You are on page 1of 290

MİLLİ MÜCADELE VE

TÜRKİYE
CUMHURİYETİ
TARİHİ

Prof. Dr. Osman AKANDERE


Necmettin Erbakan Üniversitesi

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ


Selçuk Üniversitesi

Okt. Hasan Ali POLAT


Selçuk Üniversitesi
Eğitim Yayınevi
Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ziya AYDOĞAN
yza@egitimyayinevi.com

Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi


Editörler
Prof. Dr. Osman AKANDERE
Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

Copyright © Bu kitabın Türkiye’deki her türlü yayın hakkı Eğitim Yayınevi’ne aittir.
Bütün hakları saklıdır. Kitabın tamamı veya bir kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre kitabı yayımlayan firmanın ve yazarlarının önceden
izni olmadan elektronik/mekanik yolla, fotokopi yoluyla ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayımlanamaz.

Dizgi&Kapak Tasarımı
Eğitim Yayınevi Dizgi-Tasarım Birimi

Baskı Cilt
Dizgi Ofset Matbaacılık
Matbaacılar Sit. 10451. Sk. No: 4
Karatay/KONYA
0 (332) 342 07 42

T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayıncı Sertifika No: 14824

EYLÜL 2018
ISBN: 978-975-2475-94-6

Kütüphane Kimlik Kartı


Milli Mücedele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Prof. Dr. Osman AKANDERE - Prof. Dr. Yaşar SEMİZ (Editörler)
VII+281 s., 165x240 mm
Kaynakça var, dizin yok.
ISBN: 978-975-2475-94-6
1. Giriş, 2. Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri, 3. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918),
4. Mütareke Dönemi, 5. Millî Mücadele Dönemi, 6. Türk İnkılâbı

EĞİTİM YAYINEVİ
Rampalı İş Merkezi Kat: 1 No: 121
Tel: 351 92 85 • Meram/KONYA
E-mail: bilgi@egitimyayinevi.com
İSTİKLÂL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak


Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!


Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;


Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;


Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!


Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?


Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:


Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.


Her cerîhamdan, İlâhi, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!


Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Mehmet Akif Ersoy


ATATÜRK’ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa


etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli


hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici,
bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen,
vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!
Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine
kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili
olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş,
bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu
şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip
olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi
menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde
harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve
Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Ankara, 20 Ekim 1927


CUMHURİYETİN 10. YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE
ATATÜRK’ÜN NUTKU

Türk milleti!
Kurtuluş savaşına başladığımızın 15’inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu
yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin se-
vinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlı-
ğı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin
ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat
yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mec-
buriyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri
seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.
Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce za-
man ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket
mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az
zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü
Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milleti-
nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale,
müspet İlimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan
Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun için-
dir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını,
güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbir-
lerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu,
bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta,
muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti, 
On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin.
Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isa-
betsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir
bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem, az
zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeni-
yet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle,
saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene! 
Ankara, 29 Ekim 1933
ÖNSÖZ

Bilindiği üzere tarih, geçmişi sorgulayarak, içinde bulunulan süreçte doğru politikaları
üretmek ve gelecekle ilgili öngörülerin sağlıklı yapılmasını kolaylaştırmaktır. Bu bakımdan
her toplum, içinde bulunduğu şartları, bilgisi, becerisi ve geliştirdiği tekniklerin kendisine
sağladığı imkânlar ölçüsünde geçmişindeki olguları inceler ve onlardan çıkardığı derslerle
geleceğine yön vermeye çalışır. Bunu yapmadığı takdirde ya eski nesillerin kabullerini
benimseyerek yeni gelişmelere ayak uyduramaz ve geçmişle ilgili bilgilerini dogma
ideoloji haline getirir, yada büyük ölçüde kendisi dışında, tarihsel dönüşümü sağlayabilen
toplumların etkisi altında kalır. Bu toplumun geleceği açısından büyük bir tehlikedir. Bu
tehlike yine tarih ilmiyle aşılır. Çünkü ilim daima kendisini yeniler. Kendisini yeniledikçe
geçmişini de yeniden değerlendirir ve geleceği için yeni ufuklar açar.
Bu bakımdan Türk İnkılâp Tarihi dersleri sadece geçmişi anlatmakla yetinen statik bir
tarih dersi değildir. Aynı zamanda ülkemizin bilinen özel şartları içinde, Türk gençliğine,
yakın tarihte olup bitenleri değerlendirip ışık tutan, ona gelecekle ilgili doğru kararları
alabilmesini gösteren dinamik sosyalleştirici bir kültür dersidir.
Bu yolda Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini anlatacak öğretim elemanlarına da
büyük görevler düşmektedir. Bu elemanlar mutlaka bilimsel objektifliklerini korumalıdır.
Fakat bunu yaparken asla kendisinin bir millete, bir coğrafyaya ve kültüre dahil olduğunu
unutmamalı, tarih bilimi ve millî şuur arasındaki hassas dengeye özen göstermeli, bu dersin
Türk gençlerine “Millî Mücadele’yi” oluşturan ve yapan şartlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulması ve gelişmesindeki genel felsefeyi öğretmek amacıyla konulduğunu unutmamalıdır.
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinin kökeni 1925 yılına kadar geri gider. O yıl
cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğrenim kurumu olan Ankara Adliye Hukuk Mektebi
(Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi) açılmıştı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Paşa ile Başbakan İsmet İnönü’nün kurulması için özel gayret gösterdikleri bu okul, Türk
Hukuk İnkılâbının fikri ve kurumsal hazırlıklarını yapacak olan elemanları yetiştirecekti.
Bu amaçla okulun kurucularından Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ile Yüksekokul’un
kurucu müdürü Cemil Bilsel Bey öğretim programının hazırlıklarını yaparken yeni bazı
derslerin konulmasını kararlaştırmışlardır. İşte o derslerden biride İhtilâller Tarihi’dir.
Dünya üzerindeki büyük inkılâp hareketlerini henüz tamamlanmamış olan Türk İnkılâbı ile
karşılaştırmayla amaç edinen ders Mahmut Esat Bey tarafından okutuldu.
Üniversitelerde bu dersin resmen okutulmasına ise 20 Haziran 1933’te karar verilmiş
ve 1934’ten itibaren bu derslerin verilmesine başlanmıştır. Atatürk’ün onayı ile dönemin
Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip Bey tarafından hazırlanan ilk taslağa göre,
bu dersi okutacak olanların mutlaka “Türk” olması şartı getirilmiştir. Bu kararın alınmasında
şüphesiz Osmanlı Devleti’nin son döneminde eğitim kurumlarında yaşananların büyük payı
vardır.
Yapılan ilk hazırlıklardan sonra dersler dört bölüme ayrılmıştır. Recep Peker, Türk
İnkılâbını oluşturan sebepler ile askerî ve siyasî boyutunu; Mahmut Esat Bozkurt, İnkılâbın
hukukî boyutunu; Yusuf Hikmet Bayur, Dış siyasete ait konuları ve Yusuf Kemal Tengirşek
ise İktisatla ilgili konuları okutacaklardı.
İlk olarak Ankara Hukuk Mektebi’nde (Hukuk Fakültesi) dönemin Başbakanı İsmet
İnönü’nün konferansı ile başlayan Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersi, 15 Nisan 1942 tarih
ve 4204 sayılı kanunla “Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün” kurulmasından sonra her yüksek
okul öğrencisinin bu dersi görmesi karara bağlandı. 4 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı
VII

kanunla da bu dersin yüksek öğretim süresi boyunca (4 yıl) okutulmasına karar verildi.
1990’larda süre yeniden bir yıla indirildi.
Elinizdeki bu kitap Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini okutan üç öğretim üyesinin
ortak çalışmasıdır. Çalışmanın amacı, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki yenilik
hareketlerinden başlayarak Anadolu’da millî devletin kurulmasından önceki iç ve dış
gelişmeleri, Millî Mücadele’yi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve 1974 yılına kadar olan
süreçteki siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî ve politik gelişmeleri mümkün olduğu kadar objektif
bir şekilde değerlendirerek, Atatürk’ün dünya görüşünü ve bu görüşünü gerçekleştirerek
Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmak için yaptığı radikal reformları öğrenci
ve okuyuculara anlatmaktır.
Kitabın, I. Bölümdeki Osmanlı Devleti’nin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve
Askerî Olaylar bağlığından başlayarak II. Bölüme kadar ki kısım; II. Bölümün tamamı (Birinci
Dünya Savaşı), III.Bölümde Mondros Mütarekesi başlığından Azınlıkların Faaliyetlerine
kadar olan kısım, IV. Bölümde Atatürk’ün hayatından başlayarak Millî Mücadele’de
Ayaklanmalar başlığına kadar olan kısım ve V. Bölümde Anayasa hareketlerinden Hukuk
Alanından İnkılâp başlığına kadar ki kısımlar Prof. Dr. Osman Akandere tarafından; Giriş
bölümündeki kavramlar, Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri başlığından Osmanlı
Devleti’nin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askerî Olaylara kadar olan kısım,
Anadolu Hareketinin Doğuşundan IV. Bölüme kadar olan kısım; Doğu Cephesi ve İtilaf
Devletlerinin Türkiye’yi Paylaşma Projeleri, Sakarya Savaşı, Büyük Taarruz, Mudanya
Mütarekesi, Lozan Antlaşması ve Ankara’nın Başkent Olması başlıkları, Atatürk ve Sanat,
Atatürk’ün Ekonomi Politikası, Dış Politika ile Atatürk İlkeleri başlıklı konular Prof. Dr. Yaşar
Semiz tarafından; Mondros Mütarekesi Sonrasında Azınlıkların Faaliyetleri ile Zararlı
Cemiyetler, Millî Mücadele’de Ayaklanmalar, Düzenli Orduya Geçişten Sakarya Savaşı’na
kadar olan başlıklar, Siyasi Alanda Yapılan İnkılâplar, Hilafetin kaldırılması, Hukuk, Eğitim
ve Sosyal alanlarında gerçekleştirilen inkılâplar başlıkları Okt. Hasan Ali Polat tarafından
hazırlanmıştır. Ayrıca, kimlerin hangi başlıkları hazırladıkları içindekiler kısmında da
belirtilmiştir.
Ayrıca kitabın tamamı Prof. Dr. Yaşar Semiz tarafından dikkatle okunarak gerekli
görülen yerlere ilaveler bazı bölümlerde de kısaltmalar yapılmıştır.
Her şeye rağmen bazı eksiklikler elbette olabilir. Farklı görüşte olanlara ise
saygı duyulur. Ama Türk Devleti’nin birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkmak ve Türkiye
Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün gösterdiği yolda sonsuza dek yaşatmak hepimizin ortak ilkesi
olmalıdır.
EDİTÖR
İÇİNDEKİLER

İSTİKLÂL MARŞI III


ATATÜRK’ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ IV
CUMHURİYETİN 10. YILDÖNÜMÜ NEDENİYLE V
ATATÜRK’ÜN NUTKU V
ÖNSÖZ VI

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

GİRİŞ
KAVRAM BİLGİSİ 19
İhtilâl - İnkılâp – Reform – Evrim 19
İhtilâl – İnkılâbın Unsurları 20
İhtilâl – İnkılâbın Evreleri (Safhaları) 21
Atatürkçülük ne demektir? Tanımı ve Önemi 21
Devlet Nedir 21
Cumhuriyet Nedir? 22
Demokrasi Nedir? 23
Avrupa Birliği Nedir? 24

BÖLÜM I
OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME SEBEPLERİ
GERİLEMENİN SEBEPLERİNE GENEL BİR BAKIŞ 27
YENİLİK HAREKETLERİ 29
III. SELİM DÖNEMİ 30
1789 FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ 31
FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ 33
II. MAHMUT DÖNEMİNDE YENİLEŞME HAREKETLERİ 33
A- Sened-i İttifak 33
B- Yenilik Hareketleri 33
1838 Balta Limanı Gümrük ve Ticaret Antlaşması 35
TANZİMAT DÖNEMİ 35
Gülhane Hattı Hümayunu 35
ŞARK MESELESİ (Doğu Sorunu) 37
KIRIM HARBİ 38
1856 ISLAHAT FERMANI ve PARİS KONGRESİ 38
MEŞRUTİYET’E GİDEN YOL 39
Tanzimat Döneminde Basın 39
X

KANUN-I ESASİ (İlk Osmanlı Anayasası) 40


DÜYÛN-I UMUMİYE 42
ERMENİ MESELESİ 42
Problemin Doğuşu ve Gelişimi 42
I. Dünya Savaşı’nda Tehcir (Göç Ettirme) Meselesi 44
II. MEŞRUTİYET 46
OSMANLI DEVLETİ’NİN SON DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ 47
OSMANLICILIK 47
İSLÂMCILIK 48
TÜRKÇÜLÜK 49
GARPÇILIK (BATICILIK) 50
SOSYALİZM 51

Prof. Dr. Osman AKANDERE

OSMANLI DEVLETİ’NİN PARÇALANMASINA YOL AÇAN ÖNEMLİ SİYASÎ VE


ASKERÎ OLAYLAR 52
İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) ve Yönetimi 52
Trablusgarp Savaşı (29 Eylül 1911-15 Ekim 1912) 53
BALKAN SAVAŞLARI 55
I. Balkan Savaşı 55
II. Balkan Savaşı 57
Balkan Savaşları’nda Deniz Savaşları 58
Savaşın Sonuçları 58

BÖLÜM II
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914-1918)
SAVAŞIN SEBEPLERİ 61
a) Siyasî ve Askerî Sebepler 61
b) Ekonomik Sebepler 62
c) Devletlerin Nüfuz Politikaları ve Milliyetçilik Duyguları 62
d) Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması 63
SAVAŞIN BAŞLAMASI 63
SAVAŞTA OSMANLI DEVLETİ 64
Savaşa Giriş Sebepleri ve İttifak Arayışları 64
ALMANYA İLE YAPILAN İTTİFAK ANTLAŞMASI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN
SAVAŞA GİRMESİ 65
Türk-Alman Antlaşmasının Önemli Maddeleri 66
Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni Bir An Önce Savaşa Sokma Gayretinin Nedenleri 66
İki Alman Gemisinin Osmanlı Devleti’ne Sığınması 67
OSMANLI DEVLETİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDA SAVAŞTIĞI CEPHELER 67
Kafkas Cephesi 67
XI

Çanakkale Cephesi 68
Deniz Harekâtı 69
Kara Harekâtı 70
Sina-Filistin-Suriye Cephesi 71
Irak ve İran Cephesi 72
Avrupa Cepheleri: (Galiçya-Romanya-Makedonya) 73
Hicaz ve Yemen Cephesi 73
Libya Cephesi Harekâtı 73
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE GİZLİ PAYLAŞIM PROJELERİ 74
İstanbul Antlaşması 74
Londra Antlaşması 74
Sykes-Picot Antlaşması 74
Saint Jean de Maurienne Antlaşması 75
Gizli Antlaşmalarda Yunanistan’ın Durumu 75
Wilson Prensipleri 75
I. DÜNYA SAVAŞI SONUNDA YAPILAN ANTLAŞMALAR 76
Rusya’nın Savaştan Çekilmesi ve Brest-Litovsk Antlaşması 76
Romanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Bükreş Antlaşması 76
Almanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Versay Antlaşması 76
Avusturya’nın Savaştan Çekilmesi ve Sen Jermen Antlaşması 77
Macaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Trianon Antlaşması 77
Bulgaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Nöyyi Antlaşması 77
I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI 77

Okt. Hasan Ali POLAT

BÖLÜM III
MÜTAREKE DÖNEMİ
MONDROS MÜTAREKESİ 79
Mütareke Görüşmeleri 79
Mütareke Heyeti’nin Oluşturulması ve Kendilerine Verilen Görevler 80
A- Saltanat Makamının Verdiği Görevler 80
B- Hükümetin Verdiği Talimatlar 80
C- Mütarekenin İmzalanması ve Hükümleri 81
D- Mondros Mütarekesi Hükümlerinin Uygulanması ve İşgaller 82
İZMİR’İN İŞGALİ 82
MONDROS MÜTAREKESİ SONRASINDA AZINLIKLARIN FAALİYETLERİ 83
ZARARLI CEMİYETLER 87
XII

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

MÜTAREKEDEN SONRA OSMANLI HÜKÜMETİ 89


ANADOLU HAREKETİNİN DOĞUŞU 90
Kuvâ-yı Milliye 90
BAŞLICA MİLLÎ TEŞKİLÂTLAR 92
Kars Millî İslâm Şurası 93
Millî Kongre Cemiyeti 93
Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Hey’eti Osmaniyesi 94
Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 94
Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti 95
İzmir Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti 95
Karakol Cemiyeti 96
Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 97
Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Geç Kurulması’nın Sebepleri 97
A- İşgalci Devletlerin Faaliyetleri 97
B- İstanbul Hükümeti’nin Faaliyetleri 97
C- Halkın İlgisizliği 98
D- Azınlıkların Faaliyetleri 98
Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Kuruluşu 98
GÜNEY CEPHESİ 100
Gaziantep Cephesi 100
Maraş Cephesi 101
Adana Cephesi 103
Urfa Cephesi 104

Prof. Dr. Osman AKANDERE

BÖLÜM IV
MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ
A- TBMM’NİN AÇILIŞINA KADAR Kİ DÖNEM 105
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI 105
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri 109
Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Atanması 110
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Çıkışı ve Faaliyetleri 113
Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki Faaliyetleri ve Havza Genelgesi 115
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a Geri Çağrılması 116
AMASYA TAMİMİNİN HAZIRLANMASI ve İLÂNI 117
Amasya Tamimi’nin Önemi 119
ERZURUM KONGRESİ ve KARARLARI 119
(23 Temmuz – 7 Ağustos 1919) Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a Gelişi ve
Askerlikten İstifası 119
Kongre Hazırlıkları ve Kongre Çalışmaları 121
XIII

Erzurum Kongresi Beyannamesi ve Nitelikleri 121


Erzurum Kongresi Kararlarının Nitelikleri 122
DİĞER MAHALLİ KONGRELER 123
Balıkesir Kongresi 123
Alaşehir Kongresi 123
SİVAS KONGRESİ (4–11 Eylül 1919) 124
Sivas Kongresi’nin Basılması Konusu ve Ali Galip Hadisesi 126
Sivas Kongresi Kararları ve Nitelikleri 127
Millî Mücadele Karşıtı Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin Düşürülmesi 128
ALİ RIZA PAŞA HÜKÜMETİ ve AMASYA MÜLAKATI 128
SİVAS’TA KOMUTANLARLA YAPILAN TOPLANTI 131
MUSTAFA KEMAL PAŞA ve HEYET-İ TEMSİLİYENİN ANKARA’YA GELİŞİ 131
SON OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI’NIN AÇILIŞI ve MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLANI 132
MİSÂK-I MİLLÎ 133
MECLİSİ MEBUSAN’IN BASILMASI 134
B- BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DÖNEMİ BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI 137
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hususiyetleri 140
a) Millî Meclis Olması 140
b) Tek ve Üstün Meclis Olması 141
c) Güçler Birliğine Sahip Olması 141
d) İdealist ve Demokratik bir Meclis Olması 141
e) Fedakâr ve Kahraman Bir Meclis Olması 142
Meclisin Kurduğu Hükümetler ve Kabul Ettiği Bazı Kanunlar 142
Hıyanet-i Vataniye Kanunu (29 Nisan 1920) 143
Nisab-ı Müzakere Kanunu (5 Eylül 1920) 143
Firariler Hakkında Kanun 143
İstiklâl Mahkemeleri 144

Okt. Hasan Ali POLAT

MİLLİ MÜCADELEDE AYAKLANMALAR 145


Ayaklanmaların Genel Sebepleri 145
İstanbul Hükümeti ve İşgal Kuvvetleri Tarafından Desteklenen ve Millî Mücadele hareketini
Ortadan Kaldırmaya Dönük Ayaklanmalardan Bazıları 146
İşgal Kuvvetlerinden Destek Gören Ayrılıkçı Ayaklanmalar 152
Düzenli Ordu’ya Geçişe Karşı Çıkan Ayaklanmalar 155

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

DOĞU CEPHESİ 156


Gümrü Antlaşması (3 Aralık 1920) 157
İTİLÂF DEVLETLERİNİN TÜRKİYE’Yİ PAYLAŞMA PROJELERİ 158
XIV

San Remo Konferansı 159


Sevr Antlaşması 160

Okt. Hasan Ali POLAT

DÜZENLİ ORDUYA GEÇİŞ 161


I. İNÖNÜ SAVAŞI (6-10 Ocak 1921) 162
LONDRA KONFERANSI (21 Şubat-12 Mart 1921) 163
MOSKOVA ANTLAŞMASI (16 Mart 1921) 164
TÜRKİYE-AFGANİSTAN DOSTLUK ANTLAŞMASI (1 Mart 1921) 166
II. İNÖNÜ SAVAŞI (26 Mart-1 Nisan 1921) 166
AFYON-ESKİŞEHİR-KÜTAHYA SAVAŞLARI (13-19 Temmuz 1921) 167
BAŞKOMUTANLIK KANUNU ve TEKÂLİF-İ MİLLİYE EMİRLERİ 168

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

SAKARYA SAVAŞI (23 Ağustos–13 Eylül 1921) 169


Sakarya Savaşı’nın Sonuçları 169
BÜYÜK TAARRUZ 171
Taarruz’a Hazırlık 171
Başkomutanlık Meselesi 172
Büyük Taarruz 172
Mütareke Öncesi Türk-İngiliz Askerî Bunalımı 175
MUDANYA MÜTAREKESİ 175
Büyük Taarruz ve Mudanya Mütarekesi’nin Sonuçları 177
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI 177
Lozan Antlaşması’nın Hükümleri 179
Lozan Antlaşmasının Önemi 180

Okt. Hasan Ali POLAT

BÖLÜM V
TÜRK İNKILÂBI
SALTANATIN KALDIRILMASI (1 Kasım 1922) 181
CUMHURİYETİN İLANI (29 Ekim 1923) 182

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

ANKARA’NIN BAŞKENT OLMASI 184


Ankara’nın Başkent Oluşunda Rol Oynayan Faktörler 185
XV

Okt. Hasan Ali POLAT

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 Mart 1924) 185

Prof. Dr. Osman AKANDERE

ANAYASA HAREKETLERİ 187


20 Ocak 1921 Tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu 187
20 Nisan 1924 Anayasası 189
1924 ANAYASASI’NIN TEMEL İLKELERİ 189
Cumhuriyet İlkesi 189
Millî Egemenlik İlkesi 189
Kuvvetlerin Birliği ve Büyük Millet Meclisinin Üstünlüğü 190
Devletin Temel Nitelikleri 190
Devletin Siyasî Organları Yasama Organı 190
Yürütme Organı 190
1924 Anayasası’nda Yargı 190
1924 Anayasası’nda Yapılan Değişiklikler 190
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KURULAN GRUPLAR VE SİYASİ PARTİLER 191
Sosyalist-Komünist Gruplaşmalar Yeşilordu Cemiyeti 191
Türkiye Komünist Fırkası 192
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası 192
Mecliste Yer Alan Milletvekillerinin Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yapılarından
Kaynaklanan Düşünce Ayrılıklarının Oluşturduğu Gruplar 192
Halk Zümresi 192
Tesanüt Grubu 192
İstiklâl Grubu 192
Islahat (Reform) Grubu 192
İttihatçı Grup 193
Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti 193
MÜDAFAA-İ HUKUK GRUPLARI 193
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup) 193
İkinci Grup (İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu) 194
MİLLİ MÜCADELE SONRASI SİYASAL PARTİLER ve ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ
DENEMELERİ 194
Halk Fırkası’nın Kuruluşu (Cumhuriyet Halk Partisi) 194
Dokuz Umde 195
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Partisi) 196
Serbest Cumhuriyet Fırkası 198
REJİME VE İNKILÂBA KARŞI TEPKİLER 199
Şeyh Sait İsyanı 199
Takrir-i Sükûn Kanunu (Asayisi Sağlama Kanunu ve İstiklâl Mahkemelerinin
XVI

Yeniden Kurulması) 201


Atatürk’e İzmir’de Düzenlenmek İstenen Suikast 202

Okt. Hasan Ali POLAT

HUKUK ALANINDA İNKILÂP 203


Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926) 203
EĞİTİM ALANINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN İNKILÂPLAR 204
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) 204
Harf İnkılâbı (1 Kasım 1928) 205
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ve Türk Tarih Kurumu 207
Türk Dili Üzerine Çalışmalar ve Türk Dil Kurumu 208
SOSYAL ALANDA GERÇEKLEŞTİRİLEN İNKILÂPLAR 209

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

Müzik 211
Tiyatro 213
Heykel Sanatı 214
Resim 215
Edebiyat 216
Şiir 217
Fotoğrafçılık 218
Mimarlık 218

Prof. Dr. Yaşar SEMİZ

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASI 1922–1930 DÖNEMİ 220


İZMİR İKTİSAT KONGRESİ 220
ULAŞIM MESELESİ 223
TARIMIN TEŞVİK EDİLMESİ 223
SANAYİ ALANINDAKİ GELİŞMELER 224
DIŞ TİCARET ve PARA POLİTİKASI 225
1930–1938 DÖNEMİ GENEL DURUM 226
EKONOMİK POLİTİKANIN DEĞİŞMESİNDE ROL OYNAYAN FAKTÖRLER 226
DEVLETÇİLİK TANIMI 227
PLANLI DÖNEM 227
I. ve II. Beş Yıllık Sanayi Planı 227
UYGULAMA 229
Sanayi Politikası 229
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 230
Genel Özellikler 230
XVII

Barışçılık 230
Bağımsızlığın Korunması 230
Hukuk’a Uygunluk 231
Dengeli Dış Politika 231
Karşılıklı Güven ve İşbirliği 231
Batılılaşma 231
1923-1930 DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA 232
A- Türkiye’nin Genel Durumu 232
B- Batı Devletleri İle Olan İlişkiler 233
İngiltere ve Musul Meselesi 233
Fransa İle Olan İlişkiler 234
İtalya İle Münasebetler 234
Türk-Yunan Münasebetleri ve Nüfus Değişimi 235
C- Türkiye ve Sovyet (SSCB) Münasebetleri 236
D- İslâm Devletleri İle İlişkiler 236
1930–1938 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 237
A- Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi 237
B- Balkan Paktı 238
C- Akdeniz’de İtalyan Tehlikesi ve Türkiye’nin Batıya Yönelişi 239
D- Montreux Boğazlar Sözleşmesi 240
E- İslâm Dünyası ile Olan İlişkiler ve Sadâbad Paktı 242
F- Hatay (Sancak) Meselesi’nin Çözümü 243
İNÖNÜ DÖNEMİ (1938-1950) 244
II. DÜNYA SAVAŞI (1939-1945) 244
A- Savaşın Sebepleri 244
B- II. Dünya Savaşı’nda Türkiye 245
C- Türkiye’yi Savaşa Sokma Gayretleri 247
D- Türkiye’nin Savaşa Girmesi ve Savaşın Sonu 248
E- Savaş Sırasında Türkiye’nin Ekonomik Durumu 248
Savaş Sonrası Türk Demokrasi Sistemi’nin Gelişmesi 249
Demokrat Partinin Kurulması 249
1950 Seçimleri ve Demokrat Parti’nin İktidara Gelmesi 250
Demokrat Parti Dönemi (1950-1960) 250
DP DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA 252
A- Türkiye’nin NATO’ya Girmesi 252
B- Kore Savaşı 252
C- Bağdat Paktı 253
D- Kıbrıs Sorunu 254
ATATÜRK İLKELERİ 255
Türk İnkılâbının Bütünleyici İlkeleri 255
Millî Hâkimiyet-Egemenlik 255
Tam Bağımsızlık (İstiklâl-i Tam) 256
XVIII

Millî Birlik ve Beraberlik 257


ATATÜRK’ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ 258
MİLLİYETÇİLİK İLKESİ 259
Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışının Özellikleri 261
a) Milli Birlik ve Bütünlüğe Büyük önem verir 261
b) Sınıf Kavgasına Karşıdır 261
c) Gerçekçidir ve Vatan Kavramına Dayanır 261
d) Saldırgan Değil Barışçıdır 262
e) Irkçılığa Karşıdır 262
g) Millet Egemenliği Yöneliktir 262
HALKÇILIK 262
Bizde Halkçılık Anlayışı 262
Atatürk’ün Halkçılık Anlayışının Özellikleri 263
LAİKLİK İLKESİ 264
Laikliğin Anlamı ve İçeriği 264
Laikliğin Belli Başlı Unsurları 265
a) Din ve Vicdan Hürriyetidir 265
b) Din ve Devlet İşlerinin Birbirinden Ayrılmasıdır 265
c) Eğitimin Laik Çağdaş Esaslara Göre Düzenlenmesi (Tevhid-i Tedrisat İlkesi, Laikliğin
Ayrılmaz Bir Parçasıdır.) 266
d) Din ve Mezhepleri Ne Olursa Olsun “Devletin” Yurttaşlarına Eşit Muamele Yapması 266
e) Devletin Resmi Dininin Bulunmaması 266
İNKILÂPÇILIK 266
İnkılâpçılığın Amacı 267
İnkılâbın Temel Unsurları 267
DEVLETÇİLİK 268
A- Devletçiliğin Tanımı 268
B- Devletçiliğin Kapsamı 269
C- Devletçiliğin Sağladığı Yararlar 269
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ 270

KRONOLOJİ 275
BİBLİYOGRAFYA 281
GİRİŞ

KAVRAM BİLGİSİ

İhtilâl - İnkılâp – Reform – Evrim


İhtilâl: İhtilâl köken olarak Arapça bir kelimedir ve “halel”  kökünden gelmektedir. Bozukluk,
bozulma, karışıklık ve düzensizlik anlamlarına gelmektedir. Sözlük anlamı; belli bir fikir bi-
rikimine dayalı olarak halkın liderlerinin öncülüğünde, toplumun ihtiyaçlarına çözüm getire-
meyen devletin siyasi teşkilatını kanuna uyulmadan, zor kullanılarak değiştirmek ve yerine
halkın ihtiyaçlarını daha geniş ölçüde karşılayabileceğine inanılan çağın gereklerine uygun
yeni bir rejimin kurulması için yapılan bir sosyal hareketidir.

İnkılâp: 1) Değişme, bir durumdan başka bir duruma geçme. 2) Toplum ve devlet
hayatında kısa sürede meydana getirilen değişiklik. İnkılâp, kelime anlamı ile değişme,
bir halden başka bir hale dönmeyi ifade eder. İnkılâp; Arapça “kalp” kelimesinden gelmiş
olup, bir milletin sahip olduğu siyasi, sosyal ve askeri alanlardaki kurumların devlet eliyle
makul ve ölçülü metotlarla köklü bir şekilde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp
ve devrim kelimelerinin Fransızca karşılığı “révolution”, İngilizce karşılığı “revolution”dur.
Kelime Latince kökenli olup, revolvere kelimesinden gelmektedir. Revoultion kelimesi, ani
ve şiddetli, kökten bir değişikliği ifade etmek üzere ilk defa 1789 Fransız İhtilâlı ile kullanıl-
maya başlanmıştır. Fransız ihtilâlına bazen inkılâp da denilmektedir. Bu yüzden dilimizde
de çoğu kez bu iki kelime birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bazı yazarların eserlerinde,
Türk İnkılâbı, ihtilâl olarak ifade edilmektedir. Aslında inkılâp ve ihtilâl aynı şeyleri ifade et-
mez. İhtilâl, inkılâbın bir evresini, mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngörür.

Bir başka anlamı ile ihtilâl, karıştırmayı, düzensizliği ve karışıklığı ifade eder. İnkılâp
sözcüğünün karşılığı ise, “yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı ola-
rak niteliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme eylemi” olarak açıklanmaktadır. Türk
Hukuk Sözlüğüne (Lugat) göre, “ihtilâl, ‘bir devletin siyasi teşkilatını, kanuni şekillere
hiç riayet etmeksizin değiştirmek üzere cebir ve kuvvet ile yapılan geniş ölçüdeki
halk hareketine denir’. İnkılâp ise, devlet eliyle memleketin sosyal hayatının ve ku-
rumlarının makul ve ölçülü yöntemlerle köklü bir şekilde yenileştirilmesi demektir’.
Türkçe sözlüğe göre İnkılâp; ‘çok kısa zaman içinde meydana gelen köklü ve önemli
değişikliktir’. İhtilâl ise ‘Bir devletin ekonomik ve sosyal yapısında birdenbire ortaya
çıkan düzen değişikliğidir”.

Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğünde ‘devrim’ tanımı içinde ihtilâl ve inkılâp kelime-
lerinin yorumunu şöyle yapar:”Toplumun bünyesinde meydana gelen öyle bir değişik-
liktir ki yalnız yönetici kitle iktidarını kaybetmekle kalmayarak toplum tabakaları da
bütünlüklerini kaybeder. Toplum yeni bir bütünleşme kazanır”.

Türk inkılâbında ise ihtilâl ve inkılâp kelimeleri çoğunlukla iç içe ve birbirinin devamı
gibi kullanılır. Örneğin ‘Kadro’ dergisinin 1932 yılındaki ilk sayısında bu kavramlardan
bahsedilirken; ‘Türkiye bir inkılâp içindedir. Bu inkılâp durmadı. Bugüne kadar
20 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

geçirdiğimiz hareketler, şahit olduğumuz muazzam kıyam (ayaklanma) manzaraları


onun yalnız bir aşamasıdır. Bir ihtilâl geçirdik, ihtilâl inkılâbın gayesi değil vasıtasıdır.
Bu safhada dursaydık inkılâbımız sonuçsuz kalırdı’.

Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümette önemli görevler üstlenen ve Ankara Hukuk


Mektebinde (Fakültesi) inkılâp Tarihi kürsüsünde de ders veren Recep Peker’de ihtilâl ve
inkılâp kavramlarının birbirlerinin devamı ihtilâl, inkılâbın devamı gibi görür. Ona göre in-
kılâp; ‘fenayı, köhneyi, haksız ve zararlı şeyleri birden kökünden söküp onun yerine iyiyi,
yeniyi, doğruyu, haklıyı ve faydalıyı koymak ve bunları bütün esasları ile sosyal hayatımızın
ruhunda kökleştirip yaşatmaktır. İnkılâp dediğimiz bu hadise çoğunlukla zora başvurarak
yapılır. İnkılâp bir eserdir. İhtilâl o eseri yapmak için geçen bir şiddet hadisesidir’.

İnkılâp, evrim veya tekâmül (evolution) ve ıslahattan (reform) farklıdır. Evrim veya tekâ-
mül genel anlamda tedrici (yavaş yavaş olan) gelişmeyi, değişikliği ifade eder. Reform veya
eski deyimle ıslahat, toplum hayatında belirli alanlarda yapılan düzeltmelerdir. Reformlar, o
ülkenin hukuk düzenine uygun olarak yapılır, tedricidir, zorlayıcı değildir. İnkılâp, hükümet
darbesinden de ayrı ve farklı bir anlam taşır.

Hükümet darbeleri sadece iktidardaki kişileri değiştirirler. Toplumdaki sosyal, ekono-


mik yapıya ilişmezler. İnkılâp ise her şeyden önce siyasal ve sosyal yapının kökten değiş-
tirilmesini amaç edinir.

Geniş anlamda anılan inkılâp kelimesi yanı sıra dilimizde bir de dar anlamda inkılâp
kelimesi kullanılır. Dar anlamda inkılâp, sosyal hayatta ve sosyal müesseselerde belli yön-
lerden kökten değişmedir. Bu değişme, gelişme şeklinde ve genel anlamda inkılâbın ana
amacına uygun olarak gelişir.

Sonuç olarak inkılâp basit ve sadece bir olay değildir. Yeni bir hukuki düzenlemenin
aynı zamanda hareket noktasıdır ve idare edenlerin hukuk anlayışına karşı da müeyyide-
dir. Toplum mevcut olduğu andan itibaren fiil olarak inkılâp da mevcut olmuştur. İhtilâl fiili,
inkılâp fikrinden öncedir.

İhtilâl – İnkılâbın Unsurları


İhtilâl, Halk hareketi olarak mevcut düzeni zor kullanarak yıkmayı, İnkılâp yıkılan düzen
yerine yeni bir düzen kurmayı ifade eder. Bu tarife göre iki olayının unsurları şunlardır:
a) Önce bir halk hareketidir. Modern İhtilâl teorisi, sanıldığının aksine ani bir olay, birden
patlak veren bir hareket olmayıp zamana yayılan, belli bir fikir temeline dayanan oldukça uzun
bir sürecin eseridir.

İhtilâlın en başta gelen bir özelliği hareketin topluma mal edilmesi, toplumca yapılan bir
hareket olmasıdır. Bir kişiye, bir zümreye, bir sınıfa dayanılarak yapılan İhtilâl, toplumca benim-
senmedikçe gerçek anlamda bir İhtilâl niteliğini taşımaz.

b) İhtilâl mevcut düzeni yıkma olayıdır. Mevcut düzenin yıkılması, mevcut hukuk düzenine
karşı gelmeyi, kanuna, aykırı olan harekete geçmeyi gerekli kılar. Dayanağını direnme hakkında
bulan bu toplum hareketi, eskimiş, yıpranmış ve iktidarda bulunanların zorla devama çalıştıkları
eski düzenin yıkılmasını öngörmektedir. İnkılâp ise yıkılan sistemin yerine halkın ihtiyaçlarına
daha geniş ölçüde cevap veren yenisinin tesis edilmesidir.
Giriş 21

İhtilâl – İnkılâbın Evreleri (Safhaları)


Hareket genellikle üç evrede gerçekleşir:

Birinci Evre: Birinci evreyi teşkil eden fikri cephe, cemiyette değişiklik fikrinin
tohumlarının atıldığı ve geliştirildiği devredir. Düşünürlerin, yazarların ve filozofların
hazırladıkları ve yön verdiği devredir. İhtilâl - İnkılâp önce akla dayanan yeni bir sosyal
düzen arayan fikirler olarak doğar. Fikirleri halk yığınlarınca benimsenirse güç ve kuvvet
kazanır.

İkinci Evre: İkinci evre, hazırlık evresinin tamamlanmasından sonra gelir ve aksiyon
safhasıdır. Dar anlamı ile ihtilalı ifade eder. İhtilal başarı gösterirse meşruluk kazanır.
Modern ihtilâllar bir disiplin ve taktik işidir. Güvenilir ve halkın desteğini kazanmış ihtilâlcılar
ister.

Üçüncü Evre: Üçüncü evreyi, yıkılan, bozulan düzenin yerine bir yenisini kurma fiili teşkil
eder. Yeniden kurma ile inkılâp başarılmış olur. İhtilâl kelimesi, canlı ve enerjik bir hareketin
ifadesi olmakla beraber, inkılâbın ancak bir safhasını, daha doğrusu tamamlanmamış
durumunu ifade eder. İnkılâp siyasi ve hukuki hüviyeti olan bir topluluk içerisinde eskilerin
yerini yeni bir idarenin, yeni bir düzenin ve yeni müesseselerin almasıdır. İnkılâpta topluma
yeni ve ileri bir fikre dayanan yeni bir düzen ve değer getirilmiş olur.

İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünceyle modern toplum hayatında yeni ilerleme
ve gelişmelere imkân hazırlamaya yönelik bir düşünceyi benimsemektir. İnkılâpçılık bir
taraftan uygarlık gereği yeni inkılâpları öngörürken, diğer taraftan da ileriye yönelmeyi
gerekli kılmaktadır. İnkılâpçılıkla, Türk toplumu endüstri, bilim, teknoloji, tıp ve sanayi
gibi her alanda, her türlü gelişmeye yabancı kalmayacak kendini çağın gereklerine göre
yenileyecektir. Bu anlamda, inkılâpları sevmeyi ve korumayı, onları medeni ve insani
yaşayışın gereği olarak savunmayı öngörür.

Atatürkçülük ne demektir? Tanımı ve Önemi


Atatürkçülük, Türk milletinin tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması,
devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde
Türk Kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması mücadelesidir. Bu
amaca yönelik olarak temel esasları Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenen devlet
hayatına, fikir hayatına, ekonomik hayata ve toplumun temel müesseselerine ilişkin
fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir.

Atatürkçülük bir bütündür. Atatürk ilke ve inkılâpları ayrı ayrı değerlendirilemez.


Onları, bir bütünü oluşturan unsurlar olarak anlamak ve değerlendirmek gerekir. Atatürk
ilkelerinin ve inkılâplarının, Atatürkçülükte birbirinden daha az önemli olması diye bir şey
düşünülemez.

Devlet Nedir
Devlet toplum halinde yaşayan insanların güvenlik ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Toplumsal iş bölümünün gelişmesi de toplum halinde yaşamayı zorunlu kılan nedenlerdendir.

