You are on page 1of 200

Yalnızlığım

Gemileri limanda

terk denizlerin,

minik dalgalara çarparak

yosun kokusu gelir

sahiline kumsalların.

İzbe dağlarin

Gölgesinde,

deniz de olmasa

olmasa çekilmez

yoksulluğu buraların

Alıp başını gitsen

gidebildiğince ötelere,

yıldızlar arkanda

gecelerin,

ihanet etmediğini

görürsün,

küstürmediysen eğer

öylesine vefa yüklü,

öyküleri bitmez

denize yolculukların

savrulur rüzgarda

darmadağın saçları,

teninde balık kokusu

sarmaladığın,

gözlerini gözlerine dik


hüznü farkedeceksin,

yalnızlığına alışık suların,

ellerini tutup yeminler ettiysen

sonsuza dek bekler seni,

sevgilisi deniz kızların.

temkinli ol yine de

elveda demesi zor onlara,

gönlü buruk kalır

arkandan ağlaşırlar sonra,

dayanamaz denizler kraliçesi

aşk acısına,

sakın, aman

sakın gücendirme kraliçeyi,

korkunç bir fırtınanın ortasında

sahipsiz kalırsın ansızın.

Ellerini açıp gökyüzüne

dua et bir gün batımı,

efsaneler ege adalarından

usulca yanına yaklaşırsa,

Herodot’un ismini fısılda

şarkılardır, işte o an

kulağında uğuldayan

ve de

deniz kahramanlarına

selam gönderme zamanı,

balıkçı ağlarını çekerken

yırtılan parmaklarda
nasırdır kalınca,

bilmediğimiz nice yaşam dramı

ışık zerrecikleri

su damlacıklarıyla

gizli gizli sevişirse,

tenini ıslatmaya değer

masmavi pembeliğinde,

dudağında türkü

şarap şişesi elinde,

yalnızlığını haykır

sadece,

deniz dinler seni

sükunetle, sessizce.
Babaannemin anısına…

Sokağından geçmeyeli

bin yıl oldu belki,

şimdi yerine eski ahşap evin

beton ruhsuz bir bina dikili

Ben hala

alaturka tuvaletini,

inşaat demir çubukları dizili

avlusunu özlüyorum

Çocukluğumu bıraktım

o evde o avluda,

anlıyormusun ey Tanrı

ben hala

çocukluğumu özlüyorum

Terk ettiğim aşklarımı da

özlüyorum

hepsi için

ayrı, ayrı pişmanım

şiirler yazsam da
teselli bulamıyorum

ben eski dostları özlüyorum

Ya terk ettiğim kentler

Tel Aviv, İstanbul,

bazen Singapur, Londra

ille de denizi özlüyorum

Özlemeye doyamıyorum,

ne kadar özlesem

bu özlem duygusundan

kurtulamıyorum,

bir yerlerde var mıdır

düşler ülkesi,

ben en çok

çocukluğuma dönmeyi düşlüyorum

içimdeki saflığı

masumiyeti,

itilmişliği

yitiklik duygusunu,

kavgasını,

gürültüsünü,

annesinin sevdiği,

çoğu zaman kızdığı

o küçük kızı özlüyorum

daha büyümedim,

çocuğum olsa da
hala küçüğüm,

bir küçük çocuk gibi,

öpülmeyi, okşanmayı özlüyorum

Oturduğum semtleri

Mahalleyi,

sevmediğim komşularımı bile

özlüyorum,

ne kadar yanılmışım meğer,

ben aslında

o sevgileri özlüyorum.
Yüreği genç kalan devrimcilere

Gençtik

hem güzel, hem çirkin

delikanlı

halktık

devrimler yaptık,

diktalar yıktık

toprağa filizler ektik

yeşermesini bekledik

rumba, salsa yaptık,

kavun ve peynir yedik

gönlümüzce sevdik

barlarda sarhoş olduk

ağladık, güldük

küfrettik

dualar söyledik

saçmaladık

şiir yazdık

dostluklar kurduk

düşman edindik

bağırdık, isyan ettik

sustuk, susturulduk

yalvardık

sığındık

kovduk

kovulduk

açlığı da gördük

tıka basa yemeyi, içmeyi de


kitaplar okuduk

marksizm, sosyalizm üzerine

kitaplarını eleştirdik faşistlerin

öldürmedik ama

yalan söylemedik

ihanet de etmedik

küstük sadece

boyun eğdik

kaçtık

yenildik yani

korkaklığımıza

ama yanılmadık

yanılmadık işte

yaşadık be kardeşim

yaşadık

insan gibi özgürce…


Gençliğe veda...

Adaların önünden geçen

yalnız yelkenli

dümenini Rumeli’ye kıvırsan,

on yedi yaşında genç bir kızın

parmak uçlarında ustalığı

gençliğini, ümitlerini

hayallerini tasarlıyor

İster miydi sanki, sahiden

hayatı

bu kadar sevgisiz

kıstırılmış yaşamayı

işin aslı, bilmeden

gizli bir gücün iradesinden

talihinin rotasını çiziyor

Pusulanın ötesi

düş kırıklıkları, acılar

geri dönmesi imkansız

rüzgar ters yönden esiyor

adalardan öte gidiş yok

ölüler yeniden dirilmiyor

Yalnız yelkenli

bir tek sen

kopartıp alabilsen

dümeni elinden
on yedi yaşın saflığında

bu genç kızın rotasını

bambaşka tarafa yöneltsen

talihi de değişir belki

belki….

En azından hayal edebilir

adalardan uzak

kalabalıkların yaşandığı

görülmedik diyarlara

göç etmeyi

Hisar’ı görmeyi

Rumeli’yi

sevilmeyi, sevmeyi

Çok geç kaldı

biliyor,

biliyor da

avunmak istiyor,

yılları önüne katsa

savursa

rüzgarın kanatlarında

on yedi yaşın ruhunda

bir mucize yaratsa

diye bekliyor

yalnız yelkenliden

yalnızca, yelkenliden

adaların önünden

geçip gitmeden
Rumeli’den…
Azat

Kıpırdama

ses sese karışmasın

bırak

düşünceler yankılansın

evrende her doğru

yerini bulur

piyanonun tuşlarından

şairin yüreğinden

bırak

duygular aksın

Ellerimiz

birbirine değdi ya

bir mesaj bu Tanrı’dan

ruhlarımız

kenetlendi demektir

bundan böyle

ebedi iki arkadaşız

bırak

acılar geçmişte kalsın

bundan böyle

can yoldaşız

Biliyorum

susuzluk bitecek

yağmurlar
yeniden başlayacak

yüreğimde çığlıklar

son bulacak

ruhum bu azaptan

elbet kurtulacak

bırak

aşıklar ağlasın

sevenler

bir gün kavuşacak

Sözcükler

gerçek sihirdir

telaffuz etmeden de

söylenebilir

söylediğini düşün yeter

sihirler gerçek olur

bırak

bazı sözler

söylenmemiş kalsın

zaman gelir anlaşılır

meleklerin

kanatları var

ayakları yok

kanatların varsa

yürümezsin, koşmazsın

uçarsın

dilediğin her yere

konarsın
uçmayı düşlemen gerek

kanatlar ayrıntı

yürüme, koşma artık

yoruldun

bırak

düşlerin kanatlansın

gün olur

evrende

her doğru

yerini bulur

bırak

düşünceler yankılansın

sözcükler sihir olsun

yağmurlar yağsın

kuraklıklar son bulsun

bırak

sevenler kavuşsun.

ruhun bu

azaptan kurtulsun.
Çok genç yaşta kaybettiğim anneciğime...

Dün gece

bilmediğim melodiler

çınladı kulağımda yine

annemi hatırladım

soramadım evvelce

ellerini öptüm

kokusu sandım tenimde

sebepsiz ağladım

ön bahçedeki

o ağacın dibinde

Alkışlar vardı

adını koyamadım

müziksiz nağmelerle

şarkılar bir de

çaresiz arandım

deli gibi, her yerde

şarabın kırmızı rengi

dökülüverdi

saçların ince belinde

sebepsiz ağladım

ön bahçedeki

o ağacın dibinde

Telofon çaldı

iki kez, yedi kere

sanmıyorum
cevapsız kaldı ise

küskün, ya da kırgınım

Sana ne de kimseye

gözlerim

tutuklandı gözlerinde

sebepsiz ağladım

ön bahçedeki

O ağacın dibinde

hayali bekleşir

ölülerin her gece

sessizce söyleşir

yalnız ruhlar

bir ben ağlarım

ağlarım sebepsizce

ön bahçedeki

o ağacın dibinde.
Sevgili eşim Zeki’ye…

Aramızda yıllar var

adını koyamadığım

sebepsiz korku bir de

saklamaktan utandığım

dilimin ucunda

yasaksız tek cümle

hazır değilim

vallahi, billahi de

değilim ilan etmeye

henüz kendime bile…

Kolaysa yanıma gel

düşlerime gir gizlice

kimseler bilmeden

seviş benimle delice

kokunu bırak giderken

yapışsın saçlarımın

değilmemiş her ince teline

Sana sözler veremem

bir ömür bekleyemem

nasıl çapkınım bilsen

aşk Tanrı’sının

okuyla yaralandım

Eros’a vuruldum ben

binlerce yıl, evvelden


Sürgünüm yüreğimde

aşkın hasretinin

intikam ahlarının

müebbet cezasına

gönüllü mahkumum

çölden çöle gezinen

düş gezgincisiyim

ismini duymadığın

denizler ötesinde

sahiller arar dururum

sahice demirlemeden

çekip çekip gitsem de.

Minicik esintide

dudagında tebessüm

yanağına konarım

türkü olur sevdamız

mecnunlar diyarında

ellerin avucumda

öyle susar, dinlerim

Arada yıllar olsa da

aşılmaz denizler varsa da

yeminler ettim

dualar, gecelerce

avare gönlüm vazgeçmez

kurbanlar adadım

ilahi sunaklarda,
sevda türküsu dilimde

aşkının dilencisiyim

bulursam yakınımda

yanıbaşımda hem de

itiraf ediyorum

yeminimden dönemem

ölümü göze aldım

sahibine geri veremem


Deniz Gezmiş ve ardından gidenlere...

Denizciye tutuldum

o günden beri suskunum

peşinden gideceğim

denizde öleceğim

teknesinde yaşarım

saman yeli tenimde

gün gelir avunurum

denizci yol aldıkça

bir elinde cigara

bir eli dümeninde

ıslıklar öttürür

martılara eşlik ederim

yelken olur savrulur

rüzgarla sevişirim

yırtık ağlarına

yamalanır ellerim

gönlünü çelmek için

uğruna denizcinin

sövüp, saysa da

güler geçerim

öfkesine aldırmaz

denizcinin yüreğim

dalgalar yatışsın

sükunetle, beklerim
yıldızları sayılmaz

enginde gecelerin

o küfretsin

ay ağlasır, su ağlasır

ses etmez, eğlenirim

bu yola baş koydum

dönmeyeceğim

kim ne derse desin

denizcinin peşinden

gideceğim

karısı, yoldaşı

kankası olacağım

denizlerde bitsin ömrüm

denizde öleceğim
Sana Tutkunum

Bir akşam üstü

arsızca sırnaşarak gel

koynuma sokul

sev beni doyasıya

acısını çıkar

mahrumiyetin

senelerdik edilmedik

anasını, avradını belle

kahpe yalnızlıkların

Tren sirenlerinin

kalabalığa karıştığı

durakta bul beni

hayvanca bakışların arasından

çek, sıyır

hemen, oracıkta

indir eteğimi,

görsün kahvenin çocukları

meydan okumak

neyin nesi

Sat bu dünyanın

sahte saltanatını

kavradığın gibi

belimi

bırakma

dokunduğun an
senin olayım,

telesla okşa tenimi

öpmeyi unutma

her zerresini

içine kokla

çek beni

bir kutudan

enfiye çeker gibi

en güçlü olduğun

yerinde erit

gözlerinin kızıllığında

batsın güneş

aklımda

o sahne

donsun kalsın

uzattıkça ellerim

sana tutunsun

seni yoklasın

fırlatıp at

bitince şevhetin beni

canın nereye isterse

acıma kahpeliğime

razıyım, gel desen

yine gelirim

canın istedikçe

çektikçe
gene de gel

bir akşam üstü

salına, salına

kabadayısı ol

kapımda mahellenin

erkekleştiğin zaman

çağır beni

tren sirenlerinin

kalabalığa karıştığı

bir durakta

beklerim seni

Gelir

yolunu gözlerim

hemen oracıkta

indiririm eteğimi

sana teslim olurum

koyverip olurum

sen yine at beni

şehvetin tükenince

çağır yine gelirim

gelir

sana teslim olurum.


