Professional Documents
Culture Documents
HAZIRLAYAN
TUBA DOĞRUL
DANIŞMAN
VAN-2020
I
T.C.
HAZIRLAYAN
TUBA DOĞRUL
DANIŞMAN
VAN-2020
I
TEZ ONAY SAYFASI
TUBA DOĞRUL tarafından hazırlanan “Halikarnas Balıkçısı’nın Hikâye ve
Romanlarına Ekoeleştirel Bir Bakış” adlı tez çalışması aşağıdaki jüri tarafından
OY BİRLİĞİ ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Anabilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
Danışman: Doç. Dr. Tahir ZORKUL Türk Dili ve
Edebiyatı, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ...…………………
Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi
olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum
Yedek Üye:
Yedek Üye:
…………………...
Bu tezin, kapsam ve kalite olarak Yüksek Lisans Tezi
olduğunu onaylıyorum/onaylamıyorum
Tez Savunma Tarihi: ......../….…/……
İVERSİTESİ
I
ETİK BEYAN
TUBA DOĞRUL
II
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Tuba DOĞRUL
Ekim, 2020
ÖZET
I
POSTGRADUATE THESIS
Tuba DOĞRUL
October, 2020
ABSTRACT
II
İÇİNDEKİLER
ÖZET............................................................................................................................I
ABSTRACT ............................................................................................................... II
ÖN SÖZ ...................................................................................................................... V
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
a. Hayatı ................................................................................................................ 1
b. Sanatı ................................................................................................................. 8
c. Eserleri ............................................................................................................ 12
III
2.4. Halikarnas Balıkçısı’nın Eserlerinde Hayvanlar ............................................. 94
2.4.1. Sömürülen, Tahakküm Altına Alınan Hayvanlar ..................................... 94
SONUÇ .................................................................................................................... 108
ÖZGEÇMİŞ
IV
ÖN SÖZ
İnsan türünün doğa üzerindeki gücünü fark etmesi, doğayı tahakkümü altına
almasına ve doğayı vahşice sömürmesine neden olmuştur. Doğaya verilen zararların
ciddi sonuçlar doğurması, pek çok disiplinin bu sorunlara yönelmesine zemin
hazırlamıştır. Bu disiplinlerden biri olan edebiyat da çevre sorunlarına kayıtsız
kalmamıştır. 20. Yüzyılın son çeyreğinden bu yana gelişme gösteren bir kuram
ortaya konulmuştur. “Çevreci Eleştiri” veya “Ekoeleştiri” olarak adlandırılan bu
kuram, doğa merkezli bir bakış açısı geliştirerek edebi eserlerde insan bilincini
geliştirmeye çalışmıştır. Bu tez, Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarını
ekoeleştiri kuramı ışığında değerlendirilmeyi amaçlamaktadır.
V
Tezimiz “Giriş” ve “Sonuç” kısımları hariç iki ana bölümden oluşmaktadır.
Tezin giriş bölümünde yazarın özel hayatı, edebi kişiliği ve eserleri hakkında genel
bilgiler sunulmuştur. Birinci bölümde ekoeleştiri kuramı ile ilgili genel bir çerçeve
çizilecektir. Tezin ana kısmını oluşturan ikinci bölümde ise yazarın inceleyeceğimiz
eserlerinde çevre, insan ve insan olmayan canlılara ait unsurlar ana ve alt başlıklar
halinde sıralanacaktır. Elde edilen unsurlar, konu yoğunluğu çoktan aza doğru
sıralanarak metne dönüştürülecektir.
Tuba DOĞRUL
VI
GİRİŞ
a. Hayatı
Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan yazar, 17 Nisan 1890 tarihinde Girit
Adası’nda doğdu. Köklü bir ailenin çocuğu olan Balıkçı’nın babası Mehmet Şakir
Paşa, Osmanlı komutanlarından ve tarih yazarlarındandır. Kabaağaçlızadeler olarak
bilinen aile, önemli şahsiyetler yetiştirmiştir. Yazarımızın dedesi Kabaağaçlızade
Albay Mustafa Asım Bey buna bir örnektir. Amcası, sadrazamlık da yapmış olan
Ahmet Cevat Paşa’dır. Bunun dışında bu aileden Cumhuriyet yıllarında yetişmiş
önemli isimler mevcuttur: Ressam Prenses Fahrünnisa Zeyt, Ressam Aliye Berger,
Ressam Nejat Devrim, Ressam Cem Kabaağaçlı, seramik sanatçısı Füreyya Koral ve
tiyatro sanatçısı Şirin Devrim bu aileye mensuptur. ( Önal, 1997: 1-2).
1
“Büyükada’da oturuyorduk. Ben Büyükada’nın şeylerinden
hoşlanmazdım, yani yapmacık bulurdum o hayatı. Yani başka türlü bir
hayat düşünürdüm. Daha serbest yani. O Boğaziçi’ndeki Robert Kolej
dolayısıyla kapalı ufuklara nefret geldi bana. Hiç sevmem Boğaziçi’ni.
Çok güzeldir, biliyorum, haklısınız; fakat böyle bakınca, karşımda dağ
görünce. (…) Efendim, nedense, çocukluktan, Kolej’in baskısından
kalma bu bende. Çünkü şimdiki gibi değildi o kolej. Bir
“claustrophobie”(kapatılmışlık korkusu) derler ya, “hapis sıkıntısı” ya
da “korkusu”; işte böyle kapalı bir yer olunca, hatta isterse on mil
uzakta bir yerde dağ olsun: olmaz efendim, mutlaka açıklık olacak.
Yani göz yaylımını almalı, taa sonuna kadar; anlıyorsunuz ya. Bunlar
belki psikolojik şeylerdir, çocukluktan kalma. Çünkü mesela bana ilk
o çocukluk, kolej hayatı, teessürden başka bir şey vermedi.” (Özbek,
2018: 14).
Cevat Şakir için Robert Koleji tutsaklık, sıkışmışlık duygusu yaratır. Belki
de bu süreçten sonra gözleri hep denizi arar. Deniz onun aradığı özgürlüğün,
sonsuzluğun temsilidir.
Cevad Şakir için 1914 yılı hayatının dönüm noktalarından biri olmuştur. Zira
babasıyla arasında yaşanan talihsiz olay bu süreçte yaşanacaktır. Cevad Şakir’in
ailesi bu yıl içinde maddi sıkıntılar yaşar. Maddi sıkıntılarla boğuşan Şakir Paşa,
Afyonkarahisar’da bulunan çiftliklerine yerleşme kararı alır. Oğulları Cevad ve
Suat’ı da yanına alır. Cevad Şakir karısı Agnesia ile gelip bu çiftlikte yaşamaya
başlar. Çiftikte yaşadığı süreçte babası ile aralarında bir tartışma geçer ve Şakir Paşa,
Cevad Şakir’in tabancasından çıkan kurşunla hayatını kaybeder. Cevad Şakir cinayet
iddiasıyla yargılanır ve 14 yıl kürek cezasına çarptırılır.
2
gelir. Bir diğer söylenti, babasının imzasını taklit eden Cevat Şakir’in babasının
hesabından para çekmesi ve Şakir Paşa’nın durumu fark etmesi. Aralarında çıkan
tartışma sonunda Cevat Şakir’in babasının hayatına son vermesi. Son olarak da
yazarın, babasını öldürmeyi önceden planladığı, çiftlikteki herkesi klorofomla uyutup
babasını öldürdüğü iddiasıdır. ( Okay, 2001:8).
Cevat Şakir, ölüm gecesiyle ilgili yaşadıklarını sadece Azra Erhat ile
mektuplaşmalarından birinde paylaşır:
“Birçok şey var ki, onları sana söylemeğe can atarım. Bunlar hep
dilimin ucundadır. Bir kere temas etmiştim. Korkarım söylemeğe,
çünkü ya kendimi haksız olarak berbat etmeğe yahut kendimi
tamamen haklı çıkarmaktan çekinirim de ondan. (…) Gelgelelim
hakikate, yani bana. Çocukluktan çıkmağa başlar başlamaz, bende bir
isyan belirdi. İlk önce müteessir olurdum, sonrarebellion. Bu isyanlar
muhtelif konular üzerinde olurdu. Bir imajla anlatayım. Al bir demir
çubuk, ‘Ben kuvvetliyim!’ denirdi bana ve iki eliyle tutunca demir
çubuğu bükerlerdi. Ben de, ‘Ben de kuvvetliyim!’ derdim -çünkü
dayanamazdım demir çubuğu tutunca açar ve gene dümdüz ederdim.
Yalnız bu meselede demir çubuk ben idim. Gelelim fatal geceye.
Sürgün’de bir cümle vardır, Zekeriya hakkında. İnsan hayatında
yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur,
şeytan olur insan, öteki yoldan giderse melek, evliya ve martyre olur.
Amma yolun sağında veya solunda gitmeği seçmek tamamen
iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir.
Bu cümlem, büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh canım münakaşa pek
karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her
zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında müteaddit tabancalar ve
silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa
öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etdi. Ben rastgele oradaki
bir tabancayı alarak -amma onun eli tabancaya giderken yüzünden
okudum ona doğru, nişan almadan, ateş ettim. ‘Il y a eu deux coups.’
İlkin onunki sonra -hemen sonra- benimki. Aynı zamanda gibi bir şey.
Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü! Ben
de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum -
hane buna olmaz da neye olur?- Amma vicdan azabı duymadım.
Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi
kaybettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum. Beni
methettikleri zaman kızarım. Mamafih olanlar üzerine yürürsek şöyle:
Hapishanede gece rüyamda çocukluğumu görürdüm. Uyanınca rüya
imiş diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani ondan
kurtulduğuma sevinirdim. Münakaşalara gelince seni görürsem
anlatırım.” (Erhat, 2002’den aktaran Özbek, 2018: 26 ).
3
Bunun dışında Cevad Şakir, bu hadiseden bahsetmemiş, bahsedilmesinden de
pek hoşlanmamıştır.
Cevat Şakir, cezasının yedi yılını çeker ve daha sonra verem hastalığına
tutulmasından dolayı tahliye edilir. Tahliye edildikten sonra Cevat Şakir, hem ailesi
hem de toplum tarafından dışlanmış bulur kendini. Zor günler geçiren Cevat Şakir
Zekeriya Sertel ile karşılaşır. Yeniden basın mesleğine döner. Zekeriya Sertel’in
çıkardığı Resimli Ay, Resimli Hafta, Sedat Simavi’nin çıkardığı İnci, Kirpi gibi
dergilerde yazılar yazmaya ve hem eğitimini aldığı hem de aileden gelen resim
yeteneği ile karikatürler ve dergilere kapaklar çizmeye başlar. ( Acar, 2018: 5). Bu
arada dayısının kızı Hamdiye Hanım ile evlenir. Bir süre sonra bu evlilikten Sina
adlı oğlu dünyaya gelir.
Cevat Şakir’in kendini toparladığı süreç çok da uzun sürmez. Yazar, Resimli
Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarih ve 35 nolu sayısında Hüseyin Kenan takma
adıyla çıkan öyküsünden dolayı İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir.“Hapishanede
İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?” adlı bu öyküde idama
giden kaçak erlerin hapishanedeki son gecesini anlatmıştır. (Orman, 2005: 14).
Cevat Şakir’in, bir buçuk yılını Bodrum’da geçirdikten sonra kalan cezasını
İstanbul’da geçirmesi gerekir. Bu sebepten tekrar İstanbul’a döner. Bir buçuk yıl
İstanbul’da kaldıktan sonra bu kez kendi isteğiyle soluğu Bodrum’da alır. Bodrum’da
yaklaşık olarak 25 yılını geçirecektir. Eşi Hamdiye Hanım’dan ayrılacak Giritli bir
ailenin kızı olan Hatice adındaki genç bir kadınla evlenecektir. Halikarnas’ın son eşi
olan bu kadından da İsmet, Aliye ve Suat adında üç çocuğu olacaktır.
4
Bodrum’un Karia çağındaki isminden [Halikarnassos]yola çıkarak
“Halikarnas Balıkçısı” takma adıyla yazılar yazmaya başlar.
Yazar, doğayla bir bütün olduğu, kendini bulduğu, var ettiği Bodrum’undan
çocuklarının eğitimi sebebiyle ayrılmak zorunda kalır. Halikarnas Balıkçısı için
oldukça zor bir karar olur. Tüm bu çaresizliğiyle Bodrum’dan ayrılır. “Bir gece
armaları sökülmüş olarak bir kenara terk edilmiş sevgili, emektar Yatağan’ına sarılıp
öperek vedalaşır ve ceplerine doldurduğu tohumları da Bodrum’un dört bir yanına
son kez serptikten sonra ayrılıp İzmir’e yerleşir” (Orman, 2005: 22).
Çok sevdiği bu küçük kasabaya her gelişinde eski denizci dostlarıyla konuşur,
kendi elleriyle diktiği ağaçları ziyaret eder. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi ilk
müdürü Haluk Elbe’yi de yanına alarak bir bir her ağacın yanına varır, bir
“Merhaba” der, gövdesini kocaman eliyle sıvazlar, ağacı okşar. Sonra da sanki bir
5
insandan bahsediyormuş gibi ağaç hakkında uzun uzun açıklamalarda bulunur.
Geçmişini, nereden geldiğini, huylarını, yararlarını anlatır. (Orman, 2005: 23).
6
İzmir’de iken uğraşlarından bir diğeri ise rehberliktir. Yazarın bu alanda ne kadar
yetkin olduğu şu ifadelerden anlaşılır:
Yazar, bu çok sevdiği kelimeyle yaşama veda eder. Bir merhaba diyerek yaşamdan
ayrılır.
7
Halikarnas Balıkçısı, geride pek çok yapıt bırakarak 13 Ekim 1973’te yaşama
veda eder. Yaşamı boyunca sadelikten yana olan bu mütevazı insanın vasiyeti de
oldukça mütevazıdır:
“Sakın mermer, beton falan istemem ha! Bir taş bulun, uzunca bir taş.
Yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu falancaymış da, şu
tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir
taş. Eh, bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem. Tepelere,
deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden
denizi seyredemem. Denizi ruhumda yaşatıyor, gönül gözüyle
görüyorum. Mezarın ne önemi var? Hani, kardinalin birisi mezar
taşına ‘Burada kimse yok!’ diye yazdırtmış. Öldükten sonra ben
kendime değil, toprağa, doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da
bu. Topraktan olduk, toprağa dönüyoruz. Zamanla incir mi oluruz, lâle
mi, kim bilir! Ben öldükten sonra yokum. Baksana, firavunlar
ehramlar yaptırdılar da, yine yoklar.” (Gökovalı, 1982’den aktaran
Özbek, 2018: 70-71).
b. Sanatı
Cevat Şakir Kabaağaçlı, Oxford’da okuyan, birçok dil bilen, çeviriler yapan,
geniş bilgi birikimine sahip donanımlı bir yazardır. Farklı alanlarda çalışmalarda
bulunan yazarın yazın hayatının başlaması Robert Koleji yıllarına dayanır. Robert
Kolejinde geçirdiği süreçte sanatsal derslere ve yaşamla daha ilişkili derslere
8
ilgisinin olduğu görülür. Bu ilgi, daha sonra yazın hayatını şekillendirerek karşımıza
çıkar:
9
Halikarnas Balıkçısı’nı Türk edebiyatında ön plana çıkaran yönü ise onun
doğaya özellikle de denize olan tutkusudur. Halikarnas Balıkçısı kadar denizi bu
denli derinlemesine ele alan başka yazar yoktur diyebiliriz. Sait Faik Abasıyanık da
denizden ve balıkçıdan bahsetmiş olsa da aralarında fark vardır. Sait Faik, sakin iç
denizin, Halikarnas ise fırtınalı açık denizin hikâyecisidir. ( Enginün, 2007: 317).
10
konuşan o konuşan değildir, dinleyen de başka başka izlenimlerle
etkilenmektedir.” (Erhat,1973’den aktaran Özbek, 2018: 75).
Yazar’ın doğayı, özellikle de denizi ele alışı pek çok yazar üzerinde tesir
bırakır. Azra Erhat’a göre Halikarnas Balıkçısı, gerek kurgusal eserlerinde gerekse
kurgusal olmayan eserlerinde doğa ile insanı birbirine yaklaştırır ve okuyucu da
çevre bilinci yaratır. Yaşar Kemal ise Halikarnas’ı doğanın bir parçası olarak görür.
Yaşayan doğanın onun sayesinde edebiyatımıza girdiğini vurgular. (Saatçioğlu,
2016: 583).
Türk edebiyatında Halikarnas’ı öne çıkaran bir diğer konu ise “Mavi
Hümanizma” hareketidir. “Mavi Hümanizma” hareketine göre kültürlerin çekirdeğini
İyonya oluşturur. Yazarın İyonya dediği Anadolu’dur.
11
Homeros’tan başka Haketeos gibi coğrafyacılar, Kadmos,
Peresides, Ksanton gibi ilk nesir yazanlar, Stanköylü Hipokrat gibi
akılcı filozoflar Miletoslu Tales, Aksimendros, Aneksimenes gibi
matematikçiler, milattan önce beşinci yüzyılda Efes’te doğan
Hereklatios gibi akılcı filozoflar, hep Anadoluludurlar. Yani Anadolu
kültür, sanat ve medeniyette Atina’dan çok ileridir. Helenizm, hiçbir
şeyin orijinal kaynağı olamayıp nesi varsa Anadolu’dan gelmiştir”
(Kabaklı, 2004: 23-24).
Diğer taraftan Sina Akşin: “Balıkçı’nın tezine göre Batı kültürünün özünü
oluşturan Yunan uygarlığının kökü, zannedildiği gibi Yunanistan değil İonya’dır,
yani Anadolu’nun Ege Bölgesi (…)’ der ve ekler: İonya’nın Yunan aydınlanmasına
kaynaklık ettiği görüşü Balıkçı’ya özgü değildir. Ünlü eski Yunanistan tarihçisi
İngiliz J. B. Bury bu görüşü yüzyılın başında yayımlanan çalışmasında savunmuştu.”
(Özbek, 2018: 390).
c. Eserleri
Romanları:
Aganta Burina Burinata (1946)
Ötelerin Çocukları (1956)
Uluç Reis (1962)
Turgut Reis (1966),
Deniz Gurbetçileri (1969),
Bulamaç (1996)
Hikâyeleri:
Ege Kıyılarından (1939)
Merhaba Akdeniz (1947)
Ege’nin Dibi(1952),
Yaşasın Deniz (1954),
Gülen Ada (1957),
Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek (1972),
Gençlik Denizlerinde (1973)
Çiçeklerin Düğünü (1991).
