Professional Documents
Culture Documents
Hazırlayan
Hatice KÜÇÜKKAYA
Danışman
Doç. Dr. Emin Yaşar DEMİRCİ
VAN-2020
KABUL VE ONAY SAYFASI
Hatice KÜÇÜKKAYA tarafından hazırlanan “Türkiye Modernleşmesi ve İslamcılık
Düşüncesi; Ehli Sünnet Dergisi Örneği” adlı tez çalışması aşağıdaki jüri tarafından
OY BİRLİĞİ / OY ÇOKLUĞU ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji
Anabilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
(İmza)
Hatice KÜÇÜKKAYA
Yüksek Lisans Tezi
Hatice KÜÇÜKKAYA
ÖZET
III
M.Sc. Thesis
Hatice KÜÇÜKKAYA
ABSTRACT
The purpose of this study is to deal with the modernization process in Turkey
in the context of the Islamist movement and to reveal how Islamist thinkers view the
modernization of Turkey. Islamic thinkers also used the magazines, the most important
thought sharing platform of the period, and expressed their views in this way. For this
reason, it was decided to conduct this study focused on a periodical of the period.
Accordingly, Ehli Sunnet, an Islamic journal published in the range covering the end
of the single-party period and the first years of the multi-party period, was preferred
for the study. The journal of Ehli Sunnet was published with a total of 140 issues by
Abdurrahim Zapsu, an Islamist and Kurdish thinker in 1947-53, while he was working
in Istanbul, in order to give religious information to children and young people as well
as against anti-religious people.
This study attempted to figure out, modernization of Turkey, based on the idea
of Islamism asserted in the journal of Ehli Sunnet; in the conclusion of the study, the
reactions of the Journal to the modernization of Turkey and, its contributions, if so,
were discussed.
IV
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET.................................................................................................................... III
ABSTRACT ......................................................................................................... IV
İÇİNDEKİLER ...................................................................................................... V
ÖN SÖZ ............................................................................................................... VII
GİRİŞ ..................................................................................................................... 1
1. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ............................................................... 4
1.1. Araştırmanın Amacı ve Önemi ...................................................................... 4
1.2. Araştırmanın Problemi ................................................................................... 6
1.3. Araştırmanın Kaynakları ................................................................................ 8
1.4. Araştırmada Karşılaşılan Zorluklar ...............................................................10
2. KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE .................................................12
2.1. Kavramsal Tartışmalar ..................................................................................12
2.1.1. Modernleşme ......................................................................................12
2.1.2. İslâmcılık ............................................................................................14
2.2. Kuramsal Çerçeve ........................................................................................19
2.2.1. Osmanlı Son Dönemi Fikir Hareketleri ...............................................21
2.2.2. İslamcılık ve Modernleşme Tartışmaları .............................................28
2.2.2.1. Osmanlı Dönemi ....................................................................30
2.2.2.2. Cumhuriyet Dönemi ...............................................................33
2.2.3. İslâmcılığın Kamusal Aklı: Dergicilik Faaliyetleri ..............................38
3. EHLİ SÜNNET DERGİSİ VE ABDURRAHİM ZAPSU ................................44
3.1. İslâmcı Bir Profil: Abdurraim Zapsu .............................................................45
3.2. İslâmî Bir Neşriyat: Ehli Sünnet Dergisi .......................................................52
3.3. Ehli Sünnet Dergisinde Din ve Toplum .........................................................54
3.3.1. Ehli Sünnet Dergisinde Türk-İslâm Kurgusu .......................................55
3.3.1.1. Alevîler, Bâtıniler, Rafızîler ...................................................58
3.3.1.2. Dış Düşmanlar: Masonlar, Farmasonlar, Misyonerler,
Bolşevikler ...........................................................................63
3.3.1.3. İnkılap Yobazları / Asrî Yobazlar ...........................................65
3.3.2. Ehli Sünnet Dergisinde Dini Eğitim ....................................................68
3.3.2.1. Dini Eğitim Sorunu ................................................................68
V
3.3.2.2. Dinî Eğitimi Kim / Nasıl Vermelidir? .....................................71
3.3.2.3. Diyanet İşleri ve Din Görevlilerinin Durumu ..........................75
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ........................................................................79
KAYNAKLAR ......................................................................................................83
EKLER ..................................................................................................................87
Ek 1. Abdurrahim Zapsu .....................................................................................87
Ek 2. Ehli Sünnet Gazetesi ..................................................................................91
Ek 3. Abdurrahim Rahmi Zapsu (Evdırehîm Rehmî Hekarî) (1890-1958)
Biyografisi ................................................................................................93
ÖZ GEÇMİŞ ............................................................................................................
TEZ ORİJİNALLİK RAPORU ..............................................................................
VI
ÖN SÖZ
Bu çalışmaya İslâmî içerikli bir dergi olan Ehli Sünnet Dergisi ekibinin ve
özellikle de başyazarı ve sahibi olan Abdurrahim Zapsu’nun kendi dönemini nasıl
yorumladığını, dergisinde hangi konulara ağırlık verildiği merak ettiğim için başladım.
Yaptığım araştırmalar neticesinde İslâmcılık, İslâmcı Dergi ve Modernleşme
bağlamında çalışmalar yapılmışsa bile Ehli Sünnet Dergisi ile ilgili bir çalışmanın
olmadığını gördüm ve literatüre bu anlamda bir katkı sunmayı hedeflemekteyim.
Bu çalışmanın ortaya çıkmasına vesile olan, tüm süreci sabırla izleyen ve bana
tüm desteğini sunan, motivasyonumu yüksek tutmama yardımcı olan çok kıymetli tez
danışmanım Doç. Dr. Emin Yaşar DEMİRCİ Hocama teşekkürlerimi arz ederim. Aynı
şekilde lisans döneminden beri desteklerini esirgemeyen kıymetli hocam Prof. Dr.
Suvat PARİN’e en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Tüm süreç boyunca uzakta
olmasına rağmen bana her zaman vaktini ayıran ve desteğini sunan değerli hocam Prof.
Dr. Alev ERKİLET’e çok teşekkür ediyorum.
İslâmcı bir dergi çalışmaya İslâmcı Dergiler Projesi’ni tanıdığım zaman karar
verdim, hangi dergiyi ne için seçmem ve araştırmam gerektiğini hiç bilmediğim
zamanlarda Doç. Dr. Lütfi Sunar Hocamın yardımı ile yolumu buldum. Çalışmayı
yürüttüğüm süreç boyunca hem kendisi hem de İslâmcı Dergiler Projesi ekibinin
birçok yardımı dokundu. Kendilerine özellikle bu çalışmayı mümkün kılan eşsiz
projeyi ortaya koydukları için çok teşekkür ediyorum.
Çalışmamda öncelikle karar alma sürecinde yardımını esirgemeyen ve beni
sabırla dinleyen, en doğru olanı seçebilmem konusunda destek olan Doç. Dr. Birgül
KOÇAK OKSEV Hocama da ayrıca teşekkür ediyorum.
Ve sabırla çalışmamı bitirmemi bekleyen, ellerinden gelen her türlü desteği
sunan sevgili aileme ve arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim.
VII
GİRİŞ
1
görüldüğünü anlamaya çalışırken bu yazılar bir bütün olarak değerlendirilmiştir.
Bunun dışında kalan Türkiye ve dünya gündemdeki önemli gelişmelerin dergide nasıl
işlendiğini anlamaya çalışmaktır. Derginin hemen her sayısında iç haberler, dış
haberler, İslam dünyasındaki gelişmeler, Türkiye’deki bazı bakanlıklara veya önemli
şahıslara açık mektuplar bulunmaktadır. Bu gibi yazılar ülke gündeminin yakından
takip edildiğini göstermektedir. Bu çalışmada bu gibi yazılara odaklanılarak, sürecin
dergide yazan yazarlar tarafından nasıl gözlemlendiğini anlamaya çalışmaktır.
Bu çalışma için öncelikle Türkiye modernleşmesini bir süreç olarak
görebilmek için tarihsel arka planın anlaşılması hedeflenmiştir. Yani toplumsal
olayları zaman ve mekân sınırları dâhilinde ele alınması planlanmıştır. Bunun için hem
siyasal tarih hem de sosyal, kültürel tarih okumaları yapılmıştır. Bu okumaların, belirli
bir düzene ve tarihsel sıraya göre yapılması hedeflenmiştir.
Bu şekilde 1940-60 yılları arasında Türkiye’nin sosyo-kültürel ve siyasal
ortamı anlaşılmaya çalışılıp, dönemin entelektüel tartışmaların ne yönde olduğu
belirlenmiş ve ilgili kaynaklardan (idp.org) Ehli Sünnet dergisinin tüm sayılarına
ulaşılıp tarih ve mekânlar göz önünde bulundurularak dergideki yazılar okunmuştur.
Konulara ve başlıklara göre tasnif edilmiş olan yazılar, içerik analizi yöntemi ile
söylem analizi yöntemleri kullanılarak ana fikirler anlaşılmaya çalışılmıştır. Bunun
için söylem, dil ve metodolojik anlamda fayda sağlayacağı umulan bazı kaynaklar da
okunarak yapılması muhtemel hatalar en aza indirilmeye çalışılmıştır.
İkinci olarak çalışmada üzerinde yoğunlukla durulmuş olan İslâmcılık görüşü
hakkında okumalar yapılmıştır ve tarihsel olarak Türkiye’deki serencamını
görebilmek için ulaşılan kaynaklardan okumalar yapılmış ve daha farklı kaynaklardan
da faydalanılmıştır. Bu konular hakkında yapılmış çalışmalar incelenmiş ve ilgili
çalışmalar ayıklanarak okunmuştur. Bununla birlikte Abdurrahim Zapsu hakkında
bilgi edinmeye çalışılmış ve kısa yaşam öyküsü, fikirleri, İslâmcılık görüşü gibi önemli
bilgileri sunan kaynaklar taranmıştır.
Abdurrahim Zapsu hakkında kısa bir okuma yapılmış ve Ehli Sünnet
Dergisi’nin yayın süreci hakkında çeşitli kaynaklardan bilgi edinilmeye çalışılmıştır.
Daha sonrasında ise Ehli Sünnet dergisinin tüm sayılarına idp.org adresinden PDF
olarak erişilmiş ve tamamı okunarak toplumsal olaylar hakkındaki yazılar öncelikli
tutularak notlar alınmıştır. Her sayıda bulunan sabit yazılar tespit edilmiş ve bu yazılar
2
bir bütün olarak değerlendirilmiştir. Derginin her sayısında yer alan sabit başlıklar olan
“İman, İbadet, İslam Tarihi, Münevverler, Tefsir, Fıkıh, Hadis, Tasavvuf, Siyer”
yazılarının genel olarak ne vermek istediği üzerinde durulmuştur. Dergide bulunan
yazılar; okuyucu mektupları ve yazılan cevaplar; kurum ve kuruluşlara yönelik açık
mektuplar ve dönem içinde yaşanmış olaylar hakkında yazılmış yazılar tasnif
edilmiştir. Okumalar da bu tasnife göre yapılmıştır. Bu yazılar okunurken dönemin
siyasal gündemi göz önünde bulundurularak ve toplumsal hareketlilikler incelenerek
dikkatli bir analiz yapılması hedeflenmiştir. Her bir yazı ayrı ayrı incelenerek zaman
ve mekân bağlamı göz önünde bulundurularak okunmuş ve söylem analizi tekniği ile
döneme dair derginin söylemi ve yorumu anlaşılmaya çalışılmıştır. Belirli kişi, kurum
ve kuruluşlara yazılmış açık mektuplar, okuyucu mektupları ve bunlara verilmiş
cevaplar özellikle okunmuş ve derginin ana söylemi belirlenmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde genel olarak çalışmanın konusundan,
amacından ve çalışma için kullanılan yöntemden bahsedilirken bir yandan da
çalışmanın süreci anlatılmıştır.
Çalışmanın asıl başladığı bölüm olan ikinci bölüm “Ehli Sünnet Dergisi; hangi
süreçlerin ürünü olarak, kim tarafından çıkarılmaya başlandı?” sorusunu cevaplamak
amacıyla yazılan bölümdür. Bu bölümde Türkiye modernleşmesi süreç olarak ele
alınırken derginin arka planı verilmeye çalışıldı esasında İslâmcılık ve İslâmî
neşriyatın modernleşmenin bir ürünü olduğu ve tepkisel bir duruş sergilendiği görüşü
ortaya atıldı. Dönemin şartları, dergilerin neden önem taşıdığı gibi konular üzerinde
duruldu.
Üçüncü bölümde ise derginin yazıları üzerinden derginin amacı ve odağa
alınan konular ele alındı. Dini eğitim vermek amacı ile yayın hayatına başlayan
derginin aynı amaç doğrultusunda son sayıya dek devam ettiği görüldü. Ayrıca
odağına aldığı din düşmanları mevzusu üzerinde durulurken gündemi takip ettikleri,
dönemin siyasi ve sosyal gündemini takip ettikleri ve gerekli görülen noktalarda
mutlaka fikir beyan ettikleri dikkat çekmiştir.
3
1. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
4
bakanlıklara veya önemli şahıslara açık mektuplar bulunmaktadır. Bu gibi yazılar ülke
gündeminin yakından takip edildiğini göstermektedir. Bu çalışmada asıl hedef, bu gibi
yazılara odaklanılarak, sürecin dergide yazan yazarlar tarafından nasıl gözlemlendiğini
anlamaya çalışmaktır.
Nitekim derginin tüm nüshalarının dijital ortamda PDF olarak bulunduğu
www.idp.org adresinde dergi hakkında aşağıda belirtilen açıklama yapılmıştır;
1
İslâmcı Dergiler Projesi web sitesinde (idp.org) Ehli Sünnet Dergisi ile ilgili yazılmış olan kısa
açıklama.
5
1.2. Araştırmanın Problemi
6
bizzat toplumu ilgilendiren değişiklikler de yapmıştır. Bu toplumsal değişimlerin yani
uygulanan inkılapların (alfabe, eğitim, kılık kıyafet vs.) halka ve gündelik hayata ne
şekilde sirayet ettiği de önemli görülmüştür. Nitekim şapka kanunu kılık kıyafet ile
alakalı bir değişim olup bilindiği gibi halkın bunu benimseyip benimsememesi
hakkında uğruna insanların öldüğü bir uygulamadır. Benzer şekilde halka sirayet
etmesi sorun olan birçok şey olmuştur. Eğitim hakkında getirilen yenilikler de
bunlardandır. Ehli Sünnet dergisinin bu gibi bizzat toplumu ilgilendiren noktalarda
yaklaşımları söz konusudur ve ne olduğu araştırmanın ana konusunu oluşturmaktadır.
Bir bütün olarak bu toplumsal değişikliklere, değinildiği gibi gelen
olumlu/olumsuz tepkilerin bir bölümünü de yazılı basın oluşturmaktadır. Bu
çalışmada, Türkiye’nin modernleşme sürecini İslamcıların gözünden okumak için
dergi seçilmiştir çünkü döneminin en yaygın düşünce paylaşım platformu dergilerdir.
Hem halka hem de yönetici kesime sözünü ulaştırmanın yolu dergiciliktir. Süreli
yayınlar güncel olaylara yaklaşımı en canlı şekilde sunacak yayın organlarıdır. 1940’lı
yıllarda kalkan yayın yasağının ardından bir anda çok fazla süreli yayın ortaya
çıkmıştır. İslamcı hareketler de bu süreçte diğer düşünce hareketleri gibi kalkan yayın
yasağını bir imkân olarak görmüş ve dergicilik faaliyetlerine başlamıştır. Aynı
dönemde birçok dergi çıkarılmaya başlanmış ve bazıları daha kısa süreli olurken
bazıları da uzun vadede yayın hayatına devam etmiştir.
Ehli Sünnet dergisi de tam bu dönemde (1947) çıkarılmış ve yayın hayatı altı
buçuk sene devam edebilmiştir. Bu dergi özellikle her sayıda bulunan; iç haberler, dış
haberler, İslam coğrafyaları ile alakalı yazılar, güncel olaylar ile alakalı eleştirel veya
destek içerikli yazılar ile Türkiye ve dünya gündemini yakından takip ettiği anlaşılan
bir dergidir. Örneğin ilk sayılarda -16. sayıdan itibaren- art arda dört tane Milli Eğitim
Bakanlığına Açık Mektup başlıklı yazısı eğitim öğretimde yapılmış yeni bir
düzenleme hakkında fikir beyan eden bir yazı dizisidir. Bu sebeple Ehli Sünnet
dergisinin bilhassa toplumsala değen noktalarda ne söylediği ve toplumsal durumları
nasıl okudukları merak edilerek bu çalışmanın yapılmasına karar verilmiştir. Yeni
yasa tasarıları veya eğitim - öğretim ile alakalı yapılacak olan veya yapılan
değişiklikler ve yeni uygulamalar ile alakalı neler söyledikleri, halka bunu nasıl
yansıttıkları ve aslında bu uygulamaları bir İslamcı olarak nasıl anladıkları merak
edildiği için bu çalışmanın yapılması uygun ve gerekli görüldü.
7
Çalışmanın ana problemi; Ehli Sünnet Dergisi Türkiye modernleşmesini kendi
dönem aralığında nasıl okudu, sorusunun cevabını aramaktır. Bu açıdan derginin
sahibi ve başyazarı olan Abdurrahim Zapsu’nun ve diğer yazarların, derginin
yayınlandığı dönemde yaşanan toplumsal, siyasal ve entelektüel olaylara bakış
açılarını, yaklaşım tarzlarını incelemek ve nasıl bir İslamcılık anlayışları olduğunu
ortaya çıkarmak hedeflenmiştir.
Bu ana probleme bir cevap aramak çalışmanın temel hedefi iken, Ehli Sünnet
Dergisinin ortaya çıkışında Abdurrahim Zapsu’nun kişisel hikâyesi ne kadar etkili
olduğu ve bu kişisel hikâyenin, derginin problematiğini ne şekilde etkiliyor olduğu da
dikkate alınacaktır. Abdurrahim Zapsu’nun düşünsel dünyasının gelişiminde kişisel
yaşam öyküsünün de bir etkisi olduğu kanaatindeyiz. Bu çalışma ile Ehli Sünnet
dergisine, biraz da bu kişisel yaşam öyküsünü dikkate alarak gerçekleştirilmiştir. Yani
çalışmada “Bu dergiyi ortaya çıkaran temel saikler yalnız dönemsel etkilerden mi
yoksa Abdurrahim Zapsu’nun yaşam öyküsünün de payı var mı?” sorusu üzerinde de
durulmuştur.
Benzer şekilde, bu çalışma ile dönemin entelektüel tartışmaları takip edilmiş
olup, bir yandan basılı yayın üzerinden tarih okuması yapılırken diğer yandan Ehli
Sünnet Dergisi’nin bu tarihe ne katkısı olduğu ortaya koyulmuştur.
8
bulundukça takip edilmiştir. Bu bağlamda, Modernleşme, İslamcılık, Türkiye’deki
fikir akımları ve ortaya çıkış süreçleri, süreli yayınlar hakkında da okumalar
yapılmıştır.
Sonraki aşamada ise çalışmada üzerinde yoğunlukla durulacak olan İslamcılık
görüşü hakkında, tarihsel olarak Türkiye’deki serencamını görebilmek için okumalar
yapılmış ve bu konuda da ilgili kaynaklardan faydalanılmıştır. Bu konular hakkında
yapılmış çalışmalar incelenmiş ve ilgili çalışmalar ayıklanarak okunmuştur. Bununla
birlikte Abdurrahim Zapsu hakkında bilgi edinmeye çalışılmış ve kısa yaşam öyküsü,
fikirleri, İslamcılık görüşü gibi önemli bilgileri sunan kaynaklar taranmıştır.
Abdurrahim Zapsu hakkında yapılmış olan okumalar ile Ehli Sünnet Dergisi’nin yayın
süreci hakkında bilgi edinilmeye çalışılmıştır. “Bu fikir ortaya nasıl çıktı, kimlerle
birlikte çalışıldı, bu dergi hangi amaçlarla ve hangi eksikliklere cevaben çıkarıldı?”
gibi soruların cevapları aranmıştır. Daha sonrasında ise Ehli Sünnet dergisinin tüm
sayılarına idp.org adresinden PDF olarak erişilmiş ve tamamı okunup toplumsal ve
siyasal gelişmeler, iç ve dış gündem hakkındaki yazılar, öncelikli tutularak notlar
alınmıştır.
Bu şekilde 1940-60 yılları arasında Türkiye’nin sosyo-kültürel ve siyasal
ortamı anlaşılmaya çalışılıp, dönemin entelektüel tartışmaların ne yönde olduğu
belirlenmiştir. Son aşamada ise iki adım izlenmiştir. İlk adımda ilgili kaynaklardan
(idp.org) Ehli Sünnet dergisinin tüm sayılarına ulaşılıp tarih ve mekânlar göz önünde
bulundurularak dergideki yazılar okunmuş, konulara ve başlıklara göre içerik analizi
yöntemi ile yazılar sınıflandırılmış ve hangi yazıların hangi bağlamda incelenmesi
gerektiği belirlenmiştir.
“Berelson’un tanımına benzer olarak George’a göre, Nicel içerik
analizi öncelikle, iletilerin içeriğinde yer alan göstergelerin açık, belirgin
anlamlarından yola çıkarak içeriğe ilişkin değişkenler hakkında tanımlayıcı
veriler elde etmek için kullanılan istatiksel bir araştırma tekniğidir. Bu açıdan
bu çözümleme, belli iletilerin görünme sıklığını kesin, nesnel ve güvenilir
gözlemler aracılığıyla belirleme şansı verir.” (Taylan, 2011: 65).
İçerik analizi yöntemi kullanılarak hangi yazı türünde kaç yazı yazıldığı, hangi
yıllarda hangi başlıklara ağırlık verildiği bilgilerine ulaşıldı. Bu bilgiler yalnızca
yazıları tasnif etmek için kullanıldığı için sayısal veriler bu çalışmada paylaşılmadı.
9
İkinci adım olarak söylem analizi yöntemi kullanılarak ana fikirler anlaşılmaya
çalışılnıştır. “Söylem bir iletinin tüm boyutlarını -sadece iletinin ne içerdiğini değil,
onu dile getireni (kim söylüyor?), otoritesini (neye dayanarak?), dinleyici (kime
söyleniyor?) ve hedefini (neye ulaşmak için söyleniyor?)- kapsar" (Worrall, 1990; akt
Punch, 2011). Söylem analizi yöntemi ile yazıların ne söylemek istediği, söylendiği
döneme, söyleyen kişiye ve kime söylendiğine bakılarak analiz yapılmıştır.
Bu yazılar okunurken dönemin siyasal gündemi göz önünde bulundurularak ve
toplumsal hareketlilikler incelenerek dikkatli bir analiz yapılması hedeflenmiştir.
Derginin her sayısında yer alan sabit yazıların “İman, İbadet, İslam Tarihi,
Münevverler, Şark Âlimlerinden, Tefsir, Fıkıh, Hadis, Tasavvuf, Siyer” genel olarak
ne vermek istediği ve aslında bu başlıkların neden açılmış olduğu ve ilk sayıdan son
sayıya kadar neden bulundurulduğu üzerinde durulmuştur. Geri kalan toplumsal ve
siyasal olaylara yer veren yazılar ise ayrıca okunacak ve verilmek istenen mesaj
anlaşılmaya çalışılmıştır. Her bir yazı ayrı ayrı incelenerek zaman ve mekân bağlamı
göz önünde bulundurularak okunmuş ve odağa aldıkları konulara göre tasnif
edilmiştir. Yani aslında öncelikle içerikler konulara göre sınıflandırılmış ve hangi
yazıların hangi başlık altında incelenebileceği değerlendirilmiştir. Bu sınıflamalar,
derginin amaçları ve odağa alınan konular baz alınarak yapılmıştır. Daha sonrasında
söylem analizi tekniği ile döneme dair derginin söylemi ve yorumu anlaşılmaya
çalışılmıştır. Belirli kişi, kurum ve kuruluşlara yazılmış açık mektuplar, okuyucu
mektupları ve bunlara verilmiş cevaplar özellikle okunmuş ve derginin ana söylemi
belirlenmeye çalışılmıştır.
Yapılmış olan çalışmada hedeflenen en iyi sonuca ulaşabilmek için okumaların
kapsamı belirli tutulacak ve kendi bağlamı içerisindeki erişilen tüm kaynaklardan
azami ölçüde faydalanılmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken sosyoloji disiplininin
metotlarından faydalanılmış ve çalışmanın kapsamı dışına çıkılmamaya özen
gösterilmiştir.
10
olabilmektedir. Yaşanmış olayların bütününe hâkim olamamış olamamak, yazarların
kurumlarla ve insanlarla ilişkilerine dair bilgi sahibi olamamak yazıların bazılarının
anlaşılmasını zorlaştırmıştır.
Ayrıca dergide yazıların tasnifinin yapılması oldukça zordu çünkü yazılar tek
bir başlığa uygun olarak yazılmamıştı. Bu durum yazıları sınıflandırmada zorluk
çıkarmış ve başlıkların belirlenmesi de aynı şekilde zor olmuştur. Birbirinden
ayrılamayacak içerikleri sınıflandırmak için derginin tüm sayıları üç farklı zamanda
baştan sona okunmuş ve mümkün olduğunca benzer içeriklere uygun yazılar bir başlık
altında toplanmıştır. Bir yazı ileriki bölümde görüleceği üzere hem din düşmanları ile
alakalı olabilirken hem de dini eğitim vermek ve aynı zamanda da din görevlilerinin
durumunu anlatabilmektedir. Ya da bir yazı aynı zamanda din düşmanı olarak görülen
gruplardan hem Aleviler hem de Misyonerle alakalı olabilmektedir. Bu durum tasnifi
zorlaştırmış ve başlıkların belirlenmesi için de süreyi uzatmıştır. Yapılan çalışma
detaylı inceleme gerektirdiği için bu durum belli bir zaman kaybı ve verim
düşüklüğüne neden olmuştur. Yine de yapılmış olan çalışmada en iyi ve en uygun olan
yapılsın diye gerekli çaba harcandı. Tasnif yapılırken benzer içerikler için başlıklar
belirlendi ve bu başlıklara dâhil olabilecek yazılar incelendi. Bu durum bazı yazıların
konu dışı gibi görünmesine ve dışarıda bırakılmasına sebep oldu. Mümkün olduğunca
çalışmanın sınırlılıkları dâhilinde modernleşme ile birlikte gelen sorunlar hakkında
yazılan yazılar ele alındı.
Ancak dergilerin içeriğinde anlaşılması ve sınıflandırılması zor olan şeyler olsa
bile derginin tüm nüshalarının dijitalleştirilmiş olması çalışmayı uygulanabilir kılan
en önemli şeylerden biriydi. Çalışma süresi boyunca kullanılan dijital platformun
(www.idp.org) anahtar kelimelerle filtreleme yöntemi kullanılarak arama yapma
imkânı tasnif açısından en önemli kolaylaştırıcılardan biriydi.