Çocukluğumun sevili arkadaşı Ayten‘e...

Dün gece

Ayten’i gördüm

rüyamda

gülüştük, ağlaştık

baş başa.

Saçların ağarmış

dedim

gücenmedi

gülümsedi

ellerini boynuma

sardım

direnmedi

yüzü göğsüme

düştü

Dün gece

Ayten’i gördüm

rüyamda

bir minik kız

yanında

saçları

Ayten sarısı

gözleri buğday

elası

eğilip alnından

öptüm
çığlık çığlığa

sıçradı

Ayten’in eteğine

yapıştı

elleri uzadı

birden

kolları, bacakları

devleşip

Ayten oldu

iki Ayten el ele

döndü baktı

yüzüme

güle, güle diyemeden

gittiği yeri söylemeden

ışıklı gölgeler içinde

yitti, Ayten

kayboldu…
İçimdeki çocuk…

az bir zaman kaldı

evren patlayacak

içinden

gül tohumları fışkıracak

baharat çarşısında gezerken

minik oğlum, ben ve sen

vatana kavuşacağız canım

gün ortası, aydınlık Beyazıt kapısında

Kapalı Çarşı‘nın

Babamın ellerinden

öpeceğim

ilk kez, ezilip, büzülmeden.

Sonra Fındıkzade’ye yürüyeceğiz

ağırdan

her sokağını

evlerini sıradan, sıradan

lastik atlayan,

saklambaç oynayan çocukları

seyreyleye

sepet sallayan balkondan

hala bakkal efendiye

hanımlarına da

rastlayacağız elbette

tozunu, toprağını

içimize sindire, sindire


Göstermedim

henüz sana

doğduğum,

büyüdüğüm mahalleyi,

Seyit Ömer mahallesi

Ömer Seyfettin sokağını

bahçesinde

çağla yediğim ağacı

Çukurbostan sahasını

arka mahalledeki mezarlığı

Hepsinin ayrı, ayrı

öyküsü var

ve hepsini anlatacağım

eski apartmanımızın önünden

sen, ben, oğlum

geçeceğim

çocukluğuma,

ilk gençliğime,

canım anneme

el sallayacağım

onlar da bize

gülümseyerek, neşe‘yle

Belki bir ses çağıracak bizi

Ayla ya da Ayten olablir

veya Şaziye abla

belki Ahmet, Aykut’tur

Müzeyyen abla, Sırma teyze de


Merhaba diyeceğiz

sen, ben, oglum

güneşli bir yaz akşamı

kim davet ederse

O’nun evine

bir beş dakika uğramalık

sıkı, sıkı sarılıp

ağlaşacağız aşkım

O zaman beni tanıyacaksın

içimdeki çocuğu bulacaksın

ellerin ellerimi

daha sıkı kavrayacak

sevgilim

bana inanancaksın

Akşamın kızıllığı

gün bitimi

gecenin dinginliği

bir köşesinde

sara nöbeti geçiren

dilenci sahtesi

her taşı

zerresi

belleğimde öyle canlı

öyle sahi

ne olur bana inan Zeki


bir gün vatanımıza döneceğiz

orada öleceğiz

hasret bitecek

orada sevişeceğiz

orada kederleneceğiz

söz veriyorum

sen ve ben

son nefesimizi

orada vereceğiz

Kapalı Çarşı

Beyazıt meydanı

Çantacılar Han’ında

bekleyeceğim

seni, oğlumu

yürüyeceğiz

ağırdan

önce Fındıkzade’ye

sonra doğduğum

büyüdüğüm mahalleye

El sallarız sevgilim

annem çağırınca

pencereden

Neşe, Danyal, Zeki

hadi, yemek hazır demeden

gidelim mi sevgilim

daha fazla gecikmeden


Biliyorum

ellerimden sıkı, sıkı

tutacaksın,

içimdeki çocuğu bulunca

bana inanacaksın…..
Devrimcinin ölümü...

Ellerini

kara, kapkara ellerini

alnına dayadılar

sorgu, sual etmeden

bir ağaca bağladılar

anasına, babasına

kardaşına, bacısına

acımadan

kahpece, kalleşce

dövüşmeden vurdular

oysa bir devrimciydi

demirci ateşinde

közlendi bileği

ne birini yaraladı

ne can alan katildi

kimsesizlerin

fakir, fukaranın

davasına and içen

soylu, asil milletden

korkusuz yiğitdendi

kahramanca yaşadı

kahraman misali

dövüşerek ölmeliydi

Ellerini

kara, kapkara ellerini


alnına dayadılar

gözlerine

kanlı mendil bağladılar

yurdunu, yuvasını

yavrusunu sormadan

zavallıca, alçakca

karanlıkta taradılar

Oysa merrti

yüreği

vatan aşkına

sevdalı gözüpekti

nice zalimin

karşısında

hiç bir dem

yüzünü

çevirmedi

kahramanca yaşadı

kahraman misali

gözlerini

Azrail’e dikerek

bir devrimci

bir yiğit

mert, gözüpek

şanına yakışır

şanlı bir nefer gibi

dövüşerek ölmeliydi

gözleri bağsız
gözleri kaygısız

cesur ve ay ışığı

kadar aydınlık

gözleri apaçıkken

ölmeliydi…
Orda bir köy var uzakta !

Damı, sıvası toprak

öbek, öbek obanın

kimileyin sulak

çokca kurak harmanların

güz gününe

çığ düşmüş ocakların

davarı da aç

rençberi de bu toprakların

Damı, sıvası toprak

göz, göz odaların

sahibi bilmem kim

hangi yoksul, garibanın

bir tütün içiminde dağları

yol vermez eşkiyanin

gölgesi de tenha

kalabalığı da bu toprakların

Damı, sıvası toprak

ev, ev yaylanın

yıldızlar öte

bunca uzak diyarların

gözü yaşlı

yüzü gülmemiş

yetim çağaların

haritada dahi

yeri yok bu toprakların


Sevda

Elini elime ver

gönlünü, gönlüme akıt

bugün kendini

bir kez de

benim için beklet

Elini elimden ayırma

gönlünü, gönlümden soğutma

bugün kendini

bir kez de

benim için eylet

Elini, elime koy

gönlünü, gönlümden sor

bugün kendinle

bir kez de

benim için ahd et

Elini elimde

gönlünü, gönlümde sakla

bugün kendini

bir kez de

benim için affet


Kız kardeşim Güneş’e…

Güneşi bekle

ona döneceksin

Tanrıların buluştuğu

yerdir orası

Güneşi seyret

onu göreceksin

Tanrıların

seviştiği yerdir

Bütün kainat

onun zerresinden yapıldı

insana ve canlıya

ruhu verildi

ışığın

Tanrılar sevişirken

ilk kıvılcım belirdi

ve siluetinde

insan yüzünü

gördü

Tanrı

imajını sevdi

ve ışık damlacıklarından

yeryüzünü
bir göle çevirdi

Suyun ateşten

doğuşudur bu

asıl kaynağıdır ateş

suyun

ateşle yoğrulan

suyun çamurundandır insan

Tanrı’nın çokluğudur

Işık zerreciklerinin

buluştuğu,

kaynaştığı

ateştir güneş

korkuların

inzivaya çekildiği

Tanrılar evinin mabedi

ölümün hayata üflendiği

yıldızın adıdır

Adı güneş

bir gün

ona döneceksin

önce yanacak

yine ona doğacaksın

bir ışık zerresi olup

sonsuzluğa sağacaksın……
Zamanı ti’ye almak…

Saat sekiz buçuk

sonsuzlukla

dalga geçiyor

belli

oysa yoktur

zamanın ölçüsü

kime göre, neye göre

tayin etmeli?

Saat sekiz buçuğu

bir geçiyor

evrenle alay ediyor

belli,

oysa yoktur

dizgesi

kime göre, neye göre

şirazesi?

saat sekiz buçuğu

iki geçiyor,

dünkü bugünkü

yarınki mi,

İtalya Milano da mı

Afrika

Avrupa da mı

hangi mekanda

ya da noktada
var mı tarifi?

Zaman bizle

eğleniyor

belli

besbelli,

bir güzel çaktırmadan

ince, ince

zihinleri bölüyor

sen de

arada bir soluklan,

budur belki de

zamana karşı

durabildiğin tek an
Koy gitsin…

Güldürme beni

din cennet diye

avuturlar

asırlardan beri

Korkulardan sakınmalı

hayatı hakkıyla

doya doya

yaşamalı

günah da, sevap ta

insanın vicdanı,

bir tek

kendiyle hesaplaşmalı

yüreğinde suçluluk

taşıyanı

Coşkuyla sevmeli,

gönlünce gülmeli

zevki, sefayı

hiç ihmal etmemeli

Bir hayvan gibi

tutkulu

bilincinin erdiği

kertede

adam gibi yaşamalı…


Özlenen bütün şehirlere...

Zamansız gidiyor

bu şehir

bilmediğim yerlere

Beni de ardından

sürüklüyor

kimse direnmeden

gidişine

Menekşe karlı

gecelerinde

dilencisi bile

aldrmazken ihanetine

Yalnız,

ağaçlar haykırıyor

dön diye,

bizi de senle

götürme,

toprağımızda ölmek istiyoruz

bizi de senle birlikte

terketme…
Sığır çobanı…

Sığır çobanıydı

birdenbire

Artemisya’ya

aşık oldu da

zannedersin

bütün deniz savaşlarının

kahramanı

Bodrum’a gelip

yerleşti,

ellisinden sonra

kimseye

minnet etmedi

Midye kabuklarından

sarayında

bir ihtişam,

bir ihtişam

ölene dek

şiir yazdı,

rakı içti

en çok da

kadınları sevdi

hiç dokunmadığı

okşamadığı
kalede

sultanın askerlerini

gördü düşünde,

Londra müzelerine de

uğramaz oldu

böylece

uzun, bitmez

gecelerde…

Bir sığır çobanıydı

bozkırda

ay şafağı

karanlık

davarının peşinde

vazgeçmedi yine de

vazgeçmedi hayallerinden

bir dirhem

bir nebze bile…..


Che’ye selam...