İnsanların belirli bir düzene göre kendilerini yönetecek, daha önemlisi koruyabilecek
önderler veya ailelerin otoritesini benimsemeleriyle devletin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Örneğin Göktürk Devletinin kurulması, Kül-Tegin yazıtında şöyle anlatılmaktadır:
22 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

“Türk Tanrısı ile Türklerin Kutsal Yer ve Suları, (Türk milletinin) kaderini şöyle çizmişler:
Türk milleti yok olmasın bir millet olsun diye, babam İl-Teriş Kağan ile annem İl-Bilge
Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve (insanoğullarının) üstüne çıkarmış. Bunun üzerine
babam on yedi eri ile (Çin’e) isyan etmiş. Onun isyan ettiğini, Çin egemenliğinin dışına
çıktığını duyan ve ününü alan (Türklerin), şehirde oturanları dağlara çıkmış ve dağdakiler
de aşağı inmişler. Derilip, toplanıp yetmiş er olmuşlar. Tanrı güç verdiği için, babam Kağanın
askerleri tıpkı bir kurt gibi imişler! Düşmanınkiler ise koyun gibi olmuşlar! (Babam), doğuya
ve batıya akın yapmış, (Türkleri)dermiş, toplamış ve yediyüz er olmuşlar. Yediyüz er olunca
da ilsiz ve kağansız kalmış milleti, Çin’e kul ve cariye olmuş milleti, Türk töresini kaybetmiş
milleti, atalarım (Bumin ve İstemi Kağanların) töresine göre yeniden yaratmış ve yeniden
düzenlemiş!...”

Devletin tarihi gelişim içinde kurulmuş olduğunu söyleyen görüş yanında, devleti insan
iradesinin ürünü sayan kuramlar da mevcuttur. Bu konudaki görüşler egemenliğin kaynağı
hakkındaki fikirlerle paralellik taşımaktadır.

Devletin çeşitli şekillerde tanımlandığını görüyoruz. Bir kısmına göre devlet


hükümdardır, Faşist anlayışa göre devlet herşeydir, Marksist görüş ise devleti egemen
sınıfların sömürülen sınıflar üzerinde egemenliğini sürdürmeye yarayan bir baskı aracı
olarak tanımlar. Sözlük anlamıyla ise devlet, bir hükümet idaresinde teşkilatlandırılmış
olan siyasi topluluktur. Bu tanımı biraz daha açarak Devlet şu şekilde tanımlanabilir:
“Yerleşik bir topluluğun hukuksal ve siyasal açıdan örgütlenmesi sonucu oluşan,
tüzel kişiliğe ve egemenliğe sahip bir varlıktır”. Hukuki açıdan devlet, genellikle
unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet: ‘Ülke adi verilen belirli bir toprak
üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuk içinde
bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir’. Devletin varlığı için üç temel unsurun
bulunması gereklidir. Bunlar, ülke, toplum ve egemenliktir. Devletin ülke unsuru,
üzerinde kurulduğu coğrafi sınırlardır. Ülke karada değil denizde, havada ve hatta uzaydaki
uzantıları da kapsar. Bir devletin varlığından sözedebilmek için, o devleti oluşturan insan
topluluğu olmalıdır. İnsan topluluğu devletin nüfusunu oluşturur. Nihayet, devlet iç ve dış
egemenliğe sahip olmalıdır.
Cumhuriyet Nedir?
I. Cumhuriyet Kavramı
Cumhuriyet kelimesini kavram olarak ele aldığında çok değişik açıklamalara ulaşmak
mümkündür. Ancak, cumhuriyet kelime olarak dilimize Arapça “cumhur” kelimesinden
gerdiği bilinmektedir. Dolayısıyla Arapça “cumhur” kelimesi halk, ahali, büyük kalabalık
anlamına gelir; toplu bir halde bulunan kavim yahut millet demektir.

Cumhuriyet tanımlamaları şöyle sıralanabilir: Osmanlıca-Türkçe Sözlükte cumhuriyet,


seçilmiş bir başkanın başında bulunduğu devlet idaresidir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde cumhuriyet, ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve
bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şeklidir.

Meydan Larrousse’de cumhuriyet, halkın hâkimiyeti doğrudan doğruya veya seçtiği


temsilciler aracılığıyla kullandığı devlet şeklidir.

Türk Ansiklopedisi’nde ise, cumhuriyet, kamunun ortak yararı ve yönetimi anlamına


gelen, seçimli ve lâik bir yönetim biçimidir.
Giriş 23

Verilen bilgilerden hareket edildiği zaman Cumhuriyetin ‘Egemenlik’, ‘lâiklik’ ve seçim


olmak üzere üç tane temel özelliğinin olduğu anlaşılmaktadır.

Bütün bu tanımlardan da anlaşılacağı gibi cumhuriyet halkın yönetimi demektir. Burada


halk kendini yönetecek kişileri kendi seçmekte, kendi denetlemekte, her türlü yetkinin ve
işlemin kaynağı halka aittir. Halkın üstünde hiçbir otorite bulunmamaktadır.

Cumhuriyet adı verilen yönetim biçimleri, yöneticilerin göreve getirilmesinde veraset


yöntemini reddetmiştir.

Cumhuriyet adı verilen yönetim biçimlerinde halk, yönetimini beğenmediği yöneticileri,


belli aralıklarla yinelenen seçimlerde değiştirebilmek olanağına sahiptir. Bu nedenle
yöneticiler, toplumu keyfi biçimde yönetemezler; halkın isteklerini ve tercihlerini göz önünde
tutmak zorunda kalırlar. Bir başka deyişle, yöneticilerin iradesi mutlak değil, halk iradesi ile
sınırlıdır.

Cumhuriyetlerde bu özellikler, yönetenleri siyasal bakımdan halka karşı sorumlu


duruma getirir. Yönetilenleri tebaa, kul olmaktan çıkarıp vatandaşlık konumuna yüceltir.

Dar Anlamda Cumhuriyet: Hükümet biçimini ifade eder. En yalın biçimde monarşinin
karşıtı olarak tanımlanır. En çok kabul gören tanımı: devlet başkanı ve devletin diğer
organlarının seçimle ve belli süreler için göreve geldiği yönetim şeklidir.

Geniş Anlamda Cumhuriyet: devlet şeklini ifade eder. Devlet şekillerinin


sınıflanmasında önemli kriterlerinden biri de egemenliğin kime ait olduğudur. Bu açıdan
baktığımızda geniş anlamda cumhuriyet egemenliğin bir kişiye (monarşi) yada zümreye
(aristokrasi) değil toplumun tümüne ait olduğu modeli ifade eder. Geniş anlamda cumhuriyet
tanımı cumhuriyet ve demokrasiyi özdeşleştirmektedir. Oysa demokrasinin olmadığı
cumhuriyetler olduğu gibi (Sosyalist ve Faşist rejimler örnek olarak verilebilir) sınırlı
monarşi (örn: İngiltere, Japonya, İsviçre, Norveç gibi) şeklinde demokrasiler de vardır.

Demokrasi Nedir?
Demokrasi Yunanca demos (halk) ve kratos (iktidar) kelimelerinin birleşmesinden oluşan
bir kavramdır.

Daha sonraki dönemlerde Demokrasi, halkın halk tarafından yönetilmesi şeklindeki


coşkunluk uyandıran ve hitabette çok işe yarayan bir şekilde tanımlanmıştır. Ancak
günümüze kadar bir halkın kendi kendini yönettiği hiçbir zaman mümkün olmamıştır.

Bu yüzden günümüzde Demokrasinin genel anlamda kabul gören yeni tanımları


yapılmıştır. Genel kabul gören o tanılardan birine göre Demokrasi; “halkın kendi yöneticilerin
herhangi bir etki altında kalmadan dürüst ve serbest seçimler yoluyla belirli süreler için
seçme hakkına sahip olduğu bir yönetim şeklidir.”

Bu tanıma göre demokrasi’de halk, devleti yönetimine kendi seçtiği yöneticileri vası-
tasıyla katılır.

Uzun tecrübeler ve düşünceler demokrasi mefhumunda zamana ve mekâna göre


farklı şekiller meydana getirmiş olmakla beraber, değişmeyen genel fikirleri de şu şekilde
özetlenebilir:

a) Demokraside, toplumun idaresinde çoğunluğun menfaatine uygun bir yol tutulur.


Bunu bir kişiye ya da bir sınıfa bırakmayı asla uygun bulmaz. Toplumun
idaresinde, o topluma bağlı her ferdin bir sözü ve bir oyu bulunur ve yönetim
24 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

çoğunluğun isteğine göre yürütülür. Bu yüzden halkın yönetimde en geniş şekilde


temsil edilmesine zemin hazırlar. Ancak çoğunluğun kararına toplumun uyması
istenirken azınlığın hakları da teminat altına alınır. Farklı düşüncelerin serbestçe
ifade edilmesine ve düşüncelerin örgütlenmesine olanak tanır.

b) Toplumda, sosyal, iktisadî ve siyasî alanlarda herkese tam bir eşitlik sağlanır.

c) Kanun karşısında herkes eşittir ve kanunlar herkese eşit şekilde uygulanır.

Bu yapıyı formüle ederek anlatacak olursak Demokrasi = Yönetenlerin halka dayanan


meşruluğu ve halk karşısındaki sorumluluğu (Egemenlik) + Yönetilenlerin yöneticileri
seçme, denetleme ve devlet yönetiminde görev alabilmeleri erki (Seçim) + Hukukla
düzenlenmiş çevre (Yargı bağımsızlığı – Hukukun Üstünlüğü İlkesi) + Haklar ve
Özgürlükler (Hürriyet) temeline dayalı bir yönetim şeklidir.

Klasik temel esaslar olarak görülen bu temele dayanan Demokrasinin, toplumun eği-
tim, ekonomik, sosyal vb. gelişmişlik seviyesine göre toplumum yararları doğrultusunda
daha ileri seviyelere doğru geliştirilebilir.
Avrupa Birliği Nedir?
Avrupa Birliği, II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir yıkıma uğrayan Avrupa’da barışın
ve bölgesel istikrarın yeniden sağlanması ve ekonominin yeniden yapılanma amacıyla
oluşturulan bir ülkeler topluluğudur. 1957 yılında altı kurucu ülke Belçika, Fransa, Hollanda,
Batı Almanya, İtalya ve Lüksemburg tarafından kurulan Avrupa Birliği, önceleri sadece
ekonomik birlik idi. Ancak yıllar içerisinde sanayi, tarım, ticaret, maliye, vergiler gibi
politikaları, ortak kurumlar tarafından yönetilen, tek para birimi Euro’nun kullanıldığı büyük
bir süper güce dönüşmüştür.

Altı üye ülke ile başlayan bu birlik, yıllar içerisinde yenilerinin katılımıyla 15 üyeye
ulaştı. 370 milyon nüfusu ve yaklaşık 8 trilyon Euro’ya yaklaşan gayrisafi milli hâsılayla en
büyük bölgesel güçlerden biri olan AB, 2003 yılında 10 yeni aday ülkenin katılım anlaşması
imzalanmasıyla 01 Mayıs 2007 tarihinden itibaren 27 üyeli ve 465 milyon nüfuslu büyük bir
güç haline gelmiştir.

Avrupa Birliğine üyelik; ekonomik kaygılardan çok, birtakım uluslararası değerlerden


yola çıkan bir birliktir. Dolayısıyla Birliğe katılmak isteyen ülkelerden de Avrupa Birliğini
oluşturan temel değerler ki bunlar; sürekli barışın sağlanması, eşitlik, özgürlük, insan
hakları, azınlık hakları ve temel haklara saygı gibi ilkelere uymaları gerekir. Ayrıca AB’nin
kurallarına ve mevzuatına  uyum sağlaması ve yasal birtakım değişiklikler yapması da
beklenir. Avrupa Birliğine üye olmak isteyen bir ülkenin uyması gereken temel kurallar
1993 de belirlenmiş olan Kopenhag Kriterleridir. Kopenhag Kriterleri: Siyasi Kriterler; aday
ülkenin demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve azınlıkların
korunmasının güvence altına alındığı istikrarlı kurumsal yapıya sahip olmalıdır. Ekonomik
Kriterler; aday ülkenin işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB içinde rekabetçi baskı ve piyasa
güçleriyle başa çıkabilme kapasitesine sahip olmalıdır. Topluluk Müktesebatının Kabulü;
aday ülkenin siyasi, ekonomik ve parasal birlik amaçlarına uyum dâhil olmak üzere, AB
mevzuatını üstlenebilme ve uygulayabilme kapasitesine sahip olmalıdır. Bunlar arasında
siyasi kriterler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı AB’ye
üyelik görüşmelerinin başlaması için önkoşuldur. Bu kriterleri yerine getirmeyen bir devlet
ile müzakere süreci başlatılmamaktadır.
Giriş 25

AB’nin son genişleme süreci; iki Almanya’nın Ekim 1990 da birleşmesiyle Avrupa’nın
merkezinde başlayan demokratikleşme süreci sonrasında, Avrupa Birliği ve eski Varşova
Paktı’na dâhil Merkezi ve Doğu Avrupa Devletleri arasındaki ilişkiler güçlendi. Avrupa
Anlaşmaları ile ticari işbirliği çerçevesinde gelişti. Malları ve iş gücünün serbest dolaşımı,
ekonomik ve mali işbirliğini içeren bu anlaşmaların asıl amacı, bu devletlerde serbest
piyasa ekonomisinin geri dönülmez bir şekilde yerleştirilmesidir.

Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri 31 Temmuz 1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na (AET) yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar. AET Bakanlar Konseyi’nin
başvuruyu kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşma ortaklık sürecini başlatan bir belgedir. Bunu 1970 yılında imzalanan Karma
Protokol izlemiştir. Türkiye’nin üyelik süreci çeşitli nedenlerden dolayı çok uzun sürdü
ve ancak 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazandı. 1999 yılında AB üyeleri
tarafından aday ülke olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine
başladı.

AB Üyesi devletler aşağıdaki gibidir: Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek


Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi,
Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Letonya, Litvanya,
Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya,
Yunanistan.
BÖLÜM I

OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME SEBEPLERİ

GERİLEMENİN SEBEPLERİNE GENEL BİR BAKIŞ


Osmanlı toplum düzeni, yaklaşık olarak 1550 yılına kadar çağına göre oldukça tutarlı ve
dengelidir. Sosyal ekonomik ve idarî düzen, bir yandan devleti, görevlerini ve kurumlarını,
öte yandan insan ve dünya görünüşünü dengelemiştir. Osmanlı toplumundaki bu denge
son derece hassastır. Bu denge, aşağıda da bahsedeceğimiz gibi çeşitli sebeplerden do-
layı sarsıntılar geçirmiş ve Osmanlı Devleti bu sarsıntılara karşı vaktinde gerekli önlemi
alamayınca gerilemeye başlamış ve çökmüştür.

Osmanlı Devleti’nin gerileme olgusunu açıklamaya Toprak Mülkiyeti Rejimi’nin bozul-


ması ile başlamak, olayların tarihteki sıralaması ve sebep sonuç ilişkileri bakımından daha
tercih edilir görünmektedir.

Osmanlı Devleti’nde genel kural olarak topak mülkiyetinin devlete ait oluşu feodal bey-
lerin belirmesini önledi. Tımar ve zeamet toprakları büyük servetler yaratmayacak ölçüde
tutuldu. Kendisine Tımar verilen kimse toprağın verimli bir şekilde ekilip biçilmesinden ve
elde edilecek üründen payını almaktan sorumlu idi. Devlet bu sistemle temelde iki büyük
yarar sağlamaktaydı. Bunlardan birincisi vergi toplayıp bunu gene görevlilerine dağıtma
külfetinden kurtulması, ikincisi de toprakların verimli bir şekilde kullanılmasını güvence al-
tına almasıdır.

Başlangıçta çok iyi işleyen bu düzen XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozuldu.
Bu bozulmanın başlıca nedeni Kanuni Sultan Süleyman’ın en parlak günlerinde başlayan
ve ondan sonra da bir türlü önü alınamayan enflasyondur. Bu enflasyonun da başlıca iki
nedeni vardır. Bunlardan birincisi, ilk açık deniz yolculuklarından Avrupa’ya akan kıymetli
madenlerin, özellikle gümüşün Osmanlı İmparatorluğu’na da girerek piyasada o zamana
kadar görülmemiş bir para bolluğuna yol açması, ikincisi de devlet giderlerinde görülen
devamlı artıştır.

16. yüzyılın sonundan itibaren belirlemeye başlayan ve içeride yeni gelir kaynağı olarak
görülen “İltizam” usulü de Osmanlı sisteminin çöküşünde rol oynadı. İltizam usulüyle devlet
belli bir yörenin vergi gelirini belli bir süre için bir mültezime peşin para karşılığında satıyordu.
Bir kere bu hakkı alan mültezim devlete peşin olarak verdiği parayı fazlası ile çıkarabilmek
için, gelirini satın aldığı yörenin köylüsünü alabildiğine sömürmeye başladı. Devlet iltizamı,
önceleri üçer yıllık sürelerle vermişti. Ne var ki devletin para ihtiyacı arttıkça bu sürelerde
giderek uzadı. Bu gelişme Hıristiyanlardan daha çok Müslüman Türk ve Arapların üzerinde
derin yaralar açtı. Mültezimler Müslüman reayadan (köylüden) aldığı parayı Hıristiyan
tebaadan aldığı paradan farklı görmemeye başladı. İşte bu durum; Batı Avrupa’da feodalitenin
bütün gücünü yitirdiği ve burjuvazinin belirdiği sırada Osmanlı İmparatorluğu’nda bir ayağı
28 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

eşrafa, bir ayağı da ayan’a dayanan derebeylik düzenini ortaya çıkardı. Buna karşılık giderek
artan enflasyon ve giderek çoğalan vergiler zaten fazla güçlü olmayan Osmanlı orta sınıfını
büsbütün güçsüzleştirdi. Avrupa’dakine benzer bir tür üretici burjuvazisinin gelişmesini önledi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun önce duraklayıp sonra gerilemesinde ve giderek ekonomik
bağımsızlığından taviz vermesinde bir burjuva sınıfının yokluğunun büyük payı olsa gerektir.

Burjuva sınıfının gelişmemesi Osmanlı İmparatorluğu’nda üç önemli sonuca sebebiyet


verdi:

1) Burjuvazi girişimleri sonunda gerçekleşen endüstri devrimi Osmanlı


İmparatorluğu’nda gerçekleşmemiştir. Eğer, Osmanlı Devleti bu devrimin önemini
zamanında kavrayıp endüstrileşmeyi kendi imkânlarıyla sağlayabilseydi, belki Avrupa’yı
bir ölçüde izlemek imkânı bulabilirdi. Fakat bu yapılamadı. Böyle olunca Osmanlı toplumu
zenginliğe ulaşamadı.

2) Ekonomik sektörlere canlılık getirecek iktisâdi bir karar birimi olan ve davranış
çerçevesini anormal kâr maksimizasyonuna göre inşa edecek bir insan tipolojisinin
Osmanlı toplumunda 1870’lere kadar oluşturulamaması, Osmanlı burjuvazisinin ekonomik
girişim ruhundan yoksun kalışı ve devlet adamlarının serveti ekonomik verimlilikten uzak,
kâr bekleyişinden çok prestij meselesi olarak algılaması;

3) Kuruluş ve yükseliş döneminde halkla çok iyi bir iletişim kurmayı başaran ve
sürekli kendisini yenileyebilen Osmanlı Devleti’nin insan yetiştirme kaynağı olan ilmiye
sınıfının bozulması da Osmanlı Devleti’nin gerilemesinde önemli bir pay sahibidir. Bu
sınıf başlangıçta batıdaki ruhban sınıfı gibi kapalı ve sınırlı bir zümre değildi. Vakanüvis
Naima Efendi’nin ifadesi ile ulema, devleti oluşturan dört unsurdan en önemlisi, devletin
damarlarındaki kandı. IV. Murat’a bir risale sunan Koçi Bey de ulema sınıfı için “şeriatın
desteği ilim, ilmin desteği ulema idi… Halk Allah’tan korkanlara muhalefete cesaret
edemezdi” der.

Ancak 16. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ulemasının, kendisini Batıdan


üstün görmesi ve kendi kendisini aşma düşüncesinden vazgeçip daha önce yetişmiş olan
ulemanın bilgilerini tekrarlamayı yeterli görmesi; bilimsel gelişmelerden uzak kalmasına,
ve imparatorluğun hızla gerilemesine neden oldu.

Avrupa’da sosyal ve fen bilimlerinin öncüleri bir bir ortaya çıkarken, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Batı’nın hızla terk ettiği Ortaçağ skolâstik düşüncesi ve onun sosyal
yapıdaki uzantısı feodal yapı, yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladı. Böyle bir
ortamda Osmanlı toplumunda sosyal felsefe, tarih felsefesi ve ekonomi-politik ortaya
çıkamazdı. Bu itibarla, 18. yüzyılın en önemli olaylarından biri olan Fransız İhtilâli de bir
düşünce değişikliği uyandıracak anlamda yorumlanamadı. Geleneksel güçler, üst düzey
devlet idarecilerinin çoğunlukla kişisel gayretleri ile gerçekleştirmeye çalıştıkları ordunun
modernleştirilmesine bile uzun süre direnmeyi başardılar. Bir dönem ilmin odak noktası
olmayı başaran medreselerde, İslâm dini dünyaya büyük önem verdiği halde insanları
yalnız ahirete hazırlayan kurumlar haline geldi. Başarılı bilim adamlarının yetişmesi
tamamen ferdi eğitim ve öğretime kaldı. Böylece, bir dönem gerek halkla bütünleşmeleri
ve gerekse devlet yöneticilerine yaptıkları önemli bilimsel katkı ile devletin yükselmesinde
büyük pay sahibi olan âlimler son döneminde gerilemenin odağı, isyanların destekleyicisi,
rüşvetin merkezi durumuna geldiler.

Yukarıda ifade ettiklerimizin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri içinde
sayılan öğelerin başlıcalarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 29

1) Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra Osmanlı yöneticilerinde ve yönetimde


bozulma başlamıştır.
2) Macaristan’ın fethinden sonra imparatorluk doğal sınırlarına ulaşmış, daha fazla
gelişme şansı bulamamıştır.
3) Osmanlı Devleti Avrupa’da gelişen savaş teknolojisine ayak uyduramamış ve düzenli
Avrupa orduları karşısında yenilgiye uğramaya başlamıştır.
4) Kapitülasyonlarla gayri Müslim Osmanlı tebaasının bir nevi himayesine hak
kazandırdıklarını iddia eden yabancı devletlerin tesirleriyle, muhtelif mezheplere
mensup Hıristiyan tebaanın hükümet tarafından idaresinde bazı problemlerin
ortaya çıkması,
5) XVII. asrın ortalarından sonra, harplerin bir gelir kaynağı olmaktan ziyade büyük
masraflara yol açması,
6) Büyük devletlerin tamamı gibi muhtelif dinlere, mezheplere inanan, muhtelif
dillerle konuşan birçok kavimlere hâkim Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaasını,
maddî, manevî tesirlerle uzlaştırarak birleşmeye muvaffak olamaması,
7) Ordu ve maliyenin bozulması vb.

Bütün bu ve benzeri söylenenlerde gerçek payı yok değildir.

YENİLİK HAREKETLERİ
Karlofça (1699), Pasarofça (1718) ve Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmalarını doğuran
yenilgiler, Osmanlı Devlet adamlarına kendi ülkelerinin her alanda batıdan geri kaldığını
ve yeniden onların düzeyine erişmenin, hatta geçmenin ancak ıslahat hareketleriyle
gerçekleştirilebileceğini gösteriyordu. 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Avrupa Devletleri
tarzında reformlar yapılmak istenmesinin sebebi budur. Ne var ki, devletin üst seviyedeki
yöneticilerinin çoğu kendi kişisel çıkarları sebebiyle köklü bir toplumsal yapı değişikliğini
benimsenmiyor, ancak eski üretim ve egemenlik sisteminin korunması şartıyla başta askerî
alanda olmak üzere bazı kurumlarda ıslahat yapılmasını uygun görüyorlardı. Bu sebeple
Avrupa’ya geçici elçiler gönderildi. Bu amaçla Yirmi sekiz Mehmet Çelebi ve oğlu Sait Efendi
1721’de Paris’e gitmiş ve görevi sırasında matbaa ile ilgilenmişlerdir. Paris dönüşünde
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın desteğini alan Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika 1726
yılında verilen bir fermanla matbaanın kurulması müsaadesini aldılar.

Bu eğilime uygun olarak Osmanlı Devleti’nde ıslahat hareketleri askerî alanda


yoğunlaştı. Avrupa tarzında Humbaracı kıtalarını oluşturmak ve mevcudu ıslah etmek
için Eylül 1731’de Sadrazam Topal Osman Paşa tarafından Fransız asıllı Comte de
Boneval (Humbaracı Ahmet Paşa) görevlendirildi. 1734’de Üsküdar’da yeni bir öğretim
merkezi Hendesehane açıldı. Ancak bu okul ve Boneval’ın evlatlık edindiği Süleyman’ın
komutasında teşkil edilen mühendisler kıtası uzun süreli olmadı. Yeniçeriler tabiatıyla bu
tür yeni moda fikirlerin hepsine şiddetle karşıydı. Görünüşte tasarıyı onlardan gizli tutma
çabasına rağmen, okulun yerini keşfedip kapatılmasını sağladılar. Böylece Osmanlı ordusu
1769’a kadar teknik öğretim kurumlarından mahrum kaldı.

1773’te denizcilik için yeni bir matematik okulunun açılışıyla daha ciddi bir çaba başladı.
Bu okulun başına önce Macar asıllı Fransız Kontu Baron de Tott getirildi. Baron de Tott
hatıralarında bu okulun öğrencileri arasında beyaz sakallı kaptanların ve altmış yaşını geçmiş
olanların bulunduğundan bahseder. Bununla birlikte bu okul, zamanına göre eğitilmiş bir subay
sınıfı çekirdeği meydana getirdi ve daha sonra açılacak okullara örneklik etti.
30 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

III. SELİM DÖNEMİ


Osmanlı Devleti’nde Islahat faaliyetleri III. Selim döneminde artarak devam etti. III. Selim
(Saltanatı: 1789-1807) 18. yüzyılın ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş ve daha veliaht
iken, ihtilâl öncesi Fransa’nın son kralı olan XVI. Luis ile, yapılabilecek ıslahat konusunda
gizlice mektuplaşmış, O’ndan tavsiyeler almıştı. Bu davranış, III. Selim’in ıslahat yolunda
hedeflerinden daha ileri gitmek niyetinde olduğunu gösterir.

III. Selim tahta çıktığı vakit art arda gelen başarısızlıklardan dolayı kafası sürekli şu
soru ile meşguldü. “Bu devlet nasıl kurtarılabilir.” Kırım’ın kurtarılması için 1787 yazında
başlatılmış olan savaştan henüz çıkılmış olması sebebiyle ilk akla gelen çözüm yolu,
Avrupa’ya açılımı sağlayarak orduyu Avrupa tarzında yeniden teçhiz etmekti. Ama bu
yeterli olacak mıydı? Sultan bu yüzden kafasındaki soruyu şahsilikten çıkararak devlete
mal etmek düşüncesiyle oluşturduğu danışma grubunda dönemin seçkinlerine de sordu ve
Batı karşısında devletin niçin geri kaldığı, ne gibi tedbirlerle kötü gidişin durdurulabileceği
konusunda incelemeler yapılarak kendisine “layihalar” (raporlar) sunulmasını istedi. III.
Selim’e bu hususta 22 rapor sunuldu.

III. Selim kendisine sunulan raporlar doğrultusunda ıslahatlar başlattı. Bu dönemin en


anlamlı ıslahatı hiç şüphesiz Nizam-ı Cedit hareketidir. III. Selim bu projeyi kendi kadrosu
ile gerçekleştirmek istediğinden Sadrazam ve Serdar Koca Yusuf Paşa’yı görevinden aldı.
Kendisine karşı başlatılan şiddetli muhalefet ve dedikoduya aldırmadan, daha önceden
mektuplaştığı XVI. Luis’nin tavsiyeleri ile başta Ebubekir Ratıp Efendi’nin sefaretnamesi
ve kendisine sunulan 22 layihadan çıkardığı sonuçlardan Nizam-ı Cedit (yeni düzen)
hareketine girişti. III. Selim, ıslahatı için kullandığı bu deyim ilham kaynağını açıkça ortaya
koymaktadır.

Nizam-ı Cedit hareketinin karakterindeki en belirgin özellik, Batı’nın Osmanlı


İmparatorluğu’ndan her yönü ile üstün olduğunun kabul etmiş olmasıdır.

Dar anlamda Nizam-ı Cedit, yeni bir ordunun kurulmasından başka bir şey değildir.
Ordunun kuruluşuna Yeniçeri Ocağı’nın tepki göstereceği bilindiği için Nizam-ı Cedit
Ordusu Bostancı Ocağına bağlandı ve resmî adı Bostancı Tüfekçisi Ocağı oldu. Ordu’nun
ilk başarısı Akka Zaferi ve Napolyon’un Mısır’dan kaçması sırasında görüldü. Bunun
ardından 1799’da Üsküdar’da kıyafetlerinin rengi ayrı olan ikinci orta kuruldu. Nizam-ı
Cedit hareketinin geniş anlamı “mevcut rejimin yerine yenisini koymaktı” ve şu hususları
içine alıyordu.

1) Yeniçeri ocağını kaldırmak,


2) Ulema sınıfının nüfuzunu kırmak,
3) Avrupalılaşmak.

Bu radikal düşünceler bizi ilk defa gerçek bir ıslahatçı padişah tipi ile karşılaştırmaktadır.
Ancak bu nokta da aklımıza şu soruyu getirmektedir. III. Selim bu büyük değişimi
gerçekleştirebilir miydi? Bu soruya evet cevabı vermek zordur. Çünkü Osmanlı Devleti’nin
hükümet prensipleri ve idare sistemi başlangıçta Batıya karşı üstünlüklere sahipti. Bir
dönem Batıya karşı tartışmasız bir üstünlüğe sahip bir devletin, Batı esaslarını benimsemek
zorunda kalması başlı başına büyük bir zorluğu ve batılılaşma talebi içinde olanlara karşı
da tepkiyi ortaya çıkarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 31

Bu yüzden III. Selim’in ıslahat programında da hemen hemen bütün Osmanlı ıslahat
doktrininin ana temasını oluşturan “eskinin yanında yeniyi kurma” metodu ön plana çık-
mıştır. Bu metot, İngiltere örneğindeki olumlu sonucu vermemiş, aksine birbirini inkâr eden
iki ayrı tip müessesenin, kültür seviyesi düşük aydın insanların yerini müneccimlerin aldığı
ve onlardan medet beklendiği bir ortamda bir arada yaşatılmak istenmesi, ıslahat hareket-
lerinin çoğunu ölü doğmuş bir hale getirmiştir.

III. Selim’in bütün iyi niyetine rağmen yenilik hareketleri istenilen neticeleri vermedi.
Bunun başlıca sebeplerini aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:

1) Reformları uygulayacak yeterli sayıda inançlı kadronun bulunmayışı ve reformla-


rın halka anlatılamayışıdır. III. Selim’in iş başına getirdiği elemanların çoğu, inanmadık-
ları halde sadece mevkilerini korumak için ıslahat yanlısı görünüyorlardı. Sayıları az olan
reform taraftarları ise, Avrupa’nın bilim ve teknikte öne geçmiş olduklarını kabul etmekle
beraber işe nereden, nasıl ve hangi metotla başlayacakları konusunda hem fikir değillerdi.
III. Selim’e sunulan layihalardan tutucu, sentezci ve radikal olmak üzere belli başlı üç ayrı
görüşün çıkmış olması da belli bir ortak fikre sahip olmadıklarını göstermektedir.

2) Yenilik hareketlerinin başarısızlığa uğramasının bir diğer önemli sebebi, İstanbul’da


hemen her alanda tekelciliğin baş göstermesinin yanı sıra Anadolu’dan çok miktarda nüfu-
sun İstanbul’a akması ile ortaya çıkan işsizlik ve buna paralel olarak Yeniçerilerin gelirlerin-
de görülen azalmadır. Yeniçeri kahvelerinde, reformlar için toplanan gelirlerin büyüklüklerin
cebine girdiği, zevk ve eğlencede harcandığı yolundaki dedikodular ise yeniliklere duyulan
tepkinin bir ölçüde dışa yansımasıdır.

3) Dış siyasette karşılaşılan başarısızlık ve dış dünyanın Osmanlı Devleti’ne tesir-


leri: Aslında dünya çapında bir hareket olan Fransız İhtilâli ve Napolyon savaşları sıra-
sında Osmanlı Devleti kendisini parçalayıp yıkacak iki kasırgaya tutuldu. Bunlardan biri
Fransızların ihtilâlci heyecanla her yanda ve bu arada Osmanlı topraklarında yaymak-
ta oldukları hürriyetçi ve Milliyetçi düşünce; ikincisi de Rusların bu ihtilâle “panzehir” ve
emperyalizmlerinin silahı olarak Rumeli’de yaptıkları fakat sonuç olarak aynı noktaya
(Osmanlı ülkesini parçalamaya) ulaşan Ortodoksluk ve Slavcılık propagandasıydı. Bu sıra-
da Müslüman Osmanlıların ayanlık ve talimli asker-yeniçeri gaileleri ile uğraşıyor olması bu
etkileri daha da yıkıcı kılıyordu. Merkeze karşı başlarına buyrukluk davasında olan ayanlar
her çeşit dış desteği kabule hazır durumdaydılar. Mesela Canikoğullarından Tayyar Paşa
gibi bazı ayanlar Ruslardan para ve silah yardımı alıyordu.

Sonuçta ulema, ıslahatçı devlet erkânı ile birlikte III. Selim’in de öldürülmesi fetvasını
verdi. Böylece olaya meşruluk kazandırılarak; ilerde bu hareketi yapanların cezalandırılma-
sının önüne geçilmiş ve eski düzen taraftarı IV. Mustafa padişah yapılmıştı. Ancak Rusçuk
Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın isyandan kurtulmayı başaran Nizam-ı Cedit’çilerle
İstanbul’a yürümesi ve olaylara el konmasından sonra 28 Temmuz 1808’de IV. Mustafa’nın
yerine II. Mahmut tahta çıkarıldı. Böylece Osmanlı tahtına kimin oturacağı, iyi niyetli de
olsa, bir ayanın kararıyla belirleniş oluyordu.

1789 FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ


Fransız ihtilâli, bir bakıma 18. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da gelişen aydınlanma
hareketinin (düşünce sisteminde aklı ön plana çıkarma) bir sonucudur. 17. yüzyılın sonlarına
kadar adeta devlet hâkimi durumunda bulunan kilise tarafından dondurulmuş isimleri
arasında yer alan Monteskiyö, Volter, Jan Jak Russo, Diderot gibi aydınlar tarafından akıl,
her konunun çözümünü sağlayacak bir anahtar olarak ortaya atılınca, toplum hayatının
32 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

birçok alanında reformcu görüşlerin gelişmesine yol açtı. Aydınlar arasında akılcılığın hızla
yayılması, toplumu dar kalıplı, kilise tarafından sınırlandırılmış düşünce biçimlerinden belli
oranda çıkarmayı başardı. Toplum, aydınların öncülüğünde kiliseyi ve devleti sorgulamaya
başladı. Hürriyet fikri dalga dalga yayıldı. Bu duruma Fransa’nın içinde bulunduğu
iktisadî bunalım da eklenince Kral XVI. Luis bunalıma bir çare bulmak ümidi ile istemeye
istemeye 1614 yılından beri toplanmayan Etats Generaux’u (Soylular, papazlar ve halk
temsilcilerinden meydana gelen ve hükümet tarafından belirlenen zamanlarda toplanan
ancak herhangi bir yasama ve yürütme belirlenen yetkisi olmayan meclis) toplantıya
çağırmak zorunda kaldı. Ancak bu meclisin çalışmalarından bir sonuç çıkmadı.

Bunun üzerinde 17 Haziran 1789 tarihinde halk temsilcileri, toplumun %96’sını temsil
ettiklerini söyleyerek, kendilerinden meydana gelen meclisi “Millî Meclis” olarak ilan ettiler.
20 Haziran’daki toplantıda da bir anayasa yapılıncaya kadar dağılmamaya ant içtiler.

Millî Meclis’in Fransa krallığı için bir anayasa yapmak üzere harekete geçmesi,
yüzyıllardan beri süre gelen monarşi yönetimini değiştirmeyi hedef alan bir hareketti. Bu
bakımdan krala ve kiliseye karşı gelmekti. İşte bu girişimle ihtilâl başlamış oluyordu. 14
Temmuz’da halk, Paris’te yönetime el koyarak Derebeylik sistemin kaldırıldığını ilan etti.
28 Ağustos 1789’da ise “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi” yayınlandı. Bu bildirinin ana
hatları şunlardır:

Madde 1- İnsanlar, hakları bakımından hür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar…


Madde 2- Bu haklar; hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı koymaktadır…
Madde 3- Her türlü egemenlik esas olarak milletindir.
Madde 6- Kanun umumi iradenin ifadesidir…
Madde 10- Kamu düzenini ihlal etmedikçe hiç kimse siyasal ve dinsel kanaatlerinden
ötürü kınanamaz.
Madde 11- Her vatandaş hür bir şekilde konuşabilir, yazabilir ve yayında bulunabilir.

Sonuç olarak Fransız İhtilâli, görünüşte sosyo-ekonomik ve hiyerarşik sebeplerle


başlamakla beraber, kısa zamanda 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma
hareketinin beraberinde getirdiği hürriyet, eşitlik, millî idare, özgürlük, laiklik cumhuriyet gibi
fikir akımlarının etkisi altına girdi. İhtilâl ile birlikte gelişen bu ve diğer düşünce akımları ihtilâl
orduları tarafından Avrupa’ya yayıldı. Daha önce Avrupa’da kurulmuş olan güçler dengesi
özellikle Napolyon savaşları ve hegemonyası ile tamamen bozuldu. Ancak bu durum diğer
devletlerin tepkisine ve karşı hareketlerine girişmelerine yol açtı. Bunun sonucunda Avrupa
devletleri, Napolyon’un yenilgiye uğratılmasından sonra 1814-1815 tarihleri arasında
Viyana’da, Fransız İhtilâli ve Napolyon savaşlarıyla bozulan Avrupa’daki güçler dengesini
yeniden kurmak için bir kongre topladılar.

Fransız İhtilâli, milletlerarası siyasî hayatta ise; milletlerin hakları, milletlerin kendi
geleceklerine kendilerinin hâkim olması, milletlerin eşitliği, plebisit, doğal sınırlar, tarafsızlar
hukuku gibi sonraki yıllarda önce Avrupa’nın sonra da dünyanın sosyal, siyasî ve ekonomik
hayatının şekillenmesinde önemli roller oynayacak prensipleri getirdi.

Böylece 1789 Fransız İhtilâli, ortaya koymuş olduğu düşünce akımları, siyasî, sosyal,
ekonomik, askerî alanlarda getirdikleri ve bunların etkileri ile, günümüze kadar dünya
ölçüsünde büyük değişikliklerin ve gelişmelerin meydana gelmesine yol açmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 33

FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ


Osmanlı İmparatorluğu 1789’da Fransız İhtilâli başladığında, diğer Avrupa devletlerinde
olduğu gibi, gelişmelere Fransa’nın bir iç meselesi olarak yaklaştı. Bir İslâm devleti olması,
Avrupa ölçülerine göre ayrıcalığa ve eşitsizliğe dayanan siyasî ve sosyal bir yapıya sahip
olmamasından endişe de duymadı. Üstelik Fransa’nın, Osmanlı Devleti ile ortak hududu
da yoktu. Endişe duyulmamasında Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da daima elçiliklerinin
bulunmamasından dolayı gelişmelerle ilgili bilgilerinin dolaylı yollardan öğreniliyor
olmasının da rolü vardır. Bu yüzden Osmanlı yöneticilerinin, ihtilâlin gelişmesinden sonra
dâhi, ihtilâlin getirdiklerini tam olarak anlayabilmiş oldukları söylenemez.

Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Fransa ile mutat dostluk ilişkilerini devam ettirdi. Hatta
o tarihe kadar Osmanlı Devleti’nin Fransa’da daimi elçisi yokken ilk defa olarak Mora’lı
Esseyyid Ali Efendi 1797 yılında Paris’e elçi olarak gönderildi. Fakat Temmuz 1798’de
Mısır’ın Fransa tarafından işgali iki devletin arasının açılmasına ve Osmanlı Devleti’nin
Mısır meselesinin dolayı önce Rusya ile daha sonra da İngiltere ile ittifak yapmasına
yol açtı. Bu ittifaktan sonra Napolyon Ağustos 1799’da kuvvetlerini Mısır’da bırakarak
Fransa’ya dönmek zorunda kaldı. Fransa’nın Mısır’da bıraktığı kuvvetler, o sırada Mısır’a
çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri tarafından Mart-Nisan 1801 tarihinde yenilgiye uğratıldı.
Bunun üzerine Fransa Mısır’daki kuvvetlerini tamamen geri çekmeye karar verdi. Sonuçta
iki devlet arasında 25 Haziran 1802’de Paris’te barış antlaşması imzalandı. Buna göre
Fransa Mısır’ı Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu.

