You are on page 1of 9

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI

PERFORMANS ÖDEVİ

ÖĞRENCİ ADI-SOYADI: İREM KONUR


SINIF: 10/A
NUMARA: 230

ÖĞRETMEN ADI-SOYADI: MEHMET GÜLER


BÂKİ
BÂKİ’NİN HAYATI
1526 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş, 1600 yılında yine bu şehirde vefat etmiştir. Babası
Fâtih Camii müezzinlerinden olan şair, fakir bir ailenin çocuğu olarak gençliğinin ilk
yıllarında çırak olarak saraçlık mesleğine girmiştir.
Okumaya düşkün olduğundan, medrese eğitimi almış, eğitiminin yanı sıra şiirle uğraşmıştır.
Dönemin usta şairleriyle tanışmış, onlara nazireler yazarak yeteneğini göstermiştir.
16. yüzyılın usta şairlerinden Zatî’nin Bayazıt Camii avlusundaki dükkânı İstanbul’daki
şairlerin toplantı yeriydi. Bâkî, bu dükkâna sık sık giderek hem gazellerini Zatî’nin tenkidine
sunmuş hem de Zatî’nin şiirlerine söylediği nazirelerle kendi şiir dilini olgunlaştırmıştır.
İstanbul başta olmak üzere Mekke gibi değişik şehirlerde kadılık yapmış, Anadolu ve Rumeli
kazaskerliklerinde bulunmuştur. Çok arzu ettiği hâlde şeyhülislam olamamıştır. Meslek
hayatındaki iniş çıkışlara karşılık devrini yaşadığı dört hükümdar zamanında hep el üstünde
tutulmuştur.
Kanuni döneminde çağının en büyük şairi sayılarak kendisine “Sultânü’ş-şuarâ” unvanı
verilmiştir. Şöhreti ve eserleri Anadolu ve Rumeli’yi aşıp Azerbaycan, İran ve Irak’tan
Hicaz’a, nihayet Hint saraylarına kadar yayılmıştır.

BÂKİ’NİN SANAT ANLAYIŞI


 Bâkî, şiirde söyleyiş tarzında yenilik yapmış, imâle ve zihaf denilen dil kusurlarını en
aza indirmiştir.
 Şiirlerinde aruz kusurlarını okuyanın dil zevkini incitmeyecek derecede azaltmıştır.
 Şöhret kazanmış birçok kasidesi olmakla beraber o, her şeyden önce bir gazel şairidir.
 Onun bu sahadaki üstünlüğü sonraki devirlerde de hep kabul edilmiştir.
 Bâkî, gazellerinde hayatın zevklerini terennüm etmiş, insanın fani ömrünü elinden
geldiğince aşk, içki ve eğlence meclislerindeki zevklerle gününü gün edip
değerlendirmesini benimseyen bir felsefeye tercüman olmuştur.
 Onun şiiri manevî ıstırap ve acılar etrafında dönen çağdaşı Fuzûlî’nin şiirlerinden bu
yönüyle ayrılır.
 Bakî, derin ve büyük ıstırapların şairi olmak yerine hayatın zevk ve eğlencelerine
yönelmiş bir şiir ustasıdır.
 Bâkî, şiirini ince hayaller, nükte ve tevriye başta gelmek üzere türlü edebî sanatlarla
işleyip zenginleştirmiştir.
 Bâkî, Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki ulaştığı büyüklüğü şiir alanında temsil eden ve
yansıtan usta bir sanatçıdır.
 Bir yandan Osmanlı ordusu ve hükümdarlarının savaşlarını tantanalı şiirlerde
yüceltirken, bir yandan da çok ince aşk ve tabiat şiirleri söylemiştir.
 Onun şiirlerinde coşkun bir lirizm yoktur, o şiirlerinde duygudan çok, akla önem
vermiştir.
 Bâkî’nin şiirlerinde tasavvufî izler görülmez. Aşağı yukarı her büyük şairin divanında
bulunan tevhid, münâcât, na’t gibi dinî ve tasavvufî içerikli şiirler Bâkî’nin divanında
yoktur. Yaşadığı hayatı anlatmayı amaç edinen sanatçı, bu amaçla tasavvufi terimleri
bir araç olarak kullanmıştır.
 Bâkî nin şiirlerinde tabiat ve İstanbul’dan çizgiler sıklıkla yer alır. Onun
manzumelerinde devrinin zengin hayatı ve görkemi kolaylıkla hissedilir. Şiirinde
İstanbul Türkçesini kullanan şair, zaman zaman halk söyleyişinden de yararlanmıştır.
 Temiz ve ahenkli bir üslûba sahip olan Bâkî, divan şiirine bir söyleyiş kudreti ve
rahatlığı kazandırmıştır.

