Professional Documents
Culture Documents
Gemileri limanda
terk denizlerin,
sahiline kumsalların.
İzbe dağlarin
Gölgesinde,
deniz de olmasa
olmasa çekilmez
yoksulluğu buraların
gidebildiğince ötelere,
yıldızlar arkanda
gecelerin,
ihanet etmediğini
görürsün,
küstürmediysen eğer
öyküleri bitmez
denize yolculukların
savrulur rüzgarda
darmadağın saçları,
sarmaladığın,
temkinli ol yine de
aşk acısına,
sakın, aman
şarkılardır, işte o an
kulağında uğuldayan
ve de
deniz kahramanlarına
yırtılan parmaklarda
nasırdır kalınca,
ışık zerrecikleri
su damlacıklarıyla
masmavi pembeliğinde,
dudağında türkü
yalnızlığını haykır
sadece,
sükunetle, sessizce.
Babaannemin anısına…
Sokağından geçmeyeli
Ben hala
alaturka tuvaletini,
avlusunu özlüyorum
Çocukluğumu bıraktım
o evde o avluda,
anlıyormusun ey Tanrı
ben hala
çocukluğumu özlüyorum
özlüyorum
hepsi için
şiirler yazsam da
teselli bulamıyorum
Özlemeye doyamıyorum,
ne kadar özlesem
bu özlem duygusundan
kurtulamıyorum,
düşler ülkesi,
ben en çok
içimdeki saflığı
masumiyeti,
itilmişliği
yitiklik duygusunu,
kavgasını,
gürültüsünü,
annesinin sevdiği,
daha büyümedim,
çocuğum olsa da
hala küçüğüm,
Oturduğum semtleri
Mahalleyi,
özlüyorum,
ben aslında
o sevgileri özlüyorum.
Yüreği genç kalan devrimcilere
Gençtik
delikanlı
halktık
devrimler yaptık,
diktalar yıktık
yeşermesini bekledik
gönlümüzce sevdik
ağladık, güldük
küfrettik
dualar söyledik
saçmaladık
şiir yazdık
dostluklar kurduk
düşman edindik
sustuk, susturulduk
yalvardık
sığındık
kovduk
kovulduk
açlığı da gördük
öldürmedik ama
yalan söylemedik
ihanet de etmedik
küstük sadece
boyun eğdik
kaçtık
yenildik yani
korkaklığımıza
ama yanılmadık
yanılmadık işte
yaşadık be kardeşim
yaşadık
yalnız yelkenli
gençliğini, ümitlerini
hayallerini tasarlıyor
hayatı
bu kadar sevgisiz
kıstırılmış yaşamayı
Pusulanın ötesi
Yalnız yelkenli
kopartıp alabilsen
dümeni elinden
on yedi yaşın saflığında
belki….
adalardan uzak
kalabalıkların yaşandığı
görülmedik diyarlara
göç etmeyi
Hisar’ı görmeyi
Rumeli’yi
sevilmeyi, sevmeyi
biliyor,
biliyor da
avunmak istiyor,
savursa
rüzgarın kanatlarında
diye bekliyor
yalnız yelkenliden
yalnızca, yelkenliden
adaların önünden
geçip gitmeden
Rumeli’den…
Azat
Kıpırdama
bırak
düşünceler yankılansın
yerini bulur
piyanonun tuşlarından
şairin yüreğinden
bırak
duygular aksın
Ellerimiz
birbirine değdi ya
ruhlarımız
kenetlendi demektir
bundan böyle
bırak
bundan böyle
can yoldaşız
Biliyorum
susuzluk bitecek
yağmurlar
yeniden başlayacak
yüreğimde çığlıklar
son bulacak
ruhum bu azaptan
elbet kurtulacak
bırak
aşıklar ağlasın
sevenler
Sözcükler
gerçek sihirdir
telaffuz etmeden de
söylenebilir
bırak
bazı sözler
söylenmemiş kalsın
meleklerin
kanatları var
ayakları yok
kanatların varsa
yürümezsin, koşmazsın
uçarsın
konarsın
uçmayı düşlemen gerek
kanatlar ayrıntı
yoruldun
bırak
düşlerin kanatlansın
gün olur
evrende
her doğru
yerini bulur
bırak
düşünceler yankılansın
yağmurlar yağsın
bırak
sevenler kavuşsun.
ruhun bu
azaptan kurtulsun.
Çok genç yaşta kaybettiğim anneciğime...
Dün gece
bilmediğim melodiler
annemi hatırladım
soramadım evvelce
ellerini öptüm
sebepsiz ağladım
ön bahçedeki
o ağacın dibinde
Alkışlar vardı
adını koyamadım
müziksiz nağmelerle
şarkılar bir de
çaresiz arandım
dökülüverdi
sebepsiz ağladım
ön bahçedeki
o ağacın dibinde
Telofon çaldı
sanmıyorum
cevapsız kaldı ise
küskün, ya da kırgınım
Sana ne de kimseye
gözlerim
tutuklandı gözlerinde
sebepsiz ağladım
ön bahçedeki
O ağacın dibinde
hayali bekleşir
sessizce söyleşir
yalnız ruhlar
ağlarım sebepsizce
ön bahçedeki
o ağacın dibinde.
Sevgili eşim Zeki’ye…
adını koyamadığım
saklamaktan utandığım
dilimin ucunda
hazır değilim
vallahi, billahi de
kimseler bilmeden
yapışsın saçlarımın
aşk Tanrı’sının
okuyla yaralandım
aşkın hasretinin
intikam ahlarının
müebbet cezasına
gönüllü mahkumum
düş gezgincisiyim
ismini duymadığın
denizler ötesinde
sahice demirlemeden
Minicik esintide
dudagında tebessüm
yanağına konarım
mecnunlar diyarında
ellerin avucumda
yeminler ettim
dualar, gecelerce
kurbanlar adadım
ilahi sunaklarda,
sevda türküsu dilimde
aşkının dilencisiyim
bulursam yakınımda
yanıbaşımda hem de
itiraf ediyorum
yeminimden dönemem
Denizciye tutuldum
peşinden gideceğim
denizde öleceğim
teknesinde yaşarım
ıslıklar öttürür
rüzgarla sevişirim
yırtık ağlarına
yamalanır ellerim
uğruna denizcinin
sövüp, saysa da
güler geçerim
öfkesine aldırmaz
denizcinin yüreğim
dalgalar yatışsın
sükunetle, beklerim
yıldızları sayılmaz
enginde gecelerin
o küfretsin
ay ağlasır, su ağlasır
dönmeyeceğim
denizcinin peşinden
gideceğim
karısı, yoldaşı
kankası olacağım
denizde öleceğim
Sana Tutkunum
koynuma sokul
acısını çıkar
mahrumiyetin
senelerdik edilmedik
kahpe yalnızlıkların
Tren sirenlerinin
kalabalığa karıştığı
çek, sıyır
hemen, oracıkta
indir eteğimi,
meydan okumak
neyin nesi
Sat bu dünyanın
sahte saltanatını
kavradığın gibi
belimi
bırakma
dokunduğun an
senin olayım,
öpmeyi unutma
her zerresini
içine kokla
çek beni
bir kutudan
en güçlü olduğun
yerinde erit
gözlerinin kızıllığında
batsın güneş
aklımda
o sahne
donsun kalsın
uzattıkça ellerim
sana tutunsun
seni yoklasın
fırlatıp at
acıma kahpeliğime
yine gelirim
canın istedikçe
çektikçe
gene de gel
salına, salına
kabadayısı ol
kapımda mahellenin
erkekleştiğin zaman
çağır beni
tren sirenlerinin
kalabalığa karıştığı
bir durakta
beklerim seni
Gelir
yolunu gözlerim
hemen oracıkta
indiririm eteğimi
koyverip olurum
şehvetin tükenince
gelir
Dün gece
Ayten’i gördüm
rüyamda
gülüştük, ağlaştık
baş başa.
