamda “ipek” giymek haramdır. Çünkü böyle bir ortamda “ipek”
giymek hem diğer insanların kıskançlığına, hem de giyenin böbürlenmesine yol açar.
Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki “ortam” sözcüğü tüm dünyayı, yeryüzündeki
bütün toplumları kapsamaktadır. Yani, her gün binlerce insanın açlıktan öldüğü bir
dünyada hiç kimse “Benim çevremdeki insanların altına ve ipeğe ihtiyacı yoktur”
diyerek Allah’ın sevmediği bir davranış içinde olmadığını ileri süremez.
Kısaca söylemek gerekirse, “altın” ve “ipek” lüks sembolleri olup bunların
haramlığı lüks oluşlarından gelmektedir.
Diğer taraftan, haram diye parmağına “altın” yüzük takmayan, “ipek” kumaş
giymeyen fakat şato gibi evlerde oturup lüks otomobillere binen din cahilleri,
meselenin bu ince yönünü hiç anlamamış demektirler. Hâlbuki iyi anlamalıdırlar.
40. ayet: Bu ayet, Mukatil’in tespitine göre 42. ayetten sonra inmiştir. Biz de
aynı görüşü paylaşıyor ve 40. ayeti, söz akışı olarak daha uygun olması sebebiyle 42.
ayetin devamı olarak değerlendirmiş bulunuyoruz.
46
41 - Biz bu Kur'an'da, akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip
çevirdik [açıkladık]. Ve bu [açıklamalar] ancak onların nefretini artırmıştır.
Ve ant olsun Biz, Söz’ü [vahyi, Kur’an’ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca uladık. (Kasas/51)
Hani bir zamanlar sizden misak [sağlam bir söz] almıştık, Tur’u [dağı] da üstünüze
kaldırmıştık. Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın. Belki takvalı olursunuz.
(Bakara/63)
Ve onlara “Rahman’a boyun eğin!” dendiği zaman, “Rahman da neymiş? Senin bize
emrettiğin şey için mi boyun eğeceğiz?” dediler. Ve bu [boyun eğme emri], onların nefretlerini
artırdı. (Furkan/60)
Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse,
mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine
bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece
nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin
kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın.
Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. (Fatır/42, 43)
O [Nuh]; “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim çağırmam,
onların sadece kaçmalarını artırdı” dedi. (Nuh/5, 6)
Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve [bu], sadece
zalimlerin yıkımını artırıyor. (İsra/82)
Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir.
Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. (Tövbe/125)
42 - De ki: “Eğer dedikleri gibi O’nun [Allah] ile birlikte ilâhlar olsaydı, o
zaman bunlar [ilâhlar] Arş'ın sahibine bir yol ararlardı.”
40 - Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi?
Şüphesiz ki siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
43 – O [Allah], onların dediklerinden büyük bir yücelikle münezzeh ve pek
yücedir.
44 - Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler.
O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi
kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halimdir, çok bağışlayandır.”
47
Bu ayet grubunda tevhide yönelik gerçekler açıklanmakta, cahil Arapların
yardımcı veya yedek tanrılar edinmek suretiyle Allah’a sürmeye çalıştıkları karalar,
gayet özlü, mantıklı deliller gösterilerek temizlenmektedir.
42. ayetteki “Eğer dedikleri gibi O’nun [Allah] ile birlikte ilâhlar olsaydı, o
zaman bunlar [ilâhlar] Arş'ın sahibine bir yol ararlardı” ifadesini iki türlü anlamak
mümkündür:
1- Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile birlikte her biri diğerinden bağımsız
çeşitli ilâhlar olsaydı, bunlar sınırsız evrenin yönetiminde birbirleriyle anlaşamazlar,
her biri tek hâkim olmak için çalışır ve sonuçta evrenin işleyişinde düzen, ahenk ve
denge olmazdı.
2- Eğer onların dedikleri gibi, en üstün olan Allah ile birlikte O’nun bazı
yetkilerini devrettiği ilâhlar olsaydı, kendilerine yetki devredilen ilâhlar bu yetkilerle
yetinmez, daima itaat eden kullar gibi olmak istemez, en üstün olmak için
çalışırlardı. Böyle bir durumda da evren fesada uğrar, baştan aşağı her şeyin düzeni
bozulurdu.
42. ayetteki ifade hangi türlü anlaşılırsa anlaşılsın, evrendeki düzeni biraz
araştırıp gören hiç kimsenin evrendeki işleyişin birbirinden bağımsız veya yarı
bağımlı ilâhlar tarafından sürdürüldüğünü iddia etmesi mümkün değildir. Çünkü
birden fazla tanrı olması durumunda, evrendeki bu mükemmel uyumun asla söz
konusu olamayacağını akıl kolayca istidlal eder. Bunun aksi ise ancak ayette
gösterilen mantıkî delili idrak edemeyecek derecede anlayışsız ve cahil bir kimse
tarafından iddia edilebilir.
Bu ayetlerde yapılan tevhide yönelik aklî uyarılar, başka ayetlerde de dile
getirilmiştir:
Eğer o ikisinde [yer ile gökte] Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de kesinlikle
kargaşa içinde olurdu [düzenleri bozulurdu]. O hâlde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte
oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)
Görüldüğü gibi, 40. ayette, Allah’ın çocuk edindiği iddiası gündeme getirilmek
suretiyle tevhit ilkesinden sapışın bir başka boyutu sergilenmekte ve paragrafın
anlamına yapılan bu katkıyla, 40. ayetin yerinin 42. ayetten sonra olması gerektiğini
savunan görüşün ne kadar isabetli olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.
Tevhit ilkesinden sapışın bu boyutu da Kur’an’da pek çok yerde
vurgulanmıştır:
Ve onlar, Allah’a kızlar isnat ediyorlar. –O [Allah], bundan münezzehtir. – Kendileri için de
iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır.
Ve onlardan biri kadın ile [kız doğum haberi ile] müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü
kapkara kesilir.
Kendisine verilen müjdenin kötülüğü dolayısıyla kavminden gizlenir; zillet ve horluğa rağmen
onu [kızı] yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin onların verdikleri hüküm
[töreleri] ne kötüdür! (Nahl/57-59)
48
44. ayette geçen “tesbih” kavramı, Kalem, A’la ve Kaf surelerinin tahlillerinde
(Tebyinü’l-Kur’an; c:1, s:187,188) açıkladığımız gibi; “Allah’ı, O’na yakışmayan
şeylerden uzak tutmak, Allah’ı yüceltmek, O’nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış
olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemek” demektir. Bu
da; yapısıyla ve nizamıyla evrendeki her şeyin, Allah’ın varlığının birliğini ve her
türlü noksanlıktan uzak olduğunu gösterdiği anlamına gelir:
Gök gürültüsü ve melekler O'na hamd ile O'nun korkusundan dolayı O'nu tesbih ederler. Ve O,
yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele edip duruyorlar.
Oysa O [Allah] çarpması pek çetin olandır. (Ra’d/13)
Ve meleklerin arşın kenarını sararak, Rabblerine hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Ve
aralarında hakk gerçekleştirilmiştir. Ve “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun” denilmektedir.
(Zümer/75)
Arşı taşıyan kimseler ve onun [arşın] kenarındakiler, Rabblerinin hamdiyle tesbih ederler ve
O'na inanırlar. İman etmişler için bağışlanma dilerler: “Rabbimiz! Sen rahmet ve bilgice her şeyi
kuşattın. Onun için tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cahim’in [cehennemin]
azabından koru!” (Mümin/7)
Peygamber o ikisi ile birlikte uçmuş, yedi göğe ulaşmış. Döndüğü zaman şöyle buyurmuş: Pek
çok tesbîh ile beraber, göklerin şöyle tesbîh ettiğini duydum:
Yüce gökler heybet sahibini tesbîh ederler. Yücelik sahibinin yüceliğinden eğilmişlerdir.
Tesbîh ederiz yücelerin yücesini, tenzih ve takdis ederiz O'nu.
Nitekim Buhârî'nin Sahîh'inde Abdullah İbn Mes'-ûd'dan nakledilir ki; o, şöyle demiştir; «Biz
yenirken yemeğin tesbîh ettiğini duyardık.»
Ebu Zerr'in hadîsinde de Rasûlullah [s.a.] in eline çakıl taşlarını aldığında, arının vızıltısı gibi
onların tesbihinin duyulduğu bildirilir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı
çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. (Nisa/110)
Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Ant olsun ki eğer onlar
[gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok
yumuşak davranan, çok bağışlayandır. (Fatır/ 41)
49
46 - Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen
kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık kıldık. Ve sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve
tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler.
Şüphesiz ki Biz onların boyunlarının içinde demir halkalar kıldık. Öyle ki onlar çenelerine
kadardır. Böylece onlar burunları yukarı kaldırılmış olanlardır.
Ve Biz onların önlerinden bir set, arkalarından bir set kıldık. Böylece Biz kendilerini
sarmışızdır. Artık onlar görmezler.
Ve onları uyarmışsın yahut uyarmamışsın onlara göre birdir, onlar inanmazlar. (Ya Sin/8-10)
Biz onlara karinleri [bir takım yakınları, yani İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar
da, önlerinde ve arkalarında olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinnlerden ve insanlardan
[herkesten] kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan söz, onların üzerine hakk
oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussılet/25)
Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler
vardır. Büyük azap da onlar içindir. (Bakara/7)
Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış da onları işitmemiş
gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte onu, acı verecek bir azabı müjdele. (Lokman/7)
Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir,
kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz
de gerçekten yapıyoruz.” (Fussılet/5)
46. ayetteki “Ve sen Kur’an’da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın
zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler” ifadesinden, müşriklerin
bir ve tek olan Allah’ın yüceltilmesini ve bunda ısrar edilmesini kabul etmedikleri
anlaşılmaktadır. Aslında onlar peygamberimizden, Allah ile beraber kendi ilâhlarının
büyüklerinden, azizlerinden de bahsetmesini istemektedirler. Çünkü onlara göre
Allah, ilâhlık güçlerinden bazılarını, onlara çocuklar veren, onları hastalıklardan
koruyan, onların ticaretlerinin gelişmesini sağlayan, kısaca onların tüm istek ve
50
arzularına cevap veren kendi ilâhlarına da vermiştir. Müşriklerin bu sapık inançları
Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir:
Ve Allah, “bir tek” olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da, O'nun
astlarından olan kimseler anıldığı zaman derhal yüzleri gülüverir. (Zümer/45)
Rabblerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/ hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri
eğlenerek dinlerler. Ve o zalimler aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka
bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” (Enbiya/2, 3)
Ve onlar [inkâr etmiş olanlar]; “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona,
bir melek indirilseydi ya! Böylece onunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine
bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zalimler; “Siz, yalnızca
büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz.” da dediler. (Furkan/7, 8)
Bana Muhammed İbn Müslim İbn Şihâb ez-Zührî dedi ki: Kendisine şöyle anlatılmış: Harb
oğlu Ebu Süfyân, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Şerik oğlu Ahnes bir gece Rasûlullah [s.a.] ı geceleyin
evinde namaz kılarken dinlemek üzere gittiler. Onlardan her biri Hz. Peygamberi dinlemek için ayrı
bir yer tuttu. Hiç birisi diğerinin yerini bilmiyordu. Onu dinlemeye başladılar. Sabah olunca
ayrıldılar. Nihayet yolları birleşti de birbirlerini kınamaya başladılar. Birbirlerine şöyle diyorlardı: Bir
daha yapmayınız. Halkınızın düşkünlerinden bazıları sizi görecek olurlarsa, onların içine bir şey
düşürürsünüz. Sonra ayrıldılar. Ertesi gün ikinci gece olunca her biri tekrar bulunduğu yere gelip
Kur'an dinlemeye koyuldular. Nihayet fecir ağarınca ayrıldılar ve aynı yolda karşılaştılar. Birbirlerine
tekrar ilk söylediklerini söylediler ve dağıldılar. Üçüncü gece olunca her biri Kur'an'ı dinlemeye
koyulmak üzere eski yerlerini aldılar. Fecir ağarınca ayrıldılar. Yolları birleşince birbirlerine dediler
ki: Bir daha tekrarlamamak üzere sözleşmeden ayrılmayalım. Bunun üzerine sözleşerek ayrıldılar.
Ahnes b. Şerik sabah olunca sopasını aldı. Sonra evinden çıktı Ebu Süfyân b. Harb'a geldi ve ona: Ey
Ebu Hanzala, Muhammed'den duyduğun şey hakkında görüşün nedir, bana bildir? dedi. Ebu Süfyân
dedi ki: Ey Ebu Sa'lebe, Allah'a and olsun, ben ondan öyle şeyler duydum ki onu ve ne demek
istediğini biliyorum. Öyle şeyler de duydum ki, ne onun anlamını ne de söylemek istediğini
biliyorum. Ahnes b. Şerik dedi ki: Allah'a andolsun ki, ben de senin yemin ettiğin durumdayım.
Sonra Ebu Süfyân'ın yanından çıkıp Ebu Cehl’in yanına girdi, onun evine vardığında dedi ki: Ey Ebu
Hakem, Muhammed'den duyduğun şeyler hakkında görüşün nedir? Ne duydum ki? dedi. Biz ve Abd
Menâf oğulları şeref konusunda yarıştık. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar taşıdılar, biz de
taşıdık. Onlar verdiler, biz de verdik. Nihayet her ikimiz de diz üstü çökünce, ikimiz de bağlı atlar
51
gibi olduk. O zaman onlar dediler ki: Bizden bir peygamber geldi. Ona gökten vahiy geliyor. Biz onu
ne zaman kavrayabiliriz? Allah'a and olsun ki, ona ebediyyen ne inanırız, ne de doğrularız. Bunun
üzerine Ahnes b. Şerik yanından kalkıp onu kendi başına bıraktı. (İbn İshâk; Sîret)
48 - Senin için nasıl misaller verdiklerine bir bak! Böylece sapıklığa düştüler!
Artık bir yola da güçleri yetmez.
49 – Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz
olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?”
50 – 52 - De ki: “İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen
başka bir yaratık olun.” Sonra onlar; “Bizi kim geri döndürecek?” diyecekler. De
ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan.” Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve “Ne
zamandır bu?” diyecekler. De ki: “Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı
[diriltileceğiniz] gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı
zannedeceksiniz.”
Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz?
(Saffat/16)
Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?
(Saffat/53)
Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; “Bu şaşılacak bir şeydir!
Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)
52
Ve onlar; “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta
olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr
ediyorlar. (Secde/10)
Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi,
gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” (İsra/49)
Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz
olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların
cezasıdır. (İsra/98)
Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin
çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? (Müminun/35)
Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı: Boyunu
yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan
sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi;
sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere.
(Naziat/27–33)
Ölümü aranızda Biz takdir ettik Biz. Biz önüne geçilebilenler değiliz.
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getiririz ve sizi bilmediğiniz bir şeyde inşa ederiz.
(Vakıa/60, 61)
Ve O, başlatan, sonra onu çevirip yeniden yapandır. Ve bu O'na çok kolaydır. Ve göklerde ve
yerde en yüce örnek O'nundur. O çok güçlüdür, hikmet sahibidir. (Rum/27)
Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, ona sözümüz, ona sadece “ol” dememizdir. O da hemen
oluverir. (Nahl/40)
53
İnsanlar sana o saatten [kıyametin saatinden] soruyorlar. De ki: “Kesinlikle ona ait bilgi Allah
katındadır.” Ne bilirsin, belki de saat yakındadır. (Ahzab/63)
Allah, bu kitabı ve teraziyi/ ölçüyü hakkla indirendir. Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat
[kıyamet] çok yakındır! (Şûra/17)
Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında olandır. Ve yağmuru O
yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde
öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi bilendir, en iyi haberi olandır. (Lokman/34)
Sana, Saat’ten soruyorlar; “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin
katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size
ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi
Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187)
Onlar orada; “Hamd, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi lütfundan, kendisinde bize yorgunluk
gelmeyecek, kendisinde bizim için usanç olmayacak, durulacak bu yurda konduran Allah’a özgüdür.
Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler. (Fatır/34, 35)
Sonra onlar onu [kıyameti] görecekleri gün dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka
durmamış gibidirler. (Naziat/46)
Kim ondan [Bizim verdiğimiz zikirden; Kur’an’dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyamet günü;
Sura üfürüldüğü gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyamet günü onlar için; bu
ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri göğermiş olarak toplayacağız.
Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on’ kaldınız.”
-Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.- Yolca en üstün olan; “Siz ancak bir gün
kaldınız.” diyecektir. (Ta Ha/102-104)
Ve kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar
işte böyle döndürülüyorlardı. (Rum/55)
Bu ayette Müslümanlara, yumuşak söz söylemek suretiyle iyi, güzel, hoş bir
davranış sergilemeleri telkin edilmektedir. Çünkü sert davranışlar ve inat sadece
tartışma ortamının gerginleşmesine yol açarak düşmanlık ve kine sebep olmakla
kalmaz, aynı zamanda tartışma zemininin genişlemesine, insanların böbürlenmesine
ve daha da kötüsü, gerçeklerin gizlenmesine de sebep olur.
Esbab-ı Nüzul kayıtlarında, bu ayetin Ömer b. Hattab’ın müşriklerle sert bir
üslûpla tartışması sonucu Müslümanların savaş istemeleri üzerine indiği ileri
sürülmüştür. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Rabbimiz bir başka ayette daha, iman etmiş kişilere ne yapmaları gerektiğini
bildirerek tartışma ölçülerini ortaya koymuştur:
54
İman etmiş kişilere, “O’nun [Allah’ın] her kavmi kazandıklarıyla cezalandırması için, Allah'ın
günlerini ummayanları bağışlamalarını” söyle. (Casiye/14)
Ayette kullardan istenen “en güzeli söyleme” işi ancak Kur’an ile yapılabilir.
Zira sözlerin en güzeli Kur’an’dır:
Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenler; müjde onlaradır. Haydi müjdele sözü
dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir.
Ve işte onlar kavrama yeteneği olanların ta kendileridir. (Zümer/17,18)
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkan ile] onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat
yap! (Furkan/52)
Adaklarını yerine getirirler ve fenalığı yayılmış [efsaneleşmiş] bir günden korkarlar. (İnsan/7)
52. ayetin son kısmında şeytanın etkisine dikkat çekilerek yapılan öğüde
uyulmaması hâlinde şeytanın devreye gireceği ve ortaya düşmanlık çıkaracağı
bildirilmiştir. Şeytanın insanların düşmanı olduğu ve ara bozduğu başka ayetlerde de
ihtar edilmiştir:
Ve onların Allah’ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı
giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların
dönüşü Rabblerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir. (En’am/108)
Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse de hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O, en iyi işiten,
en iyi bilendir. (A’raf/200)
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi secde ederek yere kapandılar.
Ve o [Yusuf]: “Babacığım İşte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı.
Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden
getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lütuf edicidir.
Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir. (Yusuf/100)
Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve tayyib [temiz, hoş, yararlı] şeylerden yiyin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara/168)
54 – Sizin Rabbiniz sizi daha iyi bilendir. Dilerse tövbeniz sebebiyle size
merhamet eder veyahut dilerse azap eder. Seni de onların üzerine vekil
göndermedik.
55
Bu ayette, içimizle-dışımızla, düşüncemizle-amelimizle, Rabbimizin bizi
bizden daha iyi bildiği hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatma Necm suresinde de şöyle
yapılmıştır:
Onlar ki, bazı küçük sürçmeler hariç, günahın büyüklerinden ve iğrençliklerden çekinip
kaçınırlar. Hiç kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu
zaman, hem de annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O’dur. O
hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın. İttika eden kimseyi O daha iyi bilir. (Necm/32)
VEKİL
Furkan suresinde detaylı olarak açıkladığımız gibi, “vekil”, “var eden, varlığı
sürdüren, gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Ayetin
ilk iki cümlesinde asıl muhataplara seslenildikten sonra, son cümlede hitap
peygamberimize yöneltilmiş ve ona “kendisinin onlar üzerinde vekil olmadığı”
bildirilmiştir. Bu hüküm, insanların tutumları dolayısıyla peygamberimizin ne o gün,
ne bu gün, ne de gelecekte sorumluluğu olmadığının ve olmayacağının çok açık
beyanıdır.
56
Muhammed (as) de dünya işleri ile uğraşmakta; karısı ve çocuklarıyla beraber
herkes gibi bir hayat sürmekte, çalışıp hayatî ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Dolayısıyla, Muhammed’e göre daha sorumlu bir mevkide bulunan Davud’a
peygamberlik verilmesi nasıl normal karşılanıyor ise, Muhammed’e verilen elçilik
görevi de normal karşılanmalı, yadırganmamalıdır.”
Bir kral ve peygamber olan Davud’un (as) peygamberimizin elçiliği konusunda
misal getirilmesi, aynı zamanda peygamberimize de ileride devlet başkanlığı
görevinin verileceğinin bir işareti olarak değerlendirilebilir.
Ayetin Mekkeli müşrikleri objektif davranmaya çağıran mesajı, başka
ayetlerde çeşitli peygamberlerin isimleri anılarak da verilmiştir:
İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah’ın
konuştuğu ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu İsa’ya açık
kanıtlar verdik ve onu Ruhulkudüs ile destekledik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler,
açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de
onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.
Velâkin, Allah dilediğini yapar. (Bakara/253)
Ve deyin ki: “Biz Allah’a iman ettiğimiz gibi, bize ne indirildi ise, İbrahim’e ve İsmail’e ve
İshak’a ve Yakub’a ve esbata [torunlarına] ne indirildi ise, Musa’ya ve İsa’ya ne verildi ise ve bütün
peygamberlere Rabblerinden olarak ne verildi ise hepsine iman ettik; O’nun elçilerinden birinin
arasını ayırmayız [hiç birini diğerinden ayırmayız] ve biz ancak O’nun için teslim olanlarız.
(Bakara/136)
Elçi [Muhammed], kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de. Hepsi
Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler; “Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım
yapmayız.” ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır”
dediler. (Bakara/285)
De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’an’a], İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rabblerinden verilenlere inandık. Onlardan
hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz yalnız O'na teslim olanlarız.” (Âl-i Imran/84)
57
Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından bir takım veliler edinenler:
“Onlar bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” [diyorlar]. Ayrılığa düştükleri
bu konuda onların arasında Allah hüküm verecektir. Allah kuşkusuz, yalancı ve çok nankör kişilere
kılavuzluk etmez.
Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, elbette yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O,
bundan münezzehtir. O, bir tek ve kahredici Allah'tır. (Zümer/3, 4)
Ey iman etmiş olan kişiler! Allah’a takvalı davranın, O'na yaklaşmaya yol arayın ve O'nun
yolunda gayret gösterin. Umulur ki siz kurtuluşa erersiniz. (Maide/35)
Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren
kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
(Bakara/218)
De ki: “Allah'ın astlarından tanrı saydığınız kimseleri çağırın. Onlar göklerde ve yeryüzünde
de zerre ağırlığına malik olmazlar. Onların, bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] O’nun için onlardan
bir yardımcı da yoktur.” (Sebe’/22)
Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu
yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa
onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. (Hacc/73)
Ve Yahudiler; “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da; “Mesih Allah’ın oğludur”
dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan
inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar. …
Onlar, Allah’ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı kendilerine Rabbler
edindiler... Oysa onlar sadece bir tek olan İlâh’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh
diye bir şey yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir. (Tövbe/30, 31)
58 – Ve hiç bir şehir yoktur ki, kıyamet gününden önce Biz onu helâk
etmeyelim yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, Kitap’ta
satırlaştırılmıştır.
Bu ayette, her uygarlığın kıyametten önce mutlaka yok edileceği veya şiddetli
bir azap ile azaplandırılacağı bildirilmek suretiyle, kâfirlerin kendi memleketlerinin
tehlike veya azaptan uzak olduğu yolundaki inançları reddedilmekte, ayrıca bunun
Allah’ın değişmez bir uygulaması olduğu vurgulanmaktadır.
Onlara Biz zulmetmedik; fakat onlar kendilerine zulmettiler. Onun için Rabbinin emri
geldiğinde, Allah’ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan
başka bir şey arttırmadılar. (Hûd/101)
Kentlerden niceleri var ki Rablerinin ve O'nun elçilerinin emrine başkaldırdı da Biz onları
çetin bir hesaba çektik ve onlara görülmemiş, duyulmamış bir azapla azap ettik.
Böylece onlar işlerinin vebalini tattılar. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran olmuştur. (Talâk/8,
9)
58
kavimlerin peygamberleri vasıtasıyla gönderilen mucizelerden etkilenmemelerini ve
onları yalanlamalarını göstermekte, buna da Semud kavmini örnek vermektedir.
Rabbimizin Mekkeli müşriklerin istedikleri türden bir mucize göndermemiş
olması, bir anlamda onların lehine bir durumdur. Çünkü mucizeleri gördükleri hâlde
inanmayanlar, Allah’ın kanunu gereği, tıpkı eski kavimler gibi yerle bir olacaklardır.
Allah Mekkeli kâfirlerin mucizeleri gördükleri hâlde inanmayacak olduklarını
bilmektedir. İlahî azabın onların üzerine hemen gelmemesi ise Allah’ın bir rahmeti
olarak değerlendirilmelidir.
Rabbimiz mucize olarak onlara Kur’an’ın yeteceğini bildirmiştir:
Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın
katındadır. Ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”
‘Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?
Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebut/50, 51)
Bilakis onlar; “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok o bir
şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir mucize getirsin!” dediler. (Enbiya/5)
Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın.
Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak,
senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız.” dediler. Sen de ki:
“Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsra/90-93)
De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi kılacak
ben bilmiyorum. [Rabbim] Bütün gaybı bilendir. Ve de elçilerden seçip memnun olduğu kişi
müstesna, gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, Rabblerinin gönderdiklerini gereği gibi
tebliğ ettiklerini bilsin diye onun önünden ve ardından [her tarafından] gözetleyiciler salar. O, onların
yanında olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi de sayısı ile saymıştır.” (Cinn/25-28)
59
gördüğü rüyadır.
Bu görüşe göre, bazı gruplar, peygamberimizin rüyasında gördüğü maymunları
Ümeyyeoğulları olarak kabul etmektedirler. (İbn Cerir, İbn Kesir ve Kurtubî)
2- Diğer görüş: Bazı rivayetler, Allah’ın peygamberimize rüyasında Kureyş
kâfirlerinin yıkılıp yere serilecekleri, ölecekleri yerleri gösterdiğini, bu rüyayı duyan
Kureyşlilerin de bunu alay konusu yaparak ondan rüyanın hemen
gerçekleştirilmesini istediklerini nakletmektedir. Bu rivayetlere dayanan görüşe
göre, ayette açıkça gösterildiği bildirilen görüntü, peygamberimize rüyasında
gösterilen Bedir’de öldürülecek müşriklerin görüntüsüdür.
Biz ise bu görüntünün Kur’an’da bahsi geçen şu iki görüntüden biri olduğu
kanaatindeyiz:
1- Bu görüntü, bu surenin 1. ayetinde konu edilen gecede, peygamberimizin ilk
vahy anında son sidre ağacında gördüğü ve ayrıntıları Necm suresinde anlatılan
görüntüdür.
Ant olsun ki, Allah, elçisine o görüntüyü hakk ile doğru çıkardı. Siz, Allah dilerse kesinlikle
güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a
gireceksiniz. Öyleyse O [Allah], sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da bundan önce size yakın bir fetih
verdi. (Fetih/27)
Ancak dikkatle hatırda tutulmalıdır ki, burada sözü edilen görüntüler “rüyada
görülen” görüntüler değil, “uyanık iken görülen” görüntülerdir. Bunun detayı
inşallah Yusuf suresinde açıklanacaktır.
60
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de Zakkum ağacını anlatınca Ebu Cehil şöyle dedi: “Ey Kureyş
topluluğu! Muhammed sizi zakkum ağacıyla korkutuyor. Siz bilmiyor musunuz ki, ateş ağacı yakar.
Halbuki Muhammed ateşin ağaç bitirdiğini iddia ediyor. Siz zakkumun ne olduğunu biliyor musu-
nuz? O hurma ve kaymak. Ey Cariye bize hurma ve kaymak getir." Cariye onları getirdi. Ebu Cehil:
"Muhammed'in sizi korkuttuğu bu zakkumu yiyin!" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi.
Kur'an'da lanetlenen ağacı, insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu
onların azgınlığını artırmaktan başka bir şey yapmaz. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-
Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Birinci Görüş: Ekserisi bunun Hak Teâlâ'nın "Şüphesiz o zakkum ağacı günaha
düşkün olanın yemeğidir" [Duhan, 43-44] ayetinde bahsettiği zakkum ağacıdır. Bu
ağacın zikredilmesindeki imtihan şu iki açıdan olabilir:
1- Ebu Cehil şöyle demişti: "Arkadaşınız [Muhammed], cehennem ateşinin,
"Onun yakıtı taşlar ve insanlardır" [Bakara, 24] diyerek, taşları bile yaktığını iddia
ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor. Halbuki
ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?"
2- İbn'z-Zibe'râ şöyle der: Bizim bildiğimize göre zakkum, hurma veya
kaymak demektir. Bir şeyi lokmalamak hakkında da, tezakkamû derler. İşte onlar
cehennemde bir ağacın olmasına şaştıkları için, Allah Teâlâ "Hakikaten biz o
[zakkum ağacını] zalimler için bir fitne yaptık" [Saffat, 63] ayetini indirmiştir.
İkinci Görüş: İbn Abbas şöyle der: "Burada bahsedilen ağaç ile,
Ümeyyeoğulları, yani Hakem b. Ebi'l-As’oğullan [soyu] kastedilmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber [s.a.s] rüyasında, minberini Mervan'ın oğullarının birbirinden
devraldıklarını görmüştü. O, bu rüyasını Hz. Ebu Bekir ile Ömer'e evinde onlarla baş
başa iken anlatmıştı. Birbirlerinden ayrıldıklarında, Hz. Peygamber [s.a.s] Hakem b.
Ebi'l-As'ın rüyasını aynen anlattığını duydu ve buna çok sinirlendi. Bu sırrını Hz.
Ömer [r.a]'in ifşa ettiği ithamında bulundu. Sonra da Hakem'in kendilerini gizlice
dinlediği ortaya çıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], onu sürdü." Vahidî
şöyle der: "Bu hadise Medine'de cereyan etmiştir, sûre ise Mekki'dir. Binâenaleyh
böyle bir tefsir, ancak bu ayetin Medenî olduğunu söylemekle mümkündür. Ama hiç
kimse bu ayetin Medine'de nazil olduğunu söylememiştir." Bu görüşü, Hz. Aişe
[r.a]'nin Mervan'a, "Allah, sen babanın [Hakem'in] sulbünde iken, babana lanet etti.
Sen de, Allah'ın lanet ettiği kimsenin bir parçasısın" demiş olması da te'kid eder.
Üçüncü Görüş: Kur'ân'da lanet edilen bu ağaç ile Yahudiler kastedilmiştir
Çünkü Cenâb-ı Hak, "Benî İsrail'den kâfir olanlar lanetlendi" (Maide/78)
buyurmuştur. Buna göre şayet birisi, "Müşrikler, Hz. Peygamber [s.a.s]'den kesin ve
kuvvetli mucizeler getirmesini isteyince, Allah Teâlâ da: "Onların getirilmesinde
size bir fayda yok. Çünkü eğer onlar gösterilir de siz iman etmezseniz, kökünüzü
kazıyacak bir azap indiririm" diye cevap vermiştir. Halbuki bu doğru değildir. Bu
sözün, insanlar için bir fitne olan o rüyanın ve ağacın zikredilmesi ile ilgisi nedir?"
derse, deriz ki: İfadenin manası şöyledir: Sanki, "onlar bu mucizeleri isteyip, sonra
da sen o mucizeleri göstermeyince, bunların gösterilmeyişi, senin nübüvvet iddianda
doğru olmadığın hususunda onlar için bir şüphe olmuştur." Fakat bu şüphe, senin
işini zayıflatmaz ve durumunun zayıflamasına sebep olmaz. Baksana, rüyadan
bahsedilmesi, o kâfirlerin kalplerine büyük bir şüphe düşmesine sebep oldu. Fakat o
kuvvetli şüphe bile, senin risaletin hususunda bir zayıflığa ve senin etrafında ehl-i
61
hakkın toplanmasında bir gevşemeye yol açmadı. İşte aynen bunun gibi, mucizelerin
gösterilmemesi sebebiyle meydana gelen bu şüphe de, senin durumunda bir
gevşemeye ve senin risaletin hususunda bir zayıflığa sebep olmaz. (Razi, el-
Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Bize göre ise; lânetli ağaç “uzak durulması, dışlanması gereken ağaç”
anlamında olup bu ifade ile “altın, mal” kastedilmiştir. Çünkü Sad suresinde
söylediğimiz gibi, (Tebyinü’l-Kuran; c: 2, s: 444) “lânet” sözcüğü “kovmak, iyilik
ve faydadan mahrum bırakmak, ailenin veya sülâlenin bir ferdinin dışlanması”
demektir. Âdem’e “Bu ağaca yaklaşmayın” emrinin verildiği A’raf/19’da geçen
“şecer [ağaç]” sözcüğü de, ayetin tahlilinde detaylı olarak açıkladığımız gibi, “altın,
mal, mülk” anlamına gelmektedir. (Tebyinü’l-Kuran; c: 2, s: 534)
Nitekim Rabbimiz de Kur’an’da defalarca bunun insanlar için bir fitne
olduğunu ve ondan uzak durulmasını, müptelâsı olunmamasını emretmiştir:
Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir. Kesinlikle de Allah katında çok
büyük ecir vardır. (Enfal/28)
Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir kendi
katında olandır. (Teğabun/15)
İşte insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet
bahşettiğimiz zaman da; “O, bana bir bilgi üzerine verildi” der. Aslında o [verilen nimetler], bir
fitnedir. Velâkin onların çoğu bilmezler. (Zümer/49)
Sonuç: Konumuz olan 60. ayetteki lânetli ağacın Duhan/43, 44’te sözü edilen
Zakkum ağacı ile herhangi bir ilgisi yoktur.
61 – Ve hani Biz bir vakit meleklere "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis'ten
başka hepsi secde etmişlerdi. O "Ben bir çamur olarak [madde olarak] yarattığın
kimseye mi secde ederim?" demişti.
62 – O [İblis] dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın şu kişiyi gördün mü? Yemin
ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun
zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."
63 - 65 – O [Allah] dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki,
şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü
yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara
kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” -Ve
şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.- Şüphesiz ki, Benim kullarım;
senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.-
62
benzetilmiştir. Bu benzetmede geçen “şeytanın atlıları ve yayaları” ifadesi diğer
surelerdeki anlatımlarda yoktur. Bu ifadede şeytana nispet edilen atlılar ve yayalar,
sayılamayacak kadar çok yol ve yöntemle şeytanın yaptığı işleri yapan “şeytan
yandaşları”nı, yani tuzağa düşüp şeytanlaşmış insanları temsil etmektedir.
İblis’in dürtülerinden etkilenerek onun tuzağına düşmüş, azmış, azdırılmış
insanların bu hâllerini, günlük hayatta akla ilk gelenin hiç düşünmeden yapıldığı ve
sonunda kaçınılmaz olarak zarara uğranıldığı davranışlarda görmek mümkündür.
İBLİS’İN ORTAKLIĞI
Allah ona [şeytana] lânet etti. Ve o; “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları
mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını bozacaklar.” dedi. Ve her kim
Allah’ın astından şeytanı veliy edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar. (Nisa/118, 119)
Allah Bahriye'den Saibe'den Vasiyle’den ve Ham'dan hiç birini [meşru] kılmamıştır. Ancak
inkâr edenler, Allah'a karşı yalan düzüp-uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez. (Maide/103)
[İblis] “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım,
ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna” dedi. (Sad/82, 83)
Ve onlar, O’nun [Allah'ın] yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a bir hisse kıldılar da
kendi sapık inançlarına göre, “Bu, Allah için; şu da ortaklarımız içindir” dediler. İşte ortakları için
olan şey [hisse] Allah'a ulaşmaz, Allah için olan şey ortaklarına ulaşır. Verdikleri hüküm ne kötüdür!
(En’am/136)
Şeytan, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkin-hayâsızlığı] emreder. Allah ise, size
kendisinden bağışlama ve bol ihsan vadeder. Ve Allah Vâsi’dir [ilmi ve rahmeti sonsuz geniş
olandır], en iyi bilendir. (Bakara/268)
62. ve 63. ayetlerde aktarılan İblis’e ait ifadeler, azdırma yetkisi ve gücünün
ona bizzat Allah tarafından verildiğini, onun sırf bu iş için yaratıldığını
göstermektedir. İblis’in her halükarda kendi işlevini yerine getireceğini kasem
[yemin] ile vurgulaması, Allah’ın kendisine verdiği görevi yine Allah’tan aldığı güç
ve destek ile yerine getireceğine dair Allah’a verilen bir söz mahiyetindedir. Yoksa
bir çok yerde açıklandığı gibi, İblis’in bu sözleri Allah’a isyan anlamına gelmez. Bu
sözlerin Allah’a bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi, İblis’i Allah’a rakip olarak
görmeyi ve insanların çoğunun doğru yoldan çıkması sebebiyle de onun Allah’a
karşı galip geldiğini kabul etmeyi gerektirir.
63
İBLİS, ARITILMIŞ KULLARI AZDIRAMAYACAKTIR
Rabbimiz, 65. ayetteki “Şüphesiz ki Benim kullarım; senin için onlar aleyhine
hiçbir güç yoktur” sözleriyle İblis’e tanıdığı yetkiye bir sınırlama getirmiş ve
“muhleslerin” [arıtılmış, arı duru hâle getirilmiş kimselerin] İblis’in dürtülerinden
etkilenmeyeceğini açıklamıştır.
Arıtılmanın fitne ve belâlandırma yöntemiyle yapıldığı ve kimlerin sabırları
sayesinde “muhles” oldukları da yine Kur’an’dan öğrenilmekedir:
Ve hani Rabbi İbrahim’i, bir takım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış, arıtmış], o, onları tam
olarak yerine getirince [Rabbi ona], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O da
“Zürriyetimden de [yap!]” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zalimlere nail olmaz!” dedi. (Bakara/124)
…Ve Davud, Bizim kendisini fitnelendirdiğimizi [arı duru, has hâle getirdiğimizi] iyice
anladı. … (Sad/24)
Kulumuz Eyyub’u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine nida etmişti: “Meşakkat ve acı ile bana
şeytan dokundu.” (Sad/41)
Hani kız kardeşin yürüyordu da, “Sizi onun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi!”
diyordu. Böylece gözü aydın olsun da kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Hem sen, bir
adam öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve seni çeşitli fitnelerle fitnelendirdik. Sonra da
yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir karara göre geldin, ey Musa! (Ta Ha/40)
Ve Kitap’ta Musa’yı da an/ hatırlat. Şüphesiz o arıtılmıştı, bir elçi ve peygamber idi.
(Meryem/51)
Ve ant olsun o [hanım], ona niyeti kurmuştu. Eğer o [Yusuf] Rabbinin burhanını görmese idi
ona [kadına] niyeti kurmuştu. Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir. Çünkü o, Bizim
arıtılmış kullarımızdandı. (Yusuf/24)
64
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, peygamberlerin tümü de Allah’ın takdir
ettiği fitnelerden geçerek eğitilmişler, saflaştırılıp olgunlaştırılmışlardır. Çünkü
onların sabır ve sebat konusunda iyi, dayanıklı duruma gelmeleri, davet görevlerinde
duygusal olmamaları, hevalarına uymamaları, hakktan sapmamaları, kısacası
görevlerinde başarılı olmaları gerekmektedir. Peygamberimizle ilgili fitneler zinciri
ise o daha doğmadan dünyaya babadan yetim olarak gelmesiyle başlamıştır. Küçük
yaşta annesini de kaybederek öksüzlük acısı ikiye katlanmış, önce dedesinin sonra
da amcasının himayesinde kalarak çocukluğunu ve gençliğini başka evlerde
geçirmiş, evlenene kadar yoksulluk çekmiş, çocuklarının genç yaşlarda ölmelerinin
acısını tatmış, müşriklerin sözlü ve fiilî tacizlerine uğramıştır. Peygamberimizin
maruz kaldığı fitneler Kur’an’da ve tarih kitaplarında yer alan daha niceleriyle
hayatının sonuna kadar devam etmiştir.
Rabbimizin insanlar için uygun görüp uyguladığı bu sistem, bir buğday
tohumunun “nimet” hâline gelme süreci ile büyük benzerlik göstermektedir. Ekim
ile toprağın içine hapsedilen buğday tohumu, toprağın içinde çatlar ve toprağı
delerek dışarıya doğru hareket eder. Toprağın üzerine çıktığı zaman ise yağmurla,
soğukla karşılaşır, kızgın güneşin altında sararıp olgunlaşır. Fakat bu olgunluk
yeterli değildir; orakla beli kesilir, harmanda dövülür, değirmende ezilip öğütülür.
Bu da yetmez, fırında ateşe atılır. Bir buğday tohumu bile ancak bunca aşamalardan
geçtikten sonra sofralarda “nimet” olarak yerini alır.
Ancak yukarıda örnek verdiğimiz ayetlere bakarak Rabbimizin Kur’an’da
belirttiği peygamberlerden başka hiç kimsenin “muhles” olamayacağı yönünde bir
kanaate varılmamalıdır. Fitnelenen, belâlar ve musibetler ile sınanmalara sabreden,
arınma-durulma sürecinin gerektirdiği gönül eğitimini ihmal etmeyen, akletme ve
tefekkür etme düzeyinde kendini iyi yetiştiren herkes “muhles” olup İblis’ten
etkilenmeyebilir.
66 – Sizin Rabbiniz, kendi lütfundan nasip arayasınız diye, sizin için denizde
gemileri yürüten zattır. Şüphesiz ki O, size çok merhametlidir.
65
döndükleri belirtilmekte, böylece insan karakterinin genel bir özelliği olan
nankörlüğü sergilenmektedir. A’raf suresinin tahlilinde genişçe yer verdiğimiz bu
konu Kur’an’da pek çok ayette dile getirilmiştir:
Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak,
kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür.
Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler
benden gitti.” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. (Hud/9, 10)
Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle
iyilerden olacağız.” diye Allah’a söz verenler vardır.
Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri
dururlar. (Tövbe/75, 76)
Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar
dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar. (Nahl/53, 54)
Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin
mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır.
Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar.
Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı muktesıttır. Ve ayetlerimizi ancak,
tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/31, 32)
Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabblerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara
kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabblerine şirk koşarlar.
(Rum/33)
İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki
onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)
İNSANIN KERİMLİĞİ
Hani Rabbin bir zaman meleklere; “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratıcıyım. Onu tesviye
edip, ruhumdan kendisine üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın.” demişti.
66
Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler, İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve
kâfirlerden [görmezden gelenlerden] oldu.
[Allah] “Ey İblis! O Benim iki elimle/ kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu?
Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” buyurdu. (Sad/71-75)
Ve bir zaman Rabbin, meleklere; “Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım [yapacağım].” demişti.
“Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi kılacaksın [yapacaksın]? Oysa biz, Seni överek
tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” demişlerdi. “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim”
dedi. (Bakara/30)
Allah’ın göklerde ve yeryüzünde de ne varsa hepsini, sizin için boyun eğdirdiğini görmediniz
mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki,
bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
(Lokman/20)
Gerçekten Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra iman edenler ve salihatı işleyenler hariç
-çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var- onu alçakların en alçağına döndürdük. (Tîn/ 4-6)
O [Allah] gökleri ve yeri hakk ile yarattı ve sizi biçimlendirdi. –Biçimlerinizi de ne güzel
yaptı!- Ve dönüş yalnızca O’nadır. (Teğabün/3)
Sonra nutfeyi bir alaka [embrion] yarattık, derken o alakayı bir mudga [bir çiğnem et parçası
hâlinde] yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik.
Sonra onu başka bir yaratık olarak inşa ettik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, ne cömerttir!
(Müminun/14)
Allah'ın boyasına!!! Boyaca Allah’tan daha güzel olan kimdir? -İşte biz sadece O'na ibadet
edenleriz.- (Bakara/138)
Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğretendir; insana bilmediğini öğretti. (Alak/3-5)
İşte, yaratılışı böylesine mükemmel olan ve Allah’ın şan, şeref, değer verdiği
insan, İblis’in dürtülerine uyarak kötülükleri sonradan kazanmış ve kendisini
“aşağılıkların aşağılığı” veya “aşağıların en aşağısı” durumuna sokmuştur.