II. MAHMUT DÖNEMİNDE YENİLEŞME HAREKETLERİ


A- Sened-i İttifak
II. Mahmut’u hükümdarlığa kendisini de iktidara getiren Alemdar Mustafa Paşa, önce yeniliğe
karşı olanlarla savaştı. Daha sonra ülkede birliği sağlama kaygısıyla, ileri gelen ayanları
İstanbul’a çağırdı. Yapılan görüşmelerin sonucunda 7 Ekim 1808’de Sened-i İttifak denilen
sözleşme imzalandı. Sened-i İttifak bir giriş ve yedi bölümden oluşmuştur. Giriş kısmında,
merkezde devlet ileri gelenleriyle taşra ayanları arasındaki ayrılık ve mücadele yüzünden
İmparatorluğun yıkılma noktasına geldiği belirtilerek bu senetle devletin kalkınması için
gereken şartların tespit olunduğu belirtilmiştir.

Sened-i İttifak, belgesinde belirli bir askerî reform programı olmamasına karşın;
tartışmaların yönü ve maddeler, III. Selim’in Nizam-ı Cedit ordusunun hazır bulunanların
tam desteği ile yeniden kurulacağını gösteriyordu. Ancak Sened-i İttifak’ın önemi ilk kez
Osmanlı padişahının yetkilerini resmi bir belge ile kısıtlanmış olması ve hükümdar ile ayanlar
arasında yazılı bir anayasa denilebilecek anlaşma niteliğinde görülmesinden gelmektedir.
Başlangıçta II. Mahmut, Alemdar Mustafa Paşa’nın bu teşebbüsünü hükümdarlık haklarına
bir darbe olarak gördüğünden imzalamak istemedi ise de, sonunda başından tehlikeyi
savdıktan sonra icabına bakabileceği öğüdünde bulunan Eğriboyun Ömer Ağa’nın sözüne
uyarak belgeyi istemeden de olsa onaylanmıştır. Ancak, bu girişimden öylesine rahatsızlık
duymuştur ki ilk fırsatta senedi kaleme almış olan Beylikçi İzzet Bey’i Üsküdar’da astırdı.
Diğer taraftan Nizam-ı Cedit’in yerine Sekban-i Cedit kurulmasından bir ay sonra 14 Kasım
1808 gecesi İstanbul’da patlak veren ve Alemdar Mustafa Paşa’yı hedef alan Yeniçeri
ayaklanması karşısında da sessiz kaldı. Alemdar’ın öldürülmesi üzerine de sarayı kuşatan
yeniçerilerle anlaşma yoluna gitti. Sekban-ı Cedit, isyancıların isteği doğrultusunda dağıtıldı.

B- Yenilik Hareketleri
II. Mahmut, 14 Kasım 1808 İsyanı’ndan sonra Yeniçeri Ocağına verdiği tavizlerine karşılık, tahta
çıkışından sonraki 18 yılda çeşitli yollara başvurmak suretiyle Anadolu ve Rumeli ayanlarının
34 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

nüfuzunu kırdı. Eyaletleri merkeze bağladı. Bundan sonra Yeniçeri Ocağını itaat altına alma
işine girişti. Ocakta ıslahat yapılmasına dair bir hatt-ı hümayun çıkarması üzerine 15 Haziran
1826’da Yeniçeriler ayaklandılar ve kışlalarının bulunduğu at meydanına toplandılar. II.
Mahmut kışlaları topa tutturdu ve isyanı kanlı bir şekilde bastırdı. Hemen ardından da Yeniçeri
Ocağı bütünüyle kaldırıldı.

II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nın yerine Avrupa usulünde yetiştirilmek üzere Asakir-i
Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu ordunun başkumandanlığını yapmak için
Seraskerlik makamı kuruldu. Yeni orduya asker sağlanması, 1826 yılı sonunda çıkarılan
bir nizamname ile düzene kondu. Askerlerin eğitimi için Avrupa’dan ve Mısır’dan subaylar
getirildi. Alman Feldmareşal Helmut Von Moltke getirilen subayların arasındaydı.

II. Mahmut’un sağlık alanındaki reformları da dikkat çekicidir. Ordunun hekim ihtiyacını
karşılamak için 1827 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda Tıbhane-i Amire açıldı. 1812’den
beri aralıklarla devam eden veba ve kolera salgınları için 1838’de Avusturya’dan getirilen
uzmanların yardımıyla İstanbul yakınlarında bir karantina merkezi kuruldu. Yeni orduya
Avrupa harp sanatını bilen piyade ve süvari subaylarının yetiştirilmesi için 1834 yılında
İstanbul’da Maçka kışlasında Mekteb-i Umumi Harbiye öğretime açıldı. Batıya öğrenci
gönderilmesine de II. Mahmut zamanında başladı.

II. Mahmut’la birlikte Osmanlı Devleti’nin idarî, kültürel ve sosyal hayatında da


önemli değişiklikler yaptı. Defterdarlık kaldırılarak Malîye Nezareti teşkil edildi. Mülkîye
Nezaretinin adı Dâhiliye Nezareti’ne çevrildi. 1837’de Meclis-i Valay-ı Ahkâm-ı Adliye
kuruldu. Bu meclis, Tanzimat devrinde askerlik dışı bütün ıslahatların planlandığı ve icra-
atların denetlendiği başlıca müessese görevini yerine getirecekti. II. Mahmut 1833 yılında
Babıâli’de Tercüme Odası’nı açtı. Gaye; devletin dış ülkelerle olan resmi yazışmaları yü-
rütmek yanında, söz konusu odada yabancı dil bilen memurlar yetiştirmekteydi. Nitekim
ertesi yıl Avrupa’da Osmanlı ikamet elçilikleri yeniden kuruldu. Tanzimat hareketi öncüle-
rinin hemen hemen hepsi gençliklerinde ya Tercüme Odası’nda ya da ikamet elçiliklerinin
birinde bir müddet çalışmışlardı.

II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen kıyafet değişikliği de kayda değer bir gelişme-
dir. 1828’de Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerine fes giydirildikten sonra, ertesi yıl
devlet memurlarının batılı tarzda giyinmeleri bir irade ile sağlandı. Sarık sarmak ve cübbe
giymek yalnız din adamlarına bırakıldı. Bizzat padişah sakalını keserek batılı kıyafeti ile
halkına örnek oldu. Avrupa tipi eğlenceler düzenlendi.

Bu devirde haberleşme ve ulaştırma sahalarında da önemli gelişmeler yaşandı.


1831’de İstanbul’da ilk Türk resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi çıkarılmaya başlandığı
gibi, 1834’de de Üsküdar’dan İzmit’e kadar ilk posta yolu hizmete açıldı.

Kaldırılan Yeniçeri Ocağının yerine kurulacak ordunun insan ve vergi kaynağını tespit
için Anadolu ve Rumeli’deki erkek nüfusun sayımı yapıldı. Böylece Hıristiyan ve İslâm er-
kek sayısı ortaya çıkarıldı. Nüfus sayımı ile birlikte mülk yazımı da yapıldı.

II. Mahmut döneminde memleket dışına yapılacak geziler için Hariciye Nezareti’nden
(Dışişleri Bakanlığı) pasaport alınması şart getirildi. Mehter kaldırılıp Mızıka-i Hümayun
kuruldu. Tiyatro, opera girdi. Eğitim alanında ilköğretim mecburi yapıldı. Tıp Mektebi, Adliye
Mektebi açıldı. Divan-ı Hümayun yerine Meclis-i Hass-ı Vükela; Reisül-Küttaplık yerine
Hariciye Nezareti kuruldu. Ayrıca Şura-yı Bab-ı Âli kuruldu.

II. Mahmut ıslahatçı Osmanlı padişahları arasında en başarılı olanı sayılır. Bununla
birlikte reform hareketleri yolunda ne bir kesinlik, ne bir yeterli yöntem ve ne de bunların
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 35

gerçekleştirilmesi yolunda geniş bir anlayış getirebildi. Reform isteği, işlerin temelinden
çok, dış görünüşlerine dayanıyordu. Kâğıt üzerine pek hoş görünen yasal değişiklikler içe-
rikten yoksun etkisiz ve uygulamaz durumdaydı. O denli geniş alanda reform girişimi de o
günkü siyasal koşullar içinde vakitsizdi. Toplum böyle bir dönüşüme hazır değildi.

1838 Balta Limanı Gümrük ve Ticaret Antlaşması


İçte ve dışta bir dizi önemli meselenin içinde boğuşan Osmanlı Devleti en güçlü sömürgeci
ülke olan İngiltere ile yapılacak bir ticaret antlaşması ile hiç olmazsa Mısır Meselesi’nde
İngilizleri Osmanlılarla aynı safta tutabilmeyi umuyordu. Nitekim bir İngiliz subayı olan Sir
Adoplhus Slade bu antlaşmayı Osmanlı Devleti açısından şöyle yorumlamıştı: “…Padişah
(II. Mahmut) Devleti Aliyye-İngiltere ticaret muahedesini (antlaşmasını), ‘bu muahede
Mehmet Ali’yi bitirecektir’ kanaatıyla kabul etmiştir…” Bu ortamda ferdi bir iki çıkış dışın-
da İngiltere’nin Ortadoğu’ya sızmasının nedenlerini ve bunun dayandığı iktisat siyasetinin
boyutlarını kavrayacak bir iktisadî bilinçlenme Osmanlı devlet adamlarında henüz görül-
memektedir. Oysa İngiltere, Osmanlı Devleti’nin kendileri için nasıl bir pazar oluşturaca-
ğını araştırmak için, daha 1833’de Davit Urguhart’ı gizli bir görevle Türkiye’ye gönderdi.
Urguhart 1833’den 1838’e kadar bütün mesaisini bu işe hasretti. Antlaşma 16.08.1838’de
II. Mahmut tarafından Balta Limanında imzalanınca, Lord Palmerston bu antlaşmanın
İngiltere için “bir şaheser” olduğu ifadesini kullandı.

TANZİMAT DÖNEMİ
Gülhane Hattı Hümayunu
Tarihimizde Tanzimat-ı Hayriye adıyla anılan bu devir Türk yenileşme tarihinde bir dönüm
noktasıdır. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Ortaçağa ait bir devlet sisteminden hukukî
manada yeni ve çağdaş bir devlet teşkilâtına doğru ilk adımını atmaya teşebbüs eder. Reform
gayretlerinin başlangıcından Tanzimat’a kadar, bir asrı aşan zaman zarfında çalışmalar
önemli ölçüde askerî alana yönetilmiş, burada da bütün gailelerin ağırlık merkezini teşkil
eden yeniçerilerin ıslahı veya kaldırılması ile uğraşılmıştır. Ordu meselesi bir dereceye
kadar halledildikten sonradır ki, reform temayülleri ancak diğer sahalara yönetilebilmiştir.

II. Mahmut’un son yıllarında Mısır Meselesi yeniden patlak verdi. 1839 yılının
başlarında Mehmet Ali Paşa bir kere daha isyan edince, isyanı bastırmak üzere 21 Nisan
1839’da Osmanlı ordusu harekete geçti. Ancak 24 Haziran’da ordu Nizib’de yenildi. Bu
yenilgi bir bakıma II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen reform hareketlerinin yetersizliğini
ispatlamaktaydı. Sultan, Nizib yenilgisinin haberi İstanbul’a ulaşmadan önce 1 Temmuz
1839’da öldü. Yerine henüz 16 yaşında olan Abdülmecid padişah oldu. Bu arada, Tanzimat
dönemine damgasını vuracak olan, ancak II. Mahmut’a kabul ettiremediği reform paketi
yüzünden sultanla ters düşerek İngiltere’ye elçi olarak gitmiş olan Mustafa Reşit Paşa,
Ağustos 1839’un başında yeni sultanın tahta çıkışını kutlamak bahanesiyle İstanbul’a döndü.
II. Mahmut’a kabul ettiremediği ıslahat programı için genç padişahın onayını aldı. Reşit
Paşa, Sultana önerdiği ıslahat programı ile bir taraftan imparatorluğun ilerlemesini durduran
engelleri aşmak, diğer taraftan devletin o an içinde bulunduğu güçlükten kurtulabilmek için
muhtaç bulunduğu batılı devletlerin yardımını temin etmeyi planlıyordu. Bu itibarla; Mustafa
Reşit Paşa tasarladığı ıslahatın yalnız bir sosyal mecburiyet olduğuna değil, aynı zamanda
o an için kaçınılmaz bir siyasî tedbir olduğuna da inanmaktaydı. Onu bu inanca sevk eden
sebepler muhtelif olmakla birlikte, uzun müddet Avrupa’da bulunması neticesinde Fransız
İhtilâli’nden gelen ilhamların Batı devletlerinin Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini
bilmesinin önemli rol oynadığı muhakkaktır.

Gülhane Hatt-ı Hümayunu Sultan Abdülmecid’in de onayı ile 3 Kasım 1839 Pazar
günü Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Sultan Abdülmecid, fermanın okunuşunda
36 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

hazır bulunmak üzere Gülhane meydanına bakan kasra gelmiş ve merasimi buradan takip
etmiştir. Ferman ana hatları ile şunları sağlamayı öngörüyordu:

1) Hangi din, millete mensup olursa olsun, Osmanlı memleketlerinde yaşayan bü-
tün halk; can, ırz ve namus garantisine sahip olacaktır.
2) Herkes mülkiyet hakkına sahip bulunacak ve bu hak ferdin lehine olarak devlet
tarafından müdafaa edilecektir.
3) Vergiler için belli ve adil nispetler tayin edilecek, vergi mükellefiyeti eşit olacaktır.
4) Askerlik hizmeti için belli bir süre ve her yerin nüfusu nispetinde mükellefiyet
konulacaktır. Yeni düzenlemeden Müslüman olmayan halk da istisnasız olarak
yararlanacaktır.
5) Suç işlediği iddia olunanlar hakkında tahkikat açık olarak yapılacak ve bunlar
alenen muhakeme edilecektir.
6) Kimse hakkında mahkemenin kararı (hükmü) olmadan idam cezası tatbik
olunmayacaktır.
7) Mahkûm olanların varisleri, veraset hakkından mahrum edilmeyecektir.
8) Bütün bunlar hakkında çeşitli din ve milletlerden olan halka eşitlik tanınacaktır.
II. Mahmut devrinde kurulan ve bazı teşrii (kanun yapma) ödevleri de bulunan Meclis-i
Valay-ı Ahkâm-ı Adliye’nin bir taraftan üyeleri çoğaltılacak diğer taraftan devletin ileri gelen
vükela ve ricali de belli zamanlarda toplantılara katılıp bütün bunlar hakkında kanunlar
hazırlayacaklardı.
Bütün devlet memurlarına statülerine uygun belli bir maaş bağlanacaktır.
Rüşvet, katî olarak kalkacak ve buna cesaret edenler şiddetle cezalandırılacaklardır.
Hükümdar bizzat kendisi bu usullere riayet etmeyi ve bunlara aykırı davranmamayı
kabul ettiği gibi, Ulema ve devlet ricali de bu hususta yemin edeceklerdir.
Tarihimizde Tanzimat adıyla anılan ve 1876 yılına kadar sürdüğü kabul olunan devre,
Batı kurumlarının yanında Batı fikirlerinin de memlekete girdiği dönemdir. Ancak, Batı
hukuku anlayışının etkisiyle başlayan bu akım Osmanlı toplumunun dayandığı geleneksel
kurumları ortadan kaldırmamış, eskisiyle birlikte yaşamak üzere yeni müesseselerin
kurulmasına sebep olmuştur.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı ardından adliye sahası dışında malî ve askerî ıslahat
yapıldı. Vergilerin, iltizama verilmesi yerine vergi tahsildarları eliyle doğrudan toplanmasına
başlandı. Fakat vergi hâsılatında azalma olunca 1841’de eski usule geri dönüldü.
Tanzimat Fermanı ile girişilen ve yukarıda madde madde sıralanan taahhütler başlıca
şu sebeplerden dolayı tam olarak gerçekleşmedi:
Devrin fikir ve sosyal şartları, bilhassa hâkim sınıflarının olgunluk seviyesi, bu esaslara
dayanan bir siyasî statünün tatbikine elverişli olmaması.
Demografik bakımdan tecanüsten mahrum Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde cins,
ırk ve din farkı gözetmeksizin vaat edilen hürriyetler daha ziyade İmparatorluğun Avrupa
yakasında yaşayan temsil edilmemiş yabancı unsurların milliyetçilik duygularını kamçılayıp,
hürriyet ve istiklâl iştiyaklarını körüklemiştir. Bunun neticesi, dış müdahalelerle siyasî
beklentilerin büsbütün artması ve devamlı surette çözülme endişesinin yaşanması oldu.
Bu durum; sosyal ve siyasî realiteleri hesaba katmaksızın sırf şahsi inisiyatif ve pres-
tijden kaynaklanan bir reform hareketinin, eksik ve geçici bir deneme olarak kalmaya mah-
kum bulunduğunu sosyolojik bir gerçek olarak meydana koymuştur.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 37

Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının Müslüman olamayan halk lehine gerçekleştirdikleri


ıslahatı Müslümanlar tepkiyle karşıladılar. Tanzimat’tan Patrikhaneler de memnun olmadılar;
çünkü yeni kanunlar, ruhban zümresinin eskiden beri faydalandıkları imtiyazlara kısmen son
veriyordu. Hâlbuki batılı devletler Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanlara tanınan hakları
yetersiz buluyorlar; bu hakları genişletmek ve daha belirli bir hale getirmek için Babıâli üzerine
baskı yapıyorlardı.
ŞARK MESELESİ (Doğu Sorunu)
Bu deyim, ilk kez Viyana Kongresinde (1815) Çar I. Aleksander tarafından Osmanlı top-
raklarında yaşayan Rumlar için kullanıldı. Esas anlamını, Osmanlı Devleti’nin 1838 Balta
Limanı Gümrük ve Ticaret Antlaşması ile iktisadî ve 1839’da Mehmet Ali Paşa karşısında
alınan yenilgi ile de askerî iflası üzerine bir çeşit gölge devlet durumuna düşmesi ile kazandı.
Avrupa’nın herhangi bir büyük devleti, istediği zaman Osmanlı topraklarını istila edip sömür-
ge haline getirebilecek güce sahipti. Eğer, Osmanlı Devleti dünyanın başka bir köşesinde
bulunsaydı bunun kısa zamanda gerçekleşmesi beklenebilirdi. Ne var ki, Osmanlı Devleti
Avrupa’nın içinde ve dışında öyle hassas bir konuma, yani jeopolitiğe sahipti ki, hiçbir bü-
yük devlet tek başına Türk ve Müslümanları bu topraktan atıp bölgenin tek hâkimi olmaya
cesaret edemiyordu. Batılı devletler için Osmanlı topraklarını herkesi tatmin edebilecek bir
şekilde paylaşmak da mümkün görünmüyordu. Öte yandan Osmanlı Devleti, durduğu yerde
milliyetçilik hareketinden dolayı bir parçalanma sürecini yaşamaktaydı. Bu süreç bile Avrupa
Devletlerini birbirine düşürmeye yetiyordu.
Batılı Devletler, Doğu ya da Türkiye sorununa iki açıdan bakıyorlardı. Bu bakış açı-
larından birisini açıkça ifade etmelerine karşın ikincisini hiç gündeme getirmemeye gay-
ret ediyorlardı. Doğu Sorunu’nun açıkça ifade edilen yanı aslında Rusların Osmanlı top-
raklarına doğru yayılma tehlikesiydi. Sorunun gündeme getirilmeyen, ya da Rus tehlikesi
gibi açıklıkla ifade edilmeyen yanı Batı Devletleri’nin hepsinin Osmanlı Devleti’nin yıkıla-
cağına kesinlikle inanmış olmalarıdır. Ancak, çok geniş bir alana yayılmış olan bu devlet
istenmeyen bir zamanda yıkılırsa; aralarında büyük çekişmeler, hatta savaşların çıkaca-
ğına inanıldığından, Osmanlı Devleti’nin yönetimi altındaki yerlerin bütünlüğünün Avrupa
Devletleri’nin barışı için bir süre daha korunması lazımdı.
Tanzimat döneminde, Osmanlı Devleti’nin en ateşli savunucusu hiç şüphesiz Stratford
Canning idi. Fakat Canning, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Müslüman devlet oluşun-
dan dolayı tepki duyuyordu. Bu yüzden İngiltere, Halife-Sultan’dan “Müslümanların dinden
çıkmakta ve Hıristiyanlığı kabul etmekte serbest olduklarını ilan edici bir emirname yayınla-
masını” istedi. Ancak, İngiltere’nin bu isteğine 1854’te cevap veren Ali Paşa “padişah böyle
bir teklife boyun eğecek olursa milletin ruhani başkanı olmaktan çıkar ve hükümdarlığı da
uzun sürmez. Size ancak diplomatik yolla, Müslümanlıktan çıkanlara karşı idam cezası
verilmeyeceğini vaat edebiliriz; Bunu bir hukuk, yazılı kural şekline dökersek halkı ayaklan-
maya sevk eder ve Ulema arasında zapt edemeyeceğimiz bir patlamaya sebebiyet veririz”
dedi. Bu durumda Hıristiyan devletlerine düşen iki şey vardır. Bunlardan birincisi; Osmanlı
Hıristiyan haklarının eşitliğini sağlayarak, onların batıdaki medeni Hıristiyanlara benimse-
tilmesini temin etmek. Bu yol, bir çeşit barışçı metot ile Osmanlı Devleti’nin içine sızmak
diplomasisidir.”
İkinci yol, Çar I. Petro’nun bıraktığı ve Petersburg arşivinde saklı vasiyetnamesinde
“İstanbul’a ve Hindistan’a olabildiğince yaklaşın. Buralarda hüküm süren kişi dünyanın
gerçek hükümdarı olacaktır. Suriye üzerinde eski doğu ticaretini yeniden kurun ve
dünyanın ambarı olan Hindistan’a kadar ilerleyin… Avusturya Sarayına çıkar sağlayarak
onu Türklerin Avrupa’dan kovulması işine çekin, ister Avrupa’nın eski devletleriyle savaşa
tutuşmasına neden olarak, ister fetihten, ona da, sonradan geri alınacak bir pay vererek
olsun, İstanbul’un fethi sırasında Avusturya’nın kıskançlığını etkisiz kılın. Türkiye’de
38 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

yayılmış durumdaki Rumları kendi çevrenizde birleştirmeye büyük çaba gösterin; onların
merkezi, onların desteği olun ve bir çeşit egemenlik yahut ruhani bir üstünlükle peşinen bir
evrensel hâkimiyet kurun; düşmanlarınızın evine bir o kadar dostunuz olacaktır.” şeklinde
ifade edilmiştir.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Şark Meselesi’nin diğer iki önemli noktası da
Türklerin Hıristiyanlığa kazanılması, eğer bu başarılamazsa Türklerin Anadolu’dan kovulmasıdır.

KIRIM HARBİ
Tanzimat Fermanı ve arkasından gelen ıslahat hareketleri ile Şark Meselesi’nin İngiltere
ve Fransa’nın umduğu gibi şimdilik Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlere özgürlükçe
hakların verilmesi yöntemi ile çözülmesi üzerine Rusya başta kutsal yerler meselesini gün-
deme getirecek karışıklık çıkarma arayışına girdi. 1853’de Rus Çarı Nikola İngiliz elçisiyle
yaptığı bir görüşmeden sonra ünlü olacak olan “hasta adam” deyimini ilk kez kullanarak,
daha fazla gecikilmeden Osmanlı mirasını gürültüsüzce paylaşmak için tedbir alınmasının
faydalı olacağını söyledi.

Ruslara göre, Sırbistan ve Bulgaristan Osmanlılardan koparılarak kendi himayelerine


verilmeliydi. Buna karşılık İngiltere’ye Mısır ve Girit ikram ediliyordu. Ancak, o sırada Osmanlı
toprak bütünlüğünü korumayı üstlenmiş olan İngiltere, Rus teklifini kabul etmedi. Buna rağ-
men Rusya, Mayıs 1853’te Ortodoks cemaatının Rusya’nın koruması altında olduğunu be-
lirleyecek bir anlaşmayı Sultana kabul ettirdi. Fakat İngiliz Stratford de Redcliffe İstanbul’a
dönünce, elçinin de telkinleri ile Sultan, Rus isteklerini reddetti. Bu gelişmeler, Kasım 1853’de
Kırım Savaşı olarak anılan çatışmanın başlamasına sebep oldu. Osmanlı kuvvetlerinin zor
durumda kalması üzerine Mart 1854’te İngiltere ile Fransa’nın Osmanlıların müttefiki olarak
savaşa katılmaları ve müttefik ordularının Rus kuvvetlerini Kırım’da yenmeleri, Batılı devlet-
lere Babıâli’den gayri müslim tebaa lehine yeni haklar koparma imkânı sağladı.

1856 ISLAHAT FERMANI ve PARİS KONGRESİ


Kırım Savaşı’ndan sonra imzalanan Paris Barış Kongresi’nde (30 Mart 1856) Eflak ve
Boğdan’ın özerkliği kararlaştırılmakla beraber; Avrupa devletleri, sözde Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü güvence altına alıyorlardı. Ayrıca, İmparatorluğun Avrupa camiasına
girmesi ve Avrupa genel hukukundan, yani “Devletler Umumi Hukukundan” yararlanması-
nı sağlıyorlar ve Padişah’a Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın dengesi için gerekli olduğunu,
bu sebeple ülkesinde reform yolunda sağlam adımlar atmasını tavsiye ediyorlardı. Ancak,
devletin egemenlik haklarına zarar vermemek için reformu dolaylı yandan önermeyi uy-
gun gördüler. Padişah da Paris Kongresi’nden önce 18 Şubat 1856’da Islahat Fermanı’nı
ilan etti ve bunu Avrupa devletlerine iletti. Islahat Fermanı, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun
esas hükümlerini teyit ve tekrar etmekle beraber, bunları daha da genişletmiş bulunuyordu.
Fermanda en çok göze çarpan hükümler şunlardı.

1) Gayri Müslimlerin askerî ve sivil bütün okullara girme hakkını elde etmeleri ve
kendi okullarını açarak devlet memuru olabilmeleri.
2) Müslümanlarla gayrimüslimler veya gayrimüslimlerin kendi aralarındaki ceza
ve ticaret davalarının “muhtelif divanlarda” (ki bunlar laik mahkeme olacaktır)
görülmesi ve bunlar için ceza, ticaret ve usul kanunlarının hazırlanması,
3) Müslüman olmayanların da askerlik hizmetiyle yükümlü olması; fakat “bedel”
vererek askerlikten kaçınmak imkânının tanınması,
4) Yerli mevzuata uymak şartıyla yabancılara gayrimenkul edinme hakkının
tanınmasıydı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 39

5) Islahat Fermanı’nda iltizam usulünün son bulması, maaşların muntazam


ödenmesi, rüşvetle mücadele gibi Tanzimat Fermanı’nda bulunan hükümler teyit
olduğu gibi, devletin bütçe yapmasını öngören yasanın da özenle uygulanmasını;
Müslüman olmayanların cemaat kurumlarında da laikleşme ve demokratikleşme
yönünde değişiklikleri öngörüyordu.

Batı devletlerinin müdahaleleri sonucu ilan edilen ve Osmanlı topraklarındaki


gayrimüslimleri Batı medeniyetine kazanmayı öngören bu ferman esasen reformlara
muhtaç olan Müslüman cemaat tarafından çok ciddi bir şekilde tenkit edilip artık “gâvura
gâvur denmeyecek” tarzında acı olaylara konu oldu. Hıristiyanlara Cidde, Lübnan, Şam
gibi büyük merkezlerde yapılan saldırılar, İngiltere ve Fransa’nın olaylara müdahalesi
sonucunu doğurdu. Dolayısıyla, Islahat Fermanı da önemli ölçüde kâğıt üstünde kaldı.
Islahatın yürürlüğe konmasında karşılaşılan güçlüğü Enver Ziya Karal şu veciz ifade ile
ortaya koymaktadır: “Ortada bir hasta, kendilerini bu hastanın varisi telakki eden dört
doktor ve hastalığı tedavi için tanzim ettikleri birbirinden farklı pek çok reçete vardı. Hasta
bu reçetelerin hepsini tatbik ederek sıhhatini kazanacaktı, durum buna benzemekteydi”.

MEŞRUTİYET’E GİDEN YOL


Islahat Fermanı’ndan sonra da devletin ıslahına ve yeni müesseselerin kurulmasına
devam edildi. Meşrutiyete giden yolda bu ıslahatların ikisi son derece önemlidir. Bunlardan
birincisi Teşkilât-ı Vilayet Nizamnamesi’dir. Nizamnameye göre idarî taksimat şu sırayı takip
etmiştir: Vilayet, Liva (Sancak), Kaza, Karye (Köy). Kazaların birer ‘idare seçilmiş üye’si
bulunacaktı. Üyeler halk tarafından seçilmiş kimseler olacaktı. Köylerde ise, seçim prensibi
daha geniş bir uygulama alanı bulmuştu. Her köyün iki muhtarı ve ihtiyar meclisinin bütün
üyeleri köy halkı tarafından seçilecekti. Bu suretle Osmanlı Devleti’nde seçim prensibi,
mahalli idare kadrosu içinde ilk olarak uygulandı. Seçilmiş olan bu üyeler, 1876’da ilan
edilmiş olan Meşrutiyetin ilk genel seçimlerinde ikinci seçmen addedilmişlerdi.

1868’de Meclis-i Vala’nın yeniden düzenlenerek Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay) ve


Şura-yı Devlet (Danıştay) (10 Mayıs 1869) olarak ayrılması da meşrutiyet rejimi için bir
adım teşkil etmiştir. Şura-yı Devlet müşterek bir kanaate göre “iptidai bir Meclis-i Mebusan”
dı. Osmanlı devlet teşkilâtında ilk defa böyle bir müessese doğmuş oluyordu. Şura’ya
parlamento görüntüsü veren özelliği vilayet meclisleriyle temasından doğmuştur.

Meşrutiyet’e giden yoldaki en önemli hukuk reformlarından biri de hiç şüphesiz Mecelle
olarak bilinen ve ilk bölümü 1870’de yayınlanan ve 1888’de tamamlanan yeni bir medeni
kanunun ilanıydı. Mecelle zamanın entelektüel hayatında önde gelen bir sima olan Ahmet
Cevdet Paşa’nın başkanlığında hazırlandı.

Tanzimat Döneminde Basın


Osmanlı Devleti’nde Türkçe olarak yayınlanan ilk gazete, devletin resmi gazetesi olan
Takvim-i Vekayi idi (1831). Ondan sonra sahibi İngiliz olan Ceride-i Havadis 1840’da
kuruldu. Bu gazetenin de yarı resmi bir niteliği vardı. Bu itibarla 1860’da Çapanzade
Agah Efendi’nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval; sivil gazeteciliğin başlangıcı kabul edilir. Bu
gazetenin yazarlarından biri olan Şinasi de 1862’de kendi gazetesi Tasvir-i Efkâr’ı kurdu.
1863’te Namık Kemal, Mirat gazetesini çıkardı. Daha sonra Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr’ını da
devraldı. 1867’de de Ali Suavi, Muhbir’i çıkardı. Bunları 1871’de Namık Kemal’in İbret’i,
1869’da Basiretçi Ali’nin Basiret Gazetesi izlemiştir. Gazete sayıları 1870’ten itibaren daha
da artmıştır. Ancak baskı sayısı düşüktür. Fakat o devirde, akşamları mahalle kahveleri bir
çeşit kulübe, veya kıraathaneye (okuma odası) dönüştüğünden, gazetelerin etki alanının
baskı sayılarından çok daha fazla olacağı düşünülebilir. Gazetelerin çoğalması, rekabetin
40 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

başlaması demekti. Bu da merkezi idarenin hoşnutsuzluğuna yol açtı. Hükümet 1864’te


Matbuat Nizamnamesini çıkardı. Ertesi yıl Ali Paşa hükümetine karşı “meslek” adına bir
gizli örgüt kurulmasında Nizamnamenin bir payı olduğu varsayıldı ve 1865 yılında, başta
Namık Kemal olmak üzere Genç Osmanlılar çeşitli yerlere sürgün edildiler. Ancak Ali Suavi,
Namık Kemal, Ziya Paşa gibi önde gelen isimler bir fırsatını bularak, hürriyetin beşiği olarak
kabul ettikleri Fransa’ya kaçtılar ve hürriyet mücadelelerine orada devam ettiler.

Yeni Osmanlılar hareketi içindeki en önemli kişi hiç şüphesiz Namık Kemal’di. Namık
Kemal 1870’de tekrar İstanbul’a döndü. 1873’de Vatan Yahut Silistre oyununu sergiledi.
Seyirciler oyunu anlatan vatan kavramı karşısında coşuyorlar, oyundan sonra sokaklarda
da devam eden heyecanlı gösteriler yapıyorlardı. Bunun üzerine oyun yasaklandı ve Namık
Kemal Magosa’ya sürgün edildi.

Namık Kemal’in sosyal fikirleri arasında en mühim yer tutanları devletin menşeine,
vasıflarına, teşkilâtına dair olan görüşlerdir. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde
bulunduğu müşkül vaziyetin başlıca sebebini, o devlet teşkilâtının bozukluğunda bulur. Bu
teşkilât düzelirse; İmparatorluğu dâhilden ve hariçten baskı altında tutan, parçalanmaya
doğru götüren sebepler ortadan kalkacaktır.

Namık Kemal insan hürriyetini, eğitimin Türkçe olmasını ister. Meşrutiyet fikrini
benimser. O, devlet geleceği için sorgulama yapmaktan da kaçınmaz ve her şeyden önce
fikirleri Osmanlı aydınlarının çoğunluğu tarafından da paylaşılır. 1876 yılına gelindiğinde
ise, meşrutiyet fikri kamuoyunda açıkça tartışılacak oranda olgunlaşır.

KANUN-I ESASİ (İlk Osmanlı Anayasası)


İlk Osmanlı anayasasının temel özelliği; vatandaşın temel hak ve hürriyetlerini tespit
etmekten ziyade Zatı Şahanenin, “hanedan ve saltanatının mukaddes haklarını” teminata
bağlanma gayretidir. Bu husus Kanunu Esasi’yi tasdik ve ilan eden irade-i seniye’de açıkça
belirtilmektedir. Padişah kutsaldır, taht Osmanlı ailesinin en yaşlı erkek üyesine aittir.
Devletin dini İslâm’dır. Padişah aynı zamanda “Halife”dir. Yürütmenin gerçek başı O’dur.
Bakanları atama ve görevden alma (azletme) yetkisi yalnız O’nundur. Hükümet, yasama
organına karşı siyaseten sorumlu değildir.

Kanun-i Esasi, böylesine güçlü bir yürütme karşısında oldukça zayıf bir parlamento
kurmuştur. (ancak bu dönemde bir parlamentonun kuruluşu bile başlı başına bir olaydır.) İki
kolu olan bir parlamentonun bir kolu, bütünü ile padişahın isteği ile oluşan Heyet-i Ayan’dır.
Öteki kol olan Heyet-i Mebusan ise, anayasaya göre dört yılda bir yapılan genel seçimle
belirlenmektedir. Yasama yetkisi bakımından parlamentonun iki kanadı eşit durumdadır.
Parlamento’da Mebusan Meclisi 80’i Müslüman, 50’si de gayrimüslim olmak üzere
130 milletvekilinden oluşmaktadır. Ancak her vilayet gösterilen sayıda milletvekili seçip
İstanbul’a gönderemedi. Bu yüzden ilk meclisin sayısı 115 ile 117 arasında değişti. Tespit
edilen 130 rakamına hiç ulaşılamadı. Parlamentoya gelen mebusların 69’u Müslüman 46’sı
gayrimüslimdi. Meclis ilk toplantısını 19 Mart 1877’de yaptı. Parlamento 1876 anayasası
ile kendisine verilmeyen yetkileri de kullanmaya teşebbüs etti ve “serbest konuşmayan
mebusların parlamentoda işi olmadığını, padişahın kendilerine danışmayı ihmal ettiğini
açıkça söylemekten çekinmemiştir.” Padişah tarafından meclisin feshi halinde, seçimlerin,
yeni meclisin en geç altı ay içinde toplanmasını sağlayacak bir müddet içinde yapılması şarttı.
(Madde 73) Parlamento azasının yemini, vatan ve anayasadan önce padişaha sadakati teyit
etmektedir. (Madde 46)
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 41

Kanun-i Esasi’nin yargı alanında getirdiği düzenlemeler, II. Mahmut zamanında


başlayan ve İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesini karşı karşıya getiren kültür ikileşmesinin
açık izlerini taşmaktadır. Aile, miras gibi geleneksel alanlardaki anlaşmazlıklar için Şer’iye
Mahkemelerinin; ceza yasaları gibi yeni yasaların düzenlediği alanlardaki davalarda ise
Nizamiye Mahkemelerinin görevli olacağını belirtiyordu.

Sonuç olarak yeni anayasanın dayandığı esaslar şunlardır:

• Hilafet ve Saltanatın haklarını korumak,


• Vatandaşların hürriyetlerini ve eşitliğini sağlamak,
• Adaleti kurmak,
• Parlamentonun yetkilerini belirtmek,
• Hükümetin ve idarenin yetki ve sorumluluklarını tespit etmek,
• Mahkemelerin bağımsızlığını sağlamak,
• Bütçenin denk olması için gerekli esasları koymak,
• Merkeziyetçiliğin yanında taşraya serbest hareket imkân vermek.

Mebusların tecrübesizliği ve çoğunun tahsil yetersizliğine rağmen, Mebusan Meclisi


vazifesini ciddiyetle yürüttü. Halkın dertleri ve devlet idaresindeki yolsuzluklar mecliste
layıkıyla dile getirildi. Ancak, Bosna-Hersek ve Bulgar isyanlarını bahane sayan Rusya’nın
24 Nisan 1877’de Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesinin ardından düşman
ordularının Balkanlarda hızla ilerlemeleri Mebusan Meclisi’nde şiddetli tenkitlere sebep oldu.
Mebuslar, komutanlarla Harbiye Nazırı’nın harp divanında yargılanmasını istediler. Bunun
üzerine, Mebusan Meclisi Kanun-ı Esasi’de belirtilmiş yetkileri aştı. Padişahın hükümdarlık
haklarına müdahale ettiğine inanan II. Abdülhamit,14 Şubat 1878’de Kanun-ı Esasi’nin
uygulanmasında birtakım zorluklar görüldüğünden ve devletçe gösterilen gereklilik üzerine
Meclisi Mebusan’ı geçici olarak tatil etti.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda, II. Mahmut saltanatının son yıllarda olduğu gibi
mutlakıyet idaresi yeniden kuruldu. II. Abdülhamit’in iktidarı 31 yıl sürdü. Bu süreç içinde
padişah, Osmanlıcılık siyasetinin mahzurlarını gördüğünden İslâmcılığı benimsedi.
Gerçekten, Batılı devletlerin ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında devletin birliğini
korumanın en sağlam yolu İmparatorluğun Müslüman tebaasını din bağıyla bütünleştirmekti.
Bunun için, II. Abdülhamit memleketin iktisadî kalkınmasına önem vererek özellikle ulaştırma
ve haberleşme sahalarında ıslahat yapmış, diğer taraftan eğitim konusunda ciddî hamlelere
girişmiştir.

İktisadî kalkınma, hazırlanan bir plan gereğince yürütülmek isteniyordu. Bu cümleden


olmak üzere 1888’de İzmit-Eskişehir-Ankara ile Eskişehir-Konya hatları bir İngiliz-Alman
şirketine verildiği gibi, 1899’da Bağdat demiryolunun yapımı ve işletme imtiyazı bir başka
Alman şirketine verildi. Diğer taraftan birçok karayolu da halkın gayretleri ile inşa edildi.
Sadece Sivas vilayetinde 1882-1885 yılları arasında 927 km. uzunluğunda şose yapılmıştır.
Bu devirde telgraf haberleşmesine ayrı bir önem verilmiş ve memleketin en ücra köşeleri
bile telgraf hatlarıyla İstanbul’a bağlanmıştır.

