You are on page 1of 7

KÂLÛ BELÂ (BEZM-İ ELEST)

Hiç kuşkusuz inanıyor ve biliyoruz ki Kur’ân, Mübin ve mufassaldır. Böyle olmasına rağmen
Kur’ânda geçen bazı ifadeler, cümleler sanki anlaşılmamış ve anlaşılamazmış gibi, bunlara
açıklamak için tutarsız rivâyetler ve yorumlar yapılmıştır. Bu nedenle de müslümanlar
arasında, Dinimizle alakasız binlerce acaip kavram ve inanış ortaya çıkarılmıştır. Konumuz
olan Kâlû Belâ (Elest Bezmi) konusu da bunlardan birisidir. Kâlû belâ, Bezm-i Elest adlarıyla
özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı da oluşturulmuştur.

A’raf suresinin 172-174. âyetleri dirâyetle açıklanmamış, açık olmayan, gaybi manalar içeren
bir âyet muamelesi görmüştür. İş böyle olunca da bu âyeti anlamak ve anlatmak
uydurmacılara kalmıştır. Şimdi bu ayetlere dirâyetsizce yapılan meali görelim. Bu meal
piyasada bulabildiğiniz meallerin ekserisine aittir.

A’raf/ 172-174:

“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu almış ve kendilerini nefislerine şahit


tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna
şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz,
bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.
İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.”

Bu meallerden siz de bir şey anlamadınız. Arapça biliyor iseniz siz de böyle meallendirirseniz
siz de bir şey anlamazsınız, anlayamazsınız. Anlayabilmek için rivâyetçilerin eteğinden
tutmanız gerekir. Onlar size “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu” diye açıklamalar yapar,
yalan yanlış hepsini de Rasülüllah’a fatura eder. Siz de paşa paşa kabul edersiniz.

İbn-ü Kesir tefsirinde bu konuya ait on tane rivâyete yer verirken, Suyutî ed-Dürrü-l
Mensur’da elli kadar rivâyete yer verir. Bunlar birbirinden farklı meseleler içeren
rivâyetlerdir. Bunlara bakıp, akıllı düşünürseniz, “Peygamber efendimiz ne tutarsız adammış,
bir dediği diğerini tutmuyor!” demek zorunda kalırsınız. Biz Rasülüllah efendimizi böyle bir
kusurdan tenzih ederiz.

Rivâyetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan ikisini burada alalım.


Rivâyet 1:

“Müslim İbnü yesar el Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA.dan, “Rabbin Âdemoğullarından;
bellerinden zürriyetlerini …(A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı
verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah, Âdem’i yarattı
sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar
cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir
nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin
amalini işleyecekler” dedi.

Cemaattan bir adam: “Ey Allahınrasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel
ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak
yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür
ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da
cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür,
Allah da onu cehenneme koyar.” (Muvatta, Kader 2, Tirmizi, Tefsir, A’raf, Ebu Davut,
sünnet.)

Rivâyet 2:

“Ebu Hüreyre anlatıyor: “Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelal Hazretleri Âdem’i
yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı
insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e
arzetti. Âdem:

“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.

“-Dâvûd!” deyince.

“-Pekala ne kadar ömür verdin?” diye sordu.

“-Altmış yıl!” dedi.

Âdem:

“-Ey Rabbim, ona benim emrimden kırk yıl ilave et!” dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği
geldi. Âdem ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:
“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu.
Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.”"  (Tirmizi; Tefsir, A’raf)

Şimdi bu meal ve rivâyetlere dayanılarak oluşmuş inancı özetleyelim:

“Allah-ü Teala henüz vucutları yaratmazdan evvel bir yerlerde ruhları karşısına toplamış.
Onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş. Onlar da “Belâ. Hiç şüphesiz sen
bizim Rabbimizsin” diye ikrarda bulunmuşlar. İşte o zaman ruhlar müslüman olmuşlar.
……..”

