You are on page 1of 64

MAARİF MEKTEPLERİ 59

© Maarif Mektepleri Eğitim Basın Yayın Danışmanlık


Org. Araş. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti.
Maarif Mektepleri Yayınları, Ankara

Siyaset Bilimi - Siyasal Düşünceler


Hanifus -Fıkhın Hanif Temelleri-
Yazar: Ahmet Bayraktar

Yayın Yönetmeni: Raşit Akyüz


Editör: Kadir Pektezel
Redaksiyon: İbrahim Sertkaya
Tasarım ve Uygulama: GRİFFİN [0312 419 1619]
Kapak Tasarım: GRİFFİN

Birinci Baskı: Şubat 2021


Baskı: Tarcan Matbaa
Sertifika No: 47663
Adres:
İvedik Cad. No: 417 Yenimahalle/ANKARA

ISBN: Sertifika No: 44141

Adres:
Kızılay Mah. Gmk Bul. Fevzi Çakmak 2 Sok.
No: 37/1 Çankaya /Ankara
0312 419 16 19

www.maarifmektepleri.com.tr
info@maarifmektepleri.com.tr
maarifmektepleri@gmail.com
facebook.com/maarifmektepleri
instagram.com/maarifmektepleri
Sinema Fıkhı-1
Sinema sanatı ve Fıkıh bilimi

AHMET BAYRAKTAR
Tanıtım yazısı
Türk sinemasını büyüten, halka sevdiren
Hocam, abim ve dostum
Osman Sınav a
İÇİNDEKİLER
Ön söz 9

ÖN SÖZ

Ahkam, anlatılara ihtiyaç duyar. Bir ahkam belki yüzlerce


anlatıdan sonra tebellür ve tezahür eder. Allah birdir , namaz
farzdır hükümlerinin sürdürülebilmesi için bu ahkama her
gün yüzlerce kişinin bilinci tarafından üretilen soruları cevap-
lamak zorundayız.
O yüzden fıkıh ahkamla bir ilgileniyorsa anlatıyla yüz il-
gilenmek, ahkamı bir anlatıyorsa anlatıyı yüz defa deşmek
zorundadır. Fakihler çoğunlukla ahkam koyar. Koyulmuş
ahkamı savunmak ve anlatmak ister. Bu eylemlerin bir kıs-
mı kelamda, tasavvufta icra edilir. Bugüne dek böyleydi ama
bundan sonra bu iş başka hiçbir alanın darlığına kısırlığına
bırakılamaz.
Sinema Fıkhı serisini bana yazdıran temel sebep buydu. Beş
ekim iki bin yirmi bir (05.10.2021) Salı günü bir hastane oda-
sında burnumda oksijen hortumuyla bu don kişotluğa teşeb-
büs için böyle bir ortam olması gerekiyordu belki de. (O gün-
lerde ağır covid geçiriyordum ve hastanede on beş eylülden
bu yana yazmamamın verdiği acıyla parmaklarım kaşınıyor,
beynim kıvranıyordu. Bu kitaba başladım ama fıkıh felsefesini
bitirmek nasip oldu)
Bu bir delilik biliyorum. Benden önce hiçbir fıkıhçı buna
teşebbüs etmedi. Benim bu deliliği kendimi reva görmemin
ardında bir sempozyuma yetiştirmem gereken tebliğ yatıyor.
Lucifer’de fıkıh öğeleri başlıklı bu tebliğ bir sezonun anali-
ziydi. (O zamanlar bu kitabı sadece bu kitap olarak kurgu-
lamıştım, bugün -27 Mayıs- altı kitap yazılması gerektiğini
düşünüyorum.)
Netflix ya da başka platformlarda yayınlanan bu filmleri fa-
kih gözüyle irdelemek zorundayım. Çünkü bugün toplumun
ve bireylerin algısını, kültürünü yöneten, yönlendiren sine-
10 SİNEMA FIKHI-1

ma. Dün yalnız sözle ve sanatla yapılanlar bugün sözel zemi-


nin hazırladığı duyusal/görsel sanatlarla yapılıyor.
Lucifer celestial beings denen göksel varlıkları değerlendir-
mesi açısından fıkhı doğrudan ilgilendiriyor. Yüzüklerin efen-
disi güç, iktidar, insan, ruh, kötülük gibi temel problemleri
sağlam bir kurguyla irdelediği ve milyonlarca izleyiciye ulaştı-
ğı için çalışmamızın temel öğelerinden bir tanesi. Shawshank
redemption dinin insan tarafından manipülasyonunu göste-
riyor. Gladiator akıl, iktidar, erdem duygularını bağlamında
inceliyor. Akıl oyunları, dinin temeli olan aklın aslında o ka-
dar da sağlam bir zeminde olamayabileceğini, bazı insanların
aklın ve dinin sınırlarını nasıl kolayca aşabileceğini gösteriyor.
Toplumun tüketimine açık, bir kereden fazla izlenmeyecek
bazı marvel yapımlarına arada değinme ihtimalim var fakat
derin incelemeye gerek duymuyorum. Bununla birlikte bu
yapımlarda zihin ve kalbi bükmeye yönelik bazı replik ve gör-
selleri incelemekte beis görmüyorum.
Yetişkin zihnini büken filmler gibi küçüklerin zihnini yön-
lendiren bazı animasyonları da burada inceleyeceğimizi be-
lirtmek isterim. Bugün her ne kadar küçük zihinler olsalar da
yarın dini anlamak ya da anlamamak isteyecek zihinler onlar
olacak. Bu nedenle hem küçük hem yetişkin izleyiciye hitap
eden animasyonlara da ayrıca yer verip irdeleyececğiz. Soul,
koko, how to train your dragon gibi yapımları bu manada ilk
bakışta zikredebiliriz.
Tarkovsky, bergman gibi kült yönetmenlerin filmlerini bu
eserde incelemeyeceğiz. Çünkü bu tür filmler kitlenin algı ve
inancını yönlendirebilecek izlenme sayısına ulaşmamıştır. Bu
eser de sanat tarihine odaklanmadığı için bu tür eserleri ince-
lemeyi alan içi görmemektedir.
Ebu Hanife’nin, “kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi”
olarak tanımladığı fıkıh, bugün “fakihin topluma karşı hak
ve sorumluluklarını yerine getirmesi” olarak yeniden tanım-
lanabilir. Gittikçe giriftleşen toplumsal ilişkilerde ve dinden
ve maneviyattan soyutlaşan hayatta fıkhın vazife edinebilmesi
için, toplumun kaçış noktalarına sanat ve tebessüm getirme-
Ön söz 11

lidir. Fıkhın tebessümü fakihin toplumuyla uyumu, sanatı ise


söyleneceklerin usul, üslup ve edeple söylenmesidir.
Dijital topluma geçerken beş bin küsur senedir etkinliğini
sürdüren sözün keyfiyetini değiştirdiği ve daha da değiştire-
ceği için fıkhın öleceğini iddia etmek fakihlerin ben küstüm
oynamıyorum tarzı bir çocuksu bir cehalet göstermesidir.
İslam varsa fıkıh olacaktır. Nerede, ne zaman, nasıl? Bu so-
ruların cevaplarından birini bu kitap oluşturuyor. İzlediğim
dizinin, filmin fıkıh tarafı mı varmış sorusunu yüz kişiye sor-
durabildiğimde maksadımın bir kısmı diğeri ise “Sinemadan
fıkıh mı çıkar?” sorusunu genç fıkıhçıların zihin ve kalplerine
yerleştirebildiğimde amacım gerçekleşecek.
2016’da E-ticaret üzerine doktora yapmaya karar verdiğim-
de tek başınaydım. Daha önce bu konuda çalışma yapan ol-
mamıştı. Bugün sinema fıkhı çalışırken de kimseden örnek
alamıyorum. Fakat sevinerek ifade etmeliyim ki artık medya
ve din üzerine genç neslin ilgisi var ve bazı kurumlar, üniver-
siteler buna imkan, zemin hazırlıyor.
Çalışmamın bu konudaki literatürün oluşmasına ve geliş-
mesine vesile olmasını temenni ediyorum.

