You are on page 1of 126

T.C.

VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HİKÂYE VE ROMANLARINA

EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HAZIRLAYAN

TUBA DOĞRUL

DANIŞMAN

Doç. Dr. TAHİR ZORKUL

VAN-2020

I
T.C.

VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HİKÂYE VE ROMANLARINA

EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HAZIRLAYAN

TUBA DOĞRUL

DANIŞMAN

Doç. Dr. TAHİR ZORKUL

VAN-2020

I
TEZ ONAY SAYFASI
TUBA DOĞRUL tarafından hazırlanan “Halikarnas Balıkçısı’nın Hikâye ve
Romanlarına Ekoeleştirel Bir Bakış” adlı tez çalışması aşağıdaki jüri tarafından
OY BİRLİĞİ ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Anabilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
Danışman: Doç. Dr. Tahir ZORKUL Türk Dili ve
Edebiyatı, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ...…………………
Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi
olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum

Başkan: Prof. Dr. Selma BAŞ Türk Dili ve Edebiyatı,


Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi …………………...
olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum

Üye: Doç. Dr. Mehmet Bakır ŞENGÜL Türk Dili ve


Edebiyatı, Bitlis Eren Üniversitesi …………………...

Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi


olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum

Yedek Üye:

Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi …………………...


olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum

Yedek Üye:
…………………...
Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi
olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum
Tez Savunma Tarihi: ......../….…/……

Jüri tarafından kabul edilen bu tezin Yüksek Lisans Tezi


olması için gerekli şartları yerine getirdiğini ve imzaların
sahiplerine ait olduğunu onaylıyorum.
…………………….…….
Doç. Dr. Bekir KOÇLAR
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

İVERSİTESİ

I
ETİK BEYAN

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tez Yazım


Kurallarına uygun olarak hazırladığım bu tez çalışmasında;
 Tez içinde sunduğum verileri, bilgileri ve dokümanları akademik ve
etik kurallar çerçevesinde elde ettiğimi,
 Tüm bilgi, belge, değerlendirme ve sonuçları bilimsel etik ve ahlak
kurallarına uygun olarak sunduğumu,
 Tez çalışmasında yararlandığım eserlerin tümüne uygun atıfta
bulunarak kaynak gösterdiğimi,
 Kullanılan verilerde herhangi bir değişiklik yapmadığımı,
 Bu tezde sunduğum çalışmanın özgün olduğunu

bildirir, aksi bir durumda aleyhime doğabilecek tüm hak kayıplarını


kabullendiğimi beyan ederim.

TUBA DOĞRUL

II
YÜKSEK LİSANS TEZİ

Tuba DOĞRUL

VAN YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

Ekim, 2020

HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HİKÂYE VE ROMANLARINA

EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ

ÖZET

Dünyada çevresel sorunların giderek küresel tehdit haline gelmesi, çevre


sorunlarına dair farklı çözüm yollarına başvurulmasını sağlamıştır. Bu çözüm
yollarından biri de Avrupa’da 1990’lardan sonra popülerlik kazanan bir kuram olan
“Ekoeleştiri” kuramıdır. Kuram, çevreye karşı insan merkezli bakış açısı yerine
doğadan yana bir bakış açısı geliştirerek doğa üzerindeki insan tahakkümüne son
vermeyi amaçlar. Bu amaçla kuram, kurgusal metinler yaratarak insanların duygu
dünyasına ulaşmayı ve insana bilinç kazandırmayı esas alır. Ülkemizde kurama olan
ilgi henüz istenilen düzeyde olmasa da son yıllarda artarak devam etmektedir. Bu
çalışmamızda ekoeleştiri kuramı merkeze alınarak Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir
Kabaağaçlı)’nın hikâye ve romanları, ekoeleştirel bakış açısıyla değerlendirilmeye
çalışılmıştır. Yazarın eserlerine bakıldığında doğayı, denizi eserlerinin temeline
oturtması, onun eserlerinin ekoeleştiri kuramı yönünden incelenmesine olanak
sağlamıştır. Bu bağlamda Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde edebiyat ve çevre
ilişkisi irdelenerek Türk edebiyatında doğa bilincinin güçlenmesi ve Türk
edebiyatına yerleşmesi amaçlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), doğa, çevre,


çevreci eleştiri, ekoeleştiri,

Sayfa Sayısı: VI+114

Tez Danışmanı: Doç.Dr. Tahir ZORKUL

I
POSTGRADUATE THESIS

Tuba DOĞRUL

YUZUNCU YIL UNIVERSITY OF VAN

INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

October, 2020

AN ECOCRITICAL VIEW ON THE NOVELS AND STORIES OF


HALİKARNAS BALIKÇISI

ABSTRACT

As environmental problems have gradually become global threats, different


approaches came into existence for their solutions. One of these solutions is the
theory of Ecocriticism which has become popular in Europe after the years 1990.
This theory, developing a nature-centered point of view instead of a human-centered
approach, aims at ending the human sovereignty over the nature. For this purpose,
through creating fictional texts they aim at reaching the emotional life of people and
raising awareness. The interest in the theory is not in the satisfactory level in our
country but has been increasing recently. In our study, by putting the theory of
ecocriticism in the center, the stories and novels ofHalikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir
Kabaağaçlı) were analysed with the ecocritical point of view. Taking into account
that the writer uses the nature and the sea as a ground for its works, it becomes
possible to analyse his works in the framework of ecocritisim. In this sense, through
evaluating the relation between literature and environment in the works of Halikarnas
Balıkçısı, it is aimed at ensuring the furtherance and emplacement of the
environmental consciousness in Turkish literature.

Keywords: Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), nature, environment,


environmentalist criticism, ecocriticism,

Number of pages: VI+114

Thesis Advisor: Assoc. Dr. Tahir ZORKUL

II
İÇİNDEKİLER

ÖZET............................................................................................................................I

ABSTRACT ............................................................................................................... II

ÖN SÖZ ...................................................................................................................... V

GİRİŞ .......................................................................................................................... 1

A. HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HAYATI, SANATI VE ESERLERİ ......... 1

a. Hayatı ................................................................................................................ 1

b. Sanatı ................................................................................................................. 8

c. Eserleri ............................................................................................................ 12

EKOELEŞTİRİ KURAMI ...................................................................................... 14

1.1. Ana Hatlarıyla Ekoeleştiri .............................................................................. 14

1.2. Ekoeleştiri Kuramının Gelişimi....................................................................... 19

1.3.Ekoeleştirinin Beslendiği Düşünce Sistemleri ................................................. 22


1.3.1.Derin Ekoloji.............................................................................................. 22
1.3.2.Ekofeminizm.............................................................................................. 25
1.3.3.Toplumsal Ekoloji...................................................................................... 27
1.3.4. Ekopsikoloji .............................................................................................. 28
2.HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HİKÂYE VE ROMANLARINA
EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ ............................................................................... 30

2.1. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Doğa ..................................................... 30


2.1.1. Metafor Olarak Doğa ................................................................................ 30
2.1.2. Fiziksel Gerçeklik Olarak Doğa ............................................................... 48
2.1.3. İdeal Bir Yaşam Alanı Olarak Doğa ........................................................ 54
2.2. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Deniz .................................................... 62
2.2.1. Mutluluk Kaynağı Olarak Deniz............................................................... 62
2.2.2. Hırçın, Öfkeli, Yok Edici Deniz ............................................................... 70
2.3. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde İnsan Tipolojisi ..................................... 75
2.3.1. Doğadan Beslenen, Olumlu İnsan Tipi ..................................................... 75
2.3.2. Doğayı Sömüren Olumsuz İnsan Tipi ...................................................... 89

III
2.4. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Hayvanlar ............................................. 94
2.4.1. Sömürülen, Tahakküm Altına Alınan Hayvanlar ..................................... 94
SONUÇ .................................................................................................................... 108

KAYNAKÇA .......................................................................................................... 112

ÖZGEÇMİŞ

TEZ ORİJİNALLİK RAPORU

IV
ÖN SÖZ

İnsan türünün doğa üzerindeki gücünü fark etmesi, doğayı tahakkümü altına
almasına ve doğayı vahşice sömürmesine neden olmuştur. Doğaya verilen zararların
ciddi sonuçlar doğurması, pek çok disiplinin bu sorunlara yönelmesine zemin
hazırlamıştır. Bu disiplinlerden biri olan edebiyat da çevre sorunlarına kayıtsız
kalmamıştır. 20. Yüzyılın son çeyreğinden bu yana gelişme gösteren bir kuram
ortaya konulmuştur. “Çevreci Eleştiri” veya “Ekoeleştiri” olarak adlandırılan bu
kuram, doğa merkezli bir bakış açısı geliştirerek edebi eserlerde insan bilincini
geliştirmeye çalışmıştır. Bu tez, Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarını
ekoeleştiri kuramı ışığında değerlendirilmeyi amaçlamaktadır.

Halikarnas Balıkçısı, Türk edebiyatında doğa denilince akla gelen ilk


isimlerden biridir. Yazarın eserlerinde doğadan, denizden ve deniz insanlarından söz
ettiği görülür. Denizle ilgili öykülerinde, balıkçıların denize bağlılıkları, deniz
sevgisinin üstünlüğü, denize duyulan özlem gibi konuları işlemiştir. Doğayı,
özellikle de denizi bu denli yapıtlarının merkezine oturtması onun çevreci bir bakış
açısıyla ele alınmasına imkân sağlamıştır. Biz de bu çalışmamızda yazarın hikâye ve
romanlarından yola çıkarak doğayı, denizi nasıl ele aldığını çevreci eleştiri açısından
değerlendirerek, belli bir sistematik düzen içinde ele aldık. Yazarın eserlerini
bahsettiğimiz kuram ölçeğinde değerlendirebilmek için öncelikle ekoloji bilimiyle
daha sonra ekoeleştiri kuramı, ardından da yazarın eserleriyle ilgili kronolojik okuma
çalışmaları yaptık. Yazarın doğayı bir tabiat unsuru olmaktan öte, onu kişileştirerek
canlı ve dinamik bir üslupla ortaya koyduğu görülmüştür. Özellikle deniz, yazarın
eserlerinin pek çoğunun odak noktasıdır. Deniz; özgürlüğün, merhametin,
masumiyetin, neşenin sembolüdür. İnsanı doğanın bir parçası olarak gören yazar,
doğayla insanı birbirini tamamlayan unsurlar olarak ortaya koymuştur. Doğaya olan
sevgisini tüm içtenliğiyle ortaya koyan yazarın eserlerini okuyan kişilerde doğa
duyarlılığı kazandıracağı kanısındayız. İşte tam bu nokta tezimizin amacına hizmet
etmektedir. Biz de çalışmamızda Halikarnas Balıkçısı’nın doğayı ve insanı nasıl bir
yaklaşımla ele aldığını ortaya koymaya çalıştık.

V
Tezimiz “Giriş” ve “Sonuç” kısımları hariç iki ana bölümden oluşmaktadır.
Tezin giriş bölümünde yazarın özel hayatı, edebi kişiliği ve eserleri hakkında genel
bilgiler sunulmuştur. Birinci bölümde ekoeleştiri kuramı ile ilgili genel bir çerçeve
çizilecektir. Tezin ana kısmını oluşturan ikinci bölümde ise yazarın inceleyeceğimiz
eserlerinde çevre, insan ve insan olmayan canlılara ait unsurlar ana ve alt başlıklar
halinde sıralanacaktır. Elde edilen unsurlar, konu yoğunluğu çoktan aza doğru
sıralanarak metne dönüştürülecektir.

Tez çalışmamın planlanmasında, yürütülmesinde ve oluşumunda sabır ve


hoşgörülü yaklaşımıyla daima yol gösteren, emek veren saygıdeğer hocam Doç. Dr.
Tahir Zorkul’a, her zaman yanımda olan ve benden desteğini esirgemeyen sevgili
eşim Metin Doğrul’a sonsuz teşekkürler...

Tuba DOĞRUL

Ekim 2020, VAN

VI
GİRİŞ

A. HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN HAYATI, SANATI VE ESERLERİ

a. Hayatı

Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan yazar, 17 Nisan 1890 tarihinde Girit
Adası’nda doğdu. Köklü bir ailenin çocuğu olan Balıkçı’nın babası Mehmet Şakir
Paşa, Osmanlı komutanlarından ve tarih yazarlarındandır. Kabaağaçlızadeler olarak
bilinen aile, önemli şahsiyetler yetiştirmiştir. Yazarımızın dedesi Kabaağaçlızade
Albay Mustafa Asım Bey buna bir örnektir. Amcası, sadrazamlık da yapmış olan
Ahmet Cevat Paşa’dır. Bunun dışında bu aileden Cumhuriyet yıllarında yetişmiş
önemli isimler mevcuttur: Ressam Prenses Fahrünnisa Zeyt, Ressam Aliye Berger,
Ressam Nejat Devrim, Ressam Cem Kabaağaçlı, seramik sanatçısı Füreyya Koral ve
tiyatro sanatçısı Şirin Devrim bu aileye mensuptur. ( Önal, 1997: 1-2).

Cevat Şakir’in çocukluğunun bir dönemi babasının elçi olarak bulunduğu


Atina Faleron’da geçer. Faleron’un üzerinde yarattığı etkiyi şöyle ifade eder:

“Atina’daki yılları çok iyi hatırlıyorum. (…) Şimdi bir sayfiye


yeri olan Faleron’da o zaman ne in ne de cin vardı. Oraya ilk evi
pederim yaptırmıştı. Evimizin önünde bir kayığımız vardı. Onunla bizi
gezdiriyorlardı. Sandalda bir “deniz aynası” vardı. Bir gün kardeşim
Hakkiye ile sandalda dolaşırken, kayıkçı deniz aynasını koydu. O an
denizin dip âlemini gördüm. Onu görünce de sarsıldım. Üzerimde
müthiş bir tesir yaptı. Bilahare bunu unuttum, unuttum amma, beni
hayatta sevk edecek kadar Tahteşşuuruma [bilinçaltı] yerleşti.
Bilâhare engin denizlerle karşılaşınca bu tesiri hissedecektim.”
(Özbek, 2018: 14).
Cevat Şakir’in bundan sonraki hayatı ailesiyle birlikte İstanbul Büyükada’da
geçer. Yazar, burada bir yandan mahalle mektebine devam ederken bir yandan da
özel dersler alır. Aldığı özel dersler sayesinde İngilizce hazırlık sınıfını atlayarak
Robert Kolej’de öğrenimine devam eder ve pekiyi derece ile bitirir. (Şadan
Gökovalıdan 1982: aktaran Cüneyd Okay: 2001). Robert kolejini iyi dereceyle
bitiren Cevat Şakir’in bu kolej hayatına dair düşünceleri onun kimliğine yönelik
önemli bilgiler verir:

1
“Büyükada’da oturuyorduk. Ben Büyükada’nın şeylerinden
hoşlanmazdım, yani yapmacık bulurdum o hayatı. Yani başka türlü bir
hayat düşünürdüm. Daha serbest yani. O Boğaziçi’ndeki Robert Kolej
dolayısıyla kapalı ufuklara nefret geldi bana. Hiç sevmem Boğaziçi’ni.
Çok güzeldir, biliyorum, haklısınız; fakat böyle bakınca, karşımda dağ
görünce. (…) Efendim, nedense, çocukluktan, Kolej’in baskısından
kalma bu bende. Çünkü şimdiki gibi değildi o kolej. Bir
“claustrophobie”(kapatılmışlık korkusu) derler ya, “hapis sıkıntısı” ya
da “korkusu”; işte böyle kapalı bir yer olunca, hatta isterse on mil
uzakta bir yerde dağ olsun: olmaz efendim, mutlaka açıklık olacak.
Yani göz yaylımını almalı, taa sonuna kadar; anlıyorsunuz ya. Bunlar
belki psikolojik şeylerdir, çocukluktan kalma. Çünkü mesela bana ilk
o çocukluk, kolej hayatı, teessürden başka bir şey vermedi.” (Özbek,
2018: 14).
Cevat Şakir için Robert Koleji tutsaklık, sıkışmışlık duygusu yaratır. Belki
de bu süreçten sonra gözleri hep denizi arar. Deniz onun aradığı özgürlüğün,
sonsuzluğun temsilidir.

Robert kolejinden sonra eğitimine İngiltere’de Oxfort Üniversitesi’nde yeni


çağlar tarihi bölümünde devam eder. Üniversite yıllarında harcamalarına dikkat
etmeyen yazar, babası tarafından okuldan alınmakla tehdit edilir. Cevat Şakir,
babasının uyarılarını dikkate almaz. Üstüne bir de Roma’ya gider. Roma’da Güzel
Sanatlar Akademisi’nde eğitim alır. Bu sırada Cevat Şakir, ressamlara modellik
yapan Agnesia adlı bir kızla taşınır. Agnesia ile evlenmek isteyen yazarın ailesini
ikna etmesi zor olsa bu evlilik gerçekleşir. Bu evlilikten Mutarra Agustina adlı bir
kızı olur. ( Okay, 2001: 3).

Cevad Şakir için 1914 yılı hayatının dönüm noktalarından biri olmuştur. Zira
babasıyla arasında yaşanan talihsiz olay bu süreçte yaşanacaktır. Cevad Şakir’in
ailesi bu yıl içinde maddi sıkıntılar yaşar. Maddi sıkıntılarla boğuşan Şakir Paşa,
Afyonkarahisar’da bulunan çiftliklerine yerleşme kararı alır. Oğulları Cevad ve
Suat’ı da yanına alır. Cevad Şakir karısı Agnesia ile gelip bu çiftlikte yaşamaya
başlar. Çiftikte yaşadığı süreçte babası ile aralarında bir tartışma geçer ve Şakir Paşa,
Cevad Şakir’in tabancasından çıkan kurşunla hayatını kaybeder. Cevad Şakir cinayet
iddiasıyla yargılanır ve 14 yıl kürek cezasına çarptırılır.

Cevad Şakir’in babasını öldürmesiyle ilgili farklı söylentiler söz konusudur.


Bu söylentilerin başında Cevat Şakir’in karısı Agnesia’ya Şakir Paşa’nın ilgisinin
bulunması ve bu durumu fark eden yazarın kıskançlık sebebiyle babasını öldürmesi

2
gelir. Bir diğer söylenti, babasının imzasını taklit eden Cevat Şakir’in babasının
hesabından para çekmesi ve Şakir Paşa’nın durumu fark etmesi. Aralarında çıkan
tartışma sonunda Cevat Şakir’in babasının hayatına son vermesi. Son olarak da
yazarın, babasını öldürmeyi önceden planladığı, çiftlikteki herkesi klorofomla uyutup
babasını öldürdüğü iddiasıdır. ( Okay, 2001:8).

Cevat Şakir, ölüm gecesiyle ilgili yaşadıklarını sadece Azra Erhat ile
mektuplaşmalarından birinde paylaşır:

“Birçok şey var ki, onları sana söylemeğe can atarım. Bunlar hep
dilimin ucundadır. Bir kere temas etmiştim. Korkarım söylemeğe,
çünkü ya kendimi haksız olarak berbat etmeğe yahut kendimi
tamamen haklı çıkarmaktan çekinirim de ondan. (…) Gelgelelim
hakikate, yani bana. Çocukluktan çıkmağa başlar başlamaz, bende bir
isyan belirdi. İlk önce müteessir olurdum, sonrarebellion. Bu isyanlar
muhtelif konular üzerinde olurdu. Bir imajla anlatayım. Al bir demir
çubuk, ‘Ben kuvvetliyim!’ denirdi bana ve iki eliyle tutunca demir
çubuğu bükerlerdi. Ben de, ‘Ben de kuvvetliyim!’ derdim -çünkü
dayanamazdım demir çubuğu tutunca açar ve gene dümdüz ederdim.
Yalnız bu meselede demir çubuk ben idim. Gelelim fatal geceye.
Sürgün’de bir cümle vardır, Zekeriya hakkında. İnsan hayatında
yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur,
şeytan olur insan, öteki yoldan giderse melek, evliya ve martyre olur.
Amma yolun sağında veya solunda gitmeği seçmek tamamen
iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir.
Bu cümlem, büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh canım münakaşa pek
karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her
zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında müteaddit tabancalar ve
silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa
öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etdi. Ben rastgele oradaki
bir tabancayı alarak -amma onun eli tabancaya giderken yüzünden
okudum ona doğru, nişan almadan, ateş ettim. ‘Il y a eu deux coups.’
İlkin onunki sonra -hemen sonra- benimki. Aynı zamanda gibi bir şey.
Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü! Ben
de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum -
hane buna olmaz da neye olur?- Amma vicdan azabı duymadım.
Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi
kaybettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum. Beni
methettikleri zaman kızarım. Mamafih olanlar üzerine yürürsek şöyle:
Hapishanede gece rüyamda çocukluğumu görürdüm. Uyanınca rüya
imiş diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani ondan
kurtulduğuma sevinirdim. Münakaşalara gelince seni görürsem
anlatırım.” (Erhat, 2002’den aktaran Özbek, 2018: 26 ).

3
Bunun dışında Cevad Şakir, bu hadiseden bahsetmemiş, bahsedilmesinden de
pek hoşlanmamıştır.

Cevat Şakir, cezasının yedi yılını çeker ve daha sonra verem hastalığına
tutulmasından dolayı tahliye edilir. Tahliye edildikten sonra Cevat Şakir, hem ailesi
hem de toplum tarafından dışlanmış bulur kendini. Zor günler geçiren Cevat Şakir
Zekeriya Sertel ile karşılaşır. Yeniden basın mesleğine döner. Zekeriya Sertel’in
çıkardığı Resimli Ay, Resimli Hafta, Sedat Simavi’nin çıkardığı İnci, Kirpi gibi
dergilerde yazılar yazmaya ve hem eğitimini aldığı hem de aileden gelen resim
yeteneği ile karikatürler ve dergilere kapaklar çizmeye başlar. ( Acar, 2018: 5). Bu
arada dayısının kızı Hamdiye Hanım ile evlenir. Bir süre sonra bu evlilikten Sina
adlı oğlu dünyaya gelir.

Cevat Şakir’in kendini toparladığı süreç çok da uzun sürmez. Yazar, Resimli
Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarih ve 35 nolu sayısında Hüseyin Kenan takma
adıyla çıkan öyküsünden dolayı İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.“Hapishanede
İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?” adlı bu öyküde idama
giden kaçak erlerin hapishanedeki son gecesini anlatmıştır. (Orman, 2005: 14).

Cevad Şakir, mahkemede halkı askerlikten soğuttuğu, isyana teşvik ettiği


gerekçesiyle kalebentlik cezası alarak Bodrum’a sürgün edilir. Yazıyı yayımlayan
Zekeriya Sertel ise Sinop'a sürülür. Böylelikle Cevat Şakir’i “Halikarnas” yapacak
macera başlar. Cevat Şakir, eşi Hamdiye Hanım ve oğlu Sina’yı da Bodrum’a getirir.
“Sonrası bir buçuk sene boyunca durmaksızın deniz, mavi; durmaksızın toprak,
yeşil… Sanki Bodrum, maviye yeşile doymak için Cevat Şakir’i; Cevat Şakir,
“Halikarnas Balıkçısı” olmak için Bodrum’u beklemiş ve nihayet kavuşma
gerçekleşmiş gibi bir bütünleşme hali...” (Acar, 2018: 6).

Cevat Şakir’in, bir buçuk yılını Bodrum’da geçirdikten sonra kalan cezasını
İstanbul’da geçirmesi gerekir. Bu sebepten tekrar İstanbul’a döner. Bir buçuk yıl
İstanbul’da kaldıktan sonra bu kez kendi isteğiyle soluğu Bodrum’da alır. Bodrum’da
yaklaşık olarak 25 yılını geçirecektir. Eşi Hamdiye Hanım’dan ayrılacak Giritli bir
ailenin kızı olan Hatice adındaki genç bir kadınla evlenecektir. Halikarnas’ın son eşi
olan bu kadından da İsmet, Aliye ve Suat adında üç çocuğu olacaktır.

4
Bodrum’un Karia çağındaki isminden [Halikarnassos]yola çıkarak
“Halikarnas Balıkçısı” takma adıyla yazılar yazmaya başlar.

Yoksul balıkçılar, adalar, koylar, balıklar, kuşlar, bitkiler, yüreği temiz


insanlarla ömrünün en güzel günlerini geçirir. Bodrum’u Ege’nin incisi haline
getirir. Bodrum da ona sahip çıkar ve kendilerinin balıkçısı ilan ederler. Cevat Şakir
artık Halikarnas Balıkçısı’dır. Bodrum’da bulunduğu süre boyunca, halkla yakından
ilgilenen balıkçı, halkın tüm dertlerine çare olmaya çabalar. Sadece deniz değil,
toprağa da elini sürer, hiç bilinmeyen onlarca ağaç, çiçek türü getirtip diker, halkı her
şeyle ilgili bilinçlendirir. Bugün hâlâ Bodrum sokaklarını süsleyen palmiyeler,
begonviller onun elinin toprağa attığı tohumların çocuklarıdır. Halkla ve Bodrum’la
bütünleşir. Hiçbir çıkar gözetmeksizin gözünün gördüğü her şeyi güzelleştirmeye
çalışan Halikarnas Balıkçısı; Bodrum’da hem balıkçı, hem bahçıvan, hem öğretmen,
hem yazar, hem rehber hem de baba olur. ( Acar, 2018: 6).

Bodrum ve Bodrum’da yaşayan insanlar için hiçbir karşılık beklemeden


elinden geleni yapan; yüreği sevgi, merhamet dolu Halikarnas Balıkçısı, yaşadığı
çevrenin güzelleşmesi için elinden geleni yapar.

Yazar, doğayla bir bütün olduğu, kendini bulduğu, var ettiği Bodrum’undan
çocuklarının eğitimi sebebiyle ayrılmak zorunda kalır. Halikarnas Balıkçısı için
oldukça zor bir karar olur. Tüm bu çaresizliğiyle Bodrum’dan ayrılır. “Bir gece
armaları sökülmüş olarak bir kenara terk edilmiş sevgili, emektar Yatağan’ına sarılıp
öperek vedalaşır ve ceplerine doldurduğu tohumları da Bodrum’un dört bir yanına
son kez serptikten sonra ayrılıp İzmir’e yerleşir” (Orman, 2005: 22).

Halikarnas Balıkçısı’nın İzmir yolculuğu da bu şekilde başlar. Yazar,


İzmir’de yazın hayatına devam eder. Burada yazın hayatının en verimli dönemlerini
geçirir. Yazar, her ne kadar yaşamını İzmir’de sürdürüyor olsa da Bodrum’la olan
bağı hiçbir zaman kopmaz. Bodrum’a sık sık gidip gelir.

Çok sevdiği bu küçük kasabaya her gelişinde eski denizci dostlarıyla konuşur,
kendi elleriyle diktiği ağaçları ziyaret eder. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ilk
müdürü Haluk Elbe’yi de yanına alarak bir bir her ağacın yanına varır, bir
“Merhaba” der, gövdesini kocaman eliyle sıvazlar, ağacı okşar. Sonra da sanki bir

5
insandan bahsediyormuş gibi ağaç hakkında uzun uzun açıklamalarda bulunur.
Geçmişini, nereden geldiğini, huylarını, yararlarını anlatır. (Orman, 2005: 23).

Yazarın kendini yazıya verdiği İzmir yaşantısı içerisinde onda yeniden


heyecan yaratan bir olay gerçekleşir. Yazar, İstanbul’a yaptığı bir ziyarette Azra
Erhat ile karşılaşır. Bu karşılaşmadan sonra Halikarnas Balıkçısı’nın yüreği artık
Azra Erhat için atar. Azra Erhat ile uzun yıllar mektuplaşırlar. Halikarnas Balıkçısı,
aşık olduğu kadına hislerini yazdığı bir mektupta şu şekilde ifade eder:

“İki kulağını da kendi gönlüne veren kişi yürür değil, uçar.


Bazı kuşlar vardır. Uyurken kanatlarını başlarının altına alırlar ve
uyurlar. Sen de öyle yap. Başını kanadının altına al da, kendi yüreğini
dinle, o ne diyorsa onu yap. Senin hayata karşı vazifen kendin
olmaktır.” ( Acar, 2018: 7).
Halikarnas Balıkçısı’nın İzmir’de bir apartman dairesindeki hayatı onun gibi
denizin kıyısından gelmiş biri için oldukça zorlayıcı olur. Şehir değişikliği onun
canını çokça sıkmışken farklı sorunlarla uğraşmak zorunda kalır. İzmir’de yoğun bir
baskı ile karşılaşır. Burada “Demokrat İzmir” gazetesinde çalışırken polis ve MİT’in
dayatmalarına maruz kalır. Halikarnas’ın işten çıkarılması için gazete sahibine
talimat verilir.

Tüm bu baskıların yanı sıra ekonomik sıkıntılar da baş gösterir ve yazar,


ailesiyle birlikte zor zamanlar geçirir. Evlerindeki eşyaları eskicilere satarak
geçimlerini sağlarken, merdiven tırabzanlarını yakarak soğuk havalarda ısınmaya
çalışırlar.

Halikarnas Balıkçısı, yaşamı boyunca çeşitli zorluklarla karşılaşsa da o,


mizacı gereği yaşamı seven, pes etmeyen, mücadeleci bir ruha sahiptir. Balıkçı, her
ne kadar baba katili olarak görülse de onun yaşamına bakıldığında aslında yüreğine
sığmayan bir insan ve doğa sevgisi taşıdığı görülür. Belki de içinde barındırdığı bu
sevgi sayesinde tüm zorlukların üstesinden gelmiştir.
Halikarnas Balıkçısı, çok yönlü bir aydındır. Ressam, tarihçi, karikatürist,
gazeteci, eleştirmen, rehber, araştırmacı olarak çok yönlü bir kimlik sergileyen
yazara 1971’de “ Devlet Kültür Armağanı” verilmiştir (Yazıcı, 1998: 23).
İlgi alanları çok fazla olan yazar, bu alanlara yönelik kapsamlı araştırmalar
yaparak, kendini geliştiren şahsına münhasır bir kişiliktir. Pek çok dil bilen yazarın

6
İzmir’de iken uğraşlarından bir diğeri ise rehberliktir. Yazarın bu alanda ne kadar
yetkin olduğu şu ifadelerden anlaşılır:

“Dünya turizminin önde gelen otoritelerinden Hullot, balıkçı için


‘Çağdaş Homeros’ derdi. Brüksel’de yapılan Dünya Ozanlar
Toplantısına Türkiye’yi temsilen Balıkçı çağrılmıştı. Fransa
Başbakanı Pompidou, Türkiye’ye ne zaman geleceği kararlaştırılmak
istenirken, ‘Bırakın protokolü murotokülü, Halikarnas Balıkçısı bana
ne zaman rehberlik edebilecekse, o zaman gitmek isterim Türkiye’ye!’
deyip çıkmıştı. Aynı Pompidou, 1967 de Papa’nın ziyareti için
ülkemize yollanan ORTF ( Fransa Radyo-Televizyonu) ekibine;
‘Türkiye’de Balıkçı ile yaptığımız görüşme, Papa’nın ziyaretinden
daha önemlidir.’ Demişti.
Dünya Düşünce Adamları Komitesi ‘L’ASTRADO’(Yol),
Türkiye’den Balıkçıyı üye seçmişti. Örgütün aynı adlı bilimsel yayın
organının 1971 tarihli sekizinci sayısında yaklaşık 20 sayfa Halikarnas
Balıkçısı’na ayrılmıştı. Balıkçı’nın törenlerde rehberlik ederken
çekilmiş iki fotoğrafı ile bir Bodrum fotoğrafının yer aldığı dergi,
Lastrado Genel Sekreteri Louis Bayle imzasıyla Balıkçı’yı tanıtıyor.
Bayle, kendisine Anadolu’yu gezdiren Halikarnas Balıkçısı için Cevat
Şakir benim için rehberlerin en içten, en bilgili ve en coşkulusudur!”
diyor. ( Halikarnas Balıkçısı, 1991’den aktaran Yazıcı 1998: 22).
Halikarnas Balıkçısı’nın yaşadığı talihsiz olay bir yana o, yazdığı eserlerle
tüm insanlığa yaşama ve doğa sevgisi aşılamaya çalışmış, hep iyilikten, güzellikten,
dem vurmuştur. Yazarın kişiliğinin, yaşama bakış açısının eserlerinde izleri açıkça
görülür.

Halikarnas Balıkçısı’na, 1972 yılında kemik kanseri teşhisi konur. Yazar,


yaşama veda edeceğini anladığında bile hâlâ doğaya doyamaz. Yazar, son günlerini
yazarak geçirmeye çalışır. Ama ömrü yazmak istediklerine yetmez:

“Ah… Ne acı... Doğa en can alıcı noktada elimi kilitledi. Son


söylemek istediklerimi yazamadım. Sanırım ki yolcuyum. Dünyaya
bir merhaba deyip gideceğim. Burnuma çiçek kokuları geliyor. Açın
açın pencereleri, son defa görmek istiyorum özgürlüğü. Merhaba
çocuklar, merhaba dünya. Merhaba…” (Acar, 2018: 7).

Yazar, bu çok sevdiği kelimeyle yaşama veda eder. Bir merhaba diyerek yaşamdan
ayrılır.

7
Halikarnas Balıkçısı, geride pek çok yapıt bırakarak 13 Ekim 1973’te yaşama
veda eder. Yaşamı boyunca sadelikten yana olan bu mütevazı insanın vasiyeti de
oldukça mütevazıdır:
“Sakın mermer, beton falan istemem ha! Bir taş bulun, uzunca bir taş.
Yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu falancaymış da, şu
tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir
taş. Eh, bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem. Tepelere,
deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden
denizi seyredemem. Denizi ruhumda yaşatıyor, gönül gözüyle
görüyorum. Mezarın ne önemi var? Hani, kardinalin birisi mezar
taşına ‘Burada kimse yok!’ diye yazdırtmış. Öldükten sonra ben
kendime değil, toprağa, doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da
bu. Topraktan olduk, toprağa dönüyoruz. Zamanla incir mi oluruz, lâle
mi, kim bilir! Ben öldükten sonra yokum. Baksana, firavunlar
ehramlar yaptırdılar da, yine yoklar.” (Gökovalı, 1982’den aktaran
Özbek, 2018: 70-71).

Halikarnas Balıkçısı’nın vasiyetindeki ifadeler, onun ekolojik bir kimliğe


sahip olduğunun en açık göstergesidir. Yazar, insan türünün ekosistemin bir parçası
olduğunu vurgular. Diğer canlılar gibi insanın da toprağa karışması, toprak için
gerekliliğinden söz ederek kendini adeta doğanın hizmetine teslim etmiştir.

Yazar, isteği üzerine âşık olduğu o yere, Bodrum’a, defnedilmek üzere


götürülür. Bodrum’u Bodrum yapan Halikarnas Balıkçısı’na karşı halk da üzerine
düşeni yapar. Kaymakamı, savcısı, emniyet amiri, kaptanları, balıkçıları, süngercileri
kısacası her kesimden insanlar, Cevat Şakir’in cenazesini karşılar.

Halikarnas Balıkçısı ölmeden önce vasiyetinde belirttiği gibi çok sevdiği


Bodrum’da bir tepeye defnedilir. Böylece hiç ayrılmamak üzere Bodrum’una
kavuşur.

b. Sanatı

Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxford’da okuyan, birçok dil bilen, çeviriler yapan,
geniş bilgi birikimine sahip donanımlı bir yazardır. Farklı alanlarda çalışmalarda
bulunan yazarın yazın hayatının başlaması Robert Koleji yıllarına dayanır. Robert
Kolejinde geçirdiği süreçte sanatsal derslere ve yaşamla daha ilişkili derslere

8
ilgisinin olduğu görülür. Bu ilgi, daha sonra yazın hayatını şekillendirerek karşımıza
çıkar:

“Okulda en kuvvetli olduğum lisan (İngilizce), fizyoloji, biyoloji,


botanik, resim ve müzik dersleri idi. Mesela İngilizce
kompozisyonunda beş sahife ödev verseler, elli sahife yazardım. İki
üç sene üstümdeki sınıflara yazılarım numune olarak gösterilirdi.
Türkçe hocamız Tevfik Fikret’ti. Derslerine hiç çalışmadığım halde
bana dolgun numara verirdi. Bir gün birkaç öğrenciye –orada ben de
vardım-kara tahtada bir ticari mektup yazdırıyordu. Ben yarı yere
gelmiştim, bana: ‘Hamlet mi yazıyorsun yahu? Bırak öyle ticari
mektup mu olur?’ dediydi. Türkçe derslerinde aruz vardı, mesela
Arabi müfretlerin nasıl cem edildiği vardı. Onlara kulak asmazdım.
Fakat her hafta Türk talebesi toplanırdı, orada konuşmak için o günü
dört gözle beklerdim. Biyoloji ve botanikte pek parlaktım. Hayat ve
canın doğması ve gelişmesi beni şiddetle ilgilendiriyordu. Matematik
ve o takım dersleri yani kuru mantığa ait konuları tatsız bir angarya
sayardım ve ekseriya ikmale kalırdım.(…) şunu diyebilirim ki
müşahedeye (observation) dayanan konular daha ziyade hoşuma
gidiyordu. Pek çalışkan bir öğrenciydim. Fakat sınıfın birincisi olarak
sınıf geçen bir öğrenci değil. Hatta tembel bile sayılıyordum. Çünkü
yedi sekiz yüz öğrencili okulda, okul kütüphanesinden – zengindi o-
kitap almak yalnız bana yasak edilmişti, derslerime çalışayım diye.
Halbuki sınıf penceresinden berrak ve mavi gök, kütüphanede de içleri
hayat dolu can dolu kitaplar dururken, ay sonunda alacağı aylığı
beklerken verdiği dersin angaryalığı suratından akan öğretmeni kim
dinlerdi. Bir cep feneri satın aldım. Gece koğuşta lambayı
söndürürlerdi; kalın yorgan ve battaniyenin teşkil ettiği çadır altında,
kütüphaneden arkadaşlarıma aldırdığım kitapları sabahlara kadar
okurdum.” ( Halikarnas Balıkçısı, 1954’ten aktaran Özbek, 2018: 17).
Cevat Şakir’in bu şekilde başlayan ilgi ve merakı ömrü boyunca sürecek
yazarlık serüveninin başlangıcı sayılır. Cevat Şakir’in yazın hayatı ilk olarak dergi ve
gazetelerde başlar. Döneminin farklı gazete ve dergilerinde yazılar yazar, karikatürler
çizer, kapak resimleri ve süslemeler yapar. Daha sonra ise yazar; roman, hikâye, anı,
deneme, mektup gibi farklı türlerde eserler ortaya koyar.

Yazarın yazın hayatında ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği ve kendini


bulduğu Bodrum büyük önem taşır. Bodrum’a sürülmesiyle birlikte yazar, Cevat
Şakir, Bodrum’da Halikarnas Balıkçısı’na dönüşür ve birbirinden güzel eserler
ortaya koyar. Yazarın eserlerini incelerken yazarın yaşamından pek çok kesite
rastlanır. Dolayısıyla yazarın hayat hikayesine hakim olmak, onun eserlerini anlamak
açısından oldukça önemlidir.

9
Halikarnas Balıkçısı’nı Türk edebiyatında ön plana çıkaran yönü ise onun
doğaya özellikle de denize olan tutkusudur. Halikarnas Balıkçısı kadar denizi bu
denli derinlemesine ele alan başka yazar yoktur diyebiliriz. Sait Faik Abasıyanık da
denizden ve balıkçıdan bahsetmiş olsa da aralarında fark vardır. Sait Faik, sakin iç
denizin, Halikarnas ise fırtınalı açık denizin hikâyecisidir. ( Enginün, 2007: 317).

Yazarın öykülerinin büyük çoğunluğu deniz, deniz insanları etrafında


şekillenir. Denizi anlata anlata bitiremeyen yazar, tam bir deniz aşığıdır. Yaşadığı bu
aşkı ise tarihten, mitolojiden, faydalanarak anlatmaya çalışır. Kişilerini çoğunlukla
balıkçılar, süngerciler, dalgıçlar, kaptanlar oluşturur. Mekânlar ise bütün kıyıları,
adaları, yeşil alanları, harabeleriyle Ege denizi ve civarıdır. Yazar, gerek denize ve
denize ait canlılara, gerek bitki ve ağaç türlerine, gerekse de mitolojiye dair geniş bir
terminolojik bilgiye sahiptir. Sahip olduğu bilgi birikimini hikâye, romanlarında ve
düşün yazılarında dile getirerek kültürel dünyamızın zenginleşmesine katkıda
bulunur. Yazar, tüm bu bilgi birikimini okuyucuyu sıkmadan masalsı bir atmosfer
içerisinde anlatır. Onun eserlerinde doğadaki her şey dile gelir. Kendini ifade eder.
Yazar, sadece bir aracı görevi görür.

Yazarı yakından tanıyan Azra Erhat’ın Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerini


nasıl yarattığına; eserlerindeki üslubuna ve ele aldığı konulara dair verdiği bilgiler
oldukça açıklayıcıdır:

“Balıkçı ile balıkçılığı, süngerci ile süngerciliği, denizci ile denizciliği


yaşamış, toprak, güneş, su ve hava ile karşı karşıya gelerek insan
aklının madde ile sıkı fikir alışverişinden neler çıkartılabilir,
yaratılabilirse hepsini deney süzgecinden geçirmişve bu teke tek
karşılaşmadan, doğa ile insan arasında, her iki varlığın da tüm
yetilerini ortaya koydukları bu yaman kaynaşmadan insan düşüncesi
ve dili gereği olan ürünü vermiştir. Esin kaynağı yalnız ve yalnız
yaşantısıydı HalikarnasBalıkçısı'nın. Cevat Şakir denilen adamın tüm
öğeleri, içinde yaşadığı doğal çevrenin tüm verileriyle birlikte
yoğurulunca, Halikarnas Balıkçısı'nın bildiğimiz romanları, öyküleri,
resimleri ve kendine özgü, tadına doyulmaz o sözlü yaratıcılığı, yazıya
dökülemeyen, teybe bile alınamayan o eşi benzeri bulunmaz “dil”i
doğup gelişti. Bu dil, biriciktir ve karşımıza diktiği düşünce ve imge
yontularından çok, akışı, devinişi, sürekli gelişimi, değişimi ile
değerli, önemlidir. Balıkçı ne derse desin, sözlerinin yerine ve anına
göre kanatlanıp uçmasıdır bizi büyüleyen. Hep aynı şeyleri söyler
sanırsınız, oysa Herakleitos’un dediği gibi, iki kez dalamazsınız onun
düşünce ırmağının sularına, onu her dinleyişte bir şeyler değişmiştir,

10
konuşan o konuşan değildir, dinleyen de başka başka izlenimlerle
etkilenmektedir.” (Erhat,1973’den aktaran Özbek, 2018: 75).
Yazar’ın doğayı, özellikle de denizi ele alışı pek çok yazar üzerinde tesir
bırakır. Azra Erhat’a göre Halikarnas Balıkçısı, gerek kurgusal eserlerinde gerekse
kurgusal olmayan eserlerinde doğa ile insanı birbirine yaklaştırır ve okuyucu da
çevre bilinci yaratır. Yaşar Kemal ise Halikarnas’ı doğanın bir parçası olarak görür.
Yaşayan doğanın onun sayesinde edebiyatımıza girdiğini vurgular. (Saatçioğlu,
2016: 583).

Yazarın deniz dışında toplumsal sorunlara değindiği, toplum tarafından


ötekileştirilmiş hayat kadınlarını, çingeneleri, delileri, eşkıyaları ele alan hikâyeleri
de söz konusudur. Bu hikâyelerde mekân ise bazen yine Ege dolaylarıyken bazen de
büyükşehir İstanbul’dur. Bu hikâyelerinde yazar, çoğunlukla ezilenin yanında bir
tavır sergiler. Onun için insan; kimliğiyle değil, taşıdığı insani nitelikleriyle
birbirinden ayrılır. Yazar için iyi ve kötü insanlar vardır. Yazara göre iyi insanlar
deniz insanları, kötü insanlar ise kara insanlarıdır. Deniz insanları genellikle mert,
tokgözlü, yardımsever, alçakgönüllü, sevecen; kara insanları ise namert, para
düşkünü, hırslı, kibirli, bencil kişiler olarak karşımıza çıkar.

