You are on page 1of 38

43 / FATIR SURESİ

GİRİŞ

Adını 1. ayetteki “ ‫ففاطر‬fatır” sözcüğünden alan Fatır suresi, Mekke’de 43.


sırada inmiş olup 29. ve 32. ayetlerinin Medine döneminde indiğine dair nakiller
mevcuttur. 1. ayetinde geçen “ ‫الملئكككة‬el melaike” sözcüğünden dolayı “Melaike
[melekler]” suresi olarak da anılmaktadır.
Bazen tüm insanlığa, bazen de ilk muhataplara seslenilen surede Kur’an’a,
Kur’an ile elçi ilişkisine ve kâfirlerin tepkilerine değinilmekte, ayrıca Allah’ın
peygamberimizi ve inananları birçok kez teselli edişi ile akıl ve duygulara hitap eden
uyarılara da yer verilmektedir.

1
43 / FATIR SURESİ

Rahman Rahîm Allah adına

Ayetlerin meali:

1- Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder


kanatlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır.
Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.
2- Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa artık onu tutacak biri olamaz. Her
neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve O [Allah],
Aziz’dir [çok güçlüdür], Hakiym’dir [en iyi yasa koyandır].
3- Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızk veren Allah’ın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? O’ndan başka
ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz!
4- Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler
yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür.
5- Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Onun için bu basit
yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın.
6- Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman
edinin. Şüphesiz o [şeytan] kendi taraftarlarını alevli ateşin ashabından
olmaları için çağırır.
7- Şu inkâr etmiş olanlar; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve
salihatı işlemiş kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat
vardır.
8- Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel
gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır,
dilediğine/ dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı
hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların
yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
9- Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete
geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk
etmişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz.
İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek.
10- Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah’ındır.
Hoş kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu,
kötülüklerin plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için
olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur.
11- Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı.
Dişi ancak O’nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur / düşürür].
Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen
mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah’a çok kolaydır.
12- İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da
tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve
giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O’nun lütfundan nasip arayasınız ve
şükredersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün.
13, 14- O [Allah], geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneş’i
ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp
gidiyor. İşte bu, mülk kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun
astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile

2
sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, çağrınızı işitmezler, işitseler
bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr
ederler. Sana her şeyden haberdar olan [Allah] gibi [kimse] haber
veremez.
15- Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve
hamde lâyık olandır.
16, 17- Eğer O dilerse sizi giderir [yok eder] ve yepyeni bir yaratmayı / halkı
getirir. Bu, Allah’a hiç güç de değildir.
18- Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü
bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey
yüklenilmeyecek. -Bir akrabası olsa bile- Şüphesiz sen ancak Rabblerine
karşı gaybde haşyet duyan ve salatı ikame edenleri uyarırsın. Her kim
arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır.
19–21- Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
22- Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene
işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.
23- Sen sadece bir uyarıcısın.
24- Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi
yaptık]. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir.
25- Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de
yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı
kitaplarla gelmişlerdi.
26- Sonra Ben o inkâr etmiş olan kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni inkâr
etmek / benim azabım nasıl oldu?
27- Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri
başka başka meyveler / ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var;
beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde [renklerin değişik tonlarında]. Ve
kapkara topraklar / yollar da var.
28- İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü
renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet
ederler [derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar].
Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
29, 30- Hiç şüphesiz şu, Allah’ın kitabını okuyan, namazı ikame eden ve
kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren
kimseler, O [Allah], mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve
lütfundan kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir
ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.
31- Ve Bizim, Kitap’tan sana, kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak
vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını
hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir.
32, 33- Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık.
Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan
bazıları da Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük
lütfun; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada
altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir.
34, 35- Onlar orada, “Hamd, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi lütfundan,
kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç
olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah’a özgüdür. Gerçekten
Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler.

3
36- Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar
hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun [cehennem
ateşinin] birazı da hafifletilmez. İşte Biz her aşırı inkârcıyı böyle
cezalandırırız.
37- Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış
olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” -Sizi, düşünecek olanın
düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde
tadın! Artık zalimler için bir yardımcı da yoktur.-
38- Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin gaybını bilendir. Hiç şüphesiz O,
göğüslerin içindekini çok iyi bilendir.
39- O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim kâfir olursa, kâfirliği
kendi zararınadır. Ve kâfirlerin küfürleri, Rablerinin katında kendilerine
sadece buğzu artırır. Ve kâfirlerin küfürleri kendilerine sadece zararı
artırır.
40- De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz
kimseleri gördünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlardır?
Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir
kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Bilakis o
zalimler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.
41- Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Ant
olsun ki eğer onlar [gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O’ndan
sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok
bağışlayandır.
42, 43- Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı
bir peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru
yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi,
bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların
sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini
çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne
gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme
bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın.
44- Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin
sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin
idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı aciz bırakan hiçbir şey yoktur.
Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır.
45- Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları
sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiç bir
dabbehi [canlıyı] bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye
kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz
Allah kendi kullarını en iyi görendir.

4
AYETLERİN TAHLİLİ

1. Ayet:

Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı
elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki
Allah her şeye gücü yetendir.

Surenin bu giriş ayeti, müteşabih ayetlerin en güzel örneklerinden birisidir ve


Yüce Rabbimiz burada dikkat çekici sözcüklerle ciddî mesajlar vermektedir. Ayette
geçen sözcükler sıradan sözcükler olmayıp üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken
sözcüklerdir. Bu sebeple söz konusu sözcükleri tek tek ele almayı yararlı görüyoruz.

HAMD

Fatiha suresinin tahlilinde de açıkladığımız gibi, “‫ الحمفد‬hamd” kötülemenin


karşıtı olup bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü övgü ve yüceltme
sözleriyle anmaktır. (Lisanü’l-Arab; c.2, s 583) Ancak şu incelik iyi anlaşılmalıdır:
“Hamd”, verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma
karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın yani Yaratıcı’nın
sonsuz güç ve kuvvetine, yarattığı nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan
hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür. Bu anlam inceliği nedeniyle “hamd”
etmek “şükür”den farklıdır. Şükür bir nimete karşılık olarak ve ancak bir eylemle
yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan da ve sadece söz ile yapılır. Hamd, ilk
bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir.
Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık hamd tam bir
samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan
Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O hâlde hamd edilirken nimetler
sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de O’na şükredilmelidir.
Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm/1, A’râf/43,
Yunus/10, Ta Ha/130, Kasas/70, Zümer/74.

‫الفطر‬FATR

Türevleri ile birlikte Kur’an’da yirmi kez geçen ve “ ‫فطرة‬fıtrat”, “ ‫فطور‬fütur”, “


‫ إفطففار‬iftar” şeklindeki türevleri Türkçeye de geçmiş olan “ ‫َفطففر‬fatr” sözcüğünün
anlamı “yarmak” demektir. Sözcük ilk olarak “parmak uçlarıyla devenin
memelerinden süt sağmak” eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam
genişleyerek “bir şeye müdahale etmek suretiyle bir oluşum sağlamak” anlamında
yerleşmiştir. (Lisanü’l Arab; c.7, s.124,125 ftr mad.)
Bu anlama göre “fatr” sözcüğü hem “ilk kez yapma, yoktan yaratma”, hem de
“mevcut düzeni bozma” olarak açıklanabilir. Sözcüğün her iki anlamı da dikkate
alınarak ayetin ilgili bölümü şu şekillerde çevrilebilir:
- Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, …
- Hamd, gökleri ve yeri parçalayacak olan, …

5
“Fatr” sözcüğünün “mevcut düzeni bozma” şeklinde anlamlandırılması,
“fatara” fiilinin mutavaat anlamı veren “ ‫ إنفطكار‬infitar” ve “ ‫منفطككرة‬münfetıratün”
kalıpları kullanılarak yerin ve göğün Allah tarafından parçalanacağını bildiren
ayetler ile de uyum göstermektedir:

İnfitar 1: Gök çatladığı vakit,


Müzzemmil 18: Gök bile onunla [o günün şiddeti ile] parçalanır. O’nun vaadi
gerçekleşmiştir.

MELEKLER

Necm ve Kadr surelerinin tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, “melek”


sözcüğünün anlamı hangi kökten türediğine göre değişmektedir. “Melâike” ve
bunun tekili olan “melek” sözcükleri ya “ ‫ ؤلوك‬ulûk” kökünden ya da “ ‫ ملك‬melk”
kökünden türemişlerdir. Buna göre:
1- Eğer “elçi göndermek” anlamına gelen “‫ ؤلوك‬ulûk” kökünden türemiş ise,
aslı “ ‫ مألك‬me’lek” olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla
sözcüğün başındaki “ ‫[ م‬m]” harfi ektir. Sonraları “ ‫[ ا‬elif]” ile “ ‫[ ل‬lâm]” harfleri
yer değiştirmiş ve sözcük “ ‫ ملئك‬mel’ek” hâline getirilmiştir. Sözcüğün “Allah’tan
elçi” anlamında isim olarak kullanılmaya başlamasıyla da hemze terk veya tahfif
yoluyla kaldırılmış ve sözcük “melek” şeklini almıştır. (Lisanü’l-Arab; c.1, s. 191,
192. elk mad.)
2- Eğer sözcük “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “ ‫ ملك‬melk” kökünden
türemiş ise, bu takdirde sözcüğün başındaki “ ‫[ م‬m]” harfi ek olmayıp sözcüğün
aslındandır. “Mülk, milk, malik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemişler ve
anlamlarını da bu kökten almışlardır.
Eski tefsircilerin genellikle birinci görüşü benimsemiş olmalarına karşılık
bizim tespitlerimiz sözcüğün Kur’an’da farklı anlamlara gelen her iki kökten türemiş
hâliyle de kullanıldığı yönündedir. Buna göre, konumuz olan “melâike” sözcüğü
bazen “elçi” anlamına, bazen de “yönetim gücü” anlamına gelmektedir. Sözcüğün
nerede hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından
anlaşılmaktadır.

ELÇİLER

Genelde “Bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse”
olarak tanımlanan “‫ الّرسففول‬resul [elçi]” sözcüğü kısaca “gönderilmiş” demektir.
Ancak “‫ الّرسول‬resul [elçi]” sözcüğünün sadece insanlardan seçilmiş elçileri ifade
ettiği sanılmamalıdır. Çünkü Kur’an’da Allah’ın meleklerden de elçiler seçtiği
bildirilmektedir:

Hacc 75: Allah meleklerden elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah
en iyi işiten, en iyi görendir.

“Melek” sözcüğünün türediği kök sözcüklere göre ifade ettiği anlamlar


hakkındaki açıklamalar göz önüne alındığında, elçilerin “melek” cinsi olanlarının ya
“yönetim gücü”nü temsil eden kuvvetler ya da “haber verici” nitelikli şeyler olduğu
sonucu ortaya çıkmaktadır.
Rabbimizin yağmur ve rüzgârları “yönetim gücü” anlamında elçi olarak
yolladığı pek çok ayette bildirilmiştir (Furkan/48, En’âm/6, A’râf/133, 162, Hicr/22,

6
Ankebut/40, Ahzab/9, Sebe/16, Fussılet/16, Zariyat/32–41, Kamer/19, 31, 34,
Rahman/35, İsra/68, Ra’d/13, Kehf/40, Neml/63, Rum/46, 48, Mülk/17 ve Nuh/11).
“Haber verici” nitelikli melek cinsi elçilerin ise neler olabileceğini düşünmeye
başlamadan önce dikkate alınması gereken husus, Rabbimizin elçilerin
“indirilmişler”den de olabileceğini bildiren şu ifadesidir:

Talâk 10, 11: Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde ey kavrama
yeteneği olanlar, Allah’a karşı takvalı olun. Allah size bir öğüt,
size Allah’ın açık açık ayetlerini [mucizelerini] okuyan bir elçi
indirdi. …

Yukarıdaki ayetlerin ifadesinden kolayca anlaşılabileceği gibi, Yüce Allah’ın


indirdiği “Elçi-Öğüt” peygamber değil, Kur’an ayetleridir. Yani “heber verici”
nitelikleri ile birer “melek” olan Kur’an ayetleri, Allah’ın indirdiği evrensel,
ölümsüz elçileridir.

İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI

Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah’ın kızları ve


yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa
olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar kısmen rivayetlere de girmiş ve
peygamberimizin Cebrail’in kanatlarının altı yüz olduğunu bildirdiği iddia
edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar İsrafil’in her biri doğudan batıya uzanan tam on iki
bin tane kanadı olduğu, Allah’ın Arş’ını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de
süslenmiştir. Özellikle Ka’bu’l Ahbar rivayetlerindeki meleklerin kanatları
milyonları da aşmaktadır.
Biz, “kanat” sözcüğünün burada “güç”ten kinaye olarak kullanıldığını
düşünmekteyiz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi
olarak kullanılan HP [Beygir Gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu,
onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, Meleklerin kanatları:
- “Melek” sözcüğü “yönetim gücü” anlamında kabul edildiği takdirde,
meleklerin kanatları da yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının “güç”ü olarak;
- “Melek” sözcüğü “haber verici” anlamında kabul edildiği takdirde ise
“Kur’an ayetlerinin müteşabih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler”
olarak anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalardan sonra konumuz olan ayetlerin takdiri, sözcüklerin değişik
anlamlarına göre iki türlü yapılabilir:
a- “Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği ayetleri ikişer, üçer,
dörder anlamlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır.
Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.”
b- “Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, rüzgârları değişik şiddette
elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki
Allah her şeye gücü yetendir.”
Meleklerin bu ayette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki
tevilimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’an ayetlerinin müteşabih olanlarının birden çok
anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemize, 2.
ayette geçen “rahmet” ve “Hakiym” ifadeleri ipucu olmuştur.
Ayetin son kısmındaki “Allah … artırır” ifadesiyle Allah’ın gücünün
sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği açıklanmaktadır.

7
2. Ayet:

Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi
de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve O [Allah], Aziz’dir
[çok güçlüdür], Hakiym’dir [en iyi yasa koyandır].

Bu ayette Yüce Allah’ın tasarrufuna hiç kimsenin mani olamayacağı


bildirilmekte ve bu genel hüküm, “Rahmeti açma veya tutma” konusu ele alınarak
somutlaştırılmaktadır. Buradaki “Rahmeti açma veya tutma” ifadesini, “peygamber
yollama veya yollamama” ya da “yağmur yağdırma veya yağdırmama” olarak
anlamak mümkündür.
Eğer bu ifade “peygamber yollama veya yollamama” olarak anlaşıldığı
takdirde, Allah’ın kimi, nereye elçi gönderdiği konusuna hiç kimsenin müdahale
edemeyeceği; Allah’tan başka hiç kimsenin resul [elçi] gönderemeyeceği ve
kimsenin kendini elçi ilân edemeyeceği bildiriliyor demektir. Nitekim Mekke
kodamanları elçiliğin peygamberimize verilmesini yadırgamışlar ve “Allah göndere
göndere bunu mu elçi gönderdi?” diye itirazda bulunmuşlardı. Mekke ileri
gelenlerinin bu davranışları daha önce inmiş olan Kaf, Sad ve Furkan surelerinde
dile getirilerek eleştirilmişti. Rabbimiz Sad suresinin 9 ve 10. ayetlerinde “Yoksa
çok güçlü ve çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya
da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyle ise
sebeplerin içinde yükselsinler!” şeklinde cevap vererek onların bu temelsiz
yaklaşımlarına cevap vermişti.
Allah’ın rahmetine müdahalede bulunmak isteyen haddini bilmez inkârcılar,
Rabbimiz tarafından hep aynı sertlikle uyarılmışlardır:

En’âm 124: Ve onlara bir ayet geldiği zaman “Allah’ın elçilerine verilenin
aynısı bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah
elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
yaptıkları plânlarından, hilelerinden dolayı Allah katından bir
zillet ve çetin bir azap dokunacaktır.

Kehf 65: O zaman o ikisi Bizim, kullarımızdan kendisine katımızdan bir


rahmet vermiş olduğumuz ve tarafımızdan bir ilim öğretmiş
olduğumuz bir kulu buldular.

Zümer 38: Ve sen gerçekten onlara “O gökleri ve yeri kim yarattı?” diye
sormuş olsan elbette “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse
gördünüz mü Allah’ın astlarından çağırdıklarınızı! Eğer Allah
bana bir zarar vermek istediyse, onlar O’nun zararını
giderebilenler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar
O’nun rahmetini tutanlar mıdırlar?” De ki: “Allah, bana yeter.
Tevekkül edenler, yalnızca O’na tevekkül ederler.”

Zühruf 31–32: Yine dediler ki: “Bu Kur’an, şu iki kentin birinden bir büyük
adama indirilmeli değil miydi?”
Ne! Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?
Şimdiki hayatta, onların geçimliklerini aralarında paylaştıran,
birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün

8
kılan biziz. Rabbinin rahmeti onların topladıklarından daha
iyidir.

Kasas 86: Sen, Kitap’ın sana verileceğini hiç ummazdın. O ancak


Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse, sakın inkârcılara arka çıkma!

“Rahmeti açma veya tutma” ifadesi “Allah’ın bulut gönderip yağmur


yağdırması veya yağdırmaması” olarak anlaşıldığı takdirde, ayette, Allah’ın
gönderdiği bulut ve yağmura kimsenin engel olamayacağı, göndermediğini de zorla
kimsenin gönderemeyeceği bildiriliyor demektir.
Aslında buradaki “rahmet” sözcüğünün anlamını “rızk, evlât, mal mülk,
makam mevki, güç, otorite, sağlık, bilgi, lütuf” olarak genişletmek mümkündür.
Çünkü “rahmet”in “yağmur” anlamında kullanıldığı ayetler olduğu gibi, “rızk”
anlamında kullanıldığı ayetler de mevcuttur. Bu takdirde ayetten Allah’ın bu
nimetler için rahmetini açmasına ve bunların belirlenen kişiye ulaşmasına engel
olunamayacağı veya Allah’ın rahmetini tutması hâlinde o kişinin bu nimetlerden
mahrumiyetini hiç kimsenin tersine çeviremeyeceği anlaşılır.

Yunus 107: Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan
başka giderecek biri yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o
zaman da O’nun fazlını geri çevirecek biri yoktur. O, onu
[lütfunu] kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve O [Allah] çok
yarlığayıcı, çok merhametlidir.

Allah Aziz’dir, Hakîm’dir

Ayetin sonunda yer alan bu iki sıfat, Rabbimizin mutlak galip ve en iyi yasa
koyucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu sıfatlarıyla Rabbimiz kendi tasarrufuna
kimsenin mani olamayacağını, bütün direnmelere rağmen yasalarını indirerek
rahmetini dilediğine göndereceğini ortaya koymuş olmaktadır.

3. Ayet:

Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızk veren Allah’ın üzerinizdeki nimetini


hatırlayın. Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh diye bir şey
yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz!

Bu ayette “Ey insanlar!” hitabıyla tüm insanlara seslenilmekte ve Yüce


Allah’ın rahmeti [verdiği nimetler] hatırlatılarak herkesin aklını başına alması
istenmektedir: “Yaratan ve rızk veren sadece Allah olmasına rağmen nasıl olup da
taştan, ağaçtan, madenden, melekten, elçiden, azizden ve benzeri yaratılmışlardan
yardım istiyor, onları ilâhlaştırıyorsunuz?”
Bu uyarı, daha fazla ayrıntı verilerek Yunus Suresi’nde de yapılmıştır:

Yunus 31, 32: De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da


kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor? Ve ölüden diriyi, diriden
ölüyü kim çıkarıyor? Ve bütün işleri kim düzenliyor?” Hemen
“Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ takvalı
davranmayacak mısınız?”

9
Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık gerçekten
sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da
çevriliyorsunuz?

Bilindiği gibi, Kur’an’ın indiği dönemlerde Araplar Allah’a inanıyorlar ama


O’nun Arş üzerinde kurulduğunu, yeryüzünü ise O’nun meleklerinin ve kendi
ilâhlarının idare ettiğini zannediyorlardı. Bu zihniyet Kur’an’da hep reddedilmiş, her
fırsatta Allah’ın tasarrufta bulunurken aracı kullanmadığı gerçeği ifade edilmiştir.

4. Ayet:

Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler


yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür.

Peygamberimize güç vermek için inmiş olan bu ayet, ister bir parantez cümlesi
olarak kabul edilsin, ister Mushafın tertibindeki bir yerleştirme hatası olarak kabul
edilsin, insanlığa yapılan genel açıklamayı bölerek uyarıların arasına girmiş bir
teselli cümlesidir. Burada peygamberimize zımnen “Bu yalanlama, karşı çıkma ve
taciz, ilk kez yapılmış olmayıp senden evvelkilere de aynı şeyler yapılmıştı. Ama
müsterih ol, her şey, her iş Allah’a döndürülür; onun hesabı mutlaka görülür”
denilmektedir.
Bir teselli olarak daha önceki elçilerin de yalanlandığını bildiren bu ayetin
benzerleri Kur’an’ın başka surelerinde de mevcuttur:

Hacc 42: Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nuh’un
kavmi, Ad ve Semud da yalanlamışlardı.

Âl-i Imran 184: Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller,
sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı.

Ankebut 18: Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım
ümmetler de yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden
başka bir şey değildir.

En’âm 34: Elbette ki senden önce de peygamberler yalanlanmıştı da


kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet
olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek
hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, peygamberlerin
haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.

Ayetin sonundaki “Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür” ifadesi, hem


yalanlayıcıların cezalandırılacaklarını bildiren bir tehdit, hem de inananların
ödüllerini alacaklarını bildiren bir vaattir. Benzer ifadeler daha birçok ayette yer
almaktadır:

Bakara 210: Onlar sadece Allah’ın buluttan gölgeler içinde gelmesini,


meleklerin gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar?
Hâlbuki bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.

10
Âl-i Imran 109: Ve göklerde ve yeryüzünde ne varsa Allah’ındır. Ve bütün işler
yalnızca Allah’a döndürülür.

Ayrıca Enfal/44, Hacc/76, Hadid/5, Lokman/22, Şura/53. ayetlere de


bakılabilir.

5. Ayet:

Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Onun için bu basit yaşam
sizi aldatmasın! Ve sakın o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!

Bu ayette yine tüm insanlara seslenilerek Allah’ın vaadinin mutlaka


gerçekleşeceği bildirilmiş ve insanlar “basit yaşamın zevklerine, tutkularına
kanmamaları” ve “aldatıcılar tarafından Allah ile aldatılmamaları” konularında
uyarılmıştır.
Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine ve Allah’ın vaadinin gerçekliğine [ahirette
dirilmenin olacağına, orada inananların ödüllendirileceğine ve inançsızların
cezalandırılacağına] dair Kur’an’da pek çok ayet vardır:

Âl-i Imran 194: Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver,
kıyamet günü bizi rezil etme! Şüphesiz Sen verdiğin sözden
dönmezsin.