BAŞLICA ESERLERİ
 Dîvân (4508 beyitlik, en önemli eseri)
Baki’nin eserleri arasında en önemli olanı Divan’ıdır. Baki önce Kanuni’nin isteğiyle bir
divan tertip etmiştir. Ancak sonradan pek çok şiir yazdığından bu nüsha eksiktir. Divan’ı
yaklaşık otuz yıl önce düzenlenmiştir. Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde yazma nüshaları
bulunmaktadır. Bu nüshalar başka başka tarihlerde yazılmış birbirinden çok farklı olmakla
birlikte yaklaşık 100 kadardır. Baki Divan’ın yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinin yanı
sıra; Ankara’da Milli Kütüphane, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi,
Cebeci Halk Kütüphanesi, Türk Dil Kurumu Kütüphanesi, Konya’da Mevlâna Müzesi,
Elâzığ’da Fırat Üniversitesi Kütüphanesi gibi merkezlerde bulunmaktadır. Bununla birlikte
yurt dışında British Museum, Biblio-Nationale, Zagrep İlimler Akademisi ve Tahran
Üniversitesi Kütüphanelerinde de yazmaları mevcuttur.
 Fazâ’ilü’l-Cihad
Ahmet bin İbrahim’in “Meşâ’irü’l-eşvâk ilâ Mesâri’i’l Uşşâk” adlı Arapça eserinden
tercümedir. 1567(975)’te tamamlanmış olan eser, Müslümanları kafirlere karşı savaşa davet
eder. Sokullu Mehmed Paşa’ya sunulmuştur. Ön sözü ağır bir dille yazılmıştır. Buna karşı
kitabın tüm çevirisi, askerlerin rahatça anlayabilmesi için sade, anlaşılır bir dille yazılmıştır.
Döneminde asker kışlalarında çok okunan bir eserdir. Baki’nin el yazısıyla yazılmış olan
nüsha İstanbul Millet Kütüphanesi’ndedir.
 Fazâil’i-Mekke
Kutbeddin Muhammed bin Ahmet Mekki’nin “el-î lâmfî Ahvâli Beledi’llâhî’l-Harâm” adlı
eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmet Paşa’nın emri üzerine Türkçeye çevrilmiştir. Baki bu
eseri Mekke kadılığı yaptığı sırada 1579’da tamamlamıştır. Mekke tarihinden ve Osmanlı
Padişahlarının Mekke’de yaptırdığı eserlerden söz eden eser Baki’nin İstanbul’a dönüşünde
III. Murad’a sunulmuştur.
Sultan III. Murad ve Sokullu’yu öven kısmı “süslü”, çeviri kısmı ise duru ve sade bir Türkçe
ile yazılmıştır.
 Hadîs-i Erbain Tercümesi
Nev’izâde Atâyi’nin bildirdiğine göre Baki Eyüp medresesinde görevli iken Ebâ Eyyüb-i
Ensâri’den rivayet edildiği söylenen hadisleri bir araya getirerek bu eseri oluşturmuştur..
Ancak bugün böyle bir eser ele geçirilememiştir.
Baki’nin Divan’ı dışındaki eserleri dini konudadır. Ayrıca Sabahattin Küçük “Baki’nin
mensur eserleri. Türkçe’nin tarihi seyri açısından olduğu kadar sâdeleşme safhaları
bakımından da önemli ve değerli eserlerdir” yorumunda bulunmuştur.

 Kanuni Mersiyesi
16.yüzyıl şairlerinden Baki’nin, Kanuni’nin ölümü üzerine terkib-i bent nazım şeklinde
yazdığı bir mersiyedir.