Bu konuyla ilgili olarak Tin Suresi’ndeki açıklamamızın tekrar okunmasını
öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:555-557)
Konumuz olan 70. ayette, insana verilenlerin ikinci sırasında yer alan “karada,
denizde taşıtlara yükledik” ifadesi, insanın Yaratıcı tarafından kendisine lütfedilen
akılla tekerleği bulup kara taşıtlarını yapması ve suyun kaldırma kuvvetini keşfedip
denizlerde gemileri yüzdürmesi kast edilmiştir. Bu ifade, insanoğlunun bu ve buna
benzer daha birçok gelişmeyi sağlayabilecek donanıma sahip olduğu anlamına da
gelmektedir.
Ayetteki “ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık” ifadesi şu şekilde
takdir edilebilir: “Onlara rızk olarak tertemiz meyvelerden, ekinlerden, etlerden,
sütlerden, renkleri ve tatları çeşit çeşit, lezzetli, hoşa giden yiyecekler ihsan ettik.
Onlara çeşitli türden, renkten, şekilden giyecekler verdik. Muhtelif iklimlerdeki
bölgelerde, kendi seçip beğendikleri yörelerdeki güzel manzaralarda bu nimetlerden
yararlanıp durmaktalar.”
67
İnsanoğluna yapılan ikramların bu ayetteki sonuncu sırasında yer alan “onları,
yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık” ifadesinin takdirini ise şöyle
yapmak mümkünüdür: “İnsanı fiziksel olarak, ayakları üzerine dikilip yürüyen ve
elleriyle pek çok iş yapabilen bir yaratılışla yarattık. İnsandan başka diğer hayvanlar
ise dört ayakları üzerinde yürümektedirler. Başka canlılarda olmayan duygular ve
daha pek çok ayrıcalık verdiğimiz insana lütfedilen en önemli fazlalık ise “akıl”dır.
İnsan aklı sayesinde konuşma yetisi kazanır, tefekkür kabiliyetini geliştirir,
gerçekleri görür, kendisine yararı ve zararı dokunacak şeyleri anlar ve en önemlisi
de kendisini yaratanı tanıyabilir.”
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz
zaman bak nasıl? (Nisa/41)
Her ümmet için bir elçi vardır. Elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir. Ve
onlar haksızlığa uğramazlar. (Yunus/47)
O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe
götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!- (Hud/98)
Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini
de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. (Ya Sin/12)
Ve her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır: Bugün, yapmış
olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir.
68
İşte kitabımız, yüzünüze karşı hakkı konuşuyor. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı hep
kaydetmiş olanın ta kendisiyiz! (Casiye/28-29)
Ahirette “kitap verilişi” Kur’an’da bir çok kez ifade edilmiş olup verilme şekli
de Arap örfüne göre tarif edilmiştir. Buna göre, kitabın “sağ”dan verilişi o kişinin
cennetlik, “sol”dan verilişi de cehennemlik olduğunun işaretidir:
Kitabı sağından verilen kişiye gelince de o; “Alın, okuyun kitabımı. Şüphesiz ben hesabıma
kavuşacağıma inanıyordum/ kesinlikle biliyordum.” der.
Artık o, meyveleri sarkmış yüksek bir cennette hoşnut bir yaşamdadır. -Geçmiş günlerde
yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için!-
Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; o da; “Keşke kitabım bana verilmeseydi,
hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.” der.
Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı.
Malım bana hiç fayda vermedi.
Gücüm [otoritem] de benden yok olup gitti. (Hakkah/19-29)
İşte, kitabı sağ eline verilen kişiye gelince; o kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli
olarak ailesine dönecektir.
Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince; o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe
girecektir. (İnşikak/7-12)
71. ayette geçen “ فتيلfetil [kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği]” ifadesi, Arap
örfünde azlıktan kinaye bir deyimdir. Önemsiz, basit, kıymeti olmayan şeyler
hakkında bir “darbımesel” olarak kullanılır. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Çekirdeğin
iplikçiğine bu ismin verilmesi, çekirdek çıkarılırken iplikçiğin de bükülerek
çekirdekle beraber çıkması sebebiyledir. Aynı şekilde “kıtmir [çekirdeği kaplayan
ince zar]” ve “nakir [çekirdekten küçük oyuk]” sözcükleri de Klasik Arapçada
bunun gibi birer deyim olarak kullanılır.
“Fetil” sözcüğünün bu anlamına göre 71. ayetteki “onlar kandil fitili/
çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar” ifadesi,
“Onların mükâfatları, değer verilmeyecek bir miktarda bile eksiltilmeyecek”
anlamına gelir. Bu da, dünyada pek bol olan haksızlıkla, zulümle ahirette hiç
karşılaşılmayacak demektir:
Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı / sosyal desteği kaybettiler
[hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tövbe eden ve iman eden ve
salihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tövbe eden, iman
eden ve salihi işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vadettiği Adn cennetlerine
girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini
bulacaktır. (Meryem/59-61)
Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının
yenileceğinden korkmaz. (Ta Ha/112)
72. ayette konu edilen “körlük” kalbin körlüğüdür. “Kör” nitelemesi burada
mecazi anlamda yapılmıştır ve “dosdoğru yolu göremeyen sapık” anlamına
gelmektedir. Buna göre, 72. ayet, çevresinde bulunan binlerce ayeti, delili, ibreti
görmeyen ve kendisine ihsan edilmiş onca nimetin farkında olmayan kimsenin ahiret
nimetlerine karşı da kör olacağını bildirmektedir:
Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan/ Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz
onun için zor, sıkıcı bir geçim/ yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki:
“Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu
69
böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk
ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/124-126)
Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için
Allah'ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları
hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem]
dindi, onlara ateşi artırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın
kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi
olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/97, 98)
Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman,
şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir.
Sonra da Allah, ayetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alîm'dir [her şeyi en iyi bilen],
Hakîmdir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)
Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir
Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle
70
değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan
edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.
De ki: “Allah dileseydi, ben onu [Kur’an’ı] size okumazdım ve O [Allah], onu [Kur’an’ı] size
bildirmemiş olurdu. Ben de ondan [Kur’an’dan] önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ
aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus/15, 16)
76. ayet, Kureyşli kâfirlerin peygamberimizi Mekke’den kovmak için gizli bir
plân yaptıklarını ortaya çıkarmakta, 77. ayet de eğer peygamberi Mekke'den
çıkarırlarsa kendilerinin de orada fazla kalamayacaklarını bildirmektedir. Verilen
masaj, elçiler ve zorba karşıtları arasındaki süreci belirleyen sebep ve sonuç
yasasının Allah’ın koyduğu bir yasa olduğu; Sünnetullah denen bu yasanın geçmişte
böyle işlediği, Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki mücadele sürecinde
de böyle işleyeceğidir. Rabbimizin kendi yasasını hatırlatarak elçisini zorbalıkla
yurdundan çıkarmaya kalkışan müşrikleri uyarması, onlara doğrudan bir tehdit
mahiyetindedir. Nitekim müşrikler plânlarını gerçekleştirerek peygamberimizi göçe
mecbur bırakmışlar, bunun karşılığında da Rabbimizin tehdidi gerçekleşmiş ve kısa
süre sonra Mekke peygamberimiz tarafından fethedilmiştir.
Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri
sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/33)
71
Namazın amacı, insanın manevî yücelmesini sağlamak, kişiyi topluma yararlı
iyi bir insan hâline getirmektir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere, vücudun
beslenmesindeki üç öğün gıda gibi namaz da öğünleştirilmiştir. Belirli vakitlerde
namaz kılınması istenerek insanın manevî beslenmesinin sürekli olması sağlanmıştır.
“Fiilî dua” anlamına gelen “salât [namaz]”ın, müminler için günün belli vakitlerinde
yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının
devamlılığını gerçekleştirme gayesini gütmektedir. Din psikolojisi araştırmaları
ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir
varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı”
olamamaktadır. Dolayısıyla, namaz kılmak insan için çok önemli bir ödev
mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve
gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:
Sonra [korku hâlindeki] namazı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken
anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, namazı ikame edin. Hiç şüphesiz ki, namaz,
müminler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisa/103)
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri
giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hud/114)
Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et
[uyanıp kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsra/78, 79)
72
anlaşılmaktadır. Ne var ki, işin aslı bu konuda ortalıkta dolaşan rivayet dalgaları
arasında kaybolmuştur. Oysa namazı beş vakit olarak ifade eden rivayetlerin bazıları
uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin inişinden evvelki
uygulamaları içeren rivayetlerdir.
Meselenin aslını öğrenebilmek için bu ayetleri iyi anlamak, ayetleri iyi
anlamak için de ayetlerde geçen “ شمس ّ دلوك الdülûkuşşems”, “ قرآن الفجرkur’anelfecr”,
“ طرفtaraf”, “ جد
ّ تهteheccüd” ve “ نافلةnafile” sözcüklerinin ne demek olduklarını iyi
bilmek gerekmektedir.
73
“Taraf” sözcüğünün çoğulu “etraf” sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçeye aynen
Arapçadaki anlamı ile geçmiştir. “Etraf” sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir.
Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna
değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı” dendiğinde
ülkenin dışının kastedildiği ve anlaşıldığı, “Dünya’nın etrafı” dendiğinde Dünya’nın
dışının kastedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak mümkündür.
Ayetteki “Gündüzün iki tarafı” ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan
“sabah” ve “akşam” vakitleri anlaşılır. Yoksa “gündüz”ün kısımları, birer parçası
olan “kuşluk” ve “ikindi” vakitleri demek değildir.
“ جد
ّ تهTeheccüd”: sözcüğünün kökü olan “ هجدhecd” sözcüğü “ezdat”tan olup
iki zıt anlamı da ifade eder. Yani hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir.
“Hecd” sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: “Hâcid” “uyuyan”;
“tehcid” “uykuyu gidermek, uyandırmak”; “teheccüd” “uykudan uyanıp namaz
kılmak”; “müteheccid” “geceleyin uyanıp namaz kılan kimse”. (Lisanü’l-Arab, c.9,
s. 31, 32)
Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç
durumda; sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [akşam] namazından
sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne
size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size
işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir. (Nur/58)
De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka
hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde
Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki,
doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’râf/158)
74
emredilmiş vakitlerden olduğu yolunda ileri sürülen iddiaları destekler mahiyette bir
ayet değildir.
Dinimizdeki namaz, oruç, hacc ve zekât görevleri, İbrahim peygamberden
sonra gelmiş peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn suresinden ve Enfal
suresinin 35. ayetinden Mekkelilerin de namaz kıldıkları anlaşılmaktadır. Hatta Alak
suresinin 9, 10. ayetlerine göre peygamberimiz de peygamber olmazdan evvel eski
dinî inancı gereği namaz kılmıştır. Fakat bu namazlar, Kur’an’dan öğrendiğimiz
kadarıyla, özelliğini yitirmiş namazlardır. Dinimiz sehivle, el çırparak kılınan bu
namazları düzeltmiş, namazı huşu ekseni üzerinde yeniden şekillendirmiştir. Kur’an
tarafından belirlenen bu şekle peygamberimizin ne bir ilâve ve ne de bir eksiltme
yapması mümkün değildir. Bu durumda; A’râf/158’in Hud/114 ve İsra/78, 79 ile
açık bir çelişki arz ederek rivayetleri desteklediğini düşünmek yerine, rivayetlerin
Kur’an ayetlerine uymadığını düşünmek daha mantıklı ve dinimize uyan bir davranış
olur. Zaten yukarıda da belirttiğimiz gibi, namazı beş vakit olarak ifade eden
rivayetlerin bazıları uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin
inişinden evvelki uygulamaları içeren rivayetlerdir.
Özetlemek gerekirse; sabah, akşam ve gece [yatsı] namazı vakitleri [üç vakit],
Kur’an ile sabittir. Öğle ile ikindi, -eğer rivayetler doğru ise- peygamberimizin kendi
uygulamalarıdır, Allah tarafından emredilmemiştir.
Vakitleri Hud/114 ve İsra/78, 79 ile belirlenmiş olan namazın rekât sayısı ise
Nisa suresinin 101-103. ayetlerinde belirlenmiştir. Nisa/101’de korku hâlinde
namazın kısaltılabileceği bildirilmiş, Nisa/102’de de kısaltılmış namaz tarif
edilmiştir. Buna göre, namaza duranlar secdeden sonra arkada bekleyenlerle yer
değiştireceklerdir. Yani kısaltılmış olarak kılınacak namaz, kıyam, rükû ve secdeden
ibarettir; bir rekâttır. 103. ayette ise, korku hâlinin geçmesinden sonra namazın tam
bir biçimde yerine getirilmesi istenmektedir. Nisa suresinde verilen bu bilgilerden,
namazın iki rekât olduğu anlaşılmaktadır.
Namaz vakitleri, Hud/114 ve İsra/78, 79 ile; namazın rekât sayısı ise Nisa/101-
103 ile “Medine Dönemi”nde son şeklini almıştır. Biz, peygamberimizin ve
sahabenin bu konularda farklı uygulamaları olduğundan söz eden rivayetlerin,
onların bu ayetler inmezden evvelki uygulamalarını aktardığını düşünüyoruz.
Hud ve İsra surelerinin başlarında Mekkî oldukları yazsa da, Hud suresinin 12,
17 ve 114. ayetleri ile İsra suresinin 72-80. ayetleri Medenîdir. (Razi, el-Mefatihu’l-
Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Bir çok yorumcu bu ayetlerdeki kesin ifadelere karşı çıkamamış, ancak
namazın “beş vakit” olduğuna dair rivayetlerde yer alan iddiaları meşrulaştırabilmek
için pek çok yol denemişlerdir.
Namazın beş vakit olduğunu ispat için sarf edilen gayretlerden bir tanesi, bu
ayetlerin Mekkî oluşu, söz konusu rivayetlerin ise Medenî olduğu; dolayısıyla bu
ayetlerin mensuh olduğu iddiasıdır. Gayretlerden bir diğeri de aşağıdaki ayetlerin
anlamlarının bozulmak suretiyle mesnet olarak kullanılmak istenmesidir:
Artık onların söylediklerine sabret, güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini
tesbih et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tesbih et ki, hoşnutluğa erebilesin. (Ta
Ha/130)
75
Ant olsun bürüyüp örttüğü zaman geceye
Ve parıldadığı zaman gündüze, (Leyl/1, 2)
Hud ve İsra surelerinde yer alan ayetlerle belirlenen namaz vakitleri [akşam,
sabah ve gece], günün gece bölümündedir. Bu durumun hikmeti de yine Kur’an’da
mevcuttur:
Ey örtüsüne bürünen!
Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç, gecenin yarısını ayakta geçir veya bundan biraz eksilt.
Ya da buna biraz ekle: Ve Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku.
Doğrusu, Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.
Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha
güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir].
Kuşkusuz gündüz boyu senin için uzun bir dolaşma/ uzun bir uğraşı vardır. (Müzzemmil/1-7)
Gündüz, ister sıradan birisi olsun, ister peygamber olsun, herkes için çeşitli
telaşların yaşandığı bir zaman bölümüdür. Namaz ise, yine kim olursa olsun,
herkesin kendini vermesi, konsantrasyon [huşu’ ve hudu’] içinde olması gereken bir
faaliyettir. Ama iş, güç, harç, borç gibi telaşların hep gündüz cereyan etmesi
nedeniyle günün bu bölümünde insanların kendilerini bütünüyle namaza vermeleri
mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi gerektiğinden gündüzün
herkesin aklı fikri işinde olmaktadır. Nitekim konuyu iyi anlayanlar “Gıllugış
[gönül sıkıntısı] ile namaz olmaz” demişlerdir. Tabiî, bu sözle kastedilen namaz,
İslâm’ın emrettiği namazdır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden kıldığı ve
kıldık sandığı şeklî namaz değildir. Çünkü zihnin bin bir gaile ile meşgul olduğu
anlarda kılınan namaz gerçek namaz değil, bir şekilden ibarettir. Gerçek namaz,
kulun gönül huzuru ile kendisini Allah’a teslim ederek kılacağı namazdır.
Bu sebepledir ki, Yüce Allah namaz için vakit olarak akşam, sabah ve gece
saatlerini belirlemiş, gündüz de maişet için çalışmaya ayrılmıştır. Yani, Rabbimizin
namaz için gönlün boş ve huzurlu olacağı zamanları seçmesi boşuna değildir.
Görüldüğü gibi, bu hususlar Müzzemmil suresinin 1-7. ayetlerinde çok net
olarak ifade edilmiştir. Gündüz herkes için bağda bahçede, işyerinde zorunlu ve
uzun uğraşılar vardır. Günün sona ermesiyle beraber dışarıdaki bütün işler de biter
ve insanlar bu üç vakitte sükûnet için evlerine dönmüş olurlar. Böylece camiye
gelebilmeleri, cemaat olabilmeleri de mümkün olmuş olur.
76
İslâm dini evrensel bir din olduğuna ve tüm kuralları dünyanın her noktasında
geçerli olduğuna göre, senenin yarısının gece, yarısının da gündüz olarak yaşandığı
kutup bölgelerinde namaz ve oruç ibadetleri nasıl uygulanacaktır?
Bu konu, İslâm’ın evrensel olmadığı düşüncesinin teyidine yönelik olarak
entelektüel geçinen bazı çevreler tarafından yeni ortaya atılmış bir mesele olarak
gözükse de, aslında çok eskiden beri İslâm bilginlerinin düşünüp değerlendirdikleri
bir konudur.
Konuya kitabında ilk yer veren, XI. Yüzyıl fakihlerinden Ebu’l-İhlas Hasan b.
Ammar eş-Şürunbilâlî’dir. Bu zatın “Nuru’l-İzah Şerhi, Merakıye’l-Felah” adlı
eserinde konu şöyle açıklanmıştır:
“Güneşin batar batmaz hemen doğduğu ülkeler vardır. Bu ülkelerde namazın
sebebi olan vakit bulunmadığı için yatsı ve vitir namazları da yoktur. Ancak bir sene
kadar sürecek Deccal Günleri’nde namaz vakitleri takdir edilir. Yani, namaz
vakitleri için belirli saatler ayrılır. Namazlar o saatler içinde kılınır. Alım satım,
oruç, hacc ve iddet gibi meselelerde de takdire göre hareket edilir.”
İslam fakihleri bu konuya kutuplardaki vakti bilerek ve düşünerek değil de
“Deccal Günleri” adıyla meşhur olmuş bir rivayete cevap mahiyetinde bir çözüm
üretmişlerdir. Bu rivayete göre ileride öyle bir zaman gelecektir ki, dünyanın her
yerinde yılın yarısı gece, yarısı da gündüz olacaktır. Ancak bu, muteber olmayan bir
rivayettir ve teferruatının burada gereği yoktur.
Görüldüğü gibi, eski zaman din bilginleri, vakti olan namazların kılınacağı,
vakti olmayan namazların da kılınmayacağı görüşüne varmışlar, oruçta ise çözümün
gündüz sürelerinin insanlar tarafından takdir edilerek bulunacağını öne sürmüşlerdir.
Bu tarz takdirler yapılırken her şeyden evvel Yüce Rabbimizin şu ayetleri
dikkate alınmalıdır:
Tan yerini yarandır. Geceyi dinlenme zamanı, Güneş ve Ay’ı zaman ölçüsü kılmıştır. Bu,
Güçlü Olan’ın, Bilen’in takdiridir [belirlemesidir]. (En’âm/96)
Gökleri ve yeri yarattığı gündeki Allah’ın yazgısına göre, Allah katında ayların sayısı on
ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. … (Tövbe/36)
Sana hilallerden soruyorlar. De ki: “Onlar, insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir. ...”
(Bakara/189)
77
sahiptirler. Zaten anormal bölgelerdeki günlük hayatın işleyişi de, normal bölgelerde
uygulanan sürelere göre ayarlanmaktadır. Öyle ki, kutuplarda veya uzayda yaşamak
durumunda olanlar da çalışma ve dinlenme saatlerini, hatta yemek düzenlerini
normal koşullardaki insanlar gibi belirlemektedir. Kutuplarda bulunanların nasıl altı
ay uyuyup altı ay çalıştıkları düşünülemezse, diğer dinî ve sosyal etkinlikleri de
normal bölgelerdeki düzene aykırı olarak sürdürmeleri gerektiği ileri sürülemez.
Bir Müslüman’ın kutuplara değil, uzaya bile gitmesi durumunda, uzayda gece
ve gündüz olmadığından tüm vakitlerin ortadan kalktığını ve buna bağlı olarak da
namazın farz olmaktan çıktığını ileri sürmesi mümkün değildir. Uzayda da vakit
takdir edilmeli, namazlar vakitlerinde kılınmalıdır.
MAKAM-I MAHMUD
Ayetteki makam veya “güzel bir makam” ile ilgili bir çok rivayet vardır.
Bilindiği gibi, makam sözcüğü bu rivayetler ışığında daha çok “şefaat makamı”
olarak algılanır.
Bize göre, bu tamlama ile “neticesi övgü [metih] olan bir makam”
kastedilmiştir. Bu makam öncelikle Allah’ın hoşnutluğu makamı, sonra da Medine
Devleti başkanlığı makamıdır.
Tıpkı Meryem suresindeki İbrahim, İdris ve İsmail peygamber örneklerinde
olduğu gibi:
Kitap’ta İbrahim’i de an / hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddık [özü, sözü doğru] biri idi,
peygamberdi.
Bir zaman o, babasına; “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan
şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana
78
uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan
Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir
veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum.” demişti.
O [Babası]; “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen,
ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]”
dedi.
O [İbrahim]; “Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O,
bana çok lütufkârdır. Ve ben, sizden ve Allah’ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip
ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda bedbaht olmayacağımı umuyorum.”
dedi.
Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri
şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık.
Ve Kitap’ta Musa’yı da an / hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir
peygamber idi.
Biz ona en uğurlu Tur’un [dağın] yan tarafından seslendik ve onu hususî bir konuşmada
bulunmak üzere yaklaştırdık.
Ve rahmetimizden ona, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ihsan eyledik.
Ve Kitap’ta İsmail’i an / hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi.
Ve o ehline [ailesine, çevresine] namazı / sosyal desteği ve zekâtı emrederdi. Ve o Rabbinin
katında hoşnutluğa ermişti.
Ve Kitap’ta İdris`i an / hatırlat. Şüphesiz o, çok sadık biriydi, bir peygamberdi.
Ve Biz onu yüce bir yere yükselttik. (Meryem/41-57)
“Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” -Sonunda onlar
perdenin arkasına girdiler.-
“Geri getirin onları bana!” [dedi]. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
(Sad/32, 33)
79
81 – Ve de ki: “Hakk geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olup gider.”