İnceleme Kitapları:
Anadolu Efsaneleri (1954),
Anadolu Tanrıları (1955),
Anadolu’nun Sesi (1971),
Hey Koca Yurt (1972),
Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı(1976),
12
Merhaba Anadolu (1980),
Düşün Yazıları (1981),
Altıncı Kıta Akdeniz
(1983),
Sonsuzluk Sessiz Büyür (1983),
Arşipel (1992).
Anı Kitabı:
Mavi Sürgün(1961).
13
EKOELEŞTİRİ KURAMI
Doğa, çok eski zamanlardan bu yana edebi eserlerde ele alınır. Fakat doğanın,
edebi eserlerde geniş yer bulması Romantizm akımıyla başlar. Romantizm akımı,
Fransız ihtilali sonrası Klasizme tepki olarak ortaya çıkar. On sekizinci yüzyılda
şekillenen akım, Avrupa’yı etkisi altına alır. Pek çok sanat türünde etkileri görülür.
Edebiyat da bu akımın etkilerinin en yoğun görüldüğü alanlardan biridir.
Romantizmin edebiyata etkisiyle daha önce ele alınmamış konular işlenir. Doğa ise
daha önce klasiklerin doğayı ele alınışından çok farklıdır. Romantizmin doğa
kavramına yüklediği mana ile klasiklerin yükledikleri mana birbirinden farklıdır.
Klasikler için “insan ruhu, mizacı, psikolojisi” demek olan doğa, romantikler için
“dış dünya, doğa” manasındadır. Romantizm, insanla tabiat arasında, nesnel dünya
ile insanın iç dünyası arasında öz bakımdan bir birlik ve bütünlük gösterir. (Yalçın,
2018: 10). Romantiklerde doğaya ciddi bir yöneliş söz konusudur. Doğa, bütün
romantiklerin ana konularından biri haline gelir. Romantik yazarlar, bıkmadan
usanmadan tabiata yönelir; kırları, ormanları, ağaçları, çiçekleri, kuşları, hayvanları
14
eserlerinde anlatırlar. Zira romantikler için tabiat, eşsiz güzellikleri ile bulunmaz bir
ilham kaynağıdır. Doğa ilham kaynağı olmanın dışında sığınılacak bir alandır da.
Günlük hayattan sıkılan ve bunalan romantik yazarlar, huzuru ve mutluluğu doğa da
arar. Doğa, genellikle romantiklerin dini duygularını güçlendirir ve onları tanrıya
yaklaştırır. Zira doğa, sükuneti, huzuru ve saflığı ifade eder. Böylece romantiklerin
eserlerindeki doğa ile daha önceki dönemlerin eserlerindeki doğa birbirinden çok
büyük ölçüde ayrılmış olur. Romantikler, gerek doğaya verdikleri önem, gerekse
eserlerinin içeriğindeki yoğunluk bakımından edebiyata yeni bir doğa anlayışı
kazandırırlar. Bu doğa, “günümüz çevrecilerinin koruma çalıştıkları doğa değildir.
romantik doğa genelde ciddi tehlike altında değildir ve biyolojik çeşitlilik açısından
kısır olabilir. doğa daha ziyade enginliği, güzelliği ve dayanıklılığı açısından sevilir.”
(Garrard, 2016: 72). Dolayısıyla romantik eserlerde çevresel sorunlara değinme,
okuyucuyu bilinçlendirme gibi bir amaç söz konusu değildir. Doğaya yüklenilen bu
anlamlar, ferdiyetçiliğin, insan merkezli bir bakış açısının sonucudur. O halde
denilebilir ki romantik yazarlar, çevresel sorunlara değinmeseler de doğayı kurgusal
eserlerde çokça işleyerek tabiatla insan türünün kaynaşmasına zemin hazırlamaları ve
doğaya geri dönüş sürecini başlatmaları açısından önem arz eder. Yine doğayla insan
arasındaki bu yeni organik ilişki, on dokuzuncu yüzyılda birçok düşünürün bakış
açısının bir parçası haline gelir. (Morris, 2019: 84).
Doğanın tüm gerçekliğiyle ele alınıp çevresel sorunlara dikkat çekilmesi ise
doğa yazınlarıyla başlar. Doğaya dair ilk duyarlı yaklaşımlar, Amerika’da ortaya
konulur. Doğanın insanlardan bağımsız bir değere sahip olduğu vurgulanır ve
doğanın hakları ortaya konulur.
15
Bu duyarlılık ve farkındalık yirminci yüzyılda Mary Austin, Aldo Leopold ve
Edward Abbey de görülür. Aldo Leopold, çevre etiğinin geliştirilmesinde ve yaban
hayatı koruma hareketinde en etkili isimlerden biri olur. Leopold’un en büyük
başarısı, Bir Kum Yöresi Almanağı adlı yapıtıdır. Öyleki bu yapıt, dünyada doğa
koruma klasiği haline gelir. Leopold, eserinde “toprak etiği” kavramı ortaya koyar.
“Toprak etiği, Homo Sapiens’in rolünü toprak topluluğunun fatihi olmaktan çıkarıp,
düz bir üyesi ve vatandaşı yapar. Topluluğa ve tüm üyelerine saygıyı ifade eder”
(Leopold, 1968’den aktaran Garrard, 2017: 112).
16
tavuk sürülerini esrarengiz hastalıklar kırıp geçirir, sığır ve koyunlar
hastalanıp ölürler. Her yerde ölümün gölgesi vardır[…] Sözgelimi
kuşlar nereye gitmiş olabilirler?[…] Bahçelerdeki kuş yemlikleri terk
edilmiştir[…]
Sessiz bir bahardır bu bahar.” ( Özdağ, 2017: 27-28).
Edebiyat, birçok kesim tarafından bir eğlence aracı olarak görülür. Oysa bir
eğlence aracı olma dışında; insan bilincine etki eden önemli bir araçtır da. Ünlü
çevreci eleştirmen Scott Slovic, 2008 yılında “ekoeleştirel sorumluluk” kavramını
ortaya koyar. Slovic’e göre edebiyat, çevreci eleştirmenlerin eğlence aracı değildir.
Edebiyat, insanların davranışları ve değerleriyle bağlantılıdır. Dolayısıyla çevreci
eleştirmenler, bu anlamda sorumluluk duygusuyla hareket etmelidirler. (Özdağ,
2014: 7-8).
Ekoeleştiri kuramına yönelik pek çok tanım söz konusudur. Ekoeleştiri ile
ilgili kapsamlı tanımı, ülkemizde çevreci eleştiri anlamında önemli çalışmalara
öncülük etmiş olan Serpil Oppermann yapar:
17
olarak insanın çevresine giren her şey ekoeleştirinin araştırma alanlarına
girmektedir.” ( Solak, 2012: 213).
Ekoeleştiri kuramı, insan merkezli bakış açısı yerine eko merkezli bakış
açısını savunur. Zira insan merkezli bakış açısı, insan dışındaki diğer canlı cansız
varlıkları insanın hizmetine sunulmuş bir meta olarak görür. Oysa eko merkezli bakış
açısı eşitlikçi bir yaklaşımla doğada var olan tüm canlıları eşit statüde değerlendirir.
Canlılara atfedilen değerin, insan türüne sağlayacak faydadan bağımsız ele alınması
gerektiğini savunur. Zira doğadaki her şey birbiriyle ilişkilidir. Bu ilişki ağında
meydana gelecek herhangi bir olumsuzluk tüm ekosistemi etkiler. O halde her canlı
doğa için aynı ölçüde önem arz eder. ( Kabak, 2018: 37).
18
edim biçimleri vardır, ama aralarındaki farklılıklara karşın tüm canlılar doğaya
bağımlıdır.” (Keleş vd 2009’dan aktaran İgit, 2017: 178). Dolayısıyla insan türü;
düşünüp konuşuyor, diye ekosistem içerisindeki bu özellikleri taşımayan herhangi bir
canlıdan daha üstün değildir. Ekoeleştiri, bu bağlamda her şeyin birbiriyle karşılıklı
ilişki içerisinde olduğunu savunan bütüncül bir yaklaşımdır.
Ekosistem içerisindeki bu bütüncül ilişkinin bozulması tüm ekosistem
canlıları için olumsuz sonuçlar doğurur. Bu bilince sahip ekoeleştirmenler, insan
türünün doğa karşısındaki bencil tutumunun değişmemesi halinde yaşanacaklara
dikkat çekmeye çalışarak insanlarda bilinç geliştirmeyi amaçlar.
19
Michael P. Branch, Rochelle Johnson, Daniel Patterson ve Scott
Slovic’in derledikleri özgün makalelerden oluşan Reading the Earth:
New Directions in the Study of Literature and Environment [Dünyayı
Okumak: Edebiyat ve Çevre Çalışmalarında Yeni Doğrultular](1998)
adlı kitaplar sayılabilir.” ( Opperman, 2012: 19).
Opperman, ülkemizde ise ilk dalgaya örnek olarak Ufuk Özdağ’ın American
doğa yazını ile yabanıl yaşam ekoloğu Aldo Leopald’un toprak etiği fikrini Türk
okuruna tanıttığı Edebiyat ve Toprak Etiği: Amerikan Doğa Yazınında Leopoldcu
Düşünce (2005) kitabını gösterir.
Birinci dalgada daha çok doğayı merkeze alan eserler incelenir. Bu eserlerde
doğanın nasıl ele alındığı, doğaya yüklenilen sembolik anlamların neyi ifade ettiği
irdelenir. Doğanın ötekileştirilmesinin önüne geçmeye çalışılır. İnsan bilincinin
uyarılması, insan ve doğa arasındaki ilişki geliştirilmeye çalışılır. Zira doğal alanlara,
doğaya dair yapılan tüm olumsuz fiiller insan türü aracılığıyla gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla insan türünün bilinçlenmesi, doğaya yönelik bencil insan tutumunun
değişmesi için atılacak ilk adım olması bakımından önemlidir.
1900’lü yıllar, birinci dalgayı kapsarken, ikinci dalga ise 2000’li yılları
kapsar. İkinci dalga bir anlamda birinci dalgaya eleştiri niteliğindedir. Daha dar
kapsamlı olan çevre kavramı genişletilir. Doğal alanlar dışında kentler, metropoller
kısacası insanın aktif olarak içinde yer aldığı alanların ele alındığı kurgusal eserler
irdelenmeye başlanır. Okuyucular, sadece doğal alanlara değil; tüm gezegene karşı
bilinçlendirilmeye çalışılır. (Özdağ, 2014: 8).
Üçüncü dalga olarak adlandırılan evreyle ilgili tam netlik yoktur. Konu
üzerinde tartışmalar devam etmektedir. Fakat üçüncü dalga için bireylerin yaşadıkları
coğrafyalara yönelmelerini ve sorumluluk almalarını sağlayacak, eserler ön plana
çıkar. Bu şekilde okuyucularda bilinç geliştirilerek, tahrip olmuş alanların
restorasyonuna katkı sağlamak amaçlanır.
20
Kuramın Türk Edebiyatı’ndaki gelişimine bakıldığında, çok geç dikkate
alınan bir kuram olduğu görülmektedir. Ekoeleştiri, 2009 yılında Türkiye’de Serpil
Oppermann, Ufuk Özdağ ve Nevin Özkan’ın düzenlediği “The Future Of
Ecocriticism: New Horizons” (Ekoeleştiri’nin Geleceği: Yeni Ufuklar) adlı makale
ile ülkemizde akademik çalışmaların gündemine girmiştir. 2000’li yıllardan sonra ise
kurama ilgi biraz daha artmış ve ekoeleştirel çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bunlara
Serpil Oppermann’ın editörlüğünü üstlendiği Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat (2012)
ve Ufuk Özdağ’ın yazarlığını yaptığı Çevreci Eleştiriye Giriş: Doğa, Kültür,
Edebiyat (2014) başlıklı kitaplar örnek verilebilir. Ayrıca Burcu Karahan’ın
“Yeşillenen Edebiyat Eleştirisi” (2002) ve Dilek Bulut’un “Çevre ve Edebiyat: Yeni
Bir Yazın Kuramı Olarak Ekoeleştiri” (2005) başlıklı makaleleri ekoeleştirinin temel
prensiplerini ortaya koyması açısından önemlidir. ( Ergin ve Dolcerocca, 2016: 300).
Melis Ergin ve Özen Nergis Dolcerocca tarafından kaleme alınan “Edebiyata
Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir ve Elif Soya” (2016) adlı makale, edebiyat ve
çevre ilişkilerini ön plana çıkarıp çağdaş Türk edebiyatı için bu alanın önemini
açıklamayı amaçlayan bir çalışmadır. Bu alandaki ilk roman incelemelerinden birisi,
Çiğdem Arlı Cengiz tarafından yazılan “Buket Uzuner’in “Uyumsuz Defne
Kaman’ın Maceraları Su” Romanına Ekoeleştiri ve Ekofeminizm Penceresinden
Bakış” (2014) adlı çalışmadır. Bir diğer çalışma, Cem Yılmaz Budan tarafından
yazılan “Çevreci Eleştiri Bağlamında Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti Romanı
Üzerine Bir Değerlendirme” (2017) adlı makaledir. Caner Solak tarafından
yazılan“Bir Ekoeleştiri Denemesi: Behiç Ak’ın Tek Kişilik Şehir Oyununda Birey,
Toplum ve Çevre İlişkileri” (2012) adlı çalışma, diğerlerinden farklı olarak bir
tiyatro eserini ele alan ve alanında ilkler arasında yer alan bir çalışmadır. Betül
Bayraktar tarafından yayımlanan “Birey-Doğa İlişkisi Temelinde Kendisi
Ol(ama)ma: Mustafa Kutlu Öykülerini Eleştirel Okumak”(2015) adlı çalışma da
öykü alanında yapılan ilk incelemelerden birisidir. Hikâye alanında ise Meral Avuklu
tarafından yazılan “Sabahattin Ali’nin Bir Orman Hikâyesi Adlı Hikâyesine
Ekoeleştirel Bir Bakış” (2013) adlı çalışması gösterebilir. ( Kabak, 2018: 30).
Ekoeleştiri merkezli bu çalışmalar, bu kuramın ülkemizde gelişimine katkı
sağlamıştır.
21
1.3.Ekoeleştirinin Beslendiği Düşünce Sistemleri
1.3.1.Derin Ekoloji
Modernleşmeyle birlikte insan türü, doğanın bir parçası olduğunu unutup
doğadan uzaklaşarak doğayı sömürme anlamında acımasız bir noktaya ulaşmıştır.
İnsan türünün kendini her şeyin odağına yerleştirmesi ve doğaya karşı tahakkümü
Derin Ekoloji akımının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Derin Ekoloji, kendisinden önce
benimsenen sığ bir yaklaşım olan, doğadaki her şeyin insan yararına göre
anlamlandırılması fikrine karşı çıkar. Doğal alanların insan yararı için korunması
gerektiği fikri Derin Ekoloji akımıyla farklı bir boyut kazanmıştır. İnsan merkezli
bakış açısı yerine doğadaki her şeyin kendi içsel değerini baz alan doğa merkezli bir
bakış açısı ortaya konulmuştur. Öyleki doğadaki tüm yaşam biçimleri, bakteriler,
virüsler bile içsel değere sahiptir. (Çüçen, 2011: 6).
Derin Ekoloji kavramını ilk kez kullanan İsveçli bilim adamı Arne Naess’tir.
22
5. İnsan dışı dünyaya mevcut insan müdahalesi aşırıdır ve bu
durum hızlı bir şekilde kötüleşmektedir.
6. Dolayısıyla politikalar değişmelidir. Bu politikalar temel
ekonomik, teknolojik ve ideolojik yapıyı etkilemektedir. Bu
değişikliğin gerçekleşmesi hâlinde ortaya çıkan durum, mevcut
durumdan farklılığıdaha derin olacaktır.
7. İdeolojik değişiklik gittikçe yükselen bir yaşam standardına
bağlı kalmaktan çok, temelde yaşam niteliğini takdir etme (önemini
anlamak) (içsel değer durumlarında yaşama) yönünde olacaktır. İrilik
(bigness) ve büyüklük (greatness) arasındaki farka ilişkin engin bir
bilinç oluşacaktır.
8. Yukarıda anlatılan noktalara katılanlar gerekli olan
değişiklikleri yerine getirmeye uğraşmakla doğrudan veya dolaylı
olarak yükümlüdürler. (Ayaz, 2014: 279-280)
Oldukça bütünlükçü ve eşitlikçi bir bakış açısına sahip olan Derin Ekoloji,
ekosistem içerisinde yaşamın bir parçası olan tüm türlerin içsel değere sahip
olduğunu vurgular. Doğanın değerli olması insana sağlayacağı fayda dışındadır.
İnsan türü kendi gereksinimlerini karşılamak için doğayı, kaynakları tüketme
hakkına sahip değildir. Arne Naess, devlet politikalarının insanı merkeze alan sığ
ekoloji yaklaşımın vazgeçmesi gerektiğini vurgular.
Tablo 1
Bitki türleri insanların yararına tarım ve Bitki türleri korunmalıdır, çünkü onların
tıpta kullanıldığı için değerlidir. değeri özlerindedir.
Kirlenme eğer ekonomik büyümeyi Kirlenmenin durdurulması, ekonomik
etkiliyorsa durdurulmalıdır. gelişmeden önce gelir.
23
ekolojik dengeyi tehlikeye sokmaktadır.
etmektedir ama gelişmiş ülkelerin
davranışları daha tehlikelidir.
Kaynak, insan için yararlı her şey Kaynak, tüm yaşam için kaynaktır.
demektir.
İnsanlar yaşam standartlarında geniş İnsanlar, aşırı gelişmiş ulusların yaşam
çaplı bir gerilemeye razı olmazlar. standartlarının düşmesine değil, genel
yaşam niteliğinin düşmesine razı
olmazlar.
Doğa acımasızdır ve böyle olması İnsan da acımasızdır, ama böyle olması
gereklidir. gerekmez.
Tablo 1.Yüzeysel ve Derin Ekolojinin Karşılaştırılması
İnsanın kendini toprak topluluğunun bir üyesi olarak görmesi kişinin ekolojik
bir bilince ve kimliğe sahip olmasıyla gerçekleşebilir ancak. Derin ekoloji
hareketinde ön plana çıkan bir kavram olan “ekolojik benlik” kavramı oldukça
önemlidir. Bu kavramı ortaya koyan kişi Arne Naess’tir. Bu kavrama göre insan türü,
benliğinin bilincine vardığı ilk andan itibaren doğayla iç içedir. Doğayla var
olmuştur ve bu varlık yine doğayla devam edecektir. Ekolojik benliği gelişen kişiler,
çevresinde gördüğü pek çok şeyin ağaçların, hayvanların, dağların, denizlerin farkına
varırlar ve yaşamsal ihtiyaçlarını doğaya zarar vermeden karşılarlar. Ekolojik
benliğin bilincine varan bireylerde yaşam daha anlamlıdır. Bu bireyler, içlerince
coşkun bir yaşama sevinci taşırlar. (Cengiz, 2013: 25).