Abdülhamit döneminde en önemli icraat eğitim sahasında başarıldı. Maarif Nazırı


Saffet Paşa’nın 1869’da çıkardığı Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ni on yıl sonra ele alan
Sadrazam Küçük Sait Paşa İmparatorluğun her tarafında Rüşdiye (Ortaokul) ve İdadi (Lise)
okullarının açılmasına öncülük etti. Küçük Sait Paşa’nın 1879’dan 1884’e kadar süren
42 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

sadareti zamanında kurduğu yüksek öğrenim müesseseleri arasında Hukuk, Sanayi-i


Nefise, Ticaret ve Mühendis okulları kayda değer. II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25.
yıldönümü vesilesiyle de Eylül 1900’da İstanbul’da Darulfünun-ı Şahane öğretime başladı.

DÜYÛN-I UMUMİYE
Abdülhamit döneminin malî alandaki en büyük olayı, hiç şüphesiz “Düyûn-ı Umumiye”dir.
II. Abdülhamit 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra toplanan Berlin
Kongresi’ni (13 Haziran-13 Temmuz 1878) takip eden aylarda yeni bir kurulu düzen (statü-
ko) oluştururken Osmanlı borçlarına da bir çözüm bulma gayreti içine girdi. Çünkü, 1878’de
1854-1876 dönemi içinde alınan 244 milyon lira borçtan 95 milyon lirası ödenmemiş du-
rumdaydı. Buna 40 milyon lira iç borç tahvili de eklenince 135 milyon lira borç ediyordu.
Bunun yıllık faiz oranı 10 milyon lira tutmaktaydı. Devlet, dış borçların ödenmesini ne kendi
bütçe imkânlarıyla ne de yeni borçlanmalar kanalıyla ödeyemez hale gelince 1875 yılında
dış borçlar üstündeki faiz ve anapara ödemelerini durdurduğunu açıkladı.
Böyle bir ortamda II. Abdülhamit, yabancı devletlere, borçlar konsolide edilmediği tak-
tirde hiç kimsenin eline bir şey geçmeyeceğini, Avrupa’daki binlerce tahvil sahibinin her şey-
lerini kaybedeceklerini ve genel bir felaketin olacağını söyledi. Bunun üzerine telaşa kapılan
Osmanlı Bankası ve diğer yerli alacaklılar, bazı Osmanlı gelirlerini, üzerinde yalnız kendi
temsilcilerine denetim yetkisi verildiği takdirde konsolidasyonu kabul edeceklerini bildirdiler.
Oluşturulacak bir komisyon vasıtasıyla kendilerine bırakılan gelir kaynaklarını toplayıp ida-
re edecekler ve bu gelirleri tümüyle borçların ödenmesinde kullanacaklardı. Görüşmeler 10
Kasım 1879’da anlaşma ile sonuçlandı. Hükümet, bankerlere 1 Mart 1879’dan 1 Mart 1880’e
kadar bir yıl için tuz ve tütün tekeliyle damga resmi, alkol vergisi, bazı belirli bölgelerdeki ba-
lıkçılık vergisi ve ipek böceği kozasından alınan dört ayrı dolaylı verginin net gelirlerini verdi.
Anlaşmanın süresi 10 yıldı.
Osmanlı Hükümeti Batılı alacaklılarla da görüşmelere başladı. Görüşmelerde yaban-
cı devletlere ödenecek borçların arasına Rusya’ya verilecek savaş tazminatının da ilave-
si sağlandı. İstanbul’da devam eden toplantılar 23 Kasım 1881’de tamamlandı. 20 Aralık
1881’de (Hicri takvime göre Muharrem ayında) II. Abdülhamit’in iradesi ile onaylanarak
aynı gün yürürlüğe girdi. Anlaşmaya göre o sırada 191 milyon Osmanlı lirası olan borç 106
milyon liraya indirildi. Miktarı azaltılan borcun kalan bölümlerinin ödenmesi için geri dönüş-
süz olarak gelirlerin bir bölümünden vazgeçti. Bu gelirler tuz ve tütün tekellerinden, damga
resminden, alkol vergisinden, balık vergisinden ve bazı bölgelerdeki ipek böceği kozanı
vergisinden oluşmaktaydı.

ERMENİ MESELESİ
Problemin Doğuşu ve Gelişimi
XIX. Yüzyılın sonu ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde “Şark Meselesi”nin önemli bir safhası
ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin dâhili bir problemi olarak dünya ve bilhassa batı ka-
muoyunu meşgul eden uluslararası konulardan biri de hiç şüphesiz “Ermeni Meselesi”dir.
Bu mesele, Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için bizzat Batılılar
tarafından ortaya çıkarılmasına karşın dünya kamuoyuna kasıtlı olarak doğru olmayan bir
şekilde Türklerin Ermenileri yok etme mücadelesi olarak yansıtılmıştır.
Ermeniler, İstanbul’daki Ermeni Patriği’nin liderliği altında, kendi Gregoryen milletleri
dini ve kültürel özerkliğe sahip bir durumda Osmanlı toplumuyla barış içinde yaşıyordu.
Osmanlı ticareti ve sanayinde önemli bir yere sahiptiler. Müzik, ticaret, inşaat, el sanatları
ve tiyatro alanlarında uzmanlaşmışlardı. Anadolu’dakiler ziraat ve diğer işleri yapıyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 43

Bu itibarla, 1829 Yunan hareketinden sonra İmparatorlukta kalan Rumların hükümet


ve okullardaki yerlerine millet-i sadıka olarak anılan Ermeniler alınmıştı.
Ermeniler 1856 Paris Antlaşması’ndan itibaren Batı Devletleri ve Rusya’nın
müdahaleleri sonucunda, reformların kendilerine tanıdığı haklardan ve millet-i sadıka
statüsüne sahip olmalarından faydalanarak teşkilâtlandılar. Bu esnada 16 Şubat 1862’de
kabul edilen ‘Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’la Ermenilere bir nevi anayasal haklar
verilerek adeta bağımsız bir cemaat veya devlet muamelesi yapılmıştır. Bu gelişmenin
hemen arkasından “şarkı söyleyen halk isyan etmeyi düşünmez” denecek kadar güvenilen
Ermeniler, 1862’de Zeytun’da, 1863’te de Van’da Osmanlı Devleti’ne karşı isyan bayrağını
açtılar.
Kendisini Ermenistan’ın acı çeken bir temsilcisi olarak tanıtan ve ilk defa 1840-1850
yılları arasında Ermenileri devlete karşı kışkırtmaya çalışırken adını duyuran Mığırdıç
Hrimyan’ın 1869’da Ermeni patriği olmasından sonra Ermeni Meselesi Avrupa’ya mal
edilmek istendi ise de meselenin açıkça tartışılmaya başlanması 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı ve sonrasında oldu.
1878’de Hrimyan’ın yerine Ermeni Patriği olan Nerses Varjabetyan Rusların İstanbul
kapılarında görünmesini fırsat bilerek bizzat Rus Çarı Grandük Nikola’yı ziyaret etti. Ayrıca
M. Hrimyan, Horen Narbey, İstefan Papazyan ve Mosdıçyan’dan oluşan bir papazlar
heyeti Nikola’ya bir muhtıra gönderdiler. Muhtırada Osmanlı Devleti aleyhine şikâyette
bulunduktan sonra “Ermenilerin bulunduğu doğu vilayetlerinin “Ermenistan” namıyla
istiklâlinin ilanına müsaade edilmesini hiç olmazsa bu vilayetlerin Rus kontrolü altına
alınmasını” rica ediyordu. Neticede Ayastafonos Antlaşması’nın (3 Mart 1878) 16. Maddesi
Ermenilere ayrıldı. Bu maddeye göre, Osmanlı Devleti doğu vilayetlerinde ıslahat yapmayı
ve Ermenilerin güvenliğini temin etmeyi taahhüt etti. Böylece Rusların da iç işlerimize
karışma yolu açılmış oldu. Ermeniler bununla da kalmayarak Berlin Antlaşmasına (13
Temmuz 1878) 61. maddeyi ekletmeyi başardılar. Buna göre de büyük devletler Doğu
Anadolu’da reform yapılacağına söz verirler ve reformların yapılmasını Babıâli’ye bırakırlar.
Bununla birlikte, Ermeniler ne Rusya’dan ne de Batı Devletlerinden tam bağımsızlık
yolunda Yunanistan ve Bulgaristan’a verilen desteği alamadılar. Bunun başlıca iki önemli
sebebi vardı.
En kalabalık oldukları Doğu Anadolu’da bile hiçbir vilayette çoğunlukla olmamalarıydı.
1882 yılında en kalabalık oldukları Bitlis vilayetinde toplam nüfusun % 38,9’unu, Van’da
22,3’ünü, Diyarbakır’da 20.98’ini, Elazığ ve Erzurum’da 16,6’sını, Sivas’ta da 13,1’lik bir
kısmını teşkil etmekteydiler.
Ermeniler, Avrupa donanmalarının ya da sefer kuvvetlerinin kolay kolay
erişemeyecekleri yerlerde yaşıyorlardı. Kendileri için en büyük destek olarak gördükleri
Rusya’da kendisine Ermenistan üzerinden sıcak denizlere inme imkânı tanınmayacağını
biliyordu. Bu yüzdendir ki Rusya 1881’de III. Aleksandr, 1894’de II. Nikola ile koyu bir
mutlakıyet, milletlere (bu arada Ermenilere) karşı da Ruslaştırma siyasetini uygulamaya
başladı.
Böyle bir ortamda Ermeniler eylem ve propaganda yolu ile kendilerini sürekli
gündemde tutup Batı Devletlerinin dikkatlerini çekerek bağımsızlık arama yolunu seçtiler.
1878’de Kara Haç, 1883’de Hınçak, 1890’da Taşnaksutyun Ermeni terör örgütleri kuruldu.
Bu örgütler, en son Bulgaristan’da meydana gelmiş olan olayları tekrarlamak istiyorlardı.
Kanlı bir isyan sert bir tepki ve kanlı bir bastırma, katliam var diye Avrupa kamuoyunun
ayağa kaldırılması, büyük devletlerin müdahalesi, reform, özerklik ve sonuçta bağımsızlığa
ulaşma. Nitekim 1889’dan itibaren olaylar başladı. İsyanları sürdükçe İstanbul’da aralıklı
olarak toplanan yabancı devlet temsilcilerinden meydana gelen Ermeni ıslahat komisyonu,
fikir ve menfaat ayrılıklarından ötürü ancak I. Dünya Savaşı’na çok kısa bir süre kala bir
44 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

araştırma-inceleme komisyonunun kurulması kararına varabildi. Bu amaçla Erzurum,


Trabzon ve Sivas’ta görev yapacak olan Hollandalı Genel Müfettiş ile Van, Harput, Bitlis ve
Diyarbakır’da görev yapacak olan Norveçli Hoff İstanbul’a geldi fakat müfettişler çalışma
imkânı bulamadılar.

I. Dünya Savaşı’nda Tehcir (Göç Ettirme) Meselesi


Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı öncesinde seferberlik ilan etmesi üzerine silâh altına
çağırılmış olan Ermenilerin bir kısmı sınır dışına, bir kısmı ise silahlarıyla birlikte ülkenin iç
taraflarına kaçtı ve düşmanla iş birliği yaparak isyan çıkarma yolunu tercih etti. Bunun üze-
rine Başkumandan vekili Enver Paşa, Ermeni Patriğini davet ederek kendisine Türkiye’nin
bu savaşta Ermeni vatandaşlarından bağlılık beklerken silahlarıyla birlikte taşraya kaçmış
olan Ermenilerin köylere saldırıp memurları öldürdüklerinin resmi raporlardan açıkça anla-
şıldığını bildirdi ve bundan sonra halkına iyi öğütlerde bulunmasını tavsiye etti. Enver Paşa
bundan başka Patrik’e açık bir şekilde, bu hareket genelleştiği takdirde askerî hükümetin
en sıkı tedbirleri almak zorunda kalacağını da söyledi. Başlangıçta hadiselerin yatışacağını
uman Enver Paşa kesin bir tedbir alma yoluna gitmedi. Fakat 6 Eylül 1914’te Ermenilerin
kalabalık olduğu vilayetlere hükümet aracılığıyla bir şifre tamim göndererek, Ermeni siyasî
parti başkanları ve elebaşlarının hareketlerinin devamlı kontrol altında tutulması talimatını
verdi. Buna karşılık Ermeniler Mart 1915’de yayınladıkları beyanname ile halkı, isyana teş-
vike ve Osmalı devletinin düşmanları ile işbirliği yapmaya çağırdı.

“…Komitamız, milletlerin hayat ve varlıklarının söz konusu olduğu şu büyük kanlı sa-
vaşta, maddî ve manevî kuvvetleriyle mücadele sahasına atılarak, ihtilalci ve intikamcı olan
kılıcını harp terazisinin kefesine koymuştur ki, bu da en kestirme bir yoldan, Ermeni davası-
nın, medeniyet dünyasına arzıdır. Bu istekleri Avrupa milletlerine ve siyasî mahfillerine arz
eden komitamızdır…

Bu gün milletin önüne, bağımsızlık ve bu bağımsızlığın olup olmaması meselesi ko-


nuyor. Ermenilere ölüm kalım saatleri yeniden yaklaştı. Mazlum ve çaresiz Ermenilik, bu
beyannamemizden Ermenistan’ın yaralı sinesinden hicran ateşlerinin volkanlaşan intikam
kanlarının feveran edeceğini beklemektedir…”

Bu beyannamenin ardından, o zamana kadar ufak tefek olayların yaşandığı Van


bölgesi’nde Ermeniler, “Ermenistan Serbest”, ”Ermenistan Kurtuldu” yazılı bulunan bayraklar
önünde “intikam” yazılı Ermeni kalpakları, Rus ve Fransız şapkaları dağıttı. 15 Nisan 1915’te
de Van’da, ardından, Zeytun’da isyan başladı. Bunun üzerine, 24 Nisan 1915’de İçişleri
Bakanı Talat Paşa, Ermeni Komite Merkezlerinin kapatılması, evraklarına el konulması
ve komite elebaşlarının tutuklanması talimatını çıkardı. 26 Nisan’da da Başkumandanlık,
birliklere aynı anlamda bir tamim geçerek, elebaşların askerî mahkemelere sevki ile
suçluların cezalandırılmasını istedi. Zeytun Ermenilerinin başlattıkları isyanın Antep civarını
da etkilemesi üzerine Talat Paşa 6 Mayıs 1915’de Maraş Mutasarrıfına gönderdiği şifre ile
Zeytunluların tamamen ihracını (göç ettirebilmesini) emretti. Ancak ordu savaş alanında
olduğu için cephe gerisinde meydana gelen olayları önlemekte zorlanıyordu. Bu duruma bir
çare olmak üzere, Başkumandan Vekili Enver Paşa, 2 Mayıs 1915 tarihinde Talat Paşa’ya
gönderdiği bir yazıda “…Ermenileri ailesiyle birlikte Rus sınırı içine göndermek veyahut
bu Ermeni ve ailelerini Anadolu içine dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun olanın
seçilmesiyle tatbikini rica ederim.” dedi. Yazının ardından Talat Paşa, durumun nezaketi
karşısında geçici bir kanun çıkarmadan ve Meclis-i Vükela (Bakanlar Kurulu) kararı
olmadan bütün sorumluluğu üzerine alarak Ermeni tehcirini başlattı. 27 Mayıs 1915’te
de “Vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler için ciheti askerîyece ittihaz olunacak
tedabir hakkında kanun-ı muvakkat” (Savaş seferberlik zamanında hükümete karşı
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 45

gelernler için ordu tarafından alınacak tedbirler hakkında kanun) çıkarıldı ve 1 Haziran
tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlandı. Kanun’un 2. maddesinde “Ordu, Müstakil Kolordu ve
Tümen Komutanları, askerî sebeplerden dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri
köy ve kasaba halkını tek tek veya toplu olarak diğer bölgelere sevk ve iskân ettirebilirler.”
deniyordu.

Tehcir, önce doğrudan doğruya cephenin güvenini sarsacak bölgelerde yani; Erzurum,
Bitlis ve Van bölgeleri ile, Sina Cephesi gerisinde bulunan Mersin ve İskenderun bölge-
sinde uygulanmış daha sonra kapsam Adana, Ankara, Aydın, Bursa, Canik (Samsun),
Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya,
Kütahya, Mamuret-ül-aziz, (Elazığ), Maraş, Niğde, Sivas, Trabzon ve Urfa’ya kadar geniş-
letilerek buradaki Ermeniler Halep, Rakka, Zor, Kerek, Havran ve Musul’a sevk edilerek
iskân edilmişlerdir.

Ermenilerin sevkıyat sırasında katliama uğradıkları iddiası ise doğru değildir. Çünkü
kafileler iskân yerlerine sevk edilirken yakın ve meşakkatsiz yollar seçilmiş, ayrıca emniyet
ve korunmaları için özen gösterilmiştir. Nitekim Cemal Paşa da hatırlarında “Ermeni
muhacirlerinin Mezopotamya’ya gönderilmesi orada sefalete duçar olacaklarına emin
olduğum için bunlardan birçoklarının Suriye ve Beyrut vilayetleri içine yerleştirmelerini
münasip gördüm. Buna müsaade edilmesini ısrarla İstanbul’a yazarak muvafakat aldım.
Bu sayede vilayetlerde hemen 150 bin kadar Ermeni’yi yerleştirmeye muvaffak oldum… “
diyerek, savaş şartlarında ve isyan etmiş durumda oldukları halde Ermenilerin iskânında
gösterdiği gayreti ortaya koymaktadır.

Hükümet 19 Haziran 1915 tarihinde yayınlandığı talimatname ile de tehcire tabi tutulan
Ermenilerin mallarını koruma altına aldı. Bu amaçla bir “Emval-i Metruke Komisyonu”
(Terkedilmiş Mallar Komisyonu) kuruldu. Bu komisyon, boşaltılan köy ve kasabalardaki
Ermenilere ait malları tespit ederek ayrıntılı defterlerini tutacaktı. Defterin biri mahalli
kiliselerde korunacak, biri mahalli yönetime verilecek, biri de komisyona kalacaktı. Bozulabilir
eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktı. Komisyon bulunmayan
yerlerde bu görevi mahalli yetkiler yerine getirecekti. Bu malların korunmasında Ermeniler
dönünceye kadar hem komisyon hem de mahalli idareler sorumlu olacaktı.

Ermenilerin taşınmaz malları ile ilgili olarak da 11 Ağustos 1915 tarihli tebligatla aşağı-
daki tedbirlerin alınması sağlandı:

1) Tahliye edilmiş olan bölgeye hiçbir şüpheli ve meçhul şahsın sokulmaması,


2) Eğer Ermenilerden ucuz mal almış olan varsa, satışın fesih edilmesi ve aslî
kıymetinin takdir olunarak gayri meşru bir menfaat teminine meydan verilmemesi,
3) Ermenilerin istedikleri eşyalarını götürmelerine müsaade edilmesi,
4) Götürmeyecekleri eşyadan durmakla bozulabilecek olanların zarurî olarak
satılması, bozulmayacak olanların sahipleri namına muhafaza edilmesi,
5) Taşınmaz malların icar, ferağ ve rehin gibi muamelelerin sahipleriyle olan
alakalarının bozulmaması ve hicretin başlangıcından itibaren bu hükme aykırı
uygulamalar yapılmışsa fesih edilmesi,
6) Bu mülkler hakkında muvazaalı durumlara meydan verilmemesi,
7) Sevk edilecek mallarını, (ecnebiler dışında) satmalarına müsaade edilmesi,

Devlet Ermenilerin göç sırasında karşılaşabilecekleri güçlükleri de göz önüne alarak


İçişleri Bakanlığından ilgili makamlara “Ermeni göçmenlerin güvenliklerinin sağlanması
46 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

için kafilelerin Ereğli’den Ulukışla sınırına varıncaya kadar kendilerine muhafız ayrılması
gereği” ayrıca “Müslümanlığı kabul eden ya da etmeyen Ermenilerden kimsesiz ve
yardıma muhtaç bulunanların göçmenler ödeneğinden beslenmesi” bildirildi. Bütün bunlara
rağmen, Ermeni tehciri konusu dahilde ve bilhassa hariçte günümüzde de dikkat çeken
meselelerden biri olmaya devam etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki; tehcir meselesi
Ermenilerin ve onlara duygusal ya da siyasî bağlarla bağlı bulunan Avrupa ve Amerika’daki
bir grup insanın iddialarının aksine, Hükümet tarafından önceden planlanarak uygulanan
bir proje değil, tamamen savaş sırasında Ermenilerin davranışlarından kaynaklanan bir
zaruretin sonucudur. Bu itibarla tehcir sırasında o günkü olumsuz şartların sonucunda
ortaya çıkan bazı istenmeyen hadiselerin sorumluluğu da savaş sırasında orduyu ve halkı
arkadan vurmaya kalkanlara aittir.

Talat Paşa 1 Kasım 1918 tarihinde yazdığı ve 12 Kasım 1921 tarihli Vakit Gazetesinde
neşredilen makalesinde ifade ettiği gibi, isyanlardan tabii ki bütün Ermeniler sorumlu değil-
dir. Fakat devletin hayat ve memadı kararını verecek büyük harp esnasında orduların ser-
bestçe hareketine engel olan, cephe gerisinde isyanlar çıkararak memleketin selametini,
ordunun emniyetini tehlikeye düşüren hareketlere devletin müsamahakâr davranmaması
bir zarurettir.

II. MEŞRUTİYET
II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 (Rumi 10 Temmuz 1908) de top atışları ve büyük şenliklerle
ilan edildi. Hürriyet’in ilanı bütün Rumeli’de ve İstanbul’da görülmemiş bir coşkuyla karşı-
landı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez bir ölçüde tabandan gelen anayasacılık hareketi
oluşmuştur. Onun içindir ki, I. Meşrutiyet’in aksine, tehlike ile karşılaşınca kendisini koru-
yabilmiştir. Gerçekten de 31 Mart (bugünkü takvimle 13 Nisan) 1909’da Derviş Vahdeti ve
yandaşları, sistemi yeniden, Meşrutiyet öncesine döndürmek isteyince derhal Rumeli’den
yürüyen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, ayaklanmayı bastırmaya
muvaffak oldu. Derviş Vahdeti hareketine II. Abdülhamit’in katkısı olup olmadığı tam olarak
tespit edilmemesine karşın; hareket II. Abdülhamit’in tahtına ve hürriyetine mal oldu. II.
Abdülhamit’in yerine tahta V. Mehmet Reşad getirildi.

1908 yılında seçilmiş olan Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan ile el ele vererek, 21
Ağustos 1909’da anayasa değişikliğine gitti. Bu değişiklikten sonra Kanun-i Esasînin en
önemli kurumu, artık padişah değil Meclis-i Mebusan oldu. Sultan’ın Meclis-i Mebusan’ı
dağıtma yetkisi kısıtlanmış, dağıtma halinde yeni toplantıların en geç üç ay içinde yapıl-
ması hükme bağlanmıştır. Padişah’ın kesin veto yetkisi alınmış, meclislerin üçte iki çoğun-
lukla ısrarı karşısında, padişahın yasayı ister istemez yürürlüğe koyması kabul edilmiştir.
Kanun-i Esasînin 113. maddesinin sürgün hükmü yürürlükten kaldırılmış, Padişahın harca-
malarının parlamento tarafından denetlenmesi karara bağlanmıştır.

II. Meşrutiyet’le ülke parlamenter yapıya kavuşmuştur. Devletin yapısında


parlamentonun ağırlık kazanmasına paralel olarak, 1909’da temel hak ve özgürlüklerde
de genişleme olmuştur. Osmanlı Devleti’nde ilk kez, toplantı ve dernek hakları tanınmış,
sansür kaldırılmış, postadaki evrakın yargıç kararı olmadan açılamayacağı kabul edilmiştir.

Yasalarda yapılan düzenlemeler ve başlangıçta kamuoyunda oluşan iyimser havaya


rağmen, II. Meşrutiyet ülkenin dağılmasını önleyemediği gibi vatandaşın beklentilerine de
tam olarak cevap veremedi. Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra, 3 Ekim 1908’de
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek’i ilhak etti. Aynı gün Bulgaristan
bağımsızlığını ilan ederken, 6 Ekim’de Giritliler Yunanistan’a bağlandıklarını ilan ettiler.
Osmanlı Devleti’nin bu gelişmeler karşısındaki protestoları ise sonuçsuz kaldı. 1882’den
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 47

1908’e kadar kaybedilen topraklardan daha fazlası 1 yıl içinde elden çıktı. Gelişmelerden
Batılıların sorumlu olduğuna inanan halk II. Abdülhamit’in mutlak hâkimiyet dönemini
arar duruma geldi. Bu arada Kasım-Aralık 1908’de yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki
288 milletvekili çıkarttı. Bunlardan 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’u
Ermeni, 10’u Slav ve 4’ü Rum kökenli idi. Bu tabloya rağmen, Meclisin Osmanlı birliğini
sağlama şansı azdı. Bu yetmiyormuş gibi, Rum ve Ermeni temsilciler Makedonya ve Doğu
Anadolu’da özerklik ya da bağımsızlık için kendi partilerini kurdular. Meclis çalışmalarını
sırf terör çıksın diye aksatmaya başladılar. Böyle bir ortamda II. Abdülhamit’in yerine
tahta geçmiş olan V. Mehmet duruma hâkim olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise
henüz iktidara hazır olmadığından, üzerinde durduğu Osmanlı birliği fikrini uygulayamadı.
Nihayet, ard arda gelen savaşlar ve içerdeki iktidar çekişmeleri Meşrutiyet’in de
İmparatorluğun da sonu oldu.

OSMANLI DEVLETİ’NİN SON DÖNEMİNDE FİKİR HAREKETLERİ


19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda, yaygın bir
kanaate göre Osmanlıcılık, İslâmcılık, Batıcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm ana
başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak
noktası; İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki
durumuna getirmek amacıyla çaba sarf etmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu
fikir akımları, yönetim açısında farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de çatışma
içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmak
çok zordur. Ancak düşünürlerin etrafında toplandıkları yayın organları vasıtasıyla bir ayrı-
ma gidebilmektedir.

OSMANLICILIK
Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir “Osmanlılık”
duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir “Osmanlı Milletini” ortaya çıkarak Osmanlı
Devleti’nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarf etmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce
akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk
içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri
göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri
yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.

Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut’un “Ben tebaamın Müslüman
olanını camide, Hıristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında
başka bir güna farkı yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi
gerçek evladımdır” ifadesi ile başladı. 1839’da ilan edilen “Gülhane Hattı Hümayunu”nda
bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişim
dönemi de Tanzimat’tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik
olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok
konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; Osmanlıcılık fikrinin ana programı şu şekilde
özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum
zulümden kurtulup, ezel “ve beşer” olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları
vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna başvurulmaz, fitne
çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.

Dikkat çekici olan, İslâmcıların ve Batıcıların da Osmancılığı savunuyor olmasıdır.


Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslâmcı Süleyman Nazif
“Cengiz Hastalığı” adlı makalesinde “Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır
ki, o Osmanlı kanıdır” derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken “…
48 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın milletleri herc-ü merc (altüst)” edeceği gibi Avrupa’yı
hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye’ye hamililik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk
eder” der.

Yusuf Akçuraoğlu ise, Üç tarzı-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi
bulmadığını “… Muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve
savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı…”
yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağı şu sözler
ile ortaya koymuştur.

“…Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep Millî akidelere


sarılarak, Milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu,
onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden
kovulunca anladık… Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın
bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti
gösterelim. Bilelim ki Millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır
(ganimetidir).”

Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle


1876’da Kanun-i Esasînin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen
bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamit’in, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatine
varması, Meşrutiyet idaresine ara vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak
İslâmcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin
Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur.

İSLÂMCILIK
İslâmiyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye
sahip olmuştur. Fakat “İslâmcılık” adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok
farklıdır.

Bir düşünce akımı kimliğiyle İslâmcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek
mümkün değildir. İslâmcılık, yoğun olarak II. Abdülhamit döneminde kendisi ve rakipleri
tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamit, İslâmcılık politikasıyla hem Balkanlardaki
“Panslavizm”i etkisiz duruma getirmek, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gü-
cünü kırmak istiyordu. Fakat zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.

İslâmcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi,
Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslâmiyet’ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslâmiyet bilime
ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslâmiyet’in
özünde vardır. Bu yüzden İslâmcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket
şartlarına uydurulması taraftarıdır.

Said Halim Paşa’ya göre İslâmlaşmak demek, İslâm’ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset
sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır.

İslâmcılar çoğunlukla “Sırat-el-müstakim”, “Sebilürreşat” ve “Beyan-ül hâkim” gibi dergilerin


etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler.
Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay’a göre çöküşünün sebebi Cinci Hoca,
Seyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce
ile silahlanmış bir İslâmcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de
olduğunu belirten Günaltay, “cahil gericikle cahil ilericilik” arasında zarar bakımından hiçbir fark
görmez. Bu nedenle “her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır” der.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 49

İslâmcılar, Batı’nın Osmanlı Devleti’nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden


Batı’nın teknik ilericiliğin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve
maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin
Günaltay, “Avrupa yalnız kendisini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa’dan
merhamet beklemek boşunadır. Kendimiz uyanalım” der.

Çareyi millette bulan İslâmcılardan biri de Mehmet Akif’tir. O da Batı’nın teknolojik


üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; “…Dini
taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin
fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez,
binaenaleyh yaşayamaz…” der.

Milletlerarası politika alanında Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman


ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak “İttihad-ı İslâm”ı görürler.
Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler.
Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkit
ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı’ndan sonra
bu konudaki düşüncelerini değiştirirler.

Sonuç olarak, İslâmcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu metotla önce kendi


birliğini ardından bütün İslâm dünyasının kurtuluşunu “İslâmcı Rönesans” formülüne
bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak
İslâmlaşmakla mümkündü.

TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Millî Mücadele’nin
başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır.

Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa’nın 1869’da


Sultan Abdülaziz’e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat ilk defa sosyolojik
bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin toplanması ve bir sistem haline getirilmesi
II. Meşrutiyet döneminde sağlanmıştır. Kasım 1908’de Rusya’dan kaçarak İstanbul’a gelen
bazı Türkçülerin kurdukları “Türk Derneği” bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği’nin
kendi kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911’de kurulan “Türk
Yurdu Cemiyeti”nde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu
derneğin de kendisini feshederek Askerî Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 1911’de
kurulan “Türk Ocağı” derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları şair Mehmet Emin
(Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (Veznedar) Beylerdir. Balkan Harbi’nden sonra
seçilen yönetim kurulu Hamdullah Suphi Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis),
Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden
oluşmaktadır.

Özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla


ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları ile şu
şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan
Türkleri Millî bir duygu ile bilinçlendirmek, Milliyetini idrak ettirmek. Türk milletini İslâm
beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sokmak; aynı zamanda sarsılmış olan
Osmanlı Saltanatı’nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek, modernleşmek; ancak körü
körüne bir Batı taklitçiliği içine girmemek. (Özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu
özünden uzaklaştırma hususunda büyük zararları olmuştur.) Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk
şartı olarak millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı
medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir seviyeye
50 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dâhil olmak, milletlerarası hayat içinde


yaşamaktır. Millî hüviyetinden ve şahsiyetinden taviz vermek değildir.

Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadî politikanın izlenmesi ve özellikle
kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar
“Türk Yurdu”, “İktisad Mecmuası” gibi dergilerde “Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir”;
“İktisad-ı Millî”; “Millî İktisada Doğru” vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.
Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerek-
tiğini ifade ettiler. Bunu en iyi şekilde dile getirenlerden biri olan Ziya Gökalp;
“Türklüğün bir ili (vatanı) var
Yalnız bir dili var
Başka bir dil var diyenin
Başka bir emeli var” der.
Dilde birliği, vatan ve tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Mehmet Emin Bey ise “Cenge
Giderken” adındaki şiirinde;
“Ben bir Türk’üm, dinim cinsim Uludur,
Sinem özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz giderim…
Bu topraklar ecdâdımın ocağı,
Evim, köyüm, hep bu yerin bucağı,
İşte vatan, işte Tanrı kucağı,
Ata yurdum evlât bulmaz; giderim.”
diyerek hem kolay anlaşılır bir dil kullanışı, hem de Türklüğü övüşü ve Türk vatanında
farklı dillerin kullanılmasına tepki duyulması itibarı ile dikkat çekicidir.
Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı olarak;
“Asya’da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde
toplayarak büyük ve kuvvetli bir “İLHANLIK” teşkil etmeyi savundular.” Ziya Gökalp “Turan”
adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar:
“Vatan ne Türkiye’dir. Türklere, ne de Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.”
Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir ger-
çeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir.
Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. O halde devlet ancak Türk mil-
letini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir.
GARPÇILIK (BATICILIK)
Tanzimat’tan sonra devleti kurtarmak ve modernleşmek yolunda ortaya çıkan fikir
akımlarından biri de garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile
bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet’e gelinceye kadar Batılılaşma
hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet
adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi
hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 51

ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve


sosyal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman
toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.

Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın


etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla “İçtihad” dergisinde ortaya atarlar. Ancak,
Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir
dizi gerekçeleri arasında “aydınları” baş sorumlu tutmaları ve “kendisine nur verilmeyenden
nur istemeye hakkımız yoktur” ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler.
Uçurumun kenarına gelmiş tek İslâm Devleti’nin her şeye rağmen kalkınabileceğine
inanmışlardır. Bir şartla ki, sosyal inkılâp yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.

Batıcılara göre Osmanlı Devleti’nin en büyük problemi Batılı olmamaktan


kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile tek kurtuluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına
uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî manasıyla “Garplılaşmaktır” “Nur
ondadır.” Ona gitmek mecburidir. Çünkü ikinci bir medeniyet yoktur.” Batıcılar bu noktada
ikiye ayrıldılar. Batının bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan
Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı
“Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması” olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal
olduğunu ifade eder.

İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alın-
ması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel
açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.

Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:


Batılılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.
İmparatorluğunun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat
İslâmiyet’in yanlış yorumlanması ve bir dizi bâtıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel ol-
maktadır.
Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.
Batıcılar “İttihad-ı Anasır” yani Osmanlı birliğine taraftardırlar.
Bu anlamda Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadır.

Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri de


savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes’in atılarak şapkanın
benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi,
mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık
vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak batı koleji tipinde okulların
açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zayilerin kapatılması.

Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler.


Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet’in ilanından sonra uygulama alanı buldu.

SOSYALİZM
Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava
içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında “Sosyalizm” düşüncesi de gündeme
geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Bu fikirdeki bir parti, 1908 sonundaki
grev hareketleri ve 1909 yılında parlamentoda uzun tartışmalara sebep olan “işçi sendika-
ları” meselesinden sonra Eylül 1910’da “Osmanlı Sosyalist Fırkası” adı ile kuruldu. Parti,
52 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

beyannamesinde “Sosyalizm”in Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulamasını istemiştir. Gerek


beyanname ve gerekse parti programındaki fikirler, sosyalizmin klasik açıklamalarından
öteye gitmemiştir.
Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan önce Şubat 1910’da Hüseyin
Hilmi (Sosyalist Hilmi) Bey tarafından çıkarılmaya başlanan “İştirak” dergisinde açıklamış-
lardır. Ayrıca çok şikâyetçi oldukları “basın hürriyetinin” fena uygulanması yüzünden kısa
ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı.
Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerine kurulmasına rağmen; partinin parlamento
içinde işçi sorunları ya da sosyalist düşüncelerin tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı
olmadı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin milletvekilinin bulanmaması ve parla-
mentodan da partiye hiçbir katılımın olmamasıdır.
Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirleri içinde Batılılaşma meselesini
sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamışlardır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif
ettikleri görülmektedir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı
düşüncelerini ortaya koymaktan çekinmediler. Osmanlı sosyalistlerine göre “Hürriyet ancak
harp ve darp ile” büyük fedakârlıklarla, “parça parça feth olunur”. Bu bakımdan 10 Temmuz
sosyalist bir hareket değildir. O halde yeni bir devrime gerek vardır. Ancak, devrimden sonra
nasıl bir uygulamaya geçileceği ya da toplum refahının arttırılacağı konusunda herhangi bir
çözüm yolu önermemiştir. Çünkü yeterli bilgi birikimi, kadrosu ve alt yapısı yoktur.

OSMANLI DEVLETİ’NİN PARÇALANMASINA YOL AÇAN ÖNEMLİ SİYASÎ VE


ASKERÎ OLAYLAR
İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) ve Yönetimi
Osmanlı Devleti’nin son dönemi olarak nitelendirdiğimiz “1908-1918 Döneminde” üzerinde
durulması gereken siyasal kuruluşlardan en önemlisi, daha sonra bir siyasî parti niteliği
kazanacak olan “İttihat ve Terakki Cemiyeti”dir.

Cemiyet 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur.
Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askerî Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo),
İshak Sükuti, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir.

İttihatçılar ülkede yeniden “Meşrutiyet Yönetimi” kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe


koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve
hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e ve yönetimine karşı
mücadeleyi temel amaç olarak belirlemişlerdi.

4-9 şubat 1902’de yapılan “Büyük Jön Türk Kongresi’nde”, ülkeye yeniden
kazandırılacak olan Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş
ayrılıkları cemiyeti ikiye bölmüştür. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye
cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmuşlar ve
Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır. Ahmet Rıza Bey başkanlığında temsil edilen
diğer grup ise, kongre sonrası ilk icraat olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin
ismini “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”ne dönüştürmüştür.

Diğer taraftan, Selanik’te de 1906 Eylül’ünde içlerinde Bursalı Mehmet Tahir Bey,
Kazım Nami Bey (Duru), Ömer Naci Bey, Talat (Paşa) gibi bilahare İttihat ve Terakki
Cemiyetinin (Partisi) önde gelen isimlerinin yer aldığı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla
yeni bir cemiyet kurulmuştur. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında kurulmuş olan Jön
Türk cemiyetlerinin bir devamı değildir.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 53

Aynı günlerde, 1906 Ekim’inde Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir cemiyet kur-
muş olan Mustafa Kemal Selanik’e gelmiştir. Burada, kurduğu cemiyetin Selanik Şubesi’ni
oluşturan Mustafa Kemal daha sonra Suriye’ye geri dönmüştür. Ancak, bir süre sonra Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmiştir.

Bu birleşmeden güçlenerek çıkan cemiyet, artık Sultan II. Abdülhamit yönetimine


karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askerî bir temele de dayandırmıştır.
Abdülhamit’in baskıcı yönetimini sona erdirmek amacıyla bazı genç subaylar genel bir
ayaklanma çıkarılmasını istemekteydiler. Bu amaçla Kolağası Niyazi Bey Resne’de
emrindeki kuvvetlerle dağa çıkmış, daha sonra da Enver Bey Tikveş’te, Eyüb Sabri Bey
Ohri’de, Selahattin ve Hasan Tosun Beyler Arnavutluk’ta aynı yolu izlemişlerdi.

Cemiyet, saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın hemen yürürlüğe konulması ve


Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını istemiştir. Ayrıca şayet milletin bu isteklerini
kabul etmeyecek olursa, tahtından indirileceği Sultan II. Abdülhamit’e bildirilmiştir. Nitekim
23 Temmuz 1908’de Manastır’da ve Selanik’te Meşrutiyet resmen ilân edilmiştir. Bütün
bu gelişmeler üzerine Sultan II. Abdülhamit, yayınladığı bir bildiriyle Osmanlı Devleti’nde
anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ve meşrutiyeti ilân ettiğini açıklamıştır.

Artık İttihat ve Terakki ismini kullanmakta olan cemiyet için, Meşrutiyetin ilânından
sonra yeni bir dönem başlamıştır.

Cemiyetin, 1911 Kongresi’nde tüzüğünde yapılan bir değişikle İttihat ve Terakki


Cemiyetinin merkezi İstanbul olan bir siyasal parti olduğu belirtilmiştir. Böylece, Türk
demokrasisinde ilk siyasî parti olma özelliği İttihat ve Terakki Partisi’nin olmuştur.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı,
gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen
isimler Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa’lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön
plâna çıkmışlardır. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki; Millî Mücadele’mizin büyük önderi
Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bir çok
önemli isim bu cemiyetin bünyesinden çıkmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemek için “Osmanlıcılık


veya Pan-Osmanizm” düşüncesini “İttihad-ı Anasır” (Unsurların Birliği) şekliyle benimsemiş
ve cemiyet-parti içinde ve devlet yönetimindeki uygulamalarında bunu gerçekleştirmeye
çalışmıştır. Bu nedenle; cemiyet-parti bünyesine Türklerin yanında Araplar, Arnavutlar
gibi Türk olmayan Müslümanları ve Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi gayri müslimleri
almışlardır. Ancak gayri Müslimler ile Arnavutlar ve bilahare Araplar gibi Türk olmayan
Müslümanların her yönden Türk milletine ve Osmanlı Devleti’ne karşı ihanet, isyan ve
ayaklanmaları üzerine bu düşüncelerini terk etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Türk milletinin anavatanının, yani Anadolu’nun işgal
edilerek milletimizin esaret altına alınmak istenmesi karşısında, İttihat ve Terakki Cemiyeti-
Partisine mensup birçok vatansever Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlamış olan Millî
Mücadele’ye katılmışlardır.