Bilakis, Biz hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini ezer. Bir de bakarsın o, yok olup
gitmiştir. Ve nitelediklerinizden dolayı vay hâlinize! (Enbiya/18)
Ant olsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları ve
Allah'ın dinine ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve
ölçüyü indirdik. Biz, demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.
Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak üstündür. (Hadid/25)
KUR’AN “ŞİFA”DIR:
Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir
rahmet gelmiştir. (Yunus/57)
Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, elbette: “Ayetleri detaylandırılmalı değil
miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz ve bir
şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’an onlar üzerine bir
körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.” (Fussılet/44)
KUR'AN “RAHMET”TİR:
Kur’an, insana lâzım olan dosdoğru yolu göstererek onu rüşde erdirdiği ve
doğru bir yaşam için gerekli olan bilgileri insanın istifadesine sunarak onu bilgi
edinmeye teşvik ettiği için, en büyük “rahmet”tir.
80
Ne yazık ki, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşu da yine uydurma rivayetler ve
düzmece haberlerle çarpıtılmıştır. Bunun sonucu olarak Kur’an ayetlerinin yazılı
olduğu kağıt ve benzeri nesnelerin bedensel hastalıklara şifa olduğu gibi Rabbimizin
Kur’an’ı indiriş amacına ters inanç ve kanaatler oluşmuştur. Bu inanç ve kabulle,
üzerine Kur’an ayetleri üflenmiş su içirilerek çaresiz dertlerden şifa bulunacağı gibi
utanç verici uygulamalara gidilmiştir. Bu tür uygulamalar Rabbimizin “Ben her şeyi
gerçek ile yarattım” kanununa tamamen ters olan temelsiz uygulamalardır. Kur’an,
mesajı ve önerdiği yaşam modeliyle gönüllere şifadır.
83 – Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip uzaklaşır. Ona fenalık
dokununca da ümitsizliğe düşer.
Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük
dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussılet/51)
Hayır… Hayır… Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin
olduğuna inandığında], kesinlikle azar [tuğyan eder]. (Alak/6-8)
Ve eğer, insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak,
kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür.
Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler
benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir.
Ancak sabreden ve salihatı işleyen kişiler müstesnadır [böyle değillerdir]. İşte bunlar, mağfiret
ve büyük ödül kendileri için olanlardır. (Hud/9-11):
İnsana gelince, Rabbi onu her ne zaman sınayıp da kendisini üstün kılar ve nimetler verirse:
"Rabbim beni üstün kıldı" der.
Ama, her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni aşağıladı." der. (Fecr/15, 16)
Ve iman etmeyen o kişilere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Şüphesiz biz yapıcılarız.
Bekleyin! Şüphesiz biz bekleyenleriz. (Hud/121, 122)
81
85 - Ve sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir/
işindendir. Size ise az bilgiden başka, bir şey verilmemiştir.”
Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, Müslim veya gayrimüslim birçok
kişinin ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında
yüzlerce kitap kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir: Ruh
nedir? Ruh kaç tanedir? Ruhlar nerede bulunur? Ruh ve nefis aynı şey midir? Ruh
cisim midir, mahlûk mudur, enerji midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların
aslı mıdır? Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif midir? Ruh mu yoksa ceset mi önce
yaratılmıştır? Ruh ölür mü? Ruh kabirde cesede geri döner mi? Dirilerin ruhları
ölülerin ruhlarıyla buluşur mu? Her şey ruhtan mı meydana gelmiştir? Hayatı,
hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur? Ruhun insanî, hayvanî, nebatî olmak üzere
çeşitleri var mıdır? Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber verebilmek,
zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?
Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati,
medyumluk, yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi
konuların açıklanmasına da çalışılmıştır.
Gerek bu soruların gerekse onlara verilen cevapların Kur’an’a ne kadar uygun
oldukları Kadr suresinin tahlilinde tarafımızdan incelenmiş ve Ruh ile ilgili
Kur’an’ın yaklaşımı açıkça ortaya konulmuş idi. Bu nedenle konu üzerinde
durmuyor, ilgili bölümün yeniden okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l-Kur’an c:1,
s:482-486)
İlgili bölüm okunduğunda, konumuz olan ayette sözü edilen “ruh”un vahiy
olduğu ve Rabbimizin “vahiy” konusunda insanlara çok az bilgi verdiği gerçeği
hemen hatırlanacaktır.
85. ayette vurgulanan “ruhun [vahyin] Allah’ın kendi işi olduğu” hususu bu
ayetlerde daha güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Bilinen-bilinmeyen tüm
82
insanların [Gerek Mekke’de gerekse dünyanın diğer yerlerinde yaşayan herkesin] bir
araya gelmeleri hâlinde bile böyle bir mucizenin oluşturulamayacağı açıklanarak
herkese sanki “Buyurun, siz de uydurun, hep birlikte de çalışabilirsiniz!” diye
meydan okunmaktadır.
Gerçekten de Kur'an dil, üslûp, öne sürdüğü deliller, konular, ana fikir,
öğretiler ve gayble ilgili önceden verdiği haberler bakımından öyle bir mucizedir ki,
onun benzerini meydana getirmek insan gücü dâhilinde değildir.
Buradaki meydan okuma, Kur’an’ın peygamberin kendi düzmesi olduğu
iddiasındaki akılsızlaradır. Bu meydan okuma sadece Mekke döneminde ve bu
ayette değil, başka ayetlerde ve Medine’de de yapılmıştır:
Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku duyuyorsanız, haydi onun gibi bir sure siz getirin ve
Allah’ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru iseniz.
Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için
hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/23, 24)
Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sure meydana getirin.
Allah’ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru iseniz.” (Yunus/38)
Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, uydurma da olsa benzeri, on sure
getirin. Allah’ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru iseniz.” (Hud/13)
[Bu] Temiz akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
bereketli bir kitaptır. (Sad/29)
Ant olsun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar diye pürüzsüz Arapça bir kur'an [okuma olarak] bu
Kur'an'da insanlar için her türlüsünden örnek verdik. Umulur ki takvalı davranırlar. (Zümer/27, 28)
Bu, Arapça bir kur'an [okuma] olarak, bilen bir kavim için ayetleri detaylandırılmış bir kitaptır.
(Fussilet/3)
Apaçık kitaba ant olsun ki Biz onu aklınızı kullanasınız diye Arapça bir kur'an [okuma] yaptık.
(Zühruf/2, 3)
Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu,
evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” demişlerdi.
Bir vakit de, “Ey Allah’ım, eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk/ gerçek ise, hiç durma
üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver.” demişlerdi. Enfal; 31, 32:
Ve o vakit münafıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar; “Allah ve elçisi bize bir
aldanıştan başka bir vaat yapmamış.” diyorlardı.
Ve hani bunlardan bir grup; "Ey Yesrib [Medine] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen
83
dönün." diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır.” diyerek
Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar sadece kaçmak
istiyorlardı. (Ahzab/12, 13)
Ve kendilerine açık deliller hâlinde ayetlerimiz okunduğu zaman onlar; “Bu, başka değil,
sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır.” dediler. Ve “Bu [Kur'an
uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir.” dediler. O küfretmiş olan kimseler kendilerine hakk
geldiği zaman; “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” dediler. (Sebe/43)
Ve işte böylece sana Kitap’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona inanırlar.
Bunlardan [Yahudi olmayan Araplardan] da ona inanan kişiler vardır. Ayetlerimizi ancak ve ancak
kâfirler bile bile reddederler.
Ve sen bundan önce, bir kitaptan okur değildin. Onu sağ elinle yazmazdın da. Öyle olsaydı,
batıla uyanlar kuşku duyarlardı.
Bilakis o [Kur’an], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde [yer eden] apaçık ayetlerdir.
Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler bile bile reddederler.
Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak
Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?
Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olan şeyleri bilir.
Batıla inanan ve Allah’ı inkâr eden kimseler; işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
(Ankebut/47-52)
89. ayetteki “Ve ant olsun ki biz bu Kur'an'da insanlar için her örnekten evirip
çevirmişizdir” ifadesi, Kur’an’da her şeyin detaylandırıldığı, enine boyuna işlendiği,
konulmuş olan ilkelerin tümünün yararının ve zararının herkes tarafından kabul
edilebilir makul ve mantıklı gerekçelerle açıklandığı anlamına gelmektedir.
Nitekim Kur’an’da Allah’ın varlığına ve birliğine, ahiretin gerçekliğine afak ve
enfüsten binlerce delil getirilmiştir. Diğer taraftan Kur’an’daki kıssalarla da Nuh,
Ad, Semud gibi kavimlerin; küfür ve azgınlıkta ileri giden Firavun gibi tiranların;
Hud, Salih, Musa ve İsa gibi peygamberlerin nasıl her türlü belâlarla sınandığı haber
verilmiş, böylece insanların bu kıssalarda yapılan açıklamaları tefekkür ederek
Allah’ın yöntemini [Sünnetullah’ı] kavramaları ve olanlardan ders almaları
istenmiştir. İnsanlar ise bütün bu açıklamalara, öğütlere rağmen küfürlerini devam
ettirmişlerdir.
84
Bu ayet grubunda yalanlayıcıların yalanlama gerekçeleri ve ileri sürdükleri
bahaneler açıklanarak aslında kendilerine mucizelerin en büyüğü gelmiş olan
kâfirlerin kendi kafalarında geliştirdikleri mucize isteklerine ikinci kez cevap
verilmektedir.
Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran
ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri]
öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir
sapıklık içinde idiler. (Âl-i Imran/164)
85
Hiç kuşkusuz, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara
sevecen ve merhametli bir elçi gelmiştir. (Tövbe/128)
Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik ki size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor,
size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretiyor.
Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. (Bakara/151)
Ve “Bu peygambere bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer böyle bir melek indirmiş
olsaydık, iş mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
Eğer Biz onu [Peygamberi], Biz bir melek yapsaydık, yine de onu bir adam şeklinde yapardık
ve katmakta olduklarını onlara elbette katardık [onlar yine düştükleri kuşkuya düşerlerdi]. (En’am/8,
9)
İnsanları uyar ve inananlara ‘Rabbleri nezdinde keskinlikle kademe sıdk olduğunu müjdele’
diye kendilerinden bir adama vahyedişimiz onlara tuhaf mı geldi? O kâfirler; “Hiç şüphesiz bu
kesinlikle apaçık bir sihirbazdır/ sihirdir.” dediler. (Yunus/2)
Bu, kendilerine elçileri açık deliller ile geldiğinde, “Bir beşer mi bize yol gösterecek?" deyip
de kâfirleşmeleri ve sırt çevirmeleri nedeniyledir. Allah muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir,
övülmeye lâyıktır. (Teğabün/6)
Sonra da dediler ki: "Bu ikisinin kavimleri bize kölelik ederken biz, bizim benzerimiz olan bu
iki beşere inanacak mıyız?" (Müminun/47)
Elçileri dedi ki: “Gökleri ve yeri yaratan, sizi günahlarınızı bağışlamak için çağıran ve
belirlenmiş bir süreye kadar sizi erteleyen Allah hakkında da şüphe mi var?” Onlar; “Siz sadece bizim
gibi bir beşersiniz, bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. O hâlde bize apaçık bir
delil getirin!” dediler. (İbrahim/10)
96. ayetteki “Benim aramda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter” ifadesi
şu anlama gelmektedir: “Allah, benim sizi ıslah etmek için harcadığım tüm
çabalardan ve sizin benim görevimi engellemek için harcadığınız tüm çabalardan
haberdardır. O’nun şahitliği yeter, çünkü nihai hükmü O verecektir.”
Rabbimizin Kur’an’da gerek elçisinin şahsına yönelik itirazlar olarak gerekse
müşriklerin değişik mucize beklentileri olarak ana hatları ile bildirdiği hususlar,
aşağıdaki rivayetlerde bazı olaylar nakledilerek yer almıştır:
MUCİZE İSTEYENLER
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Bir gün
güneş battıktan sonra Kâ'be'nin arkasında Rebîa'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Harb oğlu Ebu Süfyân,
Abdüddâr oğullarından bir adam, Esed oğullarının kardeşleri Ebu'1-Bahterî, Esed oğlu Muttalib oğlu
Esved, Esved oğlu Zenı'a, Muğîre oğlu Velîd, Hişâm oğlu Ebu Cehil, Ebu Übeyy oğlu Abdullah,
Halef oğlu Ümeyye, Vâil oğlu Âs, Sehm kabilesinden Haccâc'm iki oğlu Nübeyhâ ve Münebbih
kendi aralarında toplandılar. Ve dediler ki: Muhammed'e bir heyet gönderin, onunla-konuşsun,
tartışsın ve onu âciz bıraksın. Böylece sizin mazeretiniz kalmaz. Bunun üzerine Hz. Peygambere bir
heyet gönderdiler ve “Kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandı” dediler. Rasûlullah (s.a.) hak
yola girme konusunda onların durumunda bir şey [değişiklik] olduğunu zannederek koşa koşa geldi.
Hz. Peygamber onların doğru yola gelmesini çok istiyor, seviyordu. Onların karşı çıkmaları kendisine
86
zor geliyordu. Nihayet varıp yanlarına oturdu. Onlar dediler ki: “Ey Muhammed, biz seni bir daha
mazeretimiz kalmasın diye çağırdık. Allah'a and olsun ki Araplardan kavmi arasına, senin kavminin
arasına girdirdiğinden daha kötü bir şey girdiren kimseyi tanımıyoruz. Sen, babalara küfrettin, dini
ayıpladın, rüyâları budalalıkla niteledin, tanrılara hakaret ettin ve topluluğu dağıttın. Seninle bizim
aramızda olan her konuda işlemedik bir kötülük bırakmadın. Sen bu sözü getirmekle maksadın bir
mal elde etmek ise, sana malımızdan toplayalım ve sen içimizde en çok malı olan kişi ol. Eğer
maksadın aramızda şeref elde etmekse, seni başımıza efendi yapalım. Eğer kral olmak istiyorsan,
üzerimize kral yapalım. Eğer senin gördüğünü söylediğin ve sana gelen şey bir cin ise -böyle
olabilir-, o zaman seni iyileştirmek için tabip aramak için malımızı sarf edelim. Ve bu konuda seni
mazûr sayalım.”
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: “Sizin söylediklerinizden hiç biri yok bende. Size getirdiğim şeyi,
ne malınızı istemek için, ne üstünüzde şeref elde etmek için, ne de kral olmak için getirdim. Yalnızca
Allah Teâlâ beni size vekîl olarak gönderdi. Bana bir Kitap indirdi. Sizi müjdelememi ve uyarmamı
emretti. Bunun üzerine ben de size, Rabbimin risâletini tebliğ ettim ve öğütte bulundum. Size
getirdiğim şeyi kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhirette payınıza düşen şeydir. Eğer
reddederseniz; Allah'ın emri uyarınca sabrederim. En sonunda Allah benimle sizin aranızda hükmünü
verir.” Ya da Rasûlullah (s.a.) buna benzer sözler söylemişti.
Onlar dediler ki: “Ey Muhammed; sana açıkladığımızı kabul etmezsen, bilmiş ol; artık
insanlardan hiç birisi sana karşı diyar bakımından bizim yanımızda daha dar, mal bakımından daha
az, geçim bakımından da daha sıkıntılı bir durumda olamaz. O zaman Rabbinden dile de -seni
gönderdiği o şeyle gönderen Rabbinden- çevremizi bize daraltan şu dağları yürütsün ve ülkemizi
düzeltsin. Orada tıpkı Irak'ta, Şam'da bulunan ırmaklar gibi ırmaklar kaynatsın. Atalarımızdan
göçmüş olanları geri göndersin. Bize gönderecekleri arasında Kusayy İbn Kilâb da bulunsun. Çünkü
o, doğru sözlü bir ihtiyardı. Senin dediğini ona soralım, bakalım doğru mu söylüyorsun, yoksa bâtıl
mı? Eğer istediğimizi yaparsan ve onlar da seni doğrularlarsa, biz de artık seni tasdik ederiz. Senin
Allah katındaki mertebeni kabul ederiz. Ve senin, dediğin gibi Allah'tan gönderilmiş bir elçi
olduğuna inanırız.”
Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: “Ben, bunun için peygamber olarak gönderilmedim. Ben,
Allah katından bana verileni size getirmek üzere geldim. Ben, gönderildiğim risâleti size tebliğ ettim.
Eğer kabul ederseniz; bu, sizin dünya ve âhiretteki nasîbinizdir. Eğer reddederseniz ben, Allah'ın
emrine sabırla rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin aranızda hükmünü versin.” Onlar dediler ki: “Eğer
bu dediğimizi yapmazsan, kendini tut ve Rabbinden bize senin söylediğini doğrulayan bir melek
göndermesini iste de biz ona senin için müracaat edelim. Yine Rabbinden iste de senin için bahçeler,
köşkler, altın ve gümüşten hazîneler yapsın ve senin, aramakta olduğunu sandığımız şeylere ihtiyâcın
kalmasın. Çünkü sen, çarşı pazarda duruyor ve bizim gibi geçim peşinde koşuyorsun. İşte o zaman
senin Rabbin katında bir mevkiin olduğunu, üstünlüğün bulunduğunu öğreniriz. Şayet iddia ettiğin
gibi bir rasûl isen...”
Rasûlullah (s.a.) onlara şöyle dedi: “Ben, bunu yapacak değilim. Ben, Rabbimden böyle şeyler
isteyecek birisi değilim. Ve ben bunun için size peygamber olarak gönderilmedim. Allah beni
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. Size getirdiğimi kabul ederseniz, bu, sizin dünya ve âhiretteki
nasîbinizdir. Eğer reddederseniz, ben Allah'ın emrine sabreder, rızâ gösteririm. Tâ ki benimle sizin
aranızda hükmünü versin.”
Onlar dediler ki: “Öyleyse senin iddia ettiğin gibi, Rabbin her şeyi yapmaya muktedir ise bize
göğü indir. Çünkü biz, bunu yapmadığın takdirde sana inanacak değiliz.” Rasûlullah (s.a.) onlara dedi
ki: “Bu, Allah'a âit bir şeydir. İsterse sizin için öyle yapar.”
Onlar dediler ki: “Rabbinin, bizim seninle beraber oturacağımızı ve sana sormak istediğimiz
şeyi soracağımızı, dilediğimiz şeyleri isteyeceğimizi bilmesine, sana gelip bizim müracaat
edeceğimizi bildirmesine ve bu konuda getirdiğine inanmazsak bize ne yapacağını haber vermesine
gelince: Duyduk ki bütün bunları sana Yemâme'de kendisine Rahman denilen bir adam
bildiriyormuş. Doğrusu, Allah'a and olsun ki, biz, Rahmân'a ebediyyen inanmayız. Artık ey
Muhammed, senin bize beyân edeceğin bir özrün yok. Allah'a and olsun ki, biz, senin bu yaptıklarına
karşılık seni bırakacak değiliz. Ya sen bizi mahvedeceksin, ya da biz seni...” Onlardan bir kısmı da
dediler ki: “Biz Allah'ın kızları olan meleklere ibâdet ederiz.” Bir başka grup da dedi ki: “Allah'ı
melekleriyle beraber karşımıza getirmedikçe sana îmân etmeyiz.”
Onlar böyle deyince, Rasûlullah (s.a.) kalktı. Onunla beraber halası oğlu Abdullah İbn Ebu
Ümeyye -ki, bu Abdülmuttalib'in kızı Atîke’nin oğluydu- kalktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed,
kavmin sana anlatacaklarını anlattı, sen onların anlattıklarından hiç birini kabul etmedin. Sonra
kendileri için senden bazı şeyler istediler ki, bunlar vesilesiyle Allah katındaki makamını öğrensinler.
Sen, bunu da yerine getirmedin. Sonra senden kendilerini korkuttuğun azabın çabucak gelmesini
istediler. Allah'a and olsun ki, sen, göğe merdiven dayayıp yükselmedikçe ve ben de sen dönünceye
87
kadar bekleyip sen beraberinde dört melekle birlikte söylediğine şahâdet eden yayılmış bir nüsha ile
birlikte gelmedikçe sana ebediyyen îmân etmem. O melekler senin dediğine şehâdet etmelidirler.
Allah'a yemîn ederim, eğer sen bunu yapmış da olsan, öyle sanıyorum ki, ben yine seni doğrulayacak
değilim.” Sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılıp gitti. Rasûlullah (s.a.) da onların yanından ayrılıp
hüzün dolu olarak evine döndü. Çünkü kavmi kendini çağırdığı zaman, onların îmân edeceklerini
ummuştu. Fakat onların îmândan uzaklaştıklarını görünce eseflendi, kederlendi.
Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî, İbn İshâk'tan bu rivayeti aynı şekilde nakleder. İbn îshâk der ki:
“Bana bunu ilim ehlinden bir kısmı, Saîd b. Cübeyr ve İkrime kanalıyla Abdullah b. Abbâs'tan
nakletti.” Sonra da aynı rivayeti zikreder. Allah Teâlâ, bu kâfirlerin toplanmış oldukları bu mecliste
doğru yolu bulmak için o şeyleri gerçekten istemiş olsalardı, onların isteğini karşılardı. Ne var ki,
onların bu isteklerini sırf küfür ve inat olsun diye istediklerini çok iyi bildiği için Rasûlüne şöyle
demiştir: “Dilersen onların istediklerini sana veririz, ama bundan sonra da küfredecek olurlarsa,
âlemlerde hiç bir kimseyi azaplandırmadığımız biçimde onları azaplandırırız. Ama dilersen onlar için
tevbe ve rahmet kapısı açılır.” Hz. Peygamber “Hayır, onlar için tevbe ve rahmet kapısının açılmasını
dilerim” dedi. Nitekim 59. âyette Abdullah b. Abbâs ve Zübeyr b. Avvâm'dan nakledilen hadîs
geçmişti. Furkân sûresinde de şöyle buyrulur: “Şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek
yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut
kendisine bir hazîne verilseydi veya besleneceği bir bostanı olsaydı ya! Bu zâlimler, mü'minlere
‘sizin uyduğunuz sâdece büyülenmiş bir adamdır’ dediler. Sana nasıl misâller getirdiklerine bir bak!
Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar. Dilerse sana bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar akan
cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah, yücelerin yücesidir. Zâten onlar kıyamet saatini da
yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır” (Furkân/7-11).
“Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.” Bu ayet-i kerîme'deki
“Yenbu’a” kelimesi “akan, göze” demektir. Onlar, Hicaz toprağında akan bir göze istiyorlardı. Gerçi
bu, Allah için pek kolaydı. Dilerse onu yapar ve onların istediklerinin hepsine cevap verirdi. Ama
Allah, buna rağmen onların doğru yola dönmeyeceklerini biliyordu. Nitekim Allah Teâlâ bu gibiler
hakkında şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu, üzerlerine Rabbinizin sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara
her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar” (Yûnus/ 96-97). Bir başka âyet-i
celîle'de ise şöyle buyrulur: “Eğer Biz, onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle
konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe onlar yine de inanacak değillerdi.
Fakat onların çoğu bunu bilmezler” (En'âm/111).
“Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin. “Sen bize kıyamet günü göğün
parçalanıp düşeceğini söylüyorsun. Etrafa yayılacağını bildirerek tehdit ediyorsun. Öyleyse bunu
dünyada acele olarak yap ve parça parça göğü üzerimize indir. Bu ifâde onların: “Ey Allah'ımız! Eğer
bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır!” (Enfâl/32) kavli gibidir. Şuayb
Aleyhisselâm'ın kavmi de ondan aynı şeyleri istemiş ve demişlerdi ki: “Eğer doğrulardan isen bizim
üzerimize gökten bir parça indir” (Şuarâ/187). Bunun üzerine Allah Teâlâ onları, gölgelik günün
azabıyla cezalandırmıştı. Doğrusu o günün azabı pek büyüktü. Âlemlere rahmet olarak gönderilen
tevbe peygamberine gelince: O, bunların bekletilmesini ve kendilerine süre tanınmasını istemiştir.
Belki Allah, onların soyundan Allah'a ibâdet edip şirk koşmayan bir nesil çıkarır diye. Gerçekten de
böyle olmuştur. Çünkü yukarıda adı geçen o kişilerden bir kısmı daha sonra Müslüman olmuş ve
İslâm'da güzel mertebelere ermişlerdir. Hattâ Hz. Peygambere o son sözü söyleyen Abdullah b. Ebu
Ümeyye tamamen teslim olarak İslâm'a girmiş, Allah Azze ve Celle'ye dönmüştür. “Yahut da
altından bir evin olsun!” Abdullah b. Abbâs, Mücâhid ve Katâde, burada geçen “zuhruf” kelimesinin
altın anlamına geldiğini söylerler. Hattâ Abdullah b. Mes'ûd'un rivayetinde bu âyet şu şekilde okunur:
“Veya göğe yükselesin. Biz sana bakıp dururken bir merdivenle göğe çıkasın.” (Kurtubi, el-
Camiu li Ahkami’l-Kur’an, İbn-i Kesir, İbn-i Hişam; es-Siretü’n-Nebeviye, 1, 236-
238)
88
Bilindiği gibi, Rabbimiz rahmeti gereği kitap indirmiş, elçi göndermiş ve akıl
gibi bir nimet verdiği insanı bıkıp usanmadan uyarmıştır. Allah’ın bu lütfuna rağmen
sapıklık sergileyerek değişik üslûplarla evire çevire açıklanmış apaçık ayetleri inkâr
edenler ise cezalarını mutlaka çekeceklerdir. İşte, daha evvel birçok ayette yer almış
olan bu ilke, burada bir kez daha tekrarlanmaktadır.
Allah sadece kendi hidayetine ulaşmak isteyen kimseleri doğru yola
ulaştırmakta, kendi hidayetinden sapmak isteyenlerin de sapıtmasına izin
vermektedir. Allah'ın hidayet kapısını kapadığı kimseyi doğru yola getirmek ise hiç
kimsenin gücü dâhilinde değildir. Çünkü inatçılığı ve sapıklıktaki ısrarı yüzünden
hakkı görmeyen, duymayan, konuşmayan o kimseler hidayetten mahrum
kılınmışlardır. Aslında bu tür insanların hidayetten mahrum kılınmaları bizzat kendi
elleriyle işledikleri suçlar sebebiyledir. Ayetin bildirdiğine göre, bu kimseler
dünyada kör, sağır ve dilsiz olarak yaşamayı tercih ettiklerinden dolayı kıyamet
gününde de kör, sağır ve dilsiz olarak diriltileceklerdir.
“Muhakkak size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim
de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!” (En’am/104)
Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr
etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için duvarları çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer
yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir.
Dayanma/ sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! (Kehf/29)
Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol tutar. (İnsan/29)
Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere
çıkınız veya toptan sefere çıkınız. (Nisa; 71:
Ve şu kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın
hâline benzer; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler. (Bakara/171)
Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru yolda dümdüz
yürüyen mi? (Mülk/22)
O [çılgın alev] onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler
[işitecekler].
Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak ondan [cehennemden] dar bir yere atıldıkları zaman,
oracıkta ölümü isterler. (Furkan/12, 13)
89
bu inançları berrak, arı-duru olmadığı gibi, diğer inanç ilkeleriyle de uyumlu
değildir. Bu durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
Ant olsun ki onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De
ki: “Allah'a hamd olsun.” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)
Onlar, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye
de kadir olduğunu görmediler mi? Evet şüphesiz ki O, her şeye gücü yetendir. (Ahkâf/33)
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette
kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi, o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir.
O hâlde her şeyin melekûtu [tam hükümranlığı] kendi elinde olan [Allah] her türlü
noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz. (Ya Sin/81-83)
Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma
çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. (Nisa/53)
Konumuz olan ayet ayrıca 55. ayette peygamberlerle ilgili olarak “Allah’ın
bazılarını bazıları üzerine fazlalıklı kılması” ifadesiyle belirtilen ilahî yasaya da bir
gönderme içermektedir. Çünkü belirgin göstergelere rağmen bir kimsenin
üstünlüğünü kabul etmemek de bir tür cimriliktir. Mekkeli müşrikler, somut
delillerle ortaya çıkmış olan peygamberimizin elçiliğini reddetmiş, yani onun
kendilerinden üstünlüğünü kabul etmeyerek cimrilik göstermişlerdir. Bu bakış açısı
ile ayetin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Bir başkasının üstünlüğünü kabul
90
edemeyecek kadar cimri olan kimselerin, Allah’ın tüm hazinelerine sahip olsalar bile
başkalarına harcama konusunda cömert olmaları beklenemez.”
101 – Ve ant olsun Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize verdik –işte,
İsrailoğullarına soruver-. Hani o [Musa], kendilerine geldi de Firavun ona “Ey
Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum” demişti.
102 – O [Musa] dedi ki: “Sen kesinlikle bildin ki, bunları [mucizeleri], birer
ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin helâk
olmuşluğuna kesinlikle inanıyorum.”
103 – Bunun üzerine o [Firavun], onları [Musa'yı ve İsrailoğullarını]
Mısır'dan sürmek istedi de Biz onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.
104 – Ve ondan sonra Biz İsrailoğullarına, “O arza [topraklara] siz iskân
edin! Sonra ahiret vaadi geldiği vakit, sizi toplayıp bir araya getireceğiz” dedik.
Ve asanı bırak! —Onu yılan gibi deprenir görüverince dönüp arkasına bakmadan kaçtı.— Ey
Musa korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda gönderilmişler [elçiler] korkmaz. —Ancak, kim
zulüm yapar, sonra kötülüğün sonunda iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok
merhamet sahibiyim.-
Ve elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır; dokuz ayet içinde Firavun’a ve onun
kavmine. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.” (Neml/10-12)
91
Biz de Musa’ya “Sen de asanı bırakıver.” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup
düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. (A’raf/1179
Ve ant olsun ki Biz, Firavun sülâlesini, senelerle kuraklıklarla / senelerce kıtlık ve ürün
noksanlığı ile yakaladık; ki belki düşünüp öğüt alırlar!
Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir
kötülük gelirse, Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu Allah katındadır. Velâkin onların çoğu bilmezler.
Ve onlar [Firavunun kavmi], “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen
getir, biz de sana inananlar değiliz.” dediler.
Biz de ayrı ayrı ayrılmış [belirli aralıklarla] ayetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri,
haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular kavmi oldular.
(A’raf/130-133)
105 – Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, o da sadece hakk ile
indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
106 – Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça
ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
Fakat Allah, sana indirdiğine -ki onu kendi ilmiyle indirmiştir- şahitlik eder. Melekler de
şahitlik ederler. Şahit olarak da Allah yeter. Nisa; 166:
İnkâr edenler; “Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz onu
senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyledir [parça parça indirilmiştir]. Ve Biz onu tane tane
okuduk. (Furkan/32)
107, 108 - De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha
önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde
ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz.
Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
109 - Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların
huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.
92
Dikkat edilirse, 85. ayetten beri konu ekseni, -sudan bahaneler ileri sürerek
mucize isteyen yalanlayıcılara verilen ikna edici cevaplar dışında- Kur’an olmuştur.
Bu ayetlerde de hem o günün yalanlayıcılarına hem de tüm zamanların insanlarına
seslenilmiş, Kur’an okunduğunda bilgi sahibi kişilerin cahiller gibi davranmadıkları,
davranmayacakları ilân edilmiştir.
Rabbimizin “daha önce kendilerine ilim verilenler” şeklinde nitelediği bilgi
sahipleri, Mücahid’den gelen bir nakle göre, peygamberimize indirilen ayetleri
dinlediklerinde hemen secde edip yere kapanan Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b.
Nevfel ve Abdullah b. Selâm adlarındaki bir Ehlikitap grubudur. (Razi, el-
Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
“Daha önce kendilerine ilim verilen” bu grubun bu durumu ile 41. ve 82.
ayetlerde Kur’an’ın içlerindeki nefreti artırdığı bildirilen Mekke müşriklerinin
durumu karşılaştırıldığında şu sonuca ulaşılmaktadır: Kur’an, inkârcıların
zulümlerini, bilgi sahiplerinin ise haşyetlerini arttırmaktadır.
Bilgi sahiplerinin Kur’an karşısında gösterdikleri duyarlılık Kur’an’da bir çok
kez ortaya konmuştur:
Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak
Yahudileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından
en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük
taslamadıklarından “Biz Hıristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun.
Ve onlar elçiye indirileni [Kur'an’ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden
dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar; “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şahitler ile
birlikte yaz!” derler. (Maide/82, 83)
Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan
topluluk] vardır ki onlar, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.
Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda
da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar iyi insanlardandırlar.
Ve onlar hayırdan ne işlerlerse örtülmeyecektir [karşılıksız bırakılmayacaklardır]. Ve Allah
takvalı davrananları bilir. (Âl-i Imran/113-115)
De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer bu Kur’an Allah tarafından ise ve siz de onu
inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup
da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız? Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk
etmez.” (Ahkaf/10)
Ve O, size Kitap’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka bir hakem mi
arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile
indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen sakın şüphecilerden olma. (En’am/114)
Ondan [Sözden; vahyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona
[Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o,
Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık.” dediler. (Kasas/52, 53)
110 – De ki: “Allah” diye çağırın veyahut “Rahman” diye çağırın. Hangi
şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur. Salâtını açıkça yapma, gizli de
yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.
93
Bu ayet “De ki!” emri ile başladığına göre, birilerine cevap mahiyetindedir.
Esab-ı nüzul nakillerinden biri, bu ayetin “Rahman”ın ne olduğunu bilmeyen
müşriklerin “Muhammed hem yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, yalvaracaksınız
diyor, hem de kendisi ‘Ey Rahman!’ diye Allah’tan başkasına dua ediyor” demeleri
üzerine indiğini, bir diğeri de “Tevrat’ta çokça geçen bir ismin Kur’an’da da
geçtiğini görüyoruz” diyen ve bu isimle de “Rahman”ı kasteden Yahudilere cevap
olarak indiğini kaydetmektedir.
Ancak ayet, birilerine cevap olmasının yanı sıra “Allah’a yönelirken
sözcüklerin hiç öneminin olmadığı” anlamına da gelmektedir. Çünkü bütün güzel
isimler Allah’ındır ve hangisiyle niyazda bulunulursa bulunulsun fark etmemektedir.
Dolayısıyla “Allah” yerine, farklı dillerde olmak üzere Tanrı, Çalap, God, Huda,
Yezdan denmesinde hiçbir mahzur yoktur. Böyle olmakla beraber, Kur’an’da örnek
verilen duaların ekserisinde Allah “Rabb” sıfatı ile çağrılmıştır.
Esma-i Hüsna konusunda A’raf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l Kuran, c:3,
s:101-106) detaylı açıklama mevcut olup Allah’ın en güzel isimlerinden bir kısmı
toplu olarak Haşr suresinde bildirilmiştir:
O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O,
Rahman’dır Rahıym’dir.
O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. O, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min,
Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekkebbir’dir. Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
O, Halik, Bari, Musavvir Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yerde olanlar
O'nun için tesbih ederler. Ve O, Aziz’dir Hakiym’dir. (Haşr/22-24)
Ayetin son cümlesinde -her konuda olduğu gibi- “dua/ sosyal destek”
konusunda da orta yolun tutulması emredilmekte; salâtın riyakârca yapılması da,
korku sebebiyle terk edilmesi de istenmemektedir.
111 - Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için
herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan, Allah’a
özgüdür. Ve O’nu [Allah’ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]!
94
ZİNA
Nişan, evlenme isteğinin karşı tarafa [eğer kişi reşit değilse, ailesine]
bildirilmesinden ibarettir. Tarafların birbirlerini tanımalarına yönelik bir uygulama
olan nişanlılık döneminin evlilikle sonuçlanması zorunlu olmadığından, taraflar bu
dönem içinde başlangıçtaki isteklerinden vazgeçip ayrılma kararı da verebilirler. Bu
süreçte nişanlılar, tüm dünya medenî yasalarında olduğu gibi, “aile” sayılamazlar ve
evlilikten doğacak haklarını kullanamazlar.
Ne var ki, bazı toplumlarda halkın uyguladığı nişan aslında nikâhın ta
kendisidir. Çünkü bu uygulamada aileler nişanı evlilikle sonuçlandırma konusunda
akitleşirler ve bu akitlerini de merasimle ilân ederler. Hatta kesin kararlarının bir
nişanesi olarak mehirin bir kısmını nişan töreninde kıza takarlar. Bu şartlarda
95
yapılmış bir nişan bize göre nikâh hükmündedir. Taraflar birbirleri üzerinde hak
sahibi durumuna geldikleri için cinsel birleşmeleri de zina sayılmaz.
Gerek İslâm'da ve gerekse önceki semavî dinlerde bir suç ve çok çirkin bir fiil
olarak kabul edilmiş olan zina, Rabbimiz tarafından Kur’an’da çok kınanmış ve beliğ
bir ifade kullanılarak bu fiilin oluşmasına yol açabilecek davranışlarda bulunmak bile
yasaklanmıştır:
Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık
etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup
getirmemeleri, ma’rufta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse
hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok
merhamet edendir. (Mümtehıne/12)
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın
haram kıldığı canı öldürmezler. —Ancak hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. —Ve kim bunları
yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır.
Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71)
Ailenin çekirdeğini oluşturan eşlerden birinin zina suçu işlemesi, her toplumda
o ailenin dağılmasına, o yuvanın yıkılmasına yol açar. Toplumun çekirdeği olan
ailenin dağılması ise toplumsal yozlaşmanın en önemli nedenidir.
96
Zina gizli işlenen bir fiil olduğu için, böyle bir ilişki sonucu doğacak çocuğun
babası genellikle açıklanamaz. Açıklansa bile, bu durum çocuğun babası olarak
gösterilen şahıs tarafından kolay kolay kabul edilmez. Çünkü gizli ilişki yaşayan bir
kadının aynı anda başka gizli ilişkiler içinde olması uzak bir ihtimal olmadığı gibi,
kendisine babalık yüklenilmek istenen şahsın da bu ihtimali düşünmemesi mümkün
değildir. Babalığın reddedilmediği hâllerde bile çocuk normal bir aile ortamı içinde
yaşamadığı için sorunlarla büyüyecektir. Böyle bir çocuğun topluma kazandırılması
oldukça zordur. Bir zina ilişkisi sonucu dünyaya gelmiş olan çocuğun psikolojisinin
bozulmasına yol açan bir diğer etken de bu durumu bilen çevresi tarafından
horlanmasıdır. Bu şartlar altında yetişen bir çocuğun kaçınılmaz olarak topluma
zararlı bir fert olup çıkacağı açıktır. Bütün bunlardan daha kötüsü de, çok sık
rastlanıldığı gibi, zina ilişkisi sonucu doğan çocukların terk edilmeleri, hatta
öldürülmeleridir.
İnsan fıtratında var olan kıskançlık duygusu ile bir toplum baskısı olarak
insanların benliklerine işlemiş olan namus anlayışı, eşin, ananın, bacının bir zina
ilişkisi içine girmesi hâlinde, bu kişilerin yakınlarının olaya soğukkanlı olarak
yaklaşmalarına engel olmakta, bunun sonucunda da zina; kişiler, aileler, kabileler
arasında oluşan kin ve öfkeyle cinayetlere, linçlere sebep olmaktadır.
Aileyi, dolayısıyla da toplumu ayakta tutan iki unsurdan biri olan kadın, evde
veya dışarıda çalışmak, üretmek, ekonomiye katkıda bulunmak, çocuklarının
yetişmesini sağlamak, kısacası toplumun ihtiyaç duyduğu her işte var olmak
zorundadır. Bu görevleri yerine getirmek ise kadının sağlıklı ilişkiler içinde olmasını
ve her türlü tacizden uzak, huzurlu bir ortamda bulunmasını gerektirmektedir.
Kadın kendi benlik algısını cinselliği üzerine kurar ya da başkaları tarafından
sadece cinsellik objesi olarak görülürse, zina fiilinin bu anlayıştaki kişiler arasında
bir yaşam tarzı hâline gelmesi kaçınılmaz olur. Zinayı alışkanlık hâline getiren bir
kadın ise, aynı anlayışta olmayan toplum fertleri tarafından dışlanır, fahişe damgası
yer ve rencide edilir. Böyle bir kadın, evlenip aile kurması neredeyse imkânsız
olduğundan orta malı durumuna düşer ve her bakımdan heder olur. Nitekim bu
duruma düşmüş nice kadının hayatlarının intiharla sonuçlandığı herkes tarafından
bilinen bir gerçektir.
97
Yüce Rabbimiz İsra suresinde “Zinaya yaklaşmayın!” buyurmuş, insanı zina
suçuna yöneltebilecek tüm davranışları yasaklayarak zinaya çıkan yolları genel
anlamda kapatmıştır. Daha sonra ise Rabbimiz bu genel ifadeyi zinaya yol açabilecek
giyim-kuşamı ve davranışları yasaklayarak, evliliği kolaylaştırıp teşvik ederek ve
evlendirme işini kamu görevi sayarak örneklerle somutlaştırmıştır:
Ey iman etmiş olan kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına
selâm vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir. Belki siz düşünüp anlarsınız.
Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size,
"Geri dönün!" denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah, yaptığınızı en iyi
bilendir. (Nur/27, 28)
Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç
durumda; sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa/ akşam namazından
sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne
size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size
işte böyle açıklıyor. Allah Âlim’dir, Hâkim’dir.
Ve çocuklarınız ergenlik çağına geldikleri zaman kendilerinden önceki kişiler [ağabeyleri,
ablaları] izin istedikleri gibi izin istesinler. Allah kendi ayetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah
Aliym’dir, Hakiym’dir. (Nur/58, 59)
98
Allah’ın, bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcadıkları şey
nedeniyle erkekler, kadınlar üzerine kavvamdırlar/ koruyup, gözeticidirler.
Hâl böyle olunca, salih kadınlar, Allah’a itaat edicidirler, Allah’ın koruduğu şey nedeniyle
gayb için koruyucudurlar.
Nüşûzundan [dik kafalılık yaparak kendisini taciz ve tecavüz riskine atmasından] korktuğunuz
kadınlara da, öğüt verin ve yataklarında yalnız bırakın ve de baskı yapın/ sürgün edin/ dövün. Bunun
üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir,
sınırsız büyüktür. (Nisa/34)
Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile
korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Ve
maruf söz söyleyin. (Ahzab/32)
Ey âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin, için, fakat savurganlık etmeyin;
kesinlikle Allah savurganları sevmez. (A’raf/31)
Allah, haksızlığa uğrayanların dışında, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ve Allah her
şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. (Nisa/148)
Şüphesiz müminler arasında fuhşiyatın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette
çok acıklı bir azap vardır. … (Nur/19)
Zina suçu ve cezası, M.Ö. 1792–1750 yılları arasında hüküm sürmüş olan
Babil kralı Hammurabi’nin yaptığı yasalarda da yer almıştır. Bu yasaların o dönemde
Babil Devleti ile ittifak hâlindeki diğer 15 ülkede de uygulandığı düşünülmektedir.
Bu devletler arasında meşhur Asur Krallığı da bulunmaktadır. Bu yasaların kaynağı
ise daha önceki kent toplumlarına yüzyıllar boyunca yol göstermiş olan Sümer
hukukudur. (Ana Britannica; c:14, s:385)
Hammurabi Kanunları
Madde; 129:
Eğer bir adamın karısı bir başka erkekle yatarken yakalanırsa onları bağlayıp suya atacaklar.
Eğer kadının kocası yaşatırsa, kral da yaşatacak.
Madde; 130:
Eğer bir adam, başka bir adamın babasının evinde oturan karısını zor kullanıp koynunda
yatırırken yakalanırsa, o adam öldürülecek, kadın özgür kalacaktır.
10 "Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de
zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir.
11 Babasının karısıyla yatan, babasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi de kesinlikle
öldürülecektir. Ölümü hak etmişlerdir.
99
12 Bir adam geliniyle yatarsa, ikisi de kesinlikle öldürülecektir. Rezillik etmişler, ölümü hak
etmişlerdir.
13 Bir erkek başka bir erkekle cinsel ilişki kurarsa, ikisi de iğrençlik etmiş olur. Kesinlikle
öldürülecekler. Ölümü hak etmişlerdir.
14 Bir adam hem bir kızla, hem de kızın anasıyla evlenirse, alçaklık etmiş olur. Aranızda böyle
alçaklıklar olmasın diye üçü de yakılacaktır.
…………
20 "Amcasının karısıyla cinsel ilişki kuran adam, amcasının namusuna leke sürmüş olur. İkisi
de günahlarının bedelini ödeyecek ve çocuk sahibi olmadan öleceklerdir.
21 Kardeşinin karısıyla evlenen adam rezillik etmiş olur. Kardeşinin namusunu lekelemiştir.
Çocuk sahibi olmayacaklardır.