Ahmet Bayraktar
Haziran 2022
Ankara
12 SİNEMA FIKHI-1

GIRIŞ

Sinema fıkhından ne anlamalıyız? Bu kitap sinema fıkhı


diyerek ne anlatmaya çalışıyor, nasıl anlatacak, bu soruların
cevabını verelim.
Sinema fıkhı, bir sinema eserinin ya da sinema sanatının
Müslüman toplumlarca hangi ilke ve kurallara göre değerlen-
dirilmesi gerektiğine dair bir usul sunmak istiyor. Bir sinema
eseri neye göre değerlendirilmelidir, iyi bir sinema deyince
ne anlaşılmalıdır, bir müslüman sinemayı nasıl izlemelidir, si-
nema yapmak istediğinde müslüman olmanın hassasiyeti ile
sinema sanatçısı olmanın gerekleri arasında nasıl bir konum
belirlemelidir, bunu nelere referansla yapmalıdır? Bu eser si-
nemayı fıkhın sınırlarına nasıl getireceğimizi, fıkhı sinemanın
alanına nasıl çekebileceğimizi açıklamaya çalışıyor.
Bu kitabın sınırlarına neyin girmediğini de açıklamam gere-
kiyor. İyi sinema nasıl yapılır sorusunu salt sinema ve iletişim
biliminin değer ve referanslarına göre değil, tarih boyunca fık-
hın ve müslümanların ürettiği algı ve değerlerin öncülüğünde
belirlemeye çalışıyor.
Kamera, ışık, görseller, efektler, post prodüksiyon, casting
gibi sinemanın kendine ait meseleler bu kitabın ilgi alanına
girmiyor. Bu kitap sinema toplum ilişkisini tarih boyunca ge-
lişen, değiş(tiril/mey)en İslam kodları üzerinden anlamaya ve
yorumlamaya çalışıyor. Bin sene önce koyulan bir yasak üze-
rinden bugün sinemaya fetva üretmek mantıklı mı gibi soru-
lar sormak ve bunların cevaplarının usul ve referanslarını izah
da bu kitabın vazifesi. Sinema niye var, nasıl var, bizde niye ve
nasıl var olmalı sorularını da cevaplamaya çalışacağım.
giriş 13

Birinci bölüm
14 SİNEMA FIKHI-1

VARLIĞIN ANLAMI | ANLAMIN VARLIĞI

Anlam var mıdır, varsa nerede nasıl var olur, var edilir so-
rusunu önce filozoflar1 cevaplamaya çalışmıştır. Metafizik ala-
nında eser verenler anlamı Tanrı’nın varlığıyla eşleştirmişler2,
modern dönem dil filozofları ise anlamı gramerin bir eseri3
olarak yorumlamışlardır. Filozofların görüşlerini felsefeye bı-
rakıp bizi ilgilendiren tarafıyla anlamı arayalım.
Anlamın varlığı ve neliği fıkıh ve sinemanın kesişim alanla-
rından biridir. Fıkıh, bir “şeyin” özelde Kuran metninin nasıl
anlaşılacağını konu edinir. Sözlükte ve Kuran’da anlamak, dü-
şünmek, derinleşmek anlamı baskın ve yaygındır.
Sanat, insanın varoluş kaygılarından, dürtülerinden ve ih-
tiyaçlarından doğmuştur. Bir resim, işaret, çizgi görünce “Bu-
rada ne anlatılmak isteniyor” sorusu içimize doğar. Anlamak,
bir çabadan daha derinde bir dürtüsel tepki gibi beynimizi
ele geçirmiştir. Anlamak istemiyorum, diyemeyiz. Anlamayı
bırakamayız. “Bugün nefes almayacağım” diyeceğimiz gibi
“Bugün anlamayacağım” da diyemeyiz.
“Burada ne var, neler oluyor, ben neredeyim?” Soruları bi-
linci açık bir varlığın göstergesidir. Bayılan birinin bilinci ye-
rine geldiğinde ilk sorusu “Burası neresi, ben neredeyim” olur.
Derin bir kayıp yaşanmışsa “Siz kimsiniz?” sorusu peşinden
gelir. Fakat “Ben” duygusu asla kaybolmaz. Ben “ben” olduğu-
nu unutmaz fakat farklı benlikler oluşturup, kök benliği sin-
direbilir, değiştirebilir, uyutabilir. Bu tür durumlar psikiyatri
kliniklerinde tedavi edilir.
Kişi ben olduğunu doğrudan, dolayımsız, var olduğu haliyle

1  Zeki özcan, dil felsefesine giriş yaz.


2 
3 
Varlığın anlamı | Anlamın varlığı 15

idrak eder. Işık ve yer çekiminin olmadığı bir uzay boşluğun-


da dahi insan benilği yaşar. Uyaranlar ve ötekiyle etkileşim
bu ben hissini, duygusunu bozar, büker, geliştirir, iyileştirir,
büyütür, küçültür. Benlik bozulabildiği gibi düzelebilir.
Canlılığın en temel formuna sahip bitkiler, hareket ve üre-
me kabiliyetindedir. Hayvanlar sınıflarına göre farklılık gös-
terse de duyumlar yaşayabilir fakat bunları idrak edemez. Bir
arı depresyona girmez. Bir fil kendini aslanla karıştırmadığı
gibi, fil olmanın ne olduğu hakkında düşünmez. O yalnızca
dürtülerinin ve duyumlarının izindedir.
İnsan “düşünen canlı-natık hayvan” olarak tanımlanır. Bu
tarifin hayvan kısmını diğer bütün canlı akrabalarımızla pay-
laşırız. Bir orangutan, şempanzenin sürü yaşamını incelediği-
mizde kendimizle çok fazla ortak noktalar bulabiliriz. Üreme,
sosyalleşme ihtiyacı, güç arzusu omurgalı canlıların çoğun-
da ortak dürtülerdir. Her canlı kendinden bir birey dünyaya
getirmek ister. Bu dürtülerin kaynağı alt beyindir. Alt beyin
bütün canlılarda ortaktır. Üst beynimiz olmadığında hepimiz
içgüdüsel varlıklara dönüşürüz.
Üst beyin, soyut düşüncenin merkezidir. Soyut düşünce
nedir, öncelikle onu açıklayalım. Ahmet Bayraktar insandır
cümlesine 1, İnsan zalimdir cümlesine 2 diyelim. 1’de bir ki-
şiden, 2’de bir kişilikten bahsedilmektedir. 1 somut bir kişiyi,
2 soyut bir durumu betimlemektedir. 1’i, konuşabilen herkes
anlayabilir, 2’yi biraz olsun kelime, kavram temeli olan bir
zihin anlayabilir. Lahananın, kuru fasulyenin, kebabın koku-
sunu almak için alt beyin yeter. Çoğu hayvan insandan daha
iyi koku alır. Kokuyu anlamak, anlatmak, düşünmek, betim-
lemek, soyutlamak için üst beyin gerekir. İnsan harici hiçbir
canlı koku üzerine düşünemez, bunu ifade edemez. İfade edi-
lemeyen bir düşüncenin varlığı ispat edilemez.
Kokunun yerine korkuyu koyalım şimdi. Bütün canlılar
korkabilir. Hatta bitkilerin dahi bu tür duygulanımlar yaşa-
yabildiği iddia edilmiştir. Hayvanlar, özellikle hayvan yavru-
ları ürkektir, annelerinin kokusu ve sesi dışında her şeyden
ürkerler. besin zincirinin alt tabakasındaki hayvanlar, misal
16 SİNEMA FIKHI-1

tavşanlar, her şeyden korkabilirler. Fakat insan harici hiçbir


canlı korkularını temsillerle, mecazlarla, hikayelerle, teşpih-
lerle aktaramaz. Bugüne dek insan haricinde bir canlının hi-
kaye anlattığına, yazdığına şahit yoktur.
Kedi, köpek de bizim gibi korktuğu halde bizim korkumu-
zu daha değerli yapan ne? İşte bu, “Sinema niye var?” soru-
sunun ve “Sinema fıkhı bu yazıyla niye başlıyor?” sorusunun
da cevabı.
Anlam, merak, soyutlama, somutlama, somutu soyuta, so-
yutu somuta, soyutu başka bir soyuta, somutu başka bir so-
muta dönüştürebilme bize has bir yetenek.
“Aşk bir sudur” cümlesini düşünelim. Aşk nedir sorusunu
herkes kendi tecrübesince bilir. Yine herkes “Aşk bir sudur,
iç iç kudur” cümlesini duyunca bir anda beyin hücrelerinin
uçları alışılmadık bir bağ silsilesince ışıldar ve pek çoğumuz
bu cümleye güler. Mantıklı bir beynin itiraz etmesi gerekirken
onu güldüren şey, bizim anlamaya ve anlama olan iştiyakımız.
Anlam bizzat anlamsızdır. Anlamı hiçbir mantık ilkesine
yerleştiremeyiz. Neden? Mantığın üç ilkesini düşünelim. A=A.
A ≠B ve üçüncü halin imkansızlığı.
Bir cümle nasıl anlamlı hale gelir, anlam nasıl kurulur?
Birbirinden farklı iki kelimenin bir araya, bağlama getirilip
bağlanmasıyla kurulur. Aşk bir sudur, cümlesine bu bilgi ön-
cülüğünde tekrar bakalım. Aşk ve su birbiriyle hiçbir alakası
olmayan iki kelime, kavram. Aşkın su olması ya da suyun aşk
ile ilintili olması hiçbir bağlamda mümkün değildir. İki ke-
limenin, kavramın bir arada zikri mantıken mümkün değil.
Fakat insan beyni, bu cümleye şöyle tepki veriyor.
“Bu cümleyi kuran kişi, bununla bir şey söylemek istedi.
Burada benim bilmediğim bir şey olabilir. Dikkat kesil acaba
aşk ile su arasında nasıl bir bağlantı kuracak?”
“Aşk bir sudur, iç iç kudur” ifadesiyle muhatap bunun gül-
dürme amaçlı bir bağlamlandırma teşebbüsü olduğunu kav-
rar ve buna gülüp gülmeyeceğine karar verir.
“Ben Meryem’in yanağındaki tüyüm” cümlesine bakalım.
Bir insan tüy olduğunu iddia ederse deliliğini tesciller. Fakat
Varlığın anlamı | Anlamın varlığı 17