Barakasından

kafasını uzattı

beresinden tanıdım

şu adam

Che Guevera değil mi

Elleri,

kanlı katillerin ellerini

mazlumun boğazından

çekip alan,

şu kahraman, yiğit

dövüşçü,

yılmaz devrimci

En son

hangi toprağa

devrim tohumu ekti

demiştin,

hani şu alçaklara

tetik çeken

elleri

Bolivyada

ağaçların dibine

kanı döküleli

beri

çiçekler açmadı
yapraklarını,

Che değil miydi

Ernesto,

çocukluk adı

ilk filizi de

O yeşertmişti

Neden kimse sormuyor

aramızdan

bir lider çıkmadı diye

onun gibi

her diktanın köküne

kibrit suyu çakacak

O gitti, gideli

Yanağındaki

gamzesinden hatırladım

yüzünü

bana doğru dönünce

bütün şafaklara gülüyor

düşmanıyla alay ediyordu

sanki

gözlerindeki muzipten

islah olmaz

isyankar

ve meydan okur

bakışlarından bildim

O
Ernosto Che Guevera idi

Ellerini,

kanını emen bebelerin

geleceğini de çalan

kendi halkını satan

düzenbaza

başkaldıran ellerini

göremedim yalnızca

Utangaç bir çocuk

misali

iki kolu

iki yanına saklı

benimle

dertleşmek istedi

Anladım

konuşamayan dilinden

susması

küskünlüğünden

ellerini

kullanamıyordu

küsmesi bu yüzden

belli ki

bu nedenden…
Çocuklar mutlu olsun...

Toz pembeli

boyalı kadın

hey sana sesleniyorum

tam da

bana bakınıyorsun

güneşe dönen

yüzünü

neden

saklıyorsun

Yüzüklerin

kaç tane olmuş saydın mı

kaç aç çocuğun

süt şisesine denk gelir

sence

şu pahalı kokuların

esansların

bize de ödünç ver

sarı

parlak

saç tokalarından

düşlerine asarsak

fena mı olur

portakal toplayan

bahçelerinde

allı, güllü
şalvarlı kızların

Hey pahalı kadın

sana söylüyorum

çakmak

kutunu çok beğendim

yaldızlı işlemesi hele

ver de

dedeme götüreyim

neneme hediye

etsin

bir cigara tütttürür belki

gece gündüz

asker yolu beklemede

Araban da güzel ama

işine yaramaz

burada bilmez kimseler

yoldur trafiktir

ne gezer

dağ başında rençber

anca çifte öküz sürer

Hey şık ve gösterişli

kadın

hadi

vazgeçtim herşeyden

vazgeştim de

bari bir öpücük ver


mendilime koyar saklarım

bakarsın

yolum

bir gün sana düşer

mendilimde gül olursun

ben sana

yanar

seni koklarım…
Kanlı pazar

İstanbul’u anlatıyor şairin biri

gerçek

ya da gerçek ötesi

tıpkı

doğmamış bir çocuğun

ana rahmine

düşüşündeki gibi

İstanbul’u anlatıyor şairin biri

Adalar, Kızkulesi

muhteşem Süleymaniye camisi,

bir türlü ilham vermiyor

geceleri ayaz

geceleri işsiz

birbirine sarılıp yatan

köprü altı çocukları

İstanbul’u anlatıyor şairin biri

buram, buram

şehvetli

buram, buram

kaprisli

yaşlı bir yosmayı sanki

düşlerimde gördüğüm

elleri çirkin

ayakları iri
Şairin biri İstanbul’u anlatıyor

kavga edip

bela kesildiğim

semtleri

Fındıkzade, Aksaray

Laleli’yi

yüreğim sıkışıyor

her defasında

İstanbul bana

kanlı bir pazarı

hatırlatıyor..
Gençliğim…

Laleli’den bir tren geçer

hayallerim ümitlerim

ardından koşar

Laleli’den bir tren geçer

acılarım hüzünlerim

ardından yas bağlar

Laleli’den bir tren geçer

şarkılarım şiirlerim

ardından ıslık çalar

Laleli’den bir tren geçer

çocukluğum gençliğim

ardından el sallar
Emekçiler...

yalnız emekçiler

işler

sesiz sesiz

bir dantel oyası gibi

ince ince

bir ömrü
Sen çal…

Çal

sen söyle

beni çal

ki ben demesem

kim salınır

sanır mısın

yetim düşlerinde

sahilller

hep gurbette

ıssız kalır

Sen çal

nağmelerden

bir beste

biraz da

gönlümden

Her aşkın

bir alıcısı

her gönlün

bir sahibi

bulunur

ne bu sahiller

ıssız

ne bu gurbetler

el kalır
Sen çal

ezgiler söyler

gurbette

türküler

yaz bitmeden

kışa ağlar

Sen çal

ki ben söyleyem

rüzgar olam

esem

burdan yare

burdan Anadolu’ya

bin selam edem…


Hayvandır insan

Yalan ulan

Yalan işte

Kocccaaaa

Bir yalan

Din, iman

Anne, bacı

Baba, kardeş

Dostluk

Falan, filan

Hayvandır insan

Hem de

En alasından

Gerisi palavra

Gerisi

Fasaryadan

Gerisi

Koccaaaa

Bir yalan….
Kaçış...

Ay vaktinde

güneşin battığı

yerde buluşalım

En değerli

öykulerimizi

biriktirip

çoçuklarımıza

türküler çağıralım

Gece ayazının

bittiği anda

ihtiyarlamadan,

gencliğimizi

karşı kıyılara vuralım

Veda ederken

bu ülkeye

söz verelim birbirimize

belli etmeden kimseye

sessizce ağlayalım

Ay doğmadan

güneşin battığı yerde

buluşalım

vakit geç olmadan

kendimizi hayata savuralım….


Küçüğüm…

Kibrit çöpü yakan

küçük çocuk

ellerini aç

avucunu göreyim

Kara, kapkara gözlerini

kirli, paslı yüzünü değil

buza çalan ellerini

göreyim

ellerini ısıtayım

ellerini öpeyim….
Asya

Bozkırda atlar

şaha kalktığında

gökkuşağı biteviye

ufka karıştığında

gün batımı karanlık

tana kavuştuğunda

ben de

sana yatacağım

düşlerimde

sana uyanacağım Asya..


Dosta davet

Ekmeği bölüşelim

ey dostlar

taze ve sıcacık iken

bir kadeh

şarap eşliğinde

eğleşelim ey dostlar

buz gibi soğuk

ve yıllanmış iken….
Yeni hikayeler zamanı…

Tuğla, tuğla

ördük bu duvarı

Sen, ben

onlar

Dört çıtaya

ekledik çatıyı

köylü, komşu

ahbaplar

Avlusuna

sundurma da

koydurduk

her bir yanı

sarmaşık

Şimdi zamanı,

dost meclisi

sohbetlere dalmalı

Gizli, saklı

ne varsa

açığa çıkmalı

Sen, ben, onlar

köylü, komşu

ve ahbaplar
dört duvara

yaslanmalı

yeni hikayeler anlatmalı…


Ölü kuşlar...

Başımın üstünden

kuşlar geçti

önce gökyüzüne

süzüldü

Kısa bir

kavis çizdi

sonra

binlerce kuş

önüme serildi

incecik

bir maviliğe

dizili

kuşlar

bu paslı

ve is kokan

şehri

terketti

bebelere

kan kusturulmayan

başka

diyarlara

göç etti

başımın

üstünden

ölü kuşlar geçti……


Güneşli ülkelerin çocukları...

Güneşli ülkelerin çocukları

saçları saman

sarısı

teni buğday

karası

ışıkla

yunur yarınları

karpuz kabuklarına dizili

çıralar gibi

akar hayat

önlerinden

damla, damla

geleceğe uzanan

dilek olur

Duaları

Güneşli ülkelerin

aydınlık bakışlı

çocukları

göğe bakar alınları

toprak en büyük

dostları

başka hırslar aramaz

bir gariptir

huyları

mutluluğu ekmek

diye bölüşür
kavgasız, gürültüsüz

sofraları

ama neşelidir

hırssız ve gamsızdır

hayatları….
Çalgı, şiir, ve dans…

Ezgiler, rubailer

teraneler

daha neler, neler

gel dost

bu gece de

raksedelim

gönüldaşlar bizi bekler

Tut ki yüreğimden

şiir aksın

varsın dilim

söylensin

coşkular

saz olsun

eğlensin

sevgililer

ney’lensin

seven

sevmeyenden hazetsin…
Sevgi, bilim, ve Tanrı...

Tanrı’ya secde ettiğim

gönül tapınağıdır.

kalbi boş olanın

dini, imanı

yalandır.

Sevgidir

bütün

felsefelerin temeli

bilgelige

erişmenin gizemi.

Ve bilim

sonsuzluğa

giden aydınlıktır

gönül tapınağında

sevgisi uğruna

Tanrı’ya secde ettiğim….


Her insan bir Tanrıdır…

Her insanda Tanrı’yı

sezersin

gözlerinde

evrenin sırrını

görürsün

Camide, tapınakta

kilisede değil

barışı, huzuru

kendi gönlünde

bulursun…
Derviş

Bana bilgeliğin

sırrını soruyorlar

nereden bilebilirim

ben bilgin değilim

sadece

sefil bir

dilenciyim

vatanım yoktur

ordan, oraya

avuç açar

gezer

gece, gündüz

dilenirim

Bir parça ekmeği

kuşlarla bölüşür

onlarla söyleşir

onlarla eğlenirim

Karnımı doyurup,

sıcak bir kuytuya

sığınmaktan

ve

kuşlarla yarışmaktan

başka yoktur emelim


Güney Amerika

Ölüm varsa eğer

yeryüzünde

mutlaka

güney Amarika’da

bir yerlerde olmalı

başka yerde

rastlamadım ki ölüme

Aşk varsa eğer

yeryüzünde

mutlaka

güney Amerika’da

bir yerlerde olmalı

başka yerde

gönül vermedim ki kimseye

İhanet varsa eğer

yeryüzünde

mutlaka

Güney Amerika’da

bir yerlerde olmalı

başka yerde

vurulmadım ki kahpece

Yaşamak varsa eğer

yeryüzünde

mutlaka
Güney Amerika’da

bir yerlerde olmalı

baska yerde

yaşamadım ki bu denli özgürce


Flemenko

İçimdeki şarkıyı duydum

Flemenko söylüyordu

bütün ruhum

zaman artık bir hiçti

ve benden öteydi

gözlerimi kapattım

müziğin ritimine takıldım

çingenelere mürşid

gitarın ezgisine mürid

semalara döndüm

dolandım

arandım, arındım

kendimi buldum.
Aşk sarhoşu

Bu gece

sarhoş olmak istiyorum

işte !

Paris sokaklarında

hem de !

Öyle, böyle değil

zıvanadan çıkmış

delicesine

Bu gece bir sürtük gibi

ayyaş ve pervasız

bir berduşt kadar

kayıtsız

saçma sapan derecede

melankolik

tavana vurmak

istiyorum

bu gece

yaşadığımı haykırmak

bir çocuğun elinden tutup

dansetmek

tanımadığım

birine sarılıp

öpmek

sevda bulutlarına çıkıp

aşık olmak
yeryüzüne

barış yağmurları yağdırmak

bu gece

evreni yeniden yaratmak

istiyorum…
Demlenme…

Son zamanlarda

kendimle epey

söyleşir oldum

bana bir haller geldi

sevgilim

doldum, boşaldım

yarım idim, tam oldum

Tekkelerden çıkamaz

dergahlardan kalkamaz

bir garip mecnun iken

aşkından erdim

Abdal oldum, pir oldum

Son zamanlarda

kendimle epey

eğleşir oldum

bana bir haller geldi

güzelim

hasretin ile eridim

yandım, bittim

kül oldum
İhanet...