Üslup ve teknik Halikarnas Balıkçısı’nın önemsemediği konulardır. Sade bir


dili olan yazar, doğayı, denizi anlatırken coşkulu, enerjik, şiirsel bir anlatım tarzı
benimser. Hareket ve canlılığın yoğun olarak hissedildiği eserlerini okurken,
kendinizi o olayın içerisinde denizde yolculuk ederken bulursunuz. Deniz terimlerine
çokça yer verir. Şiirsel anlatımına güvenen yazar, plan ve düzene çok önem vermez.
Söz dizimlerinde bozukluklar görülür. Cümleleri gereğinden fazla uzatır. (Kabaklı,
2004: 26).

Türk edebiyatında Halikarnas’ı öne çıkaran bir diğer konu ise “Mavi
Hümanizma” hareketidir. “Mavi Hümanizma” hareketine göre kültürlerin çekirdeğini
İyonya oluşturur. Yazarın İyonya dediği Anadolu’dur.

“Akdeniz dünyanın altıncı kıt’asıdır. İyon uygarlığı


Anadolu’nun malıdır. Onu Atina’dan gelenler yapmamıştır. Homeros
Atinalı değil İyonyalıdır. Sokrates’in öldürüldüğü yerde fikir
özgürlüğü yoktu. Homeros da Atina’da olsa öldürülürdü. Aklın ışıklı
yoluna ilk ulaşan İyonya’dır.

11
Homeros’tan başka Haketeos gibi coğrafyacılar, Kadmos,
Peresides, Ksanton gibi ilk nesir yazanlar, Stanköylü Hipokrat gibi
akılcı filozoflar Miletoslu Tales, Aksimendros, Aneksimenes gibi
matematikçiler, milattan önce beşinci yüzyılda Efes’te doğan
Hereklatios gibi akılcı filozoflar, hep Anadoluludurlar. Yani Anadolu
kültür, sanat ve medeniyette Atina’dan çok ileridir. Helenizm, hiçbir
şeyin orijinal kaynağı olamayıp nesi varsa Anadolu’dan gelmiştir”
(Kabaklı, 2004: 23-24).
Diğer taraftan Sina Akşin: “Balıkçı’nın tezine göre Batı kültürünün özünü
oluşturan Yunan uygarlığının kökü, zannedildiği gibi Yunanistan değil İonya’dır,
yani Anadolu’nun Ege Bölgesi (…)’ der ve ekler: İonya’nın Yunan aydınlanmasına
kaynaklık ettiği görüşü Balıkçı’ya özgü değildir. Ünlü eski Yunanistan tarihçisi
İngiliz J. B. Bury bu görüşü yüzyılın başında yayımlanan çalışmasında savunmuştu.”
(Özbek, 2018: 390).

Mavi Hümanizma hareketinin diğer önemli temsilcileri ise Azra Erhat,


Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Derman Bayladı ve Cengiz Bektaş’tır.

c. Eserleri

Romanları:
Aganta Burina Burinata (1946)
Ötelerin Çocukları (1956)
Uluç Reis (1962)
Turgut Reis (1966),
Deniz Gurbetçileri (1969),
Bulamaç (1996)

Hikâyeleri:
Ege Kıyılarından (1939)
Merhaba Akdeniz (1947)
Ege’nin Dibi(1952),
Yaşasın Deniz (1954),
Gülen Ada (1957),
Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek (1972),
Gençlik Denizlerinde (1973)
Çiçeklerin Düğünü (1991).

İnceleme Kitapları:
Anadolu Efsaneleri (1954),
Anadolu Tanrıları (1955),
Anadolu’nun Sesi (1971),
Hey Koca Yurt (1972),
Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı(1976),

12
Merhaba Anadolu (1980),
Düşün Yazıları (1981),
Altıncı Kıta Akdeniz
(1983),
Sonsuzluk Sessiz Büyür (1983),
Arşipel (1992).

Anı Kitabı:
Mavi Sürgün(1961).

13
EKOELEŞTİRİ KURAMI

1.1. Ana Hatlarıyla Ekoeleştiri

Doğa, insan merkezli yaklaşım neticesinde geçmişten günümüze sürekli


tahrip edilmiş ve sömürülmüştür. İnsan merkezli yaklaşımın ortaya çıkardığı iklim
değişiklikleri, su kaynaklarının azalması, hayvan türlerinin yok olması, toprak, hava,
deniz kirliliği, ormanlık alanların yok edilmesi gibi pek çok sorunun her geçen gün
katlanarak arttığı görülmektedir. Bu durum karşısında farklı çevreci grupların
başlattığı hareketler, kampanyalar, televizyon haberleri ne yazık ki istenilen düzeye
ulaşamamaktadır. Çevreci eleştirmenler, çevre sorunlarının çözümünde bilimin
yetersiz kaldığını vurgularlar. Zira bilimin dili, duygulardan yoksun, resmidir.
İnsanların, çevre bilinci kazanması, doğaya saygı duyması, duyguların harekete
geçmesine bağlıdır. Edebi eserler de insanların duygularına hitap eden araçlardır.
Özellikle çevre dostu eserler, çevrenin ön plana çıkmasını sağlar. Doğayı esas alan
eserlerde dikkat doğaya yöneltilerek, doğanın değeri ortaya konur.

Doğa, çok eski zamanlardan bu yana edebi eserlerde ele alınır. Fakat doğanın,
edebi eserlerde geniş yer bulması Romantizm akımıyla başlar. Romantizm akımı,
Fransız ihtilali sonrası Klasizme tepki olarak ortaya çıkar. On sekizinci yüzyılda
şekillenen akım, Avrupa’yı etkisi altına alır. Pek çok sanat türünde etkileri görülür.
Edebiyat da bu akımın etkilerinin en yoğun görüldüğü alanlardan biridir.
Romantizmin edebiyata etkisiyle daha önce ele alınmamış konular işlenir. Doğa ise
daha önce klasiklerin doğayı ele alınışından çok farklıdır. Romantizmin doğa
kavramına yüklediği mana ile klasiklerin yükledikleri mana birbirinden farklıdır.
Klasikler için “insan ruhu, mizacı, psikolojisi” demek olan doğa, romantikler için
“dış dünya, doğa” manasındadır. Romantizm, insanla tabiat arasında, nesnel dünya
ile insanın iç dünyası arasında öz bakımdan bir birlik ve bütünlük gösterir. (Yalçın,
2018: 10). Romantiklerde doğaya ciddi bir yöneliş söz konusudur. Doğa, bütün
romantiklerin ana konularından biri haline gelir. Romantik yazarlar, bıkmadan
usanmadan tabiata yönelir; kırları, ormanları, ağaçları, çiçekleri, kuşları, hayvanları

14
eserlerinde anlatırlar. Zira romantikler için tabiat, eşsiz güzellikleri ile bulunmaz bir
ilham kaynağıdır. Doğa ilham kaynağı olmanın dışında sığınılacak bir alandır da.
Günlük hayattan sıkılan ve bunalan romantik yazarlar, huzuru ve mutluluğu doğa da
arar. Doğa, genellikle romantiklerin dini duygularını güçlendirir ve onları tanrıya
yaklaştırır. Zira doğa, sükuneti, huzuru ve saflığı ifade eder. Böylece romantiklerin
eserlerindeki doğa ile daha önceki dönemlerin eserlerindeki doğa birbirinden çok
büyük ölçüde ayrılmış olur. Romantikler, gerek doğaya verdikleri önem, gerekse
eserlerinin içeriğindeki yoğunluk bakımından edebiyata yeni bir doğa anlayışı
kazandırırlar. Bu doğa, “günümüz çevrecilerinin koruma çalıştıkları doğa değildir.
romantik doğa genelde ciddi tehlike altında değildir ve biyolojik çeşitlilik açısından
kısır olabilir. doğa daha ziyade enginliği, güzelliği ve dayanıklılığı açısından sevilir.”
(Garrard, 2016: 72). Dolayısıyla romantik eserlerde çevresel sorunlara değinme,
okuyucuyu bilinçlendirme gibi bir amaç söz konusu değildir. Doğaya yüklenilen bu
anlamlar, ferdiyetçiliğin, insan merkezli bir bakış açısının sonucudur. O halde
denilebilir ki romantik yazarlar, çevresel sorunlara değinmeseler de doğayı kurgusal
eserlerde çokça işleyerek tabiatla insan türünün kaynaşmasına zemin hazırlamaları ve
doğaya geri dönüş sürecini başlatmaları açısından önem arz eder. Yine doğayla insan
arasındaki bu yeni organik ilişki, on dokuzuncu yüzyılda birçok düşünürün bakış
açısının bir parçası haline gelir. (Morris, 2019: 84).

Doğanın tüm gerçekliğiyle ele alınıp çevresel sorunlara dikkat çekilmesi ise
doğa yazınlarıyla başlar. Doğaya dair ilk duyarlı yaklaşımlar, Amerika’da ortaya
konulur. Doğanın insanlardan bağımsız bir değere sahip olduğu vurgulanır ve
doğanın hakları ortaya konulur.

Doğanın haklarına yönelik ilk söylemler, on dokuzuncu yüzyılın ikinci


yarısına denk gelir. Bu söylemler, daha çok yaban hayata yöneliktir. Amerikan yaban
hayatının en önemli isimleri Henry David Thoreau ve John Muir’dir. Özelikle, John
Muir, 1870 de yazdığı yazılarında dikkati doğanın haklarına çeker. Doğadaki tüm
canlıların yaşam hakkından bahseden yazar, doğaya karşı sorumluluklarımızı dile
getirir. John Muir’le başlayan bu farkındalık girişimi daha sonra birçok çevreci yazar
üzerinde de etkisini gösterir.

15
Bu duyarlılık ve farkındalık yirminci yüzyılda Mary Austin, Aldo Leopold ve
Edward Abbey de görülür. Aldo Leopold, çevre etiğinin geliştirilmesinde ve yaban
hayatı koruma hareketinde en etkili isimlerden biri olur. Leopold’un en büyük
başarısı, Bir Kum Yöresi Almanağı adlı yapıtıdır. Öyleki bu yapıt, dünyada doğa
koruma klasiği haline gelir. Leopold, eserinde “toprak etiği” kavramı ortaya koyar.
“Toprak etiği, Homo Sapiens’in rolünü toprak topluluğunun fatihi olmaktan çıkarıp,
düz bir üyesi ve vatandaşı yapar. Topluluğa ve tüm üyelerine saygıyı ifade eder”
(Leopold, 1968’den aktaran Garrard, 2017: 112).

İnsan tahribinin, çıkarcı yaklaşımının doğaya verdiği zararın farkına varan bu


yazarlar, doğayı anlatmaya, doğaya ses olmaya koyulurlar. Amaç insan türünün,
doğaya karşı sorumluluğunu hatırlatmaktır. Kurgusal olmayan ve daha çok bilimsel
bir anlatıma yakın olan bu düz yazılar, “doğa yazını” olarak bir edebi boşluğu
doldurur.
Doğa yazını, doğaya duyarlı bilim insanlarının ilgilerinden doğar. Doğaya ilgi
duyan bu yazarların, doğal çevrede yaptıkları uzun gezintiler, bilimsel araştırmalar
sonucu doğadaki süreçleri, etkili bir üslup kullanarak ifade etmeleri, yazıya
aktarmalarıyla şekillenir.
Doğa yazını, her ne kadar bilimsel bir tavırla ele alınmış olsa da sanatsal dili
ve anlatımı sayesinde okuyucular üzerinde etkili olmuştur. Bu bağlamda, Rachel
Carson’ın eseri “Sessiz Bahar” en güzel örnektir. Bu eser, bilimsel bilgilerin
etkileyici bir üslupla, edebi bir dille ortaya koyuluşunun en güzel örneğidir. Carson,
eserinde pestisitlerin zararlarını ortaya koyarak büyük yankı uyandırır. Eserin bu
kadar yankı uyandırması yazarın etkileyici üslubunun sonucudur. Eserde yer alan
aşağıdaki paragraf, edebi bir anlatımın, insanlara ulaşma noktasında sahip olduğu
gücü açıkça ortaya koyar:
“Bir zamanlar Amerika’nın kalbinde bütün yaşamın çevresiyle ahenk
içerisinde göründüğü bir kasaba varmış. Bu kasaba, ilkbaharda yeşil
tarlaların üzerinde beyaz çiçek bulutlarının gezindiği, yamaçlarında
meyve bahçeleri ve yeşil buğday tarlalarının oluşturduğu bir satranç
tahtasının tam ortasındaymış. Sonbaharda, meşe, akçaağaç ve huş
ağaçları çamların arkasından yanıp parıldayan bir renk cümbüşü
yaratırmış. Tepelerde tilkiler ulur, geyikler sonbahar sabahlarının
sislerinde yarı kaybolmuş halde, tarlalardan sessizce geçerlermiş. […]
Gel zaman git zaman bölgeyi bir acayip afetin karanlığı sarar ve her
şey değişmeye başlar. Toplumun üzerine bir uğursuz büyü çöker:

16
tavuk sürülerini esrarengiz hastalıklar kırıp geçirir, sığır ve koyunlar
hastalanıp ölürler. Her yerde ölümün gölgesi vardır[…] Sözgelimi
kuşlar nereye gitmiş olabilirler?[…] Bahçelerdeki kuş yemlikleri terk
edilmiştir[…]
Sessiz bir bahardır bu bahar.” ( Özdağ, 2017: 27-28).

Edebiyat, birçok kesim tarafından bir eğlence aracı olarak görülür. Oysa bir
eğlence aracı olma dışında; insan bilincine etki eden önemli bir araçtır da. Ünlü
çevreci eleştirmen Scott Slovic, 2008 yılında “ekoeleştirel sorumluluk” kavramını
ortaya koyar. Slovic’e göre edebiyat, çevreci eleştirmenlerin eğlence aracı değildir.
Edebiyat, insanların davranışları ve değerleriyle bağlantılıdır. Dolayısıyla çevreci
eleştirmenler, bu anlamda sorumluluk duygusuyla hareket etmelidirler. (Özdağ,
2014: 7-8).

Bu amaçlar doğrultusunda edebiyatın bir araç olarak kullanılmasıyla çevreci


eleştiri veya diğer bir adıyla ekoeleştiri kuramı ortaya çıkar. Ekoeleştiri, 20. yüzyılın
son çeyreğinden bu yana gelişen ve gittikçe yaygınlaşan çevreci bir kuramdır.
Ekoeleştiri, kavramının ilk tanımı ekoeleştiri kuramının öncülerinden biri olan
Cheryll Glotfelty tarafından ortaya koyar. Glotfelty, kuramı edebiyat ve çevre
arasındaki ilişki olarak tanımlar. (Opperman, 2012: 10)

Ekoeleştiri kuramına yönelik pek çok tanım söz konusudur. Ekoeleştiri ile
ilgili kapsamlı tanımı, ülkemizde çevreci eleştiri anlamında önemli çalışmalara
öncülük etmiş olan Serpil Oppermann yapar:

“Ekoeleştiri, edebiyat eleştirisi ve kuramları içinde, edebiyat


ve kültür metinlerini çevreci bir bakış açısıyla yorumlayan, edebiyat
ile çevre, ekoloji ile kültür arasındaki ilişkileri inceleyen tek akımdır.
Ekoeleştiri, bozulan ekolojik dengenin sosyal ve kültürel etkilerini
sosyo-kültürel bağlamlarda incelemektedir. Canlıların ve cansız olarak
tanımlanan inorganik maddelerin birbirleriyle ve çevreleriyle
ilişkilerinin edebi metinlerde nasıl betimlendikleri, edebiyatın söz
konusu ilişkiler ağına yaklaşımı, edebi ve kültürel anlatılarda dil
kullanımı, ifade biçimleri ve yöntemleri, ekoeleştirinin odaklandığı
başlıca ilgi alanlarını oluşturmaktadır.” ( Opperman, 2012: 9).
Disiplinler arası bir kuram olan ekoeleştiri, doğanın ve doğanın bir parçası
olan tüm unsurların edebi metinlerdeki yerini sorgular. “Edebi eserde bir mekân
olarak doğa, doğanın ele alınış şekilleri, doğa tasvirleri, doğa yazını türü ve en geniş

17
olarak insanın çevresine giren her şey ekoeleştirinin araştırma alanlarına
girmektedir.” ( Solak, 2012: 213).

Kuramın edebiyat alanında geçerlilik kazanması ise Asle’nin (Association for


the study of Literature and Environment) [Edebiyatta Çevre Çalışmaları Derneği]
kurulmasıyla olur. Kuram, daha sonra 1993 yılında Amerikan üniversitelerinde
edebiyat çalışmalarında yerini alır. Tüm dünyada yaygın şekilde anılmaya başlaması
ise Glotfelty ve From’un The Ecocriticism Reader kitabıyla gerçekleşir.

Ekoeleştirinin, üniversitelerde edebiyat alanında kendini kabul ettirmesi ve


bir yayın organının oluşturularak yayın hayatına başlaması çevre bilinci oluşturma
açısından atılan önemli adımlardır. Birçok akademisyen, çevre sorunlarının katlayıcı
bir şekilde artması karşısında çalışmalarını bu yöne kaydırarak çevre bilinci
geliştirmeyi ve farkındalık yaratmayı amaç edinirler.

Ekoeleştirinin genel gayesi, doğa kavramının nasıl ifade edildiği, doğaya


atfedilen ya da doğanın elinden alınmaya çalışılan değerler karşısında var olan insan
tutumunu irdelemek ve ekolojik bilinç oluşturmaktır.

Ekoeleştiri kuramı, insan merkezli bakış açısı yerine eko merkezli bakış
açısını savunur. Zira insan merkezli bakış açısı, insan dışındaki diğer canlı cansız
varlıkları insanın hizmetine sunulmuş bir meta olarak görür. Oysa eko merkezli bakış
açısı eşitlikçi bir yaklaşımla doğada var olan tüm canlıları eşit statüde değerlendirir.
Canlılara atfedilen değerin, insan türüne sağlayacak faydadan bağımsız ele alınması
gerektiğini savunur. Zira doğadaki her şey birbiriyle ilişkilidir. Bu ilişki ağında
meydana gelecek herhangi bir olumsuzluk tüm ekosistemi etkiler. O halde her canlı
doğa için aynı ölçüde önem arz eder. ( Kabak, 2018: 37).

Geçmişten günümüze gelen doğaya dair söylemlerdeki eksiklikler,


yanlışlıklar insan türünün kendini ekosistemin en üst üyesi olduğunu düşünmesine
sebep olmuştur. Kendini ekosistemin üst üyesi gören insan, ekosistem üzerinde
tahakküm kurmaya başlayıp; ekosistemi yıkıcı ve yok edici eylemlerde bulunur.
Oysa insan türü, diğer türler gibi ekosistemin sadece bir parçasıdır. Ekosistem
içerisinde yer alan canlı cansız unsurların sahip oldukları değer ise birbirlerinden
bağımsızdır. “İnsanın sahip olduğu kimi türsel özellikler, onu öteki türlerden ya da
doğanın geri kalanından daha değerli kılmaz. Türlerin birbirinden farklılaşan oluş ve

18
edim biçimleri vardır, ama aralarındaki farklılıklara karşın tüm canlılar doğaya
bağımlıdır.” (Keleş vd 2009’dan aktaran İgit, 2017: 178). Dolayısıyla insan türü;
düşünüp konuşuyor, diye ekosistem içerisindeki bu özellikleri taşımayan herhangi bir
canlıdan daha üstün değildir. Ekoeleştiri, bu bağlamda her şeyin birbiriyle karşılıklı
ilişki içerisinde olduğunu savunan bütüncül bir yaklaşımdır.
Ekosistem içerisindeki bu bütüncül ilişkinin bozulması tüm ekosistem
canlıları için olumsuz sonuçlar doğurur. Bu bilince sahip ekoeleştirmenler, insan
türünün doğa karşısındaki bencil tutumunun değişmemesi halinde yaşanacaklara
dikkat çekmeye çalışarak insanlarda bilinç geliştirmeyi amaçlar.

1.2. Ekoeleştiri Kuramının Gelişimi

Ekoeleştirinin gelişimi üç evrede ele alınır. Birinci Dalga Çevreci Eleştiri,


İkinci Dalga ve Üçüncü Dalga şeklinde adlandırılır. Ekoeleştirinin birinci dalgası
1990’lı yılları kapsar.

Opperman, ilk ekoeleştirel incelemeler, çoğunlukla Amerikan doğa yazının


ve gerçekçi üslupla yazılmış Amerikan romanlarının çevreci bir bakış açısıyla
değerlendirilmesiyle başladığını belirtir. İngiliz edebiyatındaki ilk ekoeleştiri
uygulamaları ise İngiliz Pastoral geleneği, Romantik Şiir Akımı ve Viktorya dönemi
edebiyatının, özellikle bu dönemde yazılmış gerçekçi geleneğe dayanan İngiliz
romanının ekoeleştirel incelemelerine dayanır. Ekoeleştiri 1990’lardaki ilk evresinde
Henry David Thoreau, John Muir, Aldo Leopold, Edward Abbey, Wendel Berry,
Annie Dillard, Barry Lopez ve Terry Tempest Williams gibi Amerikalı doğa
yazarlarının eserleri üzerine yoğunlaşmış olsa da, ilerleyen yıllarda edebiyatın diğer
türlerini de kapsamı içine almıştır. ( Opperman, 2012: 18).

İlk dönemde ortaya konulan eserler Oppermann tarafından şöyle sıralanmıştır:

“Lawrence Buell’in Amerikan pastarol geleneğinde edebi


betimlemeleri incelediği (The Environmental Imagination: Thoreau,
Nature Writing, and the Formation of Amerikan Culture) [Çevre
İmgelemi: Thoreau, Doğa Yazını ve Amerikan Kültürü’nün Oluşumu]
(1995); Jonathan Bate’in Romantic Ecology: Wordsworth and the
Environmental Tradition[Romantik Ekoloji: Wordsworth ve Çevre
Geleneği] (1991); Karl Kroeber’in Ecological Literary Critism:
Romantic Imagining and the Biology of Mind [Ekolojik Edebiyat
Eleştirisi: Romantik İmgeleme ve Aklın Biyolojisi] (1994) ve

19
Michael P. Branch, Rochelle Johnson, Daniel Patterson ve Scott
Slovic’in derledikleri özgün makalelerden oluşan Reading the Earth:
New Directions in the Study of Literature and Environment [Dünyayı
Okumak: Edebiyat ve Çevre Çalışmalarında Yeni Doğrultular](1998)
adlı kitaplar sayılabilir.” ( Opperman, 2012: 19).
Opperman, ülkemizde ise ilk dalgaya örnek olarak Ufuk Özdağ’ın American
doğa yazını ile yabanıl yaşam ekoloğu Aldo Leopald’un toprak etiği fikrini Türk
okuruna tanıttığı Edebiyat ve Toprak Etiği: Amerikan Doğa Yazınında Leopoldcu
Düşünce (2005) kitabını gösterir.

İlk dalgadaki çalışmaların amacına Lawrence Buell açıklama getirir. Buell’e


göre birinci dalga çevreci eleştiri de amaç, doğa içerikli eserlerde doğal dünyaya
dikkat çekerek, okuyucunun doğaya bakış açısını değiştirmektir. Doğanın içsel
değerinin, doğal dünyanın, biyoçeşitliliğin korunması noktasında bireylerin harekete
geçmesini sağlamaktır. ( Özdağ, 2014: 8).

Birinci dalgada daha çok doğayı merkeze alan eserler incelenir. Bu eserlerde
doğanın nasıl ele alındığı, doğaya yüklenilen sembolik anlamların neyi ifade ettiği
irdelenir. Doğanın ötekileştirilmesinin önüne geçmeye çalışılır. İnsan bilincinin
uyarılması, insan ve doğa arasındaki ilişki geliştirilmeye çalışılır. Zira doğal alanlara,
doğaya dair yapılan tüm olumsuz fiiller insan türü aracılığıyla gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla insan türünün bilinçlenmesi, doğaya yönelik bencil insan tutumunun
değişmesi için atılacak ilk adım olması bakımından önemlidir.

1900’lü yıllar, birinci dalgayı kapsarken, ikinci dalga ise 2000’li yılları
kapsar. İkinci dalga bir anlamda birinci dalgaya eleştiri niteliğindedir. Daha dar
kapsamlı olan çevre kavramı genişletilir. Doğal alanlar dışında kentler, metropoller
kısacası insanın aktif olarak içinde yer aldığı alanların ele alındığı kurgusal eserler
irdelenmeye başlanır. Okuyucular, sadece doğal alanlara değil; tüm gezegene karşı
bilinçlendirilmeye çalışılır. (Özdağ, 2014: 8).

Üçüncü dalga olarak adlandırılan evreyle ilgili tam netlik yoktur. Konu
üzerinde tartışmalar devam etmektedir. Fakat üçüncü dalga için bireylerin yaşadıkları
coğrafyalara yönelmelerini ve sorumluluk almalarını sağlayacak, eserler ön plana
çıkar. Bu şekilde okuyucularda bilinç geliştirilerek, tahrip olmuş alanların
restorasyonuna katkı sağlamak amaçlanır.

20
Kuramın Türk Edebiyatı’ndaki gelişimine bakıldığında, çok geç dikkate
alınan bir kuram olduğu görülmektedir. Ekoeleştiri, 2009 yılında Türkiye’de Serpil
Oppermann, Ufuk Özdağ ve Nevin Özkan’ın düzenlediği “The Future Of
Ecocriticism: New Horizons” (Ekoeleştiri’nin Geleceği: Yeni Ufuklar) adlı makale
ile ülkemizde akademik çalışmaların gündemine girmiştir. 2000’li yıllardan sonra ise
kurama ilgi biraz daha artmış ve ekoeleştirel çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bunlara
Serpil Oppermann’ın editörlüğünü üstlendiği Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat (2012)
ve Ufuk Özdağ’ın yazarlığını yaptığı Çevreci Eleştiriye Giriş: Doğa, Kültür,
Edebiyat (2014) başlıklı kitaplar örnek verilebilir. Ayrıca Burcu Karahan’ın
“Yeşillenen Edebiyat Eleştirisi” (2002) ve Dilek Bulut’un “Çevre ve Edebiyat: Yeni
Bir Yazın Kuramı Olarak Ekoeleştiri” (2005) başlıklı makaleleri ekoeleştirinin temel
prensiplerini ortaya koyması açısından önemlidir. ( Ergin ve Dolcerocca, 2016: 300).
Melis Ergin ve Özen Nergis Dolcerocca tarafından kaleme alınan “Edebiyata
Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir ve Elif Soya” (2016) adlı makale, edebiyat ve
çevre ilişkilerini ön plana çıkarıp çağdaş Türk edebiyatı için bu alanın önemini
açıklamayı amaçlayan bir çalışmadır. Bu alandaki ilk roman incelemelerinden birisi,
Çiğdem Arlı Cengiz tarafından yazılan “Buket Uzuner’in “Uyumsuz Defne
Kaman’ın Maceraları Su” Romanına Ekoeleştiri ve Ekofeminizm Penceresinden
Bakış” (2014) adlı çalışmadır. Bir diğer çalışma, Cem Yılmaz Budan tarafından
yazılan “Çevreci Eleştiri Bağlamında Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti Romanı
Üzerine Bir Değerlendirme” (2017) adlı makaledir. Caner Solak tarafından
yazılan“Bir Ekoeleştiri Denemesi: Behiç Ak’ın Tek Kişilik Şehir Oyununda Birey,
Toplum ve Çevre İlişkileri” (2012) adlı çalışma, diğerlerinden farklı olarak bir
tiyatro eserini ele alan ve alanında ilkler arasında yer alan bir çalışmadır. Betül
Bayraktar tarafından yayımlanan “Birey-Doğa İlişkisi Temelinde Kendisi
Ol(ama)ma: Mustafa Kutlu Öykülerini Eleştirel Okumak”(2015) adlı çalışma da
öykü alanında yapılan ilk incelemelerden birisidir. Hikâye alanında ise Meral Avuklu
tarafından yazılan “Sabahattin Ali’nin Bir Orman Hikâyesi Adlı Hikâyesine
Ekoeleştirel Bir Bakış” (2013) adlı çalışması gösterebilir. ( Kabak, 2018: 30).
Ekoeleştiri merkezli bu çalışmalar, bu kuramın ülkemizde gelişimine katkı
sağlamıştır.

21
1.3.Ekoeleştirinin Beslendiği Düşünce Sistemleri

1.3.1.Derin Ekoloji
Modernleşmeyle birlikte insan türü, doğanın bir parçası olduğunu unutup
doğadan uzaklaşarak doğayı sömürme anlamında acımasız bir noktaya ulaşmıştır.
İnsan türünün kendini her şeyin odağına yerleştirmesi ve doğaya karşı tahakkümü
Derin Ekoloji akımının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Derin Ekoloji, kendisinden önce
benimsenen sığ bir yaklaşım olan, doğadaki her şeyin insan yararına göre
anlamlandırılması fikrine karşı çıkar. Doğal alanların insan yararı için korunması
gerektiği fikri Derin Ekoloji akımıyla farklı bir boyut kazanmıştır. İnsan merkezli
bakış açısı yerine doğadaki her şeyin kendi içsel değerini baz alan doğa merkezli bir
bakış açısı ortaya konulmuştur. Öyleki doğadaki tüm yaşam biçimleri, bakteriler,
virüsler bile içsel değere sahiptir. (Çüçen, 2011: 6).

Derin Ekoloji kavramını ilk kez kullanan İsveçli bilim adamı Arne Naess’tir.

“Arne Naess’in, 1973’de yayınladığı ‘The Shallow and the


Deep: Long Range Ecology Movement: A Summary’ adlı
makalesinde çevre hareketini, temellerde değişiklik yapmayı
önermeyen reformcu çevreci hareketten farklı olarak dünya
görüşünde, insan değerlerinde, amaçlarında, politikalarda ve yaşam
tarzımızda köklü değişiklikler yapılması gerektiğini savunarak ‘Derin
Ekoloji’ olarak tanımlar.” ( Çüçen, 2011: 6).
Arne Naess’in, Amerikalı derin ekolojist George Sessions ile birlikte
üzerinde çalışarak oluşturdukları derin ekolojinin ilkeleri sekiz noktada
toplanmaktadır:

1. Yeryüzündeki insan ve insan dışı yaşamın iyi durumda


olması ve gelişmesi kendi başına [Eş anlamlıları: içsel değer (intrinsic
value), doğasında bulunan değer (inherent value)] değerlidir. Bu
değerler insan dışı dünyanın insan amaçları için yararlı olup
olmamalarından bağımsızdır.
2.Yaşam formlarının zenginliği ve çeşitliliği bu değerlerin
gerçekleştirilmesine katkıda bulunur ve kendi başlarına da bir
değerdir.
3. Yaşamsal gereksinimlerini karşılamak dışında insanların bu
zenginliği ve çeşitliliği azaltmaya hakları yoktur.
4. İnsan yaşamının ve kültürlerinin gelişimi, insan nüfusunun
önemli ölçüde küçülmesiyle bir arada olabilir. İnsan dışı yaşamın
gelişimi daha küçük bir insan nüfusunu gerektirir.

22
5. İnsan dışı dünyaya mevcut insan müdahalesi aşırıdır ve bu
durum hızlı bir şekilde kötüleşmektedir.
6. Dolayısıyla politikalar değişmelidir. Bu politikalar temel
ekonomik, teknolojik ve ideolojik yapıyı etkilemektedir. Bu
değişikliğin gerçekleşmesi hâlinde ortaya çıkan durum, mevcut
durumdan farklılığıdaha derin olacaktır.
7. İdeolojik değişiklik gittikçe yükselen bir yaşam standardına
bağlı kalmaktan çok, temelde yaşam niteliğini takdir etme (önemini
anlamak) (içsel değer durumlarında yaşama) yönünde olacaktır. İrilik
(bigness) ve büyüklük (greatness) arasındaki farka ilişkin engin bir
bilinç oluşacaktır.
8. Yukarıda anlatılan noktalara katılanlar gerekli olan
değişiklikleri yerine getirmeye uğraşmakla doğrudan veya dolaylı
olarak yükümlüdürler. (Ayaz, 2014: 279-280)

Oldukça bütünlükçü ve eşitlikçi bir bakış açısına sahip olan Derin Ekoloji,
ekosistem içerisinde yaşamın bir parçası olan tüm türlerin içsel değere sahip
olduğunu vurgular. Doğanın değerli olması insana sağlayacağı fayda dışındadır.
İnsan türü kendi gereksinimlerini karşılamak için doğayı, kaynakları tüketme
hakkına sahip değildir. Arne Naess, devlet politikalarının insanı merkeze alan sığ
ekoloji yaklaşımın vazgeçmesi gerektiğini vurgular.

Sığ(yüzeysel) ekoloji ve derin ekolojiyi daha net ifade edebilmek için


Prof.Dr. Abdurraman Çüçen’in makalesinde yer alan Arne Naess’in ortaya koyduğu
tablodan faydalanmak gerektiğidüşüncesindeyim. Zira tablo, insan ve doğa merkezli
bakış açısını net bir şekilde ortaya koyar:

Tablo 1

YÜZEYSEL EKOLOJİ DERİN EKOLOJİ


Doğadaki çeşitlilik bizim için değerli bir Doğadaki çeşitlilik kendisi için değer
kaynaktır. taşır.
İnsan için olmayan değerden söz Değeri insan değeri olarak anlamak, ırkçı
edilmez. bir önyargıdır.

Bitki türleri insanların yararına tarım ve Bitki türleri korunmalıdır, çünkü onların
tıpta kullanıldığı için değerlidir. değeri özlerindedir.
Kirlenme eğer ekonomik büyümeyi Kirlenmenin durdurulması, ekonomik
etkiliyorsa durdurulmalıdır. gelişmeden önce gelir.

Gelişen toplumlardaki nüfus artışı, Dünya nüfusunun artışı ekosistemi tehdit

23
ekolojik dengeyi tehlikeye sokmaktadır.
etmektedir ama gelişmiş ülkelerin
davranışları daha tehlikelidir.
Kaynak, insan için yararlı her şey Kaynak, tüm yaşam için kaynaktır.
demektir.
İnsanlar yaşam standartlarında geniş İnsanlar, aşırı gelişmiş ulusların yaşam
çaplı bir gerilemeye razı olmazlar. standartlarının düşmesine değil, genel
yaşam niteliğinin düşmesine razı
olmazlar.
Doğa acımasızdır ve böyle olması İnsan da acımasızdır, ama böyle olması
gereklidir. gerekmez.
Tablo 1.Yüzeysel ve Derin Ekolojinin Karşılaştırılması

Kaynak: (Çüçen, 2011:7).

Yüzeysel ekolojiye bakıldığında doğadaki hemen her şeyin varlığı insana


bağlanmıştır. İnsan yararı gözetilerek ortaya konan insan merkezli bakış açısı,
doğanın sömürülmesine zemin hazırlayarak ekolojik sorunların ortaya çıkmasına
neden olmuştur. İlk olarak Amerika’da doğa yazarları genel kanının aksine, doğa ve
üzerinde yaşayan canlıların ekonomik değer açısından değil, içsel değerleri olduğu
için ilgi gösterilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Belki de bunun en güzel örneği,
ASand County Almanac (Bir Kum Yöresi Almanağı) adlı kitabında, insanın rolünün
“toprak topluluğunun fatihliğinden onun sade bir üyesi ve vatandaşına” değişmesini
isteyen Aldo Leopold’un sözleridir. ( Özdağ, 2017: 12).

İnsanın kendini toprak topluluğunun bir üyesi olarak görmesi kişinin ekolojik
bir bilince ve kimliğe sahip olmasıyla gerçekleşebilir ancak. Derin ekoloji
hareketinde ön plana çıkan bir kavram olan “ekolojik benlik” kavramı oldukça
önemlidir. Bu kavramı ortaya koyan kişi Arne Naess’tir. Bu kavrama göre insan türü,
benliğinin bilincine vardığı ilk andan itibaren doğayla iç içedir. Doğayla var
olmuştur ve bu varlık yine doğayla devam edecektir. Ekolojik benliği gelişen kişiler,
çevresinde gördüğü pek çok şeyin ağaçların, hayvanların, dağların, denizlerin farkına
varırlar ve yaşamsal ihtiyaçlarını doğaya zarar vermeden karşılarlar. Ekolojik
benliğin bilincine varan bireylerde yaşam daha anlamlıdır. Bu bireyler, içlerince
coşkun bir yaşama sevinci taşırlar. (Cengiz, 2013: 25).

24
Arne Naess, insanların ekolojik kimlik kazanmasıyla, kendilerini
çevrelerindeki diğer canlılarla özdeş kılabileceğini öne sürer. Kendini çevresiyle
özdeş kılan birey de doğa ile olan ilişkilerini yeniden sorgular.

1.3.2.Ekofeminizm
Ekofeminizm, kadın sömürüsü ile toprak sömürüsü arasında paralellik kuran,
temeli, feminizm ve çevreciliğe dayanan bir disiplindir. Ekofeminizm, çevre
problemlerini kadın problemleri olarak görür ve bu problemlere çözüm yolu arar.
Amaç kadınların ataerkil zihniyetin gölgesinden kurtulmasını sağlayarak, toplumsal
cinsiyet eşitliğine dayanan yeni bir düzen oluşmasını sağlamaktır.

Ekofeminizm terimi, 1974 yılında Fransız Feminist Françoise d’Eaubonne


tarafından ortaya konulur. Kadının tahakküm altına alınmasıyla doğanın
sömürülmesi arasındaki benzerlikten hareket ederek feminist hareketle çevreci
hareketin birleştirilmesini savunur. Ekofeminizme göre çevre sorunlarına sebep
olanlar erkek egemen zihniyettir. (Çüçen, 2011: 8-9). Erkek merkezli bu zihniyet,
ataerkilliğin bir sonucudur. Zira erkek egemen zihniyet, kadın üzerinde baskı
kurduğu gibi doğayı da kendi kontrolü altına almaya çalışır. Gerda Lerner ataerkil
sistemi, erkeğin aile içinde kadın ve çocuk üzerindeki egemenliğinin
kurumsallaşarak erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün tüm topluma yayılması
olarak tanımlar. ( Lerner 1986’dan aktaran Salman, 2013: 47).

Ekofeminizm, kadının ve doğanın ötekileştirilmesine şiddetle karşı çıkar.


Doğanın tahribinin engellenmesi için öncelikle kadına yönelik ikincil tutumun
değişmesi gerektiği inancındadırlar.

“Feminist çözümlemelerde genellikle kullanılan kavramsal


şemaya göre, erkek egemen Batı düşüncesinde kendimize ve doğaya
bakışımıza şekil veren birbiriyle bağlantılı ve birbirini güçlendiren –
örneğin, zihin/beden, akıl/duygu, erkek/kadın, insan/doğa,
kültür/doğa, özel/kamusal, aşkın/içkin gibi– birbiriyle bağlantılı ve
birbirini güçlendiren ikilikler vardır. İkiliğin birinci terimleri eril
olanla, ikinci terimleri dişil olanla eşleşir; birinci terimler hiyerarşik
olarak diğerinden üstün ve özsel olarak daha değerli görülür; ikinci
terimler birinci terimin hizmetinde, onun ihtiyaçlarını tatmin etmek
için var olan bir araç olarak değerlendirilir. İnsan doğadan; erkek
kadından; akıl duygudan yukarı bir yere konur. Böyle bir kavramsal
çerçeve, kadının ve doğanın tâbi kılınmasını meşrulaştırır.

25
Dolayısıyla, kadının ve doğanın kaderi aynıdır. Bu nedenle, insanın
doğayla ilişkisini yeniden kavramsallaştırmak için, bu hiyerarşilerin
ve ikiliklerin yok edilmesi gerekir.” ( Çüçen, 2011: 9).
Ekofeminizm, toplumum büyük bir kısmında kabul görmüş bu ikiliklere karşı
çıkar. Ekofeministler, bu ikiliklerin ortadan kalkmasıyla kadın ve doğa sorunlarına
çözümler üretilebileceği görüşündedirler. Ekofeminizmin kadın ve çevre üzerine
odaklandığı kadar farklı sorunları da irdeler. Toplumun ötekileştirdiği kesimler,
savaş siyaseti, hayvan sorunsalı, ırkçılık, türcülük ele alınan diğer konulardır.

Ekofeminizm, belli başlı noktalarda eleştirilere maruz kalır. Bunun sebebi ise
çevresel sorunların sebebinin sadece erkeklere indirgenmesi ve kadınların bu
sorunların dışında tutulmasıdır. Oysa çevre sorunlarına doğrudan ya da dolaylı olarak
kadınlar da neden olabilmektedir. Bu noktada çevre sorunlarına sebep olan bireyleri
cinsiyetlerine göre ayrıştırmak, kendi içinde çelişkiler yaratmaktadır. Fakat
ekofeminizm, her ne kadar kadın söylemleri üzerine kurulu ise de amaç, salt
kadınlara yönelik değildir. Kadından yola çıkarak daha evrensel boyuta ulaşır.
“Ekofeminizm; ırkçı, etnik, cins, yaş ve sosyal sınıf ve cinsel tercih gibi ölçütlere
dayanarak yapılan baskıların ve ayrımcılığın karşısındadır.” (Balık, 2013: 4). Bu
bağlamda tüm ötekileştirmelere karşı toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan bir yeni
bir düzen fikrini esas alır diyebiliriz.

Genel olarak ekofeminizmin temel varsayımları olarak kabul edilen ilkeler


aşağıdaki gibidir:

1. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında


önemli bağlantılar vardır.
2. Kadınların ve doğanın sömürülmesi bağlantılı olduğundan,
kadınlar yeşil hareket içinde aktif rol oynamalıdır.
3. Ataerkil sistemde kadın doğaya (ve özel alana), erkek ise
kültüre (ve kamusal alana) yakın görülür. Doğa kültürden aşağı bir
konumda tasavvur edildiği için, kadın da erkekten aşağı görülmüştür.
4.Feminist ve yeşil hareketler eşitlikçi, anti-hiyerarşik
sistemleri savunurlar. Ekofeminizm de, emperyalizme,
heteroseksüellik dayatmasına, militarizme, kapitalizme karşı çıkar ve
farklı ezilme biçimleriyle de ilgilenir.
5. Yeryüzü temelli bir bilinç yaratmak için farklı tinsellikler
oluşturmak gerekir. (Tamkoç, 2010 ‘dan aktaran Maltaş, 2015: 6).

26
1.3.3.Toplumsal Ekoloji

Çevre sorunlarının temeli derin ekoloji, insanın doğaya tahakkümüne;


ekofeminizm, erkek egemen zihniyetin yarattığı tahakküme; toplumsal ekoloji ise
insanın insana tahakkümüne bağlanır.

Toplumsal Ekoloji, Amerikalı Murray Bookchin tarafından ortaya konmuş


bir düşünce sistemidir. Bookchin, toplumsal ekolojiyi şöyle ifade eder:

“Ekoloji, benim açımdan, hep sosyal ekoloji oldu. Yani doğa


üzerindeki tahakküm kavramının, insanın insan üzerinde, hatta
erkeğin kadın, yaşlıların gençler, bir etnik grubun diğeri, devletin
toplum, bürokrasinin birey, bir sınıfın diğer sınıflar ve sömürgeci
güçlerin sömürge halklar üzerindeki tahakkümünden kaynaklandığına
inanıyorum. Benim düşünceme göre, sosyal ekoloji, özgürlük
anlayışını sadece fabrikada değil, aile içinde de, sadece ekonomide
değil, psişede de, sadece maddi yaşam koşullarında değil, ruhsal
koşullarda da sürdürmelidir. Toplumdaki en moleküler ilişkileri,
özellikle kadın ve erkek, yetişkinler ve çocuklar, beyazlar ve diğer
etnik gruplar, heteroseksüeller ve eşcinseller –bu liste uzatılabilir
arasındaki ilişkileri değiştirmedikçe, toplum en sosyalist anlamda
sınıfsız ve sömürüsüz hâle gelse de, tahakküm varlığını sürdürecektir.
(...) Hiyerarşi var olduğu sürece, tahakküm, insanları bir elitler sistemi
etrafında örgütlediği sürece, doğaya hükmetme projesi de devam
edecek ve gezegenimizi kaçınılmaz bir yok oluşa götürecektir.”
(Bookchin 1996’dan aktaran Yıldırım, 2017: 296).

Bookchin, ekolojik sorunlara çözüm için bu sorunları yaratan en temel olguya


ulaşmaya çalışır. Ona göre en temel olgu, hiyerarşi ve tahakkümü yaratan kuramsal
ve ahlaki normlardır. Dolayısıyla çevresel sorunları çözümlemek için toplumsal
yapıyı şekillendiren normların gözden geçirilmesi, toplumun düşünce sisteminin
değişmesini gerekir.