24
Arne Naess, insanların ekolojik kimlik kazanmasıyla, kendilerini
çevrelerindeki diğer canlılarla özdeş kılabileceğini öne sürer. Kendini çevresiyle
özdeş kılan birey de doğa ile olan ilişkilerini yeniden sorgular.
1.3.2.Ekofeminizm
Ekofeminizm, kadın sömürüsü ile toprak sömürüsü arasında paralellik kuran,
temeli, feminizm ve çevreciliğe dayanan bir disiplindir. Ekofeminizm, çevre
problemlerini kadın problemleri olarak görür ve bu problemlere çözüm yolu arar.
Amaç kadınların ataerkil zihniyetin gölgesinden kurtulmasını sağlayarak, toplumsal
cinsiyet eşitliğine dayanan yeni bir düzen oluşmasını sağlamaktır.
25
Dolayısıyla, kadının ve doğanın kaderi aynıdır. Bu nedenle, insanın
doğayla ilişkisini yeniden kavramsallaştırmak için, bu hiyerarşilerin
ve ikiliklerin yok edilmesi gerekir.” ( Çüçen, 2011: 9).
Ekofeminizm, toplumum büyük bir kısmında kabul görmüş bu ikiliklere karşı
çıkar. Ekofeministler, bu ikiliklerin ortadan kalkmasıyla kadın ve doğa sorunlarına
çözümler üretilebileceği görüşündedirler. Ekofeminizmin kadın ve çevre üzerine
odaklandığı kadar farklı sorunları da irdeler. Toplumun ötekileştirdiği kesimler,
savaş siyaseti, hayvan sorunsalı, ırkçılık, türcülük ele alınan diğer konulardır.
Ekofeminizm, belli başlı noktalarda eleştirilere maruz kalır. Bunun sebebi ise
çevresel sorunların sebebinin sadece erkeklere indirgenmesi ve kadınların bu
sorunların dışında tutulmasıdır. Oysa çevre sorunlarına doğrudan ya da dolaylı olarak
kadınlar da neden olabilmektedir. Bu noktada çevre sorunlarına sebep olan bireyleri
cinsiyetlerine göre ayrıştırmak, kendi içinde çelişkiler yaratmaktadır. Fakat
ekofeminizm, her ne kadar kadın söylemleri üzerine kurulu ise de amaç, salt
kadınlara yönelik değildir. Kadından yola çıkarak daha evrensel boyuta ulaşır.
“Ekofeminizm; ırkçı, etnik, cins, yaş ve sosyal sınıf ve cinsel tercih gibi ölçütlere
dayanarak yapılan baskıların ve ayrımcılığın karşısındadır.” (Balık, 2013: 4). Bu
bağlamda tüm ötekileştirmelere karşı toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan bir yeni
bir düzen fikrini esas alır diyebiliriz.
26
1.3.3.Toplumsal Ekoloji
27
merkezli yaşam alışkanlıkları yerine ihtiyaç odaklı bir anlayış benimsenmelidir.
Bookchin, çevreyi hiç kirletmeyecek yerel kaynaklardan faydalanılması ve
teknolojilerin eko- teknolojilere uyarlanması gerektiğini vurgular. (Bookchin,
1996’dan aktaran Yıldırım, 2017: 297).
1.3.4. Ekopsikoloji
Modern yaşamla birlikte değişen yaşam formu, insan türünü doğadan
uzaklaşmaya başlar. Doğadan uzaklaşan bireyler, doğanın bir parçası olduklarını
unutup doğaya yabancılaşırlar. Bireylerin doğaya yabancılaşması pek çok sorunu
açığa çıkarır. Bu sorunları, insan ve doğa açısından ayrı ayrı değerlendirmek
28
mümkündür. İnsanın doğaya yabancılaşması, insanın kendine yönelmesine,
mutsuzluğuna neden olurken, doğadan uzaklaşan insanın doğa üzerindeki
tahakkümünün arttığı da söylenebilir. Bu noktada ekopsikoloji, hem insan türünün
mutluluğu hem de doğa sorunlarına engel olmak adına çareyi doğaya dönmekte
bulur.
29
2.HALİKARNAS BALIKÇISININ HİKÂYE VE ROMANLARINA
EKOELEŞTİREL BİR BAKIŞ
İnsan türünün giderek bencilleşen tavrı, doğayı ruhsuz bir meta olarak
görmekten öteye gitmez. Yazar doğaya şahsiyet kazandırarak doğanın ruhuna,
yaşayan yönüne dikkat çekmek ister. “Çiçeklerin Düğünü” adlı öyküde bir tohumun
döllenmesi bir düğün seremonisi şekline sunulmuştur. Çiçeklerin, bitkilerin sadece
insanların görsel zevkini süsleyen peyzajlar gibi görünmesinden ziyade yaşayan,
üreyen, üreten yönüne dikkat çeker. Bitki ve çiçeklere karşı farklı bir bakış açısı
geliştirir.
30
dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-bir zifaf
odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen
hemen her çiçek bal yapar. Bahar olunca, ağacın damarlarında akan
yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir
gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada
ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de
kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı
papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini
öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir.
Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir
can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 13).
Doğaya dair kişileştirmelerin çoğu kadın üzerinden yapılır. Deniz, toprak, ada
gibi unsurlar kadına benzetilir. Kadın vasıfları yüklenir. Toprak, özellikle ve
genellikle kadınla bağdaştırılır. Bu bağdaştırmaların temeli, kadının doğurganlığı ile
toprağın üretkenliği arasında kurulan benzerliğe dayanır.
31
Monogenetik üreme savında erkeğe atfedilen babalık yani yaratma,
hayat verme gücü üzerinden erkekle tek tanrılı inancın (erkek)
Tanrı’sı arasında simgesel bir bağ kurulur. Delaney’e göre ataerkillik
tam da budur: Yaratıcı gücün Tanrı’ya yansıtılmasıyla bu güç
görünmez ve her yerde hazır ve nazır hale gelir; evreni harekete
geçiren güçtür bu. Erkeklerle Tanrı arasında kurulan yapısal ve
simgesel benzerlik nedeniyle erkekler bu gücü paylaşırlar; sonuçta
erkeklerin egemenliği doğal ve varlığın düzenine uygun görünür. Bu
benzerlik ataerkil sistemlerin arkasındaki gücün parçasıdır; çünkü
sadece erkeği değil, baba olarak erkeği yüceltir. (Delaney, 2001’den
aktaran Salman, 2013: 48).
“Delaney’e göre yaratılışta erkeğe atfedilen yaratıcılık rolü onu
Tanrı’ya yaklaştırır; bebeği besleyecek madde sağlama rolü de kadını
Tanrı tarafından yaratılmış olanla, dünya ile özdeşleştirir. Böylelikle
tohumu eken baba, tohumu besleyip büyüten de anne/toprak olur.”
(Delaney,2000’den aktaran Salman, 2013: 49).
Ekoeleştirinin beslendiği düşüncelerden biri olan Ekofeminizme göre,
ekolojik sorunların temelini ataerkil düşünce sistemine dayandırırlar. “Tarihsel ve
kültürel olarak farklılık gösteren ataerkil sistem, genel olarak erkek iktidarına
dayanan toplumsal düzenleme anlamına gelir ve kadının emeğinin, bedeninin,
cinselliğinin ve doğurganlığının denetlenmesini içerir.” (Berktay, 2000’den aktaran
Salman, 2013: 47). Tüm bu düşüncelerden hareketle ekofeministler, kadının baskı
altına alınması ve sömürülmesiyle, doğanın tahakküm altına alınmasının önüne
geçilmesi için ataerkil düşünce sisteminin ortadan kalkması gerektiği
görüşündedirler.
32
görülmektedir. Böylece adaya dişi bir kimlik verilmektedir. ( Fırat, 2013: 125).
Hareketli, kıvrak bir dişi olarak yansıtılan ada ile Deli Davut arasında yaşanılanlar
bir aşk görüntüsü yaratır. Yazar, burada adaya yüklendiği misyonla adayı mekân
olmaktan çıkarır, hikâye kişisi yapar.
“Ne var ki, Deli Davut, Arşipel'in sayısız adaları arasında, yolu uğrağı
olmayan, ıssız bir yerdeki Gülen Ada’nın âşığıydı. Deli Davut, Gülen
Ada’ya doğru fırlarken, ada sanki onu karşılamak için kalçalarına
kadar denizden kalkardı. Deniz, adayı fırdolayı sarar, köpük ve
çırpıntılarıyla onun belini, gerdanını ve koltuk altlarını gıdıklardı.
Salınan ağaçları, savrulan dalları ve yaprakları ile şakrak ada,
delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki, kendi
ışığı içinde gizlenen güneş gibi, ada kendi sevincinin parlayışı içinde
kaybolur, koca enginde, ufuktan ufka çınlayan bir kahkaha kalırdı.
Adanın ta açıklarında çınlayan gülüşü ile Deli Davut'un
denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan
kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2019: 79-80).
Doğayı ve kadını pasif bir duruma sokan ve istediği gibi şekillendiren erkek
türü her ikisi üzerinde de tahakküm kurar. Bu bakış açısıyla baktığımızda adanın
kadınlaştırılması ekoeleştirinin karşı çıktığı bir durumdur. Yalnız Halikarnas
Balıkçısı’nın kişiliği göz önünde bulundurulduğunda o daima sömürünün karşısında
yer alan, öykülerinde kadınların yaşadıkları sıkıntıları ele alan, kadından yana tavır
sergileyen bir yazardır. Dolayısıyla yazarın burada adayı kadınlaştırılmasının,
kadınların sevecen, sahiplenen tavrından kaynaklı olabileceği söylenebilir.
Halikarnas Balıkçısı’nın tam bir doğa insanı olduğu onun yaşam öyküsünden açıkça
anlaşılmaktadır. Halikarnas Balıkçısı’nın hikâyelerini yazdığı dönemlerde henüz
ekoeleştiri kuramı ortaya konulmamıştır. Halikarnas Balıkçısı böyle bir kuramın
ortaya çıktığı bir dönemde eserlerini yazmış olsaydı belki hikâyelerinde vereceği
mesajlar daha yerinde olabilirdi.
33
hiç bitmez. Deniz onun için tutkuya dönüşmüş bir sevgilidir. Bu tutku karşılıksız
değildir. Deniz de sevgilisini çağırır.
34
çıplak karnını, çıplak kalçalarını, gelgel diye gösterirse, tükür onlara!
Gitme ona! Gitme o kaltağa. Bana yemin et.” (Halikarnas Balıkçısı,
2015: 42).
“Açıklıklar Yolcusu” adlı hikâyede ise denizin yeniden bir kadın olarak
kişileştirildiğini görürüz. İstek dolu bir kadın olarak işlenen deniz, denizciyi
çağırmaktadır:
“Deniz, o taze taze tuz kokan ılık nefesiyle, seven bir kadın gibi
kayığa doğru soluyordu. “Gel! Gel!” diye türkü söylüyordu. ‘Gel!
koynuma gir! Ben senin mavi saçlı, mavi bakışlı, mavi gülüşlü
sevgilinim. Sana koynumda can vereceğim, sağnağımla ruh
vereceğim, seni güçlü kanatlar üzerinde uçuracağım, neden orada
cansız bir odun yığını gibi duruyorsun? Sen ormandaki o köklü ve
çakılı duruşundan bezip usanmadın mı? Gel… Işığa, güneşe, rüzgâra,
denize, açıklara, uzaklara çık. Dalgaların üzerine binip yaylan. Uçan
Kabaran göğsünle fırtınaları paçavralar gibi yırt, gerilere çarp, yunus
balıklarının, uçar kefallerin, açık deniz kılıçlarının yoldaşı ol!
Denizcinin uçan yanık türküsü ol’ diye çağırıyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015b: 20).
Benzer bir örnek de Ötelerin Çocukları adlı romanda karşımıza çıkar. Bu kez
de kişileştirilen denizdir. Deniz burada doğuran yönüyle bir annedir. Ayşe Gül
Kılıçaslan, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerini mitolojik açıdan incelediği tez
çalışmasında denizin, içinde pek çok canlı barındırdığı için doğurgan olarak
görüldüğü ve bu sebepten bir kadın olarak tasavvur edildiğini belirtir. Bir kadın
olarak tasavvur edilen deniz ile ergenliğe giren Tiycan arasında doğurganlık ilişkisi
üzerinden bir ilgi kurulur.
“Elif, gövdesinin ay ışığı ve yıldız parıltısıyla değil, denizin
bağrından patlayan can volkanının aleviyle aydınlanıp ağardığını
gördü.
İlk ana! Deniz bir ucundan öbür ucuna bir hayal kasırgası,
derinliğince de, bir hayat uçurumu kesilmişti.(…) elif bilmiyordu, ama
kendisinin de o doğurucu, yaratıcı gücün bir kısmı ve bir temsilcisi
olduğunu ta içten duyduğu için göğsü gururla kabarıyordu. İşte onun
da göğsü gelecekte çocuğuna emzireceği sütün umuduyla deniz gibi
inip kalkıyordu ya.” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 141-142).
35
çıktığı bir durum söz konusudur. Amerikalı Antropolog Sheery Ortner, “Her kültür,
kadınları onların değerini alçaltan veya değerini olduğundan düşük gösteren bir
sembolle özdeşleştirilmiştir. Bu tasvire uyan bir tek sembol vardır, o da genel
anlamıyla ‘doğa’dır.” (Kümbet, 2012: 177). Ortner, bu ifadesiyle kadının doğa ve
kültür düalizminde, kültürden alt seviyede görülen doğayla özdeşleştirilmesine karşı
çıkar. Zira ataerkil zihniyetin, doğayı ve kadını pasif ve duygusal bir konumda
görerek baskıladığını düşünürler.
36
Metaforlar hayatı, kendimizi ve ötekini anlamanın tek yoludur.” (Demir, 2015’den
aktaran Kurt Topuz ve Erkanlı 2016:306).
“Koca Orfos” adlı hikâyede deniz her şeyin üstünde bir güç olarak tanımlanır.
Yazar, eserde denizden Tanrısal bir gücü çağrıştıran yaratılış olarak bahseder.
Turgut Reis’te ise yaradılış olarak görülen deniz, Turgut Reis’i çağırır.
“İçinden keskin bir ses ‘Deniz! Deniz! Deniz!’ diye
bağırıyordu. İşte o ses, yaradılışının ve mukadderatının çağrısı, idi.” (
Halikarnas Balıkçısı, 1992: 45).
Gücü temsil eden deniz, “Armudun Suyu” adlı öyküde de karşımıza çıkar.
Denizin bir diğer temsil ettiği şey ise eşitliktir. Denizde hiyerarşik
yapılanmaya yer yoktur. Mülkiyet kavramı yoktur. Deniz, tam anlamıyla özgürlüğün
simgesidir. Deniz kendisine hükmedilmesine dalgalarıyla karşılık verir. “Son
Şarkı”adlı öyküde iki çocuğunu denizde kaybeden kendi de denizde bir şimşek
37
çakmasıyla iki gözünü kaybetmiş yaşı yüzü geçkin Kör Hüseyin’in hikâyesinde
denizin bu yönleri açıkça ortaya konulur:
“Ey güzel deniz, senin sonsuz ufukların cimri köylüye ve toprak
adamlarına irat getirir tarla olamaz. Milyarlarca dönümünü kimse
benimdir diye kendine mal edemez. İnsanın o kadar güvendiği
düşkünü ezen kuvvetinin boyunduruğunu sana takmaya kalkışınca
hemen kabarırsın. Ey özgürlük simgesi! O insan, ister dilenci, ister
kral olsun, inandığı Tanrı’dan saçı başını yola yola imdat haykırmaya
mecbur edersin ve gürleyen köpüklerinle onu altüst ederek köpek
ölüsü gibi kuyruğundan tutup ben ölümsüz denizim! diyerek gerisin
geriye geldiği yere fırlatırsın. Dağı, taşı ihtiyarlatan zaman, senin
sonsuz güzelliğine bir kırışık katmıyor. Gençliğinde kara saçlıyken
neysen, şimdi saçın akken yine osun! Sevdiğin kızlar cadı oldu. Oysa
yaratılışın şafağında neysen bugün yine osun! Güzel deniz! Tatlı
deniz!” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 202).
“Can Kurtaran Anırtı” adlı hikâyede de benzer bir durum söz konusudur. Denizde
kimsenin kimseye üstünlüğü söz konusu olamaz. Deniz üzerinde herkes eşittir.
Yalnız insan vardır.
38
“Deniz, Haşmet Beyin çalımını, kurumunu silip süpürmüştü. Sağına
soluna bakınayım derken, kulağında kamçı gibi bir şey şakladı. Bu bir
dolu tanesi idi. Biber gibi yaktı. Bunun ardı sıra, hemen bir top
patladı, kocaman bir davul çalındı. Bu da yıldırımdı. Haşmet Bey
şaşakaldı. Gök gürültüsüne bir emir savrulunca, "Evet, efendim!
Sepet, efendim!" diye taklalar kıla kıla, ufkun ötesine defolup gitmesi
gerekmez miydi? Ne edepsiz, terbiyesiz bir gök gurultusuydu bu!
Fırtına korkunçtu. Kasırga aynı anda türlü türlü şeyler
yaratıyordu. Dövüyordu, yırtıyordu, paralıyordu, gürlüyordu, insanın
soluğunu tıkıyordu. Herhangi bir tek ses, top patlaması bile olsa, bu
gürleyişin içinde kayboluyordu. Haşmet Bey, ömründe ilk olarak
gerçek bir şeyi gerçekten duymaya başladı: O da korku idi. Kasırga
denilen ejder, Haşmet Beyin sapasağlam bir dünya, bir evren sandığı
saygınlığını, o yalancı binayı, soluğuyla paldır kuldur yıkıyordu.” (
Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 232-233).
39
insanın hem kendisini hem de çevresini algılama biçimini değiştirmiş, hâkim dünya
görüşü olarak da mekanik bir doğa kavrayışına yol açmıştır. (Gül, 2013: 19).