Rivâyetlerde bu sözleşmenin nerede, ne zaman ve nasıl olduğu konusunda da çıkmaza


girilmiştir. Bazı rivâyetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde (Arafat’tan Mina’ya kadar
olan vadi) yapıldığı bazı rivâyetlerde de Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer alır.
Zamanıyla ilgili ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür.
1- Allah’ın insanlardan aldığı ahid insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş,
bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkarılmış, onlara ruh ve akıl
verilerek ilahi hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişler. Bu, gerçekten
olmuştur, mecazi ve temsili bir anlatım değildir.
2- İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki
zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazi
anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

Aklen ve naklen tahlil:

İkinci rivâyeti tekrar okuyunuz. İtiraza karşı Rasülüllah efendimizin sözde yaptığı açıklamayı
anlamaya çalışınız. Bu düpedüz Cebriye’ciliktir. Açıklama, açıklama olmamıştır.
Konumuz âyette “benîâdem” Âdemoğulları (insanlar), ve “zürriyetehüm” Âdemoğullarının
zürriyetleri/soyları, “min zuhurihim” Âdemoğullarının sırttları/belleri/sulbleri” diye insan
soyundan çoğul olarak bahsedilir. Âyette kesinlikle Âdem’den bahsedilmez. Yukarıda
gördüğünüz gibi rivâyetler hep Âdem odaklıdır.

Herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olması gerekir. Orada zerrelerden
bahsedilir. Bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılır. Söz konusu sözleşmeyi bilen hatırlayan
da yok. Böyle bir sözleşmeden kimse de sorumlu tutulamaz.
Âyette bahsedilen “ataların şirki bahanesi” Âdem’e fatura edilemez. Âdem müşrik değildi.
Gerçi A’raf suresinin 189. âyetini açıklamada Âdeme şirk de isnat edilir. Şeytana kulluk
yaptırırlar. Âdem çocuğuna “Abdülharis/ şeytanın kulu” adını verdiğini ileri sürerler.(!) (Razi,
İbn-i Kesir)

Rivâyetler dikkate alınırsa insan, mîsak vaktinde, dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuş
olur. Bu kez de, mîsaktan sonra, dünyada, kabirde olmak üzere ölmesi gerekir bu da Kur’ân’a
(Mü’min suresi âyet 11, ve Bakara suresi ayet 28) ve gerçeğe terstir. Söz konusu ayetlerde,
insanın doğmazdan evvel ölü olduğu, canlanıp dünyaya geldiği, sonra öldüğü ve sonra da
dirilip haşrolduğu bildirilir.

Rivâyetleri tahlil ederken daha onlarca ta’n noktası sıralayabiliriz. Konuyu iyi ya da kötü
yönüyle araştırmak isteyenler İbn-i Kesir’den ya da Elmalı Tefsirinden okuyabilirler.
Görüyorsunuz ki bir delinin kuyuya attığı taşı bin değil milyonlarca akıllı çıkaramıyor. Kimse
bir türlü mızrağı çuvala sokamıyor.

Âyetin özüne dönelim biz. Atmışlar işte, yalan uydurmuşlar. Utanmadan da tutarsız
yalanlarını Rasülüllah’a fatura etmişler.

Sorarlar:
-Ne zamandan beri müslümansın?

Cevap:

-Kalû belâ’dan beri.

Bir başka komik cevap:

- Sünnet olduğumdan beri.


Konumuzun özü:

Biz âyeti celileye verilmesi gereken gerçek meali verelim:

172,173. âyetler: (İki âyet tek bir cümle olduğundan; (ikinci âyet birinci âyetin/cümlenin
öğeleri durumunda olduğundan) bir bütün halinde meallendirdik.)

Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut
172,173

“Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin
işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye,
Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”
174
Ve işte Biz, düşünsünler diye âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Anlatım düzeni:

Surede 94-102 âyetler kendisinden önceki kıssa dizisinin yorumu olduğu gibi konumuz olan
172-174. âyetler de kendinden evvelki kıssa dizisinin; pasajın bağlama bölümüdür. İyi tetkik
edilmelidir.

