You are on page 1of 73

‹ktisadi düflünce tarihi kapak.pdf 1 17.01.

2020 15:19

İktisadî
Düşünce
Tarihi
Isaac Ilyich Rubin
Çeviren Prof. Dr. Uğur Selçuk Akalın
yayınları
yayınları

9 786055 010492 astana


yayınları
yayınları
Isaac Ilyich Rubin

İKTİSADÎ DÜŞÜNCE
TARİHİ

Çeviren
Prof. Dr. Uğur Selçuk Akalın

Ankara, 2020
II

Isaac Ilyich Rubin


İKTİSADÎ DÜŞÜNCE TARİHİ
Eserin Orijinal Adı
A History of Economic Thought

Çeviren
Prof. Dr. Uğur Selçuk Akalın

© Bu eserin bütün hakları saklıdır.

1. Baskı / Ankara / 2020

ISBN
978-605-5010-49-2

Kapak Tasarımı
Astana Yayınları

Sayfa Tasarımı
Betül BAYINDIR

ASTANA YAYINLARI
Akademisyen Eğitim Danışmanlık Yayıncılık Hizmetleri A.Ş.
Taşkent Caddesi No: 3/2 Bahçelievler Çankaya/ Ankara
Tel: 0 312 230 04 85 Belgegeçer: 0 312 230 04 89
www.astanayayinlari.com astanayayinlari@gmail.com

BASKI
Bizim A.Ş. (41356)
III

İÇİNDEKİLER

RUBIN ve İKTİSADÎ DÜŞÜNCE TARİHİ .............................................................5

Birinci Bölüm
Merkantilizm ve Çöküşü

BİRİNCİ KISIM Ticarî Sermaye Çağı.......................................11


İKİNCİ KISIM Ticarî Sermaye ve 16. ve 17. Yüzyılda
İngiltere’de Merkantilist Politika ......................21
ÜÇÜNCÜ KISIM Merkantilist Literatürün Genel Veçheleri.........31
DÖRDÜNCÜ KISIM Erken Dönem İngiliz Merkantilistleri ...............39
BEŞİNCİ KISIM Merkantilist Doktrinin Zirveye Ulaşması:
Thomas Mun...................................................45
ALTINCI KISIM Merkantilizme Tepki: Dudley North.................57
YEDİNCİ KISIM Değer Teorisinin Evrimi: William Petty ...........65
SEKİZİNCİ KISIM Para Teorisinin Evrimi: David Hume...............81

İkinci Bölüm
Fizyokratlar
DOKUZUNCU KISIM Onsekizinci Yüzyıl Fransa’sında
İktisadî Durum ................................................93
ONUNCU KISIM Fizyokratik Okulun Tarihi ..............................103
ONBİRİNCİ KISIM Fizyokratların Toplumsal Felsefesi ...............109
ONİKİNCİ KISIM Büyük ve Küçük Ölçekli Çiftçilik....................115
ONÜÇÜNCÜ KISIM Toplumsal Sınıflar.........................................121
ONDÖRDÜNCÜ KISIM Net Ürün .......................................................129
ONBEŞİNCİ KISIM Quesnay ve Tableau Economique ...............139
ONALTINCI KISIM İktisat Politikası .............................................147
ONYEDİNCİ KISIM Fizyokratların Teorik Mirası ..........................155

Üçüncü Bölüm
Adam Smith
ONSEKİZİNCİ KISIM 18. Yüzyılın Ortalarında İngiltere’deki
Sanayi Kapitalizmi ........................................163
ONDOKUZUNCU KISIM İnsan Olarak Adam Smith.............................173
YİRMİNCİ KISIM Smith’in Toplumsal Felsefesi ........................177
YİRMİBİRİNCİ KISIM İşbölümü .......................................................187
YİRMİİKİNCİ KISIM Değer Teorisi ................................................197
YİRMİÜÇÜNCÜ KISIM Bölüşüm Teorisi ............................................209
YİRMİDÖRDÜNCÜ KISIM Sermaye Teorisi ve Üretken Emek ...............219
IV

Dördüncü Bölüm
David Ricardo

YİRMİBEŞİNCİ KISIM İngiltere’de Sanayi Devrimi ...........................231


YİRMİALTINCI KISIM Ricardo’nun Hayatı .......................................241
YİRMİYEDİNCİ KISIM Ricardo’nun Teorisinin Felsefî ve Metodolojik
Temelleri .......................................................245
YİRMİSEKİZİNCİ KISIM Değer Teorisi ................................................259
1. Emek Değeri ................................................ 259
2. Sermaye ve Artı Değer ................................ 268
3. Üretim Fiyatları ............................................. 274
YİRMİDOKUZUNCU KISIM Toprak Rantı .................................................283
OTUZUNCU KISIM Ücretler ve Kâr ..............................................291

Beşinci Bölüm
Klâsik Okulun Çözülmesi
OTUZBİRİNCİ KISIM Malthus ve Nüfus Kanunu ............................303
OTUZİKİNCİ KISIM Vulgar İktisadın Başlangıcı Say ....................313
OTUZÜÇÜNCÜ KISIM Ricardo’nun Değer Teorisi Üzerinde
Dönen Tartışmalar ........................................321
OTUZDÖRDÜNCÜ KISIM Ücret Fonu ....................................................329
OTUZBEŞİNCİ KISIM İmsak Teorisi Senior .....................................337
OTUZALTINCI KISIM Çıkar Uyumu Carey ve Bastiat .....................343
OTUZYEDİNCİ KISIM Kapitalizm Karşıtı Olarak Sismondi ..............353
OTUZSEKİZİNCİ KISIM Ütopik Sosyalistler ........................................365
OTUZDOKUZUNCU KISIM Klâsik Okulun Alacakaranlığı
John Stuart Mill .............................................371

Altıncı Bölüm
Sonuç: Kısa Özet
KIRKINCI KISIM Sonuç: Kısa Özet ..........................................387
1. Merkantilizm ........................................388
2. Fizyokratlar ..........................................392
3. Adam Smith .........................................395
4. David Ricardo ......................................400
5. Klâsik Okulun Çözülmesi .....................404

DİZİN ......................................................................407
RUBIN ve İKTİSADÎ DÜŞÜNCE TARİHİ
Isaak II’ich Rubin (12 Haziran 1886-27 Kasım 1937), bugünkü adı Letonya
olan Daugavpils’de dünyaya gelmiştir.
Akademik kariyerine 1919 yılında zamanın en tanınmış Rus iktisatçıları
olan Illarion I. Kaufman ve Mikhail I. Tugan-Baranowski’nin öğrencisi olarak
başlamıştır. Doğumundan ölümüne kadar bütün hayatının, Sovyetler Bir-
liği’nde toplumsal bilimlerin ve akademiyanın, Stalinizasyon olarak adlandırılan
bir baskı rejiminin zorlukları içinde yürütülmeye çalışıldığı bir ortamda geçtiği
göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Rubin durmaksızın bu sürecin getirdiği güç-
lüklerle mücadele etmek ve bunlarla baş etmeye çalışmak zorunda kalmıştır.1
İlk kez 19 yaşındayken, 1905 yılında, Çarlık Rusya’sı polisi tarafından tu-
tuklanan Rubin, aynı yıl genel afla serbest bırakılmıştır. Rusya Sosyal Demokrat
İşçi Partisi’nde (RSDİP) Menşevik hizbi içinde yer alarak, sosyal demokrat ve
reformist yaklaşımı benimseyen Rubin’in, Ekim 1917 Bolşevik Devrimine şüp-
heyle bakan bir kişilik olduğuna tanıklık edilir. Bunun sonucunda, Şubat 1921
tarihinden itibaren, aynı yıl içinde iki kez tutuklanan Rubin, birçok siyasî
mahkûmun hapsedildiği Butyrka cezaevinde kendini parmaklıkların arkasında
bulmuştur. 1905 yılından başlayarak, öldüğü 1937 yılına kadar geçen 32 yıllık
yaşam süresi içinde gerçekleştirmiş olduğu akademik ve siyasî faaliyetlerine,
özellikle de siyasî karşıtlığına binaen birçok kez devlet tarafından cezalandırıl-
mıştır. Yaşamının bu dilimi; tutukluluk, hapis, tahliye, sürgün ve bu fasit daire-
nin defalarca yinelenmesi biçiminde akıp gitmiştir.2
Alanında elde ettiği başarılarla 1920’lerin başlarında akademia içinde dikkat-
leri üstünde toplayan Rubin, ülkenin önde gelen bilim insanları arasına girmeyi
başarmıştır. Çalışmalarını iktisat teorisi ve iktisadî düşünce tarihi üzerinde yo-
ğunlaştırmış, Batı Avrupa’daki iktisatçıların çalışmalarını değerlendirmiştir.
Akademik çeşitli dergilerde ve gazetelerde birçok makale, eleştiri ve köşe yazısı
yazmış, Marxizmin önde gelen uzmanlarından biri olarak üç yıl üzerinde çalış-

1 Isaak Rubin: Historian of Economic Thought During the Stalinazation of Social Sciences in So-
viet Russia, Journal of the History of Economic Thought, Volume 37, Number 3, September 2015, s.
369.
2 Rubin’in yaşamının geniş ve ayrıntılı bir anlatımı için bakınız, Richard B. Day & Daniel F. Ga-
ido (Ed.), Responses to Marx’s Capital, From Rudolf Hilferding to Isaak Illich Rubin, Brill, 2017, s.
821-836).
6 Rubin

mış olduğu ilk ve en önemli eseri olan Essays on Marx’s Theory of Value adlı kita-
bını 1923 yılında yayınlamıştır. Günümüzden itibaren geriye dönüp baktığı-
mızda, Rubin’in belirtilen kitabının dışında, Marx’ın emek değer teorisi üzerine
yazılmış nitelikli bir başka çalışmanın ortaya konmadığını söylemek hiç de ya-
nıltıcı olmayacaktır. Bukharin’in de Rubin’i oldukça önemsemiş olması bunun
bir başka delili olarak değerlendirilmelidir.
İktisadî Düşünce Tarihi adlı kitabını ise 1925 yılında yayınlayan Rubin,
Marx’ın Capital’i ve iktisadî doktrinler üzerine düzenlediği seminerlerle yoğun
bir ilgi görmeyi ve etrafında oldukça kalabalık bir dinleyici kitlesi toplamayı ba-
şarmıştır.
İktisadî düşüncelerin havada ya da boşlukta durduğu, kendiliğinden ortaya
çıktığı ya da gökten zembille indiği söylenemez. Bir başka deyişle, toplumsal sı-
nıfların varlığı, aralarındaki çelişkilerin ve/veya antagonizmlerin her bir sınıfın
in natura sahip olduğu özelliğin bizatihi kendisinde mündemiç olması ve su yü-
züne çıkması, sınıflar arası mücadeleleri kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle, ik-
tisadî düşünceler, toplumsal sınıfların kendi varlıklarını sürdürmelerini sağlama
temelinde gelişir ve en nihayetinde de teorik temellere oturtulur. Böylesine bir
durumun varlığı ise ister istemez iktisadî düşüncelerin gelişmesinin öncülleri
olarak kendisini gösterir. Konu üzerinde çalışan iktisatçılar ise iktisadî düşünce-
lerin ve her bir iktisadî düşünce okulunun taşıyıcı kolonları olarak addedilmeyi
hakeden kişilerdir.
İktisadî düşünceler, yaşanılan dönemin tarihî, toplumsal ve iktisadî temel-
leri üzerinde yükselir. Anlaşılması ve değerlendirilmesi için bu temeller gerekli-
dir. İktisadî düşüncenin toplumsal felsefesi ise konuya ilişkin iktisadî teorik ya-
pının yerli yerine oturtulması açısından parçaları derli toplu hale getirerek bir-
leştiren harç olma özelliğindedir. İlgili iktisadî düşüncenin içinde barındırdığı
eksiklikler ve çelişkiler söz konusu iktisadî düşüncenin felsefî, toplumsal ve ik-
tisadî boyutlarının eşanlı olarak ele alınmasıyla ortaya konur. İçinde yaşanılan
dönemde birden fazla farklı iktisadî düşüncenin gelişmiş olması esas itibarıyla,
ilgili dönemde toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin ve/veya antagonizmle-
rin ve dolayısıyla da, ortaya çıkan çıkar çatışmalarının ve mücadelelerin kaynağı
olan toplumsal sınıfların varlığının bir delilidir.
Her şeyden önce elinizdeki kitabın anlaşılması, belli bir tarih aralığı gözeti-
lerek kaleme alınan iktisadî düşüncelerin evriminin yerli yerine oturtulmasıyla
mümkün olacaktır. Bunun yanı sıra kitapta yer alan ilk 8 kısım, Merkantilizmin
BİRİNCİ KISIM
Ticarî Sermaye Çağı
Ticarî sermaye çağı (ya da erken kapitalizm) 16. ve 17. yüzyılları kapsar.
Bu çağ, deniz ticaretinin ziyadesiyle gelişmesi ve ticarî sermayenin hâkimi-
yetinin ortaya çıkmasıyla birlikte Batı Avrupa’nın iktisadî yaşamında belli
başlı dönüşümler çağıdır.

Ortaçağın daha sonraki dönemlerinde ekonomi (12. yüzyıldan 15. yüz-


yıla kadar), kasaba ya da bölgesel ekonomi olarak nitelendirilebilir. Etrafını
çevreleyen tarımsal alanla birlikte her kasaba, tüm mübadelenin kasaba
ve kırsal alan arasında sınırlı bir biçimde gerçekleştiği tek bir iktisadî
bölge olarak karşımıza çıkmaktadır. Köylüler ürettiklerinin önemli bir
kısmını kendileri tüketmektedir. Üretilenin geriye kalan bir diğer kısmı
feodal beye rant olarak gitmekte ve arta kalan önemsiz miktardaki artık
ise komşu kasabada pazarın kurulduğu günlerde satmak üzere ayrılmak-
tadır. Bu yolla elde edilen para, kasabada zanaatkâr tarafından üretilen
malları (tekstil, madenî eşya, v.s.) satın almak için kullanılmaktadır. Feo-
dal bey, -alışılageldiği gibi- kendi mülkünde yaşamakta olan köylü serf-
lerden rant elde etmektedir. Bunun ötesinde, kendi malikânesi dâhilinde
yer alan tarımsal alanda zorunlu olarak emeğini kullanarak (barsbcbina ya da
corvée) hizmet veren söz konusu köylülerin ürettiklerini de almaktadır. Bu
ürünlerin büyük bir kısmı feodal beyin kendi tüketimi ya da evindeki sayısız
hizmetkârı ve uşağı içindir. Ürünün belirtilen tüketiminden geriye kalan
kısmı satılmakta, böylelikle de, elde edilen gelir yöredeki zanaatkârın üret-
tikleri ya da ticaretle uğraşanların öncelikle Doğu’dan olmak üzere uzak di-
yarlardan getirdiği lüks malları satın almada kullanılmaktadır. Bu nedenle
de, kırsal alandaki feodal ekonominin ayırt edici özelliği, önemli ölçüde doğal
nitelikte olması ve parasal mübadelenin zayıf bir biçimde gelişmesidir.

Kırsal ekonomi feodal mülk çevresinde örgütlenmiş olsaydı, kasabada iş-


letmeler, üretimi tek başına gerçekleştiren küçük zanaatkârların oluşturduğu ve
gilt biçiminde bir araya gelen el zanaatları olarak örgütlenirdi. Her zanaatkâr işini
gerçekleştirmek için gerekli basit araç ve gerece sahiptir ve kendi işyerinde
az sayıda yardımcı ve çırakla birlikte tek başına çalışmaktadır. Ürünler her
bir tüketicinin özel siparişi çerçevesinde üretilmekte ya da pazara alışverişe
gidecek yerel yerleşiklere ya da köylülere satılmak üzere stokta bekletilmek-
tedir. Yerel piyasa sınırlı olduğundan, zanaatkâr el zanaatına dayalı üretimin
12 Rubin

geriliği yani değişmeyen bir özellikte olması piyasanın tam anlamıyla kaldı-
rabileceği üretim hacmini gerçekleştirmesini mümkün kılsa da, ürettiği ürü-
nüne yönelik potansiyel talep hacmini daha işin başında bilmektedir. Her
meslekte faaliyette bulunan zanaatkârlar, -ister veri bir giltteki her zanaatkâr,
isterse de gilt üyesi olmayan kişiler arasında- kuralları üretimi düzenlemeyi
ve rekabeti ortadan kaldırmak için gerekli her türlü tedbiri almayı mümkün kı-
lan tek bir birliğin ya da gilt’in üyesidir. Veri bir bölgede üretime ve satışa
ilişkin tekel hakkı sadece giltin kesin kurallarına bağlı olarak faaliyet göste-
ren gilt üyelerine verilmektedir: hiçbir zanaatkâr çıktısını keyfî bir biçimde
artıramaz ya da kanunî olarak belirlenen sayıdaki yardımcı ve çıraktan daha
fazlasını işe alamaz; kalitesi konusunda üzerinde anlaşmaya varılan ürünleri
üretmeye ve bunları sadece oluşan fiyattan satmaya mecburdur. Rekabetin
kaldırılması, sınırlı satış hacimlerine rağmen zanaatkârların mamullerini
yüksek fiyatlardan pazarlamaları ve nispî olarak refah içinde varlıklarını sür-
dürmelerinin sağlanması anlamına gelmektedir.

Ortaçağın sonlarıyla birlikte tanımlamış olduğumuz bölgesel ekonomi-


nin ya da kasaba ekonomisinin, bir gerileme içine girdiğinin işaretleri görünür
hale gelmiştir. Bununla birlikte, eski bölgesel ekonominin çözülmesi ve daha
kapsamlı bir ulusal ekonominin bir şekilde yaygın hale gelmesi, ticarî ser-
maye çağına (16. ve 17. yüzyıl) kadar sürmüştür. Daha önceden de gördüğü-
müz gibi, bölgesel ekonomi kasabada giltte bir araya gelmiş el zanaatkârla-
rıyla kırsal alandaki feodal mülkün bir araya gelmesi üzerine temellenmek-
tedir; bu nedenle, bölgesel ekonominin parçalanması, belirtilen hususun yani
giltte bir araya gelmiş el zanaatkârlarıyla kırsal alandaki feodal mülkün bir
araya gelişinin çözülmesiyle mümkündür. Her iki durumda da bu son belir-
tilen hususun ortaya çıkması tek ve aynı temel nedenler çerçevesinde ortaya
çıkmaktadır: para ekonomisinin hızlı bir biçimde gelişmesi, pazarın büyümesi
ve ticarî sermayenin gücünün atması.

Ortaçağın sonlarına doğru Haçlı Seferlerinin sonlanmasıyla birlikte Batı


Avrupa ve Doğu’daki ülkeler (Levanten ticareti) arasındaki ticaret artmıştır. Av-
rupalı ülkeler, tropik bölgelerdeki ülkelerden öncelikle hammadde (baharat,
boya maddeleri, parfüm) ve ikinci olarak da, Doğu’daki oldukça gelişmiş el
zanaatları işletmelerinden nihaî malları (ipekli ve pamuklu tekstil, kadife,
halı ve kilim ve benzeri) elde etme imkânını bulmuştur. Bu gibi lüks kalemler
İKİNCİ KISIM
Ticarî Sermaye ve 16. ve 17. Yüzyılda
İngiltere’de Merkantilist Politika
Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamı erken kapitalist dönem boyunca
merkantilist politika uygulamalarına rağmen söz konusu politikanın evriminin
en açık bir biçimde izlenebildiği ülke örneği İngiltere’dir.

İtalya ve Hollanda gibi kimi Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında, İngil-


tere, kolonileri ele geçirme ve sanayisini geliştirme konusunda geç kalmıştır. 16.
yüzyılın başında, İngiltere ağırlıklı olarak hâlâ tarıma dayalı ve ticareti gelişme-
miş bir ülke durumundadır. Deri, metal, balık gibi hammaddeler ihraç etmekte ve
bunun ötesinde de, kumaş sanayi oldukça gelişmiş olan Flamanlardan yün satın
almaktadır. Ülkeye Flaman kumaşı, bakırdan yapılmış eşya v.s. gibi yurtdışından
gelen mamul ürünler girmektedir. Söz konusu ithalât ve ihracat esas itibariyle
İtalyan ve Hansa’lı yabancı tüccarların elindedir. Ticaret yapan Hansalıların
Londra’da büyük imalâthaneleri5 bulunmaktadır; İngiltere’ye gelen giden emtia
söz konusu kişilerin gemileriyle nakledildiğinden, bu durum İngiltere’nin gemi-
cilik alanında gösterebileceği gelişimi engellemiştir. İngiliz tüccarlar Kıta Av-
rupa’sına (çok sık olmasa da) cesaret bulup gittiklerinde, bu seyahatleri öncelikli
olarak Flaman kasabalarından yün satın almak amacıyladır -ilk önceleri Brüksel,
16. yüzyıldan itibaren de kendi imalâthanelerinin bulunduğu Anvers olmuştur.

Bu koşullarda, servet sahibi yerli tüccar sınıf bulunmamaktadır ve ülke para


sermaye açısından fakirdir. İngiliz hükümeti -16. yüzyılın sonuna kadar- işe ön-
celikli olarak malî açıdan bakarak, dış ticaretin zengin ülkelerle yapılması husu-
suna dikkat etmiştir. İthalât ve ihracata özellikle de, yün ihracatına benzer güm-
rük tarifeleri uygulamıştır. İngiliz ve yabancı tüccarlar arasındaki her işlem, bi-
rincisi, hazinenin uygun bir tarife geliri etme etmesini mümkün kılmak ve ikincisi
de, ülkeden para çıkışını önlemek amacıyla sıkı bir devlet kontrolü altına alınmıştır.
Sürekli olarak fon yetersizliği içinde olan hükümet, hazineyi likit tutmak için
durmadan paranın değerini düşürmek ya da ödünç alma yoluna başvurmak du-

5 Fabrikalar, yabancı tüccarların barındığı ve işlemlerini yaptığı kendine yeterli ticarî yerleşim
yerleri haline getirilmiştir. Yurtdışından ilgili kasabaya sıklıkla gelen tüccarların aynı fizikî
özelliklere sahip yerlerde kalma imkânları bulunmaktadır. Bununla birlikte, aynı zamanda, be-
lirtilen mahâller o dönemde şekillenen yeni tüccar birliklerinin ilk noktaları olmuştur.
22 Rubin

rumunda kalmış, devletin para sermaye yetersizliği karşısında değerli madenle-


rin yurtdışına akması derin bir endişe kaynağı haline gelmiştir. Altın ve gümüş
ihracatı kesin bir biçimde sınırlandırılmıştır. 'Statutes of Employment' (İstihdam
Kanunu) çerçevesinde, emtiayı İngiltere’ye getiren yabancı tüccarlar, satıştan
elde ettiği tüm parayı ülke içinde diğer emtiayı satın alma yükümlülüğü altında-
dır. Ticaret için İngiltere’ye gelenler ülkeye ‘ev sahibi’ rolünü oynayan o yörenin
saygıdeğer bir yerel yerleşiğinin kontrolü altına girmektedir. Böylesi bir yetkiyle
donatılan ‘ev sahibi’, gerçekleştirilen tüm işlemleri izlemekte ve söz konusu iş-
lemleri özel bir deftere kaydetmektedir. Gelen ‘misafir’ tüm stoklarını en fazla
sekiz ay içinde satmak ve gelirini İngiliz emtiasını almada kullanmak zorunda-
dır. Yabancı tüccarın ‘ev sahibinin’ kontrolünden uzaklaşma gibi yapacağı her-
hangi bir girişim hapisle cezalandırılmaktadır. 15. yüzyılın ikinci yarısında ‘ev
sahipliği’ sistemi, hükümetin özel müfettişleri ve denetçilerin tarafından gerçek-
leştirilen bir tür kontrole dönüşmüştür.6

İngiltere’den yapılacak değerli maden ihracatına ambargo uygulanmakta-


dır. Söz konusu madenlerin yurtdışından İngiltere’ye gelmesinin cazip hale geti-
rilmesi konusu ciddiye alınmaktdır. Bunun sağlanması amacıyla ticaretle uğraşıp
da emtia ihracında bulunan İngilizler kanunen elde ettikleri gelirin belli bir kıs-
mını madenî para olarak geri göndermekle yükümlü kılınmıştır. Bunun için, hü-
kümetin İngiliz tüccarların dış ticarete ilişkin işlemlerini kontrol edebilmesi ve
tüccarların emtiayı belli kasabalardan (bu noktalar ‘staples’ olarak adlandırılmak-
tadır -bir anlamda ürünlerin ihraç edilebildiği yegâne nokta anlamındadır-ç.n.)
ihraç etmesi gerekmektedir. 7 Örneğin, 14. yüzyılın başlarında, İngiliz yünü sa-
dece Brüksel, Anvers, Saint-Omer ve Lille’e ihraç edilebilmektedir. ‘Staples’ ola-
rak adlandırılan bu ihraç noktalarında, İngiliz Hükümeti işi, ilk olarak İngilizler