Doğanın, organizma yerine bir makine olarak algılanması insanların doğaya bakışını
değiştirmiştir. Her şeyin insan için var olduğunu düşünen insan türü, kendini doğanın
efendisi görmeye başlar. Bu üst statüye oturtulan insan, doğayı kendi çıkarları
doğrultusunda sömürmeye başlamakla kalmaz, doğaya karşı acımasız tavırlar içine
de girer. Ekoeleştiri, geçmişten günümüze doğaya atfedilen yanlış anlamlarla
mücadele eder. Doğanın, yaşayan yönüne dikkat çekmeye çalışır. Kendini doğanın
hâkimi gören insan türüne, doğanın sadece bir parçası olduğunu hatırlatmak amacı
güder. Halikarnas Balıkçısı da bu hikâyelerinde Haşmet Bey ve Aksi Mahmut
üzerinden insanın doğa ilişkisini sorgulayarak, insanın doğa üzerinde kurmaya
çalıştığı tahakkümü eleştirir.
40
Denize açılan korsanlar için yurt, karada bıraktıkları değil de denizin
kendisidir. Bu yüzden denizden uzaklaşınca tedirgin olurlar. Yurtlarına, denize
kavuşacakları günü hayal ederler.
İnsanlar, çoğu zaman kendi duygularını ifade etmek için doğaya anlamlar
yükleyip kendilerince değer biçerler. İnsan türü, genellikle güçten yana bir tavır
sergiler.
“Dağ denilince insanın hayaline, irtifasıyla göklerde çığlık
kesilmiş şahikalar, pars gibi vahşi zirveler gelir.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2010: 182).
İnsanların güçten yana tavrı karşısında derin ekoloji, doğadaki canlı cansız
tüm organizmaların doğada kapladıkları alan ve hacimleri dışında kendi içsel
değerini taşıdığını savunur. Koca bir dağ kütlesiyle bir kum tanesi değer açısından
eşittir. Her canlı ya da cansız doğa unsuru, kendinden gelen öz değere sahiptir. Derin
Ekoloji özellikle her bir varlığın özgünlüğünü vurgular. Biyolojik çeşitlilik ve
zenginliği destekler.
41
yağdırma ritüeli, eski Türk inanışlarında “yada taşı” aracılığıyla yapılır. Bu romanda
da benzer bir durum söz konusudur. Romanda yağmur yağması amacıyla küçük çakıl
taşların üzerine dua okunur ve taşlar denize atılır.
“Nihayet okunmuş taşlar, develere beygirlere, eşeklere
yükletildi. Bazı köylüler kendi okudukları taşları sevaptır, diye kendi
sırtlarında taşıyorlardı. Müftü Abdülvahap Hoca ata binmiş önde
gidiyor, ondan sonra eşraf geliyordu.(…)
Dualar okunuyor, kuzular meliyor, atlar kişniyordu.
Böylelikle akar kenarına varılarak okunmuş taşlar suya atıldı.” (
Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 176).
“Yağmur duası” adlı hikâyede de benzer bir durum söz konusudur. Burada
büyük bir kuraklıkla karşılaşan köylü çareyi yağmur duasında bulur.
42
uzaklaşmalarıdır. Burada da köyün kuraklık yaşamasının sebebi buna bağlanır. Köy
imamı Abdülvehap Hoca, köyü dolaşarak köylüyü duaya, namaza davet eder.
Doğadaki unsurların kutsal sayılması, çok geçmişe dayanır. Tek tanrılı
dinlerden önce insan türünün inanışları doğa merkezlidir. Doğadaki pek çok şeye
kutsiyet yükleyen insanlar, yine dilediklerini doğa aracılığıyla elde edeceklerini
düşünürler. Doğaya atfedilen tüm anlamlar, doğada yaşanılanları anlamlandıramayan
insan türünün çaresizliğinin sonucudur. Zamanla toplumun inanışlarında
farklılaşmalar olsa da yer edinen bazı inanışlar geçerliliğini korur. Örneğin Ötelerin
Çocukları adlı romanda genç kızlar, Kısmet Taşı’na çıkar ve kendileri için eş dilerler.
“Onun için sabahları gün ağarırken, akşamları batarken,
mutlaka birkaç kız, uğurlu olduğu söylenen Kısmet Taşı’na çıkar,
oradan ‘ Aysız güneş mi olur? Gelinsiz efe mi olur? Bahtım! Kocaya
gidecek vaktim!’ diye bağırırdı. Bundan sonra gider, evlerinin denize
bakan penceresinin önüne otururlardı. Yelkenlilerin uzaktan gelişini,
can gözüyle seyrederler, kayıkların birdenbire bir erkek şekline
girmesini, deniz üzerinden yürüye yürüye, ‘koca’ diye kendilerine
gelmesini beklerlerdi” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 87).
Romanda yine Kıztaşı adlı kayanın, insanlara güç verdiğine de inanıldığı görülür.
43
oturdular mıydı, gövdelerine değme bir güç gelirmiş, ağır taşları
tüymüş gibi fırlatıp atarlarmış, hoplar zıplarlarmış. Ondan sonra
ölürlerse bile güçlülük kanısının verdiği rahatlıkla ölürlermiş.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 193).
44
ve ne de çakan şimşeklerde bu sorunun cevabı vardı. Doğa ya da
fırtına, acaba bir atmosferik engele mi, yoksa sıkan geleneksel bir
çemberine mi ‘hayır’ diyordu? Kasırganın gürleyişi, denizin hırlayışı
‘Statüko’ya bir koca ‘Hayır’dı! Hayır, hayır. Kesin olarak olamaz,
diye bağırıyordu sanki” ( Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 136).
Güneş de bir benzetme unsuru olarak, farklı anlamlarla karşımıza çıkar.
Güneş; yaydığı sıcaklılıkla, ışıkla, enerjiyle pek çok şeyi simgeler. “Kancay” adlı
hikayede, bir çingene kızı olan Kancay’ın öleceği zaman güneşe karşı hissettikleri,
güneşe yüklenilen anlamları açıkça ortaya koyar. Kısaca güneş, yaşam demektir
Kancay için.
45
“Günlerce gökte ne nem, ne çiy, ne buğu, ne de bulut vardı. Tamtakır
kurubakır bir gökte kızıl kızıl yanan güneşin ışığı en karanlık bir kış
gününün kasvetine taş çıkartıyordu. Kudurmuş, susamış topraklar,
hastalıklı dudaklar gibi yer yer çatladı. Günler cenaze alayı gibi yavaş
yavaş geçiyordu. Sanki gün akşam gurubunu yitirmişti de uzuyordu ve
bir türlü sonunu bulamıyordu” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b:164-165).
Yine aynı romanda Mahmut, havanın sıcaklığından kaynaklı güneşi, her şeyi
yakıp kavuran cehenneme çeviren bir unsur olarak görür.
“Güvercinlik yolunu tuttuk. Çepeçevre ısıyla yanıp tüten dağlarla
kapanmış, bir cehennem çukurunun dibinde yürüyorduk. Güneş, ışık
ve ateş yağdırıyordu. Kızgın kayalar, kavrulmuş toprakların alevini
yüzlerimize vuruyordu. Arasıra bir alaca yılan şimşek gibi parlayarak
yolun ortasından geçiyordu.” (Halikarnas Balıkçısı,2013b:167).
Yıldızlar, Deniz Gurbetçileri adlı romanda sevgiliden haber veren bir aracıdır.
Sevgililerinden uzakta olan denizciler, yıldızlara yükledikleri anlamlarla özlemlerini
sevgililerine iletirler.
46
“Bodrumlu Mecdi -en genci oydu- yıldızlara uzun uzun bakıyordu.
Sükütu İlk önce TlllosluTakkis bozdu, ‘Ne o Mecdi? Sen Bodrum'daki
sevdiğin kızımı dinliyorsun?’ dedi. Gece karanlığında Mecdi'nin
yüzünün kızardığı görünmezdi. Mecdi ve oradaki denizeller Takkis'in
ne demek istediğini anladılar. Gece gökteki yıldızların yürek
çarparcasına en çok kıprayıp parıldayanı, sanki sevdiğin kız ya da
kadının sana bir şey söylemeye çabaladığı anlamına gelirdi denizciler
arasında. Mecdi, ‘Yok a canım’dedi. Takkis, ‘Ne yok a canımı? Seni
çok seviyorum, göreceğim geldi, çabuk dön, gözlerimde tütüyorsun.
Çabuk dön seni bu yıldız parıldamamla öpüyorum. diyor’ dedi.
Mecdi'nin çok hoşuna gitti bu laflar, ama genede utana utana, ‘Yok
açanım,’ dedi. Dinlediği sözlerin tadına varmak üzere sustu. Başını
başka yana geçirdi. Ötekiler, ayıp ediyorsun Mecdi. Baksana akşam
yıldızı çırpına çırpına parlıyor, şimdi o kız o yıldıza bakıyor da seninle
haberleşmek istiyor. Sen ona sırt çeviriyorsun. Dön başını kerata.
Yazık zavallıcığa dediler. Mecdi de çekine çekine başını gene akşam
yıldızı yönüne çevirdi. Acaba sahi miydi bu? Akşam yıldızı parıl parıl
parlamaya koyuldu. Tıpkı Fadik gibi gülüyordu” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015a: 232).
47
Doğa, canlı ve cansız tüm elemanlarıyla bir bütünlük ve uyum içerisinde
yaşar. Doğaya karşı hassas, duyarlı, bilinçli tutumların geliştirilmesinde, doğa ile
ilgili sorunların farkına varılmasında ve bunların önlemesi çözümlenmesinde doğayı
aktaran yazarlara önemli görevler düşer. Halikarnas Balıkçısı da bu anlamda üzerine
düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmiştir diyebiliriz.
48
çekmeye çalışır. Doğaya dikkat çekmeye çalışırken, doğayı bir dekor olarak değil,
kendi gerçekliğiyle, değeriyle ortaya koyar. Edebi eserlerde doğanın kendi
gerçekliğini yansıtması ekoeleştirin, özellikle de derin ekolojinin üzerinde durdukları
şeydir. Derin ekolojiye göre doğa, “canlı ve cansız tüm öğeleriyle doğayı bir bütün
olarak algılamak ve her bir öğeyi bir diğerine katkısı nedeniyle değil de özü itibariyle
değerli kabul etmek” (Yaylı ve Yaslıkaya, 2015: 463) fikrinden yola çıkar.
Halikarnas Balıkçısı da çevresinde gördüğü canlı cansız pek çok organizmayı bir
çıkar gütmeksizin, kendi öz değerliliğiyle eserlerinde anlatır. Ağaca, çiçeğe, bitkiye
dikkat çeker. Yazar, doğanın bu unsurlarını göz alıcı bir tablo olarak sunmak yerine;
doğal ve yalın bir şekilde ortaya koyar. Doğanın gerçekliğine, yaşayan yönüne dikkat
çekilir.
Aganta Burina Burinata adlı romanının ilk bölümünde, Mahmut ile babasının
Bodrum’dan Milas’a yürüyerek gittikleri bir gün aktarılırken, Mahmut’un yol
boyunca gözlemlediği, doğayı en ince ayrıntısına kadar anlattığı görülür. Mahmut:
49
son bir kez dönüp baktılar. Ondan sonra ağır adımlarla limana
vardılar.” ( Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 169).
“Tam Çoban” adlı hikayede, Kisle Büküne giden yazar, mekanın güzelliği
karşısında büyülenir. Yine farklı farklı bitki türlerinden bahseder. Doğanın canlı ve
gerçekçi bir şekilde tarifi, insanın belki de sık sık karşılaştığı ancak farkına varmadan
geçtiği doğanın çeşitliliğini ve zenginliğini göstermesi açısından önemlidir. Doğanın
zenginliği ve çeşitliliği ekosistemi dengede tutar, dünyayı yaşanır kılar. Dolayısıyla
doğadaki biyoçeşitliliğin devamı için, doğaya gereken önem gösterilmelidir.
Halikarnas Balıkçısı’nın doğaya duyarlı yaklaşımı, okuyucuda doğa bilincinin
gelişmesine katkı sağlar.
Bulamaç adlı romanda Badi Nuri’nin yanında çalıştığı Çil Hasan, tarlasında
tırmıkla öldürülmüş olarak bulunur. Çil Hasan’ın karısı da Badi Nuri’nin uğursuzluk
50
getirdiğini, kocasının bu yüzden öldüğünü söyler. Kadının çevresindekiler Badi
Nuri’yi döverler. Badi Nuri fırsatı bulunca kaçar. Bodrum’a varır. Yazar, burada
Bodrum’u fiziksel gerçekliğiyle olduğu gibi ortaya koyar.
“Ne kadar koştuğunun farkında olmadı. Ta neden sonra ayakları kanar
bir halde kendini yokuş başında buldu. Ta aşağıda, deniz kenarında
beyaz badanalı evleri, koyu yeşil portakal ve mandalina bahçeleri ve
açık yeşil hurma ağaçlan ile Bodrum'u gördü.” ( Halikarnas Balıkçısı,
2010: 323).
“Dalga Geçiyor” adlı öyküde uzun yıllar vapurda çalışan Murat, İstanbul’da
vapurdan ayrılır ve başka bir vapurda iş bulamaz. Bir süre İstanbul’da kalan Murat,
İstanbul’dan tiksinir. Derince’deki halasının evine gider. Orada doğanın tüm
yalınlığında kendini cennette hisseder.
“Rüzgâr tam yelken rüzgârı idi. Trişka bir şey! Bahçe vardı; arılarla
uğulduyordu. Her taraftan saman ve ot kokusu geliyordu. İstanbul’un
sidik kokan sokaklarından sonra orası cennetti.” (Halikarnas Balıkçısı,
2014: 185).
51
okuyucuya doğadan haber vermek ister. Doğadaki canlıları hatırlatır, onların
varlıklarına dikkat çeker.
52
“Artık sular kararıyordu. Bir burna yanaştık. Kıyıdaki çamlar,
kanatlarını yumup uykuya varan kuşlar gibi birbirinin koynuna
sokulup kapanıyorlardı. Salamastralar gıcırdıyor, her itişte üç
balıkçının çıplak ayakları çat diye farsların üzerine vuruyor, cam gibi
durgun denizi bir saatin tik takı kadar düzenli fişyu fişyuuu'larla
öttürürken, arkada da halka halka yayılan çemberler bırakıyordu.
Halkalar çamların uyuyan yanlarına değince onlarda uyanıyor ve
fişyu'ların temposuna uyarak tepelerinden ayakuçlarına kadar
salınıyorlardı.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 60).
“Bulamaç” adlı romanda da benzer bir üslup söz konusudur. Yazar, üslubuyla
doğanın gerçekliğini ortaya koyar.
“Öteki, ‘Adam sen de. (…) Ah ağaçlar bir günde fışş diye fışkırsalar
ne güzel olur. Bazen gece uykumda onların gürrr diye büyüdüklerini
duyar gibi oluyorum.’ dedi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2010: 164).
53
2.1.3. İdeal Bir Yaşam Alanı Olarak Doğa
İnsan türü, yaşama dair tüm alanları hizmetine sunulmuş alanlar olarak görür.
Doğayı bitmeyen tükenmeyen bir kaynak olarak gören insan türü, bu alanları istediği
gibi kullanır ve sömürür. İnsan eksenli bu yaklaşım, insanların doğaya bakışını
olumsuz etkiler. Doğal alanları tahrip edip yerleşim alanlarına çeviren insan türü,
gittikçe doğadan ve doğal alanlardan uzaklaşır.
“Ay Işığı” adlı hikâyede“Akkız” veya “Karakız” olarak adlandırılan kıyı köylerinden
bir kız ile Balıkçı Sarı Ali bir tesadüf sonucu karşılaşırlar. Deniz aşığı olan bu iki
genç, karakter olarak birbirlerini tamamlayan kişilerdir. Her ikisinin de sınırların
ötesini özleyişleri vardır. Bu özellikleri, onları birbirlerine yakınlaştırır. Birbirlerine
âşık olan iki genç ortadan kaybolurlar. Hikâyede ortadan kaybolmaları ay ışığına
karıştıklarına yorulur. Âdem Özbek, “Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Hayatı, Eserleri ve
Sanatı” üzerine çalıştığı doktora tezinde hikâyeye ismini veren “ay ışığı” konusuna
dikkat çeker. Özbek, ay ve ışık kelimesini kurşuni kelimesinin zıddı olarak bilinçli
bir şekilde kullanıldığını belirtir. Özbek’e göre Halikarnas Balıkçısı’nın kurşuni
renkli dünyada yaşanamayacağını vurgulaması, onun muhayyel bir yaşam arayışının
göstergesidir. Bu muhayyel yaşam alanı ise, ay ışığının karşıladığı bakir doğadır.
Bakir doğa, canlı pırıltılı, kirlenmemiş bir yer iken, dünya ise bu muhayyel yaşamın
tam aksine kirli ve kül rengidir. Yine Özbek, “ay ışığı” olarak sembolize edilen
muhayyel veya ütopik dünyanın, bakir doğa olduğunu belirtir. (Özbek, 2018: 337).
54
“Ama onlarda tevekkül değil, garip bir özleyiş vardı. Deniz,
ayakuçlarına fosforlu köpükler yayıyor, ta ufuklara dek ışıldıyordu.
Yağız kız, sesini dalgaların fışıltısından korumak için, Sarı
Ali'nin kulağına eğilerek,‘Ne o, korkuyor musun? Bu şimdiki yaşamı
arkanda bıraktığına pişman olacak mısın yoksa?’ diye sordu. Öteki,
gözlerini ay ışığından ayırmadan, ‘hayır!’ dermiş gibi başını salladı.
Baş başa dayalı olarak uzun zaman ses çıkarmadan aya baktılar.
Sonra, birbirlerine söz söylemeden ve bir işaret etmeden, ikisi de
birdenbire ayağa kalktılar. Uzun boyluydular. Ay ışığında
ağarıyorlardı. Yan yana yürüdüler. İkisi birden, denizdeki ay ışığına
daldılar. Deniz, bir çırpınışla ışıldadı; sonra, ay ışığında ay ışığı
oldular. Ve bir daha, o bizim kurşuni renkli dünyamıza dönmediler.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 162).
Halikarnas Balıkçısı’nın “Knidos Afroditi” adlı hikâyede ideal bir alan olarak
karşımıza çıkan yer bir harabedir. Knidos harabesi, insanlardan uzak sadece
balıkçıların bazen uğradıkları bir yerdir. Yıllara meydan okuyan bu antik kent,
bozulmamış iklimi, doğası ve el değmemişliğiyle doğallığını koruyan bir alandır.
“Yükselen aydan, çırpınan göl sularına şırıl şırıl bir ışık seli akıyordu.
Harabenin sütunları kardanmış gibi ağarıyordu. Kara Mahmut kayığını
demirledikten sonra bir kayaya oturup yavaş yavaş bir cıgara yaktı.