11
2. KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE
2.1.1. Modernleşme
12
aşamalı olarak ve hatta bazı değişikliklere uğrayarak yayılması sürecidir. Halil
İnalcık’ın modernleşme kavramı hakkında sosyoloji disiplininden hareketle verdiği,
tanım aydınlatıcıdır:
“Sosyoloji modernleşme kavramını, ileri-geri medeniyet, tekamül ve
terakki gibi değer hükümlerinden sıyırarak kültür değişimi kavramı içinde
mütalaa eder. Bu da, Molinovski'nin genel tarifini kabul edersek, "bir
cemiyetin mevcut nizamını, yani içtimai, maddi ve manevi medeniyetini bir
tipten başka bir tipe çeviren bir süreç (process us )tir:' (İnalcık, 2016: 93).
Burada söz konusu olan (bir tipten başka bir tipe) değişim artık sadece Avrupa
ile sınırlı kalmayıp, Avrupa dışına ihraç edilen modernleşmenin hemen her alandaki
değişimlerini kapsar.
Yeni bir dünya tasavvuru olan modernleşme kavramı özne olarak insanı
gündeme getirmiştir. Tek tip insan modeli, daha hızlı, daha faydalı ve daha güçlü
olanın ayakta kalıp geri kalanlara ne olduğunu düşünmeye bile fırsat bulamayan bir
insan modeli sunmuştur. Milliyetçilik, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar da bununla
beraber gelişen kavramlardır. Her milletin özgürce kendi devletini kurması, her
insanın eşit olduğu fikri kısa zamanda tüm dünyada yankı uyandırmıştır.
Özellikle çok uluslu devletler bu ideolojilerden etkilenmiştir. Avrupa’da
toplumun talebi ve çabası hatta mücadelesi neticesinde ortaya çıkmış olan
modernleşme Türk toplumunda farklı şekilde ifadesini bulmuştur. Dönemi için çok
uluslu devletlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu da tüm bu gelişmelerden nasibini
almış ve sürece dâhil olmuştur.
Osmanlı’da modernleşme hareketleri aşamalı olarak başlamış ve çoğunlukla
dış dünyanın etkisi ile gerçekleşmiştir. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nde Tanzimat
fermanıyla modernleşme sürecinin başladığı kabul edilir (Eroğul, 2013: 177). Bu
görüşe rağmen aslında eğitim alanında, askerî alanda da bazı yeniliklere başlanmış
olduğu ve modernleşme sürecini bu adımlarla başladığı görüşü de kabul edilebilir.
Matbaanın getirilmesi (1727), her ne kadar kullanımına geç başlanmışsa bile basım-
yayın alanında modernleşmenin bir adımı olarak görülebilir. Sultan I. Mahmut dönemi
(1730- 1754) askerî alanda yapılan değişimler Avrupaî kılık kıyafetler ya da ordu
düzeni gibi Avrupa’dan alınan bazı örnekler ile yapıldı. III. Selim döneminde yurt
dışına daimi elçi (1793) ve öğrenci gönderilirken Batıya gönderiliyor ve yenilikler
oradan alınan raporlar ile düzenlenmiş oluyordu. Tanzimat Fermanı ise (1839) hukukî
13
alanda en belirgin yeniliklerin yapılması ve çoğu noktada toplumun tümünü
ilgilendiren maddeler olması bakımından başlangıç sayılmış olabilir.
Dolayısıyla Osmanlıda atılmış adımların çoğu aşama aşama kendi içinde
modernleşmeyi başlatmıştır. Bürokratik gelişmeler, artık resmi kurumların gittikçe
kendi içinde bürokratik bir hal alması da farklı noktada modernleşmenin bir adımı
sayılabilir. Nitekim netice itibariyle hemen tüm kurumlar ve yaşamın her alanında
modernleşme adımları gün geçtikçe artmıştır.
Osmanlı’da modernleşme hareketleri kurumsal alanda yapıldığı gibi düşünsel
alanda da çeşitli adımlar atılmıştır. Kurumsal alanda yapılmış olan her yenilik yönetici
sınıf tarafından meydana gelmiş bir modernleşme hareketi sayılabilir.
2.1.2. İslâmcılık
14
noktalarda eleştiride bulunacak bir fikir akımıdır. Bu fikir akımları yer yer bir ideoloji
biçiminde tezahür etmiş ve bunlardan biri olan İslâmcılık günümüze kadar uzanan bir
düşünce biçimi halini almıştır. “İdeolojiler genellikle mevcut toplumu anlamaya çalışır
ve çoğu kez toplum ve hayatın nasıl olması veya geliştirilmesi gerektiği konusunda
teoriler, inançlar veya politik manifestolar sunarlar.” (Slattery, 2014: 249). Bu açıdan
bakıldığında İslâmcılık tam da bir ideoloji olarak gündeme gelmiştir. Ülkenin nasıl
olması, insanların nasıl yönetilmesi gerektiğini açıklayan ama bundan önce bir tahlil
yaparak nerede hata yapıldığını anlamaya çalışan bir ideoloji. “İslâmcılık akımının
doğuş dönemi aynı zamanda dünyada ideolojilerin doğuş dönemidir.” (Şentürk, 2015:
40). Durumu anlama çabası, sorunu tespit etme hususunda çok etkili olmuş ve çözüm
önerisi de bu bağlamda geliştirilmiştir. Bir sona gidildiği ve ülkenin geri kalmasının,
sebepleri konusunda fikirler üretilirken, İslâmcılık akımını ortaya atan fikir insanları
temelde sorunun İslâm’dan uzaklaşmakta olduğu öne sürmüştür. Dönem içinde
İslâm’ın terakkiye engel teşkil edip etmediği tartışılmış, İslâmcı düşünürler bu görüşün
aksine İslâm’dan, dinin esaslarından uzaklaşmanın terakkiye engel olduğunu ve
geriliğin sebebi olduğunu ileri sürmüşlerdir (Berkes, 2018). Said Halim Paşa daha
farklı sebepler de olabileceğini ifade ederek esasında ne gibi sorunlardan söz edildiğini
eserinde açıklamıştır. “Gerilemeyi ise, bir kısmı, hükümdarlarımızın istibdâdına,
diğerleri âlimlerimizin bilgisizliğine ve kimisi de işin başında bulunanların
beceriksizliğine bağladılar. Geriliğimizin sebeplerini, dinin emirlerine karşı
gösterdiğimiz ihmale yahut dindeki taassubumuzda veya kadere olan tevekkülümüzde
bulanlar da oldu.” (Said Halim, 1998: 159).
İslâmcılık için en temel olarak; öze, ana kaynaklara dönüş ve bunlardan
hareketle yaşamın her alanında bir eylemlilik hali şeklinde bir yorum yapılabilir.
Nitekim Hamidullah, Hz. Peygamberin misyonundan bahsederken “O, sadece ezeli ve
ebedî hayatı yeniden inşa etmek ve önceki peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri
ama Adem ile Havva’nın soyundan gelenlerin can sıkıcı tarihlerinde baş gösteren
savaş ve ihtilaller sonucunda bozulup kaybolmaya yüz tutan şeylere güncellik
kazandırmak gibi bir işlevi olduğunu da bildirmiştir.” (Hamidullah, 2004: 24)
ifadelerini kullanmıştır. Burada bozulup kaybolmaya yüz tutmuş şeylere güncellik
kazandırmak ifadesi İslâmcılık düşüncesinin tanımı için temel dayanak olacaktır. Bu
çalışmada İslâmcılık, var olan fakat orijinal halinde korunamamış olanı yeniden inşa
15
etmek ve gündelik hayatta uygulanabilir bir hale getirmek için düşünsel ve eylemsel
çaba olarak ele alınacaktır. Bunun için İslâmcılığı siyasal ve kültürel alan ayırt
etmeksizin her alanda hem fikir üretmek hem de eylemde bulunmak olarak
yorumlanması uygun görülmüştür. “İslâm’ı, kültürel İslâm-siyasal İslâm gibi ikisinden
birini seçmeye memur olduğumuz parçalara ayırmanın; gerek sosyo-kültürel
gerçekliğin, gerekse bütünsel bir gerçek-bilgi-yaşam sistemi olarak İslâm’ın doğasına
aykırı olduğu daha net bir şekilde anlaşılabilecektir.” (Erkilet, 2015: 64). Bu konuda
İslâmcılık tanımına genel yaklaşım bu şekilde olacaktır.
Dönem içinde belki de zamanla sistemli, ideolojik bir hareket halini alacak ya
da daha sonra bilinçli bir ideolojiye dönüşecek olan İslâmcılık akımı toplumu anlama
ile başlamıştır. Sorun tespiti her zaman çözüm önerisini de beraberinde getirecektir.
İdeolojilerin özellikleri bahsinde buna kısaca değinilmişti. İslâmcılık siyasi bir hareket
olduğu gibi ideolojik bir harekettir çünkü bir ideolojide olması gereken özellikler
taşımaktadır (Şentürk, 2015). İslâmcılık akımının bu tanıma uyduğu anlaşıldığı gibi,
Tunaya da neden bir siyasi ve ideolojik olarak düşünüldüğünü açıklamıştır.
16
ifade etmektedir. İslâmcılık, İslâmî hareket ya da İslâmlaşmak diye adlandırılan fikir
akımının farklı tanımları vardır:
2
Ziya Gökalp’in 1913’te yazdığı “üç cereyan” başlıklı makalelerinden söz ediyor.
17
ifade etmekte, “Müslüman”ın önüne geçmişti ona göre, bu kabul git gide
“İslâmi Hareket”e yayıldı (Bora, 2018: 415).
İslâmcılık adı çok tercih edilmemiş, ancak eylem halinde yahut bunu dava eder
durumda olan kişiler için en uygun kelimenin bu olduğu artık kabul görmüştür.
Nitekim Kadir Mısıroğlu’da en sonunda bu terimi kullanmaya ikna olmuş ve AKP
tarafından düzenlenen bir sempozyum için Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve
Hareketi Sempozyumu verilmiştir. Çünkü savunulan düşünceler gerçekten de
Müslüman olmanın bir gereği olsa bile her Müslüman aynı şekilde siyasi bir talebe
veya bunu ifade edebilecek imkâna sahip olmayabilir. Bu bakımdan İslâmcı en kabul
gören kullananım olmuştur.
Buraya kadar saray dışı olan ve yeniden siyasi bir alan açmayı ya da mevcut
alanı korumayı amaçlayan İslâmcılıktan söz edildi, nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığına
yönelik bazı noktalara değinildi.
Siyasi arenada uygulanan Panislamizm fikri dünya üzerindeki tüm İslâm
toplumlarının siyasal anlamda bir araya toplanması ve halifeye tabi olması gibi
faydaları ve/ya getirileri üzerinden kurulmuş bir politikadır. Bu düşünce Osmanlı
devlet bütünlüğünü korumaya yönelik iyi bir hamle olarak görülmüş, II. Abdülhamit
döneminde de Panislamizm adıyla uygulanmış ve siyasi bir hareket halini almıştır.
“Abdülhamit devri Panislamizm’inin iki ekseni vardır. Bunlardan biri, Osmanlı
Müslüman teb’asını “İslâm” bayrağı altında toplama çabasıdır. Bir diğer eksen, dış
ülke Müslümanlarının Halifelik makamı etrafında toplanmasıydı.” (Mardin, 1992: 93).
Ancak bu fikre daha doğrusu uygulanma biçimine bakılacak olursa ülke içindeki diğer
dinlere mensup olan milletleri dışladığı düşünülebilir. Muhtemelen bu sebeple
Abdülhamit, aynı anda tüm bu fikirleri uygulamaya çalışmış olduğu tahmin
edilmektedir.
18
ulusları da överek Osmanlıcılık politikası kimi zamanda söylemleri ile tam bir
Türkçülük politikası izlemiştir. Şurası kesindir ki, Sultan Osmanlıya dayanan ve
İslamiyet’in faydalı bir şekilde kullanılmasını amaçlayan bir anlayış sergilemiştir
(Mardin, 2010).
Kısaca siyasal ortamda gündeme gelmiş olan İslâmcılık Osmanlı son
döneminde ortaya çıkmış ve ülkeyi yıkılmaktan kurtarmak için İslâmi esaslara
dönülmesi gerektiğini savunan ve II. Abdülhamit tarafından da siyasal gücünü
korumak maksadı ile siyasi bir hamle olarak kullanılmış bir ideolojidir. Bu noktada
Erkilet’in vurguladığı amaçsalcı ve araçsalcı yaklaşım bakımından ele alınacak olursa
“bütünsel bir değerler ve hükümler sistemi olarak İslâm’ın siyasetin aracı mı yoksa
amacı mı olduğudur. … temelde İslâm’i olmayan amaçlarla Müslüman kitlelere nüfuz
etmeye çalıştıklarını vurgulamaktadır.” (Erkilet, 2015: 78) ifadelerinden
Panislamizm’in İslâm’ı siyasi bir araç olarak kullanma şekli olduğu anlaşılacaktır.
Yani uygulanan İslâm birliği gibi politikalar devletin bekası için birer araçtır ve asıl
amaç devletin yıkılmasını engellemeye çalışmak veya geciktirmektir. Bazı tanımlarda
siyasal İslâmcılık adı ile yer alan ve yalnız siyasi hedefleri gündemde tutan fikir
akımına karşı yaklaşım Erkilet’in amaçsalcı / araçsalcı kavramsallaştırması üzerinden
olacaktır.
Bu çalışmanın konusu olan Ehli Sünnet Dergisi’nin -ilgili bölümde detaylı
değinilecek- İslâmcı bir dergi olmadığı, İslâmî içerikli bir dergi olduğu gözlenecektir.
Nitekim Zapsu da dergideki yazılarından hareketle İslâmî hassasiyeti yüksek ve âlim
bir kişi olabilir fakat yukarıda verilen tanıma tam anlamıyla uymadığından dolayı
İslâmcı bir kişidir denilemez. Derginin içeriğine bakıldığı zaman tek bir çizgide devam
eden, İslâmî bir siyasi hedefi olan, yazıları ve yaşam tarzında tutarlılık bulunan bir kişi
görmek oldukça zordur. İlgili bölümlerde bu konu ile ilgili detay verilecek olup
şimdilik yalnız Zapsu için İslâmî hassasiyeti yüksek bir yazar ve dergisi için de İslâmî
içerikli bir dergidir demekle yetinilecektir.
19
yazılar detaylı incelendiğinde bu soruların cevabı bulunmuş olacaktır. Ancak ülkenin
içinde bulunduğu durum ve bu duruma gelene kadar yaşanan süreçler de soruların
cevabının nerede aranması gerektiğinin ipuçlarını verir. Çünkü dönemi tanımadan,
dönemin nasıl yorumlandığını anlamaya çalışmak olanaksızdır. Nitekim Kayalı da
durumu benzer şekilde değerlendirmiştir; Zaten bütün mesele zamana ve zemine
dikkat etmek, zamanın ruhunu ıskalamamak. Ancak böylelikle dönemi ve dönem
içindeki düşünce akımlarını anlamak mümkün (Kayalı, 2018). Toplumsal olaylar
beraberinde bireysel eylemleri ve bireylerin düşünce sistemlerini de etkiler ve bu kendi
içinde aslında sürekli bir üretim ve yeniden üretim ilişkisi barındırır. İslâmcı düşünceyi
ortamından, içine doğduğu ortamdan, ortamın somut şartlarından ve düşünsel
geçmişinden soyutlamak mümkün değildir.
Bu sebeple derginin alt yapısını hazırlayan tarihsel ve toplumsal
olgulara/olaylara değinilmesi gerekli görülmüştür. Dergiler, dönemin özellikle 1945-
46 yılları ile birlikte, en önemli düşünce paylaşım platformu olmuştur. 1940’lı yıllar
boyunca da düşünsel anlamda en etkili hamleler siyasal partiler ve dergiler olmuştur.
Dergiler de genellikle bir düşünce adamının damgasını taşımıştır (Kayalı, 2018).
Bireysel olarak ya da grup halinde çoğu kişi kendi fikirlerini, eleştirilerini dile
getirmek için basın yolunu kullanmıştır. Ya dergi ya da gazeteler aracılığı ile
düşünceler aktarılmış ve akademik tartışmalar yürütülmüş ve iletişim bu yöntemle
sağlanmıştır. Entelektüel tartışmalar, resmi kurumlar ve kuruluşlardan istek ve
şikâyetler, edebi metinler dergiler aracılığı ile ilgililere sunulmuştur.
Her düşünce grubu kendi fikirlerini sunmak ve görüşlerini ifade etmek için
çeşitli yayın yöntemlerini kullanmıştır. Kadro Dergisi 1932’de inkılapları halka
tanıtmak amacı ile yayın hayatına başlamıştır. Türk Yurdu Dergisi milliyetçi
görüşlerini tanıtmak ve yaymak için 1911 yılında ilk sayısını yayınlamıştır ve 1943’te
Necip Fazıl, Büyük Doğu’da İslâmi yayın yapmak amacı ile ortaya çıkmıştır. Bunlar
farklı düşüncelere sahip grupların dönem içinde yayınlanmaya başlayan dergilerdir ve
dergicilik faaliyetlerinin ne kadar önemli olduğunu gösteren örneklerdir. İslâmcı
muhafazakâr dergiler, 1945 yılından sonra daha bir rahat ortama kavuşmuşlardır. Tabii
durumu kısmi bir rahatlık olarak telakki etmek gerekmektedir. Ve hiçbir biçimde
milliyetçi dergiler kadar olmamıştır (Kayalı, 2018).
20
Ehli Sünnet için bakıldığı zaman derginin ilk yayınlandığı yıldan 25 yıl
evvelinde Osmanlı Devleti olan ülke o dönemde artık Türkiye Cumhuriyeti olmuş ve
yönetim şeklinden diline, alfabesine, eğitim sistemine, vergilendirmeye ve hatta kılık
kıyafete kadar gündelik hayata kadar dokunan ciddi değişimler meydana gelmiştir.
Bu durum hem halka hem de ulema kesime derinden tesir etmiştir. Dönemin
ilim ehli, halkı bir nevi teskin etmek için ve bir yandan da yeni yetişen neslin kaygısına
düştüklerinden ötürü çeşitli dergiler, gazeteler ve farklı yayın organları ile halk ile
iletişime geçmeye çalışmışlardır. İslâmcı dergiler bunun bir ürünüdür.
Bu dergileri gündemine alan ve 2013’ten beri dergilerin nüshalarının
toplanarak bir kitaplık oluşturulması hem de dijital ortama aktararak herkesin
erişimine imkân sağlanması için çalışan İslâmcı Dergiler Projesi ekibinin bunu neden
yaptığı sorusunun cevabı buradadır. Tüm dergileri toparlayıp belli zaman dilimlerinde
ortaya konulmuş olan görüşleri, ilmi tartışmaları ve yazın dünyasının süreçleri ele alış
biçimleri gündeme getirilmiştir. Esasında bu dergilerin tarihsel serüvende ne derece
büyük bir önem taşıdığını gösteren en nemli şeydir, çünkü dergilerin hemen hepsinde
döneme dair izler görmek mümkündür ve proje kapsamında dergilerin tümüne
ulaşılması hedeflenmiştir. Proje başladığı zamandan itibaren üç sempozyum
düzenlenmiş ve bu sempozyumlarda İslâmcı dergileri konu alan onlarca çalışma
sunulmuştur. Çeşitli yayınlar ile bu çalışmalar okuyuculara da sunulmuştur.
Tüm bu çalışmalar aslında dergilerin dönemi, toplumu anlama ve anlatmada ne
kadar çok şey sunduğunun göstergesidir.
21
Ülke içi hareketlerin diyalektik oluşu gibi dünya gündemi de tek tek ülkeleri
etkilemekte ve bir anlamda iç siyasal hatta sosyal durumu belirlemektedir. Bu
bağlamda Osmanlı ve Türkiye gündemi de Dünya gündeminden bağımsız olarak
düşünülemez. Bu açıdan, bu bölümde, siyasal ve sosyolojik olarak Osmanlı ve Türkiye
gündemine değinilecek ve bunlar birbirini doğuran durumlar olarak ele alınacaktır.
Osmanlı ve Türkiye gündemleri ve tarihsel olarak denk gelecek şekilde dünya
gündemi, siyasi, sosyolojik ve kültürel bağlamlarda kısaca ele alınmaya çalışılacak;
devamında ise Osmanlı son dönemlerinde siyasal gündemle ilişkili olarak ortaya çıkan
ve birer siyasi hamle değeri olan Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık gibi düşünce
akımlarına yer verilecektir.
Yani zaman ve zemin olarak kabaca bir resim ortaya konulacaktır.
Yukarıda belirtilenler iki aşamalı olarak ele alınacaktır. İlk aşamada Osmanlı
modernleşme sürecine girişi ve bu süreçte izlenen önemli politikalara değinilecektir.
Bu aşamada ülkeyi bir arada tutmanın yolları olarak ortaya atılan fikir akımlarının
doğuşundan söz edilecektir. Devamında ise cumhuriyet sonrası Türkiye’ye bakılacak
ve cumhuriyet öncesi sürecin sonraki süreçler ile ilişkisi işlenecektir. Açıktır ki bu
süreçte ortaya çıkmış olan fikir akımlarının temellerinin bu siyasi ve sosyolojik
gündem takip edilmeksizin anlaşılması oldukça zordur.
Aynı dönemde ortaya çıkmış olan düşünce akımları bir arada düşünülmeden
tek bir tanesinin anlaşılması zordur. Bu sebeple ikinci olarak süreç içindeki kabul
görmüş ve hakkında tartışılmış Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi önemli düşünce
akımlarına yer verilecek ve bu düşünce akımları ele alınırken her birinin amaçları ve
öncüleri kısaca tanıtılacak son olarak da bu akımlardan biri ve bu bölümün konusu
olan İslâmcılık akımı incelenecektir. İslâmcılığın; Türkiye’de ortaya çıkış ve ele alınış
biçimi, siyasi ortamda ve toplumda nasıl karşılandığı, dönem içinde ne tür tartışmalara
konu edildiği açıklanıp, hangi soru(n)lara ne cevaplar verdiği veya vermeyi
hedeflediği kısaca açıklanmaya çalışılacaktır. En son olarak da bunun toplumsal
tezahürlerine odaklanılacaktır.
Osmanlı Devleti, birliğini korumak ve yıkılışı önlemek için yeni yollara
başvuracaktı. Bu düşünceler, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslâmcılık fikirleridir.
Bunların garpten feyz alınarak ortaya atıldığını düşünen Akçura: “Birincisi, Osmanlı
hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti
22
vücuda getirmek. İkincisi, hilâfet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında
olmasından faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten
birleştirmek (Frenklerin “Panislâme” dedikleri). Üçüncüsü ırka dayanan siyasi bir
Türk milleti teşkil etmek.” (Akçura, 2012: 35) ifadeleri ile durumu özetlemiştir.
Anlaşılacağı üzere bu üç farklı yaklaşımın her biri ayrı ayrı Osmanlı devlet
bütünlüğünü korumaya yönelik girişimlerdir. Bu fikir akımlarının, kimler tarafından
ortaya atıldıkları ve ne şekilde uygulandıkları önemlidir. Bu sebeple bunlara yer
verilecek ve en son olarak da İslâmcılığın toplumsal tezahürüne değinilecektir.
23
toplulukların birbirine rakip milliyetçi özlemleri ve Ortodoks kilisesine hâkim olmak
için Bulgarlarla Yunanlar arasında süren mücadele Makedonya’daki durum
denetlenemez hale getirmişti. Gizli komiteler büyük güçleri müdahale etmeye
kışkırtmak için terörizm ve gerilla taktiklerinden yararlanıyorlardı.” (Zürcher, 1996:
125). Hem dini hem de milli kaygıların bu düşünceyi sekteye uğratacak yönleri olduğu
açıktır. Osmanlı Devleti din ve ırk ayrımını bütünüyle ortadan kaldırmaya
hazırlanırken bir yandan da halk içinde dini ve milli kaygılar yer etmekteydi. Bu
durumda Osmanlılık fikri çok uzun soluklu olarak kullanılmaya müsait bir fikir
değildi. Nitekim Osmanlıcılık fikri yerini, kendi içinde aşamalı olsalar da, aynı zaman
diliminde ortaya çıkmış bu düşüncelerden bir diğerine Türkçülük akımına bıraktı.
Türkçülük düşüncesi; aslında bir kültürel akım olarak ortaya çıkmış ancak
sonradan siyasal bir boyut kazanmıştır. “Şinasi’nin gazetesinde başlattığı açık, veciz
Türkçe gazete tiryakisi olan kişilerin sayısını arttırmıştı… Edebiyatın, daha geniş bir
okumuşlar kitlesini etkiler duruma getiren edebi dilin bu şekilde oluşması bir süreden
beri başkentte tartışılan Türklülük konusunu tabii olarak gündeme getirdi.” (Mardin,
1992: 96). Bu fikrin öncülerinden biri Hüseyinzade Ali Turan’dır (Mardin, 1992: 97).
Bu fikir de yoğun bir şekilde eleştiri almıştır. Bu eleştirilerin en önemlisi,
Türkçülük akımının, Osmanlı içindeki diğer milletlerin kaybedilmesini göze almak
olduğu yönündeki eleştiriydi. Yusuf Akçura’nın makalesine cevaben Ali Kemal
tarafından yazılmış Cevap’ta Osmanlı’yı, Türk’ten, Türk’ü İslam’dan ayırmanın
imkansızlığına değinilmiştir (Akçura, 2012). Bu fikir de çok uzun soluklu olmamış ve
çarenin burada olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Gerçi ileride kurulacak olan Türkiye
Cumhuriyet’i de bundan farklı bir ideoloji ile kurulmamış, en nihayetinde dünyanın
gereğine/getirdiğine uyularak bir ulus devlet yapısı inşa edilmiştir. Ancak Osmanlı
Devleti’nde kabul alması zor bir ideoloji olmuştur.
İslâmcılık akımı; Şerif Mardin’e göre genel bir “Müslümanca” tepki olarak,
şekilsiz, fakat ısrarlı bir “arka plan” unsuru olarak ortaya çıkıyordu. Dönemin aydınları
bir bakıma tepkisel sayılabilecek bu fikir ile aslında Osmanlıların Tanzimat’la birlikte
kültür benliklerini kaybetmeye başladıkları (Mardin, 1992) düşüncesi ve endişesi ile
bir toparlanma hareketi geliştirmeye çalışıyordu. “… Tunaya’ya göre bu harekete
“İslâmcılık” demek yerinde olur. Önderleri arasında tarihçi ve devlet adamı Cevdet
Paşa’yı ve Şirvanizade Rüşdü Paşa’yı saymak mümkündür.” (Mardin, 1992: 91).
24
Aydınların ortaya koyduğu İslâmcılık düşüncesi ile Siyasi arenada ortaya çıkan /
kullanılan ve adına Panislamizm denilen İslâmcılık fikri oldukça birbirinden farklıdır.
Daha evvelde değinilen nokta tam da budur, aydınların ortaya koyduğu İslâmcılık
fikri, amaç olarak İslâmî hedefler ile yola çıkmışken Panislamizm araç olarak İslâm’ı
gündemde tutmuştur.
Hem dini hem de milli farklılaşma ortak bir merkezî değerler sisteminin
olmayışı elbette durumu hayli zorlaştırmıştır.