6 Bu kontrolün büyük bir kısmı, sadece giltin bulunduğu kasabada değil, ülke çapında ticareti,
ücretleri v.s. düzenleme konusunda inanılmaz güç sahibi olan Justices of the Peace adlı oluşu-
mun elindedir.
7 Ürün çıkış noktaları olarak adlandırılan oluşumun uyguladığı politika (Stable policy), ticareti
yönlendirme ve sınırlandırma aracı olmanın çok ötesinde bir şeydir: zira desteklenen tüccar
şirketinin yerel piyasada tekel durumundan yararlanması sağlanmakta, şirket ödüllendirildik-
ten sonra kıskanılası bir hak haline gelmektedir. Rubin’in burada konuya ilişkin kullanımı, işi,
belli kasabaların çeşitli emtia ticaretinde (İtalyanların adlandırdığı gibi) esas ‘sözleşme yeri’
haline gelerek kendilerini ticaret merkezleri olarak kabul ettirme girişimi haline dönüştürdü-
ğünden, kurumun fiilî menşeini anlaşılmaz hale getirmektedir. Kendilerine ait ürün çıkış nok-
taları politikalarını kendilerini büyük pazar merkezleri haline getiren Brüksel ve Anvers’de ol-
duğu gibi bu bir kez gerçekleştiğinde, bu ticaret yoğunlaşmasını yerel zanaatları ve ticareti
geliştirme girişiminde kullanılabilecektir.
DÖRDÜNCÜ KISIM
Erken Dönem İngiliz Merkantilistleri
16. yüzyıl ve 17. yüzyıl başlarında yaşayan İngiliz merkantilistleri dik-
katlerini paranın dolaşımı üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu noktada, özelde tüc-
car sınıfın olmak üzere, nüfusun büyük bir kesiminin zararına olacak belirgin
değişimler gerçekleşmiştir. İlk önce, Amerikan altın ve gümüşünün Av-
rupa’ya akması, işin doğal gidişatına uygun olarak, fiyatlarda devrim mey-
dana getirmiştir: meta fiyatları arttığında, para arzının yetersizliği konu-
sunda genel bir hoşnutsuzluk ve şikâyet dalgası ortaya çıkmıştır. İkinci ola-
rak, İngiltere Hollanda’ya nazaran daha geri olduğundan, iki ülke arasındaki
ticarette uygulanan döviz kuru sıklıkla İngiltere’nin zararına olacak bir bi-
çimde işletilmiş, böylelikle de, bir birim Hollanda parası, daha fazla bir İngi-
liz şiliniyle mübadele edilmiştir. Bu nedenle de, standart bir değere sahip İn-
giliz altın ve gümüş paralarını eritilip yeniden basılmak üzere Hollanda’ya
göndermek kârlı hale gelmiştir. Mevcut paranın İngiltere dışına ihracı söz ko-
nusu olduğundan, bu hususun para yetersizliği konusunda dillendirilen ev-
rensel şikâyetin arkasındaki esas faktör olduğu inancı yayılmaya başlamıştır.
Erken dönem merkantilistleri için para dolaşımı ve emtia dolaşımı ara-
sındaki karşılıklı ilişki muamma olma özelliğini sürdürmektedir: İngil-
tere’nin döviz kurundaki kötüleşmenin ve peşi sıra mevcut paranın İngiltere
dışına kaçışının, ticaret dengesinin istenmeyen bir durumda olmasının kaçı-
nılmaz bir sonucu olduğu kavranmıştır. Söz konusu merkantilistlerin güncel
bir konuyu tartıştıklarında takındıkları tavır, tıpkı uygulamacıların tartışılan
konunun arkasında yatan nihaî nedenin ne olduğu konusunda pek bir gayret
göstermemeleri gibi bir gelişme göstermiştir; bu nedenle de, paranın yurtdı-
şına akışının yani madenî paranın tağşişinin arkasında yatan hususun biza-
tihi para dolaşımının kendisi olduğu ifade edilmiştir. 16. yüzyılın başında,
bu husus, en kötülerinden biri İngiliz kraliyeti olan tüm Avrupa’daki tüm
krallıkların yaşamış oldukları ortak deneyimdir. Krallıkların, önceki madenî
paralar gibi aynı itibarî değere sahip olmakla birlikte daha az metal içeren
yeni madenî para basmaları gerekmiştir. Ancak, bu yeni madenî paralar stan-
dart değere sahip önceki paralardan daha hafif olsa da, kanunî olarak değer-
leri üzerinden işlem görmektedir. Bu nedenle de, eski parayı eritilip yeniden
basmak ya da yabancı parayla mübadele etmek üzere göndermek kârlı hale
40 Rubin

gelmiştir. Kötü paranın iyi parayı ülkedeki dolaşımından uzaklaştırması ve


yurtdışına çıkmaya zorlaması, 16. yüzyılın ortalarının ilk dönem merkanti-
listlerinden biri olan ve o günden beridir de ‘Gresham Kanunu’ olarak bili-
nen Thomas Gresham tarafından ortaya konmuştur. İngiliz madenî parasında
meydana gelen bu tağşiş, erken dönem merkantilistlerini, İngiliz parasının
Hollanda parası karşısında değerini kaybetmesinin (döviz kurunun kötüleş-
mesi olarak ifade edilen) nedeni olarak görme eğilimi içine sokan husustur.
Merkantilistler madenî paranın tağşişinin yani döviz kurundaki kötü gidişa-
tın yaratığı olumsuzluğu ve paranın sürekli olarak ülkeden sızıntısını orta-
dan kaldırmak için devletin baskı yaptığını ve paranın dolaşımına doğrudan
doğruya müdahale ettiğini savunmuştur. Devletin standart ağırlıkta madenî
para basmasını istemişler ve döviz kurunun zorunlu düzenlemeye tabi tutul-
ması (bir başka deyişle, kişilerin, sabit miktarda bir İngiliz şilininden daha
fazla yabancı para almalarının önüne geçilmelidir) tavsiyesinde bulunmuş-
lardır. Ancak, erken dönem merkantilistleri, paranın İngiltere’den ihracına ya-
saklamanın getirilmesi ve değerli madenlerin akışının durdurulması için sert
tedbirlerin alınıp uygulanması biçimindeki feveranlarını büyük bir ısrarla
sürdürmüştür. Buna rağmen tavsiyelerinin hiçbir etkisi olmamıştır. Devlet
standart ağırlıkta madenî para basma kabiliyetine ve eğilimine sahip değil-
dir. Merkantilistlerin tavsiyelerinin test edilmesine ilişkin söylenebilecek hu-
sus ise söz konusu tavsiyelerin elan modası geçmiş geleneksel hükümet uy-
gulamalarını güçlendirme ya da yeniden canlandırma girişiminden başkaca
bir şey olmadığıdır. Daha önceleri devlet, İngiltere’den para ihracına sıkı ya-
saklamalar getirmiştir. Benzer şekilde, devlet, döviz kurunu sabitleme ve bu
sabitlemeyi de İngiliz parasını sabit bir oran çerçevesinde yabancı parayla
mübadele eden döviz tüccarları yoluyla düzenleme çabası içine girmiştir.
Ancak, söz konusu girişimler, erken dönem merkantilistlerin algılamalarının
ötesinde olan meta ve para dolaşımına ilişkin temel kanunların karşısında
yetersiz kalmıştır.
Merkantlist düşüncelere ilişkin en dikkat çekici eser, ‘W. S.’ kısaltmasıyla
1581 yılında yayınlanan A Compendious or Briefe Examination of Certayne Ordi-
nary Complaints, of Drivers of Our Country Men in These Our Days isimli çalış-
madır. Bir süre bu eserin yazarının Wiliam Sheaspeare’den başkası olamaya-
cağı düşünülmüşse de, genel düşünce söz konusu kısaltmanın William Staf-
ford’a yakıştırılmıştır. Söz konusu kitap 1581 yılında yayınlanmışsa da, çok
daha yakın tarihli çalışmalar bu kitabın 1549 yılında John Hales tarafından
ALTINCI KISIM
Merkantilizme Tepki
Dudley North
Thomas Mun para ihracına yönelik modası geçmiş yasaklamalara karşı
durmuşsa da, devletin ticaret dengesini düzeltme ve parayı ülkeye çekme
aracı olarak dış ticareti kontrol etme ihtiyacının olduğunun da farkındadır.
Merkantilist politikanın ilkelerine yönelik eleştiri geliştiren ilk kişi, Discourses
upon Trade adlı çalışması 1691 yılında yayınlanan Dudley North olmuştur.
Önde gelen tanınmış bir tüccar olan ve aşırı devlet vesayeti sınırlamalarının
hissedilmesine yönelik olarak geliştirilen Gümrük Müdürlüğü’nün başına
bulunan North, tüccar ve para sermayeyi savunma durumunda kalmıştır.
North, serbest ticaret fikrini ileri sürenler arasında ilk sırada yer almaktadır.
Yapmış olduğu tartışmaları iki temel tema üzerine oturtmuştur: bunlardan
ilki, paranın ülkeye gelmesini cazip hale getirme arzusunda olan devlet tara-
fından dış ticarete getirilen kısıtlamalar ve ikincisi de, faiz düzeyinin kanunî
olarak sınırlanması. North bu iki konuya ilişkin olarak devletin iktisadî ya-
şama müdahalesinin durdurmasını ısrarlı bir biçimde talep etmektedir.

Dış ticaretin amacının ülkenin para stokunu artırmak olduğunu benim-


seyen merkantilistler açısından ticaret, para ya da mübadele değeri elde et-
mek için ürün ya da kullanım değeri mübadelesinin ötesinde bir husustur.
North’la birlikte ticaret kavramı, belli ürünlerin diğerleriyle mübadele edilmesi
temelinde biraz farklıdır; bu durumda, dış ticaret, paranın sadece bir araç
olarak işlev gördüğü bir durumda, bir ülkenin ürününü, bir diğer ülkenin
ürünüyle, her ikisinin de ortak yarar sağlayacak bir biçime mübadele edil-
mesidir. ‘Altın ve Gümüş ve bu temelde Para, alışverişin bunların olmadığı
duruma nazaran daha uygun bir biçimde gerçekleştirildiği Ağırlık ve Ölçüt-
ten başkaca bir şey değildir’.44

Ticaret yolunda giderse ya da gerilerse, bunun nedeni paranın ülkeye


akması ya da ülkeden çıkmasında aranmamalıdır; aksine, para miktarındaki
artış, ticaretin gelişmesini beraberinde getirir.

44 McCulloch, Early English Tracts on Comment, içinde Dudley North, Discourses Upon Trade, s. 529-
530.
58 Rubin

Bu ise ticaretteki durgunluğu paranın yetersizliğine bağlamaya yatkın bir


kamuoyu düşüncesi değildir. Tüccar emtiası için bir pazar bulamadığında,
bu durumu, tümüyle yanlış bir fikir olsa da, ülkedeki yetersiz para miktarına
bağlamaktadır. ‘Ancak, konuyu yakından incelemek için şu sorular sorulma-
lıdır; bu İnsanlar ne istemektedir, Paraya aşırı derecede ihtiyaç duyan kim-
dir? İşe Dilenciyle başlayacağım; Para istemekte ve bunun için de yalvarıp
yakarmaktadır: Parayı aldığında ne yapacaktır ki? Ekmek, v.s. satın alacaktır.
Bu nedenle, esasen istediği şey para değil ama ekmek ve yaşamı için ihtiyaç
duyduğu diğer gereksinimleridir. Çiftçi de Para konusunda şikâyetçidir ve
para istemektedir; hiç şüphesiz çiftçinin ileri sürdüğü neden Dilenci gibi ya-
şamı idame ettirme ya da Borçları ödeme temelinde değildir; aksine, ülkede
daha fazla para olursa, mallarına yönelik Fiyat oluşumunun gerçekleşeceğini
düşünmektedir. İstediği Para değil ama satamadığı buğdayını ve büyükbaş
hayvanlarını satabileceği bir fiyatın oluşması gibi görünmektedir’.45 Satama-
ması, tüketicilerin fakirliği ya da yurtdışı ihracına ilişkin engel nedeniyle aşırı
buğday ya da büyükbaş hayvan arzı ya da bunlara yönelik talep yetersizliği
nedeniyledir.

Bu nedenle de, ticaretin içine düştüğü zorluk paranın yetersiz olması ne-
deniyle değil de, meta mübadelesindeki düzenli gelişmenin bozulması nede-
niyle ortaya çıkmaktadır. Genel olarak söylemek gerekirse, bir ülke ticaret
yani emtia mübadelesi amacıyla daima çok paraya sahip olması gerektiği için
para yetersizliği gibi bir durum söz konusu olmaz. ‘…Zengin biriyseniz ve
Ticaretle uğraşıyorsanız, yapacağınız anlaşmalarda belli bir özelliğe sahip bir
sikke isteyemezsiniz’.46 Zira bir ülke kendi madenî parasını basmazsa, başka
ülkelerin madenî parası yeterli düzeyde piyasaya sürülecektir. Diğer taraf-
tan, ‘Para, Ticaret için gerekli olandan daha fazla bir düzeye ulaşırsa, bunun
değeri basılmamış Gümüşten daha değerli olmayacaktır ve zaman zaman da
değeri eriyecektir’.47 Bu nedenle de, North, para dolaşımının kendisini meta
dolaşımı talebine tekabül edecek bir biçimde düzenleyeceği sonucuna ulaşmış-
tır. Bir ülkenin para yetersizliği korkusu olmadığında, devletin parayı artırma
yönünde zorunlu tedbirler almasının da bir yararı yoktur.

45 Ibid., s. 525.
46 Ibid., s. 531.
47 Ibid.,
İktisadî Düşünce Tarihi 59

Parayı ülkede tutmaya yönelik olarak alınacak tedbirler ticareti frenlemek-


ten başkaca bir işe yaramayacaktır. ‘Bir kanunun çıkarıldığını ve dahası, kim-
senin her ne olursa olsun herhangi bir büyüklükteki Meblağı herhangi bir
türden malı bir yerden bir başka yere götürmek amacıyla belli Kasaba, Yöre
ya da Bölgeden çıkarılamayacağı biçiminde geliştiğini düşünün: bu du-
rumda söz konusu kişi beraberinde getirdiği parayı orada bırakacak ve dışa-
rıya çıkaramayacaktır. Bunun ortaya çıkardığı sonuç, söz konusu Kasaba ya
da Yöre, Ülkenin geri kalan kısmıyla olan bağının kopacak olmasıdır; ve
kimse elindeki parasını alıp da beğendiği ya da beğenmediği malı almak için
pazara gelemeyecektir; ve diğer taraftan, söz konusu yerde bulunanlar Alıcı
olarak diğer Pazarlara gidemeyecek olmakla birlikte kazanacağı paranın be-
raberinde geri getirilmesine izin verilmeyecek olması nedeniyle sadece Satıcı
olarak sürece dâhil olacaktır. Böylesi bir durum bir Kasabayı ya da Yöreyi
serbest ticaret koşullarına sahip komşularıyla karşılaştırıldığında kötü bir
duruma sokmayacak mıdır?’.48 Aynı üzücü durum, ticarete yönelik benzer
uygulamaları devreye sokan bir ülkenin de başına gelecektir. Zira ’Dünyada
ticaret yapan bir Ülkenin, her açıdan bir Krallıktaki Şehirden ya da Bir Şehir-
deki Aileden hiçbir farkı yoktur’.49 North’un ideali, dünya ticaretinin müm-
kün olduğu kadar serbest ve özgür olmasıdır.

Bir ülke takınacağı tavır ve kararlarla parasını elde tutup atıl hale getire-
rek doğrudan kayba uğrar. ‘Varlığı tümüyle Para, Gümüş Yemek takımı v.s.
biçiminde olan bir kimse kendini kandırmaktadır ve de zengin değildir ak-
sine tam da bu nedenle fakirdir. Zengin olan, Toprağın ekip biçilmesi, Pa-
rayla Faiz geliri elde edilmesi ya da Mal Ticareti yapılması biçimde varlığının
artması imkânını elde edendir: Herhangi biri varlığını kerhen Paraya dönüş-
türürse ve söz konusu parayı ölü hale getirdiğinde, çok geçmeden üstünde
oluşacak Fakirlik baskısına karşı duyarlı halee gelir’.50 İster tek bir kişi, isterse
de ülke bazında olsun, zenginleşme, mevcut paranın biriktirilmesiyle değil,
para sermaye olarak -kâr getiren para- dolaşıma sokularak sağlanır.
North’un gözünde refaha giden yol, paranın atıl bir biçimde iddihar edilme-
sinden değil, ticaretin ve genel olarak kâr ve sermaye kütlesinin büyümesinden

48 Ibid., s. 527-528.
49 Ibid., s. 528.
50 Ibid., s. 525.
YEDİNCİ KISIM
Değer Teorisinin Evrimi
William Petty
Merkantilist yazarların büyük bir çoğunluğunun ağırlıklı olarak iktisat
politikası üzerinde eğildiklerini ve teorik çalışmalara pek de meyletmedikle-
rini belirtik. Bununla birlikte, uygulamaya ilişkin çeşitli önlemlerin haklılı-
ğını savunma gereğinin ortaya çıkması, teorik nitelikli argümanlara geri dön-
melerini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, paranın dolaşımına yönelik sı-
nırlamalara karşı mücadele, örneğin ihraç edilen madenî paralara, v.s. getiri-
len yasaklamalar, ticaret dengesi teorisinin geliştirilmesini hızlandırmıştır.
Ancak, gelişen durum nedeniyle, 17. yüzyılın matematik ve ampirik felsefe
(Bacon, Hobbes), biçimindeki genelleştirilmiş niteliği ve iktisadî gelişmenin gi-
derek artan karmaşık talepleri karşısında yeni bir doktrine ulaşmak için mer-
kantilist doktrinin daha kapsamlı ve radikal bir biçimde yeniden gözden ge-
çirilmesi ihtiyacının fark edilmesi karşısında, İngiliz merkantilist literatür 17.
yüzyılın ortalarından itibaren büyük ölçüde teoriye ilgi göstermeye başlamıştır.

Merkantilist literatürün ‘tüccar temelli’ ve ‘felsefî’ eğilimi, teorik genelle-


meler biçiminde gelişmeye başlamıştır. Merkantilist yazarlar arasında, yaşa-
dıkları dönemde uygulamaya ilişkin sorunlarda çekişen sınırlı sayıdaki uy-
gulayıcının yanı sıra kapsamlı bir bakış açısına sahip kişiler (Petty) ve zama-
nının saygın filozofları (Locke, Berkeley, Hume) boy göstermeye başlamıştır.
Uygulamaya yönelik düşünüşler ortaya koyan yazarlar bile (North, Barbon,
Cantillion) yaptıkları çalışmalarda teorik meselelere ilgi duymaya başlamış-
tır. Teorik girişimin ortaya koyduğu fikirler basit ve olgunlaşmamış olsa da,
değer teorisi ve para teorisi konusunda çok makbul bir miras bırakmıştır.

Gününün koşulları içinde ortaya koymuş olduğu değer sorununun, gilt-


lerde faaliyet gösteren el zanaatlarının kapitalist ekonominin önünü açtığı
biçiminde ifade edilebilir. Ortaçağ zanaatkârlarının faaliyet gösterdiği dö-
nem içinde mal fiyatları gilt ve kasabadaki yetkililer tarafından düzenlen-
mektedir. Giltlerin el zanaatı ürünlerinin fiyatlarını sabitlemesi, bu faaliyette
bulunanlara yönelik ‘uygun bir geçimlik sağlama’ ya da emeklerine karşılık
bir ödül olma amacını taşımaktadır. Bu nedenle, 13. yüzyılın en göze çarpan
Kanonik yazarları olan Büyük Albert ve Thomas Aquinas’ın bir ürünün değeri-
nin, söz konusu ürünün üretiminde kullanılan ’emek miktarına’ ve yapılan
78 Rubin

üretime katılan emek miktarıyla, bir başka deyişle, söz konusu şeyin üreti-
minde çalışan kişilere tahsis edilen toprak miktarıyla ölçülür’.84 Cantillion,
Petty’nin hatalı düşüncelerinden hareket etmekle, emek değer teorisinin
doğru bir biçimde ortaya konması imkânından giderek uzaklaşmıştır. Da-
hası, ‘toprağın değerini’ emeğe indirgemek için, aksine, insan emeği ve belli
bir toprak parçası arasında eşitlik olduğunu belirtmiştir.

Son olarak, James Steuart’ın da85 benzer bir şekilde mübadele değeriyle
kullanım değerini birbirine karıştırılmış olduğunu görmekteyiz. Steuart so-
mut bir emek ürününde (yani kullanım değeri), doğadan verili olarak gelen
maddî öz ile insan emeğinin bu üründe gerçekleştirmiş olduğu değişikliği bir-
birinden ayırmıştır. Şaşırtıcı görünse de, ürünün üretildiği doğa unsuru, söz
konusu ürünün ‘öz kıymetidir’. Bir gümüş vazonun ‘öz ederi’, şekillendiril-
mesi imkânını sağlayan hammaddedir (gümüş). Vazonun onu yapan işçinin
emeği tarafından değiştirilmesi, söz konusu vazonun ‘kullanım değerini’
oluşturur. ‘Burada dikkate değer iki husus bulunmaktadır. Birincisi, basitçe
madde ya da doğanın bizatihi kendinde bulunan ya da ürettiği, diğeri de,
değiştirilme [preobrazovanie-dönüşüm, I.R.] ya da insanoğlunun çalışması.
Bunlardan ilkini, öz eder, diğerini ise yararlı değer olarak adlandıracağım. İkin-
cisinin değeri, ürünü üretmede kullanılan emek maliyeti üzerinden hesap-
lanmalıdır’.86 Bu nedenle, Steuart’ın aklından geçen şey, kullanım değerini
yaratan ve söz konusu ürünü yararlı ya da bezeli hale getiren ya da ‘kısaca,
kişinin dolaylı ya da dolaysız olarak üstesinden gelebileceği kimi maddeyi
şekillendiren somut yararlı emektir’.87

Bu nedenle, bu husus, merkantilist çağda daha sonra iktisat tarihinde


önemli bir rol oynayan temel değer teorilerin nüvesi olarak ortaya çıkmıştır:
arz ve talep teorisi, öznel fayda teorisi, üretim maliyetleri teorisi ve emek değer
teorisi. Bunların gerçekleşmesi, öznel fayda teorisinin iktisat biliminde şu ya
da bu ölçüde başarı kazanan Avusturya Okulu’nun ortaya çıkmasıyla müm-
kün olmuştur. Emek değer teorisinin ise iktisadî düşüncenin daha da ileri git-
mesinde çok büyük bir etkisi vardır. Petty ve onu izleyenlerin ellerindeki

84 Ibid., s. 29.
85 Steuart, Principles, Skinner edition, I. Cilt, s. 312. İtalikler Steuart’ aittir.
86 Bu kısmın başına bakınız. Para teorisi konusunda yazmış olduğuna ilişkin olarak bu kitapta yer alan
sekizinci kısmın sonuna bakınız.
87 Ibid., I. Cilt, s. 312.
İktisadî Düşünce Tarihi 79

emek değer teorisi, Locke tarafından arz ve talep teorisi olarak aynı çizgide
sürdürülen ve Steuart’ın da üretim maliyetleri düzlemine oturttuğu dikkat
çekici çelişkiler yumağı haline gelmiştir. Emek değer teorisi, Klâsik Okul ve
bilimsel sosyalizm tarafından geliştirilmiştir. Petty’nin mirasçıları ise Smith,
Ricardo, Rodbertus ve Marx’tır.
SEKİZİNCİ KISIM
Para Teorisinin Evrimi
David Hume
Merkantilist dönemin teorik mirası içinde, emek değer teorisine ilişkin
ön bilgilerin yanı sıra bir para teorisi geliştirme girişimlerine de rastlamakta-
yız. Ticaret dengesi ilişkin sorunlarla birlikte, en ilgi çeken ve geniş bir lite-
ratürün doğmasına vesile olan konu para meselesi olmuştur. Bu da özellikle
en çok paraya sahip olan burjuvazinin geliştiği ve parasal dolaşımın sürekli
bir karmaşaya neden olduğu İtalyan şehirleri söz konusu olduğunda karşıla-
şılan bir husustur. İngiltere’de 'A Discourse Upon Trade' başlıklı birçok ça-
lışma ortaya çıkarken, İtalya’daki çalışmalar geleneksel olarak 'A Discourse
on Money' başlığını taşımaktadır. Tüm bu çalışmaların hepsi, iktisat politi-
kası sorunu üzerine para ihracına ilişkin sınırlamalara, madenî paranın tağ-
şişine ve benzeri konulara odaklanmıştır. Madenî paranın yöneticiler tarafın-
dan sürekli bir biçimde tağşiş edilmesi şiddetli tartışmaların yapılmasını be-
raberinde getirmiştir. Kralların ve prenslerin gücünü savunanlar projektör-
lerini, madenî paranın değerinin metal miktarıyla değil de, devletin irade-
siyle belirlendiğini ileri sürerek, madenî parada kullanılan metalin içeriğini
azaltmaya çevirmişlerdir. ‘Para, kanunla yaratılan bir değerdir’ diyen ve
(madenî paranın değerinde meydana gelen dalgalanmalardan muzdarip
olan) ticaret burjuvazisinin lehine ‘para teorisinin’ savunucusu olan yandaş
Nicholas Barbon88, standart ağırlığı olan madenî para basılmasını talep etmiş-
tir. ‘Medenî’ para teorisinin atası olan bu çevreler, medenî paranın içeriği
olan metalde meydana gelen sürekli bir azalışın kaçınılmaz olarak paranın
değerini azaltacağını ileri sürmüşlerdir. Sonunda, 18. Yüzyılın başında John
Law olarak bilinen bir kişi tarafından en açık bir biçimde ifade edilen orta
yollu bir çözüm ortaya konmuştur. Law’un doktrinine göre, madenî paranın

88 Barbon hakkında bir önceki kısma bakınız.


82 Rubin

değeri iki kısımdan oluşmaktadır. Birincisi, içerdiği madenin değer tarafın-


dan belirlenen ‘gerçek değeridir’.89 İkincisi ise madenî para sikke olarak kul-
lanıldığından ve onu üretenlerin paranın içerdiği madeni talep etmelerinden
kaynaklanan ‘ilâve bir değere’ sahiptir.

Amaç uygulamaya yönelik olduğundan, merkantilist çalışmalarda pa-


rayla ilgili olarak ileri sürülen argümanlar ve tartışmalar rastgele ve birbi-
riyle ilintisizdir. Sadece merkantilist literatürün gerileme evresinin son gün-
leri olan 18. yüzyılın ortalarında, para üzerine çalışmaların ortaya çıkıp gü-
nümüze kadar gelmesinde önemli rol oynayan iki teoriye ilişkin üç aşağı beş
yukarı tamamlanmış ifadeler vardır. Bunlar, David Hume tarafından ortaya
konan paranın ‘miktar’ teorisi ve buna karşı olan ve James Steuart‘ın geliştir-
diği teoridir.

David Hume (1711-1776) hem ünlü bir filozof ve hem de seçkin bir ikti-
satçıdır. 1753 yılında zekice ve dikkat çekici özellikteki Essays adlı çalışması,
merkantilist düşüncelere son darbeyi vurmuştur. Genelde serbest ticaretin
net bir savunucusu olan Hume, tam anlamıyla merkantilist olarak değerlen-
dirilemez. İktisadî düşünce tarihinde Hume genellikle Fizyokratlarla ve hem
öncüsü ve hem de yakın arkadaşı olan Adam Smith arasında bir yere oturtu-
lur. Bununla birlikte, ortaya koyacağımız hususa açıklık getirmesi açısından,
merkantilist düşüncenin zirveye ulaştığı çağın yanı sıra düşüşe geçtiği döne-
min de ele alındığı bu kısımda Hume’un çalışmalarını ele almanın elzem ol-
duğunu düşünüyoruz.

Hume’un düşünce merkezi etrafında dönen meseleler, merkantilist ça-


lışmalarda sürekli olarak tartışılan ticaret dengesi, faiz oranı ve para gibi konu-
lardır. Ticaret dengesi ve faiz oranı konularını ele alışının yarattığı etki, ken-
disinden önce özellikle North tarafından ifade edilen düşünceler temelinde
mükemmel bir biçimde geliştirdiği ve kesin olarak formüle ettiği konular gibi
ilk kez ortaya koymasından kaynaklanmamaktadır. 17. yüzyılın sonunda
gök kubbede sadece North’un sesi kalmışsa, merkantilizmi eleştirisiyle de
Hume, 18. yüzyılla birlikte zamanının genel düşüncesini ortaya koymuştur.

89 Rubin’in burada kullandığı kavram öz değerdir (‘vnutrenyaya stoimost'). Kavram burada


Law’un kullandığı biçimde verilmiştir. Gümüş, sahip olduğu kullanım değeriyle sonuç itiba-
rıyla da, gerçek değeriyle orantılı bir biçimde mübadele edilmiştir. Para olarak kullanılması da
ona ilâve değer kazandırır. John Law, Considérations sur le Numéraire et le Commerce (1705). Marx
tarafından Capital, Vol. I, s.185’de atıfta bulunulmuştur.
DOKUZUNCU KISIM
Onsekizinci Yüzyıl Fransa’sında İktisadî Durum111
Fizyokratik okulun tarihini ele almadan önce, genel veçheleri çerçeve-
sinde 18. yüzyılın ortalarında Fransız ekonomisinin durumunun ana hatla-
rını ortaya koymamız gerekmektedir. Fizyokratik okul, tarımın yeniden can-
lanması ve merkantilist politikayı reddetmeye yönelik programı nedeniyle
toplumun büyük bir kesiminin dikkatini çekmiştir.