bu deli saçmalığı “Sezai Karakoç”un kitabında ise “İşte şiir bu-


dur” der ve alkışlar. Bir cümleyi deli saçması ile şiir yeteneği
arasında değerleyen şey bizim onu soktuğumuz bağlam, anla-
ma biçimimizdir. Yaptığımız şey mantıksız, dolayısıyla anlam-
sızdır. Bir insan ile bir tüy bağlanmaz, aynı bağlama sokulmaz,
ikisinden bir cümle kurulmaz. Fakat anlama becerisi bunun
üstesinden gelebilir. Bak burada bir şey anlatılmak isteniyor
deyip beyin kendini “anlamayan” cihaz olmaktan kurtarır.
Birbirinden tamamen bağımsız, ilgisiz iki kavramdan bir
cümle kuran ve bunu anlayan insanoğlu şunu da keşfetmiştir.
Madem ben bu konuda bu denli yetenekliyim, o zaman anla-
tım araçlarımı geliştirebilirim.
Yedi temel notadan milyarlarca müzik eseri besteleyen, üç
ana renkten milyarlarca resim yapan, bir m²lik kağıda monali-
sa yapan biziz. Anlamaya o kadar iştiyaklıyız ki eğer anlatırsak
mutlaka bizim gibi birinin bizi anlayabileceğine kesin gözüyle
bakıp onunla elimizdeki bir araçla anlam bağı kuruyoruz. Şiir,
resim, müzik, tiyatro, masal, hikaye... Elimizdeki kadim ve
modern sanatların tamamının kökeninde anlam dürtüsü ve
anlatım becerisi var.
Sinema, bugüne dek anlatım için geliştirdiğimiz araçların
tümünü içine alan, bu sayede hayatı taklit etmenin ötesine
geçip “gerçek kurgu” yapabilen bir sanat.
18 SİNEMA FIKHI-1

SINEMA SANATI

Sinema bir sanattır, cümlesini düşünelim. Bu cümleyi anla-


mak için sanatın ne olduğunu, sinema ile kastedildiğini bil-
memiz, ve bu iki kavramın hangi açıdan birbirine bağlandığı-
nı keşfetmemiz gerekir.
Niye sinema yapıyoruz, yapılıyor sorusunun cevabını “An-
lamın varlığı” başlıklı yazıda verdim. Burada sinema sanatı
ifadesini açacağım. Sanat nedir, sinema nedir, sinema sanatı
denince ne anlaşılmalıdır? Müzik, resim, nazım, nesir birer
sanattır. Sanat, insanın öz sahibi, özel, özgür bir varlık olması
hasebiyle kendine özgü (özgün) eserleri ortaya koyabilmesi-
dir. Bu özgünlükteki her sinema eseri birer sanattır.
Sinema, hareket anlamındadır. İlk sinema eserleri, kimya-
sallı film şeritlerine, bir saniyeye 24 fotoğraf karesi gelecek
şekilde akıyormuş hissi veren fotoğraflarla oluşturulmuştur.
İlk zamanlarında sinemanın amacı “documentary” bir nevi
görüntülü vesika, delil oluşturmaktı ve askeri amaçlı kulla-
nılmaktaydı.
Zamanla teknolojinin gelişmesi, maliyetlerin azalması, si-
nema salonlarının işletilebilir hale gelmesi sinema arz ve ta-
lebinin gelişmesine neden oldu. Daha fazla sinema salonu,
sinema seyircisi, sinema ekonomisi döngüsünü oluşturdu ve
kitleselleşen her şey gibi sinema da daha fazla talep edilmek
için daha fazla anlatması ve eğlendirmesi gerektiğini keşfetti.
Sinemayı neden sanat sayıyoruz, nasıl bir sanattır sorusu
üzerinde düşünmeye değer. Müziği sanat saymamızın nedeni
beste ve icrasının özgünlük taşımasıdır. Bugün dahi camilerde
seslendirilen Itri’nin tekbir bestesi özgündür. Hiç kimse “ca-
nım ne var bunda ben de yaparım” diyemez. Derse “Kusura
Sinema sanatı 19

bakmayın sizden önce biri yaptı ve çok güzel oldu” denir ve


iddia ciddiye alınmaz. Özgün beste, icra, yorum müziğin sa-
nat boyutudur. Resmi sanat yapan, görüntüyü oluşturan mal-
zemeyi özgün kullanabilmektir. Herkes eline boya alıp, boş
tuvali boyayabilir. Picasso’nun günebakan çiçeklerini “Ben
yaptım” diyene sadece gülebiliriz. O resmi bir kişi yapmış,
yapanın imzasıyla tescillenmiş ve nasıl kullanılacağı da bugün
kurallara bağlanmıştır.
Sinema bir görsel sanat olarak doğmuştur. Siyah beyaz ve
sessiz filmlerle makaralara kaydedilen filmlere ses eklenmiş,
renkli çekim ve son olarak dijital kayıtlar mümkün olmuş-
tur. Bugün bilindik sinema şirketlerinin pek çoğunun “pictu-
res company-resim şirketi” ismiyle anılmasının bir nedeni bu
teknolojik fakirlik zamanlarında kurulması, diğer bir nedeni
de sinema eserinin öncelikle resim üzerinden kurgulanmasın-
dadır.
Sinema bir çağ ürünüdür. Endüstri toplumunun ortaya çık-
ması, yeni özel ve tüzel kişiliklerin varlığı, daha önce dün-
yanın görmediği şirket, dernek, cemiyetlerin ortaya çıkması
gibi, daha önce kimsenin bilmediği bir sanat olarak sinema
doğmuştur.
Sinemayı oluşturan unsurların tamamı tek başına icra edile-
bilirken, sinema ancak yüklü paralar ve organizasyonlar son-
rasında ortaya çıkabilecek, çok boyutlu, katılımlı bir sanattır.
Bir ressam zihninde resmini çizer, boyar, bitirir. Bir yazar, zih-
ninde sanatını icra edebilir. Kalem bulduğunda zihnini ka-
ğıda döker, kağıt sanatın bir parçası değildir. Temel sanatlar
insanın benliğiyle ilişkisinin bir parçası ve ürünüdür. Benlik
de toplumun bir parçası olduğu için, toplum-sanatçı ilişkisi
varoluşsal (ontolojik) zorunludur.
Fotoğraf makinasının icadıyla birlikte insanın sanat ile iliş-
kisi bir aracın fonksiyonlarına bağlanmıştır. İyi bir mercek,
sensör, gelişmiş zoom, renk aralığı, diyafram açıklığı, perde
hızı gibi unsurlar insanın değil fotoğraf makinasının vasfıdır.
İyi fotoğrafçı olmak, iyi bir fotoğraf makinasına sahip olmakla
da ilişkilenmiştir.
20 SİNEMA FIKHI-1

Sinema bu ilişkiyi bir adım öteye taşır. Sinema sanatçısı sa-


dece makinaya değil aynı zamanda bir yapımcıya, sesçiye, ışık
ustasına, kablo ustasına, görüntü ve sanat yönetmenine, sena-
riste de muhtaçtır. Bunlardan birinin olmadığı bir sinema eser
vasfına kavuşmaz. Her şey var ışık yoksa, ses yoksa, kurgu
berbatsa, senaryo anlamsızsa, yapımcı eseri pazarlayamamışsa
bir sinemadan söz edemeyiz.
Sinema kişilerin ötesinde bir şirket ve devlet faaliyeti ola-
rak da anılabilir. Yönetmen, zihnen, vicdanen tasvip etmese
de yapımcı şahıs ya da firmanın filme yönelik iradesini esere
koymak zorundadır aksi takdirde işinden atılır. Kimse Tols-
toy’u, Dostoyevski’yi, Mozart’ı, Beethoven’ı, Itri’yi, İsmet
Özel’i, Sezai Karakoç’u yazarlıktan atamazdı. Çünkü kimse
onlara yazın, çizin, resmedin diye emretmemişti. Onlar vic-
danları, aklı, gönlü öyle istediği için öyle yazdılar, çizdiler,
söylediler. Sinemada ise her şey hesaplı, denklemli, kurallı,
kurgulu yürümek zorundadır.
Yönetmen “Hadi arkadaşlar siz sahneyi çekin ben şurada
biraz şekerleme yapayım, faturalarımı ödeyeyim” diyemez. Bir
saatlik bir film için yapım öncesinde yüzlerce saat düşünme,
tartışma, eleştiri, beyin fırtınaları yapılır. Sinema sahnesine
çıkacak figürlerin, muhtemel sahnelerin eskizleri yapılır. Çe-
kim işin en basit ve en son kısmıdır. Çekilecek bir filmin her
şeyi hazırdır. Yapım için gerekli emeğin ve bütçenin çoğu bu
ekibin toplanması, organizasyonu, uyumlu çalışması, plan ve
programı için gerekli enerji ve emek için harcanır. Stüdyo ha-
zırlıkları, plato keşfi, oyuncu seçimi (audition), kostümlerin
dikimi, eşyaların temini çekimden önce yapılır. Çekimin ha-
zırlığı çekimden uzun sürebilir.
Bütün bu hazırlıklar “akış” içindir. Sinema resim akıtma sa-
natıdır. İki saatlik bir film ortalama 3000 fotoğraf karesidir.
Bu kareler için gerekli görsel yatırım maliyetin yalnızca bir
bölümüdür. Esas maliyet onu sürekli, izlenebilir, dikkat da-
ğıtmadan, izleyiciyi sıkmadan anlatabilmektir. İzleyiciyi sine-
maya çekmek ve sinemada tutabilmek için akışı doğallık ve
sanatın uyumlu bir kesişiminde tutmak gereklidir.
Sinemanın unsurları 21