Saçların ağarmış
dedim
gücenmedi
gülümsedi
ellerini boynuma
sardım
direnmedi
yüzü göğsüme
düştü
Dün gece
Ayten’i gördüm
rüyamda
yanında
saçları
Ayten sarısı
gözleri buğday
elası
eğilip alnından
öptüm
çığlık çığlığa
sıçradı
Ayten’in eteğine
yapıştı
elleri uzadı
birden
kolları, bacakları
devleşip
Ayten oldu
döndü baktı
yüzüme
yitti, Ayten
kayboldu…
İçimdeki çocuk…
evren patlayacak
içinden
Kapalı Çarşı‘nın
Babamın ellerinden
öpeceğim
ağırdan
her sokağını
lastik atlayan,
seyreyleye
hanımlarına da
rastlayacağız elbette
tozunu, toprağını
henüz sana
doğduğum,
büyüdüğüm mahalleyi,
bahçesinde
Çukurbostan sahasını
öyküsü var
ve hepsini anlatacağım
geçeceğim
çocukluğuma,
ilk gençliğime,
canım anneme
el sallayacağım
onlar da bize
gülümseyerek, neşe‘yle
O’nun evine
ağlaşacağız aşkım
ellerin ellerimi
sevgilim
bana inanancaksın
Akşamın kızıllığı
gün bitimi
gecenin dinginliği
bir köşesinde
dilenci sahtesi
her taşı
zerresi
öyle sahi
orada öleceğiz
hasret bitecek
orada sevişeceğiz
orada kederleneceğiz
söz veriyorum
sen ve ben
son nefesimizi
orada vereceğiz
Kapalı Çarşı
Beyazıt meydanı
Çantacılar Han’ında
bekleyeceğim
seni, oğlumu
yürüyeceğiz
ağırdan
önce Fındıkzade’ye
sonra doğduğum
büyüdüğüm mahalleye
El sallarız sevgilim
annem çağırınca
pencereden
gidelim mi sevgilim
tutacaksın,
bana inanacaksın…..
Devrimcinin ölümü...
Ellerini
alnına dayadılar
anasına, babasına
kardaşına, bacısına
acımadan
kahpece, kalleşce
dövüşmeden vurdular
demirci ateşinde
közlendi bileği
ne birini yaraladı
kimsesizlerin
fakir, fukaranın
korkusuz yiğitdendi
kahramanca yaşadı
kahraman misali
dövüşerek ölmeliydi
Ellerini
gözlerine
yurdunu, yuvasını
yavrusunu sormadan
zavallıca, alçakca
karanlıkta taradılar
Oysa merrti
yüreği
vatan aşkına
sevdalı gözüpekti
nice zalimin
karşısında
yüzünü
çevirmedi
kahramanca yaşadı
kahraman misali
gözlerini
Azrail’e dikerek
bir devrimci
bir yiğit
mert, gözüpek
şanına yakışır
dövüşerek ölmeliydi
gözleri bağsız
gözleri kaygısız
cesur ve ay ışığı
kadar aydınlık
gözleri apaçıkken
ölmeliydi…
Orda bir köy var uzakta !
kimileyin sulak
güz gününe
davarı da aç
rençberi de bu toprakların
gölgesi de tenha
kalabalığı da bu toprakların
ev, ev yaylanın
yıldızlar öte
gözü yaşlı
yüzü gülmemiş
yetim çağaların
haritada dahi
bugün kendini
bir kez de
bugün kendini
bir kez de
bugün kendinle
bir kez de
Elini elimde
bugün kendini
bir kez de
Güneşi bekle
ona döneceksin
Tanrıların buluştuğu
yerdir orası
Güneşi seyret
onu göreceksin
Tanrıların
seviştiği yerdir
Bütün kainat
insana ve canlıya
ruhu verildi
ışığın
Tanrılar sevişirken
ve siluetinde
insan yüzünü
gördü
Tanrı
imajını sevdi
ve ışık damlacıklarından
yeryüzünü
bir göle çevirdi
Suyun ateşten
doğuşudur bu
suyun
ateşle yoğrulan
Tanrı’nın çokluğudur
Işık zerreciklerinin
buluştuğu,
kaynaştığı
ateştir güneş
korkuların
inzivaya çekildiği
yıldızın adıdır
Adı güneş
bir gün
ona döneceksin
önce yanacak
sonsuzluğa sağacaksın……
Zamanı ti’ye almak…
sonsuzlukla
dalga geçiyor
belli
oysa yoktur
zamanın ölçüsü
tayin etmeli?
bir geçiyor
belli,
oysa yoktur
dizgesi
şirazesi?
iki geçiyor,
dünkü bugünkü
yarınki mi,
İtalya Milano da mı
Afrika
Avrupa da mı
hangi mekanda
ya da noktada
var mı tarifi?
Zaman bizle
eğleniyor
belli
besbelli,
ince, ince
zihinleri bölüyor
sen de
budur belki de
zamana karşı
durabildiğin tek an
Koy gitsin…
Güldürme beni
avuturlar
asırlardan beri
Korkulardan sakınmalı
hayatı hakkıyla
doya doya
yaşamalı
insanın vicdanı,
bir tek
kendiyle hesaplaşmalı
yüreğinde suçluluk
taşıyanı
Coşkuyla sevmeli,
gönlünce gülmeli
zevki, sefayı
tutkulu
bilincinin erdiği
kertede
Zamansız gidiyor
bu şehir
bilmediğim yerlere
Beni de ardından
sürüklüyor
kimse direnmeden
gidişine
Menekşe karlı
gecelerinde
dilencisi bile
aldrmazken ihanetine
Yalnız,
ağaçlar haykırıyor
dön diye,
bizi de senle
götürme,
terketme…
Sığır çobanı…
Sığır çobanıydı
birdenbire
Artemisya’ya
aşık oldu da
zannedersin
kahramanı
Bodrum’a gelip
yerleşti,
ellisinden sonra
kimseye
minnet etmedi
Midye kabuklarından
sarayında
bir ihtişam,
bir ihtişam
ölene dek
şiir yazdı,
rakı içti
en çok da
kadınları sevdi
hiç dokunmadığı
okşamadığı
kalede
sultanın askerlerini
gördü düşünde,
Londra müzelerine de
uğramaz oldu
böylece
uzun, bitmez
gecelerde…
bozkırda
ay şafağı
karanlık
davarının peşinde
vazgeçmedi yine de
vazgeçmedi hayallerinden
bir dirhem
Barakasından
kafasını uzattı
beresinden tanıdım
şu adam
Elleri,
mazlumun boğazından
çekip alan,
şu kahraman, yiğit
dövüşçü,
yılmaz devrimci
En son
hangi toprağa
demiştin,
hani şu alçaklara
tetik çeken
elleri
Bolivyada
ağaçların dibine
kanı döküleli
beri
çiçekler açmadı
yapraklarını,
Ernesto,
çocukluk adı
ilk filizi de
O yeşertmişti
aramızdan
onun gibi
O gitti, gideli
Yanağındaki
gamzesinden hatırladım
yüzünü
sanki
gözlerindeki muzipten
islah olmaz
isyankar
ve meydan okur
bakışlarından bildim
O
Ernosto Che Guevera idi
Ellerini,
geleceğini de çalan
düzenbaza
başkaldıran ellerini
göremedim yalnızca
misali
iki kolu
benimle
dertleşmek istedi
Anladım
konuşamayan dilinden
susması
küskünlüğünden
ellerini
kullanamıyordu
küsmesi bu yüzden
belli ki
bu nedenden…
Çocuklar mutlu olsun...
