You are on page 1of 3

SPİNOZA’NIN TESELLESİ

Ahmet Erkan Koca – Serbestiyet, 12.03.2023

https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/spinozanin-tesellisi-121459/

Son yazımda, içinden geçtiğimiz ağır ve insanı yürekten yakan günlerde tesadüfen
karşılaştığım ince bir kitabın teselli edici olduğunu yazmıştım. Frédéric Lenoir‟in kaleme
aldığı, bir tür Spinoza biyografisi olan Spinoza Mucizesi (İş Bankası Yayınları) kitabıydı bu.
Kitabı okuyacak olanlar, depremin yarattığı derin sarsıntıya nasıl olup da iyi geldiğini ve
teselli edici olduğunu ilk bakışta anlayamayabilirler ama benim için öyle olmadı. Neden mi?

Her şeyden önce Spinoza, hem dinde hem de politikada büyük bir devrimcidir ve bana öyle
geliyor ki bizim ihtiyacımız olan şey tam olarak bu ikisinin büyük bir arınmayla kendini
yenilemesidir. Politikayı, artık söylediklerinin yalan mı gerçek mi olduğu ayrımını kaybetmiş,
hurafelerle ve boş inançlarla bezeli siyaset esnafının sultasından; dini ise ilahi kaynakla
“imtiyazlı” bir ilişki kurduğunu zanneden, “tekelci” din adamlarının taassupkâr baskısından
kurtarmak, yakıcı bir ihtiyaç olarak gözükmektedir.

Spinoza‟da, gerçek anlamda düşünceye en fazla gem vurulan iki alandır politika ve din. Bu
ikisi, aşırı hırs ve aşırı arzunun en meşru dışavurum alanları olduğundan, eleştirel düşünceye
kendini kapatabilme imkânlarına fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, hurafelerin en çok kendine
yer bulduğu alanlardır da: “Her türden hurafeyi benimsemeye en meyyal olanlar, dünya
nimetlerini en ölçüsüzce arzu edenlerdir” (s.26). Lenoir, Spinoza‟nın bu cümlesinin ardından
şöyle ekler: “Azla yetinmeyi bilenler, çok basit bir sebeple hurafelere daha az meyyaldirler:
Kaybetmekten daha az korkarlar ve ellerindekiyle yetinmelerinden ötürü, daha fazlasını elde
etme umudu beslemezler. Ancak [Spinoza] hurafelerin kitleleri yönetmenin en iyi yolu
olduğunu ve çok sık din kisvesine büründüğünü özellikle vurgular.” (s.27)

Spinoza bir başka yerde, “Düşünceye din adına en çok gem vurulan yerin Türk memleketi”
olduğunu söyler ve şöyle ekler: “Basit bir tartışma bile küfür addedilir ve öyle çok önyargı
muhakemeyi tıkar ki, zihinde herhangi bir şüphe yeşertecek kadar bile aklıselime yer kalmaz.”
(s.27)

Şüpheye en az yer olan iki alandır aynı zamanda, politika ve din. Buradaki insanların en bariz
özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta
kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. Bildikleri ve düşündükleri, kesindir! Aksine olan
ne varsa, küfür değilse bile küfre yakın bir başkaldırı gibidir. Önyargılarla dolu muhakeme,
hem siyaseti hem de dini, menfaat icabı girilen bir umut kavgasına dönüştürmektedir.

Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak
isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. Bu
insanlara bakınca görülen şey, kendini üstün hissetmekten kaynaklanan bir gurur ve otorite
halidir. Oysa Spinoza‟ya göre, “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç, tamamen çocukça
değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” (s.30) Nihayetinde bu bir
sevgisizlik halidir. Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla
uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış
yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi
olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi
gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar
ve ancak bu sayede farklı düşünceleri “ehlileştirebilir”.

O nedenle, din adamlarına karşı çok serttir Spinoza: “Dini, Kutsal Ruh’un öğretilerine riayet
etmekten ziyade insan icadı şeylerin savunulması haline getiren ve hatta insanlar arasında
sevgiyi değil, ateşli bir Tanrı coşkusu kisvesi altında kavgayı ve nefretin en zalimini yaymakta
kullanan; ancak küstah bir hırs olabilir.” (s.34)

Din -ve politika- ona göre, hırsın en küstahlaştığı alanlardır. Bunun çözümü ise zannedilenden
çok daha basittir. “Kutsal metinlerin yorumlanması kesinlikle, kendinde bu konuda tekel olma
hakkını gören bir zümreye bırakılmamalıdır.” (s.34) Herkes bu alana girmelidir! Tıpkı
herkesin siyasete girmek zorunda oluşu gibi! Her türlü yorumlama söz konusu olduğunda en
yüce otorite, herkesin kendisidir çünkü. Yorum, başkasına bırakılamayan, delege edilemeyen
demektir! Ve din ve siyaset, yorumun en fazla yer bulduğu, en belirleyici, en etkileyici ve en
şekillendirici olduğu iki alandır. Bu, gerçek bir devrimdir!