Konumuz olan âyetlerin meal ve tefsirlerinin ekserisi hatalıdır. Rivâyetlerin etkisiyle gerçek
anlamdan uzaklaşıldığı gibi lafzi ifadelere de bir çok eklemeler yapılmıştır. O nedenle acizane
âyetleri sözcük sözcük tahlil edip Allah’ın izniyle gerçek anlamı gözler önüne sereceğiz.
İsteyenler de piyasadaki tefsir ve mealler ile mukayese edebilirler. İlmi dirâyeti olanlar da
kontrol edebilirler.

Hâlbuki senin Rabbin,

Metinlerde “iz” edatı genellikle “vaktiyle, bir zamanlar” diye tercüme edilir. Halbuki “iz”
edatı, ânî ve beklenmedik bir şeyin vukuunu, ya da söylemdeki ani bir dönüşü/değişikliği
ifade etmek için kullanılır. Bazı tefsircilerde birçok yerde “iz” edatının anlamca zait
olduğunu, kelamı süslemek için kullanıldığını söylerler. Ve tefsir ve meallerin çoğunda da
manaca ihmal edilir. Konu herhangi bir pasaja başlangıç olur. Burada ise âyet, “ve” ile
başladığından bu âyetin kendisinden evvelki âyetlerle bağlantılı olduğu anlaşılır. Hal böyle
olunca da “halbuki senin Rabbin…..” demek gerekmektedir.

Konumuz olan üç âyet kendilerinden evvelki pasajın (163-174. âyetler) bitim noktasıdır.
Pasajın bağlanma paragrafını oluşturmaktadır. Bu pasajda özetle, “Rabbimizin insanları bazı
şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumlu, duyarlı bir kısmının da vurdum duymaz
olup görevlerini yapmayacağını, sorumsuzların cezalanacağını, sorumlu olanların
yaptıklarının karşılıklarını alacakları, bu durumun kıyamete kadar süreceği bildirilip,
kafirlerin, yaptıklarını bilerek ve seçerek yaptıklarını, kesinlikle gafletten ve bilgisizlikten,
bilinçsizlikten kaynaklanmadığını ve bunu onların, herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf
edecekleri (kendi aleyhlerine tanıklık edecekleri” bildirilmektedir.
kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk
koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz/kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle
bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz diye
Rabbimiz, her kuşağa, her nesile Rabblik görevini niçin yaptığının gerekçesini bildiriyor.
Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır

Kıyamete kadar, insan soyundan oluşan her nesil, her kuşak,

Âyetin orjinalinde fiiller, “ehaze, aldı, eşhede/tanık etti, kâlû/dediler, şehidna/tanık olduk”
diye fiili mazi/geçmiş zaman kipiyle ifade edilir. Ne var ki insanların yeryüzüne gelişi,
Âdemden kıyamete kadar nesilden nesile devam edecektir. Ve bu süreçte Cenab-u Hakk
insanoğlunun Rabbidir. Onlara gerekli yetileri vermiş, onların Hakk’ı bulmaları için kitap
indirmiş ve peygamber yollamıştır. Onların yetileri ve kitaptan ve peygamberden
yararlanmaları süreklidir, tekerrür etmektedir. Ve son insan nesline kadar da devam edecektir.
Bu geçmişte herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş değildir. Öyleyse âyetteki fiilimazi
kipleri, fiili muzari( şimdiki zaman-geniş zaman) şekliyle meallendirmek gerekir. Fiili mazi
oluşu, Allah için zamanın olmayışı ve işin vukunun gerçekliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki meal ve tefsirlerde bu bölüm de yanlış olarak ifade edilmektedir.(Kendilerine şahit


tuttu) gibi. Halbuki tanıklık lehte de olur aleyhte de olur. Buradaki ifade (ala enfüsihim/kendi
aleyhlerine) aleyhte tanıklıktır. Bu kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır. Ve bu olayın nihai
açıklaması olan En’âm 130. âyete iyi dikkat etmelidir.  (Aşağıda mealen sunduk.)

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Konuyu anlayabilmek bu soru cümlesinin mânâsını ve pasaj içerisindeki yerini bilmeye


bağlıdır. Piyasadaki tefsirler ve mealler âyette olmayan “dedi, demişti” gibi eklemeler
yapmaktadır. Âyette öyle bir ifade yoktur.