Ra’d 31: Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya


ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (yine bu Kur’an
olurdu). Hayır, emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ
anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların
tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah’ın vaadi
gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir
belâ çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah
verdiği sözden dönmez / miadını şaşırmaz.

Hacc 47: Ve senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Hâlbuki Allah


sözünden asla caymayacaktır. Bununla beraber Rabbinin
katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.

Rum 6: Allah’ın vaadi... Allah, vaadinden dönmez. Ama insanların çoğu


bilmezler.

Zümer 20: Lâkin o, Rabblerine takvalı davrananlar için -Allah’ın vaadi


olarak- altlarından ırmaklar akan, gurfe üstüne yapılmış gurfeler
[köşk üstünde köşkler] vardır. Allah vaadinden caymaz.

Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan “basit yaşam” konusunda birçok ayetiyle


uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda
edilmemesini istemiştir:

11
Casiye 35: İşte bunlar, sizin Allah’ın ayetlerini alaya almanız ve basit
yaşamın sizi aldatması sebebiyledir. Artık bugün onlar, ondan
[ateşten] çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez.

En’âm 70: Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş, dünya hayatı kendilerini


aldatmış olanları bırak da o Kur’an ile şunu hatırlat: Bir kişi,
kendi elinin üretip kazandığıyla helâke düşerse, onun, Allah’ın
astlarından bir Yakın Kimsesi ve şefaatçisi söz konusu olmaz.
Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar,
kazandıkları ile helâke düşenlerdir. Nankörlük ettiklerinden
ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap
vardır.

En’âm 130: Ey cinn ve ins topluluğu [tüm insanlar]! Size ayetlerimi anlatan
ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran
kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar “Kendi aleyhimize
şahidiz” dediler. Basit yaşam onları aldattı ve onlar
kendilerinin kesinlikle kâfir olduklarına şahitlik ettiler.

A’râf 50, 51: Ve Ateş’in ashabı, Cennet’in ashabına: “Bize biraz su veya
Allah’ın sizi rızklandırdığı şeylerden aktarın” diye seslendiler.
Onlar da “Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti
hayata aldanan inkârcılara ikisini de gerçekten onları
yasaklamıştır!” dediler. -Bu günle karşılaşacaklarını
umursamadıkları, ayetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi, Biz
de bugün onları umursamayacağız.-

İnfitar 6: Ey insan, üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp
yanıltan nedir?

Lokman 33: Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna


hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda
sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir.
O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı sizi
Allah ile aldatmasın.

Âl-i Imran 185: Her nefis ölümü tadacaktır. Ve şüphesiz kıyamet günü
ecirleriniz size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp
cennete girdirilirse, bilsin ki o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Ve
basit yaşam, aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.

Hadid 20: Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, (eğlence türünden)
tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi
ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘ ‫تكاثر‬çoğalma tutkusudur. Bir
yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin, ekicilerin [veya
kâfirlerin] hoşuna gitmiştir; sonra kuruyuverir, bir de bakarsın
ki sapsarı kesilmiş, sonra o bir çer çöp oluvermiştir. Ahirette ise
şiddetli bir azap, Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk [rıza]
vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından,
malzemesinden] başka bir şey değildir.

12
Konumuz olan ayette dikkat çekilen bir diğer önemli nokta da, “aldatıcının
insanları Allah ile aldatması” olgusudur. Allah ile aldatmak, Allah’ın emretmediği
veya yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına
emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi
sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline
güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine
“Allah ile aldatma” kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık
olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle “din adamı” kisveli kişilerce
yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur:

Bakara 79: Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap
yazarlar da sonra biraz paraya satmak için “Bu Allah
katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden
onlara yazıklar olsun, o kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar
olsun onlara!

Âl-i Imran 78: Ve onlardan [Kitap ehlinden], o kitaptan olmamasına rağmen,


siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip
büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde; “Bu,
Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a
karşı yalan söylerler.

En’âm 21: Ve Allah’a karşı yalan uydurandan veya ayetlerini


yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki bu
zalimler kurtuluşa eremezler.

A’râf 37: Öyleyse, Allah’a karşı yalan uyduran veya ayetlerini


yalanlayandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara Kitap’tan
payları erişecektir; sonunda elçilerimiz canlarını almak üzere
onlara gelince, “Allah’ın astlarından yakardıklarınız nerede?”
derler. Onlar: “Onlar [yakardıklarımız] bizden sapıp ayrıldılar”
derler ve inkârcı olduklarına bizzat kendileri tanıklık ederler.

Yunus 17: Öyleyse bir yalanı Allah’a uyduran veya O’nun ayetlerini
yalanlayan kişiden daha zalim kim olabilir? Hiç şüphesiz bu
günahkârlar kurtuluşa eremezler.

Hud 18: Ve bir yalanı Allah’a uydurandan daha zalim kim olabilir?
Bunlar Rabblerine arz olunacaklar, şahitler de “İşte bunlar
Rabblerine karşı yalan söyleyenlerdir” diyecekler. İyi bilin ki,
Allah’ın lâneti bu zalimlerin üzerinedir.

Kehf 15: Şunlar, Allah’ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir.


Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan
uydurandan daha zalim kim olabilir?

Ankebut 68: Ve Allah’a karşı yalan uyduran, yahut kendisine geldiğinde,


hakkı yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için
cehennemde bir yer mi yok!

13
Zümer 32: Öyleyse Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine
geldiği zaman onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Kâfirler için cehennemde bir sığınak yok mu!

Ayetteki “ ‫الغففرور‬ğarur [aldatan]” sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini


düşünmek bize göre yanlıştır. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir.
O, Âdem ve eşine “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer
melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men
etti” demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini
de aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir.
Dolayısıyla buradaki “ğarur [aldatan]” sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan
şeytanları ifade etmektedir.
Bu konuda mesajlarına iyi kulak verilmesi gereken ayetler aşağıdadır:

Nisa 120: O [Şeytan] onlara vaat eder ve onları kuruntulandırır. Oysa


şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.

En’âm 112–113: Böylece Biz her peygamber için cinn ve ins şeytanlarını düşman
kıldık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, ahirete inanmayan
kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun olsun ve
yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına
sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde bulunur / fısıldar].
-Ve şayet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve
uydurdukları şeyleri bırak!-

İsra 64: “Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars! Atlıların ve


yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve
çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun!” Ve
şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.

Hadid 13, 14: O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere:
“Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım” derler. Denildi ki;
“Arkanıza dönün de nur arayın!” sonra da aralarına içinde
rahmet, dışında da azap olan kapılı bir sur vurulur [çekilir].
Onlara; “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler.
Onlar [Müminler]: “Evet ama siz kendi canlarınızı ateşe attınız,
gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Nihayet
Allah’ın emri gelip çattı. O çok aldatan da sizi Allah ile aldattı.

6. Ayet:

Şüphesiz o şeytan sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin.
Şüphesiz o [şeytan] kendi taraftarlarını alevli ateşin ashabından olmaları için
çağırır.

Bu ayette insanı en çok aldatan, en fazla tuzağa düşüren düşman ele alınmış ve
insanlar ona karşı uyarılmıştır. Burada konu edilen şeytan; iğvalarıyla, yumuşak
girişleriyle insanı en fazla yanlışa sürükleyen İblis’tir. Bu sebeple Rabbimiz onu
bize tanıtmış, onun bizden kıyamete kadar ayrılmayacağını hem haber cümleleriyle
hem de temsilî anlatımlarla bildirmiştir:

14
Ya Sin 59–62: Ve ey günahkârlar! Bugün [şimdi] siz hadi ayrılın! Ben; “Ey
âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık
bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve
ant olsun ki o [şeytan] sizden birçok nesilleri saptırdı” diye size
ahd vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz!

Nisa 118, 119: Allah ona [şeytana] lânet etti. Ve o; “Elbette senin kullarından
belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş
kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah’ın
yaratışını bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah’ın astından
şeytanı veliy edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana
uğrar.

Kehf 50: Hani Biz meleklere; “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis
dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin
emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun
soyunu veliyler [yol gösteren, koruyan, yardım edenler] mi
ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler
için ne kötü bir değiştirmedir bu!

7. Ayet:

Şu inkâr etmiş olanlar; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve
salihatı işlemiş kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

Kur’an’da çok sık rastlanan yönteme uygun olarak bu ayette de yine


uyarılardan sonra inananlar ile inanmayanların akıbetleri beyan edilmektedir.

8. Ayet:

Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi
mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de
kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp
gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.

İnananlar ile inanmayanların akıbetlerine ait açıklamaya bu ayette de devam


edilmiş ve bir lütuf olarak özgürlük verilen insanın tercihini yanlış kullanması
sonucu kendisini mahvedişi, özel bir ifade tarzı ile vurgulanmıştır. Ayetteki cümle
yapısına dikkat edilirse, ilk cümlede soru sorulmuş ama cevap verilmemiştir. Bu
ifade şekli, sorulan soruya herkesin kendi anlayışına göre cevap takdir etmesine
fırsat veren bir edebî sanattır. Yanlış tercih yapanların kesinlikle inanan ve salihatı
işleyenler gibi olmayacakları [onlara iyi davranılacağı] belli olduğuna göre, ayetin
ilk cümlesindeki soruya verilecek cevaplardan biri şu olabilir: “Ona da en kötü ceza
verilecektir. İman eden, salihatı işleyene büyük ödül var diye, kötü işler kendisine
güzel gösterilen, kendisi de onları güzel gören kötü kişiye de onun gibi mi
davranılacak? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene
de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp
gitmesin. Onlar kendi gayretleriyle, çabalarıyla bu hale düşmüşlerdir. Acınacak

15
durumları yoktur, acımaya da gerek yoktur. Onlar kendileri etti, kendileri buldu.
Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.”
Ayetin ikinci cümlesinde geçen “Allah’ın dilediğini mi yoksa dileyeni mi
şaşırttığı ve dilediğine mi yoksa dileyene mi kılavuzluk ettiği” konusu, Tekvir
suresinin tahlilinde açıkladığımız “meşiet” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi
gereken bir konudur. Kısaca söylemek gerekirse; “Allah’ın dilemesi”, insanların
özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından
yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir.
Ayetin üçüncü cümlesi peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü Kur’an’ın
bildirdiğine göre, birçoğu akrabası olan Mekkelilerin tevhide yönelmeyip şirkte ısrar
etmeleri sebebiyle peygamberimiz çok büyük üzüntü duymakta ve bu üzüntü onu
âdeta kahretmektedir. Bu durumu bilen Rabbimiz, pek çok ayette, insanların
hidayete erip ermemelerinin kontrolünün bizzat kendisinde olduğunu bildirmiş,
elçinin görevinin sadece tebliğ ve tebyin olduğunu hatırlatarak onu uyarmış ve
teselli etmiştir:

Kasas 56: Kesinlikle sen sevdiğini doğru yola iletemezsin ama Allah
dilediğine doğru yolu gösterir ve O, doğru yola girecek olanları
daha iyi bilir.

Bakara 272: Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak
Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak
ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah
rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne
infak ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz
zulmedilmeyeceksiniz.

Kehf 6: Sonra da sen, onlar bu söze [Kur’an’a] inanmazlarsa,


bıraktıkları eserlerden [yaptıklarından dolayı], üzüntüden
neredeyse kendini harap edeceksin!