Fransa, XIV Louis’in meşhur bakanı Colbert‘in (1661-1682) yönetimiyle


birlikte istikrarlı bir biçimde merkantilist bir politika izlemeye başlamıştır.
Colbert merkantilizmin klâsik temsilcisi olarak görülür ve kimi zaman da ha-
talı bir biçimde merkantilist politikanın kurucusu olarak ele alınır (bu ne-
denle de, ‘Colbertizm’ olarak bilinir). Esasında, Colbert yalnızca kararlı bir
biçimde ticaret, gemicilik ve sanayinin yeniden oluşturulması amacıyla ge-
nellikle erken kapitalist döneme özgü bir politika izlemiştir. Colbert bu araç-
larla ilk önce ülkeyi daha zengin hale getirme ve (sürekli olarak açık veren)
devlet hazinesini yeniden doldurmayı ve ikinci olarak da, feodal aristokra-
siyi siyasî olarak zayıflatmayı umut etmiştir. Yurtiçi ticareti geliştirmek ama-
cıyla, Colbert birbirinden farklı bölgeler arasında geçerli olan gümrük işlem-
lerini ve feodal lordlara ait yollar ve köprülerdeki korumaları ortadan kaldır-
mak istemiştir. Ancak, bu bölgelerden ve lordlardan gelen karşı çıkış, Co-
bert’in ülkenin bir kesiminde sadece tek bir gümrük birliği oluşturabileceği
anlamına gelmektedir. Tüm Fransa’yı tek bir gümrük birliği altında bir araya
getirmek ancak Büyük Fransız Devrimi’nin gerçekleşmesiyle birlikte müm-
kün olmuştur. Dış ticareti geliştirmek için, Colbert gemiciliği güçlendirme,
oldukça büyük bir filo kurma, Hindistan’la yapılacak ticareti canlandırma ve
Amerika’da koloniler kurma işine önem vermiştir. Dış ticareti, ‘ticaret den-
gesi’ olarak adlandırılan sisteme oturtmuştur. Yabancı menşeyli sanayi mal-
ların ithali yasaklanmış ya da engellenmiş, Fransa’nın üretmiş olduğu
mamûl malların ihraç edilmesi teşviklerle harekete geçirilmiştir. Colbert
Fransa’da özellikle ihracat amacıyla faaliyet gösteren yeni sanayi dalları oluş-
turma konusunda hiçbir masraftan kaçınmamıştır. Çaput, keten, ipek, şerit,
çorap, ayna ve benzeri atölyelerin kurulmasına yardım ve sübvanse etmiş ve

111 Bu kısımda yer alan alıntılar, aksi belirtilmedikçe Rusçadan çevrilmiştir.


94 Rubin

bu işleri yapanları vergi yükümlülüğünden kurtarıp, birçoğuna imalât konu-


sunda tekel hakları sağlayarak faizsiz borç vermiştir. Sanayinin kolay üretim
yapmasını ve ucuz hammadde kullanmasını sağlamak için, ağırlıklı olarak
tarıma yönelik olmak üzere mısır ve temel mal ihracını yasaklamıştır. Böy-
lece, Colbert, masrafları devlet tarafından karşılanan sanayiyi çok sıkı bir bi-
çimde devlet kontrolü altına almıştır. Fransız emtiasının dış rekabette üstün-
lüğünü garanti altına alan bir araç olarak, devletin söz konusu emtianın yük-
sek kalitede olmasını ön plânda tutmuştur. Mamûl malların üretiminde ay-
rıntıları çok ciddi bir biçimde tanımlamak amacıyla malzemelerin uzunluğu
ve genişliği, çelik telin eğriliği v.s. gibi sayısız düzenlemeler ve yönergeler
getirilmiştir. Colbert yönetiminin ilk yıllarında imalât ve dokunan malların
boyanmasına ilişkin yaklaşık olarak 150 kural devreye sokulmuştur. 1671 ta-
rihli olan bu yönergelerden bir tanesi, ‘her renkten yünlü kumaşların bezen-
mesi ve bu yolla da, girdilerle ve kimyasallarla’ ilgili olup, en az 317 madde-
den oluşmaktadır. Bu kurallara uyulup uyulmadığını görmek amacıyla mü-
fettişler görevlendirilmiştir. Görevlendirilen müfettişler emtiayı hem atöl-
yede ve hem de piyasada denetlemiş, üretimin her aşamasına ayrıntılı olarak
müdahale etmiş, araştırmalarını sürdürmüştür. Kurallara aykırı bir biçimde
üretilen emtiaya üreten sanayicinin ya da tüccarın adı kamuoyunda deşifre
edilerek emtiasına el konmuştur. Kuralları ihlâl edenlere yönelik cezalar ve
mallarına el koyma söz konusudur. Colbert tarafından sanayiye yönelik ola-
rak devreye sokulan bu sert düzenlemeler, kendinden sonra gelenler tarafın-
dan daha düşük yoğunluklu ve kısıtlı olarak uygulanmıştır.

Başlangıçta, Colbert’in ve onu izleyenlerin merkantilist politikası mü-


kemmel bir biçimde uygulanarak amacına ulaşmıştır. Fransa, Avrupa’nın ti-
caret ve sanayi ülkeleri arasında ön sıralarda yer almıştır. Ancak, söz konusu
başarıların Colbert’in ölümünden hemen sonra ve özellikle de, 18. yüzyılın
ortalarından itibaren çok açık bir biçimde kırılgan olduğu anlaşılmıştır. Fran-
sız sanayinin, kraliyetin ve aristokrasinin ihtiyaçları olan lüks üretim konu-
sunda rakipsiz olduğu doğrudur. Söz konusu lüks mallara ‘Fransız emtiası’
denirdi. Versailles’deki kral, tüm Avrupa’daki kralları kıskandıracak hale
gelmiş ve gölgede bırakmıştır ve Paris moda ve lezzet konularında örnek alı-
nır hale gelmiştir. Yine de dış dünyada elde edilen başarılar kırılgan bir nite-
liktedir. Nüfusu büyük ölçüde köylülerden oluşan bir ülke, seçkinler ve vergi
memurlarının zora dayalı olarak aldıkları para nedeniyle zarar görmüştür.
Kapitalist sanayinin gelişmesi için pek fazla faaliyet alanı kalmamıştır. Yeni
ONUNCU KISIM
Fizyokratik Okulun Tarihi
Fizyokratik teori, 18. yüzyılın ortalarında Fransa’da geliştirilmiştir. An-
cak, yine bu yüzyılın ilk yarısına fizyokratların öncülerinin ortaya çıktığı çağ
olarak bakılabilir.

Köylülüğün belinin kırılması ve tarımın gerilemesi, 17. yüzyıl sona er-


meden dikkati çeken bir gelişme olarak göze çarpmaktadır. Labrouier köylü-
lerin fakirliğinin hüzünlü resmini tuvaline aktarırken, Fénelon da, insanların
açlık içinde olduğunu ve toprağı ekip biçmeden vazgeçtiğini yazmakta ve
‘Fransa kasvetli ve açlık çeken bir fakir evine dönüştü’116 biçiminde ifadelere
yer vermektedir. Kendisini tarımın avukatı olarak ilân eden iktisatçı Boisgu-
illebert (1646-1714), mısır fiyatlarının düşürülmesi biçiminde işleyen Colber-
tist politikaya karşı çıkmakta ve hububatın serbestçe ihraç edilmesi talebinde
bulunmaktadır. ‘İnsanlar, ucuz mısır fiyatıyla muhatap olacak kadar talihsiz
olmamalı’ demekte ve merkantilistlerin paranın rolüne ilişkin abartılı değer-
lendirmelerine de karşı çıkmaktadır. Ona göre paraya ancak mübadeleyi ko-
laylaştıran bir araç olarak mütevazı ve ikincil bir rol verilmelidir. Boisguille-
bert’in çağdaşı meşhur Marshall Vauban, vergi yükünün köylülük üzerinde
yarattığı yıpratıcı etkinin hafifletilmesini talep etmektedir. Boisguillebert
yazdıkları nedeniyle itibarsızlaştırılırken, Vauban tam da, kitabının cellatla-
rın ellerinde törenle yakıldığı günde ölmüştür.

Benzer düşünceler, daha sonraları Marquis d'Argenson (1694-1757) tara-


fından daha da geliştirilmiştir. Merkantilist korumacılığına karşı verilen mü-
cadele d'Argenson’u ticaretin tümüyle serbest bırakılmasını ilkeli bir biçimde
savunmaya yöneltmiştir. ‘Bırakınız (laissez faire)- bu, her kamu otoritesinin
düskuru olmalıdır’. Bu, Marquis d'Argenson’un yazdıklarında serbest tica-
retle uğraşanların [daha sonra muhtemel Gournay’in ‘geçsinler’ (et laissez
passer) kelimesini ilâve ettiği] meşhur formülü olan ilk karşılaştığımız ifade-
sidir.

116 Gaerano Salvemini, The French Revolution, 1788-1792, (London, Jonathan, Cape, 1954), s. 33’de
belirtilmiştir.
104 Rubin

Nitekim 18. yüzyılla birlikte, düşünceleri ve uygulamaya ilişkin talepleri


Fizyokratik sistemin bir bölümü haline gelecek kimi düşünürlere rastlanabi-
lir. Bununla birlikte, 18. yüzyılın ortalarından itibaren bu fikirler ve talepler,
toplumun geniş kesimleri arasındaki ateşli tartışmaların konusu haline gel-
miştir. Tarımın kötüleşmesi ve sanayinin durgunluk içine girmesi, köylülü-
ğün gücünü yitirmesi ve süreklilik kazanan kamu açıkları, toplumun büyük
bir kesiminde eski rejime (bu ifade Fransız devriminden önce Fransa’daki re-
jime ilişkin olarak kullanılmaktadır-ç.n.) yönelik güvenilirliğin açıkça orta-
dan kalktığı anlamına gelmektedir. Bundan sonra da Fransa’da devrim ön-
cesi hoşnutsuzluk ve karışıklık çağı yani yeni toplumsal ve felsefî formül re-
form projesi ve araştırmaları başlamıştır. 1750’lerle birlikte, iktisadî sorunlar
benzer bir biçimde kitaplarda ve dergilerde, yüksek sosyetenin salonlarında
ve hükümet komisyonlarında tartışılmaya başlamıştır. Devletin mısır politi-
kasındaki başarısızlıklar, toplumun geniş kesimleri arasında, mısır ticareti
konusunda eski yasaklamaların ve sınırlamaların yürürlükten kaldırılması
gereğine ilişkin inancın genelleşmesine yardımcı olmuştur. Kısmen kamuo-
yunun etkisiyle, 1754 yılında devlet, yurtdışına ihraç yasağı yürürlükte kal-
masına rağmen mısırın ülkedeki mahaller arasında serbestçe taşınmasına
izin verilmiştir.

İktisadî meselelerde toplumsal çıkarın ön plâna çıktığı bu yıllarda, iki


iktisatçı grubu sahneye çıkmıştır. Bunlardan biri Gournay‘in, diğeri ise Ques-
nay‘in etrafında toplanmıştır. Her iki grup da, merkantilist politikanın yasak-
lamalarına, tekellerine ve düzenlemelerine karşı olmaları çerçevesinde geliş-
miştir. Ancak, Quesnay söz konusu politikayı tarımsal ve kırsal burjuvazinin
çıkarları için reddederken, Gournay ağırlıklı olarak şehirdeki sanayinin ve tica-
retin (giltler, sanayiye ilişkin düzenlemeler, yurtiçi tarifeler) frenlenmesine
neden olan sınırlamaların kaldırılmasını talep etmektedir. Quesnay okulu-
nun aksine, Gournay ve onu izleyenler, öncelikli olarak uygulamaya ilişkin
konularla ilgilenmiş ve geriye teorik değeri olan hiçbir şey bırakmamışlardır.

Küçük ölçekli yarı köylü toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelen Francois Quesnay (1694-1774), yaşamını hiçbir yardım almadan sürdür-
müştür. Ünlü bir tıp doktoru olarak saygınlık kazanan Quesnay, tıp ve biyo-
loji alanında bilimsel çalışmalar yayınlamıştır. 1749 yılında XV. Louis’in göz-
İktisadî Düşünce Tarihi 105

desi olan meşhur Madame de Pompadour’un koruyucu doktoru olarak sa-


raya davet edilmiş ve aynı zamanda da üç yıl boyunca bizatihi kralın doktoru
olarak görev yapmıştır.

55 yaşındaki Quesnay, bu süre zarfında tıp alanındaki bilimsel araştır-


malarını yarıda kesmek zorunda kalmış ve enerjisini, yaşadığı dönemde ka-
muoyunun zihnini kurcalayan iktisadî sorunlara harcamıştır. Meşhur Encyc-
lopedia’da 1756-1757 yılları arasında yayınladığı ilk makalelerinde Quesnay,
tarımın gerilemesini ağır vergilere ve yurtdışına ihracının yasaklanması so-
nucu üretilen mısırın suni olarak düşük düzeyde kalan fiyatına bağlamıştır.
Quesnay bu makalelerinde, büyük ölçekli çiftçiliğin faziletlerini dile getirmiş
ve bölgenin tarıma büyük miktarda sermaye yatırabilecek zengin çiftçi açı-
sından cazip hale getirilmesi tavsiyesinde bulunmuştur.

Quesnay düşüncelerinin teorik temellerini daha sonraki çalışmalarında


ortaya koymuştur. 1758 yılında, daha sonra Economie Générale et Politique de
I'Agriculture117 ile tamamlanan meşhur Tableau Economique adlı çalışması ya-
yınlanmıştır. Bu iki çalışma, Quesnay’in iktisadî teorisine ve politikasına iliş-
kin temel önermelerini ortaya koymaktadır. Teorisinin felsefî temelini 1765
yılında yayınladığı Le Droit Naturel’de ifade etmiştir.118

Fizyokratik teori sadece Quesnay’in çalışmasıyla gelişmişse, söz konusu


teoriyi yaygınlaştıran ve propagandasını yapanlar, Quesnay’in etrafında top-
lanan ve Fizyokratik Okulu ya da karşıtlarının ‘hizip’ dediği oluşumu şekil-
lendiren onu izleyen yetenekli gruptur.119 Bu grup içinde en faal olanlar
Marquis Mirabeau ve Dupont de Nemours’dur (Mercier de la Riviere, Le Trosne
ve Badeau ikincil öneme sahiptir). Fizyokratları izleyenlerden biri olan ve ger-
çekte asla tam anlamıyla ‘hizip’ aidiyeti olmayan sadece Turgot, özgün ve
bağımsız bir düşünür olarak ele alınabilecek kişidir.

117 Bu esasında Mirabeau’nun Quesnay’le ortaklaşa yazdıkları ve 1763 yılında basılan Philosophie
Rurale adlı çalışmanın alt başlığıdır. Belli kısımları Ronald I. Meek, The Economics of Physiocracy,
(London George Allen & Unwin, 1962) adlı kitaptan alınmıştır.
118 Quesnay’nin dikkat çekici çalışmaları Analyse of the Tableau Economique, Despotisme de la Chine
ve Dialogues sur le commerce et sur les travaux des artisans’dır.
119 Quesnay’i izleyenler kendilerine iktisatçı olarak ifade etmişlerse de, Dupont Quesnay’in çalış-
malarını Physiocracy, or the Arrangement of the State that is Most Profitable for the Human Race adı
altında bastıktan sonra genellikle ‘Fizyokratlar’ lâkabıyla tanınmışlardır.
ONBİRİNCİ KISIM
Fizyokratların Toplumsal Felsefesi
Bildiğimiz gibi Fizyokratlar, küçük ölçekli köylü edinimlerin yerine bü-
yük ölçekli çiftçiliğin hâkim kılınmasıyla, söz konusu çiftçiliğin mısırı ser-
bestçe ihraç etmesini ve vergilerden kurtulmasını gerekli görmektedir. Prog-
ramlarını hangi araçlarla gerçekleştireceklerdir? Fizyokratların bu soruya
verdikleri cevap, şehir burjuvazinin ideolojik öncüsü olan Aydınlanma hare-
ketinin üyelerinin verdiği cevaptan çok ciddi bir biçimde ayrışmaktadır. Ay-
dınlanma hareketi mutlak monarşiyi sert bir biçimde eleştirmekte ve buna
karşı, güçler ayrılığına dayanan anayasal monarşiyi (Montesquieu) ya da
halk egemenliği fikrine dayanan demokratik devlet (Rousseau) biçimindeki
siyasî ideali ortaya koymaktadır. Bu yolla, fikirlerini hayata geçirme başarı-
sızlığına rağmen Aydınlanma hareketi burjuvazinin önüne siyasî gücün dev-
rimci bir biçimde ele edilmesi görevini koymuştur. Fizyokratlar söz konusu
siyasî meseleye farklı bir çözüm getirmiştir. Fizyokratlar, Quesnay’in ‘diz-
ginlenmesi gerekli tüm farklı çıkarların üstünde olan yegâne güç’ biçimin-
deki sözleriyle ifade ettiği, mutlak monarşinin aydınlanmacı mutlakiyetçiliğinin
savunucularıdır. Fizyokratlar, tavsiye ettikleri iktisadî reformları gerçekleştir-
mek amacıyla böylesi bir aydınlanmacı krallık beklentisi içindedir.

Fizyokratların monarşi yanlısı görüşleri ve maksimum bireysel özgür-


lüğü sağlamaya yönelik iktisadî talepleri arasındaki mantıkî çelişkilere işaret
eden birçok yazar bulunmaktadır. Bununla birlikte, monarşiye olan bağlılık-
ları, genel olarak toplumsal ve sınıfsal konumlarıyla açıklanabilir. Fizyokrat-
lar, kendi sınıfının iktisadî olarak gelişmesi lehine olacak koşulları yarat-
mada her halükârda sayısal olarak önemsiz olan ve etkileri olmayan mevcut
kırsaldaki burjuvaziye bel bağlamamıştır. Bu koşullarda, kırsaldaki burjuva-
zinin siyasî gücü ele geçirmesini hayâl etmek mümkün değildir. Monarşi ik-
tidardan uzaklaştırılırsa gücün, halen siyasî ayrıcalıklara sahip seçkinlere ya
da genç ve zengin şehir burjuvazisine geçeceği sözü verilmiştir. Bu beklenti-
lerin her ikisi de Fizyokratik programın çökeceğine ilişkin bir tehdit oluştur-
muştur. Seçkinler iktidara gelirse, Fizyokratik bir ruha sahip herhangi bir
vergi reformunun önüne geçilecek ve vergilemenin yükü çiftçi sınıfının sır-
tına binecektir. Diğer taraftan, şehir burjuvazisinin gücü ele geçirmesi, tarı-
110 Rubin

mın aleyhine ticaret ve sanayiyi teşvik eden hiç de beğenilmeyen (Fizyokrat-


ların korktuğu) merkantilist politikayı daha pekiştirecektir. (Seçkinlere ya da
şehir burjuvazisine sağlanan güçlü siyasî rolle birlikte) monarşinin çökertil-
mesi ya da zayıflatılması, Fizyokratik programın tümüyle başarısız olmasına
yönelik bir tehdittir. Fizyokratların ayakta kalabilmek için mutlak monarşiye
ve onların desteklerini sağlamaya yönelik bir tutum içinde olmaktan başkaca
çareleri kalmamıştır.

Fizyokratların mutlak monarşinin iktidarının sürdürmesine ilişkin des-


teklerini açıklamaları, kesinlikle mutlak monarşinin, kendilerine zarar veren
feodal ve merkantilist ayrıcalıkları devam ettirmeleri biçimdeki politikalarını
desteklemeleri anlamına gelmemektedir. Fizyokratlara ilişkin büyük resim
çerçevesinde, söz konusu ayrıcalıklar mantığa ve ‘doğal hakka’ yani her zaman
Tanrı tarafından önceden belirlenmiş ve hem kişiler ve hem de devlet gücü
için zorunlu ebedî ve değişmez kanunlara aykırıdır. Krallık kendi istediği
doğrultusunda kanunlar çıkarmamalıdır. Zira söz konusu kanunlar, doğal
hakla çelişkili hale gelebilir ve hesap edilmesi zor zararlara neden olabilir.
Doğal hak konusunda ebedî kanunlara ilişkin bilgi yetersizliği, devletin çı-
kardığı sayısız zararlı ‘pozitif’ kanunlara açıklık kazandırmaktadır. Krallık
toplumsal yaşamda karmaşa ve düzensizlik yaratmadığında, çıkardığı tüm
kanunlar doğal hakkın ortaya koyduğu reçetelerle örtüşecektir. Fizyokratla-
rın siyasî ideali ‘yasal bir despotizm’ yani doğal hakkı dayatan ya da (daha
sonra da göreceğimiz gibi) burjuva ekonomisinin gelişmesini teşvik eden
monarşidir.

Bu nedenle, Fizyokratlar krallığın keyfî olarak devletin, ebedî ve değiş-


mez doğal kanunlardan daha üstün ‘pozitif’ kanunlar yapma otoritesini sı-
nırlamıştır. Fizyokratlar bu noktada 17. yüzyılın ilk burjuva düşünürleri
(Grotius, Hobbes ve Locke) tarafından geliştirilen ‘doğal hak’ doktrinini izle-
mektedir. Burjuvazi, köhnemiş feodal rejime karşı sürdürdükleri mücadele-
nin bir parçası olarak, kendilerine göre adalet ve akıl temelli bir ‘doğal düzen’
olan yeni bir toplumsal düzen talebinde bulunmaktadır. Krallığın ve çıkar-
dığı kanunların otoritesiyle kutsanmış ayrıcalıklara yönelik bir karşı duruş
anlamında, burjuvazi hem krallığın ve hem de devletin çıkardığı pozitif ka-
nunları erteleme yükümlülüğüne girmeden, en üstün yani ebedî doğal ka-
nunların otoritesi karşısında kendi taleplerinin kutsanmasını istemiştir. 17.
ONİKİNCİ KISIM
Büyük ve Küçük Ölçekli Çiftçilik123
Analiz etmeye başlayacağımız Fizyokratik teori, ekonomiye ilişkin doğal
kanunları araştırma ve keşfetme görevini üstlenmiştir. Fizyokratlar, doğanın
kanunlarına uygun ebedî ve değişmez iktisadî kanunları bulacaklarına ve
bunlarla da insanoğlunun maksimum avantajı elde edeceğine kanaat getir-
miştir. Bunun farkında olmasalar da, doğal iktisadî kanunlarla anlatmak is-
tedikleri husus, burjuva iktisat kanunlarıdır. Fizyokratlar, teorik çalışmala-
rına ve iktisat politikasına ilişkin ideallerine yönelik olarak seçmiş oldukları
özne büyük ölçekli kapitalist çiftliktir. Böylesi bir özneyi yeğlemiş olmaları, ta-
rımla ilintili üretken güçlerin nasıl maksimize edileceği konusundaki ilgile-
rini ifade etmektedir. Buraya kadar, 18. yüzyılla birlikte Fransız tarımının ne
ölçüde bozulduğunu ve tahrip olduğunu görmüş olduk. Fransa’nın iktisadî
yaşamını ve devletin malî durumunu eski sağlıklı haline getirmek için, Fiz-
yokratlar açısından sadece kapitalist çiftlik çerçevesinde ele alınabilecek ta-
rımsal üretkenlikte bir gelişmenin olması gerekmektedir.

Fizyokratlar o günlerde İngiltere’yi büyük ölçekli çiftliklerin ve buna ko-


şut tarım konusunda akla yatkın gelişmelerin sağlandığı bir ülke örneği ola-
rak görmüştür. Küçük ölçekli Fransız köylülüğü tarafından kullanılan geliş-
memiş üçlü alan sistemi ve İngiliz çiftçiler tarafından kullanılmış olan dönü-
şümlü olarak ekin üretme sistemi arasındaki zıtlık göze çarpmaktadır. Fiz-
yokratlar yeni tarımsal yöntemlerin ateşli savunucuları olmuştur. Onlara göre,
tarımsal üretkenliğin artırılması gerekiyorsa, dönüşümlü olarak ekim yapıl-
ması, canlı hayvan sayısının artırılması, sığır besiciliğine başlanması, gübre
kullanımının yaygınlaştırılması ve tarımsal sanayi ürün ekiminin yaygınlaş-
tırılması gereklidir. Ancak, böylesi akılcı bir çizgide yol almak, önemli ser-
maye yatırımlarının yapılmasını zorunlu kılmaktadır ve bu da sadece büyük
ölçekli üretim yapan çiftçilerle gerçekleştirilebilecek bir atılımdır. Bu nedenle
de Fizyokratlar, köylülüğün ‘küçük ölçekli ekim’ temelli geri üretim yönte-
mine karşı bir tavır takınarak, ‘büyük ölçekli, refahı beraberinde getirecek ve
bilimsel temele dayanan ekim’ yapılmasının savunucusu haline gelmiştir.