SINEMANIN UNSURLARI

1. Ses
İyi bir film, izlerken insanı duygudan duyguya atar. İzleyi-
ci filmde kaybolur. Zamanın akışından kopar, filmle beraber
akar. Bunu yaptıran unsurların başında ses gelir.
Sesi sinema müzikleri, efektler ve dublaj olarak üç kısımda
inceleyebiliriz.
Sinema müzikleri (Soundtrack), film izlerken film sahnele-
rinin bize yaşatmak istediği duyguyu teyit ve tekit için fonda
bazen duyulması zor bazen de kişiyi koltuğundan zıplatacak
kadar yüksek tonda duyulan müzik eserleridir. Bu parçalar
yapım ve onay sürecinde en az görseller kadar önem verilen
unsurlardır. Çünkü iyi yapımlar, görselleri kadar müzikleri ile
toplumun gündemine girerler.
Ülkemiz için buna verebileceğimiz en güzel örnek Kurtlar
Vadisi ve Çağrı filminin müzikleridir. Cep telefonlarının ilk
yaygınlaştığı dönemde Türkiye’de bir grup Çağrı filmi müzi-
ğini, bir grup Kurtlar Vadisi dizisinin film müziklerini, başka
bir çoğunluk da Cahit Berkay’ın Selvi Boylum Al Yazmalım
filmine bestelediği müziği telefon çalma sesi olarak kullanı-
yordu. Dikkat edilirse bu üç melodi de filmlerle toplumun
gündemine girmiş, insanlar bu filmleri sevdiği, izlediği için o
filmin müziklerini bir nevi kimlikleri haline getirmiştir.
Telefonu ilahiyle çalan birinin İslami hassasiyetlerinin bas-
kın olduğunu anlayabiliriz. Keza bunu yapan da öyle olduğu-
nun bilinmesi ve kendisine öyle muamele edilmesini istediği
için onu bir gösterge olarak oraya koymuştur. Bu öylesine be-
lirleyicidir ki siyasi konumunun anlaşılması tehlikeli makam-
da görev icra edenler, telefonlarının asla bir kimliği ifşa edici
melodi olarak atayamazlar. Örneğin bir memur telefonunu
22 SİNEMA FIKHI-1

zikirli ilahi melodisiyle çaldırmaz. Kazara çocukları böyle bir


sürpriz hazırlayıp da amirinin karşısında bu şekilde çalsa bu
memur endişe ve utançla özür diler. Amirinden azar işitme
tehlikesinden değil, kendisinin böyle bir kimlikle anılmasının
getireceği itibar kaybından endişelenir.
İkinci unsur olarak aktörlerin seslerini ele alabiliriz. Sine-
ma yıldızlarının pek çoğunun yakışıklı, güzel yüzlü insanlar
olduğu malumdur. Onların görsel cazibesi kadar önemli bir
özelliği de sesleridir. Yüzü güzel fakat sesi rahatsız edici, mik-
rofona yakışmayan tonda biri oynayacağı zaman, onun yeri-
ne konuşacak biri bulunur. Sadece yabancı oyunculara değil,
Türk oyunculara da dublaj yapılabilir. Örneğin Kurtlar Vadi-
si’nde Polat ve Abdülhey karakterlerini oyuncuların kendileri
değil başkaları seslendirmiştir. Hatta dizinin on bölümünde A
şahsını B kişisinin, yirmi bölümünde C kişisinin seslendirme-
si gibi durumlar Türk dizilerinde görülebilir. Ciddi firmalar
ve yapımlar, bunun olmaması için azami tedbir alır ve gayret
gösterirler.
Sesin üçüncü unsuru (foley) ses efektleridir. Dövüş filmle-
rinde özellikle oyuncuların birbirine vuruş süreçlerini bu tür
efektlerle betimler. İlk ve orta okul seviyesindeki çocuklar, bu
efektleri oyunlarıın bir parçası olarak kullanabilmektedirler.
Atın yürümesi, kaşığın tabağa sürtmesi gibi normalde mik-
rofonla kaydedilemeyen sesler, çekim sonrası bu konuda uz-
man stüdyolar ve kişilerce eklenir.4
Ses bütün canlıların yegane iletişim aracıdır. Kuşlar bir-
birlerini ötüşlerinden tanır. Pek çok canlı arzularını seslerini
kullanarak ifade eder. Aç kalan hayvanlar bağırır. Çiftleşmek
isteyenler kendi türüne özgü sesler yayar. Ben buradayım beni
bul ve benimle eşleş mesajını o ses verir. İnsan yavrusu henüz
konuşamayacak seviyedeyken gülerek, ağlayarak, bağırarak
iletişim kurabilir. Ağlamak bebek için karnım acıktı ya da al-
tım ıslandı demektir. Anlamsız sesler çıkartarak bebekler, ben
buradayım benimle ilgilenin, bana bakın, varlığımı hissettirin,
yalnız olmadığımı anlayayım der.

4 
Sinemanın unsurları 23

Biyolojik tamamlanmışlık ses çıkarmak için yeterlidir. Ko-


nuşmak ayrıca bir zihin gelişmişliği ister. Özellikle “destan-
sı ve hayali filmlerde” senaryoda kimin ne konuştuğu değil,
ekranda ne göründüğü ve arka fondan neyin duyulduğu çok
daha önemlidir.
Örneğin Braveheart (cesur yürek) filminde kahramanın hi-
kayesinden seyirciyi duygulanmaya sevkeden iki önemli unsur
vardır. Karakterlerin oyunculukları ve film müzikleri. William
Wallace karakterinin yaşadığı acıyı, içindeki özgürlük ateşini,
çocukluktan beri sevdiği kıza duyduğu aşkı anlatabilecek ye-
gane araç bu seslerdir. Savaş sahnesindeki tempolu, davullu
ritim izleyicinin bilinçaltını savaş moduna sokar. Gece vakti
gizlice bir papazın önündeki evlilik törenine bu müzik soku-
lamaz. Burada zihni gevşeten, şehvet, sevgi ve arzulanmayı
ihtar eden yavaş tempolu yumuşak bir müzik dinletilmiştir.
Kelimeler, sesin biçimlendirilmesiyle ortaya çıkar. Ah! Of!
Bir kelime değil ünlemdir. Kuyruğuna basılan bir kedinin
acıyla bağırışında bir tepki vardır fakat anlam yoktur. Sinema
sesleri de anlama değil tepkiye odaklanır. Amaç izleyicinin
tepkilerini yönlendirmektir.
Salonda sinema koltuğuna, evde ekranın karşısına oturan
biri kendine şunu telkinler. Birazdan benim dünyam deği-
şecek ve gördüklerime inanacağım. Bu yönetmen açısından
önemli bir avantajdır. Eğer iyi bir kurguyla hikayeye başlar
ve merak uyandırırsa seyirci bu hipnozdan film bitene kadar
uyanmadığı gibi, film sonrasında da bu sahte gerçeklik kendi-
ni devam ettirebilir. Ayla filmini izleyip devamında yüzü asık
dolaşmayı, Yahşi Batı izledikten sonra da esprilerin akla gelip
gülmeyi de buna örnekleyebiliriz.
Ses bu hipnozun en önemli unsurudur. Braveheart’ın fim
müziklerini dinleyen biri kendini bir anda o sahnede bula-
bilir. Son Mohikan gibi bazı filmler, kendi tesiri geçtiği halde
müzikleriyle hala gündemde olabilirler. Bu bizim sese olan
zaafımızdandır.
Diğer bütün sanatlar gibi sinema da anlamı değil anlatımı
önceler. Her gün yanından geçtiğiniz bir balat sokağı, Eşkiya
24 SİNEMA FIKHI-1