Toz pembeli
boyalı kadın
tam da
bana bakınıyorsun
güneşe dönen
yüzünü
neden
saklıyorsun
Yüzüklerin
kaç aç çocuğun
sence
şu pahalı kokuların
esansların
sarı
parlak
saç tokalarından
düşlerine asarsak
fena mı olur
portakal toplayan
bahçelerinde
allı, güllü
şalvarlı kızların
sana söylüyorum
çakmak
ver de
dedeme götüreyim
neneme hediye
etsin
gece gündüz
işine yaramaz
yoldur trafiktir
ne gezer
kadın
hadi
vazgeçtim herşeyden
vazgeştim de
bakarsın
yolum
ben sana
yanar
seni koklarım…
Kanlı pazar
gerçek
ya da gerçek ötesi
tıpkı
ana rahmine
düşüşündeki gibi
Adalar, Kızkulesi
geceleri ayaz
geceleri işsiz
buram, buram
şehvetli
buram, buram
kaprisli
düşlerimde gördüğüm
elleri çirkin
ayakları iri
Şairin biri İstanbul’u anlatıyor
kavga edip
bela kesildiğim
semtleri
Fındıkzade, Aksaray
Laleli’yi
yüreğim sıkışıyor
her defasında
İstanbul bana
hatırlatıyor..
Gençliğim…
hayallerim ümitlerim
ardından koşar
acılarım hüzünlerim
şarkılarım şiirlerim
çocukluğum gençliğim
ardından el sallar
Emekçiler...
yalnız emekçiler
işler
sesiz sesiz
ince ince
bir ömrü
Sen çal…
Çal
sen söyle
beni çal
ki ben demesem
kim salınır
sanır mısın
yetim düşlerinde
sahilller
hep gurbette
ıssız kalır
Sen çal
nağmelerden
bir beste
biraz da
gönlümden
Her aşkın
bir alıcısı
her gönlün
bir sahibi
bulunur
ne bu sahiller
ıssız
ne bu gurbetler
el kalır
Sen çal
ezgiler söyler
gurbette
türküler
yaz bitmeden
kışa ağlar
Sen çal
ki ben söyleyem
rüzgar olam
esem
burdan yare
burdan Anadolu’ya
Yalan ulan
Yalan işte
Kocccaaaa
Bir yalan
Din, iman
Anne, bacı
Baba, kardeş
Dostluk
Falan, filan
Hayvandır insan
Hem de
En alasından
Gerisi palavra
Gerisi
Fasaryadan
Gerisi
Koccaaaa
Bir yalan….
Kaçış...
Ay vaktinde
güneşin battığı
yerde buluşalım
En değerli
öykulerimizi
biriktirip
çoçuklarımıza
türküler çağıralım
Gece ayazının
bittiği anda
ihtiyarlamadan,
gencliğimizi
Veda ederken
bu ülkeye
sessizce ağlayalım
Ay doğmadan
buluşalım
küçük çocuk
ellerini aç
avucunu göreyim
göreyim
ellerini ısıtayım
ellerini öpeyim….
Asya
Bozkırda atlar
şaha kalktığında
gökkuşağı biteviye
ufka karıştığında
tana kavuştuğunda
ben de
sana yatacağım
düşlerimde
Ekmeği bölüşelim
ey dostlar
bir kadeh
şarap eşliğinde
eğleşelim ey dostlar
ve yıllanmış iken….
Yeni hikayeler zamanı…
Tuğla, tuğla
ördük bu duvarı
Sen, ben
onlar
Dört çıtaya
ekledik çatıyı
köylü, komşu
ahbaplar
Avlusuna
sundurma da
koydurduk
sarmaşık
Şimdi zamanı,
dost meclisi
sohbetlere dalmalı
Gizli, saklı
ne varsa
açığa çıkmalı
köylü, komşu
ve ahbaplar
dört duvara
yaslanmalı
Başımın üstünden
kuşlar geçti
önce gökyüzüne
süzüldü
Kısa bir
kavis çizdi
sonra
binlerce kuş
önüme serildi
incecik
bir maviliğe
dizili
kuşlar
bu paslı
ve is kokan
şehri
terketti
bebelere
kan kusturulmayan
başka
diyarlara
göç etti
başımın
üstünden
saçları saman
sarısı
teni buğday
karası
ışıkla
yunur yarınları
çıralar gibi
akar hayat
önlerinden
damla, damla
geleceğe uzanan
dilek olur
Duaları
Güneşli ülkelerin
aydınlık bakışlı
çocukları
toprak en büyük
dostları
bir gariptir
huyları
mutluluğu ekmek
diye bölüşür
kavgasız, gürültüsüz
sofraları
ama neşelidir
hırssız ve gamsızdır
hayatları….
Çalgı, şiir, ve dans…
Ezgiler, rubailer
teraneler
gel dost
bu gece de
raksedelim
Tut ki yüreğimden
şiir aksın
varsın dilim
söylensin
coşkular
saz olsun
eğlensin
sevgililer
ney’lensin
seven
sevmeyenden hazetsin…
Sevgi, bilim, ve Tanrı...
gönül tapınağıdır.
dini, imanı
yalandır.
Sevgidir
bütün
felsefelerin temeli
bilgelige
erişmenin gizemi.
Ve bilim
sonsuzluğa
giden aydınlıktır
gönül tapınağında
sevgisi uğruna
sezersin
gözlerinde
evrenin sırrını
görürsün
Camide, tapınakta
kilisede değil
barışı, huzuru
kendi gönlünde
bulursun…
Derviş
Bana bilgeliğin
sırrını soruyorlar
nereden bilebilirim
sadece
sefil bir
dilenciyim
vatanım yoktur
ordan, oraya
avuç açar
gezer
gece, gündüz
dilenirim
kuşlarla bölüşür
onlarla söyleşir
onlarla eğlenirim
Karnımı doyurup,
sığınmaktan
ve
kuşlarla yarışmaktan
yeryüzünde
mutlaka
güney Amarika’da
başka yerde
rastlamadım ki ölüme
yeryüzünde
mutlaka
güney Amerika’da
başka yerde
yeryüzünde
mutlaka
Güney Amerika’da
başka yerde
vurulmadım ki kahpece
yeryüzünde
mutlaka
Güney Amerika’da
baska yerde
Flemenko söylüyordu
bütün ruhum
ve benden öteydi
gözlerimi kapattım
çingenelere mürşid
semalara döndüm
dolandım
arandım, arındım
kendimi buldum.