Ancak İslâmcılığın farkı bu şekilde siyasal bir hamle olarak başlamış olsa bile
cumhuriyet sonrasında belki de Şerif Mardin’in ilk tanımına uygun olacak biçimde
Müslümanca bir tepki olarak hep yeniden doğmuş ve günümüze kadar da varlığını
korumuştur. İslâmcılık, artık kültürel bir tepki olarak ele alınacak ve Panislamizm’den
çok farklı bir şekilde belki ancak ümmet olma bilincini hissetmek ve hissettirmek adına
25
kimi zaman Türkiye dışındaki İslâm coğrafyalarının da adı geçerek var olacaktır. Fakat
genel olarak Türkiye’de İslâmcılık 1950’lerde Abdurrahim Zapsu’nun dergisinde
sıklıkla belirttiği gibi ülke içindeki düşmanlar ile mücadele etmekte bir dayanak
olacaktır.
Burada da İslâmcılığın ilk olarak ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktığı
problemine yönelik farklı görüşler mevcuttur. Bazı düşünürler Tanzimat’a karşı
tepkisel olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Şerif Mardin de Tanzimat Döneminde
ortaya çıktığı yönünde fikir belirtmiştir. Ancak şekilsiz ve esasında Müslümanca bir
tepki olarak yani daha tam bir ideolojik hareket sayılmayacak bir biçimde olduğunu
belirtiştir. Burada İslâmcılığın tam bir ideoloji olmaksızın şekilsiz olarak ortaya çıktığı
zamanın mı yoksa hakkında yoğun tartışmaların yapıldığı zamanın mı başlangıç
sayılacağı konusu görüşlerin farklılığına sebep olmaktadır. Bu soruya verilen cevaplar
genellikle Kuleli vakası, Yeni Osmanlıların düşünsel yaklaşımları ve II. Abdülhamit
devri çerçevesinde kalmaktadır (Şentürk, 2015). Tanzimat fermanının “bütün milletler
eşittir” ve çok bilinen “gâvura artık gâvur denmeyecek” gibi ifadeleri Müslüman halkı
endişelendirmiş ve millet-i hâkime olmak özelliklerinin tehlikeye girmesinden edişe
duymuşlardı. “Tanzimat’a karşı ilk siyasal tepki, Osmanlı devletinin çağdaşlaşma
sorununun gerektirdiği reformlar onu Batı devletlerinin baskıları altına soktuğu halde
(ya da bu yüzden), reformları Müslüman halka yarar sağlamamasının yarattığı
tepkidir. Buna ulusçuluk (Türklük) tepkisi demekten çok şeriatçılık (Müslümanlık)
tepkisi demek gerekir.” (Berkes, 2018: 271).
İslâmcılığın, Kuleli vakası ile başladığı yönünde görüşler ortaya atılmış ancak
Kuleli vakası ideolojik sayılmayacak kadar tepkisel bir çıkıştır. Kuleli vakasının
esasında İslâmcılık akımının tam olarak yansıtılmadığı, olayların bu bağlamda
ilerlemediği yani başlangıcı sayılamayacağı daha kabul görmüştür. Bu olayın
Müslümanca bir tepki de olsa iç yüzüne dair açık bir bilgi olmadığı için hakkında kesin
bir şey söylemenin zor olduğu bildirilmiştir.
26
Bunun dışında İkinci Meşrutiyet döneminde ortaya çıktığına ve bütünüyle
şekillendiğine yönelik görüşler de mevcuttur ve bu görüş daha fazla kabul görmüştür.
“İslamcılık akımının bir ideoloji olarak doğuşunu II. Meşrutiyet sonrasında görmek
ama Yeni Osmanlıların İslamcı söylemlerinin de İslamcılığın ideoloji olarak
geliştirilmesinde önemli bir katkı sağladığını kabul etmek daha doğru olacaktır.”
(Şentürk, 2015: 29). Burada da asıl tartışma Yeni Osmanlıların İslâmcılığı gündeme
nasıl getirdiğidir, çünkü İslâmcılık sıfırdan bir sistem üretmek değil, var olan sisteme
eskiden delil getirmek suretiyle ifade edilmiştir. Başka bir açıdan bakıldığında yani
tartışmanın tam odağı olan noktaya gelindiğine; ana kaynaklara geri dönerek, İslâmi
esaslara uygun bir siyasi anlayış öne sürmek mi yoksa yalnızca söylem olarak mı ifade
bulmuştur? Burada daha önce de değinilen Erkilet’in amaçsalcı/araçsalcı yorumunu
hangi tutumun gerçekten İslâmcılık olduğuna açıklık getirmek için hatırlamak faydalı
olacaktır. “…Osmanlı sosyalistleri, sosyalizmi İslâm’la telif ederek anlatmaya
çalışırlarken, hepsi ve sadece popülarizasyon ve meşrulaştırma kaygısıyla yapmıyordu
bunu, bu arayış bir ‘samimiyeti’ de barındırıyordu.” (Bora, 2018: 26).
Bu dönem için esas tartışılan şey; İslâmcılığın cidden inançlarla ilgili olarak
yani amaç olarak mı gündemde olduğu yoksa İslâmî terimlerle süslenmiş bir dil
vasıtasıyla düşüncelere İslâmi görünüm mü verildiğidir. “İttihatçılar ancak siyasal
çıkarlar gerektirdiği zaman devletin İslâmî niteliğini vurgulamaya hazırdılar; tıpkı
1914-1916 yıllarında, Arapların sadakatini ve sömürgelerdeki Müslümanları desteğini
kazanma gayreti içerisindeyken davrandıkları gibi. En açık ifadesini 1914’teki cihad
ilanıyla bulan bu siyaset sonunda her iki amacında da başarısızlığa uğramıştı.”
(Zürcher, 1996: 190). İslâmî terimlerin düşünceleri meşrulaştırma yönünde araç olarak
mı kullanıldığı gündeme gelmiştir. “Yani saraya karşı yürüttükleri mücadelelerinde
halkın nazarına tasvip görmek için İslâm’a müracaat edilmektedir. Bir başka ifade ile
İslâm amaç değil araç konumundadır.” (Şentürk, 2015: 28). Tanıl Bora’nın eklektisizm
diye adlandırdığı bu tavır “Göreneksel, eski, “alaturka” ve çoğunlukla da dinî olanı,
asrî, yeni, Batılı olanla birbirine mandallayarak vaziyeti kurtarmaya çalışan tutum.”
(Bora, 2018: 27).
İslâmcılık, farklı bakış açıları ve farklı yaklaşımlarla gündeme gelmiştir ancak
Said Halim Paşa’nın ve bu konuda kafa yoran birçok insanın ortak görüşü, toplumsal
düzen ve siyasal hâkimiyet alanında İslâmî esaslara dönüş yapılması gerektiği
27
yönündedir. “… anayasayı destekleyen İslâmî yenileşme ya da reform taraftarlarının
büyük topluluğuydu. Sait Halim Paşa, Mehmet Akif (Ersoy) ve Eşref Edip (Fergan)
gibi kişilerin dâhil olduğu bu topluluğun önde gelen yayın organı Sırat-ı Mustakim idi
ve 1912’den sonra ise Sebilürreşat diye bilinecekti. Bunlara göre toplumsal
canlanmaya İslâmî değerlere geri dönüşle ulaşılacaktı.” (Zürcher, 1996: 191).
İslâmcılığın en önemli savunucularının fikirleri de anlaşıldığı gibi İslâmi esaslara
dönüşün terakkiye olanak sağlayacağı yönündedir. Zaman içinde tanımı, gündemde
oluş biçimi ve talepleri farklılık göstermiş olsa da İslâmcılık İslâm’ı dava eder bir
durumda olan Müslümanların ideolojik bir tavrıdır. Çoğu kez topluma seslenip,
toplumun sesi olmayı hedef edinmiş bir ideoloji olarak görünürlük kazanmış, yayın
hareketleri ile ilmî tartışmaların yürütülmesine olanak sağlayan bir pozisyonda
bulunmuştur.
28
devletin düzeltilecek bir unsuru olarak görülmüş ve modernleştirilmeye çalışılmıştır.
Yani süreç dönüşerek değil dönüştürülerek ilerlemiştir.
Bu süreçte dış dünyanın etkisi çok açıktır ve bu girişimlerin çoğunlukla
İngiltere’nin etkisi ile gerçekleşmiştir, bu reformların bazıları 1838 Ticaret Anlaşması,
1839 Tanzimat fermanı ve 1856 Islahat fermanıdır (Timur, 2013: 39). Fransız ihtilali
gerçekleşmiş ve çok uluslu tüm devletler gibi Osmanlı’nın da bekâsı tehlikeye girmişti.
Bu durumda Tanzimat resmen modernleşmenin ilk adımı oldu çünkü bu tarihe kadar
kendi kendine yeten Osmanlı, artık Avrupa’da baş gösteren Fransız ihtilali sürecinde
ortaya çıkmış olan hürriyet, eşitlik, milliyetçilik gibi bazı fikirlerden etkilenmeye
başladı. Çünkü Osmanlı, içinde yetmiş iki milletin bulunduğu, çok uluslu bir devletti
ve tebaasını bir şekilde kendi içinde tutmanın, bölünmemenin kaygısındaydı. Ancak
süreci nasıl karşılaması gerektiği, devleti sürecin kötü etkilerinden nasıl koruması
gerektiği konularında halk ve yönetici kesim kaygı duymaktaydı. Bazı ıslahatlar
yapılıyor ve bu ıslahatlar genellikle Reşit Paşa gibi kişiler tarafından
gerçekleştiriliyordu. “Islahatların babası Reşit Paşa, onun yetiştirmeleri olan ve
imparatorluk işlerini 1850-1860’larda yöneten Âli ve Fuat Paşalar, ünlü taşra
ıslahatçısı Mithat Paşa, ünlü yasa hazırlayıcısı Ahmet Cevdet Paşa gibileri
bürokrasinin en iyi temsilcileri olup son derece yetenekli kişilerdi.” (Zürcher, 1996:
102). Bu durumu ve tüm ıslahatları herkes benimsemedi ve çoğunlukla dini kaygılarla
ağır şekilde eleştiren bir kesim oldu. Bunlardan bazıları Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Bey,
Ali Suavî ve Namık Kemal’di (Zürcher, 1996). Dini kaygılarla yapılmış eleştiriler bir
açıdan da modernleşmenin etkisi yahut getirisi ile ideolojik bir akım olan İslâmcılık
düşüncesini doğurdu. “İdeolojiler genellikle mevcut toplumu anlamaya çalışır ve çoğu
kez toplum ve hayatın nasıl olması veya nasıl geliştirilmesi gerektiği konusunda
teoriler, inançlar veya politik manifestolar sunarlar.” (Slattery, 2014: 249). İslâmcı
düşünce de karşılaştığı bu süreç neticesinde Osmanlı toplumunun nasıl olması, nasıl
yönetilmesi ve dış dünya ile ilişkilerinde nasıl davranması gerektiği yönünde fikirler
üreten bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.
Eleştirileri ağırdı ve yönetimi ciddi anlamda rahatsız etmişti bu sebeple
sürgünler başladı ve bunun üzerine Mustafa Fazıl Paşa, Kemal ve Ziya’yı Paris’e davet
etti, çünkü kendisine katılmalarını istiyordu. Bundan böyle kendilerine Yeni
Osmanlılar ya da Fransızca Jeunes Turcs diyeceklerdi. Bu ilk defa Mustafa Fazıl Paşa
29
tarafından kullanılmıştı (Zürcher, 1996). Yeni bir hareket olarak ortaya çıkan Yeni
Osmanlılar yaklaşık 1865’e doğru şekillendi ve aslında Tanzimat’ın Reşid Paşa’dan
sonraki uygulayıcıları Âli ve Fuad Paşalara karşı bir başkaldırma olarak belirmişti
(Mardin, 1992: 86).
Yeni Osmanlılar ıslahatların Avrupa’yı kültürel anlamda örnek alınarak
uygulanmasına karşı çıkıyorlardı. Yeni Osmanlıların asıl amacını Şerif Mardin şu
sözlerle anlatmaktadır: “Yeni Osmanlılara göre Tanzimat’ın dayandığı bir temel
felsefe, ahlakî değerlerin kökünü oluşturacak bir zemin yoktu. Yeni Osmanlılar bu
boşluğu doldurmak için İslâm felsefesinden yararlanmayı teklif ediyorlardı.”. 1870’li
yıllarda artık Yeni Osmanlıların tüm üyeleri ülkelerine geri dönmüştü ancak çok iyi
örgütlenmedikleri için ve ülke bir kıtlık ve savaş sürecine girdiği için resmi bir
hareketlilik yaşandığı söylenemez (Zürcher, 1996). 1870li yıllarda demokratik bir
siyaset biçimi kurulacağına inanarak ülkelerine dönmüştü. Bu hemen hayata
geçirilecek bir şey olmasa da en azından farklı bir siyasi anlayış fikrinin temelleri
atılmıştı. Çıkardıkları Hürriyet, İbret gibi gazeteler ile bir kamuoyu oluşturmuşlardı
(Mardin, 1992: 90).
Ancak yine de ilk ideolojik hareket sayılacak olan bu girişim (İslâm
felsefesinden yararlanma teklifi –ki buna İslâmcılık denilecek-) ilk safhada değil de
gelecek yıllarda örneğin II. Abdülhamit 1876 yılında tahta çıktığı dönemden biraz
sonra, siyasi ideoloji olarak kullanılacaktı. İleride de bahsedileceği üzere uygulanan
İslâmcılık ile fikri anlamda ortaya koyulan İslâmcılığın arasında ciddi bir fark vardı ve
bu durum çoğu zaman yanlış değerlendirilen bir fikir (Mardin, 1992) olarak
yorumlanmıştır. Buradan da net bir şekilde anlaşılıyor ki; “din Osmanlı İmparatorluğu
için hem toplumsal hem de siyasal anlamda ortaya çıkan zorunluluklardan ötürü artık
“ideolojik” bir eksen kazandı.” (Mardin, 1992: 88).
30
set bir sansür vardı. Bu durumda, liberalizm, milliyetçilik meşrutiyetçilik gibi konula
kesinlikle tartışılamıyordu (Zürcher, 1996). Sultan Abdülhamit’in bu baskıcı tavrı Jön
Türklerin Hürriyetçi fikirlerine ters düşüyordu ve politikalarını sert bir şekilde
eleştiriyorlardı. Jön Türkler bir araya gelerek İttihad-ı Osmanî adı altında birleştiler.
“Cemiyetin bazı üyeleri padişahın zaptiyesi tarafından tutuklanmış, bazıları da
dışarıya, çoğunlukla Paris’e kaçarak tutuklanmaktan kurtulabilmişti. Bunlar Paris’te
risale ve dergilerde Sultanı sertçe eleştiren mülteci Osmanlı meşrutiyetçilerinden
küçük bir topluluk buldular.” (Zürcher, 1996). Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti
diye adlandırılacak olan bu topluluk ilk örgütlü muhalefet topluluğu olarak kabul edilir
(Zürcher, 1996).
Jön Türklerin en aktif üyelerinden olan Prens Sabahattin ve Ahmet Rıza İttihat
ve Terakki Cemiyetini kurmuşlardı ve çalışmalarını bu çatı altında yürütüyorlardı.
31
Ancak faaliyetlerini devam ettirmeleri sürekli engelleniyordu. “Başkente, tanınmış
bütün Jön Türkler toplandı ve uydurma bir duruşmadan sonra Trablusgarp’a sürgüne
gönderildi” (Zürcher, 1996: 132). Daha sonra sürgünde olan bazı cemiyet üyeleri
Paris’e kaçmayı başardı ve 1907’de bütün muhalefet hareketini Paris’te düzenlenen
bir kongrede birleştirmeyi hedeflediler (Zürcher, 1996).
Nitekim sonraki yıllar da bir Jön Türk dönemi olarak bilinir ve türlü iç sorunlar
hâsıl olmuştur, bir anlamda yönetime el koyan İttihatçılar meşruti bir yönetim şeklini
benimsemişti. Çağlar Keyder makalesinin devamında İttihatçıların 10 yıl süren
yönetim biçimi hakkında şunları söylemektedir: “Yalnızca on yıl süren Jön Türk
dönemi, İT’nin askeri önderlerinin Osmanlı işlerine burunlarını sokan Büyük
Devletler karşısında iğreti bir soluk alma fırsatı buldukları dört savaş yılını da içine
aldı.” (Keyder, 2013: 66).
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladı ve savaşa girmemesi yönündeki tüm
çabalara rağmen Osmanlı da savaşa girdi Said Halim paşa Savaşa girmeye neden
mecbur kalındığını “Savaşa Girmeye Mecburduk” (Paşa, 1998) başlıklı yazısında
anlatmıştır. “İtalya ve Fransa’nın sessiz onayı ile Britanya’nın müdahale etmeyici tavrı
olmasaydı Mustafa Kemal’in öncülük ettiği 1919-23bağımsızlık mücadelesi bu kadar
kısa sürede başarılamazdı.” (Keyder, 2013: 69).
32
Yeni Osmanlılar tarafından kendi görüşlerini İslâmî bir forma sokarak
meşrulaştırma aracı olarak kullanılmış olduğu ileri sürülse de esasında İslâmcılığın ne
tek bir tanımı ne de tek bir savunucusu vardır. İlk ortaya çıktığı zamandan bugüne
kadar halâ ne olduğu, kimler tarafından nasıl algılanıp nasıl yorumlandığı tartışılmıştır.
3
KANUN NO: 430.
TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU
Kabul Tarihi: 3 Mart 1340 ve 26 Recep 1342.
Resmi Gazete ile Neşir ve İlânı: 6 Mart 1340 - Sayı: 63.
3.t. Düstur, c.5 - s.322.
MADDE 1 - Türkiye dâhilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur.
MADDE 2 - Şer'iye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle
medrese ve mektepler Maarif Vekâletine devir ve raptedilmiştir.
MADDE 3 - Şer'iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekâtip ve medarise tahsis olunan mebaliğ Maarif
bütçesine nakledilecektir.
MADDE 4 - Maarif Vekâleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir
İlâhiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef
memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat edecektir.
MADDE 5 - Bu kanunun neşri tarihinden itibaren terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil olup
şimdiye kadar Müdafaai Milliyeye merbut olan askerî rüşti ve idadilerle Sıhhiye Vekâletine merbut
olan darüleytamlar, bütçeleri ve heyeti talimiyeleri ile beraber Maarif Vekâletine raptolunmuştur.
Mezkûr rüşti ve idadilerde bulunan heyeti talimiyelerin ciheti irtibatları âtiyen ait olduğu Vekâletler
arasında tahvil ve tanzim edilecek ve o zamana kadar orduya mensup olan muallimler orduya
nispetlerini muhafaza edecektir.
(Ek Fıkra: 637 - 22.4.1341) Mektebi Harbiyeden menşe teşkil eden askerî liseler bütçe ve kadrolariyle
Müdafaai Milliye Vekâletine devrolunmuştur.
MADDE 6 - İşbu kanun tarihi neşrinden muteberdir.
MADDE 7 - İşbu kanunun icrayı ahkâmına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Bu kanun, 7 Kasım 1982 tarih ve 2709 sayılı (TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI) nın 174
üncü maddesinde belirtilen Devrim Kanunlarından olup Anayasanın kabul edildiği tarihte yürürlükte
bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılmaz ve yorumlanamaz. Kaynak:
http://www.avsar.av.tr/legislation/tevhidi-tedrisat-kanunu (Erişim Tarihi: 12.03.2020).
33
kapatılmış, 1928 yılında harf devrimi yapılmıştı. Devamında 30 Ocak 1932’de Fatih
Camii'nde başlayan Türkçe ezan uygulaması ülke genelinde 18 yıl sürmüş, 1933’te
üniversite reformu gerçekleştirilmiş, 1934’te kılık ve kıyafette değişiklik yapılmış ve
tüm yönleriyle artık yeni bir devlet kurulmuştu.
Yeni rejimin istediği aslında tam olarak İslâm’ı tedavülden kaldırmak değil,
kamusal alanda görünümünü azaltarak bir bakıma toplumun dışın itilmiş, vicdanlarda
yer alan bir din halini almasıydı. Yalnız İslâm evrensel ve toplumsal bir dindir, bu
yüzden bunun gerçekleşmesi çok zor olacaktı ya da hiç gerçekleşmeyecekti. “Evrensel
vurguları baskın bir din olan İslâm’ın modern bir din haline getirilerek
ulusallaştırılması, Cumhuriyetin kurulmasından itibaren siyasetin gözettiği en önemli
hedeflerdendir… Bu siyasal proje ile İslâm’ın hem gündelik hayatta asgariye
indirilmesi hem de makro düzeyde siyasete yön verme işlevinden uzaklaştırılması
hedeflenmektedir.” (Yazçiçek, 2007: 131). Çalışmasında, Kur’an İslâm’ı yerine bir
Türk İslâm’ının ortaya çıkarılmasını ve bunun süreçlerini, öncülerini detaylı bir
şekilde ele almış olan yazar olayın çok ileri boyutlara vararak kıblenin Sakarya’ya
çevrilmesi gerektiği görüşünü de açıklamış ve eleştirmiştir.
Nitekim laik devlet halkının neredeyse tümünün Müslüman olduğunu ve en
azından dinini öğrenmek ibadetlerini yapmak hiç değilse ölürken dine uygun bir
şekilde defnedilmek istediğini gördü ve zaman içinde İmam-Hatip kursları, İlahiyat
Fakültesi gibi din eğimi verecek ve din görevlisi yetiştirecek kurumları açmak zorunda
kaldı.
Ancak bunu yaparken, Türk İslâm’ı yani bir ulusal din oluşturulmaya
çalışmıştır. “Meşrutiyet İslâmcılığından Kemalist elite intisap etmiş olan Şemsettin
Günaltay, Aynî’nin4 de üstlendiği dini millîleştirme ödevinin en çalışkanıdır. İslâm’ın,
4
Bahsedilen kişi; Mehmet Ali Aynî.
34
“hâkimiyet” esasıyla tanımladığı Türk ırkî-millî seciyesine uygunluğu üzerinde durdu.
Bu nedenle İslâm Türklere uymuş, onlar da daima İslâm’ın önderi olmuştu” (Bora,
2018: 420). Nitekim Ahmet Hamdi Akseki de benzer şekilde Türk-İslâm sentezi
vurgusunu yapmış ve ulusal din savunuculuğuna çok çaba sarf etmiştir. “Askerler için
yazdığı, on binlerce basılan din kitabında Müslümanlığın altıncı şartının cihat
olduğunu söyler ve cihadı doğrudan askerlikle özdeşleştirir. Bu farzı en iyi Türklerin
yapmış olmasından bir Türk övgüsü de çıkarır. Sadece askerliği değil, bütün
vatandaşlık görevlerini de dinî ibadetle özdeşleştirir.” (Bora, 2018: 421).
Türk-İslâm’ı ve ulusal din algısı yerleştirilmeye çalışılmıştır, esasında
inkılaplarla dinin görünümlerinin hayattan çıkarılması ya da bunun hedeflenmesi
gündemde iken bir yandan da milli bir din anlayışı üzerinde durulmuştur. Elbette ne
bu inkılaplar bütünüyle benimsenmiş ne de İslâm’ın millileştirilmesi herkesçe kabul
edilmiştir.
35
Çünkü yeni dil ve tarih anlayışı aslında tam da halkın anladığı şekilde
uygulamaya koyulmuştur. Yani dinin görünümü azaltılarak ve din özel alana
gönderilerek kamusal alanda “daha modern” bir görünüm sağlama çabası. Tayfun
Atay’ın “devletin topluma adeta ‘estetik’ bir müdahale için masaya yatırması” (Atay,
2017: 113) ifadesi durumun gerçekten de gör(üntü)sel bir modernlik anlayışından
ibaret olduğunu göstermektedir. Yeni bir tarih anlayışı ve yeni sadece ama sadece
Türkçe olan bir dil kurmak, eğer olmuyorsa Güneş dil teorisi gibi bir teori ile aslında
diğer tüm dillerin Türkçe’den neşet ettiğini ileri sürerek bir anlamda yabancı
sözcüklere kapı aralama imkânı sağlamak. Çünkü Arapça ve Farsça sözcükler atıldığı
takdirde kullanılacak kelimeler oldukça azalmıştı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil
Kurumu’nun ortaya çıkışı bunun çok önemli örnekleridir.
Kılık kıyafet konusunda da aynı durum yaşanmış, Şapka kanunu, yani fes
yerine şapka kullanma gerekliliği toplum için yine dini anlamı olan bir geleneği
bırakmak olarak anlaşılmıştır. Fesin gerçekten dini bir anlamı olup olmadığı
tartışılabilir ancak şapkanın din ile alakasının olmadığı kesindir, çünkü o Frenk işi bir
giysidir. Olaya bu şekilde yaklaşan halk alışkanlıkları, gelenekselleşmiş ve gündelik
hayatının bir parçası olmuş şeyler elinden alınıp yerine hiç tanımadığı şeyler verilince,
bocalamış ve kimi zaman da tepkiler doğmuştur.1925 Şeyh Said İsyanı birçok çevreler
tarafından bu tarz tepkilerden biri olarak kabul edilir. “Ancak Şeyh Said isyanı sadece
söylemde İslami değildir, amaçta da İslamilik vardır.” (Şentürk, 2015: 133).5
Laiklik ilkesi göz önünde bulundurularak kurulan yeni rejimde Kemalizm
ideolojisi hâkimdi. “Türkiye’de Kemalist dönemde egemen olan tarih görüşüne göre,
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı devletinin sinesinden çıkmış olmakla beraber arada
kökten bir kopuş olmuştur. Bu kopuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde yatan Milli
Kurtuluş Savaşından ve Türk Devriminden kaynaklanmaktadır.” (Atay, 2017: 23-24).
Kemalist ideoloji tepeden inme bir yöntemle batıcılık anlayışını benimseyen bir
sistemdi bu durum köktenci olarak nitelendirilmişti (Timur, 2013). Türkiye’de yapılan
reformların beklenen ekonomik ve siyasal sonuçları elde edemeyişi ve siyasi rejimin
reformlara rağmen tam bağımsızlığını sağlayamayışı şu şekilde dile getirilmiştir:
5
Metnin bütünü göz önüne alındığında Şentürk’ün Şeyh Said İsyanı ile ilgili görüşünün “Bu isyan
İslami bir Kürt devleti kurma isyanıdır” (Şentürk, 2015, s. 133) ifadesinden hareketle İslami yönü ile
birlikte etnik yönü olduğunu düşündüğünü gözden kaçırmamak gerekir.
36
Türkiye, 1930’ların devletçi politikalarına karşın az gelişmiş olarak
kalmış, 1950’lerde ise tipik bir çevre ekonomisinin iktisadi ilişkileri kalıbına
teslim olmak zorunda kalmıştı. Rakipsiz A.B.D. hegemonyası ile Soğuk Savaş
ideolojisi liberal demokrasinin siyasal biçimlerinin olduğu kadar daha ticari
zihniyetli, daha az özerk yönetici sınıfının hâkimiyetinin de koşullarını
yaratmıştı (Keyder, 2013: 90).