Kınalı keklikler gibiydik

ovada, yaylada

harmanda

gayretle sürerdik toprağı

öküz ile sabanla

deste, deste

yığardık hasadı

kadın, erkek

bir arada

ayrımız, gayrımız

yoktu

ekmeğimiz, aşımız

aynı sofrada

şikayetimiz

ne doktorsuzluk

ne de yoldu, suydu

bizi zamansız

ihanetlerle

talihsiz

zamanlar vurdu

ecdadımızın yadigar evlatları

yerinden, yurdundan

ocağından kovuldu

kimimiz direnemedi

bitap düştü yoruldu


kimimiz dağlarda

kurda, kuşa

yem oldu

babasını görmeden

yetim kaldı bebeler

kırım, kırım

kırılan nesiller

böyle, böyle yitti

telef oldu.
Yaralı kuşlar...

Göçmen kuşlarıydık

sahillerde soluklanır

arada bir

yalnız denizlerde

ıssız kumsallarda

dinlenir,

leyleklerdik

göçmen kuşlarıydık,

yolculuklarda yorulur

güvertelerde konaklar,

arada bir

yaralı bırakıp arkamızda,

gamlanır

turnalardık

göçmen kuşlarıydık hayatın

vurulup düşer,

yine kalkar,

yola koyulurduk

arada bir gamlanır

geride kalanlara

yazıklanır

leylerdik

turnalardık

yaralı kuşlarıydık

hayatın…
Sonsuzluk...

Öldüğün an

ölümsüzsün

kirpiklerine

yaş değmiş

kömür gözlümsün

hayatı sevdikçe

daha çok

ölürsün

oysa

sürgünlerde

hiç bitmez

ömrün

birleştikçe çoğalır

ayrıştıkça azalırsın

söylüyorum da

dinlemiyorsun

öldügün an

ölümsüzsün

sürgünlerde

bitmez ömrün.
Çingeneyim!

Sizi nereden

tanıyorum

yüreğim

sızladı

bir yerde

bir zaman

Ben

çingene idim

çingenelerdi

rakseden

ellerinde tef

etrafımda dolanan

geceleri

ateş başı

sabahlardık

gün usul, usul

doğmadan

toplar çadırımızı

başka diyarlara

konardık

sizi nereden

özlüyorum

yüreğim

sızladı
bir yerde

bir zaman

ben

buçuk idim

buçuklardı

söyleyen

en güzel

hasret şarkılarını

nefessiz

soluklanmadan

geceleri

ateş başı

sabahlardık

gün usul,usul

doğmadan

bırakır kederi

tasamızı

yeni yollara

sürerdik obamızı

sizi

şimdi hatırlıyorum

ben göçebe

bir çingeneydim

hiç bir zamanda

hiç bir mekanda

konaklamayan
siz

gündüzleri durur

dinlenirdiniz bende

ben geceleri

ateş başında

raksederken sizinle

söylerdim yanık

aşk sarkılarını

gün doğmadan

toplar çadırınızı

uyandırmadan

sabahları

kendimi

düşlüyorum

bir yerde

bir zaman

ben bir

çingeneyim

ümit şarkıları

söyler

raksederim

geceleri,ateş başı

usul, usul

gün doğmadan

göçmen olur

yollara düşerim
baharları, kışları.
Seviyorum seni, işte!

Seni sevdiğimi

söyleme

dediğinde

gönül çeker

gider

bu diyardan

sürgünlere

Dilindeki

tek kelimeye

odaklıyım

sen izin

verdikçe

aşığınım

seni sevdiğimi

söyleme dediğinde

alınır da

ağlaşırım

Beni sevdiğini

söyleme deme

sensizliğe alışığım

sen bilmek

istemesen de

ben bu aşkla barışığım….


Gelincik çiçekleri…

Bembeyaz

bir gelinken

tanıdım

çiçeği,

şafak vakti

yollara düştüğümde

topladim gelinciği

Helalleşmeden

yarimle

bir de

beyaz yeleli

atımı bıraktım

terkettiğim

geride

toprağin tozuna

çamuruna

yazdım

veda sözlerimi

mezar taşımdan

senelerce

evvelce

Tepedeki

dilek ağacına

astım mendilimi
son arzum

rengarenk

düğümler içinde

Bembeyaz

bir gelinken

topladığım gelinciği

yollara serptim

gün gelir

kök salar

yeşerir

umut olur diye….


Tek isteğim!

Muhabbet kuşları

arası

bir avlunun

ortası

düşlerimde

hepsi bu

ne eksiği

ne fazlası

Oda içi

saç ekmeği

baş köşesi

yer sofrası

düşlerimde

hepsi bu

ne eksiği

ne fazlası

bakır bakraç

maşrafa leğeni

iki güğüm ile

bir taş su

serinliği geceleri

yatsı vakti

yer minderi
düşlerimde

hepsi bu

ne fazlası

ne eksiği
Acele et…

Acele et

son trene

yetişmemiz lazım

binlerce yıldır

bekleyen

kuşlar

ağaçlara küstü

son demleri

yazın, baharın

kışı görmeden

buralardan

gitmek lazim

Acele et

son trene

yetişmemiz lazım

binlerce yıldır

bekleyen

yolcular

sılalara küstü

son demleri

gençliğin, haytalığın

ihtiyarlığı görmeden

buralardan

gitmek lazım
Acele et

son trene

yetişmemiz lazım

binlerce yıldır

bekleyen

sevgililer

aşklara küstü

son demleri

meşkin, sevdanın

hüsranı görmeden

buralardan

gitmek lazım
Sendeki yitiklik

Yorulduğunda

bir kedinin

mini, mini minik

yavrusu

gelmez mi

gözlerinin

önüne

evlat hasreti çekmeyesin

diye

kilitlenip kaldığın

bu mezar kentinde

sağa, sola

döndüğünde

arayıp da durmazm mısın

halinden

derdinden

bir anlayan çıka gelse de

döksen içini

dökebildiğince

gömülü ağlayışlar

boğrünü yakıp

boğazında düğümlenmez mi

her isyan edişinde

bir kez daha

yüzüne çarpan
terkedilmişlik

kadere biz

böyle boyun eğdik

demez de

ne sitem edersin,

çözer mi kimse dilinden

bilmediyse kimsezilik

nereden görecek,

kime ne ki

sendeki yitiklik,

O’na ne, buna ne?


Mesnevi tadında…

Bir saz oldu

söylendi neyleyim

delidir bu benim

laf dinlemez yüreğim

yüzüne nur doldu

aydınlandı çeşmin

saçlarımda ellerin

okşayıp, gezindiğin

yar başını ateş aldı

yollara düştüğüm

tatlı bir can telaşı

uğruna dövüştüğüm

şiirlerim küllendi

bir kerede yaktığım

gemileri tutuşmadan

koylarda demirlediğim…
İstanbul

Yasaksızdır

bu şehir

anasına düşkün

uysal çocuklar

isyan günlerinden kalma

ürkek bakışlarınızla

hazırmısınız

bu koca düşkünün

kavgasını, gürültüsünü

taşımaya

puşttur

bu şehir

yolsuz berduşları

barındırır geceleri

edepli çocuklar

hazır mısınız

bu koca düşkünün

itiyle, uğursuzuyla

dalaşmaya

uykusuzdur

bu şehir

mafyası, cellatları

bir sigara paketine

göze alır cinayetleri

yüreği yufka çocuklar


hazır mısınız

bu koca, düşkünün

belasına pisliğine

bulaşmaya

zorbadır

bu şehir

verdi mi

almasını da bilir

almak için

kök söktürür

mektepli çocuklar

hazır mısınız

ömrünüzü

bu koca düşkünün

yolunda harcamaya….
Ayrılık...

Gövdesinden ayırdılar ağacı

ortasından böldüler

ayvayı, narı

bir tepside sundular

payamı, bastığı

geçmeyeydim kenarından köyümün

tellerinden ördüler saçını

sormadan everdiler

allı yazmalımı

bir tepside sundular

düğün pilavını

görmeyeydim mürvetini sevdiğimin

yelesinden sürdüler atını

halaylar çektiler

cümbüşü, alayı

bir tepside sundular

şerbet suyunu

yolmayaydım yarasını yüreğimin….


İsimsiz kahramanlar...

Sütlüce limanında

dertleşirdik seninle

gamlı türküler

dinleyip

gizli, gizli

ağladığımız gecelerde

ne devrimciydik

Ne kederliydik

hayatın

sapından kopmuş

gülleriydik rüzgarda

sağa, sola savrulu

fırtına artığıydık, sahipsiz

belli ki açtık, yoksulduk

sokak dilencilerinden

başka yoktu kimsemiz

yine de mutluyduk

ayazlara dayanacak

kadar sıcaktık, ceketsiz

sabahı sevmezdik

yüzümüze vuran

ayın şavkıyla avunur

çıldırmış deliydik

özgürlüğe koşan
iki mahpus kaçkını

defalarca vurulduk

nice badirelerde

düşmanıydık zalimin

insanı ezenlerin

vakit, vakit

yorgun düştük yokuşlarda

kaybolan çiçekleriydik mezarların

açılmamış pankartlarda

gidilmiş, gidilememiş

bütün meydanlarda

ismi sorulan gençleriydik,

kahraman evlatlarıydık anaların…


Oğlumun hiç tanıyamadığı anneannesi...

O çekip gittiğinde

üç yaşındaydım

bir öykü

anlatacaktı

peri kızları dinleyecekti

Tanrılarla

sözleştiğimiz

geceydi

gökyüzüne

binlerce meleğin

kanatlandığı

bir sabah vakti

dönecekti

sözleri

kulağımda değil şimdi

beşik sallar

ninni söylerken gibi

bir meyvanın ortasından

fışkıran çekirdeğiydi

kırmızı, yeşil ve mavinin

griye çalamadığı bir renkti

siyahla, beyaz arası

bilge kadın, mert yürekliydi


ellerimden tutup

parklarda gezdirecek

ne istersem

peki diyecekti

en çok beni okşayıp

sevecek,

ben güldükçe gülüp

sevinecekti

Tanrılarla sözleştiğimiz

geceydi

gökyüzüne

binlerce meleğin

kanatlandığı

bir sabah vakti

dönecekti

sözleri kulağımda değil şimdi,

beşik sallar

ninni söylerken gibi,

bir ağacın

toprağa sürgün vermiş,

yaşasaydı çicek açıp

gül verecekti

sözleri kulağımda

değil şimdi

kalmak istedi de mi

gitti

ya da
nefesi tükendi

ömrü mü yetmedi….
Çocukluğum...

Uçurtma masalları

düzdüğüm çocuklukta

kumbarada düşlerimi

biriktirmeye başladım

bozdurup, bozdurup

harcarım dedim

her hayal kırıklığında

kasketini kapıp

kaçtığımız soluksuzca

dedemin omuzuna

yaslandım korkusuzca

kızsa da affeder dedim

her muziplik yapışımda

kuşları kafesinde

avlayan şımarıklıkla

kederden yana

kaygısız umarsızlıkla

dünyadan habersiz

tertemiz saflıkla

güvercinler uçurdum

her canım sıkılışında


Perulu yurtsever...