123 Rubin bu kısmın başlığı olarak Çiftçilik (zemledelre) kelimesini kullanmıştır (Kitabın çevirmeni
Donalt Filtzer. Burada kelimeyi genel anlamda tarım olarak kullanacağız).
116 Rubin

Fizyokratlar, köylülerin cens ve métayers’lerin ödemeleri yoluyla işlettik-


leri varlıkların düşük üretkenliğini vurgulamaktan bıkıp usanmamıştır. En
ilkel araç ve gereç kullanarak küçük ölçekli üretim yapan köylülerin elinde
yeterli büyükbaş hayvan yoktur ve topraklarını da verimli hale getireme-
mektedir. Sonuç olarak, topraktan elde ettikleri ürün miktarı önemsizdir ve
sadece en gerekli ihtiyaçlarını karşılamaktadır. ‘Beyhude ekim yaparak acı-
nası bir yaşam sürdüren çiftçiler sadece fakir bir ülkenin nüfusunun elinin
boşta kalmasına hizmet etmektedir’.124 Küçük ölçekli tarım, işçinin geçimliği
için gerekli olan ürün dışında hemen hemen hiçbir ‘net ürün’ ya da net gelir
sağlamamaktadır. Bu nedenle de, tarımın daha üretken hale gelebilmesi için,
köylülere ait küçük ölçekli varlıkların yerini büyük çiftlikler almalıdır. ‘Mısır
ekimi için ayrılan alanlar mümkün olduğu ölçüde bir araya getirilip, zengin
çiftçilerin işleyeceği büyük çiftliklere dönüştürülmelidir. Zira bu niteliğe dö-
nüştürülmüş tarımsal işletmelerde müştemilâtın bakımı ve onarımı için ya-
pılacak harcama, küçük ölçekli işletmelere nazaran daha maliyetlidir ve daha
fazla net ürün elde etme imkânı sağlar. Küçük çiftçilerin çok sayıda olması,
ülkede yaşayanlar açısından zarar verici bir durumdur’.125 Quesnay’in bu ifa-
delerine katılan Turgot da, köylülerin cens karşılığı toprakta ve métayerslerin
de varlıkları üzerinden üretimde bulunmaları yerine, tarımın kiralama yo-
luyla yapılmasını tercih ettiğini ortaya koymaktadır. ‘Toprağın kiraya veril-
mesi, hem toprak sahibi ve hem de çiftçiler açısından en avantajlı yöntem-
dir.126 Yetiştiriciliğe ilişkin gelişmeleri devreye sokacak zengin çiftçilerin bu-
lunduğu her yerde bu yöntem izlenmiştir. Zengin çiftçiler toprakta daha
fazla emek ve gübre kullandıklarında ortaya çıkan sonuç, ürünün ve toprak
mülkiyetinin sağladığı gelirin çok büyük oranda artmasıdır’.127

Bu nedenle, Fizyokratlar, aristokratik toprak sahiplerini cens ödeyen


köylülere ve métayers’lere bağlayan feodal-senyöral ilişkilere yönelik tarımsal
reform önerisinde bulunmuştur. Toprak tedrici olarak cens ödeyen köylüler-
den ve métayers’lerden arındırılmalı ve büyük arazi parçaları biçiminde, ister

124 Quesnay, The General Maxims, Meek, op.cit., s. 243’den çevrilmiştir.


125 Ibid., s. 235.
126 Ekim yapanlar kiracı, kiraya verenler toprak sahipleridir.
127 Turgot, Progress, Sociology and Economics içinde Turgot, Reflections on the Formation and the Dist-
ribution of Wealth, Ronald I Meek tarafından çevrilmiş ve edit edilmiştir (Cambridge University
Press, 1973), s. 133.
ONÜÇÜNCÜ KISIM
Toplumsal Sınıflar
Daha önce de gördüğümüz gibi, Fizyokratlar açısından uyguladıkları
programın ve teorik argümanlarının itici gücü, toprak sahiplerinden oluşan sı-
nıfla üretimi örgütleyen kapitalist çiftçilerden oluşan sınıfın birbirinden ayrıl-
ması gerekliliği varsayımı üzerinde yükselen büyük ölçekli kapitalist tarım-
dır. Bu iki sınıfın ötesinde, doğrudan üretici yani tarımsal ücretli emekçilerden
oluşan bir sınıfın da olduğu açıkça ortadadır. Fizyokratlar açısından, bu sınıf
kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, tarımsal ücretli
emekçilerden oluşan sınıf, diğer iki sınıf -(Quesnay’in mülk sahibi dediği)
toprak sahipleri ve (Quesnay’in toprağı işleyen ya da ‘üretken sınıf’ olarak
adlandırdığı)- arasındaki çelişki üzerinde temellenmektedir ve dikkatleri de,
genellikle bu çelişkiye yöneliktir. 18. yüzyıl Fransa’sındaki ‘üçüncü tabaka-
nın’ (burjuvazi) kendi varlığı içine, henüz daha mevcudiyetini açık bir bi-
çimde farklı bir toplumsal sınıf olarak hissettirememiş ücretli emekçileri
dâhil etmesi gibi, Quesnay’in şemasında da, tarımsal işçi, tümüyle toprağı
işleyen üretken sınıftan tam anlamıyla ayrıştırılmadan, toprağı işleyen üret-
ken sınıfın toplumsal zemini olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise söz konusu
yüzyılda sermaye ve emek arasındaki sınıf çelişkilerinin fazlaca gelişmemiş
olduğunu hatırlarsak şaşırtıcı değildir. İşçi sınıfı toplumsal yaşamda henüz
daha bağımsız bir role sahip olmadığından, Quesnay çiftçiler ve yanında ça-
lıştırdığı işçiler arasındaki ilişkileri pek de göz önüne almamıştır. Esas itiba-
rıyla üzerinde durduğu öncelikle kasaba (yani sanayi ve ticaret) ve kır (toprağı
ekip biçenler), ikinci olarak da, münhasıran tarımda toprak sahipleri ve çiftçiler
arasındaki çıkar ilişkisi olmuştur. Bu nedenle de, Quesnay üç parçalı bir top-
lumsal sınıf ayırımına gitmiştir. Tarımda, toprak sahipleri ve ‘üretken’ sınıf
(çiftçiler) ayırımı yapmıştır. Bunların karşısına ise ‘steril’ (kısır-ç.n.) olarak
(serbest meslek sahipleri, hizmetçiler v.s.) adlandırdığı ve şehirde ticaret ve
sanayide faaliyet gösteren nüfusu koymuştur.138

Şehirli ticaret ve sanayi erbabı da -üretken ve steril- esas itibarıyla kendi


içinde müteşebbisler ve ücretli işçiler olarak iki farklı sınıfa ayrılır. Turgot’un

138 Rubin Fizyokratları ele alırken, esasen Fizyokratların kullanmış olduğu steril (stéril) (kısır-ç.n.)
yerine ‘üretken olmayan’ (neproizvoditel’nyt) kavramını kullanmıştır.
122 Rubin

yapmış olduğu en büyük hizmet, bu sınıf ayırımı üzerinde hassasiyetle dur-


muş olmasıdır. ‘Böylelikle, toplumun farklı ihtiyaçlarını çok çeşitli sanayi
mallarıyla karşılamaya yönelen sınıf, doğrusunu söylemek gerekirse, iki alt
sınıfa ayrılır. Bunlardan ilki, girişimciler, imalât işiyle uğraşanlar ve tüm ser-
mayeye sahip olan ve ortalama düzeyde yaptıkları yatırımlar çerçevesinde
işe girişen patronlardır. İkincisi ise sadece ellerini kullanan, bu nedenle de
günlük olarak emeklerinden başkaca yatıracakları bir şeyleri olmayan ve kâr
değil ama ücretten başka bir şey elde etmeyen köylülerdir’.139 Ekip biçen
‘üretken’ sınıf içinde de benzer bir sınıf ayırımı söz konusudur. ‘Tıpkı imalât
işiyle uğraşanlar gibi, ekip biçen sınıf da ikiye ayrılır. Her türlü yatırımı ya-
pan girişimciler ya da kapitalistler ve ücret karşılığı çalışan sıradan işçiler’.140
Böylelikle, Quesnay’in ortaya koyduğu üç sınıf, Turgot tarafından beş sınıf
olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha belirgin olması açısından, Quesnay’in ve
Turgot’un farklı sınıf ayırımları şu şekilde gösterilebilir:

Quesnay’in Sınıf Ayırımı Turgot’un Sınıf Ayırımı

1. Mülk Sahipleri Sınıfı 1. Mülk Sahipleri Sınıfı


2. Üretken Sınıf (Ekip Biçenler) 2. Kapitalist Çiftçiler
3. Steril (Kısır-ç.n.) Sınıf 3. Tarımda Çalışan işçiler
(Ticaret ve Sanayi) 4. Sanayi Kapitalistleri
5. Sanayide Çalışan İşçiler

Quesnay’in analizi sadece üçlü bir sınıf ayırımı biçimindeyse de, esas iti-
bariyle ortaya koymuş olduğu argüman, daha önce de belirttiğimiz gibi, aynı
ölçüde ücretli işçilerin de olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu nedenle,
bizim için Turgot’un ortaya koyduğu şema, bizatihi Quesnay’in konuya iliş-
kin yaklaşımının daha açık ve daha uygun bir biçimde formüle edilmesi ola-
rak değerlendirilecektir.

Şimdi de tarıma bir göz atıp, burada yer alan sınıfların niteliklerini ince-
leyelim.

139 Turgot, Reflections, Meek baskısı, s. 153.


140 Ibid., s. 155.
İktisadî Düşünce Tarihi 123

Quesnay’in teorisine göre, Mülk Sahipleri ya miras yoluyla ya da toprağın


ilk sahibinden toprağı satın alarak ele geçirmiştir. Toprağın ilk sahipleri,
emekleri ve diğer araç gereçlerini kullanarak işlenmemiş toprağı almış ve
ekime hazır hale getirmiştir yani toprağı ağaçlardan ve otlardan ayıklamış,
sulamış, etrafını çevirmiş, yol v.s. yapmıştır. Toprak sahipleri, 'avances fon-
ciéres141 olarak adlandırılan bu temel yatırımları yaparak, toprağın ebedî
mülk sahibi olma hakkını ele geçirmiştir. Toprak sahibi olarak, toprağı kira-
layan çiftçilerden, gayrîsafî gelirinden üretim masraflarını çıkardıktan sonra
kalan net geliri ya da ‘net ürünü’ üzerinden kira bedeli (ya da rant) almaktadır.

Çiftçiler toprağı mülk sahiplerinden aşağı yukarı uzun dönemli olarak


kiralamakta ve kendi sermayeleriyle işlemektedir. Bu aşamada çiftçi, iki tür
sermaye yatırımında bulunmaktadır. Bunlardan ilki, yavaş yavaş aşınan ve
örneğin 10 yıl gibi süre tarımsal faaliyetlerde kullanılabilen ölü ve canlı (ta-
rımsal araç ve gereçler, canlı hayvan, v.s.) girdileri satın almak için yaptıkları
büyük para harcamalarıdır. İkincisi ise carî harcamaları için yıllık sabit mik-
tarda harcamada bulunmasıdır ve yaptığı bu harcamaların karşılığı hasadın
satışından sonra elde ettiği gelir çerçevesinde in toto (ç.n. tümüyle) telâfi edi-
lir -bu kategori, tohumluk, yem ve işçilerin ücretine (ya da aynı anlama gel-
mek üzere işçilerin geçimliği) eşittir. Böylelikle, çiftçi işletmesinde sabit ser-
maye (ya da Quesnay’in ifadesiyle, ilk yatırım) ve dolaşan sermaye (yıllık yatı-
rım) yatırımında bulunmaktadır. Quesnay sabit sermaye yatırımların artma-
sına özel bir önem vermektedir yani sabit sermaye yatırımları ne kadar bü-
yükse, toprağı daha verimli olacaktır. Quesnay sabit sermaye miktarının, do-
laşan sermaye yatırımının 5 katı olması gereğinden söz eder. Örneğin, tüm
çiftçiler tarıma yönelik olarak toplamı 12 milyar livre olacak bir biçimde 10
milyar sabit sermaye ve 2 milyarlık da dolaşan sermaye yatırımı yapmalı-
dır.142

Çiftçiler yapmış oldukları yatırımlardan ne kazanacaktır? Hasadı sattık-


larında, hiç değilse toplam üretim maliyetlerini karşılayacak kadar bir gelir
elde etmeleri gerekir. Daha açıkçası, kazançları, tüm dolaşan sermaye yatı-
rımları ve yıldan yıla değer kaybeden sabit sermaye yatırımlarının ilgili yılda

141 Genel anlamıyla ‘toprağa yapılan yatırım’ ifadesi, Meek tarafından ‘araziye yapılan yatırım’
olarak çevrilmiştir.
142 Verdiğimiz sayısal örnek ve peşi sıra yaptığımız tartışma Quesnay’in Tableau Economique’ğine
analizinden alınmıştır (Rubin, livre yerine ruble kullanmıştır-ç.n.).
ONDÖRDÜNCÜ KISIM
Net Ürün
Toplumsal sınıf analizi bizi Fizyokratik doktrinin yani tarımın sınırlı üret-
kenliğine ilişkin teorinin merkezine doğru yolculuğa çıkarır. Fizyokratik teo-
riye göre tarım, gerçekleşen üretimin çiftçinin tüm üretim maliyetlerini kar-
şılamanın yanı sıra söz konusu maliyetin üzerinde toprak sahibine rant adı
altında ödenen ‘net gelir’ ya da ‘gelir’ olarak belli bir fazlalığı elde etmesini
sağlaması nedeniyle ‘üretken bir faaliyettir’. Sanayi, üretilen ürünlerinin de-
ğeri üretim maliyetlerinden fazla olmadığından, ‘steril (kısır-ç.n.)’ bir istih-
dam alanıdır. Fiilen servetin filizlenip geliştiği ya da yeni servetin yaratıldığı
yegâne alan tarımdır.

Tarımın sınırlı üretkenliğine ilişkin doktrinde belirgin iki yönlülük ol-


duğu hususunu aşağıda göreceğiz. Fizyokratlar kimi zaman tarımın, üretim
maliyetlerinin değerinin üstünde bir mübadele değeri fazlalığı sağlayan tarım-
sal bir ‘gelir’ getirdiğinden söz ederler. Diğerleri ise tarımın ‘net ürün’ yani
fiilen ekim yapan yapanın gerekli geçimliğinin ötesinde tüketim malları fazla-
lığı sağladığından bahsederler. Bir başka deyişle, Fizyokratlar tarımın sınırlı
üretkenliğini kimi zaman tarımın bir değer kuantum fazlalığı sağlayan kabi-
liyeti, kimi zaman da, maddî ürün miktarında bir fazlalık yaratma kabiliyeti
olarak değerlendirmektedirler. Tarımın değer yaratan bir faaliyet olması ile
toprağın fiziksel üretkenliğinin birbirine karıştırılması gerçeği, Fizyokratik te-
orinin karmaşaya ve çelişkiye maruz kalmasına neden olan bir iki yönlülük-
tür.

Fizyokratlar neden geliri açıklamaya yönelmişlerdir? Buna ilişkin ger-


çek, sanayi ürünlerinin değerinin üretim maliyetlerini içermesine karşın, ta-
rımsal ürünlerin değeri söz konusu maliyetlerin ötesinde toprak sahibine ya-
pılan rant ödenmesini de içermesidir. Böylelikle, Fizyokratlar özü itibarıyla
rant meselesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Hiçbir dayanağı olmadan, bir de-
ğer kuantum fazlalığı yani arazi rantı sağlayan tarımsal ürünün bu kadar bü-
yük bir değer sağlamasını nasıl açıklamışlardır?

Fizyokratlarla birlikte rant meselesi, Fizyokratların kârın varlığına (daha


önce de belirttiğimiz gibi) işaret etmede başarısız olmaları ve çiftçilerin gelir-
lerini (aynı zamanda da sanayicilerin) gerekli üretim maliyetlerinin bir kısmı
130 Rubin

olarak ele almaları sonucunda kendine has belli bir şekle dönüşmüştür. Kâr
üretim maliyetlerine dâhil edilirse, konuya ilişkin sorun şu şekilde ortaya çı-
kar. Ekim yoluyla elde edilen ürünün değeri, üretim maliyetlerinden fazla
yani bir net gelir biçiminde ortaya çıkan bir fazla değer sağladığı halde, sa-
nayi ürünlerinin değeri neden sadece üretim ya da sermaye maliyetlerine
denk gelmektedir? Rant burada üretim maliyetlerinin üstünde bir fazlalık artı
üretim maliyetleri üstünde bir fazlalık olan kârdan yani artı değerden dönüş-
türülmüştür. Esasen kâr gibi artı değerin bir kısmı olan rant, artı değerin
yegâne şekli olarak kavranmıştır. Bu nedenle, rant meselesi, net gelir ya da
artı değere dönüşmüştür.

Artı değer sorununu ortaya koymuş olsak da, konuya ilişkin doğru çö-
züm sadece doğru bir değer teorisiyle mümkün olabileceği için, Fizyokratlar
sorunu çözmeye yönelik bir yol bulamamıştır. Fizyokratlar bir değer teorisine
sahip olsalar da, bu teori bozuk ve artı değerin kaynağını açıklayamamakta-
dır. Fizyokratik doktrine göre, ürünün değeri, üretim maliyetlerine eşittir. Bu
nedenle de, bir ürün değerinde satıldığında net gelir (ya da artı değer) sağla-
maz. Fizyokratlar, 1) Bir ürünün esas fiyatıyla (yani üretim fiyatı ya da üre-
tim maliyeti) ve 2) ilk elden (yani ürün doğrudan üreticisi tarafından satıldı-
ğındaki fiyatı) satıldığındaki fiyatını birbirinden ayırmıştır. Sanayi ürünleri ko-
nusunda ise Fizyokratlar, sanayiciler arasında tam anlamıyla serbest bir bi-
çimde sürdürülen rekabetin, söz konusu sanayi ürünlerinin fiyatının (sana-
yicinin kendisi için gerekli geçimlik araçları da içeren) üretim maliyetleri dü-
zeyine doğru meyletmesini beraberinde getireceği görüşündedir. ‘İlk elden
satışla ortaya çıkan fiyat’, ürünün ‘esas fiyatını’ (ürünün üretim maliyetini)
aşmayacak ve sanayi, üretim maliyetinin üstünde bir ‘gelir’ elde edemeye-
cektir.

Böylelikle, Fizyokratlar değer teorilerinde, kendi aralarında tam bir


uyum sağlayarak, sanayinin net gelir ya da artı değer elde etmesini yadsıma-
larını mümkün kılacak bir ‘üretim maliyetleri’ teorisine bağlı kalmıştır. Buna
karşılık, iş tarıma geldiğinde, Fizyokratların değer teorisi, net gelirin ya da
rantın varlığı gerçeğine karşı durma biçiminde ortaya çıkmıştır. Ürünün de-
ğerinin, üretim maliyetlerinin üstünde olması biçiminde resmedilen bu ran-
tın kaynağı nedir? Tarımsal ürünün ‘ilk elden satıldığında ortaya çıkan fiyatı’
açıkça rantın büyüklüğü kadar ‘esas fiyatını’ aşmaktadır. Akabinde, bu da,
İktisadî Düşünce Tarihi 131

üretim maliyetleri kanununun tarımsal ürünler için geçerli olmayacağı anla-


mına gelmektedir. Tarımsal ürünler, sanayi ürünlerinden tamamen farklı bir
değer teorisine dayanmaktadır.

Tarımsal üretimde geçerli olan değer kanunu nedir? Quesnay bir kere-
sinde hızlı nüfus artışı nedeniyle söz konusu ürünlere yönelik talebin sürekli
olarak arzından fazla olduğunu ve bu nedenle de, üretim maliyetlerinin üs-
tünde bir fiyattan satıldığını söylemiştir. Söz konusu üretim maliyetleri ve sa-
tış fiyatı arasındaki fark ise net geliri (rantı) oluşturmaktadır. Bununla bir-
likte, esas itibarıyla, tarımsal ürün fiyatlarının daima değerinden fazla olaca-
ğının ifade edilmesi, değer teorisinin tümüyle inkâr edilmesi demektir.

Quesnay’nin net gelirin kaynağını tarımsal ürünün değerinde meydana


gelen artış olarak açıklamasının iflâs ettiği ispatlanmıştır. Artı değerin sadece
doğru yöntemsel araç yani değer teorisi temelinde açıklanması çizgisinden
uzaklaştıklarında, Fizyokratların farklı ve esas itibarıyla da yanlış bir yakla-
şım içine düşmekten başka bir seçiş şansları kalmamıştır. Net gelire tarımsal
ürünün değerinde meydana gelen bir artış üzerinden ulaşmak bir kez
imkânsız hale gelmişse, söz konusu gelirin kaynağının tamamıyla üreticinin
mübadele değerinden bağımsız bir biçimde açıklanması gerekmez mi? Tarı-
mın değerde bir artış yaratma gücü olduğunu göstermenin bir yolu bulun-
muyorsa, net geliri doğrudan doğruya toprağın fiziksel üretkenliği üzerin-
den elde etmeyi denememeli miyiz? Bu çerçevede, Fizyokratlar, net gelirin
kaynağının toprağın fiziksel verimliğiğinde aranması gerektiğini ifade eden
Fizyokratik doktrine ulaşmıştır.

Rant sorunu ilk önce net gelir sorunu haline gelmiştir. Şimdi ise net gelir
sorunu, ‘net ürün’ sorununa dönüşmüştür. Tarımda ortaya çıkan fazlalığın,
ürünün değerinin üretim maliyetlerinin değerinden fazla olmasından kay-
naklanması gerçeği, üretim maliyetleri olarak ortaya konan ürünlerin mikta-
rının üstünde in natura ürün fazlası sağlayan toprağın fiziksel verimliliğiyle
açıklanır. Ürünün değeri ve söz konusu ürünün üretim maliyetleri arasın-
daki ilişki sorgulama konusu olmaktan çıkmış ve bunun yerine -bir taraftan,
üretimde harcanan, diğer taraftan da, bunun karşılığında hasattan elde edi-
len- ürünün in natura farklı miktarları arasındaki ilişkinin araştırılmasına gi-
rişilmiştir. In natura hasat ve üretim maliyetleri arasında söz konusu karşılaş-
tırmanın yapılabilmesi, Fizyokratların iki basitleştirmeye gitmelerini müm-
kün kılmıştır. Bunlardan ilki, sabit maliyetlerden (pulluk, araç ve gereç v.s.)
ONBEŞİNCİ KISIM
Quesnay ve Tableau Economique
Farklı toplumsal sınıflar ve üretim dallarına ilişkin Fizyokratik doktrini
ele aldıktan sonra, şimdi de, çeşitli sınıflar ve üretim dalları arasındaki yeni-
denüretim ve tüm toplumsal üretimin bölüşümünü tasarlayan Quesnay’e ait
meşhur Tableau Economique’e yönelebiliriz.

Quesnay Tableau Economique’i ilk kez 1758 yılında yazmış ve saray mat-
baasında çok az sayıda basılmıştır. Tableau‘nun ilk metni ortadan kaybolmuş
ve Mirabeau‘nun yazdıkları üzerinde çalışmakta olan bilim insanı tarafından
1894 yılında keşfedilmiştir. Quesnay Tableau Economique‘in açık seçik olma-
ması ve kavram karmaşasını içinde barındırmasına ilişkin şikâyetler üzerine
1766 yılında aşağıda açıklamaya çalışacağımız Analyse du Tableau Econo-
mique‘i yayınlamıştır. Fizyokratlar Tableau‘yu çok önemli bir bilimsel keşif
olarak takdirle karşılamıştır. Mirabeau Tableau‘yu kâğıdın ve paranın bulun-
masıyla karşılaştırmıştır. Karşıtları bu ‘zor anlaşılır çalışmayla’ alay etmiş ve
Engels’in ifadesiyle, ‘sfenksin çözümsüz bulmacası’158 olarak değerlendirile-
rek, 19. yüzyılın ortasına kadar bilimsel düşünce tarafından deşifre edilme-
miş ve kullanılmamıştır. Tableau‘nun kapsamlı bilimsel önemini ilk kez or-
taya koyan Marx’tır. Çalışmanın bu özelliğini şimdilerde tüm araştırmacılar
da kabul etmektedir.

Şimdi Tableau’ya bakalım.159 Bilindiği gibi, Quesnay toplumu üç temel


sınıfa ayırmaktadır: 1) ‘Mülk sahipleri’ sınıfı (kraliyet ve rahiplerin de dâhil
olduğu toprak sahipleri), 2) ‘Üretken sınıf’ (tüm tarımsal nüfus temsil eden
çiftçiler) ve 3) ‘Steril (kısır-ç.n.) sınıf (ticarî ve sanayi nüfus, meslek sahipleri,
v.s.)’. Bu durumda, yıl boyunca yaratılan toplam toplumsal ürün belirtilen
üç sınıf arasında nasıl bölüştürülecektir?

Üretim yılının sona erdiği ve yeni üretim yılının da henüz daha yeni baş-
ladığı yani üretken sınıfın (bundan sonra çiftçiler olarak ifade edeceğiz) de-
ğeri 5 milyar livre olduğunu varsaydığımız hasadı daha yeni kaldırdığı güz

158 Engels, Preface, Anti-Dühring, Third German Edition, (Moscow Progress Publishers, English
edition. 1969), s. 20.
159 Rubin'in irdelemesi Meek, op.cit., s. 150-167 Analyse’e dayanmaktadır.
140 Rubin

mevsiminin başladığı zaman noktasını ele alarak işe başlayalım.160 Çiftçilerin


söz konusu hasadı elde etmek için yılsonu itibarıyla yapmış olduğu ödemeler
şunlardır. 1) iki milyar livrelik dolaşan sermaye (ekimle uğraşanların tümü-
nün geçimliği, hayvan yemi, tohumluk, v.s.) ve 2) sermayenin onarılması ve
yenilenmesi için bir milyar livrelik sabit sermaye (araç gereç, canlı hayvan)
yani 10 milyar livrelik sabit sermaye stokunun toplam değerinin %10’u. Bu
durumda, çiftçiler toplam üç milyar livre harcamış ve 5 milyar livre değe-
rinde bir hasat kaldırmıştır. Ekimin getirisi olan iki milyar livrelik fazla net
ürün ya da net gelirdir ve bu fazla da, toprak sahiplerine (bundan sonra
‘mülk sahipleri’ diyeceğiz) gitmektedir. Çiftçiler yılbaşı itibarıyla iki milyar
livrelik rantı toprak sahiplerine ödemiştir ve toprak sahiplerinin şu anda el-
lerinde nakit olarak tuttukları büyüklük budur. Sonuçta, ‘steril’ (‘sanayiciler’
olarak adlandıracağız) sınıf, yeni üretim yılına, henüz biten yılda mamûl hale
getirdiği iki milyar livre değerinde sanayi malları stokuyla başlamaktadır.
Böylece, yeni üretim yılının başında sözünü ettiğimiz üç sınıf aşağıdaki sıra-
layacaklarımızı ürün ya da nakit olarak tutmaktadır:

1) Çiftçilerin elinde 5 milyar livre değerinde tarımsal ürün stoku bulun-


maktadır (bunun 4 milyar livrelik kısmı yiyecek ve bir milyar livre değerin-
deki kısmı ise sanayi tarafından kullanılacak olan hammaddelerdir);

2) Mülk sahiplerinin elinde nakit olarak iki milyar livre vardır;161

3) Sanayiciler ellerinde iki milyar livre değerinde sanayi malı bulunmak-


tadır.

Bu durumda, söz konusu üç sınıf arasında, aralarında bir dizi alım ve


satım işleminden oluşan mübadele ya da dolaşım süreci başlar. Yaptığımız
sunuma açıklık getirmek amacıyla iki şemaya yer vereceğiz. Bu işlemlerden
ilki, ürünlerin farklı sınıflar arasındaki aktarımını, ikincisi ise para aktarımını
resmetmektedir.162 Şema I‘den de çok açık bir biçimde görüldüğü gibi, mülk

160 Rubin ruble olarak kullanmıştır. Orijinal Fransızca metinle bağı koparmamak için rubleyi livre
olarak değiştirdik.
161 Toplumdaki tüm nakit para stoku, toprak sahiplerinin yılbaşında işe başladıklarında ellerinde
bulunan iki milyar livreyle sınırlıdır. Bizatihi Quesnay söz konusu stokun üç milyar livre ol-
duğunu söylese de, sorunu etkilememektedir.
162 Şemada her çizgi, bir milyar livreyi gerektiren dolaşım işlemini göstermektedir. Okların yönü,
ürünlerin ve paranın hangi toplumsal sınıftan ve hangisine doğru aktarıldığını göstermektedir
(her işlemde para, ürünün aktarıldığı yönün aksi yönüne doğru hareket etmektedir). Şekiller,
İktisadî Düşünce Tarihi 141

sahiplerinin ilk dolaşım işlemi, bir sonraki yıl kendi geçimliklerini sağlamak
üzere çiftçilerden bir milyar livre değerinde yiyecek satın almaktır. Bu ilk do-
laşım işleminde bir milyar livre değerindeki yiyecek Ç’den (çiftçi-ç.n.) MS’ne
(mülk sahipleri-ç.n.) geçerken, aynı miktarda nakit para aksi yönde MS’nden
Ç’ye doğru hareket etmiştir (Şema II). Sonuç olarak, bu ilk dolaşım işleminde
ürün ve dolaşıma ilişkin şöylesi bir bölüşüme ulaşmış oluyoruz.