Ezanın Türkçe okutulması, Hac yasağı, Kılık kıyafet Devrimi (sarık, cübbe,
çarşaf), harf inkılabı (Arap Alfabesinin kaldırılıp Latin harflerinin getirilmesi) gibi
dinin toplumsal görünümleri ortadan kaldırılıyordu. Önceleri Osmanlıyı kurtarmaya
çalışan fikir akımları çoktan ortadan kalkmıştı ancak İslâmcılık bir dönem, ülkeyi
kurtaracak bir ideoloji olarak gündemde bulunsa bile İslâm dini toplumun inanç
biçimiydi ve 1940-45’li yıllardan itibaren toplumsal bir hareket olarak yeniden aktif
bir şekilde gündeme gelmeye hazırlanmaktaydı. “Suskun tepkisellik 1950’lere kadar
birikerek geldi ve değişen dünya konjonktürünün de etkisiyle Cumhuriyet tarihinin en
önemli açılımlarından birinin gerçekleşmesi için gerekli potansiyeli oluşturdu.” (Atay,
2017: 112). Artık toplumun imanını, toplumsal alanda değilse bile bireysel alanda
insanların sorularına cevap vermek ve en azında bu alanı kurtarabilmek adına bazı
aydın kişiler tarafından kültürel bir ortamda yeniden ortaya çıkmıştı. Yönetimin, dini
anlamı olsun ya da olmasın gelenekten ve kadim olandan uzaklaşma çabası halkta her
zaman bir tepkiye yol açmıştır. Bu gibi sebeplerle modernleşme bir tehlike olarak
görülmüş ona bir tepki olarak sivil halktan bir direnç gelmiştir.
İç ve dış politik hamleler toplumda ve entelektüel kesimde kimi zaman
tepkilere yol açarken kimi zaman da olumlu karşılanmış ve hükümet desteklenmiştir.
Bu anlamda siyasi özne olarak her ne kadar karar mercii olan devlet erkânı gibi
görünse de alınacak olan kararları etkilemesi ve hatta belirlemesi bakımından asıl aktif
özne olan seçmendir. Nitekim Türkiye’de de çok partili hayata geçiş sürecinde etkin
rol halktaydı. “Türk dış ve iç siyaseti bakımından, 1945 bir dönüm yılı olmuştur.
Cumhuriyet 1923’te kurulduğundan beri, ilki 1924-1925, ikincisi ise 1930 yılında yer
alan ve her biri ancak birkaç ay sürebilen iki kısa Çok Partili düzen denemesi dışında.
Türkiye, 1923-1945 arasında, Tek Partili bir düzenle yönetilmiştir.” (Eroğul, 2013:
174).
Tek parti dönemini bu sözlerle anlatan Eroğul, makalesinde çok partili hayata
geçişi için Cumhuriyet Halk Partisi’nin attığı adımları ilk olarak 17 Haziran 1945’te
yapılan ara seçimlerde aday göstermemiş ve Nihayet yine İnönü, 1 Kasım 1945’te
37
yaptığı meclis açış konuşmasında, ciddi bir muhalefet partisine gereksinme
duyduğunu bu kez açıkça bildirmiştir.” (Eroğul, 2013: 175).
Bu atılan adımların ilk sebebi olarak artık hat safhaya varmış halkın
hoşnutsuzluğu (Eroğul, 2013) denilmektedir. Halkın seçim vaatlerini belirlediği ve
bunlara göre bir tercih yaptığı ortadadır. Çağlar Keyder Demokrat Partinin iktidara
geliş sürecini şu sözlerle ifade etmektedir; laiklik ilkesinden verilen ödünlerle ibadet
özgürlüğünü genişletmek bile, 1950 yılına kadar halkın gözünde jandarmalı, tahsildarlı
ceberrut devlet imgesi köylünün zihninden kolay silinmeyeceği için köylünün emeğini
tam ödeyeceğine, din özgürlüğünü güvence altına alacağına söz verdi. Nitekim DP’nin
1945-50 döneminde kurmayı becerdiği muhalefet blokunun genişliği, onun 1950
seçimlerindeki başarısını açıklar. 1950 yılında yapılan seçimlerde en uzak köylerde
bile katılım oranı %90’larda olduğunu bildirilmektedir.
6
“Yine İsmail Kara’ya başvuralım. Onun “Şeyhefendi’nin Rüyası adı altında naklettiği bir olay
aydınlatıcıdır. 1930’larda bir grup şeyh ve halife, bir taşra kasabasında “Ya Kahhar zikriyle rejime
kahriyye duası okumak için toplanırlar. Zikir öncesi sabaha karşı, buluşmayı tertipleyen Rahmi Baba
bir rüya görür: Dünya haritasının ortasındaki Türkiye, yemyeşil ‘çizilmiştir’. Etrafı simsiyah, kalın
ama alçak duvarlarla çevrilidir. Hazreti Muhammed haritanın başında insanları ülkelere taksim
ediyordur. Türkiye’de, Mustafa Kemal, yüzünü Peygamberden çevirmiş, biraz mahcup durmaktadır.
38
İslâmcılık dönemsel olarak değerlendirilmesi gereken ve her dönem farklı bir
şekilde ifade edilmiş bir kavramdır. Son Osmanlı Döneminde ülkeyi kurtarmak için
ortaya atılmış ve siyasi alanda da özellikle Abdülhamit’in dayanağı olmuş bir ideoloji
iken erken Cumhuriyet devrinde sus(turul)muş ve siyasi/ideolojik çok az görünürlük
kazanmış bir harekettir. Dinin tüm görünümlerini kamusal alandan kazımak için
çabalanan bu süreçte Müslümanların hareket alanı tamamen kısıtlı iken belki de kendi
aralarında üzülüp, dertleşmekten başka yapacak bir şeyleri de yoktu. Ta ki çok partili
yaşama geçilirken yani halkın son raddeye varmış hoşnutsuzluğu belirgin bir biçimde
hissedilirken ufak ufak hareket alanı açılmış ve İslâmî neşriyat ortaya çıkmaya
başlamıştır.
İslâmcı düşünce ve bunun da bir dışavurumu olan İslâmcı dergiler de bu
tepkinin somutlaşmış göstergesidir. Burada söz edilen Sultan Abdülhamit’in son
dönem politikası olarak uyguladığı Panislamizm değil, kimi zaman siyasi talebi de
olan ve halkın içinden neşet eden ve tam anlamıyla tanıma uygun İslâmcılık
denilebilecek toplumun kendini ifade etme şekli olarak ortaya çıkan İslâmcı
düşüncedir. Demokrat Parti döneminde daha net bir görünürlük kazanmış olan
İslâmcılık düşüncesi konusuna bakılacak olursa;
Hazreti Muhammed, oraya bakmadan eliyle, “burayı şuna verin” buyurur. Ülkenin İslâm yeşiline
boyalılığı ve Peygamberin çok içine sinmeden de olsa memleketi Mustafa Kemal’e emanet etmiş
olması, Kemalist rejime itaat ve sabretmenin işareti olarak yorumlanır ve kahır duasından vazgeçilir.”
(Bora, 2018: 418).
39
hasebiyle önem arz eder.” (Öz, 2018: 8). Siyasi iktidarın değişmesi ve halkın talepleri
doğrultusundaki vaatlerle iktidar olan Demokrat Parti sayesinde halk biraz olsun
rahatladı ve hareket özgürlüğü kazandı. “Savaş sırasında ve sonrasında Türkiye’de dinî
basın da ciddi biçimde gelişti. 1950’ye gelindiğinde tamamen veya kapsamlı olarak
dinsel konuları içeren, dinsel fikirlerin propagandasını yapan pek çok dergi ortaya
çıkmıştı.” (Lewis, 2017: 567). Bu sebepten İslâmcılık da mezkûr dönemde siyasi bir
ideoloji olarak değil -fakat siyasi hedeflerden de soyutlanmış denilemez- büyük ölçüde
kültürel bir hareket olarak gündeme geldi. 6. Dipnotta verilen Şeyh efendinin rüyası,
beklemeyi ve bir müddet de olsa sessiz kalınması gerektiğini, rejime karşı aşırı tepkisel
olunmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Yani süreci daha yumuşak adımlar, daha
küçük hedeflerle başlatmak belki öncelikle bir topluluk haline gelmek için siyasi
hedefleri bir müddet olsun ertelemeyi göze almış oldukları anlaşılmaktadır. Bu
bakımdan seslerini dergi, gazete, mecmua gibi çeşitli yayın organlarıyla İslâmcı
aydınlar halka ulaşmaya çalışmışlardır. Bir makalesinde Asım Öz İslâmcı dergileri,
Türkiye’de İslamcılığın Cumhuriyet sonrasındaki kurucusu olarak kabul edilen
yayınlar olarak değerlendirmiştir.
“Dergiler bir yandan İslâm’la alakalı bilgiler (tefsir, siyer, din eğitimi, ilmihal
bilgileri, İslam tarihi, tasavvuf, adabı muaşeret vb.) işlerken bir yandan da kendilerinin
ayırt edici grup kimliklerine kamusal alanda saygı duyulup tanınmasını talep
etmektedirler.” (Öz, 2018: 6). Anlaşıldığı gibi, farklı farklı içerikleri olan, farklı
gruplar tarafından çıkarılan dergiler vardı. Kimi zaman siyasi bir olayı değerlendiren
fikir yazıları, kimi zaman da edebi içerikler paylaşılıyordu.
Bir derginin İslâmcı dergi olup olmadığına nasıl karar verileceği ayrıca bir
tartışma konusu olarak incelenebilir. Çok sıkı kontrol edilmiş bir dönem içinden
çıkmış insanlar da olsa İslâmî terminolojiye ait her hangi bir ifadeyi kullanması o
dergiyi İslâmcı dergi olarak adlandırmak için yeterli değildir, daha önceki bölümde
değinilen İslâmcı tanımına uygun bir amaç ve içerikte olması gereklidir. Dergilerin
ortaya çıkışında “Türkiye’de İslâmî hayatın önündeki engellerin kaldırılmasının
akabinde belki de bununla eş-zamanlı olarak İslâm âlemi ile münasebetlerin
artmasının ne kadar önemli olduğunun vurgulandığını görebiliriz.” (Öz, 2018: 7-8).
Bu dergilerin hemen hepsinde olan bir bölüm vardı ve bu bölüm okuyuculardan
gelen, istek, mektup, önerilere ayrılan bölümdü. Her birinde farklı başlıklarla
40
bulunuyordu bu durum bir bakımdan da toplumu özne kılmak niyetinde olduklarını
göstermektedir. Okuyuculardan gelen mektupların çoğu -özellikle önemli görülenler-
yayınlanmışsa da kimi zaman yazı fazlalığından dolayı yer verilemeyen mektuplar
olmuştur. Ancak ister yayın ve yayıncı hakkında olsun, ister okuyuculardan birinin bir
devlet bakanına yazmış olduğu mektup olsun mutlaka cevap yazılmıştır. Olumsuz bir
eleştiri de olsa bunlar hakkında ya teşekkür edilerek duruma dikkat edileceğine dair
bir yazı ya da bir açıklama yazılmıştır.
Toplumsal ve kültürel olarak söz edilen İslâmcılık düşüncesi elbette bir
noktada da siyasal bir nitelik taşıyordu ve Milli Nizam Partisi gibi İslâmcı söylemlerde
gündeme gelen partiler kurulacak ve siyasi arenada görünür olacaktı. İslâmiyet’in
toplumsal görünüm kazanması sürecinin nasıl başladığını ve dayanağı şu sözler ile
anlatılmaktadır;
41
muhtevalı dergicilikteki değişim de bu dergilerin tümü dikkate alınarak tasvir
edilebilir (Öz, 2018: 15).
7
Sunuş yazısı.
42
Bu çalışmada Abdurrahim Zapsu’nun ve Ehli Sünnet dergisinde yazan dergi
ekibinin nasıl bir İslâmî yaklaşıma sahip olduklarını, içinde bulundukları dönemi nasıl
yorumladıkları konularına değinilecektir. Görüşlerinin dergiden anlaşılacağı aşikâr
tabi ki ancak daha evvel de belirtildiği gibi görüşlerin oluşum aşaması belirli bir arka
plan gerektiriyor. Bunun için de önce kısaca biyografiye yer verilecek ve ikinci
bölümde de yalnızca dergiye odaklanılacaktır. Dergi; içerik, yazarlar, odaklanılmış
konular ve döneme ait haber niteliğindeki görüşleri içeren yazılar bakımından
mümkün olduğunca incelenecektir.
43
3. EHLİ SÜNNET DERGİSİ VE ABDURRAHİM ZAPSU
44
Pakistan İslâm Cumhuriyeti’nin kuruluşu dönemi boyunca derginin ana gündemi
haline gelmiş ve dönem boyunca art arda çıkan sayılarda destek mesajları, olayların
içeriğine yönelik yazılar yazılarak hem okuyucular bu konularda bilgilendirilmiş hem
de derginin yazar kadrosunun yaşananlar hakkındaki görüşünü ortaya koymuştur. Bu
yazılar ile Türkiye ve Dünya Müslümanları arasında siyasi değil fakat din kardeşliği
manasında İslâmî birlik olması gerektiği ve bu birliğin kurulup korunması gerektiği
mesajı verilmiştir.
İnsanın doğduğu yer, ailesi, içine doğduğu kültür, din ve dil insanı
şekillendiren ve var eden çok önemli unsurlardır. Bourdieu’nun habitus dediği, İbn-i
Haldun’un coğrafya kaderdir dediği aslında tam olarak bunu yansıtmaktadır.
Abdurrahim Zapsu da kendi coğrafyası, içine doğduğu kültür, din ve dil ile var olmuş,
bunları en güzel şekilde taşımış ve yansıtmış bir yandan da var edicisi olmuştur.
Hakkında pek az şey yazılmıştır, Kürt fikir insanları arasında çok önemli bir yeri
bulunduğu için bu yazılanların bir kısmı Kürtçe kaleme alınmıştır. Hayatına dair
yakınlarının bazı eserlerinde ve verdikleri röportajlarında denk gelinen birkaç genel
bilgi dışında çok az bilgiye ulaşılabilen bir yazar, Abdurrahim Zapsu. Kendi
eserlerinden çok azına erişilebilmektedir ama dergisi Ehli Sünnet’ten hayata bakış
açısını, düşünce biçimini anlamak mümkün.
2006 senesinde torunları Geylan Abdülaziz Zapsu ve Hasan Cüneyd Zapsu
vasiyeti üzerine Abdurrahim Zapsu’nun “Büyük İslâm Tarihi” adlı eserini üçüncü cildi
ile birlikte basımını yeniden yaparak ve yazarın kısa bir biyografisini de eklemişler.
Burada var olan bilgilere göre; Abdurrahim Zapsu 1309 (1890) yılında bugün Van
iline bağlı olan Başkale kasabasında doğmuştur. Babası Abdülkadir Geylanî
Hazretleri’nin soyundan gelen Seyyid Mehmed Pertev Bey; annesi, Abbasi
sülâlesinden Hacı Tayyar Bey’in kızı Emetullah Hanım’dır. Anneannesi Seyyid
Muhiddin Arvâsî Hazretleri’nin kızıdır. “Annesi, anne tarafından Doğu Anadolu’nun
ilmî ve tasavvufî faaliyetleriyle tanınan Arvâsîler’e mensup Emetullah Hanım’dır.
Kendisi de bir yazısında evlâd-ı Alî’den olduğunu ifade eder.” (Uzun, 2013).
8
Detaylı biyografi için bkz. Ek 3.
45
Köklü, ilim ehli bir ailede dünyaya gelen Zapsu özellikle eğitimi konusunda,
önceden değinildiği gibi hem içinde bulunduğu kültür tarafından var edilmiş hem de
bu kültürel sermayenin önemli bir taşıyıcısı olmuştur. Hakkında yazılan biyografilerde
eğitimi hakkında aşağıdaki bilgilere ulaşılmıştır.
İlk tahsilini Başkale’de, orta tahsilini Van Darülmuallimîn’inde tamamlayan
yazar, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin küçük kardeşi Seyyid Taha Arvâsî
Hazretleri’nden Maarif Nezareti’nce onaylı icazetname almıştır. Seyyid Taha Arvâsî
Nakşibendî tarikatının Halidî kolunun halifelerinden olup bu görüşün yayılması
noktasında önemli çabalar harcamış bir âlimdir. Özel hocalardan ders alarak Arapça,
Farsça öğrendi ve dinî bilgilerini ilerletti. Ayrıca Ankara Mâliye Meslek Mektebi’nden
de mezun olmuştur.
İstanbul’da Dârülhilâfe Sahn Medresesi imtihanını verip Mütehassısîn
bölümüne giriş hakkını kazandıysa da medreselerin lağvedilmesi üzerine Dârülfünun
İlâhiyat Fakültesi’nde okudu. Mezuniyet tezi olarak Âbide-i Tevhîd adıyla hazırladığı
Âyetü’l-kürsî tefsiriyle fakültenin ilk mezunları arasına girdi (1927).
Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde işgal güçlerine karşı Kuvay-
ı Milliye güçlerine katılmış ve hatta bu birliklerin oluşumuna öncülük etmiştir.
Hakkında yazılan biyografilerde “Said Nursi’nin silah arkadaşıdır.” İfadesinin bu
süreçte birlikte savaşıp esir düştükleri için kullanılan bir tabirdir. Rus ve Ermeni ortak
kuvvetlerine karşı sürdürülen çete muharebelerinde yaralanarak esir düşmüş ve Ruslar
tarafından Hazar Denizi’ndeki Nargın Adası’ndaki bir esir kampına hapsedilmiştir.
Burada Rusça ve Almanca öğrendi. Esirler arasında bulunan Müslüman esirlerin
çocuklarına ders vermek amacıyla kampta bir mektep açtı. Bu dönemde çocuklalar
için, ahlaki şiirler yazmıştır. Ancak esir çocuklarına bu şekilde eğitim verilmesinden
hoşlanmayan Ruslar, bir buçuk sene sonra 22 Ekim 1333 (1917) Abdurrahim
Zapsu’nun bu hizmetine engel olmuşlardır. Ardından esir kampından kaçarak Bakü’ye
ulaştı. Kampta yazdığı şiirleri ve bir tiyatro eserini Bakü’de neşretti. Ekim 1917’de
Bolşevik İhtilâli’nin patlak vermesi ve Rusya’nın savaştan çekilmesiyle hürriyetine
kavuştu. Uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndü. İlk sayısını 4 Temmuz 1947’de
çıkardığı Ehli Sünnet dergisini altı sene boyunca 1953’e kadar toplamda 140 sayı
neşretmiştir. Derginin imtiyaz sahibi ve başyazarı olması hasebiyle yazıların çoğu
kendisine aittir. Derginin İman, İbadet, İslâm Tarihi, Münevverler, Şark Âlimlerinden,
46
Tefsir, Fıkıh, Hadis, Tasavvuf, Siyer sabit başlıkları altında dini bilgilere ilave olarak
yurtiçi ve diğer İslâm ülkelerindeki gelişmelere yer verilmiştir. Bilge Terzi adıyla
tanınan M. Said Çekmegil’in yazı ve şiirleri 33. sayıdan itibaren hemen her sayıda yer
almıştır. Dergide oğlu Pertev Zapsu’nun da yazıları yer almaktadır.
Abdurrahim Zapsu, soyadı kanunundan sonra, Zapsu soyadını almıştır. Bu adı,
Hakkâri il sınırları dâhilinde bulunan Zap Suyu’na atfen aldığı belirtilmektedir.
Bedirhan Paşa’nın torunlarından Bedirxani Aziz Bey’in kızı Hidayet Hanım ile
evlendi. Hidayet Hanım İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür, Muallim Mektebi
mezunudur. Uzun zaman ilkokullarda hocalık yapmış, sonra emekli olmadan istifa
etmiştir. Mustafa Pertev, Ayşe Hâle, Jale adında çocukları olmuştur. Torunu Cüneyt
Zapsu hakkında yazılan bir haberde şöyle bir giriş yapılmış “(dedesi) Abdurrahim
Zapsu son derece ilginç bir Müslüman portresi çiziyor. O yıllarda bir din âliminden
beklenecek en son şeyi yapıyor ve çocuklarının hepsini yabancı okullarda okutuyor.
Oğlu Mustafa Pertev ve kızı Hale'yi bir papaz okulu olan Saint George'a, Jale'yi Dame
de Sion'a gönderiyor.” (Haber 7, 2019).
En önemli gördüğü şeylerden biri Müslüman ailelerin çocuklarının dini eğitim
alması olmuş ve esirlikte bile bunun için çabalamıştır. Bu âlimin tüm çocuklarını
yabancı mekteplerine göndermesi bazı çevreler tarafından eleştiri konusu olmuştur bu
olayı Cüneyd Zapsu Gülay Afşar’ın programında şu şekilde anlatıyor; “Demişler ki
dedeme, ‘Hoca efendi nasıl yaparsın böyle bir şeyi?’ Dedem de ‘Benim çocuklarım
imanlarını aldılar, neye inanacaklarını biliyorlar ama hiç olmazsa Allaha inanan bir
kültürde yetişsinler istedim’ demiş” (Afşar, 2019) burada aslında ortaya bambaşka bir
durum çıkmaktadır. 1940’lı yıllarda Abdurrahim Zapsu Türkiye Eğitim sistemini nasıl
görüyordu ya da Milli Eğitim Bakanlığı, Türk okulları nasıl bir izlenim uyandırmıştı
da evlatlarını teslim etmekten çekinmişti? Bu soruların cevabına Ehli Sünnet’te art
arda üç tane daha sonra dördüncüsü yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığına Açık Mektup
başlıklı seri halinde dört mektupta ulaşılabilir. Daha sonraki sayılarda da ara ara yine
Milli Eğitim Bakanlığına açık mektuplar yazılmıştır.
İlk dört mektupta Milli Eğitim’e bağlı okullarda dini tedrisata başlanması ve
bunun için yazılacak olan iki adet kitabın içeriğinin gazetede paylaşılması üzerine
yazılmıştır. İlk üç mektupta sırasıyla bu işin tümüyle Diyanet İşleri Bakanlığına hatta
ivedilikle teslim edilmesinin üç gerekçesi açıklanarak rica edilmiştir. Bu işin öncelikle
47
Türk hukukuna aykırı olduğu belirtilmiştir, çünkü Türkiye layık (laik) bir devlettir ve
dini eğitimin resmi eğitim kurumlarında verilmesi hukuka aykırı olacaktır
denmektedir. İkinci ve üçüncü mektuplarda ilmi ve dini olarak mümkün olmadığı
çünkü bahsedilen dini kitapların aslında gerçekten İslâm dininin esaslarına dair
olmadığı uzunca açıklanmış ve hatta bu kitapların yazar kadrosunun da kendi
alanlarında (tercüme) ehil kişiler olsalar bile dini ilimlere vakıf olmadıkları için bu
kitapları yazmalarının doğru olmayacağı belirtilmiştir.
Kısaca “bu dini tedrisat işi Eğitim Bakanlığının işi değildir ve yapmaya
kalktığında da doğru bir şekilde yap(a)mamaktadır” diyor ve işin ehline teslim
edilmesi hususunda da epeyce ısrarcı oluyor. Nitekim birkaç sayı sonra yazılan
dördüncü mektupta sözlerinin dikkate alınarak dini tedrisatın Diyanet İşleri
Bakanlığına teslim edilmesinden dolayı teşekkürlerini bildirirken yeni basılmış
çocuklar için dini bilgiler içeren bir kitabın ne kadar çok yanlışlarla dolu olduğunu
açıklamak zorunda kalmıştır. Dinin asıl öğretilerinin neler olduğunu, dini eğitimin
nasıl verilmesi gerektiğini uzunca anlatarak basılmış olan kitaba ağır bir eleştiri
sunmuştur. Dini tedrisata daha doğrusu bunu Eğitim Bakanlığının yapmasına karşı
çıkan ve bunu gerekçeleri ile anlatan bir âlimin bir nevi tepki göstererek evlatlarını
teslim etmemesi anlaşılır bir şeydir.
Zapsu’nun çocuklarını yabancı kolejlere göndermesi durumu her ne kadar yeni
eğitim sistemine karşı tepkisel tutumu ile ilgili olsa da bu davranışı ile dergisinde
yazıları karşılaştırıldığında bir tutarsızlık görülmektedir. Çocuklar için dini eğitimin
ne derece önemli olduğunu vurgulayan Zapsu dergiyi zaten çocuklara ve gençlere
dinin eğitim vermek amacı ile neşretmeye başladığını bildirmektedir. Dini eğitime ve
okullarda dini eğitimin nasıl verilmesi gerektiği konusuna bu kadar önem veren bir
kişinin çocuklarını rahip/rahibe okuluna göndermesi düşündürücüdür. Ülke içindeki
Hıristiyanları; Masonluk, Misyonerlik ile suçlayan ve onları düşman ilan eden âlimin
kendi çocuklarını yine o okullara göndermesi beklenmeyen bir davranış olmuştur.
Çocuklarından Mustafa Pertev Uzel Makinenin sahibi Masel Ferguson
traktörlerinin Türkiye’deki imalatçısı İbrahim Uzel’in kızı Gaye Uzel ile evlenmiştir.
Abdülaziz Zapsu ve Cüneyt Zapsu bu çiftin çocuklarıdır. Kızı Ayşe Hale o dönemde
Mardin’den İstanbul’a gelmiş olan ve Abdurrahim Zapsu’nun müdürlüğünü yaptığı
Dicle Talebe Yurdu’nda kalan Musa Anter ile evlenmiş ve Anter, Rahşan ve Dicle
48
isimli üç çocukları olmuştur. Burada da yine kızı Ayşe Hale’nin Musa Anter ile evliliği
gündeme gelmiş ve Kürt milli/siyasi hareketinin öncü isimlerinden bir olduğu için bu
evlilik de şaşırtıcı görünmektedir. Bu evlilik hakkında Musa Anter’in Hatıralarım adlı
eserinde detaylı bilgiler yer almaktadır. Musa Anter’e kız isteme töreni için
Mardin’den hatırı sayılır şeyhlerin geldiği, evlilik öncesi Zapsu’nun Musa Anter’e
yazdığı mektup ve Musa Anter’in cevaben yazdığı mektup bulunmaktadır. İslâmî
hassasiyeti ile bilinen bir kişinin kızının, dergisinde yine düşman olarak adlandırdığı
gruplarla adı anılan biri ile evlenmesi noktasına rıza göstermesi ve hatta gayet olumlu
bir şekilde kabul etmesi; söylemleri ile eylemleri arasında tutarsızlık olduğunu
düşündürmektedir.
Abdurrahim Zapsu 9 Şubat 1958’de İstanbulda vasiyetnamesini yazdıktan 45
gün sonra vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı Şehitliği karşısındaki Necati Bey
Mezarlığı’ndadır. Vasiyetinde ilgi çeken nokta, ailesine ve özelde çocuklarına hakkını
helal etmesinin şartı olarak namazı devamlı kılmaları olmuştur.
II. Meşrutiyet döneminde İstanbul’daki Müslüman Kürt cemiyetlerine katılmış
ve kuruluşlarında öncülük etmiştir. Bu konu hakkında Diyanet İşleri Bakanlığının
hazırlamış olduğu ansiklopedide şu bilgiler yer almaktadır: “II. Meşrutiyet öncesinde
İstanbul’a gitti. Her etnik grubun başının çaresine bakma yollarını aradığı bu çalkantılı
dönemde çeşitli Kürt derneklerinde görev aldı. Türkçe ve Kürtçe
yayımlanan Jin dergisinde yazılar yazdı. Kürt Talebe Hevi (Ümit) Cemiyeti’nin
kurucuları arasında bulundu.”
Damadı Musa Anter Hatıralarım adlı eserinde Abdurrahim Zapsu’dan epeyce
bahsetmekte ve bu anlamda önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Zapsu’nun içinde
bulunduğu çevreden şu şekilde bahsediyor:
49
Murat Bey, Profesör Mehmet Mihri Hilav ve sonradan kayınpederim olacak
Abdurrahim Rahmi Zapsu idiler (Anter, 1999: 68).