Trablusgarp Savaşı (29 Eylül 1911-15 Ekim 1912)


Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasî birliğini kurarak tarih sahnesine yeni isimlerle
çıkan iki devlet bulunuyordu. Bunlardan birisi Almanya, diğeri ise İtalya’ydı. Her iki devlet
de siyasî birliklerini kurduktan sonra, dış politikalarında sömürgeciliği temel almışlardı.
Almanya’nın yayılmacı politikası daha sonraki yıllarda bir dünya savaşına yol açacaktı.
54 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Birçok Avrupa devleti gibi, İtalya da, hem gelişen sanayisine yeni hammadde kaynakları
yaratmak, hem de artan üretimine yeni pazarlar bulmak istemekteydi. Ayrıca İtalya, giderek
çoğalan nüfusuna yeni yerleşim yerleri istiyordu. Nitekim bu amaçla “İtalya İrredenta” yani
(Büyük İtalya) hedefi takip edilmeye başlanmıştı. Büyük İtalya projesinin öncelikli hedefi
Akdeniz, Kuzey Afrika ve Anadolu’nun batı ve güney kıyılarıydı.

Yirminci yüzyılın başında İtalya, öncelikle Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son
toprakları olan Trablusgarp vilayeti ile Bingazi müstakil (bağımsız) sancağına göz dikmişti.
Buraları ele geçirmek için elverişli bir ortam bekliyordu. Zaten Osmanlı Devleti’nin Kuzey
Afrika’daki diğer toprakları Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edilmişti. İtalya, emeline
ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleriyle, kendisine Trablusgarp’ta hareket
serbestliği tanıyacak olan gizli antlaşmalar yaptı. Bu antlaşmalarla, İngiltere’nin Mısır’daki
ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’teki varlığını tanıyor, Almanya’nın Akdeniz’deki çıkarlarını
gözeteceğini kabul ediyordu. Ayrıca Fransa’nın Tunus’u ele geçirmesini kabullenebileceğini,
Rusya’nın ise Boğazlardaki çıkarlarını tanıdığını ve Rusya’nın Balkanlardaki politikalarını
destekleyeceğini açıklıyordu. Bütün bu devletler de İtalya’nın Trablusgarp vilayeti ile
Bingazi sancağına yönelik yayılmacı politikalarını kabulleniyorlardı.

İşgal için bütün hazırlıklarını zaten aylarca önceden yapan İtalya, ilki 23 Eylülde,
ikincisi 28 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümeti’ne nota verdi. Oldukça ağır hükümler taşıyan
bu notalarda; Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için bir şey
yapmadığı, bölgenin medenileşmesinin İtalya için büyük önem taşıdığı belirtilerek, burada
bulunan askerî kuvvetimizin derhal çekilmesini, gümrüklerin İtalya’ya teslim edilmesini,
bölgeye atanacak vali konusunda İtalya Hükümeti’nin görüşünün alınmasını istiyor ve
bütün bunlar için yirmi dört saat süre veriyordu. Notaya bir cevap verilmediği takdirde, İtalya
Hükümeti’nin işgali başlatacağı bildiriliyordu.

Osmanlı Hükümeti, büyük devletlere başvurarak İtalya ile olan anlaşmazlığın


çözümünde yardımcı olmalarını istedi. Ancak, büyük devletlerden beklediği yakınlığı ve
desteği bulamadı. 29 Eylül 1911’de İtalya Hükümeti’ne cevabi nota verildi. Bu notada
İtalya’nın taleplerinin haksız olduğu belirtiliyor ve isteklerin büyük bir kısmı reddediliyordu.
Fakat aynı gün İtalya işgal hareketini başlattı.

Osmanlı Hükümeti, öncelikle bu işgali şiddetle protesto etti. Ancak, Trablusgarp’a


kısa sürede yardım göndermek imkânına sahip değildi. Çünkü merkez topraklarından
çok uzak olan bu bölgeye, İtalyan Donanması’nın Akdeniz’de bulunması nedeniyle deniz
yoluyla yardım gönderemezdi. Karadan yapılacak bir yardım ise; Mısır’da bulunan İngiltere
ve Tunus’ta bulunan Fransa’nın, bu topraklar üzerinden bir yardım yapılmasını kabul
etmeyeceklerini açıklamalarından dolayı mümkün görülmüyordu.

Bunun için bölgeye gizli yollarla Türk subayları göndererek, İtalyanlara karşı burada
mücadele edilmesi esasına dayanan aslında resmi mahiyetteki bir plânı devreye soktu.

Trablusgarp’a vatan savunmasına koşan vatansever subaylar arasında; Binbaşı Enver


Bey, Kolağası Mustafa Kemal, Nuri Bey (Conker), Eşref Bey (Kuşcubaşı), Ali Fethi Bey
(Okyar) Halil Bey (Enver Bey’in amcası), Albay Neşet Bey gibi sonraki yıllarda Osmanlı
Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli görevler üstlenecek isimler bulunuyordu.
Bu vatansever Türk subayları, Trablusgarp halkının kısa zamanda güven ve sevgilerini
kazanmışlar ve onları yanlarına çekmişlerdi. Böylece yerli halk Türk subaylarının emrinde
İtalyan işgaline karşı direnmeye ve mücadeleye başlamıştı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 55

Trablus’ta Albay Neşet Bey, Bingazi’de Kurmay Binbaşı Enver Bey ve Derne’de Binbaşı
Mustafa Kemal kumandasındaki kuvvetler aylarca İtalyanları iç kısımlara sokmamışlardı.
Bunun üzerine, İtalyanlar Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak için donanmalarını Ege
Denizi’ne göndermişlerdir. Niyetleri; Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u tehdit
etmek ve Osmanlı Hükümeti’ni barışa razı etmekti. Ancak, Çanakkale Boğazı’nda alınan
savunma önlemleri sayesinde İtalyanlar Boğazları zorlamaktan vazgeçmişlerdi. Ancak, bu
arada Ege Denizi’nde bulunan “On iki Ada”ları işgal etmişlerdi.

İtalyanlarla yapılan savaş, özellikle Trablusgarp’ta her geçen gün Osmanlı Devleti’nin
lehine dönmeye başlamıştı. Ancak, bu kez Osmanlı Devleti, Balkanlarda yeni bir savaşın
eşiğine gelmiş ve bir müddet sonra da Balkanlarda dört Balkan Devleti ile (Yunanistan,
Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ) savaşa başlamıştı. Bu gelişme üzerine Osmanlı
yöneticileri, devlet maliyesinin ve ordunun her iki savaşı sürdürecek durumda olmadığı ve
Trablusgarp’ta savaşan subaylarımıza acilen Balkan Cephesi’nde ihtiyaç duyulacağı gibi
gerekçelerle, devam etmekte olan Türk-İtalyan Savaşı’nı sona erdirme kararı aldılar.

İtalyan Hükümeti ile İsviçre’nin Lozan şehrinde 18 Ekim 1912’de Ouchy (Uşi) antlaşması
imzalandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Trablusgarp vilayeti ve Bingazi müstakil
sancağı üzerindeki egemenlik haklarından İtalya’nın lehine vazgeçiyordu. Buna karşılık
olarak da İtalya, savaş yıllarında işgal ettiği On İki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne terk edecekti.

Osmanlı Devleti, İtalyanların vermeyi kabul ettikleri bu On İki Ada’yı Yunanlılara karşı
koruyacak güçte olmadığı için, Balkan Savaşı’nın sonuna kadar geçici kaydıyla İtalya’ya
bıraktı. Ancak bu adalar bir daha elimize geçmedi. Çünkü Osmanlı Devleti, Balkan
Savaşı’nı kaybedince Ege Denizi’ndeki birçok adayı Yunanistan ele geçirmişti. Bunun
üzerine İtalya, On İki Ada’yı topraklarına kattığını ilân etmişti. I. Dünya Savaşı’ndan mağlup
olarak çıkmamız sebebiyle, adalar üzerinde hak iddia edemedik. On İki Ada’lar, II. Dünya
Savaşı sonunda savaşın galip devletleri tarafında savaşan Yunanistan’a verilecektir.

Bu savaşın sonuçları şöyle özetlenebilir:

1) Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Bingazi’yi kaybetmekle Kuzey Afrika’daki


varlığını sona erdiriyordu.
2) İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler, bu savaşla birlikte Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü koruma politikalarını terk etmişlerdi.
3) Bu savaş esnasındaki askerî, malî ve ekonomik sıkıntılar, ordunun büyük
noksanlarının oluşu Balkanlı devletlere ümit ve cesaret vermiş, Osmanlı
Devleti’ne karşı savaş açmışlardır.
4) Ege Denizi’ndeki stratejik öneme sahip On İki Ada bu savaşla elimizden çıkmış
ve bilahare devletimizin ve milletimizin can düşmanı olan Yunanistan’ın eline
geçmiştir.

BALKAN SAVAŞLARI
I. Balkan Savaşı
Balkan Savaşı’na gelinceye kadar; İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya ve
Rusya gibi büyük devletlerin uzun yıllar tahrik, himaye ve destekleme politikaları ve özellikle
Çarlık Rusya’nın bu bölgede takip ettiği “Panslavist” (Slav Birliği) politikasının sonunda
Balkanlarda, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmış dört Balkan devleti kurulmuştu.
Bunlar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan devletleridir.
56 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanan bu dört Balkan devleti, bu kez de


topraklarını Osmanlı Devleti aleyhine genişletmek politikasını takip etmek için anlaşma
yollarını aramaya başladılar.

Nitekim Balkan devletleri arasındaki anlaşmaların ilki Bulgaristan’la Sırbistan arasında


gerçekleşti. Makedonya’nın tamamını tek başına ele geçiremeyeceğini gören Bulgaristan,
Sırbistan’la anlaşarak bu meseleyi çözmek istedi. Rusya’nın da hem Bulgaristan’ı hem de
Sırbistan’ı bir ittifak oluşturmaları konusunda tahrik etmesi ve yol göstermesi sonucunda;
13 Mart 1912’de yaptıkları bir antlaşmayla bu iki devlet, Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte
hareket etmeyi kararlaştırdılar. Bulgaristan, Yunanistan’la da 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan-
Yunanistan ittifak antlaşmasını imzaladı. Karadağ ise, anlaşmazlık içerisinde olduğu
Sırbistan’a karşı Bulgaristan’ın desteğini almak ve Arnavutluk’u ele geçirmek amacıyla
Ağustos 1912’de Bulgaristan’la, 6 Ekim 1912’de de Sırbistan’la birer ittifak antlaşması
imzaladı.

Bu arada çıkacak bir savaş için askerî hazırlıklarını da tamamlamışlardı. 8 Ekim


1912’de Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Diğer Balkan devletleri de 13 Ekim
1912’de Makedonya’ya özerklik verilerek yeni reformların yapılmasını öngören bir nota
verdiler. Makedonya’nın paylaşılması ve iç işlerine müdahale olarak gördüğü bu notaya
karşılık Osmanlı Devleti de Balkan devletlerine savaş ilân etti.

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’na çok kötü şartlar altında girmiştir. Savaş ilânı üzerine
İstanbul’da yapılan toplantıda, birçok devlet adamı ve ordu kumandanı “Ordunun birçok
noksanı olduğunu, askerin talim ve eğitimi ile teşkilât, teçhizat ve iaşenin yetersiz olduğunu,
isyan ederler diye askerlere silahsız eğitim yaptırıldığını, birçok askerin mekanizma ve tapa
çevirmesini dahi bilmediğini” söylemişler ve savaştan kaçınılmasını ısrarla belirtmişlerdi.
Buna rağmen; savaşı iktidara gelmek için bir fırsat olarak değerlendiren İttihatçı devlet
adamları ve subaylar savaş yanlısı olmuşlardı.

Her yönden büyük sıkıntılar ve imkânsızlıklar içerisinde savaşa başlayan Osmanlı


orduları, özellikle cephede siyasî çekişme ve particilik kavgası yapan subayların savaşı
ihmal etmelerinin de bir sonucu olarak, bütün cephelerde kısa zamanda bozguna uğradılar.
Bulgar ordularını Babaeski-Lüleburgaz hattında durduramayan Doğu ordusu, Çatalca’ya
kadar çekildi ve burada bir savunma hattı oluşturdu. Bulgar ordusu, Gelibolu Yarımadası
hariç Edirne ve Trakya’yı ele geçirdi. Komonava’da Sırp ordusuna yenilen Türk ordusu Batı
cephesinde de bozgun uğradı. Özellikle Bulgarlar ve diğer Balkanlı devletlerin orduları,
ele geçirdikleri şehirlerde, kasaba ve köylerde eşi benzeri görülmemiş vahşet, katliam ve
barbarlık yaptılar. Edirne, Yanya ve İşkodra kaleleri kendilerini umutsuzca savundular.
Diğer taraftan Yunanlılar ciddi bir direnme görmeden Selanik’i ve Ege Denizi’ndeki adaları
ellerine geçirdiler.

Bu arada, savaş öncesi Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş olan Arnavutlar, 28 Kasım
1912’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Sırbistan’ın kısa sürede geniş bir alanı işgal ederek
genişlemesi ve Adriyatik kıyılarına erişmesi İtalya ve Avusturya’yı endişeye sevk etmiş; yine
Bulgar ordularının Çatalca hattına kadar ilerlemeleri ve İstanbul’a oldukça yaklaşmaları
üzerine İngiltere ve Fransa telaşlanmışlar ve İstanbul’a donanmalarını göndererek şehre
asker çıkarmışlardır. Almanya da; savaşın yayılarak, bir dünya savaşı çıkmasına yol
açabileceği endişesiyle tavır koymaya başlamıştır. Rusya da, Bulgaristan’ın Meriç Nehrini
geçerek İstanbul’a ve Boğazlara ulaşabileceğini düşünerek tedirgin olmakta ve gerekirse
İstanbul’a donanmasını gönderebileceğini belirtmekteydi. Yine Rusya, Yunanistan’ın
Ege’deki birçok adayı ele geçirmesinden de tedirgin olmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 57

Bu nedenle büyük devletler savaşa müdahale ederek Londra’da bir konferansın top-
lanmasını kararlaştırdılar. Zaten Osmanlı Devleti de Yunanistan dışındaki diğer Balkan
devletleriyle ateşkes imzalamak zorunda kalmıştı.

Londra Konferansı’na İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya ve İtalya gibi


büyük devletlerin yanı sıra, Balkan Savaşı’na katılan Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve
Karadağ devletleriyle Osmanlı Devleti katılmıştır.

Osmanlı Hükümeti’nin Ege Adaları ile Edirne’yi Balkanlı devletlere bırakmamak


konusundaki tutumu nedeniyle Londra Konferansı uzamış; ancak yapılacak başka bir
şey olmadığı için, Kamil Paşa başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti, şartları kabul etmeyi
kararlaştırdığı günlerde İstanbul’da “Bâb-ı âli Baskını” diye anılacak olan ve hükümet
değişikliğiyle sonuçlanan darbe olmuştur. İttihat ve Terakki Partisi’nin başta Enver Paşa
olmak üzere bir grup subay, fedai takımı ve halktan oluşan taraftarları, Balkan Savaşı’ndaki
başarısızlıktan mevcut hükümeti sorumlu tutmuş ve hükümet binasına yaptıkları bir baskınla
Kamil Paşa Hükümeti’ni istifa ettirmişlerdir. Bâb-ı âli Baskını olarak siyasî tarihimize geçen bu
olayla İttihat ve Terakki Partisi, iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş ve kendi mutlak otorite ve
hâkimiyetlerini kurdukları İttihat ve Terakki Partisi Dönemi başlamıştır.

Mahmut Şevket Paşa başkanlığında kurulan yeni Osmanlı Hükümeti’nin, Edirne’yi


düşmana bırakmamak amacıyla Londra Konferansı kararlarının kabul edilmeyeceğini
muhatap taraflara bildirmesi üzerine cephelerde savaş tekrar başladı. Ancak, bu kez de
Osmanlı orduları yenilmiş ve daha fazla toprak kaybına uğranılmıştı. Hatta sekiz ay boyunca
Bulgar kuşatmasına dayanan Edirne bile düşman eline geçti. Bunun üzerine Osmanlı
Hükümeti, Londra Konferansı kararlarını kabul edeceğini bildirdi. 30 Mayıs 1913’de Londra
Antlaşması imzalandı ve cephelerde savaş sona erdi.

Bu antlaşmayla, Edirne dâhil olmak üzere Midye-Enez hattının batısında kalan bütün
Rumeli toprakları Bulgaristan’a verildi. Makedonya’nın diğer bölgeleri Yunanistan ve
Sırbistan arasında paylaşılıyordu. Ege adaları ve Arnavutluk’un geleceğine büyük devletler
karar vereceklerdi. Balkan savaşı sonunda Osmanlı Devleti sadece Bulgaristan’la sınır
komşusu oluyordu.

Osmanlı Devleti, bu büyük felaketin şokunu üzerinden uzun yıllar atamayacaktır.


Bilhassa Edirne’nin kaybı ülkede büyük bir üzüntü yaratmıştır. Savaşın, devlet ve toplum
hayatımızdaki acılarını sarmaya çalıştığımız günlerde Balkanlarda savaş yeniden başladı.

II. Balkan Savaşı


Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki bütün toprakları diyebileceğimiz kadar geniş bir araziyi
kolaylıkla ele geçiren Balkan devletleri, bu kez ele geçirdikleri toprakların paylaşımı
nedeniyle birbirleriyle anlaşmazlıklara düştüler. Aralarındaki ittifaklar dağıldı. Özellikle
Londra Konferansı’nın Bulgaristan’a geniş bir arazi vermesi, savaşa katılan diğer Balkan
devletlerinin tepkisine yol açtı. Büyük devletlerin arabuluculuk girişimleri, bu devletlerin
aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmamıştı. Bunun üzerine Sırbistan, Yunanistan
ve Karadağ devletleri Bulgaristan’a karşı birleştiler ve savaşa girdiler. Ayrıca Bulgaristan’ın
büyümesini menfaatlerine aykırı gören Romanya da, Bulgaristan’a savaş ilân ederek
Balkanlar’da yeniden başlayan savaşa katıldı. Birçok cephede savaşmak durumunda kalan
Bulgar orduları Sırplara ve Yunanlılara yenildiler. Biz de bu durumdan istifade ederek,
hiç olmazsa Edirne’yi tekrar alabilmek için Bulgaristan’a savaş ilân ederek İkinci Balkan
Savaşı’na katıldık.
58 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türk orduları, Edirne başta olmak üzere bazı şehir ve kasabaları ele geçirdi. Büyük
devletlerin tepkisiyle karşılaşan Osmanlı Devleti ordularını daha ilerilere gönderememişti.
Mevcut kazançları kâfi görmek durumunda kalan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül
1913’de İstanbul Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son verdi. Bu antlaşmayla, Meriç’in
iki devlet arasında sınır olmasını kabul ediyorduk. Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı
Devleti’nde kalıyordu.

Osmanlı Devleti, 14 Kasım 1913’te de Yunanistan’la Atina Antlaşması’nı imzaladı.


Bu antlaşmayla, Girit üzerinde hak iddia etmekten vazgeçildiği gibi; Ege adaları konusun-
da Londra Antlaşması’nın hükümlerini kabul ediyorduk. Buna göre Taşoz, İmroz ve Meis
Adaları bize veriliyor, diğer adalar ise Yunanlılara terk ediliyordu. Ayrıca Balkan Savaşı’nın
başında geçici olarak İtalyanlara bıraktığımız On İki Ada’nın İtalya’ya verilmesini kabul edi-
yorduk.

Bunun dışında; savaşın sonunda ortak sınırımız kalmayan Sırbistan, Karadağ ve


Romanya ile yapılan ikili antlaşmalarla daha çok buralarda kalan Müslüman Türk halkının
hak ve hukukunun korunması ve vakıflarla ilgili konular belirli esaslara bağlanmıştı.

Balkan Savaşları’nda Deniz Savaşları


Sultan Abdülaziz zamanında kudret itibarıyla dünyada ikinciliği alan bir donanmaya sahip
olan Osmanlı Devleti, Sultan II. Abdülhamit, Avrupa’nın sanayi ve teknik alanda büyük
ilerleme ve gelişme kaydettiği bir devirde bu donanmayı “yok etme” siyasetine tabii tutarak
Haliç’te ve 1897 Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra da Çanakkale’de çürütmüştü. Bu nedenle,
Balkan Savaşı esnasında deniz savaşlarında bir varlık gösterememiş, burnumuzun
dibindeki Ege Adaları’nın Yunanlılar tarafından ele geçirilmesine mani olamamıştık.
Hatta Yunanlılar, Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldığından donanmamız savaş boyunca
çoğu zaman Boğazlardan bile çıkamamıştı. Buna rağmen, zaman zaman Rauf Bey’in
kumandanı olduğu “Hamidiye Kruvazörü” boğazlardan çıkarak Yunan savaş gemileriyle
savaşmış ve büyük başarılar elde etmişti. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, savaş
boyunca denizlerdeki üstünlük Yunanistan’da olmuştu. Nitekim Yunanlılar Balkan savaşı
yıllarında Taşoz, Limni, Sakız, Midilli ve On İki ada hariç bütün adaları ele geçirmişlerdi.

Savaşın Sonuçları
Türk milletinin yakın dönem siyasî tarihinde uğradığı en büyük felaketlerden birisi ve belki
de en büyüğü Balkan Savaşları’dır. Özellikle Birinci Balkan Savaşı, siyasî, askerî, ekono-
mik ve toplumsal sonuçlarıyla etkilerini uzun yıllar, devletimizin ve milletimizin üzerinde
taşıdığı bir felaket olmuştur. Bu savaşın sonuçlarını şöyle değerlendirebiliriz:

1) Balkan Savaşları sonucunda, artık Osmanlı Devleti’nin paylaşılması, büyük


devletlerin üzerinde uzlaştıkları bir konu olmuştur. İngiltere ve Fransa zaman
zaman uyguladıkları “Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması”
politikasını Balkan Savaşı’yla birlikte terk etmiştir.

2) Balkan Savaşı’nın sonunda Meriç’in doğusunda kalan Doğu Trakya dışındaki


bütün Rumeli toprakları elimizden çıkmıştır. Rumeli’de yüzlerce yıl elimizde
ve idaremiz altında kalarak adeta Türkleşmiş olan birçok şehir ve kasaba
kaybedilmiştir.

3) Savaşın en olumsuz sonuçlarından birisi de; savaş esnasında ve sonunda


Bulgarlar başta olmak üzere Yunanlılar ve Sırpların zulmü ve katliamları
karşısında can ve namuslarını korumak amacıyla Rumeli’den büyük göç
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 59

dalgaları başlamıştı. Yüz binlerce Rumeli Türk’ü aç, perişan, büyük acılar ve
yokluklar içerisinde Trakya’ya ve Anadolu’ya gelmişti. Bunların ekonomik ve malî
sıkıntılarını karşılamak, yaralarını sarmak, Osmanlı Devleti’nin zaten sınırlı olan
imkânlarını tamamen tüketmiştir.

4) Balkan Savaşı’yla birlikte Osmanlı Devleti, Avrupa diplomasisinde yalnızlığa


terkedilmiştir. Bunu, toprak bütünlüğü açısından oldukça tehlikeli gören
yöneticiler I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da oluşan “bloklaşmalara” katılma
gayretine girdiler.

5) Balkan Savaşı ile Ege Denizi’ndeki stratejik adaların tamamına yakını Yunanlılar
tarafından ele geçirilmiş ve Ege Denizindeki hâkimiyetimiz kaybolmuştur.

6) Balkan Savaşı’nın başında geçici olarak İtalya’ya terk ettiğimiz On İki Adalar,
savaştaki yenilgimiz üzerine İtalyanlar tarafından bize verilmemiş ve bu adaları
İtalya kendi topraklarına kattığını açıklamıştır.

7) Savaşın getirdiği psikolojik ve sosyal tedirginlik, Osmanlıcılık politikasının terk


edilmesine ve Türkçülük ve millileşme hamlesinin hız kazanmasına yol açtı. Türk
Ocaklarının kurulması, Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun yayınlanarak milli ekonomiye
yöneliş, halkı aydınlatmak için Türk Yurdu, İktisadiyat Mecmuası gibi dergilerin
yayınlanması tedirginliğin getirdiği belli başlı arayışların sonucudur.
BÖLÜM II

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914-1918)

SAVAŞIN SEBEPLERİ
a) Siyasî ve Askerî Sebepler
Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra siyasî birliklerini tamamlayan iki devlet
tarih sahnesine yeni isimlerle çıkmıştı. Bunlardan birisi İtalya, diğeri ise Almanya’ydı.
Bu devletlerden Almanya hem siyasî, askerî ve ekonomik coğrafyasında hem de deniz
aşırı ülkelere yönelik yayılmacı emeller takip ediyordu. Bu amaçla, öncelikle çok güçlü
bir kara ordusu meydana getirmiş olan Almanya, Avrupa’da ilk olarak Fransa’yla savaş
yapmıştı. Bu savaşı kazanan Almanya, hem Avrupa’nın güç dengesini eline geçirmiş, hem
de Fransızlardan zengin maden bölgesi olan “Alsas-Loren’i” almıştı.

Almanya, denizaşırı ülkelerde zengin ve büyük sömürgelere sahip olmanın, güçlü


bir donanma ile gerçekleşebileceğini düşündüğünden, kısa sürede İngiltere’den sonra
dünyanın ikinci büyük donanmasını kurmuştu. Almanya, bir taraftan da Fransa’nın mutlaka
1871 yenilgisinin ve Alsas-Loren’in intikamını almak isteyeceğini düşünerek; Avrupa’da
kendisine dost ve müttefik devlet arayışına girmişti. Nitekim bir süre sonra Avusturya-
Macaristan ve İtalya ile birlikte bir ittifak oluşturacaktı.

Almanya’nın silahlanmasından ve yayılmacı emellerinden rahatsız olan devletler de


kendi aralarında ittifaklar oluşturma çabalarına girmişlerdi. Nitekim Fransa’nın Almanya’ya
karşı dost ve müttefik devlet arama çabaları karşılıksız kalmadı. İngiltere, Almanya’nın deniz
aşırı yayılmacı politikasının İngiliz sömürgelerini hedeflediğini düşünüyor ve Almanya’nın
güçlü bir kara ordusundan sonra güçlü bir donanmaya sahip olmasından endişe duyuyordu.
Ayrıca, Alman sınaî ve ticarî mamullerinin İngiliz pazarları ve sömürgelerine girmesi İngiliz
sanayisini ve ekonomisini olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. Bu nedenlerle, İngiltere
ortak tehdit unsuru olan Almanya’ya karşı Fransa’yla bir ittifak oluşturacaktı.

Almanya’nın Orta Avrupa ve Balkanlar’a yönelik politikaları, bu bölgeler üzerinde


öteden beri siyasî güç ve nüfuz kazanmak isteyen ve kısmen de bunu sağlamış olan
Rusya’nın işine gelmemekteydi. Almanya’yı Rus menfaatlerinin önündeki en büyük tehdit
olarak gören Rusya da İngiltere ve Fransa’nın aradıkları üçüncü dost ve müttefik devlet
olacaktı.

Yine Avrupa’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Rusya arasında Balkanlar


üzerinden Akdeniz’e inme politikalarında menfaat çatışması bulunmaktaydı. Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu, Rusya’yı kendisi için büyük bir tehdit olarak görüyor ve bu
yüzden Almanya’yı kendisi için bir dayanak olarak kabul ediyordu.
62 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Tunus’un Fransızlar tarafından işgali üzerine Akdeniz’de Fransa ile İtalya arasında
menfaat çatışmaları başlamıştır. Bu nedenle İtalya güçlü bir devletin, yani Almanya’nın
desteğini sağlamak arzusundaydı.

Görüldüğü gibi Avrupa’daki ekonomik, politik ve askerî gelişmeler devletleri birbirine


yaklaştırmış veya uzaklaştırmıştır. Nitekim önce Almanya-Avusturya-Macaristan ve İtalya
devletleri arasında 1882’de “Üçlü İttifak” (Düvel-i Müttefika) kuruldu. Bu ittifak antlaşması,
1892, 1907 ve 1912 yıllarında yenilendi. Bu ittifakın karşısında ise, önce 1884’de Fransa-
Rusya, 1904’de İngiltere-Fransa ve nihayet 1907’de Rusya-İngiltere arasında yapılan ant-
laşmalarla “Üçlü İtilâf” (Düvel-i Mü’telife) kuruldu.

b) Ekonomik Sebepler
I. Dünya Savaşı’nın ekonomik nedeni, daha ziyade İngiltere ve Almanya arasındaki yeni
hammadde kaynakları sağlama ve Pazar kavgasıdır. İngiltere, dünyanın en zengin ve geniş
sömürge topraklarına sahipti. Yine İngiltere, Avrupa’da sanayileşen ilk devletlerin başında
geliyor; sanayisi ve ekonomisi için gereken hammaddeleri sömürgelerinden sağlıyor ve
yine ürettiği mamulleri de sömürgelerinde ve dünyanın birçok yerinde oluşturduğu ticari
pazarlarında satıyordu. 1900’lü yıllara kadar Almanya İngiltere’nin aleyhine olacak bir
yayılma politikası gütmemişti. Ancak, bu tarihten sonra genç Alman İmparatoru Kaiser
II. Vilhelm, “İngiltere’nin tek başına dünyaya hâkim olamayacağını, Almanların da bu
paylaşımda hissesinin olması gerektiğini” söyleyerek, İngiliz sömürgeleri hakkında
Almanya’nın niyetini açıkça dile getiriyordu.

Yine Alman İmparatoru II. Vilhelm, Alman sınaî ve ticarî ürünlerinin İngiliz sömürgele-
rine ve pazarlarına da girmesi ve satılması politikasını hayata sokmuştu. Özellikle bu po-
litika, kısa zamanda İngiliz ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Alman sanayisi ve teknolojisi
daha ileri ve yeni olduğundan, Alman ürünleri ve malları hem daha kaliteli oluyor hem de
daha ucuza mal oluyordu. Bu nedenle, Alman ürünleri İngilizlerinkine tercih ediliyordu. Bu
durum kısa zamanda İngiliz sanayisinin çökmesine, fabrikaların kapanmasına ve işsizlerin
çoğalmasına yol açmıştı. İngiltere büyük sosyal patlamalarla karşı karşıyaydı. İşte bu ne-
denledir ki İngiltere Almanya’ya diş bilemekteydi.

c) Devletlerin Nüfuz Politikaları ve Milliyetçilik Duyguları


I. Dünya savaşı öncesi Almanya ve Rusya başta olmak üzere bazı devletlerin kesişen
menfaat ve nüfuz alanları bulunmaktaydı. Bu bölgelerin başında Balkanlar, Boğazlar
ve Akdeniz ve yine o yıllarda önemi gittikçe artmaya başlayan Orta Doğu ve Arabistan
toprakları gelmektedir. Balkanlar’da Alman yayılmacılığı, “Pan-Germenizm” fikriyle ifade
edilen Alman Milliyetçiliği ile Rus yayılmacılığı, “Pan-Slavizm” fikriyle ifade edebilen Rus
Milliyetçiliği karşı karşıya gelmiştir.

Osmanlı Boğazları üzerinde öteden beri gelen Rus yayılmacılığı ile Almanya’nın
Osmanlı Devleti’nde siyasî, askerî ve ekonomik nüfuz kazanma politikası karşı karşıya
gelmiştir. Yine ünlü Alman Başbakanı Bismark’ın “Akdeniz akraba arasında taksimi mümkün
olmayan bir mirastır” sözleriyle ifade ettiği gibi, Akdeniz’de bütün büyük devletlerin kesişen
menfaatleri bulunuyordu.

Ayrıca I. Dünya Savaşı öncesi İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerin Osmanlı
Devleti’nin Ortadoğu ve Arabistan toprakları üzerinde kesişen menfaatleri bulunuyordu.
Bu topraklarda varlığı bilinen ve çıkartılmaya başlanan petrol birçok devletin dikkatini bu
bölgeye çekiyordu. Nitekim Almanya Osmanlı Devleti’ni “hayat alanı” olarak seçmiş ve yakın
ilişkiler kurmaya özen göstermişti. Bunun sonucu olarak da “Bağdat Demiryolu Projesi”
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 63

hayata geçirilmişti. Bu proje ise, İngiltere’nin Hindistan yolu için büyük bir tehlikeydi. Bu
ve benzeri sebeplerle Alman ve İngiliz menfaatlerinin kesiştiği ve çatıştığı coğrafyaların
başında Osmanlı toprakları geliyordu.

d) Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması


Osmanlı Coğrafyası üzerinde birçok devletin kesişen ve çatışan menfaatlerinin olduğunu
yukarıda birkaç örnekle belirtmiştik. Gerçekten de I. Dünya Savaşı’nın en özel sebeplerinden
birisi Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılması meselesidir. Düvel-i Muazzama
olarak nitelendirdiğimiz İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya gibi büyük devletler, ilk defa I.
Dünya Savaşı öncesinde ve savaş esnasında aynı ittifakta yer almışlardı. Bu devletlerin
hepsinin de Osmanlı topraklarında yayılmacı emelleri vardı.
Artık 20. Yüzyıla gelindiğinde bu devletler “Şark Meselesi”ni kökünden halletmek
istiyorlardı. “Hasta Adamı” yaşatmak yerine, onu parçalamak bu devletlerin öncelikli dış
politik hedefleriydi.
Nitekim Balkan Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarının
paylaşılmasını tamamlayan Avrupa Devletleri, çıkacak bir genel savaşta Anadolu’nun
paylaşılmasını ana hatları ile kararlaştırmış bulunuyorlardı. İlerideki konularımızda ele
alacağımız gibi, bu projeleri I. Dünya Savaşı yıllarında yazılı antlaşmalara dönüştürmüşlerdi.

SAVAŞIN BAŞLAMASI
1914 yılına gelindiğinde, Avrupa’da devletlerin karşılıklı menfaatleri doğrultusunda
oluşturdukları blokların her an bir savaşa girişmesi konusunda pek çok neden oluşmuştu.
Nitekim çok geçmeden gelişen bir olay, büyük savaşın ve felaketin başlamasına yol açtı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Sırp ahali, Avusturya yönetiminden
memnun değildiler. Bu nedenle, sık sık isyan etmekte ya da olaylar çıkarmaktaydılar. Onların
bu hareketlerine gizliden gizliye Sırbistan yardım etmekteydi. Avusturya Hükümeti’nin
isyancı Sırplara karşı takip ettiği politika çok sertti. İsyanlar şiddetle bastırılıyor ve Sırp ahali
üzerinde baskı uygulanıyordu. 28 Haziran 1914 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht
prensi Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Saraybosna’yı ziyaret etmek amacıyla bu şehre
geldiklerinde bir Sırp ihtilalcisi tarafından trenden inerken öldürülmüşlerdi.
Bu olaydan Sırbistan’ı sorumlu tutan Avusturya-Macaristan Hükümeti 23 Temmuz
1914’de iç işlerine karıştığı suçlamasıyla Sırbistan’a çok sert bir nota verdi. Sırbistan
Hükümeti ise, Rusya’dan aldığı siyasî destek sonucu bu notayı reddetti ve seferberlik ilân
etti. Bunun üzerine, Avusturya-Macaristan Hükümeti Sırbistan’a savaş ilân etti. Böylece
Avrupa’da savaş başladı. Rusya’nın seferberlik ilân ederek Sırbistan’ı korumak amacıyla
Avusturya’ya savaş açması üzerine devreye Almanya girdi. Almanya, 1 Ağustos 1914’te
Rusya’ya savaş ilân etti. Aynı tarihlerde Fransa da seferberlik ilân etmişti. Fransa’ya
Belçika üzerinden saldırmak isteyen Almanya 3 Ağustos’ta Fransa’ya savaş ilân etti ve
aynı gün Belçika’ya saldırdı. Bunun üzerine İngiltere, 4 Ağustos’ta Almanya’ya bir nota
vererek Belçika topraklarından derhal çekilmesini istedi. Almanya ret edince bu kez İngiltere
Almanya’ya savaş ilân etti. 6 Ağustos’ta ise Avusturya, Rusya’ya savaş ilân edecektir.
Böylece, başlangıçta Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki başlayan bu savaş,
devletlerin birbirleriyle yaptıkları siyasî ve askerî işbirliklerinin sonucu olarak kısa zamanda
bir “Avrupa Savaşı”na dönüştü.
Başlangıçta kısa süreceği düşünülen bu savaş, bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin
savaşa girmesiyle cephe sayısını artıracaktı. Yine, savaşın sömürgelere ve deniz aşırı ül-
kelere yayılması, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya gibi diğer kıta ülkelerinin bu savaşa
katılmasıyla bir dünya savaşına dönüşecekti.
64 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bu savaşa katılan devletler, yer aldıkları gruplar itibariyle şöyledir:

İttifak Devletleri Grubu İtilaf Devletleri Grubu


Almanya İmparatorluğu
İngiltere, Fransa, Rusya, ABD,
Osmanlı İmparatorluğu Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz,
Avusturya Macaristan İmp. Romanya, Sırbistan, Yunanistan,
Karadağ
Bulgaristan

Avrupa’da savaş başladıktan kısa bir süre sonra “Çin’in sömürgeleştirilmesi”


konusunda Almanya’yla karşı karşıya gelmiş olan Japonya, tek taraflı olarak Almanya’ya
23 Ağustos 1914’te savaş ilân ederek Uzakdoğu’da savaşı başlatmıştı. Uzakdoğu’daki bu
savaş; Japonya’nın, Çin başta olmak üzere Alman sömürgelerini ele geçirmesiyle Kasım
1914’te son buldu.

Savaşın ilk yılları Avrupa ve Yakındoğu’da cereyan etmiştir. Genellikle yıldırım savaşlar
yapan Almanların hedefi; Belçika üzerinden Fransa üzerine yürümek, Fransızları kesin bir
mağlubiyete uğratarak Rusya’ya bütün gücüyle saldırmaktı. Belçika’ya ve Fransa’ya karşı
başarılar kazandılarsa da bunlar geçici olmuştu. İngilizlerin, Belçikalıların ve Fransızların
ciddi direnişleri sonucu kesin bir netice alamamışlardı. Özellikle Fransızlar, Marin
Savaşında büyük bir direniş göstererek Alman saldırılarını durdurmuşlardı. Ünlü Alman
Generali Hindenburg, Rusları doğuda büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ancak, Almanların
Ruslara karşı kazandıkları bu zafer, onları tamamen etkisiz hale getirmemişti. Avrupa’da
savaş “bir siper ve yıpratma” savaşı halini almıştır.

Savaşın çıkışına kadar Almanya’nın müttefiki olan ve çıkacak bir savaşta Almanya’nın
yanında yer alacağı beklenilen İtalya, yaptığı gizli antlaşma ile 1915 yılı içerisinde İtilaf
Devletlerinin yanında savaşa katılmıştır. Balkanlar’da yeni bir cephe açılması neticesinde,
Yunanistan da İtilaf Devletlerinin yanında savaşa katıldı. 1916’da ise Avusturya tehdidine
karşı Romanya İtilaf Devletlerinin yanında yer aldı. 1916 yılında cephelerde, savaşın seyri
üzerinde belirgin üstünlükler kurulamamıştı.

SAVAŞTA OSMANLI DEVLETİ


Savaşa Giriş Sebepleri ve İttifak Arayışları
Yirminci yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti iki büyük felaketi arka arkaya yaşamıştı.
Bunlardan ilki, İtalyanlarla yapılan Trablusgarp Savaşı; ikincisi ise o güne kadar karşılaşılan
en büyük felaket olarak görülen Balkan Savaşı idi. Her iki savaşta da toprak kaybedilmiş,
ama özellikle Balkan Savaşı’nda “Türkleşmiş toprakların” kaybedilmesi yüreklerde derin
acılar ve izler bırakmıştır. Devlet, malî ve ekonomik yönden büyük sıkıntılara girmişti. Ayrıca
ordunun her yönüyle modernleştirilmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti’nin bu kötü gidişatı
yöneticilerde, aydınlarda ve geniş halk kesimlerinde “Osmanlı Devleti Yıkılacak mı? Ne
olacak bu kötü gidişatın sonu?” şeklinde karamsarlıkların ve umutsuzlukların doğmasına
yol açmıştı. İşte, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde genel durumu
böyleydi.