Tesniye; 22/20-29:
13 "Bir adam bir kadın alır, yattıktan sonra ondan hoşlanmazsa,
14 ona suç yükler, adını kötüler, 'Bu kadınla evlendim ama onunla yatınca erden olmadığını
gördüm' derse,
15 kadının annesiyle babası kızlarının erden olduğuna ilişkin kanıtı alıp kapıda görevli kent
ileri gelenlerine getirecekler.
16-17 Kadının babası ileri gelenlere, 'Kızımı bu adamla evlendirdim ama o kızımdan
hoşlanmıyor' diyecek, 'Şimdi kızımı suçluyor, onun erden olmadığını söylüyor. İşte kızımın erden
olduğunun kanıtı!' Sonra anne-baba kızlarının erden olduğunu kanıtlayan yatak çarşafını ileri
gelenlerin önüne serip gösterecekler.
18 Kent ileri gelenleri de adamı cezalandıracaklar.
19 Ceza olarak ondan yüz gümüş alıp kadının babasına verecekler. Çünkü adam İsrailli bir
erden kızın adını kötülemiştir. Kadın adamın karısı kalacak ve adam yaşamı boyunca onu
boşayamayacaktır.
20 "Ancak bu sav doğruysa, kızın erden olduğuna ilişkin bir kanıt bulunamazsa,
21 kızı baba evinin kapısına çıkaracaklar. Kent halkı taşlayarak kızı öldürecek. Babasının
evindeyken fuhuş yapmakla İsrail'de iğrençlik yapmıştır. Aranızdaki kötülüğü içinizden atacaksınız.
22 "Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem
kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail'den kötülüğü atacaksınız.
23 "Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı erden bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa,
24 ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu
halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki
kötülüğü içinizden atacaksınız.
25 "Eğer bir adam kırda nişanlı bir kızla karşılaşır, onu yakalayıp tecavüz ederse, yalnız
tecavüz eden adam öldürülecek.
26 Kıza hiçbir şey yapmayacaksınız. Çünkü kızın ölümü hak edecek bir günahı yoktur. Bu,
komşusuna saldırıp onu öldüren adamın davasına benzer.
27 Adam kızı kırda gördüğünde nişanlı kız bağırmışsa da onu kurtaran olmamıştır.
28 "Eğer bir adam nişanlı olmayan erden bir kızla karşılaşır, tutup onunla yatarsa ve bu ortaya
çıkarsa,
29 kızla yatan adam kızın babasına elli gümüş verecek. Kıza tecavüz ettiği için onu karı
olarak alacak ve yaşamı boyunca onu boşayamayacaktır.
30 "Kimse babasının karısını almayacak, babasının evlilik yatağına leke sürmeyecektir."
Yuhanna; 8/1-11:
İsa ise Zeytin dağına gitti. Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk o'nun yanına
geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken
yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa'ya, «Öğretmen, bu kadın tam zina
ederken yakalandı» dediler. «Musa, Yasa'da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne
dersin?» Bunları İsa'yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; o'nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı.
İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve
«Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!» dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu. Bunu
işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bıraktılar. Kadın ise
100
orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye
sordu. Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan
sonra günah işleme!»
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın
haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları
yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır.
Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi işlerse,
kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.- (Furkan/68-71)
Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz celde vurun; Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah dininde sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Ve müminlerden bir grup onların
cezalandırılmasına tanık olsun. (Nur/2)
Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir
kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evleniyor. Ve bu, müminlere haram kılınmıştır.
(Nur/3)
Ayrıca şu da bilinmelidir ki, bir mümin kadının -zina etmiş bile olsa- bir
müşrikle evlenmesi Bakara suresinin 221. ayetinde haram kılınmıştır.
İçinizden iki erkek kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tövbe eder, uslanırlarsa artık
onlara eziyetten vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok esirgeyendir. (Nisa/16)
Görüldüğü gibi, eşcinsel ilişkide bulunan erkeklere verilecek ceza, dil ve el ile
eziyetten ibarettir. Eziyetin niteliği ayette açıklanmadığından, verilecek cezanın
günün şartlarına göre ayarlanması söz konusudur. Nitekim fakihler bu konuda birçok
görüş üretmişlerdir. Ancak kamu otoritesinin görevi sadece ceza tatbiki değildir.
Bize göre, ayetteki “uslanırlarsa” ifadesi, bu kimselerin kamu otoritesi tarafından
tedavi ve ıslah edilmelerini, yani uslanmaya teşvik edilmelerini öngörmektedir.
Kadınlarınızdan fahişeye varanlara, aranızdan dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse, o
kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun. (Nisa/15)
101
“Fahişe”, kötülüğü gayet açık olan davranış, aşırı derecede edepsizlik demektir.
Genellikle yasal olmayan cinsel ilişkiler için kullanılır.
Ayetin bildirdiğine göre, eşcinsel ilişkide bulunan kadınların cezası, evde
gözetim altında tutulmaktır. Bu ceza onların kendi başlarına serbest dolaşmalarının
engellenmesi anlamına gelmektedir. Kamu otoritesince tedavi ve ıslah edilmeleri için
uğraşılması gereken bu kadınlar, evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri
takdirde cezadan kurtulurlar.
RECM
Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an’da ima yollu dahi değinilmemiş olmasına
rağmen “recm” konusu, Müslümanların önemli bir sorunu olmaya devam
etmektedir. Bunun sebebi, rivayetlerin dine ikinci bir kaynak olarak getirilmesi ve
bu rivayetlerde yer alan tutarsız, çelişkili, ciddiyetsiz hususlara bir dinî hüviyet
kazandırılmış olmasıdır. Nitekim dinimizin yegâne kural koyucusu olan Rabbimiz
Kur’an’da zina suçunun cezasını belirlediği ve dolayısıyla bu konuda başka herhangi
bir arayışa gerek kalmadığı halde, İslâm şeriatı ile yönetildiklerini iddia eden bazı
ülkelerde zina suçuna -maalesef- “recm” cezası uygulanmaktadır.
O [Babası]; “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen,
ant olsun seni recm ederim [taşlayarak öldürürüm]. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol! [defol!]”
dedi. (Meryem/46)
Onlar [o kentin halkı] dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer
vazgeçmezseniz, ant olsun ki, sizi taşlayarak öldürürüz ve mutlaka bizden size çok acıklı bir azap
dokunur.” (Ya Sin/18)
Onlar dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlananlardan
olacaksın!” (Şuara/116)
Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice
anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların]
olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün
[galip gelecek durumun] yoktur.” (Hud/91)
Ve ant olsun ki, Biz onlardan önce Firavun kavmini fitnelendirdik. Ve onlara çok saygın bir
elçi gelmişti: “Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Allah’a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve
Şüphesiz ben, beni taşlamanızdan dolayı benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Eğer siz bana
inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın.” (Duhan/17-21)
102
"Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizi ellerine geçirirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi
milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedî olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz." (Kehf/20)
22- Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa, o
zaman kadınla yatan adam ve kadın, onların ikisi de öleceklerdir; ve kötülüğü İsrail’in kaldıracaksın.
23- Eğer kız olan bir genç kadın bir adamla nişanlı ise, ve bir adam onu şehirde bulup onunla yatarsa;
24- o zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkaracaksınız, ve onları, şehirde olduğu halde
bağırmadığı için, kadını ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız, ve
ölecekler; ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksın. (Tevrat; Tensiye, Bab 22; 22-24. cümleler)
İsa ise Zeytin dağına gitti. Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk o'nun yanına
geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken
yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa'ya, «Öğretmen, bu kadın tam zina
ederken yakalandı» dediler. «Musa, Yasa'da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne
dersin?» Bunları İsa'yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; o'nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı.
İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve
«Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!» dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya koyuldu. Bunu
işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bıraktılar. Kadın ise
orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye
sordu. Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan
sonra günah işleme!» (Yuhanna İncili; 8/1-11)
103
“Nesh” konusunda ileri sürülen bir diğer sapık görüş de, Kur’an’da lâfzı
neshedilmiş ama hükmü baki kalmış ayetlerin var olduğu görüşüdür. Nitekim bu
sapık görüşün etkisinde kalan zavallılar, eskiden Kur’an’da bulunmasına rağmen
bazı ayetlerin sonradan yok edildiğine inanmaktadırlar. Bu iddiayı ortaya atan rezil
müfterilere göre Osman Mushafı tertip edilirken yok edilen bu ayetler Ahzab
[bazılarına göre Nur] suresindeymiş ve Ahzab suresi ilk zamanlarda Bakara suresi
kadar uzun bir sureymiş. Müslümanlar arasında Kur’an’ın korunmadığı, eksikliği,
bir bölümünün kaybolduğu gibi kuşkular uyandırmaya yönelik bu tür uydurma
rivayetlerden bir tanesi şudur:
Aişe nakleder: "Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi [nin süt kardeşliği oluşturacağı]
hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat
edince Peygamber'in vefatıyla meşgul olduk da keçi gelip onları yedi." (Bk. Dare Kutni, c:4,
s:105; İbn-i Mâce, c:1, s:625)
Buna benzer bir hadis de Müslim'de yer almaktadır. Bu rivayette Aişe’nin “Bu
ayetler Peygamber vefat edinceye kadar okunurdu” dediği kaydedilir. (Muslim, c:4,
s:167; Tirmizî, c:2, s:309)
Keçinin yediği sayfada bulunduğu iddia edilerek Müslümanlar arasında tatbik
edilmesi gerektiği telkin edilen, ancak Kur’an’daki onlarca ayete de ters düşen söz
konusu cümlelerden birisi şudur: “Eşşeyhu veşşeyhatü iza zeniya fercümühüma
elbettate nekalen minellahi v’Allahu azizün hakim [İhtiyar kadın ve erkek zina
ettiklerinde Allah’tan bir ceza olarak mutlaka ikisini de recm ediniz. Allah Aziz’dir
Hakîm’dir.]”
Ne acıdır ki, kimine göre Kur’an’dan sonra en muteber din kaynağı sayılan,
kimine göre de Kur’an’dan önceki din kaynağı kabul edilen Buhari’nin kitabına
girmiş ve sanki “Maymunlar bile recm uygularken insanlar niye
uygulamayacakmış?” anlamına gelen bir anlatımla, Amr b. Meymun’un Müslüman
olmazdan evvelki hâline ait bir başka rivayet de şudur:
68- ... Amr b. Meymûn şöyle demiştir: Ben Câhiliyet devrinde zina etmiş olan bir maymunun
üzerine birçok maymunların toplanmış olduklarını gördüm. Maymunlar, zina eden o maymunu recm
ettiler. Ben de o maymunlar topluluğu ile beraber zina eden maymuna taş attım. (Buhari;
Menakibü’l-Ensar, 26. Bab, Hadis No: 68)
1- ... Abdullah b. Ömer [R] şöyle demiştir: Yahûdîler, Rasûlullah [S]'a geldiler de o'na
kendilerinden bir adamla bir kadının zina ettiklerini zikrettiler [ve hükmünü sordular]. Rasûlullah
onlara:
- "Siz recm hakkında Tevrat'ta ne buluyorsunuz?" diye sordu.
Onlar:
- Biz zina edenlerin ayıplarını ortaya koyup teşhir ederiz, bunlar bir değnekle de dövülürler,
dediler.
Abdullah b. Selâm bunlara:
- Yalan söylediniz! Tevrat'ta recm [âyeti] vardır! dedi. Bunun üzerine onlar Tevrat'ı getirdiler
ve kitabı açtılar. Yahûdîlerden birisi [Abdullah b. Surya] elini recm âyeti üzerine koydu, ondan
önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah b. Selâm ona:
- Elini kaldır! dedi.
104
O da elini kaldırınca recm âyeti görülüverdi. Yahûdîler:
- Yâ Muhammed! Abdullah b. Selâm doğru söyledi, hakîkaten Tevrat'ta recm âyeti vardır!
dediler.
Tahkîkat ile zinanın sabit olması üzerine, Rasûlullah bu iki zinâcının recm olunmalarını
emretti, onlar da recm olundular.
Abdullah b. Ömer “Ben, recm edilirken Yahûdî erkeğini, kadını atılan taşlardan korumak için
kadının üzerine meyleder hâlde gördüm” demiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 23. Bab,
Hadis No: 33)
2-... Ebû Hureyre ile Zeyd b. Hâlid [R] şöyle haber vermişlerdir: İki adam Rasûlullah [S]'ın
huzurunda çekişip dâvâlaştılar. Biri:
- Aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet! dedi.
Diğeri de ikisinin daha anlayışlısı olduğu hâlde:
- Evet yâ Rasûlallah! Aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve dâvâmı söylemem için bana izin
ver! dedi.
Rasûlullah ona:
- "Konuş!" buyurdu.
O da dâvâsını şöyle arz etti:
- Benîm oğlum bu adamın yanında ücretli idi. -Râvî İmâm Mâlik: "Asîf" "Ecîr" yâni "ücretle
çalışan" demektir, dedi.- Bunun karısı ile zina etmiş. İnsanlar bana oğlum üzerine recm cezası oldu-
ğunu haber verdiler. Ben de oğlumdan bu adama yüz koyun ile bir de kendime ait olan bir cariyeyi
fidye verip oğlumu kurtardım. Sonra ben bunu ilim ehline sordum. Onlar da bana oğlum üzerine yüz
değnek ile bir yıl gurbete gönderme cezası olduğunu ve recmin [taşlama cezasının] ise ancak onun
karısına düştüğünü haber verdiler! dedi.
Rasûlullah [S]:
— "Dikkat edin! Nefsim elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, ben sizin aranızda elbette
Allah'ın Kitabı ile hüküm vereceğim: Senin koyunlarına ve cariyene gelince; bunlar sana geri verilir!"
buyurdu ve oğluna yüz değnek vurup onu bir yıl gurbete gönderdi.
Uneys el-Eslemî'ye de diğer adamın karısına gitmesini emretti de:
— "Eğer zina suçunu itiraf ederse onu recm et!" buyurdu. Kadın zina suçunu itirâf etti, o da
kadını recm etti. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 24. Bab, Hadis No: 34)
3- ... Bize Muhammed b. Ebî Zi'b, ez-Zuhrî'den; o da Ubeydullah'tan; o da Ebû Hureyre ile
Zeyd b. Hâlid [R]'den şöyle tahdîs etti: Bedevilerden bir adam Peygamber [S] mescidde otururken
geldi de:
- Yâ Rasûlellah! Hasmımla aramızda Allah'ın Kitabı ile hüküm ver! dedi.
Hasmı da ayağa kalktı ve:
- [Evet] o doğru söyledi, onun için Allah'ın Kitabı ile hüküm ver! deyip şöyle devam etti:
- Benim oğlum bu bedevî adamın yanında ücretli [çoban] idi. Onun karısı ile zina etmiş.
İnsanlar bana oğlumun üzerinde taşlama cezası olduğunu haber verdiler. Ben bu adama yüz koyun ile
bir câriye fidye verip oğlumu kurtardım. Sonra ben bunu ilim sahibi olanlara sordum. Onlar, oğluma
yüz değnek cezâsı ile bir yıl sürgüne gönderme cezası olduğunu söylediler! dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah:
- "Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ben sizin aranızda elbette Allah'ın Kitabı
ile hüküm veririm! Koyunlara ve cariyeye gelince; bunlar sana geri verilecek ve oğluna da yüz
değnek vurma ve bir yıl sürgüne gönderme cezası uygulanacaktır!"
[Bedeviye hitaben de:]
- "Sana gelince yâ Uneys! Kalk bu adamın karısına git [zina suçunu itirâf ederse] onu recm
et!" buyurdu.
Uneys kuşluk vakti gitti, [kadının itirâfı üzerine] ona recm cezası uyguladı. (Buhari;
Kitabü’l-Muharibîn, 19. Bab, Hadis No: 29)
Görüldüğü gibi, bu rivayet bir öncekinin farklı versiyonu olup aynı olaydan
bahsedilmektedir. Menşei farklı olduğu için nakledilmiştir.
4- ... Bize Ebu'z-Zinâd tahdîs etti ki: el-Kaasım b. Muhammed şöyle demiştir: İbn Abbâs,
lanetleşme yapan iki kişiyi zikretmişti. Abdullah b. Şeddâd da:
- İşte o kadın, Rasûlullah [S]'ın "Eğer ben bir kadını beyyinesiz olarak recm edici olsaydım,
105
bunu recm ederdim" buyurduğu kadındır, dedi.
İbn Abbâs:
- Hayır, bu, çirkinliği ve fucûru açıkta yapan kadındır, dedi. (Buhari; Kitabü’l-
Muharibîn, 29. Bab, Hadis No: 46)
5- ... İbn Abbâs [R] şöyle demiştir: Peygamber [S]'in yanında lanetleşme zikrolunmuştu. Âsim
b. Adiyy de bu konuda bir söz söylemişti. Sonra Âsim ayrılıp evine gitti. Akabinde ona kendi kav-
minden olan [Uveymir adında] bir adam geldi ve kendi karısının yanında bir adam bulduğunu
söyleyip şikâyet ediyordu. Bunun üzerine Âsim:
- Ben bu belâya ancak kendi sözümden dolayı uğramışımdır, dedi ve o adamı Peygamber'in
yanına götürdü.
Peygamber'e, o adamın karısını beraberinde bulduğu kimseyi haber verdi. Bu adam sarı
benizli, az etli, düz saçlı idi. Onun, ailesinin yanında bulduğunu iddia ettiği adam ise esmer, kalın ve
dolgun bacaklı, çok etli şişman bir kimse idi.
Peygamber:
- "Allâhumme beyyin! [Allah'ım, beyân buyur!]" dedi. Sonunda kadın, kocasının yanında
bulduğunu zikrettiği adama benzer bir çocuk doğurdu. Peygamber bu karı-koca arasında lanetleşme
yaptırdı...
Abdullah b. Şeddâd, bulundukları bu mecliste Abdullah b. Abbâs'a hitaben:
- İşte o kadın, Peygamber [S]'in "Eğer ben beyyinesiz olarak recm edici bir kişi olsaydım, işte
bu kadını recm ederdim" buyurduğudur, dedi.
İbn Abbâs da:
- Hayır, o kadın, İslâm içinde kötülüğü açıkça yapan bir kadındı, dedi. (Buhari; Kitabü’l-
Muharibîn, 29. Bab, Hadis No: 47)
7- ... Abdullah b. Abbâs [R] şöyle demiştir: Ömer b. el-Hattâb [R] şöyle dedi:
- Ben insanlar üzerine zamanın uzayıp da herhangi bir sözcünün: "Biz Allah'ın Kitâbı'nda
recmi bulmuyoruz" demesinden ve böylece Allah'ın indirmiş olduğu bir farizayı terk etmek suretiyle
sapmalarından endîşe etmişimdir. Dikkat ediniz! Evli olduğu hâlde zina eden kimse üzerine buna
beyyine delâlet ettiği yahut gebelik yâhut itirâf olduğunda recm cezası sabit olmuş bir haktır! dedi.
Sufyân b. Uyeyne: Ben bunu böylece ezberledim: Ömer:
- Dikkat edin! Rasûlullah [S] recm etmiştir. O'ndan sonra biz de recm yaptık, dedi, demiştir.
(Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 15. Bab, Hadis No: 24)
Not: Buraya kısaltılarak alınmış olan bu rivayetin aslı, Sahih-i Buhari, 87.
Kitap 16. Bab, 25 numaralı hadistir. Rivayetin aslını orijinalinden kelimesi
kelimesine aşağıda vermeyi gerekli görüyoruz. Böylece herkes tamamını okusun ve
dinin Allah’ın dini mi yoksa Ömer’in, İbn-i Abbas’ın veya Ebu Hüreyre’nin dini mi
olduğuna karar versin. Aşağıdaki nakilde dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da,
Ömer’in, “recm ayeti”nden başka, “Babalarınızdan yüz çevirmeyiniz! Şu
muhakkaktır ki, babalarınızdan yüz çevirmeniz sizin küfrünüz, nankörlüğünüzdür!”
mealindeki bir ayetin daha kaybolmuş olduğunu iddia etmesidir. Bu uydurma
rivayete göre, Halife Ömer, kaybolan iki ayeti halktan korktuğu için Kur’an’a
106
ekleyememiş ve bundan da hutbede yakınmıştır. Konumuz için dikkat çekici olan
nokta, Ömer’in Kur’an’a koyamadığını ifade ettiği iddia edilen bu ayetlerin onun
döneminden sonra “mensuh” sayılarak muhtevalarının yaşama geçirilmiş olmasıdır.
8- ... İbn Abbâs [R] şöyle demiştir: Ben Muhâcirler'den birtakım adamlara Kur'ân
okutuyordum. Bunlardan biri Abdurrahmân b. Avf idi. Ben Ömer'in yaptığı son haccında Minâ'da
Abdurrahmân b. Avf’ın evinde bulunduğum sırada, Abdurrahmân da Ömer b. el-Hattâb'ın yanında
imiş. Oradan evine benim yanıma döndü de şöyle dedi: Eğer sen şu adamı göreydin muhakkak hayret
ederdin: Bu gün Emîru'l-Mü'minîn'in yanına bir adam geldi ve:
- Ey Mü'minlerin Emîri! Filân kişi hakkında ne düşünürsün: O kişi ‘Eğer Ömer ölürse, ben
muhakkak filân kimseye [Talha b. Ubeydullah'a] biat ederim. Vallahi Ebû Bekr'e yapılan biat
istişâresiz, birdenbire yapılıp tamam oldu!’ diye konuşarak bir fitne çıkarmak istedi.
Ömer bu sözü işitince çok öfkelendi. Sonra:
- Ben bu akşam üzeri -Allah dilerse- insanların arasında ayağa kalkıp bir hutbe vereceğim de
milletin mukadderatını gasp etmek isteyen bu adamları teşhîr ederek, bunların te'vîlâtından insanları
sakındıracağım, dedi.
Abdurrahmân dedi ki: Ben de Ömer'e:
— Ey Mü'minlerin Emîri! Böyle yapma! Çünkü hacc mevsimi insanların her türlüsünü ve şer
işlerinde süratli olanlarını bir araya toplar. Sen hutbe için ayağa kalkacağın zaman, bu kimseler sana
yakın bir yerde olmakta diğer insanlara galebe ederler. Ayağa kalkar da bu konuda bir konuşma
yaparsan, ben bu konuşmayı her bir uçurucunun senden alıp etrafa uçurmasından, onu
belleyememeleri ve manâsını anlamamalarından ve o konuşmayı yakışmayacak birtakım yerlere
koymalarından endîşe ederim. Onun için sen yavaş ol, Medine'ye dönünceye kadar sabret. Çünkü
Medîne hicret ve sünnet yurdudur. Orada Suffa ehli ile, insanların eşrafı ile toplanıp söylemek
istediğin şeyleri o topluluğa sağlam olarak söylersin, ilim ehli olanlar senin konuşmanı iyi belleyip
anlarlar ve onu uygun yerlerine koyarlar [da fitneyi önlerler], dedim.