Bookchin, hiyerarşik toplum yapılarının, bireyler arasında tahakküm


yaratacağı görüşündedir. Bireyler arasında var olan tahakkümün ise doğaya
tahakkümü beraberinde getireceği düşüncesindedir. Bu sebeple hiçbir hiyerarşik
yapının ve özel mülkiyet anlayışının olmadığı daha çok kolektif bir toplum yapısını
önerir. Bookchin’in önerdiği toplum yapısında kentler ekolojik topluluklara ayrılır.
Ekolojik topluluklar ise ekosisteme uygun bir şekilde tasarlanmalıdır. Tüketim

27
merkezli yaşam alışkanlıkları yerine ihtiyaç odaklı bir anlayış benimsenmelidir.
Bookchin, çevreyi hiç kirletmeyecek yerel kaynaklardan faydalanılması ve
teknolojilerin eko- teknolojilere uyarlanması gerektiğini vurgular. (Bookchin,
1996’dan aktaran Yıldırım, 2017: 297).

Bookchin’in öneride bulunduğu ekolojik yaşam, ütopik bir düşünce gibi


gözükse de ekolojik sorunların çözümlenmesinde etkili olabilecek bir düşünce
sistemidir. Sorunların temeline inen bu yaklaşım, toplumların dönüştürülmesiyle
sınıfsal farklılıkların ortadan kalkması ve bu şekilde toplum ve doğa arasındaki
sorunların da çözüleceği inancındadır.

Toplumsal Ekoloji, alışılagelmiş doğa algısını reddeder. Doğanın sadece


insan gözüyle görünen bir manzara olmadığını ileri sürer. “Doğa, gittikçe farklılaşan
ve karmaşıklaşan yaşam biçimlerinin birikimsel evrimidir.” (Bookchin, 1996’dan
aktaran Ünal,2010: 2). Bu çerçevede toplumsal ekoloji, toplum-doğa ikilemini
aşarak, biyolojik doğa ile insan toplumu arasındaki iç içeliği ve sürekliliği
araştırmaktadır. Aynı zamanda da toplumsal evrim içinde meydana gelen ve insan
toplumuyla doğal hayatı karşı karşıya getiren kırılma noktaları üzerinde
yoğunlaşmaktadır. (Önder, 2002’den aktaran Ünal, 2010: 2). Toplumsal ekolojistler
doğayı iki farklı grup içerisinde değerlendirir: ‘Birinci doğa’ insani olmayan doğa
yani ‘vahşi doğa’ olarak, doğal dünyanın özellikle de organik dünyanın birikimsel
evrimi olarak tanımlanabilir. ‘İkinci doğa’ ise insanlar tarafından yaratılan tüm
değerleri içerir. Yani insani ve toplumsal olan her şey ikinci doğa içine alınır.” (
İdem, 2002: 9).

Sonuç olarak toplumsal ekoloji, doğa sorunları ile toplumsal sorunlar


arasındaki ilişkiyi irdeler. Ekolojik sorunların çözümü için öne sürülen yüzeysel
önermelerin bir sonuç yaratmayacağını daha radikal çözümlerin üretilmesi
gerektiğini ortaya koyar.

1.3.4. Ekopsikoloji
Modern yaşamla birlikte değişen yaşam formu, insan türünü doğadan
uzaklaşmaya başlar. Doğadan uzaklaşan bireyler, doğanın bir parçası olduklarını
unutup doğaya yabancılaşırlar. Bireylerin doğaya yabancılaşması pek çok sorunu
açığa çıkarır. Bu sorunları, insan ve doğa açısından ayrı ayrı değerlendirmek

28
mümkündür. İnsanın doğaya yabancılaşması, insanın kendine yönelmesine,
mutsuzluğuna neden olurken, doğadan uzaklaşan insanın doğa üzerindeki
tahakkümünün arttığı da söylenebilir. Bu noktada ekopsikoloji, hem insan türünün
mutluluğu hem de doğa sorunlarına engel olmak adına çareyi doğaya dönmekte
bulur.

Ekopsikoloji teriminin yaratıcısı Theodore Roszak, 1992’de


yayımlanan The Voice of the Earth (Dünyanın Sesi) adlı kitabında
ekopsikolojinin felsefesini sekiz kuralla şöyle tarif etmektedir:
1. Zihnin temelinde ekolojik bilinçdışı yatar; yani her insan
doğuştan doğaya dair bir bilince sahiptir.
2. Ekolojik bilinçdışının içeriğinde, kozmik evrimin, tarihin ilk
zamanlarına kadar uzanan kaydı bulunur.
3. Ekopsikolojinin amacı, insanın ekolojik bilinçdışında
bulunan ve doğuştan sahip olduğu, doğa ve insanın karşılıklı ilişkisine
dair bilgiyi uyandırmaktır.
4. İnsan gelişiminin hayati aşaması çocukluk dönemidir.
Ekopsikoloji çocuğun henüz unutmadığı çevresel bilinci yetişkinlerde
de uyandırmayı amaçlar. Çocukta bu bilincin gelişmesi içinse doğayla
ilgili hikâyeler, masallar, ninniler çok önemlidir.
5. Ekolojik egonun gelişmesiyle insan, doğaya ve diğer
insanlara karşı ahlaki bir sorumluluk duygusuna sahip olur.
Ekopsikoloji bu sorumluluk duygusunun sosyal ilişkilerde ve politik
kararlarda söz sahibi olmasını amaçlar.
6. Ekopsikolojinin en önemli terapilerinden birisi, doğayı bir
yabancı gibi gören ve ona hükmetmeye çalışan, politik gücün de
kaynağı olan “eril” karakter özelliklerini yeniden ele almak ve
düzeltmektir.
7. Ekopsikoloji, sanayi kültürünün yıkıcılığını sorgular. Ancak
bunu yaparken hayatımızı kolaylaştıran teknolojiye karşı değildir. Bu
anlamda ekopsikoloji anti-endüstriyel değil, post-endüstriyeldir.
8. Dünyanın ve kişinin iyiliği arasında “sinerjik” bir etkileşim
vardır. Bu yüzden dünyanın ihtiyaçları insanın da ihtiyaçlarıdır;
insanın hakları, dünyanın da haklarıdır. (Aslan, 2011’den aktaran
Ayaz, 2014:285).
Rozsac’ın ortaya koyduğu ilkelerden hareketle insanda doğa bilincinin insan
bilinci dışında var olduğu, bu noktada insanın doğa bilincini uyandırmak gerektiğine
vurgu yapar. Bu bilinci uyandırmak için ise en uygun zamanın çocukluk çağı olduğu
belirtilir. Sonuç olarak insan türünün mutluluğu ve huzuru yakalaması doğa
bilincinin açığa çıkarılmasına bağlıdır.

29
2.HALİKARNAS BALIKÇISININ HİKÂYE VE ROMANLARINA
EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ

2.1. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Doğa

2.1.1. Metafor Olarak Doğa


Edebiyatta doğa konusu vazgeçilmez bir unsur olarak edebi metinlerdeki
yerini almıştır. Doğa, metinlerde çoğunlukla pastoral bir dekor halinde sunulmuştur.
Bazen de doğa yazarların duygularına tercüman olan, aracı konumundadır.
Halikarnas Balıkçısı, Türk edebiyatında doğayı bir fon olmaktan öte gören, doğayı
yaşatan, konuşturan, doğanın görmezden gelinen ruhunu ön plana çıkaran bir
yazardır. O, doğayı ele alışı bakımından pek çok yazardan ayrılır. Zira o, doğayı tüm
gerçekliğiyle büyüleyici bir dille anlatır. Yazarın doğa karşısındaki duyarlı tutumu,
onun eserlerinin ekoloeleştiri açısından değerlendirilmesine olanak sağlamıştır.

Yazar, eserlerinde doğayı ele alırken, metaforlardan da sıkça faydalanır.


Doğanın, metafor olarak kullanılmasına ekoeleştirmenler karşı çıkar. Oysaki
metaforlar, doğaya dikkat çekmek için en etkili araçtır. “Metafor, bir süsleme aracı
değil, bir algılama aracıdır. Metaforlar sayesinde dünyayı algılayış biçimimiz
şekillenir.” (Postman, 1996’dan aktaran Kurt Topuz ve Erkanlı 2016: 306).

Halikarnas Balıkçısı, özellikle kişileştirmelere sıkça başvurur. Zira


kişileştirme, “gerek günlük dilde gerekse yazın dilinde en etkili metafor oluşturma
araçlarındandır.” (Kövecses 2003’den aktaran Demir, 2009: 82). Halikarnas
Balıkçısı; çiçeği, ağacı, dağı, denizi ve buna benzer pek çok unsuru kişileştirir.

İnsan türünün giderek bencilleşen tavrı, doğayı ruhsuz bir meta olarak
görmekten öteye gitmez. Yazar doğaya şahsiyet kazandırarak doğanın ruhuna,
yaşayan yönüne dikkat çekmek ister. “Çiçeklerin Düğünü” adlı öyküde bir tohumun
döllenmesi bir düğün seremonisi şekline sunulmuştur. Çiçeklerin, bitkilerin sadece
insanların görsel zevkini süsleyen peyzajlar gibi görünmesinden ziyade yaşayan,
üreyen, üreten yönüne dikkat çeker. Bitki ve çiçeklere karşı farklı bir bakış açısı
geliştirir.

“Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında,


pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da
portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz
binlerce düğün yapılmaktadır. Ağaç, dev gibi bir düğün evine

30
dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-bir zifaf
odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen
hemen her çiçek bal yapar. Bahar olunca, ağacın damarlarında akan
yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir
gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada
ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de
kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı
papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini
öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir.
Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir
can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 13).

Doğaya dair kişileştirmelerin çoğu kadın üzerinden yapılır. Deniz, toprak, ada
gibi unsurlar kadına benzetilir. Kadın vasıfları yüklenir. Toprak, özellikle ve
genellikle kadınla bağdaştırılır. Bu bağdaştırmaların temeli, kadının doğurganlığı ile
toprağın üretkenliği arasında kurulan benzerliğe dayanır.

“Sessiz toprak, sesli denize benzemiyordu. Ona verdiğim emeğe, bin


bir renk, bin bir güzel koku ile çiçekle cevap veriyordu. Sanki
kendisine karşı gösterdiğim ilgiden dolayı bana karşı şükran
duyuyordu. Onu sapanla sürdüm mü, sürülen yeri sapana sadık
kalarak, öylece kalıyordu. Atılan tohumu bağrına kabul ediyor, onu
sımsıcak tutuyor, nemli tutuyor ve uçar hayvanlardan gizleyerek
koruyor ve koynunda yavru emziren ana gibi besliyordu. Ta ki günü
gelince, atılan tohum, canlı bir özsuyla yeşil ve çiylerle titrek, gelin
gibi bir fidan olarak bana mis gibi kokan çiçeğiyle tat sızan yemişini,
‘Bak nasıl büyüttüm sana!’ diye veriyordu. Toprak tam bir kadın
kadıncıktı, okşanmaktan hoşlanıyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013a:
138).
Toprağın ve kadının edilgen ve itaatkâr yönüne vurgu yapılan bu metinde,
toprağın bağrına atılan tohumu koynunda yavru gibi besleyen anneye benzetildiği
görülür. Bu benzetme, kadına ve toprağa yüklenilen pasifliğin göstergesidir.
Toprağın bağrına atılan tohumu büyütüp beslemesi ile bir kadının döllenme süreci
arasındaki benzerliğin temeli ataerkil sisteme dayanır. Amerikalı antropolog Carol
Delaney, kadın ve doğa arasındaki benzerliğin temelini şöyle açıklar:

“Delaney’e göre biyolojik olarak kabul edilerek erkeğe hayat verici


gücü ve iktidarı sağlayan yaratılış anlayışı, ataerkil sistemin dünyevi
ve ilahi düzlemdeki boyutlarıyla şekillenir. Bunlar, doğacak çocuğun
erkeğin sperminde bulunduğu iddiasına sahip olan monogenetik
(tekkaynaklı) üreme savı (van Rooj, van Balen ve Hermann, 2004:
324) evreni ve insanı yaratan tek tanrı inancıdır (monoteizm).

31
Monogenetik üreme savında erkeğe atfedilen babalık yani yaratma,
hayat verme gücü üzerinden erkekle tek tanrılı inancın (erkek)
Tanrı’sı arasında simgesel bir bağ kurulur. Delaney’e göre ataerkillik
tam da budur: Yaratıcı gücün Tanrı’ya yansıtılmasıyla bu güç
görünmez ve her yerde hazır ve nazır hale gelir; evreni harekete
geçiren güçtür bu. Erkeklerle Tanrı arasında kurulan yapısal ve
simgesel benzerlik nedeniyle erkekler bu gücü paylaşırlar; sonuçta
erkeklerin egemenliği doğal ve varlığın düzenine uygun görünür. Bu
benzerlik ataerkil sistemlerin arkasındaki gücün parçasıdır; çünkü
sadece erkeği değil, baba olarak erkeği yüceltir. (Delaney, 2001’den
aktaran Salman, 2013: 48).
“Delaney’e göre yaratılışta erkeğe atfedilen yaratıcılık rolü onu
Tanrı’ya yaklaştırır; bebeği besleyecek madde sağlama rolü de kadını
Tanrı tarafından yaratılmış olanla, dünya ile özdeşleştirir. Böylelikle
tohumu eken baba, tohumu besleyip büyüten de anne/toprak olur.”
(Delaney,2000’den aktaran Salman, 2013: 49).
Ekoeleştirinin beslendiği düşüncelerden biri olan Ekofeminizme göre,
ekolojik sorunların temelini ataerkil düşünce sistemine dayandırırlar. “Tarihsel ve
kültürel olarak farklılık gösteren ataerkil sistem, genel olarak erkek iktidarına
dayanan toplumsal düzenleme anlamına gelir ve kadının emeğinin, bedeninin,
cinselliğinin ve doğurganlığının denetlenmesini içerir.” (Berktay, 2000’den aktaran
Salman, 2013: 47). Tüm bu düşüncelerden hareketle ekofeministler, kadının baskı
altına alınması ve sömürülmesiyle, doğanın tahakküm altına alınmasının önüne
geçilmesi için ataerkil düşünce sisteminin ortadan kalkması gerektiği
görüşündedirler.

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerine bakıldığında onun genel olarak


sömürülenlerden, ezilenlerden, ötekileştirilenlerden yana bir tutum sergilediği
görülür. O, kişileri değerlendirirken cinsiyetçi yaklaşmaz. Ahlaki erdemler üzerinden
değerlendirir. Balıkçı’nın ahlaki erdemleri de toplumun dayattığı normlar dışındadır.
Öyle ki toplumun dışladığı kötü kadın olarak algılanan kadınların yaşadıklarını bir
talihsizliğe bağlar. Onların erdemli davranışlarına dikkat çekerek, toplumun olumsuz
algısını yıkmaya çalışır. Yazarın doğaya olan sevgisi ve ilgisi, doğayı ön plana
çıkarma çabası da dikkate alındığında, yazarın bu metinde kadın/ toprak metaforunu
kullanması her ikisini de yüceltmek istemesinden kaynaklanmaktadır.

“Gülen Ada” hikâyesinde ise bir ada kişileştirilir. Hikâyede adanın;


sevgilisini karşılarken kahkahalar atan, mutlu bir kadın olarak okura yansıtıldığı

32
görülmektedir. Böylece adaya dişi bir kimlik verilmektedir. ( Fırat, 2013: 125).
Hareketli, kıvrak bir dişi olarak yansıtılan ada ile Deli Davut arasında yaşanılanlar
bir aşk görüntüsü yaratır. Yazar, burada adaya yüklendiği misyonla adayı mekân
olmaktan çıkarır, hikâye kişisi yapar.

“Ne var ki, Deli Davut, Arşipel'in sayısız adaları arasında, yolu uğrağı
olmayan, ıssız bir yerdeki Gülen Ada’nın âşığıydı. Deli Davut, Gülen
Ada’ya doğru fırlarken, ada sanki onu karşılamak için kalçalarına
kadar denizden kalkardı. Deniz, adayı fırdolayı sarar, köpük ve
çırpıntılarıyla onun belini, gerdanını ve koltuk altlarını gıdıklardı.
Salınan ağaçları, savrulan dalları ve yaprakları ile şakrak ada,
delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki, kendi
ışığı içinde gizlenen güneş gibi, ada kendi sevincinin parlayışı içinde
kaybolur, koca enginde, ufuktan ufka çınlayan bir kahkaha kalırdı.
Adanın ta açıklarında çınlayan gülüşü ile Deli Davut'un
denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan
kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2019: 79-80).

Doğayı ve kadını pasif bir duruma sokan ve istediği gibi şekillendiren erkek
türü her ikisi üzerinde de tahakküm kurar. Bu bakış açısıyla baktığımızda adanın
kadınlaştırılması ekoeleştirinin karşı çıktığı bir durumdur. Yalnız Halikarnas
Balıkçısı’nın kişiliği göz önünde bulundurulduğunda o daima sömürünün karşısında
yer alan, öykülerinde kadınların yaşadıkları sıkıntıları ele alan, kadından yana tavır
sergileyen bir yazardır. Dolayısıyla yazarın burada adayı kadınlaştırılmasının,
kadınların sevecen, sahiplenen tavrından kaynaklı olabileceği söylenebilir.
Halikarnas Balıkçısı’nın tam bir doğa insanı olduğu onun yaşam öyküsünden açıkça
anlaşılmaktadır. Halikarnas Balıkçısı’nın hikâyelerini yazdığı dönemlerde henüz
ekoeleştiri kuramı ortaya konulmamıştır. Halikarnas Balıkçısı böyle bir kuramın
ortaya çıktığı bir dönemde eserlerini yazmış olsaydı belki hikâyelerinde vereceği
mesajlar daha yerinde olabilirdi.

Aganta Burina Burinata adlı romanda çocukluğundan beri deniz sevdalısı


olan Mahmut, ailesinin tüm fertlerini denizde kaybetmiştir. Mahmut, babaannesiyle
birlikte yaşar. Mahmut’un babaannesi Mahmut’u da denize feda etmek istemez.
Bunun için denizi sürekli kötüler. Fakat başarılı olamaz. Mahmut da diğer aile
fertleri gibi denizci olur. Fakat daha sonra denizin yarattığı yıpranmışlıkla denizden
uzaklaşır ve Emine’yle evlenerek kara hayatına bağlanır. Ama içindeki deniz tutkusu

33
hiç bitmez. Deniz onun için tutkuya dönüşmüş bir sevgilidir. Bu tutku karşılıksız
değildir. Deniz de sevgilisini çağırır.

“Gel! Gel de koynuma gir! Öpüşümle sana can vereceğim. Ve seni


kuvvetli kanatların üzerinde uçuracağım, niçin orda cansız bir küme
kereste gibi yatıyorsun? (…) Açık hava, açık denizve açık ışığa fırla!
Gel de dalgalarımla savaş, kılıç pruvanla onları biçip yenerek
zaferinlemağrur, üzerlerinle bin, rüzgârın gözüne işle, fırtınaları
paçavralar gibi yırtarak ileri geç! Deniz ejderinin rakibi, yunus
balığının yoldaşı, yoksul martının tesellisi, kaptanın gururu, denizcinin
türküsü ol! Gel, benim beyaz sevgilim, gel!”( Halikarnas Balıkçısı,
2013b: 170).

Denize kadının cinsel kimliğinden yola çıkılarak kışkırtıcı tavırlar


yüklenmiştir. Yazar, pek çok eserinde kadını doğayla, denizle bütünleştirmiştir.
Kadın ve doğaya benzer özelliklerin atfedilmesi ekofeministlere göre ataerkil
zihniyetin bir sonucudur. Erkek egemen zihniyet kendinden alt olarak gördüğü kadını
sömürdüğü gibi doğayı da sömürmektedir. Dolayısıyla doğanın sömürüsünün önüne
geçilmesi için ataerkil zihniyetin değişmesinin gerekliliğini vurgularlar.

Benzer bir kişileştirme yine Deniz Gurbetçileri adlı romanında da söz


konusudur. Burada deniz; zehirli, ahlaksız, erkekleri yoldan çıkaran bir kadına
benzetilir. Romanda Hacer adlı kadın, kocasının kendisini Zırtlan Zehra adında bir
kadınla aldattığını öğrenir. Bu haberi aldıktan sonra üstüne bir de kocasının denizde
öldüğünü öğrenir. Aldığı bu iki kötü haber, Hacer’in aklını oynatmasına neden olur.
Hacer, artık Zırtlan Zehra ile denizi birbirine karıştırır. Zira her ikisi de kocasını
elinden almıştır. Artık Zırtlan Zehra’dan da denizden de bahsederken “kaltak”
ifadesini kullanır.

“Bak, bak şu kaltağa. Babamı öldürdükten sonra dedeni ve senin


babanı da boğdu. Onun sesine sakın kulak verme! Babaları, kocaları,
kardeşleri ve oğulları büyüleyip baştan çıkaran, onları yiyen hep bu
kaltaktır. Bir gün sana da gülümseyecek, ‘Gel, gel civanım, canımın
içi, kucağıma gel, gel sevişelim!’ diye seni de ayartmaya çalışacak.
Senin ta can kulağına seslenecek. Lanetleme! Kaltak! Hep öyle tatlı
tatlı konuşur erkeklere. Sana: ‘Gelberi delikanlım, sensin sevgilim’
diye bağırınca, ‘hayır, hayır!’ diye bağır suratına onun. ‘Hani dedem,
babam, amcalarım? Bana onları geri ver.’ diye haykır. Hele o
kenarları ak köpüklü mavi eteklerini kaldıra kaldıra, sana fişş diye

34
çıplak karnını, çıplak kalçalarını, gelgel diye gösterirse, tükür onlara!
Gitme ona! Gitme o kaltağa. Bana yemin et.” (Halikarnas Balıkçısı,
2015: 42).

“Açıklıklar Yolcusu” adlı hikâyede ise denizin yeniden bir kadın olarak
kişileştirildiğini görürüz. İstek dolu bir kadın olarak işlenen deniz, denizciyi
çağırmaktadır:
“Deniz, o taze taze tuz kokan ılık nefesiyle, seven bir kadın gibi
kayığa doğru soluyordu. “Gel! Gel!” diye türkü söylüyordu. ‘Gel!
koynuma gir! Ben senin mavi saçlı, mavi bakışlı, mavi gülüşlü
sevgilinim. Sana koynumda can vereceğim, sağnağımla ruh
vereceğim, seni güçlü kanatlar üzerinde uçuracağım, neden orada
cansız bir odun yığını gibi duruyorsun? Sen ormandaki o köklü ve
çakılı duruşundan bezip usanmadın mı? Gel… Işığa, güneşe, rüzgâra,
denize, açıklara, uzaklara çık. Dalgaların üzerine binip yaylan. Uçan
Kabaran göğsünle fırtınaları paçavralar gibi yırt, gerilere çarp, yunus
balıklarının, uçar kefallerin, açık deniz kılıçlarının yoldaşı ol!
Denizcinin uçan yanık türküsü ol’ diye çağırıyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015b: 20).

Benzer bir örnek de Ötelerin Çocukları adlı romanda karşımıza çıkar. Bu kez
de kişileştirilen denizdir. Deniz burada doğuran yönüyle bir annedir. Ayşe Gül
Kılıçaslan, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerini mitolojik açıdan incelediği tez
çalışmasında denizin, içinde pek çok canlı barındırdığı için doğurgan olarak
görüldüğü ve bu sebepten bir kadın olarak tasavvur edildiğini belirtir. Bir kadın
olarak tasavvur edilen deniz ile ergenliğe giren Tiycan arasında doğurganlık ilişkisi
üzerinden bir ilgi kurulur.
“Elif, gövdesinin ay ışığı ve yıldız parıltısıyla değil, denizin
bağrından patlayan can volkanının aleviyle aydınlanıp ağardığını
gördü.
İlk ana! Deniz bir ucundan öbür ucuna bir hayal kasırgası,
derinliğince de, bir hayat uçurumu kesilmişti.(…) elif bilmiyordu, ama
kendisinin de o doğurucu, yaratıcı gücün bir kısmı ve bir temsilcisi
olduğunu ta içten duyduğu için göğsü gururla kabarıyordu. İşte onun
da göğsü gelecekte çocuğuna emzireceği sütün umuduyla deniz gibi
inip kalkıyordu ya.” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 141-142).

Bu örneklerde kadının doğaya aktarılması, doğanın yaşayan yönüne dikkati


çekse de çevreci ekoeleştiri açısından değerlendirdiğimizde ekofeministlerin karşı

35
çıktığı bir durum söz konusudur. Amerikalı Antropolog Sheery Ortner, “Her kültür,
kadınları onların değerini alçaltan veya değerini olduğundan düşük gösteren bir
sembolle özdeşleştirilmiştir. Bu tasvire uyan bir tek sembol vardır, o da genel
anlamıyla ‘doğa’dır.” (Kümbet, 2012: 177). Ortner, bu ifadesiyle kadının doğa ve
kültür düalizminde, kültürden alt seviyede görülen doğayla özdeşleştirilmesine karşı
çıkar. Zira ataerkil zihniyetin, doğayı ve kadını pasif ve duygusal bir konumda
görerek baskıladığını düşünürler.

Ötelerin Çocukları adlı romanda Karakız, henüz çocuk yaştayken annesini


kaybeder. Annesine ne olduğunu anlamayan çocuk, ablalarına haber vermek için
dışarı çıkar ve birkaç kelebeğin peşine takılır. Sonra adeta bir arkadaşıyla
oynuyormuşçasına eğlenmeye başlar. Doğa da tüm unsurlarını (gök, çiçekler,
patika...) kişileştirerek çocuğa eşlik eder. Yazar, burada doğayı aktarırken doğaya
hareketlilik katar. Doğanın yaşayan yönüne dikkat çekmek ister.

“Bu kez ne görsün istersiniz? Bağrında mavi kelebeklerin


çoktan erimiş bulundukları masmavi bir gök, koynunu açmış, güle
güle, yokuş aşağı ona doğru koşuyor. Sanki maviler de onun gibi
çocuktular. Delişmen şeylerdi. Öyle serin esiyorlardı ki, Karakız'ın içi
açıldı. O da onlarla birlikte yokuş aşağı koşmaya koyuldu. Oynaşan
rüzgârlar çançiçeklerinin ve hasekiküpelerinin saplarını sarsarak
petallerini Karakız’ın üzerine üfürdüler. Sonra kahkahalar atarak
uzaklara seğirttiler. Yine uzaklardan dönüp Karakız'ı da, uçuşan
kırlangıçları da önlerine katarak kovaladılar, hepsi de yeryüzüne
indiler, kayaların ardına saklandılar, oradan çocuğun üzerine
çullandılar. Önünden esip saçlarını arkadan çektiler, arkadan esip
önünden çektiler. Karakız rüzgârların ne haltlar işlediğini gördü. Ama
rüzgârların kendilerini bir türlü göremedi. Rüzgârlar Karakız'ı tuhaf
bir dağ patikasıyla karşı karşıya bıraktılar.
Patika da tuhaf bir şeydi. Aklı çocuk gibi oynak ve terelelli bir
dağ yoluydu. Yokuş yukarı hopluyor, yokuş aşağı atlıyor, dirsekleri
birdenbire dönerken saklambaç oynuyormuş gibi, köşe başının ardında
gizleniyor, sanki Karakız'ın akranıymış, onu iki elinden tutarak, çekip
götürüyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 93-94).
Halikarnas Balıkçısı, güneşe, yağmura, rüzgâra, denize, dağa, tepeye, aya
yıldıza kadar ekosistemin parçası olan unsurlara farklı anlamlar yükleyerek onları
metafor olarak kullanmıştır. Yazarın metaforlara çokça başvurmasının sebebi,
insanların doğayı gerçek anlamıyla fark etmesini sağlamaktır. Zira “İnsan, içinde
yaşadığı gerçekliği ancak metaforlar aracılığıyla ve metaforik olarak kurgulayabilir.

36
Metaforlar hayatı, kendimizi ve ötekini anlamanın tek yoludur.” (Demir, 2015’den
aktaran Kurt Topuz ve Erkanlı 2016:306).

Halikarnas Balıkçısı kendisiyle özdeşleşen denize pek çok farklı anlamlar


yüklemiştir. Deniz, yaratılışın simgesidir. Evdir, yurttur, vatandır. Her şeyin üstünde
bir güçtür. Eşitleyicidir, adaletin uygulayıcısıdır.

“Koca Orfos” adlı hikâyede deniz her şeyin üstünde bir güç olarak tanımlanır.
Yazar, eserde denizden Tanrısal bir gücü çağrıştıran yaratılış olarak bahseder.

“Yaratılış umursamadan bütün rüzgârıyla ıslık çalıyor;


dalgaları kumsallara yayarken, o ıssız yerde usulcacık, “Ben ne
dilersem onu yaparım” diye fısıldıyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı,
2014: 47).

Turgut Reis’te ise yaradılış olarak görülen deniz, Turgut Reis’i çağırır.
“İçinden keskin bir ses ‘Deniz! Deniz! Deniz!’ diye
bağırıyordu. İşte o ses, yaradılışının ve mukadderatının çağrısı, idi.” (
Halikarnas Balıkçısı, 1992: 45).

Gücü temsil eden deniz, “Armudun Suyu” adlı öyküde de karşımıza çıkar.

“Deniz yaratılışın yarattığı en açık ve en büyük şeydir. Her


nerde ne kadar su varsa hep ona akar. Gün olur, nah işte şu açık
avucum gibi yamyassı uyur. Bakışı bir çocuk bakışı kadar masum
olur. Ama hele bir rüzgâr essin. Burada gördüğün dağlardan daha
kocaman kabarır, bu köy evlerinden daha büyük gemileri hap diye
yutar’ dedi.”(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 91).
Denizin istediği gibi hareket edebilmesi, denizin tahakküm altına
alınamayacağının en güzel göstergesidir. Deniz, doğası gereği değişkenlik gösteren
bir tabiata sahiptir. Bazen olabildiğince durgun ve sakin iken; bazen de tam tersi
dalgalı ve hırçındır. Denizin bu başkaldıran tavrı insan türünü rahatsız eder. Çünkü
insanlar, doğayı ve denizi kontrol altına almak ister. Bu sebeple de daha çok toprağa
yönelirler. Çünkü toprak, deniz gibi başkaldırmaz.

Denizin bir diğer temsil ettiği şey ise eşitliktir. Denizde hiyerarşik
yapılanmaya yer yoktur. Mülkiyet kavramı yoktur. Deniz, tam anlamıyla özgürlüğün
simgesidir. Deniz kendisine hükmedilmesine dalgalarıyla karşılık verir. “Son
Şarkı”adlı öyküde iki çocuğunu denizde kaybeden kendi de denizde bir şimşek

37
çakmasıyla iki gözünü kaybetmiş yaşı yüzü geçkin Kör Hüseyin’in hikâyesinde
denizin bu yönleri açıkça ortaya konulur:
“Ey güzel deniz, senin sonsuz ufukların cimri köylüye ve toprak
adamlarına irat getirir tarla olamaz. Milyarlarca dönümünü kimse
benimdir diye kendine mal edemez. İnsanın o kadar güvendiği
düşkünü ezen kuvvetinin boyunduruğunu sana takmaya kalkışınca
hemen kabarırsın. Ey özgürlük simgesi! O insan, ister dilenci, ister
kral olsun, inandığı Tanrı’dan saçı başını yola yola imdat haykırmaya
mecbur edersin ve gürleyen köpüklerinle onu altüst ederek köpek
ölüsü gibi kuyruğundan tutup ben ölümsüz denizim! diyerek gerisin
geriye geldiği yere fırlatırsın. Dağı, taşı ihtiyarlatan zaman, senin
sonsuz güzelliğine bir kırışık katmıyor. Gençliğinde kara saçlıyken
neysen, şimdi saçın akken yine osun! Sevdiğin kızlar cadı oldu. Oysa
yaratılışın şafağında neysen bugün yine osun! Güzel deniz! Tatlı
deniz!” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 202).

Ekoeleştirmenlere göre doğa ve insan birinin ayrılmaz parçasıdır. Doğayı ve


insanı birbirlerine üstünlük kurmadan kendi gerçekliğiyle ele almak gerekir. Bunun
içinde bireylerde çevre bilinci yaratmak gerekir. Ekoeleştiri, bu bilinci oluşturmak
için harekete geçen bir kuramdır. Amaç, doğadan uzaklaşan, doğa üzerinde
hâkimiyet kurmak isteyen bireylere doğanın hâkimi değil de doğanın bir parçası
olduğu gerçeğini kavratmaktır.

“Can Kurtaran Anırtı” adlı hikâyede de benzer bir durum söz konusudur. Denizde
kimsenin kimseye üstünlüğü söz konusu olamaz. Deniz üzerinde herkes eşittir.
Yalnız insan vardır.

“Hey gözünü sevdiğim deniz hey! Hele bir kasırga


makamından ötmeye koyulmasın. Sultanın sultanlığı, kuru yapraklar
gibi savurur atar, ortada insanın ta kendisini bırakır.” ( Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 143).

Doğa, deniz kendisine hükmetmeye çalışanlara cezasını verir. Ötelerin


Çocukları adlı romanda Haşmet Bey, paranın kendisinde yarattığı yersiz özgüvenle
her şeye hükmedebileceğini düşünür. Haşmet Bey batan bir vapurdan paralarını
kurtarmak için birkaç denizciyle denize açılır. Denizciler, fırtına olacağını belirtseler
de o bu uyarıyı dikkate almaz. Parasına güvenen Haşmet Bey’e gereken cezayı veren
doğa bir bakıma adaleti simgeler.

38
“Deniz, Haşmet Beyin çalımını, kurumunu silip süpürmüştü. Sağına
soluna bakınayım derken, kulağında kamçı gibi bir şey şakladı. Bu bir
dolu tanesi idi. Biber gibi yaktı. Bunun ardı sıra, hemen bir top
patladı, kocaman bir davul çalındı. Bu da yıldırımdı. Haşmet Bey
şaşakaldı. Gök gürültüsüne bir emir savrulunca, "Evet, efendim!
Sepet, efendim!" diye taklalar kıla kıla, ufkun ötesine defolup gitmesi
gerekmez miydi? Ne edepsiz, terbiyesiz bir gök gurultusuydu bu!
Fırtına korkunçtu. Kasırga aynı anda türlü türlü şeyler
yaratıyordu. Dövüyordu, yırtıyordu, paralıyordu, gürlüyordu, insanın
soluğunu tıkıyordu. Herhangi bir tek ses, top patlaması bile olsa, bu
gürleyişin içinde kayboluyordu. Haşmet Bey, ömründe ilk olarak
gerçek bir şeyi gerçekten duymaya başladı: O da korku idi. Kasırga
denilen ejder, Haşmet Beyin sapasağlam bir dünya, bir evren sandığı
saygınlığını, o yalancı binayı, soluğuyla paldır kuldur yıkıyordu.” (
Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 232-233).

Denizin cezalandırdığı bir diğer isim ise“Ege’nin Öfkesi” adlı hikâyesindeki


Aksi Mahmut’tur. Aksi Mahmut, her şeye karşı bir kin bir nefret duygusuyla hareket
eden biridir. Doğaya yaydığı olumsuz tavrın sebebiyle tüm aksiliklerin kendini
bulduğunu düşünür. Aslında aksilik onun mizacında vardır. Aksi lakabını alması
bundandır. Aksi Mahmut denize açıldığı bir gün birkaç aksilikle karşılaşır. Rüzgâr
onu sürükler. Oda kendini sağlama almak için bir mağaranın içine girer. Orada yeni
yavrulamış bir foku görür. Foku gözüne kestiren Aksi Mahmut, koca bir sopayla
foku öldüresiye yaralar. Bu durum karşısında Ege Denizi, Mahmut’a gereken cezayı
verir.
“Aksi Mahmut’un dört tarafı kendi dünyası gibi kaynayan bir
cehennem kazanı oldu. Havaya kaldırıldığını duydu. Elinden gelseydi,
dalgaların boynunu ısıracak, koparacaktı.
Ama dalga çökünce kayık muallakta kalacak değildi ya!
Mahmut ‘un dişleri kayalara çarptı, parça parça oldu. Deniz onu aldı.
Onu kayaların diş gıcırdatan, köpürten, hırlayan çatlaklara
sıkıştırıyor, getiriyor, onu çeneleri arasında testerelemesine
çiğniyordu. Sabaha doğru deniz onu kumsala tükürdü.” ( Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 103-104).

İnsan-doğa ilişkisi, insanlığın varoluşundan bugüne kadar belirli ilişkiler


çerçevesinde gelişmiştir. İlişkinin boyutu, zamanla teknolojik gelişmeler ve bilim
insanlarının tutumuyla değişmiştir. Yeni doğa kavrayışı (özellikle Bacon’ın “bilmek
egemen olmaktır” ve “Descartes’ın mekanik dünya görüşü”), insanın merkeze
alındığı ve ölçünün insan olduğu bir anlayışı egemen kılmıştır. Bu yeni anlayış,

39
insanın hem kendisini hem de çevresini algılama biçimini değiştirmiş, hâkim dünya
görüşü olarak da mekanik bir doğa kavrayışına yol açmıştır. (Gül, 2013: 19).
Doğanın, organizma yerine bir makine olarak algılanması insanların doğaya bakışını
değiştirmiştir. Her şeyin insan için var olduğunu düşünen insan türü, kendini doğanın
efendisi görmeye başlar. Bu üst statüye oturtulan insan, doğayı kendi çıkarları
doğrultusunda sömürmeye başlamakla kalmaz, doğaya karşı acımasız tavırlar içine
de girer. Ekoeleştiri, geçmişten günümüze doğaya atfedilen yanlış anlamlarla
mücadele eder. Doğanın, yaşayan yönüne dikkat çekmeye çalışır. Kendini doğanın
hâkimi gören insan türüne, doğanın sadece bir parçası olduğunu hatırlatmak amacı
güder. Halikarnas Balıkçısı da bu hikâyelerinde Haşmet Bey ve Aksi Mahmut
üzerinden insanın doğa ilişkisini sorgulayarak, insanın doğa üzerinde kurmaya
çalıştığı tahakkümü eleştirir.

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde denizin kazandığı bir diğer anlam ise


kişinin kendini güven içinde hissettiği evdir, yurttur. Doğa, insanın ilk evidir,
sığınağıdır. Deniz de denizciler için benzer anlam taşır. Denizcilerin kendini denizde
güvende hissetmesi, denizin riyakâr olmamasıyla da bağdaştırılabilir. Zira deniz,
kendini asla gizlemez, kimseyi kandırmaz. Açık sözlüdür. Denizin bu yönü
insanların kendilerini denizdeyken rahat hissetmelerini sağlar. Doğayla iç içe olan
insanların kendilerini güvende hissetmeleri bundan ileri gelir. Doğanın ruhunu içinde
taşımayanlar ise denizde tedirgin olur. Tehdit unsuru olarak görür. Ekoeleştirel
açıdan değerlendirecek olursak insan doğanın bir parçasıdır. Doğayla bütünlük
içerisinde yaşayan insanlar, kendilerini doğanın koynunda güvende hissederler.
Deniz güvenli bir sığınaktır. Bu durum, Uluç Reis adlı romanda karşımıza çıkar.
Küçük yaşlarda annesi ve babasını kaybeden Uluç Reis, denizin koynunda kendini
güvende hisseder.

“Gece, ıssız enginde değilde ana babasının evinde, ocak başında


oyuncaklarıyla oynuyormuş gibi, fırtınalarda verilen emirleri teker
teker, o çocuk sesiyle ciyak ciyak bağırmaya koyuldu. Ay batıya
doğru ağmaya başlayınca Ali enikonu yorulmuştu. Deniz, ninni gibi
uzun uzun fısıldıyordu. Dalgalar ise kayığı beşikliyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 1997: 45).

40
Denize açılan korsanlar için yurt, karada bıraktıkları değil de denizin
kendisidir. Bu yüzden denizden uzaklaşınca tedirgin olurlar. Yurtlarına, denize
kavuşacakları günü hayal ederler.

“Ekseri denize açılan insanlar, yurtlarını ve sevgilerini karada


bıraktıkları için müteessir olurlar. Korsanların yurtları denizdi. Her
karaya gelişlerinde yürekleri burkulurdu: acaba denize bir daha
açılacaklar mıydı?” (Halikarnas Balıkçısı, 1997: 163).

Halikarnas’ın eserlerinde dağ da sembolik anlamlar içerir. Dağın hacimsel


olarak kapladığı alan onu, gücün ve ululuğun sembolü haline getirir. Ötelerin
Çocukları adlı romanda dağa ululuk yüklenmişken, dağın yanında hacimsel olarak
küçük kalan köy küçümsenmiştir. Burada dağ, gücü itibariyle aslana, köy ise
hiçleştirilerek pireye benzetilmiştir.
“Köyün dört yanında yüksek dağlar bir ululuk simgesiydiler
sanki. Nasıl oluyordu ki bu yüce dağlar aralarında bu Çatalkaya gibisi
köylere katlanıyorlardı? Onlar galiba aslanların sırtlarında taşıdıkları
pireleri hoş görmeleri gibi ilgisiz kalıyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı,
1994a: 85-86).

İnsanlar, çoğu zaman kendi duygularını ifade etmek için doğaya anlamlar
yükleyip kendilerince değer biçerler. İnsan türü, genellikle güçten yana bir tavır
sergiler.
“Dağ denilince insanın hayaline, irtifasıyla göklerde çığlık
kesilmiş şahikalar, pars gibi vahşi zirveler gelir.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2010: 182).

İnsanların güçten yana tavrı karşısında derin ekoloji, doğadaki canlı cansız
tüm organizmaların doğada kapladıkları alan ve hacimleri dışında kendi içsel
değerini taşıdığını savunur. Koca bir dağ kütlesiyle bir kum tanesi değer açısından
eşittir. Her canlı ya da cansız doğa unsuru, kendinden gelen öz değere sahiptir. Derin
Ekoloji özellikle her bir varlığın özgünlüğünü vurgular. Biyolojik çeşitlilik ve
zenginliği destekler.

Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarında simgesel anlam yüklenen bir


diğer unsur ise taştır. Aganta Burina Burinata adlı romanda köy halkı kuraklıkla
karşılaşınca yağmur duasına çıkmaya karar verirler. Eski bir inanış olan yağmur

41
yağdırma ritüeli, eski Türk inanışlarında “yada taşı” aracılığıyla yapılır. Bu romanda
da benzer bir durum söz konusudur. Romanda yağmur yağması amacıyla küçük çakıl
taşların üzerine dua okunur ve taşlar denize atılır.
“Nihayet okunmuş taşlar, develere beygirlere, eşeklere
yükletildi. Bazı köylüler kendi okudukları taşları sevaptır, diye kendi
sırtlarında taşıyorlardı. Müftü Abdülvahap Hoca ata binmiş önde
gidiyor, ondan sonra eşraf geliyordu.(…)
Dualar okunuyor, kuzular meliyor, atlar kişniyordu.
Böylelikle akar kenarına varılarak okunmuş taşlar suya atıldı.” (
Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 176).

Yağmur duasının ardından bu kez köyde aralıksız günlerce yağmur yağar. Bu


defa da yağmurdan ekinler zarar görür. Köylü, yağmur için okunan taşların, sudan
çıkarılıp kurutulmasıyla yağmurun duracağına inanır.
“Badibadilerin Hikmet, Subaşı Mehmed Ağa’ya ‘Yağmurun zıddı
kuraktır. Bu kadar sudan sonra bize su lazım değil, kurak lazım. Suyu
getiren duayı acaba tersine okursak, sulağın tersi olan kurak gelmez
mi?’ diye sordu.
Nihayet yağmur yağsın diye atılan taşların, çocuklar
daldırılarak çıkartılmasına ve mangalda ısıtılıp kurutulmalarına karar
verildi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 178).

“Yağmur duası” adlı hikâyede de benzer bir durum söz konusudur. Burada
büyük bir kuraklıkla karşılaşan köylü çareyi yağmur duasında bulur.

“ Kel Mehmet imamı buldu. Taşların üzerine, suda erimeyecek ziftle,


‘vecelna, minelmae küllüşey’in hayr’ yazıldı. İmam başta, çuvala
doldurduğu taşları sırtında taşıyan Kel Mehmet arkada yürüyorlardı.
Köylülerde, inekleri, koyunları, eşekleri, beygirleri süre süre
geliyorlardı arkadan.(…)böylece toplu halde deniz kıyısına varıldı.
Yazılı taşlar denize atıldı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 109).