9
http://katalog.idp.org.tr/dergiler/17/ehli-sunnet (Erişim Tarihi: 25.08.19).
50
okuyucular bilgilendirilmektedir. 1951 yılında davet edildiği kongre ile alakalı gezi
notlarını, seyahat planını da dâhil ederek Ehli Sünnet Dergisinde 5. cilt 96. sayıdan
itibaren Pakistan Seyahat Notları başlıklı yazı dizinde paylaşmıştır.
Abrurrahim Zapsu’nun Şeyh Said olayının iki numaralı ismi olduğu
belirtilmektedir. Bu yüzden sürgün yediği ve hapis yattığı bazı internet sitelerinde
yazılmıştır. Ancak bu konuda torunu Cüneyt Zapsu verdiği bir röportajda bunun
gerçek olmadığını ancak gerçek olsa bile söylemeyeceğini çünkü Şeyh Said olayının
gerçekten ne olduğunun da tartışmalı olduğunu söylemektedir. Damadı Musa Anter,
hatıratında Şeyh Said olayına detaylıca yer vermektedir. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza
Efendi ile dostluğundan bahseder ve olayı ondan dinlediği şekilde aktarır. Olayın
başlaması, bitişi, organize oluş biçimleri ve neticede Şeyh Said ve arkadaşlarının idam
edilişine kadar anlatır fakat zikredilen isimler arasında Abdurrahim Zapsu’dan söz
etmemiştir. Olayda ya hiç bulunmamış yahut bulunmuşsa bile çok aktif bir rol
almamıştır. Çünkü olayın içinde bulunan kişilerin tümü idam edilmiştir. Yalnız
Zapsu’nun Şeyh Said’e duyduğu saygı ve muhabbeti sürgünde olan eşi Fatma hanımı
evinde on gün kadar ağırlayarak göstermiştir (Anter, 1999: 87-89).
Abdurrahim Zapsu bir taraftan da Said-i Nursi ile olan dostluğu ile anılır. Hatta
Said Nursi’nin esir kampında bir komutanla olan münakaşası ve bu münakaşanın
neticesinde neredeyse idam edilecekken komutanın bundan vaz geçerek Said
Nursi’den af dilemesi olayını ilk defa yazan ve duyuran Abdurrahim Zapsu’dur.
51
Ayrıca Said Nursi İstanbul’a geldiği zaman Zapsu’nun evinde misafir olmuş
ve samimi sohbetleri olmuştur (Anter, 1999: 79-82).
Zapsu’nun gerçekten de İslâmî hassasiyetlerinin yüksek olduğunu, dergisinde
yer verdiği konulara da bakarak görmek mümkündür fakat ileride görüleceği gibi,
Müslüman çosukların mutlaka İmam-Hatip okullarında eğitim almaları gerektiğini ve
bunun için de özellikle bu okulların açılması için büyük çabalar harcayan Zapsu’nun
çocuklarının üçünü de yabancı okullara göndermesi oldukça ilgi çekmiş ve söylemleri
ile eylemleri arasında uyum olmadığı gözlenmiştir. Kızlarından birini ideolojik olarak
kesinlikle İslâmcı denilemeyecek ve hatta Kürt siyasal hareketin öncülerinden biri
olup halk nezdinde dinden uzak yönüyle tanınan bir kişi olan Musa Anter ile
evlenmesine müsaade etmiştir. Musa Anter, Hatıralarım adlı eserinde evliliği ve bu
sürecin nasıl gerçekleştiğini anlatmıştır fakat şu an konu olmadığı için detay verilmeye
gerek duyulmamıştır. Ek. 1.’de Musa Anter ve eşi (Zapsu’nun kızı) Ayşe Hale Anter
bulunmaktadır.
1945’ten sonra İslâmî neşriyatta bir patlama yaşandığı daha önceki bölümde
konu edilmişti. O yıllarda İslâmcılar genel olarak bazı hususlara eğilmiş ve hepsinin
ortak olarak dert edindiği konular hakkında fikirlerini, çözüm önerilerini yazarak bir
yandan seslerini duyurmuş bir yandan da halk ile bağ kurmaya çabalamıştır. Bu
konular özellikle din eğitimi, dil problemi, Türkçe ezan okunması, Türkçe ibadet
yapılması gibi tasarılar ve uygulamalardır. Tüm bunlarla birlikte halkın imanını
koruması ve din düşmanlarının oyunlarına gelmemeleri konularında yapılan uyarılar
da ele alınmış önemli konulardandır. Din düşmanları birçok dergide ele alınmış bir
konudur, Masonlar, Misyonerler, Bolşevikler dış düşmanlar olarak görülürken,
Alevîler, İnkılap yobazları içerideki düşmanlar olarak nitelendirilmiştir.
Ehli Sünnet dergisi ile aynı dönemde çıkarılan Büyük Doğu, Sebilürreşad gibi
dergiler de detaylı incelendiği zaman aynı konuların işlendiği görülecektir. Ehli Sünnet
dergisinin bazı konularda özel bir hassasiyet göstermesi onu diğer dergilerden ayıran
bir özelliği olarak görülebilir. Örneğin din eğitiminin verilmesi için, Diyanet
tarafından bu eğitimin sağlanması için hem Ehli Sünnet’te hem de diğer dergilerde
birçok yazı yazılmıştır. Ancak Ehli Sünnet, olayı farklı bir şekilde değerlendirerek din
52
eğitimini kendisi vermeye başlamış ve esasında da dergi tam olarak bu maksatla
çıkarılmıştır.
Din aleyhtarları olarak bahsedilen gruplara da yaklaşım hemen hemen her
dergide birbirine benzerdir. Örneğin Alevîler düşman olarak görülmüş ve kimileri
onların yayınlarında hususi bir konuyu ele alıp eleştirirken veya direk o konu hakkında
yazı yazarken kimileri de direk grubun kim olduğunu, amaçlarını nereden ne şekilde
ortaya çıktıklarını açıklayan yazılar yazmıştır. Yani düşman ortak olsa da yaklaşım
tarzı farklı olmuştur.
Dergi daha önce de değinildiği gibi Müslüman çocuklarına dinî eğitim vermek
amacı ile yayın hayatına başlamıştır. Zapsu, İstanbul’daki memuriyetini yürütürken
özellikle çocuklara ve gençlere dinî bilgiler verilmesi yanında din aleyhtarlarına karşı
yayın yapmak üzere Ehli Sünnet dergisini çıkarmıştır. Onun için bu dinî eğitim İman,
İbadet, fıkıh gibi ilimleri kapsıyor ve gerçekten de tam bir öğretmen ve hatta örgün
eğitim veren bir öğretmen gibi yazılarını yazıyordu. Örneğin İman başlıklı yazılarda,
yer yer “çocukların şu bölümü ezberlemeleri gerekmektedir” ifadeleri bulunmaktaydı.
Ve bu uyarılar yalnızca İman başlıklı yazılarda değil diğer konular hakkında yazılarda
da yer alıyordu. Hatta birinci cilt tamamlanıp önceden belirlenen müfredat gereği
ikinci sınıfın derslerine geçince fıkıh, İslâm tarihi, tefsir konularına geçilmiş ve
“tebrikler artık ikinci sınıfa geçtiniz” cümlesi ile aslında yaptıkları işi ne kadar çok
ciddiye aldıklarını ifade etmişlerdir. Zapsu’ şu ifadelerinden neden dinî eğitim vermeyi
bir vazife gibi üstlendiği anlamak mümkündür. “Senelerdenberi bu memlekette dinî
tedrisat felce uğramış hiçbir Müslüman evladına dinî eğitim veremiyor” (Zapsu A.,
1948).
Dergide çok üzerinde durulan başka bir konu da yine din eğitimi vermek ile
bağlantılı olan, din eğitimini kimin ne şekilde vermesi gerektiği konusudur. Bu konu
hakkında ilkin Milli Eğitim Bakanlığına yazılan açık mektuplarda gündem edilmiş ve
son sayılara kadar gündemde kalmıştır. Din eğitimini kimin vereceği ve bu eğitimin
nasıl olması gerektiği konusunda tartışmalar üçüncü cilt yani 1949 yılında yapılmıştır.
Bu yazılar hakkında da detaylar verilecektir ancak genel bir ifade etmek gerekirse din
eğitiminin din görevlileri yani mollalar tarafından verilmesi gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir. Bu bağlamda ele alınan; din görevlilerinin bahsi geçen yıllarda hiç
bulunmaması veya çok az bulunmasından ötürü nasıl yetiştirileceği sorunu, içinde
53
bulundukları durumlar, diyanet işleri ve diyanet işlerinin bütçesi gibi sorunlar
hakkında yazılmış ve derginin bulunduğu bağlamda önemli bir yer tutmuştur.
Derginin başka bir amacı olan İslâm düşmanlarını tanıtmak ve korunma
yollarını öğretmek gayesi de yine dergide belirtilen çok önemli hususlardan biridir.
Sıklıkla vurgulanan bu gaye, açık mektuplar, tenkit yazıları, gibi yazılarla beraber
özellikle Latifeci adlı yazarın alaycı eleştirileri ve açıkça hicivleri ile kendisini
göstermiştir. Düşmanların kim oldukları, amaçları, nasıl çalıştıkları yazı dizileri
şeklinde detaylıca açıklanmış ve korunma yolları, nelere dikkat edilmesi gerektiği ve
esasında İslâm birliğini bozmaya kimsenin, hiçbir grubun gücünün yetemeyeceği
anlatılmıştır.
Dergide değinilen önemli konulardan biri de İslâm birliği vurgusudur. 4. ciltten
itibaren İç Haberler ve Dış Haberler başlıkları ile Türkiye ve dünya Müslümanlarının
durumları anlatılmıştır. Bu yönüyle bir gazete niteliği taşıyan dergi, bağımsızlığını
kazanan Müslüman devletlerin haberini yapmış, başkanlarını ve diğer önemli
bakanlarını tanıtmış, destek ve tebrik mesajlarını, coşkulu ifadelerle yayınlamıştır.
Özellikle Pakistan devleti üzerinde durulmuştur, kuruluş ve kurtuluş yıl dönümü
kutlanmıştır. Bir de dünya üzerinde Müslüman olmayı tercih eden bazı kişiler
kardeşliğe dâhil olduklarından ötürü tebrik edilmiştir.
Ehli Sünnet Dergisi dini eğitim vermek ve din düşmanlarını tanıtıp onların
faaliyetlerini anlatarak onlardan korunma yollarını açıklamak amacı ile yayın hayatına
başlanmış bir dergidir. Dergide özellikle vurgulanan dini eğitim sorununa daha sonra
değinilecektir ve bu bölümde öncelikle İslâm düşmanları üzerinden kurulan Ortodoks
Türk-İslâm anlayışı ele alınacaktır.
Bu başlıkta Zapsu’nun “İslâm düşmanı” olarak kimleri gördüğü ve onlarla
mücadelede hangi tavsiyelerde bulunduğuna değinilecektir. Bununla birlikte bu
konuyu neden bu denli önemsediği de konu edilecektir. Ehli Sünnet’in tavrı, bakış
açısı ya da dergi ekibinin bakış açısı değil de Zapsu’nun olayı nasıl değerlendirdiği
konusu ele alınacak ifadesi, konu hakkındaki yazıların neredeyse tamamının Zapsu
tarafından yazılmış olmasından kaynaklanmaktadır.
54
Derginin hemen hemen ana gündemini oluşturan bu konu belirli gruplar ve
onların çalışma biçimleri üzerinden karşıt bir söylem geliştirerek ortaya biz ve ötekiler
gibi bir ayrım koymuştur. Bu ayrım bazen öyle noktalara ulaşmıştır ki sözü geçen biz
yalnız Türk ve Sünni olanlar geri kalan hemen her grup öteki olarak adlandırılmıştır.
Dergide sıklıkla geçen, İslâm’a en çok Türklerin hizmet ettiği, Hz. Nuh’un gemisinin
Türkiye’de durup insanlığın soyunun aslında Türklerden devam ettiği görüşleri dini
konular ile ulusal kimlik arasında kurulan bağı göstermektedir.
55
19. sayıya kadar bu şekilde devam eden tenkit yazılarının ardından 19.sayıda
aniden Alevilerin Tehdit Mektupları Başladı serlevhalı bir yazı yayınlayarak aslında o
zamana kadar söz ettikleri, eleştirdikleri grubun Alevi’ler olduğu anlaşılmıştır. Bu
sayıdan sonra da en son sayıya kadar din düşmanlarından bir grup olarak görülen
Aleviler hakkında farklı yaklaşımlarla yazılar devam etmiştir. Daha sonraki ciltlerde
Bâtıniler, Rafıziler olarak da adlandırılacak olan bu grup sıkça konu edilmiş ve
derginin hakkında en çok yazı yazdığı, en çok önemli gördüğü konularından biri
olmuştur. Kimi zaman hiddetli kimi zaman da uzlaşma amaçlı yazılar yazılmıştır.
Tıpkı Aleviler gibi Masonlar, Misyonerler, Farmasonlar da derginin “din
düşmanları” bahsinin hakkında en çok yazı yazılan grupları olmuşlardır. Bunlar dış
düşmanlar olarak nitelendirilmiş ve sıklıkla amaçlarından, çalışma sistemlerinden
bahsedilmiştir. Aynı zamanda da onlardan korunma yolları açıklanmıştır. Bunlar
hakkındaki en büyük endişe ise “içerideki” din düşmanları ile birlik olup İslâm dinini
yıkmak ve Türkleri dinsiz bırakmalarıdır.
Başka bir düşman grupta “asrî yobazlar” diye adlandırılan cumhuriyetçi,
inkılapçı kesimdir. Bunlar hakkındaki yazıların sıklığı 1950 Mayıs seçimlerinden
sonra artmaya başlamıştır. Bu grup hakkında özellikle aslında cumhuriyet rejimine ve
inkılaplara sadık kalmadıkları ve ihanet ettikleri sebebiyle eleştiri yazıları yazılmıştır.
Dine yapılan her bir saldırının esasında laik, demokratik bir ülkede demokrasiye ve
inkılaplara ihanet olduğu öne sürülmüştür. Bu konu hakkında Latifeci mahlasıyla
hicivli fıkra türü yazılar bulunmaktadır.
Tenkit yazılarından ibaret olmayan İslâm düşmanlarını tanıtma ve onlardan
korunma yolları konulu yazılar, ilmî tartışmalar, farklı dergiler ile yürütülen karşılıklı
yazı dizileri, açık mektuplar şeklinde ortaya çıkmıştır. Her bir yazının yalnızca bir
başlık altında incelenmesi oldukça zordur çünkü bu dergide yazılan bir yazı aynı
zamanda iki hatta üç başlık altında da değerlendirilebilir. Çoğu kez öncelikle
“düşmanlar” tanıtılmış, nasıl çalıştıkları, amaçlarının neler olduğu bildirilmiş ve en
sonundan da uzak durma yöntemleri anlatılmıştır. Örneğin bir yazıda Masonlarla tefsir
yazarı olarak bile karşılaşmanın mümkün olduğunu ve telif yapıldığı fark edildiği anda
o tefsirden ve o gruptan uzak durulması gerektiği anlatılmıştır. 140 sayılık yayın hayatı
boyunca yazıların yarısından çoğu din eğitimi vermek amacı ile kaleme alınmıştır,
56
kalan yazıların da yarısından çoğu -yaklaşık her sayıya 2-3 yazı düşecek kadar- İslâm
düşmanları hakkındaki yazılardan oluşmaktadır.
31. sayıda başlayan ve 6 sayı boyunca devam bir yazı dizisi olan İslâm
Kardeşler, İmanın Düşmanlarından Kendinizi Koruyunuz başlıklı yazılarda İslâm
düşmanları net bir şekilde tanıtmıştır. “İman düşmanları; 1- Misyonerlik, 2-
Bolşeviklik, 3- Masonluk, 4- Alevîlik, 5- Hurafelere bürünmüş yalancı ve şarlatan
şeyhlik. Bu beş düşman ehli İslâm’ın hakikî iman düşmanlarıdır. Bunlar senelerce
devam etmiş, teşkilâtlanmış, bankalarda istif edilen milyonlara dayanan sistemli
mesailerle programlanmış tehlikelerdir.” (Zapsu, 1948). Burada belirtilen başlıklar
kendi içlerinde ortak noktaları baz alınarak bu çalışma için üç başlık oluşturulmuştur.
Dinî tedrisatın felce uğradığını düşünen Zapsu’nun her cepheden İslâm’ın
kuşatıldığını düşünmesi ve çağdaşı olan birçok İslâmcı gibi onun da herkesin derdinin
İslâm’la olduğunu düşünmesi anlaşılır bir durumdur. Nitekim bunu 63. sayıdan
itibaren 10 makaleden oluşan Hiçbir Hain El İslâm Birliğini Parçalayamaz başlıklı
yazı dizisinde de vurgulamıştır. Aynı sayılara denk gelecek şekilde Müslüman
Kardeşler İmanınızı Koruyunuz başlıklı yazı dizisinde de açık bir şekilde vurguladığı
görülmektedir. Latifeci mahlaslı yazarın, Biz İçerden, Siz Dışarıdan… Başlıklı yazısı
da ülkenin, haliyle İslâm’ın hem içerideki hem de dışarıdaki düşmanlardan ne kadar
zarara maruz bırakılsa da İslâm birliğinin bozulmamış olmasına dikkat çeken bir
yazıdır. Daha birçok yazıda da benzer konulara değinilmiştir, şimdi sırasıyla
örneklerle bu düşmanların kimler, hangi gruplar olduğuna değinilecek. Zaman içinde
bazı düşmanların göz ardı edilişi, bazı yeni düşmanların ortaya çıkışı ve bazılarına da
bakış açıları, yaklaşımları değişmiş olsa da genel bir tablo çizmek ve durumun ana
hatlarını anlamak zor olmayacaktır. Nitekim yaklaşım tarzları farklılık gösteriyor olsa
da her birinin amacı aşağı yukarı İslâm’a zarar vermek, görünürlüğünü azaltmak ve/ya
ortadan bütünüyle kaldırmak ve İslâm dünyasındaki birliği ve bütünlüğü yıkmak gibi
şeyler olmuştur.
57
3.3.1.1. Alevîler, Bâtıniler, Rafızîler
Bu başlık altında dergide Alevî10, Rafızi11 ve Bâtıni12 adlı kimi zaman aynı
grup kimi zaman da farklı gruplar olarak değerlendirilen ve hakkında çok fazla yazının
bulunduğu grup bu çalışma için tek bir başlık altında ele alınacaktır. Bu konu hakkında
yazılmış olan yazılar incelenecek ve ana fikir ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Bu konu
hakkında 140 sayı boyunca yaklaşık 150 yazı yazılmıştır. Bu çalışmanın sınırlılıkları
gereği yazıların tamamı incelenemeyecek fakat en genel fikri sunabilmek için mümkün
olduğunca çok yazıya yer verilecektir.
Dergide ilk olarak 10. ve 11. sayılarda yazılmış olan yine Tenkit başlıklı
yazılarda tenkidin ne olduğu, gelecek sayılarda kimlerin ne şekilde, hangi durumda
tenkit edileceği açıklanmıştır. 15. sayıya kadar birkaç küçük konuya –örneğin “namaz
kılarken erkeklerin başı açık olmamalı” gibi- yer verilmiştir. 15. sayıda Hakka Doğru
adlı derginin “Kur’an ayetleri hakkında ihtilafa düşürecek bir yorumu” ile ilgili
Diyanet İşlerinin kendilerine gelen soru ve şikâyetlerin Ehli Sünnet Dergisi tarafından
cevaplanmasını talep etmesi ve derginin yazarları eleştirilmiştir. 16. sayıda da bir
Tenkit yazısında yalnız bu defa Diyanet İşleri tetkik memurlarından birinin, yine
Hakka Doğru dergisine yönelik eleştiri yazısı aynen yayınlanmış ve burada geçen “Hz.
Ali’ye muhabbet görünüşü altında, ashabı kiramı sebbetmek İbn Sebein usulüdür.”
(Kasapoğlu, 1947) ifadesi ile başlayan tartışmalar son sayıya kadar devam etmiştir.
Aynı sayıda bulunan Hurafe ve Taassup başlıklı yazı da Ehli Sünnet dergisinin Hakikat
Yolu dergisinde geçen yazıları eleştirmek için açmış olduğu bir başlık olup birkaç sayı
boyunca devam etmiştir.
17. sayıda yine Tenkit başlıklı yazıda Hz. Ali ve ailesi ile ilgili Hakikat Yolu
dergisinde geçen bazı ifadeler eleştirilmiştir. Bu durum böylece Alevîlik hakkındaki
yazıların temellerin atılmasını sağlamıştır. 18. sayıda yine Hakikat Yolu adlı derginin
bir yazısı Beşinci Mezhepten Bir Fetva başlıklı yazıda eleştirilmiş, çorap üstüne mesh
yapılır mı yapılmaz mı konusu gündeme gelmiş ve onların görüşü Sünnî İslâm’ın kabul
10
“Sözlükte “Ali’ye mensup” anlamına gelen kelimenin çoğul şekli Aleviyye ve Aleviyyûn’dur. Alevî
terimi İslâm kültür tarihinde Hz. Ali soyundan gelenler mânasında, ayrıca siyasî, tasavvufî ve itikadî
anlamda kullanılagelmiştir. Hz. Ali soyundan, oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye,
Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere Alevî denilmiştir (Makrîzî, I, 8).” (Ocak, 1989).
11
Detaylı bilgi için bkz: (M. Öz, 2007).
12
Detaylı bilgi için bkz: (İlhan, 1992).
58
görmüş dört mezhebi dışında görülerek “beşinci mezhep” olarak nitelendirilmiştir.
Burada esas üzerinde durulması gereken mevzu, bu tavrın sebebidir. Nitekim neyin
ortodoks (makbul) neyin heterodoks (öteki) olduğu, neye göre bunun belirlendiği
Tayfun Atay’ın aynı konudaki şu ifadelerinde yerine oturmuştur.
Buradan anlaşılacağı üzere herhangi bir şeyin makbul ile öteki olması iktidar
ile yakından alakalıdır. Nitekim birinci bölümde İslâmcılık bahsinde değinilen Türk-
İslâm’ı veya ulusal din algısı bütünüyle bununla ilgilidir. Derginin Diyanet İşleri ile
olan irtibatları ve neredeyse ortak yayın yapıyor olmaları da bunun açık bir
göstergesidir.
Alevî kelimesi dergide ilkin 19. sayıda Alevilerin Tehdit Mektupları Başladı
adlı yazıda kullanılmış, devam eden sayılarda da artık Alevîlik adı ile eleştiriler
yayınlanmış ve bu ilmî münakaşa neredeyse derginin son sayısına değin sürmüştür.
Alevî kelimesi kullanılmasa da Hakikat Yolu dergisine yapılan eleştiriler onların Alevî
oldukları yönündedir. Bu yüzden sözü geçen mektuplarda direk Alevîler denilmiştir.
Gerçekten tehdit mektupları yazıldı mı bilinmiyor çünkü bu mektupların içerikleri
dergide paylaşılmamıştır. Başka durumlarda yazılmış başka mektuplar ya da telgraflar
olduğu haliyle paylaşıldığı için bu konuda net bir şey söylemek mümkün değildir.
20. Sayıda İslamiyet’in Esaslarını Kemiren Aleviliğin Yeşil Alevleri başlıklı
yazı açıkça bir cephe almak olarak anlaşılabilir. Nitekim bu yazıda bulunan “Türkiye
Cumhuriyeti halkı tamamiyle Ehli sünnettir. Ehli sünnet dört mezhepten mürekkeptir.
Hanefî, Şafi’î, Hanbelî ve Malikî.” (Zapsu, 1947). Yazının devamında dünya üzerinde
sayılarla Ehli Sünnet olan Müslümanlar belirtilmiş ve geri kalan inananların da Ehl-i
Bid’at olduğu ifade edilmiştir. Yalnızca bu ifadeler bile Zapsu’nun ortodoksi
anlayışını açıklamak konusunda yeterli olacaktır.
20. sayıdan 26. sayıya kadar uzunca bir yazı dizisi olan Fitneye Lüzum Yoktur
Hz. Muaviye Ashabı Resulullah’tandır başlıklı yazılar yayınlanmış ve tamamen
Muaviye yakınlığı üzerinden bir Sünnilik sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun aldığı
59
eğitim ile ilgili olduğunu düşünmek mümkündür. Nakşibendi tarikatının Halidî
kolundan olan Abdülhakim Arvasi’nin kardeşi Seyyid Taha Arvasî’nin talebesi olduğu
daha önce belirtilmişti. Örneğin sahabe hayatlarından menkıbe şeklinde gerçekten
yaşanıp yaşanmadığı bile belli olmayan bazı olaylar herkesçe olayın öznesi olarak Hz
Ali, Hz. Ebubekir diye anlatılırken Ehli Sünnet’te Muaviye özne olarak alınmıştır. 13
21. Sayıda ilk defa diyanete Muaviye’nin kâfir olduğuna dair fetva isteyen Salih Yeşil
için Rafızi14 kelimesi kullanılmıştır. Zapsu 24.sayıda Bay Şemsettin Yeşil’e Cevap
başlıklı yazıda Hakikat Yolu gazetesinde Şemsettin Yeşil’in 15 yazdığı bir yazı
hakkında bir değerlendirme yapmış ve o günden itibaren konu hakkında artık isim
vererek yazılarını yazmıştır. 16 26. sayıda Din Kardeşlerimize Samini Bir Tavsiye Ve
Dini Bir Vazife başlıklı yazıda açıkça şu ifadeler kullanılarak konu hakkında net bir
tavır göstermiştir; “Gerek Salih Yeşil ve gerekse Şemsettin Yeşil’in size anlattıkları
tamamen yalan ve acem düzmesidir. Buna inanırsanız imanınıza yazık edersiniz.”
(Belirtilmemiş, 1947).
Zapsu dönem içinde bu görüşlerin iman ile alakalı bir sıkıntı olduğunu ve/ya
imana zarar verebilecek olduğunu düşündüğü için din eğitiminin verildiği başlıklarda
21. sayıdaki İman bahsinde İman (İman Meselelerinde İlk İhtilaflar), 25 ve 26.
sayılarda da İman (Bâtıniye Mezhebi) başlıklı yazılarda17 Bâtıni olarak adlandırılan
grubun Şiilerin bir kolu olduğu yazmıştır ve inanç esaslarına detaylı değinmiştir. 30.
sayıya yine kadar bazı yazılar yazılmış ve gerginlik artarak devam etmiştir, bu sayıda
da Rafızi Müezzinin Başına Gelenler başlıklı fıkra türünde bir yazı yayınlanmış ve bu
yazıda Hz. Ali’nin bu gruba uzak olduğu hicivli bir dille anlatılmıştır.
Zapsu, kendi gözünden Alevîlerin kim olduklarını, amaçlarını, nasıl
çalıştıklarını İslam Kardeşler İmanınızı Koruyunuz başlıklı yazıda açıklamıştır.