filminde başka bir gezegenin tarihi derinliklerinden fışkırmış


hissi verebilir. Hissiyat alt beyin (primitive brain) işlevidir. Ses
ve müzikler bu anlatımın odaklandığı hissiyatı kuvvetlendirir,
şiddetlendirir. Benzeri bir durumu kısa süreli görsellerin ser-
gilendiği tik tok, instagram hikayelerinde de görebiliriz.
Bir videoyu arkaplanından sesi soyutlanmış olarak dinleme-
yi denediğimizde daha önce ilgi ve şevkle izlediğimiz video,
sesi kısık halde izleyiciyi tiksindirebilir. Şöyle bir deneyde ya-
pabiliriz. İzlemeyi çok sevdiğimiz bir filme sesi kısık halde
bakmayı bir de başka bir şey izlerken onun sesini dinlemeyi
deneyelim. Örneğin tarayıcının bir sekmesinde o film dön-
sün diğer sekmede biz bir metin okuyalım. Sesi kısık bir fil-
mi izlemeye tahammül edemeyebiliriz fakat bir şey okurken
zeminde başka bir filmin, dizinin sesini açıp işimize devam
edebiliriz.
Bunun anlamı, sinemada ses yalnızca bir unsur değil, diğer
bütün unsurların destekleyicisi, tutkalı, cilası hükmünde pro-
fesyonelce değerlendirilmesi, yönetilmesi gereken bir alandır.
Sesi bozuk, düşük kalitede, görselle alakasız,
2. Resim
Ses, sinemanın yanında, çevresinde ve içinde etkin bir öğe
iken, resim sinema yokken var olan, sinema eserini var eden
temel öğedir.
Hayatın akışından, sıkıntısından bunalan kişi, akarsuyun
kenarına oturup bir saat izleyebilir. Bu bir saatten sonra din-
lenmiş, zihnini boşaltmış, yenilenmiş biri olarak hayata dö-
ner. O gün bir daha akarsuyun başına oturmaz, otursa da baş-
taki etkiyi yaşamaz.
Sinemada insanı çeken, onu tutan, başından ayrılmayı istet-
meyen şey nedir?
Müzikte odaklanılması gereken alan ses, resimde görüntü-
dür. Sinemanın odağında ise “akış” vardır. Görüntü akıyorsa
sinemadan söz edebiliriz. Duran, durağan bir resime sinema
diyemeyiz. Görüntüye akışın nasıl verildiği, bu sanatı değer-
ler. Yönetmen bu akışı yönlendirdiği için onun iradesi, görü-
şü, fikri, vizyonu, bakışı (en çok da bakışı) akışa yansır.
Sinemanın unsurları 25

2022 itibariyle bunun bedeli beş milyon dolardan az ola-


maz. Cem Yılmaz’ın Netflix için yapıp yönettiği Erşan Kuneri
dizisinin maliyeti on milyon dolara yaklaşmaktadır.5

5  Kaynak lazım buraya


İkinci bölüm
Var oluş-Yaratış Sanatı Sinema
Anlatıları önemsemeli miyiz? Bu soruyu Kuran’dan referansla
cevaplayacaksak “evet”. ‫ حنن نقص عليك احسن القصص‬ayeti, insanların
hayatını kökten değiştiren bir hareketin referans kitabının, anla-
tıyı merkeze aldığını gösterir. Kuran anlatıyı merkeze almasaydı
da anlatı ahkamın önüne geçebilir miydi, geçmeli miydi, kesin-
likle evet.
Bugün insanlığı fikir, sistem, duygu ve akıl olarak etkisi al-
tına almış kapitalizm, gücünün ve etkinliğinin ardında Holl-
ywood ve onu besleyen görsel, kültürel, sözel zemine borç-
ludur. Hollywood bu zeminde yeşertilmiş, palazlandırılmış,
sahip olduğu görsel anlatının gücüne dayanarak kitlelerin
yönlenmesine katkıda bulunmuştur.
Öncelikle belirtelim ki burada inceleyeceğimiz filmler kitle-
sel algının tek aktörleri değil en öne çıkanlarıdır.

Yüzüklerin efendisi

Orta dünya adı verilen kurgusal bir mekânda geçen hikâye,


j. k. rowling’in aynı isimli masalından sinemaya aktarılmıştır.
Filmin ana konusu ateş dağının lavlarında dövülmüş dokuz
adet yüzüğün orta dünyanın sakinlerine dağıtılması bir yü-
züğün ise diğer bütün yüzüklerin gücünü kontrol etmesi için
özel üretilmesi, bu yüzüğün karanlık güçlerin elindeyken bir
savaşta insanların eline geçmesi ve yüzüğün sahibine dönmek
için çabalamasıdır.
Bu girişte bizim dikkatimizi çekecek unsur nedir, bedava
beynir fare kapanında bulunur ilkesidir. Elfler, cüceler, hob-
bitler gibi orta dünya sakinlerinin tamamı bu yüzükleri kayıt-
sız şartsız kabul etmiş, sonrasında yüzüklerin lanetine maruz
kalmıştır.
Kurgusal unsurları bir kenara bırakırsak bu anlatı hakikat-
ten nasiplenmiştir. Bugünün sistemine baktığımızda benzer
kurguların, yöntemlerin işlevsel olduğunu görebiliriz. Dev-
letlerin kredilendirilmesi, bankaların ücretsiz kredi dağıtması
gibi uygulamalar, bu masaldaki bedelsiz yüzük dağıtımının
birebir aynısıdır. Bedeli ödenmemiş hiçbir değer kişiye hayır
getirmez. Bedelsiz gibi görünen her şeyin görünmeyen bir
yerlerinde ödetilecek bedeli vardır.
Yüzüklerin efendisini henüz yayınlandığı günde klasikle-
rin seviyesine yükselten, kadim anlatıların sadeliğini, kadim
problemlerin giriftliğini, modern insanların algılayabileceği,
izleyebileceği görsel güzellikte sunumu ve belki de bunlar ka-
dar önemlisi izleyiciyi her bölümde üç saat sıkmayacak bir
kurgunun ve görselliğin bünyesine çekebilmesidir.
Ye’de ne anlatılıyor, bir yüzük. İlk bakışta saçma ama mil-
yarlarca insana anlatabilecek kadar basit bir cevap. Nasıl bir
yüzük, yüzüğün ne özelliği var gibi sorular soruldukça film
sorularını açımlayabiliyor, muhatabın sorusunun derinliğine
göre cevaplayabiliyor.
Üçlemeden oluşan dokuz saati aşan izlencede baş rolde yü-
zük vardır ama onunla beraber insanın zaafları, zayıflıkları,
iyilikleri, erdemleri, oyunları, yalanları, doğruları da her fır-
satta zihne ve gönle sunulur.