Halikarnas Balıkçısı, halkın dini duygularla hareket edip doğaya müdahale


etmek isteyişlerini tiye alarak ortaya koyar. İnsanların duadan, taştan medet umması
doğaya dair bilinçsizliğin en büyük göstergesidir.
İnsanların doğaya bakışını etkileyen en önemli unsurlardandır gelenekler ve
inanışlar. Özellikle dini inanışlar insanın doğaya bakışına yön verir. Pek çok dini
inanışta insanın doğadaki en yüce varlık kabul edilmesi, doğadaki tüm unsurların
insan hizmetine sunulan unsurlar olarak görülmesini sağlar. Doğa, insanların dini
yaşayışlarına göre şekil alır; doğada yaşanan olumsuz durumlar, insanların dinden

42
uzaklaşmalarıdır. Burada da köyün kuraklık yaşamasının sebebi buna bağlanır. Köy
imamı Abdülvehap Hoca, köyü dolaşarak köylüyü duaya, namaza davet eder.
Doğadaki unsurların kutsal sayılması, çok geçmişe dayanır. Tek tanrılı
dinlerden önce insan türünün inanışları doğa merkezlidir. Doğadaki pek çok şeye
kutsiyet yükleyen insanlar, yine dilediklerini doğa aracılığıyla elde edeceklerini
düşünürler. Doğaya atfedilen tüm anlamlar, doğada yaşanılanları anlamlandıramayan
insan türünün çaresizliğinin sonucudur. Zamanla toplumun inanışlarında
farklılaşmalar olsa da yer edinen bazı inanışlar geçerliliğini korur. Örneğin Ötelerin
Çocukları adlı romanda genç kızlar, Kısmet Taşı’na çıkar ve kendileri için eş dilerler.
“Onun için sabahları gün ağarırken, akşamları batarken,
mutlaka birkaç kız, uğurlu olduğu söylenen Kısmet Taşı’na çıkar,
oradan ‘ Aysız güneş mi olur? Gelinsiz efe mi olur? Bahtım! Kocaya
gidecek vaktim!’ diye bağırırdı. Bundan sonra gider, evlerinin denize
bakan penceresinin önüne otururlardı. Yelkenlilerin uzaktan gelişini,
can gözüyle seyrederler, kayıkların birdenbire bir erkek şekline
girmesini, deniz üzerinden yürüye yürüye, ‘koca’ diye kendilerine
gelmesini beklerlerdi” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 87).

Benzer bir motif Deniz Gurbetçileri romanında da karşımıza çıkar. Süleyman


ve Kezban çiftinin dört yıldır çocukları olmamaktadır. Süleyman, çareyi karısını
köyde bir uçurum kenarında yer alan Kıztaşı olarak adlandırılan kırmızı taşa
götürmekte bulur. Zira köylü, hamile kalmak isteyen kadınların bu taş sayesinde
hamile kaldıkları inancı içerisindedir.
“Ertesi günü sabahleyin köyün kimi cadaloz, ihtiyarlarına başvurdu.
Onlar çeşitli dağ otlarıyla kadınlara bol bol çocuk yaptıracak ilaçlar
hazırladılar. Bir de ilkbahar olduğu için -tam zamanıydı- Kezban’ı
Tavşan burnundaki Kıztaşı’na götürüp üç gece orada kırmızı taşa
oturmasını salık verdiler(…) Süleyman da öyle yaptı. Burnun ucunda
üstü tümsek, ama insanlar tarafından oturula oturula cilalanmış
kırmızı bir taş vardı. O kırmızı kaya, sanki yaratılışın şah damarından
kaynayıp akmıştı. Süleyman Kaptan her akşam kayığıyla Kezban’ı
oraya götürüp oturtur, sabahleyin tanyerinin ağarmasıyla gider
alırdı.(…)
O günden dokuz ay sonra Kezban, dünyaya Cennet diye adlandırılan
bir kız çocuğu getirdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 192-193).

Romanda yine Kıztaşı adlı kayanın, insanlara güç verdiğine de inanıldığı görülür.

“Halka göre uçurumların gökleri kavrayan şanı, denizin yumuşak,


gülümseyen koynunda, zebunluktan yürüyemeyerek sendeleyen ve
yüzlerine ölüm gölgesi düşen ihtiyarlar, o dinçlik taşına gidip

43
oturdular mıydı, gövdelerine değme bir güç gelirmiş, ağır taşları
tüymüş gibi fırlatıp atarlarmış, hoplar zıplarlarmış. Ondan sonra
ölürlerse bile güçlülük kanısının verdiği rahatlıkla ölürlermiş.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 193).

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde fırtına başkaldırışı simgeler.


“Doğanın bu isyanı, Karakız'ı büyülüyordu. Yaratılış neye
karşı kalkınıyordu? Karakız, bu sorusunun cevabını, kasırganın
gürleyişinde bulamadı. Elbette ki gözle görülmeyen, elle
dokunulmayan bir yalan ağı vardı. İşte, bu karanlığın kaskatı kilidini
kırıp, yırtıp, yıkmak için olacak, fırtına kopuyordu. Karakız, fırtınaya
karşı, bir iç yakınlığı duyuyordu. Kasırga, yalın, kapkara bir uçurum
gibi korkunç bir ‘Hayır!’ idi. Bunun için Tiycan'ın hoşuna gidiyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 268).

Aganta Burina Burinata adlı romanda da benzer durum söz konusudur.


Roman kişisi Mahmut tam bir deniz oğludur. Fakat zamanla bir tercih yapıp
Ayşe’yle evlenerek karada yaşamını sürdürür. Karada yaşamak onu tatmin etmez.
Denize dönmek ister. Ama karısı ve çevredekilerin baskısına maruz kalır. Tüm bu
ikilemi yaşarken fırtınanın başkaldırışıyla özdeşim kurar. Çevresindekilere hayır
diyemeyen Mahmut’un sesi olur adeta.

“Fakat fırtınalı havalarda, fırtınanın öfkesinde, gemsiz, hudutsuz,


itidalsiz bir hayret, fal taşı gibi açıkgözlerle şaşakalmış bir bakış vardı.
İşte bu, derinden derine hoşuma gidiyordu. Fırtına bir şey kabul
etmiyor; o şeyi yıkıyordu. Neyi?
Ne gürleyen rüzgârda, ne de çakan şimşekte bu suale bir cevap
yoktu. Bunların hepsi heybetli bir ‘Hayır!’ idi.
Neye, "Hayır olmaz! diyorlardı? Bilmiyordum. Fakat
gönlümün ta içi bu ‘hayır’ın müttefikiydi” (Halikarnas Balıkçısı,
2013b: 181).

“Kavanoz Yavrusu” adlı öykü, küçük yaşta bir hayır kurumundan


evlatlık olarak alınan fakat bir hizmetçi gibi çalıştırılan Feryaz’ın hikâyesidir. Feryaz
sürekli aşağılanır, hakarete maruz kalır. Feryaz, büyüyünce yaşamış olduğu hayatı
sorgulamaya başlar. Yaşamın hapsolmuşluğuna, süregelen düzenine karşı içinde bir
isyan, bir başkaldırı belirir. Hissettiği başkaldırı duygusunu doğada bulur. Doğa,
insan duygularıyla simgeleştirilir.

“Fırtınanın öfkesinde gamsız, şuursuz ve ölçüsüz bir hayret vardı. İşte


fırtınanın bu hali, derinden derine kızın hoşuna gidiyordu. Sanki doğa
başkaldırıyordu, ama neye? Ne hırlayan denizde, ne gürleyen rüzgarda

44
ve ne de çakan şimşeklerde bu sorunun cevabı vardı. Doğa ya da
fırtına, acaba bir atmosferik engele mi, yoksa sıkan geleneksel bir
çemberine mi ‘hayır’ diyordu? Kasırganın gürleyişi, denizin hırlayışı
‘Statüko’ya bir koca ‘Hayır’dı! Hayır, hayır. Kesin olarak olamaz,
diye bağırıyordu sanki” ( Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 136).
Güneş de bir benzetme unsuru olarak, farklı anlamlarla karşımıza çıkar.
Güneş; yaydığı sıcaklılıkla, ışıkla, enerjiyle pek çok şeyi simgeler. “Kancay” adlı
hikayede, bir çingene kızı olan Kancay’ın öleceği zaman güneşe karşı hissettikleri,
güneşe yüklenilen anlamları açıkça ortaya koyar. Kısaca güneş, yaşam demektir
Kancay için.

“Güneş, onun için ömrü boyunca uzaklarda mavileşen dağlardı; bahar


günlerinde dere tepe harıl harıl uğuldayan ağustosböcekleriydi;
çalıların loşluğunda bir başına öten kuştu; göklerin derininde
yapayalnız uçan kartaldı; ağaç gölgeleri arasında mırıldanan ırmaktı; o
ırmağın kenarında içilen avuç dolusu su idi; altın buğdayla uzayan ova
ve ovada ücralaşan şarkı idi; denizin çakıp duran milyarlarca
dalgalarıydı; onu seven erkeğin el ardıyla alnından sildiği teri idi;
kulağına fısıldadığı rüya idi; taşan sevinci ve göğsünü kabartan
zaferiydi. Güneş onun gecesi idi, uykusuydu, hülyası idi-gölünün
gözünün aydınlığı- velhasıl günü güneşiydi.” ( Halikarnas Balıkçısı,
2014: 42).
“Değirmenci Ateşoğlu Nasrettin” adlı hikayede anlatıcı yazar, Ateşoğlu
Nasrettin’i ziyarete gider. Fakat onun öldüğünü öğrenir. Ateşoğlu Nasrettin’in
sözlerini anımsar. Ateşoğlu Nasrettin güneşi değirmene benzetir. Güneşin fıldır
fıldır dönüşü ile değirmenin dönüşü arasında bir ilişki kurar.

“ ‘Güneş de bir değirmendir. Onun sarı ışık kanatları fıldır fıldır


döner’ derdi. Belki, gözlerini kaparken gündüzdü de, gönlünde
güneşin altın ışığını eğiriyordu. Çünkü altın buğdaydan, kar gibi ak ve
yumuşak un yapmasını çok severdi. Çevreme bakındım. O an bile,
güneşin ışığında, dalların yeşilliğinde, dağların heybetli duruşunda ve
Arşipel'in kaynayan ateşinde onun gülüşünün akışını duyar gibi
oldum” ( Halikarnas Balıkçısı, 2019: 76).

Güneş, çoğunlukla olumlu duyguların tasviri olarak kullanılır. Fakat güneşin


yaşam üzerinde olumsuz etkileri de söz konusu olabiliyor. Aganta Burina Burinata
adlı romanda Mahmut’un yaşadığı köyde başlayan kuraklık ve beraberinde gelen
sorunlar sebebiyle güneş, en karalık bir kış gününe benzetilir.

45
“Günlerce gökte ne nem, ne çiy, ne buğu, ne de bulut vardı. Tamtakır
kurubakır bir gökte kızıl kızıl yanan güneşin ışığı en karanlık bir kış
gününün kasvetine taş çıkartıyordu. Kudurmuş, susamış topraklar,
hastalıklı dudaklar gibi yer yer çatladı. Günler cenaze alayı gibi yavaş
yavaş geçiyordu. Sanki gün akşam gurubunu yitirmişti de uzuyordu ve
bir türlü sonunu bulamıyordu” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b:164-165).

Yine aynı romanda Mahmut, havanın sıcaklığından kaynaklı güneşi, her şeyi
yakıp kavuran cehenneme çeviren bir unsur olarak görür.
“Güvercinlik yolunu tuttuk. Çepeçevre ısıyla yanıp tüten dağlarla
kapanmış, bir cehennem çukurunun dibinde yürüyorduk. Güneş, ışık
ve ateş yağdırıyordu. Kızgın kayalar, kavrulmuş toprakların alevini
yüzlerimize vuruyordu. Arasıra bir alaca yılan şimşek gibi parlayarak
yolun ortasından geçiyordu.” (Halikarnas Balıkçısı,2013b:167).

Görülüyor ki insanlar, karşılaştıkları durumlar karşısında doğa unsurlarına


olumlu ya da olumsuz duygular yükleyebiliyorlar. Bir çiftçi için kuraklık getireceği
için güneş olumsuz bir anlam yüklenirken, yaydığı ışıkla ise güneş olumlu duyguları
ifade eder.

Yıldızlarda yazarın çokça yer verdiği doğa unsurları arasındadır. Yıldız,


gökyüzünde büyüleyici bir görüntüye sahiptir. Aganta Burina Burinata adlı romanda
küçük Mahmut yıldızları patlamış mısıra benzetir.

“Yıldızlarda annemin evde patlattığı mısır buğdayı kokusunu andıran


bir sıcakkanlılık vardı. Sanki göklere avuç avuç mısır taneleri
savrulmuştu. Güney gecesinin ateşli koynuna değen taneler, neşe ve
ateşle patlayan yürekler gibi çat pat çakıyorlardı” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013b: 60-61).

Gökyüzünü süsleyen ışık yayan bu cisimler, insanlar üzerinde olumlu


duygular yaratır.
“Gök ve deniz baştanbaşa bir pırıltı ve çalkantı idi. Yıldızlar kıpır
kıpır kıpırdadıkça, köşeleri kırpılmış parıltı kırpıntıları milyon kere
milyarca şakrayan yağmur damlaları gibi harıl harıl boşanıyor ve
denize düşüyorlardı. Ne güzel evrendi bu!” (Halikarnas Balıkçısı,
2013b: 64).

Yıldızlar, Deniz Gurbetçileri adlı romanda sevgiliden haber veren bir aracıdır.
Sevgililerinden uzakta olan denizciler, yıldızlara yükledikleri anlamlarla özlemlerini
sevgililerine iletirler.

46
“Bodrumlu Mecdi -en genci oydu- yıldızlara uzun uzun bakıyordu.
Sükütu İlk önce TlllosluTakkis bozdu, ‘Ne o Mecdi? Sen Bodrum'daki
sevdiğin kızımı dinliyorsun?’ dedi. Gece karanlığında Mecdi'nin
yüzünün kızardığı görünmezdi. Mecdi ve oradaki denizeller Takkis'in
ne demek istediğini anladılar. Gece gökteki yıldızların yürek
çarparcasına en çok kıprayıp parıldayanı, sanki sevdiğin kız ya da
kadının sana bir şey söylemeye çabaladığı anlamına gelirdi denizciler
arasında. Mecdi, ‘Yok a canım’dedi. Takkis, ‘Ne yok a canımı? Seni
çok seviyorum, göreceğim geldi, çabuk dön, gözlerimde tütüyorsun.
Çabuk dön seni bu yıldız parıldamamla öpüyorum. diyor’ dedi.
Mecdi'nin çok hoşuna gitti bu laflar, ama genede utana utana, ‘Yok
açanım,’ dedi. Dinlediği sözlerin tadına varmak üzere sustu. Başını
başka yana geçirdi. Ötekiler, ayıp ediyorsun Mecdi. Baksana akşam
yıldızı çırpına çırpına parlıyor, şimdi o kız o yıldıza bakıyor da seninle
haberleşmek istiyor. Sen ona sırt çeviriyorsun. Dön başını kerata.
Yazık zavallıcığa dediler. Mecdi de çekine çekine başını gene akşam
yıldızı yönüne çevirdi. Acaba sahi miydi bu? Akşam yıldızı parıl parıl
parlamaya koyuldu. Tıpkı Fadik gibi gülüyordu” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015a: 232).

“Egenin Dibi” adlı öyküde de mandalina ve portakal ağaçlarının çiçek açışı


karın yağışına benzetilir. Ağaçların çiçek açışı masal atmosferi içerisinde verilir.

“Mandalina ve portakalın ağaçları ay ışığında, tepelerinden


tırnaklarına kadar parlıyordu. Çiçekleri dolayısıyla, ağaçların üzerine
karlar yağmış gibiydi. Fakat mis gibi kokan serin ve ılık birkar.
Çiçekler gerçekten, karlar gibi yere yağıyordu. Yeryüzünü ışıklarla
örtüyorlardı. Rüzgârın her esintisi çiçeklerin kokularını açık denizlere,
millerce uzaklara götürüyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 65).

Yazar, doğaya genel olarak olumlu özellikler yükleyerek aktarırken bazı


hikâyelerinde ise doğa, olumsuz özelliklerle karşımıza çıkar.“Deprem” adlı hikâyede
doğa, kasvetli, korkutan bir unsur olarak ele alınmıştır. Hikâyede Murat Kaptan
geçmişte denizdeyken yaşadığı deprem anısı ve depremin yarattığı korkutucu
duyguları aktarır.

“Güneş kalın battaniye gibi ağır bir sisle örtülüydü.


Soluduğumuz hava, havadan çok yıkanmamış gübreli yüne, yapağıya
benziyordu. İpince, yemyeşil, zehirli bir yeni ay doğdu. Gökyüzünün
boylu boyunca, tabii olmayan bir halin, daha doğrusu bir felaketin
hükmü okunuyordu. Ne bileyim rüzgâr kasvetli bir iç çekişi gibi bir
şeydi. Korkmayan yüreklere bile bir ürküntüdür sızdı.” ( Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 62).

47
Doğa, canlı ve cansız tüm elemanlarıyla bir bütünlük ve uyum içerisinde
yaşar. Doğaya karşı hassas, duyarlı, bilinçli tutumların geliştirilmesinde, doğa ile
ilgili sorunların farkına varılmasında ve bunların önlemesi çözümlenmesinde doğayı
aktaran yazarlara önemli görevler düşer. Halikarnas Balıkçısı da bu anlamda üzerine
düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmiştir diyebiliriz.

2.1.2. Fiziksel Gerçeklik Olarak Doğa


Doğa, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinin yapıtaşıdır. Doğa, neredeyse tüm
unsurlarıyla yazarın eserlerinde karşımıza çıkar. Halikarnas Balıkçısı’nın doğayı ön
plana çıkarmak ve doğanın kaybedilen değerini yeniden kazandırmak için iki farklı
yol izlediği söylenebilir. Bunların ilki, metaforlar ve simgesel anlamlar aracılığıyla
doğaya farklı bir bakış açısı kazandırmak, diğeri ise doğayı tüm gerçekliğiyle, olduğu
gibi yansıtmaktır. Yazar, bu şekilde insanların çevrelerinde baktıkları; fakat
göremedikleri doğa unsurlarını görünür kılmaya çalışır.

“Halikarnas Balıkçısı, neredeyse tek başına, doğayı Osmanlı


edebiyatındaki simgeselliğinden kurtarmış, ona deneyimin yeni
gözüyle bakılmasını sağlamıştır. Edebiyatın dış mekâna çıkması ve
stilize edilmemiş bir doğayla yüzleşme cesareti göstermesi
bakımından anlamlı bir andır bu. Büyük dinsel kültürlerde olduğu gibi
doğanın insan için var olduğu varsayımından da, onu, içini insanın
dolduracağı boş bir çerçeve olarak gören modern anlayıştan da çok
farklı bir yaklaşımı temsil eder. Balıkçı’nın yapıtında ‘sahne’ olarak
doğanın yerini, ‘ev’ olarak doğa almıştır. Burada insan büyük ve güzel
bir şeyin parçası olma duygusunu yaşar. Aktif, yapıcı ve yıkıcı olan bu
doğa, kendi başına bir kahraman olduğu gibi kahramanları aracılığıyla
konuşurdu. İnsanın kendini bulduğu, kendisine geldiği yerdir.
Balıkçı’nın anlatmaktan büyük zevk aldığı, anlatırken neredeyse
fiziksel bir heyecan duyduğu fırtına sahneleri bu yüzden onun
yazarlığının doruğunu temsil eder” (Ertem, 1998’den aktaran Özbek:
79).

Halikarnas Balıkçısı’nın doğa duyarlılığı sadece sevgiden ibaret değildir. O,


doğayı merak eder, araştırır. Bu durum onun iyi bir botanikçi olmasını sağlar.
Halikarnas Balıkçısı, pek çok bitki türü hakkında bilgi sahibidir. Yazar, sahip olduğu
bilgi birikimini okuyucuya aktarır. Eserlerinde bitki türlerine çokça yer verir.
Okuyucunun bitkilere dair bilgi dağarcığına katkı sunan yazar, doğaya dikkat

48
çekmeye çalışır. Doğaya dikkat çekmeye çalışırken, doğayı bir dekor olarak değil,
kendi gerçekliğiyle, değeriyle ortaya koyar. Edebi eserlerde doğanın kendi
gerçekliğini yansıtması ekoeleştirin, özellikle de derin ekolojinin üzerinde durdukları
şeydir. Derin ekolojiye göre doğa, “canlı ve cansız tüm öğeleriyle doğayı bir bütün
olarak algılamak ve her bir öğeyi bir diğerine katkısı nedeniyle değil de özü itibariyle
değerli kabul etmek” (Yaylı ve Yaslıkaya, 2015: 463) fikrinden yola çıkar.
Halikarnas Balıkçısı da çevresinde gördüğü canlı cansız pek çok organizmayı bir
çıkar gütmeksizin, kendi öz değerliliğiyle eserlerinde anlatır. Ağaca, çiçeğe, bitkiye
dikkat çeker. Yazar, doğanın bu unsurlarını göz alıcı bir tablo olarak sunmak yerine;
doğal ve yalın bir şekilde ortaya koyar. Doğanın gerçekliğine, yaşayan yönüne dikkat
çekilir.

Aganta Burina Burinata adlı romanının ilk bölümünde, Mahmut ile babasının
Bodrum’dan Milas’a yürüyerek gittikleri bir gün aktarılırken, Mahmut’un yol
boyunca gözlemlediği, doğayı en ince ayrıntısına kadar anlattığı görülür. Mahmut:

“Gündüzün ortalık günlük güneşlikken, akşamleyin Milas’ın


ün almış ayazı bastı. Anadolu’nun güneyi değil mi ya, yedi sekiz
saatlik bir yürüyüşle, üzüm asmaları, zeytin, harup, portakal, limon
yetiştiren yerlerden, bin metrelik uçurumları, uzakta görünen karlı
dağları, kızıl güneşle yanan ovaları birbirine karman çorman karıştıran
bir bölgeden geçmiştik.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b:19).
Yine aynı romanda deniz sevdalısı olan Mahmut, denizi bırakıp Ayşe ile
evlenir. Mahmut ve Ayşe denizi görmeyen Çömlekçi köyünde yaşamaya başlarlar.
Mahmut, yeni bir hayat kurmanın mutluğu ile doğanın güzelliklerini fark eder.
Yazar, burada çevremizde var olan bitki çeşitliliğine dikkat çekmeye çalışır. Yazarın
doğaya olan ilgisi, onun bitki türlerine dair bilgi hâkimiyetinden açıkça anlaşılır.
“Sağımda solumda, naneler, mercanköşkler, lavantalar, güller ve bir
de kapının üzerindeki küçük çardakta hanımelileri, hep tatlı tatlı ve
hafif hafif kokarlardı. Öyle cömert fidancıklar ki. Bizi güzel
kokularının buğusu içinde yaşatmak için ancak bir avuç toprak ve
birkaç damla su isterler” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 139).

Yazar, Ötelerin Çocukları adlı romanda da bitki türlerine değinir. Roman


kişilerinin de dikkatleri doğaya dönüktür. Etraflarındaki çeşit çeşit bitkiler, ağaçlar,
çiçek türleri Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinin doğadan beslendiğinin ifadesidir.
“Dalgıçlar sokağa çıktıktan sonra, beyaz badanalı fıkara evceğizlerine,
tek tük portakal, limon, harup, melengiç ağaçları barındıran avlularına,

49
son bir kez dönüp baktılar. Ondan sonra ağır adımlarla limana
vardılar.” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 169).

“Halikarnas” adlı öyküde anlatıcı yazar, kaçırdığı vapur sebebiyle Bodrum’u


gezip görmek ister. Bodrum’un sokaklarını gezerken etrafında gördüklerini detaylı
bir şekilde aktarır. Yazar, bitki ve çiçek türlerine de kayıtsız kalmaz. Hemen hemen
gördüğü tüm bitkilerden, çiçeklerden, ağaçlardan bahseder. Halikarnas Balıkçısı’nın
doğaya dair pek çok unsura dair ilgisi, dikkati onun ne derece doğa duyarlılığına
sahip olduğunu gösterir.

“Kalafatın tokmak gürültüsü ve denize uzayan zift kokusu arasından


yol aldım ve tenha yollara saptım. Şimdi bir ak ev, biraz ötede
portakal ve mandalina bahçesi, sonra zeytinlik... Sağlı sollu kuru
duvarlar, ufak taş binalar. Yedi sekiz müşteri alabilecek küçücük
kahveler. İki hurma ağacı. Frenk incirleri, kaynanadilleri.(…)
Halikarnas'taki zeytinler, mandalinalar, portakallar, limonlar,
hurmalar, kaparisler, muzlar, haruplar, incirler, velhasıl yemişlere
mevsim mevsim geçit resmi yaptıran bütün ağaçlar, bu kıyının deniz
yeşilinden ders alırlar. Pesten tize kadar yeşillerle, Ege zümrüdüne
yeşil bir türkü söylerler” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 115- 116).

“Tam Çoban” adlı hikayede, Kisle Büküne giden yazar, mekanın güzelliği
karşısında büyülenir. Yine farklı farklı bitki türlerinden bahseder. Doğanın canlı ve
gerçekçi bir şekilde tarifi, insanın belki de sık sık karşılaştığı ancak farkına varmadan
geçtiği doğanın çeşitliliğini ve zenginliğini göstermesi açısından önemlidir. Doğanın
zenginliği ve çeşitliliği ekosistemi dengede tutar, dünyayı yaşanır kılar. Dolayısıyla
doğadaki biyoçeşitliliğin devamı için, doğaya gereken önem gösterilmelidir.
Halikarnas Balıkçısı’nın doğaya duyarlı yaklaşımı, okuyucuda doğa bilincinin
gelişmesine katkı sağlar.

“ Kekik, adaçayı, sedef, mersin, sakız, sandal, yabankaranfili,


yabanannanesi ve ardıçların acımtrak kokusu, insanın beynini,
yüreğini dinçleştirir. Her sağanak, yeni bir tütsü üfürür, başka .bir
iklim yaratır” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 97).

Bulamaç adlı romanda Badi Nuri’nin yanında çalıştığı Çil Hasan, tarlasında
tırmıkla öldürülmüş olarak bulunur. Çil Hasan’ın karısı da Badi Nuri’nin uğursuzluk

50
getirdiğini, kocasının bu yüzden öldüğünü söyler. Kadının çevresindekiler Badi
Nuri’yi döverler. Badi Nuri fırsatı bulunca kaçar. Bodrum’a varır. Yazar, burada
Bodrum’u fiziksel gerçekliğiyle olduğu gibi ortaya koyar.
“Ne kadar koştuğunun farkında olmadı. Ta neden sonra ayakları kanar
bir halde kendini yokuş başında buldu. Ta aşağıda, deniz kenarında
beyaz badanalı evleri, koyu yeşil portakal ve mandalina bahçeleri ve
açık yeşil hurma ağaçlan ile Bodrum'u gördü.” ( Halikarnas Balıkçısı,
2010: 323).

“Dalga Geçiyor” adlı öyküde uzun yıllar vapurda çalışan Murat, İstanbul’da
vapurdan ayrılır ve başka bir vapurda iş bulamaz. Bir süre İstanbul’da kalan Murat,
İstanbul’dan tiksinir. Derince’deki halasının evine gider. Orada doğanın tüm
yalınlığında kendini cennette hisseder.
“Rüzgâr tam yelken rüzgârı idi. Trişka bir şey! Bahçe vardı; arılarla
uğulduyordu. Her taraftan saman ve ot kokusu geliyordu. İstanbul’un
sidik kokan sokaklarından sonra orası cennetti.” (Halikarnas Balıkçısı,
2014: 185).

“Halikarnas” adlı hikâyede Bodrum’un tarihi yerlerini gezmeye çıkan anlatıcı


yazar, doğayı yalın ve doğal haliyle okuyucuyla paylaşır.
“Şehrin bütün dükkânları ve evleri, muhakkak eski binaların taşlarıyla
temelleri üzerine ve eski binaların arasına kurulmuşlardır. Her yapıda
kullanılan taş, bu yüzyıldan önce yaşamış ve yıkılmış elli-altmış bina
nesillerce kullanılagelmiştir. Binalar yıkıldıkça taşlarından yenileri
yapılmış. Bembeyaz evlerin içi de, dışı da, duvarı da, damı da, ikide
bir de tertemiz beyaz bir badana ile badanalanır. Bu beyaz evler,
bıçakla kalıp kesilmiş gibi asil ve kesin çizgili şeylerdir. Onlarda hiç
ciciye biciye yelteniş görmedim. Şehri yapan, mimari, değil ışıktır;
mavi gök ve mavi denizdir. Meltem rüzgârı mavisi, Ege mavisi! Ama
insan, acaba deniz mi şehrin güzelliğini süslüyor, yoksa şehir mi
kıyısıyla denizi süslüyor diye düşünüp şaşıyor.” (Halikarnas Balıkçısı,
2014: 113-114).

“Bulamaç” adlı romanda Bodrum, görünen haliyle olduğu gibi


yansıtılır.

“Ta aşağıda, deniz kenarında beyaz badanalı evleri, koyu yeşil


portakal ve mandalina bahçeleri ve açık yeşil hurma ağaçları ile
Bodrum’u gördü.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2010: 323).

“Gündüzünü Kaybeden Kuş” adlı hikâyede sabahın oluşu, doğanın uyanışı,


doğada bir ahenk içinde yaşayan canlılarla birlikte verilir. Yazar, sanki sürekli

51
okuyucuya doğadan haber vermek ister. Doğadaki canlıları hatırlatır, onların
varlıklarına dikkat çeker.

“Tanyeri uyanırken, keklikler derelerden, yamaçlardan cak cacak cak,


cak cacak cak ederek, yeni doğan günü bütün kuşlar, böcekler, çalılar,
dağlar, taşlar ve denizlerle selamlıyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı,
2014: 9-10).

“Cura” adlı hikâye İstanbul’un Mecidiyeköy’ünde geçer. Burada da şehir ve doğa


fiziksel gerçekliğiyle sunulur. Doğanın sesi yansıtılır.

“Tuhaf adamcağızdı rahmetli Salih Efendi. Geçen yıl, tam dut


zamanında Mecidiyeköyü'ndeydik. Her yaprağı ayrı fısıldayan ve yere
ha bire güneş benekleri serpiştiren bir ağacın altına bağdaş kurmuş
demleniyorduk. Arılar uğulduyor, kuşlar cıvıldıyordu. İçimizde
ilkbaharın neşesi vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 95).

“ Denizin Oğlu” adlı hikâye, Turgut Reis’in çocukluğunun ve denize olan


tutkusunun hikâyesidir. Hikâyede Turgut Reis’i anlatan yazar, doğaya o kadar
hayrandır ki doğaya dokunmadan geçemez. Turgut Reis’i bir ejder sahurluğuna
benzeten yazar, bu bitki hakkında bilgi vermekten kendini alamaz.
“Kurumuş otların arasından milyonlarca görünmez böceğin ötüşü
kasırga ışınına yakışan bir gürleyişle kalın ve davudi davulların
gümbürtüsüne benzer. İşte o güney illerinde tepesinden tırnağına
kadar zırh ve dikenle bürünmüş ejder sahurlukları vardır. Sahurluk o
mağrur bitkisel uykusuna dalgın güneşte dimdik durur. Sekiz-on yıl, -
gözler kapalı- öylece ışık ve ateşte yansa da dimdik durur. Hayatını
toplar toplar da sekiz-on yıl sonra on metre boyunda bir çiçek salar.
Belki de o koca şamdan çiçek değildir. Belki de geceleyin yıldızlar
dikenlerinin ucuna takılı kalmış ve gündüzün çiçek olmuşlardır.
Sekiz- on yıl hayatını veren sahurluğun –gönülden kopan- o çiçeğin
sapını, ellerini kanata kanata kesenler, onu çardaklarına direk yaparlar.
O deniz oğlu çoban, işte tam öyle bir çiçeğin tohumuydu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 138).

Halikarnas Balıkçısı, doğanın canlılığına, dinamizmine, gerçekliğine dikkat


çekmek için canlı, hareketli bir üslup kullanır.

52
“Artık sular kararıyordu. Bir burna yanaştık. Kıyıdaki çamlar,
kanatlarını yumup uykuya varan kuşlar gibi birbirinin koynuna
sokulup kapanıyorlardı. Salamastralar gıcırdıyor, her itişte üç
balıkçının çıplak ayakları çat diye farsların üzerine vuruyor, cam gibi
durgun denizi bir saatin tik takı kadar düzenli fişyu fişyuuu'larla
öttürürken, arkada da halka halka yayılan çemberler bırakıyordu.
Halkalar çamların uyuyan yanlarına değince onlarda uyanıyor ve
fişyu'ların temposuna uyarak tepelerinden ayakuçlarına kadar
salınıyorlardı.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 60).

“Bulamaç” adlı romanda da benzer bir üslup söz konusudur. Yazar, üslubuyla
doğanın gerçekliğini ortaya koyar.

“Öteki, ‘Adam sen de. (…) Ah ağaçlar bir günde fışş diye fışkırsalar
ne güzel olur. Bazen gece uykumda onların gürrr diye büyüdüklerini
duyar gibi oluyorum.’ dedi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2010: 164).

Halikarnas Balıkçısı, doğayı derinden hisseden biridir. Yazar, doğaya dair


hislerini eserlerinde açık bir şekilde ortaya koyar. Bu şekilde okuyucunun duygu
dünyasını harekete geçirir. Doğanın fark edilmesini sağlar. Doğanın, bir dekor
olmanın ötesinde fiziksel gerçekliğine vurgu yapmak adına üslubunu kullanır. Deniz
Gurbetçileri adlı romanda bu durum karşımıza çıkıyor.

“Kıyı boyunca gece böcekleriyle ocak böcekleri, mızıka


araçlarını durmamacasına akort eden orkestra öğeleri gibi çıkçık
çıkçık ederek ötüp duruyorlardı. Denizcilere ninni gibi geldi bu hoş
ötüşler, hepsi de uyuyakaldı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015:236).

53
2.1.3. İdeal Bir Yaşam Alanı Olarak Doğa

İnsan türü, yaşama dair tüm alanları hizmetine sunulmuş alanlar olarak görür.
Doğayı bitmeyen tükenmeyen bir kaynak olarak gören insan türü, bu alanları istediği
gibi kullanır ve sömürür. İnsan eksenli bu yaklaşım, insanların doğaya bakışını
olumsuz etkiler. Doğal alanları tahrip edip yerleşim alanlarına çeviren insan türü,
gittikçe doğadan ve doğal alanlardan uzaklaşır.

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerine bakıldığında ideal yaşam alanı olarak


insanların uğramadığı harabeler, adalar ve denizaltı görülür. Bu alanları değerli kılan
şey ise medeniyet tarafından kirletilmemiş olmasıdır. Ekoeleştirmenler tarafından
yaban hayat alanı olarak adlandırılan bu alanlar için William Cronon şu ifadeleri
kullanır:

“Yaban hayat, ruhunu kaybetmiş ve doğal olmayan bir medeniyetin


doğal, günahkâr olmayan antitezidir. Suni hayatlarımızı yozlaştırıcı
etkileri sonucu kaybettiğimiz benliğimizi tekrar bulabileceğimiz bir
özgürlük alanıdır. Hepsinden önemlisi, otantikliğin nihai doğasıdır.” (
Cronon, 1996’dan aktaran Garrard, 2017: 109).

“Ay Işığı” adlı hikâyede“Akkız” veya “Karakız” olarak adlandırılan kıyı köylerinden
bir kız ile Balıkçı Sarı Ali bir tesadüf sonucu karşılaşırlar. Deniz aşığı olan bu iki
genç, karakter olarak birbirlerini tamamlayan kişilerdir. Her ikisinin de sınırların
ötesini özleyişleri vardır. Bu özellikleri, onları birbirlerine yakınlaştırır. Birbirlerine
âşık olan iki genç ortadan kaybolurlar. Hikâyede ortadan kaybolmaları ay ışığına
karıştıklarına yorulur. Âdem Özbek, “Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Hayatı, Eserleri ve
Sanatı” üzerine çalıştığı doktora tezinde hikâyeye ismini veren “ay ışığı” konusuna
dikkat çeker. Özbek, ay ve ışık kelimesini kurşuni kelimesinin zıddı olarak bilinçli
bir şekilde kullanıldığını belirtir. Özbek’e göre Halikarnas Balıkçısı’nın kurşuni
renkli dünyada yaşanamayacağını vurgulaması, onun muhayyel bir yaşam arayışının
göstergesidir. Bu muhayyel yaşam alanı ise, ay ışığının karşıladığı bakir doğadır.
Bakir doğa, canlı pırıltılı, kirlenmemiş bir yer iken, dünya ise bu muhayyel yaşamın
tam aksine kirli ve kül rengidir. Yine Özbek, “ay ışığı” olarak sembolize edilen
muhayyel veya ütopik dünyanın, bakir doğa olduğunu belirtir. (Özbek, 2018: 337).

54
“Ama onlarda tevekkül değil, garip bir özleyiş vardı. Deniz,
ayakuçlarına fosforlu köpükler yayıyor, ta ufuklara dek ışıldıyordu.
Yağız kız, sesini dalgaların fışıltısından korumak için, Sarı
Ali'nin kulağına eğilerek,‘Ne o, korkuyor musun? Bu şimdiki yaşamı
arkanda bıraktığına pişman olacak mısın yoksa?’ diye sordu. Öteki,
gözlerini ay ışığından ayırmadan, ‘hayır!’ dermiş gibi başını salladı.
Baş başa dayalı olarak uzun zaman ses çıkarmadan aya baktılar.
Sonra, birbirlerine söz söylemeden ve bir işaret etmeden, ikisi de
birdenbire ayağa kalktılar. Uzun boyluydular. Ay ışığında
ağarıyorlardı. Yan yana yürüdüler. İkisi birden, denizdeki ay ışığına
daldılar. Deniz, bir çırpınışla ışıldadı; sonra, ay ışığında ay ışığı
oldular. Ve bir daha, o bizim kurşuni renkli dünyamıza dönmediler.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 162).

Halikarnas Balıkçısı’nın “Knidos Afroditi” adlı hikâyede ideal bir alan olarak
karşımıza çıkan yer bir harabedir. Knidos harabesi, insanlardan uzak sadece
balıkçıların bazen uğradıkları bir yerdir. Yıllara meydan okuyan bu antik kent,
bozulmamış iklimi, doğası ve el değmemişliğiyle doğallığını koruyan bir alandır.

“Knidos harabedir, ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne bir insan


vardır. Ama yaşayan bir şehirden çok daha canlı ve çok daha anlamlı
ve derindir. Devir devri siler, vakit vakti söndürür. Ama burada
devirlerin silemeyeceği, vakitlerin söndüremeyeceği bir güzellik var.
Burası harabe değil cennet kalıntısıdır.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014:
14).
Bulamaç adlı romanda Mahmut’un yaşadığı köyde sel olur. Sel, Mahmut’un
ekinlerini önüne katarak götürür. İnekleri için ot ve yonca bulabileceği Ören
hurmalığına giderek ineklerini karşı adaya geçirmek ister. Göl Ören adındaki üç bin
yıllık harabe Mahmut’un çok hoşuna giden bir yerdir. Zira bu harabe, kendine has
doğasıyla, bakirliğiyle bambaşka bir âlemdir. Kimsenin uğramadığı bu alanlar,
harabeler, insanlardan bağımsız olmaları sebebiyle değerlidirler.

“Yükselen aydan, çırpınan göl sularına şırıl şırıl bir ışık seli akıyordu.
Harabenin sütunları kardanmış gibi ağarıyordu. Kara Mahmut kayığını
demirledikten sonra bir kayaya oturup yavaş yavaş bir cıgara yaktı.
Gök koyu mavi bir deniz olmuştu. Ay gümüşi ışıktan yapılma
muhteşem bir kalyon gibi o rüyaların solgun deryasında orsa alabanda
ederek mesut seyahatine devam ediyordu. Yıldızlar, uzaktan geçen
gemilerin silyon fenerleri gibi kırmızı yeşil parıldıyorlardı. Dağlar
uzaklarda karlarla örtülmüş gibi parlıyordu. Onları ay ışığı,
elbiselerini yere kaydırıp tepeden tırnağa yapyalın parlayan gelinler
gibi, zirvelerinden eteklerine kadar yeni yeni yaratıyordu. Her şey

55
dünyaya ait olmayan ve hiçbir şeye benzerlik kabul etmeyen vahşi ve
ücra bir güzellikte vuzuh buluyordu. Mahmut içinden ‘Bu ne güzel
âlem’ diyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 161-162).

Yine aynı romanda Mahmut’un kızı olan Martı, Adalar Denizi denilen yere
ara sıra gider. Çeşitli adaların ve koyların yer aldığı bu ıssız yerlerde Martı, kendini
hiç yalnız hissetmez. Koyların birinde kumsala uzanır ve doğanın ruhunu dinler. Bu
tüm çirkinliklerden uzak yerde doğayla bütünleşirdi. Medeniyetin henüz kirletmediği
bu alana Martı, vurgu yapar.
“Küçük adaların bazılarında yine birer kişilik küçük koylar vardı.
Bunlar koy değil, âdeta birer saadet kuyularıydı. Geceleyin denize
düşmüş birer yıldız, birer tebessüm, birer neva, berrak sükût içinde
salınan birer mavi beşiktiler. Bu koylar herhalde riya, cinayet, kin,
habaset, çirkinlik icad edilmeden yaradılmışlardı.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2010: 239-240).

Bir gün Martı ile Asım Kaptan mandragor ( nebatıadem) denilen bitkinin
numunesini toplamak için Bodrum Yarımadası’nın Kefaluka taraflarına giderler.
Kayıkla yola çıkan Martı ve Asım Kaptan rüzgârdan dolayı küçük bir koya
yanaşırlar. Bu koyda masal atmosferi içerisinde verilen ideal bir alandır.

“Üç saat yürüdükten sonra bir dirseği dolaştılar ve birdenbire önlerine


deniz ufuklarınca yayılıverdi. Çamların arasından kaya kaya ondüle
olmuş geniş bir kum sahasıydı bu. Toz şekeri kadar beyaz rıhların
arasından şeftali yanağı gibi tüylü yaban baklalarının çiçekleri -rüzgâr
Ferah fahur isledikçe- mavi mavi pırıldıyordu. Kara incir ağaçlarının
bolluğundan dolayı buraya Kara incir denmişti. Martının
dudaklarından bir sevinç çığlığı koptu. Dalgaların o tavus kuşu Göksu
mavisinin içinde güneş ışığı hüzme hüzme, iğne iğne, olgun bir nar
gibi patlayıp dağılıyordu. Birkaç deniz mili enindeki dalgalar,
uzaklardan kar gibi beyaz bir harabiye yıkılıp kendisi kadar kumların
üzerinden kıyı boyunca taşıp yürüyordu. Martı hemen pabuçlarını
çıkarttı. Ve çıplak ayaklarını köpüklerin arasında şapırdatmaya
koyuldu.(…)
Kaptan kumların üzerinde, Martı da köpüklerin içinde
yürürken arasıra Martı etrafına bakınıyor ve ‘Cennet gibi bir yer!’
demekten kendini alıkoyamıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 242).

“Açıkların Yavrusu” adlı öykü, nişanlısı ve ailesiyle birlikte kamp için Ege
sahillerine giden Leyla’nın hikâyesidir. Leyla kamp için gittiği kıyıda bir ara kayığa
binerek denize açılır. Denizde uyuyakalan Leyla kayığının bir adaya çarpmasıyla
uyanır. Doğanın bakir güzelliği karşısında büyülenir.

56
“Miniminicik ada demincek gördüğü rüyadan daha güzeldi. Kız sanki
dünyanın kenarına gelmiş, oradan bir cennet parçasının üzerine
düşüvermişti. Binlerce ebabil kuşu hızlarını uzun cıvıltılarına
uydurarak, kanatları üzerinde kayıyor, mucizeli dolanışlarla adanı
üzerindeki yavrularına güneş ışığı ve maviyle karışık musiki şeritleri
akıtıyorlardı. Leyla masal ülkesindeydi. Peri kızı mıyım diye
gövdesini yokladı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 177).

Doğa, Leyla üzerinde büyük bir etki yaratır. Leyla, kendini ve yaşamını
sorgulamaya başlar. Leyla’nın zaman ve mekân kavramı değişir.