Yüzyıllardır

ses etmeden

katlandığı zorda

köylünün

muz ekemediği yazda

yürekli genç

çıktı Peru’nun dağ

başına

çocukların kurduğu

düşlere

parlak yıldızlar

yaktı

dumanı çubuğunun

yalnız gecelerine

mum gibi aktı

güneşli bir yaz

sıcağı

yağmur ekti

gözyaşları

ülkesinin dört bir yanı

güller sardı toprağı

ince sazdan

yükselen nağmeler

bazı geceler
bu kahramanın

öyküsünü söyler

o vakit

susar Peru’nun

sokakları

evlerinin önünde

yalınayak çocukları

neşeli bir lirik bekler

‘oy yürekli, yiğit gencim

ne de saftır yüreğin

baklava desenli pelerinin

ne de saftır

yüzündeki gülüşün’

Okyanus ötesi

uzaklardı

sonu tehlikeli

bir maceraydı

Tanrıyla konuşmaktı

maksadı

cesareti inanılmazdı

Tanrı bu genci

çok sevdi

gözyaşları yağmur oldu

kuraklıklar son buldu

güneşli bir yaz sıcağında


yürekli bir genç çıktı

Peru’nun dağ başına

‘oy yürekli, yiğit gencim

ne de saftır yüreğin’.
Bolivyalı yoksul köylü…

Bolivya’nın yolsul köylüsü

koka tarlalarında

bir çift gözün

önünde

kokain çektin mi ?

İçmediğin tütünün

borcunu yıllardır

ödersin

bebelerin öder

uzanıp

kadınlı gecelerde

zevki sefa sürmediysen

neye değer?

Irgatlığını

CIA lugatında

mahpusluğa yoran

kahpe işbirlikçiler

yağlı urganı

boynuna nasıl

kolayca çeker!

Yankiler

eğlensin diye

bir kez dahi


dumanından

geçmeden kendinden,

ömrün koka ekmekle

bir kuru

ekmek uğruna geçer

Yazık ki

ne bu

kanlı oyun

burada biter

ve ne yazık ki

bu düzen böyle gelmiş

böyle gider...
Sudanlı çocuğun isyanı...

Bir Arap çocuğu olaydım

Güney Sudan’da doğaydım

bir çatışmanın içinde

Kuzey Sudan’ın

ortasında vurulaydım

ellerim, gözlerim

yanıp

kor gibi kavrulaydım

tütsülerde buğu, buğu

dumanına savrulaydım

keşke Sudan’lı bir

Arap çocuğu olsaydım

ne ülkemin güneyinde

doğsaydım

ne kuzeyinde vurulsaydım

bir ucundan öbür ucuna

sorgusuz, sulasiz vatanımın,

özgürce, kaygısızca

koşsaydım.
Tabiata karışmak...

Sabahları kalkıyorum

ilk işim

güneşe bakıyorum

yüksek

kayalıklı tepelerden

kuşbakışı aşağı

ormanı seyre dalıyorum

çimenlere yayılı

koyunlar

her bir yanı

otlak sarılı,

yeşiline bulanmış

beyaz bulutlar,

kuşların coşkulu

kanat çırpışında,

zamanın durduğu

zamansızlıkta,

tabiata karışıyorum

zehir zemberek

çağlayan gümbürtüsü

ılık bir yel esintisi

gölgesinde agaçların,

hülyalara dalıyorum

yoruldukça geceleri

terkettiğim bu şehri

sabahında her seferi

ilk işim
güneşe bakyorum

ışıltısına sağılıp peşinde

renklerin içine dağılıyorum

tabiata karışıp

tabiata sığınıyorum.
Bağ bozumu

Mor kanatlı

kelebekler

üşümez mi

börtü böcek

ayaz geceler?

Bağ bozumu

hazanları

kasvetli bir

hüzün çöker

bazı, bazı

Dağların doruğu

gökkuşağı

akar durur

ufka doğru….
Özgürlüğe koşmak…

Ver elini gökyüzüne

uçalım

tutsak kalmaktansa

bu şehirde

mavi kanatlı

melekler olalım

hayatın suya

kavuştuğu yerde

bir çocuğun

sevinç gözyaşına

karışalım

bulut, bulut

kurak topraklara

sevgi seli yağalım

ver ki elini uçalım

dükkanları kepenk

indirmiş diyarlarda

yolları panzer kesili

meydanlarda

bağır bağır

barış türküsü

çığıralım

esir kalmayalım

bu şehirde

özgürlüğe koşalım…
Yan yana ama yabancı !

Uzun yoldan gelmişlerdi

gözleri kanlı

yürekleri yaralı

yedi yavruya

yetim dediler

gerisinin hiç

yoktur sahabı

dilleri dilimden değil

sözleri sözümden gayrı

bir tuhaftı

konuştukları

bölük börçük

lisanları

sıvasız damın altında

ahşaptan derme çatma

üç göz odaya

beş aile sığdılar

kenef dışarıda idi

ona da aldırmadılar

iş dönüşü akşamları

köşebaşı, yol ağzı

rastgelirdi bazı

gözleri kömür karası

üstü başı yamalı


çıplak ayaklı çocukları

o minicik başlarını

okşamak isterdim

ürkek ceylanlar misali

seke seke kaçarlardı

mevsimler geçti, gitti

üç göz odanın

yetimleri ile

sahapsızları

kimi genç kız

kimi delikanlı

aynı çekingen bakışlı

dilleri dilimden değil

hala yabancı lisanları

selam vermekten sakınır

tıpkı küçükken

okşatmadıkları gibi

çevirir kafalarını

şimdilerde şaşkınım

bu bir oyun mu

ben miyim bunca zaman

bencil ve umarsız

uzaktan seyreden

bunca yakın hayatları

kaderin kötü bir şakası

yoksa

alın yazısı mı
ülkemin hem yan yana

hem yabancı

birbirini

anlamayan insanları.
Turnalar...

Karşıma çıktı yine

ak kanatlı turnalar

ne yari sevmişliğim

ne vazgeçmişliğim var

hasret oldum

dal, dal

budak, budak

ateşlere odun düştüm

korumaz ki car,

gölgen izinde

sürükler

peşinde beni

kış, bahar

yol verse

geçer atlılar,

sıkıştım geçitlerde dar

kapıda anam ağlar,

inledikçe bu dağlar,

ah bir yol verse atlılar

kırılmadan gül sazlar…


Ölesiye özlemek...

İsmini ağaçlara

kazıdığım

gül yüzlüme,

dokunamam ellerine

kıyamam saçının

tek teline,

sebepsiz severim

nedensiz,

soramam gözlerinden

sorgulayamam şiirlerde,

şarkılarda arayamam

umarım sadece,

sessiz bir bekleyişle

bilirim de inananam

özlediğine beni,

hem de ölesiye!
Başkasının hayatı...

Albümlerin arasından

çekip alamadığım

sanki benim değil

bu hayatlar.

Bir başkasının

çocukluğu,

tanımadığım birinin

neşeli oyunları

Hüzünle karışık

mutluluklar,

sevinçler, kahkahalar

küçüğüm yedisinde,

resimlerdeki kadar

Uzatsam ellerim

sanki tuttu, tutacak

bir tek gün

kopamadığım

acı, tatlı anılar

mazi kalbimde bir yara

geçse de nice yıllar…


Sevemediğim kent…

Sevemedim bu kenti

etrafı surlarla çevrili

kırmızı kiraz mevsimi

puslu, yağmurlu

güneşleri

denizi çamur rengi

küfle karışık

pas kokulu tersanesi,

insanları yabani

hiç gülmez yüzleri

alıştığım türden değil

sokakları,

tenha kalabalıksız

kaldırımları,

gece on dedi mi

kapanır lokantaları

sevemedim bu şehri

kokmayan çiçeklerini

ışıksız köprülerini

bir çocuk gülüşüne hasret

mezar ruhlu bahçeleri

birbirinin aynı tatsız

gündüzleri, geceleri,

kırmızı kiraz mevsimi


puslu, yağmurlu

güneşleri.
Bir şafak…

Bir avuç kan

elleri

çakmak, çakmak

gözleri

biliyorum çocuk

içmek istediğin

su yalnızca

doya doya

bu kanlı savaşın ortasında

Gel elllerini üstüme sil

kalkıp gidelim

özgürce koşabileceğin

baska diyarlar keşfedelim

lanetli savaşı

arkamızda bırakan

bir şafak

bize de güler elbet

Mermilerini boşalt silahından

yüzünü göğsüme sakla

anne şefkati ile severim seni

Tanrı’ya yalvarmana

gerek yok

ne de korkmana

yurdunu, ekmeğini çalan düşman

borçlu asıl tüm günahlara


senin suçun yok

Eteğime sil gözyaşlarını

merhamet dağıtacağım

gündür bugün

öleceğim ve

ölürken ruhumu

İsa gibi satacağım

masum çocukların

cenneti karşılığında

seni de o cennete yollayacağım

gözyaşı ve kanını

bana bulaştırıp

paklanıp, temizlenmen uğruna

Söz çocuk, söz

sözüme sadık kalacağım

seni kirli, pis oyunların

nefretinden çekip alacağım

sana ve diğer çocuklara

aydınlık yarınlar kuracağım

haydi kalk gidelim

gözyaşlarını, kanlı ellerini

eteğime sil

bitmez tükenmez, haince hesapları

eteğimin kenarından

bir şafak yırtıp atacağım.


Geç kalmak...

Türkü çağırıyorlar

avaz avaz

dört bir yandan

dağlardan

uçurumlardan

kulakların duymuyor mu?

gözün de mi görmüyor

ışık, ışık yağıyor

uzayın her zerresi

beyaza boyanıyor

kirpiklerin ıslanmış olmalıydı

bunca yağmurdan sonra

iliklerine kadar

hissetmeilydin

rüzgarın sam yelini

teninde bıraktığı lekeyi

anlamalıydın çoktan

hayellerin, umutların

koşmadan ardından

çarçabuk tükenip

bittiğini

yakalamalıydın yitmeden

son nefesini veren

bir devrimcinin
toprağa gömülü bileğini
Vurulduk ey halkım!

Nasıl kaçırdın

kutlamaları

yoldaşlarının

idam mangası önünde

diz çöktürülüşünü yere

yıldızlara değen

havai fişekleri

nasıl kaçırdın

kardeşlerin

ölüme giderken

festival havasında

şenlikleri

kudurmuş gözler

seyrederken

salyalar ağzında

cesetleri.
Odamdaki Meksikalı…

On iki ile

on dört arası

Ya var

Ya yok yaşı

daha şimdiden

sırtında kamburu

bir elinde

bebek puseti

bir eli karnında

çıkıntısı

yorgun lakin

mağrur bakışları

çocukla

kadın karışımı edası

bir kırk

bilemedin

bir elli

boyunun karışı

zannedersin

zengin bir evin hizmetkarı

etek üstüne giyili

önlüklü esvabı

çerçeve içine sıkışmış

eski bir tabloda buldum

onu
can sıkıcı bir bit pazarı

kim bilir

kimdir ressamı

tanınmış biri değil imzası

beni en çok rengi vurdu

iki yanına düşmüş

kalın, örgülü

simsiyah saçları

yağlı boya portresi

senelerdir odamda

duvara asılı ressamına

meydan okuyan duruşunda

sanki

gizli bir gurur

belki isyan saklı

henüz koyamadım

hep merak ettim adını

ırkının ismiyle şöyle çağırdım

“Meksika’lı köylü kızı”.