Âl-i Imran 176: Şu, küfürde yarışan kişiler seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir
şeyce zarar vermezler. Allah onlara ahirette bir pay kılmamak
istiyor. Ve onlar için büyük bir azap vardır.

Şuara 3: Onlar iman edenler olmuyorlar diye âdeta kendini helâk


edeceksin!

8. ayetin son cümlesi olan “Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok
iyi bilir” ifadesinde, inkârcılara dolaylı bir tehdit ve inananlara da bir uyarı vardır.
Ayrıca bu cümlede geçen “ ‫بمفا تصفنعون‬bima tasneûn” ifadesi de dikkat çekicidir.
Çünkü başka yerlerde genellikle “ ‫بمففا تعملففون‬bima ta’melûn” ifadesi geçmesine
karşılık Rabbimiz burada “sanayi, endüstriyel üretimler, sanatsal yapılar” anlamına
gelen özel bir sözcük seçmiştir. Buna göre Rabbimiz, bu ifadeyi kullanarak
müminlerin dikkatini düşmanlarının her türlü sanayii kullanarak kendilerini
yıldırmaya çalışacaklarına çekmekte ve müminlere sanayie önem vererek
düşmanlara karşı hazırlıklı olmaları gerektiği mesajını vermektedir.

9. Ayet:

16
Ve Allah rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip
yukarılara kaldırır. Derken Biz onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir. Böylece
yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş
insanlara hayat vermek.

Tekvinî mucizelere değinilen bu ayette dikkat çekmek için İltifat sanatı


kullanılmış; ayetin ilk bölümünde kendisinden “Allah” ve “O” diye üçüncü şahıs
olarak bahseden Rabbimiz, daha sonra sözlerine birinci çoğul şahıs zamiri “Biz” ile
devam etmiştir.
Rabbimiz bu ayette okyanuslardan, göllerden, nehirlerden, bataklıklardan
oluşan bulutları nasıl gönderdiği rüzgârlarla yukarılara kaldırıp sevk ediyor ve
yağdırdığı yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüm sonrası tekrar canlanmanın da
bunun gibi olacağını bildirmekte, böylece tevhidî inancın oluşması yönünde akıl
sahiplerine yol göstermektedir.
Ölü toprağın canlanması, Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanların ölümlerinden
sonra dirilmelerine örnek verilmiştir:

Zühruf 11: Ve O [Allah], suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz
onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz böyle
çıkarılacaksınız.

Kaf 9–11: Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve


biçilecek taneler bitirdik.
Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma
ağaçları da; kullara rızk olmak üzere. Ve Biz onunla ölü bir
beldeyi canlandırdık. İşte çıkış [diriliş] böyledir.

Ya Sin 33: Ve ölü toprak onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan
taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.

Rum 19: O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne


ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle
çıkarılacaksınız.

Rum 24: Yine O’nun ayetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut
vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da
onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki
bunda aklını kullanacak bir kavim için nice deliller vardır.

Rum 50: Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü


ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka
ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir.

A’râf 57: Ve O, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler / dağıtıcılar


[yayıcılar] olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü
bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra
onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden
çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. Umulur ki
hatırlarsınız / öğütlenirsiniz.

17
Nahl 65: Ve Allah gökten bir su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden
sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir kavim için bir delil
vardır.

Ankebut 63: Ve ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de
onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka; “Allah”
diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların
çoğu akıllarını kullanmazlar.

Casiye 5: Ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde ve Allah’ın


gökten bir rızktan indirip de onunla yeryüzünü ölümünden
sonra dirilttiği şeyde ve rüzgârları evirip çevirmesinde aklını
çalıştıran bir kavim için ayetler vardır.

Hadid 17: Allah’ın, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiğini biliniz. Belki


aklınızı kullanırsınız diye Biz, sizin için ayetleri açıkça ortaya
koyduk.

Hatırlanacak olursa, ölü toprağın canlanması sadece saf su ile olmamaktadır.


Furkan suresinin 48, 49. ayetlerinin tahlilinde “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”
adlı kitaptan alıntıladığımız “Ölü Bir Beldeyi Canlandıran Yağmurlar” başlıklı
yazıda, yağmurun, ihtiva ettiği mineral, tuz ve diğer kimyasal ve biyolojik
maddelerle toprağı gübrelediği belirtilmişti.

Furkan 48, 49: Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak


gönderendir. Ve Biz ölü bir beldeye can verelim, yarattığımız
nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım diye gökten tertemiz
bir su indirdik.

Konumuz olan 9. ayette ölmüş, çürümüş insanlara nasıl hayat verileceğinin bir
örneği olarak gösterilen “ölü toprağın canlandırılması” olgusu, 1. ayette “melekler”
sözcüğüne karşılık olarak verdiğimiz “doğal güçler” ve “Kur’an ayetleri” şeklindeki
her iki anlamın da mantıklı olduğuna bir delil teşkil etmektedir. “Melekler” sözcüğü
eğer “doğal güçler” anlamında kabul edilirse, ölü beldeleri canlandıran yağmurun bir
“doğal güç” olduğu; yok, eğer “haber verici” nitelikte olan Kur’an ayetleri olarak
kabul edilirse, bu kez de Kur’an ayetlerinin ölü mesabesindeki insanları ve
toplumları canlandırdığı gerekçesiyle bu anlamlar doğrulanmış olur.
Ayetin son cümlesinde geçen ve “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara
hayat verme” anlamında kullanılmış olan “nüşür” sözcüğünün bir başka kalıbı olan
“neşr”, “nâşirat” hakkındaki daha geniş açıklamamız Mürselat suresinin
tahlilindedir. (Tebyinü’l-Kur’an; c:2, s:35)

10. Ayet:

Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah’ındır. Hoş
kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu, kötülüklerin
plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların
plânları ise; o, darmadağın olur.

18
Bu ayette akıllı insanın nasıl ve kimden yana olması gerektiği mesajı
verilmektedir. Buna göre, güç kuvvet, şan, şeref tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla,
güçlü, şerefli olmak isteyen mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’ın vahyine
karşı duranların, inançsızların her türlü plânları darmadağın olup gidecek, hiçbir işe
yaramayacaktır. Bilinmelidir ki, Allah’tan yana olanların yolu “kelime-i tayyibe”den
ve “salihatı işlemek”ten geçmektedir.

KELİME-İ TAYYİBE

“ ‫كلمفففة طّيبفففة‬Kelime-i tayyibe”, “hoş, güzel söz” demektir. Kur’an’dan


anlaşıldığına göre bu söz “La ilâhe illallah [Allah’tan başka ilâh diye bir şey
yoktur]” demektir ve bununla da kastedilen “gerçek iman”dır.

İbrahim 24–27: Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi: Güzel bir söz, aslı
[kökü] sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç)
Rabbinin izniyle her an ürün verir. Kötü bir sözün durumu da,
yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca
benzer. -Ve belki onlar öğüt alırlar diye Allah insanlara böyle
misaller verir.-
Allah, iman edenleri, basit yaşamda ve ahirette de sabit bir söze
sabitler, zalimleri de saptırır ve Allah, dilediği şeyi yapar.

Ayetteki “düzgün amel onu yükseltir” ifadesi, Kur’an’da pek çok yerde geçen
“iman eden ve salihatı işleyenler” nitelemesinin bir başka ifadesidir. Bu ifade, kuru
kuru “Ben inandım” demenin yetersizliğini, imanın mutlak surette amel olarak
yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’an’da imansız amelin işe
yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. Amelsiz bir imanın yetersizliği bu ayette
de böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman mutlaka dışa
yansımalı, salihatı işlemek ve takva olarak kendini kişinin hal ve hareketlerinde
açıkça göstermelidir.
Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için “Cennetin Bedeli Takva” adlı
çalışmamızdan bir bölümü okuyucuya sunmayı yararlı görüyoruz:

İMAN AMEL İLİŞKİSİ

Konumuzun iyi anlaşılması için mutlaka iman ve amel ilişkisine de değinmek gerekiyor. Zira
bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplumda amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli
olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst
öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın.
İman, dil bilimcilerine göre; “Kesb / çalışma ve ihtiyar / özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl
olan tasdik” demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak “verilen haberi kabul ve itiraf ederek haber
sahibini yalanlamamak”tır.
Dinî terim olarak iman ise sadece tasdik olmayıp “Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve
dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik
ederek bunları kabul ve itiraf etmek”tir.
Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır:
- Kalben kabul ve itiraf yeter mi?
- Sadece dil ile kabul ve itiraf yeter mi?
- Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir?
- Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı gerekir?

Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında birçok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili
olarak Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef/Muhaddisûn gibi birçoğu ifrata ve tefrite kaçan
mezhepler/ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi ameli olmayan bir Müslüman’a çekinmeden

19
kâfir demiş, (hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir,) kimisi de ameli
olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiş ve böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu
geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun, biz iman-amel ilişkisini zoraki yorumlara tevessül
etmeden, temel kaynağımız Kur’an’dan görelim. Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına
dikkat edelim:
Kur’an’a baktığımızda Allahü Teala, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder.
Kur’an’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler.

Müminûn 1–11: 1- Kesinlikle, inananlar kurtulmuşlardır.


2- Onlar, namazlarında huşulu olan kimselerdir.
3- Ve boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir,
4- ve zekâtı işleyen kimselerdir,
5- ve iffetlerini koruyan kimselerdir,
6- -eşleri veya ellerinin sahip olduğu kölelere karşı ayrı, çünkü bundan dolayı
kınanamazlar,
7- oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta
kendileridir.-
8- Ve [onlar], emanetlerine ve sözleşmelerine bağlılık gösteren kimselerdir.
9- Ve namazlarını koruyan / desteklerini sürdüren kimselerdir.
10, 11- İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine vâris olan
vârislerin ta kendileridir.

Elli civarında ayette Allahü Teala “İman edenler ve salihatı işleyenler” ifadesini kullanarak
iman ile davranışı [salihatı işlemeyi] bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır. Bu ifadeyle
“iman” ve “salihatı işlemek” bir bakıma aynı şey haline gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Maide
suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler “kâfirler”, “zâlimler” ve
“fasıklar” olarak değerlendirilmiştir.
Gerçek Müminlerin nitelikleri sayılırken de şu hususlara dikkat çekilmiştir:

Enfal 2–4: Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve ayetleri onlara
okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabblerine güvenen
kimselerdir.
Onlar, salâtı ikame ederler ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infakta
bulunurlar.
İşte bunlar, inananların ta kendisidir. Onlara Rabbleri katında dereceler,
bağışlama ve saygın bir rızk vardır.

Tövbe 111: Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın
almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler.
Bu, Allah’ın Tevrat, İncil ve Kur’an’daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü,
Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişle sevinin.
Ve işte bu büyük başarının ta kendisidir.

Saff 10,11: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak,
kazançlı bir ticaret göstereyim mi?
Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla,
mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha
iyidir.

İbrahim 24–26: Görmedin mi? Allah nasıl bir misal verdi: Güzel bir söz, aslı [kökü] sabit,
dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. [O ağaç] Rabbinin izniyle her an
ürün verir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı
olmayan kötü bir ağaca benzer. -Ve belki onlar öğüt alırlar diye Allah
insanlara böyle misaller verir.-

Ayrıca Furkan suresinin 63-77. ayetlerinde belirtilen özelliklerin de göz önüne alınması
gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:
Yeryüzünde kibirlenmeden yürümek, geceleri secde ve kıyam etmek, duada bulunmak, malı
harcarken savurgan ve cimri olmayıp orta yolu tutmak, haksız yere adam öldürmemek, zina etmemek,
yalana tanıklık etmemek, boş lâkırdıya kulak asmamak, okunan ayetlere duyarlı olmak.