“İstanbul’daki dört duvar arası daracık apartmanlarını; onun içinde de


babasının aldığı ve gururla, iftiharla getirdiği lüks koltuğu, biraz
tiksintiyle hatırladı. Burada en muhteşem tahtı bile külüstür bir
iskemleye çevirecek bir lüksün ortasında kurulmuş bulunuyordu.
Apartmanlarındaki briç, poker partileri, sigara dumanları, izmarit dolu
kül tablaları, belleğinden siliniyordu. Orada bir duvar kâğıdı, bir masa,
bir koltuk hiç değişmiyordu. Burada manzara her an hızla değişiyordu.
Leyla oturduğu yerde uzun bir seyahatin gidişini tadıyordu. Burada
vakit herkesin şahsi bir düşmanı imiş gibi, öldürülmüyordu. ‘Vakit
nasıl öldüreceğiz?’ gibi sıkıntılı sorular dudağına gelmiyordu. Tam
tersine vakit, neşeyle şampanya içinden yarılıp geliyor, dudaklarından
gülüş olarak taşıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 180).

Leyla artık kendini yaşadığı hayata ve âleme ait hissetmez. O tamamıyla


başkalaşmıştır.

“Leyla’da ise bu âleme ait olmayan bir hal vardı. Gözlerinde açık ve
ıssız okyanuslarda yapayalnız dalgaların üzerinde ışıldayan ay ışığı,
derin denizlerde akan akıntılardan hasıl olan koyulaşmalar,
aydınlanmalar vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 182).

“Yediadalar’daki Balık Bankası” adlı hikâyede Balıkçı Ahmet ve Yunanlı bir


şirket anlaşır. Şirket, Balıkçı Ahmet’e dört beş bin lira para verir. Balıkçı Ahmet de
karşılığında beş yüz liralık balık avlayacaktır. Yanına iki tayfa da alan Balıkçı
Ahmet, balık avlamak için ilk gidilecek yer olarak Yediadalar’ı belirler. Yediadalar’a
giden Ahmet, adanın güzelliği karşında büyülenir. Kendini başka bir âlemde bulur.

“Uzaklarda, ufkun ötesinde yemyeşil bir sır göründü. Bu görülen


Yediadalar’ın ilki idi. Ama bunların yedincisi yoktu. Yediadalar
deniyordu ama yetmişten fazlaydılar. (…)adaların her biri musiki
noktası, hepsi bir adalar ahengi. Her ada denize atılmış bir çiçek
demeti, adaların hepsi bir adalar demeti, bir dalın çiçekleri… Ege
güneşiyle, pırıldayan sularıyla adaları birbirinden ayırmış, her birini

57
bir mısra, hepsini bir şiir yapmış. Denizlerden tüten bir nur tabakası
ardından, adalar bize bir rüya dizisi gibi yaklaşıyorlar. Birbiri ardına,
yanına dizilen adalar, perde perde koyu leylaki, hafif mor, lacivert…
ne mutlu bir serap diyorum. Ama serap değil, seraba taş çıkartan bir
gerçek.(…)
Bunların günü, şafağı, gurubu, gecesi nurla, renkle, sevgiyle,
ayrı ayrı özenilerek yaratılmış birer şaheserdir.
Buranın bambaşkalığı, hiçbir yerle beraberliği ve komşuluğu,
yakınlığı kabul etmediği için buraya her gelen şu malum dünyadan
çıkmış demektir. Issız yalnızlık, esrarengizlik bu kanaati destekler.
Dünya diye bilinen ve dünyada olduğu şeylerden, burası ta o kadar
bakiridir.(…) Ada kıyısında mıyız, rüya kenarında mıyız, bilmiyoruz.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 79-80).

“Balıkla Kabak” adlı öyküde anlatıcı yazar, Gökova Körfez’indeki Şehiroğlu


(Antik Cedrai) Adası’nı gezmeye gider. Doğanın tüm elementleriyle uyum içerisinde
olduğu görülen ada, cennete benzetilir.
“Birdenbire ada bize geçit verdi, koynunu açtı. Orada koy, kendisini
denize yuva yapıyor, kıyı yeşili, mavilere çelenk oluyordu. Kayık içeri
dalınca, soluğanların gürleyişi, sanki geçmişin uzak bir angısı oldu.
Cennetteydik! Yer yer mavi, pembe ve yeşil bir deniz, öylesine
duruydu ki, otuz kulaç derinlikte deniz bitkilerini, yüzüşen balıkları ve
onların dibe salınan gölgelerini, dalgaların harelediği dip kumlarını,
açık avcumuzun içine bakarmış gibi seyrediyorduk. Görülen, ta onca
güzeldi. Mavi çiçekler, incecik kanatlarıyla adayı göklere uçuracağa
benziyorlardı.
Sarmaşıkların yükselen her sarılışı, bir kumrunun çark ederek
ötüşü gibi dolana dolana, bu yeşil yeryüzünün kokusunu mavilere
vermeye uğraşıyordu. Birdenbire fısıldayan buhur (liquidambar
styraxiflua) ormanının burcu burcu kokan ruhu sanki renk olmuş da,
bir okyanus derinliğini andıran göğün mavisine dalmış gibi, yeşil mavi
ve pembe kuşlar göklere savruldu... Kuş alayından çok, ormandan
fışkıran bir hava fişeğiydi; bir renk volkanı, bir tütsü, bir duman,
bileyim, bir gökkuşağı!.. Duman gibi çark ettiler. Işık! Işık vardı.
İnsan havayı solurken, kuş cıvıltısı, çiçek kokusu, gök mavisi ve ışık
içiyordu. Çünkü burada bir kuş ötse, bir dalga fısıldasa sessizliği
bozmuyor, tamamlıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 156-157).

“Boğulmuş Enginler” adlı hikâyede Bakkal Hasan’ın denize olan tutkusu


anlatılır. Bakkal Hasan’ın daha güzeli arayışı onun ideal bir yaşam aradığının en
güzel göstergesidir. Bu ideal yaşam alanı ise denizdir. Halikarnas Balıkçısı’nın
eserlerinde karşımıza çıkan ideal yaşam alanları, insanların kendilerini özgür ve
mutlu hissettikleri bakir alanlardır. Deniz de bu alanlardan biridir.

58
“Bak, sana söyleyeyim. Dünya güzeldi. Ben de kör değildim. Göğün,
denizin mavisi esince gönlüm yay altında öten keman gibi öterdi.
Gönlüm çıra gibi tutuşurdu.(…)Deniz! deyince gözümde cennet,
içimde cehennem yanıyordu.(…)Fırlamak istiyordum. Güzelliği
istiyordum. Burada güzelliği bulmuyor değildim, buluyordum. Ama
güzellik çiçeğinde de, insanında da dağında denizinde de hep
kendinden öte bir daha güzeli ima ediyor ve tam bundan dolayı güzel
oluyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 26-27).

Deniz Gurbetçileri adlı romanda, geçimlerini sünger avcılığından kazanan bir


grup süngerci sünger avına çıkarlar. Kayık Aşıran koyuna demir atarlar. Koy
sükûtuyla, suyunun berraklığıyla, canlılığıyla bambaşka bir âlemdir. Bu âlemleri
güzel yapan şey medeniyetten uzak ve insan elinin değmemiş olmasıdır. Doğa
yazarları ve ekoeleştirmenler, yaban hayat olarak adlandırılan bu alanların korunması
için uğraş verirler. John Muir, bir yaban hayatı koruma örgütü olan Sierra Club’un
kurulmasını sağlar. (Brooks, 1980’den aktaran, Greg Garrard, 2017: 106). Zira
yaban hayat korunmadığı takdirde er ya da geç insan sömürüsüyle karşı karşıya kalır.
Bu alıntıda da bakir bir doğa olarak karşımıza çıkan koya göz diken ve sömürmeye
çalışan kişilere vurgu yapılır.
“Kayıklar biraz daha ilerledi, sonra bir burnu kovanço ettiler. Bir koya
girdiler. Sanki orada doğa parmağını dudaklarına koyup ‘Sus!’
demişti. Bir sükût cennetiydi orası dünyadan ayrı. Suyun yüzüne
bakamıyordun, ama içine, dibine bakıyordun, su da o kadar berraktı.
Kayıklar da suda mı yüzüyor, havada mı gidiyor, belli değildi.
Çepeçevre ışıldayan yaprak okyanusu, yere kıpır kıpır kıprayan güneş
damlaları eliyordu. Yerde arasıra koca gözlü çiçekler, şimdi bakıyor,
şimdi de utanarak çimlerin arasına gizleniyorlardı. Arasıra koyu bir
esinti mavi süpürüşüyle suların üzerinden serin serin geçince, sanki
koy masum masum gülümsüyordu. Güzeldi bu! Ama Ateşoğlu, alt
denizi de gözaltında bulunduracağını söylemişti. Demek ki güzelliği
gölgeleyen bir işkil vardı. Bu masumluğun ırzına geçmek iştahıyla
ağzı sulanan bir uğursuzluk vardı. Onun için, denizci gönüllerinde -
cenneti görmüşçesine hayranlığın ta dibinde- güzelliklere elveda diyen
bir acı vardı; uzaktan uzağa.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 36).

Yazarın Deniz Gurbetçileri romanında ideal bir alan olarak görülen denizin
altına yer verilmiştir. Denizin altı, insanı var olan yüklerinden kurtaran bambaşka bir
âlemdir. Sünger toplamak için dalan Dalgıç Aliş, bu âlemin aşığıdır.
“Sular Aliş’i yumuşak sardı. (…) Şimdi artık başka bir dünyada, yeni
bir âlemdeydi. Artık yeryüzünün çetinliğinden kurtulmuştu. Yetmiş
beş, seksen kilo ağırlığını yeryüzüne bırakmıştı, kuş gibi uçuyordu.

59
Kulaç kulaç denize dalışın iliklerine dek tadına varıyordu. Yüksek
bulutlar arasında tüy kıpırdatmadan çark eden kartal gibi, ta aşağılarda
yayılan derinliğin yüksekliğinde kayıyordu. Yavaş yavaş indi.
Denizaltı, uçurumlarıyla, ormanlarıyla, çiçekleriyle hep mavi, yeşil bir
âlemdi. Uçsuz bucaksız bir saraydı. Renkler, kıvılcımlar, yakamozlar,
aynalar, gelin kuşakları, yanardönerler, şimşekler havanda dövülmüştü
sanki… Parça parça edilerek karıştırılmış ve sonra da denize
dökülmüştü. Bir mücevheratçı vitrini bunun yanında halt etsin.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 155).

“Dalgıcın Parçaları” adlı hikâyede ideal bir yaşam alanı olarak karşımıza yine
denizin altı çıkar. Bodrum ve Marmaris kıyılarının en cesur dalgıçlarından biri olan
Dalgıç Ahmet sünger çıkarmak için dalış yapar. Ahmet denizin altındaki âlem
karşısında büyülenir. Bu büyülü alan Ahmet’i kendine çeker. Dalgıç Ahmet, hava
götüren hava borusunun patlaması ve hava kaçırması sonucu ölür.

Bu öyküde denizin altı, tüm fiziksel gerçekliğiyle ortaya konulur. Öykü


adeta bir denizaltı panoramasıdır. Yazar burada su altının muhteşem dünyasını gözler
önüne serer. Anlatım o kadar canlıdır ki kısa süreliğine su altı yolculuğu yapılmış
hissi uyandırır. Halikarnas Balıkçısı, eserlerinde doğayı anlatmaz, yaşatır adeta.
Yazar, okuyucuyu büyüleyici âlemin içine çekmeyi başarır. Bu bambaşka âlemle
ilgili pek çok genel kültür bilgisi de sunmayı ihmal etmez.

“Bir çeyrek saat önce skafandar elbisesi giymiş, miğferi başına takmış
ve Mersincik açıklarında üç yüz kulaçtan otuz kulaca kalkan bir sığın
tepesine inmişti. Bu dev gibi alamet, yemyeşil bir ay ışığında rüya
gören kocaman bir şehre benziyordu. Hem ulu, hem korkunç ve
korkunç olduğu oranda güzeldi. (…) Berrak koyun yeşilin içinden
minimini mavi fenerler andıran balık yumurtaları sessizlik içinde
duyulan kulak çınlayışları gibi dalgıcın gözleri önünden geçiyorlardı.
Karanlık mağaralardan dana gözlü vlahoslar, orfoslar, başlarını
çıkarmış, bakıyorlardı. Kalabalık bir skaros alayı geçti. Bunların her
biri en renkli kuşlardan daha renkli idi. Dalgıcın önünde bir renk
kasırgası kopardılar. Onların ardından bir deniz memesi pırıldayan bir
çelenk gibi dolana dolana kayıverdi. Sanki karanlık derinliklerin
gördüğü bir rüya idi. Uyuyan enginin gülümseyişi idi.
Bu güzelliklerde başka bir evrenin büyüsü vardı. Renkten
renge kayıcı, yüzücü, geçici, değişici, sarıcı, sürükleyici bir hal vardı.
Dalgıç şaşıyordu. Acaba gördüm mü yoksa bana mı öyle geldi,
diyordu. Enginde ona yalvaran, onu çağıran, şimdi koyu ve yemyeşil,

60
şimdi moraran bir şey, öpmek isteyen bir güzellik vardı.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 105-106).

“Karısını Oltayla Tutan” adlı hikâyede de büyüleyici denizaltı âlemi söz


konusudur.
“Sığın, büyülü âlemi yemyeşil bir ay ışığı berraklığı içinde yüzüyordu.
Sığın tepesi, renklerle yanıp sönüyor pırıl pırıl kıprıyordu. Deniz
yosunları tütsü gibi yüze doğru süzülüyordu. Bazı denizaltı çiçekleri,
büyük cami kubbelerden sarkan avizeler ve kandiller gibi salınıyorlar,
dibin zindanında yeşil alevlerini gezdiriyorlardı. Koca deniz ağaçları
bir balet vezninde, nazlı bir edayla sağa sola bel kırıyorlardı. Dev
yapılı tavus kuşu kuyruklarına benzeyen büyük fidanlar loşlukları
yelpazeliyordu. Bitkiler salındıkça sanki yüzlerce göz açılıyordu.
Bazıları rüya görüyorlarmış gibi, ağırlaşan kirpiklerle mahmurdu.
Bazıları göz ucuyla insanı davet ediyorlardı. (…)Bitki, balık, deniz
memesi, her şey, rüyalarda olduğu gibi muallakta duruyor ve
yüzüyordu.”( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 130-131).

“Altmış Altı Bükün Oyunu” adlı hikâyede adı belirtilmeyen kız, Altmış Altı
Bük denilen koya yüzmeye gider. Denizin bir metre dibinde gözüne bir midye, bir
pina görür. Kız başörtüsünü süslemek için birkaç inciyi pinadan almayı planlar. Kız
denize dalar orda bambaşka bir şehri andıran âlemle karşılaşır.

“Kız dibe doğru ok gibi gitti. Kayalar, tepeler, Süleymaniye ve


Ayasofya’dan yüz kere daha azametli kubbeler, minareler, saçaklar,
işlemeler, dantelalar, ötede beride hipopotam ve fil ayakları gibi
iriyarı sütunumsu kayalar üzerine oturtulmuş şadırvanlar, köşkler,
acayip acayip minareleri seyretti. Bunların hepsi berrak, yemyeşil bir
nur içinde yüzüyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 168-169).

“Denizkızı Adası”, adlı hikâyede Mehmet, dedesinin denizkızına âşık oluşunu ve


denizaltına dair özleminin hikâyesini aktarır. Dedesi, tam bir deniz aşığıdır. Denizle
bütünleşmek ister. Bu yüzden saatlerce denizin dibinde geçirir. Denizin üstü ona dar
gelir. Onun yaşamak istediği ideal yaşam denizin altıdır.
"Deli gönül uslanır mı hiç? Hasret çekiyordum! Gönlüm bu
güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu içen içtikçe
susarmış. Yemek yer, sindiririz; yediğimiz yemek biz oluruz. Bu
güzelliği neden içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye
hayıflanıyordum. Denizin dibinde dilediğim gibi gezemediğim için
üzülüyordum. Denizin dibine bakınca, denizin yüzü bana dapdar
geliyordu. İşte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur,
kendimi derinliğe verirdim. İçim yanardı. Berrak ve yumuşak suların,

61
göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime
alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. Neden o kıprayan renkleri
soluyamıyordum, efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur,
dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah
ışığına kanat salan kuş gibi, irademi dip karanlıklarında deniyordum.
Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlat? Sen balıkçısın; benim
kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek
kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel
keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır.
Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış
gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde
ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri,
dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip
ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık
ovaya hale hale yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! Neyi? Bir
çığlığın çınlamasını!” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 56-57).

“Aptal Memiş Efendi” hikâyesinde insanın bakir doğa karşısında hayranlığı,


heyecanı anlatılır.

“Aşı gözlerini aramak için, yamacın yüksek bir setine çıktık.


Dağ eteği ovaya iniyor. Eteğin ucu, deniz kıyısında köpükten. Girintili
çıkıntılı bir dantel oluyor. Ondan ötesi alabildiğine deniz. Uçurumun
üzerinden bakınca, sanki bir nur okyanusunun kıyısındaydık.
Önümüzde yalnızca, güneş ışınlarıyla biçilmiş duru gök ve duru deniz,
ta ufuklara kadar yayılıyordu. Güneş burada bayağı varlığın bağrına
işliyordu. İnsanın gönlü güzellik içinde eriyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2017:105).

2.2. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Deniz

2.2.1. Mutluluk Kaynağı Olarak Deniz


Halikarnas Balıkçısı’nda doğa daha çok denizdir. “Eserlerinde bütün
boyutlarıyla ele alınan deniz neredeyse bütün tabiat fikrini karşılamaktadır. Bu
nedenle tabiat-insan ilişkisini, deniz-insan ilişkisi şeklinde ele almak yanlış bir
yaklaşım sayılmaz.” ( Yazıcı, 1998: 121). Edebiyatta deniz, özgürlüğün, huzurun,
erişilmezliğin, sınırsızlığın, sonsuzluğun, genişliğin, bilinmezin, serüvenin,
mücadelenin, zorluğun, göğüs germenin, gizemin, mucizenin, bilinçdışının,
hayallerin, kendini tanıma ve bulma halinin sembolü olmuştur. Denizin karşıladığı
anlamlar oldukça geniştir. Fakat biz daha çok ön plana çıkan anlamlara yer vermeyi
uygun bulduk.

62
“Haylaz” adlı öykünün Halikarnas Balıkçısı’nın yaşamöyküsüyle benzerlikler
taşıdığı söylenebilir. Zira yazar Robert Kolejinde okuduğu süreci tutsaklık olarak
görür. Bu öyküde de gönlü denizden yana olan roman kişisi okul hayatını hapis
olarak görür.

“Ders verilirken dinleyemiyordum efendim! Pencereden


görülen masmavi, berrak ve tannan gökte dersten çok daha fazla hayat
vardı. Ders diye söylenen söz de fersiz, renksiz, cansız ölü bir solucan
gibi uzuyor, sönüyor, yürekler acısı, karın ağrısı şey bir türlü
tükenmek bilmiyordu. Bana izah edilen konunun bu upuzun cenaze
törenine katlamıyordum. Maviler bana özgürlükten, açıklıklardan,
özgürce uçan kuşlardan, esen rüzgârlardan, ıssızlıkta fısıldayan
ormanlardan, istikbaldeki güzel ve parlak ümitlerden bahsediyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 19).
Yazar, “Knios Afroditi” öyküsünün başında şehir ve şehir hayatına dair her
şeyden denize sığınır. Zira deniz, insanın özünü hissettiği bir sığınaktır. Deniz, içinde
hiçbir kural ve kaidenin olmadığı sonsuz özgürlük alanıdır. Hikâyede şehir
hayatından bunalan yazar, kendini denizin kollarına bırakır.

“Kılavuzumuz hava ve hevesimizdir. Su değirmeni dönerken,


sularını köpürte köpürte arkaya savurduğu gibi, biz de denizleri,
kıyıları, şehirleri, her günkü usandırıcı yaşamayı,görenekleri,
usulü,üslubu,kaideyi,hep fırlata fırlata dümenimizi talihe ve pruvamızı
da açık ufuklara havale ederiz.” (Halikarnas Balıkçısı,2014: 12).

“Yediadalar’daki Balık Bankası” adlı hikâyede Yediadalar’a balık avlamaya


giden denizcilerin ruh hali yansıtılır. Denizciler, karada yaşadıkları sıkışmışlık
duygusundan denize açılarak kurtulurlar.

“Limana vardık. Önümüzde yirmi otuz mil açık deniz


yayılıyordu. Kayıkların burnu engin ve özgürlük kokusunu kapmıştı.
Rüzgâr hafif hafif esiyordu. Orsa ederek çekerken, yelken amuraları
kahkahayla gülüyor ve bütün kayıklar gökler gibi gürlüyordu.
Artık dünyanın her günkü geçmişinden bıkmış, bezmiş, içten
kopan bir çığlık fırlayışıyla öndeki açıklığa atılmıştık. Uzaklara
yetmek, yetişmek, açık ufka, hürriyete doğru, hürriyetin yaşadığı
yerde yaşamak için gidiyorduk.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 78).

“Boğulmuş Enginler” adlı hikâyede Bakkal Hasan, iki oğlunu ve birkaç


komşu çocuğunu sünnet ettirdiği bir akşam arkadaşlarıyla oturup içerler. Denize olan
tutkusunun başlangıcını, arkadaşıyla birlikte babasının kayığı alıp denize kaçışını

63
anlatmaya koyulur. Arkadaşları Hasan’a babasının hali vakti yerindeyken neden
denize kaçmayı tercih ettiğini sorarlar. Hasan ise denize duyduğu hayranlığı ve
merakı şöyle ifade eder:

“Bak, sana söyleyeyim. Dünya güzeldi. Ben de kör değildim. Göğün,


denizin mavisi esince gönlüm yay altında öten keman gibi öterdi.
Gönlüm çıra gibi tutuşurdu.(…)Deniz! deyince gözümde cennet,
içimde cehennem yanıyordu.(…)Fırlamak istiyordum. Güzelliği
istiyordum. Burada güzelliği bulmuyor değildim, buluyordum. Ama
güzellik çiçeğinde de insanında da dağında da denizinde de hep
kendinden öte bir daha güzeli ima ediyor ve tam bundan dolayı güzel
oluyordu.
Ben de düşüncelerimle, arzumla, ümitlerimle hep seyahat
ediyordum. Kuşu uçmaya, nasıl diyeyim, şarkıyı sürdürmeye, uzatıp
gitmeye ve kesilmemeye çağıran gök,beni atılmaya
çağırıyordu.(…)Uçan bir martı gibi, yüzen bir yunus gibi, yükselen bir
denizci şarkısı gibi, denizde öyle bir özgürlük vardı ki karaya dönmek
yüreği burkan bir işkence oluyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 26-
27).
Deniz, doğası gereği sınırları olmayan, açık alanları temsil ettiği için
insanlarda özgürlük duygusunu çağrıştırır. Bakkal Hasan, maddi kaygılar gütmeden
denize açılan biridir. İnsanların denize açılmak istemelerinin arkasında, denizdeyken
kendilerini daha özgür ve mutlu hissetmeleridir. Ekopsikolojiye göre insan doğadan
uzaklaştıkça kendi benliğine yönelir, mutsuzlaşmaya başlar. Doğadan kopmadan
yaşayan insanlar ise genellikle mutlu ve huzurludurlar. Dolayısıyla enginlere
açılmak, insanların mutluluk arayışlarının sonucudur.

“Gençlik Denizlerinde” adlı hikâyede Barka Kaptan, seksenlik bir denizcidir.


Hikâyede sebebi belirtilmemekle birlikte Barka Kaptan, yaşamının son beş yılını
Çorum’da sürdürmek zorunda kalır. Denizden bu kadar uzak kalışı onun içindeki
deniz tutkusunu, özlemlerini daha da arttırır.

“Ah Kordon’da bacaklarımı sallandırsam denize. Bir mavi


dalganın köpüklerini fışlata fışlata geçtiğini görsem. İmanına kadar bir
deniz ufkuna göz yayılımı uzaklığınca salsam, oracıkta ölsem gam
yemem’ diyordu.”(Halikarnas Balıkçısı, 2015: 22).
Barka Kaptan, denize o kadar çok özlem duyar ki kimi görürse denizden
bahseder. Yazar, denizin doyulmaz dünyasını ve insana yaşattığı mutluluğu anlatmak
ister.

64
“Deniz de, gök de masmavi bir firuzeydi. Dünya evrende uçan bir
mücevherdi. Ne hoştur, denizin mavi mavi havasını solumak şu
dünyada. Yakanın, gömleğinin düğmelerini iliklemeyi
unutmuşsunuzdur, rüzgâr yakanızı açar, serin serin esintisiyle
gönlünüz gibi açık olan bağrınızı okşar, bilmezsiniz ne büyük
mutluluktur o. Uzaktan bakılınca yelkenli miydik yoksa denizde uçan
köpük müydük, belli olmazdı. Pruvamız dalgalara gerdan verdikçe, ta
pruvayı saran ve iskele küpeştelerine kabaran geniş bir köpük alanı
yayılıyordu önüne.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 21).

“Açıkların Yolcusu” adlı hikâyede de Barka Kaptan gibi deniz aşığı olan Hasan Usta
karşımıza çıkar. Hasan Usta, lağım temizleyicisidir. Geçimini bu işten kazanır. Ama
onun bir tutkusu vardır: On sekiz yaşından beridir yapmakta olduğu Tirhandil’i ile
denize açılmak. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ bitirememiştir. Fakat denize
olan özlemi her geçen gün daha da büyür. Denizcilerin ortak bir tutkusu vardır. Onlar
hep gidilmedik yerlerin özlemini duyarlar. Hasan Usta’da böyle bir özlem vardı.
“Hasan Usta, gemicilerin canciğer dostuydu.(…) Ama gemiciler
arasında hiçbir yerde durmadan dinlenmeden hep uçmak, bir kez
görülünce eskimiş olan yerden yeniye fırlamak isteyenler vardı
kionlara içi ısınırdı. Bunlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir başka
yere gitmeye can atarlardı. Artlarına bakmadan, başlarını geriye
çevirip ‘Yazık oldu bunca mala!’ demeden hep ileriye aşanlar vardı.
Ne ev, ne bark, ne soy, ne sop bilirlerdi. Ancak milyonlarca dönüm
açık engin denizleri vardı, birbiri ardındaki ufuklarıyla.(…) İşte Hasan
Usta bu gemicilere rastlayınca, birden onlara kaynaşırdı. Yüreklerinde
öten türküleri mi dinliyordu, neydi? Bu gemiciler nereye gitmek
istiyorlardı? Bilinmeyen bir ülkeye mi? Hepsi de o bilinmeyen ülkenin
yolcusuydu belki de. Lağım temizleyicisi Hasan Usta da, doğdu doğalı
o bilinmeyen ülkenin, özlemini duyuyordu. Kümes tavuğu ve ahır
ineği değildi. Kırk şu kadar yıldan beri, onu bilinmeyen ülkeye
götürecek olan kayığı yapıyordu. Fakat işleri hiç düzgün gitmiyordu;
hep aksilikler çıkıyordu. Kayığı bir türlü bitiremiyordu, vesselam...”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 18).

“Ay Işığı” adlı hikâye, güneyin kıyı köylerinden birinde yaşayan Akkız,
(Karakız)’ın kendini bulma serüvenidir. Akkız, toplumun ona yüklediği tüm
misyonlardan, dayatmalardan bunalmış, kendi kabuğunu kırmaya çalışan genç bir
kızdır. O, var olan düzen dışında bir yaşamı özlemektedir. Bu yaşam ise engin
denizlerdir.

65
“Koyun kıyılarını döven açık deniz gönlüne sinmiş, onun da gönlü
açık denizlere uymuştu. Uzak ufuklara bakmaya alışkın o uzun
menzilli gözlerinde dar hayatının sınırlarını aşan hülyalar, ıssız
çöllerde görülen seraplar gibi gider gelirlerdi. Onlarda bir protesto, bir
uçuş, bir kaçış vardı. O gözler, deniz gurubunun ışığı gibi hur denizin
loş karanlıkları, sergüzeştler ve hesaba kitaba gelmez sürü sürü
şeylerle doluydu. Onun bakışında evceğizinin ve dolapcağızının kapalı
ve özel içerikleri değil, ucu bucağı olmayan dışarılıklar ve insanların
hep aradığı, özlemini çektiği ve insanla insan arasındaki ayrılığı ve
başkalığı hiç eden özleyişler vardı. Onlar, açıklardaki deniz kopuğu
gibi, can kulağına usul usul sokulup fısıldayan, insana düşler gördüren
şeylerdi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 157).

Aynı hikâyede Akkız’ın yolunun kesiştiği ve gönlünü kaptırdığı Balıkçı Sarı


Ali de deniz meraklısıdır. O da Akkız gibi yeni yerler görmek ister. Denize açılmak,
görülmedik yerleri görme özlemi, mutluluğa erişmenin bir yolu olarak görülür.

“Balıkçı Sarı Ali otuz yaşlarında, çam yarması bir delikanlıydı. Göğsü
bir gabya yelkeni kadar genişti; akciğerleriyse içine o yelken kadar
hava alabiliyordu. Sarsılmaz metanet, tükenmez sabır, cesaret, çalışma
ve yaratma isteği yönünden, insan cinsinin kule gibi dimdik ve şanlı
bir örneğiydi. Denizi çok sevdiği için, kendisini bildi bileli, balıkçılığı
geçim yolu edinmişti. Anasının enikonu gelirli bir incir bahçesi vardı.
Fakat Sarı Ali, ana tavuk kanadı altına sığınacak civcivlerden değildi.
Onun da gözlerinde su gibi renkler, kayıp gidiyor ve akıp geliyordu.
Başıboş olarak hep yeni yeni yerler görmek istiyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013a: 68).

“Denizkızı Adası” adlı öykü, denizkızı adasına dair inanışlar ve hikâye kişisi
Mehmet’in dedesinin denizkızlarından birine âşık oluşu anlatılır. Mehmet’in dedesi
küçüklüğünden beri doğayla iç içe büyümüştür. O, mutluluğun tarifini her sabah gün
doğuşunu izlemekle yapar. Onun için mutluluk, doğanın güzelliklerine tanıklık
etmektir. Deniz ise onun vazgeçemeyeceği bir tutkudur.

“Çocukluğumun oyun arkadaşları, bu küçük adalar, çığrışan deniz


kuşları, sıçrayan yunuslar, eller gibi çırpışan dalgalardı. Fakat asıl
hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. Mağaranın dibindeki yumuşak
kuma boylu boyunca uzanırdım. Mavi denizler kıyıya yanaşırken
berrak zümrüt olur, sonra en saf göğün en beyaz bulutu gibi bembeyaz
köpürürdü. Suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın
tavanında yürürdü. Sular böylece bana renklerini verirken,
sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun
sesini verirlerdi. Yelkenimi açmak için böylece beklerdim. Kızaran bir
yaz akşamı olmazdı ki kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları

66
kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp
salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez
uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. Yaşamış olduğum bir gün
yoktu ki şafak kırmızısının denize taşıp akışını up uyanık ve dimdik
seyretmemiş olayım. Neyleyim kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku
mahmuru çapaklı gözleri?” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 55-56).

“Yolcu” adlı öyküde Küçük Mahmut, sokak sokak gezerek kurabiye satıp
geçimini sağlayan bir çocuktur. Çocuk, sokakları gezerken yaşlı bir kaptanın evinin
önünden her geçtiğinde durur ve kaptanın odasının tavanında asılı duran gemi
modeline bakar. Kaptan, çocuğun özlemle bakışından etkilenir. Bir şekilde çocukla
dostluk kurar. Küçük Mahmut’a tavanda asılı duran gemiyi indirip verir. Çocuk
hemen deniz kenarına gidip enginlere açılır. Çocuğa göre denizlere açılmak
mutluluğa kavuşmaktır.

“O sırada güneş de batıyordu. Çocuk güneşin batıp daldığı yere


varmak istiyordu. Oraya varınca, dünyanın kenarından devrilip
düşecekmiş. Varsın düşsün. Bir de düşmezse; işte o zaman mutlu
adaya varmış olurdu. Çocuğun gönlü tüm saflığı ve inancıyla
yapayalnız, ufkun kenarından akıyor, öteki bilinmeyen dünyalara
dalıyordu. Nereye gidiyordu? Elbetteileriye... O mutluluklar adasına...
Nereden ayrılmak istiyordu? Gerilerden! Adam olma işi, yani
gerçeği öğrenmek, asıl o anda çocukta başlamıştı. Çünkü kafasında
özlediğini canlandırıyordu. Belki bugün hayal ettiğini yarın
yaratacaktı.
Artık çocuk, kaptan olarak kayığa binmiş, dümenini eline
almıştı. Mutlu adaya doğru yol alıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015:
131-132).

Bir deniz tutkunu olan Cevat Şakir’in hikâye ve romanlarındaki karakterlerde


deniz sevdalısıdır. Deniz, sonsuzluğu temsil ettiği için kişilerde bir merak ve özleyiş
yaratır. “Denizin Çağırışı” adlı öyküde fakir ve kalabalık bir ailede yaşayan Mehmet,
ailesine destek olmak adına bir seçim yapıp hayata atılmak ister. Bu noktada
tutkusuna kulak veren Mehmet, babasının onu ikna etme çabalarına rağmen denizi
tercih eder. Çünkü Mehmet de diğer deniz sevdalıları gibi öteleri merak eder ve
oralara ulaşmak ister.

“Büyük oğlan artık on dokuzuna basmıştı. Babasına yük


olmamak için başının çaresine bakmaya karar verdi. Rençber mi,
çoban mı, kahveci mi olacaktı? İçinden bir ses, can kulağına ‘deniz’
diye fısıldadı. Babası, ‘Denize giden onmaz, donar!’ dedi. Onmazsa

67
onun umurundaydı sanki: Orada, saplana kalış değil, gidiş vardı ya!
Kendisi de nerede bulunursa bulunsun, onun ötesinde bulunmayı
özlerdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 31).

“Armudun Suyu” adlı hikâyenin kahramanı Ahmet, denizden uzak bir köyde
yaşar. Ama Ahmet, dağların ötesindeki denizin varlığından haberdardır. Ahmet
denizi merak eder, gelenden geçenden sorar. Ahmet’in denize olan merakı her geçen
gün artar. Öyle ki denizin kendisini çağırdığını hisseder. Daha fazla dayanamaz,
varını yoğunu satarak denize, özlem duyduğu yerlere açılır.

“Bir gün Ahmet dağın tepesine tırmandı. İkindi güneşi bütün


ovayı aydınlatıyordu. Ahmet, ömründe, ovanın bu kadar açığını
görmemişti. Köyler, tarlalar, ormanlar göz çalımının bütün enince,
kendilerini yer yer bakışına veriyorlardı. Ahmet kuvvetli bir duyguyla
sarsıldı. Yüreği hızla çarptı. Koynunda, yeni yeni özleyişler uyandı.
Ne etse de elinde değildi, gönlü pınarın suyu gibi denize akıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 91).

Denizciler için karadan ayrılıp denize açılmak, özgürlüğe kavuşmak


demektir. Aynı zamanda deniz, ruhlarını arındırdıkları bir yerdir.

“Denizciler, denizde karayla bağlarından


kopmuşlardı.Kafesten kurtulan kuşlar gibi seviniyorlardı.Her birinin
düşüncesi yanı başındakinindüşüncesini arıyordu. Aralarındaki bu
yarenlikleriyle,karalarda içlerine toplanmış olan kara kurumlardanve
islerden içlerini temizliyorlardı açıkhavada.” (Halikarnas Balıkçısı,
2015a: 17).

Bulamaç adlı romanda eski bir dalgıç olan Sadık, sünger toplamak için bir
gün denize dalar ve denizaltında felce uğrar. Bu sebepten yatalak olur. Sadık, yatalak
olmasına rağmen denizden kopmaz. Daha da bağlanır denize. Zira denizdeyken felçli
halinden uzaklaşır. Yaşadığı tüm sıkıntılardan uzaklaşır, kısa süreliğine de olsa
özgürlüğün, mutluluğun tadını çıkarır.

“Denizde felce uğramış olanların hepsi gibi dalgıç elbisesini giyip


denize dalınca, bütün azalarını hiç de felce uğramamış gibi oynatıp
kullanıyorlardı. Denizden çıkar çıkmaz ise yine hiçbir yerini
kımıldatamaz oluyorlardı. Yeryüzünde insan, gövdesinin ağırlığından
kurtulamaz, fakat Sadık, denizin içinde yalnız ağırlığından değil, fakat
tutukluğundan da kurtuluyordu. Hani ya insan rüyada koşarken

68
ayağını yere vurdu muydu, havalanıp birkaç kilometre uçuyordu ya,
işte deniz altında da Sadık'a öyle bir hafiflik ve kolaylık geliyordu.
Güzel bir rüyada imiş gibi yeşil derinliklerde uçuyordu. Mesela
karşısına bir uçurum çıkınca korkusu yoktu, hemen kendini kapıp
koyuveriyor ve bulutları aşan şahikalardan, kartalın geniş ovaya
konması gibi, denizin dibine -bir tüy kadar hafif- iniyordu. Dalgıç
miğferinin içindeki hava düğmesine başını vurmayıp da hava
toplayınca dalgıç elbisesi şişiyor, Sadık da çocukların ellerinden kaçan
bir balon gibi yukarıya denizin yüzüne uçuyordu. İşte bundan dolayı
idi ki, o artık karısının değil, kendisinin de değil, fakat denizin malı
idi. O artık yalnız denize aitti. Asıl orada idi ki, yeryüzünde çektiği
çileden sıyrılıyor ve hatta çilenin üzüntüye bile değmez şeylerden
olduğuna inanıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 328).

Sadık gibi diğer süngerciler için de deniz yaşattığı tüm zorluklara rağmen,
özlenilen uzakların aracısıdır. Bu sebeple hep denizle mücadele vardır.
“Bütün süngercilerin gözleri ve gönülleri liman dışındaki
ölçülmez enginlerdeydi. Enginler sayısız ufuklardan ötelere yayılıyor,
görünmez uzaklıklardan, onları, yüreklerini burkarcasına, saçlarından
çekercesine çağırıp çekiyordu. Gidecekleri binlerce mavi mavi deniz
milleri gözlerinde tütüyordu.(…)
Denizciler saf olup kollarını birbirinin omuzlarına uzatmışlar,
yürek yüreğe, omuz omuza katıklarına doğru ilerliyorlardı.
Ortalarında ve ta yükseklerde Sadık'ın sedyesini başlarının üzerinde
bir taç gibi taşıyorlardı. Sadık onların gözünde bir semboldü. Onları
deniz felce uğratabilir, hatta boğabilirdi, fakat mağlup edemezdi.
Hepsi de mağrur bir edayla yürüyorlardı. Sadık'ın gözlerinde bir fatih
bakışı vardı. Bu tür insanların ‘heyamola!’ deyişlerinde bir dinamit
infilakının sadmesi vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 330).

Yine Bulamaç adlı romanda Marangoz Halil Usta ve Demirci Hüseyin


denizde geçirdikleri kaza sebebiyle sakatlanırlar. Denizden uzaklaşmak zorunda
kalan bu ikilinin gönlü hep denizlerdedir. Gelip geçen denizcileri izler, büyük özlem
duyarlar. Denizciler, denize açıldıklarında enginlere açılma isteği, onların karada
yaşadığı sıkıntılardan gitme, kaçma duygusuyla ifade edilebilir. Zira insan, ne kadar
doğaya yaklaşırsa, dertlerinden, sıkıntılarından o denli uzaklaşır. Doğa, insan
ruhunun terapistidir. Denizcilerin, denizden vazgeçememe duygusunun esas sebebi
de budur diyebiliriz.
“Marangoz Halil Usta ile Demirci Hüseyin, deniz kıyısında,
ayakta durarak iki geminin uzaklaşmasını seyrediyorlardı.
İkisi de denizci idi. Fakat denizde uğradıkları kaza dolayısıyla
topal kalmışlardı. Deniz onlara haram olmuştu. Bütün gönüllerini
gözlerine ve kulaklarına vererek, bakıp dinliyorlardı. Kayıktaki

69
denizcilerin nidası vahşi bir hızla yükseliyordu. Fakat kayıklar dalga
dalga uzaklaştıkça onların sesleri de perde perde inceldi. Havada
eriyip masmavi sükût oldu. İki kayık ufukta ayakuçlarının üzerine
kalkıyorlarmış gibi bir an durakladılar. Sonra ufkun ötesinde
kayboldular. İki ihtiyar ve sakat denizci dönüp de birbirlerine bakınca
ikisinin de gözleri yaşlarla doluydu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010:
332).

“Gökgözlü” adlı hikâyede Gemici Etem adlı genç ile bir çoban kızının kıyı
sahillerinden birinde yolları kesişir. Aralarında geçen diyaloglardan anlaşılan her
ikisinin de hayattan beklentileri, özlemleri ortaktır. Ethem’in özlemi hep uzaklara,
uçsuz bucaksız yerlere gitmektir. Etem’in bu düşüncesi, çoban kızındaki özlem
duygusunu da açığa çıkarır. Çoban kız, aslında bir Türkmen yörüğüdür.
Yörüklüğünden gelme göçebelik duyguları depreşir. Köyündeki dar hayatı
sorgulamaya başlar. İkisinin arasındaki fikirsel yakınlık, duygusal yakınlığa dönüşür
ve evlenirler.

“Kız:
‘Denizde, kayıkta mahpus kalmaktan sıkılmaz mısınız?’ diye sordu.
Etem:
‘Geminin içi pek geniş bir yer değildir ama denizin ucu bucağı yoktur.
Dilediğimiz yere gideriz, orda deniz bizi hep başka yere götürür.
Kayıkta sıkılmaz mıyız, diyorsun. A abla, biz bir yerde bulunmaktan
sıkıldığımız için kayığı severiz. Bulunduğun yerde bulunmak
istemezsin, başka yerde bulunmak istersin. Kimi yol her yerde
bulunmak isteriz; bir de bakarsın hiçbir yerde bulunmak istemeyiz.
Asıl tuhafı, kimi zaman da hem her yerde bulunmayı ve hem de hiçbir
yerde bulunmamayı isteriz. Deniz kuşuyuz, şimdi burada, şimdi
şurada. Deniz suyunun bir yerde mıhlı kaldığını hiç gördün mü?
Gider, karışır. İşte deniz de, kayık da bizim gönlümüz gibidir. Dedik
a, deniz kuşlarıyız." (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 88).

2.2.2. Hırçın, Öfkeli, Yok Edici Deniz

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde deniz, bir yandan huzurun, mutluluğun,


özgürlüğün alanı olarak görülürken; diğer taraftan bakıldığında denizin yok edici
yönü görülür. Deniz, insanlara mutluluk verdiği kadar acı, keder de verebilmektedir.
Bu, denizin doğasının bir sonucudur. Alemdar Yalçın, yazarın denizi işleyişini şöyle
açıklar:

70
“Bu romanlarda deniz, sünger avcıları, balıkçılar ve deniz emekçileri
için savaşılan, bazen yenilen bazen de sonu ölümle biten yenilgilere
sebep olan bir canlıdır. Bir kavramdır, sesi insanları kendisine doğru
çeken bir özgürlük duygusudur. Bir alışkanlık veya bir tutkudur. Bu
romanlarda deniz, insanlar gibi ikiyüzlü ve kalleş değildir. Öfkesi de
sevgisi de verimlidir. Öfkesinin bedeli açık bir yenilgi, ölüm,
yaralanma ve sakatlanma iken, sevgisinin bedeli zenginlik, sonsuz bir
zafer duygusu ve berekettir.” ( Yalçın, 2003’ten aktaran Saatçioğlu,
2016: 588).

“Armudun Suyu” adlı hikâyede denizden uzakta yaşayan Ahmet, denize


merak salar. Çevresinde gördüğü kişilerden denize dair bilgi edinmeye çalışır. Aldığı
cevaplar ise daha çok denizin yok ediciliğine dairdir. Denizin yok ediciliği tabiatı
gereğidir. İnsanlar ise kontrol altına alamadıkları güçler karşısında tedirgin olur. Bu
tedirginlikten kaynaklı sevdiklerini denizden uzaklaştırmaya çalışırlar.

“Oğlan gelip geçenlerden denizin ne biçim şey olduğunu soruyordu.