Osmanlı yöneticileri, 19. yüzyıl başlarından beri Avrupa büyük devletlerinin kendisi
ve toprakları hakkındaki niyet ve düşüncelerinin farkındaydılar. Avrupa’nın “Hasta Adamı”
olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ve topraklarının paylaşılmasının
büyük devletlerin dış politikalarındaki öncelikli amaç olduğu da biliniyordu. Nitekim
İngiltere, Mısır ve Kıbrıs Adası’nı; Fransa, Cezayir ve Tunus’u; İtalya Trablusgarp ve On
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 65

İki Adaları; Rusya ise Kafkasları ele geçirmişti. Ayrıca, Meriç Nehri’nin batısındaki bütün
Rumeli elimizden çıkmıştı. Yine, Balkan Savaşı sonunda Ege Adaları’nın büyük bir kısmını
kaybetmiştik.

Osmanlı yöneticileri çıkacak bir genel savaşta Osmanlı Devleti’nin savaşa katılsa da
katılmasa da topraklarının paylaşılmasının bu savaşın asıl nedenlerinden biri olacağını
gayet iyi bilmekteydiler. Bu nedenle Avrupa’da oluşmuş ittifaklardan birisine katılarak,
toprak bütünlüğünü bu sayede korumak istiyorlardı.

Bu durumda Osmanlı yöneticilerinde iki temel fikir belirdi. Birincisi, Almanya ile Osmanlı
Devleti’ni her durumda korumayı sağlayacak kesin ve açık bir antlaşma yapmaktı. İkincisi,
yakın gelecekte Osmanlı Devleti’ne zarar verebilecek ve bilhassa bunlardan Akdeniz’e hâ-
kim olan devletlerle yakınlık kurmak, mümkünse anlaşmaktı. İngiltere ve Rusya ile antlaş-
ma teşebbüsleri de bu gibi düşüncelerden kaynaklandı. Diğer taraftan, günlük giderlerini
bile dış borçlardan sağlayan Osmanlı Devleti, bu yönüyle de Fransa’ya muhtaçtı. Bu dev-
lete yapılan ittifak teklifinin temelinde borç para alma ve Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya ve
İngiltere’ye karşı koruyabileceği ümidi yatıyordu.

Osmanlı yöneticileri ilk ittifak arayışlarını ve teklifini Almanya’ya değil; İngiltere, Fransa
ve Rusya’ya yapmışlardır. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti ile ittifak yapmamalarının
temelinde, artık bu devletin toprak bütünlüğünü korumak yerine, Osmanlı Devleti’ni
parçalamak ve topraklarını paylaşmak politikasının ön plâna çıkması yatmaktadır. Ayrıca,
Osmanlı Devleti’ni kendi ittifaklarına aldıkları takdirde bu devletin içinde bulunduğu malî
ve ekonomik sıkıntıları ortadan kaldıracak desteği vermeleri gerekecekti. Yine, Osmanlı
ordusunun tepeden tırnağa modernleşmesi gerekiyordu. Bu durum, oldukça büyük bir
ekonomik yük getirebilirdi. İşte bu nedenlerden dolayı, sırtlarında taşıyacakları bir kambur
olarak düşündükleri Osmanlı Devleti’ni ittifaklarına almamışlardır.

İtilaf Devletleri nezdindeki ittifak teşebbüslerinden bir netice alamayan Osmanlı


yöneticileri; bu kez Almanya ile ittifak arayışına girmişlerdir. Yukarıda da değindiğimiz
gibi; II. Abdülhamit döneminde olumlu bir yapıda başlayan Türk-Alman ilişkileri, o günün
şartlarında çok büyük bir yatırım projesi olan “Berlin-Bağdat Demiryolları Projesi”nin
Almanya’ya verilmesiyle daha da artmıştı. Almanya; bu demiryolunu inşa etmekle,
ekonomik yönden Osmanlı Devleti’ne sıkı bir şekilde bağlanacak ve O’nu, Türkiye’ye
siyasî buhranlar ile askerî hareketlerde yardım etmeye mecbur edecekti. Ayrıca bu yollar,
Osmanlı Ordusu’nun seferberliğini süratle tamamlamasına ve büyük kuvvetlerini kolaylıkla
kaydırmasına imkân sağlayacaktı. Daha sonraki yıllarda Osmanlı Ordusu’nun –özellikle
Kara Ordusu- modernizasyonu Alman askerî ve teknik heyetlerine verilmişti. Bu durum
ordunun genç subaylarında Almanya’nın askerî gücüne olan hayranlığın uyanmasına neden
olmuştu. Başta Enver Paşa olmak üzere birçok genç subayın ortak kanaati, Avrupa’da
Alman Ordusu’nu yenecek bir başka gücün olmadığı yolundaydı.

ALMANYA İLE YAPILAN İTTİFAK ANTLAŞMASI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN


SAVAŞA GİRMESİ
Almanların Osmanlı Devleti’yle ittifak arayışına girmeleri çabuk sonuç verecektir. Osmanlı
yöneticileri, Avrupa’da başlayan savaşa Osmanlı’nın eninde sonunda gireceğini düşünü-
yorlar; bu nedenle bize topraklarımızın parçalanmayacağı garantisini veren Almanya’nın
yanında savaşa girilmesi fikri üzerinde kuvvetle duruyorlardı. Nitekim taraflar arasında bir
ittifakın gerçekleşmesi konusunda kanaatlerin müspet olması üzerine, Türk-Alman ittifakını
gerçekleştirecek “Türk-Alman Gizli Antlaşması” 2 Ağustos 1914’de imzalandı.
66 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türk-Alman Antlaşmasının Önemli Maddeleri


1) Almanya ve Osmanlı Devletleri, devam etmekte olan Avusturya-Sırbistan
muharebelerinde tarafsız kalacaklardı.
2) Eğer Rusya savaşa girerse ve Almanya da Rusya’ya karşı savaş ilân ederse,
Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girecektir.
3) Osmanlı Devleti savaşa girerse, Türk ordusunun emir ve kumandası Alman
askerî heyetine verilecekti.
4) Almanya, İtilaf Devletlerine karşı Osmanlı Devleti’nin mülkî tamamiyetini kabul
edecekti.
Almanya’nın 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilân ettiği düşünülürse; biz bu
antlaşmayı imzalarken Avrupa’da başlamış olan savaşa girmeyi peşinen kabul ediyorduk.
Bu antlaşmada Osmanlı Devleti’nin lehine olan tek hüküm, İtilaf Devletlerinin saldırılarına
karşı toprak bütünlüğümüzün Almanya tarafından garanti edilmesidir.

2 Ağustos 1914 tarihli bu gizli ittifak antlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti harbe
hemen girmemişti. Bir hükümet bildirisiyle tarafsızlığını ilân etmiş ve aynı zamanda
ülke genelinde “genel seferberlik” çağrısı çıkarmıştır. Savaşa hemen girilip girilmemesi
konusunda Hükümet üyeleri arasında bir görüş birliği oluşmamıştı. Neticede; ordunun
noksanları olduğu ve bunların tamamlanması gerektiği ve henüz seferberlik hazırlıklarının
bitmemesi gibi mazeretler beyan edilip, savaşa hemen girilmemişti.

Diğer taraftan Alman Genelkurmayı, Avrupa cephelerinde güç durumda kalan


ordularını rahatlatmak, için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu.

Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni Bir An Önce Savaşa Sokma


Gayretinin Nedenleri
1) Osmanlı Ordusu’ndan istifade etmek düşüncesi, Avrupa’nın sayıca en kalabalık
ordularından birisi olan Türk Ordusu’nun yeni ve modern silahlarla teçhiz
edilmesi ve Alman subaylarının sevk ve idaresine bırakılması halinde bu ordudan
fazlasıyla istifade edilebilirdi.

2) Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi halinde, bu devletin toprakları üzerinde


birden fazla cephe açılacak; İngilizler, Fransızlar ve Ruslar bu cephelere Alman
cephelerinden kuvvet kaydırmak durumunda kalacaklardır. Bu da Avrupa
cephelerinde Alman Ordusu’nu rahatlatacaktır.

3) Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde stratejik önemi olan Boğazları savaş
yaptığı devletlere kapatacaktı. Böylece Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile olan
irtibatı kesilecekti.

4) Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde Almanya, bu ülkenin topraklarının her


kesiminden ve her türlü imkânlarından istifade edebilecekti.

5) Osmanlı Padişahı, aynı zamanda dünyadaki bütün Müslümanların halifesidir


(dini lideri). Eğer, Osmanlı devleti bu savaşa girişini dini bir amaca dayandırırsa;
yani “cihad” ilân ederse, diğer Müslüman ülkelerin ve milletlerin halifenin
devletine sahip çıkacaklardı. İngiltere ve Fransa gibi idaresi altında milyonlarca
Müslüman’ı barındıran ülkelere karşı, sömürgelerde ayaklanmalar veya
karışıklıklar çıkacaktı.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 67

İki Alman Gemisinin Osmanlı Devleti’ne Sığınması


Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni bir an önce savaşa sokma konusundaki baskıları devam
ederken, ortaya bir gemiler krizi çıkmıştı. Alman Donanması’nın en güçlü iki büyük savaş
gemisi, İtalya ve Avusturya savaş gemileriyle birleşerek İtilaf Devletleri donanmalarına
karşı harekât yapmak üzere Akdeniz’e gelmiş, ancak İtalya’nın Alman ittifakından ayrılarak
tarafsızlığını ilân etmesi üzerine İngiliz ve Fransız donanmalarının takibine uğramıştı. Bu
arada ittifak antlaşması yapılmış olduğundan, Alman Deniz Bakanlığı’nca bu gemilerin
Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a gitmeleri istenmişti. Nitekim Göben (Yavuz) ve
Breslav (Midilli) adlı gemiler 10 Ağustos 1914’de Boğazlardan geçerek İstanbul’a geldiler.
Başta İngiltere ve Rusya olmak üzere İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin bu gemileri
Boğazlara almakla tarafsızlığını bozduğunu, 24 saat içinde bu gemileri kendi karasuları
dışına çıkarmadığı takdirde savaş ilân edeceklerini ifade eden sert protesto notaları verdiler.
Osmanlı Devleti gerçekten zor durumda kalmıştı. Bir tarafta; antlaşma imzalayarak müttefik
olduğu Almanya’nın baskısı, diğer taraftan savaş ilân etme kararı alan İtilaf Devletlerin
tepkisi. Bu bunalımdan ancak bu gemilerin Almanya’dan satın alındığının ilân edilmesi ve
gemilere Türk bayrakları çekilmesiyle işin içinden çıkılabilmişti.

Osmanlı Devleti, bir süre sonra Göben (Yavuz) Gemisi Kumandanı Alman Amirali
Souchon’u (Şöson) Akdeniz Filosu ve Türk Deniz Kuvvetleri Kumandanlığına getirdi.
Böylece, kara ordularımızdan sonra deniz ordumuz da Alman kumandanların eline teslim
edilmişti. Bunu fırsat bilen Almanya, Osmanlı Devleti’ni bir an önce harbe sokmak için bazı
tertipler ve faaliyetler yoğunlaştırıldı. Amiral Şöson kumandasındaki Osmanlı Donanması,
Karadeniz’e tatbikat amacıyla açıldı ve burada kendilerini takip ve taciz eden Rus
Donanması’yla bir deniz muharebesi yaptı. Rus iddialarına göre, Türk Donanması daha
sonra Rusların Sivastopol ve Odesa limanlarını topa tutmuştu.

Karadeniz hadisesi üzerine 1 Kasım 1914’te Rusya, 5 Kasım’da ise İngiltere ve Fransa
Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettiler. Bu üzerine Osmanlı Devleti padişahı ve islâm halifesi
Mehmed Reşad da 11 Kasım 1914’de “Cihad-ı Ekber” ilân etti. Böylece, Almanya amacı-
na ulaşmış ve savaş başladıktan itibaren yüz güne varan bir süre savaşa girmemiş olan
Osmanlı Devleti’ni kendi yanında savaşa sokmayı başarmıştı.
OSMANLI DEVLETİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDA SAVAŞTIĞI CEPHELER
Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın yer aldığı İttifak devletleri grubunda I.
Dünya Savaşı’na katılan Osman Devleti birçok cephede savaşmak durumunda kalmıştır.
Bu cephelerin çoğu kendi toprakları, bazısı da Avrupa toprakları üzerindedir.

Bu cepheler şunlardır: Kafkas Cephesi (Doğu Cephesi), Çanakkale Cephesi, Filistin


Cephesi, Hicaz Cephesi, Yemen Cephesi ve Irak Cephesi Osmanlı toprakları üzerinde
açılmış olan cephelerdir. Galiçya, Romanya ve Makedonya Cepheleri ise Türk askerlerinin
Avrupa’da savaştığı cephelerdir.

Kafkas Cephesi
Doğu Cephesinde askerî harekât, 1 Kasım 1914 günü Rus Ordusunun sınırı geçmesiyle
başladı. Bu cephede, Osmanlı Devleti’nin 3. Ordusu bulunuyordu. 21 Kasım’da sınırı
geçerek Erzurum istikametinde ilerleyen Rus kuvvetleri, önce Köprüköy ardından da Azap
muharebelerini kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Türk Ordusu da ağır zayiat
verdiği için geri çekilen düşman takip edilemedi; daha elverişli bir arazide toplanmak,
takviye kuvvetlerinin gelmesini beklemek ve yeni bir Rus taarruzunu karşılamaya hazır
olmak amacı ile geri çekildi.
68 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Avrupa’da savaşın mevzî harbine dönüşmesi ve Galiçya’da Avusturyalıların Ruslar


karşısında zor durumda kalmaları üzerine; Harbiye Nazırı ve Türk Başkomutan Vekili
Enver Paşa, doğu cephesinde Rus kuvvetlerinin imhasını hedef alan büyük bir taarruza
karar verdi. Bu amaçla 14 Aralık 1914’te Erzurum’a geldi. Taarruz için mevsimin uygun
olmadığını ve bu nedenle bahara bırakılmasını isteyen 3. Ordu Komutanını görevden
aldı. Ordu komutanlığını kendisi üstlendi. Savaş plânı, düşmanın cepheden ve yanlardan
kuşatılarak imha edilmesi esasına dayanıyordu.

Tamamen karla örtülü çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide, o günün şartları altında
kış donatımından yoksun yaya ve atlı birliklerle yapılan bu hareket çok riskli idi. Nitekim
Türk kuvvetlerinin büyük bir kısmı donarak öldü. Sarıkamış’a girebilen çok az sayıda bir
kuvvet de Ruslar tarafından geri atıldı. 3. Ordu tamamen elden çıktı. Bu savaşta Türklerden
60.000 asker kaybedilmiş, çok sayıda da esir verilmişti. Bu başarısızlık üzerine Doğu
Anadolu’nun kapıları Rus ordularına açılmış oldu.

1915 Nisan sonlarında Rus ordusu tekrar taarruza geçti. Bu arada, Van bölgesindeki
Ermeniler de ayaklanarak Türk ordusunu arkadan vurmaya başladılar. Bu durumda
Osmanlı Devleti, Ermeni azınlığı, çıkartılan “Tehcir Kanunu” ile başka yerlere göç ettirerek
buradaki Türk kuvvetlerinin arkasını sağlama almaya çalıştı.

Ruslar, 1915, 1916 ve 1917 yıllarında cereyan eden savaşlar sonunda Doğu
Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal ettiler. Güneyde Muş’a, Karadeniz’de Trabzon’a kadar
ilerlediler.

Fakat 1917 Mart’ında başlayan Rus İhtilâli, cephedeki Rus kuvvetlerini de etkilemişti.
Ekim 1917’de gerçekleştirdikleri bir ihtilalle Rusya’da çarlık rejimini yıkarak yönetimi ele
geçiren Bolşevikler, savaştan çekilme kararı aldılar. Bunun üzerine, 16 Aralık 1917’de
Ruslarla Erzincan Mütarekesi yapıldı. Bu mütarekeden sonra Rus kuvvetleri Doğu
Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Rusların boşalttığı bu toprakları bu kez Ermeni birlikleri
istila etti. Ermenilerin bölgedeki Türkleri toplu katliamlarla yok etmeye başlamaları üzerine;
Şubat 1918’de başlarında, ileri harekâta geçen Türk ordusu, bütün Doğu Anadolu’yu
istiladan kurtardı.

Sovyetlerle 3 Mart 1918’de yapılan Brest Litovski Antlaşmasıyla Kars, Ardahan ve


Batum vilayetleri Osmanlı Devleti’ne geri verildi. Bölgedeki Türk kuvvetleri Azerbaycan iç-
lerinde Bakü’ye ve Hazar Denizi kıyılarına, İran içlerinde ise Tebriz’e kadar olan geniş bir
sahayı ele geçirdi. Ancak, Mondros Mütarekesi’nden sonra, galip devletlerin baskısı üze-
rine, Türk Ordusu harbin başladığı yere 1914 hududuna çekildi ve İstiklâl Harbinin Doğu
Cephesi de tekrar bu huduttan başladı.

Çanakkale Cephesi
Çanakkale’de cereyan eden muharebeler, I. Dünya Savaşı’nın akışını değiştirmiş, sonucunu
etkilemiş olduğu için ayrı bir önem taşır. Çanakkale geçilebilseydi; Rusya’daki büyük insan
kaynağı İtilaf Devletlerinin silah ve malzeme fazlasıyla donatılacak, Rus ordusunun taarruz
gücü artırılacak, büyük bir ihtimalle savaş daha çabuk bitecek, Rusya’da ihtilâl ortamı
meydana gelmeyecekti.

Çanakkale Cephesi’nin açılmasına Rusların isteği üzerine karar verilmiştir,


ama burada bir cephe açılması çok daha önce düşünülmüştü. Balkan savaşında ele
geçirdiği Ege adalarını sağlama almak ve Türkleri Ege Denizinden uzaklaştırmak
isteyen Yunanistan, 19 Ağustos 1914’de Osmanlı Devleti’nin henüz tarafsız bulunduğu
günlerde, İngiltere’ye müracaat ederek Çanakkale’de bir cephe açılmasını önermişti. O
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 69

tarihte İngiltere, böyle bir hareketin Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini hızlandıracağı
endişesiyle öneriyi reddetmişti.

Türkiye savaşa girdikten sonra Kasım 1914’te bu kez İngiliz Bahriye Nazırı Churchill
ve Amiral Fisher, Türk kuvvetlerinin Süveyş’e saldırmalarını önlemek amacı ile Gelibolu
Yarımadasına bir çıkarma yapılmasını istedi. Fakat İngiliz savaş kabinesi bu öneriyi de
kabul etmedi.

Nihayet, 1915 yılı başında Avrupa’daki savaş mevzi harbine dönüşünce İngilizler,
bütün kuvvetlerini Batı Cephesine yığmaktansa Çanakkale ya da Balkanlarda ikinci bir
cephe açarak harbi hareket harbine çevirmeyi ciddî olarak düşünmeye başladılar. Böylece
Rusya’ya lojistik destek sağlanabileceği gibi; Osmanlı başkentinin ele geçirilmesiyle
Osmanlı Devleti de Alman ittifakından ayrılma mecburiyetinde bırakılacaktı. Ayrıca, kararsız
durumda olan Bulgaristan’ın Merkezi Devletlere katılması da önlenecekti.

Bu arada, Türklerin Süveyş Kanalına yaptıkları taarruz başarısızlıkla sonuçlanıp,


Mısır’da bulunan kuvvetlerin bir kısmının Çanakkale’ye aktarılması imkânı da ortaya çıkın-
ca, Boğazın önce donanmayla geçilmesine ve donanma Marmara’ya girdikten sonra arka-
dan yetişecek kuvvetlerin, boğazlar ve İstanbul’un işgalinde kullanılmasına karar verildi.

Deniz Harekâtı
İtilaf Devletleri, Çanakkale harekâtına 12’si İngiliz, 4’ü Fransız olmak üzere 16 Muharebe
gemisi, 6 muhrip, 14 mayın arama tarama gemisi ve 1 uçak ana gemisi ayırmışlardı.
Ayrıca, 4 hafif kruvazörle 16 muhribin, 5 İngiliz, 2 Fransız denizaltısının, altı deniz uçağı
taşıyan uçak ana gemisinin de bu harekâta katılmasını kararlaştırmışlardı.

Çanakkale Boğazındaki Türk savunma tertibinin belkemiğini Müstahkem Mevki teşkil


ediyordu. Mart 1915 başlarında Çanakkale Müstahkem Mevki emrinde 27 batarya halinde
teşkilâtlanmış çeşitli çapta 104 top ve bir de mayın grubu vardı. Topların bir kısmı savaş
gemilerinden çıkarılmış gemi toplarıydı.

İtilaf Devletlerinin, Çanakkale Cephesi’ne ayırdıkları kara kuvvetlerinin gücü, iki tümenli
bir ANZAK Kolordusuyla, iki İngiliz ve bir Fransız tümeni ve iki deniz piyade taburuydu.
İtilaf Devletleri daha sonra on piyade tümeniyle bir Hint tugayını bu cephede birbiri ardına
muharebeye sokmuşlardır.

İtilaf Devletleri Donanması’nın Boğazlara yönelik ilk hareketi 19 Şubat günü başlayan,
Boğazların girişindeki müstahkem mevkilerin bombardımanı olmuştur. 25 Şubat’a kadar
aralıklı devam eden bombardımanla bu bölgedeki Türk savunma bataryaları susturulmuştu.
İtilaf Devletleri mayın arama tarama gemilerinin Boğazların girişindeki tüm mayınları
temizlediklerini düşündüklerinden, 18 Mart 1915’de Müttefik Donanması’nın boğazları
zorlayarak geçmesi kararını almışlardı. Müttefik Donanması’nın taarruzu 18 Mart günü
başladı. Ancak, müttefik mayın arama-tarama gemileri, Türk mayın gemisi Nusret’in 18
Mart sabahı döktüğü mayınları fark edememişti.

Durgun ve güzel bir havada Boğaza giren Müttefik Donanmasından ilk isabeti “Gaulois”
isimli gemi aldı ve sulara gömüldü. Daha sonra Fransızların Suffren gemisi birkaç isabet
aldı. Öğleden sonra ise, Fransız muharebe gemisi Bauvet aldığı isabetlerle birkaç dakikada
battı. Bir süre sonra da İngilizlerin İrresistable gemisi etkisiz hale getirildi. Ona yardım için
giden Ocean isimli gemi de savaş dışı kaldı ve her iki gemi açılan topçu ateşleriyle batırıldı.
Türk topçusunun isabetli atışları düşman gemileri üzerinde büyük tahribat yapmış ve
mayınlar son darbeyi vurmuştur.
70 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Saat 18.00’de Müttefik Donanması’nın Boğazı terk etmesiyle, tarihin bu büyük “Boğaz
Muharebesi”, Türklerin kesin zaferiyle sonuçlandı.

Kara Harekâtı
18 Mart yenilgisinden sonra müttefikler, karaya asker çıkarmak suretiyle Gelibolu
Yarımadasını ele geçirmeye karar verdiler. Bu suretle, Boğazlardaki tahkimatı arkadan vu-
rarak açabileceklerini sanıyorlardı.

Müttefik çıkarması 25 Nisan 1915 sabahı başladı. Seddülbahir bölgesine çıkarma


yapan İngiliz kuvvetlerine karşı, bu bölgeyi korumakla görevli bir Türk piyade taburu çok
büyük bir başarı kazandı ve kıyıya çıkan düşmanlar iç kısımlara sokulmadılar. Arı Burnu’na
çıkan ANZAK Kolordusu’na karşı savaşan Türk piyade bölüğü, burayı kahramanca savundu
ama kendisi de tamamen eridi. Bigalı’da 5. Ordu’nun ihtiyat birliği olarak beklemekte olan
Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in kuvvetleri bu bölgeye çağrılmıştı. Kendi inisiyatifiyle
aldığı kararla, (57. Alay) çıkarma yapan düşmanların üzerine gönderen Yarbay Mustafa
Kemal, kahraman 57. Alay’ıyla Kocaçimen tepesi üzerinden düşmana yaptırdığı taarruzda
başarılı oldu ve düşman saldırıları durdurulduğu gibi, geri çekilmeye de zorlandı. Aynı gün
öğleden sonra, 19. Tümenin diğer alayları da muharebelere katılınca Arı Burnu’na çıkan
düşman kuvvetlerinin ilerlemeleri tamamen durduruldu.

Bundan sonraki günlerde ve aylarda Müttefikler, Çanakkale’deki Türk kuvvetlerini imha


ederek Boğazı açmak, Türkler de Boğazı savunmak ve düşmanı denize dökmek amacıyla
gittikçe artan bir gayretle savaştılar, çok kanlı muharebeler cereyan etti. Savaş bir süre
sonra bir mevzi harbine dönüştü.

7-8 Ağustos 1915’de Müttefik Kuvvetleri Kumandanı General Hamilton, emrine verilen
dört tümenli 9. İngiliz Kolordusu’yla Anafartalar bölgesine bir çıkarma yaptıysa da Anafartalar
Grup Kumandanı Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk) komutasındaki Türk birliklerinin 9 ve 10
Ağustos günleri yaptığı karşı taarruzlar sonucunda bu çıkarma hareketi de durduruldu. Bu
başarısızlık üzerine İngiliz General Hamilton görevinden alındı.

Kasım ayında İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener, Çanakkale’ye geldi ve cepheleri
gezdi. Bu sırada, Sırbistan yolu açılıp Almanya’dan ağır silahlar gelmeye başlamıştı.
İşte İngilizler, Türk kuvvetleri önünde duramayacaklarını da anladıklarından işgallerini
sona erdirerek müttefik kuvvetlerin tahliyelerine karar verdiler. Bu nedenle İngilizler, önce
Anafartalar ve Arı Burnu, daha sonra da Seddülbahir bölgelerini boşalttılar ve kuvvetlerini
geri çektiler. Böylece, Çanakkale Cephesi’ndeki kara savaşları Türklerin zaferiyle sona erdi.

Osmanlı Genelkurmayı, Çanakkale’deki Türk zayiatını 55.000 şehit, 100.000 yaralı,


10.000 kayıp, 21.000 hastalıktan ölüm, 64.000 hasta olmak üzere 250.000 kişi olarak gös-
termektedir.

İngilizler ise 43.000 ölü, 72.000 yaralı, 90.000 hasta olmak üzere 205 bin; Fransızlar
ise toplam 47.000 kişilik zayiat vermişlerdir.

Bu zaferin birçok önemli sonucu vardır: hiç şüphesiz en önemli sonuçlarından biri-
si gelecekteki “Türk Millî Mücadelesinin önderi ve komutanı olacak olan Mustafa Kemal
Paşa’yı ortaya çıkarmasıdır. Çanakkale Savaşları’nda büyük askerî başarılar kazanıp, hak-
lı olarak “Anafartalar Kahramanı” adıyla anılacak olan Mustafa Kemal Paşa bu savaşların
sonunda ordu, kamuoyu ve basının yakından tanıdığı bir isim olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 71

Çanakkale Muharebelerinin diğer sonuçları da kısaca şöyledir:

1) Çanakkale geçilememiş ve müttefikler Osmanlı Devleti’ni savaş dışı


bırakamamışlardı. Bu durum savaşı en az iki yıl uzatmıştır.
2) Balkan Savaşı esnasında perişan bir vaziyette gördükleri Türk ordusunu
küçümseyen, Türklerin artık bittiklerini ve yok olacaklarını düşünen müttefikler,
beklemedikleri ağır bir yenilgiye uğramışlardı.
3) Türk vatanı ve başkenti İstanbul, erken gelecek olan bir istila ve işgalden
kurtulmuştu.
4) Boğazlardan geçemeyen müttefikler, Rusya’ya silah yardımında bulunamadıkları
gibi, Rusya’dan sağlayacakları tarım ürünlerini de Avrupa’ya götürememişler ve
Avrupa’daki açlık ve sefaleti önleyememişlerdir.
5) 1917’de Rusya’da ihtilâl çıkınca, boğazlar kapalı olduğundan İngiltere ve Fransa,
müttefikleri Çar’a yardım yapamamışlar ve Çarlık Rusya devleti yıkılmıştır.
6) Büyük ölçüde kendi imkânlarımızla kazandığımız bu zafer, on binlerce kaybımıza
neden olsa da Türk kamuoyu ve Türk kuvvetleri için büyük bir moral kaynağı
olmuştur.

Sina-Filistin-Suriye Cephesi
Süveyş Kanalı, Alman Başkomutanlığının harekât planlarındaki önemli hedeflerden biriydi.
Almanlar, kanalı ele geçirmek suretiyle İngiltere’nin Hindistan’la irtibatını kesmek ve böylece
İngilizlerin Hindistan’dan getirecekleri askerlerle Avrupa Cephesini takviye etmesine engel
olmak istiyorlardı. Türkler de Mısır’ı tekrar etkileri altına almak suretiyle, İslâm âlemindeki
saygınlıklarını artıracaklarını umuyorlardı. Fakat Kanal’a taarruz edebilmeleri için 200 km.
genişliğindeki Sina çölünü aşmak gerekiyordu. Bunun için, çok kuvvetli ve düzenli lojistik
desteğe ihtiyaç vardı. Ancak, Türk ordusunun en zayıf olduğu noktaların başında da bu
lojistik destek konusu gelmekteydi. Bu olumsuzluğa rağmen, bu cephede I. ve II. Kanal
Harekâtı yapılmıştı.

I. ve II. Kanal harekâtındaki başarısızlıktan sonra, İngilizler çölü geçerek Sina


Yarımadasını tamamen ele geçirmek istediler. 22 Aralık 1916’da Elariş’i ele geçirdiler.
Buradaki Türk birlikleri Gazze-Şeria-Birüssebi hattına çekilerek savunma için hazırlık
yapmaya başladılar. Diğer taraftan, İngilizlerin teşvikiyle 5 Haziran 1916’da başlayan Arap
ayaklanması, Sina yarımadası tarafımızdan boşaltıldıktan sonra daha da genişledi.

İngilizler Gazze’yi ele geçirmek için Mart 1917’de taarruz ettiler. Kendilerinden çok
üstün olan İngiliz kuvvetlerine karşı Gazze’yi savunmakla görevli Türk birlikleri üstün bir
savunma örneği gösterdiler ve İngilizleri geri çekilmeye mecbur bıraktılar. Nisan 1917’de bu
kez donanmalarının desteğiyle tekrar saldırıya geçen İngilizler II. Gazze Muharebeleri’nde
de başarılı olamadılar.

Gazze muharebelerinden kısa bir süre önce Bağdat İngilizler tarafından işgal edilmişti.
Bu durum Arap ve İslâm âleminde çok kötü bir etki yapmıştı. Türkler ve Almanlar itibar
kaybederken, İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini artırmıştı. Bağdat’ın geri alınması amacıyla
Galiçya, Makedonya ve Romanya’dan anayurda dönen birlikler ve yeni kurulan tümenlerden
yararlanarak Halep’te 7. Ordu’nun kurulmasına karar verilmiş ve Irak’ta ki 6. Ordu’yla bu yeni
kurulan 7. Ordu birleştirilerek Yıldırım Ordular Grubu oluşturulmuş ve komutanlığına General
Von Falkenhayn atanmıştı.
72 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

31 Ekim 1917’de taarruza geçen İngiliz kuvvetleri ile Gazze-Birüssebi Meydan


Muharebesi yapıldı. İngilizler Türk mevzilerini yararak kuvvetlerimizi Kudüs-Yafa hattına
kadar geri çekilmeye zorladılar. Bilahare Kudüs İngilizlerin eline geçti. Bu başarısızlık
üzerine, Yıldırım Ordular Grubu komutanı değişti ve bu göreve Liman Von Sanders Paşa
atandı. Türk kuvvetleri yeniden teşkilâtlandırıldı. 19 Eylül 1918’de büyük kuvvetlerle üç
koldan taarruza geçen İngilizler Nablus Meydan Muharebesi’ni kazandılar ve cephemizi
yardılar.

7. Ordu komutanı olan Mustafa Kemal Paşa, İngiliz süvarilerini Bisan’da durdurmayı
başardı. Böylece, Türk kuvvetlerinin Şeria Nehri’nin doğusuna geçişini güvence altına aldı.
Çekilme 10 Ekim 1918’e kadar devam etti. Bu arada Ekim başlarında Şam da İngilizlerin
eline geçti. Bu yenilgi üzerine Yıldırım Ordular Grubu Kumandanı Liman Von Sanders
Paşa, komutayı Mustafa Kemal’e bırakarak karargâhıyla Adana’ya çekildi. 25 Ekim’de
Halep, İngiliz ve Arap kuvvetlerinin eline geçti. Mustafa Kemal Paşa, emrindeki kuvvetlerle
İskenderun-Cerablus mevziinde İngiliz taarruzlarını durdurmaya çalıştığı günlerde Mondros
Mütarekesi imzalanmış ve bu mütareke hükümleri gereğince 31 Ekim 1918’de cephelerde
savaş son bulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın savunma yaptığı bu hat, Türk İstiklâl Harbi
sırasında Millî sınır olarak kabul edilmiştir.

Irak ve İran Cephesi


Hint Okyanusunda kuvvetli bir devletin bulunmasını istemeyen ve Basra Körfezinin kontro-
lüne çok önem veren İngiltere, Alman-Türk yakınlaşmasının askerî bir ittifaka dönüşmekte
olduğunu görünce; bölgede politik ve askerî bazı önlemler aldı. Türkiye’nin Almanya’nın
yanında savaşa gireceğinin belli olmasıyla da Ekim 1914’te Bahreyn Adasına asker çıkar-
dı. Irak ve Basra bölgesi, zengin petrol yatakları ve Abadan’daki rafineriler bakımından da
İngiltere için çok önemliydi.

İngilizlerle Kasım 1914’de başlayan muharebelerde, Arap erlerinin firar etmesi ve Arap
halkının düşmanca tavırları nedeniyle, bu bölgedeki Türk kuvvetleri İngilizler karşısında
tutunamadı ve İngilizler 23 Kasım’da Basra’yı ele geçirdiler. Devam eden muharebelerde
İngilizler Güney Irak’ı büyük ölçüde ele geçirdiler. Daha sonraki günlerde Türk kuvvetleri
Basra’yı tekrar almak, İngilizler ise Bağdat’ı ele geçirmek amacıyla buradaki kuvvetlerin
sayısını artırmaya başladılar. Eylül 1915’teki “Birinci Kutülammare Muharebelerini”
İngilizler kazandı. Bu bölgedeki Türk kuvvetlerinin başında Nurettin Paşa bulunuyordu.
İngiliz kuvvetlerine ise General Townshend komuta ediyordu. İngilizler yeniden bir taarruz
harekâtı başlatmıştı; ancak yapılan savunma ve karşı taarruz hareketi üzerine İngilizler
ağır kayıplar verdiler ve geri çekildiler. İngiliz Generali bu muharebenin ilk günü akşamı
hatıra defterine şunları yazacaktır “Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, savunmada Türklerle
mukayese edilebilsin. Talihsizliğimin cezasını çekiyorum.”
İngilizler, uğradıkları başarısızlık üzerine geri çekilerek tekrar Kutülammare
mevzilerinde savunma yapmaya başladılar. Kutülammare’de Türk kuvvetleri İngiliz
birliklerini kuşattılar. Bu kuşatma 4,5 ay devam etti. İngilizler birkaç defa kuşatmayı yarmak
istemişlerse de başarılı olamadılar. Nihayet, 29 Nisan 1916 tarihinde İngiliz Generali
Townshend ve kuvvetleri kayıtsız şartsız teslim oldular. Kutülammare’de, 5 General, 481
subay ve 13.300 civarında asker esir alındı. Ölenler ve teslim olanlarla birlikte İngilizler
burada 40.000 den fazla zayiat verdiler.
Bu bölgedeki Türk kuvvetleri 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne kadar
Musul’u İngilizlere karşı başarıyla savundular. Bilahare mütarekenin imzalanmasından
sonra İngilizler, mütareke hükümlerini gerekçe göstererek 3 Kasım 1918’de Musul’u işgal
ettiler.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 73

Avrupa Cepheleri: (Galiçya-Romanya-Makedonya)


İtilaf Devletlerinin Çanakkale Cephesini boşalttıktan sonra (Ocak-1916) buradaki Türk
kuvvetleri serbest kalmıştı. 1916 yılı başlarında serbest kalan bu kuvvetler taarruza
geçen Ruslara karşı savaşmak üzere Kafkas Cephesine gönderilmek istendi. Ancak, Türk
Orduları Başkumandan Vekili Enver Paşa, harbin kesin sonucunun Avrupa cephelerinde
alınacağı düşüncesiyle toplam 100.000’i aşan seçkin subay ve erlerden oluşan üç Türk
Kolordusunu, Avrupa’daki cephelerin takviyesinde kullanmaya karar verdi. Enver Paşa’nın
bu düşüncesi, Türk topraklarının savunulması zararına yapılmış çok büyük bir özveriydi. O
kadar ki, Alman askerî heyeti başkanı Liman Von Sanders bile Türk Başkomutan Vekilinin
bu kararına karşı çıkmaktan kendisini alamadı.
Nihayet, Alman Başkomutanlığı ile varılan anlaşma sonucunda 15. Kolordunun Galiçya,
20. Kolordunun Makedonya ve 6. Kolordunun ise Romanya’ya gönderilmesine karar verildi.
Avrupa cephelerine gönderilen bu Türk kuvvetleri; Galiçya cephesinde Ruslarla, Romanya
cephesinde Romenlerle ve Makedonya cephesinde ise Sırplarla savaşmışlardır.

Hicaz ve Yemen Cephesi


Savaşın başında Başkomutanlığa bağlı olan bağımsız Hicaz Tümeni, 11 Ocak 1915’de 4.
Türk Ordusuna bağlanmıştı. Birinci Kanal Seferine katılmak için, bu Hicaz Tümeninden
“Hicaz Kuvve-i Seferiyesi” teşkil edildi. Ancak, harekâta zamanında yetişemediği için
katılamadı. Bu kuvvetlerin bir kısmı Maan bölgesinde bırakıldı, kalanları ise Hicaz’a
(Mekke) gönderildi.
Hicaz Cephesinde, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in liderliğinde, İngiliz vaatleri, kışkırtmaları
ve yardımlarıyla ayaklanan Arap kuvvetleri saldırılarının büyük önem kazanması üzerine
bu cephe Şam’daki 4. Ordu’dan takviye edilerek, ordu komutanlığı yetkisinde Hicaz Kuvve-i
Seferiye Komutanlığı kuruldu. Bölgedeki birlikler bu komutanlığa bağlandı ve komutanlığına
da 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa atandı.
Fahrettin Paşa ve kuvvetleri, İngilizlerin Nablus savaşını kazanmaları ve Filistin
Cephesindeki Türk Kuvvetlerinin Halep bölgesine çekilmesi üzerine, İngiliz ve Arap
kuvvetleri tarafından kuşatıldığı için Medine’de mahsur kaldı. Fahrettin Paşa, bölgedeki
Türk kuvvetleri ile irtibatının kesilmesine ve hiçbir ikmal desteği almamasına rağmen bir
avuç kuvvetiyle Medine’yi kahramanca savunmuş ve “Çöl Kaplanı” unvanını almıştır.
Kuşatmadan önce, Medine’deki kutsal emanetlerin büyük bir kısmını, teşkil ettiği özel bir
ekiple İstanbul’a ulaştıran Fahrettin Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra
da Medine’yi savunmuşsa da 13 Ocak 1919’da Medine’yi teslim etmiş ve esir düşmüştür.

Libya Cephesi Harekâtı


İtalyanların Trablusgarb’ı işgalleri ile başlayan Türk-İtalyan savaşı, Balkanlarda yeni bir sa-
vaşın çıkması üzerine, 18 Ekim 1912 tarihinde imzalanan Uşi Antlaşması’yla sona ermişti.
Osmanlı Devleti, bu antlaşmayla Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalya’ya bırakmıştı. Ancak Türk
subaylarının komutasındaki yerli halk, İtalyanlara karşı mücadelelerini sürdürüyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Osmanlı Devleti’ne karşı sempatisi devam
eden yerli halkın direniş ve mücadele azminin artırılması, İtalyanların bölgeden kovulması
ve Mısır’daki İngiliz kuvvetlerine baskın taarruzları yapılarak Mısır bölgesine daha fazla
İngiliz kuvvetinin bağlanması plânlanıyordu. Böylece Libya’da kaybedilen Osmanlı hâkimi-
yeti yeniden sağlanacak ve Almanların diğer cephelerde karşısına daha az İngiliz kuvveti-
nin çıkması sağlanacaktı. Osmanlı Devleti’nin savaşa girerken 14 Kasım 1914’de ilân ettiği
“Cihad-ı Ekber” bölgede duyulunca, İtalyanlara karşı yapılan direnişler arttı.
Trablusgarp cephesinde İtalyanlara karşı mücadeleler 30 Ekim 1918’e kadar devam
etmiştir.
74 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Sonuç olarak; I. Dünya Savaşı’nda Trablusgarp’ta, büyük sayıda kuvvetler ayırmadan,


çok az sayıdaki uzman kadronun yetiştirdiği yerli kuvvetler, İtilaf Devletlerinin 100.000’den
fazla askerini bu cephede tutmayı başarmışlardı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE GİZLİ PAYLAŞIM PROJELERİ


İstanbul Antlaşması
İngiltere ve Fransa’nın 1915 yılı başında Çanakkale’yi geçmek istedikleri günlerde,
Boğazların ve İstanbul’un elden gideceğinden endişelenen Rusya harekete geçti.
Müttefikleri üzerindeki baskılarıyla 4 Mart-10 Nisan 1915 tarihleri arasında beş haftalık bir
süre içinde, İngiltere ve Fransa ile yazışmalar yoluyla haberleşerek, bir metne dayanmayan
antlaşmalar demetini ortaya çıkarmayı başardı.