Ye’de en dikkat çeken taraflardan biri, yüzüğün küçük,


sorumluluğunun büyük olmasıyla beraber, bu sorumluluğu
yalnız küçük bir insanın hobbitin taşıyabilecek cesareti ve er-
demi gösterebilmesidir. Orta dünyanın her biri kendine has
özellikleri ve güçleri olan elfler, cüceler, insanlardan hiçbiri
yüzük karşısında iç dünyalarında kabaran güç istencine ha-
kim olamamış, yalnızca frudo ve arkadaşları saflıkları nede-
niyle bu görevi yürütebilmiştir.
Orta dünyada fiziki güzellikleri ve güçleriyle öne çıkan elf-
lerin prensesi yüzük karşısında bir cadıya dönüşmüş, yüzüğe
dokunamamıştır. Öncesinde gandalf’ın telkinleri ve tehditleri
nedeniyle yüzükten vazgeçmek zorunda kalan bilbo baggins,
frodo’ya ejder gömleğini verirken yüzüğü görmüş ve bir anda
gollum benzeri bir canavara dönüşmüştür. Gollum olmadan
önce simeagol isimli küçük bir hobbit olarak yaşayan kişi, yü-
züğün sesine kulak verince onun gücüne teslim olmuş, balık
tutarken ona rast gelen arkadaşından istemiş, vermeyince zor-
la almak istemiş yine de vermeyince onu öldürmüş ve yüzüğe
karşı duyduğu ihtiras onu lanetli bir gollum’a çevirmiştir.
Burada verilen mesaj son derece evrenseldir. İnsanı in-
sanlıktan çıkaran şey(ler) nelerdir? İnsan ne zaman tabiatını
bozar, ne zaman aslından vaz geçer, ne zaman kendini tanı-
yamaz hale gelir, hayatın içinde gelişen dönüşüm ve gelişim
çizgisinde fıtrat çizgisi nerede başlar ve nerede biter? Gollum,
kendi hayatını bir yüzüğün peşine düşerek heba etmiş, yüzü-
ğe öylesine bağlanmıştır ki onun için tecrübe ettiği çürüme ve
bozunma aklına gelmemiş, umuru olmamıştır.
Bu durum Kuran’da da pek çok kez zikredilir. Peygamber-
lerin düşmanlarının genel özellikleri kendilerine seçtikleri bir
güç nesnesi üzerinden hakikati umursamamaları, kötülüğün
her bir türünü kendilerine makul, mantıklı görmeleridir.
Yüzüğün temsil ettiği kötülük, insanın ve insanlığın ortak
noktalarından birisidir. Filmde sauron’un gözü olarak nite-
lenen yüzüğün ruhunu temsil eden gücün fiziki görünümü,
kendini bazen bir mermer topun üzerinden gösterebilir. Kö-
tülük, yüzüklerin efendisinin temsil ettiği yüzükte beden, sa-
uronun gözünde ise bir ruhtur. Yüzüğü takan herkes yüzüğün
gücüne erişebildiği gibi aynı zamanda kendini yüzüğün gücü-
ne de teslim etmekte, yüzüğü taktığında kaybolmakta fakat
yüzüğün ruhunun sahibi tarafından hapsedilmektedir.
Frodo, zaman zaman yüzüğü takmak zorunda kalmakta, bu
süreçte etrafındaki karanlıklar ve aydınlık imgeler yer değiş-
tirmektedir. Örneğin karanlık lordlar saldırdığında frodo yü-
züğü takınca karanlık lordlar beyaz korkunç prensler olarak
görünmüştür.
Sauron’un gözünün filmin pek çok yerinde “I sees you-Ben
sizi görür” fısıltısı, kötülüğün ruhunun insanın içindeki yan-
sıması olarak görülür. Ben sizi görürüm, görüyorum yerine
“Ben sizi görür” kipinin kurulumu özel bir mesaj da iletir.
“Ben” herkesin içindeki ben’i telmihler. Ben hepinizin içinde-
ki esas kötülüğüm.
Herkesin kötü olduğu fikri yalnız Hristiyanlığın ilk günah
teorisiyle izah edilemez. Her insan içinde kötülük taşır ve bu
fikir Kuranda da işlenir. Adem’in yasaklanan ağaca, arzu nes-
nesine yönelimi, bu yönelimi kendince meşrulaştırması, meş-
rulaştırma sürecinde kendini değil kendinde vehmettiği başka
bir kişilik üzerinden yürümesi semavi dinler diye -yanlış da
olsa- tabir edilen bütün semitik kültürlerin bilinçaltında yatan
ve bir şekilde her metinde, anlatıda ortaya çıkabilen köklü bir
algıdır.
Kendini şeytan, iblis, kötü ruh, karanlık vb olarak adlan-
dıran bu varlık, kutsal metinlerde, kutsal metinlerin yorum-
larında, mevzu ya da sahih hadislerde bir şekilde karşımıza
çıkan o güç, ye’de değil sadece, neredeyse bütün mistik film-
lerde bahsedilir, işlenir. Keanu reeves’in baş rollerinde oyna-
dığı, devil’s advocate, exorcist gibi filmlerde “şeytan” imgesine
bir “varlık biçimi, fenomen” olarak rastlanır.
Halk tahayyülünden bahsediyorsak, şeytan ya da iblis de-
yince insanların soyut bir varlık düşünme ihtimalinin son
derece düşük olduğunu önceden tahmin edebiliriz. Çünkü
kitle algısı soyuta yatkın değildir. Her şeyin mutlaka somut
bir karşılığını arayıp bulmakta mahir olan kitle algısı, şeytan,
iblis gibi isimleri somut müsemma olmaksızın algılayabilece-
ğini düşünmek boşuna olacaktır.
Halka hitap eden ye gibi yapımlarda da şeytan, iblis, kö-
tücül ruhlar gibi somutlaştırmaların aslında çok farklı varlık
kategorilerinin simgesel anlatımları olduğuna dair ifadeler
kitlenin zihninde karşılık bulmaz. Aslında şeytan diye bir şey
yok, o bizim alt beynimizin bir görünümüdür dediğimizde
insanlar bize art arda ayetler sıralayıp ardından “sen bu ayet-
leri inkâr ediyorsun, kafir” diyerek iletişimi kesecektir. Onlar
kendince haklıdır. Kitle, aramanın değil bulmanın, soruların
değil cevapların peşindedir.
Bir cevabın başka bir soruyu ortaya çıkarmak için sorula-
bileceğini düşünmezler. Bir soru varsa bir cevap vardır. Bir
soru başka bir soruyu göstermez, gösteremez, göstermemeli-
dir. İsimlerini zikrettiğimiz filmlerde de şeytan, şeytancıklar,
iblisler gibi varlıkların tamamı görselleştirilmiştir. Örneğin
exorcist filminde insanların ruhlarına şeytan girmesi ve bu-
nun constantin isimli bir rahip tarafından insandan çıkarıl-
ması konu edilir. Constantin, bir ayna yardımıyla iskelet gö-
rünümlü şeytanları önce görünürlüğe çıkartır sonra o aynayı
kırarak şeytanı yok eder.
Şeytanın avukatı filminde al paçino, büyük şeytanı oynar.
devil yani şeytan şehvet, kibir ve arzularla örülü bir dünya-
yı temsil eder. Muhataplarına bu duyguları teklif eder, onları
yoldan çıkarır. Lucifer, LOTR, DA gibi yapımların tamamında
ortak mesajlar söz konusudur.
1. İnsan, şeytana karşı savunmasız ve çoğu zaman arzulu-
dur
2. İnsan kötüdür, bu kötülüğün sebebi şeytandır.
3. İnsan, eğer şeytan olmasaydı iyi olacaktı fakat iyiliği
seçemeyeceği için bu iyiliğin ne anlamı, değeri olduğunu an-
lamayacaktı.
4. Şeytan, tanrı tarafından cennetten kovulmuş bir melek-
tir. Onu kovduran, insansı arzularıdır.
5. Şeytan, tanrı tarafından cennetten kovulmakla zulme-
dilmiş fakat bu zulmü sonrasında benkimseyerek kişiliğine
dönüştürmüş bir kötülüktür.
6. Şeytan herhangi bir şey olarak karşımıza çıkar. İnsan
bu şeylerin şeytani olmadığına bakmaksızın onu şeytana dö-
nüştürebilir. Şeytan karşımızdaki kadar içimizdeki güçtür.