13
Bkz. M. Zapsu, “O Sevabı Kazandırır Mıyım” Ehli Sünnet 3 (51), 6.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16458/o-sevabi-kazandirir-miyim (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
14
Bkz. (Abdulhalim, “Fitneye Lüzum Yoktur (Hazreti Muaviye ashabı Resulullahtandır” Ehli Sünnet
1(21), 1. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/15988/fitneye-luzum-yoktur-hazreti-muaviye-ashabi-
resulullahtandir (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
15
İstanbul’da doğdu. Abdülkādir-i Geylânî soyundan gelen Ümmü Kemalzâde İmamoğulları (Koca
İmamoğulları) ailesine mensuptur. Aile şeceresinin dayandığı Ümmü Kemal, II. Murad devrinde
Buhara’dan gelip halen türbesinin bulunduğu Bolu-Gerede’de tekke kurmuş bir mutasavvıftır.
Şemseddin, soyadı kanunu çıkınca hocası Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi’ye nisbetle Yeşil soyadını
almış, halk arasında Yeşil Hoca olarak tanınmıştır. Kaynak ve detaylı bilgi için bkz: (Ceyhan, 2013).
16
Bkz. M. Oruç, “Bay Şemsettin Yeşil’e Cevap” Ehli Sünnet 1 (24), 4.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16024/bay-semseddin-yesile-cevap Erişim Tarihi: 12.08.20
17
Bkz. “İman (Batıniye Mezhebi)”, Ehli Sünnet 1 (25-26), 2.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16027/iman-batiniye-mezhebi (Erişim Tarihi: 12.08.20)
60
Burada “Alevî demek Hz. Ali’ye bağlı olanlar demek değildir. Alevî kelimesi
(alevden) gelir. Bunlar aleve tapan Mecusîlerin kurduğu kurumdur. Bunun için Şiilik
başka Alevîlik yine başkadır.” (Zapsu, 1948) ifadeleri ile Alevîlik hakkındaki
düşüncesini net bir şekilde ortaya koymuştur. Alevîlik, Rafızilik, Bâtıniye mezhebi
çoğu zaman aynı grup için kullanılmıştır. Örneğin, “onlar Rafızi Alevîlerdir.”
İfadesine sık sık rastlamak mümkündür. Damadı olan Musa Anter’in 31 ve 32.
sayılarda yazdığı Vâiz Danıştaya Dava Açabilir Mi? başlıklı yazıda Rafızi ya da Alevi
olduğu bilinen bir vaiz görevden alınırsa geri göreve getirilmek için dava açabilir mi
sorusunu cevaplamak için yazmıştır. “Anlıyoruz ki bir cihet dolayısiyle tayin olunan
bir vaiz Ehlisünnet mezhebine mugayir ve Şii mezhebine uygun bir şekilde
vazettiğinden dolayı (tevcihi cihat) heyeti bu vaizin cihetini kaldırır, yerine başkasını
tayin eder, bu vâiz devlet şûrâsına gidemez. Kanaatındayız.” (Anter, 1948).
Latifeci mahlaslı bir yazarın sık sık bu grup hakkında yazdığı hicivli yazılar
dergi ekibinin görüşünü açıklamaktadır. Yarım Âlim Din Götürür, Nerde O Rahmetli,
M. Salih Yeşillerin Tuttuğu Yol Münasebetile, Odunum… Odunum da.. Odunum…,
Kişi Sevdiği İle Beraberdir gibi çeşitli yazılar aynı tarzda yazılmış yazılardır. Bu konu
hakkında Latifeci mahlaslı yazarın tavrı tüm ciltlerde aynıdır, birbirine yakın anlamlar
içeren yazıları hemen her sayıda yayınlanmıştır.
Zamanla bir tavır değişikliği görülmektedir. Nitekim derginin sonuna kadar da
bu tavır değişikliği her dönem daha da farklılaşarak ortaya çıkacaktır. İlk başlarda, Hz.
Ali yandaşı gibi görünmeye çalışıyorsunuz, bunun arkasına saklanarak din düşmanlığı
yapıyorsunuz (Abdülhalim, 1947) şeklinde ifade edilen bir karşıtlık söz konusudur.
Nitekim mezkur yazının son cümlesi “İslam alimlerinin kararına göre eshaba dil
uzatan kafir ve rafızidir. Harunu Reşid Hazretleri bu hadisi şerif ile amel edip
zamanında ne kadar eshaba dil uzatan rafızi varsa öldürmüştü.” (Abdülhalim, 1947:
4). Bu durum birçok sayıda benzer ifadelerle yazılmıştır. Varılan noktada karşıtlık
artık düşmanlık içeren ifadelere dönüşmüştür.
Daha sonraki sayılarda Alevî kelimesi daha azalmış yerine Bâtıniye ve Rafızi
ifadeleri kullanılmıştır. 57. sayıdaki İhtilafı Kökünden Halledelim başlıklı yazıda
“Alevî Hazreti Ali efendimize muhabbeti olan her Müslümandır. Bu yüzden Alevî
olmayan hiçbir Müslüman yoktur. Sünni ise Hazreti Muhammed Aleyhisselâmın
sünnetinde yani yolunda bulunan her Müslümandır. Bunun için Sunni olmayan hiçbir
61
Alevî de tasavvur edilemez. Ortada böyle bir hadise yoktur. Ayıptır, Müslümanları
tefrikaya düşürmeyelim.” (A. Zapsu, 1949) şeklinde önceki ifadelerinden farklı bir
tavır sergilemiştir.
1949 yılının Ağustos ayında Tokat’a giden ve orada Alevî bir gençle tanışarak
Alevîlerin el kitabını hediye olarak kabul eden Zapsu bu yüzleşme ile tavrını
değiştirmiş daha doğrusu biraz olsun yumuşatmıştır. Buradaki anılarını anlattığı
yazısında esasında bir anlama çabasına girdiği görülmektedir. İlk olarak bir iman
problemi olarak görülen mezhep din düşmanlarından biri olarak tanıtılmış fakat daha
sonra bir söz hakkı tanınmıştır.
Kısaca bakılacak olursa ilkin ufak farklılıklardan dolayı dışlayan bir tavır
sergilenmiş ve sıklıkla tenkit yazıları yazılmıştır. 20. sayıda belirgin bir din düşmanı
olarak ilan edilmiş ve özellikle Hakikat Yolu gazetesinin yazarları Salih ve Şemsettin
Yeşil adlı iki kardeş için eleştiri ve münakaşa yazıları yayınlanmıştır. Bu sıralarda
33.sayıda yer alan İslam Kardeşler, İmanın Düşmanlarından Kendinizi Koruyunuz
başlıklı yazıda Alevî mezhebi ve bu mezhebin görüşleri inkâr edilmiş Alevî “aleve
tapan demektir” şeklinde bir tanıtım yapılmıştır. Daha suçlayıcı tavır sergilenmiş ve
“Alevî, Rafızi, Bâtıni hepsi aynıdır, din düşmanıdır” şeklinde ifade edilmiştir. 49.
sayıda M. Salih Yeşillerin yaptığı şeyin Acem ve kızılbaş hikâyelerini anlatmaktan
başka bir şey olmadığını yazmıştır. Sonrasında 57. sayıda yer alan yazıda bir sindirme
tavrı görülmektedir, yani önceden de söz edildiği gibi “eğer Alevi Hz. Ali’yi sevmekse
biz de Alevî’yiz.” ifadesi Sünni olmayan hiçbir Alevî de olamaz şeklinde son buluyor.
Daha sonra 65.sayıda Hiçbir Hain El İslam Birliğini Parçalayamaz başlıklı yazı
dizisinde Zapsu Tokat ziyaretinden ve orada tanıştığı gençten bahsederken aslında bir
nevi anlama çabası görülmektedir. Fakat bu yazılar burada son bulmuyor ve görülen
bu tavır değişikliği sabit kalmıyor, suçlayıcı ve dışlayıcı tavır baskın olarak derginin
son sayısına dek sürüyor. Bu yazıların tamamından söz etmek elbette mümkün değildir
fakat bazılarının derginin sayısı ile birlikle isimleri verilemeye çalışılacaktır. 60.
sayıda Yanlış Görüşler, 71. sayıda bulunan Fitneyi Uyandırmayalım, 76. sayıdaki,
Tövbe Zamanı Gelmedi Mi? başlıklı yazı, 81. sayıda Batınilik, 82. sayıda Yeşil Zehir,
86.sayıda Çirkin Bir Din Düşmanlığı başlıklı yazılar aynı konu ile alakalıdır. Bu başlık
altında işlenen konu dönem içinde bazı dergilerde de konu edilmiş ve benzer bir tavır
sergilenmiştir. Örneğin Sebilürreşad dergisinin 39.sayısında yayınlanan Yeni Türeyen
62
Alevî Misyonerleri başlıklı yazıda18 M. Raif Ogan sözü edilen grup hakkında fikirlerini
yazmıştır. Bu dergide de başka sayılarda bu konuya yer verilmiştir.
18
Bkz. M. R. Ogan, “Yeni Türeyen Alevi Misyonerleri” Sebilürreşad 2 (39),213.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/92533/yeni-tureyen-alevi-misyonerleri (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
19
Bkz. H. Akseki, “Genç Hristiyanlar Cemiyeti ve Faaliyeti” Ehli Sünnet 2 (37), 12.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16219/genc-hiristiyanlar-cemiyeti-ve-faaliyeti (Erişim Tarihi:
12.08.2020)
63
Masonlar, yine Zapsu’ya göre insanlığa iyilik yapmak ve beşeriyete yardım
prensipleri ile ortaya atılarak en vicdanlı, en hassasiyetli insanları taraflarına çekmeye
çalışan bir topluluktur. Zapsu, dinsiz olanları aralarına kabul etmiyor gibi
göründüklerini ve her dine saygılı olduklarını fakat esasında dinden uzaklaştırmak
amacında olduklarını yazmıştır. Bunların çalışmalarının çok sistemli ve çok karmaşık
olduğunu, kendilerini belli etmediklerini, cemiyete katılmanın şartları zor da olsa
katıldıktan sonra maddi çok imkân sağlayıp cemiyetten çıkışın imkânsız oluğunu
anlatmıştır. Masonların tefsir dahi yazdığını ancak yazılan tefsirin de kendi görüşlerini
savunmakta bir araç olarak kullanılabileceğini anlatmıştır (A. Zapsu, 1948).
99 ve 100.sayılarda art arda yayınlanan Masonlar Hakkında Gazi Yiğitbaşı’nın
İlmî Tahlilleri başlıklı yazıda; “Masonluk memleketimizde ilk defa 30 Haziran 1927
tarihinde (Tekâmül Fikri Cemiyeti) unvaniyle İstanbul Vilâyetinde tescili yapılmış ve
bu tescil keyfiyeti 2000 numaralı ilmühaberle teyidedilmiştir.” (Masonlar Hakkında
Gazi Yiğitbaşı'nın İlmî Tahlilleri, 1951) ifadeleri kullanılmıştır. 100. sayıda da yine
yukarıda belirtilen faaliyetlerinden, dine karşı düşmanlıklarından söz edilmiştir. İlgi
çeken önemli bir yazı da 105.sayıda bulunan Farmasonluk Fransız Okulu Meselesinin
Arkasında Çalışmakta başlıklı yazıdır. İsviçre’de yayınlanan bir dergide yazılmış
yazının tercümesi olan bu yazı Farmasonların çalışma biçimlerini açıklamak üzere
yazılmış bir yazıdır. 117.sayıda bulunan Masonlar İnkişaf Ediyor başlıklı yazıda da
buluşma yerleri olan bir otelden ve elemanlarını her yere örneğin büfeye yerleştirmiş
olduklarından bahsedilmektedir. Bu konu hakkında, 126. sayıda bulunan Mason ve
128. sayıda bulunan Farmason Matbuatın Müslümanlığa Suikastı başlıklı yazılara da
bakılabilir.
Bolşevikler için aslında Komünizm ve materyalizm karışımı bir tanım vererek
bunların örneğin okulda ders anlatan solcu bir öğretmenin Allah ve din mefhumuna
karşı ya da Hz. Peygambere hakaret içerecek bir söz sarf etme ihtimali olduğu bu
konuda Müslüman çocukların böyle öğretmenlerin derslerinde çok uyanık olmaları
gerektiği olmadığını açıklamıştır. Özelliklerini ve amaçlarını üç maddede açıklayan
Zapsu; bunların ilk amacının din düşmanlığı olduğunu, ikincisinin mal birliği
(komünizm benzeri bir eşitlik ilkesi) son olarak da erkek ve kadın ilişkilerinde, kurulan
münasebetlerde zevk öncelikli oluklarını ifade etmektedir (A. Zapsu, 1948).
64
76. sayıda bulunan Tövbe Zamanı Gelmedi Mi? başlıklı yazıda İslâm
düşmanlığından söz edilmektedir, Bolşevikler de bu gruplardan biri olarak görüldüğü
için hakkında “Bolşevik cereyana katılanlar; bunlar ise İslâm ve iman düşmanlığını
açıktan açığa izhar ediyorlar ve bu düşmanlığı medeniyetin icabı zannediyorlar.”
(Sünnet, 1950) ifadeleri kullanılmıştır. Bu konu hakkında ayrıca dergide Latifeci
mahlaslı yazarın 104. sayıda yazdığı Bu Defa Olmadı, 109. sayıda bulunan Deniz
Kirlenmez ve Sütunlar Arası Tezvirat başlıklı yazılara da bakılabilir.
20
Bkz. (Latifeci, “Taassub Yerini Değiştirmiştir” Ehli Sünnet 3 (56), 16.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16555/taassub-yerini-degistirmisir (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
65
yönündedir. Yani bu inkılabın neden yapıldığı anlaşılmaksızın zaman ve mekân göz
önüne alınmaksızın olduğu şekilde uygulanmaya çalışılması veya savunulması onlara
sabit bir şekilde bağlı olmaları eleştiri konusu olmuştur. Yani inkılaplar direk
eleştirilmemiş alt metinlerde bulunabilecek şekilde eleştiriler yapılırken inkılapların
bir sonraki süreçteki mirasçıları tarafından uygulama biçimleri daha belirgin bir
biçimde eleştirilmiştir. Örneğin şapka takmak, şapka da fes de takmayıp bere takmak
konusu gündeme gelmiş ve bere takan biri hakkında soruşturma başlatılmıştır. Dergide
de karar aynen verilmiş ve bunun şapka kanununa muhalif bir durum olmadığı aksine
kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir tutum olduğu yazılmıştır. “Memlekette kanun
hâkimdir, asrî yobazlık mülgadır. Vatandaş kanunlar dâhilinde hür ve serbesttir.”
(Zapsu, Bere Hakkında, 1952). Burada şapka kanunu sahiplenilirken vicdan hürriyeti
konusunda eksiklik olduğu vurgulanarak bir yandan da inkılapların da kendi içinde
çelişkili oldukları mesajı da çıkarılabilir.
Latifeci adlı yazarın mizahi eleştiri yazısında, Asrî yobazlardan olan bir kişinin
karşı apartmanda oturan sakallı birilerini gözetleyerek irtica hareketlerinde
bulunduğundan endişe edişi ve polisler baskına gittikleri zaman da bunların Yunan
sefiri ve arkadaşları olduğu anlaşılınca “affedersiniz, yanlışlık oldu” diyerek mahcup
olması anlatılmaktadır (Latifeci, 1951). Belki birçok şeyi kısa bir yazıda anlatmaya
çalışan Latifeci, ülke içinde sıradan iki insanın konuşmasından bile şüphelenip
polislerle baskına gidebilirken, yabancıların bir araya gelişi, günler boyunca hararetli
konuşmaları hiç şüphe uyandırmamasını manidar bulmuştur. Konu hakkında yazılmış
daha birçok yazı bulunmaktadır. Biz İçerden Siz Dışardan başlıklı yazıda Fuad
Paşa’nın sefirlerle yaptığı bir toplantı esnasında “Asırlardanberi, biz içerden siz de
dışarıdan bu memleketi yıkmağa çalışıyoruz hâlâ yıkılmadı, bu kadar hücumlara hangi
devlet tahammül edebilirdi? Öyle ise en kuvvetli devlet gene Türkiye’dir?” (Latifeci,
1949).
Ezan konusu hakkında Baylar “Ezan” Oyuncak Değildir başlıklı yazı yazılmış
ve gündemdeki bir olay üzerine görüş bildirilmiştir. O sıralarda, mecliste aniden
Arapça ezan okumaya başlayan bir kişinin bu hareketi üzerine halk partisinden birinin
Tabi ki mecliste hiçbir gerekliliği yokken yani namaz vakti değilken ya da bir bebeğe
adı söylenmeyecekken okunan ezan da eleştirilmiştir. Yazıda Ezan’ın kutsiyetine
vurgu yapılırken bu sizin siyasetinize alet edeceğiniz bir oyuncak değildir ifadeleri
66
bulunmaktadır. Ayrıca Türkçe Ezanın içeriği hakkında yazılmış olan yazı21 da bir
okuyucu mektubu üzerine yazılmış bir yazıdır ve dışarıdan gelen bir yazı olması
hasebiyle halkın hoşnutsuzluğunu gösteriyor olması bakımından önemlidir. Cuma
namazı hakkında da benzer bir hassasiyetle yazılmış olan Ezandan Sonra Cuma
başlıklı yazıda “Öz elimizle indirdiğimiz darbeleri tazyikleri hâlâ da fasid ve şahsî
faidelerin zevkile birer prensip, birer rejim telakki edenlerimiz vardır.” (Bitlisi, 1950)
ifadeleri yobazlık olarak değerlendirilen durumun aslında kişisel menfaatlerle alakalı
olduğu ifade edilmiştir.
Dine ve Ülkeye verilmiş olan zararlar anlatılırken Necip Fazıl’ın söylemiş
olduğu bazı sözler üzerine dergide bu sözleri doğru buldukları ve arkasında oldukları
yönünde şu ifadeler yer almaktadır: “Necib Fazıl hâdisesi dolayısile inkılap softaları
yine dinimize tecavüzde taassup gösterdiler ve alabildiğine zehirlerini dökmekten geri
kalmadılar. … Ben de şu cevabı veriyorum; ‘Necib Fazıl iyi adam olabilir, kötü adam
da olabilir. Onun şahsı bizi alâkalandırmaz. Fakat ortaya atılan dava haktır. Bu hak
olan dava hiçbir yede çürütülemez, çünkü haktır.” (Zapsu P., 1951). Aynı sayıda
bulunan Asrî Softa başlıklı yazı da Latifeci hem dil meselesi hem de ezan meselesi
konusunda bir yazıdır. Sürekli taşladıkları Bay Kaya’nın İnkılaplara bağlı kalayım,
irticaya karşı durayım derken ne derece komik duruma düştüğünü anlatılmaktadır.
Ayrıca bu konu hakkında yazılmış olan; 91. sayıdaki Bu Medeniyet Değil
İhanettir, 96. sayıdaki İrtica, 98. sayıdaki İnkılap-İrtica, 101. sayıda Yobazlar
Allahtan Korkunuz ve 103.sayıdaki Vatan Fedaisi Asrî Yobazlara Ders-i İbret, 108.
sayıda Menfaat Balosu, 111. sayıda Bere Hakkında, 114. sayıda Abdül-Ata, 126.
sayıdaki Ataya Kim Hakaret Ediyor başlıklı yazılara bakılabilir.
Bu bölümde özellikle Türkiye modernleşirken İslâmcıların en büyük
sorunlarından biri olan İslâm dinine saldırılar konusu üzerinde durulmaktadır.
Abdurrahim Zapsu da bu konudaki endişelerini dergi ile ifade etmiştir. Zaten dini
eğitim alamayan ve dininden uzaklaşmakta olan bir halk için kaygılanırken bir yandan
da Türk mukaddesatına22 yapılan saldırılar Zapsu’yu harekete geçirmiş ve gerek
eleştiri gerek ilmi münakaşa gerekse açık mektuplar ile halkı bilgilendirmeye
21
Bkz. M. Selami, “Ezan Meselesi”, Ehli Sünnet, 4 (77), 14.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16940/ezan-meselesi (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
22
“Türk Mukaddesatından Ne İstiyorlar”, Ehli Sünnet
5 (100), 2. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/17293/turk-mukaddesatindan-ne-istiyorlar (Erişim Tarihi:
12.08.2020)
67
çalışmıştır. Bunu yaparken hem düşmanların kim oldukları tanıtılmış ve düşmanlara
da gerekli görülen cevaplar verilmiştir.
Bu başlık altında Ehli Sünnet dergisinde en çok gündem olan hatta derginin
asıl neşredilme sebebi denilebilecek olan konu ele alınacaktır. Dini eğitim sorunu,
cumhuriyetten sonra dini eğitim veren hiçbir kurumun bulunmaması ve toplumun
özellikle de çocukların almaları gereken dini eğitimi alamıyor olmalarından
kaynaklanan bir sorun olarak gündemde tutulmuştur. Başta derginin sahibi olan Zapsu
bunu bir vazife olarak almış ve dergiyi dini eğitim vereceğini açıklayarak yayına
sunmuştur. Nitekim son sayıya kadar da bu çizgisinden ödün vermemiş ve vazifesini
yerine getirmiştir. Bunun yalnızca bir dergi yayını ile hallolup bitecek bir sorun
olmadığını daha kalıcı ve sürekli bir çözüm üretilmesi gerektiğinin bilincinde olan
Zapsu ilgili bölümde de delirtileceği üzere sık sık okullarda din derslerinin başlatılması
gerektiğini, bu derslerin din âlimleri tarafından uygun müfredatla verilmesi gerektiğini
vurgulamıştır. Hatta bu müfredatlarının nasıl olması gerektiğine kadar detaylıca bu
konuyu ele almıştır.
68
Buradan hareketle incelendiğinde derginin ilk cildi 26 sayıdan oluşmaktadır bu
ciltte özellikle dini eğitime önem verilmiştir. İman, İbadet, İslam Tarihi
(Peygamberlerin hayatları), Benlik, Şark Âlimleri, Baba Öğütleri, Varlık (2. sayı),
Düşünüyorum (3. sayı), Ben Neyim? (9. sayı), Helal ve Haram (9.sayı) , Hurafe ve
Taassup (16. sayı), Bend (23. sayı) başlıklı yazılarla dinî ilimlere yer verilmiştir. Daha
sonra yavaş yavaş farklı konulara yönelerek içeriklerini genişletmişler gündeme dair
bazı yorumlar ve tenkit yazıları yayınlamıştır. Birinci ciltte bulunan ibretli, öğüt verici
kıssalar, dinî önemli gün ve geceler hakkında yazılar da yine din eğitimi ile alakalı
yazılar olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Ramazan ayı başladığı zaman yazılan
yazıda Ramazan ayının önemi, bu ayda yapılacak olan ibadetlerin değeri anlatılmıştır.
Din eğitiminin her zaman en öncelikli başlık olduğunu dergide yazıların
yarısından çoğunun bu konu ile alakalı olmasından anlaşılmaktadır. Özellikle İman ve
İbadet ve İslam Tarihi sütunlarında çok hassas davranılmış, belirli bölümlerde “bu
kısmı çocukların ezberlemesi gerekmektedir” gibi ifadeler kullanılmış ve ciddi bir
müfredat işlendiğini hissettirmişlerdir. Benlik ve ilerleyen sayılarda bulunan
Düşünüyorum, Ben Neyim? Başlıklı yazılar felsefî olarak Allah’a imanın delillerini
sunmak maksadı ile kaleme alınmış yazılardır. Örneğin Düşünüyorum başlıklı yazı
dizisinde oldukça düşünceli olan bir kişi, kafasında ben neyim, nereden geldim, nereye
gideceğim gibi sekiz soru ile dolaşmakta ve doktor, filozof, rahip, papaz gibi kişilerle
kaygılarını paylaşıp hiç birinden tatmin edici cevap alamadığını ve en nihayetinde
İslâm dininin bu soruları en güzel şekilde cevapladığı anlatılmıştır. Birinci cilt
özellikle iman konusu odağa alınarak hazırlanmış ve cildin sonunda ne yaptıklarını ve
devamında ne yapmayı planladıklarını “Altı aydan beri dinî ihtiyaçlarınızı temin eden
ufak gazetemiz vazifesini bitirdi. … Siz de büyüdünüz ilk mektebi bitirdiniz artık orta
tahsil derecesine geldiniz… biz de ikinci ihtiyaç kısmınızı biraz karşılamak zaruretile
gazetemizi mecmua haline getirdik” (Sünnet, 1947) sözleri ile açıklamışlardır.
İkinci ciltte artık orta tahsil derecesine geçmiş olan öğrencileri için Ehli Sünnet
yeni başlıklar açmış ve eğitime devam etmiştir. Yeni ciltte; Tefsir, Hadis, Kelam,
Fıkıh, Tasavvuf, Siyer-î Nebî, Mukaddes şekil, Şeyh-i Divanından Tevhid sütunları
açılmış ve ilk olarak bunların ne oldukları açıklanmıştır. Birkaç sayı sonrasında
Kaside-i Bürde sütunu da eklenmiştir. Zapsu amaçlarını ve nasıl çalıştıklarını “Biz bu
dergiyi sırf ilmî ve dinî mevzuları yaymak gayesile çıkarıyoruz ve bu gayeyi kuvvetli
69
bir programa istinat ederek bu programı harfi harfine tatbik ettik” ifadeleri ile
açıklayarak tekrar bir muhasebe yapmış ve ikinci ciltte neler yaptıklarını açıklamıştır.
İkinci cilt boyunca; Kaside-i Bürde başlığında, Kaside’nin 39. Beytine kadar, Tefsir
başlığında, Fatiha’dan başlayarak Bakara 43. Ayete kadar, Hadis başlığında,
Buhari’den 36. Hadise kadar, Fıkıh başlığında taharet konusunu tamamlamış, Kelam
başlığında Yunan felsefesi karşısında eski ilmî kelamı bitirmiş ve tasavvuf başlığında
da Mesnevi’de 93. beyite kadar gelerek senelik programlarını tamamladıklarını
açıklamışlar.
İkinci ciltte yer alan Dört Kafatası başlıklı yazı dizisi aralıklarla 61. sayıya
kadar bir tefrika roman olarak verilmiştir. Burada, vefat eden bir adamın Yahudi eşi
(Madam) ile yapılan konuşmalar hikâye üslubu ile anlatılmış ve İslâm dininin çoğu
konularda tatmin edici ve diğer dinlere göre daha akla yatkın olduğu açıklanmaya
çalışılmıştır. Felsefî açıklamalar, ispatlar ve düşündürücü anekdotlar ile kadınla
sohbetleri yazılmıştır.
Zapsu ikinci cildin son sayısındaki yazısında, neler yapıldığını, nasıl
yapıldığını anlatan yazı derginin amacını yeniden vurgulamış ve bir buçuk yıllık yayın
hayatının neticesinde neler yapıldığını açıklamıştır.
Üçüncü ciltte de benzer şekilde Tefsir, hadis, Fıkıh, Fen ve Muhtelif Dinler
Karşısında Ulu İslâmiyet, Tasavvuf, Peygamberimizi Tanıyalım, Arapça
Öğreniyorum, Farsça Öğreniyorum başlıkları ile dinî ilimlere devam edilmiştir. Bu
yeni başlıklar da eklenmiş, dinin dil öğrenmekle daha iyi anlaşılacağı görüşünden
hareketle Arapça ve Farsça öğretmeye çabalanmıştır. Harfler tanıtılarak, gramer bilgisi
verilmeye çalışılmıştır. Bazı sayılarda yazı fazlalığından ötürü bu dil eğitimine ara
verilmiş ve kısa süreli de olsa devam etmiştir.