S Yiyecek 3 ← Ç Yiyecek 1→ MS
ayi ürünler
4 → San i
Hamm
addeler 5 ←

→ 2 Sanayi ürünleri
Ç Çiftçiler
MS Mülk Sahipleri
S Sanayiciler

Şema I. Quesnay’ın Meta Dolaşımı Şeması

Çiftçilerin elinde 4 milyar livre değerine tarımsal ürün (üç milyar livre
değerinde yiyecek ve bir milyar livre değerine hammadde) artı bir milyar
livre nakit para bulunmaktadır. Mülk sahiplerinin bir milyar livre değerinde
yiyecekleri ve bir milyar livre tutarında paraları vardır. Sanayicilerin ise elle-
rinde iki milyar livre değerinde mamûl mal bulunmaktadır.

dolaşımda bireylerin işlem sırasına işaret etmektedir. Ç, S ve MS harfleriyle gösterilen daireler


sırasıyla çiftçi sınıfını, sanayicileri ve mülk sahiplerini ya da toprak sahiplerini göstermektedir.
ONYEDİNCİ KISIM
Fizyokratların Teorik Mirası
Fizyokratların yapmış oldukları esas teorik hizmet, kapitalist ekonominin
işleyiş mekanizmasını bir bütün olarak tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya giriş-
miş olmalarıdır. Merkantilistler, öncelikle uygulamaya yönelik doğrudan çı-
kar temelli olmak üzere tekil iktisadî olguları analiz ederek işe başlamıştır.
En iyi durumda bile, kendilerini birbirinden ayrı birkaç olgu arasındaki ne-
densellik bağıyla sınırlandırmışlardır. Meta ithali ve ihracı hareketleri ve bir
ülke parasının değişim oranında meydana gelen dalgalanmalar arasındaki
bağlantıyı açıklamaya ışık tutan ticaret dengesi teorisi, merkantilist düşünce-
nin ulaşabildiği en üst genelleme düzeyini temsil etmektedir. Fizyokratik te-
oriyi nitelendiren husus ise kapsamlı genellemelerde bulunması ve kapitalist
ekonominin tüm temel olguları arasındaki bağlantıyı açığa çıkarmasıdır. Bü-
tünleşik bir süreç olarak iktisadî yaşamın tüm yönlerini kapsayan toplumsal
yenidenüretim teorisinin Fizyokratik sistemin merkezinde yer alması bu ne-
denledir.

Quesnay’in Tableau Economique’de ele aldığı toplumsal yenidenüretim teo-


risi, Fizyokratların en değerli teorik mirasını temsil etmektedir. Çalışmada
ortaya konan iktisadî düşüncenin genellemede bulunma kapasitesinin ancak
başka birkaç örneğinden söz etmek mümkündür. Tüm özellikleri ve ayrıntı-
ları bir yana bırakıldığında, Quesnay’in cesurca ve ustalıkla yapmış olduğu
birkaç fırça vuruşu, ürünlerin üretim, dolaşım ve tüketimi kapsaması nede-
niyle tüm kapitalist yenidenüretim sürecini betimlemektedir. Bu noktada
Quesnay’in düşüncesi, en üst genelleme düzeyine ulaşmaktadır. Tüm eko-
nomi, tarım ve sanayi arasındaki maddî nesnelerin mübadelesi olarak düşü-
nülmektedir -toplum, kendine has özellikleri olan toplumsal sınıflardan olu-
şan bir bütün olarak açıklanmaktadır. Tüm ülkede üretilen ve dağıtılan ürün-
ler, tek bir toplumsal ürün temelinde derneşik hale getirilmekte ve bu da, -
(her biri kendine has sonsuz sayıda alım ve satımın genellemesi olan) birkaç
gerekli dolaşım işlemiyle- temel toplumsal sınıflar arasında bölüşülmektedir.
Ekonomi kavramı, düzenli aralıklarla yinelenen yenidenüretim sürecidir; ül-
kenin zenginliği düşüncesi, her yıl kendini yenileyen üretim sürecinin bir so-
nucudur; millî ürünün toplumsal sınıflar arasında bölüştürüldüğü düşüncesi
156 Rubin

-her biri daha sonraları Smith ve Ricardo tarafından geliştirilen Klâsik Politik
İktisadın temel düşünceleri Quesnay’e aittir.

Tableau Economique’deki acemiliğe ve hatalara rağmen Quesnay’in tü-


müyle bizzat kendisi tarafından yaratılan toplumsal yenidenüretim teorisi
bir bütün olarak ele alındığında, ortaya koymuş olduğu en olgun ve düşünü-
lüp taşınılmış düşünce olduğu söylenebilir. Söz konusu teoride yer alan te-
mel düşünceler, iktisat biliminin bir kısmını oluşturarak bu zaman kadar gel-
miştir. Toplumsal yenidenüretim teorisinin kendi döneminin ötesine geçmiş
bir teori olduğu, Klâsiklerin söz konusu teorideki fikirleri geliştirememeleri-
nin yanı sıra en azından bu alanda Quesnay’in gerisinde kalmış olmaları ger-
çeğinden de anlaşılabilir. Bu husus, Klâsik Okul taraftarlarının Tableau Eco-
nomique’in yol gösterici fikirlerini bilimsel olarak kullanamamış olmaları te-
melinde kendini daha iyi bir biçimde açığa çıkarmktdır. Quesnay’nin diğer
alanlardaki (artı değer sorunu, sermaye, ücretler ve para) çalışmaları Smith
ya da Ricardo tarafından daha iyi ortaya konduğu halde, toplumsal yenide-
nüretim teorisinin geliştirilmesi için bir yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Sadece
Marx, Capital’in ikinci cildine, Quesnay’in Tableau Economique’de toplumsal
yenidenüretim teorisine ilişkin olarak ortaya koyduğu ipucu niteliğindeki
araştırmasını almış ve tamamlamıştır.

Bu teori bizi doğrudan doğruya sermaye ve artı değer sorununa götürmek-


tedir ve Fizyokratların bu sorunu geliştirmeleri, yapmış oldukları ikinci bir
büyük hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır. Fizyokratlar yenidenüretimi,
hem kendi değeri yerine geçen (yatırılan sermaye) ve hem de bunun üstünde
belli bir fazlalık ya da net gelir (artı değer) sağlayan bir ürün üretimi olarak
anlamıştır. Bu nedenle, yenidenüretim süreci, sermayenin yenilenmesini ve
artı değer üretimini kapsamaktadır. Üretim maliyetlerinin (sermayenin) net
gelirle (artı değer) hızlı bir biçimde karşılanması temelinde, Fizyokratlar ka-
pitalist ekonomiyi isabetli bir biçimde artı değer yaratma amacı taşıyan bir
ekonomi olarak nitelendirmiştir. Bu ayırım çerçevesinde hem sermaye ve
hem de artı değer sorununa açıklık getirmişlerdir.

Dikkatlerini para biçiminde sermaye üzerinde toplamış olan merkanti-


listlerin aksine, Fizyokratlar üretim araçlarının bütünü anlamında üretken ser-
maye kavramını geliştirmiştir. Sermayenin hem maddî unsurları ve hem de
söz konusu maddî unsurların dolaşım oranı açısından zamanlarının ilk ve en
iyi analizini yapmışlardır. ‘İlksel yatırımlar’ ve ‘yıllık yatırımlar’ kavramlarını
İktisadî Düşünce Tarihi 157

kullanarak, Smith’in in toto üstlendiği ve bugün bile iktisat biliminde geçer-


liliğini sürdüren sabit sermaye ve dolaşan sermaye arasında yol gösterici nite-
likteki ayırımı ortaya koymuşlardır.171 Fizyokratların (Klâsiklerle aynı) ser-
maye teorisine ilişkin yetersizlikleri, sermayenin toplumsal şeklini görmez-
den gelmeleri ve üretim araçlarının sermaye olarak işlev gören teknik yö-
nüne yoğunlaşmalarıdır. Yine de -hem Fizyokratlar ve hem de Klâsik Okul
tarafından paylaşılan- bu yetersizlik, burjuva bakış açısıyla sınırlı burjuva
ekonomi şeklini genel olarak ekonominin ebedî ve ‘doğal şekli’ olarak alan
herhangi bir bilimsel eğilimde mündemiçtir. Burjuvazinin feodal kalıntılara
karşı verdiği mücadelede devrimci bir rol oynamayı sürdürdüğü dönemde
ilerici burjuva ideologlarına ilham veren kavramsallaştırma budur.

Benzer ve fakat daha güçlü bir biçimde kendini gösteren temel yetersiz-
lik, net gelir (artı değer) doktrinlerinde su yüzüne çıkmaktadır. Fizyokratlar
kârı hiç dikkate almadıklarından, artı değeri yalnızca arazi rantı olarak gör-
müşler ve kaynağını tarımın kendine özgü özelliklerinde aramışlardır. Farklı
toplumsal sınıflar arasındaki karşılıklı ilişki sorunu (artı değer sorunu), farklı
üretim dalları arasındaki karşılıklı ilişki sorunuyla karıştırılmıştır. Fizyokrat-
lar artı değeri (rantı) tarımsal ürünün önemli bir değer olması temelinde açık-
lama girişiminde başarısız olduklarından, kaynağını doğanın fiziksel üret-
kenliğinden başkaca bir yerde aramamışlardır. Fizyokratların kafası, artı
ürünle bir değer kuantum fazlalığı in natura yani maddî öz üretimiyle değer
üretimi ve toprağın fiziksel üretkenliğiyle tarımın değer üretme kabiliyeti ko-
nusunda karışmış durumdadır. Bu nedenle, Fizyokratların artı değer soru-
nuna getirdikleri çözüm, fiziksel-doğaya uygun çözümdür. Doğanın değerin
kaynağı olması doktrini ve tarımın sınırlı üretkenliği teorisi. Bu ise burjuva
ekonomisinin açmış olduğu yeni ufukların yanı sıra en geri sektörü olan yarı
doğal tarım ekonomisinin dar perspektifinin Fizyokratik düşünceye getirdiği

171 Rubin’in ifadesiyle, Marx’ın Capital’in II. cildinde tartıştığı ifadeyi karşılaştırmak ilginçtir (Eng-
lish edition Progress Publishers 1967). Fizyokratların sabit ve dolaşan sermayeyi doğru bir bi-
çimde ortaya koyması konusu üzerine Smith’in sadece X. Kısımda gitmiş olması, bu durumu
sadece tarımla sınırlandırmadan, tüm kapitalist üretim alanlarına yönelik olarak genelleştirme
kabiliyetini göstermektedir. Bunun yanı sıra Marx, Smith’in konuyu irdeleyişini ve anlayışını
Fizyokratlarınkinden gerçek anlamda bir adım geride olduğunu düşünmektedir. Smith’in Fiz-
yokratik doktrinde doğru olanı kabullenmesi, Fizyokratların sisteminde mantıkî bir temeli ol-
masına rağmen Smith için değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki daha önemli ilişkileri
gizleyen kimi temel yanlışlarını da (en önemlisi de, işçilerin fiziksel geçimlik araçlarıyla değer
ilişkisi olan dolaşan sermayeyi karıştırması) benimsemesiyle birlikte ortaya çıkan bir durumdur.
Daha ayrıntılı bir tartışma için editörün 24. Kısımdaki 4 no’lu notuna bakınız.
ONSEKİZİNCİ KISIM
18. Yüzyılın Ortalarında İngiltere’deki Sanayi Kapitalizmi
Fransa’da ticarî sermayenin çıkarlarını yansıtan merkantilizm, kırsal
burjuvazinin savunucusu olan Fizyokratların muhalif olarak ortaya çıkma-
sına neden olmuştur. Bununla birlikte, Fizyokratların programı gerçekleşme-
diğinden bu karşıtlık bir sonuç vermemiştir. Merkantilizmi un ufak edecek
yegâne güç şehirli sanayi burjuvazisidir. Teoride ve pratikte, merkantilizmi
saf dışı bırakma işi, kurucusu Adam Smith olan Klâsik okula kalmıştır. Nasıl
ki Fizyokratlar üretken tarımsal sermayenin hızla başarı kazanması hülyası
içinde olmuşlarsa, Klâsik okul da, sanayi kapitalizminin özgür bir biçimde ge-
lişmesi için merkantilizme karşı mücadele etmiştir. Smith’in doktrini anla-
manın en iyi yolu, öncelikle sanayi devriminin arifesinde 18. yüzyılın ortala-
rındaki sanayi kapitalizminin durumu hakkında bazı şeyleri bilmemizi ge-
rekli kılmaktadır.

18. yüzyıl, İngiliz sanayi tarihinde bir geçiş dönemidir ve farklı şekillere
sahip sanayi örgütlerinin bir arada bulunması dönemin karakteristiğidir.
Bunlardan ilki, geçmişin bir kalıntısı olarak varlığını sürdüren bağımsız zana-
atkârlardır. İkincisi, oldukça yaygın olan küçük ev işletmeleri sistemi ya da
yerli büyük ölçekli sanayi ve üçüncüsü de, o dönemde ortaya çıkan merkezî
kapitalist işletmeler ya da fabrikalar.

18. yüzyılın başında İngiltere’de çok sayıda bağımsız zanaatkâr varlığını


sürdürdüğü görülmektedir. Defoe, Halifax yakınlarında yaşayan bağımsız
usta kumaş imalâtçılarının ilginç yaşamını resmetmektedir. ‘Hemen hemen
her evde kumaş gergisi ve her gergide de bir parça kumaş ya da astar bulun-
maktadır’. ‘Her kumaş satıcısının, imalâtı için gerekenleri gidip getirmek ve
taşımak için bir ya da iki atı olmalıdır. Bu nedenle de, imalâtçı genellikle, ai-
lesi için…gerekli bir ya da iki ya da daha fazla inek bulundurur’. ‘Evinde
kimi kumaş boyayan, kimi diken, kimi de tezgâhta duran güçlü kuvvetli in-
sanlar vardır’. ‘Kadınlar ve çocuklar sürekli olarak tarama, eğirme v.s. işle-
riyle uğraşmaktadır. Bu nedenle de, boş gezenin boş kalfası yoktur. Yediden
164 Rubin

yetmişe herkes ekmeğini kazanmaktadır. Dört yaşında olup da geçimini sağ-


lamayan yok gibidir’.173 Zanaatkârlar özgürlüklerini, emtiasını yakındaki pa-
zarlara bizzat kendilerinin götürmesine borçludur.

Bununla birlikte, zanaatkârlar pazarda mallarını tüketicilere genellikle


doğrudan değil, komisyoncular aracılığıyla satmak zorunda kalmıştır. Leeds
yakınlarında yaşayan kumaş imalâtçıları kumaşlarını, ticaretin önce köprü
üzerinde ve daha sonrada iki kapalı pazarda yapıldığı Leeds’e haftada iki
kez getirirdi. Her kumaş satıcısının pazarda kendisine ait bir tezgâhı vardı.
Sabah altı ya da yedide zil sesiyle birlikte tüccarlar ve komisyoncular görü-
nür ve kumaş imalâtçılarıyla pazarlığa başlarlar ve tüm işlerini bir saatte ta-
mamlarlardı. Saat dokuz civarında tablalar ve piyasa boşalırdı. Bu yapılanma
çerçevesinde mal sahipleri özgürlük kalmaya devam etse de, emtiasını tüke-
ticiden ziyade tüccara satmaktaydı.

Tüccara satma ihtiyacı çoğu zaman zanaatkârların her birinin belli bir
bölgede yoğunlaşması ve piyasanın genişlemesi gerçeği çerçevesinde uzman-
laşmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Kumaş imalâtçısı Leeds çevresinde
yaşıyorsa, örneğin, belli bir tür kumaş türünde uzmanlaşmıştır. Söz konusu
kumaşın tüketiminin Leeds bölgesiyle sınırlı olmadığı aşikârdır. Bu mallar,
diğer İngiliz kasabalarına gönderilebilir ya da hatta yurtdışına ihraç edilebi-
lir. Kumaş imalâtçısı kumaşını uzaklardaki pazarlara ulaştıramadığında, ku-
maşını, mallarını İngiltere’nin çeşitli fuarlarına ve ticaretin yapıldığı kasaba-
lara karavanlarla taşıyan tüccarlara satmak zorundaydı.

Aynı zamanda, hammadde pazarlarının uzak olması, örneğin, yün almak


için büyük ticaret merkezlerine gitmenin mümkün olmaması, benzer sonuç-
lara neden olmuştur. Hammaddeler, işlemeleri için kumaş imalâtçılarına ak-
tarılmak üzere tüccarlar tarafından satın alınmaktadır. Böylece, Lancas-
hire’de, dokumacılara çözgü ve atkı tedarik edilir ve nihaî ürünler pazara
götürülürdü. Bununla birlikte, ipliğin temin edilmesi tedrici olarak daha zor-
laşmıştır. Dokumacılara çözgü ve pamuk Manchester’lı tüccarlar tarafından
dağıtılmaya başlanmış ve dokumacılar bu tüccarlara bağımlı hale gelmiştir.
Böylesi bir bağımlılığı bir tarafa bırakırsak, zanaatkârların tüccarlara olan ba-

173 Daniel Defoe, A Tour Thro the Whole Island of Great Britain, Vol II (London, Peter Davies, 1928),
s. 601-602.
ONDOKUZUNCU KISIM
İnsan Olarak Adam Smith
Smith’in yaşamının saklı gizli bir tarafı yoktur. 1723 yılında İskoçya’nın
küçük bir kasabası olan Kirkcaldy’de gümrük memuru bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda mükemmel yetenekleri olan
Smith, öncelikli olarak -ve büyük bir gayretle- felsefeye yönelmiştir. 1751 yı-
lından itibaren 13 yıl boyunca Glaskow Üniversitesi’nde oldukça başarılı bir
biçimde ‘ahlâk felsefesi’ profesörü olarak ders vermiştir. 18. yüzyıl Ansiklope-
distlerinin meşrebinin peşinden gitmesi nedeniyle, vermiş olduğu ders etikle
sınırlı olmayıp, teoloji, etik, doğal hak ve en nihayetinde de şimdilerde en
doğru bir biçimde iktisat politikası olarak adlandırılan alanları da içermekte-
dir. Smith’in iktisat teorisi tüm bu belirtilen başlıkların üstünde temellenmiş-
tir. Glaskow Üniversitesi’nde olduğu yıllarda, politik iktisat adı altında ayrı
bir kürsü bulunmamaktadır. Politik iktisadın bağımsız bir bilim haline gel-
memiş olması nedeniyle bu şaşırtıcı değildir. Merkantilistlerin yazdıkları bü-
yük ölçüde uygulamaya ilişkin olup, bu akımın yazarları teoriye meyletme-
miştir. Politik iktisat ise felsefenin ve doğal hakkın bir alt bölümü olarak ele
alınmaktadır. Başlangıçta, benzer çizgi Smith’in düşüncesinde de ikincil dü-
zeyde yer almaktadır. Çalışmasında tüm gayretini etik üzerine yoğunlaştır-
mış ve 1759 yılında kendisinin büyük bir ün elde etmesini sağlayan The The-
ory of Moral Sentiments adlı kitabını yayınlamıştır.
Smith ahlâk felsefesi dersinde iktisadî sorunlara yer verdiğinde, muhte-
meldir ki aynı bölümde ders veren kendinden önceki ünlü filozof Hutchison
örneğini izlemektedir. Bununla birlikte, Hutchison iktisadî sorunlara şöyle-
sine bir değinmiş olduğu halde, Smith bilimsel faaliyetleri dâhilinde söz ko-
nusu sorunlara tedrici olarak odaklanmıştır. Smith de Quesnay’nin felsefe ve
doktorluk çizgisinden politik iktisada yönelme gibi benzer bir yol izleyerek,
felsefeden politik iktisada doğru çalışmalarını genişletmiştir. Quenay ve
Smith’in izlemiş oldukları ve ulaştıkları noktanın tesadüfî olduğu söylene-
mez. Quesnay’nin göstermiş olduğu bu gelişme çizgisi, 18. yüzyılın ortala-
rında Fransa’nın karşılaşmış olduğu iktisadî sorunlara ilgi duymasıyla açık-
lanabiliyorsa, Smith’i de öncelikle etkileyen ilk şeyin, İngiltere’nin iktisadî ya-
şamında meydana gelen büyük değişiklik ve ikinci olarak da, kendinden yaşça
daha büyük çağdaşları Hume ve Quesnay olduğu söylenebilir.
174 Rubin

İngiltere ticarî sermaye çağından, sanayi kapitalizmine geçiş süreci için-


dedir ve iktisadî yaşamda meydana gelen değişiklikler öylesine dikkat çeki-
cidir ki, söz konusu zaman diliminde yaşayanların dikkatini ve ilgisini çek-
memesi mümkün değildir. Bu değişikliklerin uzaktaki İskoçya’da hissedil-
mediği de düşünülemez. Sanayi kapitalizminin yerini alması da kendine has
özel bir başarı ve hızla sürmektedir. 18. yüzyılın ilk yarısında belli sayıda
büyük ölçekli imalâthaneler İskoçya’da İngiltere’de olanlardan fiilen daha
büyüktür. Anonim şirketler kumaş ve keten sanayinde kurulmuştur. İskoçya
dağlarında metalürji sanayi büyük gelişme kaydetmiştir. Corran’ın en ünlü
fabrikaları oradadır. Gelecekte buhar makinesi icat edecek olan ünlü Watt
1769 yılında ilk makinesini geliştirmiştir. Smith’in Glasgow’da yaşadığı ve
akademisyenlik yaptığı yıllarda şehirde ticaret ve sanayi alışılmadık bir bi-
çimde gelişme göstermiştir -büyük ölçekli imalâthaneler kurulmuş, bankalar
açılmış ve liman ve gemicilik hizmetleri geliştirilmiştir.
18. yüzyılda İskoçya’nın hızlı iktisadî gelişimi, Glasgow’daki ticarî-sa-
nayi ve entelektüel çevrelerin yaşadıkları zaman itibarıyla iktisadî konulara
haddinden fazla ilgi duymalarının nedenini açıklayan bir husustur. Oluştu-
rulduğu yıl verili iken, dünyadaki ilk politik iktisat kulübü 1740’lı yıllarda
Glasgow’da kurulmuştur. Smith bu kulübün gediklisidir ve her hafta arka-
daşlarıyla burada buluşmaktadır. İçeride sohbetler yapılmakta ve yerel olay-
lar kulübün dışında gerçekleşmekte, kulüp iktisatçıları düşünmeye sevk et-
mektedir. Az önce adını zikrettiğimiz Watt’ın atölyesi Glasgow’dadır ve yeni
bir makine üzerine deneylerini sürdürmektedir. Yerel gilt kurumu 1757 yı-
lında daha öte deneylere girişme konusunda kendisine yasak getirdiğinde,
Smith ciddi bir biçimde onunla ilgilenmiş ve çok geçmeden Watt’ın çalışma-
larını Üniversitede sürdürmesinin önü açılmıştır.
Etrafında olup bitenleri gözlemlemesinin yanı sıra edebiyat, Smith’in
düşünce yapısını etkileyerek beslemiştir. (Smith’in yakın arkadaşı olan)
Hume, iktisadî konulardaki çalışmalarını 1750’li yılların başlarında yayınla-
mıştır. Birkaç yıl sonra Quesnay’in ilk makaleleri ve Tableau Economique adlı
kitabı yayınlanmıştır. Hem Hume ve hem de Fizyokratlar (Smith daha son-
raları Fizyokratlarla kişisel olarak da tanışmak üzere Paris’e gitmiştir) Smith’i
oldukça etkilemiştir.
Smith daha sonraları profesörlüğünün 13 yılını, yaşamının en yararlı ve
mutlu geçen dönemi olarak anlatmıştır. Bu yıllar, The Theory of Moral Senti-
YİRMİNCİ KISIM
Smith’in Toplumsal Felsefesi
Fizyokratlar gibi Smith’in sistemi de kendisine ait doğal hak doktriniyle
yakından ilintilidir. 18. yüzyıl İngiltere’sinde aynı dönemin Fransa’sında ol-
duğu gibi, burjuvazi halâ da daha önceden de görmüş olduğumuz gibi, ka-
pitalist ekonomiyi geçmiş zamana ait düzenlemelerin prangalarından tam
anlamıyla özgürleştirip de yönetebilecek durumda değildir. Bu nedenle, sı-
nıfsal taleplerini (bu dönemde tüm ulusal kalkınmanın çıkarlarıyla örtüşen)
ebedî, rasyonel, ‘doğal hakkın’ otoritesinden arındırmanın peşinde olduğu
anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, Smith’in doğal hakka ilişkin görüşlerinin
Quesnay’in görüşlerinden önemli ölçüde uzak olduğu dikkate değer bir hu-
sustur. Doğal hak fikri, Quesnay sisteminin odak noktasını oluşturur. Ona
göre, doğal hakla çelişen herhangi bir olumlu düzenleme ülkeye zarar vere-
cek ve ekonominin bozulmasına neden olacaktır. İktisadî ilerleme ya da gerileme
doğal hakkın yerine getirilip getirilmemesine ya da ihlâl edilip edilmemesine
bağlıdır.