Spinoza, düşünce ile inancı, felsefe ile ilahiyatı ayırdığı için çok değerlidir. “Felsefe hakikati
ve ebedi saadeti ararken, inanç itaati ve davranışlarda coşkuyu hedefler… İlahiyat akla
hizmet etmez -inanca eder- ve akıl da ilahiyata hizmet etmez. Her birinin kendi saltanatı
vardır: Aklınki hakikat ve bilgelik, ilahiyatınki iman coşkusu ve teslimiyettir.” (s.37)

Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati
doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan
öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir.
İktidar, herkesten güç edindiği için, inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.

O nedenle, tıpkı düşünceyi inançtan ayırmakta olduğu gibi, iktidarı ve dini kolektif olmaktan
çıkarıp düşüncenin emrine vermek, yani onu bireyselleştirmek son derece önemlidir. Bu
nedenle Spinoza için en iyi yönetim, “Bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı
gösteren” yönetimdir (s.53). Din ve politika bireyselliğe, herkesin ayrı ayrı, kendi başına
düşünmesine -ve de yorumlamasına!- en çok ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen, en kolektif
ve “herkesleşmenin” en yoğun yaşandığı yerlerdir.

Bu nokta oldukça ilginçtir. Herkesleşme, bireysel düşünme ve yorumlama gücünün


yitirilmesi, sadece dışsal iktidarın güçlü bir tahakkümüne ve her türlü insan-üstü kaynağın
yeryüzü temsilcileri gibi hareket eden kerameti kendinden menkul temsilcilerine otorite
bahşetmekle kalmaz; aynı zamanda inanç alanının topyekûn hurafeleşmesine de neden olur.
Başka bir deyişle, bireysel düşünceden ve yorumdan geçirilmeyen her dışsal hakikat, ne kadar
gerçeği barındırırsa barındırsın, kolaylıkla içi boş birer inanca yani hurafeye dönüşür.

Spinoza, çileci değildir; ruhen derinleşmek için insanın kendinden -ve de hayattan-
vazgeçmesi gerekmez. Aslına bakılırsa, dini ve siyasi otoritelere sorgusuz itaat, insanın
kendinden ve hayattan vazgeçmesiyle aynı şeydir. Esas olan vazgeçmek değil, tam aksine
kendini tanımak, kendinin farkında olmak, her türlü duygu ve düşüncelerini bilinç düzeyine
taşıyarak yaşamaktır. Hiçbir koşulda kendinden vazgeçmemektir. Bu ise, düşünmeden ve
yorumlama yetisi olmadan mümkün değildir („herkesin dini kendine‟ sözünü belki de böylesi
bir bireysel yorumla birlikte düşünmek gerekir). Gerçekte din, böylesi bir bilincin inanç hali,
siyaset ise politika şeklidir. Oysa bugünkü hayata baktığımızda, her ikisinin de iktidarını,
insanın kendinden vazgeçmesi üzerine bina ettiğini görürüz.

O nedenle, sadece akıl ve irade yeterli değildir, arzular ve duygular da gerekir: “Arzu
varlığımızın tamamını harekete geçirir, akıl ve irade ise sadece zihnimizi: Aklın, bizi bilgelik
yoluna sokmak için duygulara ihtiyaç duyması bundandır…Yani, bir nefreti, ıstırabı ya da
korkuyu, sırf muhakeme ederek değil, bir sevgi, sevinç, umut yeşerterek ortadan
kaldırabilirsiniz.” (s.99)

Her güçlü düşünce kendi içinde yoğun duygular ve arzular taşır. Duygusuz ve arzusuz
düşünce, kalpsiz bir insanlık yaratır. Ve her dönüştürücü eylem, böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç
duyar. Sadece akılla ve sadece iradeyle tutulan yol, en fazla tutkulu bir sonda nihayet bulur.
Oysa tutku -ne kadar idealist, ateşli ve davacı olursa olsun- edilgendir. “Edilgenlik…dış
sebeplerle ve uygun olmayan fikirlerle hareket etmektir…Bundandır ki tutku edilgen sevinçler
üretirken, eylem etkin sevinçler üretir.” (s.102)

Bugünkü şekliyle din ve politika, tutkulu ve edilgen kitleler yaratıcıdır. Oysa gerçek bir
özgürlük ve hakiki bir huzur tutkuların üzerindeki eyleme dayalı sevinçten doğar. Bu yüzden,
“Ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar
varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk
oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden
kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.” (s.113)

Son olarak, Spinoza‟nın şu harika ve dertlerimizin tam da çözümünü barındıran sihirli


sözleriyle bitirelim: “Ebedi saadet erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir; bunun hazzına
varmak da ihtiraslarımızı dizginlemekten ötürü değildir; aksine, ihtiraslarımızı
dizginleyebilmemiz bu hazzı almaktan ötürüdür.” (s.120).

Size de çok teselli edici gelmedi mi!

You might also like