Gök koyu mavi bir deniz olmuştu. Ay gümüşi ışıktan yapılma
muhteşem bir kalyon gibi o rüyaların solgun deryasında orsa alabanda
ederek mesut seyahatine devam ediyordu. Yıldızlar, uzaktan geçen
gemilerin silyon fenerleri gibi kırmızı yeşil parıldıyorlardı. Dağlar
uzaklarda karlarla örtülmüş gibi parlıyordu. Onları ay ışığı,
elbiselerini yere kaydırıp tepeden tırnağa yapyalın parlayan gelinler
gibi, zirvelerinden eteklerine kadar yeni yeni yaratıyordu. Her şey
55
dünyaya ait olmayan ve hiçbir şeye benzerlik kabul etmeyen vahşi ve
ücra bir güzellikte vuzuh buluyordu. Mahmut içinden ‘Bu ne güzel
âlem’ diyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 161-162).
Yine aynı romanda Mahmut’un kızı olan Martı, Adalar Denizi denilen yere
ara sıra gider. Çeşitli adaların ve koyların yer aldığı bu ıssız yerlerde Martı, kendini
hiç yalnız hissetmez. Koyların birinde kumsala uzanır ve doğanın ruhunu dinler. Bu
tüm çirkinliklerden uzak yerde doğayla bütünleşirdi. Medeniyetin henüz kirletmediği
bu alana Martı, vurgu yapar.
“Küçük adaların bazılarında yine birer kişilik küçük koylar vardı.
Bunlar koy değil, âdeta birer saadet kuyularıydı. Geceleyin denize
düşmüş birer yıldız, birer tebessüm, birer neva, berrak sükût içinde
salınan birer mavi beşiktiler. Bu koylar herhalde riya, cinayet, kin,
habaset, çirkinlik icad edilmeden yaradılmışlardı.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2010: 239-240).
Bir gün Martı ile Asım Kaptan mandragor ( nebatıadem) denilen bitkinin
numunesini toplamak için Bodrum Yarımadası’nın Kefaluka taraflarına giderler.
Kayıkla yola çıkan Martı ve Asım Kaptan rüzgârdan dolayı küçük bir koya
yanaşırlar. Bu koyda masal atmosferi içerisinde verilen ideal bir alandır.
“Açıkların Yavrusu” adlı öykü, nişanlısı ve ailesiyle birlikte kamp için Ege
sahillerine giden Leyla’nın hikâyesidir. Leyla kamp için gittiği kıyıda bir ara kayığa
binerek denize açılır. Denizde uyuyakalan Leyla kayığının bir adaya çarpmasıyla
uyanır. Doğanın bakir güzelliği karşısında büyülenir.
56
“Miniminicik ada demincek gördüğü rüyadan daha güzeldi. Kız sanki
dünyanın kenarına gelmiş, oradan bir cennet parçasının üzerine
düşüvermişti. Binlerce ebabil kuşu hızlarını uzun cıvıltılarına
uydurarak, kanatları üzerinde kayıyor, mucizeli dolanışlarla adanı
üzerindeki yavrularına güneş ışığı ve maviyle karışık musiki şeritleri
akıtıyorlardı. Leyla masal ülkesindeydi. Peri kızı mıyım diye
gövdesini yokladı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 177).
Doğa, Leyla üzerinde büyük bir etki yaratır. Leyla, kendini ve yaşamını
sorgulamaya başlar. Leyla’nın zaman ve mekân kavramı değişir.
“Leyla’da ise bu âleme ait olmayan bir hal vardı. Gözlerinde açık ve
ıssız okyanuslarda yapayalnız dalgaların üzerinde ışıldayan ay ışığı,
derin denizlerde akan akıntılardan hasıl olan koyulaşmalar,
aydınlanmalar vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 182).
57
bir mısra, hepsini bir şiir yapmış. Denizlerden tüten bir nur tabakası
ardından, adalar bize bir rüya dizisi gibi yaklaşıyorlar. Birbiri ardına,
yanına dizilen adalar, perde perde koyu leylaki, hafif mor, lacivert…
ne mutlu bir serap diyorum. Ama serap değil, seraba taş çıkartan bir
gerçek.(…)
Bunların günü, şafağı, gurubu, gecesi nurla, renkle, sevgiyle,
ayrı ayrı özenilerek yaratılmış birer şaheserdir.
Buranın bambaşkalığı, hiçbir yerle beraberliği ve komşuluğu,
yakınlığı kabul etmediği için buraya her gelen şu malum dünyadan
çıkmış demektir. Issız yalnızlık, esrarengizlik bu kanaati destekler.
Dünya diye bilinen ve dünyada olduğu şeylerden, burası ta o kadar
bakiridir.(…) Ada kıyısında mıyız, rüya kenarında mıyız, bilmiyoruz.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2014: 79-80).
58
“Bak, sana söyleyeyim. Dünya güzeldi. Ben de kör değildim. Göğün,
denizin mavisi esince gönlüm yay altında öten keman gibi öterdi.
Gönlüm çıra gibi tutuşurdu.(…)Deniz! deyince gözümde cennet,
içimde cehennem yanıyordu.(…)Fırlamak istiyordum. Güzelliği
istiyordum. Burada güzelliği bulmuyor değildim, buluyordum. Ama
güzellik çiçeğinde de, insanında da dağında denizinde de hep
kendinden öte bir daha güzeli ima ediyor ve tam bundan dolayı güzel
oluyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 26-27).
Yazarın Deniz Gurbetçileri romanında ideal bir alan olarak görülen denizin
altına yer verilmiştir. Denizin altı, insanı var olan yüklerinden kurtaran bambaşka bir
âlemdir. Sünger toplamak için dalan Dalgıç Aliş, bu âlemin aşığıdır.
“Sular Aliş’i yumuşak sardı. (…) Şimdi artık başka bir dünyada, yeni
bir âlemdeydi. Artık yeryüzünün çetinliğinden kurtulmuştu. Yetmiş
beş, seksen kilo ağırlığını yeryüzüne bırakmıştı, kuş gibi uçuyordu.
59
Kulaç kulaç denize dalışın iliklerine dek tadına varıyordu. Yüksek
bulutlar arasında tüy kıpırdatmadan çark eden kartal gibi, ta aşağılarda
yayılan derinliğin yüksekliğinde kayıyordu. Yavaş yavaş indi.
Denizaltı, uçurumlarıyla, ormanlarıyla, çiçekleriyle hep mavi, yeşil bir
âlemdi. Uçsuz bucaksız bir saraydı. Renkler, kıvılcımlar, yakamozlar,
aynalar, gelin kuşakları, yanardönerler, şimşekler havanda dövülmüştü
sanki… Parça parça edilerek karıştırılmış ve sonra da denize
dökülmüştü. Bir mücevheratçı vitrini bunun yanında halt etsin.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 155).
“Dalgıcın Parçaları” adlı hikâyede ideal bir yaşam alanı olarak karşımıza yine
denizin altı çıkar. Bodrum ve Marmaris kıyılarının en cesur dalgıçlarından biri olan
Dalgıç Ahmet sünger çıkarmak için dalış yapar. Ahmet denizin altındaki âlem
karşısında büyülenir. Bu büyülü alan Ahmet’i kendine çeker. Dalgıç Ahmet, hava
götüren hava borusunun patlaması ve hava kaçırması sonucu ölür.
“Bir çeyrek saat önce skafandar elbisesi giymiş, miğferi başına takmış
ve Mersincik açıklarında üç yüz kulaçtan otuz kulaca kalkan bir sığın
tepesine inmişti. Bu dev gibi alamet, yemyeşil bir ay ışığında rüya
gören kocaman bir şehre benziyordu. Hem ulu, hem korkunç ve
korkunç olduğu oranda güzeldi. (…) Berrak koyun yeşilin içinden
minimini mavi fenerler andıran balık yumurtaları sessizlik içinde
duyulan kulak çınlayışları gibi dalgıcın gözleri önünden geçiyorlardı.
Karanlık mağaralardan dana gözlü vlahoslar, orfoslar, başlarını
çıkarmış, bakıyorlardı. Kalabalık bir skaros alayı geçti. Bunların her
biri en renkli kuşlardan daha renkli idi. Dalgıcın önünde bir renk
kasırgası kopardılar. Onların ardından bir deniz memesi pırıldayan bir
çelenk gibi dolana dolana kayıverdi. Sanki karanlık derinliklerin
gördüğü bir rüya idi. Uyuyan enginin gülümseyişi idi.
Bu güzelliklerde başka bir evrenin büyüsü vardı. Renkten
renge kayıcı, yüzücü, geçici, değişici, sarıcı, sürükleyici bir hal vardı.
Dalgıç şaşıyordu. Acaba gördüm mü yoksa bana mı öyle geldi,
diyordu. Enginde ona yalvaran, onu çağıran, şimdi koyu ve yemyeşil,
60
şimdi moraran bir şey, öpmek isteyen bir güzellik vardı.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2014: 105-106).
“Altmış Altı Bükün Oyunu” adlı hikâyede adı belirtilmeyen kız, Altmış Altı
Bük denilen koya yüzmeye gider. Denizin bir metre dibinde gözüne bir midye, bir
pina görür. Kız başörtüsünü süslemek için birkaç inciyi pinadan almayı planlar. Kız
denize dalar orda bambaşka bir şehri andıran âlemle karşılaşır.
61
göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime
alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. Neden o kıprayan renkleri
soluyamıyordum, efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur,
dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah
ışığına kanat salan kuş gibi, irademi dip karanlıklarında deniyordum.
Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlat? Sen balıkçısın; benim
kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek
kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel
keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır.
Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış
gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde
ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri,
dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip
ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık
ovaya hale hale yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! Neyi? Bir
çığlığın çınlamasını!” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 56-57).
62
“Haylaz” adlı öykünün Halikarnas Balıkçısı’nın yaşamöyküsüyle benzerlikler
taşıdığı söylenebilir. Zira yazar Robert Kolejinde okuduğu süreci tutsaklık olarak
görür. Bu öyküde de gönlü denizden yana olan roman kişisi okul hayatını hapis
olarak görür.
63
anlatmaya koyulur. Arkadaşları Hasan’a babasının hali vakti yerindeyken neden
denize kaçmayı tercih ettiğini sorarlar. Hasan ise denize duyduğu hayranlığı ve
merakı şöyle ifade eder:
64
“Deniz de, gök de masmavi bir firuzeydi. Dünya evrende uçan bir
mücevherdi. Ne hoştur, denizin mavi mavi havasını solumak şu
dünyada. Yakanın, gömleğinin düğmelerini iliklemeyi
unutmuşsunuzdur, rüzgâr yakanızı açar, serin serin esintisiyle
gönlünüz gibi açık olan bağrınızı okşar, bilmezsiniz ne büyük
mutluluktur o. Uzaktan bakılınca yelkenli miydik yoksa denizde uçan
köpük müydük, belli olmazdı. Pruvamız dalgalara gerdan verdikçe, ta
pruvayı saran ve iskele küpeştelerine kabaran geniş bir köpük alanı
yayılıyordu önüne.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 21).
“Açıkların Yolcusu” adlı hikâyede de Barka Kaptan gibi deniz aşığı olan Hasan Usta
karşımıza çıkar. Hasan Usta, lağım temizleyicisidir. Geçimini bu işten kazanır. Ama
onun bir tutkusu vardır: On sekiz yaşından beridir yapmakta olduğu Tirhandil’i ile
denize açılmak. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ bitirememiştir. Fakat denize
olan özlemi her geçen gün daha da büyür. Denizcilerin ortak bir tutkusu vardır. Onlar
hep gidilmedik yerlerin özlemini duyarlar. Hasan Usta’da böyle bir özlem vardı.
“Hasan Usta, gemicilerin canciğer dostuydu.(…) Ama gemiciler
arasında hiçbir yerde durmadan dinlenmeden hep uçmak, bir kez
görülünce eskimiş olan yerden yeniye fırlamak isteyenler vardı
kionlara içi ısınırdı. Bunlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir başka
yere gitmeye can atarlardı. Artlarına bakmadan, başlarını geriye
çevirip ‘Yazık oldu bunca mala!’ demeden hep ileriye aşanlar vardı.
Ne ev, ne bark, ne soy, ne sop bilirlerdi. Ancak milyonlarca dönüm
açık engin denizleri vardı, birbiri ardındaki ufuklarıyla.(…) İşte Hasan
Usta bu gemicilere rastlayınca, birden onlara kaynaşırdı. Yüreklerinde
öten türküleri mi dinliyordu, neydi? Bu gemiciler nereye gitmek
istiyorlardı? Bilinmeyen bir ülkeye mi? Hepsi de o bilinmeyen ülkenin
yolcusuydu belki de. Lağım temizleyicisi Hasan Usta da, doğdu doğalı
o bilinmeyen ülkenin, özlemini duyuyordu. Kümes tavuğu ve ahır
ineği değildi. Kırk şu kadar yıldan beri, onu bilinmeyen ülkeye
götürecek olan kayığı yapıyordu. Fakat işleri hiç düzgün gitmiyordu;
hep aksilikler çıkıyordu. Kayığı bir türlü bitiremiyordu, vesselam...”
(Halikarnas Balıkçısı, 2015b: 18).
“Ay Işığı” adlı hikâye, güneyin kıyı köylerinden birinde yaşayan Akkız,
(Karakız)’ın kendini bulma serüvenidir. Akkız, toplumun ona yüklediği tüm
misyonlardan, dayatmalardan bunalmış, kendi kabuğunu kırmaya çalışan genç bir
kızdır. O, var olan düzen dışında bir yaşamı özlemektedir. Bu yaşam ise engin
denizlerdir.
65
“Koyun kıyılarını döven açık deniz gönlüne sinmiş, onun da gönlü
açık denizlere uymuştu. Uzak ufuklara bakmaya alışkın o uzun
menzilli gözlerinde dar hayatının sınırlarını aşan hülyalar, ıssız
çöllerde görülen seraplar gibi gider gelirlerdi. Onlarda bir protesto, bir
uçuş, bir kaçış vardı. O gözler, deniz gurubunun ışığı gibi hur denizin
loş karanlıkları, sergüzeştler ve hesaba kitaba gelmez sürü sürü
şeylerle doluydu. Onun bakışında evceğizinin ve dolapcağızının kapalı
ve özel içerikleri değil, ucu bucağı olmayan dışarılıklar ve insanların
hep aradığı, özlemini çektiği ve insanla insan arasındaki ayrılığı ve
başkalığı hiç eden özleyişler vardı. Onlar, açıklardaki deniz kopuğu
gibi, can kulağına usul usul sokulup fısıldayan, insana düşler gördüren
şeylerdi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 157).
“Balıkçı Sarı Ali otuz yaşlarında, çam yarması bir delikanlıydı. Göğsü
bir gabya yelkeni kadar genişti; akciğerleriyse içine o yelken kadar
hava alabiliyordu. Sarsılmaz metanet, tükenmez sabır, cesaret, çalışma
ve yaratma isteği yönünden, insan cinsinin kule gibi dimdik ve şanlı
bir örneğiydi. Denizi çok sevdiği için, kendisini bildi bileli, balıkçılığı
geçim yolu edinmişti. Anasının enikonu gelirli bir incir bahçesi vardı.
Fakat Sarı Ali, ana tavuk kanadı altına sığınacak civcivlerden değildi.
Onun da gözlerinde su gibi renkler, kayıp gidiyor ve akıp geliyordu.
Başıboş olarak hep yeni yeni yerler görmek istiyordu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013a: 68).
“Denizkızı Adası” adlı öykü, denizkızı adasına dair inanışlar ve hikâye kişisi
Mehmet’in dedesinin denizkızlarından birine âşık oluşu anlatılır. Mehmet’in dedesi
küçüklüğünden beri doğayla iç içe büyümüştür. O, mutluluğun tarifini her sabah gün
doğuşunu izlemekle yapar. Onun için mutluluk, doğanın güzelliklerine tanıklık
etmektir. Deniz ise onun vazgeçemeyeceği bir tutkudur.
66
kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp
salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez
uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. Yaşamış olduğum bir gün
yoktu ki şafak kırmızısının denize taşıp akışını up uyanık ve dimdik
seyretmemiş olayım. Neyleyim kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku
mahmuru çapaklı gözleri?” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 55-56).
“Yolcu” adlı öyküde Küçük Mahmut, sokak sokak gezerek kurabiye satıp
geçimini sağlayan bir çocuktur. Çocuk, sokakları gezerken yaşlı bir kaptanın evinin
önünden her geçtiğinde durur ve kaptanın odasının tavanında asılı duran gemi
modeline bakar. Kaptan, çocuğun özlemle bakışından etkilenir. Bir şekilde çocukla
dostluk kurar. Küçük Mahmut’a tavanda asılı duran gemiyi indirip verir. Çocuk
hemen deniz kenarına gidip enginlere açılır. Çocuğa göre denizlere açılmak
mutluluğa kavuşmaktır.
67
onun umurundaydı sanki: Orada, saplana kalış değil, gidiş vardı ya!
Kendisi de nerede bulunursa bulunsun, onun ötesinde bulunmayı
özlerdi.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 31).
“Armudun Suyu” adlı hikâyenin kahramanı Ahmet, denizden uzak bir köyde
yaşar. Ama Ahmet, dağların ötesindeki denizin varlığından haberdardır. Ahmet
denizi merak eder, gelenden geçenden sorar. Ahmet’in denize olan merakı her geçen
gün artar. Öyle ki denizin kendisini çağırdığını hisseder. Daha fazla dayanamaz,
varını yoğunu satarak denize, özlem duyduğu yerlere açılır.
Bulamaç adlı romanda eski bir dalgıç olan Sadık, sünger toplamak için bir
gün denize dalar ve denizaltında felce uğrar. Bu sebepten yatalak olur. Sadık, yatalak
olmasına rağmen denizden kopmaz. Daha da bağlanır denize. Zira denizdeyken felçli
halinden uzaklaşır. Yaşadığı tüm sıkıntılardan uzaklaşır, kısa süreliğine de olsa
özgürlüğün, mutluluğun tadını çıkarır.
68
ayağını yere vurdu muydu, havalanıp birkaç kilometre uçuyordu ya,
işte deniz altında da Sadık'a öyle bir hafiflik ve kolaylık geliyordu.