Sudan uzak…

Ağırladık

sofrada rakılarla

uğurladık

duayla, salavatla

gün ışığı

tabutunun başında

akttık

timsah gözyaşlarımızı

işinin eri

‘bir bileyciydi

bütün gayreti

evinin geçimiydi

tekavüte çıktığı gün

denize açılacaktı

yoktu bundan

başka emeli

hayalinde

küçük

bir yelkenli

zulasında

rakı şişesi

Ege’den yola

düşecek

ömrü
denizde geçecek

karaya dönmeyecekti

akşam vakti

vurdular

çarşının ortasında

dört satırlık dize

parmakları arasında

metal levhaya kazılı

mezarı başında

‘geç kaldım

biliyorum nafile

ateşe daha yakınım

sudan ziyade’.
Türkan’a

Bu bir arkadaşa

veda mektubu

henüz yazılmadı

yazılacak ama

sandığın gibi değil

bir kağıt parçasına

şimdilik zamanın

boşluktaki

posta kutusunda.

Günü gelince

teslim edilecek

adressiz, pulsuz

elden ele giden

bir zarfla.

Dostluğun

çat kapı komşuluğun

bu gurbet el

yaban diyarda

en çok

sıcak kahkahaların

anılacak

paragraflar başı

satırlar arasında

kırgınlıklar

alınmalara
yer olmayacak

nefis yemeklerin

ve

bir fincan kahvenin

kırk yıllık hatırı

uğruna.

Emanet edeceğim

ebedi sevgimiz

albümlerdeki

sararmış fotoğraflarda

yadigar kalacak

bizden çocuklarımıza

gözyaşımı da

ilave edeceğim

iki damla

kenarına

karışsın diye

mutlu gözyaşlarına

mektubumu okudukça

dostluğumuzu andıkça...
Bugün 23 Nisan!

Çocuğum

bal köpüğü

saçlarına

bahar günü

23 Nisan’da

kelebekler konsun

yeşilin ortası

kır çiçekleri

arasında

menekşeler

karanfiller

güller

toplarken

bakarsın

resim olmuşsun

Ali topu at

Ayse ip atla

heceli

renkli sayfalarda

bir ilkokul

kitapçığına

Çocuğum

seni

en çok

böyle bir

resimde
görmek isterim

çömelmiş yerde

ayakkabı

boyarken değil

veyahut

kış günü

soğukta titreyen

ellerinle

beş, on kuruşluk

mendil satıp

bir dilim

ekmek götüresin

diye evine

Çocuğum

en kalleş

savaşların

en kirli

oyunların içine

iğrenç bir

maşa gibi

itilip

sürüklensen de

masumsun

her annenin

yüreğinde

elbet Allah’ın

indinde
Çocuğum

bugün senin bayramın

kana susamış

katiller

hainler

din tacirleri

ve işbirlikçiler

istemese de

çocuk olmak

senin de hakkın

bir günlüğüne

olsa bile

Çocuğum

dünyayı yeniden

yarat bugun

kendi çizdiğin

resimlerde

kendi yazdığın

şiirlerle

kendi söylediğin

türkülerle

kendi ezgilerinle

kendi sesinle

kahkahalar at

gül gülebildiğince

mutluluk yetmez sana

söylüyorum bak

iyi dinle
bugün senin bayramın

senin 23 Nisan’ın

dünyayı yeniden yarat

içinden geldiğince

nasıl istiyorsan

korkmadan gönlünce.
Kentin sahipsiz çocukları...

Sahipsiz kaldı

kentin çocukları

bebeklerin kundakta

solan mumları

tarihsiz takvimlere sayılı

doğum günü yaşları

yarınsız kaldı

kentin çocukları

bir şafakta topladıkları

babaları, anaları

boş bir çerçeveye asılı

fotoğrafları

çaresiz kaldı

kentin çocukları

ne geceleri

ne sabahları

kimse bilmez hallarını…

beyler, ağalar

kan emen yarasalar

umurunuzda mı

kentin kimsesiz çocukları…


Savaşın çocukları…

Savaşa gönüllü olmadık

kavganın ortasına doğduk

daha çocuktuk

ellerine silah verilmiş

gerilla oğluyduk

mavi kuyruklu yıldızları

doyasıya seyretmeden

uykusuz, kör sabahları

tanklar geçti üzerimizden

sorgu, sual edilmeden

tutsaklığa hapsolduk

hangi ananın evladıydık

hangi kardeşin ağabeyi

hangi evde yaşadık

adımız, soyadımız neydi

baharda, gül dalında

kurumuş hazan yapraklarıydık

uçurtmamız rüzgarda

güvercin kanadında

dağların doruğunda

güneş avucumuzda

toprağında sürgün

yaban otlarıydık.
Daha cocuktuk

kavganin ortasinda

Ellerine silah verilmiş

Gerilla oğluyduk…
Gönül‘e

Pembe anılar bıraktınız

ince, uzun tuval üzerine

görünmez isimleriniz yazılı

nefis bir manzume

duvarın badana zemini

gölgeler siluetinde

arada gözüm takılır

gelişinizi hatırlarım

içip, içip kederlendikçe

Adınız Gönül müydü?

Öyleydi

Evet, öyleydi

sizi cok sevmiştim

dostluğunuz sıcak

zerafetiniz inceydi

küçücük yüzünüze

naif yüreğinize

hayran kalmıştım

çocuksu gülüşünüze

Erkenciydiniz

tez gittiniz

beni vakitsiz terkettiniz

şimdi pembe hatıranız

beyaz zambağı tabloda

gözyaşı dökemediğim
yutkunluk boğazımda

uzaktan seyrederim hep

aklımda kalan son gece,

o son hatıra…..
Şarkı sözleri !

Nota kitabına gömülü

enfiye kutumda gizli

ezgisi hüzünlü

eski bir melodi

Bestecisi, güftecisi

aynı zat, aynı kişi

gözyaşı nağmesi

maziden bir ses gibi

Şarkılara ad

vefasız aşklara inat

meyhane köşesinde

Titretir yüreğimi

dokundukca kemanın

akorduna telleri
Hürriyet...

Göğsünden nişanladılar

vurdular Hürriyeti

meydanın ortasında

yakıldı cenazesi

yokuş çıkan tepede

zambaklar örtüsü

boğazın mavisine

serpildi külleri

ne vakit bir fidan

çicek açsa

ağaçlar gelir

gözümün önüne

hürriyet, hürriyet

diye ağlaşan

dalında hem yaprak

hem meyve.
Köyüm

Şu ağacın dibine

dökülen ceviz tanesi

kayısı çekirdeği

avuç, avuç

dut öbeği

bizim yarin yazması

allı, dallı entarisi

selam verdim

emmim oğlu

yol ağzı

çesmenin gerisi

Muratgillerin damı

iki bağin arası

kardaşımın tarlası

dört çift öküz ile

toplasan elli küsur davarı

Kaç yıl mı oldu

toprağına ayak basmayalı

rüyalarımdan öte

baharını yazını

saymayalı

çiçeğini dalında

koklamayalı
kaç hazan geçti

yüreğimeden

her hasret tepişeli

böğrümü

bıçak dağlayalı

gözlerim gözlerine saplı

duvarında eski resmin

hafızamda, bilincimde

dinmeyen bir sıla saklı…


Mahpustan sitem...

Yaz güneşi

yakıcı

kurak topraklar

çatlağı

döner döner de durur

dünyanın tozbembe yuvarlağı

Başım belalarda

yağmur sağanağı

ne gecelerde

ne bitmez sabahları

yorgunum ahali

anla artık halimi

başım belalarda

bir devrimcinin

verilemiyecek hesabı

idam günlüğüme yazılı

bedeli ödenmez

cefaları

bu garibin günahı

taşıması zor serrimde

mapusluk değil

zalimin zulmü

halkımın direncini kırdı

umutsuzluk hiç değil


beni umarsızlık yıktı.
Bir varmış, bir yokmuş!

Bir; ölüm pusuya yatmış

bir; gül açan bahçeler

Bir; kan salmış meydanları

bir; şarkılarla nağmeler

Bir; kıyamet gelecekmiş, vakit daralmış

bir;güneş yeni doğmuş, yaz sıcağı basmış

Bir; ölecekmiş kentin bütün çocukları

bir; bebeler doğacakmış, gül yüzlü, kiraz dudaklı

Bir; yanacakmış ülkemin bütün sokakları

bir; yeşerecekmiş tarlasında çimeni, çayırı

Bir; hayaller bitmiş, kurulamazmış gayrı

bir; umuda yolculuk başlamış, bayramlar, seyranlar alayı

Bir; varmış

bir de; yokmuş.


Niye vurulduk ?

Kah, Ağrı dağından gelir

nefesi

kah, buram, buram

kokusu hissedilir

ve bu

öyle anlaşılır

bir şey değil

Yaman, pek yaman

çelişkili cümledir

yuvasında sığınaklı

bir tüfeğin

gökyüzünde

kuşun kanadına

vurduğunda çıkardığı sestir

ülkemin toprakları

öylesine çorak

alnından vurulduğunda

şehitleri

yağmurla döner, sağanak

dağ doruğunda

yılanın başı kıvrak

türkü söylüyor birileri,

ne şahit lazım

ne tutanak
Yanıyor toprağımız

alev alev kardaşlık

yanyor analık

dokun ki yüreğim,

ciğerim yanıyor

ateş düştüğü gibi

nehirleri yakıyor

Hangi elde,

niye vurulduk oğul

kime vurulduk,

kimi vurduk

koparmadan gülü dalından

dikenli tellerde yolunduk

Günü geldi gayrı

cevabı verilmeli kalleş pusuların

uykusunda nöbet tutmalı

bütün düşmanların

defteri dürülmeli

soysuz alçaklıkarın

bugünden tezi dünlerin

geleceği çalınmış yarınların


Mesnevi tadında…

İnsana sevmek yaraşır

Ahirete ruh taşınır

İnsanı iyilik paklar

Sevgi iyilikle yarışır

Ananı, babanı kötülükle anma

Ecdadından hiç bir dem utanma

İnsan oğlu kusursuz değildir

Bir tek ayıp ondadır, sende yoktur sanma

Paraya, pula değer verme

Yoksulun dostu ol

Bir elin verdiğini diğerinden gizle

Allah’ın ihsanıyla dol

Sabahları gün ışır

Gönüller karanlıktan aşınır

Gönlü aydınlanmayanın

Ruhu azapta kalır


İstanbul, seni seviyorum lan!

İstanbul’ a bakınca

Çamlıca’dan

Tevfik Fikret’in mezarı başından

gemileri tuttum

martıların peşinden

bir parça simidin

ardı sıra üşüşen

Rumeli Hisarı’nda bir kayıkçı

götürdü beni

eski viran bir şehire

ellerimi açtım dua ettim

günlerce berduş gezdiğim

Süleymaniye dibinde

Kız kulesine yelken açıp

Üsküdar kıyısında

kumsala vurduğum gündü

cesedimi buldular

adalara gömün diye yalvardım

hatırımı kırmadı yunuslar

Kınalı’dan başlayıp

Heybeli’de durdular

Antigoni’de kaldı ruhum

Anladılar ki beni

gerisin geri taşıdılar


şimdi ruhum

şarkılar dinliyor

bir yanı deniz

bu sessiz sedada

etrafım Marmara

deniz el çırpıyor

dostlar eğleşe dursun tavernada


Geçmiş zaman...