LOTR bağlamında düşündüğümüzde, kötülük yüzüğün


içine gömülü güçtür. Yüzüğe parıltısını veren ateş, aynı za-
manda onu döven iradenin kötülüğünü de içine gömmüştür.
Yüzüğe meftun olan herkes parıltıya kanmış, onu parmağına
takan herkes de yüzüğün içindeki kötülüğün esiri olmuştur.
Bu ikilem aynı zamanda beden ve ruhu bize anlatır. Güzel
bir kadına meftun olan insan, varını yoğunu onu elde etmek
için harcar fakat onu elde ettiğinde onun içindeki kötülükler-
le muhatap olur. Yakışıklı, zengin erkekleri elde etmek isteyen
kadınların durumu için de bu geçerlidir. Hikayede yüzüğün
parıltısı hakikatte insanın bedenini, görülen tarafını temsil
eder. Tarih boyunca halk hikâyelerinde, türkülerinde güzel
kadınların nazından, çilesinden bahsedilirken esasında ben-
zer bir durumdan dertlenilir. Yüzüğün içindeki kötülükten.
Bakınca insanın aklını başından alıp, eline aldığında bütün
hayatı afallaştıran olgudan.
Türk halk hikayelerinde. Karacaoğlanın şiirlerinde güzelle-
rin derdinin çekilmezliğinden ya da sevdiğinin çirkin olması-
na rağmen sevilmesinden bahsedilir.
Bugün sıradan bir kafede bekar sohbetlerine takıldığımızda
erkeklerin ve kadınların benzer durumlardan yakındığına ku-
lak misafiri olabiliriz.
Kadınların şikayeti, erkeklerin ruh halinden anlamamaları,
kadınların yalnız güzelliklerine odaklanmalarıdır. Erkeklerin
şikayeti ise kadınların tatminsizliği, isteklerinin hiç bitmeme-
sidir. Esasında her iki cinsin derdi ortaktır. Güven tesis ede-
memek.
Orta dünyanın halklarının ve liderlerinin yüzük meftunlu-
ğunun ardında yatan da güvenin tesis edilmemesidir. Krallar
halkına, halk krallarına güvense yüzüğün sunacağı güce kim-
senin ihtiyacı kalmaz.
Sosyal tatmin ve güç istenci birbirinin yerine geçebilecek
duygular olmayabilir bununla birlikte tatmin ve haz duygusu
beynin tek biriminden idare edildiği için birbirinden tama-
men bağımsız addedilemez. Orta dünya liderlerinin her biri-
nin bir yüzük edinip onun gücüyle sarhoş olması, liderlerin
sosyal ilişki kurma ve yönetmede istençsizliğinin ve iradesiz-
liğinin de bir göstergesidir.
iktidarı tek başına elde etme ve tutma hırsı, kökeni çocuk-
luğa gidebilecek var olma güdüsüne dayanır. Beynin gelişme-
si, sosyalleşmesi bu irade ve algıyı yönlendirebilir. Sağlıklı bir
aile, anne, kardeş ilişkisi yaşayan bireyler, var olma güdülerini
paylaşabilirler. Annesinin ve çevresinin kendisi için yaptığı fe-
dakarlıkları, sevgi gösterisini tecrübe eden birey, bu fedakar-
lıkları taklit ederek, kişiliğini değiştirebilir.
Kötülük esastır. Öylesine esastır ki, bütün düşünce, sistem,
inanç, fikirler onu kırbaçlamak gizlemek susturmak için ku-
rumsallaşmıştır. ve yine iyilik öylesine kötülüğe bağılıdır ki o
olmadan iyiliği kuvvetlendirmenin, savunmanın, üretmenin
hiçbir yolu yoktur. “Namaz kötülüklerden alıkor” ayeti bütün
bir ibadet sistemini kötülüğün engellenmesine odaklar.
İnsan neden kötüdür kötüye meyillidir, böyle bir şey var
mıdır, benim-bizim kuruntumuz mudur bu? Hayır. Sonradan
var olan ve bu varlığını bir türlü anlayamayan insanların-in-
sanlığın kaderidir kötülükle baş etmek. Doğmadan annesinin
kanını, doğduktan sonra sütünü emen bebek, sonrasında za-
manını ve emeğini kendi varlığı için alan çocuk annesine yap-
tığı bu sömürüyü hakkı görür. Sömürmekten haz alır. Hazzın
dayanılmaz güzelliği karşısında annenin acı çekmesi çocuğun
umuru olmaz. Zamanla bu umursamazlık kişiliğin bir kısmını
belirler.
Ötekinin acı çekmesi pahasına kendi varlığını sürdürmeyi
makul ve meşru kabul edişin ardında bebeklikten kalma dür-
tüler vardır. bu dürtülerin sonradan törpülenmesi mümkün-
dür fakat yok edilmesi asla. an geldiğinde insanlar var olmak
için yamyamlaşabilir. öz çocuğunu babasını öldürebilir. Ya da
tam tersi, baba çocuğunun yaşaması için kendi hayatından
vazgeçebilir.
İki zıtlığı birleştiren şey yaşama güdüsü ve anlamıdır. İnsan
bazen varlığına her şeye rağmen devam ederek, bazen de her
şeye rağmen devam etmeyerek varlığını devam ettirmeyi ter-
cih eder.
Kötülük ya da iyilik insanın kendinden bilerek ve isteyerek
değil, şart ve durumlara göre tavırlarının ötekinin dünyasın-
daki karşılığıdır. Bir erkeğin başka bir kadınla cinsel ilişkisi
kötü müdür mesela? Eğer bu kadar kötü bir eylemse neden
biz insanlar düğün adını verdiğimiz eylemlerlerle sırf bu işi
ima eden bir eylemi bütün aleme duyurmayı vazife biliyoruz.
Bırakalım aile arasında bilinsin herkes işini görsün. Neredey-
se beş bin küsur yıldır neden böyle bir eylemi kutsuyoruz,
ünlüyoruz, şenliyoruz? Bu görüp görebileceğimiz en büyük
çelişki değil de nedir?
Bir karnıbaharı, kuzuyu pişirip yediğimizde bir canlının ca-
nına kıydığımızı düşünmüyoruz. Yediğimizin hazzı, bu dü-
şünceleri baştan yok ediyor. Ben kebap yerken bir gün önce
o kuzunun kırlarda otladığını düşünmüyorum, hiç kimse dü-
şünmüyor. Nusrette bir kilo ete bin dolardan fazla veren ün-
lüler de düşünmüyor, hatta onlar o kadar para etmeyeceğini
bildikleri bir ete yüzlerce dolar vermeyi de makul görüyor.
Yüzüklerin efendisi, ele geçirmek istediğimiz fakat bir türlü
nasip olmayan yüzüğü konu edinir. Herkes güç ister. Parma-
ğına taktığı bir yüzük sayesinde güçlü ve kuvvetli ve sorgu-
lanamaz bir kimliğe kavuşmak herkesin hayalidir. İnsanların
yüzükleri siyasi erk, toplumca muteber makamlar, unvanlar
gibi herkesin hayallerini gizli açık süsleyen, alt beyinde yu-
valanmış, açığa çıkmasından çoğu kez endişe ettiğimiz derin
arzularıdır. Arzu nesnelerimiz, bizim derin ve gizil kişiliği-
mizden beslendiği için ortaya çıkmak için en müsait ortamı
kollar. Elimize geçtiği anda başka hiç kimsenin müdahil ola-
mayacağı bir an gelmedikçe o arzuya sahip olduğumuzu ken-
dimizden dahi gizleriz. Bu gizleme çoğunlukla iyilik, güzellik,
erdemlilik şeklinde ortaya çıkar.
Kişi bağırsağındakileri ulu orta çıkaramadığı gibi, beyninde
sakladığı arzuları da ulu orta kelimelere dökemez. “Ben güç
istiyorum, herkesi emrim altına almak, herkesin bana itaat et-
mesini, gücümün hep bende kalmasını istiyorum” diyemez.
Bunu söylediği anda çevresindeki herkesin aynı şeyleri söyle-
me cesaretini elde edeceğini bilir. Bu nedenle saklı benliğini
hep saklamaya ve aklamaya çalışır.
Yüzük, beden gibi, cinselliği de temsil eder. Freud’un yüz
küsur yıl önce ortaya koyduğu teoride kişinin bütün tavırları-
nın temelinde bastırılmış cinsellik yatmaktaydı. 20. Yy Viyana
Avrupasında bu iddianın tutarlılık zemini vardı fakat şu anda
bu teori çoğu kişi tarafından abartılmakta olan bir psikolojik
sığınma teorisine dönüştürülmüştür. Türkiyede Freud deyin-
ce “annesini banyodan izlemiş” saçmalıklarına bel bağlayan
bir güruh olduğu gibi “Freud böyle demiştir” deyince her şe-
yin bir anda doğrulanacağını sanan aşırı bağlılar da bulun-
maktadır.
Elimizdeki temel gerçek şu ki, insan gizlediği kişiliğinin
tahakkümü altındadır. Film’de yüzükle temsil edilen o güç,
normal hayatta daha erişilebilecek hayatın içinden objelere
dönüşür.
Bir kadına, erkeğe aşık olmak, onu elde etmeye çalışmak bi-
zim baş rolünü oynadığımız filmimizin düğümünü oluşturur.
Her ne kadar yüzüklerin efendisinde orta dünyayı, cüceleri,
elfleri, hobbitleri izlediğimizi sansak da bütün o imgelerin,
simgelerin ardında insanların ve insanlığın gerçekleri yatmak-
tadır.
Taşıyamayacağı yükün altına girmek, yüzüklerin efendisi-
nin ardıl mesajlarından bir tanesidir. Yüzüğü taşımaya niyet-
lenen, bunu başarabilen ve başaramayan canlıları göz önüne
aldığımızda net bir belirteç göremeyiz. İnsanlar, en başında
yüzüğü elde etmişler, onu yok etme imkanı olduğu halde red-
detmiştir. Gollum, yüzüğü arkadaşını öldürerek elde etmiş,
bu hamlesi onun kabil benzeri bir lanete uğramasına neden
olmuştur. Bilbo baggins, yüzükle maceralar yaşamış, bunu
anlattığı kitabını frodo’ya tamamlatmıştır. Frodo yüzüğü ateş
dağının kapısına kadar taşımış, fakat o da tam yüzüğü ata-
cakken vazgeçmiş, yüzüğü kendine saklamaya niyetlenmiştir.
Yüzüğün sadık bekçisi gollum’un hikayenin en başından
beri yüzüğün peşinde olması, gördüğü işkenceyle shires, ba-
ggins diyerek yüzüğün yerini karanlıklara işaret etmesi aynı
zamanda hikayenin de başlangıcını gösterir.
“Ben yüzüğü istemiyorum, yüzüğü sen al” cümlesini ağ-
zından duyabildiğimiz tek kişi frodo’dur. Üç bölümlük film
serisinin sonunda yüzüğü yok etmek istememesi onun her-
kes gibi savunmasız kaldığı alt beynine karşı savunmasızlığını
göstermekteydi. Herkesin bir alt beyni, güç arzusu var fakat
frodo yaşadığı coğrafyanın, kültürün ve küçüklükten beri ya-
şadığı sosyal psikolojinin etkisiyle diğer orta dünya halkları-
nın ve liderlerinin düştüğü acziyete düşmemiştir. Bu bir nevi
ibn haldun’un “coğrafya kaderdir” iddiasının ispatı olarak da
görülebilir. Frodo, mutlu bir coğrafyada, yeşilliklerle, keyif-
li bir hayat yaşamaktadır. Göründüğü kadarıyla hobbitlerin
herhangi bir para biriminden bahsetmek mümkün değildir.
Cücelerin, elflerin hazineleri, altın, gümüş yığınları varken
hobbitlerin mutlu anlarından başka kıymetlisi yoktur.
Gollum’un yüzük için kullandığı “my precious-kıymetli-
miz” hitabı, onunla yüzük arasındaki ilişkiyi de açıklar. Pip-
pin, Gandalf’a “Gollum yüzüğü seviyor mu” sorusuna cevabı “
hem seviyor hem nefret ediyor” şeklindedir. Değerlimiz diyen
gollum neden hem sevsin hem nefret etsin? Değerlimiz sevi-
len değil midir, öyle olması beklenmez mi? Beklenmeyebilir.
Bunu anlamak için yine halk edebiyatında, türkülerinde, şiir-
lerde rastlanan sevgili imajına müracaat etmemiz gerekir. “Ben
sana mecburum bilmezsin, adını mıh gibi aklında tutuyorum”
diyen Atilla İlhan’ın mecburiyeti ile Gollum’un değerlimizi
aynı durumu ifade eder.
Gollum yüzüğe aşıktır. Hayatı boyunca anlamlı, heyecanlı,
mantıklı, tatmin hissi yaşadığı hiçbir ilişkisi olmayan, kendi-
ni bulamayan, tatmin hissi yaşamayan Simeagol’un yüzükle
tanıştıktan sonra onu Gollum’a dönüştüren temel saik, yüzü-
ğün yaşattığı “aşk” duygusudur.
Simeagol, yüzüğe, güce, yüzüğün parıltısının onda uyan-
dırdığı yoğun heyecana düşmüştür. İngilizcede falling in love,
Türkçede aşka düşmek diye ifade edilen bu yoğun acizlik, ha-
yal aleminde dolaşma, gerçekle ilişkisini zedeleme neredey-
se her ergenin, her aşığın yaşadığı bir tecrübe olarak kayda
geçebilir. Türkülerde 15’inde yar sevdim sevdirmedim ellere
dedirten, modern dünyada lise aşkı diye tabir edilen yoğun
duygulanımların kişilik, algı ve karakterde yol açtığı değişim
simeagol’dan Gollum’a yaşanan değişimin mantığını da açık-
layabilir.