Buna göre; İngiltere ve Fransa, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile, Marmara


Denizi’nin batı kıyıları, Midye-Enez çizgisine kadar Batı Trakya, İstanbul Boğazı’nın doğu
kısmı, İzmit Körfezi’nin bir kısmı ile Marmara Denizi’ndeki adaların Rusya’ya verilmesini
kabul ediyorlardı. İmroz ve Bozcaada konusunda da Rusya’ya danışılmadan herhangi bir
karar almayacaklarını taahhüt ediyorlardı.

Ruslar da, İngiltere’nin Asya Türkiye’sindeki özel haklarını, ayrıca Osmanlı


hâkimiyetinden ayrılacak Arap ülkelerinin istiklâllerini tanıyacaklarını, Fransızların
İskenderun Körfezi ve Toroslara kadar Kilikya dahil olmak üzere Suriye’yi ilhak etmesini
kabul edeceğini bildiriyordu.

Londra Antlaşması
İtilaf Devletleri, müttefik olarak yanlarında savaşa sokmak amacıyla, 26 Nisan 1915’de
Londra’da yapılan antlaşmalarla İtalya’ya Osmanlı Devleti topraklarından pay verdiler.
Buna göre; Antalya havalisi İtalya’ya verildi. İtalya 20 Mayıs 1915’te Avusturya’ya savaş
ilân etti. Çanakkale savaşlarının yoğunlaştığı günlerde ise, yani Ağustos 1915’te Almanya
ve Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Bu antlaşma ile müttefikleri, İtalya’nın Trablusgarp’ı ve
12 Ada’yı ilhak etmesini de kabul ettiklerini açıklamışlardı.

Sykes-Picot Antlaşması
İngiltere Hükümeti, Mısır Genel Valisi Mc Mahon’un Mekke Emiri Hüseyin’le kurduğu
münasebet ve sağlanan mutabakattan sonra, Osmanlı Devleti üzerindeki İngiliz ve Fransız
menfaatlerinin görüşülmesini istemişti. İngiltere adına Sir Mark Sykes ve Fransa adına
Charles François Georges-Picot arasında yapılan görüşmeler sonunda, Şubat 1916’da
Arap vilayetlerinin paylaşılması konusunda bir antlaşmaya varıldı. Mart 1916’da İngiliz ve
Fransız temsilciler Rusya’ya giderek, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof’la görüşmeler yaptılar.
Bu görüşmeler sonunda Rusya da bu antlaşmaya dahil oldu ve “Sykes-Picot” antlaşması
imzalandı.

Bu antlaşma; esas itibarıyla, Osmanlı Devleti’nin Asya’daki topraklarının paylaşılmasını


öngörüyordu. Buna göre; antlaşmaya taraf olan Rusya Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri ile
Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmını, İngiltere Mezopotamya’nın tamamıyla, bütün Akka ve
Hayfa limanlarını, Fransa da Suriye kıyıları, Kilikya bölgesini, Harput ve havalisini alacaktı.
İngiliz ve Fransız nüfuz bölgelerinde bir Arap devleti veya konfederasyonu kurulacak, Filistin
milletlerarası bir idareye tabi tutulacaktı.

İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarındaki bu antlaşmayı Eylül 1916’da İtalya’ya


bildirmişlerdi. Bunun üzerine İtalya Hükümeti, kendisine daha önce bırakılmış olan
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 75

toprakların Fransa’nın payına düşenden daha az olduğunu ileri sürerek İzmir ve Mersin’in
de nüfuz bölgesi olarak verilmesini istedi.

İtalya’nın bu isteğine Rusya, karadan ve denizden Çanakkale Boğazı’nın kontrol


edeceği endişesiyle karşı çıktı. İngiltere de İzmir’in İtalyanlara verilmesini istemiyordu.
Fransızlar da Mersin’in İtalyanlara verilmesini uygun görmüyorlardı.

Saint Jean de Maurienne Antlaşması


Sykes-Picot Antlaşması’nın İtalya tarafından öğrenilmesinden sonra; İtalya, İtilaf
Devletlerinin aralarında imzaladıkları gizli antlaşmaların kendisine açıklanmasını istedi.
1915’te Londra’da imzalanan antlaşmaya açıklık getirmek ve İtalya’nın kendi yanlarında
savaşa devam etmesini teşvik etmek amacıyla, İtilaf Devletleri bir toplantı yapmaya karar
verdiler.
İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Başbakanları 19 Nisan 1917’de Saint Jean de Maurienne
kasabasında, İtalya’nın Doğu Akdeniz’deki menfaatlerini görüşmeye başladılar. Görüşmeler
safhasında temsilci göndermiş olan Rusya, ihtilâl çıkması sebebiyle, Başbakanlar düzeyinde
yapılan bu toplantıya katılamamıştır. Yapılan görüşmelerden sonra, daha önceki İtalyan
taleplerinin yanında İzmir ve civarının da İtalyanlara bırakılmasını İngiltere ve Fransa kabul
etmişti. Ancak, antlaşmanın Ruslar tarafından da imzalanması kaydını getirmişlerdi. Fakat
Çarlık Rusya’sı ihtilâl sonucu yıkılınca, Saint Jean de Mauirienne antlaşması, taraflardan
birinin imza koymaması yüzünden hükümsüz olarak kabul edilecektir.
Nitekim İngilizler bundan istifade ederek, savaş sonrası Paris’te toplanan barış konfe-
ransında İzmir ve civarının Yunanlılarca işgalini kararlaştıracaklardı.

Gizli Antlaşmalarda Yunanistan’ın Durumu


İtilaf Devletlerinin Çanakkale Savaşlarını başlattığı günlerde, Yunan Başbakanı Venizelos,
İngilizlere müracaat ederek “İzmir’in kendilerine verilmesi halinde”, devam etmekte olan
Çanakkale Muharebeleri’ne Yunanistan’ın İtilaf Devletleri yanında katılacağını belirtti.
İngiliz devlet adamları değil İzmir’i, kendi ellerinde bulunan Kıbrıs’ı bile vererek Yunanlıları
kendi yanlarına çekmek istiyorlardı. Bu nedenle, Venizelos’un teklifini kabul ettiler. Ancak,
Rusya olayı öğrendiğinde buna karşı çıktı. Kendisine verilecek olan İstanbul ve Boğazların
hemen yakınında, bu topraklar üzerinde tarihi emelleri olan Yunanistan’ın bulunmasını iste-
medi. Sonra, İzmir’e yerleşen Yunanistan, Çanakkale Boğazı’nı karadan ve denizden kont-
rol altında tutabilirdi. Bu da Rus çıkarlarına uygun düşmezdi. Bu nedenle; Rusya’nın karşı
çıkması ve Yunanistan’da Venizelos’un iktidardan düşmesiyle bu girişim sonuçsuz kaldı.
Savaş sonrasında İngiltere, İzmir ve havalisinin Yunanistan’a verilmesi konusun-
da Paris Barış Konferansı’nda yoğun bir çaba sarf etmiş ve müttefiki Fransa ve Amerika
Birleşik Devletleri idarecilerini ikna etmiş ve konferanstan İzmir ve civarının Yunanlılar tara-
fından işgal edilmesiyle ilgili bir karar çıkarmıştır.

Wilson Prensipleri
Savaşın sonlarına doğru ABD Başkanı Wilson; her devletin kendi menfaatleri peşinde koş-
tuğu, çok dengesiz bir durumda bulunan 1918 yılındaki dünyayı, tarafsız bir fikir ve prog-
ramla genel bir barışa kavuşturmak için, I. Dünya Savaşı’nın tasfiyesini gaye alan prensip-
lerini 8 Ocak 1918’de ilân etti. “Wilson Prensipleri” adıyla anılan bu program 14 maddeden
ibarettir. Bu programın birinci ve on ikinci maddeleri Türklerin mukadderatıyla ilgiliydi.
Birinci madde: “Barış anlaşmaları açık olarak herkesçe bilinmek üzere yapılmalı, bun-
dan sonra devletlerarasında hiçbir özel antlaşma yapılmamalı ve herkesin gözü önünde
işleyen açık bir diplomasi olmalıdır.”
76 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

On ikinci madde: “Şimdiki Osmanlı Devleti’nin Türk kısımlarına egemenlik ve tam bir
hâkimiyet sağlanmalıdır. Fakat diğer taraftan bu sırada bu devletin idaresi altında yaşa-
makta bulunan milletler de mevcudiyetlerince gerçek bir emniyeti haiz olmalı, engelsiz ve
tam olarak gelişebilmelidirler. Bağımsızlıkları onlara verilmelidir. Çanakkale Boğazı daimi
surette açık bulunacaktır ve milletlerarası güvence ve kefalet altında bütün milletlerin gemi-
leri ve ticaretleri için serbest bir geçiş teşkil edecektir”.
Wilson, 14 maddeyi sıraladıktan ve izah ettikten sonra söylediklerinin şuna vardığını
belirtir: “Güçlü veya güçsüz olsunlar bütün milletler için, adalet, eşitlik, güven ve özerklik
içinde yaşamak hakkı sağlanmalıdır. Bu ilke temel olarak alınmazsa milletlerarası adalet
yıkılır. Amerikan milleti başka hiçbir ilkeyi kabul edemez. Bu uğurda ise yaşantısını, onuru-
nu, varını yoğunu ortaya koymaya hazırdır”.
İşte, Avrupa’da Wilson’un bu ilkeleri İttifak ve İtilaf Devletleri nezdinde kabul görmüş ve
Avrupa hızla bir barış ortamına sürüklenmiştir.

I. DÜNYA SAVAŞI SONUNDA YAPILAN ANTLAŞMALAR


Rusya’nın Savaştan Çekilmesi ve Brest-Litovsk Antlaşması
Çarlık Rusya, savaşın olanca hızıyla devam ettiği Mart 1917’de başlayan bir ihtilâle sahne
olmuş ve sonucunda çarlık rejimi yıkılmış, önce Menşevikler, Ekim İhtilâli ile de Bolşevikler
iktidara gelmişlerdi. Bolşevik hükümet, devam etmekte olan savaştan çekilmiş ve İttifak
Devletleriyle bir barış antlaşması yapmıştı.
3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ile Rusya savaştan çekilmiş-
ti. Osmanlı Devleti adına bu antlaşmayı imzalamaya Sadrazam Talat Paşa katılmıştı.
Antlaşmanın Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren hükümleri şöyledir:
1) Ruslar, 1914’den beri Doğu Anadolu’da işgal ettikleri bütün Türk topraklarından
çekileceklerdir.
2) Ruslar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası elden çıkmış olan “Elviye-i
Selase”yi yani Kars, Ardahan ve Batum vilayetlerini Osmanlı’ya iade edeceklerdir.
3) Türk-Rus sınırının tespiti ve halli plebisite (Bölge halkının oyu veya kararı)
bırakılmıştı.
Ayrıca, Ruslar yayınladıkları bir bildiriyle, Çarlık Rusya döneminde imzalanmış ve ka-
bul edilmiş olan bütün gizli ve açık paylaşım projeleri ve antlaşmalarını tek taraflı olarak ge-
çersiz kabul etmişler; bu proje ve antlaşmaları yayınlamışlardır. Böylece Osmanlı Hükümeti
de, İtilaf Devletlerinin kendisi aleyhindeki paylaşım projelerinden haberdar olmuştur.

Romanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Bükreş Antlaşması


1915’ten itibaren Rus baskısı altında olan Romanya, kendisine verilecek taviz ve sağla-
nacak imkânlara göre İttifak veya İtilaf Devletleri nezdinde yer almak ve savaşa girmek
kararındaydı. Ancak, Sırbistan’ı yenen Avusturya, Romanya’yı tehdit edince 17 Ağustos
1916’da İtilaf Devletleri ile anlaşan Romanya savaşa girdi.
Rusya’nın savaş dışı kalmasıyla İttifak ordularının baskısını üzerinde hisseden
Romanya, cephelerde de yenilince mütareke imzalamak durumunda kaldı. 7 Mayıs 1918’de
Bükreş antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmayla Romanya, Almanya ve Avusturya’nın
ekonomik nüfuzu altına giriyor ve topraklarının bir kısmını kaybediyordu.

Almanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Versay Antlaşması


Ağustos 1918 başlarından itibaren savaşı kaybettiklerini anlayan Alman askerî ve sivil
yetkilikleri, en kısa zamanda bir barış antlaşmasının yapılması için uygun bir zamanı
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 77

beklemeye karar verdiler. Almanya, Osmanlı Devleti’nden önce barış girişimlerini başlatmış
ve Müttefiklerle yapacağı barış antlaşması konusunda İsviçre aracılığıyla mütareke
talebinde bulunmuştu. Fakat bu teşebbüslerden bir sonuç çıkmamıştı. Kasım 1918’de
mütarekeyi imzalayan Almanya, 28 Haziran 1919’da da Versay (Versailles) Antlaşması’nı
imzalamışlardır.

Bu antlaşmayla Alman İmparatorluğu parçalanıyordu. Almanya toprakları üzerinde


Litvanya, Polonya isimleriyle yeni devletler kuruluyordu. Denizaşırı ülkelerdeki sömürgelerini
de kaybeden Almanya’da askerlik mecburi olmaktan çıkartılıyordu. Almanya, ayrıca çok
ağır bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılıyordu.

Avusturya’nın Savaştan Çekilmesi ve Sen Jermen Antlaşması


Savaş içinde ilk yorgunluk işaretini veren Avusturya, savaşın başından beri Rusya’nın tüm
ağırlığını üzerinde hissetmiş ve bu nedenle Almanya ve Osmanlı Devleti’nden askerî yar-
dım almıştı.

Avusturya, 1917 ortalarından itibaren çeşitli kanallardan barış ortamı yaratmaya çalışmış
ve teşebbüslerde bulunmuştu. Nihayet, 3 Kasım 1918’de mütareke imzalayan Avusturya,
10 Eylül 1919’da Sen Jermen (Saint Germain) antlaşmasını imzaladı. Bu arada Macarlar,
Avusturya bünyesinden ayrılarak Macaristan adıyla kendi devletlerini kurmuşlardır.

Antlaşmaya göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandı. Toprakları üzerinde


Çekoslavakya, Yugoslavya ve Macaristan isimleriyle yeni devletler kuruldu. Avusturya’da
da askerlik mecburî olmaktan çıkartıldı. Ayrıca tıpkı Almanya gibi Avusturya da ağır bir
savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı.

Macaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Trianon Antlaşması


Savaşın sonunda Avusturya bünyesinden ayrılan Macaristan’da ihtilâl çıkmış ve Sovyet
modeli bir idare kurulmuştu. Bu nedenle, barış antlaşmasının imzalanması hemen mümkün
olmadı. Bir müddet sonra, Macaristan Hükümeti de Triyanon (Trianon) Antlaşmasını imzaladı.
Macaristan da I. Dünya Savaşı sorumlusu olarak kabul edildi. Bu nedenle, Macaristan da
parçalandı ve toprak kaybetti.

Macaristan; Çekoslavakya, Romanya, Yugoslavya ve Avusturya’ya toprak bırakıyordu.


Macaristan’da da askerlik mecburiyeti kaldırılıyor ve ağır bir savaş tazminatı ve malî
yükümlülük altına konuluyordu.

Bulgaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Nöyyi Antlaşması


Savaşın son yılına gelindiğinde, İtilaf Devletleri ordularına yenilen Bulgaristan ordusu
dağıldı. Bunun üzerine, Bulgar Hükümeti barış istemek zorunda kaldı. 29 Eylül 1918’de
mütareke imzalayan Bulgaristan, 27 Kasım 1919’da Nöyyi Antlaşması’nı imzaladı.

Bulgaristan, bu antlaşmayla, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’a toprak


bırakıyordu. Askerlik mecburi bir hizmet olmaktan çıkartıldı ve ağır bir savaş tazminatı
ödemek mecburiyetinde bırakıldı.
I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
1) Savaşan taraflar, ciddi insan kayıplarına uğradıkları için savaştan sonra ülkele-
rinin yeniden imarı için insan gücüne ihtiyaç duyduklarından çeşitli ülkelerden iş
gücü transferine başladılar. Bu durum Avrupa devletleri için kendilerinden farklı
78 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

kültürlere mensup insanlarla birlikte çalışma ve yaşama mecburiyetini getirdi.


Aynı zamanda farklı kültürleri tanıma fırsatını verdi.

2) Savaştan galip çıkan ülkeler en azından ekonomik kayıplarından bir kısmını


yenilen devletlerden karşılamak istediler. Bu bakımdan yenilen devletlere büyük
mali yükümlülükler koydular. Ancak bu yeni durum, çatışmaların da başlangıcı
oldu. Sonuçta Avrupa’da ciddi iktisadî bunalımlar yaşandı. Avrupa Devletleri
savaştan daha az etkilenen ABD’den ekonomik yardım almak zorunda kaldı. Bu
durum ABD’nin uzun bir aradan sonra Avrupa işlerine karışmasına sebep oldu.

3) Bir daha bu tür çatışmaların yaşanmaması için Amerikan Başkanı Wilson’un


önderliğinde Milletler Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin amacı bundan böyle uluslar
arası anlaşmazlıkların savaşsız çözümlenmesini ve emperyalist amaçlarla
hareket etmek isteyen devletlere karşı hep birlikte karşı konulmasını sağlamaktı.

4) Savaştan sonra, özellikle yenilen devletlerde ciddi rejim ve iktidar değişiklikleri


yaşandı. Çünkü yenilen devletler barış için ABD Başkanı Wilson’dan arabuluculuk
yapmasını istiyorlardı. Wilson da kendisinden arabuluculuk talep eden devletlere
öncelikle sahip oldukları militarist ve otoriter devlet yapılarını demokratik
yapılarla değiştirmelerini öneriyordu. Bu öneri savaş sırasında çekilen büyük
acılardan dolayı intikam duygusuna kapılan yenilen devletlerin halkları arasında
büyük taraftar buldu. Bulgaristan’da Kral Ferdinand tahtan çekildi. Yerine oğlu
geçti. Almanya’da da İmparator II. Wilhelm tahtını bıraktı. Fakat bu da yetmedi
ve Almanya, Cumhuriyet rejimine geçti. Aynı şey Avusturya-Macaristan kralı için
de geçerli idi. Orada da iki ayrı cumhuriyet kuruldu. Bu durum henüz 1918’de
tahta çıkmış olan Osmanlı Sultanı Vahdettin’i ciddi şekilde tedirgin etmişti. Biraz
da bu yüzden Meclis-i Mebusan’ı fesh ederek kendi otoritesini güçlendirme
yoluna gitmişti. Ancak Osmanlı’nın akibeti de diğerlerinden farklı olmadı ve Millî
Mücadele’den sonra Cumhuriyet ilan edildi.

5) Avrupa’da dağılan İmparatorluk topraklarında Ukrayna, Letonya, Estonya gibi


yeni milli devletler kuruldu.

6) Savaşın sonuçlarından memnun olmayan hem galip hem de yenik devletler


arasında savaşın sonuçlarını değiştirmek isteyen yeni siyasi ve iktisadi oluşumlar
ortaya çıktı. Bunun en dikkat çeken örnekleri galip devletler arasında İtalya’nın
Mussolini ile Faşizme, yenik devletler arasındaki Almanya’nın Hitlerle Nasyonal
sosyalizme yönelmesidir. Özellikle bu iki ülkenin davranışları kısa bir süre sonra
II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep oldu.
BÖLÜM III

MÜTAREKE DÖNEMİ

MONDROS MÜTAREKESİ
Mütareke Görüşmeleri
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın oluşturduğu ittifak
Devletleri Grubu’nda katılan Osmanlı Devleti’nin durumu 1918 yılının sonuna gelindiğinde
hiç de iç açıcı değildi. 1911 yılından beri sürekli savaşmakta olan devlet, son büyük savaşta
insan ve malzeme kaynaklarının çoğunu tüketmek zorunda kalmış, devletin temel dayanağı
olan Anadolu, sosyal ve ekonomik açıdan çökmüştü. Aktif iş gücünün askerlik hizmetinde
bulunuyor olması nedeniyle üretim düşmüş, fiyatlar alabildiğince yükselmiş, yoksulluk
artmıştı. Ekonomik çöküntü, sosyal çöküntüyü de beraberinde getirmiş, ordudan kaçan
askerlerin gruplar halinde soygun, talan vb. suçları işlemeleri nedeniyle devlet otoritesi
kalmamıştı.

1918 yılının Ekim ayından başlayarak, savaşta birlikte çarpıştığımız müttefiklerimiz,


mütareke yapmak için değişik kanallardan İtilaf Devletlerine başvurmaya başlamışlardı.
Bunun üzerine Talat Paşa Hükümeti, 8 Ekim 1918’de istifa etmişti. 4 Temmuz 1918’de
Osmanlı tahtına oturmuş olan Sultan Vahdettin, yeni hükümeti kurma görevini Tevfik
Paşa’ya vermişti. Ancak Tevfik Paşa’nın hükümet kuramaması üzerine hükümeti kurma
görevi Ahmet İzzet Paşa’ya verilmişti.

Ahmet İzzet Paşa, memleketin içinde bulunduğu kritik durumu göz önünde tutarak,
vakit kaybetmeksizin, bütün gayreti ile bir mütareke imzalamak için çalışmalara başlamıştı.
Çünkü İngilizler ve Fransızlar, Trakya’da yedi tümenlik bir askerî kuvvet oluşturmaya
başlamışlardı. Bu kuvvetlerin İstanbul ve Boğazlar üzerine yürümesine mani olmak isteyen
Ahmet İzzet Paşa, mütareke çalışmalarını hızlandırmıştı. Hatta 5 Ekim 1918’de barış
yapma isteğimiz ABD Başkanı Wilson’a değişik kanallardan iletilmiş, ancak müspet bir
cevap alınamamıştı.

Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin mütareke yapma yollarını arayıp, bir türlü muvaffak
olamadığı sıralarda; Kutülammâre’de esir düşerek Büyükada’da esirlik günlerini geçiren
İngiliz Generali Townshend, eskiden beri tanıdığı ve hükümette Bahriye Nazırlığı
görevinde bulunan Rauf Bey’e bir mektup göndererek “esirliği süresince gördüğü hoş ve
şerefli muameleye karşılık olarak, İngiltere ile müzakerelere girişildiği takdirde, Osmanlı
Hükümeti’ne yardıma hazır olduğunu” bildirdi.

İngiliz Generalinin bu müracaatı, Osmanlı Hükümeti’nce bulunmaz bir fırsat telakki


edildi. Çünkü Hükümet, mütareke yapabilmek için çeşitli yollardan teşebbüse geçmiş, fakat
olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu nedenle Townshend’in teklifine sıcak bakılmış ve 17 Ekim
1918’de Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Bahriye Nazırı Rauf Bey ve General Townshend
80 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

arasında bir görüşme yapılmıştı. Bu görüşmeden sonra İngiliz yetkililer ile görüşen General
Townshend, bu girişimden olumlu sonuç aldı.

Diğer taraftan İngiliz Hükümeti de Osmanlı Hükümeti ile yapılacak bir mütarekenin
sadece kendi delegelerinin katılacağı görüşmelerle yapılmasını istemekteydi. Bu nedenle,
Osmanlı Devleti’nin mütareke teklifini kabul etmiş ve Akdeniz Filosu Komutanı Amiral
Calthorpe’ye İngiltere adına mütareke görüşmelerini başlatması konusunda yetki vermişti.
Amiral Calthorpe de Osmanlı Sadrazamı Ahmet İzzet Paşa’ya bir an önce Osmanlı
delegelerinin mütareke için Mondros’a gönderilmesini isteyen bir mektup gönderdi.
Mütareke Heyeti’nin Oluşturulması ve Kendilerine Verilen Görevler
A- Saltanat Makamının Verdiği Görevler
1) “Hilafeti Celile, Saltanatı Seniye ve Hanedanı Osmaniye’nin muhafazasının
temini,
2) Devletin payitahtı (başkenti) İstanbul’un her türlü işgalden korunarak Osmanlı
Hanedanında kalmasının temini,
3) İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarında yaşayan bazı topluluklar (Ermeni, Rum,
Kürt vb.) için muhtariyet talebinde bulunabilirler. Muhtariyetin yalnız idarî olması,
siyasî olmamasının temini. Eğer siyasî muhtariyet kabul edilecek olursa sürekli
iç işlerimize müdahale edileceği anlamına geleceğinden muhtariyet yerine bu
unsurların istiklallerinin sağlanması” daha uygun olacaktır.
B- Hükümetin Verdiği Talimatlar
1) Boğazların Açılması: Mütareke sırasında boğazların, ticari ve askerî gemilere
açılması kabul edilecek, yalnız Yunan savaş gemilerinin geçişine müsaade
edilmeyecekti. Boğazların güvenliği Osmanlı askerleri tarafından temin edilecekti.
İtilaf Devletleri tarafından şiddetli itirazlar söz konusu olursa belirli miktarda
İngiliz askerinin boğazlarda bulunması kabul edilebilir. Bunların da genel barışın
imzalanmasını takip eden günlerde boğazları terk etmeleri şartı mütareke
protokolüne koydurulmalıdır.
2) Askerin Terhisi: Askerin terhisine dair teklif esas itibarı ile kabul edilecek. Ancak iç
güvenliğin sağlanması için gerekli miktarda askerin silah altında bulundurulması
sağlanacaktır.
3) Mütarekenin imzalanması ile birlikte bütün cephelerdeki savaşlar duracak ve her
türlü işgal sona erdirilecektir.
4) Gerek dahilde ve gerekse karasularımızda emniyet ve asayişin muhafazası
Osmanlı hükümeti tarafından sağlanacak ve hiçbir suretle müdahale kabul
edilmeyecektir. Memleketin hiçbir noktasına İtilaf Devletleri askerî kuvvet
çıkarmayacaktır.
5) Mütarekeden sonra her türlü ticaret serbestliği kabul edilecek. İtilaf Devletlerinden
memleketimize hububat ve benzeri gıda maddelerinin ithaline yardımcı olmaları
talep edilecek.
6) Mütarekeden sonra Almanya’nın Türkiye’ye yardımda bulunamayacağı
muhakkak olduğundan İtilaf Devletlerinden maddi yardım talebinde bulunulacak.
7) Millî namusumuzu rencide edecek her türlü talep reddedilecektir.
Mütareke Dönemi 81

C- Mütarekenin İmzalanması ve Hükümleri


Amiral Calthorpe’nin bu mektubu üzerine Padişah Vahdettin’le görüşen Sadrazam Ahmet
İzzet Paşa, bir heyet teşkil etti. Heyete Bahriye Nazırı Rauf Bey, Hariciye Müsteşarı Reşat
Hikmet Bey, o zaman İzmir’de bulunan Erkân-ı Harp yarbaylarından Sadullah Bey’ler
seçildi.
26 Ekim 1918’de Limni Adası’nın Mondros Limanına ulaşan heyetimiz, 27 Ekim
1918’de İngilizlerin meşhur Agemennon zırhlısında görüşmelere başladı. İlk oturumda
-önceden Osmanlı heyetine verilmemiş olan- mütarekename projesi metni okunarak
maddeleri üzerinde görüşmelere geçildi. Beş oturum olarak yapılan görüşmeler sonucunda,
30 Ekim 1918’de çalışmalar tamamlanmış ve mütareke aynı gün akşamı saat 20.00’de
imzalanmıştır.
30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral
Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Bey’lerin imzaladıkları
Mondros Mütarekesi 25 maddeden oluşmaktaydı.
Türk milletinin kaderini büyük ölçüde etkileyen ve altı yüz küsur yıllık Osmanlı
Devleti’nin sonunu da hazırlayan Mondros Mütarekesi’nin en ağır maddeleri, ya da sık sık
ihlâlinden şikayet edilen maddeleri şunlardır:
Madde 1. Karadeniz’e geçiş için, Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının açılması ve
Karadeniz’e geçiş güvenliğinin sağlanması için Çanakkale ve Karadeniz İstihkâmlarının
müttefikler tarafından işgali.
Madde 5. Hudutların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için, lüzum görülecek
askerî kuvvetten fazlasının derhal terhisi (İşbu askerî kuvvetin sayısı ve durumu İtilâf
Hükümetleri tarafından Devlet-i Aliye ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır.)
Madde 7. Müttefikler (İtilaf Devletleri), güvenliklerini tehdit edecek durumda stratejik
noktalarını işgal hakkına sahip olacaklardır.
Madde 10. Toros Tünellerinin Müttefikler tarafından işgali.
Madde 12. Hükümet haberleşmeleri dışındaki telsiz ve kablolar İtilaf Devletleri
memurları tarafından denetlenecektir.
Madde 15. Bütün demiryollarına İtilâf kontrol subayları memur edilecektir.
Madde 20. Beşinci madde gereğince terhis edilecek Osmanlı kuvvetlerine ait teçhizat,
silah, cephane ve nakil vasıtalarının kullanma tarzına ait verilecek malumata riayet
olunacaktır.
Madde 21. İtilaf Devletlerinin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilâf
mümessilleri bulunacak ve kendilerine bu yolda gerekli görülecek bütün bilgiler verilecektir.
Madde 24. Vilayat-i Sittede (İngilizce metinde altı Ermeni vilayeti olarak geçen bu
vilayetlerimiz şunlardı: Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Sivas, Bitlis) karışıklık çıkması
halinde bu vilayetlerin bir kısmının işgal hakkını İtilaf Devletleri muhafaza ederler.
İtilaf Devletleri bu mütarekeye, dış görünüşte Osmanlı Devleti’ni ve Türk milletini
yok edici kayıtsız ve şartsız teslim hissini verecek açık hükümler koymaktan dikkatle
kaçınmışlardı. Buna mukabil, savaş içinde aralarında imzaladıkları gizli paylaşım
projelerinin ve antlaşmalarının tatbik edilebilmesi için de yoruma açık bir metin düzenlemek
gayretinde olmuşlardı.
Mütarekenin imzalanmasını her iki hükümet de kendi açısından bir başarı saymıştı.
Nitekim Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Rauf Bey’e bir teşekkür yazısı yazmış ve mütarekenin
onaylanması amacıyla Meclis-i Mebusan’da yaptığı konuşmada mütarekenin ılımlı olduğunu
82 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

söyleyerek, meclisin oy birliği ile mütarekeyi onaylamasını sağlamıştı. Diğer taraftan, İngiliz
Harp Kabinesi de, 31 Ekim’de, Calthorpe’ye görüşmeleri “kudret ve başarı ile yürüttüğü için”
tebrik telgrafı göndermeye karar vermiş; bilahare de Calthorpe’yi İngiltere’nin İstanbul’daki
“Yüksek Komiserliğine” getirmiştir.
Aslında mütareke Osmanlılar için, diğer müttefik devletlerin yaptıkları antlaşmalara
bakarak daha hafif gibi görünüyorsa da, uygulamada Türk milleti için bir felaket habercisi
olmuştur.

D- Mondros Mütarekesi Hükümlerinin Uygulanması ve İşgaller


Mütareke hükümlerinin esnek ve karmaşık olması, pek çok güçlüğün ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bu hükümlerden yararlanan İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak
maksadıyla önceden hazırladıkları gizli plânlarını artık açıkça uygulamaya koyabileceklerdi.

Mütarekenin imzalanmasından sonra İngilizler, Osmanlı topraklarını kolaylıkla işgal


edebilmek için, öncelikle Osmanlı Ordusu’nun dağıtılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Ordu komutanlarına yolladığı emirlerle, birliklerinin terhis
işlemlerini başlatmalarını ve müttefik işgallerine tepki göstermemelerini istemişti.

Nitekim mütarekenin yedinci maddesini kendi arzu ve amaçları doğrultusunda yorum-


layan İtilaf Devletleri Türk topraklarını işgale başladılar. Henüz mütarekenin mürekkebi
kurumadan 1 Kasım 1918’de İngilizler, Türk olmayan halkın baskı altında olduğunu ileri
sürerek Musul’un 20 km güneyinde bulunan Hamamalîk’i işgal ettiler. O bölgede bulunan
6. Türk Ordusu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın, işgali şiddetle protesto etmesine rağmen,
İngiliz askerî kuvvetleri ilerlemeye devam ederek 3 Kasım 1918’de de Musul’u işgal ettiler.
İşgallere tepki gösteren Ali İhsan Paşa da görevden alınarak İstanbul’a çağrılacak ve tutuk-
lanacak; bir süre sonra da diğer tutuklananlarla birlikte Malta’ya sürgüne gönderilecektir.

Mütareke’nin imzalandığı tarihte; yani 30 Ekim 1918’de Adana’da bulunan Yıldırım


Ordu Grubu Komutanlığı’na atanmış olan Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi hü-
kümlerine en sert tepkiyi gösteren kişilerden biri olmuştur. Nitekim Mustafa Kemal Paşa,
“bu hükümler aynen uygulandığı takdirde bütün vatanın işgal ve istila edilebileceği” gerçe-
ğini görmüş ve bu konuda yetkilileri uyarmaya çalışmıştır.

Musul’dan sonra İngilizlerin İskenderun’a asker çıkaracaklarını ve şehri işgal


edeceklerini öğrenen Mustafa Kemal Paşa, buna oldukça sert bir tepki gösterdi. Sadrazam
Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgraflarda, bu işgallerin haksız olduğunu, İskenderun’a
çıkacak İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele edeceğini bildirdi. Bunun üzerine telaşlanan
Ahmet İzzet Paşa, İngilizlerle olan ilişkinin tekrar bir çatışmaya dönmemesi için Yıldırım
Ordu Grubu’nu lağvetti. Yetkisiz ve makamsız kalan Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti
emrine alınmış ve İstanbul’a çağrılmıştı. O da 7 Kasım 1918’de de İstanbul’a gitmek üzere
trenle Adana’dan ayrılmıştı.

İZMİR’İN İŞGALİ
Paris Barış Konferansından İzmir’in işgali yönünde bir karar çıkınca, Yunanlılar tarafından
İzmir’in işgal edilmesi için hazırlıklar yapıldı. İngiliz amirali Calthorpe’e, 7 Mayıs 1919’da,
İzmir’in işgal edileceği, hükümeti tarafından haber verildi. Bunun üzerine Amiral İstanbul’dan
ayrılarak 13 Mayıs’ta İzmir’e geldi. Fransız, İtalyan, Yunan subayları ile bir toplantı yaparak;
işgalin nasıl gerçekleştirileceği ve nerelerin işgal edileceği de karar bağlandı. Bu toplantıda
İzmir’in bir Yunan tümeni tarafından işgal edilmesi de karara bağlandı. Amiral, İzmir valisine
ve 17. Kolorduya bir nota ile Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesine göre İzmir’in işgal
edileceğini, 15 Mayıs’ta yapılacak işgal olayında bir olay çıkmaması için Türk askerlerinin
Mütareke Dönemi 83

kışlalarından çıkmamalarını; haberlerin engellenmesi için de telgrafhanenin İngilizler


tarafından işgal edileceğini de Vali Ali Nadir Paşa’ya bildirdi.

Bu arada Yunan deniz yüzbaşısı Mavroidis, bazı Rumları kiliseye toplayarak İzmir’in
Yunan birliklerince işgal edileceğini müjdeledi. Venizelos tarafından gönderilen bildiriyi de
okudu. Yerli Rumlar “Megalo İdea”nın gerçekleşeceği sevinciyle coşmaya başladılar. Türk
milleti için kara günler başlamıştı.

Diğer taraftan İzmir’in işgal edileceğini haber alan Türk Ocağı üyeleri ve İzmir Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti tarafından kurulan Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi, bildiriler yayınlayarak
Müslüman Türk halkı Maşatlık’ta mitinge çağırdılar.

15 Mayıs 1919 sabahı Yunan ve İngiliz savaş gemileri İzmir limanına girdiler. Yunan
askerleri karaya çıkınca kilise çanları çalıyor, kadınlı erkekli yerli Rumlar büyük bir coşku
ile onları karşılıyorlar ve İzmir Metropoliti tarafından Yunan askerleri takdis ediliyorlardı.
Yunan askerleri şehir içinde ilerlemeye başlayınca gazeteci Osman Recep Nevres (Hasan
Tahsin) Yunan bayrağı taşıyan askeri öldürerek Türk milletinin sesini duyurdu. Kendisi de
şehit düştü. Bu olayı takiben Yunan askerleri askerî kışlayı işgal ettiler. Türk askerlerine,
karşı konulmaması ve kışladan çıkılmaması emredildiğinden askerlerimiz silah kullanmadı.
Askerlerimizin üzerindeki para ve kıymetli eşyaları gasp edildi. Hakaretler edildi. Bir kısmı
da öldürüldü.

Esir olarak alınan Türk askerleri ve sivil halka akla hayale gelmeyen işkenceler yapıldı.
Zito Venizelos demeyen Albay Süleyman Fethi Bey şehit edildi. Kolordu Başhekimi Yarbay
Şükrü Bey de şehit edilenler arasındaydı. Yunanlılar asker ve sivil halkı katletmişlerdir.
MONDROS MÜTAREKESİ SONRASINDA AZINLIKLARIN FAALİYETLERİ
Mondros Mütarekesi’nin imzası ile Yunanistan, Mütareke hükümlerinden istifade ederek
Megali İdeayı gerçekleştirmek gayesiyle harekete geçmiştir. Esasında Yunanistan (1829-
1830) bağımsızlığını kazandığından bu yana Megali İdea olarak adlandırılan ve Büyük
Ülkü manasına gelen İstanbul merkezli bir Bizans-Yunan İmparatorluğu’nun oluşturulması
adına politika gütmekte ve bunun hayalini kurmaktadır. Yunan Başbakanı Venizelos’un
tanımıyla Megali İdea şöyledir: “İki kıtaya uzanan ve beş denize açılan Yunanistan’ı
gerçekleştirmek, bir ayağı Asya’da, bir ayağı Avrupa’da olacak Büyük Yunanistan’ı, Bizans
Grek İmparatorluğunu yeniden yaratmaktır.” Megali İdea hakkında Yunan devlet adamı
ve aynı zamanda tarihçi olan Panoyatis Pipinellis şunları ifade etmektedir: “…Yunan
varlığının anlamı, Yunanistan’ı, tüm Yunan ırkını bir sınır içinde toplayacak, birleşik, ulusal
bir devletin çekirdeği haline gelmeye zorluyordu. Herkes kendisini Bizans İmparatorluğu’nu
yeniden canlandırma hayaline kaptırmıştı.” Mütareke’nin imzası ve işgal planlarının
Osmanlı coğrafyasında uygulamaya konulması, Yunanistan cephesinde, bu Büyük hayalin
yani Megali İdeanın hayata geçirilmesi adına büyük bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
Mütareke hükümlerine göre Boğazların İtilaf Devletlerinin kontrolüne bırakılması ve 13
Kasım 1918’de İtilaf donanmalarının İstanbul’a gelişi, bu donanmanın içerisinde bir Yunan
zırhlısının da bulunuşu, 18 Kasım 1918’de Yunan Amirali Kakolidis’in Beyoğlu Yunan
Kulübünde Rumları heyecanlandırıcı ve tahrik edici bir konuşma yapması, İstanbul ve
çevresinde, Rumların taşkınlıkta bulunmalarına neden olmuştur. Rumlardaki bu heyecan
Megali İdea fikrine ulaşma noktasında önemli bir adım olarak görülmüştür. Yunanistan’ın
Megali İdeayı gerçekleştirme gayretine Yunan basını da destek vermiş, Rumları Osmanlı’ya
karşı harekete geçirebilmek için propaganda çalışmaları yürütmüştür. 13 Kasım 1918 tarihli
Nea Ellas gazetesinin sayfalarındaki, İstanbul’un verasetine Yunanistan’dan başka hiçbir
devletin hak iddiasında bulunacak cürete sahip olamayacağı, Yunanistan’ın İstanbul’a
kadar uzanması gerektiği ve “İstanbul Yunan’ın idi ve bir gün gene Yunan’ın olacaktır.” yollu
84 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

haberler bu propagandanın aşikâr delilidir. Rum Patrikhanesini destekleyen Eklisiastiki


gazetesinde yer alan bir makalede de, Rum milletinin zulümlere maruz kaldığından
bahsedilmekte ve Wilson Prensiplerinden hareket ederek 1453’te yapılan haksızlığın
giderilmesi ve İstanbul’un tekrar Rumlara iade edilmesi istenmektedir.