Caddede yürüyordum

yalnızdım, suskundum

aklımda hayallerim bile yoktu

gözümde patlayan flaşlara uyandım

bir kitapçının önünde eğilen

O saf, küçücük çocuktum

Aydınlığa bakan gölgeli

bir resimdi bizimkisi

noel tatillerindeki

gibi eğlenceliydi hepsi

bir solukta okuduğumuz romanın

tertemiz sayfalarına düşmüş

su lekesiydi hayatlarımız

daha kurumamıştı mürekkebi

elime aldığım gündü,

çok ağladım, çok ağladım

yağmurla gökyüzüne

sitem etmek hataydı, aldandım

yolumu kesse yoldaşlar haykıracaktım

bu yalnız çocuk, bu yalnız kadın

ben değildim, ben olmayacaktım

kaldırımlar yalnızlığıma şahitse de

şafaklara ümitlerimi anlatacaktım

gece geç gelecek yine besbelli


tıpkı eski resimlerdeki gibi

flaşların kaldırımda yüzüme

pataladığı geceydi

gece miydi, gündüz müydü

belli değildi

o küçücük, saf çocuk da

kendim değildi

sararmış albümlerin sandık dibinde

çürümeye terk ettiğim kaderimdi

belki kör talihimdi…


Ölümün kırmızı rengi

kırmızı mıdır ölüm

sahi rengi var mıdır

gelip gelip gitmelerin

bir bu kıyısından

bir öbür yakasından

zamanı saati

belli midir ölümün

çabuk çabuk

akordiyon kanatlarına

yetişemeden hiçbirisi

alkışlar yumuşak sesli sopranoya

ölüm tozu döker

ruhsuz seyirciler,

kırmızı tadında

kırmızı renkli

kokusu havada

buram buram koynumda

sakladıkça ellerim

avuçlarım ayazlar

gülle işli mendilinde

büyük harfli nakışlar

kırmızı bir ölüm yazılı şimdi


Sığırcık kuşları…

Rıhtıma konan

sığırcık kuşları

üşümez mi

ayazında kış günü

sessiz ötüşlerinde

sahile vuran çırpıntılar

bir seni getirir

bir beni götürür

bir düşlerimi

Sabahı, öğlesi

yitik gün batımları

hangi yanıma dönsem

tutsak dünleri, yarınları

unutmaya direndiğim

tenha koylarında

karşının sönen ışıkları

kimi telaşlı uyanışlarda

hatırladığım şimdi

bir vapur ıslık öttürür

bir tren geçer

bir sefer yolcuları uğurlar

sığırcık kuşları içimde

kanat çırpar

taze bir sızı yüreğimde

çocukluğum, gençliğim
uzak diyarlardan

hüzünle el sallar

bu mevsim

bu bulutlar üstüme

hep mi zamansız yağar

hayalimde yolunu beklediğim

bir sen ağlar,

bir ben ağlar

bir düşlerim ağlar…


Yılgın devrimci…

Karanlığın ellerinden tuttum

yılmadım, yıkılmadım kahpe zulümlerden

ama yüreğimin bittiği yerdeyim

ben artık bir devrimci değil

Yollarına güller serpilen kederli bir gezginim

Düşlerimi aydınlık yarınların

çıplak tan doğumlarında bıraktım

defalarca vuruldum

defalarca öldüm, dayandım

ama sözümün tükendiği yerdeyim

Ben artık bir yiğit değil

cenazesine ağıt yakılan çürümüş bir gövdeyim

Bundan böyle yazdığım mektupları saklamayın

söylediğim türküleri çığırmayın

ne eşimden ne dostumdan aramayın

kuşsuz kervansız diyarlara salınmayın

adımı, cinsiyetimi hatırlamayın

mezar taşlarına mumlar yakıp

ruhumu ayinlerde çağırmayın

Rüzgar oldum esen yele karıştım

taş oldum, toprak oldum

filizlerin suyuna çalındım

ırmaklara aktım, denizlere sağıldım

gökkuşağının renginde
evrenin ışığına yaldızlandım

beni bu dünyadan artık sormayın…


Alacalı düşler ortası

Kırmızıydı ya da yeşil

ama asla sarı değil,

besbelli alacalı

güvercin ötüşünden sesi,

kanadından tüyleri.

Gökkuşağı pembesi,

sıcacık içimdeydi

bir alçalan

bir uçan

kafesinde göğsümün,

ucunda hançer saplı

siyah da değildi.

Beyazdı belki de

düşlerimdeki düş evi.

bacasında güvercini

güneşin kızıllığında

akşamların battığı

pembe ufkunda

demli çay tadında

bu son baharda içimi ısıtan

bir renkti yaşam sevdası

alacalı düşler ortası…


Başka zamanlar…

Susunca

son kuşlar

menekşeler de

birer birer solunca

sesini

sesime katacağım

ve yaban ellere

kendimi başka

diyarlara kaçıracağım

yüzün avuçlarımda

bahar olunca denizlere,

kış olunca dağlara

saçlarını rüzgara saçacağım

ve hülyalarımda

kendimden başka

kimselere kaçacağım

ıslak kaldırımlarda

gece tek başıma

hayatı umursamadan

fakirlikten de gocunmadan

ve sensizliğe aldırmadan

kendimle birlikte

başka zamanlara kaçacağım…


Her şeyin ederi…

Dinden, imandan çıktım

sarhoş oldum yine

hem dün gece

hem bu gece

tez kalkmaktı

maksadım

uyanmadan kuşlar

ayılmaktı telaşım

bu güneş

bu saflıkta

kuşların sesi

beni baştan çıkarttı

bir bahar telaşındaki

kahır da, sevgi de

değil benimkisi,

avarelik desem

inanmaz kimse

belli ki

peşine takılıp

rüzgarla yarışmak

lodosa aldırmadan

suya, çamura karışmak


bir yanı saraylar

etrafı surlar

sofrasında aç yatan

yoksullar

silüetinde her daim

hüzünlü bulutlar

şehrinin ortasında

yalnız bir adamın

çığlığını bastırmak

benimkisi

üstelik

hepsinin de ederi

akşamdan akşama

iki şarap şişesi

tam yirmi papel bedeli


Erdal Sarızeybek’e…

Bir güçlü yanı var

güçsüzlüğünün,

adını koyamadığım

dokunup

anlatamadığım

herkesin bildiği

kimsenin

itiraf edemediği

gözlerinde çakmak, çakmak

yanan ateşin alevi

ruhlara verdiği enerji

bir anlamı var

bu tarifsizliğin

yılmadan

ardına düştüğün

ihanetlerin

kan uykusunun

çaresizliğin

bir süprizi var

bu sessizliğin

sonu gelmez

gibi görünen belirsizliğin

inatla

bilendiğin savaşın
göğsünü

korkusuzca siper ettiğin

kahraman

yiğit duruşun

karşısında düşmanın

bir sebebi var

bunca yolun

bitmez, tükenmez

ayrılıkların

bir gecesi

bir gündüzü var

kazandığın

kaybettiğin

dünlerin

yarınların

umudu

inancı var

gönüllerde

dualarında

sana bu halkın.
Annemin ölümü…

Tanrı gökten

indi bir gün

yakarmıştım

işte gelmişti

zeytin dağının doruğunda

elli ikinci gecemdi

tabutuma yürürken

dalgın, kederli

zamansız bir ölümdü,

dedi seninkisi

koluma girdi usulca

uzaklaşmaya çalıştkça

sardı bedenimi sıkıca

tohumlar ektiğim

günler boyunca

zeytin dağının yamaçlarına

yağmurlar yağsın

ekin yeşersin

yoksulluk bitsin

çocuklar doysun

bu kızgın, kavruk

çöl topraklarında

yakarmıştım

böyle Tanrı’ya
gelmişti işte

yanımdaydı

bir avuç cennet

pahasına

ruhumu almak için hazırdı

tabutuma yürürken

dalgın, kederli

gölgesinde bulutların

yalnız dağın heybeti

dudaklarımda mırıldandığım

bir şükür duası

amentü

elli ikinci gecemdi

zeytin dağına

cemre düştü

yağmur oldu

açan çiçekte tohum

bebelerin kursağında

buğday ekmeği

yakarmıştım

işte gelmişti

Tanrı’yla yürüdüğümüz

geceydi

buna şahidim

fidana yürüyen

su şahit
nehir şahit,

balçık şahit

gökten indiği bir gündü

zeytin dağının doruğuna

bir avuç cennet

eteklerine

göller sermişti

ruhumu tabutuma

birlikte koyduk

pahasına

cenneti

çocuklara vermişti…
İsyan

Aslında hayat

bir çocuğun

hiç gerçek kahkaya dönüşmemiş hüznü

bir bahçede

sağanak yağmurlara rağmen

açmayan güldü,

güneşe en yakın dağlardaki

doruklara yağan kar,

uzaklardaki yitiklik,

biteviye yalnızlık,

anlamsız bir isyandı.

Bittiğinde ıstırabı ve kederi de bitiren

çekilmez bir katlanıştı…


Bekleyiş…

Bilmediğim sohbetlerde

tanıdım seni

tuttuğum, tutunduğum

ilkin nefesindi

susmayan yüreği

ağlamayan gözleri

dokunmadığım ellerindi.

Gündüzleri bir kaybolup

bir açan

kış güneşi,

sıcaklığı soğumayan

yaz gölleri,

kucağına oturup

ağaçlara yaslı

selvi dipleri,

üniversite kapısında

sonsuz bir bekleyişti.

Yine de hala

beklerim şimdi…
Her yerde yoksun…

Kokusu değer

kokusuna

uzadı mı uzadı

gecelerdi,

iki kadehin gölgesi

dumanı bir de isi

ellerine yapışık

bücür dilenci.

Aşkı mı ararsın

kapısında mabeynin

dalkavuğu musun yoksa

kendi ikiyüzlülüğünün?

Hangisi sensin

hangisi keder

ya da hangisi isyan?

Neden bu kadar çoksun

ve sahi neden hiç

hem de her zaman

her yerde hem yoksun…


Senden vazgeçmek

Ortasında dertlerin

sen çıktın geldin

ve iyi ettin.

Bahar yağmuru

erirken gökyüzünde

kuşları da çağırdın, geldi

ne iyi etti.

Toprağa karışan

buğuya da karıştı,

gözyaşımı dindirdi,

türküler de söylendi

ne güzel söylendi.

Atacağım mektubu

atamadım vazgeçtim,

bir sana baktım

bir kuşlara

bir yükselen buğuya,

ağlamaktan

mektubumu atmaktan

hepsinden evet,

bir tek senden geçmedim

geçemedim…
Zulaya yatmak…

Siestaya vurduk kendimizi

hey gidi günler

gidi.

Kabahat mi

sevişmiş miydik?

Hadi canım

en çok ağlayan bendim

en çok içen sen.

Kızılırmak kıyısında

sarhoştuk

hani bendim binici

atların en ehli

seninki.

Kırmızı at coştukça

Sen nehri bile

taştı,

böyle ateşli taylar

görmedi.

Sazlar değil

türküler,

yanık yanık

ezgiler,

o kahkahan
gülüşler.

Bizimkisi iş değildi

değildi…
Sensiz zaman…

Gökyüzüne yaslı

bulutlar

ateş renginde

anılar

ağlara değdikçe

ıslak dokunuşlar

aklıma çöktü yine

nefessiz dudakların

kokusuz yalnızlıklar

Dört yana salınan

bahara, kışa kızma

ölüler ağlaşsa da

mezarlar sessiz,

gitti giden

yitik sevdaların

peşinde,

mevsimlerin ardı sıra

kaldığımdır sensiz.