Bir gün bir gemici cevap verdi: ‘Deniz yaratılışın yarattığı en açık ve
en büyük şeydir. Her nerde ne kadar su varsa hep ona akar. Gün olur,
nah işte şu açık avucum gibi yamyassı uyur. Bakışı bir çocuk bakışı
kadar masum olur. Ama hele bir rüzgâr essin. Burada gördüğün
dağlardan daha kocaman kabarır, bu köy evlerinden daha büyük
gemileri hap gibi yutar.’ dedi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 91).
“Ege’nin Öfkesi” adlı hikâyede Aksi Mahmut, asabiyetinin sebebini
kendisinde görmeyen, etrafına bağlayan bir kişidir. Aksi Mahmut, denizde fırtınaya
yakalanınca bir mağaraya sığınır. Mağarada yeni yavrulamış bir foku görür. Tüm
öfkesini foktan çıkarır ve foku vahşice yaralar. Ege denizi bu duruma kayıtsız
kalmaz. Fok balığına yapılan zulme haksızlığa karşı haykırır, öfkelenir.

“Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluğanları ile burada bütün
hünerlerini gösterir. Şurada fısıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler,
daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar
çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma
durmamacasına söyler, cevap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar,
sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öper, kumsalı bulunca
titrer, bayılır, düşer.(…)

Uçurumu dönerken Ege pek acı haykırıyordu: Mahmut ölmekte olan


fokun patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt
gibi kaçtı.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 100-102).

71
Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarında deniz için çoğunlukla
“zehirli” ifadesi kullanılır. Denizin uçsuz bucaksız oluşu, insanlarda öteler merakını
açığı çıkarır. Bu meraka kapılan kişiler de denizin cazibesinden kurtulamaz. Bazen
de bu uğurda hayatlarını kaybederler. Dolayısıyla denize, kişileri etkileyen zehirli bir
misyon biçilmiştir. “Deprem” adlı hikâyede de şu ifadeyle karşılaşıyoruz:

“O adalarda oturanların vahşi, ilkel esrarlı şarkılarının biri, ‘Ey deniz,


deniz! Zehirli deniz! Sen ki adamızı hep matem içinde bırakırsın.’
diye başlar.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 60).

“Son Şarkı” adlı hikâyede de böyle bir durum söz konusudur. Deniz burada
da zehirli olarak geçer. Bu hikâye, iki çocuğunu denizde kaybeden bu da yetmemiş
gibi kendisi de denizde bir şimşek çakmasıyla iki gözünü kaybetmiş yaşı yüzü
geçmiş Kör Hüseyin’in hikâyesidir. Kör Hüseyin sitem eder denize.

“Üç oğlu olmuştu. Birincisi bahriye çavuşu olarak savaşta şehit olmuş,
ikincisi çalkantılı denizde büyük bir peramanın papafingosunu
sararken, direkten düşüp güvertede parçalanmıştı. Üçüncüsü bir
paraçera küpeştesinde iş görürken, ağır denizde iyi bağlanmayan
randa maçosunun başına vurmasıyla beyni darmadağın olmuştu.
İhtiyar kıyıda yürürken denize döner, görmeyen gözleriyle uzun uzun
bakar ve; ‘Thalassa! Thalassa! Farmakemeni! Deniz! Deniz! Zehirli
deniz!’derdi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 199).

“Zehirli deniz” ifadesi, Ötelerin Çocukları adlı romanda da yer alır. Bu


romanda usta bir denizci olan Ateşoğlu, ün salmış bir tacir olan Haşmet Bey’in batan
paralarını kurtarmak için denize açılır. Ateşoğlu her ne kadar havanın uygun
olmadığını söylese de Haşmet Bey’e anlatamaz. Her türlü felaketi göze almaya karar
verir. Hayatı pahasına fırtınayla mücadele eden denizci son nefesini denizde verir.
“Ateşoğlu’nun kefen ve tabut masrafını karşılamak için
denizciler, kendi aralarında para topladılar. Ölüsü musalla taşında
beklerken, iskeleye bağlı kayıklardaki Giritli gemiciler:
‘Deniz! Deniz! Zehirli deniz!
Sen ki adamızı hep yas içinde yaşatırsın!’ diye başlayan hazin bir
denizci türküsü tutturmuşlardı.” ( Halikarnas Balıkçısı: 1994: 235).

Deniz Gurbetçileri romanında da “zehirli deniz” ifadesine yer verilmiştir.


Romanda Karabatak adlı denizcinin karısı Hatice Nine, deniz onlardan sevdiklerini

72
almasın diye denize ekmek atar. Deniz; burada can almakla doymayan, denizcileri
sevdiklerinden ayıran doğa unsuru olarak karşımıza çıkar.

“Hatice Nine ağlamıştı. ‘Ekmeği yapar yapar denize atarız. Deniz


doymaz ki, her yıl birkaç delikanlımızı da yutar’ diye yakınırken
gözyaşları hamura karışmıştı. Ekmeği Ateşoğlu’na verdiler. Dümeni
Karabatak’a bırakarak, geminin pruvasına yürüdü. Bir besmele çekip
ekmeği denize attı. ‘Seferimiz uğurlu, bereketli olsun’ denildi.
Denizcilerden bir kaçı, ‘Deniz! Deniz! Zehirli deniz!’ diye bir türkü
tutturdular.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 19).

Deniz, insanların sevdiklerini yanına aldığı için zaman zaman öfke duyulan
bir yer olur. “Aganta Burina Burinata” adlı romanda Mahmut’un denize tutkunluğu
çok küçük yaşlarda başlar. Fakat ailenin pek çok ferdinin denizde boğulması
sebebiyle Mahmut’un anne ve babası onun denizci olabilme ihtimaline karşı
endişelidirler. Dolayısıyla onu olabildiğince denizden uzaklaştırmaya, toprağa
yöneltmeye çalışırlar.

“Babamsa denizi görür görmez, ona karşı zehir zıkkım tükürmeye


koyuldu. Yürüdüğümüz kuru derenin iki yanındaki incirliklerde al
şalvarlı köylü kızları gülüşe çığrışa kuru incir devşiriyorlardı.
Babam bana denizi göstererek:
- Oğlum, sakın bunun bu haline aldanma. Kim bilir kaç gemiyi
boğmayı tasarlıyor. Seni de boğuncaya kadar, aç, çıplak ve yoksul
bırakır. Sen toprağa bak, dedi ve iki yanımızdaki incir harımlarını
göstererek, benim çocukluğumda buraları hep yabanlıktı, toprak değil
mi ya, deniz gibi insana başkaldırmaz, onun emeğine yatışır. Ben on
yaşımda iken buraların çalısı çırpısı, taşı ayıklandı. Toprakları sabanla
uysallaştırıldı. Bunları yapan kuşak artık benim gibi ihtiyarladı.
Görüyorsun ya. Bahçelenmiş topraklarında şimdi yan gelmiş,
çocuklarının gülüşe oynaşa yemiş toplayışlarını seyrediyorlar. Gel
gelelim deniz uysallaşır mı hiç? Değil yalnız benim, ama dedenin ve
dedenin dedesinin denize verdiğimiz emeği şu toprağa harcasaydık
buralarını çoktan cennete çevirmiş olurduk. Şimdi sürer, eker, biçer
yan gelir, yerdik. Toprak kadına benzer, bağrına attığın tohumu sana
çiçek ve yemiş diye yetiştirir. Allah kısmet ederse kayığı satıp bir iki
tarlacık alacağım. Ölürken gözüm açık gitmesin. Sen de fırtınada,
dümen başında, arkamdan lanet okumazsın. Ama tarla seni
ondurmayacakmış, deniz gibi seni bozmaz a! diyordu.
(…)
Babam homurdanıyordu:
‘Kahrolasıca deniz, dedelerinin, atalarının soy sopunun kaçının başını
yedi biliyor musun?” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 13-14).

73
Yazarın, hikâyelerinde ve romanlarında bazı denizciler, denize lanet okurlar.
Bıkkınlıklarını dile getirirler. Ölüm korkusuyla yaşamanın zorluğundan yakınırlar.
“Yedi Adalar’daki Balık Bankası” adlı hikâyede denizden yakınmak, denizcilerin
çaresizliğinin ve yoksulluğunun bir sonucudur.

“Bakkal ve çiftçi olabilmesi ihtimali olan adam, hiç gider de


balıkçılığa mı katlanır? Allah belasını versin şu balıkçılığın… Aç
dükkânı, ısmarla kahveyi, tellendir cıgarayı, tart fasulyeyi, al parayı,
sen sağ ben selamet! Oh, gel keyfim gel. Ne ayazı, ne uykusuzluğu, ne
fırtınası, ne de boğulması’ derlerdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 77).

Denize duyulan öfke denizin kontrol altına alınamamasından kaynaklanır.


Doğayı kontrol altına alma isteği duyan insan türü, doğayı kontrol altına alamadığı
zaman bu durum karşısında kendini güçsüz ve çaresiz hisseder. Kendini güçsüz ve
çaresiz hissettiği ortamlara öfke duyar ve onlardan uzaklaşır. Denize duyulan öfkenin
sebebi budur. Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde deniz hükmedilemeyen, kendi
bildiğini okuyan bir kişiliktir. Dolayısıyla denizle çatışan insan türü, sömürebildiği,
kontrol altına alabildiği toprağa yönelir.

Deniz Gurbetçileri adlı romanda Hovarda lakaplı Süleyman Kaptan deniz


yolculuğundan dönemeyenlerdendir. Süleyman Kaptan’ın karısı Hacer, kaptanın son
seferinden hemen önce kendisini Zırtlan Zehra’yla aldattığını öğrenir. Hem
aldatılmışlık hem de kaptanın ölümü Hacer’in kafayı yemesine neden olur. Hacer,
Zırtlan Zehra’yla denizi karıştırmaya başlar. Her ikisi de kocasını ondan almıştır. Her
ikisine de kaltak diye seslenir.
“Son olarak Süleyman Reis de dönüşü olmayan bir deniz gurbetine
çıktı, ölüsünü bile deniz geri vermedi. Böylece Kara Hacer'in soy
sopunun tüm erkekleri, "O kaltakta boğulmuşlardı. Denize açılırken
amma da dinç ve dipdiriydiler, ama hepsi de cenaze namazsız, günü
gelince, üzerine çiçek asılacak bir mezar taşsız, cenaze alaysız, şimdi
var, şimdi yok, ayrılıp gitmişlerdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 42).

“Işık Teli” adlı hikâyede Avaramet, denize açılanları deli olarak nitelendirir.
Zira deniz tehlikelerle dolu bir yerdir. Ve denize açılanların çoğu hayatlarını
kaybederler.

74
“Denizcilerin çoğu seferden dönmezlerdi, yalnız boğulmuş
olduklarına dair kısa bir haber gelirdi. Avaramet, ‘Oh olsun onlara!
Tehlikeli işlere niye girişiyorlar? Başkalarına ders olsun!’ derdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 82).

Denizcilerin denize açıldıkları gün, rıhtımı matem havası sarar. Sevdiklerini


uğurlamaya gelenler, sevdiklerinin bir daha dönemeyeceği kaygısını yaşarlar. Acı acı
türkü söylerler, ağlarlar.

“Sonunda gemilerin denize açılma günü gelip çattı. İşte o zaman


patırtı kesildi. Bir sürü kadın -denizcilerin anaları, kanları, kızlarıyla
çocukları-rıhtımın en geniş yerinde halka oldular ve acımı acı, zehir
gibi türküyü tutturdular. Burkuldukça burkuluyordu içleri. Neydi o
sevimli insan yüzlerini öyle acıyla akıtan? Oradaki aksakallı
denizcileri güzelim insanların ayaklarına kapanıp yalvarasıları
geliyordu:
‘Etmeyin güzelim insanlar, insan yüreği dayanamaz sizleri bu
halde görmeye. Siliniz yaşlarınızı bizleri çıldırtmazdan önce. Bir şey
değil. Döner elbette sağ salim ekmek parası peşinde denize açılanlar’
diyesileri geliyordu. Ama böyle bir yalanı diyemiyorlardı.
Denilmeyen bu sözler, gözyaşları gibi sözler', donuyordu İçlerinde
koca koca buz boncukları sanki salkım salkım ağırlıklarıyla
yırtılıyordu, paralıyordu içlerini. Ama dans durdu. Analar, kadınlar,
kızlar gemilerin bordalarına sıralandılar. Elvedalar, kucaklaşmalar,
öpüşmeler, çığlık ve hıçkırıklar oldu. Beyaz mendiller ceplere kondu,
kara mendiller çıkarıldı. -Bu kara mendiller kullanılacaktı ta babalar,
koca ve erkek kardeşler, oğullar diri olarak dönünceye kadar-Sonra
kayıklar ayrıldı, egzozlarının dumanlan ve küreklerinin hışşıyu uu
lanyla. Az sonra burnu kovanço edince gözden kayboldular. Artık
uğurlayanların önünde boş deniz, önce rıhtımda acı bir insan çığlığı
koptu, sonra hıçkırıklarla gözyaşları kaldı rıhtımda.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015: 237).

2.3. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde İnsan Tipolojisi

2.3.1. Doğadan Beslenen, Olumlu İnsan Tipi

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde insan tipolojisi, çok net bir şekilde ortaya
konulmuştur. Yazarın eserlerinde iyi insanlar ve kötü insanlar vardır. İyi insanlar;
doğa aşığı, yaşama sevinci olan, mutlu, neşeli, yardımsever, cömert, alçakgönüllü,

75
çalışkan gibi özellikler taşıyan kişilerdir. Kötü insanlar ise tam tersi doğadan uzak,
doğayı sömüren, mutsuz, agresif, kindar, namert, bencil, fırsatçı kişilerdir denebilir.

Halikarnas Balıkçısı’yla ilgili yapılan çalışmalarda iyi insanlar olarak deniz


insanları vurgulanırken; kötü insanlar olarak kara insanları vurgulanır. Fakat biz
çalışmamızda deniz ve kara insanı olarak değil de doğa insanı ve doğadan uzak insan
olarak başlıklandırmayı uygun bulduk. Zira yazarın eserlerinde deniz insanı olup da
olumsuz insan tipleri ve kara insanı olup da olumlu insan tipleri mevcuttur.

Yazarın, hikaye ve romanlarında karşımıza çıkan olumlu insan tiplerini


ekolojik benliğe sahip kişiler olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik benlik kavramı ise
Arne Naess tarafından şöyle açıklanır:

Arne Naess, ilk kez “ekolojik benlik” (the ecological self) kavramını ortaya
koyar. Bu terim, benlik duygusunu kazanmaya başladığımız andan beri “doğa”da,
“doğa”dan ve“doğa” ile olduğumuzu vurgular. Ekolojik benlik kavramı, insan
benliğini geleneksel dar kalıbından çıkarır ve bu benliği oluşturan ilişkilerin insan
topluluklarıylasınırlandırılmaması gerektiğini gözler önüne serer. Naess, özellikle
ekolojik benliği oluşturan çevrenin bir ‘karma topluluk’ (the mixed
community)olduğunu belirtir. Bu karma toplulukta insanlar bir tür olarak diğer
hayvan ve bitki türleriyle birlikte ‘bilinçli ve bilerek’ (self-Realization 226) yakın
ilişkiler içerisinde var olmayı sürdürür.

Naess, bu çeşit bir farkındalığın önemi üzerinde durduğu dördüncü maddede


ekolojik benliğin bilincine varan insanın ‘yaşamın anlam ve sevincini’ (Self –
Rezalition 226) daha yoğun bir şekilde idrak edeceğini savunur. Bu bilinç, benliğin
gelişip derinleşmesi anlamına gelir ki (Self –Realization 226) bu yolla ‘kendimizi
başkalarında görebiliriz’ ( Self-Realization 226), der Naess. (Opperman, 2012: 78).

Halikarnas Balıkçısı’nın kendi hayatından izler taşıdığı “Merhaba Kaptan”


adlı hikâyede Merhaba Kaptan olarak anılan kişi Halikarnas Balıkçısı’dır. Zira
kendisi içtenlik dolu “merhaba” sıyla tanınır. Merhaba Kaptan, yaşam enerjisi,
sevinci, neşesi, tutkusu olan biridir. O, tüm bu özelliklerini denizden alır. Onun
enerjisi, etrafındakilere de yansır. Ekolojik benliğe sahip Merhaba Kaptan’ın diğer
bir güzel yönü de yardımseverliğidir. O, öksüz ve yoksul çocukları evine alır,
sahiplenir. Arne Naess’in, vurguladığı gibi doğadan yana olan insanlar, kendi

76
bencilliklerinden sıyrılır. Hem yaşamdan keyif alırlar hem de çevrelerine karşı
duyarlı davranırlar.

“Bu Merhaba Kaptanın ise sevgisine de, sevincine de had hudut yoktu.
Ona Merhaba Kaptan adını takmışlardı, çünkü o kadar içten ve candan
bir merhabayla selamlardı ki kapalı, kasvetli bir günde birdenbire
güneş parlamış ve masmavi bir gök görünmüş gibi olurdu. Örneğin
ödenecek bir borç, iyi edilecek bir hastalık veya size karşı ikiyüzlülük
etmiş olan bir dost dolayısıyla kaşlar çatık, gönül zindan, somurtkan
bir bezginlik bulutu gibi Merhaba Kaptanın önüne çöküverdiniz mi,
onun merhabası şimşek gibi çakıverir, karanlık duman gibi savrulup
dağılırdı. Bir kâbus görürken dürtülerek uyandırılmışa dönüyordunuz.
Fakat iş, yalnız yas ve kaygıdan kurtulmanızla kalmıyordu. Gözlerde
fıkır fıkır parıldayan neşesinin büyük bir yayılma gücü vardı; insan
nezleye tutulmuş gibi sevince tutuluyordu.” (Halikarnas Balıkçısı,
2013a: 110).

“Gülen Adam” adlı hikâyede Gülen Memiş doğayla uyum içinde yaşayan,
yaşlı, neşeli bir denizcidir. Doğadan beslenen insanlar, içlerinde yaşama sevinci
taşıyan, neşeli, mutlu, yardımsever, iyi insanlardır.
“Ufak tefek yapılı yaşlı denizcinin bin lirayla değil, fakat ardı arkası
olmayan bir tek kuruşla dünyaya meydan okuyan bir kahkahası vardı.
Adı Memiş, lakabı ise Gülen'di. Neşesi çok sancıydı. Onun sebepsiz
neşesi -yani dünyanın en saf şeysi, en büyük masumiyeti- açık gök
gibi sevinçleri vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 114).

Doğadaki canlılardan başka hayatta kimsesi olmayan Memiş, kekliklerini ve


keçisini alıp ıssız bir adaya çekilir. Adada doğanın bir parçası olarak yaşamını
sürdürür. Kuşların çokça bulunduğu adada Memiş, ahengi içinde adeta kendinden
geçer.

“Ada kuşlarla canlıydı adeta. Çünkü adada köpür köpür köpüren bir
tatlı su kaynağı vardı.İlkbaharda leylekler dizi dizi uçup geliyorlardı.
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar kuş kafilelerinin ardı arkası
kesilmiyordu. Bunlar, baharın öncü askerleriydi. Hele kırlangıçlar!
Memiş'e öyle geliyordu ki bin yıl mezarda yatmış olsa bile onların
seslerini duyunca kemikleri kalkıp oynayacaktı.
Her gün tanyeri belli belirsiz bir ağartı ile uyanırken, kuşlar
notalarını akort ediyorlarmış gibi seyrek ve çekingen cık cııık
ederlerdi. Sonra korkularla dolu karanlık gecenin bittiğini görünce
kalabalık halinde ötmeye koyulurlardı. Memiş'in keklikleri bu kuş
orkestrasına mutlaka katılırdı. Havalanınca kanatları hızlarından
ıslıklar çalardı. Ucanlar adada hiç durmadan dönen kanatlı bir kubbe
ve cıvıltı yaratırlardı. Bazı deniz kuşları ise karanlık korulukları

77
bülbüllere bırakıp, en çıldırtıcı yüksekliklerde türkülerini ışık ve nur
içinde göklere verirlerdi. Onlar, sanki cennetten öterlerdi. Gün bütün
şanıyla doğar doğmaz geniş kavisli kıyının boyunca upuzun ve mavi
bir rüzgâr eserdi. Memiş yaban sakız ağaçlarının gölgesinde kar gibi
beyaz rıhtan kumsalın üzerine boylu boyunca yan gelirdi. Güneş ışığı
yapraklar arasında benek benek acık mavi, leylaki, pembe konfetiler
gibi saçılırdı. Sanki milyonlarca yaprak Memiş'e göz kırpar, içini
gıdıklardı. Memiş yaşama sevinciyle gülerdi.” (Halikarnas Balıkçısı,
2013a: 114).

“Armudun Suyu” adlı öyküde hikâyenin kişisi Armut lakaplı Ahmet, toprağı
olan hali vakti yerinde biridir. Fakat o toprağa bağımlı yaşamak istemez, onun gönlü
doğadan, denizden yanadır. Bu sebepten varını yoğunu satar ve bir tekne alır. İki de
tayfa tutar. Tayfalardan biri tam bir tüccardır. Çil Hasan adlı bu tayfanın tek
düşüncesi paradır. Ahmet ise tam tersi dürüst, mert biridir. Armut Ahmet ve Çil
Hasan Fesleğen yaylasından İskenderiye’ye armut götürüp satmaya karar verirler.
Fakat hava koşullarından dolayı armutlar bozulmaya başlar suyu tekneye yayılır.
Armutlar satılacak durumda değildir artık. Fakat Çil Hasan bir şekilde armudu alacak
kişilere kakalamayı planlar. Ve ötekilere de öğretir.

“Mutlaka gelecek adam entarilidir” diyordu. ‘Başında altı üstü upuzun


bir fes vardır. Ensesi tam bir karış olacaktır. Ensesine bir tokat
konasın geldi miydi, hiç iki biri yok, bil ki tüccar odur. Onu görür
görmez hemen güverteye sıralanacağız. Ve hep bir ağızdan Ehlen ve
sehlen ya efendina! diyerek namazda secdeye varırmış gibi yerlere
kadar eğilerek bir kandilli selam çakacağız. Bakın size mostrasını
göstereyim de falso yapmayın.” dedi. Burada yerlere kadar bir
temenna etti. Bu selam tüccarın mutlaka hoşuna gider. O büsbütün
böbürlenip marullanacaktır, hesabını kitabını unutacaktır. Biz o
zaman, para peşin, sarı meşin, para küpeştede, mal güvertede
diyeceğiz. Parayı ilk peşin sigortaya almalı. Armudun böyle su gibisi
başka türlü satılamaz.’ dedi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 93-94).

Armut Ahmet, Çil Hasan’ın sözlerine anlam veremiyordu. Çünkü


onun bir insanı kandırmak ve dolandırmakla işi olmazdı. Armut bu işe
şaştı. ‘Canım, iyi ama biz herifi aldatmış oluyoruz” dedi. Çil Hasan
“Bana ne! Tüccarı ben icat etmedim a. Elbette o seni, sen onu
aldatmaya çalışacaksın. Başka türlü alavere mi olur? Kalubeladan beri
bu böyle olagelmiş, şimdi sen yeni bir usul mü icat edeceksin?’ diye
bağırdı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 94).

Çil Hasan planını uygular ve armutları satar. Fakat sonra tüccar işin farkına
varır. Tekneye gelir parasını ister ama Çil Hasan vermez. Armut Ahmet’in ise gönlü

78
razı olmaz. Tüccara parasını geri verir. Halikarnas Balıkçısı, deniz insanlarına
çoğunlukla üst insanın vasıflarını yükler. Bu hikâyede de Armut Ahmet, böyle bir
kişidir.

“Armut Ahmet, kendi payına düşen parayı adama geri verdi, zararını
karşılamak için de, ertesi sefer bir kayık dolusu armut getireceğini
vaat etti. İskenderiye’den ayrıldılar.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 94).

Yazarın hikayelerinde karşımıza çıkan doğa-deniz insanı, ekolojik benliğe


sahip kimselerdir diyebiliriz. Ekolojik benliğe sahip insanlar doğayı içselleştirirler.
Doğadan aldıkları enerji ve gücü etraflarına yansıtırlar. “Son Şarkı” adlı hikâyede
görme engelli Hüseyin doğayı, duyan, hisseden biridir. Doğayı hissetmek için, ne
önemli bir şahsiyet olmaya ne de gözlerin görmesine gerek vardır:
“Neden dünyaya gelen ve evrenle baş başa kalan bu insanın körlüğüne
rağmen evrene doğrudan doğruya bakışları vardı? Denizle, adayla,
yıldızla, dalgalarla ilk elden bir teması vardı? Kim bilir! Bu körün
görüşü, felsefesi değildi, doğrudan doğruya gözünün görüşü idi.
Bugün de güneş parlıyordu ama biz görmüyorduk. Bu kör görüyordu.
Kör balıkçı ne kan ve şan üzerine kurulu bir kayser ne de bir büyük
İskender’di. Bir çöp parçasıydı. Ama hayat kasırgasının uçurduğu ve
esen sağnağın yönünü gösterir çöp parçasıydı. Pusula ibresinin maden
olarak değeri yoktur. Gösterdiği yönün önemi vardır.”(Halikarnas,
Balıkçısı, 2014: 201).

Aganta Burina Burinata adlı romanda doğa insanı olarak karşımıza Hüseyin
Dayı çıkar. Hüseyin Dayı, doğanın sesine kulak veren, doğaya karşı derin sevgi
besleyen, bir kişidir.

“Hüseyin Dayı bahçesini anlatmaya koyuldu. O içleri gülen güneş


dolu gözleri parıl parıl parlıyordu:
‘ Bu toprak şeker gibidir’ diyordu. Sonra, sevgilisinin güzelliklerini
sayıp dökmekle sevinen bir âşık gibi sözüne devam etti. Nadastan,
yoncadan, şundan bundan anlatıyordu galiba. (…) Hüseyin Dayı
kendinden, bahçelerde, tarlalarda gördüğü işten değil, ama doğrudan
doğruya topraktan söz ediyordu. Yalnız yaratmak, eriştirip yetiştirmek
sevdasındaydı. Sonradan anladım ki Hüseyin Dayı, toprağın ve yerin
nabzını dinliyormuş gibi dinleyen ve kendi nabzı da âdeta ona göre
çarpan tuhaf bir adamdı.(…) Farkında mısın, toprak ne güzel
kokuyor? Sapan sürüldükçe taze taze devriliyor. Onu bayağı yiyesim
geliyor. Toprağın böyle aşka geldiğini az gördüm. Hey hey. Yağlı
yağlı, sıcak sıcak devrilip tütüyor, bak evlat... Bu toprak böyle kıvama

79
gelince işte bu tarladan, her biri tam bir okka artan pırasa yetiştiririm.
Hele şu çift öküzlerime diyecek yoktur. İşlerini iyi bilirler. Haydi,
göreyim sizi kara oğlanlar! Dedi. Ne bileyim, tam bir deniz adamı gibi
o da bir toprak adamıydı. Belki çocukları yoktu da bu yüzden,
ağaçlarına çocukları gibi bakardı. Ağaçlarının daha emzikte yavruluk
çağlarını, minimini fidanlık hallerini, gençliklerini, delikanlılıklarını
gelişip olgunlaşıncaya kadar başlarından gelip geçen, iyi veya fena
havaları hep hatırlardı. Bir ağacın dün veya ondan bir gün evvel keyfi
yerinde olmuş veya olmamış olduğunu, ağacın vaktini nasıl
geçirdiğini hep anlardı.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 145).

Ötelerin Çocukları adlı romanda ekolojik kimliğe sahip bir isim olan Adem
Dede karşımıza çıkar. Adem Dede neşesini, mutluluğunu doğadan alır. Yaptığı her
işi aşkla yapan Adem Dede, doğanın sesine kulak veren, doğayla bütünleşmiş bir
kişidir. Şehirden civar bir köye müdür olarak atanan Şefik Bey’le tesadüfen
karşılaşır. İkili arasındaki diyalog Adem Dayı’nın yaşam sevincinin kaynağının doğa
olduğunun en büyük göstergesidir.

“Şefik Bey, böyle düşünürken, ta öteden kargacık burgacık bacaklı,


beberuhi boylu, keçi sakallı, sivri külahlı bir adam Gavur Ali'ye doğru
ilerliyordu. Onu görünce Gavur Ali, ‘Merhaba, Adem Dayı, buralarda
ne arıyorsun?’ diye ünledi. Öteki adam güldü. Gülüşü, o küçücük
gövdeye sığmayacak kadar kocamandı; dört bucağa dalga dalga
yayılırdı Gavur Ali'ye, ‘Himmetlerin Süleyman'ın ununu getirdim.
Fakat bizim eşek sancılandı. Ben de sigara içmiyorum ki yanımda
çubuk taşıyayım. Senin çubuğun yanındaysa, ver. Sana bir çubuk
borçlu kalayım. Faiziyle öderim’ dedi. Şefik Bey, ‘Buradan ayrılmak
için iyi bir fırsat’ diye duşundu. Bu Adem Dayı denilen adama,
‘Baksana baba, eşeğin mi sancılandı? Sancısını geçirmenin kolayı var.
Haydi gidelim de, onu bir göreyim!’ diye bağırdı. Adem Dayı, Gavur
Ali'den çubuğunu aldıktan sonra, Şefik Beyin yanına gelerek,
‘Buyrun, gidelim’ dedi. Yüzü, tuzla buz edilmiş bir camın çizgileri
kadar bol sayıdaki kırışıklarıyla, gülüyordu. Hele hele o mavi gözleri,
en içten, enduru gülüşlerle doluydu.” (…)

İkisi de bir an sustular. Şefik Bey, arasıra adamı göz ucuyla süzüyor,
içinden, ‘Yaradan'ın işi mi yoktu ki böyle kargacık burgacık adamı
yarattı?’ diye düşünüyordu. Bir aralık, dayıya, ‘Senin değirmenin
buradan uzak mı?’ diye sordu. Öteki, ‘Evet, buradan üç dört saat
uzakta, bir dağ başında, ama rüzgâr hiç eksik olmaz. Değirmenin
taşını kendim yaptım. Kar gibi un öğütür. Hem de pervaneyi öyle
yaptım ki; puf desen döner! Kusuruma bakma, a oğul, onun kolayca
fır fır donduğunu seyrettikçe, içim açılıyorda, gülesim geliyor. Ben
güldükçe, değirmenin kanatları gülüşümü dört bucağa saçıyor da,
bütün evren gülüyor gibi geliyor bana. Çok kez düşünürüm: Güneş de

80
bir değirmendir. Sarı ışıktan kanatları fırıl fırıl döner. Gündüz, insan
sanki güneş ışığını öğütüyormuş gibi oluyor. Buğday zaten güneşte
ermiyor mu? Hem niye altın gibi sarı oluyor? Gece olunca, bana
değirmen ay ışığıyla yıldızları öğütüyormuş gibi geliyor. Bir şey daha
var; değirmenin kanatlan döndükçe, insan sanki yolculuk ediyor. Ben
bunları bizim bacı Nefise'ye anlatırım da, o bana, aklını oynattın, der!
Benimle eğlenir!’ dedi.
Şefik Bey güldü: ‘Nereye yolculuk edersin?’ Adem Dayı, elini
havaya fırlattı: ‘Yıldızların arasına” (Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 277-
278).

“Çingene Ali” adlı hikâyede doğayla uyum ve bütünlük içerisinde bir yaşam
söz konusudur. Çingeneler, yazarın hikâyelerinde sıkça karşımıza çıkan
kahramanlardandır. Yazarın doğaya olan hayranlığı muhtemelen doğayla iç içe
yaşayan özgür ruhlu çingenelere ilgi duymasını sağlamıştır. Hikâyede Çingene Ali,
özgürlüğüne düşkün doğayla iç içe yaşamaktadır. O, doğayla bir bütün halinde
yaşamayı en büyük zenginlik sayar.

“Ucu bucağı olmayan yerlerin rüzgârlar otelinde yaşardı. Ona


fukara ya da zengin demek, bir kırlangıç ya da serçeyi zengin ya da
fukara saymak gibi bir şey olurdu. Gönlünce gezip tozmakta,
sevmekte ve umutlanmakta özgür dünya! Bundan ötesini ne
yapacaktı! O gece, ‘İşte, odam döşeli, döşeğim serili’ diyerek, bir ağaç
altına yan geldi. Parlayan çiğ örtüsü altında dağıyla, yamacıyla,
çalısıyla birlikte uyudu. Tan ağarırken şafak rüzgârı, tepe dalın
kulağına bir şey fısıldadı. Dal, rüzgârdan duyduklarını altındaki
çalıya, çalı da içinde uyuyan kuşa anlattı. Kuş, sırrı kapınca ta tepe
dala fırladı. Yeni doğan günün aydınında, duyduğu sırra sesiyle engin
bir özgürlük verdi. O zaman Çingene Kara Ali, ‘Merhaba!’ diyerek,
geniş bir esneyişle gerindi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 63).
Doğayla büyük bir uyum içerisinde yaşar, doğaya değer verir, doğayı
selamlar. Çingene Ali, paraya pula önem vermeyen biridir fakat ne var ki yaşamını
sürdürmek için paraya da ihtiyaç duyar. Çingene Ali, kente gidip sigara ve maşa
satar. Bir gün yine bu sebeple kente gider ve hiç beklemediği bir teklif alır. Zabıtanın
biri kentin alanlarından birinde idam edilecek birinin idamını para karşılığında
Çingene Ali’ye yaptırmak ister. Bunun sebebi ise adamın bir Kıpti olmasıdır.
Çingene Ali ne yaptığının farkında olmadan parayı alır. Fakat iş adamın asılmasına
gelince yaptığının farkına varır ve oradan uzaklaşır. Kendini yine ait olduğu yere
doğanın koynuna bırakır. Doğadan beslenen insanların ruhu da doğa gibi temizdir.
Kötülük yapmak onların doğalarına aykırıdır.

81
“Dağları ayrı ayrı selamladı. ‘Merhaba! Merhaba! Merhaba!’
diye bağırdı. Dağlar, angılanarak,’Merhaba!’ diye karşılık verdiler.
Sanki dağ ona sesleniyormuş gibi, kendi kendisine seslenerek, ‘Ben
sana demedim mi? Çingene Kara Ali, ben sana alabildiğine kaç!
Bütün hızınla fırla, koş! Diye seslenmedim mi? Çingene Kara Ali!’
diye haykırdı. Biraz durdu. Bütün dağlar, sanki
konuşuyorlarmışçasına, Ali'nin sesini yankılattılar. Bu kez dağlara Ali
karşılık verdi:
‘Yaşayın yahu! Seslendiniz ya! Hem de candan seslendiniz.
Duydum, koştum, geldim!” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 65).
Çingene Ali ile dağ arasındaki konuşma ve doğanın insana yüklediği olumlu
duygular sayesinde Ali bu işten kurtulmuş adeta doğaya olan minnetini doğayı
selamlayarak, doğaya şarkılar söyleyerek, doğayla bütünleşerek gösterir.

“Sevincinden, kopup gelen sesi, sözde kalmadı; türküye fırladı.


Dağlar bir koro halinde inlediler. Fakat sesi bile sevincine yetmedi.
Dağlara, "Durun hele, aranızda bir göbek atayım,” diye bağırdı.
Ağzıyla gırnatayı taklit ederek, bir çiftetelli nağmesiyle otların
üzerinde hopladı, çalkandı, coştu. Ali, havaya fırlayınca dağlar hep
birden çömelip yere diz vuruyorlar; Ali yere inince dağlar havaya
hopluyorlardı. Kimsecikler olmadığı için, dağ, taş, insan... Kimseden
utanmaya gerek duymuyorlardı. Ali çocuk gibi perendeler atarak
otlarla, yamaçlarla sarmaş dolaş oluyordu. Bir aralık, yırtık ceketinin
cebinde yarım altını buldu. Onun çın çın öteri gülüşünü dinledi; sonra
fırlatıp attı. Bu coşkun hovardalıkla kayaya çarpan altının çınlayışı,
onu öylesine güldürdü ki; hıçkırıklarla sarsılarak katıla katıla ağladı ve
yerlere yıkıldı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 65).

“Cura” adlı hikâyenin girişinde, İstanbul’da yaşayan Salih Efendi’nin bir


arkadaşıyla arasında geçen neşeye dair sözler, insan mutluluk arayışının ifadesidir.
Salih Efendi bir gün Taksim’de gezerken Çingene kızı Cura’yla karşılaşır. Cura’nın
hayat doluluğu, yaşamla ilişkisi, karşısında oldukça etkilenir. Salih Efendi aradığı
neşeyi, mutluluğu doğayı temsil eden bir karakter olan Cura’da bulur.

‘Şu neşe güzel şey!’ dedim. Salih Efendi. ‘Ha öyle,’ dedi;
sevinç hayatın peşin parasıdır. Umar umar, umudun peşinde koşar
durursun. Eteğine ulaştın mıydı, bir bakarsın, elde ettiğin (umut),
umduğun (umut) değildir. Sevinç öyle mi ya? Olur, olmaz zamanda
güle güle koşar gelir, kendini bütünüyle koynuna atar. İşte o zaman,
ona kaş çatıp 'Uzak ol, şimdi görülecek ciddi işlerimiz var. Hele onları
bir görüp bitirelim, sana sonra sıra gelir!' dememeli. Neşe pırrr diye
uçar kaçar, bir daha kolay kolay geriye dönmez. Ciddi, kerliferli
işlerini görüp bitirince, ellerini ovuştura ovuştura 'Eh artık, şimdi
gelsin bakalım neşe hazretleri' dersin. Neşenin gelmesi için içkiyi,

82
çerezleri hazırlarsın. Şölene bütün çağrılılar gelir, ama bakındı, neşe
gelmez... O gelmeyince de, dünyanın bütün şölenleri, içkileri,
çerezleriyle konukları kaç para eder? İki yıl kadar oluyor, ben neşenin
bir dâhisine rasgelmiştim." (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 95).

Salih Efendi’nin Cura’yla karşılaşması onun yaşamında eksikliğini hissettiği


duyguları bulmasını sağlar. Yaşlı adam Cura’da doğayı bulur.

“Onun gözleri, uzak uzak gezilerle doluydu; orada dağ


başlarından boşanıp engin ovalar boyunca uzanan türküler vardı.
Onlarda öyle bir derinlik vardı kine üzüntü, ne de sevinç olan,
bambaşka bir duyguyla, insanın gözlerinden yaşlar getirtiyordu."
(Halikarnas Balıkçısı, 2019: 95).
Hikâyede çingene kızı olan Cura, doğası gereği doğanın içinden gelir.
Doğadan beslenen insanlarda yaşama sevinci, hayata bağlılık söz konusudur. İyiliğin,
güzelliğin, mutluluğun sembolü olan Cura, ekolojik benliğe sahip bir kişiliktir
diyebiliriz.

Doğada huzur bulan, doğayla bütünleşmiş bir karakteri ele alan “Aptal Memiş Efe”
hikâyesinde Aptal Memiş Efe, kendi halinde yaşamını sürdüren yaşlı bir adamdır.
Adamın uzaklara dalması, yavaş yavaş konuşması ve doğayla olan münasebeti
insanlar tarafından algılanamadığı için adama deli lakabı takılmıştır. Oysa Aptal
Memiş Efe doğada huzur bulan, doğayla bütünleşmiş doğanın dilinden anlayan
biridir. Hikâyede Memiş’e dair bilgiler hikayenin adı belirtilmeyen diğer kahramanı
tarafından verilir. Bu kişi, aradığı birkaç çeşit aşı gözünü hiç ummadığı bir kişinin
Aptal Memiş Efe’nin bahçesinde bulur. Doğayla uyumu adamın bu sözleriyle ifade
edilir.

“Birkaç çeşit aşı gözü gerekti. Kentin bahçelerini aradım


taradım, bulamadım. Bir gün yolum dışarılığa düştü. Efenin
bahçesinin önünden geçtim. Adam çapa çapalıyordu. Güzel bahçesi
de, çevredeki dağların, ormanların, derelerin hepsi de, kendi boyuna
posuna göre biçilmiş, ısmarlama giysiler gibi Memiş'e uyuyordu. Aşı
gözlerini o köyde de aradım, ama yalnız Memiş'in bahçesinde
buldum.” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 104).
Doğaya dost insanlar, doğayla uyum, doğanın bir parçası halinde yaşarlar.
Aptal Memiş Efe de bu insanlardan biridir. Doğaya saygı duyar, emek verir; doğada
ona huzuru, iyiliği, güzelliği bahşeder.

83
“Aşı gözlerini aramak için, yamacın yüksek bir setine çıktık.
Dağ eteği ovaya iniyor. Eteğin ucu, deniz kıyısında köpükten. Girintili
çıkıntılı bir dantel oluyor. Ondan ötesi alabildiğine deniz. Uçurumun
üzerinden bakınca, sanki bir nur okyanusunun kıyısındaydık.
Önümüzde yalnızca, güneş ışınlarıyla biçilmiş duru gök ve duru deniz,
ta ufuklara kadar yayılıyordu. Güneş burada bayağı, varlığın bağrına
işliyordu. İnsanın gönlü güzellik içinde eriyordu. Aptal Memiş zaten
bukalemun gibi bir adamdı. Durduğu yerin rengiyle renklendiğini
anladım. Onu çevreleyen güzellikle güzelleşiyordu. Bakışı birden,
deniz gibi derinledi ve gözleri kapkara iki cennet oldu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2017: 105).
Aptal Memiş Efe’yi diğer insanlardan ayıran farklı kılan şey, onun gerçek
güzelliği, doğayı tüm gerçekliğiyle hissedebilmesidir.

“Zavallı Aptal Memiş Efe, beceriksiz diliyle anlatmaya


çabaladığı bilinmez yerin, görmediğimiz bir yurdun bir başına kalmış
yolcusuydu. Yeryüzünde kendi göksel eni ve boyu olan
yurttaşlarından bile haberi yoktu. O bilinmeyen yurt, halk türkülerinin
saçma sapanları arasında kimi kez şimşek gibi çakarak şimdi görülür,
şimdi görülmezdi. Memiş’in bakışı, insan bilincinde görüş menzili
uzayan bir bakıştı. Onun sezişlerine delilik, aptallık, hülya, düş
diyorlardı. Mesafeyi bütün uzaklıklardan soyup gerçeğin çıplak
güzelliğini görmek delilik midir?” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 106).
Doğa, insanı olumsuz duygulardan uzaklaştıran bir sığınaktır. Doğa umuttur.
Aptal Memiş Efe sevdiği karısının onu aldatmasıyla dünyaya gelen çocuğu kendi
çocuğu gibi sever. Fakat çocuk bir deniz sevdalısı çıkar ve bir gün ölüm haberi
Memiş’e ulaşır. Memiş ‘in ölüm haberi karşısında doğaya yönelmesi, doğanın insan
psikolojisine katkı sağladığının göstergesidir. Doğa, insanı sakinleştirir, dertlerinden
uzaklaştırır. Dolayısıyla Aptal Memiş, toprağa ektiği tohumlarla ölen çocuğunun
yerine yeni umutlar eker.

“Canım sıkkındı; bir çalıya varınca, çalının ardına çöküverdim.


Ta neden sonra, Efenin evi yönünden ayak sesleri duydum. Çalının
ardından baktım. Şaşakaldım. Efe, bir elinde çapa, bahçenin bir yanına
yürüyordu. Biraz ilerledikten sonra, toprağı kazmaya koyuldu. Ben,
‘Acaba ne yapacak?’ diye merak içindeydim. Ne dersiniz? Bir çeyrek
önce, çok sevdiği, oğlu saydığı gencin ölüm haberini alan adam, cinler
tarafından kovalanıyormuş, gibi aceleyle cebinden tohumlar çıkarıyor
ve toprağa ekiyordu. İçimden, ‘Adam aklını oynattı galiba’ diye
düşündüm. Toprağı çapayla, parmaklarıyla adeta paralıyordu.
Korktum doğrusu… Sıvıştım…” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 110).

84
Deniz insanı merttir, yardımseverdir, duyarlıdır. Aganta Burina Burinata
romanının bir bölümünde kocası denizdeyken çocuğunu kaybeden bir kadının
çaresizliğine değinilir. Kadın, parası olmadığı için çocuğuna kefen alamaz. Belediye
başkanından yardım ister. O da yardımda bulunmaz. Son çare denizcilere başvurur.
Denizden yeni dönen Ateşoğlu ve ekibi bu duruma tepkisiz kalmaz. O gün denizden
kazandıkları tüm parayı kadına verirler.