20
Bütün bu ayetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah
yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç, infak, tövbe ve benzeri kulluk görevleri
iman ile aynı kefede tartılmaktadır.
Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirerek iman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise
Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Müminlerle fasıkları bir tutmayacağını bildiren
Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş; küfür, fısk ve isyandan ise nefret
ettirmiştir.

Bakara 214: Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve
sarsıldılar; hatta Peygamber ve beraberinde iman edenler “Allah’ın yardımı
ne zaman?” derlerdi. - Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek yakındır.
-

Âl-i Imran 142: Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bilmeden [ayırt etmeden] ve
sabredenleri bilmeden [ortaya çıkarmadan] Cennet’e gireceğinizi mi
sandınız?

Tövbe 16: Allah, içinizden çaba harcayanları, Allah’tan, O’nun elçisinden ve


inananlardan başka dost / yardımcı edinmeyenleri bilmeden [ortaya
çıkarmadan] bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi
haberi olandır.

Yunus 62, 63: Açın gözünüzü! Allah’ın veliylerine kesinlikle kaygı yoktur. Onlar
üzülmeyecekler de.
[Onlar], inanan ve takvalı davranan kimselerdir.

A’râf 156: “Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de
sana döndük.” (Allah) Buyurdu ki: “Benim azabım var, onu dilediğime isabet
ettiririm, rahmetim de vardır, o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle
takvalılara, zekâtını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.”

Bakara 103: Ve onlar eğer inansalardı ve takvalı olsalardı, Allah’tan bir ödül daha iyi
olacaktı. Keşke bilselerdi!

Maide 93: İnanan ve salihatı işlemiş olan kimselere, tatmış olduklarından dolayı bir
sorumluluk yoktur. Yeter ki takvalı davransınlar, inansınlar, salihatı
işlesinler. Sonra takvalı davransınlar, inansınlar ve sonra takvalı davransınlar
ve iyilik yapsınlar. Ve Allah iyilik yapanları sever.

Ankebut 2-3: İnsanlar, sınanmadan/arıtılmadan “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı


sanıyorlar?
Oysa Biz, hiç kuşkusuz, bunlardan öncekileri de sınamıştık/arıtmıştık.
Öyleyse Allah, elbette doğruları bilir ve hiç kuşkusuz yalancıları da bilir.

Hucurat 14-16: Bedevîler / iyi konuşma bilenler; “inandık” dediler. De ki: “Siz inanmadınız,
ama ‘teslim olduk’ deyin; inanç henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve
Elçisi’ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez.”
Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir!
Gerçekten inananlar, Allah’a ve Elçisi’ne inanmış, sonra da kuşku duymamış
ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla gayret göstermiş kimselerdir. İşte
bunlar, doğruların ta kendileridir.
De ki: “Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanları
da, yerde olanları da bilir.” Ve Allah, her şeyi çok iyi bilir!

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle “inandık” demekle kurtulamayacaklardır.


Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır da... Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de
önemi vardır. İslâm’dan başka din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan
Rabbimiz, “Biz iman ettik” diyen bedevîlerin imanlarını bile onların yüzlerine çarpmakta ve “Hayır,
siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi” buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten

21
iman etmiş olsalardı, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere
“eslemna [teslim olduk, Müslüman olduk]” demeleri gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğüt zımnen şu
anlama gelmektedir: “Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yoktur. Kimliğinizi
belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya benzer bir dinden olmayıp
Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek
anlamda mümin denemez.” Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve
davranışları da yerine getirmekten geçmektedir.

Ahzab 36: Ve Allah ve elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mümin erkek ve
mümin kadın için işlerine serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve elçisine isyan
ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

Kur’an’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman


ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’an’a göre uygun değildir. Kur’an
bizden inandığımızı bizzat yaşayarak kanıtlamamızı istemektedir. “Mümin şu işleri yapar” denilirken
aslında o işleri yapanların ancak iman etmiş sayılacakları ifade edilmiş olmaktadır. Ayetlerde
görüldüğü gibi, cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte salih amel işleyenlere; takva sahiplerine,
salihlere, muhsinlere, ebrara vaat edilmektedir.
İnandığı hâlde [mazeretsiz] amel işlemeyen insanların kâfir mi, değil mi olduklarını tartışmak
yerine, bu tür insanların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar “amel
imandan bir cüzdür” önermesi doğru değilse de, kesinlikle bilinmelidir ki, “amel imanın bir gereğidir,
icabıdır, dışa vurumudur.”

Konumuz olan 10. ayetteki “kötülüklerin plânlarını yapanlar” ifadesiyle,


peygamberimiz ve beraberindeki müminlere olduğu kadar bugüne de ciddî mesajlar
verilmektedir. Kötülük plânları yapmakla nitelenenler, ahireti inkâr edebilmek için
temelsiz itirazlar, tutarsız bahaneler üretirler ve insanlara üstünlük kurmak, onlardan
çıkar elde etmek için çeşitli plânlar kurarlar. Hâlbuki plan kurmalarına sebep olan
heva ve arzuları anlamsız, elde etmek istedikleri ise geçici ve aldatıcı şeylerdir.
Böyle oldukları gibi, insana ne güç ne de şeref kazandırırlar. Oysa güç de şeref de
Allah’tandır; O’nun yolunda ve O’na kulluktadır.

Nisa 139: Öyle kişiler ki onlar, müminlerin astlarından küfre sapanları


Yakın Birisi kabul ediyorlar. Onların yanında izzet [onur ve
yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü
Allah’ındır.

Yunus 65: Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle güç / şan ve şeref
bütünüyle Allah’a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir.

Münafikun 8: Derler ki: “Ant olsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve
onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp
çıkaracaktır.” Oysa izzet [güç, onur ve üstünlük] Allah'ın,
O'nun Resulü’nün ve müminlerindir. Ancak münafıklar
bilmiyorlar.

11–14. Ayetler:

Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. Dişi
ancak O’nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur / düşürür]. Kendisine
ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksileni mutlaka bir
kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki, bu, Allah’a çok kolaydır.

22
İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da
tuzludur, yakar, kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir
süs çıkarırsınız. O’nun lütfundan nasip arayasınız ve şükredersiniz diye onda
suyu yara yara giden gemileri de görürsün.
O [Allah], geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneş’i ve
Ay’ı emre amade kılmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte
bu, mülk kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O’nun astlarından yakardığınız
kimseler, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları
çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler,
Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar
olan (Allah) gibi (kimse) haber veremez.

Bu ayet grubunda Yüce Allah’ın kudretine ve insanlara verdiği nimetlere


dikkat çekilmekte ve yeni bir uyarı yapılmaktadır. Bu uyarıda; insanın cansız bir
maddeden yaratıldığı, sonra nutfeden üretildiği, erkek-dişi diye ayrıldığı, herkese
belirli bir ömür verildiği, kişinin yaşadığı ve yaşayacağı sürelerin hesabının
tutulduğu, iki farklı suyun bir birine karıştırtılmadığı, rızk ve ticaret için denizlerin
gemilere uygun yaratıldığı; gece, gündüz ve Güneş’in insanların yararı için hayatın
devamını sağlayacak şekilde düzenlendiği ve insanlara daha birçok nimetlerin
lütfedildiği bildirilmekte ve “İşte tüm bunları yapan sizin Rabbinizdir”
denilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan bir diğer nokta da, evrendeki her şeyin
belli bir plâna göre programlandığıdır. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, acı ve tatlı su
konuları Ya Sin ve Furkan surelerinin tahlilinde; insanın ilk yaratılışının cansız
maddeden oluşu ve nesillerin nutfe ile devam etmesi konusu ise Leyl ve Necm
surelerinin tahlillerinde açıklandığı için tekrar bu konulara değinilmeyecektir.
Yapılan uyarıların sonunda yer alan “O’nun astlarından yakardığınız kimseler,
bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar,
çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak
koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse)
haber veremez” ifadesi, akıl ve vicdan sahiplerine kimden yana olmaları gerektiğini
göstermektedir.
14. ayetteki “kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler” ifadesi,
temsilî anlatımlar kullanılarak başka ayetlerde de açıklanmıştır:

Maide 116: Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi
insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’
dedin?” O [İsa]: “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan
bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam,
Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin,
ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri
bilen yalnız Sensin, Sen!”

Yunus 28, 29: Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o şirk koşanlar için


“Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık
aralarını iyice açtık [açacağız] ve onların ortakları “Siz sadece
bize tapmıyordunuz ki!” dediler [ diyecekler].
Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.
Biz sizin ibadetinizden kesinlikle gafildik [haberimiz yoktur].

23
Ahkaf 5, 6: Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiçbir
cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha
sapık kim olabilir? Onlar [tapılan kimseler], onların
yalvarışlarından habersizler de.
İnsanlar bir araya toplandığı zaman onlar [taptıkları kimseler]
kendilerine düşmandırlar. Ve onların kendilerine tapmalarını
inkâr ederler.

Meryem 81, 82: Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye,
Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler.
Hayır... Hayır... [zannettikleri gibi değil.] Onlar [edindikleri
ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine
dönüp karşı olacaklardır.

15–17. Ayetler:

Ey insanlar! Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve hamde


lâyık olandır.
Eğer O dilerse sizi giderir [yok eder] ve yepyeni bir yaratmayı / yaratılanı
[halkı] getirir. Bu, Allah’a hiç güç de değildir.

Bu ayet gurubunda, Allah’ın kimseye muhtaç olmadığı; muhtaç olanın da, âciz
ve zayıf olanın da bizzat insanlar olduğu bildirilmekte ve bu sebeple de insanların
Allah’a karşı olan sorumluluklarının bilincinde olmaları ve yükümlülüklerini yerine
getirmeleri gerektiği ihtar edilmektedir. Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi asilerin
yok edilip yeni toplulukların getirileceği, bu işin de Allah’a hiç zor olmayacağı
hatırlatılmaktadır.
İçlerinde buna benzer tehditler bulunan başka ayetlerde de vardır:

İbrahim 19, 20: Gökleri ve yeryüzünü gerçekten Allah’ın yarattığını görmedin


mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk / yaratılış getirir.
Bu, Allah’a göre zor değildir.

Nisa 133: Eğer O [Allah] dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını


getirir. Ve Allah, buna güç yetirendir.

Maide 54: Ey iman etmiş olan kimseler! Sizden kim dininden dönerse,
bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, O [Allah],
onları sever, onlar da O’nu [Allah’ı] severler; müminlere karşı
yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah
yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından
korkmazlar. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah,
“Vâsi”dir, çok iyi bilendir.

18. Ayet:

Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir
kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey yüklenilmeyecek -bir
akrabası olsa bile-. Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan

24
ve salâtı ikame edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır.
Dönüş de yalnızca Allah’adır.

Bu ayet, sorumluluğun kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa-


başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir.
Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz
korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki
“müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme
politikalarını bozmuştur.
Bu ayet aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği
yolundaki Hıristiyan inancını da reddetmektedir.
Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen hâlâ bazıları “bir kimsenin bir
başkasının günahını çekmeyeceği” hususunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa
itilmek istenen bu tür insanların direnci hep aynı yolla, “günahın benim boynuma”
sözü ile kırılmaya çalışılmıştır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenler ya cahil
ya da kötü niyetli kimselerdir. Bu söze kanıp direnci kırılanların ise cahil ve
bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Oysa Kur’an’ın açık ifadesine göre, o gün,
akraba bile olsalar, kimse kimsenin yükünü çekmez.
Bu konu, önemine binaen Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir:

En’âm 164: De ki: Allah her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka Rabb mi
arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi
yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra
sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O, ayrılığa
düştüğünüz şeyi size haber verecektir.