Öyleyse vurulunca

gelme-

sen de

kuşlar göçecek

san ki, kıyamet

gelecek.
Gelse bilsem,

saatleri kursam da

zaman sana durmaz.

Sen dön-

sen de

zaman sensiz

yaşanmaz be gülüm

yaşanmış sayılmaz…
Hani, ne vakit?

Hangi vakitti çaldığın benden

sormadan

hile ile aldığın

çekmecemden

Nerede biriktirmiştik

onca acıyı

onca kahrı

yalnızlığı

Kimlere sorduk da

cevapsız kaldık

eliflere, güncelere

yazıldık

Ne vakit kavuşduk da hani

ne vakit ayrıldık…
Sana neden sustum?

Sana sustum

uzunca boylu boyunca

karda ellerim uyuşuyor

sen susunca

güller susuyor

çamları devriliyor sokakların

İt gibi açım it gibi sensizim

yüreğim, beynim sen çalıyor

saatler sana ayarlı

mevsim yaz çalıyor, kış koşuyor

Pembeliği göğsünün

çiçekler böcek açıyor

toz zerrecikleri ortasında ömrümün

nefesini tutmuş bir çocuk

annesinin eteğinde ekmeği bölüşüyor

kuşlar susuyor kuşlar ağlaşıyor

sen susuyorsun

Ben neden susuyorum peki

seni hep beklemedim mi?


Vatanım…

İncecik bir sızı gömülü

şu kalbimin ortası

enginde rüyaları saklı

deryalara

yelken açar gündüzleri

rüzgar kanadında pupası

en görkemli karşılamalar

bir limandan diğerine

sonsuz yalnızlıklara

karşı yarışlar

ne bu bağrışlar ne çağrışlar

serildikçe mazverin yanına

gümüş renkli kurşunlar

havada dört yanıma

dönüp durdukça kuşlar

ille de vatanım ille de vatanım

diye bülbül yanar

güller solar…
Ölüm yarası aşkımız!

Esmeri

kış ayazı akşamların

türküydü, sevdaydı

soluklandığımız.

Devasız merhemiydi,

nefes nefese

ölüm ensemizde,

gönül yarası pansumanların


Okyanus kalbi’nin şairi Hüseyin Öncü’nün anısına…

Okyanus kalplerini

birlikte toplardık

sen bilmezdin

ben bilmezdim

şiirlerin sözleri bilir

evren dinlerdi

yüreğimizi

Denize bakan terasta

elimizde kadeh

seyrederken renkleri

sen bilmezdin

ben bilmezdim

rüzgar bilirdi

kuşların kanadına

yazılırdı

şiirlerin güncesi

Şairliğini anladıkça öğrendim

beni sevdiğini

çoktan kırılmışsa da

okyanus kalpleri

ağlamak nafile artık

dönmez gençliğin

erguvani sevda sesi

Bir yaz akşamları


kaldı geriye

bir de

itiraf edemediğin

okyanus kalbi aşk

şimdi…
Çocukluk arkadaşım Ayla’ya…

Nasıl içliyim akşamları

nasıl ki

suskunluğum bitmez

seni hatırladıkça bazı

Nasıl döksem gözyaşı

nasıl ki

umudum bitmez

bekledikçe baharı, yazı

Nasıl geleceksen razı

nasıl ki

arayışım bitmez

istedikçe neş’eyi, hazzı


Geldim…

Akarsuyun nehrinden

Yol vermez geçitlerden

Üç gün dinlenip

beş gün yattığım

Ölümlerden

Kederlerden, düşlerden

Alevli ateşlerden

Delik deşik mavzerlerden

Binlerce yıl öteden

Bilmediğim bedenlerden

Tanrı’nın nefesinden

açan çiçeğe

gülüşünde bebeye

ışığında güneşe

toprağında filize

genç kızın muradına

annenin kucağına

mecnunun sevdasına

garibin duasına

fakirin hülyasına

doğdum da geldim

dostun ellerini

dervişin zikrini

kaderin emrini

bildim de geldim
sofrasında rehberin

postunda pirlerin

kapısında erenlerin

sırrına erdim de geldim


Gençliğin deli başları…

Atlayıp yıldızlara gitsek

mavi suyun gölgesinde

serinlesek

Çiçekleri alsak mesala elimize

papatya sürünsek, gül döksek

karanlığın üstüne

Çimleri laciverte boyasak

Galata köprüsünde duraklayıp

bir an

koskoca birayı boca etsek acele

Güz günü, güpegündüz

serpilip kumsalın ortasına

sevişsek hayasız

hem edepsizce

İpekli geceliğini

giysen de çıksan

gelsen

ömrüme ömür katsan

bense dudaklarından

öpsem, öpsem

geçmez ki böyle

gençliğin deli başları


sokak lambalarının

ölsem de dibinde

kış akşamı karlı mantonla

beklerim yine, dönsen

hep sözleştiğimiz yerde

gece nöbette

sabah gölgede…
Dinmeyen özlem…

Ben de özlüyorum

kumsalda toplandığımız akşamları

kuşları düşündükçe

ya da sandallı mehtapları

Çokça bunalıyorum

hatırlayınca seni ve ölümü,

hala yakıştıramıyorum ikimize

ne biten yazı ne sonbaharı

Ölmediğini haykırsa kayalar

çığlıklansa evren, gökler

yine yağmurun peşine takılır

ağlarım

Kimse duymadıkça

utanmam canım sevdiğim

utanmam şair sevgilim

Gençliğimiz ufkumda

kayboldukça anılar

seni sanar susar

yazıklanırım…
Hırçın sevgili…

Fesleğen sarısısın dedim

sarı

güneşi aldım

içimize

nasıl sımsıcaksın

öyle sıcak, sarsıcı

Yanaklarında pembesi

nazenin kırık

sesi

gül topladığım

deste deste

sahici serserisin

sahi

Şarapla dudulu

güzelliğin

kırıcısın ve

öfkeli

kimseye geçmez nazın

ejder kanı

ateşli
Komşu kızı…

ağladığım masallarda

kaybettiğimiz çocukluğumuzdu

çok ağlarsak

geri gelecek,

gibiydi sanki…

bak geri geldi,

işte çocukluğumuz,

kah gülüşümüz

kah ağlayışımız

bir köşede dört afacan

komşu kızını seyreyleyişimiz

bak geri geldi,

işte gençliğimiz,

köprü altı sohbetleri

ve mezgit eşliğinde

rakı muhabbetimiz

bir masada dört kafadar

komşu kızını bekleyişimiz

bak geri geldi,

işte gülüşlerimiz,

ağlayışlarımız

kaybettiğimiz neşemiz

denizin tükettiği mezgit

köprü altı demlerimiz


bir tek o giden gelmedi

bir de

komşu kızına

söyleyemediklerimiz…
Delilik güzel şey be!

Kim ne derse desin

denizi seviyorum

sokaklarda öpüşmeyi,

berduşlarla gezmeyi

yıldızlarla dansedip

mehtabı seyretmeyi

ölmeyi seviyorum

içip içip leş gibi

kumsala serilmeyi,

derinlere gömülmeyi

gemi direklerine sarılıp

yakamozla sürtmeyi

Kim ne derse desin

yalnızlığı seviyorum

bahtıma gamlanmayı,

sessizce ağlamayı

kadere lanetlenip

kendime sığınmayı

yaşamayı seviyorum

ölmeyi sevdiğim gibi

ekmeğimi bölüşmeyi

kuşların ötüşünü

tekkelerde mestlenip

neylerde demlenmeyi
Kıskançlık!

Şairleri kıskanıyorum

bana sefilliğini hatırlatıyor

kırık dökük kelimelerim

bir basit sevgi tümcesi

kurmaya bile yetmiyor

katilleri kıskanıyorum

ellerim bir türlü uzanmıyor

haddi hesabı

sayılmayan ihanetlerin

öcünü almayı beceremiyor

ayyaşları kıskanıyorum

geceler ayıkken çekilmiyor

kahrolası sensizliğin

şarapsız acısı

hiç dinmiyor
Hicran!

Radyoda bir şarkı,

masalsı

ah ne o hüznün

sabahı

ne gidenlerin ahı

buğulu gözlerin

neminde eriyen

kent küskün

sebebi yok, hasılası

Sevdası yaslı

Anlatması

Asırlı, yıllı

ne yakarması

ah ne yalvarması

Onulmaz ki

hicran yarası
Şairin derdi!

Şiir yazıyorum diye

kızıyorsan ya

kızma!

Dokunsan sözcüklerin

sihrine

kuşların ötüşüne,

düşlerde sayıkladığım

imgelere.

Şiir yazıyorum diye

küsüyorsun ya

küsme!

Kanatlansan mısralarla

bir gece

Şehrazat masallarına,

yosmaların peşi sıra

uçsan gezegenlere.

Şiir yazıyorum diye

terkediyorsun ya

terketme!

Dansetsen meleklerle

yelken olup açılsan

denizlere,

dönmezsin bir daha geri

en ateşli sevişmelere,

öylesine mecnun etti

baştan çıkarttı beni.


Memlekete hasretlik!

Yüreğinde serindir baharları

memleketim güneş,

denizleri vurgun

gölleri aşar ırmakları

meltem kokar,

gül açar kızları

yiğitlikte yarışır

delikanlıları

mahsunluğuna yazıklanır

aşıkların, ozanların sazları

dağları mağrur

dorukları alaylı

Anadolum güzeldir

dallarına adak astığım

ahlatları, çınarları

gözüpek, bilge

cömert ve merttir kadınları

deryayı bulursun kendinde

Hazreti Mevlena,

nice pirde, abdalları

çocukları şen

çokça kahırlı insanı

gülmekten de vazgeçmez

gönlü olsa bile yaslı

Dört yanım Ege


başım Akdeniz,

ayaklarım Elazığ, Harput

Fırat suyu, Murat çayı hele

mevsimleri telaş

her daim binbir renkte,

Uzansam ovasından

Eskişehir, Tunceli’ne

nefes çeksem cigarasından

Gençliğim, ciğerim

Karabük, Ereğli’de

Düşsem yollarına

ot olsam, taş olsam

papatya toplasam

kırlarında

nişanlasalar beni

kara gözlü, kavruk

yoksul bir çobanına

utancım kalmaz

ayıbım, günahım da

sevda olmuşsam

yanmışsam

hasret açmışsam sana

özlemim kınalı keklik

bir tutam yaprağına

hasretim Anadolum

hasret tepeden tırnağa


Elde kalanlar!

Acılardan doğmuşsan

yorulmamışsan,

kusmamışsan nefreti

kaçtığın kabusların üstüne,

tükürmemişsen yüzüne ihanetlerin,

ölmemişsin demektir

dönmediğin gecelerde.

Mektuplar tükenmiş,

postalar gecikmiş,

umutlar bitmişse,

bir otobüs durağında

bekler gibi beklersin geçmişi,

derin bir yalnızlığın içinde.

Yaşlar gözlerine değil,

yüreğine akarken

seyre dalarsın,

aynada yaşlılığını,

saçlara düşen akları.

Bir gün

döneceğin kentlerin kokusu aklında

dostların kimi yok,

kimi yenilgiye teslim,

dudağında buruk bir tebessüm

çağırsan da gelmez geri,

gençliğin sevimli telaşları.


Uzaklarda

bir memleket garında

taze bahar esintisi,

kuytu kahve köşesinde

hüznün kahredici anları,

son tesellisini arar

senin, benim,

bizim hikayemizde…

You might also like