“Çorbayı sessiz sessiz içerken kapı çalındı. İçeriye hıçkıra hıçkıra, salt
kapkara göz kapkara bakış kalmış, orta yaşlı zayıf bir kadın girdi.
Göğsünde uzun bir bohça taşıyordu. Onu yere koydu. Açtı. Yedi
yaşlarında, bir deri bir kemik kalmış, ölü bir kız çocuğu idi.
Ateşoğluna:
- Sizlere ömür geceleyin öldü. Son olarak, ‘Babamı istiyorum’ diye
haykırdı. Ah, yavrucuğuma gönlümün istediğince bakamadım. Babası
iki aydan beri Yoran taraflarında balıkta, elimizde avcumuzda da bir
şey yok. Şilteyi Kazayak’a götürdüm. Ne olacak, ben yerde
yatıveririm dedim. Eski diye şilteye bir şey vermedi. Yavrucağı
kefensiz, çiçeksiz, susuz mu gömeyim? Belediye Başkanı Katırcıların
Ağaya gittim. ‘Babası balıkçı, kuyudan kova dolusu su çekiyormuş
gibi balık çekiyor. Para kazanıyor, ona kefenlik mefenlik verirsek
fakir fukaraya ne kalır?’dedi. Kadın bu sözleri söyleyince çocuğu
kaldırıp, ‘Yavrucuğum!’ diye bağrına bastı. Boğazımda sanki yumruk
kadar bir düğüm düğümlendi. Hıçkırarak ağlamaya koyulmuşum.
Ateşoğlu ile ikidelikanlı:
- Sen merak etme Emine kadın, ne lazımsa biz yaparız. Denizcilerin
çocukları denizcilere emanettir, dediler.
Ateşoğlu kalkıp delikanlıları bir köşeye çekti. Cebindeki paraları
onlara verdi. Delikanlılar da kendi paralarını saydılar ve o parayı
kendilerininkine kattılar. Sonra ikisi de kefenlik ve şu bu almak ve ölü
yıkayıcısını çağırmak üzere dışarı fırladılar. Yarı içilmiş çorbayı artık
içen olmadı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 68).

Deniz Gurbetçileri romanının dördüncü bölümünde Balıkçı Salih’in hayatı


söz konusudur. Balıkçı Salih, doğayla iç içe yaşamını sürdürmeye çalışan yaşı
doksanı geçmiş biridir. Bütün ömrünü balıkçılıkla geçirdikten sonra tek başına kalır
ve yaşamını bu şekilde sürdürür. Hikayede Balıkçı Salih,’in tabiat ortasındaki mutlu
yaşamı anlatılır. Burada her türlü yoksulluk ve acı kayıplar yaşamasına rağmen
yaşamla bağını koparmaz. Doğayla uyum içerisinde yaşayan insanların, doğadan
uzak insanlara göre yaşamla bağları daha güçlüdür. Doğadan uzaklaşmak insanları
yalnızlığa ve mutsuzluğa iterken, doğayı benimseyerek yaşamak her zaman insana
yaşama sevinci verir.

85
“Ona Palamut bükünde Ak Salih derlerdi. Çünkü yüzü yıllarca güneş,
rüzgâr ve deniz suyuyla esmerleşmiş, kiremit rengini almıştı, ama
yüzünü çevreleyen saçı sakalı yüzüne parlayan bir ak çember olmuştu.
Onda, dünyanın en temiz nesnesi, dünyanın en büyük masumiyeti,
sebepsiz engin sevinçleri vardı. Durup dururken, alabildiğine mutlu
olur, gülerdi. O gülüşü görenin de içi açılırdı.” (Halikarnas Balıkçısı,
2015a: 74).

Halikarnas Balıkçısı çoğunlukla doğayla iç içe olan insanları mutlu, sevinçli,


iyi, yardımsever gibi olumlu özelliklerle taçlandırır. Bu şekilde belki de insanları
doğayla iç içe yaşamaya teşvik eder.
Bulamaç romanında ekolojik kimliğiyle Martı karakteri ön plana çıkar. Martı,
doğduğu andan itibaren doğayla iç içe uyum halinde yaşar. Hayvanları sever, besler,
onlarla iletişim kurar. Martı’nın doğayla uyumu ise şu ifadelerden net bir şekilde
anlaşılır:

“İlk mektebi bitirdiğinde Martı on dört yaşındaydı. Kendisi inekleri


sağıyor, peynirin, yoğurdun âlâsını yapıyor, fidanlara bakıyor, hatta
Kaptanı hayretlere düşüren fıkra ve hikâyeler yazıyor, balık gibi
yüzüp, ak saçlı bir kaptan gibi yelken ve dümen kullanıyor ve bir
tevarek delikanlısı gibi ata ve deveye biniyordu. Ayrıca hayvanlara ve
nebatlara kendini sevdirmesini iyi biliyordu. Bütün kuşların ötüşlerini
ezberlemişti. Kumruları avucunda yedirirdi. Adaşı martıyı denizden
çağırırdı. Bülbülle beraber nöbet çalardı. Karatavuk, keklik, saka,
batak, tarla kuşlarının dilinden anlardı. İshakçığı ta yanına getirtirdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2010: 228).

Bulamaç romanında Kara Mahmut, üç yaşındayken babasını, on dört yaşına


gelince de annesini kaybeder. Çok erken yaşta yalnız kalan Mahmut, doğaya sığınır.
Ağaçlarla, denizlerle, dağlarla arkadaş, sırdaş olur. Dertlerini paylaşır. Yaşadığı tüm
olumsuzluklara rağmen yaşama sevincini doğadan alır.

“Kara Mahmut da bazen anlatıcıyı da dinleyiciyi de kendinde


toplarken, bazen de denizlere dağlara, orman ve ağaçlara hem anlatıcı,
hem de onları dinleyici oluyordu. Ne var ki, ağaç her gün bilinen
ağaçlığından, -elbisesinden çırçıplak boşanıp çıkan gelin gibi- sıyrılıp
bütün manasını ona verirken, bazen yolda ve yahut yanında bir yolcu
adam peydahlanıveriyordu. O zaman ağaç mı utanıyordu kendisi mi
utanıyordu ne? Kendisi bilinen her günkü Kara Mahmutluğuna

86
bürünür, ağaç da kabuğuyla yaprağıyla basbayağı ağaç olurdu. Kara
Mahmut deli değildi ya. Ağacın ne olduğunu bilmeyen mi vardı?
Kara Mahmut nasıl ve neden olduğunu bilmiyordu. Fakat ister
dağ, ister deniz, ister ağaçla iç içe konuştuğu zaman sevinç,
damarlarında şiddetle çarpıyor, gövdesinde bir çarkıfelek alevi gibi
dönüyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2010: 154).

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde doğadan beslenen insanlar, çoğunlukla pozitif,


güler yüzlü, mutlu kişiler olarak karşımıza çıkar. Bulamaç adlı romanda Asım
Kaptan da böyle kişilerden biridir. Asım Kaptan, ömrünü doğayla iç içe yaşayarak
geçirmiş yetmişlik bir ihtiyardır.
“Yaratıcılık istekleri bir aşk şiddetini bulanlardır ki, onun ne
baş döndürücü ve çıldırtıcı bir sevinç olduğunu bilirler. Gece
uykusunda bile Asım Kaptan fidanların büyümekte olduklarını, iç
kulağıyla, bir gök gürültüsü gibi işitiyordu.” (Halikarnas Balıkçısı,
2010: 224).

Bulamaç romanında doğa eksenli bir kişilik de Dalgıç Badi Nuri’dir. Badi
Nuri’nin doğayla iç içeliği çocukluk çağlarında başlar. Nuri, akranlarından fiziksel
olarak biraz farklıdır. Bu sebepten akranlarının baskısına, kötü sözüne maruz kalır.
Ama o bu farklılığının yarattığı olumsuz tutumlardan pek etkilenmez. Çünkü Nuri,
doğadan beslenen bir çocuktur. Doğayı seven, doğayı koruyan, doğayı yaşamın
merkezine oturtan kişi, yaşamın olumsuzlukları karşısında hayata daha pozitif bakar.
Badi Nuri de öyle biridir.

“Bu alel acayip çocuğun en tuhaf tarafı kendi acayipliğinin


farkında olmamasıydı. Öteki çocuklar kendisiyle alay ettikleri zaman,
o da neşesini ve gülüşlerini onlarınkine katardı. Yaradılışın kendisini
başkaları tarafından tefe konulmak için yaratmış olduğunu bilmiyordu.
O ormandaki yeşil günlerden, denizdeki mavi günlerden, şafaklar,
guruplar, aylar, yıldızlardan yapılma bir saray içinde yaşıyordu.
Alelade yabani dağ çiçeği, en bayağı serçenin cik edişi, her günkü
güneş, hava, gök, gönlüne açılan cennetti. Fakat bu cenneti amma da
burnundan getiriyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 322).

Badi Nuri, sadece doğaya karşı değil, doğada yaşayan diğer canlı türlerine
karşı da duyarlıdır. Nuri, Çomar adlı köpeği arkadaş edinir. Onunla dertlerini
paylaşır. Dayak yeme pahasına onu besler. İçinde doğa sevgisi gelişmiş kişiler,
doğanın ruhunu derinden hissederler. Badi Nuri de tam böyle bir kişiliktir. Örneğin

87
bir bülbülün ötüşünün Badi Nuri’de yarattığı etki ile diğer çocuklarda yarattığı etki
aynı değildir. O, bülbülün ötüşünden sonsuz mutluluk duyarken, diğer çocuklar
bülbülü öldürecek kadar duyarsızdır.

“Kuşlar ve hayvanlarla arası pekiyi olduğu için, ertesi günü


derdini ilk arkadaşı sokak köpeği Çomar'a anlatmıştı. Onu besleyeyim
diye aç kalır ve köpeğe yediriyor diye de üstelik dayak yerdi. O gece
ikinci dayak faslından sonra, efendisi uykuya varınca gidip Çomar’ı
bulmuştu. Onunla portakallığa gitmişti. Yapraklar arasında öten
bülbülü dinlemişti. Öyle tatlı ötmüştü ki, ay bile çocukla birlikte ağaca
yaslanıp dinlemişti. Ertesi günü bülbülün ne güzel öttüğünü çocuklara
söylemişti. Onlar gidip dinleyeceklerine, dişi bülbülyuvasını bulup
yumurtalarla oynadıktan sonra, yumurtaları kırmışlar, ana kuşu da
sapan taşı ile öldürmüşlerdi. Badi Badi Nuri onlarla beraber
gülememiş, fakat hıçkırarak ağlamıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010:
322).

Yine Bulamaç adlı romanda Süngerci Naim, doğa gözü açık bir kişilik olarak
karşımıza çıkar. Doğa duyarlılığı bulunan kişiler için para pul hiçbir anlam ifade
etmez. Zira onlar yaşamın anlamını doğada bulurlar.

“Ne var ki parayı görmeyen gözleri başka şeyler görüyordu.


Akşamleyin sular kararırken dev çapında bulutlar karmakarışık olarak
gelip geçiyorlardı. Sanki rüzgârlar, çırçıplak soyunmuşlar, saf ve
berrak, göklerin bir uzaklığından öteki uzaklığına fırlayıp uçuyorlardı.
Paranın kıymetini göremeyen duygusu ve iç gözüyle gördüğü buydu.
Rüzgârı görüyordu ve paraya tamamen kör olan gözleri, babasının
‘kırılası’ dediği kafasına, aklının kavrayamayacağı heybette
görüntüler görmekte olduğunu bildiriyordu. Beyni bu duyulanları söze
koyup anlatamıyordu. Fakat gönlü, içinden geçen büyük rüzgârlara
açık kalıyor ve içinden birbiri ardınca heybetli sevinç kasırgaları
kopuyordu. O sevinçlerle beraber, onlara denk bir işkence ile uçan
giden güzelliğe fırlayıp yetişmek istiyordu. İşte bundan dolayı evden
kaçmıştı ve öteki denizciler ve dalgıçlarla uyumuştu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2010: 326).

88
2.3.2. Doğayı Sömüren Olumsuz İnsan Tipi

Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde doğadan uzak insanlar genellikle


kötüdürler. Doğadan uzak derken bu uzaklık bazen mekânsal olsa da çoğunlukla
ruhen bir uzaklıktır. Doğanın içinde olup fakat doğayı sadece kendi çıkarları için
görebilen kişiler de söz konusudur. Yazar, bu insanları parayla özdeşleştirir. Paranın
insanı tüm güzelliklerden uzaklaştırdığına inanır. Eserlerine baktığımızda parasal
gücü elinde bulunduran kişiler, genellikle olumsuz, kötü insan tipleridir.

Halikarnas Balıkçısı, bu düşüncesini Deniz Gurbetçileri romanında net bir


şekilde ortaya koyar. Yazarın doğadan uzak, doğayı sömüren kişisi bu romanda
Karakulak Tevfik’tir. Karakulak Tevfik, zengin, paragöz, insanları sömüren biridir.
Gemileri ve bu gemilerde çalıştırdığı pek çok işçisi vardır. İşçilerini hayatlarının
pahasına çalıştırır. Öyle ki pek çok dalgıç, onun aç gözlülüğü sebebiyle hayatını
kaybeder. Kendi işçilerinden olan Barka ve Koca Numan arasındaki diyaloglar,
Karakulak Tevfik’in paragöz ve sömürücü yönünü açıkça ortaya koyar:

“Koca Numan:
‘Ne oldu gene Barka?’
‘Ne olacak, evim ona rehinde. Evim rehinde olduğu için ona dalgıçlık
etmek zorundayım. Neyse, eşten dosttan topladık parayı götürdük ona.
Elli lira eksik diye parayı almadı. Kamımızdan bağlı kaldık musibet
herife. Verdiği ancak açlıktan ölmemeye yetiyor. Onu da, köpeğe
kemik savururcasına önümüze atar. Eğilip teşekkür yollu ayaklarını
yalamadığımız kalıyor. Birbiri ardınca ömrümüzün bütün günlerini
alıyor. Her gün de daha derin borca giriyoruz. Bu yıl kırk,
önümüzdeki yıl elli kulaç borç. Denizde boğulmazsan borçta boğul.
Gençliğimizi aldı yedi, orta yaşlılığımızı da yitirdi. İhtiyarlığımızı?
Eh, denizde boğulmazsak, onu da alır. Kala kala bize ölüm kalır.
Sanki şimdi yaşıyor muyuz? Uzun ölüyoruz. Kimi kez, vallah ölsem
de kurtulsam, öteki arkadaşlar gibi, diye düşünüyorum.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015a: 55).

Yine Barka, Karakulak Tevfik’in onların yaşamlarını hiçe sayarak nasıl


tehlikeye daldırdıklarını aktarır.
“Ölü olmaz olur mu? Bizi yekten, kırk beş kulaca indiriyor. Burada
hepiniz denizden anlarsınız. Yüze çıkarken, her on kulaçta bir, birkaç
dakika durmamız gerekir ya. Hani dipte, deniz baskısıyla kanımıza
giren hintrecan -hidrojen- gazları, kanda boncuklanmadan, erimiş
dursun diye. Ne gezer? Kırk, kırk beş kulaçtan, birdenbire yallah yüze

89
çıkıyoruz ki vakit kaybolmasın. Eh kanunumuzun gazoz gibi hava
boncuklarıyla fışıldamadığına şaşmalı doğrusu. Kırk kulaçtan çıkışın
hiç olmazsa yarım saat sürmesi gerek. Oysaki kurşun skandil gibi
zıngadak dibe, mantar gibi de hoppadak yüze gidip geliyoruz. Eh bre
Numan, ölüm olmaz da ne olur?” (Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 56).

Deniz Gurbetçileri romanında para hırsına sahip bu insanlar, Eski Roma


medeniyetinde gözleri parayla gömülen ölülere benzetilir. Bu insanlar, para dışında
hiçbir şeyi görmezler. Doğadan habersiz yaşayıp giderler. Tüm bu durumu
denizcilerden Teleskop Mehmet ve Barka Kaptan’ın diyaloglarından dinleriz:

“Bana kalırsa kötülüğün başı para. Gereme'de (eski adı


Keramos) sünger avlıyorduk. Depozitomuz nahiye kıyısında demirli
olduğu için, paydosedince kıyıya çıkıyorduk. Orada Cinibizliler(eski
Roma ve Hellenistik harabeler var. Ama halk hangi eski kalıntıyı
görse ona, Clnibizlilerden kalma, der. Cinibiz Cenova demektir. Söz,
Cenoveze lafından gelir.) zamanından kalma örenler (viranlar,
harabeler) var. Frenk kazıcıları vardı. Birçok eski mezarlar buldular.
Mezarlardaki ölülerin çoğunun gözlerinin üstünde para vardı.
Kazıcılara sorduk. Bu paralar neden bunların gözlerinin üstüne
konulmuş diye. Adamlar ölünce gözleri açılmasın diye, dediler. Bana
kalırsa kimi diri insan da öyle. Gözlerini parayla örtüyorlar. Artık
dünyada paradan başka bir şey görmüyorlar. Ne insan görüyorlar, ne
de gökle denizin mavisini, ne akşamleyin batan güneşin elvan elvan
renklerini görüyorlar. Paradan başka her şeye kör oluyorlar. İşte,
fenalığın babası paradır. Para, gözü bir kapladı mıydı, sağa baksan
para, sola baksan para, her nereye ve neye baksan para görüyorsun.
Para da gerek ama insana, ondan ara sıra bir kaçamak bulması gerek.
İşte o kaçamakların süresince yaşadın demektir, gayrisi o gözleri
paralı ölüler gibi ölüm! İşte bu Karakulak'ın gözünden kaldır parayı,
paranın altında iyi adamı buldun demektir.

Barka âdeta kızdı, ‘Bok buldun!’ dedi. Karakulak’ın gözündeki


para yüreğine kök salmıştır. Yalnız gözlerine değil, ta yüreğine,
canına ciğerine. Parayı sökmek için canını ciğerini de sökmeli.
Karakulak gibi adamın elinden gelse gözünü para diye örten karanlığı
oradan kaldırtmamak için milyonlarca insanın gözünü çatır çutur
sökmeye, halta canını ciğerini koparıp yere çalmaya hazırdır. Karanlık
şey bu. Çok karanlık! Hey Allah’ım kimlerin elinde kaldık.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 71-72).

“Dalgıcın Parçaları” adlı öyküde de gözünü para ve kazanç hırsı bürümüş bir
armatör söz konusudur. Armatörün tek derdi denizaltındaki süngerlere ulaşmaktır.
Sünger toplamak için birkaç dalgıcı alır ve denize açılır. Dalgıç Ahmet de bu

90
dalgıçlardan biridir. Fakat Dalgıç Ahmet, hava götüren hava borusunun patlaması ve
hava kaçırması sebebiyle denizaltından çıkamaz. Bu durum karşısında hiçbir tepki
vermeyen acımasız, duygusuz, sadece kendi çıkarını düşünen armatör, Ahmet’in
ölümünden hiçbir şekilde etkilenmez. Onun tek düşüncesi kazancıdır.

“Skafandarın sermayesini sağlamış olan armatör, Çabuk olunuz! Diye


tepiniyordu. Sünger avlanılmayarak geçen her saat, liralarca ziyanı
vardı. İnsan neye göz dikerse, ancak onu görür; o da yalnızca
kazancını görebiliyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 107).

Aganta Burina Burinata romanında Gavur Ali, doğaya hükmetmeye çalışan, toprağı
sömüren, olumsuz bir kişiliktir.

“Gâvur Ali aksi bir adamdı. Topraktan bir tane daha buğday
koparmak için neredeyse toprağın bağrını dişleriyle paralayacak,
tırnaklarıyla yırtıp deşecek, tekmeleyecek, acıtacak, ekmek diye canını
çıkaracak bir adamdı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 142).

Ötelerin Çocukları adlı romanda karşımıza insanları, doğayı, toprağı, hayvanı


sömüren bencil, namert bir kişi olan Hacı Resul çıkar. Hacı Resul, insan türünün
doğa üzerinde kurmak istediği tahakkümün hangi boyutlarda olabileceğinin en somut
göstergesidir. O, çevresinde var olan her şeyin sadece kendisi için yaratıldığını
düşünen sığ fikirli, doğa düşmanı bir kişiliktir.

“Hacı Resul'e gelince, Çatalkaya'nın ve başka köylerin en


dişlek kodamanıydı ve ağasıydı.
Köy baş keseni, sahipkıranı denince sakın ha burma bıyıkları
kulaklarından birer karış aşan, karakaşları hançerler gibi birbirine
kancalanan, pehlivan yapılı, sırık boylunun biri sanılmasın. Hacı
Resul -yahut köyde anıldığı gibi Hacı İresil- tatlı dilli, ufak tefek bir
adamdı. Ama doğrusu yaman avcıydı. Uçarla kaçar elinden kolay
kolay kurtulamazdı. Fareyi delik ağzında bekleyen kedi kadar da
sabırlı idi. İspinozları, isketeleri, sakaları yağmur gibi şakır şakır
yağdırırdı. Geyik demez, karaca demez, şakkadanak alınlarından
vururdu. Bir tarlaya göz koydu muydu, artık namlusunun gezini,
gözünü avını bir çizgiye koymaz, ama tarlayı kara kitabın çalımına
getirir, pazarlık arasında yalvarıp gülümser, burasında kaş çatıp hırlar,
orasında kuzu gibi meler, tarlayı da, tokadı da turnaymışlar gibi
gözlerinden vururdu. Ondan sonra, tarlanın, sahibini ortakçı diye
kullanır, eline bakan karı kızanlarına da dilediğini ederdi.” (Halikarnas
Balıkçısı, 1994: 24).

91
. Hacı Resul, doğadaki hiçbir güzelliğin, varlığın farkında değildir. Onun için anlamlı
olan tek şey paradır ve her şeyin değeri parayla ölçülür.
Hacı Resul'ün gözünde dünyada paraca değerinden başka
kıymeti olan bir şey kalmamıştı. Ona göre her şey, ‘Kaç para eder?’
diye ölçülürdü. Haysiyetin değeri hakkında bile akla ilk gelen soru,
‘Kaç paralık haysiyeti var?’ idi.
Yamaçlarda açan çiçekleri görmezdi. Onlar, ineklerin
yiyecekleri otların teferruatından idiler. Göğün mavi olduğunu
biliyordu. Eşeğin kuyruğu olduğunu bildiği gibi. İşte o kadar! Varlığın
bu genel ölümünün hıncını Hacı Resul her temizi pisletmekle, her
güzeli kirletip çirkinleştirmekle çıkarıyordu. Hacı Resul'deki arzu, ne
Âşık Kerem'in Aslı’yı ne Mecnun’un Leylâ'yı özlemesi gibi bir gönül
arzusuna ne de kurdun kuzuyu sevmesi gibi bir gövde
gereksinmesiydi. Ölümün bağlaşığı kesilen Hacı Resul'ün arzusu her
canlının canına okumaktı. Yaraladığı geyiğin üzerine otururdu o.
Boğazını keser, hayvan can çekişir, debelenir, titrerken âdeta şehvetle
ağzı sulanır, sırıtırdı. Hayvan korkunç bir iç çekişiyle kendi kanını
içer, o iri gözlerini son bir bakışla açık göklere çevirirken, Hacı Resul
duyduğu hazla sarhoş olup onun üzerine yığılır, geyiğe ağız dolusu
küfürler ederek gerdanını ısırıp çekiştirirdi.” (Halikarnas Balıkçısı,
1994a: 28-29).

Hacı Resul, doğadaki her şey üzerinde tahakküm kurmak istediği gibi
kadınlar üzerinde de tahakküm kurmaya, onları sömürmeye çalışır. Kadını erkekten
aşağı bir varlık, bir av olarak gören Hacı Resul‘ün bu yaklaşımı, erkek egemen
düşünce yapısının kadın üzerinde yarattığı baskının en bariz örneğidir. Hacı Resul’un
hem doğa üzerinde hem de kadın üzerinde uyguladığı tahakküm, bu eserde
ekofeminizmden izler olduğunun göstergesidir. Ekofeminizm, doğanın ve kadının
sömürülmesi arasındaki ilişkiden hareket eder. Çevresel sorunlara ataerkil düşünce
sisteminin yol açtığı savunur ve bu çevresel sorunların çözümünü de ataerkil
zihniyetin yok edilmesine bağlar.

“Hurşit Efeye, ‘Şu Elif kız zor av! Sen de oradaydın, denize çırçıplak
daldığını gördün ya! Doğrusu, yaman kancık!’ diye dert yandı. Hurşit,
‘Tüfeğin vurmazı, kadının da düşmezi olmaz. Sen meram ettikten
kelli, tekeden süt çıkarırsın, ağam!’ diyordu. Hem Hanife, hem Hurşit,
Hacı Resul'e, bu iş ne denli zor da olsa, bir gün muradına ereceğine
yemin billah ediyorlardı. Bu sözler ona güvenç veriyordu. Biliyordu a
canım! O okşayıcı, yanık sesine, gözlerinin merhamet dilenen o hazin
bakışına, hangi kan, hangi kız dayanmıştı ki, bu da dayansın? Bunun
da usul usul aklı çelinirdi. Zorbalığın, tepe tepe çiğneyip murdar

92
etmenin -gel keyfim, gel- sefası sonra olurdu. Hangi çiçekten bal
alacağını, balı nasıl alacağını bilirdi. Önce ağzıyla bal döker, sonra
ardıyla sokardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 1994: 239).

“Köy Âlemi” adlı hikâye, bir köy ağası olan Mahmut Ağa, işçileri ve yanında
çalışan Güllü arasında geçenlerden ibarettir. Hikâyede ağalık sistemi ve ağanın
işçilerini sömürmesi eleştirilir. Toplum düzenindeki hiyerarşik yapılanmalarla,
doğadaki sömürüler arasında ilişkiye dikkati toplumsal ekoloji hareketinin kurucusu
Murray Bookchin çeker. Bookchin’in temelini oluşturduğu toplumsal ekolojiye göre
toplum yapılarındaki hiyerarşik düzenler, insanların doğayı sömürmelerine neden
olur. Bu bağlamda çevre sorunlarının çözümünü, sınıfsız, eşitlikçi toplumsal
yapılanmaların inşasına bağlar. Mahmut Ağa, ağalık sisteminin gücünden
faydalanarak, çevresindekileri sömürür. İnsanları sömüren ve hayvanlara hakaret
ederek, hayvanları insandan alt varlık olarak gören Mahmut Ağa gibilerinin
tahakkümünün son bulması onlara ayrıcalık yaratan her türlü yapılanmanın ortadan
kaldırılmasıyla söz konusudur.

“Gündelikçilerin uyumakta olduklarını görünce Mahmut Ağa


küplere bindi, onlara,‘Yaşasın be baba yiğitler! Para, gün kararmazdan
önce köpek gibi zıbararak mı kazanılır? Hele durun bakalım! Kaç
duvar ordunuz bugün?’ diye avaz avaz bağırdı. Duvarı karışladı.
‘Vay gidinin herifleri! Otuz karış bile örmemişsiniz. Öyle ya,
çok çalıştınız, yorgun düştünüz, yatıyorsunuz... Ver parayı bakalım
Mahmut Ağa... Siz uyuyun, Mahmut Ağa da para vere vere topu atsın.
Öyle mi?’ diye çıkışıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 140).

“Karabulutoğulları” adlı hikâyede Kerpeten Halil de sömüren, fırsatçı,


çıkarcı, bencil bir kişidir. Zorda kalan denizcilerin durumundan faydalanır.

“Kasabada Kerpeten Halil adlı bir adam vardı. Halil'e kimse sataşmaz,
kimse gülmezdi. Çünkü bir gün belki ona muhtaç olabileceklerini
düşünürlerdi. Kerpeten, yağmurda da, güneşte de, camiye bitişik
kahvenin saçaklı duvarına da-yanarak, sabahtan akşama kadar ayakta
dururdu. Üst başı, sırtından, partal ve paçavra halinde akardı. İnsan
onu görünce, üzerine sümüğünü atmazdı. Fakat köylülerin
söylediklerine göre parasını tek tek değil, kürek dolusuyla sayarmış.
Her isteyene rehin karşılığında para verirdi. Cinsteşlerine yardım
etmek için bin bir çeşit yardım yolu bulmuştu. Deniz adamı olmadığı
halde, dört beş kayığı vardı. Onları isteyene kiralardı. İsterlerse para
da verirdi. Kayık seferden dönünce, ödünç verdiği parayı ve bir de

93
kayık kirası olarak, karın üçte birini, ondan başka da kayığın payını
alırdı. Onun için kayıklarına ‘Şeytanın Kayıkları’ denilirdi. Kerpeten
Ağaya, neden denize gitmediği sorulunca da;
- Ben boğulursam, karadaki ümmeti Muhammed'in işlerini kim
görecek? Diye cevaplardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 38).

Bulamaç romanında doğa, kişilere tutumunu kendisi belirler. Romanda Bay


Haşmet Karaoğuz, doğadan uzak, paragöz, fırsatçı, sömürücü kişilik özelliğine sahip,
hali vakti yerinde bir kişidir. Bay Haşmet, varlıklı oluşuna güvenerek bu durumu her
şekilde kullanmak ister. Fakat doğa Bay Haşmet’in varlıklı oluşuna bakmaz.

“Bu dağlara, mesela Bay Haşmet Karaoğuz'un da uğradığı vakti asil


ve vakur dağlar ona, aslanların bitlere müsamaha ettikleri gibi lakayt
kalmışlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 158).

Bulamaç adlı romanda Süngerci Naim, doğadan yana biriyken esnaf olan
babası tam tersi bir kişiliktir. Tüm derdi daha fazla para kazanmaktır. Oğlu Naim’in
de kendisi gibi yaman esnaf olmasını ister. Fakat Naim’in gözü parayı görmez. Onun
gözü engin denizlerdedir. Bu sebeple babasının eleştirilerine maruz kalır.

“Dükkânında bu gibi hadiselerin vaki olduğu akşamlar babası yemek


masasının başında birkaç uzun ‘Of!’ çektikten sonra, Naim’in annesi
Zinnur Hanım’a ve halalara ‘Bu çocuk adam olmayacak’ derdi. Bir
avucu sanki para doluymuş da ve elinin baş ve şahadet parmaklarıyla,
hayali parayı, öteki elinin açık avucuna sayıyormuş gibi yaparak ‘Ah
anam babam pata tring! tring! Diye saydın mıydı, o zaman kendini
adam oldun bil!’ der ve saatlerce böyle konuşmakta devam ederdi.
Naim’e gelince, bu para hayali değil sahici idi de babasının her
‘Tring!’ deyişinde, sanki bir tokmak gibi ağır kafasına güm güm
çarpardı. Yediği yemek ona zehir zıkkım olur, duyduğu iğrenti ve
tiksintiden adeta kusası gelirdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 325).

2.4. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Hayvanlar

2.4.1. Sömürülen, Tahakküm Altına Alınan Hayvanlar


İnsan türü, modernleşmeyle birlikte doğadan uzaklaşma sürecine girer.
Doğadan uzaklaşan insan doğadaki konumunu unutarak kendini, kendi dışında
yaşayan, var olan canlılardan üstün görmeye başlar. Üstünlük anlayışı içerisinde
doğanın tüm canlılarının, elementlerinin ve bileşenlerinin kendi hizmetine sunulduğu
yanılsamasına kapılır. Bu bakış açısıyla doğayı bitmez tükenmez bir kaynak olarak

94
görenler, doğayı olabildiğince sömürerek doğadaki diğer canlılar üzerinde tahakküm
kurmaya çalışırlar. Bu noktadan hareketle, insan merkezli bakış açısının ortaya
çıkardığı önemli bir sorun da hayvan türünün farklı şekillerde sömürülmesi ve
tahakküm altına alınmasıdır. Çalışmamızın hayvanları ele aldığımız bu kısmında
ekoeleştirel bir bakışla hayvan temsilleri incelenmeye çalışılmıştır. Halikarnas
Balıkçısı’nın çevreye karşı duyarlılığı, hassasiyeti oldukça geniş boyutlardadır.
Yazar, doğadaki tüm canlı veya cansız organizmalara karşı duyarlı bir bakış açısı
sergiler. Hayvanları ele aldığı hikâye ve romanlarında hayvan sevgisi temasını
oldukça duygusal ve etkileyici bir dille anlatarak hayvan türüne karşı bilinç
oluşturmaya çalışmıştır. Halikarnas Balıkçısı’nın bu anlamda en dikkat çeken öyküsü
“Gündüzünü Kaybeden Kuş” tur.

Yazar, bu hikâyesinde martıların farklı bir türü ve Akdeniz’de ‘Miho’ diye


adlandırılan açık deniz martısının Hacı Süleyman adlı bir avcı tarafından vurulup kör
edilişinin acı, dokunaklı hikâyesini anlatır. Hacı Süleyman acımasız bir avcıdır. Hacı
Süleyman, doğaya doğadaki canlılara insan merkezli bakışın en güzel göstergesidir.
Zira insanlar, doğayı ve hayvanları kendilerinin hizmetine verilmiş unsurlar olarak
görüp onlar üzerinde her türlü tahakkümü doğal hakları olarak görürler. Ekoeleştirel
yaklaşım buna şiddetle karşı çıkar. İnsanı doğanın bir parçası kabul eder. Her canlıyı
kendi özünde değerli görüp ekosistemin bir parçası kabul eder.

“Hacı Süleyman köpeğine kızdı, ‘senin burnun yok mu ne? A


it oğlu it!’ diye çıkışarak köpeğe bir tekme attı. Köpek kuyruğunu
ardına kıstı ve beş on adım öteye kaçtı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014:
10).
Hikâyede insan merkezli sığ yaklaşım, insanın doğa karşında acımasızlığı,
talepkar tutumu ile ortaya konulmuştur. Bu tutum karşısında sömürülen, gözleri kör
edilen, yaşama hakkı elinden alınan, doğanın bir parçası olan Miho’nun acı
hikâyesidir. Hikâye bir anne hassasiyetiyle verilmiştir. İnsan türünün keyfi olarak
yaptığı avcılık faaliyetlerinin olumsuz sonuçları ortaya konulmuştur.

“Yandan gelen saçmalardan biri, kuşun bir gözünden öteki


gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. Kuş artık korkunç ve
garip bir karanlıkta uçuyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden beş saat
uçtu. Doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. Ama göğü
bulamıyordu. Biliyordu yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın
üzerinde idi. Yavruları yiyeceksizlikten ne haldelerdi acaba?

95
Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya göklere baka mı
kalacaklardı?” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 11).
İnsan benmerkezciliği Miho’yu yavrularından ayırır.

“Son bir kez, karanlıkta iki ayaklı birer pamuk yumağına


benzeyen sarı gagalı yavrularını çağırdı. Sesi kısıldı. Gırtlağından
acayip gürültüler çıkararak ve tekerlenerek çırpına çırpına denize
düştü. Ertesi gün, ıssız denizlerde bir beyaz tüy yüzüyordu ancak.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 11).
“Gülen Adam” öyküsü de doğada insan dışında yaşayan canlılara karşı
Halikarnas Balıkçısı’nın verdiği mesajlar açısından önemlidir. Bu öyküde doğa dostu
ve içinde derin hayvan sevgisi besleyen bir denizcinin haksız yere öldürülüşünün
hikâyesi anlatılır. Yaşlı denizcinin adı Memiş’tir. Yaşlı denizci, sürekli güldüğü için
lakabı gülen olarak kalır. Yaşlı denizci bazen kayığıyla açılır bazen de keklik
avlayarak hayatını sürdürür. Lakin bir gün beslediği kekliğin gidip çoğalıp tekrar ona
gelmesiyle yaşlı denizci kuş avından da balık avından da vazgeçer.

“Kulübesinin etrafında serbest olarak gezip tozan gagası kırık


dişi kekliğini tutup kafese kapar, kafesi kıyıda akan bir suyun başına
kor, çalı kümesinin içine saklanarak, dişinin bağrışma gelen baba
keklikler avlardı. Bir ilkbahar, kekliği ortadan kayboldu. Memiş,
‘Ormanı özledi zaar!’ diye güldü. Aradan iki ay geçti, geçmediydi ki
Memiş kulübesinin önünde güneşlerken bir de ne görsün? Başta dişi
kekliği, onun ardınca da dizilen on keklik palazı, kırmızı ayaklarıyla
yaya olarak gelmekteler. Dişi keklik de, ‘Sen beni kafese koyuyor,
çağırdığım âşıklarımı hep öldürüyordun. Bak, ben gittim, seviştim,
yavrular yapıp onlarla yine sana geldim’ diyordu sanki. Memiş
sevindi, gözlerinden yaşlar akıncaya kadar gülerek, ‘Hoş geldiniz!’
dedi. Kendisini dünyada şu kırık gagalı kuşcağız kadar bir seven
olmamıştı. Memiş artık kuş avından da, balık avından da vazgeçti.
Hatta keçisini, kekliklerini alıp ıssız bir adaya çekildi.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013a: 114).
Yaşlı denizci doğayla bütünleşerek doğanın ahengiyle yaşamanı sürdürür.
Doğa ona yaşama sevinci verir. Fakat bu durum çok uzun sürmez. Adaya kaçak eşya
istifleyen asık suratlı bir adam gelir. Memiş’e ortaklık teklif eder. Bu ortaklık teklifi
bir nevi doğayı yok etmek, kontrol altına almak içindir. Öykü, insan bencilliğini,
insanların kendi çıkarı söz konusu olduğunda nasıl yıkıcı ve yok edici olduğunu
ortaya koyar. Hikâyede kaçak eşya istifleyen adamın şu sözleri oldukça dikkat
çekicidir:

96
“Şimdi sana bir görev vereceğim. Bu akşam motorlar yeterince
tüfek ve fişek getirecekler. Bu adada bulut bulut kuşlar uçuyor. Bunlar
kolcu motorlarının uzaktan bile dikkatini çekerler. Uygarlık demek
doğayı yenmek, onu ayaklarının altına alıp da yok etmek demektir.
Sen o tüfeklerle bu kuşları temizleyeceksin.’ dedi.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013a: 116).
Doğadan tamamen kopuk, yaşamdaki her şeyi diledikleri gibi
kullanabileceklerini düşünen insan türüne karşı doğayla bütünleşmiş doğayı, hayvanı
koruyan gülüşünü ve yaşam sevincini doğadan alan Memiş karakteri karşı karşıya
getirilmiş ve öyküde uygarlık ve doğa sorunsalı çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.
Doğadan bîhaber olan bu adam, Memiş’in göçmen kuşların göç yolculuğu esnasında
susuzluktan ölmemeleri ve adayı kolayca bulabilmeleri için adaya yerleştirdiği
fenerleri kendine hazırlanan tuzak olarak görür. Öyleki uygarlıktan dem vuran adam
kendi çıkarı söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan Memiş’i öldürecektir.

“Asıl büyük parti malın geleceği gece idi. Gök ayının on


dördüydü. Ama denizler serbestti. Çünkü ay sonu olduğu için bütün
kolcu kayıklarının, bağlı oldukları limanlara, aylık almaya
gideceklerini biliyorduk. Mallar tam gece ortası adaya çıkarılacaktı.
Ben iki dağ arasına görünmez bir yere kurduğum çadırdan çıktım. Bir
de ne göreyim. Adanın ötesine berisine fenerler konmuş, bütün ada bir
donanma olmuş. Ta kıyıda da çömelen zirzopun gölgesi arkasında
deniz ufka kadar çil çil gümüş paralarla ışıl ışıl yandığı için onu kolay
seçebildim. Adanın ötesine berisine fenerler yakıp koyan adam oydu.
Hele bakındı bir! Kolculara işaret verecekti. Tabancamı alıp dosdoğru
ona yürüdüm. Gökte kuşların kanat şakırtıları vardı. Yerde kuşların
geçmekte olan gölgeleri adayı yürüyen bir kilime çevirmişti. Korkunç
bir şeydi. Onun önüne vardım. Hiçbir şey yapmamış gibi önüne
keklikler almış, onlarla oynuyordu. Ona, 'Baksana bana, bu fenerleri
neye yakıp sağa sola koydun?' dedim. Bana, 'Her yıl böyle yaparım.
Afrika’dan gelen kuşlar yüz mil denizi uçarak geçinceye fena halde
susar ve yorulurlar. Birçokları yorgunluktan denize düşer, birçokları
da susuzluktan ölürler. Bu fenerleri yakıyorum ki adayı kolay
bulsunlar. Görüyorsunuz ya, hepsi de adaya geliyor. Burada su var'
dedi ve gülümsedi. Ben ona, 'Sen bunları külahıma anlat!' dedim.
Çekip ateş ettim. Hani ya hiçbir şeyden işkillenmeyen ve iki ayağı
üzerinde dik durarak ot çiğneyen tavşanlar olur, kurşunu yiyince bir
sıçrarlar, işte böyle sıçradı. Kurşun ağzından girip ensesinin bir
yanından çıkmıştı. İki avucu ile önündeki keklikleri korumaya
kalkıştı. Gözlerinde yalvarıcı bir hal vardı. Ağzıyla langır langır
ederek bir şeyler demek istiyordu. Ağzından kanlar ve kırık diş
parçaları akıyordu. 'Hah habis, gül bakayım!' dedim. Hıncımı
alamamıştım. Tabancayı yüzüne tutup bir daha ateş ettim.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 117-118).

97
Kaçak eşya istifleyicisi için bu ölüm olması gereken bir durumdur. Bu olayı
oldukça normal karşılar. Memiş’i ayağından bağlayıp denize atar. Bununla da
yetinmez, adadaki kuşların bir kısmını da yok eder ve hiçbir şekilde pişmanlık
duymaz. Tam tersi rahatlar.

“Bacağına bir taş bağladım. Kendi kayığına koydum. Götürüp


denize attım. Kıyıya dönünce kayıktan çıktım. Kayığa bir tekme
vurdum. Kıyı rüzgârı boş tekneyi açık denize sürüp götürdü. Herifin
kimsesi yoktu. Arayan soran olmaz. Olursa deli zir zop denizde
boğulmuştur, derler. Keklikleri kaldı. Motor geldi. Keklikleri ve öteki
kuşların bir kısmını hakladık, ölü kuşları gören öteki kuşlar ürküp
kaçtılar. Fenerleri de yerlere çarpıp parçaladık. Ne ise, artık herifin
habis gülüşü dağdan dağa, adadan adaya algılanmıyor. Günler sakin
geçiyor, uykum da rahat... İşimiz de yolunda. Adanın mağaraları
şehirde lazım olacak eşyalarla doldu’ dedi.” (Halikarnas Balıkçısı,
2013a: 118).
Yazar, hikâyede kültür doğa ikiliğine güzel göndermelerde bulunur.
Kültürden dem vuran insanların, çıkarları söz konusu olduğunda gözlerini kırpmadan
her türlü yok edici eylemde bulanabileceklerini gözler önüne sürer. Bu hikâye, insan
türünün doğa için ne denli tehdit oluşturduğunun çarpıcı bir örneğidir.

Hayvan temalı bir diğer hikâye “Hoş Bulduk Selim Dede”dir. Yazar, bu
öyküsünde de diğer birkaç öyküsünde olduğu gibi hayvan sevgisi temasını ele
almıştır. Hikâyenin kahramanı Hoş Bulduk Selim Dede, doğadaki tüm canlılara karşı
sonsuz sevgi besler. Hikâyede uzun yıllarını balıkçılık ve kaptanlıkla geçiren, eşini
ve çocuklarını çeşitli sebeplerden kaybeden Selim Dede’nin bir martıyla arkadaşlığı
anlatılır.

“Martının garipsi sesi içini karıştırıyor, ölmüş olan


çocuklarının özlemini uyandırıyordu. Hoş Bulduk Selim Kaptan, onu
‘na! na! na! . . .’ diye çağırınca, mutlaka gök ya da deniz
maviliklerinde ak bir nokta olarak peydahlanır, ağara ağara gelir;
omzuna konar, gözlerini bu yaşlı balıkçıya çevirerek onunla göz göze
kalırdı. Kuş sanki uzak geçmişlerin uzak bilinmeyenlerin
derinliğinden bakardı da ‘Aramızda hısımlık yok mu? Sanıyorsun?
Sen de benim gibi garip bir deniz kuşusun!’ der gibi olurdu.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2017: 82).
Ekosistemin birer parçası olan insan ve hayvan türü birbirinden uzak iki tür
olarak görülse de aslında pek çok anlamda birbirlerine yakın özellikler taşırlar. İki
türün benzer özellikler taşıması, insan ve hayvan dostluğunun gelişmesini sağlar.
Halikarnas Balıkçısı da bu hikâyesinde Selim Dede ve martı arasında kurulan

98
dostluğa dikkat çeker. Bu hikâyede Selim Dede’yle arkadaşlık kuran martı vefalı bir
kuştur. Öyle ki Selim Dede onu son kez görmeye gittiğinde yumurtalarının üzerinde
yatmakta olan kuş, yavrularının ölümünü göze alarak Selim Dede’nin çağırışına
karşılık verir. Martının Selim Dede’ye karşılık vermesi kendisinin yırtıcı bir kuş
tarafından parçalanmasına neden olur.