Smith düzenlemelerin iktisadî yaşamı daha ılımlı etkilediğini düşün-


mektedir. Bu çerçevede şu ifadelere yer vermiştir. ‘Mr. Quesnay [siyasî yapı-
nın] sadece belli bir rejim yani dört dörtlük bir özgürlük ve kusursuz adalet söz
konusu olduğunda serpilip gelişeceğini hayâl etmiş olduğu izlenimini ver-
mektedir. Siyasî yapıda, insanın kendi durumunu sürekli olarak iyileştirme
yönünde gösterdiği doğal gayretin, birçok açıdan politik iktisadın bir dere-
ceye kadar hem kısmî ve hem de baskıcı kötü etkilerinden korunma ve söz
konusu etkileri düzeltme ilkesi olduğunu hiç aklına getirmemiş gibi görün-
mektedir. Üç aşağı beş yukarı aynı hızla devam edemeyecek olan bir politik
iktisat, bir ülkenin zenginlik ve refaha doğru doğal ilerlemesini her zaman
için tümüyle durduramayabilir ve geri gitmesine pek de neden olmayabi-
lir’.176 Doğal hak ilkelerini bozan zayıf bir düzenlemenin geciktirici etkisi ne
olursa olsun, iktisadî ilerleme kaçınılmaz olarak bir çıkış yolu bulur. Quesnay ve
Smith’in görüşleri arasında belirtilen bu farklılık, 18. yüzyılda Fransa ve İn-
giltere’de geçerli olan farklı iktisadî koşullar temelinde açıklanabilir. Fransa’da

176 Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nation, edited by R H. Camp-
bell, A. S. Skinner and W. B. Lodd (Oxford University Press, 1976) Book IV, 9. Kısım, s. 674.
İtalikler Rubin'e aittir.
YİRMİİKİNCİ KISIM
Değer Teorisi
Smith değer kavramını analiz etmeye giriştiğinde, öncelikle kullanım de-
ğeri ve mübadele değeri arasında ayırıma gitmiştir. Kullanım değerini araştır-
masının dışında tutmuş ve tüm dikkatini mübadele değeri üzerinde yoğun-
laştırmıştır. Bu yolla Smith kendisini kesin olarak her ürünün, üreticisinin
ihtiyaçlarının doğrudan tatmin etmesinden ziyade mübadele edilmek üzere
belirlendiği meta ekonomisine hasretmiştir. Smith, meseleyi böylesi ilkeli ve
kolay anlaşılır bir biçimde ortaya koyabilmeyi, işbölümü doktrinine borçlu-
dur. İşbölümünün gerçekleştiği herhangi bir toplumda her üretici, toplumun
diğer üyelerinin ihtiyaç duyduğu ürünleri üretecektir.
Bu nedenle, Smith araştırmasının amacını205 yani mübadele değerini çok
açık ve seçik ve tam anlamıyla doğru bir biçimde tanımlamaktadır. Diğer ta-
raftan, Smith’in bu amacı ele alması konusunda tam olarak bakış açısının ne
olduğunu sorgularsak, sorunu ortaya koymasına ilişkin metodolojik bir iki
yönlülükle karşılaşırız. Smith, bir taraftan, ilk olarak, bir metanın değerinin ne
olduğunu belirleyen nedenleri ve ikinci olarak da, bu büyüklükte meydana
gelen değişmeleri ortaya çıkarmayı arzulamakta, diğer taraftan da, açık ve
seçik bir biçimde metanın değerini ölçmede kullanılacak değişme bir stan-
dart bulmak istemektedir. Bir taraftan, değerde meydana gelen değişmelerin
kaynaklarını açığa çıkarmaya can atmaktadır ve diğer taraftan da, değere iliş-
kin değişmez bir ölçü bulmak istemektedir. Meseleyi bu iki yolla ortaya koyma
arasında temel bir metodolojik hata olduğu açıktır ve bu farklılık, Smith’in
teorisinin merkezine iki yönlülüğün girmesine neden olmuştur. Değerdeki
gerçek değişmelerin teorik olarak ele alınması, değer ölçüsüne en iyi bir bi-
çimde ulaşılmasına ilişkin amaçla karıştırılmasına neden olmaktadır.206

205 Bu durumda Rusça metinde yer alan 'ob ekt ili predmet, araştırma ya da çalışma anlamına gelmektedir.
206 1. Kitabın sonlarına doğru Smith değer analizini nasıl sürdüreceğini açıklamaktadır. Emtianın mü-
badele edilebilir değerini düzenleyen ilkeleri araştırma için şunları göstermeye çalışacağım.
İlk olarak, söz konusu mübadele edilebilir değerin gerçek ölçüsü nedir ya da tüm emtianın gerçek
fiyatı neyin içinde saklıdır.
‘İkinci olarak, söz konusu gerçek fiyatın farklı kısımlarının bileşimi nedir ya da nelerden oluşur.
Ve son olarak da, fiyatın farklı kısımlarının kimi zaman bazılarını ya da hepsini doğal oranın ya da
her zamanki oranın üstüne çıkaran ve düşüren farklı koşullar nelerdir? Ya da kimi zaman piyasa
fiyatının, emtianın doğal fiyatı olarak adlandırılabilecek fiyatının, emtianın fiilî fiyatıyla tam olarak
örtüşmesini engelleyen nedenler nelerdir’. Wealth of Nations, I. Kitap, 4. Kısım, s. 46.
198 Rubin

Bu karmaşanın bir sonucu olarak, Smith’in mübadele değerine ilişkin


analizi iki metodolojik farklı kanal çerçevesinde çatallaşmış ve sürmüştür.
Bunlardan ilki, değerde meydana gelen değişmelere neyin neden olduğunun
keşfedilmesi ve diğeri de, değere ilişkin değişmez ölçüsünün bulunmasına
yönelik araştırmadır. Bu yollardan her biri Smith’i emek değerine ya da de-
ğerin temelinin emek olmasına ilişkin belli bir kavrama götürmüştür. Bun-
lardan ilki Smith’i verili ürünün üretimine harcanan emek miktarı, ikincisi de,
verili metanın mübadeleyle elde ettiği ya da satın aldığı emek miktarı kavramlarıdır.
Smith araştırmasının başında, mübadele edilebilir değerin gerçek ölçü-
sünü bulmak için bakılması gereken nedir? sorusunu sormaktadır. Dikkatini
en fazla böylesi bir değişmez ölçünün araştırılması üzerinde toplamıştır. (1. Ki-
tap, 5. Kısım). Smith’in analizinin neden böylesi metodolojik olarak yanlış bir
yola saptığını anlamak için, bir değer ölçüsünün bulunması sorununun kendi-
sine öncüleri olan Merkantilistlerden miras olarak kaldığını mutlaka hatırla-
mamız gerekmektedir. Kendilerinin uygulamaya ilişkin sorunları ele aldık-
larını ifade eden Merkantilistler açısından değer teorisinin görevi, bir değer
ölçüsü bulmaktır. Petty ve Cantillion’un bir değer ölçüsünü nasıl ‘emek ve
toprak denklemi arasında’207 aradığını hatırlayacağız. 18. yüzyıl boyunca -ve
büyük ölçüde de bizatihi Smith’in gayretiyle- politik iktisadın uygulama te-
melli kurallar yumağının, teorik ifadelerin yer aldığı bir sisteme dönüşmesi
çok yavaş ve tedrici olmuş ve kavram, uygulamaya yönelik reçeteler (Mer-
kantilistlerin yaptığı gibi) ya da ‘doğal kanun’ (Fizyokratların yaptığı gibi)
karması biçiminde durma noktasına gelerek, olguların arkasındaki teorik ka-
nunlar biçiminde gelişme göstermiştir. Smith’in değer teorisinde, gerçek ik-
tisadî olgular üzerinde teorik olarak çalışma işi, uygulama niteliğindeki talî
unsurlardan kendini kurtaramamıştır.
Smith’in genel bireysel ve rasyonalist yaklaşımı, bir değer ölçüsüne iliş-
kin araştırmasına da dâhil edilmiştir. Daha önce, Smith’in toplumsal-iktisadî
olguların kökenini, söz konusu olguların birbirinden ayrı iktisadî bireyin ba-
kış açısına göre sahip oldukları faydayla açıkladığını görmüştük.208 Smith
benzer yaklaşımı işbölümü ve mübadeleyi ele aldığında da göstermiştir. Mü-

207 Yedinci Kısıma bakınız.


208 Yirminci Kısıma bakınız.
İktisadî Düşünce Tarihi 199

badele temelinde gerçekleşen işbölümü, bireyin kendi ürünüyle ihtiyaç duy-


duğu kalemleri mübadele etmesini sağlamakta, böylelikle de, bireyin ürü-
nünü diğer ürünlerle mübadele edebilme kabiliyeti kazanmasıyla birlikte
özel bir öneme sahip olmasını mümkün kılmaktadır. Bireyin bakış açısı çerçe-
vesinde, uygulamaya ilişkin olarak sorulması gereken ilk soru, mübadele yo-
luyla elde etmek istediği ürünün kendisi için ne kadar önemli olduğunu yani müba-
dele değerinin tam olarak ölçüsünün ne olduğudur?
Bu durumda, verili ürünün değeri ya da endeksi nedir? İlk bakışta, mü-
badele yoluyla elde ettiğimiz diğer emtia miktarını ölçü olarak alabilecekmi-
şiz gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Ne kadar fazla miktarda emtia alır-
sak, mübadele ettiğimiz metanın değeri o kadar yüksek olacaktır. Smith ko-
nuya ilişkin olarak verilen bu cevabı, kendi ürünümle mübadele ettiğim me-
tanın değerinin sürekli olarak değişmesi sö konusu olduğundan oldukça ke-
sin bir biçimde reddetmiştir. Aynı şekilde, bir metanın değerini, altının de-
ğeri de değiştiğinden, para (altın) miktarıyla da ölçmek mümkün değildir.
Belirtilen bu durumda, ürünümün değerini ne ile ölçebilirim? Smith bu
soruya cevap vermek için, kendisine ait işbölümü teorisine başvurmuştur.
Söz konusu teoride, işbölümünün geçerli olduğu bir toplum, çalışan ve
emeklerinin ürünlerini karşılıklı olarak mübadele ederek emeklerini dolaylı
olarak mübadele edenlerin oluşturduğu toplumdur. Bununla birlikte, Smith,
mübadele değerinin çok değerli öznel-toplumsal kavramsallaştırmasını ele
almıştır (Marx bu hususu, kendi değer teorisinin temeli olarak almıştır) ve
buna öznel-bireysel yorum getirmiştir. Mübadelenin gerçekleştiği bir toplum,
üyelerinin emeklerinin karşılıklı mübadele edilmesi üzerine kurulur. Daha
sonra Smith şu soruyu sorar. Söz konusu mübadele, birbirinden tecrit edilmiş
halde bulunan bireylerin bakış açısı çerçevesinde, neye indirgenir? Buna ver-
diği cevap, kendi ürününü mübadele ederek, başkalarının emeğinin elde edil-
mesidir. Şeker ya da karşılığında kumaşı mübadele ederek, özü itibarıyla baş-
kalarının emeğinin belli bir miktarını elde ediyorum. Kumaşım çok büyük
bir mübadele değerine sahip olduğundan, mübadelede, Smith’in ifadesiyle,
diğer kişilerin daha fazla emek miktarını isteyebilirim ya da daha fazla emek
miktarına ‘hükmedebilirim’. İşbölümü söz konusu olduğundan, gereksinim-
lerimi kendi emeğimle üretmek yerine ihtiyacım olan ürünleri mübadele
ederek sağlayabilirim. Sonuç itibarıyla da, ürettiğimin değerini, ürünümü
224 Rubin

rantı biçiminde bölüştürülmelidir.244 Smith daha önce toplumun yıllık ürü-


nünün bir kısmının değişemeyen sermayenin yenilenmesine ayrıldığını dü-
şünürken, şimdi, toplumsal ürünün tüm değerinin, toplumu oluşturan birey-
lerin kişisel tüketimine girerek münhasıran gelir biçiminde ayrıştığı gibi
saçma sapan bir sonuca ulaşmıştır.

Bu hatalı teori Klâsik okulun iktisatçıları arasında hâkim doktrin haline


gelmiştir. Ricardo bu teoriyi kabul etmiş, Say dogma haline getirmiş ve John
Mill ise 19. yüzyılının ortasına gelindiğinde bile söz konusu doktrini tekrar-
lamayı sürdürmüştür.245

Bu aşamadan sonra, Smith için ürünün değeri ücretler, kârlar ve ranttan


oluşmaktadır. Şimdi bu durumda, ürünün değeri, Marx’ın terminolojisiyle,
değişken sermayedir. Böylelikle, bu ifadeyi şu şekilde yeniden formüle ede-
biliriz. Ürünün değeri, değişken sermaye artı net gelirden (kâr ve rant) oluşmakta-
dır. Tüm sermayenin yalnızca değişken sermayeden oluştuğu varsayılmaktadır.
Ürünün değerinin yenidenüretilen değişmeyen sermayeyi oluşturan kısmı
tümüyle unutulmuştur. Böyle olsa da, kapitalist bir ekonomide bu kadar bü-
yük ve önemi sürekli olarak artan değişmeyen sermayenin yenidenüretimi
görmezden gelinirse, toplumsal ürünün yenidenüretimi nasıl anlaşılacaktır?
Smith’in bir ürünün değerinin gelire ayrıldığı biçimindeki hatalı mefhumu
yendenüretim teorisini bütünüyle bozmaktadır. Bu meselede, yıllık ürünün
ilgili kısmının sabit sermayenin aşınan kısmını yenilemeye ayrıldığını bir an
bile unutmayan Quesnay’in bile gerisinde kalmıştır.

Smith’in genelde yenidenüretim sürecini analiz ederken yaptığı hatalar,


genişletilmiş yenidenüretimin yani sermaye birikiminin anlaşılmasına da
yansımıştır. Sermayenin tümü işçi kiralamaya yönelik olarak değişken ser-
maye olarak harcanırsa, birikim sürecinin şu şekilde ortaya çıkacağı
aşikârdır. Kapitalist gelirinin bir kısmını (yani kârını), kişisel tüketimi için
kullanmayıp, sermayesine ilâve eder yani emek kiralamaya yatırır. Biriken
sermayenin tümü emeğin kiralanması için harcanır. Bu ifade tamamen yanlıştır
ve bir kez daha, kapitalistin ilâve sermayesinin bir kısmını makine, ham-
madde v.s. satılması gereği gerçeğini göz ardı etmektedir.

244 Ibid., 2. Kitap, 1. Kısım, s. 69.


245 V. Bölümde Sismondi’nin ele alındığı kısma bakınız.
İktisadî Düşünce Tarihi 225

Bu hatalı birikim teorisinden hareketle iki önemli sonuca ulaşmak müm-


kündür. Bunlardan ilki, tüm sermaye işçi kiralamaya harcandığından, ‘ser-
mayede meydana gelen her artış ya da azalış, doğal olarak sanayinin gerçek
miktarını yani üretken olanların sayısını artırma ya azaltma eğilimine gi-
rer’.246 Sonuç olarak, ilâve sermaye, emek talebinde oransal bir artışı berabe-
rinde getirerek, tümüyle işçi sınıfının avantaj elde etmesini sağlayacak biçimde iş-
ler. Bu argümanın taraftarları gerçekte emek talebinin sermayenin tümüyle
artması sonucunda değil de, sadece sermayenin değişken kısmında meydana
gelen bir artışla orantılı bir biçimde arttığını unutmuştur. İkinci sonuç ise ser-
maye birikiminin, toplumun üyelerinin kişisel tüketimlerinde bir kesinti meydana
getirdiği anlamına gelmediğidir. Kapitalist 1,000£’luk kârının yarısını birikti-
rirse, 500£‘u işçi kiralamada kullanmıştır. Kapitalist kendi kişisel tüketiminden
vazgeçtiği bu büyüklüğü, işçilerin kişisel tüketimi lehine olacak bir biçimde kullan-
mıştır. ‘Yıllık olarak tasarruf edilen, yıllık olarak harcanan büyüklük gibi dü-
zenli bir biçimde ve yaklaşık olarak da aynı zamanda tüketilmiştir. Ancak,
bu tüketim farklı kişiler’ yani işçiler ‘tarafından gerçekleştirilmiştir. Tüketim
aynı ama tüketiciler farklıdır’.247 Smith bu ifadeleri, sermaye birikiminin altın
paranın kese ya da kumbarada saklanması anlamına geldiğini ifade eden
yeni yeni ortaya çıkmakta olan küçük burjuvazi ya da köylü ilişkin olarak
kullanmakta haklıdır. Biriken sermaye kesinlikle harcanır. Ancak, yapılan bu
harcama sadece işçi kiralama için değil, aynı zamanda da makine, ham-
madde v.s. satın alımı için de geçerlidir. Kişisel tüketimin hepsi üretken tüke-
tim lehinedir. Üretim araçları üretiminde meydana gelen bir artış, tüketim
araçlarının zarara uğraması biçimde gelişme gösterir. Bu gerçeğin dikkate
alınmaması, Say ve Ricardo’nun Klâsik piyasa teorisinin temeli olmuştur. Sis-
mondi gibi bu teoriye karşı çıkanlar bile, Smith’in toplumun yıllık ürününün
tümünün, söz konusu toplumun üyelerinin kişisel tüketimine gideceği biçi-
mindeki yanlış doktrinini benimsemiştir.248

246 Ibid., 2. Kitap, 3. Kısım, s. 337. Aynı sayfadaki diğer paragraflar benzer şekildedir. Kişi gelirin-
den tasarruf ettiği büyüklüğü sermayesine ilâve eder ve ilâve üretken faaliyetlerde bulunmak
üzere kendisi kullanır ya da faiz karşılığında ödünç vererek başkalarının böylesi bir girişimde
bulunmasını sağlar. Üretken faaliyetlere yönlendirilen artan fonlar yoluyla tutumluluğun or-
taya çıkması, üretken faaliyetlerin artmasını sağlar. Başkalarının üretken faaliyetlere yönelttik-
leri emekleri ilgili faaliyette değerin artmasını beraberinde getirir.
247 Ibid., 2. Kitap, 3. Kısım, s. 337-338.
248 Aşağıda V. Bölümde Sismondi ile ilgili kısma bakınız.
226 Rubin

Smith’in oldukça ilginç ve değerli üretken olan ve üretken olmayan emek te-
orisi, kendisine ait sermaye ve gelir teorisiyle sıkı sıkıya ilintilidir. Gördüğü-
müz üzere, Smith tüm sermayenin işçi kiralamaya harcandığı yani ücretler-
den oluştuğu görüşüne sahiptir. Bu, her işçinin ücretinin sermayeden öden-
diği anlamına mı gelmektedir? Smith bu soruya hayır biçiminde cevap vere-
rek, işçilerin ücretlerini sermayeden ya da net gelirden (kâr ve rant) elde edildi-
ğini ifade etmektedir. Bir kapitalist sermayesini, emekleri aracılığıyla işçinin
ücretlerini karşılamanın yanı sıra bu miktarın üzerinde de kâr (artı değer)
elde etmek amacıyla işçi kiralamak için kullanır. Kapitalist net gelirini (yani
kârı) çeşitli emtia almada ya da kendi tüketiminde (hizmetçi, aşçı, eğitmen,
v.s.) doğrudan doğruya kullanmak üzere farklı işçilerin emeğini satın al-
mada kullanır. Bu kişilerin emekleri kapitalistlerin mübadele değeri ya da
artı değer elde etmesini mümkün kılmayan belli bir kullanım değeri sağlar.
Bu ise üretken olan emeği ve üretken olmayan emeği birbirinden ayırt etme-
nin temelini oluşturur. Emeklerini doğrudan doğruya sermayeyle mübadele eden-
ler üretken işçilerdir. Emeklerini doğrudan doğruya gelirle mübadele edenler ise üret-
ken olmayan emektir. Hiç şüphesiz, kapitalist gelirinin bir kısmını ilâve üretken
işçi satın almaya harcayabilir. Ancak, bu durumda, gelirinin bir kısmını ser-
mayeye dönüştürmekte yani gelirini biriktirmekte ya da kapitalize etmekte-
dir. Sermayenin artı değer elde edilmesini mümkün kılması gerekli olduğun-
dan, bu ifadeyi bir başka şekilde de formüle edebiliriz. Emeği artı değer elde
edilmesini mümkün kılan işçiler üretken işçilerdir. Emeği bu özelliği taşıma-
yan işçiler ise üretken olmayan işçilerdir. ‘Böylelikle, bir imalâtçının emeği, ge-
nellikle, kendini idame ettirmek ve efendisine kâr sağlamak üzere üzerinde
çalıştığı malzemeye ilâvede bulunur. Aksine, hizmetçinin emeği değere hiç-
bir ilâvede bulunmaz’.249

Üretken emek kavramının, artı değer kavramının (ya da net gelirin) evri-
miyle birlikte nasıl değiştiğini gözlemleyebiliriz. Merkantilistlerin bildikleri
tek artı değer şekli, dış ticaret yoluyla ülkeye altının ya da gümüşün akma-
sıyla kazanılan ticarî kârdır. Bu nedenle, onlar için en üretken emek, dış tica-
retle iştigal eden tüccarlar ve denizcilerdir. Fizyokratlar artı değerin yaratılma-
sından üretim sürecini anlamıştır. Ancak, kârı göz ardı ederek ve artı değeri
rant olarak tanımlayarak, sadece tarımsal nüfusa ait emeğin üretken olduğu

249 Ibid., 2. Kitap, 3. Kısım, s. 330.


İktisadî Düşünce Tarihi 253

devletine dönüştüğünü kavrayamamakla bilikte, tarımı perdeleyecek olma-


sına rağmen İngiltere’nin sanayileşmesini sürdürmesi görüşüne sıkı sıkıya
bağlı kalmıştır. Bu konuya ilişkin ateşli tartışmalar, bir keresinde Fransa’yla
sürdürülen savaş sonlandığında Malthus ve Ricardo arasında alevlenmiştir.
Malthus da dâhil olmak üzere toprak sahipleri sınıfını savunanlar, mısır fi-
yatlarının düşmesini önlemek ve (yüksek hububat fiyatlarının etkisi altında
savaş yıllarında yoğun bir biçimde gelişen) tarımın gerilemesinin önünü kes-
mek amacıyla mısıra yüksek gümrük tarifeleri uygulanmasını talep etmiştir.
Malthus İngiltere’nin ithal mısırla beslenen bir sanayi devleti haline gelme-
sini ‘savurganlık’ şeması olarak ifade etmiştir. Ricardo dışarıdan ucuz mısır
ithal edilmesinin ve İngiliz sermayesinin tarımdan çıkıp, sanayiye akmasının ge-
rekli olduğunu önceden görmüştür. ‘Polonya’nın mısırının ve Caroline’nın
ham pamuğunun Birmingham’ın mallarıyla ve Glaskow’un muslüsüyle mü-
badele edilecek olması’ beklentisinden korkmamıştır -hatta alkışlamıştır.284
‘Sermayenin tarımdan alışılmadık ölçüde çekilmesinin’285 savaş nedeniyle or-
taya çıkan olağandışı bir olgu olduğunu ve bunun da, yüksek üretim mali-
yetleri nedeniyle aşırı mısır fiyatlarına neden olacağını görmüştür’. Ricardo
ucuz mısır ithalatını ve İngiliz tarımına yatırılan sermayenin azaltılmasını sı-
cak karşılamıştır. Daha ucuz mısır kârlarda bir artışı ve ülkenin sanayi yaşa-
mında muazzam bir gelişmeyi beraberinde getirecektir.

Böylece, Ricardo’nun oluşturduğu yapıda, makinenin iştiyakla kulla-


nıldığı bir dönemden geçilerek, hızla sanayileşmeye doğru gidilmesi sonu-
cunda Smith’in tanımladığından daha yüksek bir teknik gelişme aşama-
sına ulaşan bir ülke ortaya çıkmaktadır. Ricardo’nun kapitalizmin toplum-
sal niteliklerine ilişkin kavrayışımıza katkısının, Smith’ten daha az olduğu
dikkat çekici bir husustur. Yine de, tüm bunlara rağmen bu durum, önceki
iktisatçılarla karşılaştırıldığında, ‘kapitalist’ bakış açısından kapitalizmin
halâ da ‘el zanaatıyla’ birlikte varlığını sürdürdüğünü düşünen Ri-
cardo’yla daha titiz bir çerçeveye oturmuştur. Yaptığı tanımlamalarda,
kapitalist ekonominin yanı sıra çoğunlukla küçük üreticilerden oluşan,
kapitalist ve çiftçilerin bazen zanaatkâr ve köylüyle yer değiştirdiği bir

284 Ibid., s. 267 ve devamı. Bu paragraf gerçekte Ricardo’ya ait olmayıp, McCulloch’un Encylopaedia
Britannica yer alan makalesinden yaptığı alıntıdır.
285 Ibid., s. 266.
254 Rubin

ekonomiyle karşılaşmaktayız. Ricardo’da kapitalist ekonominin toplum-


sal müktesebatı homojen değildir. İnşa ettiği toplumdan hareketle, İngil-
tere’deki zanaatkârların, ev içi faaliyetlerde bulunan işçilerin ve köylüle-
rin 19. yüzyılın başlamasıyla birlikte tamamen yok olduğu (gerçekte va-
rolan ve hatırı sayılır sayıda olsa da) hükmüne varabiliriz. Tüm sahne,
(çiftçiler de dâhil olmak üzere) kapitalistlerin, ücretli işçilerin ve toprak sa-
hiplerinin (kapitalist toprak sahipleri yani topraklarını çiftçilere kirala-
yanlar) işgali altındadır. Bu, kapitalizm öncesi ekonomi şekilleri karma-
sından ve enkazından azade ‘pür’ ya da ‘soyut’ bir kapitalizmdir. Ricardo,
kapitalist ekonomide mündemiç eğilimlerin hiçbir şekilde yolundan sap-
madan tüm gücüyle işlediğini varsaymaktadır. Smith, farklı üretim dalla-
rında kâr oranlarının ve ücretlerin eşitlenmesine müdahale eden sayısız
engeli büyük bir ayrıntıyla tanımlamaya hazırlandığı halde, Ricardo bu
konuyu geçiştirmiştir.

Ricardo kapitalist ekonomiyi, hatasız işleyişi kapitalistlerin maksi-


mum kâr arzusuyla mümkün hale gelen devasa bir mekanizma biçiminde
anlamaktadır. Kapitalistlerin bu arzusu, tüm üretim dallarında (kâr ora-
nındaki farklılıklar esas itibarıyla kimi üretim dallarının diğerleri karşı-
sında sahip oldukları avantajların dengelenmesi gerekli olduğunda) kâr
oranının eşitlenmesiyle sonuçlanır. En fazla kârın elde edilmesi için çaba gös-
termek, kapitalist ekonominin temel itici gücüdür ve kâr oranlarının eşitlen-
mesi kanunu ise temel kanunudur. Ricardo bu kanunun temel rolünü kav-
rayarak bir kez daha kendisinin Smith’ten daha üstün olduğunu ispatla-
mıştır. Smith’in, emek ve sermayenin, emtianın piyasa fiyatlarının ‘doğal
fiyatlarından’ (değerlerinden) sapmalarının sonucunda kimi üretim dal-
larından diğerlerine nasıl aktığına ilişkin önemli bir resmi derç ettiği doğ-
rudur. Kapitalist girişimcinin üretken güçlerin yenidendağılım sürecinde
merkezî rol oynadığı konusu Smith için yine de sarih değildir. Smith yine
de girişimcinin bu süreçte itici güç olma işlevini yerine getirirken ücretli
emek ve toprak sahipleriyle birlikte hareket ettiğini düşünmektedir. Ri-
cardo, kapitalist girişimcinin üretken güçlerin üretim dalları arasındaki da-
ğılımında ana güç olduğunu doğru bir biçimde tanımlamıştır. ‘Daha az
kârlı işletmelerden daha avantaj sağlayacak işletmelere yönelmek için,
tüm stok (sermaye-ç.n.) yatırımı yapanların içine düştükleri kararsız arzu,
tüm üretim dallarında kâr oranlarını eşitlemeye yönelik güçlü bir eğilime
YİRMİSEKİZİNCİ KISIM
Değer Teorisi

1. Emek Değeri
Bilindiği gibi, Smith arkasında çok sayıda çözülmemiş sorun ve çelişki
bırakmıştır (Yirmiikinci Kısıma bakınız). Şimdi bunların içinde yer alan en
önemli olanlarını hatırlayalım.

1) Smith’in teorisi, ortaya koyduğu sorunu çok amatörce ele alması ne-
deniyle yöntemsel iki yönlülük içine düşmüştür. Değerin ölçüsünü, değer-
deki niceliksel değişmelerin nedenleriyle karıştırmıştır.

2) Buna bağlı olarak, verili bir ürünün üretiminde harcanan emeği, söz
konusu ürünün mübadelede satın alacağı emekle karıştırmıştır.