Aşk sarhoşu
Bu gece
işte !
Paris sokaklarında
hem de !
zıvanadan çıkmış
delicesine
ayyaş ve pervasız
kayıtsız
melankolik
tavana vurmak
istiyorum
bu gece
yaşadığımı haykırmak
dansetmek
tanımadığım
birine sarılıp
öpmek
aşık olmak
yeryüzüne
bu gece
istiyorum…
Demlenme…
Son zamanlarda
kendimle epey
söyleşir oldum
sevgilim
doldum, boşaldım
Tekkelerden çıkamaz
dergahlardan kalkamaz
aşkından erdim
Son zamanlarda
kendimle epey
eğleşir oldum
güzelim
yandım, bittim
kül oldum
İhanet...
ovada, yaylada
harmanda
deste, deste
yığardık hasadı
kadın, erkek
bir arada
ayrımız, gayrımız
yoktu
ekmeğimiz, aşımız
aynı sofrada
şikayetimiz
ne doktorsuzluk
ne de yoldu, suydu
bizi zamansız
ihanetlerle
talihsiz
zamanlar vurdu
yerinden, yurdundan
ocağından kovuldu
kimimiz direnemedi
kurda, kuşa
yem oldu
babasını görmeden
kırım, kırım
kırılan nesiller
telef oldu.
Yaralı kuşlar...
Göçmen kuşlarıydık
sahillerde soluklanır
arada bir
yalnız denizlerde
ıssız kumsallarda
dinlenir,
leyleklerdik
göçmen kuşlarıydık,
yolculuklarda yorulur
güvertelerde konaklar,
arada bir
gamlanır
turnalardık
vurulup düşer,
yine kalkar,
yola koyulurduk
geride kalanlara
yazıklanır
leylerdik
turnalardık
yaralı kuşlarıydık
hayatın…
Sonsuzluk...
Öldüğün an
ölümsüzsün
kirpiklerine
yaş değmiş
kömür gözlümsün
hayatı sevdikçe
daha çok
ölürsün
oysa
sürgünlerde
hiç bitmez
ömrün
birleştikçe çoğalır
ayrıştıkça azalırsın
söylüyorum da
dinlemiyorsun
öldügün an
ölümsüzsün
sürgünlerde
bitmez ömrün.
Çingeneyim!
Sizi nereden
tanıyorum
yüreğim
sızladı
bir yerde
bir zaman
Ben
çingene idim
çingenelerdi
rakseden
ellerinde tef
etrafımda dolanan
geceleri
ateş başı
sabahlardık
doğmadan
toplar çadırımızı
başka diyarlara
konardık
sizi nereden
özlüyorum
yüreğim
sızladı
bir yerde
bir zaman
ben
buçuk idim
buçuklardı
söyleyen
en güzel
hasret şarkılarını
nefessiz
soluklanmadan
geceleri
ateş başı
sabahlardık
gün usul,usul
doğmadan
bırakır kederi
tasamızı
yeni yollara
sürerdik obamızı
sizi
şimdi hatırlıyorum
ben göçebe
bir çingeneydim
konaklamayan
siz
gündüzleri durur
dinlenirdiniz bende
ben geceleri
ateş başında
raksederken sizinle
söylerdim yanık
aşk sarkılarını
gün doğmadan
toplar çadırınızı
uyandırmadan
sabahları
kendimi
düşlüyorum
bir yerde
bir zaman
ben bir
çingeneyim
ümit şarkıları
söyler
raksederim
geceleri,ateş başı
usul, usul
gün doğmadan
göçmen olur
yollara düşerim
baharları, kışları.
Seviyorum seni, işte!
Seni sevdiğimi
söyleme
dediğinde
gönül çeker
gider
bu diyardan
sürgünlere
Dilindeki
tek kelimeye
odaklıyım
sen izin
verdikçe
aşığınım
seni sevdiğimi
söyleme dediğinde
alınır da
ağlaşırım
Beni sevdiğini
söyleme deme
sensizliğe alışığım
sen bilmek
istemesen de
Bembeyaz
bir gelinken
tanıdım
çiçeği,
şafak vakti
yollara düştüğümde
topladim gelinciği
Helalleşmeden
yarimle
bir de
beyaz yeleli
atımı bıraktım
terkettiğim
geride
toprağin tozuna
çamuruna
yazdım
veda sözlerimi
mezar taşımdan
senelerce
evvelce
Tepedeki
dilek ağacına
astım mendilimi
son arzum
rengarenk
düğümler içinde
Bembeyaz
bir gelinken
topladığım gelinciği
yollara serptim
gün gelir
kök salar
yeşerir
Muhabbet kuşları
arası
bir avlunun
ortası
düşlerimde
hepsi bu
ne eksiği
ne fazlası
Oda içi
saç ekmeği
baş köşesi
yer sofrası
düşlerimde
hepsi bu
ne eksiği
ne fazlası
bakır bakraç
maşrafa leğeni
bir taş su
serinliği geceleri
yatsı vakti
yer minderi
düşlerimde
hepsi bu
ne fazlası
ne eksiği
Acele et…
Acele et
son trene
yetişmemiz lazım
binlerce yıldır
bekleyen
kuşlar
ağaçlara küstü
son demleri
yazın, baharın
kışı görmeden
buralardan
gitmek lazim
Acele et
son trene
yetişmemiz lazım
binlerce yıldır
bekleyen
yolcular
sılalara küstü
son demleri
gençliğin, haytalığın
ihtiyarlığı görmeden
buralardan
gitmek lazım
Acele et
son trene
yetişmemiz lazım
binlerce yıldır
bekleyen
sevgililer
aşklara küstü
son demleri
meşkin, sevdanın
hüsranı görmeden
buralardan
gitmek lazım
Sendeki yitiklik
Yorulduğunda
bir kedinin
yavrusu
gelmez mi
gözlerinin
önüne
diye
kilitlenip kaldığın
bu mezar kentinde
sağa, sola
döndüğünde
halinden
derdinden
döksen içini
dökebildiğince
gömülü ağlayışlar
boğrünü yakıp
boğazında düğümlenmez mi
yüzüne çarpan
terkedilmişlik
kadere biz
demez de
ne sitem edersin,
bilmediyse kimsezilik
nereden görecek,
kime ne ki
sendeki yitiklik,
söylendi neyleyim
delidir bu benim
aydınlandı çeşmin
saçlarımda ellerin
okşayıp, gezindiğin
yollara düştüğüm
uğruna dövüştüğüm
şiirlerim küllendi
gemileri tutuşmadan
koylarda demirlediğim…
İstanbul
Yasaksızdır
bu şehir
anasına düşkün
uysal çocuklar
ürkek bakışlarınızla
hazırmısınız
bu koca düşkünün
kavgasını, gürültüsünü
taşımaya
puşttur
bu şehir
yolsuz berduşları
barındırır geceleri
edepli çocuklar
hazır mısınız
bu koca düşkünün
itiyle, uğursuzuyla
dalaşmaya
uykusuzdur
bu şehir
mafyası, cellatları
bu koca, düşkünün
belasına pisliğine
bulaşmaya
zorbadır
bu şehir
verdi mi
almasını da bilir
almak için
kök söktürür
mektepli çocuklar
hazır mısınız
ömrünüzü
bu koca düşkünün
yolunda harcamaya….