Güzel bir rüyada imiş gibi yeşil derinliklerde uçuyordu. Mesela
karşısına bir uçurum çıkınca korkusu yoktu, hemen kendini kapıp
koyuveriyor ve bulutları aşan şahikalardan, kartalın geniş ovaya
konması gibi, denizin dibine -bir tüy kadar hafif- iniyordu. Dalgıç
miğferinin içindeki hava düğmesine başını vurmayıp da hava
toplayınca dalgıç elbisesi şişiyor, Sadık da çocukların ellerinden kaçan
bir balon gibi yukarıya denizin yüzüne uçuyordu. İşte bundan dolayı
idi ki, o artık karısının değil, kendisinin de değil, fakat denizin malı
idi. O artık yalnız denize aitti. Asıl orada idi ki, yeryüzünde çektiği
çileden sıyrılıyor ve hatta çilenin üzüntüye bile değmez şeylerden
olduğuna inanıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 328).
Sadık gibi diğer süngerciler için de deniz yaşattığı tüm zorluklara rağmen,
özlenilen uzakların aracısıdır. Bu sebeple hep denizle mücadele vardır.
“Bütün süngercilerin gözleri ve gönülleri liman dışındaki
ölçülmez enginlerdeydi. Enginler sayısız ufuklardan ötelere yayılıyor,
görünmez uzaklıklardan, onları, yüreklerini burkarcasına, saçlarından
çekercesine çağırıp çekiyordu. Gidecekleri binlerce mavi mavi deniz
milleri gözlerinde tütüyordu.(…)
Denizciler saf olup kollarını birbirinin omuzlarına uzatmışlar,
yürek yüreğe, omuz omuza katıklarına doğru ilerliyorlardı.
Ortalarında ve ta yükseklerde Sadık'ın sedyesini başlarının üzerinde
bir taç gibi taşıyorlardı. Sadık onların gözünde bir semboldü. Onları
deniz felce uğratabilir, hatta boğabilirdi, fakat mağlup edemezdi.
Hepsi de mağrur bir edayla yürüyorlardı. Sadık'ın gözlerinde bir fatih
bakışı vardı. Bu tür insanların ‘heyamola!’ deyişlerinde bir dinamit
infilakının sadmesi vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010: 330).
69
denizcilerin nidası vahşi bir hızla yükseliyordu. Fakat kayıklar dalga
dalga uzaklaştıkça onların sesleri de perde perde inceldi. Havada
eriyip masmavi sükût oldu. İki kayık ufukta ayakuçlarının üzerine
kalkıyorlarmış gibi bir an durakladılar. Sonra ufkun ötesinde
kayboldular. İki ihtiyar ve sakat denizci dönüp de birbirlerine bakınca
ikisinin de gözleri yaşlarla doluydu.” (Halikarnas Balıkçısı, 2010:
332).
“Gökgözlü” adlı hikâyede Gemici Etem adlı genç ile bir çoban kızının kıyı
sahillerinden birinde yolları kesişir. Aralarında geçen diyaloglardan anlaşılan her
ikisinin de hayattan beklentileri, özlemleri ortaktır. Ethem’in özlemi hep uzaklara,
uçsuz bucaksız yerlere gitmektir. Etem’in bu düşüncesi, çoban kızındaki özlem
duygusunu da açığa çıkarır. Çoban kız, aslında bir Türkmen yörüğüdür.
Yörüklüğünden gelme göçebelik duyguları depreşir. Köyündeki dar hayatı
sorgulamaya başlar. İkisinin arasındaki fikirsel yakınlık, duygusal yakınlığa dönüşür
ve evlenirler.
“Kız:
‘Denizde, kayıkta mahpus kalmaktan sıkılmaz mısınız?’ diye sordu.
Etem:
‘Geminin içi pek geniş bir yer değildir ama denizin ucu bucağı yoktur.
Dilediğimiz yere gideriz, orda deniz bizi hep başka yere götürür.
Kayıkta sıkılmaz mıyız, diyorsun. A abla, biz bir yerde bulunmaktan
sıkıldığımız için kayığı severiz. Bulunduğun yerde bulunmak
istemezsin, başka yerde bulunmak istersin. Kimi yol her yerde
bulunmak isteriz; bir de bakarsın hiçbir yerde bulunmak istemeyiz.
Asıl tuhafı, kimi zaman da hem her yerde bulunmayı ve hem de hiçbir
yerde bulunmamayı isteriz. Deniz kuşuyuz, şimdi burada, şimdi
şurada. Deniz suyunun bir yerde mıhlı kaldığını hiç gördün mü?
Gider, karışır. İşte deniz de, kayık da bizim gönlümüz gibidir. Dedik
a, deniz kuşlarıyız." (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 88).
70
“Bu romanlarda deniz, sünger avcıları, balıkçılar ve deniz emekçileri
için savaşılan, bazen yenilen bazen de sonu ölümle biten yenilgilere
sebep olan bir canlıdır. Bir kavramdır, sesi insanları kendisine doğru
çeken bir özgürlük duygusudur. Bir alışkanlık veya bir tutkudur. Bu
romanlarda deniz, insanlar gibi ikiyüzlü ve kalleş değildir. Öfkesi de
sevgisi de verimlidir. Öfkesinin bedeli açık bir yenilgi, ölüm,
yaralanma ve sakatlanma iken, sevgisinin bedeli zenginlik, sonsuz bir
zafer duygusu ve berekettir.” ( Yalçın, 2003’ten aktaran Saatçioğlu,
2016: 588).
“Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluğanları ile burada bütün
hünerlerini gösterir. Şurada fısıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler,
daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar
çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma
durmamacasına söyler, cevap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar,
sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öper, kumsalı bulunca
titrer, bayılır, düşer.(…)
71
Halikarnas Balıkçısı’nın hikâye ve romanlarında deniz için çoğunlukla
“zehirli” ifadesi kullanılır. Denizin uçsuz bucaksız oluşu, insanlarda öteler merakını
açığı çıkarır. Bu meraka kapılan kişiler de denizin cazibesinden kurtulamaz. Bazen
de bu uğurda hayatlarını kaybederler. Dolayısıyla denize, kişileri etkileyen zehirli bir
misyon biçilmiştir. “Deprem” adlı hikâyede de şu ifadeyle karşılaşıyoruz:
“Son Şarkı” adlı hikâyede de böyle bir durum söz konusudur. Deniz burada
da zehirli olarak geçer. Bu hikâye, iki çocuğunu denizde kaybeden bu da yetmemiş
gibi kendisi de denizde bir şimşek çakmasıyla iki gözünü kaybetmiş yaşı yüzü
geçmiş Kör Hüseyin’in hikâyesidir. Kör Hüseyin sitem eder denize.
“Üç oğlu olmuştu. Birincisi bahriye çavuşu olarak savaşta şehit olmuş,
ikincisi çalkantılı denizde büyük bir peramanın papafingosunu
sararken, direkten düşüp güvertede parçalanmıştı. Üçüncüsü bir
paraçera küpeştesinde iş görürken, ağır denizde iyi bağlanmayan
randa maçosunun başına vurmasıyla beyni darmadağın olmuştu.
İhtiyar kıyıda yürürken denize döner, görmeyen gözleriyle uzun uzun
bakar ve; ‘Thalassa! Thalassa! Farmakemeni! Deniz! Deniz! Zehirli
deniz!’derdi.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2014: 199).
72
almasın diye denize ekmek atar. Deniz; burada can almakla doymayan, denizcileri
sevdiklerinden ayıran doğa unsuru olarak karşımıza çıkar.
Deniz, insanların sevdiklerini yanına aldığı için zaman zaman öfke duyulan
bir yer olur. “Aganta Burina Burinata” adlı romanda Mahmut’un denize tutkunluğu
çok küçük yaşlarda başlar. Fakat ailenin pek çok ferdinin denizde boğulması
sebebiyle Mahmut’un anne ve babası onun denizci olabilme ihtimaline karşı
endişelidirler. Dolayısıyla onu olabildiğince denizden uzaklaştırmaya, toprağa
yöneltmeye çalışırlar.
73
Yazarın, hikâyelerinde ve romanlarında bazı denizciler, denize lanet okurlar.
Bıkkınlıklarını dile getirirler. Ölüm korkusuyla yaşamanın zorluğundan yakınırlar.
“Yedi Adalar’daki Balık Bankası” adlı hikâyede denizden yakınmak, denizcilerin
çaresizliğinin ve yoksulluğunun bir sonucudur.
“Işık Teli” adlı hikâyede Avaramet, denize açılanları deli olarak nitelendirir.
Zira deniz tehlikelerle dolu bir yerdir. Ve denize açılanların çoğu hayatlarını
kaybederler.
74
“Denizcilerin çoğu seferden dönmezlerdi, yalnız boğulmuş
olduklarına dair kısa bir haber gelirdi. Avaramet, ‘Oh olsun onlara!
Tehlikeli işlere niye girişiyorlar? Başkalarına ders olsun!’ derdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 82).
Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde insan tipolojisi, çok net bir şekilde ortaya
konulmuştur. Yazarın eserlerinde iyi insanlar ve kötü insanlar vardır. İyi insanlar;
doğa aşığı, yaşama sevinci olan, mutlu, neşeli, yardımsever, cömert, alçakgönüllü,
75
çalışkan gibi özellikler taşıyan kişilerdir. Kötü insanlar ise tam tersi doğadan uzak,
doğayı sömüren, mutsuz, agresif, kindar, namert, bencil, fırsatçı kişilerdir denebilir.
Arne Naess, ilk kez “ekolojik benlik” (the ecological self) kavramını ortaya
koyar. Bu terim, benlik duygusunu kazanmaya başladığımız andan beri “doğa”da,
“doğa”dan ve“doğa” ile olduğumuzu vurgular. Ekolojik benlik kavramı, insan
benliğini geleneksel dar kalıbından çıkarır ve bu benliği oluşturan ilişkilerin insan
topluluklarıylasınırlandırılmaması gerektiğini gözler önüne serer. Naess, özellikle
ekolojik benliği oluşturan çevrenin bir ‘karma topluluk’ (the mixed
community)olduğunu belirtir. Bu karma toplulukta insanlar bir tür olarak diğer
hayvan ve bitki türleriyle birlikte ‘bilinçli ve bilerek’ (self-Realization 226) yakın
ilişkiler içerisinde var olmayı sürdürür.
76
bencilliklerinden sıyrılır. Hem yaşamdan keyif alırlar hem de çevrelerine karşı
duyarlı davranırlar.
“Bu Merhaba Kaptanın ise sevgisine de, sevincine de had hudut yoktu.
Ona Merhaba Kaptan adını takmışlardı, çünkü o kadar içten ve candan
bir merhabayla selamlardı ki kapalı, kasvetli bir günde birdenbire
güneş parlamış ve masmavi bir gök görünmüş gibi olurdu. Örneğin
ödenecek bir borç, iyi edilecek bir hastalık veya size karşı ikiyüzlülük
etmiş olan bir dost dolayısıyla kaşlar çatık, gönül zindan, somurtkan
bir bezginlik bulutu gibi Merhaba Kaptanın önüne çöküverdiniz mi,
onun merhabası şimşek gibi çakıverir, karanlık duman gibi savrulup
dağılırdı. Bir kâbus görürken dürtülerek uyandırılmışa dönüyordunuz.
Fakat iş, yalnız yas ve kaygıdan kurtulmanızla kalmıyordu. Gözlerde
fıkır fıkır parıldayan neşesinin büyük bir yayılma gücü vardı; insan
nezleye tutulmuş gibi sevince tutuluyordu.” (Halikarnas Balıkçısı,
2013a: 110).
“Gülen Adam” adlı hikâyede Gülen Memiş doğayla uyum içinde yaşayan,
yaşlı, neşeli bir denizcidir. Doğadan beslenen insanlar, içlerinde yaşama sevinci
taşıyan, neşeli, mutlu, yardımsever, iyi insanlardır.
“Ufak tefek yapılı yaşlı denizcinin bin lirayla değil, fakat ardı arkası
olmayan bir tek kuruşla dünyaya meydan okuyan bir kahkahası vardı.
Adı Memiş, lakabı ise Gülen'di. Neşesi çok sancıydı. Onun sebepsiz
neşesi -yani dünyanın en saf şeysi, en büyük masumiyeti- açık gök
gibi sevinçleri vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013a: 114).
“Ada kuşlarla canlıydı adeta. Çünkü adada köpür köpür köpüren bir
tatlı su kaynağı vardı.İlkbaharda leylekler dizi dizi uçup geliyorlardı.
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar kuş kafilelerinin ardı arkası
kesilmiyordu. Bunlar, baharın öncü askerleriydi. Hele kırlangıçlar!
Memiş'e öyle geliyordu ki bin yıl mezarda yatmış olsa bile onların
seslerini duyunca kemikleri kalkıp oynayacaktı.
Her gün tanyeri belli belirsiz bir ağartı ile uyanırken, kuşlar
notalarını akort ediyorlarmış gibi seyrek ve çekingen cık cııık
ederlerdi. Sonra korkularla dolu karanlık gecenin bittiğini görünce
kalabalık halinde ötmeye koyulurlardı. Memiş'in keklikleri bu kuş
orkestrasına mutlaka katılırdı. Havalanınca kanatları hızlarından
ıslıklar çalardı. Ucanlar adada hiç durmadan dönen kanatlı bir kubbe
ve cıvıltı yaratırlardı. Bazı deniz kuşları ise karanlık korulukları
77
bülbüllere bırakıp, en çıldırtıcı yüksekliklerde türkülerini ışık ve nur
içinde göklere verirlerdi. Onlar, sanki cennetten öterlerdi. Gün bütün
şanıyla doğar doğmaz geniş kavisli kıyının boyunca upuzun ve mavi
bir rüzgâr eserdi. Memiş yaban sakız ağaçlarının gölgesinde kar gibi
beyaz rıhtan kumsalın üzerine boylu boyunca yan gelirdi. Güneş ışığı
yapraklar arasında benek benek acık mavi, leylaki, pembe konfetiler
gibi saçılırdı. Sanki milyonlarca yaprak Memiş'e göz kırpar, içini
gıdıklardı. Memiş yaşama sevinciyle gülerdi.” (Halikarnas Balıkçısı,
2013a: 114).
“Armudun Suyu” adlı öyküde hikâyenin kişisi Armut lakaplı Ahmet, toprağı
olan hali vakti yerinde biridir. Fakat o toprağa bağımlı yaşamak istemez, onun gönlü
doğadan, denizden yanadır. Bu sebepten varını yoğunu satar ve bir tekne alır. İki de
tayfa tutar. Tayfalardan biri tam bir tüccardır. Çil Hasan adlı bu tayfanın tek
düşüncesi paradır. Ahmet ise tam tersi dürüst, mert biridir. Armut Ahmet ve Çil
Hasan Fesleğen yaylasından İskenderiye’ye armut götürüp satmaya karar verirler.
Fakat hava koşullarından dolayı armutlar bozulmaya başlar suyu tekneye yayılır.
Armutlar satılacak durumda değildir artık. Fakat Çil Hasan bir şekilde armudu alacak
kişilere kakalamayı planlar. Ve ötekilere de öğretir.
Çil Hasan planını uygular ve armutları satar. Fakat sonra tüccar işin farkına
varır. Tekneye gelir parasını ister ama Çil Hasan vermez. Armut Ahmet’in ise gönlü
78
razı olmaz. Tüccara parasını geri verir. Halikarnas Balıkçısı, deniz insanlarına
çoğunlukla üst insanın vasıflarını yükler. Bu hikâyede de Armut Ahmet, böyle bir
kişidir.
“Armut Ahmet, kendi payına düşen parayı adama geri verdi, zararını
karşılamak için de, ertesi sefer bir kayık dolusu armut getireceğini
vaat etti. İskenderiye’den ayrıldılar.” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 94).
Aganta Burina Burinata adlı romanda doğa insanı olarak karşımıza Hüseyin
Dayı çıkar. Hüseyin Dayı, doğanın sesine kulak veren, doğaya karşı derin sevgi
besleyen, bir kişidir.
79
gelince işte bu tarladan, her biri tam bir okka artan pırasa yetiştiririm.
Hele şu çift öküzlerime diyecek yoktur. İşlerini iyi bilirler. Haydi,
göreyim sizi kara oğlanlar! Dedi. Ne bileyim, tam bir deniz adamı gibi
o da bir toprak adamıydı. Belki çocukları yoktu da bu yüzden,
ağaçlarına çocukları gibi bakardı. Ağaçlarının daha emzikte yavruluk
çağlarını, minimini fidanlık hallerini, gençliklerini, delikanlılıklarını
gelişip olgunlaşıncaya kadar başlarından gelip geçen, iyi veya fena
havaları hep hatırlardı. Bir ağacın dün veya ondan bir gün evvel keyfi
yerinde olmuş veya olmamış olduğunu, ağacın vaktini nasıl
geçirdiğini hep anlardı.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 145).
Ötelerin Çocukları adlı romanda ekolojik kimliğe sahip bir isim olan Adem
Dede karşımıza çıkar. Adem Dede neşesini, mutluluğunu doğadan alır. Yaptığı her
işi aşkla yapan Adem Dede, doğanın sesine kulak veren, doğayla bütünleşmiş bir
kişidir. Şehirden civar bir köye müdür olarak atanan Şefik Bey’le tesadüfen
karşılaşır. İkili arasındaki diyalog Adem Dayı’nın yaşam sevincinin kaynağının doğa
olduğunun en büyük göstergesidir.
İkisi de bir an sustular. Şefik Bey, arasıra adamı göz ucuyla süzüyor,
içinden, ‘Yaradan'ın işi mi yoktu ki böyle kargacık burgacık adamı
yarattı?’ diye düşünüyordu. Bir aralık, dayıya, ‘Senin değirmenin
buradan uzak mı?’ diye sordu. Öteki, ‘Evet, buradan üç dört saat
uzakta, bir dağ başında, ama rüzgâr hiç eksik olmaz. Değirmenin
taşını kendim yaptım. Kar gibi un öğütür. Hem de pervaneyi öyle
yaptım ki; puf desen döner! Kusuruma bakma, a oğul, onun kolayca
fır fır donduğunu seyrettikçe, içim açılıyorda, gülesim geliyor. Ben
güldükçe, değirmenin kanatları gülüşümü dört bucağa saçıyor da,
bütün evren gülüyor gibi geliyor bana. Çok kez düşünürüm: Güneş de
80
bir değirmendir. Sarı ışıktan kanatları fırıl fırıl döner. Gündüz, insan
sanki güneş ışığını öğütüyormuş gibi oluyor. Buğday zaten güneşte
ermiyor mu? Hem niye altın gibi sarı oluyor? Gece olunca, bana
değirmen ay ışığıyla yıldızları öğütüyormuş gibi geliyor. Bir şey daha
var; değirmenin kanatlan döndükçe, insan sanki yolculuk ediyor. Ben
bunları bizim bacı Nefise'ye anlatırım da, o bana, aklını oynattın, der!
Benimle eğlenir!’ dedi.