3) Smith dikkatini kimi zaman harcanan emeğin nesnel miktarı ve kimi


zaman da harcanan emeğe ilişkin çaba ve gayretin öznel değerlendirilmesi
üzerine odaklamıştır.

4) Smith, belli bir metada cisimleşmiş emeği, bir meta olarak canlı emekle
yani emek gücüyle karıştırmıştır.

5) Smith, emek değeri kanunun (emeğin işlevini değerin bir ölçüsü ola-
rak sürdürdüğü) kapitalist bir ekonomide işlediğini inkâr etme noktasına gel-
miştir.

6) Bir ürünün değerinin farklı gelirler olarak (ücretler, kâr ve rant) ortaya
çıktığı temel büyüklük olduğu biçimindeki doğru bakış açısına dayanarak,
Smith değeri kimi zaman hatalı bir biçimde gelirden türetmiştir.

Ricardo’nun bu sorunların her birine ilişkin doğru bir bakış açısını ha-
yata geçirdiği ve Smith’in çelişkilerini ortadan kaldırdığını söylemek oldukça
uygundur. Bununla birlikte, söz konusu sorunların sadece ilk üçünü ele al-
mış ve bunların üstesinden gelme konusunda başarılı olmuştur. Geriye ka-
lanlara bakıldığında, duruşu esasen doğru olsa da ve Smith’in tutarsızlıkla-
rını yok etmişse de, Smith’in karşılaştığı zorlukları ve çelişkileri gerçek an-
lamda çözmede başarılı olamamıştır.
İktisadî Düşünce Tarihi 273

ücretler biçiminde yapılan ödeme- uygun olarak belirlendiği görüşüne sahip


olsaydı, ücretlerde meydana gelen bir değişme ürünün değerinde de aynı öl-
çüde bir değişmeyi beraberinde getirirdi. Bununla birlikte, bu, Ricardo’nun
tam da açık bir biçimde isyan ettiği görüştür. Ücretlerin ve kârın birbirinin
aksi yönde değiştiğini ifade etmesi, tek bir koşulla açıklanabilir. Bu da, kârın,
işçinin emeği tarafından yaratılan artı değerden kaynaklanıyor olmasıdır. Bu
nedenle, artı değer fikrinin (niceliksel yönüyle bakıldığında) Ricardo’nun sis-
teminin tam da esası olduğunu ve Ricardo’nun da bunu, Smith’ten daha tu-
tarlı bir biçimde uyguladığını kabul etmeye zorlanmaktayız. Ricardo’nun
dikkatini esas itibarıyla emtianın emtiayla mübadele edilmesi üzerinde top-
lamış olduğu ve doğrudan doğruya sermayenin emekle mübadelesini analiz
etmekten imtina etmesi gerçeği hiçbir şekilde söz konusu ifadeyi çürütme-
mektedir. Hem de Ricardo’nun artı değer konusunda özel olarak belirttikle-
rinin, işçinin ürününden kapitalistler ve toprak sahiplerinin namı hesabına
yapılan bir ‘kesinti’ olduğuna sıklıkla atıfta bulunan Smith’ten daha az olma-
dığı gerçeği ortadayken. Ricardo için, kârın mevcudiyeti -ve hatta eşit bir kâr
oranı-, tabiri caizse, yaptığı resmin yerleşik arka plânını oluşturarak çalışma-
sının tam da ilk sayfalarında varsayılmaktadır. Ricardo doğrudan doğruya
kârın kaynağını araştırmamışsa da, düşüncesinin genel gidişatı onu artı de-
ğer kavramına götürmüştür. Ürünün değeri, söz konusu ürünün üretimi için
gerekli emek miktarı tarafından belirlenmesi çerçevesinde tam anlamıyla sabit
bir büyüklüktür. Bu büyüklük, ücretler ve kâr olarak ikiye ayrılır. Bunlardan
ücretler, işçinin alışılageldik geçimlik araçları değeri -yani mısırı en az nite-
likli toprakta üretmek için gerekli emek miktarı- tarafından belirlenmesi te-
melinde kesinkes sabittir (Otuzuncu Kısıma bakınız). Ürünün değerinden
ücretler (yani işçinin geçimlik araçlarının değeri) çıkarıldıktan sonra kalan
kısım kârı oluşturur.

Smith gibi Ricardo da kâr ve rantı, genel artı değer kategorisi altında bir
araya getirmekten ziyade birbirinden ayrı öz olarak analiz etmiştir. Kârı ha-
talı bir biçimde artı değer için geçerli kanunlarla ilişkilendirmesi nedeniyle
artı değer ve kârı birbirine karıştırmıştır.

Ricardo tüm dikkatini kârın niceliksel yönü üzerinde yoğunlaştırarak,


bu büyüklüğün toplumsal doğasını göz ardı etmiştir. Ricardo, tarımda eme-
ğin üretkenliğinin, işçinin geçimlik araçlarının değerinin, ücretlerin boyutu-
274 Rubin

nun ve ücretlere meydana gelen dalgalanmalara bağlı olarak kârın büyüklü-


ğünün, nedensel bağlantıları ve niceliksel ilişkileri üzerinde çalışmıştır. Ri-
cardo kârın büyüklüğünü münhasıran ücretlerin büyüklüğüne ve dolayısıyla
da, son kertede, tarımsal emeğin üretkenliğinde meydana gelen değişmelere
bağlamaktadır. Bu husus fazlaca tek yönlü ve dardır. Kâr kütlesini ele aldı-
ğımızda, kârın büyüklüğü ücretlerin boyutunun yanı sıra birçok toplumsal
unsura da (işgününün uzunluğu, emek yoğunluğu, işçi sayısı) bağlıdır. Kâr
oranını ele aldığımızda, kârın büyüklüğü büyük ölçüde kârın hesaplandığı
toplam kârın büyüklüğüne bağlıdır. Ricardo’nun bu unsurları göz ardı et-
mesi, kâr teorisinin zayıf noktasıdır. Ancak, bu husus, aynı zamanda güçlü
yönlerinden birini açık bir biçimde olarak ortaya koymaktadır. Bu ise Ri-
cardo’nun, en nihayetinde ürünlerin değerinde ve farklı toplumsal sınıfların
gelirlerinde meydana gelen değişmeleri belirleyen bir unsur olarak ağırlıklı
olarak emeğin üretkenliğindeki artış üzerinde durmasıdır.

3. Üretim Fiyatları
Bu noktaya kadar, Ricardo, Smith’in batık değer teorisinin oluşturduğu
resife çarpmama konusunda üç aşağı beş yukarı başarılı olmuştur. Smith için
de teorik olarak oldukça sıkıntılı bir durum yaratan sermayenin emekle mü-
badelesi sorunu, gerçek anlamıyla kendisi tarafından da çözülememiş ol-
duğu doğrudur. Ancak, bu durumu bir yana iterek, bir bakıma, bu konuda
mündemiç tehlikeleri etkisiz hale getirmiş ve ürünün değerinin kapitalistler
ve işçiler arasında bölüşülmesinin, mübadele edilen ürünlerin nispî değerini
hiçbir şekilde etkilemediğini göstermiştir. Bu argüman tabii ki içerdiği tuzak-
ları gizlemektedir. Örneğin, ücretlerde meydana gelen bir artışın (ve kârın bu
artışa karşılık gelecek bir biçimde azalması), aynı ölçüde mübadele edilen iki
metanın her birini etkileyeceğini varsaymıştır. Bununla birlikte, bu varsayım
sadece tek bir koşul altında haklı görülebilir. Bu koşul ise söz konusu iki me-
tanın üreticilerinin tüm sermayelerini emek gücü satın alımına (yani işçi ki-
ralamaya) yatırmaları ya da değişmeyen ve değişken sermaye arasında eşit
oranda bölüştürmelesidir (Ricardo burada sabit ve dolaşan sermayeden söz
ediyor olsa da, bunun sorun üzerinde etkisi yoktur). Söz konusu üreticiler-
den her bir değişmeyen sermaye (makine, hammadde, v.s.) için 1,000£ ve işçi
kiralamak için de 1,000£ harcarsa, ücretlerde meydana gelen bir artış (%20
diyelim), her iki girişimciyi de aynı etkiyi yaratacak ve emtiasının nispî de-
OTUZBİRİNCİ KISIM
Malthus ve Nüfus Kanunu
Thomas Malthus (1766-1834) soylu bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ol-
makla birlikte ailenin mülklerinin mirasçısı olmak yerine rahipler sınıfının
bir üyesi olmayı seçmiştir. Bir papaz ve politik iktisat öğreticisi olan Malthus,
ilk baskısı 1798 yılında yayınlanan Essay on the Principle of Population adlı ça-
lışmasıyla büyük bir ün kazanmıştır. Smith’in öğrencisi olmasına ve birçok
konuda Klâsik okulla aynı çizgide durmasına rağmen sanayi burjuvazisinin
çıkarlarını vurgulayan Klâsiklerin aksine (Smith, Ricardo ve takipçileri) ıs-
rarlı bir biçimde toprak aristokrasisini savunmasıyla özel bir yere sahiptir.
Öncelikle Klâsiklerin ve Malthus’un birçok teorik konuda hemfikir olmadık-
larını görürüz. Klâsikler üretken güçlerin hızlı bir biçimde gelişimini ve üret-
ken olmayan tüketimin azaltılmasını savunur. Malthus üretken olmayan tü-
ketimi ve dolayısıyla da, toprak aristokrasisinin ve malikânelerinde çalıştır-
dıkları hizmetkârlarının varlığının gerekli olduğunu göz önünde bulunmak-
tadırlar. Klâsikler açısından (Ricardo, James Mill, Say) genelleştirilmiş emtia
aşırıüretim ihtimâli anlaşılabilir bir şey değildir (Konuyla ilgili olarak aşa-
ğıda Sismondi’yle ilgili kısma bakınız). Malthus genelleştirilmiş krizlerin
mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Uygulamaya yönelik konulara gelin-
diğinde ise Malthus ve Klâsikler arasında ortaya çıkan en büyük karşıtlık mı-
sıra uygulanan gümrük vergileri konusundadır. Klâsikler gümrük vergileri-
nin büyük bir kararlılık içinde kaldırılması talebinde bulunurken, Malthus
söz konusu vergilerin gerekli olduğunu savunmaktadır. Diğer taraftan, ya-
şadıkları çağın İngiliz aristokrasisinin diğer temsilcileriyle birlikte Malthus,
kapitalistler ve işçiler arasındaki ilişkilere burnunu sokan devlet gücüne
karşı duran Klâsik okulun liberal iktisatçılarının karşı olduğu fabrika düzen-
lemelerine ilişkin esaslara daha yakın bir duruş sergilemektedir.

19. yüzyılın ilk yarısı boyunca İngiltere’nin toprak aristokrasisi ve sanayi


burjuvazisi birbirlerine karşı sert bir mücadele içine girmişse de, her iki ke-
sim de birçok meselede çıkar birlikteliği içindedir. Böylelikle, hem Klâsikler
(Ricardo) ve hem de Malthus, papazların yereldeki yoksullara yardım yapıl-
masına ilişkin geçmişteki fakirlik kanunlarının kaldırılması için aynı şevk ve
heyecanla mücadele vermiştir. Malthus ve Klâsikler arasında teorik sorunlar
konusunda uyum sağlanan noktalar da bulunmaktadır. Malthus emek de-
ğeri teorisine ilişkin tartışmalarında -Smith’in teorisinin en zayıf noktasını
304 Rubin

oluşturmaktadır- Smith tarafından ortaya konan fikirlerden yararlanmıştır.


Malthus Klâsik okulun bu zayıf yönünü onlara karşı çıkışında teorik destek
olarak kullanmıştır.

Genelde, Malthus’un nüfus teorisi, kendi temel öğretileriyle esaslı bir


bağlantısı olmasa da, örneğin ücretler gibi (yukarıda Ricardo’nun ücret teo-
risi başlıklı kısma bakınız) birçok olguyu açıklamada kullanan Klâsik teori
taraftarlarınca kabul görmüştür.

Malthus’un nüfusa ilişkin yapmış olduğu ilk çalışma, burjuva aydınlan-


masına ve 18. yüzyılda sona eren toplumsal-politik radikalizme karşı bir tep-
kidir. 1793 yılında, kararlı bir toplumsal ve politik reform taraftarı olan ve
özel mülkiyeti fakirliğin ve nüfusun alt sınıflarının içinde bulundukları va-
him durumunun temel nedeni olarak görüp karşı çıkan İngiliz Godwin tara-
fından bir kitap yayınlanmıştır.340 Godwin toplumsal kurumların reformu-
nun, insanlığa, beşeriyetin sınırsız bir biçimde durumunun iyileşmesinin ve
daha iyi bir yaşam sürmesinin yolunu açacağı -aynı sırada Fransa’da Con-
dorcet tarafından geliştirilen fikir- umudu içindedir. Malthus’un Essay on Po-
pulation adlı kitabı Godwin’e bir cevap niteliğindedir.341 Malthus fakirliğin
gerçek nedeninin toplumsal sistemdeki yetersizlikler değil de, insanın kont-
rolsüz bir biçimde çoğalma isteği ve geçimlik araçları artırmanın sınırları ara-
sında ortaya çıkan doğal yani amansız çelişki olduğunu göstermeye çalışmış-
tır. Malthus fikirlerini aşağıda yer alan üç ifadeyle özetlemiştir.

‘1) Nüfus kaçınılmaz bir biçimde geçimlik araçlarla sınırlandırılmıştır.

2) Nüfus, çok güçlü ve bariz kontrollerle önlenmedikçe, geçimlik araçlar


arttığında devamlı olarak artar.

340 William Godwin, An Enquiry Concerning Political Justice, and Its Influence on General Virtue and
Happiness,
341 'Mr. Godwin’in tüm çalışması boyunca yapmış olduğu en büyük hata, sivil toplumda hüküm
süren tüm bozulmaları ve felâketi insan hakları kurumlarına atfetmesidir. Siyasî düzenlemeler
ve müesses mülk idaresi, insanlığı çökerten tüm suçların şer yuvasının kaynağıdır. Gerçek du-
rum buysa, kötülükleri tümüyle dünyadan söküp atma konusunda umutsuzluk söz konusu
olamaz. Böylesi bir amaca ulaşmada akıl doğru ve uygun bir araçtır. Ancak, gerçek olan, insan
hakları kurumları, topluma çok zarar veren malum ve rahatsız edici nedenler olarak görünmesi
ve gerçekte de böyle olmasına rağmen esasında, doğa kanunlarının ve insanlığın ihtiraslarının
bir sonucu olarak ortaya çıkan kötülüğün kökleşmiş nedenleriyle karşılaştırıldığında hafif ve
sunidir’. Malthus, An Essay on the Principle of Population, 3. Baskının yeniden basımı, (London
Ward Lock & Co. 1890), s. 307-308.
OTUZÜÇÜNCÜ KISIM
Ricardo’nun Değer Teorisi Üzerinde Dönen Tartışmalar
Değer teorisi tüm Ricardo sisteminin mihenk taşını şekillendirmektedir.
Bu nedenle, tartışmaların özellikle de 1820-1830 yıllarındaki 10 yıllık dö-
nemde Ricardo muhalifleri ve taraftarları arasında yoğunlaşarak hararetlen-
mesini anlamak kolaydır. Ricardo’nun bizzat kendisi kendisine ait teorisinde
muhalifleri için bir gedik açarak, o noktadan konuya müdahil olmalarını sağ-
lamıştır. Emek değeri kanununu kâr oranlarının eşitlenmesi kanununa nasıl
uydurulacağını bilememiştir (Bölüm 3, Yirmisekizinci Kısıma bakınız).
Ürünlerin üretimine yatırılan sermayeler eşit olmayan zaman süreleri içinde
dolaşırsa (ya da aynı anlama gelmek üzere, farklı büyüklüklerdeki sermaye-
ler aynı zaman süresi için yatırılırsa), özdeş emek harcanarak imâl edilen iki
ürün neden eşit olmayan değerlerde olması gerekmektedir? Ricardo açısın-
dan bu durum, Malthus, McCulloch ve diğerleriyle yapmış olduğu yazışma-
larda sürekli olarak ve aşırı itina göstererek geri döndüğü sıkıntılı bir teorik
soru haline gelmiştir. Bütün samimiyetiyle kendi başına bu soruya tatmin
edici bir cevap bulamamış olmasının kendisini umutsuzluğa sürüklediğini
kabul etmiştir.

Ricardo’nun bizatihi kendisi bu durumun teorisinin en zayıf ve Malthus,


Torrens ve Bailey‘in de doğrudan hedef aldığı kısmı olduğunu belirtmiştir.
Tek bir ağızdan, Ricardo’nun da kabul ettiği ‘istisnaların’ kendisine ait emek
değeri teorisinin tüm geçerliliğini yitirmesine neden olduğunu ifade etmiş-
lerdir. Malthus’un ifadesiyle, söz konusu istisnalar, ‘emtianın birbirleriyle,
üretimlerinde harcanan emek miktarı üzerinden mübadele edilmesi husu-
sunu tümüyle ortadan kaldırması, hem teorik ve hem de pratik olarak ol-
dukça düşündürücüdür’.356 Malthus’a göre bu ifade [ürünlerin emek değer-
leri üzerinden mübadele edilmeleri], medeniyetin ve teknolojinin gelişmesi

356 Malthus, The Measure of Value Stated and Illustrated, (London 1822), s. 12-13 ve devamı. ‘Getirinin
yavaş ya da hızlı etkisi ve sabit ve dolaşan sermayenin farklı oranları Mr. Ricardo tarafından
farklı bir biçimde hesaba katılmıştır. Ancak, son baskısında (3., s. 32), bunların miktarını hafife
almıştır. Bunlar hem teorik ve hem de uygulama açısından emtianın, harcanan emek miktarına
göre mübadele edilmesine ilişkin durumu tamamıyla ortadan kaldırabileceği önemlidir. An-
cak, kimsenin emtiaya harcanan farklı emek miktarlarının değerdeki farklılığına neden olacak
güçlü bir kaynak olduğunu belirtmediğinin farkındayım’.
Malthus’un Definitions in Political Economy, (London, 1827), s. 26-27 adlı kaynağında daha iyi
bilinen bir ifade de yer almaktadır. ‘Şimdi bu ifade [emtianın, onun üretilmesine ilişkin olarak
322 Rubin

hem sabit sermaye hacminin ve hem de sermayelerin devir zamanı farklılık-


larına neden olacağından -yani ürünlerin emek değerleri üzerinden müba-
dele edilmelerini bozacağından-, yüzlerce durumdan sadece bir tanesi için
bile pek geçerli olmayacaktır.

Torrens ve Bailey aynı zamanda emek değeri teorisinin kapitalist bir eko-
nomiye uygulanamayacağını da ileri sürmüştür.

Ricardo’nun teorisine, belirtilen eleştiriler söz konusu teorisinin yerine


ne koymaktadır? biçiminde karşı çıkmaktadır. Söyledikleri tek şey, emek de-
ğer teorisinin saf dışı bırakılması olmuştur. Malthus’a göre, ürünün değeri-
nin büyüklüğü arz ve talep arasındaki ilişki tarafından belirlenir. Ancak, bu
ifadelerinin yanında kendi okuyucusuna, bir ürün mübadele edildiğinde sa-
tın alacağı emek miktarını değer ölçüsü olarak seçmeyi önermektedir. Böyle-
likle de, değerin ölçüsüne ilişkin olarak okuyucularının Ricardo’dan vazge-
çip, Smith’in yanlış tezine geri dönmeleri teklifinde bulunmaktadır. Smith’in
bir başka yanlış düşüncesi, emek değeri teorisi kapitalizm öncesi ekonomide
geçerli olduğu halde, kapitalist ekonomide işlevi olan yegâne kanunun, ‘eşit
miktarda sermayeler kullanıldığında, üretilen tüm ürünlerin eşit mübadele
edilebilir değere sahip olacağını’357 ifade eden üretim maliyetleri kanunu ol-
duğunu söyleyen Torrens tarafından (temel eseri Essay on the Production of
Wealth,1821) hortlatılmıştır.

En nihayetinde ise Bailey358, ‘nispî’ değer ya da emtianın birbirleriyle


mübadele oranı üzerinde çalışmayı sınırlayıp, ‘mutlak’ değer kavramını bir
kez daha ele almıştır.

el emeği miktarına göre birbirleriyle mübadele edilmesi], evrensel deneyimle çelişmektedir.


Çok küçük bir gözlem bile, eşyanın doğal ve sıradan gidişatından geçici sapmalar için tüm
gerekenleri yaptıktan sonra, mübadele kanununa konu olan emtia türleri aşırı derecede sınır-
landırılmış olacak, söz konusu kanuna tabî olmayan emtia türleri çok büyük miktarda emtia
kitlesini içinde barındıracağı bizi ikna etmeye yetecektir. Gerçekte, Mr. Ricardo bizzat bu ku-
ralın dikkate değer istisnalarını kabul etmektedir. Ancak, Mr. Ricardo’nun sabit sermayenin
farklı miktarlarda kullanıldığı ve farklı sürelerin geçerli olduğu ve kullanılan dolaşan serma-
yenin getiri dönemlerinin aynı olmadığı biçiminde ortaya koyduğu istisnalardan oluşan emtia
türlerini incelersek, ileri sürülebilecek çok sayıda istisnanın olduğunu ve istisnanın da kural
haline geldiği durumla karşılaşabiliriz’.
357 Torrens, An Essay on the Production of Wealth, (London, 1821), s. 28-29, Marx’da Theories of
Surplus Value, Part III. s. 72’de belirtilmiştir.
358 Temel çalışması, A Critical Dissertation on the Nature, Measure and Causes of Value (1825).
İktisadî Düşünce Tarihi 323

Ricaardo’nun teorisini paramparça eden çelişkiler, çok sonraları sadece


Marx tarafından kendisine ait fiyat teorisiyle çözümlenmiştir. Marx, basit
meta ekonomisinden farklı olarak kapitalist ekonomide emek değeri teorisi-
nin doğrudan doğruya değil, dolaylı olarak ortalama kâr oranı ve üretim fiyatla-
rını şekillendiren karmaşık toplumsal süreç aracılığıyla ortaya çıktığını gös-
termiştir. Söz konusu karmaşık toplumsal süreç incelenmediği sürece, emek
değeri teorisi ve emtianın üretim fiyatlarından (üretim maliyetleri artı orta-
lama kâra eşit) -Ricardo’yu izleyenlerin ve geleneğini gerçek anlamda üstle-
nenlerin (James Mill359 ve McCulloch360) boşuna çözmeye çalıştıkları- satıl-
ması arasında uzlaşmaz bir çelişki olacaktır. James Mill ve McCulloch, başını
çektikleri ‘Rikardiyen’ okulun iflâsını önlemede güçsüz kalmıştır. Mill Ri-
cardo’nun teorisinin çok açık ve sistematik sunumunu ortaya koymakla be-
raber yaratıcı bir düşünür değildir ve bilimi daha ileriye taşıma yeteneğinden
yoksundur. Ricardo’nun söylediklerine körü körüne ve dogmatik bir bi-
çimde sadıktır. Öğretmeninin karmakarışık hale getirdiği çelişkileri tam an-
lamıyla sözel olarak çözümleyerek tatmin olmaya razı olmuştur.

Hem Mill ve hem de McCulloch -şüphesiz başarısızdırlar -, Ricardo ta-


rafından kabul edilen ‘istisnalara’ rağmen kapitalist ekonomide emtia müba-
dele edildiğinde değer teorisinin kendini doğrudan doğruya hissettirdiğini
gösterme çabasına girmiştir. Eşit olmayan sermayenin bileşimine sahip olan
sermayeler tarafından üretilen emtia mübadelesi sorununu çok kolay çözüm-
lemiştir. Basitçe emtianın çok büyük bir kısmının ortalama sermaye bileşi-
mine sahip sermayeyle üretildiğini ve değerlerinden satıldığını varsaymıştır.
Ancak, daha sonra her ikisi de bakışlarını, Ricardo’nun sermayeler farklı za-
man süreleri içinde dolaşması söz konusu olduğunda işaret ettiği ikinci istis-
naya yöneltmiştir. Özdeş emek miktarına sahip iki meta karşılaştırıldığında
sermayenin daha uzun süreliğine yatırılmasıyla üretilen metanın sahip ol-
duğu daha fazla değeri nasıl açıklayacağız? Bir başka deyişle, daha uzun sü-
reliğine dolaşımda kalan sermayeden elde edilen daha fazla kârın kaynağı ne-
dir? Bu durum, eşanlı olarak değer teorisini ve kâr teorisini ilgilendiren aşırı
derecede zor bir sorundur. McCulloch Ricardo’ya yazdığı bir mektupta, bir
mahzende üç ya da dört yıl yıllandırılan şarabın ya da değeri daha sonra

359 Mill’in temel eseri Elements of Political Economy, (1821)’dir. Felsefe tarihi üzerine çalışmaları da
buunmaktadır.
360 Principles of Political Economy, (1825), en önemli çalışmasıdır.
OTUZDÖRDÜNCÜ KISIM
Ücret Fonu
Görmüş olduğumuz gibi, Rikardiyen okul sınırları içinde olan ve kendi-
lerini Ricardo geleneğinin gerçek muhafızları olarak gören Mill ve McCul-
loch bile esasen emek değer teorisini vulgarize etmiş ve saptırmıştır. Bundan
daha aleni bir biçimde ortada duran husus ise Klâsik teorisinin bölüşüm yani
burjuvazinin sınıf çıkarlarına oldukça dar bir çerçevede ve vakit kaybetmek-
sizin bağlanan bir soruna ilişkin tartışmalar sırasında vulgarize edilme süre-
cidir. Burada, kâr teorini ele almak amacıyla, Post-Rikardiyen çağda ücret te-
orisinin biyografisine bakacağız.

Merkantilistler tarafından çerçevesi çizilen ve Fizyokratlar (kısmen de


Smith) tarafından da geliştirilen ‘geçimlik araç’ teorisini (ya da ücretlerin tunç
kanunu) bir sonuca ulaştırmak amaıyla hayata geçiren Ricardo’dur. Nicelik-
sel ücret sorununun üç aşağı beş yukarı kısa ve öz formülâsyonunu ortaya
koymuş, ancak emek değeri teorisini, ‘emeğin değerinin’ (yani ücretlerin) ya-
rattığı değerden daha az olması gerçeğiyle uzlaştırmanın ne ölçüde mümkün
olduğu sorusunu sormamıştır. Hem Mill ve hem de McCulloch bu sorunu
çözmenin zorluklarının bilincinde olmuşlar ve bu nedenle de, Ricardo’nun
zayıf da olsa ücret teorisinden değer teorisine geçişte kullandığı bağı kesin
bir biçimde birbirinden ayırmayı düşünmüşlerdir. Ücret teorisini değer teo-
risine başvurmadan inşa etmeye karar vermişler ve ücret düzeyinin münha-
sıran emek arzının (yani işçi sayısı) emek talebiyle (yani işçi kiralamaya tahsis
edilen sermaye miktarı) olan ilişkisi tarafından belirlendiğini ifade eden bir
tez ortaya koymuşlardır.