Ömer teklîfimi kabul edip:
- Dikkat et! Vallahi, inşâallah Medîne'ye varıp ayağa kalkarak yapacağım ilk hutbemde bu
meseleyi muhakkak konuşacağım! dedi,
İbn Abbâs dedi ki: Bizler zilhicce ayının sonunda Medîne'ye geldik. Cuma günü olunca güneş
ortadan meylettiği zaman bizler mescide gidişte acele davrandık. Nihayet ben Saîd b. Zeyd b. Amr b.
Nufeyl'i minberin köşesinin yanında oturmuş olarak bulup onun etrafına oturdum. Benim dizim onun
dizine dokunuyordu. Çok beklemedim, Ömer b. el-Hattâb çıktı. Ben onun gelmekte olduğunu gö-
rünce Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl'e:
- Ömer bu öğleden sonra öyle mühim bir konuşma yapacak ki, halîfe yapıldığı günden beri
böyle bir konuşma yapmamıştı, dedim.
Saîd b. Zeyd benim sözümü kabul etmedi ve:
- Ömer'in şimdiye kadar bundan önce söylemediği bir konuşma yapacağını neden ümîd ettin
ki? diye bunu uzak saydı.
Ömer minber üzerine oturup müezzinler de ezanları okuyup sükût ettikleri zaman ayağa kalktı.
Allah'a hamd ve O’nu lâyık olduğu yüce sıfatlarla övdükten sonra "Amma ba'du [Sözün bundan
sonrasına gelince]..." deyip şunları söyledi:
- Ben sizlere, Allah'ın benim konuşmamı takdir etmiş olduğu bir konuşma yapacağım:
Bilmiyorum, belki bu konuşmam ecelimin önündedir [vefatım yaklaşmış olabilir]! Her kim bu konuş-
mamı akledip anlar ve onu iyi ezberler ise bineğinin ulaştırdığı her yerde bunu söyleyip yaysın.
Akledip kavramıyacağından endîşe eden kimseye gelince, ben hiçbir kimseye benim üzerime yalan
söylemesini helâl etmiyorum.
Şüphesiz ki, Allah, Muhammed’i hakk peygamber gönderdi ve o'na kitâb indirdi. Allah'ın
indirdiği şeyler içinde recm âyeti de vardı. Bizler o âyeti okuduk, akledip anladık ve iyice ezberledik.
Bunun içindir ki, rasûlullah recm etti, o'ndan sonra biz de recm ettik. Ben insanlara zaman uzayıp da
bir sözcünün: "biz Allah’ın Kitâbı'nda recm âyetini bulmuyoruz" demesinden ve Allah’ın indirmiş ol-
duğu bir farizayı terk etmeleri suretiyle insanların sapıklığa düşmelerinden endîşe ediyorum. Recm,
Allah’ın kitâbı'nda sabit bir haktır. Bu, erkeklerden ve kadınlardan evlenip de zina eden, zinası da
beyyine ile yahut gebelik ile yahut da itirâf ile sabit olan kimselere uygulanır.
Sonra bizler Allah’ın kitâbı'ndan okumakta olduğumuz şeyler içinde: "Babalarınızdan yüz
çevirmeyiniz! Şu muhakkaktır ki, sizin babalarınızdan yüz çevirmeniz [babalarınızdan başkalarına
mensupluk iddia etmeniz] sizin küfrünüz, nankörlüğünüzdür -yahut: sizin babalarınızdan yüz
çevirmeniz, muhakkak sizin için bir küfürdür-!" sözleri de vardı.
Dikkat edin! Sonra Rasûlullah [S] şunu da buyurmuştur: "Sizler beni, Meryem oğlu İsâ'nın
107
bâtıl üzere aşırı övülmesi gibi mübalağalı ve aşırı şekilde övmeyiniz. Sizler bana 'Allah'ın kulu ve
Rasûlü' deyiniz!"
Sonra şu da var ki, içinizden bir sözcü çıkıp "Vallahi Ömer ölürse, ben filân kimseye biat
ederim" demektedir. Sakın hiçbir kimse onun "Ebû Bekr'e yapılan biat ancak istişâresiz, birdenbire
olmuş ve tamamlanmıştır" demesiyle aldanmasın! Dikkat ediniz! Hakîkaten o iş böyle çabuk
olmuştur. Lâkin Allah, o işin şerrinden ümmeti korumuştur. İçinizden hiçbir kimse kendisine süratle
gidilmekte develerin boyunlarının kopmasında Ebû Bekr gibi olamaz. Bundan sonra her kim milletin
istişaresi ve reyi olmaksızın Müslümanlardan bir adama biat ederse, onun biati kabul olunmaz. O biat
eden de, biat edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine atmış olurlar.
Şu da bir hakikattir ki, Allah, Peygamberi'ni vefat ettirdiği zaman bizim de haberimizden
şunlar meydana gelmişti: Ensâr cemâati bize muhalefet ettiler ve hepsi Sâide Oğulları sakîfesinde
toplandılar. Alî ile Zübeyr ve onların beraberinde olanlar da bize muhalefet ettiler. Muhacirler, Ebû
Bekr'in yanında toplandılar. Ben Ebû Bekr'e:
- Yâ Ebâ Bekr! Bizi şu Ensâr kardeşlerimizin yanma götür! dedim.
Akabinde bizler onlara ulaşmak isteyerek yola koyulup gittik. Onlara yaklaştığımız zaman,
bizleri onlardan iki sâlih adam [Uveymir b. Sâide ile Ma'n b. Adiyy] karşıladılar da topluluğun
üzerine meyledip ittifak ettikleri görüşü [Sa'd b. Ubâde'ye biati] bize zikrettiler ve:
- Ey Muhacirler topluluğu! Sizler nereye gitmek istiyorsunuz? dediler.
Biz de onlara:
- Şu Ensâr kardeşlerimizin yanına gitmek istiyoruz, dedik. Onlar da bize:
- Ensâr topluluğuna yaklaşmayınız, siz kendi işinizin hükmünü veriniz! dediler.
Ben de onlara:
- Vallahi bizler muhakkak onların yanına gideceğiz! dedim. Ve yürüdük, nihayet Sâide
Oğullarının meşveret ettikleri sakîfede Ensâr cemâatinin yanına vardık. Bir de baktık ki, onların ara-
sında bir örtüye bürünüp sarınmış bir adam var! Ben:
- Bu kimdir? dedim. Onlar:
- Bu Sa'd b. Ubâde'dir, dediler. Ben:
- Onun nesi var? dedim. Onlar:
- Sıtma ateşi var, dediler.
Biz birazcık oturduğumuzda onların hatîbi [Sabit b. Kays b. Şemmâs] şehâdet kelimelerim
söyledi ve Allah'ı lâyık olduğu yüce sıfatlarıyla sena etti. Bundan sonra "Amma ba'du" hitap faslını
söyledi ve şöyle devam etti:
- Bizler Allah'ın Ensârı ve İslâm'ın büyük ordusuyuz. Siz Muhacirler cemâati ise Mekke'deki
kavminizden bize yürüyüp gelmiş olan bir azınlıksınız. Böyle iken şimdi bu azınlık bizi aslımızdan
koparmak ve bizleri emirlik işinden dışarıya çıkarmak istiyorlar, dedi.
Ömer şöyle dedi: Ensâr'ın hatîbi susunca ben konuşmak istedim. Ben daha evvel, beğendiğim
ve Ebû Bekr'in önünde takdîm edip konuşmak istediğim bir makale [bir hitabe] hazırlamış idim. Ben
Ebû Bekr'e arız olan keskinliğin yânî öfkenin bir kısmını ondan def etmeye uğraşıyordum. Ben
konuşmak istediğim zaman, Ebû Bekr bana:
- Yavaş ol [yumuşak ve sükûnetli davran]! dedi.
Ben Ebû Bekr'i öfkelendirmek istemedim. Ebû Bekr kendisi konuşmaya başladı. Ebû Bekr
öfke sırasında benden daha halim, daha sükûnetli, hedeflere yönelip ulaşmakta da benden daha
vakarlı idi. Vallahi Ebû Bekr benim hazırlamamda hoşuma giden hiçbir şeyi terk etmedi, o
konuşmasına başlamasında, doğru olan görüşü belirtmekte benim hazırladığım hitabenin benzeri
yahut ondan daha üstün olan bir konuşmayı susuncaya kadar sürdürdü. Bu konuşmasında şunları
söyledi:
- [Ey Ensâr topluluğu! Allah'a yemîn ederim ki, bizler sizin fadlınızı, İslâm yolundaki
belâlarınızı ve bizim üzerimize vacip olan hakkınızı inkâr etmiyoruz! -İbn İshâk rivayetinden-] Sizler,
kendinizde hayır bulunduğunu zikrettiniz, sizler bu hayrın ehlisiniz. Fakat şu halifelik işi Kureyş'ten
olan şu Muhacirler topluluğundan başkasında asla tanınmayacaktır. Bu Kureyş topluluğu nesep ve
yurt bakımlarından Arapların ortası, yâni en adaletlisi ve en üstünüdür. Ben sizler için şu iki adamdan
birine biat etmenizi teklîf edip buna razı olmuşumdur. Şimdi bu ikisinden istediğinize biat ediniz!
dedi.
Ömer dedi ki: Bundan sonra Ebû Bekr, kendisi aramızda oturmakta bulunduğu hâlde benim
elimi ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh'ın elini tuttu. Ben onun söylediklerinden bundan başkasını kerîh
görmedim. Vallahi benim öne geçirilip de boynumun vurulması (yâni bir günâhtan dolayı benim
boynumun öne geçirilip de vurulmaya yaklaştırılması), bana içlerinde Ebû Bekr'in mevcûd bulunduğu
bir kavme emirlik yapmaklığımdan daha sevimlidir. Ancak ölümüm sırasında şeytânın telkîniyle
nefsimin bunu bana süsleyip güzel göstermesi hâli müstesnadır ki, ben şu saatte onu vicdanımda
hissetmiyor ve bulmuyorum! Bu sırada Ensâr'dan bir sözcü [Habbâb ibnu'I-Munzir] şöyle dedi:
108
- Bizler emirlik ağacının faydalanılacak olan aslıyız, köküyüz [yânî uyuz develerin kaşınmaları
için ağıllara dikilen ağaç kökleriyiz, hasta develerin o ağaçlarla kaşınıp şifâ buldukları gibi, bu
emirlik işi de bizlerle şifâ bulup yaşar]. Yine bizler meyveleri düşmesin, kırılmasın diye yapraklarla,
dallarla bağlanmış yüklü hurma salkımlarıyız. Biz Ensâr topluluğundan bir emir, sizlerden de bir emir
olsun, ey Kureyş cemâati! dedi.
Bunun üzerine karışık sözler çoğaldı ve sesler yükseldi, hattâ ben bir ihtilâf çıkmasından
korktum da hemen:
- Uzat elini yâ Ebâ Bekr! [Sana biat edeyim!] dedim.
O da elini uzattı. Ben de ona biat ettim. Benden sonra Muhacirler ve sonra Ensâr Ebû Bekr'e
biat ettiler. Biz böylece Sa'd b. Ubâde'ye karşı çabuk davranıp galebe sağlamış olduk. Onlardan bir
sözcü:
— Sizler Sa'd b. Ubâde'yi öldürdünüz, [yânî onu yardımsız bırakmak ve kuvvetini gidermek
suretiyle onu ölü gibi yaptınız] dedi.
Ömer dedi ki: Bu sözcüye karşı ben:
- (Hilâfet işine mâni' olmaya çalıştığı için) Allah Sa'd b. Ubâde'yi öldürsün! dedim.
Bundan sonra Ömer, o cuma hutbesindeki konuşmasının sonunda şunları tekrar olarak söyledi:
- Bizler, o zaman, Allah'a yemîn ederim ki, kendisinde hazır bulunup meşgul olduğumuz bu
devlet başkanlığı müzâkeresi işinden, Ebû Bekr'e biat edilmesi işinden daha kuvvetli hiçbir iş ve
meşguliyet bulmadık! Bizler Ensâr topluluğunun bizlerden ayrılıp da topluca bir biat olmamasından,
bizden sonra onların kendilerinden bir adama biat etmelerinden korktuk. Bu takdirde ya bizler razı
olmamamıza rağmen onlarla biatleşecek, yahut da onlara muhalefet edecektik. Böylece de büyük bir
fesat olacaktı. Artık bundan böyle Müslümanların istişaresi ve rızâları olmaksızın her kim bir adama
biat edecek olursa [insanlar tarafından ne o biat eden adama, ne de onun biat ettiği adama;] ikisinin de
öldürülecekleri korkusundan, biat olunmayacaktır! [Yani, hiçbir kimse, bey'at olunmaya ve kendisi
için bey'atin -Ebû Bekr'e vâki' olduğu gibi- tamam olacağına tamah etmesin!] (Buhari; Kitabü’l-
Muharibîn, 16. Bab, Hadis No:25)
10- Ebu Abdirrahman es-Sülemî anlatıyor: Hz. Ali hutbede şöyle buyurdu: “Ey
insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- hadleri tatbik edin. Zira Hz. Peygamber
(as)’ın bir cariyesi zina yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. Dövmek üzere yanına geldim. Yeni
nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Rasulullah’a arzettim. Bana:
“İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma!” dedi. (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i
Sitte’den: 1593, 5/168, 169; Müslim, Tirmizi, Ebu Davut)
109
11- Hz. Enes anlatıyor: Bir adam, Rasulullah’ın ümmü veledine temas etmekle itham
edilmişti. Rasulullah, Hz. Ali’ye “Git boynunu vur” diye emretti. Hz. Ali, adama geldiği vakit, onu
bir kuyunun içinde yıkanıp serinliyor buldu.
“Çık dışarı” diyerek elinden tutup kuyunun dışına çıkardı. Hz. Ali adamın “burulmuş” hadım
edilmiş ve erkeklik organından mahrum olduğunu gördü. Artık ona dokunmayıp durumu Hz.
Peygamber’e haber verdi. Rasülüllah onu davranışı sebebiyle takdir etti.” (Hadis Ansiklopedisi-
Kütüb-i Sitte’den: 1602, 5/176, 177; Müslim, Tevbe 59, 2771)
Özellikle son iki rivayette edepsizlik hadlerini de aşan bir cüretkarlık
mevcuttur. Şöyle ki: Birinci rivayette, peygamberimizin bir cariyesinin, hem de
ondan çocuk doğuran bir cariyesinin zina yaptığından, zina neticesinde hamile
kaldığından, bu çocuğu doğurduğundan ve peygamberimizin de onu cezalandırması
için Ali’yi görevlendirdiğinden söz edilmektedir. İkinci rivayette ise,
peygamberimizin cariyesi ile zina ettiği zannedilen adamın hadım olduğu, yani
onunla zina edenin o adam olmadığının anlaşıldığı ileri sürülmektedir. Bu
rivayetlerde konu edilen “çocuk sahibi” cariye, rivayetlerin yer aldığı kaynaklardaki
açıklamalara göre, peygamberimizin değerli cariyesi, müminlerin annesi Mariye’dir.
Bu durumda, Mariye annemiz tarafından doğurulduğunu ve sabi yaşta öldüğünü
bildiğimiz İbrahim, bu rivayetleri uyduran kendini bilmez mel’unlarca bir “zina
çocuğu” olarak gösterilmiş olmaktadır.
“Hadis” adıyla ortaya çıkmış bu rezil ifadeler derhal ve kesin bir dille
reddedilmesi gerekirken, ne yazık ki, hadis şârihleri tarafından hüküm çıkarılacak
muteber nakiller olarak kabul edilmiş ve bu uydurma nakillerden şu hükümleri
çıkarmışlardır: “Hastalara, nifaslı olanlara iyileşinceye kadar ceza uygulanmaz” ve
“Şahit, gaibin görmediğini görür.”
12- Vâil b. Hucr b. Rebia anlatıyor: “Rasulullah’ın sağlığında, bir kadın namaz kılmak
maksadıyla evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın
bağırdı, adam ise sıvıştı gitti. Çığlığı duyan bir erkek koştu geldi. Kadın ona başına gelenleri anlattı.
Sonra bir grup muhacire rastladı, başından geçenleri onlara da anlatıp: “Bir adam bana böyle yaptı.”
dedi. Hep beraber yürüyüp kadının kendisine tecavüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler.
Kadın:
“Evet bu odur” dedi. Sonra adamı Rasulullah’ın yanına götürdüler. Rasulullah adamın
recmedilmesini emrettiği sırada, kadına tecavüz etmiş olan kimse kalkıp:
“Ey Allah’ın resulü, suçlu benim!” diye itirafta bulundu. Rasulullah kadına:
“Git, Allah günahlarını affetti” dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip
gönlünü aldı. Tecavüzcünün recmedilmesini emretti ve recmedildi.
Sonra Rasulullah şunu söyledi:
“Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tevbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul
edilirdi.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1596, 5/170, 171; Tirmizi, Hudud
22; Ebu Davud, Hudud 7)
13- İbn-i Abbas anlatıyor: Hz. Ömer’e, zina yapmış olan deli bir kadın getirildi. Hz.
Ömer, onun recm edilip edilemeyeceği hususunda halkla istişare ederek recmedilmesine hükmetti.
Kadına Hz. Ali uğradı. Hazırlığı görünce:
“Bunun hali nedir? diye sordu. Kendisine: “Falanca kabileden deli bir kadındır, zina yapmıştır.
Hz. Ömer onun recmedilmesine hükmetmiştir” dediler. Hz. Ali “Kadını geri götürün” dedi. Sonra Hz.
Ömer’e uğrayıp “Ey Mü’minlerin emiri, bilirsin ki, Rasulullah şöyle buyurmuştur: ‘Kalem üç kişiden
kaldırılmıştır [onlar yaptıklarından sorumlu değildirler.]: Buluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya
kadar uyuyandan, şifa buluncaya kadar bunamıştan.’ Biçare kadın falanca kabilenin bunağıdır. Ona
tecavüz eden, muhakkak ki akli noksanlığı sırasında tecavüz etmiştir” dedi. (Hadis
Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1597, 5/172; Ebu Davud, Hudud 16)
110
14- ... Zeyd b. Hâlid ile Ebû Hureyre [R]'den: Şöyle demişlerdir: Peygamber [S]: "Yâ Uneys
[ibn Dahhâk], şu zina suçu isnâd edilen kadına git, eğer o kadın zina ettiğini itirâf ederse ona recm
cezası uygula" buyurdu. (Buhari; Kitabü’l-Vekale, 13. Bab, Hadis no:14)
15- ... Bize el-Leys, Ukayl'den; o da ibn-i Şihâb'dan; o da Ebû Seleme b. Abdirrahmân ile
Saîd b. el-Müseyyeb'den tahdîs etti ki, Ebû Hureyre [R] şöyle demiştir: Rasûlullah [S] mescidde iken
bir adam geldi de O'na nida etti ve:
“Yâ Rasûlallah! Ben zina ettim!” dedi.
Rasûlullah ondan yüz çevirdi. Bu adam bu şekilde kendi aleyhindeki itirâfını dört kere tekrar
etti. Kendi aleyhine dört kere şahâdet edince Peygamber onu çağırdı da:
"Sende delilik var mı?" diye sordu. O zât:
“Hayır [yoktur]” dedi. Peygamber:
"Sen evli misin?" diye sordu. O zât:
“Evet [evliyim]” dedi.
Bunun üzerine Peygamber oradakilere:
"Bunu götürünüz ve taşlayınız!" emrini verdi.
İbn Şihâb şöyle dedi: “Bana Câbir b. Abdullah'tan işiten kimse haber verdi ki, Câbir şöyle
demiştir: ‘Ben o zâtı taşlayanların içinde bulundum. Bizler onu [cenazelere namaz kılınan] musallada
taşladık. Taşlar ona isabet edip acıtınca kaçtı. Biz de ona Harre'de yetiştik ve recmettik.’ (Buhari;
Kitabü’l-Müharibîn, 7. Bab, Hadis No:14)
16- Habib b. Salim anlatıyor: Abdurrahman b. Huneyn denen bir adam karısının
cariyesine temasta bulundu. Hadise Kufe emiri Numan b. Beşir’e götürüldü:
“Ben sizin hakkınızda Rasulullah’ın hükmüyle hükmedeceğim” dedi. “Eğer zevcen cariyeyi
sana helal ederse, yüz değnek yiyeceksin, helal etmezse recmedileceksin.”
Sonra karısının cariyeyi adama helal ettiğini görünce, emir yüz değnek vurdu.” (İslam
Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1598; Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbn Mace)
17- ... İbn Ömer [R] şöyle demiştir: Rasûlullah [S]'a bir Yahûdî erkeği ile bir Yahûdî kadını
getirildi. Bunlar birbirleriyle çirkin bir iş [yânî zina fiili] meydana getirmişlerdi. Rasûlullah
Yahûdîler'e:
"Sizler kitabınız Tevrat'ta zina edenler için ne cezası buluyorsunuz?" diye sordu.
Onlar:
“Âlimleriniz, zina edenin yüzünü kömürle karartma ve bir eşek üzerine [yüzlerini birbirine]
ters bindirme bid'atini çıkardılar” diye cevap verdiler.
Abdullah b. Selâm:
“Yâ Rasûlallah! Onlara Tevrat'ı getirmelerini emret!” dedi. Tevrat getirildi. Yahûdîler'den biri
elini recm âyeti üzerine koydu da öncesini ve sonrasını okumaya başladı. Abdullah b. Selâm ona:
“Elini kaldır!” dedi.
Bir de baktılar ki, recm âyeti elinin altındadır. Bunun üzerine Rasûlullah zina eden o iki
kimsenin recm edilmesini emretti, onlar da recm olundular.
İbn Ömer: “Bu zina eden iki kişi Mescid'in yanında düz taşlarla döşenip kaplanmış olan Balat
denilen yerde recm olundular. Ben erkek Yahûdî'nin kadını taşlardan korumak için üzerine
kapandığını gördüm” demiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 9. Bab, Hadis No: 17)
111
fıkrasını söylemediler.
Ebû Abdillah el-Buhârî'ye:
"Peygamber onun üzerine cenaze namazı kıldı" fıkrası sahîh olur mu? diye soruldu.