Ayrılık...
ortasından böldüler
ayvayı, narı
payamı, bastığı
sormadan everdiler
allı yazmalımı
düğün pilavını
halaylar çektiler
cümbüşü, alayı
şerbet suyunu
Sütlüce limanında
dertleşirdik seninle
gamlı türküler
dinleyip
gizli, gizli
ağladığımız gecelerde
ne devrimciydik
Ne kederliydik
hayatın
sapından kopmuş
gülleriydik rüzgarda
sokak dilencilerinden
yine de mutluyduk
ayazlara dayanacak
sabahı sevmezdik
yüzümüze vuran
çıldırmış deliydik
özgürlüğe koşan
iki mahpus kaçkını
defalarca vurulduk
nice badirelerde
düşmanıydık zalimin
insanı ezenlerin
vakit, vakit
açılmamış pankartlarda
gidilmiş, gidilememiş
bütün meydanlarda
O çekip gittiğinde
üç yaşındaydım
bir öykü
anlatacaktı
Tanrılarla
sözleştiğimiz
geceydi
gökyüzüne
binlerce meleğin
kanatlandığı
dönecekti
sözleri
beşik sallar
fışkıran çekirdeğiydi
parklarda gezdirecek
ne istersem
peki diyecekti
sevecek,
sevinecekti
Tanrılarla sözleştiğimiz
geceydi
gökyüzüne
binlerce meleğin
kanatlandığı
dönecekti
beşik sallar
bir ağacın
gül verecekti
sözleri kulağımda
değil şimdi
kalmak istedi de mi
gitti
ya da
nefesi tükendi
ömrü mü yetmedi….
Çocukluğum...
Uçurtma masalları
düzdüğüm çocuklukta
kumbarada düşlerimi
biriktirmeye başladım
bozdurup, bozdurup
harcarım dedim
kasketini kapıp
kaçtığımız soluksuzca
dedemin omuzuna
yaslandım korkusuzca
kuşları kafesinde
avlayan şımarıklıkla
kederden yana
kaygısız umarsızlıkla
dünyadan habersiz
tertemiz saflıkla
güvercinler uçurdum
Yüzyıllardır
ses etmeden
katlandığı zorda
köylünün
yürekli genç
başına
çocukların kurduğu
düşlere
parlak yıldızlar
yaktı
dumanı çubuğunun
yalnız gecelerine
sıcağı
yağmur ekti
gözyaşları
ince sazdan
yükselen nağmeler
bazı geceler
bu kahramanın
öyküsünü söyler
o vakit
susar Peru’nun
sokakları
evlerinin önünde
yalınayak çocukları
ne de saftır yüreğin
ne de saftır
yüzündeki gülüşün’
Okyanus ötesi
uzaklardı
sonu tehlikeli
bir maceraydı
Tanrıyla konuşmaktı
maksadı
cesareti inanılmazdı
Tanrı bu genci
çok sevdi
ne de saftır yüreğin’.
Bolivyalı yoksul köylü…
koka tarlalarında
önünde
kokain çektin mi ?
İçmediğin tütünün
borcunu yıllardır
ödersin
bebelerin öder
uzanıp
kadınlı gecelerde
neye değer?
Irgatlığını
CIA lugatında
mahpusluğa yoran
kahpe işbirlikçiler
yağlı urganı
boynuna nasıl
kolayca çeker!
Yankiler
eğlensin diye
geçmeden kendinden,
bir kuru
Yazık ki
ne bu
kanlı oyun
burada biter
ve ne yazık ki
böyle gider...
Sudanlı çocuğun isyanı...
Kuzey Sudan’ın
ortasında vurulaydım
ellerim, gözlerim
yanıp
dumanına savrulaydım
ne ülkemin güneyinde
doğsaydım
ne kuzeyinde vurulsaydım
özgürce, kaygısızca
koşsaydım.
Tabiata karışmak...
Sabahları kalkıyorum
ilk işim
güneşe bakıyorum
yüksek
kayalıklı tepelerden
kuşbakışı aşağı
çimenlere yayılı
koyunlar
otlak sarılı,
yeşiline bulanmış
beyaz bulutlar,
kuşların coşkulu
kanat çırpışında,
zamanın durduğu
zamansızlıkta,
tabiata karışıyorum
zehir zemberek
çağlayan gümbürtüsü
gölgesinde agaçların,
hülyalara dalıyorum
yoruldukça geceleri
terkettiğim bu şehri
ilk işim
güneşe bakyorum
tabiata karışıp
tabiata sığınıyorum.
Bağ bozumu
Mor kanatlı
kelebekler
üşümez mi
börtü böcek
ayaz geceler?
Bağ bozumu
hazanları
kasvetli bir
hüzün çöker
bazı, bazı
Dağların doruğu
gökkuşağı
akar durur
ufka doğru….
Özgürlüğe koşmak…
uçalım
tutsak kalmaktansa
bu şehirde
mavi kanatlı
melekler olalım
hayatın suya
kavuştuğu yerde
bir çocuğun
sevinç gözyaşına
karışalım
bulut, bulut
kurak topraklara
dükkanları kepenk
indirmiş diyarlarda
meydanlarda
bağır bağır
barış türküsü
çığıralım
esir kalmayalım
bu şehirde
özgürlüğe koşalım…
Yan yana ama yabancı !
gözleri kanlı
yürekleri yaralı
yedi yavruya
yetim dediler
gerisinin hiç
yoktur sahabı
bir tuhaftı
konuştukları
bölük börçük
lisanları
üç göz odaya
ona da aldırmadılar
iş dönüşü akşamları
rastgelirdi bazı
o minicik başlarını
okşamak isterdim
üç göz odanın
yetimleri ile
sahapsızları
kimi delikanlı
tıpkı küçükken
okşatmadıkları gibi
çevirir kafalarını
şimdilerde şaşkınım
bu bir oyun mu
bencil ve umarsız
uzaktan seyreden
yoksa
alın yazısı mı
ülkemin hem yan yana
hem yabancı
birbirini
anlamayan insanları.
Turnalar...
ak kanatlı turnalar
ne yari sevmişliğim
ne vazgeçmişliğim var
hasret oldum
dal, dal
budak, budak
korumaz ki car,
gölgen izinde
sürükler
peşinde beni
kış, bahar
yol verse
geçer atlılar,
inledikçe bu dağlar,
İsmini ağaçlara
kazıdığım
gül yüzlüme,
dokunamam ellerine
kıyamam saçının
tek teline,
sebepsiz severim
nedensiz,
soramam gözlerinden
sorgulayamam şiirlerde,
şarkılarda arayamam
umarım sadece,
bilirim de inananam
özlediğine beni,
hem de ölesiye!