Bu düşüncenin temelleri Smith’te olmakla birlikte daha sonra Malthus


tarafından tam anlamıyla geliştirilmiştir. Malthus, bir ülkede kesinkes belir-
lenmiş ve sınırlandırılmış geçimlik araç fonu olduğu düşüncesindedir. İşçilerin
eline çok az bir geçimlik araç geçerse, bu durum aşırı ölçüde çoğalmalarının
bir sonucu bizatihi kendilerinden kaynaklanmaktadır. Ülkenin kendini bes-
lemek için ayırdığı fon, artan işçi sayısı arasında bölüşülecektir. Kısaca, işçi-
lerin açlık çekmeleri kendi suçlarıdır.

Böylelikle, herhangi bir anda işçilerin varlıklarını sürdürmeleri için ayrı-


lan geçimlik araç fonu ne artırılma ve ne de azaltılma imkânı olmayacak bir
biçimde kesin çizgilerle belirlenmiştir ve hacmi sınırlıdır. Bununla birlikte,
OTUZYEDİNCİ KISIM
Kapitalizm Karşıtı Olarak Sismondi410
Klâsik okulun nasıl içten çözüldüğünü, burjuvazinin bakış açısını benim-
seyen iktisatçıların çalışmalarıyla söz konusu okulun doktrinlerinin nasıl
vulgarize edildiğini ve saptırıldığını görmüş olduk. Politik iktisatta
Smith’ten Bastiat’a kadar uzanan yol, aynı zamanda, 18. yüzyılın sonunda
eski düzen ve toprak sahiplerine karşı mücadele etmekle birlikte 19. yüzyılın
ortalarından itibaren yüzünü işçi sınıfına döndürerek söz konusu mücade-
leyi sürdüren sanayi burjuvazisinin izlediği yola paralel bir biçimde gelişme
göstermiştir. Bununla birlikte, Klâsik okulun çözülmesi sadece vulgar iktisat
ve burjuva mahcubiyeti (özür dilemesi-ç.n.) değildir. Tıpkı küçük burjuva ra-
dikalizmi ve proleter sosyalizminin her birinin, 18. yüzyılın sonuna doğru
monarşi ve aristokrasiye karşı ‘üçüncü sınıfı’ bir araya getiren genel devrimci
hareketten farklı bir çizgide ortaya çıkması gibi, Klâsik okul içinde de Klâsik
teorilere karşı ilkeli bir muhalefet sergileyen eğilimler ortaya çıkmıştır. Klâsik
doktrine yönelik küçük burjuva muhalefetinin temsilcisi Ütopik sosyalistler
içindeki proleter muhalefet içinde yer alan Sismondi olmuştur.

İsviçre’de hemen hemen sessiz ve sakin bir hayat sürdürmüş olan Si-
monde de Sismondi (1773-1842)411, söz konusu ülkede refah içinde yaşayan
köylülerin pederşahi varlığı ve zanaatkârlar arasındaki karşıtlık ve İngiltere
kapitalizminin çılgınca gelişimi ve bunun köylüleri yerinden yurdundan et-
mesi, dokumacıların düzenini bozması ve fakirliğin ve işsizliğin artmasının
gözler önüne sermiş olduğu resim karşısında şoke olmuştur. İngiliz sanayi-
sini sallayan 1815 ve 1818 krizleri, fabrika sahiplerini harap etmiş ve işçileri

410 Sismondi’nin Nouveaux Principes D'economie Politique adlı kitabının İngilizce çevirisi yoktur.
Nouveaux Principes‘ın (1827) ikinci baskısından yapılan alıntılar, M. Miguel’in Political Economy
and the Philosophy of Government, (London, 1847) adıyla yayınladığı Sismondi koleksiyonuna
dâhil edilen İngilizce çevirisinden yapılmıştır. İkinci baskının ilk cildinde yer üç makale, Sis-
mondi’nin 1819 ve 1824 yılları arasında McCulloch Ricardo ve Say’e vermiş olduğu cevabî ya-
zılardır. Bu daha sonraları, I. ciltten yapılan alıntıların yer aldığı Calmann-Lévy (Paris 1971)
modern baskısında yeniden yer almıştır. II. Ciltten yapmış olduğum alıntılar 1819 baskılı
Nouveaux Principes adlı kitaptandır.
411 İktisat üzerine yazmış olduğu temel iktisat çalışmaları Nouveaux Principes D'economie Politique
(1819) ve Etudes sur L'econontie Politique‘tir (1837). Bunlara ilâveten, tarih konusunda dikkat
çeken çalışmaları da mevcuttur. L’Histoire des Républiques Italiennes dans le moyen âge, L'Histoire
des Francais ve diğerleri.
354 Rubin

bir dilim kuru ekmeğe muhtaç hale getirmiştir. Bu durum Sismondi’yi derin-
den etkileyip, o zamana kadar benimsediği Klâsik teorinin geçerliliği konu-
sunda şüpheye düşmesine neden olmuştur. Nouveaux Principes D'economie
Politique (1819) adlı kitabında, Klâsiklerin ‘ortodoks doktrininden’ kesinkes
uzaklaşmış ve kapitalist sistemin çelişkilerini ve yarattığı felâketlere ilişkin acı
resmi ortaya koymuştur.

Sismondi kitabının ikinci baskısının önsözünde, kapitalist İngiltere’nin


kendi üzerinde yarattığı etkiyi kolaylıkla anlaşılabilecek bir biçimde tanım-
lamıştır. ‘Dünyanın geri kalanı için yönerge olması açısından büyük bir de-
neyim imkânı sağlayacak gibi görünen bu insanı şaşkına döndüren ülkede,
keyif ve eğlence azalırken üretimin arttığını gördüm. Burada ülke, servet ar-
tışının politik iktisatta bir son değil, herkesin mutlu olmasını sağlayacak bir
araç olduğunu unutmuş görünmektedir. Filozofların da bu konuda diğerle-
rinden aşağı kalır yanı yoktur. Her sınıfın bu mutluluğa sahip olup olmadı-
ğını araştırdım ve hiçbir yerde bulamadım’. Geniş kitleler açık ve yoksun-
lukla boğuşurken, krizler tüccarları ve fabrika sahiplerini mahvetmiştir. ‘İn-
gilizlerin rahatı yerinde değildir ve geleceğe ilişkin güvenlik endişesi içinde-
dir. Artık ortalarda toprak sahibi çiftçi kalmamış, günlük işçi olma yüküm-
lülüğü altına girmişlerdir. Kasabalarda esnaf ya da bağımsız küçük işletme
yöneticisine rastlamak pek mümkün olmamaya başlamıştır. Ortalıklarda sa-
dece imalâtçılar dolaşmaktadır. Sistemin yaratmış olduğu bir kelime olan tek-
nisyen, işinin ne olduğunu bilmemektedir. Sadece ücret elde etmekte ve elde
ettiği ücret tüm yıl boyunca kendine yetmediğinde hemen hemen her yıl fa-
kirler listesinden yardım alma başvurusunda bulunmaktadır’.412 Bu parag-
rafta yer alan ifadeler, Sismondi’nin toplumsal konumunu çok güzel nitelen-
dirmektedir. Köylü ve zanaatkârı fakirleştiren, bağımsız küçük üreticilerin ho-
mojen sıralaması içinde sınıf farklılığı yaratan ve ‘fakiri daha fakir’, ‘zengini
daha zengin’413 yapan bir sistem olması nedeniyle kapitalizmden tiksinmek-
tedir.

Kapitalizm ‘sahte’ bir ‘refah’ yaratmıştır. Yaratmış olduğu ‘uçsuz bucak-


sız servet birikimi’ için tek yol, ‘servetin, büyük bir tehlike yaratmadan -yani
toplumun farklı sınıfları arasında üç aşağı beş yukarı eşit olarak-, orantılı bir

412 Mignet ikinci baskıya önsöz, op.cit., s. 115-117.


413 Ibid., s. 114.
OTUZSEKİZİNCİ KISIM
Ütopik Sosyalistler
Sismondi Klâsik Okulu sersefil hale gelen küçük burjuvazinin bakış açısı
çerçevesinde eleştirirken, ilk sosyalistler genç işçi sınıfının taleplerini ve öz-
lemlerini ifade etmiştir. Bu nedenle, eleştirileri, Sismondi’nin eleştirilerinden
daha derin ve ilkelidir. Sosyalist fikirlerin gelişimine ilişkin ayrıntılı analiz,
çalışmamızın amacının ötesindedir. Yapacağımız iş, iktisat teorisi meselele-
riyle ilgilenen ve Klâsik okulun doktrininden hareketle sosyalist sonuçlar çı-
karan post-Rikardiyen İngiliz sosyalistleri üzerinde kısaca duracağız.

Bu iktisatçılar arasında iki grubun olduğunu görürüz. Piercy Ravenstone


ve Thomas Hodgskin ilk grup içinde yer alır.438 En azından kısmen
Godwin’in fikirlerinden etkilenen Piercy Ravenstone ve Thomas Hodgskin,
pederşahi küçük ölçekli üretim yapan köylüler ve zanaatkârlardan oluşan
kapitalist sistemin değiştirilmesi hayâlindedir. Bu nedenle de, bunlar, kapi-
talizmin küçük burjuva eleştirisi ve sosyalistler arasında geçici bir grup oluş-
turmuştur. İkinci grupta yer alanlar sosyalistlerdir ve William Thompson,
John Gray ve John Bray‘den oluşmaktadır.439 Ricardo’nun ve Owen’ın sosya-
list fikirlerini bir araya getiren bu yazarlar, sempatik sosyalist topluluklar
oluşturmuştur. Bununla birlikte, sosyalist idealleri aşırı tutarsızlıklarla dolu-
dur ve çalışmaları küçük burjuva ideallerinin sayısız kalıntısını içinde barın-
dırmaktadır. Öncüleri olan Godwin ve Owen gibi, bu iktisatçıların hepsi de,
kapitalist ekonomiye yönelik güçlü ve sert eleştirilerde bulunmuştur. Bir ik-
tisat teorisi geliştirmede zayıf kalmışlardır. Özü itibarıyla, Ricardo’nun teo-
risinin temel öğretilerinin hepsini yalnızca kendi sosyalist idealleri açısından
farklı (ve zaman zaman da eleştiri getirmeden) yorumlayarak kabul etmiş-
lerdir. Klâsiklerin ak dediğine, sosyalistler kara, Klâsiklerin kara dediğine
sosyalistler ak demiştir.

438 Ravenstone’un temel çalışması 1821 yılında yayınlanan A Few Doubts as to the Correctness of
Some Opinions Generally Entertained on the Subject of Political Economy’dir. Thomas Hogskin 1787
yılında doğmuş ve 1869 yılında ölmüştür. Labour Defended, (1825), Popular Political Economy,
(1827) ve The Natural and Artificial Right of Property Contrasted, (1832) temel çalışmalarıdır.
439 William Thompson 1785 yılında doğmuş ve 1833 yılında ölmüştür. Inquiry into the Principles of
the Distribution of Wealth Most Conducive to Human Happiness, (1824) ve Labour Rewarded, (1827)
temel çalışmalarıdır. John Gray 1798 yılında doğmuş ve 1850 yılında ölmüştür. Social System,
(1831) temel çalışmasıdır. Labour's Wrongs and Labour's Remedy, (1839) ise John Bray'in temel
çalışmasıdır.
366 Rubin

Ütopik sosyalistler toplumsal felsefelerinde, büyük ölçüde doğal hakkın ileri


sürdüğü fikirleri paylaşmaktadır. Bu bağlamda, Klâsik okulun ilk temsilcile-
rinden farklılıkları yoktur. Bununla birlikte, hangi toplumsal sistemin ‘doğal’,
akılcı ve adil olduğu konusunda verilen cevaplar konusunda Klâsik okulun
ilk temsilcilerden çok ciddi bir biçimde ayrılmaktadırlar. Smith kapitalist dü-
zeni doğal bir düzen olarak tanımlamıştır. Sosyalistler ise kapitalizmin gasp
(toprak ve üretim araçlarının toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından el
konduğu), şiddet ve üçkâğıtçılığa dayandığını düşünmektedir. Kapitalizmi
‘doğal olmayan’ sistem olarak tanımlamışlardır. Hodgskin, ‘doğal kanunun
emeğe ve sadece emeğe bahşettiği zenginliğin her yönüyle gözle görülür bir
ihlâle maruz bırakıldığı ve bunun sadece silahlı güçle ve acımasız ve kör olası
kanunlarla sağlandığı durumda, servetin bugünkü bölüşümünün doğal bir
olgu olduğu kabul edilebilir mi? sorusunu sormaktadır.440

Yapmış olduğumuz bu alıntıdan, sosyalistlerin kapitalist sistemin neden


doğal kanunla çeliştiği düşüncesinde olduklarını görmekteyiz. Sosyalistlere
göre kapitalizm, ‘doğal’ emek değeri kanununu bozan bir sistemdir. Sosyalistle-
rin emek değeri kanununa verdikleri özel anlam ve hikâye çok açık bir bi-
çimde kendini göstermektedir. Bu kanunu, Ricardo’nun formüle ettiği ha-
liyle tümüyle kabul etmektedirler. Sosyalistler, Ricardo’dan sonra, Ri-
cardo’nun formülünde hiçbir değişikliğe gitmeden ‘değerin yegâne kaynağı-
nın emek’ olduğunu ısrarla tekrarlamışlardır. Birçok burjuva iktisat tarihçisi
tarafından Marx’ın öncüsü olarak isnat edilen Thompson bile, soyut emeği
somut emekten ayırt etme başarısını gösterememiş ve mübadele değeriyle
kullanım değerini birbirine karıştırmıştır. Emeğin, mübadele değerinin
yegâne kaynağı olmasının yanı sıra zenginlik de olduğu tanımlamasını yap-
mıştır. ‘Zenginliği ifade eden bir şeye değer atfedildiğinde, söz konusu şeyin
üretiminde ve göz önüne aldığımız doğal malzemenin bulunmasında ve ar-
tırılmasında emeğin yoğunlaştığı bir gerçektir’.441

Sosyalistler Ricardo’nun emek değeri formülünü in toto benimsemiş ol-


salar da, söz konusu formüle farklı bir metodolojik anlam vermiştir. Ricardo bu
formülde, kapitalist sistemde fiilî olarak işleyen (sapmalar olsa da) bir kanun
olduğunu görmüştür. Sosyalistler kapitalist ekonomide bu kanunun ihlâl

440 Thomas Hodgskin, Popular Political Economy, (London, 1827), s. 267.


441 William Thompson, An Inquiry into the Principles of the Distribution of Wealth, Third Edition,
(1869), s. 67.
KIRKINCI KISIM
Sonuç: Kısa Özet
Modern politik iktisat, kapitalist ekonominin ortaya çıkması ve gelişme-
sine paralel bir biçimde vücut bulmuş ve gelişmiştir. Amacı da zaten budur.
Modern politik iktisadın evrimi, kapitalist ekonominin evrimini ve hâkim sı-
nıfını, burjuva Merkantilist literatürünü, örneğin, tüccar sermayenin ve ticarî
burjuvazinin üzerinde durduğu alanları ve gereksinimlerini yansıtmaktadır.

18. yüzyılın ortasından itibaren, sıkı devlet kontrolleri ve ticaret yapan


şirketlerin tekel haline gelmesi sanayi kapitalizminin büyümesini intıkaa uğ-
rattığında, tüccar sınıfına yönelik yaygın bir karşı çıkış söz konusu olmuştur.
Tarımın hâkimiyetindeki Fransa’da Fizyokratlar, üretken tarımsal sermayeyi
teşvik etme sloganıyla merkantilizme karşı mücadele vermiştir. Göstermiş
oldukları çabalar uygulamada -ve çok fazla olmasa da teoride- çökmüştür.

Belli başlı teorik ve uygulamaya yönelik gelişmeleri ortaya koymak, ön-


celikle sanayi burjuvazisinin çıkarlarını ifade eden İngiliz Klâsik okuluna kal-
mıştır. Smith’in doktrininde, kapitalist ekonominin büyümesine ket vuran
modası geçmiş sınırlamalara karşı mücadele sürdürme görevi, burjuva top-
lumunu oluşturan farklı sınıfların çelişen çıkarlarını perdeleme ve müktese-
batını bir torbaya sokma üzerinedir. Ricardo’nun doktrini, 19. yüzyılın ba-
şında İngiltere’de kendini çok yoğun bir biçimde hissettiren burjuvazinin
toprak sahipleri sınıfıyla olan çıkar çatışmasının teorik temellerini çatmıştır.

Aynı zamanda Ricardo, burjuvazi ve işçi sınıfının da farklı çıkarları ol-


duğunu kabul etmiştir -bu, Klâsik okulun çözülmesinin tohumlarını içinde
barındırdığının itiraf edilmesidir. 1830’lu yıllarda toprak sahiplerine karşı
verilen mücadelenin başarıyla sonuçlanmasıyla, bu kez de burjuvazi, işçi sı-
nıfının yükselmesi karşısında kendisinin giderek tehdit edildiği hissine ka-
pılmıştır. Klâsik okul hızlı bir biçimde dağılmıştır.
388 Rubin

1. Merkantilizm
Feodal ekonominin ve gilte bağlı zanaatın çözülmesini hızlandıran mer-
kantilist politika, ticarî burjuvazi ve tüccar sermayesinin çıkarlarına tekabül
etmektedir. Temel amacı, dış ticaretin (gemicilik ve yünlü mamuller gibi ih-
raç sanayileri gibi) hızlı gelişimini teşvik etmek, sonrasında doğal ekonomi-
den para ekonomisine geliştirerek özellikle ülkeye değerli maden girişini
destekleme yönünde çaba göstermek olmuştur. Bu nedenle, merkantilist lite-
ratürün dikkatini birbiriyle yakından ilgili iki sorun üzerinde toplaması an-
laşılabilir bir husustur. 1) Dış ticaret ve ticaret dengesi ve 2) Paranın dolaşı-
mının düzenlenmesi. Bu sorunları çözmeye yönelik üç dönem kendini gös-
termektedir. a) Erken merkantilist dönem, b) gelişmiş merkantilist dönemi
ve c) antimerkantilist karşıtlığın başlaması.

a) İlk merkantilistler dikkatlerini esas itibarıyla 16. ve 17. yüzyıllarda he-


men hemen tam bir kargaşa içinde geçen paranın dolaşımına yöneltmiştir. Bu-
nun nedeni, kısmen o zaman zarfında vücut bulan ‘fiyat devrimi’ ve kısmen
de, egemenlerin madenî paranın değerini düşürmesi çerçevesinde gelişmiş-
tir.

Madenî paranın değerinin düşürülmesi, döviz kurunun kötüleşmesi ve


standart bir değere sahip madenî paranın başka ülkelere akması, ticaret bur-
juvazisinin çıkarlarını ciddi bir biçimde etkilemiştir. 16. ve 17. yüzyılda yaşa-
mış ilk merkantilistler ‘parasal denge sistemini’ savunmuşlar ve az önce be-
lirtilenlerin kökeninin, paranın dolaşımı üzerinde devletin gerçekleştireceği
zorunlu düzenlemelerle mümkün olduğunu düşünmüşlerdir. Özellikle, ülke-
nin ‘parasal dengesinin’ iyileşeceği umuduyla madenî para ihracının mutlak
olarak yasaklanmasını talep etmişlerdir.

b) 17. yüzyıldaki merkantilistler, paranın dolaşım alanındaki dalgalan-


maların (döviz kurunun kötüleşmesi ve madenî paranın ihracı), ülkenin tica-
ret dengesindeki olumsuzluklar nedeniyle ortaya çıktığını anlama noktasına
gelmişlerdir. Doğrudan doğruya para akımının düzenlemenin mümkün ol-
madığına inanmışlar ve bu nedenle de, iktidarda olanlara, ülkenin ticaret
dengesini düzenlemek için enerjilerini, sahip olunan metanın başka ülkelere
ihraç edilmesi üzerinde yoğunlaştırmaları tavsiyesinde bulunmuşlardır.
Özellikle, ihraç sanayilerinin gelişmesi (böylelikle, hammaddelere nazaran
daha pahalı sanayi mamûllerinin ihraç edilmesi mümkün olacaktır) ve tran-
sit ticaretin yapılması (yani Hindistan gibi okyanus ötesi koloni ülkelerden
İktisadî Düşünce Tarihi 389

satın alınan emtianın yüksek fiyattan Avrupa ülkelerine satılması) tavsiye-


sinde bulunmuşlardır.

İngiltere’de ‘ticaret dengesi’ teorisi, özellikle Mun’un 1830’lu yıllarda


yazmış olduğu England's Treasure by Forraign Trade, adlı kitapta geliştirilmiş-
tir.

c) 17. yüzyılın sonlanmasıyla birlikte merkantilizme yönelik karşı çıkış


çoktan başlamıştır. North, serbest ticareti savunanlardan biridir. Devlete, pa-
ranın hem ülkeden çıkışına ve hem de ülkeye girişine ve de ülkeler arasın-
daki emtia dolaşımına yönelik zorunu düzenleme uygulamasına gitmesin-
den imtina etmesi çağrısında bulunmuştur. North tam bir dış ticaret serbes-
tisi talebinde bulunmuş ve bunun, kendi kendini düzenlemesi temelinde
hem parasal ve hem de meta dolaşımı açısından yararlı olduğuna inanmıştır.

Parasal denge ve ticaret dengesi sorunlarını ele alan iktisatçılar, öncelikli


olarak ticaret burjuvazisinin çıkarlarına dokunan uygulamaya yönelik so-
runlarla ilgilenmiştir. Bunun yanı sıra merkantilist düşüncede geçerli olan ve
temsilcilerinin (Petty, Locke, Hume) ilk önce ve her şeyden çok değer ve para
konusundaki teorik sorunlara büyük ilgi gösteren bir ‘felsefe’ olan ‘tüccar’
olma eğilimi 17. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır.

İktisatçılar düşüncelerini iktisadî olguların analizine yöneltir yöneltmez,


değer sorunuyla yüz yüze kalmışlardır.

Ortaçağda fiyatlar kasaba ve gilt yetkilileri tarafından zorunlu olarak sa-


bitlendiğinde, değer sorunu olması gereken bir biçimde ortaya konmuştur.
Skolastik yazarlar, zanaatkârın alıştığı yaşam standardını sağlamak amacıyla
zorunlu olarak oluşturulması gereken ‘adil fiyat’ (justum pretium) üzerinde
tartışmaya başlamıştır.

Tüccar sermayesi çağında, düzenleme yoluyla fiyatların oluşumu tedrici


olarak yerini fiyatların piyasa yoluyla anlık oluşumuna bırakmıştır. 17. yüz-
yılın iktisatçıları kendilerini yeni bir teorik sorun içinde bulmuştur. Bu piya-
sada fiyat oluşumunu yöneten kanunlar nelerdi? Bu soruya verilen cevap
halâ da yüzeysel ve gelişkin değildir. Ünlü filozof John Locke bu soruyu, fi-
yat hareketlerinin talep ve arzdaki değişmelere bağlı olduğu biçiminde ce-
vaplandırmaktadır. Çağdaşı olan Barbon, ‘öznel fayda’ teorisini geliştirmiş-
tir. Kendi deyimiyle, ‘Emtianın Değeri, Bunların Kullanımıyla ortaya çıkar’
404 Rubin

avantajlardan yararlanamamaktadır. Kâr ise nominal ücretlerin kaçınılmaz


bir biçimde artmasından dolayı, keskin bir düşme eğilimine doğru gelişme
göstermektedir. Kârlardaki azalma, kapitalistlerin sermaye birikimlerini bas-
kılayacak ve ülkenin iktisadî ilerlemesi kaçınılmaz olarak giderek durma
noktasına adım adım gelecek bir şekilde yavaşlayacaktır.

Ricardo’nun farklı toplumsal sınıflar arasındaki gelir hareketlerine iliş-


kin olarak çizmiş olduğu tablo, mısır fiyatlarının kaçınılmaz olarak artacağı
varsayımına dayanmaktadır. Ricardo, tarımsal emek üretkenliğinde güçlü
bir artış olma ihtimâline yönelik eksik bir değerlendirmede bulunmuştur.
Mısır fiyatlarında gerekli ve sert bir artış olacağına ilişkin doktrini ne yaşa-
nan olayların küllerinden ve ne de bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan-
lardan doğmuş değildir. Bunun yerine, Ricardo’nun bölüşüm teorisi, muaz-
zam bir bilimsel gelişmeyi temsil etmektedir. Söz konusu teori, tüm toplum-
sal sınıfların gelirindeki hareketleri büyük ölçüdeki çevrelemeyi ve bu hare-
ketler arasındaki karşılıklı bağlantıyı resmetmektedir. Bu dinamiği, emek de-
ğeri kanununun gerekli bir sonucu olarak tarif etmekte ve her bir toplumsal
sınıfın çıkarları arasındaki çelişkiyi açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

5. Klâsik Okulun Çözülmesi


Ricardo, kapitalistler ve işçiler arasındaki çıkar çelişkisini açıkça ve doğ-
rudan kabul edecek kadar cesur bir kişidir. Bu iki sınıf arasındaki mücadele,
kapitalistler ve aristokrasi arasındaki mücadeleyi alevlendirdiğinden ve geri
plâna ittiğinden, burjuva iktisatçıları, kapitalist ekonomiyi giderek savun-
maya başlama yolunda samimi tanımlamaya ve açıklamaya girişmiştir. Bur-
juva politik iktisadı giderek özür dileyen (yani kapitalizmi savunan) ve vul-
gar (yani olguları, aralarındaki içsel bağlantıyı incelemektense, kapitaliste
göründüğü haliyle yüzeysel olarak araştırmayla sınırlaması) bir hale gelmiş-
tir. Yaklaşık olarak 1830’lu yıllarda, Klâsik okulun ‘çözülme’ süreci başlamış-
tır. Bu dönemin burjuva iktisatçıları, Smith ve Ricardo tarafından geliştirilen
emek değer teorisini reddetmiştir. Kârın, işçilerin emeğiyle yaratılan emeğin
bir kısmı olmadığını göstermek amacıyla, kaynağı Say’in doktrini olan ve
kârın, kapitaliste ait olan üretim araçlarının üretkenliği sonucunda yaratıldı-
ğını ifade eden (‘sermayenin üretkenliği’ doktrini) yeni teoriler uydurmaya
başlamışlardır. Senior kârı, ihtiyaçlarını doğrudan karşılamaktan imtina ede-
İktisadî Düşünce Tarihi 405

rek birikimde bulunan kapitalistin ‘imsakının’ ödülü olarak görmüştür (‘im-


sak’ teorisi). Burjuva politik iktisadı özür dileyen ve vulgar hale geldiğinden,
bu duruma karşıtlık da gelişmeye başlamıştır. Muhalif olanlar; burjuvazi ta-
rafından geri plâna itilen toprak sahibi sınıfın temsilcileri (zengin bir toprak
sahibi sınıfının mevcudiyetinin sanayi mamûlleri piyasası yaratabileceğini
düşünen Malthus), küçük burjuvaziyi savunanlar, köylüler ve el zanaatla-
rıyla uğraşanlar (kapitalizmin, köylüleri ve zanaatkârları yıkıma uğratarak,
nüfusun satın alma gücünü azaltan ve sürekli kriz koşullarının oluştuğunu
ileri süren Sismondi) ve en nihayetinde de, işçi sınıfının ilk savunucularıdır
(Ütopik sosyalistler).

You might also like