Abese 33–37: Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman;
bir gün ki o, kişi kaçar kardeşinden,
annesinden, babasından,
eşinden, oğullarından.
O gün onlardan her kişi için kendisini boş bırakmayacak bir
uğraş vardır.

Bakara 123: Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin
yerine bir şey ödemez, kimseden fidye kabul edilmez. Ve ona
şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar.

İbrahim 31: İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame etsinler, alış-veriş ve
dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini
rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta
bulunsunlar.”

Lokman 33: Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna


hiçbir fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda
sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir.
O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı
şeytan sizi Allah ile aldatmasın.

İsra 15: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de
saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının

25
günah yükünü çekmez. Ve Biz bir Peygamber göndermedikçe,
azap ediciler olmadık.
Zümer 7: Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir
ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için küfre rıza göstermez. Ve
eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiçbir
günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size
haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı
bilendir.

Necm 38: Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını
çekmez.

Ayetteki “Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı
ikame edenleri uyarırsın” ifadesi ile ilgili açıklama Yasin suresinin 11. ayetinin
tahlilinde verildiği için bu konuya girmiyoruz.
Ayetteki “ kim arınırsa …” ifadesi ile arınmanın gereğine ve önemine dikkat
çekilmiştir. Bu hususa daha önce ilk inen surelerden A’la suresinde değinilmişti:

A’la 14: Doğrusu kendini kurtarmıştır: Arınan kimse...

TEZEKKİ [ARINMAK]

“‫ تزكية‬Tezkiye” sözcüğü, “‫ زكى‬zeka” sözcüğünden türemiştir. “ ‫ زكى‬Zeka”,


“temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket” demektir. (Lisanü’l-Arab; c.4,
s.386, 387. zky mad.) Türkçede kullanılan “‫ ذكففى‬zeki, zekâ” sözcükleri ise “‫ذ‬
[peltek ze]” harfi ile yazılır ve anlam itibariyle konumuz olan sözcükten farklıdır.
Buna göre “tezkiye”:
- Sözlük anlamı olarak “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek
ve temize çıkarmak”;
- Kavram olarak ise “nefsini temizlemek; nefsi şirk, günah, nifak
[ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek,
ona itaati ve takvayı [sakınmayı] öğretmek” demektir.
Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan “tezkiye”, takvaya
ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma,
nefsi fücur [iman ve din örtüsünü yırtıp atmak] sayılan şeylerden alıkoymak için
gösterilen gayret demektir. “Zekât” sözcüğü de bu kökten gelmektedir.

19–22. Ayetler:

Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir.
Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.

Bu ayetlerde zıt şeyler kıyaslanmak suretiyle iman, mümin ve cennetin küfür,


kâfir ve cehennemden daha iyi olduğu somut örneklerle anlatılmaktadır. Yapılan
kıyaslamalarda, inanmışlar “gören” olarak, inanmayanlar “kör” olarak, cennet
“gölgelik” olarak, cehennem “çöl sıcağı” olarak, iman “aydınlık” olarak, küfür
“karanlıklar” olarak, mümin “diri” olarak, müşrik “ölü” olarak nitelenmiş ve
bunların kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır.

26
İnananlar ile inanmayanların eşit olmadığı Kur’an’da birçok kez dile
getirilmiştir:

Hud 24: Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir.
Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek
misiniz / öğüt almayacak mısınız?

Bakara 18: [Onlar] Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar


dönmezler.

Bakara 171: Ve şu kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan


başkasını işitmeyerek haykıranın hâline benzer; sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıl da etmezler.

En’âm 39: Ve şu, ayetlerimizi yalanlayan kimseler, karanlıklar içindeki


sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de
dilerse onu doğru yol üzerine kılar.

Enfal 22: Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü


şu aklını kullanmayan sağırlardır, dilsizlerdir.

22. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise
kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin” ifadesiyle Rabbimiz, kâfirlerin imana
gelmeyişlerini peygamberimizin başarısızlığı olarak görmediğini belirtmekte ve
inançsızları mezardaki ölülere benzetmektedir. Kâfirlerin ölü olarak nitelendiği
başka bir ayet daha vardır:

En’âm 122: Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için
kendisine bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda
kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte,
kâfirlere yapmakta oldukları böyle süslü ve çekici
gösterilmiştir.

23, 24. Ayetler:

Sen sadece bir uyarıcısın.


Şüphesiz Biz seni hakk ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik [elçi
yaptık]. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir.

İman-küfür ve mümin-kâfir mukayesesi yapıldıktan sonra bu ayetlerde de


peygamberimiz teselli edilmektedir. Teselli ayetlerinin art arda gelmesi, bu ayetlerin
indiği dönemde peygamberimizin maddî ve manevî pek çok sıkıntı içinde olduğunu
göstermektedir. Peygamberimize zımnen denmektedir ki: “Senin vazifen sadece
tebliğ etmek ve onları gerçeklerden haberdar etmektir. Daha fazlası değil. Şayet bir
kimse, hidayeti kabul etmez ve dalâlet üzerinde bulunmakta ısrar ederse senin böyle
kimseler karşısında bir sorumluluğun yoktur. Sen kör ve sağırlara anlatamazsın.
Daha evvel de böylelerine birçok elçi göndermiştik.”

24. ayetteki “Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir”
ifadesinden, Rabbimizin insanların umursamazlıklarına rağmen rahmeti gereği

27
peygamberler gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu ifade de Kur’an’da birçok kez yer
almıştır:

Ra’d 7: Ve şu inkâr eden kimseler: “Rabbinden ona bir ayet indirilmeli


değil miydi?” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Ve her kavim
için bir yol gösteren vardır.

Hicr 10, 11: Hiç kuşkusuz senden önce ilk milletler arasında da elçi
görevlendirdik.
Onlara hiçbir elçi gelmiyordu ki onu alaya almış olmasınlar.

Nahl 36: Ant olsun ki Biz her ümmete “Allah’a ibadet edin ve putlara
tapmaktan sakının!” diyen bir peygamber gönderdik. Allah, bu
ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık
hakk olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın
yalanlayanların sonu nasıl olmuş?

Şuara 208: Ve Biz sadece içerisinde uyarıcıları olan kenti helâk ettik.

25, 26. ayetler:

Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de


yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı
kitaplarla gelmişlerdi.
Sonra Ben o inkâr etmiş olan kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni inkâr
etmek / benim azabım nasıl oldu?

Yukarıdakiler gibi, bu ayetler de peygamberimizi teselli etmektedir. Ancak bir


taraftan teselli ederken, diğer taraftan da yalanlayıcıları tehdit etmektedir: “Sen
onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyette
bulundular. Senden önce başka elçiler de kendi toplumlarına aynı mesajları
getirmişler ve o zamanki inançsızlar da aralarındaki elçilere bunların sana
yaptıklarını yapmışlardı. Ama senden önceki elçiler bu yalanlamalara sabredip
direndiler.”
Ayette “zübür [sahifeler]” sözcüğü ile “kitap” sözcüğü ayrı ayrı zikredilmiştir.
Buna göre “zübür”, fazla hacmi olmayan kitap olarak düşünülebileceği gibi, sadece
ahlakî öğütleri ihtiva eden vahiyler, ya da ahlakî öğütler ile birlikte hikmet içeren
vahiyler olarak da düşünülebilir.

27, 28. Ayetler:

Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka
başka meyveler/ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı,
kırmızılı çeşitli renklerde [renklerin değişik tonlarında]. Ve kapkara
topraklar / yollar da var.
İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü
renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet
ederler [derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar]. Hiç
şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.

28
11–13. ayetlerde olduğu gibi, yukarıdaki pasajda da tekvinî ayetler gösterilerek
Allah’ın hür iradesine ve sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir.
Rabbimiz, 27. ayette cansız varlıkların; 28. ayette ise insanların ve diğer canlı
varlıkların yaratılış farklılıklarına işaret ederek bütün bu varlıkların üzerinde tecelli
etmiş olan irade ve kudretini dile getirmektedir. Allah gökten yağmuru indimiş,
onunla sulanan toprakta çeşit çeşit, renk renk ve değişik tatlarda meyveler
bitirmiştir. Yeryüzünde değişik renklerde, farklı toprak türleri ve madenler
yaratmıştır. Bitkilerin farklılarını meydana getiren de yine O’dur. Tüm bunları insan
için yaratmıştır. Öyleyse insanoğlu da O’nu bilmeli, tanımalı ve O’na kul olmalıdır.
Burada genel hatlarıyla belirtilmiş olan tekvinî ayetler, ileride, Nahl suresinde
daha ayrıntılı olarak sayılacaktır. Tekvinî ayetlerin daha detaylandırıldığı ve bu
ayetlerin tefsiri mahiyetinde olan bir diğer ayet de Ra’d suresinin 4. ayetidir:

Ra’d 4: Ve yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar


var, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar
vardır. Ve Biz meyvelerin de onların bazısını bazısı üzerine
fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir kavim için
bunda bir takım deliller vardır.

Akledenler için Allah’ın daha iyi tanınmasını sağlayan tekvinî ayetlerin


gösterilmesinden sonra bir başka gerçeğin vurgulanmasına geçilmektedir. Bu gerçek
şöyle ifade edilmektedir: “Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler
[derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar].” Bu ifadeyle
evrendeki mucizeleri [ayetleri] ancak bilgililerin fark edip Allah’a karşı haşyet
duyacakları bildirilmekte ve bilgiyle mücehhez mümin kulların diğer kullardan
üstün olduklarına işaret edilmektedir.

HAŞYET

“ ‫ خشية‬Haşyet” sözcüğünün Türkçeye “basit korku” anlamındaki “ ‫ خوف‬havf”


sözcüğüyle eşanlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu
olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme”
korkusudur. Bu yönüyle kesinlikle basit korkuya benzemez. Nitekim Ra'd suresinin
21. ayetinde her iki sözcük de farklı anlamlarda kullanılmıştır:

Ra'd 21: Onlar, Allah'ın birleştirilmesini buyurduğunu birleştirirler,


Rablerine haşyet ederler ve hesabın kötülüğünden korkarlar.

Haşyet konusunu ayrıntılı olarak A’lâ Suresi’nin tahlilinde açıkladığımız için


bu kadarla yetiniyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:192-194)
Varlıkların yaratılışındaki farklılıklar konusunda ise özetle şunlar söylenebilir:
Yüce Yaratıcı, diğer varlıklardan farklı olarak insanı sorumluluk taşıyacak bir
özellikte, yani irade sahibi bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan ve diğer varlıklar
arasındaki yaratılış farklılıkları, Hakîm ve Azim bir plânlayıcının varlığını
göstermektedir. Evrendeki muhteşem düzenin bir plânlayıcısının olduğunu idrak
edememek ancak akılsızlara özgü bir yetersizliktir.

29, 30. Ayetler:

29
Hiç şüphesiz şu, Allah’ın kitabını okuyan, namazı ikame eden ve kendilerini
rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren kimseler, O [Allah],
mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve lütfundan kendilerine artırsın
diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O,
çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.