Başkasının hayatı...
Albümlerin arasından
çekip alamadığım
bu hayatlar.
Bir başkasının
çocukluğu,
tanımadığım birinin
neşeli oyunları
Hüzünle karışık
mutluluklar,
sevinçler, kahkahalar
küçüğüm yedisinde,
resimlerdeki kadar
Uzatsam ellerim
kopamadığım
Sevemedim bu kenti
puslu, yağmurlu
güneşleri
küfle karışık
insanları yabani
sokakları,
tenha kalabalıksız
kaldırımları,
gece on dedi mi
kapanır lokantaları
sevemedim bu şehri
kokmayan çiçeklerini
ışıksız köprülerini
gündüzleri, geceleri,
güneşleri.
Bir şafak…
elleri
çakmak, çakmak
gözleri
biliyorum çocuk
içmek istediğin
su yalnızca
doya doya
kalkıp gidelim
özgürce koşabileceğin
lanetli savaşı
arkamızda bırakan
bir şafak
Tanrı’ya yalvarmana
gerek yok
ne de korkmana
merhamet dağıtacağım
gündür bugün
öleceğim ve
ölürken ruhumu
masum çocukların
cenneti karşılığında
gözyaşı ve kanını
bana bulaştırıp
eteğime sil
eteğimin kenarından
Türkü çağırıyorlar
avaz avaz
dağlardan
uçurumlardan
gözün de mi görmüyor
beyaza boyanıyor
iliklerine kadar
hissetmeilydin
anlamalıydın çoktan
hayellerin, umutların
koşmadan ardından
çarçabuk tükenip
bittiğini
yakalamalıydın yitmeden
bir devrimcinin
toprağa gömülü bileğini
Vurulduk ey halkım!
Nasıl kaçırdın
kutlamaları
yoldaşlarının
yıldızlara değen
havai fişekleri
nasıl kaçırdın
kardeşlerin
ölüme giderken
festival havasında
şenlikleri
kudurmuş gözler
seyrederken
salyalar ağzında
cesetleri.
Odamdaki Meksikalı…
On iki ile
on dört arası
Ya var
Ya yok yaşı
daha şimdiden
sırtında kamburu
bir elinde
bebek puseti
çıkıntısı
yorgun lakin
mağrur bakışları
çocukla
bir kırk
bilemedin
bir elli
boyunun karışı
zannedersin
önlüklü esvabı
onu
can sıkıcı bir bit pazarı
kim bilir
kimdir ressamı
kalın, örgülü
simsiyah saçları
senelerdir odamda
sanki
henüz koyamadım
Ağırladık
sofrada rakılarla
uğurladık
duayla, salavatla
gün ışığı
tabutunun başında
akttık
timsah gözyaşlarımızı
işinin eri
‘bir bileyciydi
bütün gayreti
evinin geçimiydi
denize açılacaktı
yoktu bundan
başka emeli
hayalinde
küçük
bir yelkenli
zulasında
rakı şişesi
Ege’den yola
düşecek
ömrü
denizde geçecek
karaya dönmeyecekti
akşam vakti
vurdular
çarşının ortasında
parmakları arasında
mezarı başında
‘geç kaldım
biliyorum nafile
sudan ziyade’.
Türkan’a
Bu bir arkadaşa
veda mektubu
henüz yazılmadı
yazılacak ama
şimdilik zamanın
boşluktaki
posta kutusunda.
Günü gelince
teslim edilecek
adressiz, pulsuz
bir zarfla.
Dostluğun
bu gurbet el
yaban diyarda
en çok
sıcak kahkahaların
anılacak
paragraflar başı
satırlar arasında
kırgınlıklar
alınmalara
yer olmayacak
nefis yemeklerin
ve
uğruna.
Emanet edeceğim
ebedi sevgimiz
albümlerdeki
sararmış fotoğraflarda
yadigar kalacak
bizden çocuklarımıza
gözyaşımı da
ilave edeceğim
iki damla
kenarına
karışsın diye
mutlu gözyaşlarına
mektubumu okudukça
dostluğumuzu andıkça...
Bugün 23 Nisan!
Çocuğum
bal köpüğü
saçlarına
bahar günü
23 Nisan’da
kelebekler konsun
yeşilin ortası
kır çiçekleri
arasında
menekşeler
karanfiller
güller
toplarken
bakarsın
resim olmuşsun
Ali topu at
Ayse ip atla
heceli
renkli sayfalarda
bir ilkokul
kitapçığına
Çocuğum
seni
en çok
böyle bir
resimde
görmek isterim
çömelmiş yerde
ayakkabı
boyarken değil
veyahut
kış günü
soğukta titreyen
ellerinle
beş, on kuruşluk
mendil satıp
bir dilim
ekmek götüresin
diye evine
Çocuğum
en kalleş
savaşların
en kirli
oyunların içine
iğrenç bir
maşa gibi
itilip
sürüklensen de
masumsun
her annenin
yüreğinde
elbet Allah’ın
indinde
Çocuğum
kana susamış
katiller
hainler
din tacirleri
ve işbirlikçiler
istemese de
çocuk olmak
senin de hakkın
bir günlüğüne
olsa bile
Çocuğum
dünyayı yeniden
yarat bugun
kendi çizdiğin
resimlerde
kendi yazdığın
şiirlerle
kendi söylediğin
türkülerle
kendi ezgilerinle
kendi sesinle
kahkahalar at
gül gülebildiğince
söylüyorum bak
iyi dinle
bugün senin bayramın
senin 23 Nisan’ın
içinden geldiğince
nasıl istiyorsan
korkmadan gönlünce.
Kentin sahipsiz çocukları...
Sahipsiz kaldı
kentin çocukları
bebeklerin kundakta
solan mumları
yarınsız kaldı
kentin çocukları
babaları, anaları
fotoğrafları
çaresiz kaldı
kentin çocukları
ne geceleri
ne sabahları
beyler, ağalar
umurunuzda mı
daha çocuktuk
gerilla oğluyduk
doyasıya seyretmeden
tutsaklığa hapsolduk
uçurtmamız rüzgarda
güvercin kanadında
dağların doruğunda
güneş avucumuzda
toprağında sürgün
yaban otlarıydık.
Daha cocuktuk
kavganin ortasinda
Gerilla oğluyduk…
Gönül‘e
gölgeler siluetinde
gelişinizi hatırlarım
Öyleydi
Evet, öyleydi
dostluğunuz sıcak
zerafetiniz inceydi
küçücük yüzünüze
naif yüreğinize
hayran kalmıştım
çocuksu gülüşünüze
Erkenciydiniz
tez gittiniz
gözyaşı dökemediğim
yutkunluk boğazımda
o son hatıra…..
Şarkı sözleri !
ezgisi hüzünlü
Bestecisi, güftecisi
gözyaşı nağmesi
Şarkılara ad
meyhane köşesinde
Titretir yüreğimi
dokundukca kemanın
akorduna telleri
Hürriyet...
Göğsünden nişanladılar
vurdular Hürriyeti
meydanın ortasında
yakıldı cenazesi
zambaklar örtüsü
boğazın mavisine
serpildi külleri
çicek açsa
ağaçlar gelir
gözümün önüne
hürriyet, hürriyet
diye ağlaşan
hem meyve.