ESERLERİNDEN ÖRNEKLER
MERSİYE-İ SULTÂN SÜLEYMÂN HÂN ‘ALEYHİ’R-RAHMETİ VE’L ĞUFRÂN

1. BENT
Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr
Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng
Ahır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk
Devrân elinde irse gerek câm-ı ‘ayşa seng
İnsân odur ki âyine-veş kalbi sâf ola
Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng
İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı
Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng
Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına
Cevlan deminde ‘arsa-i ‘âlem gelürdi teng
Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Üngürüs
Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng
Yüz yire kodı lütf ile gül-berg-i ter gibi
Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi
Günümüz Türkçesiyle:
1. Ey, ayağı şan şöhret endişesi tuzağına bağlı kişi; bu, dursuz duraksız dünyanın işleri ile
uğraşma sevdası daha ne kadar sürecek?
2. Ömür ilkbaharının sona erip de lâle (gibi kırmızı) renkli yanakların, sonbahar yaprağı (gibi
sapsarı) bir hale döneceği o günü aklından çıkarma!
3. Devran eliyle bir gün hayatının kadehine mutlaka taş gelecek ve sonunda, şarap
kadehindeki son damla gibi, senin de mekânın toprak olacaktır.
4. İnsan odur ki, kalbi ayna misali saf ve temiz olsun. Eğer adam isen, göğsünde bu sükûnet
bulmaz kin ve ihtirasın ne işi var?
Beyitte, sükûnet bulmaz kin ve ihtiras, “kîne-i peleng’ terkibi ile ifade edilmiştir. Bu terkib
lügatte “kaplan kini, leopar kini” anlamlarına gelir. Şair, insanın kalbindeki kin, ihtiras ve
düşmanlık duygularını aynanın üzerindeki pas ve lekelere benzeterek ve aynı zamanda ayna
üzerindeki bu pasları leoparın vücudundaki lekelere teşbih ederek san’at yapıyor. Ayrıca
Bâkî, kalbindeki bu çeşit olumsuz duygular taşıyan insanların kaplan, aslan ve leopar gibi
yırtıcı hayvanlara benzediğini de ima ediyor.
5. İbret gözü daha ne zamana kadar gaflet uykusunda kalacak! Arslanlar gibi ceng eden
Padişah’ın başına gelen olay sana ders olarak yetmez mi?
6. O, öyle bir saadet (mutluluk) ülkesinin (güçlü) hükümdarı idi ki, savaş zamanında bütün
bir dünya arsası ona dar gelirdi.
7 Macar kâfirleri onun keskin kılıcına baş eğmiş, Frenkler ise o kılıcın çeliğini kanları ile
süslemişlerdi (veya, beğenmişlerdi).
8. Yüzünü, bir gül yaprağı gibi lütufla (toprağa lütfederek, yavaşça) yere koydu; sanki devran
hazinedarı hazine sandığına bir inci tanesi bıraktı.
Bu beyit, “sandûka”, “hâzin”, “salmak” ve “güher” kelimelerinin ikinci anlamları ile şu
şekilde de nesre çevrilebilir: “Yüzünü, bir gül yaprağı gibi lütufla toprağa koydu ve devran
türbedarı, üzerine yıldızlarla donanmış gökyüzünü, mücevherlerle süslü bir örtü gibi,
örtüverdi.”
2. BENT
Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi
Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi

Gerdûn ayağı tozma eylerdi ser-fürû


Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi

Kem-ter gedâyı az ‘atâsı kılurdı bay


Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi

Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti


Fazl u belâgat ehline ümmîd-gâh idi

Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim


Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi

Gerdün-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz


Maksûdı terk-i câh ile kurb-i İlâh idi

Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola


Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi

Hûrşîde baksa gözleri halkun dola gelür


Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür

Günümüz Türkçesiyle:
1. Doğrusu şu ya; (o), kutlu emellerin ve yüce makamların süsü bezeği idi; başında (Büyük)
İskender’in tâcını taşıyan ve her bir askeri Dârâ (gibi güçlü) olan (muhteşem) bir pâdişahtı.
2. Felek, onun ayağının tozuna (bile) baş eğer; dünya, eşiği toprağına secde ederdi.
3. Küçücük bir bağışı, âciz bir dilenciyi zengin ederdi. Öylesine, iyiliği ve cömertliği çok bir
hükümdar idi.
4. Hüner ve san’at sahipleri ümitlerini onun yüce zatının bulunduğu yere ve devletinin
kapısına bağlamışlardı.
5. Kaderin hükmüne boyun eğerek (ölüme) razı oldu ise de, aslında kendisi, gücünü kazâdan,
kudret ve üstünlüğünü de kaderden alan (bir yüce sultan) idi.
6. Onu, alçak feleğe âcizlikle teslim oldu sanmayın; maksadı, bütün makam ve mevkileri terk
ederek Allah’ın yakınlığım kazanmaktı.
7. Artık gözlerimiz canı ve cihanı görmese, buna şaşılmaz; çünkü onun aydınlık yüzü dünya
için ay ve güneş gibi idi.
8. İnsanlar, güneşe baksalar, gözleri doluverir; zira görünce hatıra o ay yüzlü (padişah) gelir.
İlk Gazel
Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dilber düşer
Guyiyâ mir'âta aks-i pertev-i hâver düşer

Baki'nin Son Şiiri


Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var

Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım


Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var

Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz


Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var

Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde


Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var

Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı


Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var

Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez


Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.

Hattım Hisabın Bil Dedin Gavgalara Saldın Beni


Hattım hisabın bil dedin gavgalara saldın beni
Zülfüm hayalin kıl dedin sevdalara saldın beni

Geh ebr veş giryan edip geh bad veş püyan edip
Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni

Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin


Yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni

Yusuf gibi izzette sen Yakub veş mihnette ben


Dil sakin-i beytül hazen tenhalara saldın beni

Baki sıfat verdin elem ettin gözüm yaşını yem


Kıldın garik-i bahr-ı gam deryalara saldın ben

You might also like