Bu ayetlerde müminlerin inançları gereği hangi amelleri sergiledikleri


belirtilmiş, yaptıkları bu amellerin karşılığının Yüce Allah tarafından kendilerine
tastamam, hatta daha da fazla olarak ödeneceği ve ayrıca bağışlanacakları
bildirilmiştir.

Nisa 173: Sonra inanan ve salihatı işleyenlere gelince [Allah] onların


ödüllerini tam verecek ve lütfundan onlara fazlalıklar da
bağışlayacaktır. Kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara
gelince, onlara korkunç bir azapla azap edecektir. Böyleleri,
kendileri Allah’ın astlarından bir Yakın Kimse ve bir yardımcı
bulamazlar.

Nur 37, 38: Öyle kimseler ki, ticaret ve alış veriş, Allah’ı anmaktan, namazı
ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar,
kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar.
Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık
versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye. Ve Allah, dilediği
kişileri hesapsız rızklandırır.

İBADET VE GİZLİLİK

Müminlerin inançlarının gerektirdiği bir amel olan infak, ayette “gizli ve


aşikâr” ifadesi ile nitelenmiş, böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması
teşvik edilmiştir. Buna göre, infak eylemi uygun ortamda gizli, gizli yapılması
mümkün olmayan ortamda da açıktan yapılmalıdır. Daha güzel olanı, infakın gizli
yapılmasıdır.
Ayette “gizli” sözcüğü ile sadaka ve infakın, “aşikâr” sözcüğü ile de zekâtın
kastedilmiş olduğu düşünülebilir. Çünkü zekât farz olduğu için açıktan verilse bile
riya olmaz.
30. ayette müminlerin inanmaları ve salihatı işlemeleri “ticaret” sözcüğüyle
ifade edilmiş ve Allah’a inanarak O’nun yolunda harcama yapan müminlerin
durumu, elindeki sermayesini ticarete yatıran ve ümitle çalışarak ticaretinden kazanç
uman bir tüccarın durumuna benzetilmiştir. Ancak insanlar arasında yapılan ticaret
ile Allah ile kulları arasında yapılacak ticaret arasındaki fark özellikle
vurgulanmıştır. Şöyle ki: İnsanlar arasında yapılan ticari işlemlerde kazanç da, zarar
ve iflâs da mümkün iken, müminin Allah ile yaptığı ticarette zarar asla söz konusu
olmayacaktır. Çünkü müminler Allah yolunda sarf ettikleri malın, vaktin ve
meşakkatin karşılığını Allah katında fazlasıyla bulacaklardır.
“Ticaret” sözcüğü, Kur’an’da bazen olumlu, bazen de olumsuz durumlar için
kullanılmıştır:

Tövbe 111: Şüphesiz Allah, inananlardan canlarını ve mallarını Cennet


karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar;
sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrat, İncil ve

30
Kur’an’daki gerçek bir sözüdür. Ve sözünü, Allah’tan daha çok
tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişle sevinin. Ve işte
bu büyük başarının ta kendisidir.

Saff 10, 11: Ey inanmış olan kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan
kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi?
Allah’a ve O’nun elçisine inanacaksınız; Allah yolunda
canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. -İşte bu, eğer
bilirseniz, sizin için daha iyidir.-

Bakara 16: İşte onlar, hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir
de onların ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu
bulamadılar.

30. ayetin sonundaki “Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir”


ifadesi, Allah’ın, küçük hatalar yapan iyi kullarının bu hatalarını affedeceğini ve
yaptıkları güzel davranışların da değerini arttıracağını anlatmaktadır.

31. Ayet:

Ve Bizim, Kitap’tan sana, kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak


vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki Allah, kullarını hakkıyla
bilen ve hakkıyla görendir.

Bu ayette Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir Hakk olduğu


belirtilerek dikkatler tekrar Kur’an’a çekilmiştir. O, kesinlikle uydurma, yalan,
düzmece bir kitap değildir. Kullarını en iyi bilen ve tanıyan Allah tarafından,
kullarının mizaçlarına göre en uygun yasalarla dolu olarak gönderilmiştir.

32–35. Ayetler:

Sonra Biz Kitap’ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de


onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan, bazıları da
Allah’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük lütfun; Adn
cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle
ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir.
Onlar orada “Hamd, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi lütfundan, kendisinde
bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu
yurda girdiren Allah’a özgüdür. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok
karşılık vericidir” derler.

32. ayette kullardan bir kısmına miras bırakıldığı bildirilen kitap, insanlığa ilk
indirilen Kitap’tır. İlk Kitap’ın İbrahim peygambere indirildiği kabul edilirse,
Kitap’a vâris olanlar da o günden sonra yaşamış olan insanlardır. “Seçtiklerimize”
ifadesinden anlaşıldığına göre, insanlar arasında bu mirasa lâyık olan seçkinler
olduğu gibi, akıllarını kullanmayan ve Kitap’a vâris olma başarısını gösteremeyenler
de vardır.
Kitap’ın miras bırakıldığını bildiren ifade ayrıca şu anlama da gelmektedir:
İnsanlığa ilk gelen kitap ile son kitap arasında fark yoktur. Vahyin temeli birdir.
Nitekim Kur’an’da geçmiş kitaplara atıfta bulunan pek çok ayet vardır. Özellikle

31
Necm suresinin 36–45. ayetlerinde belirtilen hükümlerin İbrahim ve Musa
peygamberlere indirilen kitaplarda da var olduğu çok açık bir ifade ile bildirilmiştir:

Necm 36–45: Ya da haberlenmedi mi Musa’nın sayfalarındakiler ile?


Ve de, o çok vefalı İbrahim’in sayfalarındakiler ile.
Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını
çekmez.
Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur.
Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir.
Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir.
Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir.
Hiç kuşkusuz, güldüren de O’dur, ağlatan da.
Hiç kuşkusuz, öldüren de O’dur, dirilten de.
Hiç kuşkusuz, iki çifti; erkeği ve dişiyi yaratan da O’dur;

32. ayetin bildirdiği bir diğer husus da insanların hepsinin aynı olmadığıdır.
Ayete göre insanların bir kısmı “zalim”ler [kâfirler, müşrikler], bir kısmı
“muktesit”ler [orta yol tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış
hem inanmamış olanlar; münafıklar] ve bir kısmı da “hayırlarda önde giden”lerdir
[iyiler; müminler; müttekiler]. Bu sınıflama içinde yer alan “muktesit”lerden başka
ayetlerde de söz edilmiştir:

Lokman 32: Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini
arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya
çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman ile
küfür arasında bir yol tutar]. Ve ayetlerimizi ancak tam hain ve
tam nankör bile bile inkâr eder.

Maide 66: Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine


Rabblerinden indirileni [Kur’an’ı] ayakta tutsalardı, elbette
üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi
[besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına
inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir.
Onlardan çoğunun yapmakta oldukları da ne kötüdür!

“Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır:

Nisa 150–151: Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir
kısmına inanırız bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve
elçisinin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür
arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar
gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamışızdır.

Dikkat edilirse bu sınıflamada kâfirler “zalim” ve “muktesit” olarak iki grupta


toplanmış, müminler ise “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek grup olarak
gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman
uç noktadır ve sentez kabul etmez.
Buradaki sınıflama ile insanların ahiretteki durumlarına göre sınıflandığı Vakıa
suresindeki sınıflama birbirine karıştırılmamalıdır. Vakıa suresinde sınıflananlar

32
ahiretteki insanlardır. Kâfirler ahirette “solun ashabı” diye nitelenerek tek sınıf
halinde gösterilirken, müminler “önde olanlar” ve “sağın ashabı” diye nitelenerek iki
sınıf halinde gruplanmıştır.
32–35. ayetlerde verilen mesajlar, başka ayetlerde farklı ifadelerle yer almıştır:

Ankebut 45–49: Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı ikame et. Muhakkak
ki namaz fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın anılması
elbette daha büyüktür. Ve Allah yaptığınız [ürettiğiniz] şeyleri
bilir.
Kendilerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel
bir yolla mücadele edin ve “Biz, bize indirilene ve size
indirilene inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz
sadece ona teslim olmuş kimseleriz” deyiniz.
Ve işte böylece Biz, sana Kitap’ı indirdik de kendilerine Kitap
verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan [Ehl-i Kitap
olmayanlardan; Araplardan] da ona inananlar vardır. Ve Bizim
ayetlerimizi ancak inkârcılar bile bile reddeder.
Ve sen bundan önce, bir kitaptan okur değildin. Onu sağ elinle
yazmazdın da. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.
Bilakis o [Kur’an], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer
eden) apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler
bile bile reddederler.

Kehf 29–31: Ve de ki: “O hakk [gerçek], Rabbinizdendir. O nedenle dileyen


iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Şüphesiz Biz zalimler için
duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve
eğer yağmur yağsın isterseler, erimiş maden gibi yüzleri
haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir. Dayanma /
sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!
İman eden ve salihatı işleyenlere gelince, şüphe yok ki Biz öyle
işi güzel yapanların karşılığını zayi etmeyiz.
İşte onlar, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri kendilerinin
olanlardır. Onlar orada koltuklarına yaslanmış olarak altından
bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler
giyecekler. O ne güzel karşılıktır. Ve ne güzel kalma yeri!

Hacc 23: Şüphesiz Allah iman eden ve salihatı işleyenleri, altından


ırmaklar akan cennetlere girdirecek. Onlar orada altından
bilezikler ve inciler ile süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir.

İnsan 22: İşte bu sizin ödülünüz, çabanızın karşılığıdır.

Hakkah 24: Geçmiş günlerde yaptığınız işler sebebiyle afiyetle yiyin, için!

36, 37. Ayetler:

Ve şu inkâr eden kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar


hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, onun [cehennem
ateşinin] birazı da hafifletilmez. İşte Biz her aşırı inkârcıyı böyle
cezalandırırız.

33
Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış
olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” -Sizi, düşünecek olanın
düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde
tadın! Artık zalimler için bir yardımcı da yoktur. -

Bu ayetlerde konu edilen inkârcılar, 32. ayette sözcü edilen “zalim”ler ve


“muktesit”lerdir. Rabbimiz, müminlerin [hayırlarda önde gidenlerin] akıbetlerini
bundan önceki ayetlerde bildirdikten sonra, bu ayetlerde de kâfirlerin akıbetlerini
açıklamakta ve onları kınayarak kalplerine korku salmaktadır. Zalimlerin burada
konu edilen durumları, insanların bu kötü sondan sakınmaları için Kur’an’da birçok
kez yer almıştır:

Ta Ha 74: Gerçek şu ki her kim O’na [Rabbine] suçlu olarak varırsa,


şüphesiz ki ona cehennem vardır. Orada ölmez ve dirilmez.

Zühruf 74–78: Muhakkak ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler.


Kendilerinden azap hiç hafifletilmeyecektir. Onlar kurtulmaktan
da ümitlerini kesmişlerdir. Ve Biz onlara zulmetmedik, fakat
onlar kendileri zalim kimseler idiler.
(Cehennem bekçisine:) “Ey Malik, artık Rabbin bizim işimizi
bitirsin” diye seslenirler. [Malik de] “Siz böyle kalacaksınız”
der. Ant olsun ki Biz gerçeği getirdik, velâkin çoğunuz
hoşlanmadınız.
Ve Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar, kendileri zalim
olanlar idiler.
Onlar seslenirler: “Ey Malik! Rabbin aleyhimizdekini
gerçekleştirsin.” O, “Siz böylece kalacaksınız” der.
Ant olsun ki biz size hakkı getirdik. Velâkin sizin çoğunuz
hakkı çirkin görüyorsunuz.