Şefik Bey güldü: ‘Nereye yolculuk edersin?’ Adem Dayı, elini
havaya fırlattı: ‘Yıldızların arasına” (Halikarnas Balıkçısı, 1994a: 277-
278).
“Çingene Ali” adlı hikâyede doğayla uyum ve bütünlük içerisinde bir yaşam
söz konusudur. Çingeneler, yazarın hikâyelerinde sıkça karşımıza çıkan
kahramanlardandır. Yazarın doğaya olan hayranlığı muhtemelen doğayla iç içe
yaşayan özgür ruhlu çingenelere ilgi duymasını sağlamıştır. Hikâyede Çingene Ali,
özgürlüğüne düşkün doğayla iç içe yaşamaktadır. O, doğayla bir bütün halinde
yaşamayı en büyük zenginlik sayar.
81
“Dağları ayrı ayrı selamladı. ‘Merhaba! Merhaba! Merhaba!’
diye bağırdı. Dağlar, angılanarak,’Merhaba!’ diye karşılık verdiler.
Sanki dağ ona sesleniyormuş gibi, kendi kendisine seslenerek, ‘Ben
sana demedim mi? Çingene Kara Ali, ben sana alabildiğine kaç!
Bütün hızınla fırla, koş! Diye seslenmedim mi? Çingene Kara Ali!’
diye haykırdı. Biraz durdu. Bütün dağlar, sanki
konuşuyorlarmışçasına, Ali'nin sesini yankılattılar. Bu kez dağlara Ali
karşılık verdi:
‘Yaşayın yahu! Seslendiniz ya! Hem de candan seslendiniz.
Duydum, koştum, geldim!” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 65).
Çingene Ali ile dağ arasındaki konuşma ve doğanın insana yüklediği olumlu
duygular sayesinde Ali bu işten kurtulmuş adeta doğaya olan minnetini doğayı
selamlayarak, doğaya şarkılar söyleyerek, doğayla bütünleşerek gösterir.
‘Şu neşe güzel şey!’ dedim. Salih Efendi. ‘Ha öyle,’ dedi;
sevinç hayatın peşin parasıdır. Umar umar, umudun peşinde koşar
durursun. Eteğine ulaştın mıydı, bir bakarsın, elde ettiğin (umut),
umduğun (umut) değildir. Sevinç öyle mi ya? Olur, olmaz zamanda
güle güle koşar gelir, kendini bütünüyle koynuna atar. İşte o zaman,
ona kaş çatıp 'Uzak ol, şimdi görülecek ciddi işlerimiz var. Hele onları
bir görüp bitirelim, sana sonra sıra gelir!' dememeli. Neşe pırrr diye
uçar kaçar, bir daha kolay kolay geriye dönmez. Ciddi, kerliferli
işlerini görüp bitirince, ellerini ovuştura ovuştura 'Eh artık, şimdi
gelsin bakalım neşe hazretleri' dersin. Neşenin gelmesi için içkiyi,
82
çerezleri hazırlarsın. Şölene bütün çağrılılar gelir, ama bakındı, neşe
gelmez... O gelmeyince de, dünyanın bütün şölenleri, içkileri,
çerezleriyle konukları kaç para eder? İki yıl kadar oluyor, ben neşenin
bir dâhisine rasgelmiştim." (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 95).
Doğada huzur bulan, doğayla bütünleşmiş bir karakteri ele alan “Aptal Memiş Efe”
hikâyesinde Aptal Memiş Efe, kendi halinde yaşamını sürdüren yaşlı bir adamdır.
Adamın uzaklara dalması, yavaş yavaş konuşması ve doğayla olan münasebeti
insanlar tarafından algılanamadığı için adama deli lakabı takılmıştır. Oysa Aptal
Memiş Efe doğada huzur bulan, doğayla bütünleşmiş doğanın dilinden anlayan
biridir. Hikâyede Memiş’e dair bilgiler hikayenin adı belirtilmeyen diğer kahramanı
tarafından verilir. Bu kişi, aradığı birkaç çeşit aşı gözünü hiç ummadığı bir kişinin
Aptal Memiş Efe’nin bahçesinde bulur. Doğayla uyumu adamın bu sözleriyle ifade
edilir.
83
“Aşı gözlerini aramak için, yamacın yüksek bir setine çıktık.
Dağ eteği ovaya iniyor. Eteğin ucu, deniz kıyısında köpükten. Girintili
çıkıntılı bir dantel oluyor. Ondan ötesi alabildiğine deniz. Uçurumun
üzerinden bakınca, sanki bir nur okyanusunun kıyısındaydık.
Önümüzde yalnızca, güneş ışınlarıyla biçilmiş duru gök ve duru deniz,
ta ufuklara kadar yayılıyordu. Güneş burada bayağı, varlığın bağrına
işliyordu. İnsanın gönlü güzellik içinde eriyordu. Aptal Memiş zaten
bukalemun gibi bir adamdı. Durduğu yerin rengiyle renklendiğini
anladım. Onu çevreleyen güzellikle güzelleşiyordu. Bakışı birden,
deniz gibi derinledi ve gözleri kapkara iki cennet oldu.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2017: 105).
Aptal Memiş Efe’yi diğer insanlardan ayıran farklı kılan şey, onun gerçek
güzelliği, doğayı tüm gerçekliğiyle hissedebilmesidir.
84
Deniz insanı merttir, yardımseverdir, duyarlıdır. Aganta Burina Burinata
romanının bir bölümünde kocası denizdeyken çocuğunu kaybeden bir kadının
çaresizliğine değinilir. Kadın, parası olmadığı için çocuğuna kefen alamaz. Belediye
başkanından yardım ister. O da yardımda bulunmaz. Son çare denizcilere başvurur.
Denizden yeni dönen Ateşoğlu ve ekibi bu duruma tepkisiz kalmaz. O gün denizden
kazandıkları tüm parayı kadına verirler.
“Çorbayı sessiz sessiz içerken kapı çalındı. İçeriye hıçkıra hıçkıra, salt
kapkara göz kapkara bakış kalmış, orta yaşlı zayıf bir kadın girdi.
Göğsünde uzun bir bohça taşıyordu. Onu yere koydu. Açtı. Yedi
yaşlarında, bir deri bir kemik kalmış, ölü bir kız çocuğu idi.
Ateşoğluna:
- Sizlere ömür geceleyin öldü. Son olarak, ‘Babamı istiyorum’ diye
haykırdı. Ah, yavrucuğuma gönlümün istediğince bakamadım. Babası
iki aydan beri Yoran taraflarında balıkta, elimizde avcumuzda da bir
şey yok. Şilteyi Kazayak’a götürdüm. Ne olacak, ben yerde
yatıveririm dedim. Eski diye şilteye bir şey vermedi. Yavrucağı
kefensiz, çiçeksiz, susuz mu gömeyim? Belediye Başkanı Katırcıların
Ağaya gittim. ‘Babası balıkçı, kuyudan kova dolusu su çekiyormuş
gibi balık çekiyor. Para kazanıyor, ona kefenlik mefenlik verirsek
fakir fukaraya ne kalır?’dedi. Kadın bu sözleri söyleyince çocuğu
kaldırıp, ‘Yavrucuğum!’ diye bağrına bastı. Boğazımda sanki yumruk
kadar bir düğüm düğümlendi. Hıçkırarak ağlamaya koyulmuşum.
Ateşoğlu ile ikidelikanlı:
- Sen merak etme Emine kadın, ne lazımsa biz yaparız. Denizcilerin
çocukları denizcilere emanettir, dediler.
Ateşoğlu kalkıp delikanlıları bir köşeye çekti. Cebindeki paraları
onlara verdi. Delikanlılar da kendi paralarını saydılar ve o parayı
kendilerininkine kattılar. Sonra ikisi de kefenlik ve şu bu almak ve ölü
yıkayıcısını çağırmak üzere dışarı fırladılar. Yarı içilmiş çorbayı artık
içen olmadı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 68).
85
“Ona Palamut bükünde Ak Salih derlerdi. Çünkü yüzü yıllarca güneş,
rüzgâr ve deniz suyuyla esmerleşmiş, kiremit rengini almıştı, ama
yüzünü çevreleyen saçı sakalı yüzüne parlayan bir ak çember olmuştu.
Onda, dünyanın en temiz nesnesi, dünyanın en büyük masumiyeti,
sebepsiz engin sevinçleri vardı. Durup dururken, alabildiğine mutlu
olur, gülerdi. O gülüşü görenin de içi açılırdı.” (Halikarnas Balıkçısı,
2015a: 74).
86
bürünür, ağaç da kabuğuyla yaprağıyla basbayağı ağaç olurdu. Kara
Mahmut deli değildi ya. Ağacın ne olduğunu bilmeyen mi vardı?
Kara Mahmut nasıl ve neden olduğunu bilmiyordu. Fakat ister
dağ, ister deniz, ister ağaçla iç içe konuştuğu zaman sevinç,
damarlarında şiddetle çarpıyor, gövdesinde bir çarkıfelek alevi gibi
dönüyordu.” ( Halikarnas Balıkçısı, 2010: 154).
Bulamaç romanında doğa eksenli bir kişilik de Dalgıç Badi Nuri’dir. Badi
Nuri’nin doğayla iç içeliği çocukluk çağlarında başlar. Nuri, akranlarından fiziksel
olarak biraz farklıdır. Bu sebepten akranlarının baskısına, kötü sözüne maruz kalır.
Ama o bu farklılığının yarattığı olumsuz tutumlardan pek etkilenmez. Çünkü Nuri,
doğadan beslenen bir çocuktur. Doğayı seven, doğayı koruyan, doğayı yaşamın
merkezine oturtan kişi, yaşamın olumsuzlukları karşısında hayata daha pozitif bakar.
Badi Nuri de öyle biridir.
Badi Nuri, sadece doğaya karşı değil, doğada yaşayan diğer canlı türlerine
karşı da duyarlıdır. Nuri, Çomar adlı köpeği arkadaş edinir. Onunla dertlerini
paylaşır. Dayak yeme pahasına onu besler. İçinde doğa sevgisi gelişmiş kişiler,
doğanın ruhunu derinden hissederler. Badi Nuri de tam böyle bir kişiliktir. Örneğin
87
bir bülbülün ötüşünün Badi Nuri’de yarattığı etki ile diğer çocuklarda yarattığı etki
aynı değildir. O, bülbülün ötüşünden sonsuz mutluluk duyarken, diğer çocuklar
bülbülü öldürecek kadar duyarsızdır.
Yine Bulamaç adlı romanda Süngerci Naim, doğa gözü açık bir kişilik olarak
karşımıza çıkar. Doğa duyarlılığı bulunan kişiler için para pul hiçbir anlam ifade
etmez. Zira onlar yaşamın anlamını doğada bulurlar.
88
2.3.2. Doğayı Sömüren Olumsuz İnsan Tipi
“Koca Numan:
‘Ne oldu gene Barka?’
‘Ne olacak, evim ona rehinde. Evim rehinde olduğu için ona dalgıçlık
etmek zorundayım. Neyse, eşten dosttan topladık parayı götürdük ona.
Elli lira eksik diye parayı almadı. Kamımızdan bağlı kaldık musibet
herife. Verdiği ancak açlıktan ölmemeye yetiyor. Onu da, köpeğe
kemik savururcasına önümüze atar. Eğilip teşekkür yollu ayaklarını
yalamadığımız kalıyor. Birbiri ardınca ömrümüzün bütün günlerini
alıyor. Her gün de daha derin borca giriyoruz. Bu yıl kırk,
önümüzdeki yıl elli kulaç borç. Denizde boğulmazsan borçta boğul.
Gençliğimizi aldı yedi, orta yaşlılığımızı da yitirdi. İhtiyarlığımızı?
Eh, denizde boğulmazsak, onu da alır. Kala kala bize ölüm kalır.
Sanki şimdi yaşıyor muyuz? Uzun ölüyoruz. Kimi kez, vallah ölsem
de kurtulsam, öteki arkadaşlar gibi, diye düşünüyorum.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2015a: 55).
89
çıkıyoruz ki vakit kaybolmasın. Eh kanunumuzun gazoz gibi hava
boncuklarıyla fışıldamadığına şaşmalı doğrusu. Kırk kulaçtan çıkışın
hiç olmazsa yarım saat sürmesi gerek. Oysaki kurşun skandil gibi
zıngadak dibe, mantar gibi de hoppadak yüze gidip geliyoruz. Eh bre
Numan, ölüm olmaz da ne olur?” (Halikarnas Balıkçısı, 2015a: 56).
“Dalgıcın Parçaları” adlı öyküde de gözünü para ve kazanç hırsı bürümüş bir
armatör söz konusudur. Armatörün tek derdi denizaltındaki süngerlere ulaşmaktır.
Sünger toplamak için birkaç dalgıcı alır ve denize açılır. Dalgıç Ahmet de bu
90
dalgıçlardan biridir. Fakat Dalgıç Ahmet, hava götüren hava borusunun patlaması ve
hava kaçırması sebebiyle denizaltından çıkamaz. Bu durum karşısında hiçbir tepki
vermeyen acımasız, duygusuz, sadece kendi çıkarını düşünen armatör, Ahmet’in
ölümünden hiçbir şekilde etkilenmez. Onun tek düşüncesi kazancıdır.
Aganta Burina Burinata romanında Gavur Ali, doğaya hükmetmeye çalışan, toprağı
sömüren, olumsuz bir kişiliktir.
“Gâvur Ali aksi bir adamdı. Topraktan bir tane daha buğday
koparmak için neredeyse toprağın bağrını dişleriyle paralayacak,
tırnaklarıyla yırtıp deşecek, tekmeleyecek, acıtacak, ekmek diye canını
çıkaracak bir adamdı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2013b: 142).
91
. Hacı Resul, doğadaki hiçbir güzelliğin, varlığın farkında değildir. Onun için anlamlı
olan tek şey paradır ve her şeyin değeri parayla ölçülür.
Hacı Resul'ün gözünde dünyada paraca değerinden başka
kıymeti olan bir şey kalmamıştı. Ona göre her şey, ‘Kaç para eder?’
diye ölçülürdü. Haysiyetin değeri hakkında bile akla ilk gelen soru,
‘Kaç paralık haysiyeti var?’ idi.
Yamaçlarda açan çiçekleri görmezdi. Onlar, ineklerin
yiyecekleri otların teferruatından idiler. Göğün mavi olduğunu
biliyordu. Eşeğin kuyruğu olduğunu bildiği gibi. İşte o kadar! Varlığın
bu genel ölümünün hıncını Hacı Resul her temizi pisletmekle, her
güzeli kirletip çirkinleştirmekle çıkarıyordu. Hacı Resul'deki arzu, ne
Âşık Kerem'in Aslı’yı ne Mecnun’un Leylâ'yı özlemesi gibi bir gönül
arzusuna ne de kurdun kuzuyu sevmesi gibi bir gövde
gereksinmesiydi. Ölümün bağlaşığı kesilen Hacı Resul'ün arzusu her
canlının canına okumaktı. Yaraladığı geyiğin üzerine otururdu o.
Boğazını keser, hayvan can çekişir, debelenir, titrerken âdeta şehvetle
ağzı sulanır, sırıtırdı. Hayvan korkunç bir iç çekişiyle kendi kanını
içer, o iri gözlerini son bir bakışla açık göklere çevirirken, Hacı Resul
duyduğu hazla sarhoş olup onun üzerine yığılır, geyiğe ağız dolusu
küfürler ederek gerdanını ısırıp çekiştirirdi.” (Halikarnas Balıkçısı,
1994a: 28-29).
Hacı Resul, doğadaki her şey üzerinde tahakküm kurmak istediği gibi
kadınlar üzerinde de tahakküm kurmaya, onları sömürmeye çalışır. Kadını erkekten
aşağı bir varlık, bir av olarak gören Hacı Resul‘ün bu yaklaşımı, erkek egemen
düşünce yapısının kadın üzerinde yarattığı baskının en bariz örneğidir. Hacı Resul’un
hem doğa üzerinde hem de kadın üzerinde uyguladığı tahakküm, bu eserde
ekofeminizmden izler olduğunun göstergesidir. Ekofeminizm, doğanın ve kadının
sömürülmesi arasındaki ilişkiden hareket eder. Çevresel sorunlara ataerkil düşünce
sisteminin yol açtığı savunur ve bu çevresel sorunların çözümünü de ataerkil
zihniyetin yok edilmesine bağlar.
“Hurşit Efeye, ‘Şu Elif kız zor av! Sen de oradaydın, denize çırçıplak
daldığını gördün ya! Doğrusu, yaman kancık!’ diye dert yandı. Hurşit,
‘Tüfeğin vurmazı, kadının da düşmezi olmaz. Sen meram ettikten
kelli, tekeden süt çıkarırsın, ağam!’ diyordu. Hem Hanife, hem Hurşit,
Hacı Resul'e, bu iş ne denli zor da olsa, bir gün muradına ereceğine
yemin billah ediyorlardı. Bu sözler ona güvenç veriyordu. Biliyordu a
canım! O okşayıcı, yanık sesine, gözlerinin merhamet dilenen o hazin
bakışına, hangi kan, hangi kız dayanmıştı ki, bu da dayansın? Bunun
da usul usul aklı çelinirdi. Zorbalığın, tepe tepe çiğneyip murdar
92
etmenin -gel keyfim, gel- sefası sonra olurdu. Hangi çiçekten bal
alacağını, balı nasıl alacağını bilirdi. Önce ağzıyla bal döker, sonra
ardıyla sokardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 1994: 239).
“Köy Âlemi” adlı hikâye, bir köy ağası olan Mahmut Ağa, işçileri ve yanında
çalışan Güllü arasında geçenlerden ibarettir. Hikâyede ağalık sistemi ve ağanın
işçilerini sömürmesi eleştirilir. Toplum düzenindeki hiyerarşik yapılanmalarla,
doğadaki sömürüler arasında ilişkiye dikkati toplumsal ekoloji hareketinin kurucusu
Murray Bookchin çeker. Bookchin’in temelini oluşturduğu toplumsal ekolojiye göre
toplum yapılarındaki hiyerarşik düzenler, insanların doğayı sömürmelerine neden
olur. Bu bağlamda çevre sorunlarının çözümünü, sınıfsız, eşitlikçi toplumsal
yapılanmaların inşasına bağlar. Mahmut Ağa, ağalık sisteminin gücünden
faydalanarak, çevresindekileri sömürür. İnsanları sömüren ve hayvanlara hakaret
ederek, hayvanları insandan alt varlık olarak gören Mahmut Ağa gibilerinin
tahakkümünün son bulması onlara ayrıcalık yaratan her türlü yapılanmanın ortadan
kaldırılmasıyla söz konusudur.