Diğer tüm ciltlerde de aynen bu eğitim devam etmiş ve gerçekten de Ehli
Sünnet din eğitimi verme gayesini gerçekleştirmiştir. Dergide hem erkek hem de kadın
şark âlimleri tanıtılmış, onların felsefî ve dinî görüşleri aktarılmıştır. Beşinci cilt maddî
sebeplerden dolayı ayda bir neşredilmiş, altıncı cilt düzensiz aralıklarla da olsa yine
15 günde bir neşredilmeye çabalanmıştır. Son cilt yine kimi zaman ayda bir kimi
zaman üç ay aralıkla neşredilerek 139. ve 140. sayılar Hac Nüshası olarak çıkarılmış
ve yayın hayatından çekilmişler.
70
Hac Nüshası Zapsu Hac vazifesini yerine getirirken aldığı notlardan oluşan
nüshadır. Bu yazılar Hac vazifesini erine getirmek isteyen bir Müslümana yol haritası
olabilecek yazılardır. Yani son iki sayıda da yine bir ibadetin nasıl yapılacağına dair
eğitim vererek dergiyi kapatmışlardır. Dergiyi abone olan kişilerin abone bedellerini
ödemediği ve maddi olarak sıkıntıya girdikleri gerekçesiyle kapattıklarını açıklayan
yazar hemen her sayıda derginin ücretinin ne kadar olduğunu, nereye gönderilmesi
gerektiğini yazmış ancak anlaşılan çoğu kişi ücretlerini göndermemiştir.
Zapsu din eğitimi vermenin yanında din eğitimini kimin vermesi gerektiği
konusunda da dertlenmiş ve konuda da yazılar yazmıştır ve bu da oldukça önemli
görülen ve ciddi bir emek harcanan başlıklardan olmuştur. Din eğitimini verecek
kişiler tanıtılırken nasıl bir eğitim erilmesi gerektiği de açıklanmış ve hatta oldukça
detaylı müfredatlar yazılmıştır.
Zapsu bu konu ile ilgili fark ettiği eksikliği ifade etmiş ve bunun için ciddi bir
emek harcayıp 7 yıl boyuna dinî eğitim sağlamak için dergi çıkarmıştır. Yalnız bu
derginin ülkenin her yerine ulaşmasının imkânının olmadığını elbette kendisi de
bilmekteydi ve bu yüzden de sıklıkla dini tedrisatın başlatılması gerektiğini dergisinde
konu edinmiştir. Dini eğitim düzenli bir şekilde yetkili bir kurum tarafından her
Müslüman çocuğuna verilmesi gerektiğini vurgulamıştır. İlk olarak Milli Eğitim
Bakanlığına Açık Mektup başlıklı yazıyı yazmış ve burada MEB’in okulların
müfredatına koymayı planladığı din derslerini eleştirmiştir. Bunun ilmî açıdan, dinî
açıdan ve hukukî açıdan yanlış olacağını devamında gelen açık mektuplarda
detaylandırmıştır. Ona göre ilmî ve dinî açıdan yanlıştır çünkü bu eğitimi verecek
kişinin alanında yeterli olması gerekmektedir. MEB laik devletin bir kurumu olarak
bu yeterlilikte bir öğretmen yetiştirmemiştir ve laik olduğu için aslında yetiştirmesi de
hukuken yanlış olacaktır. Bu bakımdan bu eğitimin bütünüyle Diyanet İşleri’ne
bırakılması gerektiğini açıklamıştır.
Dinî tedrisat dönemin gündemini zaman içinde meşgul etmeye başlamış ve
1947 yılının Aralık ayında Halk Partisi kongresinde konu edilmiş olduğu bilgisini
günlük gazetelerden öğrenen Zapsu da bu konuda Din Tedrisatı Halk Partisi
Kongresinde başlıklı yazısıyla aslında bu konunun o kongrenin konusu olmasının bir
71
anlamı olmadığını yazmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının da kongrede sözü geçen konu
ile alakalı bir açıklama yapmış olduğunu da dile getiriyor fakat ne açıklamaya ne de
din tedrisatı konusunun hangi bağlamda, ne şekilde konuşulduğundan söz etmiyor.
Ümit ediyorduk ki: Eğitim bakanlığı Kongreye şöyle bir cevap vermiş
olsun: Rejimimiz lâyıktır din işleri ile dünya işlerini birbirine karıştıramayız.
Din işlerini tedvirle mükellef Diyanet İşlerinin mütehassıs heyeti tarafından
icabeden tedbirler alınmış ve bir talimatname ile işi Baş Vekâlete bildirerek
dinî ihtiyaçların tatmini için tedbirler alınmıştır. Hükûmetimiz hiçbir vakit din
hürriyetine müdahale edemez bilakis vatandaşların vicdan isteklerini
desteklemiştir. Bu iş ihtisas işidir. Hükûmetten ziyade Diyanet İşleri
Riyasetinin vazifesidir (A. Zapsu, 1947).
Bu yazıda yine anlaşılacağı üzere din tedrisatının Eğitim Bakanlığı ile hatta
hükümet ile alakalı bir görev olmadığı ifade edilmiş ve bilhassa laiklik vurgusu
yapılmıştır. Nitekim bir sonraki sayıda Din ve Lâyıklık başlıklı bir yazı yayınlanarak
laiklik ne demektir gibi bir açıklama yapılmıştır.
Daha sonra Van milletvekili İbrahim Arvas tarafından tasarlanmış bir kanun
layihası gündeme gelmiş ve tasarıda imam, hatip ve vaiz eksikliği sebep gösterilmiştir.
Bu sebeple “imam, hatip ve vaiz mekteplerinin açılma yetkisinin Diyanet İşleri
Başkanlığına devredilmesi ve yine aynı konuda tesis küşadı Milli Eğitim Bakanlığına
bırakılmış olan İlahiyat Fakültesinin mezkûr Bakanlıkça tekrar tesis ve küşadı
hakkında” hazırlanan teklifi sunmuştur. Bu konu 28.sayıda da yine gündem edilmiş ve
milletin bu kanun tasarısına olan olumlu tepkileri yazılmıştır. Esasında yazısında
toplum olarak buna ne kadar ihtiyaç duyulduğu ve eğer gerçekleşirse ne kadar büyük
bir eksikliğin giderileceği bakımından yazarın kendi sevincini ve heyecanını yansıtan
bir yazı olmuştur.23 31. ve 32. sayılarda Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki
tarafından yazılan Yavrularımıza Din Dersleri adlı 4 ciltlik kitap tanıtılmış ve
öğretmensiz de okuyup anlaşılabilecek şekilde oldukları dile getirilmiştir.
36. sayıda yayınlanan Milli Eğitim Bakanlığına Dördüncü Açık Mektup başlıklı
yazıda söze önceki mektuplara olumlu yanıt aldıklarından ötürü teşekkürle başlayan
Zapsu, yayına verilmek üzere hazırlanmış olan bir kitap hakkında mektubunu devam
ettireceğini bildiriyor. Yazar “…bir takım açıkgözlerin ve emri vâki şeklinde tab’a
23
Bkz. “Bütün Memleket İçin Hayırlı Olacak Bir Kanun Layihası”, Ehli Sünnet, 1 (27), 6.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16051/butun-memleket-icin-hayirli-olacak-kiymetli-bir-kanun-
layihasi (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
72
dahi verdiği (Müslüman Çocukların Kitapları) ismini taşıyan kitabı okudum. Ehli
olmayanların vücude getirebilecekleri ne kadar sakatlıklar varsa hepsi câmî olan bu
eser karşısında hayretten hayrete girdim.” (A. Zapsu, 1948) cümleleri ile kitap
hakkında asıl fikrini beyan etmiş daha sonrasında Diyanet İşleri’nin tasvip ettiği
ifadesi bulunduğunu fakat kendisinin Diyanet İşleri makamı ile görüşerek bunun
kesinlikle doğru olmadığını açıklamıştır. Mektubu Diyanet makamının konu ile
alakası olmadığına dair açıklaması ile bitirmiştir ve tekrar Milli Eğitim Bakanlığının
din eğitimi konusunda ehil olmadığını dile getirmiştir. Aynı sayıda yer alan İmam ve
Hatip Okullarının Açılmasını Bekliyoruz serlevhalı yazıda da bu konunun ne kadar
büyük bir ihtiyaç olduğu dile getirilirken özellikle “sözü edilen okulların diyanet işleri
Bşk.na bağlı olarak bir an evvel açılmasına sabırsızlıkla intizar ediyoruz.” (Akkul,
1948).
Sonraki sayılarda yayınlanan yazılar da aynı konu İmam Hatip Kursları,
İlahiyat Fakültesi, buralarda verilecek olan eğitimler hakkında yine benzer noktalarda
işlenmiştir. İmam hatip mekteplerinin ne zaman açılacağı sık sık yazılarak gündemde
tutulmuş bu esnada ilahiyat fakültesinin açılacağı haberi duyurulmuştur. 38. sayıda
duyurulan bu haber yine büyük bir sevinçle karşılanmış ve buranın bir ilim merkezi
olmakla birlikte bir âlim yetiştirme merkezi olması gerektiği vurgulanmıştır. Öğretilen
derslerin yalnız bilgi değil hayatta tatbik edilecek davranışlar olması gerektiği dile
getirilmiştir. İlahiyat fakültesine gelecek bir öğrencinin İslâmî ilimler bakımından belli
bir donanımı olması gerektiğini dergide sık sık yazmış ve bu yüzden ilahiyat fakültesi
müfredatı yazarken de ilk olarak Arapça ve Farsça öğretilmesi gerekir demiştir (A.
Zapsu, 1948: 4). Hemen sonraki üç sayıda detaylı bir şekilde 4 yıllık bir ilahiyat
Fakültesi müfredatı yazılmış ve eğitimi kimlerin vermesi gerektiği açıklanmıştır. Aynı
şey İmam-Hatip-Vaiz okulları için de 56, 57 ve 58. sayılarda yapılmış, müfredat ve
hocalar önerilmiştir. Eğitimin aşamaları, okutulan kitaplar, mevcut öğretmenler bu
konuda eleştirilere maruz kalmıştır ve her defasında yerine neyin konması gerektiği
açıklanmıştır.
Din eğitiminin verilmesi halkın dini ihtiyaçlarını karşılamak için önemli
görülmüştür. Bazı okuyucu mektuplarında ölülerini yıkayacak hocanın olmamasından
yakınan köyler olduğunu bildiren Zapsu din âliminin de yetiştirilmesi gerektiğini
vurgulamıştır. İlkokullarda zorunlu olmaksızın koyulması planlanan din derslerinin
73
hala yürürlüğe girmemiş olması, uygulanmaya başlandığında da umut vadeden bir
karar olmadığını 49. sayıda 4 madde ile açıklayarak yazdığı yazısında yine de
yapılacak şeyin en iyi şekilde yapılması için önerilerde bulunmaktadır. 52. sayıda
dönemin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu’na yazılmış olan açık mektupta; dinî
tedrisatı şeriat tehlikesi görerek karşı çıkmasına karşın Zapsu bu eğitimin neden
gerekli olduğunu detaylı bir şekilde açıklamıştır. 24 Daha eski bir sayıda (37. sayı)
şeriatın ne olduğunu ilmî açıdan değerlendirilmiş bu yazı da bir nevi o yazıya
gönderme yapılmıştır.
Zorluklarla açılmış olan İmam Hatip Kursları orta mektebi bitirmiş öğrencileri
yani lise çağındaki kişileri kabul edecek şekilde tasarlanmıştı. Zapsu bu kursların
öğrenci ve öğretmen profillerini değerlendirdiği yazısında 25 öncelikle okul olarak değil
kurs olarak açılmış olmasını eleştiriyor ve öğrencilerin kimisinin yalnızca bir meslek
edinmek maksadı ile gelen kişiler olduklarını ifade ediyor. Beklentinin bu olmadığını
açıklayarak okutulan kitapların yetersizliği ve eğitimcilerin de kendi alanında iyi ve
yeterli olsalar bile bu kurslar için uygun eğitimciler olmadıklarını önemle vurguluyor.
Nitekim 69.sayıda yayınlanmış olan İmam Hatip Kurslarının Feci Neticesi adlı
yazısında kesinlikle beklenen eğitimin verilemediği ve öğrencilerinin oldukça yetersiz
oldukları ve umulan seviyenin altında oldukları gündeme getirilmiştir. Bu konuya
ilişkin 104, 105, 106, 115, 117. ve 124. sayılarda yazılar yayınlamış İmam Hatip
mekteplerinin/kurslarının durumu hakkında olumsuz izlenimler paylaşılmıştı r. İmam-
Hatip mekteplerinin durumu, öğrencilerin aldığı eğitimler vs. hakkında sözü geçen
yazılarda işlenmiştir. Son olarak 125. sayıda yazılan Okula Molla Sokulmaması
Zihniyeti başlıklı yazıda bu eğitimlerin ne derece önemsenmesi gerektiği ve din
eğitimini, o işin ehli olan mollaların vermesi gerektiği fakat bu görüşe çok uzak
durulduğu açıklanmıştır (Behçet, 1952).
İlahiyat Fakültelerinin de tıpkı İmam Hatip mektepleri gibi açılması heyecanla
beklenmiş ve konu hakkında 68.sayıda İlahiyat Fakültesi Ne Oldu? Başlıklı yazıda
sitemli bir hatırlatma yapılmıştır.
24
Bkz. A. Zapsu, “Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banoğlu'na Açık Mektup”, Ehli Sünnet, 3 (52), 10.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16479/milli-egitim-bakani-tahsin-banguogluna-acik-mektup
(Erişim Tarihi: 12.08.2020)
25
Bkz. A. Zapsu, “Petagoji Noktasında İmam-Hatip Kursunda Bir Röportaj”, Ehli Sünnet,3 (54), 11.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16518/petagoji-noktasinda-imam-hatib-kursunda-bir-roportaj
(Erişim Tarihi: 12.08.2020)
74
Bu bölümde esas olarak Zapsu’nun bu konuya ne kadar ehemmiyet verdiği
dergide bu konuya sık sık değinmesi ile görülmüştür. Bu konudaki kesin görüşü; din
eğitimi, Diyanet’e bağlı olarak açılan İmam Hatip okullarında başlayarak bu konuda
ehil olan imam-hatipler, mollalar tarafından verilmesi ve elbette Arapça ve Farsça
öğretilip geleneksel eğitim sistemi ve müfredatı uygulanarak sürdürülmesi
gerektiğidir. Daha sonraki eğitim ise İlahiyat Fakültesinde temel eğitimini almış
öğrencilerle devam ettirilmelidir. Zapsu bir ilahiyat öğrencisi ve hocası olarak bunları
yazdığını ifade ederken konu ile bu yüzden bu kadar alakadar olduğunu sıklıkla
yazılarında açıklamıştır.
75
dergiden söz ediliyor.26 Bu yazıların devamında aynı sütun altındaki yazılarda artık
Diyanet İşleri Riyasetinin ricası ile yazılmış 27 ve bir sonraki aşamada ise bizzat
Diyanet İşlerinde çalışmakta bulunan bir memurun yazısı28 yayınlanmıştır. Bu yazılar
din hakkında sorulmuş bazı soruları yanlış cevaplamış olan bir yayına cevaben
yazılmış “doğru cevaplar” olarak yayınlanmıştır.
Daha sonrasında 19. ve 20. sayılarda yer alan İbadethanelerimizde
Çalışanların Acıklı Halleri başlıklı yazılar yazılmış, yazıda tüm memurlara gösterilen
ihtimamın, hassasiyetin kesinlikle bu din görevlilerine gösterilmediği, maaşlarının
dahi ödenmediği, verilecek olan maaş miktarının da geçim sağlamak için yeterli
olmayacağı ifade edilmiştir. Tüm bunlarla birlikte bir de camiye bir kez olsun giden
kişilerin de bu görevlileri temizlik düzen konusunda eleştirdikleri anlatılmış, hor
görülmelerinden yakınan ifadeler kullanılmıştır. Fakat son paragrafta yer verilen şu
ifadeler asıl meseleyi ortaya çıkarmaktadır: “Bir taraftan ilahiyat fakültesi yok, imam
hatip mektebi yok, hususî ders okumak memnu dini bilgi verecek tek bir müessese yok
imam yetişmiyor diğer taraftan da yetişenler bu suretle birer birer ayrılıyor. Bereket
versin ki Kur’anı Kerim kursları vardır biraz hafız yetişiyor. Fakat dini malûmatı
olmayan hafız da musiki aleti olan bir naydan başka bir şey olamaz. Bu hal nereye
varacaktır? Soruyorum.” (Zapsu, 1947). Zapsu yazısında çok net bir biçimde eksiklik
olarak gördüğü şeyleri dile getirmiş ve bir durum tespiti yapmıştır. 21.sayıda yer alan
yazı ise bir sonraki başlıkta yer alacak olan konu ile alakalı olsa bile Diyanet İşleri
Makamile Müftülük Makamını Müşkül Mevkide Bırakmağa Kimsenin Hakkı Yoktur
şeklindeki başlığı derginin Diyanet ile ilişkisini açıklamaktadır.
26
Bkz. A. Zapsu, “Tenkit”, Ehli Sünnet, 1 (11), 3. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/15890/tenkit
(Erişim Tarihi:12.08.2020)
27
Bkz. “Tenkit”, Ehli Sünnet, 1 (15), 3. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/15923/tenkit (Erişim Tarihi:
12.08.2020)
28
Bkz. A. H. Kasapoğlu, “Tenkit”, Ehli Sünnet, 1 (16), 3. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/15933/tenkit
(Erişim Tarihi: 12.08.2020)
76
Dersiamlara29, İmamlara30, Vaizlere31 Muhterem Müftülere32, Müezzinlere33
başlıklı yazıları ile hem görevlerinden ötürü tebrik ve teşekkür hem de önerilerini ve
isteklerini yazmıştır. Bunlar hakkında bütçe düzenlemeleri içeren yazılar da
bulunduğu belirtilmişti. Bu tasarıların yazıldığı sayılar çoğunlukla 3. cilt sonu ve 4.
cildin başları yani 1949-50 yıllarında yayınlanan sayılardadır. Kasım ayında
yayınlanan yazıda34 devlet bütçesinin diyanet ile ilgili olan bölümünü yeniden gözden
geçirdiğini anlatan Zapsu ki kendisi de maliye bölümü mezunudur, bu bütçenin
yetersiz olduğunu oldukça detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Daha sonra 83. sayıda
Hayrat Hademesi Kardeşlerime, 84. sayıda ise Hayrat Hademesi Hakkında Genelge
başlıklı yazılarda da yine konuya değinmiştir ve sözü geçen kişiler övülerek yine bütçe
konusu gündemde tutulmuştur35. Din görevlilerinin durumları bu yazılarda açıkça
anlatılarak ihtiyacın giderilmesi için bütçe tasarıları hazırlanmıştır.
Ahmet H. Akseki’nin vefatı ile yeni Diyanet İşleri Başkanı olan Eyüp S.
Hayırlıoğlu tebrik edilmiş ve bu tayin ilkin çok sevinçle karşılanmıştır.
“Memnuniyetle haber aldığımıza göre Konya ülemasından ve eski meb’uslardan
kıymetli bir hukukçu ve âlim bulunan Eyüp Sabri Bey Diyanet İşleri Reisliğine tayin
edilmiştir.” (Tebrik, 1951).
Hemen sonraki sayıda yayınlanan Vekar İstiyoruz başlıklı yazıda bir gazetede
Diyanet İşleri Reisinin Eğitim bakanı ve Cumhurbaşkanı makamlarında ziyaret
etmesine yönelik yapılan haberlere binaen bu durumu eleştiren yazıdır. Diyanet İşleri
Reisini Müslüman toplumu temsil eden bir makam olarak değerlendiren Zapsu bu
hareketi topluma bir hakaret olarak görmüştür. Bu diyanet İşleri ile ilk ters düştüğü
olay olmuştur. Fakat bir sonraki sayı olan 99. sayıda Vekar Meselesi başlıklı yazıda E.
S. Hayırlıoğlu bir açıklama yapmış ve bu haberi yalanlamış ve sorumluğunun farkında
29
Bkz. A. Zapsu, “Dersiamlara”, 1948:3. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16183/dersiamlara (Erişim
Tarihi: 12.08.2020)
30
Bkz “İmamlara”, Ehli Sünnet, 3 (64), 2. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16697/imamlara (Erişim
Tarihi: 12.08.2020)
31
Bkz. “Vaizlere”, Ehli Sünnet, 3 (65), 2. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16714/vaizlere (Erişim
Tarihi:12.08.2020)
32
Bkz. “Muhterem Müftülere”, Ehli Sünnet, 3 (66), 2.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16731/muhterem-muftulere (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
33
Bkz. “Müezzinlere”, Ehli Sünnet, 3 (68), 2. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16764/muezzinlere
(Erişim Tarihi: 12.08.2020)
34
Bkz. A. Zapsu, “Diyanet İşleri ve Devlet Büdcesi”, 1949: 8.
https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16826/diyanet-isleri-ve-devlet-budcesi (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
35
Bkz. A. Zapsu, “Bütçe ve Din Adamları”, 1950: 9. https://katalog.idp.org.tr/yazilar/16916/butce-ve-
din-adamlari (Erişim Tarihi: 12.08.2020)
77
olduğunu bildirmiştir. Zapsu da bu açıklama için teşekkür ederek yazıyı
tamamlamıştır.
Devam eden yazılarda ufak bazı sıkıntılar dile getirilmiş ancak en sonunda
112.sayıdan itibaren başlayan sıklıkla Diyanet İşlerini Tenkit Ediyoruz başlığı ile
yayınlanan yazılarda bu makamın görevlerini hatırlatmaktan öte artık görevlerini
yapmadıklarından ötürü sitem ederek kendilerine çeki düzen vermeleri istenmiştir. Din
düşmanı olarak görülen Biberiye Tarikatı adlı grup hakkında önerilen düzenlemelerin
yapılmadığı, Bâtıni Mezhebine dâhil olduğu iddia edilen bir vaiz hakkında yaptırım
uygulanmadığını ve bunlarla birlikte maddeler şeklinde sıralanmış daha birçok konu
hakkında ciddi eleştiriler yapılmıştır. Benzer konular 113, 116, 118, 119, 120,121, 122,
123, 124 ve 125.sayılarda yazılmış fakat bunlarda özellikle din görevlilerinin tayini ve
bütçeleri konusunda eleştirmiş ve ihtiyacın ne olduğunu, örneğin nereye ne kadar vaiz
gerektiğini yazmıştır. Bu yazıları yazarken kısa bir gözlem gezisi yaptığını bildiren
Zapsu Türkiye’de kaç il, ilçe hatta kaza bulunduğunu ve o yerlerin özel olarak
ihtiyaçlarını yazmış tayinlerin buna göre yapılmasını önermiştir.
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa yeni Diyanet İşleri Reisi ile
anlayışları ve yaklaşım tarzları oldukça farklı olduğu için ve özellikle çalışmalarını
eksik bulduğu için memnun olmamış ve sık sık eleştirmiştir. Yine de birkaç yazıda
yapılan bazı yeni uygulamaları beğendiği zamanlarda olmuş ve bu konularda da tebrik
etmekten kaçınmamıştır. Bunları yaparken de her zaman toplumun faydasını önde
tuttuğunu görmek mümkündür. Çünkü yazılar detaylı incelenirse talepler şahsi değil
araştırılarak belirlenmiş toplumun ihtiyaçları yönündedir. Kendisi de tenkit yazılarını
olumlu bir şeye sebep olmak maksadı ile yazdığını ve bunun geliştiren bir yanı
olmasını beklediğini yazmıştır. Nitekim “Matbuatın en kutsî vazifesi tenkittir. Matbuat
tenkit ettikçe hükümet mekanizması sağlamlaşır, iyi bildiği şeyleri kötü görünce ıslah
eder ve bundan memleket istifade eder.” (A. Zapsu, 1952) sözleri oldukça nettir.
78
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
79
güçleştirmiştir. Bu sebeple çoğunlukla dergi için İslâmî bir yayın, Zapsu için de İslâmî
hassasiyetlere sahip bir kişi denilmiştir.
Israrlı bir Ortodoks (Sünni) Türk-İslâm’ı vurgusu, diğer grupların sürekli
olarak İslâm’a saldırı halinde oldukları kaygısını gündeminde tutmasına sebep
olmuştur. Bu durum ilgili bölümde ele alınan Cumhuriyetten sonraki süreçte
Türkiye’de kurulmaya çalışılan milli din algısını destekler nitelikte olduğu için
Zapsu’nun bu tavrını modernleşme sürecine katkısı diye yorumlamak uygundur.
Çalışmanın başlangıcında hiç akla gelmeyen bu modernleşme sürecine katkısının
olması durumu çalışma ilerledikçe kendini göstermiş ve çalışma için önemli
görülmüştür.
Dergide en çok değinilen bir diğer nokta da İslâm düşmanlarına karşı İslâm
birliği kurulması gerektiği düşüncesidir. Zapsu, halkın dinî bilgisi korunur ve halk bu
konuda bilinçlenirse, evlatlarını da bu hassasiyetler doğrultusundan yetiştirirse
kimsenin, toplumsal değerlere zarar veremeyeceği kanısındadır. Yalnız
kalmış/bırakılmış halka yalnız olmadıklarına dair güvence vermeye çalışmıştır. Gerek
ülke içinde gerekse dış ülkelerdeki Müslümanların kardeş oldukları, asırlarca birlik
halinde oldukları ve zaten bu yüzden de çok kuvvetli oldukları, iman birliğinin hiç
kimse tarafından yıkılamayacağı vurgulanmıştır.
Bu noktada Alevî gruplara karşı olumsuz söylemler üzerinde de tekrar
düşünülmesi gerekmektedir. Bu söylemlerin sebebinin, Zapsu’nun bağlı olduğu
Nakşibendi tarikatının Halidî kolu olduğu görüşü akla yatkındır. Hocası olan Seyyid
Tahâ Arvâsî Halidî şeyhiydi (tarikatta Halife deniliyor) ve bu görüşe sahip kişilerin
büyük ölçüde Sünni birlikler kurulmaya çalışılıp -örneğin İran’da Şii gruplar dâhil
edilmemiştir- çoğunlukla da Şii grupların dışlandığı hatta olumsuz ve karşıt
söylemlerde bulunulduğu gözlemlenmiştir. Zapsu’nun Alevî gruplar hakkındaki
olumsuz söylemleri buna bağlanabilir. Burada yine Zapsu için İttihad-ı İslâm görüşünü
olumsuz etkilediğinden İslâmcı demek zorlaşmaktadır. İslâm’ı yalnızca Türk ve Sünni
gruplara ait bir din olarak görmek ve hatta farklı mezhepten olan kişileri düşman
addetmek, çalışmadaki İslâmcılık düşüncesi tanımına uygun değildir.