Burada sormamız gereken bir soru ortaya çıkıyor. Gollum


ve simeagol’dan hangisi gerçektir? Simeagol içindeki gollum’u
dışarı mı çıkarmıştır, yoksa Gollum’a bürünen simeagol orta-
dan kayıp mı olmuştur? Bunu hepimiz kendimize farklı şekil-
lerde sorabiliriz. Biz, aşık olduğumuzda değişen karakterimiz
miyiz yoksa aşk bizim karakterimizi değiştirir mi? Soruyu bi-
raz daha derinleştirelim. Gerçeklik bizim dönüştüğümüz şey
midir yoksa değiştiğimiz mi? Soruyu biraz daha derinleştire-
lim. Kabil, kurbanı kabul edilmese yine de kötü olacak mıydı,
yoksa kurbanı kabul edilmemesi nedeniyle değişti mi? Değişi-
min hangi tarafı muteber? Gollum mu simeagol mu? Yüzükle
tanışınca içlerindeki kötülük bir anda dışa vuran insanların
çirkin yüzleri mi gerçek yoksa henüz yüzükle tanışmadıkları
için göstermedikleri, gizlide tuttukları mı? Bu soruların net
bir cevabı yok. Ya da vereceğimiz tek bir cevabımız yok.
Gerçek nedir, ne gerçektir. İnsan ve kişiliği söz konusu ol-
duğunda gerçek kişilikten söz etmek ne kadar mümkündür?
Yüzüklerin efendisi bu konuda çok temel bir konumu benim-
ser. Her insan gerçeğini içinde taşır. İmtihan anı geldiğinde
kimsenin iddiası, görüntüsü, savı olduğu haliyle kalmaz. Yü-
zükle karşı karşıya kaldığında herkes gerçekliğiyle yüzleşir.
Yüzleştiği yüzü onun o andaki gerçekliğidir. Kimse o güce
karşı koyamaz, koyamamıştır.
Gerçek nedir sorusunu bu minvalde tekrardan soralım, sor-
malıyız. Gerçek kişinin anı ve algısıdır. Yüzükle karşı karşıya
kaldığı, büründüğü ve göründüğü durum kişinin gerçekliği
ya da gerçekliklerinden biridir.
Şu halde bir gerçekten değil, gerçekliklerimizden bahsetme-
miz gerekir. Her birimiz içerisinde gerçeklikler taşıyan birer
kişilikler, gerçeklikler yumağıyız. Yüzükle, sevgiliyle, aşıkla,
maşukla, iktidarla karşı karşıya kaldığımızda artık iddiaları-
mız değil anlık tepkilerimiz konuşur. Bu manada “zinaya yak-
laşmayın” ayetinin hangi realiteye dayandığı da önemli ölçüde
açığa çıkar.
Zinaya yaklaşan kişi tıpkı yüzükle karşı karşıya kalmış orta
sınıf halkları gibi yüzük karşısında pes eder, iradesini, aklını
çalıştıramaz. Şahsiyeti, eğitimi, ortamı, coğrafyası ne olursa
olsun, kişi arzu nesnesi ile aracısız yalnız kaldığında hiçbir
güç onu erişimden alıkoyamaz. Bunun sebebi insanın üst bey-
ninin alt beyninden sonra büyümesi, gelişmesidir.
Henüz doğmadan başkasının kanından beslenen, doğduk-
tan sonra annesini emerek ve hayatını işgal ederek hayatını
sürdüren bebekler, bu süreçte bir müddet kendini ve ötekini
ayırt edemez. Bebeğin ben demeye başladığı an, aynı zamanda
annesinin “o” olduğunu idrak ettiği ana denk gelir. Bu algı
kırılması, bebeğin gerçekliğini kırar ve yeni bir gerçeklik oluş-
turur. Bebek büyüyüp çocuklaştıkça artık var olmanın yetme-
diğini, kendini anlatma isteğinin varlık amacını ve dürtülerini
yönlendirdiğini görür. Bu durumda çocuk kendine bir oyun
arkadaşı bulmak zorundadır. Kendini anlatabilmek için karşı-
sındakini anlamak, kendini duyurabilmek için karşısındakini
duymak zorundadır. “Hayatta ben yokum, ben var olmak için
anneme değil çok başka kişilere muhtacım” fikrinin doğuşu
gerçeği bir kez daha kırar.
Çocuk için her gelişim, gerçeğin kırılması demektir. Durum
aslında benim sandığım gibi değilmiş, hayat benim düşün-
düğüm, algıladığım gibi değilmiş dediği anda çocuk bir adım
daha büyür. “bir yaşıma daha girdim” dediğimizde kastettiği-
miz o anlam, çocuk için gerçek anlamda bir yaş büyümektir.
Gerçeğin ne olduğu, olabileceğine dair çocuğun zihnine do-
ğan her imge, sonraki tecrübelerin öncekilerini yıkımıyla da-
ğılır. Bu sürece girerek büyüyen çocuklar artık gerçeğin ken-
dinden değil onun dışından söylenen, dikte edilen, tecrübe
edilen olduğunu idrake başlar. Bu süreç tamamlandığında kişi
büyümüş olur. Dışarıdan herhangi bir uyarıcı almadan, kendi
arzu nesnesini hayal etmeye, onu elde etmek için çabalamaya
başlar. Bir kadını, işi, mesleği kovalar. Var olmak için temel
içgüdüsel faaliyetleri yerine getirmenin ötesinde ötekilerin gö-
zünde itibarlı bir konuma yükselmenin, en azından ötekilerin
gözünde alçalmamanın gerektiğini kavrar.
Yetişkin zihin, çoğunlukla bu sorguların, düşüncelerin ger-
çekliğiyle yüzleşmiş, neyin ciddi, muteber, mantıklı, makul
olduğuna dair kararını vermiştir. Yüzüğü elde ettiğimde artık
hiçbir sorunum kalmayacak, etrafımdaki en güçlü birey ben
olacağım, herkes bana itaat etmek zorunda kalacak, ben de bu
saatten sonra kimsenin kölesi olmayacağım, herkesin üzerin-
de mutlak iktidar sahibi olacağım der.
GERÇEK KURGU ILIŞKISI

Sinemaya getirilen eleştirilerden bir tanesi gerçekle kurgu-


yu değiştirmesi, kendi kurgusunu gerçeğin yerine ikamesidir.
Bu ciddi eleştiriyi cevaplamamız gerekir. Öncelikle iddianın
sorgulanmadan doğru kabul edilen bazı öğelerine dikkat ke-
silelim.
Bu iddiaya göre her şeyden bağımsız bir gerçek vardır. Si-
nema bu bağımsız gerçeği aşmıştır, aşabilir. Gerçeği aşan si-
nema, kendini gerçeğin üstüne konumladığı gibi, kendisini
izleyen muhataplarını da gerçeklikten alıkoyar.
Önce şu meseleye eğilelim. Gerçek var mıdır, vardır dediği-
miz gerçek bizden tamamen bağımsız bir varlık mıdır yoksa
var oluş ve devam ediş süreçlerine ortak olduğumuz ortak algı
ve tecrübeye gerçek mi diyoruz?
Bir gerçeğin varlığından emin olamayız. Fakat bizim oluşu-
muzla alakalı algı, duyum ve ifadelerimiz bizi mutlak olmasa
da mukayyet bir gerçeğin olabileceğine dair kuvvetli veri su-
nar. Gerçek, ya bizden bağımsız ya da tamamen bize bağımlı
bir durumdur. Bizden bağımsız ise bizim ona dair düşünce ve
algılarımızın onun varlığı ve biçimine hiçbir etkide bulunma-
ması gerekir. Eğer bireyin gerçeğe etkisi yoksa bu durumda
hiç kimsenin gerçeğe etkisinden söz edemeyiz.
Bizim etkimiz olmadığı bir gerçekle bizim etkileşime geçme
ihtimalimiz yoktur. Güneşe bakmamızın güneşe etkisi olma-
dığı gibi, bizden tamamen uzak bir gerçeğe değmemizin, onu
algılamamızın ihtimali de yoktur. Algılayamadığımız, doku-
namadığımız, duyumsayamadığımız bir gerçeği ifade edeme-
yiz. Güneşin ışıklarıyla eşyayı görebilmemiz bizi güneşi algı-
layabilir hale getirmez.
Şu halde bizden tamamen bağımsız bir gerçeğin var olması
bizim algı sınırlarımızın dışında olacağı için onun hakkında
hiçbir sözümüzün, fikrimizin kıymeti olmayacak, öyleyse on-
dan bahsetmemizin bir manası da olmayacak. İkinci ihtimali
göz önüne alalım. Gerçek, bizim algımızın, duyumumuzun
bir eseri midir?
her şey bizim zihnimizin bize sunduğu bir gerçeklik dizge-
sidir.

BILIM VE SANAT

FIKIH VE SANAT

KISSA VE FIKIH

Resim ve fıkıh
61

You might also like