Selim Dede, martının ölümüyle martının yavrularını sahiplenir. Onları, bir


anne hassasiyetiyle besler. Uçmalarını sağlamak için elinden geleni yapar. Fakat
ortada martı yavrularına örnek olacak, uçmalarını sağlayacak anne figürü olmadığı
için kuşlar uçamaz. Selim Dede değişik taktiklerle kuşları uçurmaya çalışır. Fakat
başarılı olamaz.

“Hoş bulduk Selim Dede beş altı gün uğraştı, ağzında


çiğnediği balıkla besledi, koynunda barındırdı, ısıttı. Bu uğurda susuz
kaldı, uykusuz kaldı ama onları bir türlü uçuramadı. Oysa yavruların
kanatlarının uç tüyleri rüzgâr ararcasına uzamıştı. Selim Dede,
uçurumun tepesinde, yavruları uçmaya alıştırmak için, kollarını kanat
gibi kullanıyor, hoplayıp zıplayıp çırpınıyordu. Özleyişine denk
kanatları olsaydı, yavrular çoktan kanat alevi halinde göklere
harlarlardı.
Altıncı ya da yedinci günün akşamıydı. Selim Dede, sabahtan
beri çabalayıp yırtınmıştı ama yavrular bir türlü kanatlarına
güvenememişlerdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 86).
Selim Dede, son çare olarak kuşlarla birlikte kendini uçurumdan aşağı bırakır
ve ölümü pahasına kuşlara uçmayı öğretir.

Halikarnas Balıkçısı, doğaya ve doğada yaşayan tüm canlılara karşı büyük bir
sorumluluk ve sevgi duyar. Hikâyeleri de bu duyguların paralelinde şekillenir. İçinde
derin hayvan sevgisi taşıyan Selim Dede, canını hiçe sayarak martıların yaşama
tutunmasını sağlar.

Yazarın hayvan içerikli diğer bir hikâyesi de “Karaoğlan”dır. Eserde


Karaoğlan adlı bir boğanın öyküsü anlatılır. Boğa, hikâyenin başkahramanıdır.
Ancak boğanın hikâyesi anlatıcı yazar tarafından aktarılır. Hikâyede Karaoğlan
kişileştirilerek kendi duygu ve düşüncelerini ifade eden bir hayvan olarak karşımıza
çıkar. Karaoğlan’ın sahibi Sinek Salih’tir. Sığırtmacı ise Aferin Memiş’tir.
Karaoğlan, sahibini pek sevmez. Çünkü onun kendisine yaklaşımının tamamen
çıkara dayalı olduğunun farkındadır. Sığırtmacı Aferin Memiş’in onu çıkar gütmeden

99
sevdiğini bildiği için onu sever. Karaoğlan, sahibi tarafından iyi paraya satılacağı için
ona iyi bakılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda bir süre sonra Karaoğlan, Bay Haşmet
denen zengin bir müteahhitte satılır. Karaoğlan İzmir’e götürülmek üzere yola
çıkarılır. Fakat Karaoğlan, Bay Haşmet’e satılmak istemediği için kaçar. Hayvanın
yolda yaşadığı sıkıntılar hayvanda âdeta bir isyan başlatır ve hayvan kontrolünü
kaybederek etrafa saldırır. Etrafındakilerde hayvanı durmayı başaramayınca çareyi
onu öldürmekte bulurlar.

Yazar, boğayı konuşturarak hayvanların yaşamlarındaki sömürüyü,


acımasızlığı ortaya koymaya çalışır. Edebi metinlerde hayvanların konuşturulması
çok eskilere dayanır. Genelliklerle masallara özgü bir durumdur. Masallarda
hayvanlar kişileştirilir ve bu şekilde mesajlar verilir. Ekoeleştirmenler bu noktada
hayvanların konuşturulmasına çok sıcak bakmaz. Zira hayvanları konuşturmak insan
merkezli bakış açısının bir sonucudur. Çünkü insanlar, her ne kadar hayvanları
düşünüyormuşçasına mesajlar verseler de hiçbir zaman bir hayvanın neler
hissedebileceğini kestiremezler. Dolayısıyla kendilerince yüklemek istedikleri
anlamları yüklerler. Ama yine de şuna da değinmek gerekir: Hayvanları
konuşturmak, insan türünün hayvanları kendilerinden aşağı görüp onları
anlamlandırmaya çalışması çok doğru olmasa da toplum üzerinde hayvan sevgisine
karşı olumlu duygular geliştirmesine katkı sağladığı söylenebilir.

Yazar, insanların hayvanlar üzerinde kurduğu tahakkümü açık bir şekilde


ortaya koyar. İnsan türü, hayvanları kendi hizmetine sunulmuş varlıklar olarak
görürler. Alınıp satılan bu hayvanlar üzerinde her türlü hakka sahip olduklarını
düşünürler.

“Bu boğayı iyi besle, kepeğini paspalını eksik etme. Bu


Karaoğlan para edecek. Ben malı bir bakışta tanırım,’ derdi. Sonra
Karaoğlan’a bakarak, ‘Deh gidinin Karaoğlan'ı! Kavrama bak be!’
diye bağırırdı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 55).
Hikâyede kahramanlar genellikle olumsuz özelliklere sahiptir. Sadece
sığırtmaç Aferin Memiş iyi kalpli hayvanseverdir.

“Datça kumsalına varınca Memiş durdu. Karaoğlan'ın kulağına


eğilerek, ‘Seninle dere tepe kaç aydır birlikte yaşadım. Ülen
Karaoğlan, bir sen, birde kavalım vardı. Başka kimim kimsem mi
vardı sanki? Ot çiğner durur, kavalımı dinlerdin. Benim sende bir
hakkım yok emme, koy ki var! Kimi yol suyunu otunu geciktirirdim.

100
Ülen Karaoğlan, hakkın helal et. Sabahtan beri koynumda taşıdığım şu
yoncaları ye. Ah be Karaoğlan, dünya gözüyle seninle
görüşemiyeceğiz gayrik!’ dedi. İki koluyla Karaoğlan’ın boynunu
sardı, helalleşti; kırık bir sesle, ‘Hoşça kal Karaoğlan, e mi?’ diye
mırıldandı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 60).
Yazar, Karaoğlan’ın ölümünü de oldukça duygusal bir sahne içerisinde verir.
Karaoğlan’ın yaşamı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer.

“Başka yere gelmişti yahu! Kaçan kaçanaydı. ‘Geliyor! Kaçın!


Kudurmuş! Vurun!’ diye bağıran bağıranaydı. Dükkâncılar, ‘Hırrr!
Gürrr!’ diyerek kepenkleri indiriyorlardı.
Birkaç el tabanca patladı. Birkaç yerinden vurulan Karaoğlan,
sendeleyip dizüstü düştü. Gözlerinde dünyalar dönüyordu.
Buzağılığını hatırladı. Bir buçuk yıl önce, mayıs ayında doğmuştu.
Boyu, otlağın gömgök kabaran çayırıyla beraber yükselmişti. Deniz ve
tuz kokan çiçeklerle beslenmişti. Güneşte toprak testilerin sırları gibi
parlayan yalın sırtı, otların arasında bir yamaç pınarı gibi akardı. Bir
fırlayası gelmesin; uzaklıkları bir hiç gibi içerdi. Artlarına kadar açılan
burun deliklerinden kızgın buharlar boşanırdı. Ayaklarının altında -
koşunca- yeryüzü, gökyüzü gibi gürlerdi. Kıyıya varınca, kıpkızıl
yanan gözleri, fırdolayı bakışıyla, upuzun ufku boylu boyunca
yakardı. Hey gidi koca yurt, hey! Sular kararınca, ay boynuzlarına
Samanyolu’nu takar gezdirirdi. Yurduydu koca Datça dağları...
Oradaydı Memiş'i de, kavalı da... Ah şu aşk, insanın canına amma da
kıyıyordu!” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 61-62).

“Bir nisan sabahıydı. Fısıl fısıl öten bir ulu çamın gölgesinde,
yup yumuşak otların üzerinde dünyaya geldim. Ben konuşamıyordum,
fakat insanların ne dediklerini anlıyordum. Bütün köy halkı dört
bucağıma toplanmış; sağ salim doğduğum için âdeta şenlik yapıyordu.
Anladığıma göre, yaşlılık ve zayıflıktan gözleri sulanmış olan, benim
ve anamın sahibi Memiş Ağayı kutluyorlardı. Bana ‘sıpa’, anama da
‘eşek’ diyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 88).
Cümleleriyle başlayan “Hayatımın Romanı” hikâyesi, bir eşeğin hayatını
anlatır. Eşeğin doğumu, çocukluğu, yetişkinliği tıpkı yeni doğan bir çocuğun gelişim
süreciyle paralellik gösterir. Yazar, hayvanlara insani özellikler yükleyerek
hayvanların yaşadıklarına dair farkındalık oluşturmaya çalışır.

Hayvanlarla ilgili edebi metinler çok eskilere dayanır. Fakat bu metinler


hayvan merkezli değil de daha çok insan merkezli bir bakış açısıyla oluşturulmuştur
diyebiliriz. Hayvanlar denilince ilk akla gelen çalışmalar fabllardır. Fabllar dikkate
alındığında hayvanlar sadece kişi olarak vardır. Hayvan sorunlarından ziyade daha

101
çok insanlara yönelik nasihatler söz konusudur. Hayvanların, edebi metinlerde ele
alınışı ekoeleştiriyle birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Bu bağlamda hayvanların
kendi içsel değerleriyle ele alındıkları yeni metinler ortaya konulmuştur.

Halikarnas’ın bu öyküsünde bir eşeğin yaşamı boyunca karşılaştığı veya


karşılaşabileceği zorluklar anlatılır. Dolayısıyla hayvan sorunlarına dair bir
farkındalık yaratmak çabası, yazarın hayvan duyarlılığının göstergesidir.

Hikâyenin diğer karakterlerinden Memiş Ağa, içinde hayvan sevgisi


barındıran olumlu bir karakterken hayvanı daha sonradan satın alan Kerata denilen
kişi ise çıkarcı olumsuz bir karakterdir. Memiş Ağa’nın hayvan sevgisi, duyarlılığı,
şu ifadelerden net bir şekilde anlaşılır:

“Sahibim zavallı Memiş Ağa beni-arkasından 'kerata' dediği-


soysuzun birine satmak zorunda kaldı. Zavallı ihtiyarcık benden
ayrılırken gözlerimi öptü. O zayıf gözlerinden bir iki koca yaş damlası
alnıma düştü. Bana, ‘Ben bu yalancı dünyada mutlu olamadım. Senin
sıpalığını gördüm, neşenle neşelendim. Çoluğumu çocuğumu
yitirmiştim. Senin ananı severlerdi. Ona yoncalar yedirirlerdi. Şimdi o
bir köye gidiyor, sen başka bir köye gidiyorsun. Ayrılık dünyası bu.
Keşke ben daha önce ayrılaydım, yoruldum be anam!’ dedi.
Ben gözlerimle ona, ne düşündüğümü anlatmaya çalıştım.
Anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama beni hep anlardı o.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2019: 90).
Eşeği satın alan Kerata’nın acımasız, bencil, sömürücü tavrı ise eşeğin şu
ifadelerinden anlaşılır:

“Köyde ‘Kerata’ dedikleri adam, bana yük sarmaya koyuldu.


Herif, sanki dağı sırtıma bindiriyordu. Karnım patlayıp bağırsaklarım
dört bir yana savrulacak sanırdım. İriyarı herif, üstelik arkama
otururdu. Gözlerim az kalsın yuvalarından fırlayacak olurdu.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 90-91).
Kerata lakaplı şahıs eşeği olabildiğince hırpalayarak kullanır. Eşeği
görenlerin, çok kalmaz bu eşek nalları diker, söylemleri üzerine eşeği satmaya karar
verir. Sahte bir tımardan geçirilen eşek “Evcil Hayvanlar Eğitim, Üretim Evi” ne
satılır. Satıldıktan sonra bir süre rahat yüzü gören eşeğin damızlık olarak işe
yaramadığı anlaşılınca eşek tekrar ağır şartlarda çalıştırılır.

“Beni ittiler kaktılar, ‘Haydi be Ceylan, kendini göster!’


dediler. Benim gözlerimdeyse, tavladaki yulaflar ve havuçlar
tütüyordu; neyleyecektim kuyruk sallayan aşifteleri? Sonunda

102
seyisler, ‘Bunda iş yok!’ diyerek ardıma sopa çaldılar ve ahıra
götürdüler. Götürdüler ama beni hoyratça kullanmaya koyuldular.
Ahırın ha bire şunusunu bunusunu taşıttılar.
Ardımdan da sopayı eksik etmiyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı,
2019: 93).
Ağır işlerde çalıştırılan ve zamanla yaşlanan eşek, eski günlerine özlem
duyar. Yaşadığı bu işkenceden ancak ölümle kurtulacağını düşünür.

“Gençliğimin o güzel günlerini anımsıyordum. Hava günlük


güneşlik olurdu, çocuklar sırtıma binerde kelebeklerle bülbüller
hakkındaki türkülerini maviliklere salıverirlerdi. Benim de, kelebekler
ve kuşlar gibi kanatlanasım gelirdi. Tıkır tıkır tırısa kalkardım. Bunlar
boş hayaller, günümüz geçmiş artık.(…) Şimdi artık kış vakti. Gelecek
baharın yeşeren otlarını bir daha göreceğimi hiç sanmıyorum. Bizler,
sonumuza yakın, ücra bir yalnızlığa çekilir, kuş uçmaz kervan geçmez
yerde, yaradılışla baş başa kalır, son nefesimizi ona veririz.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2019: 93-94).
İnsan türü tahakküm altına aldığı hayvanları sömürebildiği kadar sömürür.
Sömüremeyeceğini anladığında ise ölüme mahkûm eder. İnsan türünün kendi türü
dışında yaşayan canlılara karşı acımasız tutumunu, yazar olabildiğince duygusal
ifadelerle anlatarak okuyucuların duygu dünyasına seslenir. Yazarın, okuyucunun
duygu dünyasına yönelmesi, ekoeleştirinin edebiyattan beklentisini karşılar. Zira
insanları doğadaki sorunlara karşı bilinçlendirmenin en etkili yolu duygulardan
geçer. Halikarnas Balıkçısı da bu bağlamda başarısını, hayvan merkezli eserlerinde
açıkça ortaya koyar.

Halikarnas Balıkçısı “Ege’nin Öfkesi” hikâyesinde, acımasız, bencil ve


sömüren bir kişi olan Aksi Mahmut’un bir foku öldürmesinin hikâyesini anlatır. Aksi
Mahmut, hikâyede şöyle tasvir edilir:

“Ona Aksi Mahmut derlerdi. Çünkü dünyada rahat ettirici,


okşayıcı, eğlendirici, hoşa gider ne varsa, hepsini, babasının öz malı
gibi kendi hakkı bilirdi. Ona göre kadınların güzelliği, pamukların
yumuşaklığı, yemeklerin tadı, hep onun içindi. Ama bunca tamahına
karşılık hiçbir şeyi sevmiyor, hiç bir şey uğrunda bir fedakârlıkta
bulunmak istemiyor, hiç kimseye yardımdan hoşlanmıyordu.
Kendisine göre, o meydana çıkıverince, kadınlar kaldırım taşları gibi
ayağının altına yayılıvermeli, erkekler de, kadıya turfanda hıyar
yetiştirircesine yardıma koşmalı idiler. Oysa hiç kimse onu
tanımıyordu. İşte bütün evrene karşı içini bu yüzden kin bağlayıp
kilitliyordu. Ve her şeye, herkese karşı aksi davranıyordu. Bundan
dolayı adını "Aksi" çıkarmışlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 39).

103
Aksi Mahmut da sığ ekolojik yaklaşıma sahip biridir. Zira doğada var olan
her şeyin kendi benliği için yaratıldığını düşünür. Sığ ekolojik yaklaşım, derin
ekoloji hareketinden önce var olan ekolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşım, insanı
merkeze alan, doğadaki her şeyi insana faydası olduğu ölçüde değerli kabul eden
doğayı sömürüye açan bir yaklaşımdır.

Aksi Mahmut, bir gün çıktığı seferde birçok aksilikle karşılaşır. Karşılaştığı
sorunların temelinde kendisini görmediği gibi doğadaki her şeyin kendisine karşı
olduğu düşünerek doğadan nefret eder ve doğaya öfke besler.

“Çökertme'de limana girerken, on metre havaya fırlayıp güm


diye düşen bir yunus balığı alayına çatmıştı. Biri kayığa düşecek,
kayığı tuzla buz edecek diye ödü patladı. Yemek yemek için kıyı
kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir büyü örümceği
musallat olmuştu. Bir kayanın üstüne oturmuş, onun altından,
tünelden çıkarmış gibi upuzun bir çıyan fırlamıştı. Ötede, tabakası ile
öldürmeye kalkıştığı bir akrep, kuyruğunun bir vuruşu ile tabakayı
delmişti. Daha ötede sivrisineklerin hem de kemiklileri ona
dadanmıştı. Mahmut’un bağrında büyü örümceğine de, akrebe de,
çıyana ve yılana da taş çıkartan zehir gibi bir kin peydahlanmıştı.
Bunların hepsi yetmiyormuş gibi, aksi bir rüzgâr, onu bin yüz metrelik
Kıran uçurumlarının altına bocalatmıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019:
39).
Aksi Mahmut, yaşadığı tüm bu aksiliklerden doğan hıncını yeni yavrulayan
bir fok balığından çıkarır ve bir fok balığını acımasızca öldürür.

“Kıran uçurumunun duvarında büyük bir mağara vardı. Aksi


Mahmut, ‘Kayığı içine alır, demir atar, yan gelir yatarım,’ dedi.
Mağaradan içeri girdi. Ama mağaranın kıyısındaki çıkıntının üzerine
bir ana fok, erkek fokun yosunlarla ona hazırlamış olduğu bir doğum
döşeğine yatmış; birkaç saat önce yavrulamış olduğu yavrusunu
hayata doğurmuş olmak sevinciyle çarpan yüreğinin ve bağrının
üzerine basıyor ve emziriyordu. Ana fokun kara kadife gibi yumuşak
ve munis bakışı biraz üzünçlüydü. Aksi Mahmut'un öfkeden gözleri
dönmüştü. Zaten hıncını alacak bir şey arayan Mahmut, hazır foku
bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok kaçamıyor, çünkü
yavrusunu bırakamıyordu. Mahmut sopayı fokun başına vuruyordu.
Fok bir insan gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Yavrusunu, o kısa
kollarıyla büsbütün koynuna basıyor, sopalardan korumaya
çalışıyordu. Ana fokun memeleri ve yavrusu gözyaşları ile
ıslanıyordu. Fok o acıklı gözleri ile bakıyor, telaşlı telaşlı anlatmak
istiyordu. Bu ruhsuz adamda merhamet arıyordu. Sopayı yedikçe, bir
kadın gibi çığlık salıyordu. Kanayan ağzını açtı. Yalvardı. Mahmut,
sopayla açılan ağzındaki dişleri kırıyordu. Gözlerini bir cinayet

104
sarhoşluğu bürüdü. İçinde, öldürücülük kanıksayışı şımardı. Hayvan,
upuzun süren can çekişme sırasında Mahmut’un ayaklarına süründü.
Acı kasırgaları gövdesini sarsıyorken, olağanüstü bir irkilişle dikildi.
Önce sevgiyle ısınan güdük badi kolları ile yavrusunu aradı. Gözleri
patlamıştı, kolları yavrusunu değil, ona zindan kesilen dünyanın
feciliğini, bomboş karanlıklarını ve ölümü kucaklıyordu. Uçurumu
dönerken, Ege pek acı haykırıyordu. Mahmut, ölmekte olan fokun
patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt gibi
kaçtı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 39).
İnsan merkezli bakış açısının doğa üzerinde yarattığı olumsuz etki bu öyküde
tüm çirkinliğiyle ortaya konulur. Her şeyden habersiz kendi yaşam döngüsü
içerisinde yaşamını sürdüren hayvanlar çoğu zaman insan şiddetinin kurbanları
olurlar. Kendinden başka hiçbir canlıya değer vermeyen, kendini her şeyin üstünde
gören insan türü, eko merkezli sorunların ortaya çıkmasına neden olur. Oysaki doğa
merkezli bir bakış açısıyla hareket etmek, doğadaki tüm canlıların taşıdıkları içsel
değer göz önünde bulundurulduğunda doğaya karşı sorumlu bireyler yaratır. Yazar,
burada yaşam hakkı elinden alınan ve yavrularından ayrılmak zorunda kalan fokun
canice öldürülüşünü trajik bir şekilde ortaya koyar. Oldukça duygusal, etkileyici bir
dille anlatılan öykünün hayvan duyarlılığı oluşturma, geliştirme noktasında önemli
bir işlev gördüğü söylenebilir.

Yazar, insan tahakkümünün yarattığı bu korkunç durum karşısında tepkisini


açıkça ortaya koyar. Deniz, intikamını Aksi Mahmut’tan alır.

“Aksi Mahmut, kulağını patlatan gürültüler arasında bir çığlık


duyarmış gibi oldu. Ölen fokun, kulağında çınlayan sesi miydi, onu
karanlıklar arasında seçen Emine'nin çağırışı mıydı; yoksa denizlerin
öfkesi miydi?
Sesin geldiği yere doğru gözlerini sivriltti. Orada sanki esen bir
deli rüzgâr, yanan bir mangalın kıvılcımlarını saçıyor, alevleri öteberi
dolayıp dillendiriyordu. Acaba Emine'nin, ona yol göstermek için
salladığı meşale miydi? Yoksa, kükreyen bir üçlemenin rüzgârda
savrulan yelesi miydi? İşte, bunu düşünmeye vakit bulamadı. Aksi
Mahmut'un dört yanı, kendi dünyası gibi kaynayan bir cehennem
kazanı oldu. Havaya kaldırıldığını duydu. Elinden gelseydi, dalganın
boynunu ısıracak, koparacaktı.
Fakat dalga çökünce, kayık havada asılı kalacak değildi ya!
Mahmut'un dişleri kayalara çarptı, parça parça oldu. Ege geliyordu.
Onu, kayaların diş gıcırdatan, köpüren, hırlayan çatlaklarına
sıkıştırıyor, çeneleri arasında testerelemesine çiğniyordu. Sabaha
doğru deniz onu kumsala tükürdü.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 42).

105
Halikarnas Balıkçısı’nda hayvan duyarlılığı açık bir şekilde görülür. Yazar,
doğanın ve doğanın bir parçası olan canlıların sömürülmesine katledilmesine
tepkisini Aksi Mahmut’un deniz tarafından cezalandırılmasıyla ortaya koyar. Diğer
taraftan fokun öldürülüşünü acıklı ve etkileyici bir dille anlatır. Okuyucu etkilemek
ve doğa bilinci yaratmak için ise fokun hikâyesi, bir anne ve evladı arasında geçen
duygusal bir sahne olarak aktarılır. Oldukça etkileyici olan bu hikâye, insan
benmerkezciliğinin hayvanlar üzerinde yarattığı vahşi tutumların en somut örneğidir.

Deniz Gurbetçileri romanında da benzer bir durum söz konusudur. Fok,


denizciler tarafından uğurlu kabul edilen bir hayvandır. Dolayısıyla bir fokun
öldürülmesinin beraberinde bir felaket getireceğine inanılır. Bu türlü inanışlar, belki
de doğadaki canlılara verilen zararların er ya da geç kişilerin kendilerine döneceğinin
göstergesidir.

“Bir başkası, ‘Akçaalanlı Hamit var ya. Bir fok öldürmüş.


Yavrulan varmış mağaranın ağzında. Onları zıpkınla dürtüyormuş.
Ama ana fok çığlıklar sala sala üzerine gelmiş Hamit'in. Ayakucuna
gelince Hamit'e üzgün üzgün bakmış. Hamit de koca zıpkını
kaldırınca kafasına bütün gücüyle vurmuş. Hamit hayvanın kafasının
çatır ederek kırıldığını duymuş. O masum iki gözü de akmış. Hamit
hangi şeytan dürttü de bunu yaptım diye, kendisinden tiksinmiş. Ama
gözlerini tutup yerlerine koyamazmış ya. Birkaç gün sonra eve
dönünce, karısının da çocuğunun da, doğum yatağında öldüklerini
söylemişler konu komşusu. Beni fokun ahı dermiş Hamit’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 26).
“Bonfile” adlı hikâyede Apis adlı buzağının doğumu, kısa yaşamı ve Kasap
Mehmet tarafından vahşice öldürülüşü anlatılır.

“Mayısta doğmuş, sahilin deniz ve tuz kokan çiçekleriyle


beslenmiş bir buzağıydı. Boyu, yeşil yeşil fışkıran çayırlarla birlikte
yükselmişti. Tüyleri pırıl pırıl parlayan yılan sırtının doru rengi, otlar
arasında bir yamaç ve otlağın akıntısıymış gibi kayardı.
Apis'in ömrü ancak bir yıl kadar sürdü. Sonunda kesileceği
gün geldi. Ağıldan çıkarılırken gövdesini davul ve kös çalıyormuş gibi
gümbür gümbür gümbürdetiyor, ağzından köpükler akıtıyordu.
Gözleri kan çanakları gibiydi. Onu zapt etmek için iki kişi, koca
sopalarla, iki boynuzunun ara yerine vururlarken, iki kişi de demirci
kıskaçlarıyla kuyruğunu büküyordu.
Kasaphaneye girince ölümü sezdi. Kuyruğunu bükenleri yere
fırlattı. Olanca yüküyle kapıya tosladı. Kapı çerçevesini takımıyla
başına giyerek, Mikelanj'ın ‘Konuş’ diye yüzüne haykırdığı boynuzlu

106
Musa heykelinden daha üstün bir görkemle meydana çıktı. Hayvanla
başa çıkılamayacağını anlayan Kasap Mehmet'in gözlerini kan bürüdü.
Çiftesini getirerek, söve saya hayvanın bağrına boşalttı. Boğa
yıkılınca beş, on kişi üzerine çullandı. Üstüne binerek koca bıçaklarla
boğazını kestiler. Can verirken çiçeklerin çiğlerini değil, korkunç bir
iç çekişiyle kendi kanını içti. Katı toprakları ısırdı. Dili yandan sarktı.
O iri iri gözleri göklere bakakaldı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015b:
117).

İnsan türünün, hayvanlara kendi çıkarları doğrultusunda anlam yüklemeleri,


kendilerini dünyanın merkezine almalarının en somut örneğidir. İnsan türü, doğadaki
her alanı sadece kendi türlerine sunulmuş, bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynak
olarak görür. Bu bakış açısıyla yaşamsal varlığı sürdürmek için sünger yiyen
kaplumbağayı tehdit olarak görürler. Deniz Gurbetçileri adlı romanda deniz
kaplumbağaları, uğursuz sayılmaktadır. Bunun sebebi ise denizdeki süngerleri yiyen
kaplumbağaların, geçimini süngerden sağlayan balıkçıların işini zorlaştırmalarıdır.

“Denizciler denizde ilkin deniz gurbetçisine rast gelmelerini çok


uğurlu saydılar. Deniz kaplumbağası görselerdi, onu netameli
saydıkları için canları sıkılırdı. ‘Hınzır kaplumbağalar süngerleri
yiyerek, ekmek paramıza ket vururlar’ derlerdi.” (Halikarnas
Balıkçısı,2015a: 20).

107
SONUÇ

Halikarnas Balıkçısı, doğaya olan sevgisi, hayranlığı ve bu alanda ortaya


koyduğu çalışmalarıyla Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır.
Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerini incelediğimiz bu çalışmada ilk olarak şu
söylenebilir: Yazar, ilk eserlerinden son eserlerine kadar doğayı her haliyle ele alır,
doğayla insanı bütünleştirir, doğaya dair farkındalık yaratır. Eserlerinde doğanın
güzelliğine, canlılığına dair pek çok izlenimini ortaya koyarak; bize doğanın
yaşamımızdaki yerini sorgulatır.
Yazarın incelediğimiz eserlerinde doğayla kurduğu yakın temas, doğayı
mercek altına alması, onun çevreci bir hassasiyete sahip olduğunu gösterir. Yazar,
doğanın güzellikleri karşısında heyecan duyar, hayranlığını gizleyemez. Doğayı
sürekli över, yüceltir. Doğaya ait en ufak unsur bile yazarın gözünden kaçmaz;
hikâyelerinde ustaca işlenmiş şekilde karşımıza çıkar. Halikarnas Balıkçısı’nın
doğaya verdiği önem, eserlerinin doğa eksenli oluşu, onun eserlerinin ekoeleştiri
kuramı ışığında okunmasına olanak sağlamıştır. Kuram açısından bakıldığında
Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanları, insan merkezli bakış açısından daha
çok doğa merkezli bir bakış açısıyla yazılmıştır. Doğadaki pek çok canlı cansız
unsuru ele alan yazar, insan-bitki ve insan-hayvan ilişkilerini yeniden sorgulamamızı
sağlamıştır.

Onun eserlerinde yüzeysel bir doğa bileşeni yoktur. Doğa tüm bileşenleriyle
ortaya konulur. Yazar, özellikle bitkilerle çok ilgilidir. Bitki türlerine bir botanikçi
kadar hâkimdir. Halikarnas, eserlerinde doğada var olan bitki türlerini sadece
sunmaz, bu bitkilerin özelliklerini de ortaya koyar. Yurt dışından mimozalar,
begonviller, palmiyeler getirterek bu bitkilerin ülkemizde yetişmesine ön ayak olur.
Hikâyelerinde de bu çiçek türlerine sıkça değinir. Bu çiçek türleri kendi öz
değerliliğiyle yazarın eserlerinde yerini alır. Bu anlamda yazarın hikâye ve
romanlarında derin ekolojiden izler net bir şekilde görülür. Derin ekolojide doğada
var olan canlı cansız tüm organizmalar, insan türüne sağlayacağı fayda dışında
değerli kabul edilir. Halikarnas Balıkçısı için de doğadaki tüm unsurlar, değerlidir.
Yazar, doğaya ait unsurları fiziksel gerçeklikleriyle ele alır. Örneğin bir ağaçtan, bir

108
bitkiden söz ettiği vakit, bir çıkar amacı gütmeksizin, bu unsurların varlığının doğa
için anlamını ortaya koyar.

Halikarnas Balıkçısı’nın eserleri çoğunlukla doğa eksenlidir. Özellikle de


deniz, onun yazınsal hayatının başnoktasıdır. Yazarın, denize olan hayranlığı, denizi
yapıtlarında başnoktaya oturtması, denize ve denizaltına dair bilgi birikimini
paylaşması denize farklı bir bakış açısı kazandırır. Eserlerinde deniz, farklı
yönleriyle ortaya konulur. Kimi zaman yok eden, öldüren deniz; çoğunlukla da
mutluluğun, özgürlüğün kaynağı olarak karşımıza çıkar. Deniz kadar denizaltı da en
ince ayrıntısına kadar işlenerek doğal yaşam alanlarının kendi içindeki ahenge dikkat
çekmeyi başarır. Denizde yaşayan canlı cansız mikroorganizmalara ait terminolojik
bilgiler de sunulur. Ekosistem içerisinde varlığından pek de haberdar olmadığımız
türler hakkında bizleri hem bilgilendirir hem de bilinçlendirir. Bu bağlamda
dünyanın sadece insan türü için var olmadığını pek çok farklı türün bir arada
yaşadığını gerçekliğini anımsatır.

Halikarnas Balıkçısı, hikâye ve romanlarında insan psikolojisi ve mekân


arasındaki ilişkiyi net bir şekilde ortaya koyar. İnsanlar, doğaya yaklaştıkça mutlu ve
huzurludurlar. Doğadan uzaklaştıkça yalnızlaşıp mutsuzlaşırlar. Yazar, bu anlamda
bakir alanlara çokça değinir. İnsan temasının çok az olduğu veya hiç olmadığı bu
alanları ideal yaşam alanı olarak görür. Yazarın, hikâye ve romanlarında bakir alan
olarak karşımıza doğal yapısını koruyan örenler (harabeler), adalar ve denizin altı
çıkar. Bu alanlarda doğa, tüm yalınlığıyla kişiler üzerinde terapi etkisi yaratır.
Yazarın eserlerindeki kişiler, şehrin bunaltıcı havasından çoğunlukla böyle alanlara
kaçarak ruhlarını onarır, soluklanırlar. Çevrenin insan psikolojisiyle etkileşimi,
ekopsikolojinin üzerinde durduğu noktadır. Ekopsikolojiye göre doğadan uzaklaşan
insan, bireyselleşir ve doğaya yabancılaşır. Bu yabancılaşma beraberinde mutsuzluk
getirir. Doğaya yabancılaşan insanın da doğaya tahakkümü artar. İnsanın mutluluğu
ve çevre sorunlarının çözümü bireyin doğaya yönelmesine bağlıdır. Yazarın
eserlerinde doğaya yakınlık ve mutluluk arasındaki ilişki kişiler üzerinden ortaya
konulur.

109
Yazarın eserlerinde mekân genellikle deniz ve kırsal alandır. Çok az yerde
mekân şehirdir. Şehir; genellikle gri, kasvetli havasıyla verilir. Halikarnas Balıkçısı,
her zaman doğal yaşam alanlarından yanadır.

Halikarnas Balıkçısı, doğanın sesini duyan, doğadaki süreçleri algılayıp


anlamlandıran, doğal yaşamın önemini kavrayan ve kavratan biri olarak çevre
duyarlılığı konusunda elinden geleni yapar. Özellikle hayvan duyarlılığı son derece
ön plandadır. Yazar, hikâye ve romanlarında hayvanlara yönelik kötü tutumları,
işkenceleri, sömürüyü, çoğunlukla hayvanların ağızlarından dile getirir. Hayvanları
konuşturarak hayvan sorunlarını başarılı bir şekilde ortaya koyar. İnsan merkezli
bakış açısını bir tarafa bırakan yazar, doğa merkezli bakış açısıyla doğada var olan
tüm canlılara adil bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışır. Hayvanlara yönelik her türlü
olumsuz tavrı etkileyici şekilde ele alır. “Gündüzünü Kaybeden Kuş” adlı hikâyede
bir kuşun avcı tarafından vuruluşu, “Egenin Öfkesi” adlı hikâyede ise bir fokun
hunharca öldürülüşü oldukça duygusal bir şekilde işlenerek okuyucunun duygu
dünyasına hitap edilir. İnsanların duygu dünyasına hitap ederek çevredeki sorunlara
dikkat çekmesi, ekoeleştiri kuramının varoluş sebebidir. Bu bağlamda Halikarnas
Balıkçısı’nın başarılı bir yol çizdiğini söylenebilir.

Halikarnas Balıkçısı, doğa gözü açık bir kişiliktir. Paraya, pula, mevkiye asla
önem vermez. Önem veren insanlardan da asla haz etmez. Yazarın bu bakış açısı,
onun eserlerinde insan tiplerini çok net bir şekilde ayırmasını sağlar. Hikâye ve
romanları iyi ve kötü insan eksenlidir. Bu ayrımda doğa, en etkili unsurdur. İyi
insanlar, doğanın ruhunu hisseden, çevrelerine neşe saçan, güler yüzlü, yardımsever,
insanlardır. Kötü insanlar ise çoğunlukla bencil, sömüren, doğayı hissedemeyen,
doğa gözü kapalı olan insanlardır. Yazar, doğanın insan ruhu üzerindeki
yansımalarını ortaya koyar. Halikarnas Balıkçısı’nın doğadan yana insan tipi,
ekoeleştiri kuramında yer alan ekolojik benlik kavramına karşılık gelir denilebilir.
Ekolojik benliğe sahip kişiler, kendi bencilliğinden arınmış, çevrelerindeki
varlıklarla özdeşim kurabilen ekoloji merkezli bakış açısına sahiptirler. Bu bakış
açısına sahip kişiler, yaşamın anlamını ve sevincini daha yoğun şekilde yaşar.
Yazarın doğa merkezli hikâye kişileri genelde yoksul kişiler olmakla birlikte
yaşamdan haz alan, iyi niyetli, duyarlı, kişileridir.

110
Halikarnas Balıkçısı’nın kişileri arasında kadınlar önemli bir yer kaplar.
Toplumun kadın üzerinde yarattığı baskıları, dayatmaları eserlerinde ele alarak;
kadının sıkışmışlığına, çaresizliğine, ezilmişliğine dikkat çeker. Bu anlamda
toplumun ötelediği kadınlara kucak açar ve kadının ötelenmesinin sebeplerini erkek
egemen zihniyete bağlar. Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerine baktığımızda toprağı,
denizi, hayvanları sömüren kişiler genellikle erkek karakterler olduğu gibi kadını
sömürenler de aynı kişilerdir. Bu bağlamda doğanın ve kadının erkek egemen
zihniyet tarafından sömürülmesi, yazarın eserlerinin ekofeminizmden izler
taşıdığının göstergesidir.

Sonuç olarak, Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarında doğa, Türk


edebiyatında alışılagelmiş kalıplarından sıyrılarak bambaşka bir hüviyet kazanır.
Doğa, ağacıyla, bitkisiyle, börtü böceğiyle, deniz canlılarıyla, kısacası tüm
elementleriyle kişilik kazanır.

Halikarnas Balıkçısı’nın doğaya duyduğu derin sevgi ve duyarlılık, onun


eserlerinin doğa eksenli olmasını sağlar. Doğanın merkeze alındığı bu çalışmalar
sayesinde okuyucular doğaya yaklaşır, doğayla kopan organik bağ yeniden şekillenir.
Halikarnas Balıkçısı’nın eserleri, doğanın kaybedilen değerinin yeniden
kazandırılmasına katkı sunması açısından oldukça önemlidir. Yazarın, hikâye ve
romanlarının ekoeleştiri kuramı eksenli okunması sonucunda ortaya çıkan tüm
sonuçlar, onun çevreci duruşunu net bir şekilde ortaya koyar.

111
KAYNAKÇA

Acar, F. (2018). "Masmavi Bir Gülüş Halikarnas Balıkçısı." Masa, 4-7.

Ayaz, H. (2014). "Çevreci Eleştiri Üzerine Genel Bir Değerlendirme." Uluslararası


Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı, 278-292.

Balık, M. (2013). "Çevreci Eleştiri Işığında Latife Tekin'in Romanları." Acta


Turcica , 1-16.

Demir, M. (2009). "Batı 'Metafor'u ve Doğu 'İstiare'sinin Mukayeseli Olarak


İncelenmesi." Türkbilig, 64-90.

Enginün, İ. (2007). Cunhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergah Yayınları.

Ergin, M., & Dolcerocca, Ö. N. (2016). "Edebiyata Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir


ve Elif Sofya." SEFAD, 297-314.

Erkanlı, S. K. (2016). "Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Kadın ve Erkeğe Atfedilen


Anlamların Metafor Yöntemiyle Analizi." Alternatif Politika, 300-321.

Fırat, H. (2013). "Gülen Ada(m) Üzerine." Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi


, 124-132.

Garrard, G. (2017). Ekoeleştiri, Ekoloji ve Çevre Üzerine Kültürel Çalışmalar.


(Çeviren E. Genç). İstanbul: Kollektif Kitap. (Eserin orijinali 2012'de
yayımlanmıştır).

Gül, F. (2013). "İnsan- Doğa İlişkisi Bağlamında Çevre Sorunları." Pamukkale


Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17-21.

Halikarnas Balıkçısı. (1989). Uluç Reis. (Beşinci Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (1994a). Ötelerin Çocukları. (Altıncı Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (1994b). Turgut Reis. (Altıncı Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (1997). Uluç Reis. (Beşinci Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2010). Bulamaç. (İkinci Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2013a). Çiçeklerin Düğünü. ( Dördüncü Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2013b). Aganta Burina Burinata. (32. Baskı). Ankara: Bilgi
Yayınevi.

112
Halikarnas Balıkçısı. (2014). Merhaba Akdeniz). (Dördüncü Baskı). Ankara: Bilgi
Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2015a). Deniz Gurbetçileri. (Sekizinci Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2015b). Gençlik Denizlerinde. (Yedinci Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2017). Parmak Damgası. (Yedinci Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2019). Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek). (On ikinci
Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Halikarnas Balıkçısı. (2017). Parmak Damgası. (Yedinci Baskı). Ankara: Bilgi


Yayınevi.

İdem, Ş. (2002). "Toplumsal Ekoloji Nedir? Ne Değildir?" Toplumsal Ekoloji , 7-20.

İgit, A. (2017). "Yılanların Öcü Filminin Ekoeleştirel Söylem Çözümlemesi." Global


Media Journal TR Edition .

Kabak, T. (2018). "Dadaloğlu'nun Şiirlerine Ekoeleştirel Yaklaşım." Motif Akademi


Halkbilimi Dergisi, 36-47.

Kabaklı, A. (2004). Türk Edebiyatı V. (Onikinci Baskı). İstanbul: Türk Edebiyatı


Vakfı Yayınları.

Maltaş, A. (2015). "Ekoloji Ekseninde İnsan- Doğa İlişkisi ve Özne Sorunu." KMÜ
Sosyal Bilimler Dergisi , 1-8.

Morris, B. (2019). Ekolojik İnsancıllığın Öncüleri. (Çeviren B. Esen). İstanbul:


Sümer Yayıncılık.

Okay, C. (2001). Mavi Sürgüne Doğru. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Opperman, S. (Editör). (2012). Ekoeleştiri- Çevre ve Edebiyat. Ankara: Phoenix


Yayınları.

Orman, İ. (2005). ' Merhaba' Halikarnas Balıkçısı. (Birinci Baskı). Ankara : Bilgi
Yayınevi.

Önal, İ. H. (1997). Halikarnas Balıkçısı. Ankara: Kültür Bakanlığı.

Özbek, A. (2018). Cevat Şakir Kabaağaçlı Hayatı- Sanatı- Eserleri Üzerine Bir

113
Araştırma. ( Yayımlanmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.

Özdağ, U. (2005). Edebiyat ve Toprak Etiği. Ankara: Ürün Yayınları.

Özdağ, U. (2014). Çevreci Eleştiriye Giriş. Ankara: Ürün Yayınları.

Saatçioğlu, E. (2016). "Halikarnas Balıkçısı'nın Aganta Burina Burinata Romanını


Ekoeleştirel Bir Bakışla Okumak." CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 582-593.

Salman, M. (2013). "Tohum ve Toprak Metaforu Üzerinden Bir Olağanüstü Doğum


Ritüeli: Buğday Oğullar, Mercimek Kızlar." Folklor/ Edebiyat, 47-56.

Solak, C. (2012). "Behiç Ak'ın Tek Kişilik Şehir Oyununda Birey, Toplum ve Çevre
İlişkileri." A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi , 211-224.

Ünal, F. (2010). "Toplumsal Ekoloji." Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler


Dergisi .

Yalçın, N. (2018). "Romantizm" ve "Nostalji" Kavramlarına Yönelik Güncel


Okumalar ve Sanatsal İfadeler. Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi
Güzel Sanatlar Enstitüsü, Isparta.

Yaylı, H., Yaslıkaya, R., "İnsan Doğa İlişkisi Tasarımında Radikal Dönüşüm: Derin
Ekoloji". International Journal of Science Culture and Sport, 452-465.

Yazıcı, N. (1998). Halikarnas Balıkçısı'nın Eserlerinde Tabiat. Yüksek Lisans


Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

Yıldırım, C. (2017). "Ekoloji Düşüncesinde İnsan ve Toplum Anlayışı." İnsan ve


Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 289-308.

114
ÖZGEÇMİŞ

Kişisel Bilgiler

Soyadı, Adı :DOĞRUL TUBA


Uyruğu :T.C.
Doğum TarihiveYeri :
Telefon :
Faks :
E-mail :

Eğitim

Derece EğitimBirimi Mezuniyet Tarihi


Doktora ………………………. ……………

Yüksek Lisans ………………………. ……….......


Lisans
Lisans TÜRK DİLİ EDEBİYATI ……………

İş Deneyimi

Yıl Yer Görev


2016-… YOL EĞT. HİZ.LDT.ŞTİ-VAN YÖNETİCİ
ÇAĞDAŞ YOL MTSK
Yabanc ıDil
İNGİLİZCE

Yayınlar

………………

Hobiler

………………
116

You might also like