Nebe 30: Öyleyse tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey
tattırmayacağız.

Mülk 8, 9: Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk


atılsa, onun bekçileri onlara sorar: “Size bir uyarıcı gelmedi
mi?”
Derler ki: “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah
hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’
dedik.”

Nisa 56: Şüphesiz ki şu, ayetlerimizi inkâr etmiş kişileri Biz yakında
ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı tatsınlar diye derilerini
başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, en
iyi yasa koyandır.

38. Ayet:

Kesinlikle Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin


içindekini çok iyi bilendir.

34
Bu ayet özellikle muktesit [ılımlılar] olarak nitelenen münafıklara yöneliktir.
Çünkü “inanmış insan” görüntüsü vermelerine karşılık, kalplerindeki gerçek
inançlarını bildiği için Yüce Allah’ın onlara kalplerinde gizledikleri inançlarına göre
muamele yapacağı mesajı verilmektedir. Aslında bu ikiyüzlüler ve müşrikler,
öldükten sonra tekrar dünyaya döndürülseler bile yine münafıklıklarına ve şirklerine
devam edecek yapıdadırlar. Onların bu özellikleri başka ayetlerde de belirtilmiştir:

En’âm 28: Hayır, işin aslı daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı.
Geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeye mutlaka dönerlerdi.
Evet, onlar gerçekten yalancıdırlar.

39. Ayet:

O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim kâfir olursa, kâfirliği kendi
zararınadır. Ve kâfirlerin küfürleri, Rabblerinin katında kendilerine sadece
buğzu artırır. Ve kâfirlerin küfürleri kendilerine sadece zararı artırır.

Bu ayette Rabbimiz, 16, 17. ayetlerdeki “dilerse” ifadesine atıfta bulunarak


âdeta “Yeryüzünde sizden evvel başkaları vardı, onları yok ettik, onların yerine sizi
getirdik. Aklınızı başınıza alın, kâfirliğin zararı kendinizedir. Sürekli Rabbinizin
buğzunu artırıyorsunuz. Aklınızı başınıza alıp kendinizi zarardan kurtarın. Geçmiş
kavimlerin kendilerinden daha önceki kavimlerden ders almadıkları gibi, sizler de
aynı tavrı sürdürür ve küfürde ısrar ederek sizden önceki kavimlerin akıbetinden
ders almazsanız, sizlerin sonu da bir felâket olur ve bu yaptıklarınızın karşılığını
görürsünüz” buyurmaktadır.
Ayetteki “halifeler” sözcüğü “arkadan gelenler” demektir. Bu sözcükle
muhataplara kendilerinin daha evvel yaşamış toplumlardan, medeniyetlerden sonra
getirildiği ve kendilerinden sonra da başkalarının getirileceği mesajı verilmektedir.
“Halife” konusu, Sad suresinin sonunda bulunan “Halife” başlıklı yazımızda
ayrıntılı olarak tahlil edilmiştir. (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:459-464)

40. Ayet:

De ki: “Allah’ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri


gördünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Ya da onlar
için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de
onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Bilakis o zalimler, birbirlerine
aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.

Bu ayette peygamberimiz aracılığıyla müşrikler tefekküre davet edilmekte ve


taptıkları şeylerin yeryüzünde herhangi bir varlık yaratmadıkları, göklerde bir
ortaklıklarının olmadığı ve Allah’ın ortağı olduklarına dair Allah’tan bir belgelerinin
bulunmadığı hatırlatılarak akıllarını başlarına almaları, birbirlerini aldatıp
durmamaları ihtar edilmektedir. Gerek ilâhlık taslayanların veya ilâh olduklarına
inanılan putların ilâhlığına, gerekse bu sözde ilâhların olağanüstü güçleri olduğuna
ve ahirette insanlara yardım edeceklerine dair aklî ve naklî herhangi bir dayanağın
bulunmadığı belirtilerek akıl sahipleri uyarılmaktadır.
Ayetin sonunda yer alan zalimlerin birbirlerini aldattıkları yolundaki ifade,
günümüzü de içine alacak şekilde tüm zamanları kapsayan bir ifadedir. Çünkü çok

35
eski tarihlerden beri, bazı hazretler, azizler ve onların yardımcıları, halkı kandırmak
için “Filân şeyhin, filân zatın eteklerine yapıştığınız takdirde onlar tüm işlerinizi
düzene sokarlar ve ahirette sizleri Allah’ın azabından kurtarırlar” şeklinde yalan
hikâyeler uydurmuşlar ve bu yalanlara inanan akılsızları kandırmaya günümüze
kadar devam etmişlerdir.
Rabbimizin bu konudaki ayrıntılı bir uyarısı da Kalem suresinde yer almıştır:

Kalem 36–41: Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz?


Yoksa içinde ders aldığınız şeyler olan size ait bir kitap mı var:
“Siz bu âlemde neyi seçerseniz / beğenirseniz o mutlaka sizin
olacak.”
Yoksa size karşı kıyamet gününe kadar sürecek üzerimizde
yeminler / taahhütler mi var: “Siz her ne hüküm verirseniz
mutlaka öyle olacak” diye.
Sor bakalım onlara, içlerinden böyle bir şeye hangisi kefildir /
bunu kim garanti etmektedir?
Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler,
eğer doğrulardan iseler.

41. Ayet:

Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yok oluvermekten, Allah tutuyor. Ant olsun
ki eğer onlar [gökler ve yeryüzü] yok oluverirlerse, onları O’ndan sonra kimse
tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.

Bir önceki ayette müşriklerin ilâhlarının durumu anlatılarak müşrikler


tefekküre davet edilmişti. Şimdi de Rabbimizin sonsuz gücü, kuvveti, insanlara karşı
yumuşak, sabırlı davranışı ve bağışlayıcılığı dile getirilmiş, böylece aklını
kullananların hangi ilâhı tercih etmeleri gerektiği konusunda insanlara yol
gösterilmiştir.
Yüce Allah, burada, içinde bulunulan muazzam evrenin kendi koyduğu
kanunlar ile ayakta durduğunu ve bu sistemi kendisinden başka kimsenin [bir
meleğin, cinnin, peygamberin, sözde veliy ya da kutbun, yani kendi hayatlarının
idamesi için her saniye Allah’a muhtaç olanların] ayakta tutmaya gücü olmadığını
ifade etmektedir.
Rabbimiz göklerdeki ve yeryüzündeki mükemmel düzeni evren üzerindeki
mutlak egemenliğine sürekli delil olarak göstermiştir:

Hacc 65: Sen, Allah’ın yeryüzündekileri size boyun eğdirdiğini ve


kendisinin emriyle denizlerde akıp giden gemileri görmedin mi?
Göğü de kendi izni olmaksızın yere düşmekten O tutuyor.
Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

Rum 25: Göğün ve yeryüzünün kendi emriyle durması da O’nun


ayetlerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla
çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz.

Ayetin sonundaki “Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır”


ifadesi, Allah’ın, bunca küstahlığa rağmen insanoğluna fırsat tanıyacağını ve hemen
cezalandırmayacağını bildirmektedir.

36
42, 43. Ayetler:

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir
peygamber gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda
olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu,
yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece
nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır.
O hâlde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen
Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla
bir başkalaşma da bulamazsın.

Bu ayetlerde müşriklerin genel karakterleri anlatılmaktadır. Rabbimizin


bildirdiğine göre; kendilerine bir uyarıcının gelmesi hâlinde diğer toplumlardan daha
doğru olacaklarına dair var güçleriyle yemin eden müşrikler, uyarıcı geldiği zaman
verdikleri sözü tutmak bir yana, sapıklıklarını ve düşmanlıklarını arttırmaktan başka
bir şey yapmamakta ve ortaya koydukları kötülükler tarafından kuşatılarak en
sonunda kendi kazdıkları kuyuya düşmektedirler.
Müşriklerin bu kötü karakterleri başka ayetlerde de belirtilmiştir:

En’âm 155–157: Ve bu [Kur’an], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa


[Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi; biz ise, onların
okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini
anlayamıyorduk]” veya “Eğer bize kitap indirilseydi, biz
onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye
Bizim indirdiğimiz kitaptır, bereketlidir. Onun için ona uyun ve
takvalı davranın. Belki rahmet olunursunuz. İşte size de
Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse
Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha
zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

Saffat 167–169: Ve onlar diyorlardı ki: “Eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt /
kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları olurduk.”

44. Ayet:

Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu


nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler.
Göklerde ve yeryüzünde Allah’ı aciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O,
en iyi bilendir, en güçlü olandır.

Müşriklere yönelik uyarı ve tehdit içeren bu ayette, güçlü nice kavmin


geçmişte helâk edildiği, yeryüzünde Allah’ı aciz bırakabilecek hiç bir şeyin olmadığı
ve hak edenlere gereken cezanın verildiği ifade edilmektedir. Müşrikler, söz konusu
bu cezalandırmalardan eski tarihî kalıntıları görmek suretiyle bizzat haberdar
olmuşlardır. Verilmek istenen mesaj, bildikleri bu olayları düşünerek müşriklerin
tarihten ders almalarını sağlamaktır.
Geçmiş toplumların akıbetlerinden ders alınması lâzım geldiğini vurgulayan
Kur’an’da birçok ayet vardır:

37
Rum 9: Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin
akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar,
kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst
etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar
etmişlerdi. Peygamberleri de onlara nice açık delilleri
getirmişlerdi. O hâlde Allah onlara zulmedecek değildi fakat
onlar kendilerine zulmetmekteydiler.

Mümin 82: Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl


olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok,
hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı
bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler,
kendilerine fayda vermedi.

Furkan 40: Ve ant olsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan
beldeye gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar
öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar.

Ankebut 38: Ad ve Semud’u da (helâk ettik). (Bu,) onların meskenlerinden


[yurtlarından] size besbelli olmuştur. Şeytan onlara kendi
işlerini süsledi de onları doğru yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar
görüp anlayan kimselerdi.

Bu konuda ayrıca Âl-i Imran/137, En’âm/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36, Hacc/46,


Neml/69, Ankebut/20, Rum/42, Mümin/21 ve Muhammed/10’a da bakılabilir.

45. Ayet:

Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp


cezalandıracak olsaydı, onun sırtında [yeryüzünde] hiçbir dabbehi [canlıyı]
bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir.
Sonunda ecelleri geldiği zaman da artık şüphesiz Allah kendi kullarını en iyi
görendir.

Bu ayette Rabbimiz kendi rahmetine yönelik bir ilkesini bildirmekte ve bu ilke


doğrultusunda insanların korkmadan, çekinmeden kendisine yönelmelerini
istemektedir. Ayetin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Allah insanları her
yaptıkları kötü davranış sebebiyle cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde insan ve canlı
diye bir şey bırakmazdı. Oysa Allah, Halim ve kullarının hatalarını bağışlayandır;
onlara tövbe etme fırsatı verir ve onları hemen cezalandırmaz. Ancak bu, O’nun
ihmali veya gafleti anlamına gelmez. O, kullarını sürekli görür, gözetler ve zamanı
gelince de herkese yaptığının karşılığını verir.”

Bize göre burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da ölümün bir ceza
olmadığıdır. Çünkü canlıların ölümü Allah’ın önceden belirlediği bir ecelde
olmaktadır. Ancak ölüm, ölen canlıdan istifade eden canlılar için bir
cezalandırmadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

38

You might also like