Köyüm
Şu ağacın dibine
kayısı çekirdeği
avuç, avuç
dut öbeği
selam verdim
emmim oğlu
yol ağzı
çesmenin gerisi
Muratgillerin damı
kardaşımın tarlası
rüyalarımdan öte
baharını yazını
saymayalı
çiçeğini dalında
koklamayalı
kaç hazan geçti
yüreğimeden
böğrümü
bıçak dağlayalı
hafızamda, bilincimde
Yaz güneşi
yakıcı
kurak topraklar
çatlağı
Başım belalarda
yağmur sağanağı
ne gecelerde
ne bitmez sabahları
yorgunum ahali
başım belalarda
bir devrimcinin
verilemiyecek hesabı
bedeli ödenmez
cefaları
bu garibin günahı
mapusluk değil
zalimin zulmü
Bir; varmış
nefesi
kokusu hissedilir
ve bu
öyle anlaşılır
çelişkili cümledir
yuvasında sığınaklı
bir tüfeğin
gökyüzünde
kuşun kanadına
ülkemin toprakları
öylesine çorak
alnından vurulduğunda
şehitleri
dağ doruğunda
ne şahit lazım
ne tutanak
Yanıyor toprağımız
yanyor analık
dokun ki yüreğim,
ciğerim yanıyor
nehirleri yakıyor
Hangi elde,
kime vurulduk,
kimi vurduk
bütün düşmanların
defteri dürülmeli
soysuz alçaklıkarın
Yoksulun dostu ol
Gönlü aydınlanmayanın
İstanbul’ a bakınca
Çamlıca’dan
gemileri tuttum
martıların peşinden
götürdü beni
Süleymaniye dibinde
Üsküdar kıyısında
cesedimi buldular
Kınalı’dan başlayıp
Heybeli’de durdular
Anladılar ki beni
şarkılar dinliyor
bu sessiz sedada
etrafım Marmara
deniz el çırpıyor
Caddede yürüyordum
yalnızdım, suskundum
noel tatillerindeki
su lekesiydi hayatlarımız
yağmurla gökyüzüne
pataladığı geceydi
belli değildi
kendim değildi
bir bu kıyısından
zamanı saati
çabuk çabuk
akordiyon kanatlarına
yetişemeden hiçbirisi
ruhsuz seyirciler,
kırmızı tadında
kırmızı renkli
kokusu havada
sakladıkça ellerim
avuçlarım ayazlar
Rıhtıma konan
sığırcık kuşları
üşümez mi
sessiz ötüşlerinde
bir düşlerimi
Sabahı, öğlesi
unutmaya direndiğim
tenha koylarında
hatırladığım şimdi
kanat çırpar
çocukluğum, gençliğim
uzak diyarlardan
hüzünle el sallar
bu mevsim
bu bulutlar üstüme
defalarca vuruldum
gökkuşağının renginde
evrenin ışığına yaldızlandım
Kırmızıydı ya da yeşil
besbelli alacalı
kanadından tüyleri.
Gökkuşağı pembesi,
sıcacık içimdeydi
bir alçalan
bir uçan
kafesinde göğsümün,
siyah da değildi.
Beyazdı belki de
bacasında güvercini
güneşin kızıllığında
akşamların battığı
pembe ufkunda
Susunca
son kuşlar
menekşeler de
sesini
sesime katacağım
ve yaban ellere
kendimi başka
diyarlara kaçıracağım
yüzün avuçlarımda
ve hülyalarımda
kendimden başka
kimselere kaçacağım
ıslak kaldırımlarda
hayatı umursamadan
fakirlikten de gocunmadan
ve sensizliğe aldırmadan
kendimle birlikte
hem bu gece
tez kalkmaktı
maksadım
uyanmadan kuşlar
ayılmaktı telaşım
bu güneş
bu saflıkta
kuşların sesi
değil benimkisi,
avarelik desem
inanmaz kimse
belli ki
peşine takılıp
rüzgarla yarışmak
lodosa aldırmadan
etrafı surlar
sofrasında aç yatan
yoksullar
hüzünlü bulutlar
şehrinin ortasında
çığlığını bastırmak
benimkisi
üstelik
hepsinin de ederi
akşamdan akşama
güçsüzlüğünün,
adını koyamadığım
dokunup
anlatamadığım
herkesin bildiği
kimsenin
itiraf edemediği
bu tarifsizliğin
yılmadan
ardına düştüğün
ihanetlerin
kan uykusunun
çaresizliğin
bu sessizliğin
sonu gelmez
inatla
bilendiğin savaşın
göğsünü
kahraman
yiğit duruşun
karşısında düşmanın
bunca yolun
bitmez, tükenmez
ayrılıkların
bir gecesi
kazandığın
kaybettiğin
dünlerin
yarınların
umudu
inancı var
gönüllerde
dualarında
sana bu halkın.
Annemin ölümü…
Tanrı gökten
yakarmıştım
işte gelmişti
tabutuma yürürken
dalgın, kederli
dedi seninkisi
uzaklaşmaya çalıştkça
tohumlar ektiğim
günler boyunca
yağmurlar yağsın
ekin yeşersin
yoksulluk bitsin
çocuklar doysun
bu kızgın, kavruk
çöl topraklarında
yakarmıştım
böyle Tanrı’ya
gelmişti işte
yanımdaydı
pahasına
tabutuma yürürken
dalgın, kederli
gölgesinde bulutların
dudaklarımda mırıldandığım
amentü
zeytin dağına
cemre düştü
yağmur oldu
bebelerin kursağında
buğday ekmeği
yakarmıştım
işte gelmişti
Tanrı’yla yürüdüğümüz
geceydi
buna şahidim
fidana yürüyen
su şahit
nehir şahit,
balçık şahit
eteklerine
göller sermişti
ruhumu tabutuma
birlikte koyduk
pahasına
cenneti
çocuklara vermişti…
İsyan
Aslında hayat
bir çocuğun
bir bahçede
açmayan güldü,
uzaklardaki yitiklik,
biteviye yalnızlık,
Bilmediğim sohbetlerde
tanıdım seni
tuttuğum, tutunduğum
ilkin nefesindi
susmayan yüreği
ağlamayan gözleri
dokunmadığım ellerindi.
bir açan
kış güneşi,
sıcaklığı soğumayan
yaz gölleri,
kucağına oturup
ağaçlara yaslı
selvi dipleri,
üniversite kapısında
Yine de hala
beklerim şimdi…
Her yerde yoksun…
Kokusu değer
kokusuna
uzadı mı uzadı
gecelerdi,
ellerine yapışık
bücür dilenci.
Aşkı mı ararsın
kapısında mabeynin
kendi ikiyüzlülüğünün?
Hangisi sensin
hangisi keder
ya da hangisi isyan?
Ortasında dertlerin
ve iyi ettin.
Bahar yağmuru
erirken gökyüzünde
ne iyi etti.
Toprağa karışan
buğuya da karıştı,
gözyaşımı dindirdi,
türküler de söylendi
ne güzel söylendi.