Buharî “Bunu Ma'mer ibn Râşid rivayet etti” diye cevap verdi. Buhârî'ye “Bunu Ma'mer'den
başkası rivayet etti mi?” denildi de, o “Hayır” diye cevap verdi. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn;
10. Bab, Hadis No: 18)
19- ... İbn Abbâs [R] şöyle demiştir: Mâiz b. Mâlik, Peygamber [S]'e gelip zina suçunu itirâf
ettiği zaman Peygamber [ondan birkaç defalar yüz çevirdikten, deli ve sarhoş olup olmadığını
araştırdıktan sonra] ona:
"Belki sen o kadını öptün yahut elinle elleyip çimdikledin yahut da sâdece baktın?" buyurdu.
Mâiz:
“Hayır yâ Rasûlallah!” diye zina ettiğini ısrarla belirtince, Rasûlullah hiçbir kinayeli lafız
kullanmayarak açıkça:
"Sen erkeklik organını o kadının ferci içine koydun mu?" diye sordu.
İbn Abbâs: Mâiz'in açıkça zina ettiğini ikrar etmesi sırasında artık Rasûlullah onun recm
edilmesini emretti, dedi. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 13. Bab, Hadis No:21)
20- ... Ebû Hureyre [R] şöyle demiştir: Rasûlullah [S] mescidde iken insanlardan [yânî başkan
ve şeriflerden olmayıp, halktan] bir adam geldi ve nida edip:
“Yâ Rasûlallah, ben zina ettim!” dedi; bununla kendini kastediyordu.
Rasûlullah ondan yüz çevirdi. Bu sefer o adam Rasûlullah'ın yüzünü çevirdiği yöne geçerek
yine:
“Yâ Rasûlallah! Ben zina ettim!” dedi.
Rasûlullah ondan yine yüz çevirdi. O da yine Rasûlullah'ın yüzünü döndürdüğü tarafa geçti, bu
itirâfını tekrarladı. Nihayet bu suretle kendi aleyhinde dört kerre şehâdet edince, Peygamber onu
çağırdı da:
"Sende delilik var mı?" diye sordu. O zât:
“Hayır, yoktur yâ Rasûlallah!” dedi. Bu sefer Peygamber ona:
"Sen evlendin mi?" diye sordu. O zât:
“Evet, evliyim yâ Rasûlallah!” diye cevâb verdi. Bunun üzerine Rasûlullah yanında
bulunanlara:
"Bunu götürün ve recm edin!" buyurdu.
İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Câbir ibn Abdillah'tan işiten kimse haber verdi ki; Câbir: “Ben o
zâtı taşlayanların içinde bulundum. Bizler onu [cenazelere namaz kılınan] musallada taşladık. Taşlar
ona isabet edip ızdırap verince koşup kaçtı. Nihayet biz ona Harre'de yetiştik ve orada recm ettik”
demiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 14. Bab, Hadis No: 22)
112
“Ey Allah’ın Rasulü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi” dedi. Rasülüllah çocuğu alıp,
müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar
derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Halid b. Velid
elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Rasülüllah, Halid’in kadına
küfrettiğini işitince:
“Ey Halid, ağır ol!” dedi ve ilave etti:
“Nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki,
şâyet alışverişte sahtekarlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine yeterdi.”
Sonra Rasülüllah kefenlenmesini emretti. Kadın üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.”
[Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1605, 5/184, 185; Müslim, Hudud, 22; Ebu
Davud, Hudud, 24)
22- İmran b. Husayn anlatıyor: “Rasülüllah’a Cüheyne’li, zinadan hamile kalmış bir
kadın geldi ve:
“Ey Allah’ın Rasulü, ben bir hadd cürmü işledim, cezasını bana tatbik et” dedi. Rasülüllah da
kadının velisini çağırıp:
“Buna iyi muamelede bulun. Çocuğu doğurunca kadını bana getirin!” buyurdu. Velisi öyle
yaptı. Rasülüllah kadının elbisesini üzerine bağlamalarını emretti. Sonra taşlamalarını söyledi ve
taşlandı. Üzerine cenaze namazı kıldırdı. Bunu gören Hz. Ömer:
“Bu zaniye kadına namaz mı kıldırıyorsun?” dedi. Aleyhisselatü vesselam efendimiz:
“Bu öyle bir tevbe yaptı ki, onun tevbesi Medine ahalisinden yetmiş kişiye taksim edilseydi
onların hepsini rahmete bandırırdı. Sen Allah için canını vermekten daha efdal bir amel biliyor
musun?” diye cevap verdi.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1607, 5/188;
Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesaî)
23- İmam Malik diyor ki: “Bana ulaştığına göre, Hz. Osman’a evliliğinin altıncı ayında
doğum yapan bir kadın getirildi. Derhal recmedilmesini emretti. Ancak Hz. Ali:
“Cenabı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de ‘... insanın anne karnında taşınma ve sütten kesilmesi otuz
aydır. ...’ (Ahkaf/15) buyuruyor. Keza başka bir âyette de ‘... Anneler çocuklarını iki tam yıl
emzirirler. Bu hüküm emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir. ...’ (Bakara/239) buyurmaktadır.
Bu durumda hamilelik müddeti altı aydır.”
Bu açıklama üzerine Hz. Osman kadının geri gönderilmesini emretmişti. Ancak kadın
recmedilmiş bulundu.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1609 5/192; Muvatta;
Hudud, 11)
24- ... Bize Seleme b. Kuheyl tahdîs edip şöyle dedi: Ben eş-Şa'bî Âmir b. Şurahbîl'den
işittim. O, Alî ibn Ebî TâIib [R]'in, cuma günü [Şurâha el-Hamdâniyye denilen] kadını recmettiği za-
man, Alî'nin:
“Ben bu kadını Rasûlullah[S]'ın sünneti [yânî kanunu] ile recmetmişimdir” dediğini tahdîs
ediyordu. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn, 6. Bab, Hadis no: 11)
25- Şa’bî anlatıyor: “Hz. Ali, kadını recmettiği zaman onu Perşembe günü dövdü, Cuma
günü de recmetti. Ve şunu söyledi: “Ona Kitabullah’ın hükmü ile celde, Rasülüllah’ın sünneti ile de
recm tatbik ettim.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1611, 5/194; Buhari)
26- İbn-i Ömer anlatıyor: “Yahudiler, Rasülüllah’a gelip kendilerinden bir erkekle
kadının zina yaptığını söylediler. Rasülüllah onlara:
“Recm hakkında Tevrat’ta ne buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar:
“Teşhir edip rezil ederiz ve dayak atarız” dediler. Abdullah b. Selam:
“Yalan söylüyorsunuz. Zinanın Tevrat’taki cezası recmdir” dedi. Hemen Tevrat’ı getirip
açtılar. İçlerinden [Abdullah b. Surya adında] biri elini recm âyetinin üzerine koydu. Sonra, âyetten
önceki kısımlardan okumaya başlayıp kapattığı kısmı atlayarak arka kısmını okumaya devam etti.
Abdullah b. Selam müdahale edip:
“Kaldır elini!” dedi. Adam elini çekti, tam orada recm âyeti mevcut idi. Bunun üzerine:
“Ey Muhammed, Abdullah doğru söyledi. Tevratta recm âyeti mevcuttur” dediler. Rasulullah
derhal o iki zatın recmedilmelerini emretti ve recmedildiler.
113
İbn Ömer der ki: “Erkeğin, atılan taşlara karşı korumak için kadının üzerine eğildiğini
gördüm.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1613, 5/199; Buhari, Müslim,
Muvatta, Tirmizi, Ebu Davud)
27- Ebu Hüreyre anlatıyor: Yahudilerden bir kadınla bir erkek zina yaptılar. Birbirlerine:
“Bizi şu Peygamber’e götürün. Çünkü bir kısım hafifletmeler getiren bir peygamberdir. Bize recm
dışında fetvalar verirse kabul eder, Allah indinde O’nun hükmünü kendimize delil kılarız ve “Senin
peygamberlerinden bir peygamberin bize verdiği fetvalarla amel ettik, hevamıza uymadık, deriz”
dediler.
Mescidde ashabıyla birlikte oturmakta olan Hz. Peygambere gelerek:
“Ey Ebu’l-Kasım, zina yapan kadın ve erkek hakkında kanaatin nedir?” dediler. O, onlara tek
kelime söylemeden Beyt-i Midras’larına geldi. Kapıda durarak:
“Hz. Musa’ya Kitab’ı indiren Allah aşkına söyleyin, muhsan olan birisi zina yapacak olsursa,
bunun tevrattaki hükmü nedir?” diye sordu.
“Yüzü siyaha boyanır, eşek üzerine ters bindirilip gezdirilir ve dayak atılır.” Ravi devamla der
ki: “Yahudilerden bir genç bu cevabı tasvip etmeyip susmuştu. Rasulullah onun suskunluğunu
görünce sualinde ısrar etti. Bunun üzerine genç: “Madem ki sen bize Allah’ın adına yemin
veriyorsun, gerçeği söyleyeceğim: Biz Tevrat’ta recm emrini görüyoruz” dedi. Rasulullah:
“Allah’ın emrini hafifletmenizin başlangıcı nasıl oldu?” diye sordu. Genç şu cevabı verdi:
“Krallarımızdan birinin bir yakın akrabası zina yaptı. Kralımız, ona recm tatbik etmedi. Sonra
halka mensup bir aileden bir erkek zina yaptı. Bunu recmetmek istedi. Ancak adamın kavmi buna
mani olup:
“Sen yakınını getirip recmetmedikçe biz de adamımızın recmedilmesine müsaade
etmeyeceğiz!” dediler. Bunun üzerine aralarında şimdiki cezayı vermek üzere anlaşıp sulh yaptılar.
Bu açıklama üzerine Rasulullah:
“Ben Tevrat’taki âyetle hükmediyorum!” dedi. Ve onların recmedilmelerini emretti. Ve
recmedildiler.
Zührî der ki:
“Bana ulaştığına göre, şu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur: “Şüphesiz ki Tevrat’ı biz
indirdik. Ki onda bir hidâyet, bir nur vardır. Kendisini Allah’a teslim etmiş olan peygamberleri,
Yahudilere ait davalarda onunla hükmederlerdi.”(Maide/44) Rasulullah da onlardan biri idi.”
(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1612, 5/196, 197; Ebu Davud)
28- Ebu İshâk eş Şeybânî anlatıyor: İbn Ebi Evfa’ya “Rasülüllah hiç recm tatbik etti
mi?” diye sordum. Bana “Evet” cevabını verdi. Ben tekrar “Nur suresinin nüzulünden önce mi, sonra
mı?” diye sordum. “Bilmiyorum!” dedi. (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1610,
5/193; Buhari, Müslim)
29- ... Bize eş-Şeybânî tahdîs edip şöyle dedi: Ben Abdullah b. Ebî Evfâ [R]'ya recm
cezasından sordum. O, “Peygamber [S] recm cezası uyguladı” dedi. Ben “Nûr Sûresi'nden [yâni yüz
değnek âyetinden] evvel mi, yâhut sonra mı recm uyguladı?” diye sordum. Abdullah b. Ebî Evfâ
“Bunu bilmiyorum” dedi.
Bu hadîsi eş-Şeybânî'den rivayet etmekte Alî b. Mushir, Hâlid b. Abdillah, el-Muhâribî ve
Ubeyde b. Humeyd dörtlüsü, Abdu'l-Vâhid'e mutâbaat etmişlerdir. Bu râvîlerden biri [yânî Ubeyde b.
Humeyd], Nûr Sûresi yerine "Yüz değnek [âyetin]den evvel mi?" şeklinde rivayet etmiştir. Birinci
rivayet [yânî "Nûr Sûresi'nden evvel mi?" şeklinde olan rivayet] daha sahîh olanıdır. (Buhari;
Kitabü’l-Muharibîn; 23. Bab, Hadis No: 32)
30- ... Bize Hâlid b. Abdillah, eş-Şeybânî'den tahdîs etti ki, eş-Şeybânî şöyle demiştir: Ben
Abdullah b. Ebî Evfâ [R]'ya:
“Rasûlullah [S] recmetti mi?” diye sordum.
O da:
“Evet, etti” diye cevâb verdi.
Ben tekrar:
“Rasûlullah Nûr Sûresi'nin inmesinden evvel mi, yoksa sonra mı recmetti?” dedim.
Abdullah b. Ebî Evfâ:
“Bunu bilmiyorum” dedi. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 6. Bab, Hadis No: 12)
114
31- Ebu Hüreyre ve Zeyd b. Hâlid el-Cühenî anlatıyor: “Bir bedevi, Hz.
Peygambere gelerek: “Ey Allah’ın Rasülü, Allah aşkına, hakkımda Allah’ın kitabıyla hükmet” diye
yemin verdi. Bundan daha fakih olan bir diğeri de:
“Evet, aramızda Kitabullah’la hükmet, bana da izin ver!” talebinde bulundu. Rasülüllah
efendimiz:
“Meramını söyle!” dedi. Adam:
“Oğlum bunun yanında işçi idi. Karısıyla zina yaptı. Bana, “oğlun için recm gerekir” dediler.
Ben de hemen oğlum namına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Sonra bir de ilim adamlarına
sordum. Bana: “Oğluna yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası gerekir; bu adamın karısına da recm
cezası icabeder” dediler” dedi. Rasulullah:
“Ruhumu kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun, ikinizin arasını Kitabullah’a uygun şekilde
hükme bağlayacağım: Cariye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün
tatbik edilecek” buyurdu. Sonra, Eslemli bir adama seslendi:
“Ey Üneys! Bu zatın hanımına git, eğer zinayı itiraf ederse onu recmet, gel!”
Üneys kadına vardı. O suçunu itiraf etti. Rasulullah emretti, kadın recmedildi.” (Hadis
Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1608, 5/189, 190; Buhari, Müslim, Muvatta,
Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace)
32- Cabir anlatıyor: Rasülüllah zina yapmış olan bir kimse için celde ile hadd tatbik
edilmesini emretti. Sonra, onun muhsan olduğu bildirildi. Bu sefer recmedilmesini emretti ve
recmedildi.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1606, 5/187, 188; Ebu Davud)
RİVAYETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
115
peygamberimizin bu cezayı uygulamadığı ve zina suçu ile peygamberimizin önüne
getirilen Yahudi kadının da bunu bildiği anlaşılmaktadır. Aşağıdaki alıntı, konunun
daha iyi anlaşılmasını sağlaması bakımından oldukça dikkate değerdir:
“10-Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışıklığa çağıracaksın. 11-
Ve vaki olacak ki, eğer sana sulh cevabı verirse, ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki,
içinde bulunan bütün kavm sana angaryacı olacaklar, ve sana kulluk edecekler. 12- Ve eğer seninle
müsalaha etmeyip cenk etmek isterse, o zaman onu muhasara edeceksin. 13- Ve Allah’ın Rab onu
senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin. 14- Ancak kadınları, ve çocukları,
ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin. Ve Allah’ın Rabb’in
sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin. 15- Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp senden çok
uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın. 16-Ancak Allah’ın Rabb’in miras olarak sana
vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın.” (Tesniye,
20. Bab, 10-14. cümleler)
Söz konusu rivayetten anlaşıldığına göre, Yahudi kadının ölümden kurtulup işi
fidye ile halledebileceği umudunu taşıması, peygamberimizin Yahudi şeriatındaki
ölüm emrini uygulamadığı bir örnekten ileri gelmektedir. Nitekim bir çok rivayette
de peygamberimizin zina suçunu recm ile değil, “sopa” ve “sürgün” ile
cezalandırdığı ifade edilmektedir:
33- ... Zeyd b. Hâlid el-Cuhenî [R] şöyle demiştir: Ben Peygamber [S]'den işittim, O, evli olup
da zina eden kimseler hakkında yüz deynek vurmayı ve bir yıl sürgüne göndermeyi emrediyordu.
İbn Şihâb şöyle dedi: Ve bana Urve b. Zubeyr haber verdi ki, Ömer b. el-Hattâb da gurbete
sürgün cezası uygulamış, sonra da bu, kanun olmakta devam etmiştir. (Buhari; Kitabü’l-
Muharibîn; 17. Bab, Hadis No: 26)
34- ... Bize el-Leys, Ukayl'den; o da İbn Şihâb'dan; o da Saîd b. el-Müseyyeb'den; o da Ebû
Hureyre [R]'den tahdîs etti ki: Peygamber [S] evlenmemiş olarak zina eden kimseler hakkında hadd
ikamesiyle beraber [yânî değnekleme cezâsıyla beraber] bir yıl sürgüne göndermekle hüküm
vermiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 17. Bab, Hadis No: 27)
35- ... Bize Mâlik, İbn Şihâb'dan; o da Ubeydullah b. Abdillah'tan; o da Ebû Hureyre ile Zeyd
ibn Hâlid [R]'den şöyle haber verdi: Rasûlullah [S]'a evlenmemiş bir cariyenin zina ettiği zamanki
hükmünden soruldu. Rasûlullah:
"Câriye zina eder de zinası [beyyine ile yâhut gebelikle yâhut da ikrar ile] sabit olduğu zaman,
ona değnekleme cezası vurun. Sonra yine zina ederse, ona yine değnekleme cezası uygulayın. Sonra
yine zina ederse, ona yine değnekleme cezası uygulayın. Sonra onu kıldan örülmüş bir ip karşılığında
da olsa [ayıbını beyân ederek] satınız!" buyurdu.
İbn Şihâb “Ben üçüncü defadan sonra mı yâhud dördüncü defadan sonra mı satınız
buyurduğunu bilmiyorum” demiştir. (Kitabü’l-Muharibîn; 21. Bab, Hadis No: 30)
36- ... Bize el-Leys, Saîd el-Makburî'den; o da babası Keysân'dan tahdîs etti ki: Keysân, Ebû
Hureyre [R]'den şöyle derken işitmiştir: Peygamber [S] şöyle buyurdu: "Bir câriye zina eder de, zina
ettiği [beyyine ile veya gebelikle yâhut da ikrar ile] tebeyyün ederse, efendisi ona celde uygulasın
[yânı değnekle derisine vursun], fakat sözle onu kınayıp ayıplamasın. Sonra yine zina ederse, efendisi
onu yine deynekle dövsün, fakat ayıbını yüzüne vurup ezâ etmesin. Sonra üçüncü defa zina ederse,
efendisi onu [ayıbını beyân ederek] kıldan dokunmuş bir ip karşılığında bile olsa satsın!"
Bu hadîsi Saîd'den; o da Ebû Hureyre'den; o da Peygamber'den rivayet etmekte İsmâîl b.
Umeyye, el-Leys'e mutâbaat etmiştir. (Buhari; Kitabü’l-Muharibîn; 22. Bab, Hadis no: 31)
37- Ebu Hüreyre ve Zeyd b. Halid şunu anlattılar: Rasülüllah’a “muhsan olmayan cariye zina
yaparsa ne gerekir?” diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi:
“Cariye zina yaparsa ona celde uygulayın, yine zina yaparsa yine celde uygulayın, yine zina
yaparsa yine celde uygulayın ve sonra onu kıldan yapılmış bir ip karşılığı da olsa satın gitsin.”
116
(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1592, 5/167; Buhari, Müslim, Muvatta,
Tirmizi, Ebu Davud)
38- İbn Abbas anlatıyor: Bekr b. Leys kabilesinden bir adam Rasülüllah’a gelerek bir
kadınla dört kere zina yaptığını söyledi. Rasülüllah ona yüz sopa vurulmasına hükmetti. Zira adam
bekardı. Sonra, kadın aleyhine beyyine sordu. Kadın:
“Ey Allah’ın Rasulü, vallahi yalan söylüyor!” dedi. Bunun üzerine, Rasülüllah, adamı iftira
kazf haddine, yani seksen sopaya mahkum etti.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den:
1604, 5/178; Ebu Davud)
39- Sehl b. Sa’d anlatıyor: Bir adam Rasulullah’a gelerek ismini de verdiği bir kadınla
zina yaptığını itiraf etti. Rasulullah kadına adam göndererek meseleyi sordurdu. Kadın, zina ettiğini
inkar etti. Bunun üzerine, adama hadd celdesi tatbik etti, kadına dokunmadı.” (Hadis
Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1603, 5/178; Ebu Davud)
40- Ebu Hureyre anlatıyor: “Rasülüllah [AS] hür kimseye terettüp eden eden haddin
bölünebilen çeşidinin yarısını köleye hükmetti. Sözgelimi zina yapan bakirenin haddi, kazf ve içki
haddi gibi. (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1594, 5/169)
41- İbn Ömer’den bir rivâyete göre: Cariyelerinden birine hadd tatbik etmiş, bu
maksatla ayaklarına ve bacaklarına vurmaya başlamıştı. Bunu gören Salim kendisine:
“Sen niye böyle yapıyorsun? Cenabı Hakk’ın “Bunlara Allah’ın dinini tatbik hususunda
acıyacağınız tutmasın ...” sözü nerede kaldı?” der. Abdullah b. Ömer de:
“Beni ona şefkatli davranıyor mu buldun? Her halde Cenabı Hakk onu öldürmemi emretmedi”
cevabını verir. (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den: 1595, 5/170)
42- Bera b. Azip anlatıyor: Dayım Ebu Bürde b. Niyar, -beraberinde bir bayrak olduğu
halde- bana uğradı. Kendisine nereye gideceğini sordum.
“Rasulullah bana babasının hanımıyla evlenen bir adamın kellesini getirmemi ve malına el
koymamı emretti, ona gidiyorum” diye cevap verdi.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den:
1600, 5/175; Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace)
43- İbn-i Abbas anlatıyor: “Rasulullah şöyle emretti: “Kim, nikahı haram olan bir
akrabasına cinsi temasta bulunursa onu öldürün.” (Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte’den:
1601, 5/176
SONUÇ:
117
… Hâlbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri detaylandırmıştır…”
(En’am/119)
Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz celde vurun; Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah dininde sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Ve müminlerden bir grup onların
cezalandırılmasına tanık olsun. (Nur/2)
Zina suçu işledikten sonra tövbe eden, kamu otoritesine başvurup gönüllü
olarak cezasını çeken müminler, geçmişteki bu suçları ile kınanamazlar,
horlanamazlar; artık lekesiz birer insan muamelesi görürler. Çünkü müminlerin bu
kuralı çiğneyerek yapacakları cahilce davranışlar bizzat Rabbimiz tarafından
yasaklanmıştır:
Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir
kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evleniyor. Ve bu, müminlere haram kılınmıştır.
(Nur/3)
118