Zapsu, İslâmcılık görüşü olarak daha çalışmanın ilk başında değinilen, dinde
reform yapılması gerektiğine ve içtihat kapısının yeniden açılmasına yönelik görüşlere
oldukça sert bir biçimde karşı çıkmıştır. Bu konu hakkında yazdığı Dinde Reform
80
Saçmalığı (içtihat kapısı) başlıklı yazı dizisinde görüşlerini açıklamıştır. Bu durum
yine Zapsu’nun İslâmcılık görüşü hakkında önemli bir ipucu vermektedir. Normal
şartlarda İslâmcılığın, dini geleneksel formdan kurtarmak ve ana kaynaklara dönerek
dinî emir ve yasakların gündemde olan sorunlara cevap verecek şekilde yeniden ele
almak gibi olumlu adımları olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla içtihat kapısı açık
olmalıdır. Oysa Zapsu “dinde reform saçmalığı” derken modern bir yeni din kurulması
konusunda -örneğin camilere sıra konulması, ayakkabı ile girilmesi gibi konular- karşıt
görüş belirtmekten ziyade içtihat kapısının asla açık olmadığını, emir ve yasakların net
olduğunu belirtmiştir. Hatta burada Said Nursî ile bazı görüş ayrılıkları vardır, Nursî
içtihat kapısının gerektiği zaman açılabileceğini fakat şu an günümüzde bu ilme sahip
bir müçtehit olmadığı için kapalı olmasının uygun olduğunu düşünür. Zapsu ise
kesinlikle böyle olmadığı yönünde görüş belirtmektedir. Bu tutum da yine İslâmcılık
çatısı altında değerlendirilebilecek yaklaşımlara pek uymamaktadır.
Burada belki başka bir çalışmanın konusu olabilecek bir durum ortaya
çıkmaktadır, o da bu tür İslâmcılık denilemeyecek tavır ve yaklaşımların yalnız
Zapsu’ya mı ait olduğu yoksa örneğin 1950’lerde İslâmcı olan tüm gruplara ait
yaklaşımlar mı olduğudur? Bu soru cumhuriyet dönemi boyunca İslâmcılığın farklı
tezahürleri mi olduğu yoksa birey, grup ya da yayın sınırları içerisinde münferit farklı
yaklaşımlar mı olduğu sorularının cevabını aralayacaktır. Hali hazırda bu çalışma
sınırları içerisinde ortaya koyduğumuz İslâmcılık tanımına uygun olmayan düşünce ve
pratikleri olduğunu dile getirmiş olmamız iddialı olmaz.
Nihai olarak, Zapsu’nun ideolojik tutumu; çalışmada ortaya koyulan İslâmcılık
düşüncesinin aksine; siyasi amaçlardan, siyasi alanda yer edinme veya var olan yerini
sağlamlaştırma taleplerinden ayrı olarak; artık toplumsal ve kültürel bir hareket olarak
sürmektedir. Benzer şekilde, İslâmcılık düşüncesinde, dinî alanda içtihat gerektiği ile
ilgili olan görüşler görüldüğü gibi Zapsu bunu saçmalık olarak görmüştür. Daha
muhafazakâr, daha toplumsal ve aslında daha gündelik bir hal almıştır. Dine yapılan
saldırılar, din görevlilerinin durumu, çocuklara din eğitimi verilmesi gibi durumları
gündem eden bir yaklaşım görülmektedir. Bunun yanında yine de Pakistan İslâm
Devleti kurulurken duyulan sevinç, yapılan övgüler, devletin kuruluşunun yıl
dönümüne dair yazılan tebrik yazılar ve kardeşlik çağrısı, İslâmcılık düşüncesinin
81
aksine Zapsu’da bir İslâm devleti kurulmasına dair yalnızca hayalî olduğunu
göstermektedir.
82
KAYNAKLAR
Abdülhalim. (1947, Aralık 19). "Fitneye Lüzum Yoktur (Hz. Muaviye Ashabı
Rasulullahtandır)". Ehli Sünnet, 1 (25) 1-4.
Akkul, A. (1948, Mayıs 15). "İmam ve Hatip Okullarının Açılmasını Bekliyoruz". Ehli
Sünnet, 2 (36) 13.
Anter, M. (1948, Mart 15). "Vâiz Danıştaya Dava Açabilir Mi?" Ehli Sünnet, 2 (32)
12.
Behçet, S. (1952, Kasım 15). "Okula Molla Sokulmaması Zihniyeti". Ehli Sünnet, 6
(125) 8.
Belirtilmemiş. (1947, Aralık 26). "Din Kardeşlerimize Samimi Bir Tavsiye ve Dini Bir
Vazife". Ehli Sünnet, 1 (26) 2.
83
Erkilet, A. (2016). Zülfikar Mecmuası 1960'lardaki Nur Hareketine Dair Bir Okuma
Denemesi. (Der. V. Işık, A. Köroğlu, & Y. E. Sezgin), 1960-1980 Arası
İslamcı Dergiler içinde. (s. 329-341) Ankara: Nobel Yayınları.
Latifeci. (1949, Ocak 15). "Biz İçerden Siz Dışardan". Ehli Sünnet, 14.
Latifeci. (1951, Ağustos). "Afedersiniz, Yanlışlık oldu". Ehli Sünnet, 5(101), 16.
Marshall, G. (2005). Sosyoloji Sözlüğü. (D. Kömürcü, & O. Akınhay, Çev.) Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınları.
84
Sünnet, E. (1947, Aralık 26). "Aziz İslam Yavrularına". Ehli Sünnet, 1.
Sünnet, E. (1950, Ocak 15). "Tövbe Zamanı Gelmedi Mi?" Ehli Sünnet, 15.
Tunaya, T. Z. (1998). İslamcılık Cereyanı I. İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın
ve Yayıncılık.
Zapsu, A. (1947, Aralık 12). "Din Tedrisatı Halk Partisi Kongresinde". Ehli Sünnet,
1.
Zapsu, A. (1948, Aralık 15). "Ehli Sünnet İlim Karşısında Nasıl Çalıştı? Ne Yaptı?"
Ehli Sünnet, 12-13.
Zapsu, A. (1948, Mayıs 15). "Milli Eğitim Bakanlığına Dördüncü Açık Mektup". Ehli
Sünnet, 12.
85
Zapsu, A. (1949, Nisan 1). "İhtilafı Kökünden Halledelim". Ehli Sünnet, 14.
Zapsu, A. (1952, Mayıs 1). "Diyanet İşlerini Tenkit Ediyoruz". Ehli Sünnet, 8.
Zapsu, A. (2006). Büyük İslam Tarihi Hz. Muhammed (s.a) Dönemi. İstanbul:
Risale.
Zapsu, P. (1951, Nisan). "Bir Pire İçin Memleket Yakılmaz". Ehli Sünnet, 13.
86
EKLER
87
Abdurrahim Zapsu, aile şeması.
Abdurrahim Zapsu.
88
Abdurrahim Zapsu ve ailesi, en sağdaki eşi; Hidayet Hanım.
36
Kaynak: https://twitter.com/BitlisName/status/1040141864006025217 Erişim Tarihi: 12.08.20
89
Abdurrahim Zapsu’nun torunu Cüneyt Zapsu ve Eşi Beyza Zapsu.
90
Ek 2. Ehli Sünnet Gazetesi
Ehli Sünnet dergisinin ilk sayısı. Dergi isminin yanında bir ayet, bir hadis ve Hz. Ali'ye
ait bir cümle ve sol tarafında künye bulunmaktadır. Dergi isminin altında Teşkilât
Esasiye Kanunundan iki madde (75-68) bulunmaktadır. Derginin son sayfası sağ
altında ''Basıldığı yer Bürhaneddin Erenler Matbaası İstanbul Ankara Caddesi No.
52/1'' notu yer almaktadır.37
37
Kaynak: http://katalog.idp.org.tr/sayilar/1075/1-cilt-1-sayi
91
Abdurrahim Zapsu’nun dergisi olan Ehli Sünnet’in bir nüshası.
92
Ek 3. Abdurrahim Rahmi Zapsu (Evdırehîm Rehmî Hekarî) (1890-1958)
Biyografisi
İnsanın doğduğu yer, ailesi, içine doğduğu kültür, din ve dil insanı
şekillendiren ve var eden çok önemli unsurlardır. Bourdieu’nun “habitus” dediği, İbn-
i Haldun’un “coğrafya kaderdir” dediği aslında tam olarak bunu yansıtmaktadır.
Abdurrahim Zapsu da kendi coğrafyası, içine doğduğu kültür, din hatta dil ile var
olmuş, bunları en güzel şekilde taşımış ve yansıtmış bir yandan da var edicisi olmuştur.
Hakkında pek az şey yazılmıştır ancak Kürt fikir insanları arasında çok önemli bir yeri
bulunduğu için bu yazılanların bir kısmı Kürtçe kaleme alınmıştır. Hayatına dair
yakınlarının eserlerinde denk geldiğimiz birkaç genel bilgi dışında çok az bilgiye
ulaşılabilen bir yazar Abdurrahim Zapsu. Kendi eserlerinden çok azına erişilebilmekte
ama özellikle altı sene boyunca toplam 140 sayı neşrettiği dergisi Ehli Sünnet’ten
hayata bakış açısını, düşünce biçimini anlamak mümkün.
2006 senesinde torunları Geylan Abdülaziz Zapsu ve Hasan Cüneyd Zapsu
vasiyeti üzerine Abdurrahim Zapsu’nun “Büyük İslam Tarihi” adlı eserini üçüncü cildi
ile birlikte basımını yaparak ve yazarın kısa bir biyografisini de eklemişler. Burada var
olan bilgilere göre; Abdurrahim Zapsu 1309 (1890) yılında bugün Van iline bağlı olan
Başkale kasabasında doğmuştur. Babası Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin soyundan
gelen Seyyid Mehmed Pertev Bey; annesi, Abbasi sülâlesinden Hacı Tayyar Bey’in
kızı Emetullah Hanım’dır. Anneannesi Seyyid Muhiddin Arvâsî Hazretleri’nin kızıdır.
“Annesi, anne tarafından Doğu Anadolu’nun ilmî ve tasavvufî faaliyetleriyle tanınan
Arvâsîler’e mensup Emetullah Hanım’dır. Kendisi de bir yazısında evlâd-ı Alî’den
olduğunu ifade eder.”38
Köklü, ilim ehli bir ailede dünyaya gelen Zapsu özellikle eğitimi konusunda,
önceden değinildiği gibi hem içinde bulunduğu kültür tarafından var edilmiş hem de
bu kültürel sermayenin önemli bir taşıyıcısı olmuştur. Hakkında yazılan biyografilerde
eğitimi hakkında aşağıdaki bilgilere ulaşılmıştır.
İlk tahsilini Başkale’de, orta tahsilini Van Darülmuallimîn’inde tamamlayan
yazar, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin küçük kardeşi Seyyid Taha Arvâsî
Hazretleri’nden Maarif Nezareti’nce onaylı icazetname almıştır. Özel hocalardan ders
38
https://islamansiklopedisi.org.tr/zapsu-abdurrahim (Erişim Tarihi: 24.08.2019).
93
alarak Arapça, Farsça öğrendi ve dinî bilgilerini ilerletti. Ayrıca Ankara Mâliye
Meslek Mektebi’nden de mezun olmuştur.
İstanbul’da Dârülhilâfe Sahn Medresesi imtihanını verip Mütehassısîn
bölümüne giriş hakkını kazandıysa da medreselerin lağvedilmesi üzerine Dârülfünun
İlâhiyat Fakültesi’nde okudu. Mezuniyet tezi olarak Âbide-i Tevhîd adıyla hazırladığı
Âyetü’l-kürsî tefsiriyle fakültenin ilk mezunları arasına girdi (1927).
Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde işgal güçlerine karşı Kuvay-
ı Milliye güçlerine katılmış ve hatta bu birliklerin oluşumuna öncülük etmiştir.
Hakkında yazılan biyografilerde “Said Nursi’nin silah arkadaşıdır.” İfadesinin bu
süreçte birlikte savaşıp esir düştükleri için kullanılan bir tabirdir. “Rus ve Ermeni ortak
kuvvetlerine karşı sürdürülen çete muharebelerinde yaralanarak esir düşmüş ve Ruslar
tarafından Hazar Denizi’ndeki Nargın Adası’ndaki bir esir kampına hapsedilmiştir.
Burada Rusça ve Almanca öğrendi. Esirler arasında bulunan Müslüman esirlerin
çocuklarına dinî konularda ders vermek amacıyla kampta bir mektep açtı. Bu dönemde
çocuklalar için, ahlaki şiirler yazmıştır. Ancak esir çocuklarına bu şekilde eğitim
verilmesinden hoşlanmayan Ruslar, bir buçuk sene sonra 22 Ekim 1333 (1917)
Abdurrahim Zapsu’nun bu hizmetine engel olmuşlardır. Ardından esir kampından
kaçarak Bakü’ye ulaştı. Kampta yazdığı şiirleri ve bir tiyatro eserini Bakü’de neşretti.
Ekim 1917’de Bolşevik İhtilâli’nin patlak vermesi ve Rusya’nın savaştan çekilmesiyle
hürriyetine kavuştu. Uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndü. İlk sayısını 4
Temmuz 1947’de çıkardığı Ehli Sünnet dergisini altı sene boyunca 1953’e kadar
toplamda 140 sayı neşretmiştir. Derginin imtiyaz sahibi ve başyazarı olması hasebiyle
yazıların çoğu kendisine aittir. Derginin “İman, İbadet, İslam Tarihi, Münevverler,
Şark Âlimlerinden, Tefsir, Fıkıh, Hadis, Tasavvuf, Siyer” sabit başlıkları altında dini
bilgilere ilave olarak yurtiçi ve diğer İslam ülkelerindeki gelişmelere yer verilmiştir.
“Bilge Terzi” adıyla tanınan M. Said Çekmegil’in yazı ve şiirleri 33. sayıdan itibaren
hemen her sayıda yer almıştır. Dergide oğlu Pertev Zapsu’nun da yazıları yer
almaktadır.
Abdurrahim, soyadı kanunundan sonra, Zapsu soyadını almıştır. Bu adı,
Hakkâri il sınırları dâhilinde bulunan Zap Suyu’na atfen aldığı belirtilmektedir.
Bedirhan Paşa’nın torunlarından Bedirxani Aziz Bey’in kızı Hidayet Hanım ile
evlendi. Hidayet Hanım İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür, Muallim Mektebi
94
mezunudur. Uzun zaman ilkokullarda hocalık yapmış, sonra emekli olmadan istifa
etmiştir. Mustafa Pertev, Ayşe Hâle, Jâle adındaki çocukları olmuştur. Torunu Cüneyt
Zapsu hakkında yazılan bir haberde şöyle bir giriş yapılmış “(dedesi) Abdurrahim
Zapsu son derece ilginç bir Müslüman portresi çiziyor. O yıllarda bir din âliminden
beklenecek en son şeyi yapıyor ve çocuklarının hepsini yabancı okullarda okutuyor.
Oğlu Mustafa Pertev ve kızı Hale'yi bir papaz okulu olan Saint George'a, Jale'yi Dame
de Sion'a gönderiyor.”39
En önemli gördüğü şeylerden biri Müslüman ailelerin çocuklarının dini eğitim
alması olmuş ve esirlikte bile bunun için çabalamıştır. Bu âlimin tüm çocuklarını
yabancı mekteplerine göndermesi bazı çevreler tarafından eleştiri konusu olmuştur bu
olayı Cüneyd Zapsu Gülay Afşar’ın programında şu şekilde anlatıyor; “ Demişler ki
dedeme, ‘Hoca efendi nasıl yaparsın böyle bir şeyi?’ Dedem de ‘Benim çocuklarım
imanlarını aldılar, neye inanacaklarını biliyorlar ama hiç olmazsa Allaha inanan bir
kültürde yetişsinler istedim’ demiş” 40 burada aslında ortaya bambaşka bir durum
çıkmaktadır. 1940’lı yıllarda Abdurrahim Zapsu Türkiye Eğitim sistemini nasıl
görüyordu ya da Milli Eğitim Bakanlığı, Türk okulları nasıl bir izlenim uyandırmıştı
da evlatlarını teslim etmekten çekinmişti? Bu soruların cevabına Ehli Sünnet’te art
arda üç tane daha sonra dördüncüsü yayımlanan “Milli Eğitim Bakanlığına Açık
Mektup” başlıklı seri halinde dört mektupta ulaşılabilir. Daha sonraki sayılarda da ara
ara yine Milli Eğitim Bakanlığına açık mektuplar yazılmıştır.
İlk dört mektupta Milli Eğitim’e bağlı okullarda dini tedrisata başlanması ve
bunun için yazılacak olan iki adet kitabın içeriğinin gazetede paylaşılması üzerine
yazılmıştır. İlk üç mektupta sırasıyla bu işin tümüyle Diyanet İşleri Bakanlığına hatta
ivedilikle teslim edilmesinin üç gerekçesi açıklanarak rica edilmiştir. Bu işin öncelikle
Türk hukukuna aykırı olduğu belirtilmiştir, çünkü Türkiye layık (laik) bir devlettir ve
dini eğitimin resmi eğitim kurumlarında verilmesi hukuka aykırı olacaktır
denmektedir. İkinci ve üçüncü mektuplarda ilmi ve dini olarak mümkün olmadığı
çünkü bahsedilen “dini” kitapların aslında gerçekten İslam dininin esaslarına dair
olmadığı uzunca açıklanmış ve hatta bu kitapların yazar kadrosunun da kendi
39
http://www.haber7.com/siyaset/haber/174984-cuneyd-zapsunun-derin-portresi (Erişim Tarihi:
24.08.2019).
40
https://www.youtube.com/watch?v=tJ7A0c98P8Q (Erişim Tarihi: 24.08.2019).
95
alanlarında (tercüme) ehil kişiler olsalar bile dini ilimlere vakıf olmadıkları için bu
kitapları yazmalarının doğru olmayacağı belirtilmiştir.
Kısaca “bu dini tedrisat işi Eğitim Bakanlığının işi değildir ve yapmaya
kalktığında da doğru bir şekilde yap(a)mamaktadır” diyor ve işin ehline teslim
edilmesi hususunda da epeyce ısrarcı oluyor. Nitekim birkaç sayı sonra yazılan
dördüncü mektupta sözlerinin dikkate alınarak dini tedrisatın Diyanet İşleri
Bakanlığına teslim edilmesinden dolayı teşekkürlerini bildirirken yeni basılmış
çocuklar için dini bilgiler içeren bir kitabın ne kadar çok yanlışlarla dolu olduğunu
açıklamak zorunda kalmıştır. Dinin asıl öğretilerinin neler olduğunu, dini eğitimin
nasıl verilmesi gerektiğini uzunca anlatarak basılmış olan kitaba ağır bir eleştiri
sunmuştur.
Dönemde dini tedrisata daha doğrusu bunu Eğitim Bakanlığının yapmasına
karşı çıkan ve bunu gerekçeleri ile anlatan bir âlimin bir nevi tepki göstererek
evlatlarını teslim etmemesi anlaşılır bir şeydir.
Çocuklarından Mustafa Pertev “Uzel Makine”nin sahibi Masel Ferguson
traktörlerinin Türkiye’deki imalatçısı İbrahim Uzel’in kızı Gaye Uzel ile evlenmiştir.
Abdülaziz Zapsu ve Cüneyt Zapsu bu çiftin çocuklarıdır. Kızı Ayşe Hale o dönemde
Mardin’den İstanbul’a gelmiş olan ve Abdurrahim Zapsu’nun müdürlüğünü yaptığı
Dicle Talebe Yurdu’nda kalan Musa Anter ile evlenmiş ve Anter, Rahşan ve Dicle
isimli üç çocukları olmuştur.
Abdurrahim Zapsu 9 Şubat 1958’de İstanbulda vasiyetnamesini yazdıktan 45
gün sonra vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı Şehitliği karşısındaki Necati Bey
Mezarlığı’ndadır.
II. Meşrutiyet döneminde İstanbul’daki Müslüman Kürt cemiyetlerine katılmış
ve kuruluşlarında öncülük etmiştir. Bu konu hakkında Diyanet İşleri Bakanlığının
hazırlamış olduğu ansiklopedide şu bilgiler yer almaktadır: “II. Meşrutiyet öncesinde
İstanbul’a gitti. Her etnik grubun başının çaresine bakma yollarını aradığı bu çalkantılı
dönemde çeşitli Kürt derneklerinde görev aldı. Türkçe ve Kürtçe
yayımlanan Jin dergisinde yazılar yazdı. Kürt Talebe Hevi (Ümit) Cemiyeti’nin
kurucuları arasında bulundu.”
96
Damadı Musa Anter Hatıralarım adlı eserinde Abdurrahim Zapsu’dan epeyce
bahsetmekte ve bu anlamda önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Zapsu’nun içinde
bulunduğu çevreden şu şekilde bahsediyor:
41
http://katalog.idp.org.tr/dergiler/17/ehli-sunnet (Erişim Tarihi: 25.08.2019).
97
İslâm Gençlik Konferansı’na katıldı. Burada Pakistan Millî Eğitim Bakanı Ali Ekber
Şah ve Suriye’den Saîd Ramazan el-Bûtî ile görüştü, birçok İslâm âlimi ve aydını ile
tanıştı. 1953 yılında hacca gitti. Dönüşünde hâtıralarını ve değerlendirmelerini Ehl-i
Sünnet mecmuasının “Hac Nüshası -1-” olarak numaralandırdığı 139. sayısında
yayımladı.
“1951 senesinde Pakistan’daki Dünya İslâm Kongresi’ne davet edilen yazar, o
dönemde yeryüzünde esir Müslüman ulusların bağımsızlığı için ve insan hak ve
özgürlüklerinin sağlanabilmesi için çeşitli sivil topluluklarda çalışmıştır.” (Zapsu,
2006). Ehli Sünnet Dergisinde Pakistan İslam Devleti’nin kuruluşu için verilen
mücadeleyi yakından takip etmiş ve yaklaşık bir yıl boyunca her sayısında düzenli
olarak her sayıda destek mesajları yazılarak gündemi takip etmiştir. Derginin ikinci
cildinden itibaren hemen her sayısında iç haberler ve dış haberler başlıklı yazıları
bulunmakta ve Türkiye ve Dünya Müslümanlarının durumları gündeme getirilerek
okuyucular bilgilendirilmektedir. 1951 yılında davet edildiği kongre ile alakalı gezi
notlarını, seyahat planını da dâhil ederek Ehli Sünnet Dergisinde 5. cilt 96. sayıdan
itibaren Pakistan Seyahat Notları başlıklı yazı dizinde paylaşmıştır.
Abrurrahim Zapsu'nun Şeyh Said olayının iki numaralı ismi olduğu
belirtilmektedir. Bu yüzden sürgün yediği ve hapis yattığı bazı internet sitelerinde
yazılmıştır. Ancak bu konuda torunu Cüneyt Zapsu verdiği bir röportajda bunun
gerçek olmadığını ancak gerçek olsa bile söylemeyeceğini çünkü Şeyh Said olayının
gerçekten ne olduğunun da tartışmalı olduğunu söylemektedir. Damadı Musa Anter,
hatıratında Şeyh Said olayına detaylıca yer vermektedir. Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza
Efendi ile dostluğundan bahseder ve olayı ondan dinlediği şekilde aktarır. Olayın
başlaması, bitişi, organize oluş biçimleri ve neticede Şeyh Said ve arkadaşlarının idam
edilişine kadar anlatır fakat zikredilen isimler arasında Abdurrahim Zapsu’dan söz
etmemiştir. Olayda ya hiç bulunmamış yahut bulunmuşsa bile çok aktif bir rol
almamıştır. Çünkü olayın içinde bulunan kişilerin tümü idam edilmiştir. Yalnız
Zapsu’nun Şeyh Said’e duyduğu saygı ve muhabbeti sürgünde olan eşi Fatma hanımı
evinde on gün kadar ağırlayarak göstermiştir (Anter, 1999: 87-89).
Abdurrahim Zapsu bir taraftan da Said-i Nursi ile olan dostluğu ile anılır. Hatta
Said Nursi’nin esir kampında bir komutanla olan münakaşası ve bu münakaşanın
neticesinde neredeyse idam edilecekken komutanın bundan vaz geçerek Said
98
Nursi’den af dilemesi olayını ilk defa yazan ve duyuran Abdurrahim Zapsu’dur. Bu
olay Ehli Sünnet dergisinde yer almaktadır ve gazetenin kupürü Eklere eklenecektir:
Ayrıca Said Nursi İstanbul’a geldiği zaman Zapsu’nun evinde misafir olmuş
ve samimi sohbetleri olmuştur (Anter, 1999: 79-82).
42
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sualar/on-dorduncu-sua/646 Erişim Tarihi:
25.08.19)
99
VASİYETİ
“Vasiyetnâmem
Bismillahirrahmanirrahim
100
Es-selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü.
4 Cemaziyülâhır 1377, 26.12.1957, İstanbul / Abdurrahim Zapsu
***
ESERLERİ
a. Yayımlanmış Eserleri
101
Helâl ve Haram (İstanbul 1951);
İlimden ve Edepten Mahrum Bir Papaza İlim ve Edep Dâhilinde Bir Cevap (İstanbul
1954; (İstanbul Tarabya Metropolidi Yakovas’ın İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhine
kaleme aldığı yazılara cevaptır);
Büyük İslâm Tarihi (I-II, İstanbul 1955-1957. (Müellifin vefatıyla geniş bir plan
halinde kalmış olan III. cildi ilâve edilerek 1976’da tek cilt halinde yayımlanmış bu
hacimli eserde Hz. Peygamber’in hayatının Mekke devri üzerinde durulmuş, ele alınan
konular tarih felsefesi, din felsefesi, içtimâiyat, ahlâkiyat, İslâm felsefesi, hikmet-i
tabîiyye gibi alanların ışığında işlenmiştir)
b. Yayımlanmamış Eserleri
Ben Neyim?
102
Peygamberimizi Tanıyalım,
Ahlâk ve Felsefe,
KAYNAKLAR
Anter, M. (1999). Hatıralarım. İstanbul: Avesta Yayınları .
Zapsu, A. (2006). Büyük İslam Tarihi Hz. Muhammed (s.a) Dönemi. İstanbul: Risale.
http://www.haber7.com/siyaset/haber/174984-cuneyd-zapsunun-derin-portresi
Erişim Tarihi: 24.08.19)
https://www.youtube.com/watch?v=tJ7A0c98P8Q (Erişim Tarihi: 24.08.19)
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sualar/on-dorduncu-sua/646 (Erişim
Tarihi: 25.08.19)
http://katalog.idp.org.tr/dergiler/17/ehli-sunnet (Erişim Tarihi: 25.08.19)
103
1. Biyografi Ekleri
a. Pakistan İslam Kongresi’nde çekilmiş bir fotoğraf
Soldaki A. Zapsu.
104
Said Nursî’nin Bir Hatırası.
u oal u
105
Büyük Doğu Cemiyeti (3. sıradaki kişi: A. Zapsu, görevi: Umumi Kâtip (Ehli Sünnet
Sahibi, Maaruf Muharrir).
106
ÖZ GEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Eğitim
Yabancı Dil
İngilizce
…./07/2020
Tez Başlığı / Konusu:
Yukarıda başlığı/konusu belirlenen tez çalışmamın Kapak sayfası, Giriş, Ana bölümler ve
Sonuç bölümlerinden oluşan toplam 83 sayfalık kısmına ilişkin, …./07/2020 tarihinde şahsım/tez
danışmanım tarafından Turnitin intihal tespit programından aşağıda belirtilen filtreleme
uygulanarak alınmış olan orijinallik raporuna göre, tezimin benzerlik oranı %... (yüzde …..) tir.
21/07/2020
Hatice KÜÇÜKKAYA