Atacağım mektubu
atamadım vazgeçtim,
bir kuşlara
ağlamaktan
mektubumu atmaktan
hepsinden evet,
geçemedim…
Zulaya yatmak…
gidi.
Kabahat mi
sevişmiş miydik?
Hadi canım
Kızılırmak kıyısında
sarhoştuk
atların en ehli
seninki.
Kırmızı at coştukça
taştı,
görmedi.
Sazlar değil
türküler,
yanık yanık
ezgiler,
o kahkahan
gülüşler.
Bizimkisi iş değildi
değildi…
Sensiz zaman…
Gökyüzüne yaslı
bulutlar
ateş renginde
anılar
ağlara değdikçe
ıslak dokunuşlar
nefessiz dudakların
kokusuz yalnızlıklar
ölüler ağlaşsa da
mezarlar sessiz,
gitti giden
yitik sevdaların
peşinde,
kaldığımdır sensiz.
Öyleyse vurulunca
gelme-
sen de
kuşlar göçecek
gelecek.
Gelse bilsem,
saatleri kursam da
Sen dön-
sen de
zaman sensiz
yaşanmaz be gülüm
yaşanmış sayılmaz…
Hani, ne vakit?
sormadan
çekmecemden
Nerede biriktirmiştik
onca acıyı
onca kahrı
yalnızlığı
Kimlere sorduk da
cevapsız kaldık
eliflere, güncelere
yazıldık
ne vakit ayrıldık…
Sana neden sustum?
Sana sustum
sen susunca
güller susuyor
Pembeliği göğsünün
sen susuyorsun
şu kalbimin ortası
deryalara
en görkemli karşılamalar
sonsuz yalnızlıklara
karşı yarışlar
ne bu bağrışlar ne çağrışlar
güller solar…
Ölüm yarası aşkımız!
Esmeri
türküydü, sevdaydı
soluklandığımız.
Devasız merhemiydi,
nefes nefese
ölüm ensemizde,
Okyanus kalplerini
birlikte toplardık
sen bilmezdin
ben bilmezdim
evren dinlerdi
yüreğimizi
elimizde kadeh
seyrederken renkleri
sen bilmezdin
ben bilmezdim
rüzgar bilirdi
kuşların kanadına
yazılırdı
şiirlerin güncesi
beni sevdiğini
çoktan kırılmışsa da
okyanus kalpleri
dönmez gençliğin
bir de
itiraf edemediğin
şimdi…
Çocukluk arkadaşım Ayla’ya…
nasıl ki
suskunluğum bitmez
nasıl ki
umudum bitmez
nasıl ki
arayışım bitmez
Akarsuyun nehrinden
Üç gün dinlenip
Ölümlerden
Kederlerden, düşlerden
Alevli ateşlerden
Bilmediğim bedenlerden
Tanrı’nın nefesinden
açan çiçeğe
gülüşünde bebeye
ışığında güneşe
toprağında filize
annenin kucağına
mecnunun sevdasına
garibin duasına
fakirin hülyasına
doğdum da geldim
dostun ellerini
dervişin zikrini
kaderin emrini
bildim de geldim
sofrasında rehberin
postunda pirlerin
kapısında erenlerin
serinlesek
karanlığın üstüne
bir an
sevişsek hayasız
hem edepsizce
İpekli geceliğini
giysen de çıksan
gelsen
bense dudaklarından
öpsem, öpsem
geçmez ki böyle
ölsem de dibinde
gece nöbette
sabah gölgede…
Dinmeyen özlem…
Ben de özlüyorum
kuşları düşündükçe
ya da sandallı mehtapları
Çokça bunalıyorum
ağlarım
Kimse duymadıkça
Gençliğimiz ufkumda
kayboldukça anılar
yazıklanırım…
Hırçın sevgili…
sarı
güneşi aldım
içimize
nasıl sımsıcaksın
Yanaklarında pembesi
nazenin kırık
sesi
gül topladığım
deste deste
sahici serserisin
sahi
Şarapla dudulu
güzelliğin
kırıcısın ve
öfkeli
ejder kanı
ateşli
Komşu kızı…
ağladığım masallarda
kaybettiğimiz çocukluğumuzdu
çok ağlarsak
geri gelecek,
gibiydi sanki…
işte çocukluğumuz,
kah gülüşümüz
kah ağlayışımız
işte gençliğimiz,
ve mezgit eşliğinde
rakı muhabbetimiz
işte gülüşlerimiz,
ağlayışlarımız
kaybettiğimiz neşemiz
bir de
komşu kızına
söyleyemediklerimiz…
Delilik güzel şey be!
denizi seviyorum
sokaklarda öpüşmeyi,
berduşlarla gezmeyi
yıldızlarla dansedip
mehtabı seyretmeyi
ölmeyi seviyorum
kumsala serilmeyi,
derinlere gömülmeyi
yakamozla sürtmeyi
yalnızlığı seviyorum
bahtıma gamlanmayı,
sessizce ağlamayı
kadere lanetlenip
kendime sığınmayı
yaşamayı seviyorum
ekmeğimi bölüşmeyi
kuşların ötüşünü
tekkelerde mestlenip
neylerde demlenmeyi
Kıskançlık!
Şairleri kıskanıyorum
katilleri kıskanıyorum
haddi hesabı
sayılmayan ihanetlerin
ayyaşları kıskanıyorum
kahrolası sensizliğin
şarapsız acısı
hiç dinmiyor
Hicran!
masalsı
ah ne o hüznün
sabahı
ne gidenlerin ahı
buğulu gözlerin
neminde eriyen
kent küskün
Sevdası yaslı
Anlatması
Asırlı, yıllı
ne yakarması
ah ne yalvarması
Onulmaz ki
hicran yarası
Şairin derdi!
kızıyorsan ya
kızma!
Dokunsan sözcüklerin
sihrine
kuşların ötüşüne,
düşlerde sayıkladığım
imgelere.
küsüyorsun ya
küsme!
Kanatlansan mısralarla
bir gece
Şehrazat masallarına,
uçsan gezegenlere.
terkediyorsun ya
terketme!
Dansetsen meleklerle
denizlere,
en ateşli sevişmelere,
memleketim güneş,
denizleri vurgun
meltem kokar,
yiğitlikte yarışır
delikanlıları
mahsunluğuna yazıklanır
dağları mağrur
dorukları alaylı
Anadolum güzeldir
ahlatları, çınarları
gözüpek, bilge
Hazreti Mevlena,
çocukları şen
gülmekten de vazgeçmez
mevsimleri telaş
Uzansam ovasından
Eskişehir, Tunceli’ne
Gençliğim, ciğerim
Karabük, Ereğli’de
Düşsem yollarına
papatya toplasam
kırlarında
nişanlasalar beni
utancım kalmaz
ayıbım, günahım da
sevda olmuşsam
yanmışsam
hasretim Anadolum
Acılardan doğmuşsan
yorulmamışsan,
kusmamışsan nefreti
ölmemişsin demektir
dönmediğin gecelerde.
Mektuplar tükenmiş,
postalar gecikmiş,
umutlar bitmişse,
yüreğine akarken
seyre dalarsın,
aynada yaşlılığını,
Bir gün
senin, benim,
bizim hikayemizde…