Bu soru cümlesi âyetin ön bölümünün tefsiridir. Yani “elestü bi rabbiküm, Kâlû, belâ.
Şehidna/ Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Derler ki: Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz.”
cümlesi, “Ve eşhedehüm alâ enfüsihim/ve onları kendi aleyhlerine tanık eder.” cümlesinin
bedelidir, onu açıklar, tefsir eder. Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini
açıklamaktadır.

Gelelim anlamına:

Soru cümlesi olması:

Cenab-u Hakk onların Rabbi olmasına rağmen, onların cevabını bilmesine rağmen burada
soru cümlesi kullanmış. Soru cümlesi olması Belâğat gereği ve diyalog yapılan pasajların
levazımındandır. Belâğat ilminde açıklanır ki, soru cümleleri daima bir şeyi sorup öğrenmek
ve anlamak için kullanılmaz. Çok kere bir şeyi inkar veya takrir için veya muhataba iltifat ve
minnet için veya muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Rabb sözcüğünün anlamı:

Rabb, “Terbiye edip eğiten. Yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak, bir takım
hedeflere götüren. Tekamülü programlayıp yöneten” demektir. Ama bu gün toplumda ilah,
yaratan anlamında kullanılıyor. Mesela bu âyet, “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil
miyim?” gibi anlaşılıyor. Bu anlayış yanlıştır.Yanlış anlamalara ve yanlış kavram ve
inançların oluşmasına neden olmaktadır. Soru cümlesinin gerçek anlamı, ” Ben, sizi terbiye
eden, sizi bir hedef için hazırlayan; size akıl fikir veren, size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme,
hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren, ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren
değil miyim?” demektir.

Derler ki:

“Elbette Rabbimizsin,

Arap dilinde “neam” ve “belâ” sözcükleri tasdik edatıdırlar. Her ikisi de “Evet” manasını
ifade ederler. Fakat kullanımları farklıdır. “Neam” edatı, olumlu, olumsuz her söyleneni
tasdik ve takrir eder. Mesela: “Ali geldi mi?” sorusuna karşı “neam” denilse, “evet, ali geldi.”
demek olur. “Ali gelmedi mi?” sorusuna karşı “neam” denilse, “evet, Ali gelmedi.” demek
olur. “Belâ” edatı ise böyle değildir. Bu sadece nefye cevap (olumsuz soruya cevap) olarak
kullanılır ve menfinin sübutunu (olumsuzun sabit olduğunu) ifade eder. “Ali gelmedi mi?”
diye sorulan soruya “belâ” diye cevap verilince “evet, Ali geldi.” denilmiş olur.

Konumuz âyette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “belâ” diye cevap
verilmiştir. Anlamı “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” demektir.

İnsanlar kesinlikle inkara yönelemezler. Evet sen bizim rabbimizsin: Sen, bizi terbiye ettin,
bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç
ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz……….” derler.

tanıklık ediyoruz.”

Âyetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda yanlış olarak açıklanır.”Senin Rabbimiz olduğuna


tanığız” diye sunulur. Bu yanlıştır. Âyette neye (mef’ul-u bih) şahid oldukları beyan edilmez.
Açıkça beyan edilse edebi kurallara uymazdı. Âyetin sibakının delaletiyle “şehidna” fiilinin
mef’ulu, mukadder, mahzuf “ala enfüsina”dır. Yani “Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz”
demektir. Arapça bilenler lafzi ifadelere iyi dikkat etsinler. Gerçeği birebir görsünler.

 Şu âyetler de bu âyetin tefsiri mahiyetindedir:

En’am/  130, 131:


130
Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze
kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi
aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle
kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik
ettiler.

İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan
131

biri olmayışıdır.

Bu hususta A’raf/ 37 ve Nahl / 89. âyete de bakabilirsiniz.

Âyeti kerimeleri doğru anlarsak ne garip rivâyetlerin arkasına düşeriz ne de kimin nesi
olduğunu bilmediğimiz adamların bize empoze ettikleri inançların arkasına.

Dua edelim: Rabbimiz! İlmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı artır.

You might also like