“Kasabada Kerpeten Halil adlı bir adam vardı. Halil'e kimse sataşmaz,
kimse gülmezdi. Çünkü bir gün belki ona muhtaç olabileceklerini
düşünürlerdi. Kerpeten, yağmurda da, güneşte de, camiye bitişik
kahvenin saçaklı duvarına da-yanarak, sabahtan akşama kadar ayakta
dururdu. Üst başı, sırtından, partal ve paçavra halinde akardı. İnsan
onu görünce, üzerine sümüğünü atmazdı. Fakat köylülerin
söylediklerine göre parasını tek tek değil, kürek dolusuyla sayarmış.
Her isteyene rehin karşılığında para verirdi. Cinsteşlerine yardım
etmek için bin bir çeşit yardım yolu bulmuştu. Deniz adamı olmadığı
halde, dört beş kayığı vardı. Onları isteyene kiralardı. İsterlerse para
da verirdi. Kayık seferden dönünce, ödünç verdiği parayı ve bir de
93
kayık kirası olarak, karın üçte birini, ondan başka da kayığın payını
alırdı. Onun için kayıklarına ‘Şeytanın Kayıkları’ denilirdi. Kerpeten
Ağaya, neden denize gitmediği sorulunca da;
- Ben boğulursam, karadaki ümmeti Muhammed'in işlerini kim
görecek? Diye cevaplardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2017: 38).
Bulamaç adlı romanda Süngerci Naim, doğadan yana biriyken esnaf olan
babası tam tersi bir kişiliktir. Tüm derdi daha fazla para kazanmaktır. Oğlu Naim’in
de kendisi gibi yaman esnaf olmasını ister. Fakat Naim’in gözü parayı görmez. Onun
gözü engin denizlerdedir. Bu sebeple babasının eleştirilerine maruz kalır.
94
görenler, doğayı olabildiğince sömürerek doğadaki diğer canlılar üzerinde tahakküm
kurmaya çalışırlar. Bu noktadan hareketle, insan merkezli bakış açısının ortaya
çıkardığı önemli bir sorun da hayvan türünün farklı şekillerde sömürülmesi ve
tahakküm altına alınmasıdır. Çalışmamızın hayvanları ele aldığımız bu kısmında
ekoeleştirel bir bakışla hayvan temsilleri incelenmeye çalışılmıştır. Halikarnas
Balıkçısı’nın çevreye karşı duyarlılığı, hassasiyeti oldukça geniş boyutlardadır.
Yazar, doğadaki tüm canlı veya cansız organizmalara karşı duyarlı bir bakış açısı
sergiler. Hayvanları ele aldığı hikâye ve romanlarında hayvan sevgisi temasını
oldukça duygusal ve etkileyici bir dille anlatarak hayvan türüne karşı bilinç
oluşturmaya çalışmıştır. Halikarnas Balıkçısı’nın bu anlamda en dikkat çeken öyküsü
“Gündüzünü Kaybeden Kuş” tur.
95
Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya göklere baka mı
kalacaklardı?” (Halikarnas Balıkçısı, 2014: 11).
İnsan benmerkezciliği Miho’yu yavrularından ayırır.
96
“Şimdi sana bir görev vereceğim. Bu akşam motorlar yeterince
tüfek ve fişek getirecekler. Bu adada bulut bulut kuşlar uçuyor. Bunlar
kolcu motorlarının uzaktan bile dikkatini çekerler. Uygarlık demek
doğayı yenmek, onu ayaklarının altına alıp da yok etmek demektir.
Sen o tüfeklerle bu kuşları temizleyeceksin.’ dedi.” (Halikarnas
Balıkçısı, 2013a: 116).
Doğadan tamamen kopuk, yaşamdaki her şeyi diledikleri gibi
kullanabileceklerini düşünen insan türüne karşı doğayla bütünleşmiş doğayı, hayvanı
koruyan gülüşünü ve yaşam sevincini doğadan alan Memiş karakteri karşı karşıya
getirilmiş ve öyküde uygarlık ve doğa sorunsalı çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.
Doğadan bîhaber olan bu adam, Memiş’in göçmen kuşların göç yolculuğu esnasında
susuzluktan ölmemeleri ve adayı kolayca bulabilmeleri için adaya yerleştirdiği
fenerleri kendine hazırlanan tuzak olarak görür. Öyleki uygarlıktan dem vuran adam
kendi çıkarı söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan Memiş’i öldürecektir.
97
Kaçak eşya istifleyicisi için bu ölüm olması gereken bir durumdur. Bu olayı
oldukça normal karşılar. Memiş’i ayağından bağlayıp denize atar. Bununla da
yetinmez, adadaki kuşların bir kısmını da yok eder ve hiçbir şekilde pişmanlık
duymaz. Tam tersi rahatlar.
Hayvan temalı bir diğer hikâye “Hoş Bulduk Selim Dede”dir. Yazar, bu
öyküsünde de diğer birkaç öyküsünde olduğu gibi hayvan sevgisi temasını ele
almıştır. Hikâyenin kahramanı Hoş Bulduk Selim Dede, doğadaki tüm canlılara karşı
sonsuz sevgi besler. Hikâyede uzun yıllarını balıkçılık ve kaptanlıkla geçiren, eşini
ve çocuklarını çeşitli sebeplerden kaybeden Selim Dede’nin bir martıyla arkadaşlığı
anlatılır.
98
dostluğa dikkat çeker. Bu hikâyede Selim Dede’yle arkadaşlık kuran martı vefalı bir
kuştur. Öyle ki Selim Dede onu son kez görmeye gittiğinde yumurtalarının üzerinde
yatmakta olan kuş, yavrularının ölümünü göze alarak Selim Dede’nin çağırışına
karşılık verir. Martının Selim Dede’ye karşılık vermesi kendisinin yırtıcı bir kuş
tarafından parçalanmasına neden olur.
Halikarnas Balıkçısı, doğaya ve doğada yaşayan tüm canlılara karşı büyük bir
sorumluluk ve sevgi duyar. Hikâyeleri de bu duyguların paralelinde şekillenir. İçinde
derin hayvan sevgisi taşıyan Selim Dede, canını hiçe sayarak martıların yaşama
tutunmasını sağlar.
99
sevdiğini bildiği için onu sever. Karaoğlan, sahibi tarafından iyi paraya satılacağı için
ona iyi bakılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda bir süre sonra Karaoğlan, Bay Haşmet
denen zengin bir müteahhitte satılır. Karaoğlan İzmir’e götürülmek üzere yola
çıkarılır. Fakat Karaoğlan, Bay Haşmet’e satılmak istemediği için kaçar. Hayvanın
yolda yaşadığı sıkıntılar hayvanda âdeta bir isyan başlatır ve hayvan kontrolünü
kaybederek etrafa saldırır. Etrafındakilerde hayvanı durmayı başaramayınca çareyi
onu öldürmekte bulurlar.
100
Ülen Karaoğlan, hakkın helal et. Sabahtan beri koynumda taşıdığım şu
yoncaları ye. Ah be Karaoğlan, dünya gözüyle seninle
görüşemiyeceğiz gayrik!’ dedi. İki koluyla Karaoğlan’ın boynunu
sardı, helalleşti; kırık bir sesle, ‘Hoşça kal Karaoğlan, e mi?’ diye
mırıldandı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 60).
Yazar, Karaoğlan’ın ölümünü de oldukça duygusal bir sahne içerisinde verir.
Karaoğlan’ın yaşamı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer.
“Bir nisan sabahıydı. Fısıl fısıl öten bir ulu çamın gölgesinde,
yup yumuşak otların üzerinde dünyaya geldim. Ben konuşamıyordum,
fakat insanların ne dediklerini anlıyordum. Bütün köy halkı dört
bucağıma toplanmış; sağ salim doğduğum için âdeta şenlik yapıyordu.
Anladığıma göre, yaşlılık ve zayıflıktan gözleri sulanmış olan, benim
ve anamın sahibi Memiş Ağayı kutluyorlardı. Bana ‘sıpa’, anama da
‘eşek’ diyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 88).
Cümleleriyle başlayan “Hayatımın Romanı” hikâyesi, bir eşeğin hayatını
anlatır. Eşeğin doğumu, çocukluğu, yetişkinliği tıpkı yeni doğan bir çocuğun gelişim
süreciyle paralellik gösterir. Yazar, hayvanlara insani özellikler yükleyerek
hayvanların yaşadıklarına dair farkındalık oluşturmaya çalışır.
101
çok insanlara yönelik nasihatler söz konusudur. Hayvanların, edebi metinlerde ele
alınışı ekoeleştiriyle birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Bu bağlamda hayvanların
kendi içsel değerleriyle ele alındıkları yeni metinler ortaya konulmuştur.
102
seyisler, ‘Bunda iş yok!’ diyerek ardıma sopa çaldılar ve ahıra
götürdüler. Götürdüler ama beni hoyratça kullanmaya koyuldular.
Ahırın ha bire şunusunu bunusunu taşıttılar.
Ardımdan da sopayı eksik etmiyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı,
2019: 93).
Ağır işlerde çalıştırılan ve zamanla yaşlanan eşek, eski günlerine özlem
duyar. Yaşadığı bu işkenceden ancak ölümle kurtulacağını düşünür.
103
Aksi Mahmut da sığ ekolojik yaklaşıma sahip biridir. Zira doğada var olan
her şeyin kendi benliği için yaratıldığını düşünür. Sığ ekolojik yaklaşım, derin
ekoloji hareketinden önce var olan ekolojik yaklaşımdır. Bu yaklaşım, insanı
merkeze alan, doğadaki her şeyi insana faydası olduğu ölçüde değerli kabul eden
doğayı sömürüye açan bir yaklaşımdır.
Aksi Mahmut, bir gün çıktığı seferde birçok aksilikle karşılaşır. Karşılaştığı
sorunların temelinde kendisini görmediği gibi doğadaki her şeyin kendisine karşı
olduğu düşünerek doğadan nefret eder ve doğaya öfke besler.
104
sarhoşluğu bürüdü. İçinde, öldürücülük kanıksayışı şımardı. Hayvan,
upuzun süren can çekişme sırasında Mahmut’un ayaklarına süründü.
Acı kasırgaları gövdesini sarsıyorken, olağanüstü bir irkilişle dikildi.
Önce sevgiyle ısınan güdük badi kolları ile yavrusunu aradı. Gözleri
patlamıştı, kolları yavrusunu değil, ona zindan kesilen dünyanın
feciliğini, bomboş karanlıklarını ve ölümü kucaklıyordu. Uçurumu
dönerken, Ege pek acı haykırıyordu. Mahmut, ölmekte olan fokun
patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt gibi
kaçtı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2019: 39).
İnsan merkezli bakış açısının doğa üzerinde yarattığı olumsuz etki bu öyküde
tüm çirkinliğiyle ortaya konulur. Her şeyden habersiz kendi yaşam döngüsü
içerisinde yaşamını sürdüren hayvanlar çoğu zaman insan şiddetinin kurbanları
olurlar. Kendinden başka hiçbir canlıya değer vermeyen, kendini her şeyin üstünde
gören insan türü, eko merkezli sorunların ortaya çıkmasına neden olur. Oysaki doğa
merkezli bir bakış açısıyla hareket etmek, doğadaki tüm canlıların taşıdıkları içsel
değer göz önünde bulundurulduğunda doğaya karşı sorumlu bireyler yaratır. Yazar,
burada yaşam hakkı elinden alınan ve yavrularından ayrılmak zorunda kalan fokun
canice öldürülüşünü trajik bir şekilde ortaya koyar. Oldukça duygusal, etkileyici bir
dille anlatılan öykünün hayvan duyarlılığı oluşturma, geliştirme noktasında önemli
bir işlev gördüğü söylenebilir.
105
Halikarnas Balıkçısı’nda hayvan duyarlılığı açık bir şekilde görülür. Yazar,
doğanın ve doğanın bir parçası olan canlıların sömürülmesine katledilmesine
tepkisini Aksi Mahmut’un deniz tarafından cezalandırılmasıyla ortaya koyar. Diğer
taraftan fokun öldürülüşünü acıklı ve etkileyici bir dille anlatır. Okuyucu etkilemek
ve doğa bilinci yaratmak için ise fokun hikâyesi, bir anne ve evladı arasında geçen
duygusal bir sahne olarak aktarılır. Oldukça etkileyici olan bu hikâye, insan
benmerkezciliğinin hayvanlar üzerinde yarattığı vahşi tutumların en somut örneğidir.
106
Musa heykelinden daha üstün bir görkemle meydana çıktı. Hayvanla
başa çıkılamayacağını anlayan Kasap Mehmet'in gözlerini kan bürüdü.
Çiftesini getirerek, söve saya hayvanın bağrına boşalttı. Boğa
yıkılınca beş, on kişi üzerine çullandı. Üstüne binerek koca bıçaklarla
boğazını kestiler. Can verirken çiçeklerin çiğlerini değil, korkunç bir
iç çekişiyle kendi kanını içti. Katı toprakları ısırdı. Dili yandan sarktı.
O iri iri gözleri göklere bakakaldı.” (Halikarnas Balıkçısı, 2015b:
117).
107
SONUÇ
Onun eserlerinde yüzeysel bir doğa bileşeni yoktur. Doğa tüm bileşenleriyle
ortaya konulur. Yazar, özellikle bitkilerle çok ilgilidir. Bitki türlerine bir botanikçi
kadar hâkimdir. Halikarnas, eserlerinde doğada var olan bitki türlerini sadece
sunmaz, bu bitkilerin özelliklerini de ortaya koyar. Yurt dışından mimozalar,
begonviller, palmiyeler getirterek bu bitkilerin ülkemizde yetişmesine ön ayak olur.
Hikâyelerinde de bu çiçek türlerine sıkça değinir. Bu çiçek türleri kendi öz
değerliliğiyle yazarın eserlerinde yerini alır. Bu anlamda yazarın hikâye ve
romanlarında derin ekolojiden izler net bir şekilde görülür. Derin ekolojide doğada
var olan canlı cansız tüm organizmalar, insan türüne sağlayacağı fayda dışında
değerli kabul edilir. Halikarnas Balıkçısı için de doğadaki tüm unsurlar, değerlidir.
Yazar, doğaya ait unsurları fiziksel gerçeklikleriyle ele alır. Örneğin bir ağaçtan, bir
108
bitkiden söz ettiği vakit, bir çıkar amacı gütmeksizin, bu unsurların varlığının doğa
için anlamını ortaya koyar.
109
Yazarın eserlerinde mekân genellikle deniz ve kırsal alandır. Çok az yerde
mekân şehirdir. Şehir; genellikle gri, kasvetli havasıyla verilir. Halikarnas Balıkçısı,
her zaman doğal yaşam alanlarından yanadır.
Halikarnas Balıkçısı, doğa gözü açık bir kişiliktir. Paraya, pula, mevkiye asla
önem vermez. Önem veren insanlardan da asla haz etmez. Yazarın bu bakış açısı,
onun eserlerinde insan tiplerini çok net bir şekilde ayırmasını sağlar. Hikâye ve
romanları iyi ve kötü insan eksenlidir. Bu ayrımda doğa, en etkili unsurdur. İyi
insanlar, doğanın ruhunu hisseden, çevrelerine neşe saçan, güler yüzlü, yardımsever,
insanlardır. Kötü insanlar ise çoğunlukla bencil, sömüren, doğayı hissedemeyen,
doğa gözü kapalı olan insanlardır. Yazar, doğanın insan ruhu üzerindeki
yansımalarını ortaya koyar. Halikarnas Balıkçısı’nın doğadan yana insan tipi,
ekoeleştiri kuramında yer alan ekolojik benlik kavramına karşılık gelir denilebilir.
Ekolojik benliğe sahip kişiler, kendi bencilliğinden arınmış, çevrelerindeki
varlıklarla özdeşim kurabilen ekoloji merkezli bakış açısına sahiptirler. Bu bakış
açısına sahip kişiler, yaşamın anlamını ve sevincini daha yoğun şekilde yaşar.
Yazarın doğa merkezli hikâye kişileri genelde yoksul kişiler olmakla birlikte
yaşamdan haz alan, iyi niyetli, duyarlı, kişileridir.
110
Halikarnas Balıkçısı’nın kişileri arasında kadınlar önemli bir yer kaplar.
Toplumun kadın üzerinde yarattığı baskıları, dayatmaları eserlerinde ele alarak;
kadının sıkışmışlığına, çaresizliğine, ezilmişliğine dikkat çeker. Bu anlamda
toplumun ötelediği kadınlara kucak açar ve kadının ötelenmesinin sebeplerini erkek
egemen zihniyete bağlar. Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerine baktığımızda toprağı,
denizi, hayvanları sömüren kişiler genellikle erkek karakterler olduğu gibi kadını
sömürenler de aynı kişilerdir. Bu bağlamda doğanın ve kadının erkek egemen
zihniyet tarafından sömürülmesi, yazarın eserlerinin ekofeminizmden izler
taşıdığının göstergesidir.
111
KAYNAKÇA
Halikarnas Balıkçısı. (1989). Uluç Reis. (Beşinci Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Halikarnas Balıkçısı. (1994b). Turgut Reis. (Altıncı Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Halikarnas Balıkçısı. (1997). Uluç Reis. (Beşinci Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Halikarnas Balıkçısı. (2013b). Aganta Burina Burinata. (32. Baskı). Ankara: Bilgi
Yayınevi.
112
Halikarnas Balıkçısı. (2014). Merhaba Akdeniz). (Dördüncü Baskı). Ankara: Bilgi
Yayınevi.
Halikarnas Balıkçısı. (2019). Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek). (On ikinci
Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Maltaş, A. (2015). "Ekoloji Ekseninde İnsan- Doğa İlişkisi ve Özne Sorunu." KMÜ
Sosyal Bilimler Dergisi , 1-8.
Orman, İ. (2005). ' Merhaba' Halikarnas Balıkçısı. (Birinci Baskı). Ankara : Bilgi
Yayınevi.
Özbek, A. (2018). Cevat Şakir Kabaağaçlı Hayatı- Sanatı- Eserleri Üzerine Bir
113
Araştırma. ( Yayımlanmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Solak, C. (2012). "Behiç Ak'ın Tek Kişilik Şehir Oyununda Birey, Toplum ve Çevre
İlişkileri." A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi , 211-224.
Yaylı, H., Yaslıkaya, R., "İnsan Doğa İlişkisi Tasarımında Radikal Dönüşüm: Derin
Ekoloji". International Journal of Science Culture and Sport, 452-465.
114
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Eğitim
İş Deneyimi
Yayınlar
………………
Hobiler
………………
116