Yunan Başbakanı Venizelos, Megali İdeanın başarıya ulaşması için Osmanlı


topraklarında bir dizi teşebbüslerde bulunmuştur. Öncelikle Fener Rum Patrikhanesinin
ve patriklerin Yunanistan Megali İdeası etrafında birleştirilmesini sağlamaya dönük
çalışmalarını hızlandırmıştır. Kendisi daha 1910 yılında Girit adasında, “Patrikhanenin
Yunan emrine girmesi gerektiğini ve birleşmiş bir Patrikhanenin Yunan davasına daha
büyük yararlılıklar sağlayacağını” belirtir bir konuşma yapmıştır. Mütareke’nin imzasıyla
birlikte Fener Rum Patrikhanesi ile temaslarını daha da artıran Yunan Başbakanı Venizelos,
çabaları sonucunda Patrikhaneyi adeta kendisine bağlı bir kuruluş haline getirmiş;
Patrikhane, taşradaki metropolitler ve ruhani reisleri kendi etrafında toplamayı başarmıştır.
Patrikhanenin Yunan Başbakanı Venizelos tarafından idare edildiğine bir örnek olması
bakımından İstanbul’da belediye seçimlerine katılma noktasındaki davranışları göz önüne
alındığında, Patrikhane, seçimlere katılma hususunda Yunan Başbakanı Venizelos’tan izin
talep etmiş, “Yunanlıların seçimlere katılması imkânsızdır.” yönünde bir cevap alınınca
da Rumların seçimleri boykot etmesi gerektiğini bildiren bir beyanname yayınlamıştır.
Patrikhane, Yunan Başbakanı Venizelos ve İtilaf Devletlerinden aldığı cesaretle Osmanlı
Devleti’nin otoritesini her daim sorgulamış ve nihayetinde de resmî-gayri resmî bütün
ilişkisini kesmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti yetkililerinin söz ve beyanlarını, aldıkları güvenlik
önlemlerini önemsememiş, devletin verdiği veya vereceği vaatlerin Rum milleti açısından bir
şey ifade etmediğini/etmeyeceğini belirtmiştir. Patrik Vekili Dorotheos, Türk milletine karşı
düşmanca bir tutum içerisine girmiş, Osmanlı topraklarının parçalanması adına açık açık
çalışmalar yürütmüştür. Dorotheos, 10 Kasım 1918’de Tatavla’da Ayadimitri Kilisesi’ndeki
ayin sonrası yaptığı konuşmada, “Irkımın henüz kurtarılmamış sevgili evlatları, her şeyin
tamam olduğunu, gül ve defne yaprakları üzerinde rahat ve huzura kavuştuğumuzu
zannetmeyiniz. Henüz hiçbir şey tamam değil. Son ve kesin söz söylenmemiştir. Çok dikkatli
davranınız. Kurnaz ve sabırlı olunuz.” demiştir. Nitekim Yunan Başbakanı Venizelos’un
teşvik ve yönlendirmeleriyle Patrikhane, 9 Mayıs 1919’da yayınladığı bir bildiride “Osmanlı
tebaası olan Rumların Osmanlı Devleti’ne karşı hiçbir bağları ve vecibeleri kalmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Patrikhaneye ve Cemaat’e tanıdığı imtiyazlara da ihtiyaç kalmamıştır.”
diyerek Osmanlı Devleti ile tüm bağlarını kopardığını ilan etmiştir. Temmuz 1919’da ise
Fener Rum Patrikhanesinin kapısına çift kartallı Bizans ve Yunan bayrakları çekilmiş ve
Rum okullarında okutulan Türkçe dersleri kaldırılmıştır. Bütün bunlar Patrikhanenin bu
dönemde başına buyruk hareket ettiğinin göstergesidir. Patrikhane, Osmanlı Hükümeti’ni
tanımadığı gibi bununla da kalmayarak Osmanlı tebaasından olan Rumların, Yunan
ordularına yazılmalarını ve Yunanlılar için sadece yardım değil ayrıca vergi vermelerini
emretmiştir. Bundan sonraki dönemde Patrikhane, Rumları kışkırtmaya çalışmış, Türk
halkının millî ve dinî hassasiyetlerini rencide edecek faaliyetler içerisine girmiş ve neticede
Rumlar tarafından Osmanlı Devleti’ni protesto mitingleri düzenlenmiş, piyesler sunulmuş ve
Türk milletine hakarete varan davranışlar sergilenmiştir. Patrikhane yayınladığı broşürlerle
de Avrupa kamuoyunu yanıltmaya çalışmış ve bu broşürlerde Avrupa kamuoyunu Türkler
aleyhine harekete geçmeye çağıran ifadeler kullanmıştır.

Nihayetinde Patrikhane, kültürel etkinlikler düzenlenmesi, gösteri ve toplantıların


yapılması gibi hususlarda bütün Rumları kontrol altında tutmuş ve Rumları Megali İdea
hedefine yönlendirmeyi başarmış bir kuruluştur. Rum halkının bu fikirlere bakışına
baktığımızda açıkça görülmektedir ki; Rumlar, büyük çoğunlukla, Yunan-Patrikhane ikilisinin
kendilerine sunduğu fikirlerin hayata geçirilmesi adına ellerinden geleni yapmışlardır.
Mütareke Dönemi 85

Fener Rum Patrikhanesi ile Ermeni Patrikhanesi, ortak düşman olarak değerlendirdikleri
Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket etmişler ve her hususta birbirlerini desteklemişlerdir.
Örneğin Ermeni Patriği Zaven Efendi, Rum Patrikhanesinin toplantılarına katılarak onlarla
işbirliği içerisinde olduğunu göstermekten çekinmemiştir. Mütareke’den sonra Osmanlı
Meclis-i Mebusanında Rum ve Ermeni milletvekilleri, tehcirden geri dönüşler hususunda
ortak teklifler hazırlamışlardır. Meclisin dağılmasından sonra da bu siyasî birliktelik
patriklik düzeyinde devam ettirilmiştir. Hem Rum hem de Ermeni basını birbirlerinin toprak
taleplerini haklı bulup desteklemişlerdir. Ayrıca gösterilerde ve açılışlarda da birlikte hareket
etmişlerdir. Şubat 1919’da Kumkapı’daki Rum okulunun yeniden açılışı dolayısıyla Rum ve
Ermeniler ortak bir şenlik düzenlemişler ve birbirlerini övücü konuşmalar yapmışlardır. Bu
açılışta, Ermeni marşı alkışlanmış, Fransız subay ve askerlerinin katılımıyla büyük bir alay
düzenlenmiştir.

Dorotheos ile Ermeni Patriği, 3 Temmuz 1919’da Türkiye’nin içerisinde bulunduğu


asayişsizlikten Türklerin sorumlu olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca İstanbul Hükümeti’nin millî
savunma bahanesi ile Hıristiyan ahaliye saldırmak için çeteler kurdurttuğunu iddia etmişler,
Hıristiyanların koruyucusu ve mazlum milletlerin kurtarıcısı olan İtilaf Devletlerinin, münasip
görecekleri tedbirleri almasını istedikleri bir dilekçeyi de İngiliz Yüksek Komiserliğine
vermişlerdir. Oysa Mütareke’den sonra sürgünden geri dönen Ermeniler, tehcir hadisesi
esnasında geride bıraktıkları mallarını misliyle geriye istemişler, çetecilik yapmak suretiyle
de Türk halkına zor kullanıp halkın mallarını gasp etmişlerdi. Dolayısıyla asayişsizliğin
ana kaynağını Rum ve Ermeni çetelerinin Türk halkına yapmış oldukları zulümler
oluşturmaktaydı. Bölgedeki Rum ve Ermeni işbirliği Millî Mücadele’nin sonuçlanmasına
kadar devam etmiştir. Çünkü Ermeniler, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan’ın kurulabilmesi
için Anadolu’da Yunanistan’ın kesin başarıyı sağlaması gerektiğini düşünmüşlerdir.

Fener Rum Patrikhanesi Megali İdeayı gerçekleştirebilmek amacıyla İstanbul


merkezli olmak üzere bir teşkilatlanmanın içerisine girmiş ve ortak hedef için çalışacak
birçok cemiyetin oluşmasını sağlamıştır. Patrikhane tarafından Yunanlılar ve İngilizlerin
desteğiyle oluşturulan cemiyetlerden birisi olan Mavri Mira Cemiyeti, Megali İdea
çerçevesinde çeteler oluşturmuş, Marmara Bölgesi’nde karışıklıklar çıkartmak suretiyle
Türk halkını göçe zorlamak ve göç ile boşalan yerlere getirdikleri göçmenleri yerleştirmek
amacı doğrultusunda faaliyet göstermiştir. Mavri Mira Cemiyeti vasıtasıyla Balkan Harbi
sonunda mübadele edilen Rumlar ile askerlikten kaçan Rumlar, kendilerine arazi ve
çiftlik verilecek vaadiyle Anadolu’ya getirilip Türklerin boşalttığı mülklere yerleştirilmiştir.
Patrikhanenin kontrolündeki Mavri Mira Cemiyetinin faaliyetleri Yunan Kızılhaçı tarafından
da desteklenmiştir. Yunan Kızılhaçı, sıhhî ve tıbbî araç gereç adı altında Anadolu’ya
silah ve cephane sevkiyatı sağlamıştır. Bu gibi çalışmaları boyunca, İngilizler tarafından
desteklenmişlerdir. Nitekim cemiyetin kuruluş sürecinde, İngilizlerin Hindistan’dan getirdiği
Papaz Frew’nun çalışmaları Mavri Mira’nın teşkilatlanabilmesi açısından çok önemlidir.
Cemiyet doğrudan doğruya Yunan Başbakanı Venizelos’un talimatlarıyla hareket etmiş ve
Yunan Hükümetinden de ciddî manada maddî yardım görmüştür. Mavri Mira Cemiyetinin
başkanlığını da Fener Rum Patrik Vekili Dorotheos yürütmüştür.

Mütareke döneminde bölgede faaliyet gösteren cemiyetlerden bir diğeri de Etnik-i


Eterya Cemiyetidir. İstanbul merkezli bu cemiyet, İstanbul ve civarında büyük bir isyan
çıkarma gayreti içerisinde olmuştur. Rumların yaşadığı pek çok yerde şubelerini açmış ve
çeteler oluşturmak suretiyle Türk halkına eziyet etmiştir.

Patrikhane tarafından yönlendirilen Mavri Mira ve Etnik-i Eterya Cemiyetinin


şubesi olan Kordus Komitesi (Rum Muhacirleri Merkez Komisyonu), Anadolu’da
çeteler oluşturmak suretiyle Türk halkına eziyet etmekteydi. Cemiyetin başkanı Manuel
86 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Suzukas adlı bir Yunanlı idi. Cemiyet; Trakya, Marmara sahilleri, Karadeniz ve İzmir’de
faaliyet göstermekteydi. Mavri Mira Cemiyeti ile de yakın ilişkiler içerisinde olan Kordus
Komitesi, Yunanistan’dan ve Adalardan göçmen kılığında gelen örgüt üyeleri ve daha
önce Anadolu’dan kaçan Rumları tekrar Türkiye’ye sokup Anadolu’nun çeşitli yörelerine
gönderiyor, örgüt üyelerinin, gittikleri yerlerde silahlandırılan Osmanlı Rumları ile birlikte
Yunan ideali etrafında çalışmalar yürütmelerini sağlıyordu. Komitenin bu yönde faaliyet
gösterdiğine dair Osmanlı Arşivinde pek çok belge bulunmaktadır. Mesela, Polis Müdür-i
Umumiliğinin 16 Haziran 1919 tarihli bir raporunda belirtildiği üzere; Yunan Hükümetinin
İstanbul’daki temsilcileri ve Patrikhanenin desteğiyle komite üyeleri Anadolu’daki yerli
Rumları teşkilatlandırıp çeteler teşkil etmek, bu çeteler vasıtasıyla da Anadolu’da
asayişin bozulmasını sağlamak amacıyla muhacirler kayıt etmekte ve Anadolu’ya sevk
etmekteydiler. Ayrıca Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey tarafından Başbakanlığa bildirilen bir
yazıda; Kordus Komitesinin Osmanlı Rumlarını silahlanmaya davet ettiği belirtilmiş ve
merkezi İstanbul’da bulunan bu komitede bir arama yapıldığı takdirde bu hususlarda pek
çok belgenin ele geçirileceği ifade edilmiştir. Kordus Komitesinin amacı Yunanistan’ın nüfuz
alanını genişletmekten ve ilhaka zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir. Bu cümleye
ilave olarak Patrikhane ve Yunanlılar, Avrupa’da Türkler aleyhine propagandalar yapmışlar,
Marmara ve çevresinde Hıristiyan ahalinin bilinçli olarak katledildiklerini söylemişler, Rum
nüfusu hakkında da abartılı istatistikler vermek suretiyle bu amaçlarını gerçekleştirme
adına gayret sarf etmişlerdir.

Trakya’daki Rumlar ise, Kordus ve Mavri Mira cemiyetleri gibi merkezi İstanbul’da
bulunan Yardım Komitesi ve Trakya Komitesi öncülüğünde teşkilatlanmaktaydılar.
Yardım Komitesi, göç ettikleri yerlerden tekrar eski yerlerine dönen göçmenlere yardımlarda
bulunuyor; “evlerini tamir, ziraat aletleri almak” gibi ihtiyaçlarının giderilmesi için göçmenlere
uzun vadeli para yardımında bulunuyordu. Her iki komite de, Rumların, çete kurma ve
Trakya’da asayişin bozulması yönündeki faaliyetlerine büyük katkı sağlıyorlar, mütarekenin
yedinci maddesi uyarınca Trakya’nın İtilaf kuvvetleri tarafından işgaline yol açacak bir
durum ortaya çıkarmak için çaba harcıyorlardı. Yunan Hükümeti de silah ve cephane
noktasında Trakya Rumlarına büyük destek sağlıyordu.

Mütareke’nin imza edilmesiyle birlikte Hınçak ve Taşnak Sütyun cemiyetlerine mensup


komiteciler de İstanbul’a geri dönmüşlerdir. Bundan sonra Taşnak Komitesi, İstanbul’daki
faaliyetleri neticesinde Ermenileri nüfuzu altına almış, Ermeni Patrikhanesine de müdahale
eder olmuştur. Ermenileri nüfuzu altına alınca da Mütareke ortamından da faydalanarak
derhal çete hareketlerini başlatmıştır. Ermenilerin giriştikleri çete hareketleri de, Rumların
oluşturduğu çetelerde olduğu gibi İngilizler ve Yunanlılar tarafından desteklenmiştir. Rumlar
gibi Ermeniler de izci teşkilatları oluşturmuşlardır. Bu teşkilatlarda 14-22 yaşları arasındaki
Ermeni gençleri, Yunan subayları tarafından eğitilmişlerdir.

Mütareke döneminde Yunanlılar, Patrikhane ve diğer kuruluşlar aracılığıyla Marmara,


Ege ve Karadeniz bölgelerinde birçok çete teşkil etmişler ve Türk halkını bu bölgelerden
çıkarmak/göçe zorlamak için yoğun çaba sarf etmişlerdir. Mavri Mira, Etnik-i Eterya, Kordus,
Taşnak Sütyun ve Hınçak gibi cemiyetler tarafından oluşturulan çeteler, Yunanlılar, İngilizler,
Amerikalılar gibi devletler tarafından; silah, cephane ve para noktasında desteklenmişlerdir.
Yunanlılar tarafından İstanbul’daki Rumlara, Türk halkından kendilerini korumak için 3.000
kadar silah dağıtılmıştır. Bu dönemde Apostolidi namında bir Yunan zabiti tarafından Yunan
Sefarethanesinden, Beşiktaş’ta, Türklere karşı mücadele eden Rumlara silah ve cephane
sağlanmıştır. Ayrıca Fener Rum Patrikhanesi, Bolşevik İhtilâli yüzünden İstanbul’a kaçan
Ruslardan silah satın almış ve bu silahları bölgede faaliyet gösteren çetelere dağıtmıştır.
Nihayetinde Patrikhane, silah ve mühimmat deposu halini almıştır. Silahlandırılan ve
Mütareke Dönemi 87

eğitimden geçirilen Rumlar, Yunan ordularında görev almışlardır. Yunanlılar, Trakya’yı


işgal için Edirne ve havalisinde yerli Rumları kışkırtmışlar ve onlardan gönüllü askerlik
yapmalarını istemişlerdir. Istranca civarındaki Rum çeteleri Yunan Hattı Fasıl Kumandanlığı
tarafından iaşe edilmişlerdir. Yeniköy’de de 100 kişilik bir Yunan bölüğü Yeniköy Rumlarını
silahlandırmak için silah ve cephane dağıtmış ve neticede 300 kişilik bir çetenin oluşması
sağlanmıştır. Yunanlıların yerli Rumlara silah ve cephane yardımında bulunması hakkında
Nutuk’ta şöyle denilmektedir: “İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsoloshanesi esliha ve
cephane deposu halini almıştır ve hatta kiliseler ibadet yerinden ziyade askerî ambarlar
gibi kullanılmaktadır”.

İngilizler, Rum ve Ermeni çetelerini, Kuvâ-yı Milliye’ye karşı ayaklanmalar çıkarmak


amacıyla kullanmışlardır. Ayrıca İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırılan silah ve cephanenin
önüne geçmek maksadıyla da Rum ve Ermeni çetelerini desteklemişler; İstanbul’daki
Rumları casus olarak kullanmışlardır. İstanbul’da karışıklık çıkartmak için gizli teşkilatlar
oluşturmuşlar ve teşkilatların bütün ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Rum ve Ermeni çete
mensupları İngilizlerden aldıkları belgelerle İstanbul dâhilinde serbestçe dolaşma hakkı da
elde etmişlerdir. Rumlar ve Ermeniler, tercümanlık aracılığıyla İtilaf kuvvetleriyle iyi ilişkiler
içerisinde olmuşlar ve Türk halkını İtilaf kuvvetleri nezdinde kötü göstermeye çalışmışlardır.
Bunun yanında oluşturdukları çetelerle bir nevi tehcirin acısını çıkarırcasına Türk köylerine
saldırıp, haneleri yağmalamışlar ve birçok müslümanı da katletmişlerdir. Rum ve Ermeni
çeteleri İngilizlerin yanında Amerikalılar tarafından da desteklenmişlerdir. İngilizler,
Yunanlılar ve Amerikalılar tarafından sağlanan silah ve cephane desteği neticesinde
Rum ve Ermeni çeteleri, Türk yerleşim yerlerini basmak suretiyle katliam uygulamışlardır.
Bu çeteler, Türklerin yanında, Rum tüccarlarına ve zenginlerine de zulmetmişlerdir. “Biz
gönüllü topluyoruz, bize para lazım” gibi sloganik tavırlar içerisinde olmuşlar ve pek çok
Rum tüccarından zorla para almışlardır. Rum ve Ermeni çetelerinin Yunan-İngiliz desteğiyle
yürüttüğü kışkırtma faaliyetleri neticesinde Rumlar, mesela, Kemerburgaz’da “biz burada
hükümet ve jandarma istemeyiz, ya siz çekilip gidiniz veyahut biz sizi çekilmeye mecbur
edeceğiz” diyecek kadar yüreklenmiş ve Osmanlı Devleti’ne isyan etmişlerdir.

ZARARLI CEMİYETLER
Mondros Mütarekesi ertesinde Osmanlı coğrafyası üzerinde emeli olan devletler harekete
geçmişler, Anadolu’yu işgale başlamışlardır. İşte bu işgaller sırasında ve işgal döneminde
Osmanlı coğrafyasında pek çok cemiyet kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı Millî Mücadele
hareketi açısından faydalı iken bir kısmı zararlıdır. Millî Mücadele aleyhine ortaya çıkan
cemiyetlerden bazıları şunlardır:

Millî Mücadele hareketine karşı olan zararlı cemiyetlerden birisi Kürt Teali Cemiyetidir.
Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla da anılan Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti, Seyit Abdülkadir
başkanlığında 17 Aralık 1918 tarihinde kurulmuştur. Bu cemiyet, 19 Şubat 1919 tarih ve
74 sayılı kararla İçişleri Bakanlığından da müsaade almıştır. Cemiyetin kurucu üyeleri
arasında Babanzade Hüseyin Şükrü Bey, Dr. Şükrü Mehmed Sekban Bey, Muhittin Nami
Bey, Babanzade Hikmet Bey ve Aziz Bey de vardır. Cemiyet, Elazığ, Malatya, Diyarbakır ve
Muş’ta şubeler açmıştır. Cemiyet, “Kürtlerin genel çıkarlarının gözetilmesi ve ulusal davanın
desteklenmesi” hedefini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca Mondros Mütarekesi’nin
ortaya çıkardığı kargaşa ortamından yararlanarak İtilaf Devletlerinin desteğiyle bir Kürt
devleti kurmak için de gayret göstermiştir. Nihayetinde bu cemiyet, I. Dünya Savaşı
sonunda ilan edilen Wilson ilkelerinin ortaya çıkardığı ortamdan istifade ederek bağımsız
ya da muhtar bir Kürt devleti kurmaya çalışmıştır. İngilizler, Güneydoğu Anadolu’ya nüfuz
edebilmek için bölgeye istihbarat subayı olarak Binbaşı Noel’i göndermiş ve Noel, İngiliz
88 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

çıkarları doğrultusunda Kürt aşiretlerini kışkırtmaya çalışmıştır. Nitekim “iş sıkı tutulduğu
takdirde himayeleri altında kuzey sınırı Van gölüne kadar uzanacak bir Kürt devletinin
kurul”abileceğini belirtmiştir. Kürt Teali Cemiyeti, faaliyet yürütürken Hürriyet ve İtilaf
Fırkası ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile de işbirliği içerisinde olmuştur. Cemiyet, özellikle
de İngiliz Muhibleri Cemiyetinin direktifleri doğrultusunda hareket etmiş, Millî Mücadele
hareketinin doğu ve güneydoğuda egemen olmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Kürt
Teali Cemiyetinin, Vatandaşlara Beyannamesi’nde, “şimdiye kadar Türk olmadıkları halde
Türk milletinin başına geçerek kendilerini öz Türk gösteren ve Türk’ün malını, ırzını, canını
yok eden, çocukları öksüz, kadınları dul, evleri yoksul bırakan ve bunu kendisine iş güç
edinerek çeşit çeşit ad ve lakaplar takınarak ortaya çıkan ve her gün Türkleri aldatan
hainlere aldanmayınız” denilmektedir. Buna benzer propagandanlar yapan bu cemiyet,
Doğu ve güneydoğudaki Kürt aşiretlerinin ayaklanmalarında önemli rol oynamıştır. Nitekim
Millî Mücadele hareketini ortadan kaldırmaya dönük girişimler olan Cemil Çeto ve Koçgiri
ayaklanmalarının çıkışında Kürt Teali Cemiyetinin etkisi olmuştur.

Millî Mücadele aleyhine faaliyet gösteren cemiyetlerden bir diğeri de Teali İslam
Cemiyetidir. 19 Şubat 1919 tarihinde İstanbul’da İskilipli Hoca Mehmet Atıf Efendi
başkanlığında kurulan bir cemiyettir. Cemiyetin İkinci başkanı Konyalı Hoca Atıf Efendi,
kâtibi ise Bergamalı Hoca Mehmet Zeki Efendi’dir. Cemiyetin başlangıçtaki adı (müderrisler
derneği) Cemiyet-i Müderrisîndi. Nitekim Cemiyet-i Müderrisîn iken başkanı Mustafa Sabri
idi ve İskilipli Mehmet Atıf Efendi de ikinci başkan idi. Fakat daha sonra Mustafa Sabri
Efendi, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nde Şeyhülislam olmuş, bunun üzerine İskilipli Hoca
Mehmet Atıf Efendi cemiyetin başkanı olmuştur. Cemiyet, Tekfurdağı, Isparta, İskilip,
Kastamonu, Manisa, Eskişehir, Bursa, Çorum, Ödemiş, Konya, Uşak, Merzifon, Çankırı,
Yenişehir, Kütahya ve Bolu gibi yerlerde şubelerini açmış, Millî Mücadele hareketine karşı
faaliyet yürütmüştür. Cemiyet, bütün Osmanlı vatandaşlarının halife ve sultan etrafında
birleştirilmesini sağlamayı amaçlamıştır. Cemiyet faaliyetlerini yürütürken Hürriyet ve İtilaf
Fırkası ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile de işbirliği içerisinde olmuştur. Bu cemiyet Millî
Mücadele hareketine karşı halkı etkilemek adına beyannameler yayınlamıştır. Teali İslam
Cemiyeti, yayınladığı birinci beyannamesinde, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının
Yunanlılarla mücadelede başarılı olmadığını iddia etmiş, hatta Paşa ve arkadaşlarının halkı
kandırıp Yunanlılarla mücadeleye tutuşturduğunu belirtmiştir. Ayrıca beyannamede Mustafa
Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında şöyle denilmiştir: “Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan
ve peygamberden hayâ etmeyen mahlûklar”, “Hey sizler ey yalancı ve denî şakiler! Kendi
milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet ve şenaatleri irtikâp
edip dururken milleti, eşraf-ı memleketi, ulemayı asıp keserek mallarını yağma ederken
kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yı Milliye namını veriyorsunuz? Milleti
öldürerek, mahvederek hukuk-u milleti müdafaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hainler,
artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerinize olsun!.”
Teali İslam Cemiyetine göre; büyük devletlerle mücadeleye girişmenin herhangi bir anlamı
yoktur. Cemiyete göre; Kuvâ-yı Milliye hareketi, ülkeyi büyük bir kargaşaya sevk etmekte
ve İstanbul’un durumunu zora sokmaktadır. Nitekim bu anlamda beyannamede; büyük
devletlerin, “Eğer Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye isyanını devam ettirir ve bastıramazsanız
İstanbul’u da elinizden alacağız” diyerek, İstanbul Hükümeti üzerinde baskı oluşturduğu
da altı çizilen bir başka hususu oluşturmaktadır. Bu beyanname Teali İslam Cemiyetindeki
Millî Mücadele düşmanlığını açıkça ortaya koymak bakımından yeterlidir. Teali İslam
Cemiyetinin İkinci Beyannamesi de en az birincisi kadar düşmanca bir üslup ile kaleme
alınmıştır. Bu beyannamede İstanbul’daki hükümetin takip ettiği siyasetin olumlu meyveler
vermeye başladığı bir dönemde Kuvâ-yı Milliye’nin hükümet ile millet arasına girdiğinden
ve olumlu gidişatı bozduğundan bahsedilmektedir. Ayrıca bu beyannamede; Kuvâ-yı Milliye
hareketi bir “isyan” olarak değerlendirilmekte, Kuvâ-yı Milliyecilerin dünyada eşi görülmemiş
Mütareke Dönemi 89

hatta düşmanların bile yapmak istemeyeceği fenalıkları gerçekleştiren “asi”lerden oluştuğu


ifade edilmektedir. Teali İslam Cemiyeti, yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere Millî
Mücadele hareketini en ağır şekilde suçlamakta, ülkedeki bütün kötülüklerin sorumlusunun
Millî Mücadele olduğunu iddia etmektedir. Nihayetinde cemiyet, Millî Mücadele’nin önüne
geçmek için çaba sarf etmiş, fakat başarılı olamamıştır. 1920 yılının sonbaharından itibaren
de cemiyetin adından pek söz edilmez olmuştur.

İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Mondros Mütarekesi ertesinde; “ülkenin ayakta kalması


için İngilizlerin desteğini sağlamak gereklidir” görüşünde olanlar tarafından ortaya çıkartılmış
olan bir cemiyettir. Cemiyetin ideolojisi, “biricik kurtuluş yolu olarak Anadolu’da İngiliz manda
ve himayesinin gerekliliğini savunmak ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak”tır. Hürriyet ve
İtilaf Fırkası Başkanı Sadık Bey, Eski Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Memduh Bey, Eski
Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey, Damat Ahmet Zülkefil Paşa ve İstanbul Belediye Başkanı
(Şehremini) Cemil Paşa gibi isimlerin de üyesi olduğu cemiyet, 20 Mayıs 1919 tarihinde
kurulmuştur. Damat Ferit Paşa ve Sultan Vahdettin’in üyelikleri resmî olarak kayıt altında
gözükmese de bu kişiler cemiyetle sıkı ilişki içerisinde olmuşlardır. Aslında bu cemiyetin
ortaya çıkmasında en etkili olan isim İngiliz Gizli Servisinin İstanbul şubesi başkanı olan
Rahip Frew’dur. Nitekim Rahip Frew’nun verdiği destekler neticesinde Sait Molla tarafından
bu cemiyet ortaya çıkartılmıştır. Cemiyet, İngilizler tarafından maddî olarak ciddî manada
desteklenmiştir. Bu cemiyet Kuvâ-yı Milliye/Millî Mücadele hareketine düşmanca tavırlar
içerisinde olmuştur. Cemiyetin kurucusu Sait Molla’nın Kuvâ-yı Milliye hakkındaki görüşleri
şöyledir: “Anadolu’da Mustafa Kemal’in giriştiği macera, er-geç akamete mahkûmdur. Zira
milletin, bilhassa bu harbin galipleri olan büyük devletlerle uğraşacak ne maddi ne de
manevi takati kalmıştır. Esasen Padişahımız Efendimiz’de böyle manasız mukavemetler
ve sergüzeştler peşinde koşanların bu memlekete zarar vereceklerini, ancak sükûnet ve
itidal ile memleketi kurtaracak bir sulha varılabileceğini beyan buyurmuşlardır. Bundan
dolayı Halifemiz ve Padişahımız Efendimiz’in gösterdikleri yoldan gitmek cümlemize borç
olmuştur.” Mustafa Kemal Paşa Nutuk adlı eserinde İngiliz Muhibleri Cemiyetinin biri açık
diğeri gizli olmak üzere iki amacı olduğundan bahsetmektedir. Paşa’ya göre cemiyetin asıl
amacı; “memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak,
yabancı müdahalesini kolaylaştırmak”tır. Bu cemiyet ülkenin İngiliz himayesine girmesini
sağlamaya çalışmış, Kuvâ-yı Milliye’nin önüne geçmek için gayret sarf etmiştir. Cemiyet,
Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye aleyhine çıkan isyanların teşvikçisi olmuştur. Millî Mücadele’nin
başarıya ulaşması ile bu cemiyet faaliyetlerini sonlandırmıştır.

Yukarıda bahsedilen cemiyetlerin yanında Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Sulh ve Selameti


Osmaniye Fırkası ve Wilson Prensipleri Cemiyeti de Millî Mücadele hareketi aleyhine
faaliyet yürütmüşlerdir.

MÜTAREKEDEN SONRA OSMANLI HÜKÜMETİ


İstanbul Hükümeti, mütarekeden sonraki ilk altı aylık dönemini Osmanlı Devleti’ni I.
Dünya Savaşı’na soktuğu ve devleti bugünkü olumsuz ortama sürüklediği gerekçesiyle
ittihatçıları sorgulamakla ve İngilizlerle yeniden dostluk kurmanın yollarını aramakla geçirdi.
Hükümetin ittihatçılara yönelttiği suçlamalar ve intikam duygusu, zaman zaman Sultan
Vahdettin’in de basın açıklaması yapmasına sebep oldu. Bunlardan biri daha sonra ciddi
tartışmalara da sebebiyet verecek olan New York Herald muhabirine yaptığı açıklamasıydı.
Sultan bu açıklamasında “İttihatçılara savaş ilân etmiş bulunuyorum” diyerek, ittihatçılara
olan kızgınlığını dile getiriyordu.
Başta Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Paşa başkanlığındaki İstanbul Hükümeti
tarafından İttihatçılar, Ermeni katliamcısı olarak suçlanmaktaydılar. Sultan, 23 Kasım
90 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

1918’de gazetecilere verdiği demeçte “...Eğer o zaman saltanat makamında bulunsaydım


elbette bu elem verici sonuç hiçbir zaman meydana gelmezdi. Türkiye’de bazı siyasî
komiteler tarafından Ermeniler hakkında reva görülen işlemleri, sonradan büyük bir üzüntü
ile öğrendim. Bu gibi kötülüklerle aynı vatanın çocukları olan insanlar arasında geçmiş
olan karşılıklı kıyımlar kalbimi çok derinden yaralamış bulunmaktadır. Tahta geçtiğim
günden başlamak üzere bu çeşit olaylara yol açanların en ağır şekilde cezalandırılmaları
için derhal inceleme ve araştırma yapılması emri vermiş bulunmaktayım...” demekteydi.
Bu gelişmelerin ardından İtilaf Devletleri, sözde bu katilleri seçen Meclis-i Mebusan’ın
dağıtılması için baskı yapmaya başladılar. Baskılara daha fazla dayanamayan Padişah, 21
Aralık 1918’de “zaruri siyasî sebepler” gerekçesiyle meclisi dağıttı.
Bu dönemde Saray’ın Müttefik devletlere karşı tutumu tam bir teslimiyetçilik içindeydi.
Yalnız I. Dünya Savaşı’nda, yaklaşık 325.000 can kaybedilmiş, mütareke ile askerî güç
tamamen ortadan kalkmıştı. Düşmana karşı kuvvet kullanılamayacağı fikri; Saray’a,
yönetici kadroya ve bazı aydın çevrelere hâkimdi. Bu teslimiyetçi tutum, müttefiklere güçlük
çıkarılmadığı taktirde, Türkiye’nin lehine anlayış gösterileceği umuduna dayanmaktaydı. Bu
yüzden, başta Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Paşa olmak üzere bir kısım Osmanlı devlet
adamı ve aydını, İngiltere’nin himayesinin kabul edilmesini savunuyorlardı. İstanbul’da faaliyet
gösteren İngiliz Muhipleri Cemiyeti de aynı amaç için çalışıyordu. Nitekim İngiliz himayesini
kabul eden bir antlaşma 12 Eylül 1919 tarihinde gizli olarak imzalanmıştı. Antlaşma gereğince
“Osmanlı Saltanatı, Büyük Britanya Mandası altına geçmeyi kabul ediyor ve hilâfetin ruhanî
ve manevî kudretinin İngiliz menfaatine hâkim kılınacağını” taahhüt ediliyordu.

ANADOLU HAREKETİNİN DOĞUŞU


Mondros Mütarekesi’nin uygulama tarzı, galip devletlerin Türkiye’yi yok etme çabalarını
açıkça göstermekteydi. Bunlara karşı Padişah ve Osmanlı Hükümeti’nin boyun eğmesi,
memleketi çok karanlık bir yöne sürüklüyordu.
İşgal edilen yerlerde, Türklere esir muamelesi yapılıyor, azınlıklar alabildiğine
şımartılıyordu. Ermeniler ve Rumlar büyük devletlerin teşvikiyle taşkınlıklara başlayınca;
yurdun hemen her tarafında, Türk halkı bir araya gelerek topraklarına göz dikenlere karşı
cemiyetler, dernekler ve çeteler kurmaya başladılar. Bu ilk örgütlenme biçimini Fevzi
Çakmak Paşa şöyle tanımlamaktadır, “Mondros Mütarekesi’nden sonraki aylarda, bir
uçaktan Anadolu’ya baksaydınız yer yer yanan ateşler görürdünüz. Bunlar pırıl pırıl yanan
çoban ateşleridir. Bunlar. ‘Müdafaa-i Hukuk’ ateşleridir”.

Kuvâ-yı Milliye
Kuvâ-yı Milliye iki anlamda kullanılmaktadır. Kelime dar anlamıyla istilâcı düşmana karşı
koymak için mahalli olarak teşkilâtlanan kuvvetlerdir. Geniş anlamıyla ve Atatürk’ün bu ko-
nuda söylediği sözlerden çıkardığımız sonuca göre ise Kuvâ-yı Milliye: “Bağımsızlığını ko-
rumak uğruna meşru bir Millî cereyan olarak, Millî irade ve milletin genel desteğiyle oluşan
ve bütün milletin kuvvetlerini varlığında toplayan bir teşkilâttır.”
Bu anlamda Kuvâ-yı Milliye, Mondros Mütarekesi’nin uygulanmaya konduğu tarihten
itibaren memleketin işgal edilmesi tehlikesi ya da fiili işgal karşısında milletin; mevcut idare-
den ümidini kestiği andan, Anadolu’da düzenli ordunun kurulduğu tarihe kadar geçen süre
içinde her ne şekil ve surette olursa olsun vatanın savunulması yolunda yerel veya millî
şekilde kurmuş olduğu bütün direnme gruplarının genel ve ortak adıdır.
Kuvâ-yı Milliye hareketinin en rahat izlenebildiği yer İzmir bölgesidir. Yunanlıların 15
Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkarmaları ve kısa sürede 2.000 dolayında Türk’ü katletmeleri
ve bu eylemlerinde yerli Rumlardan yardım ve destek görmeleri Ege halkını kendi kendini
savunma gereği ile karşı karşıya bıraktı. Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın 22 Mayıs 1919’da
Mütareke Dönemi 91

İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliklerine verdiği notada ileri sürdüğü Yunan askerlerinin
çekilip büyük devletlerin işgal eylemini gerçekleştirmelerinin hoşnutsuzluk yaratacağı
ricası dinlenmedi bile. Çünkü Yunan Ordusu işgali kendi adına değil, İtilaf Devletleri adına
yapıyordu. İşte bu gelişmelerin ardından kolordunun o bölgede bulunan 57. Tümeninin
Komutanı Albay Şefik (Aker) Bey 23 Mayıs 1919’da Harbiye Nezareti’ne gönderdiği bir
yazıda “Durumun düzeltilmesi için Kuvâ-yı Milliye teşkilâtı meydana getirmenin en iyi tedbir
olacağını” bildirmesi ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın da bu yazının
altında “son fıkra gayet önemlidir, acele edilmesi lazımdır” diye bir kayıt düşmesi Kuvâ-yı
Milliye için bir başlangıç kabul edilebilir. Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevad Paşa’nın
24 Mayıs 1919’da 57. Fırka Kumandanlığına çektiği cevabı telgrafta “Ahali tarafından
Yunanlıların hüsnü kabul görmesi Aydın vilayetinin akıbeti için telafisi olmayan zarara yol
açtı. Bunu halka pek seri bir surette anlatmanızı rica ederim. Burada bir katliam yapılmasını
arzu etmiyorum; fakat her halde o havalideki İtilâf subayları ile ecnebiler, bizim Yunan
ordusunu katiyen istemediğimizi anlamalıdırlar. Halk için yapılması lâzım gelen işleri siz
daha iyi takdir edersiniz...” diyerek hükümetin zayıflığı karşısında büyük bir bunalım içinde
bulunan Harbiye Nezareti, Kuvâ-yı Milliye fikrini desteklemiş, ancak hiçbir yardım yapacak
güçte olmadığından her şeyi Albay Şefik (Aker)’in girişimine bırakmıştı. Diğer yandan
buradaki kolordu komutanlığına atanan Albay Bekir Sami Bey İstanbul’dan hareketinden
önce Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’dan aldığı direktifle böyle bir yetkiye sahip
olmuştu. Öte yandan işgali takip eden ilk hafta içinde henüz esaslı bir surette Yunanlılara
mukavemet edecek kuvvetler oluşmamış fakat bütün halk bunun lüzumuna kani olmuş ve
bu maksatla küçük millî kıtalar teşekküle başlamıştı. Bunlar memleketin maruz bulunduğu
tehlike hakkında İstanbul’daki makamlara bilgi vererek ricalarda bulunmak ve onlardan
talimat istemek üzere seçilen bir heyetteki teşkil ediyorlardı.

Bu gelişmelerden sonra Albay Bekir Sami Bey, Ödemiş’e talimat göndererek o bölgeyi
eyleme geçirdi. Albay Şefik Bey’de Aydın’ın Yunanlılar tarafından işgalinden sonra çekildi-
ği Çine bölgesinde millî kuvvetleri kurmaya başlamıştır. Bandırma’daki Kolordu Komutanı
Yusuf İzzet Paşa ile Balıkesir’de 61. Tümen Komutanı Albay Kâzım (Özalp) da kendi böl-
gelerinde aynı paralelde çalışmalar yapıyorlardı.

Bu komutanların yapıcı etkinlikleri sonunda Kuvâ-yı Milliye örgütü bütün Batı Anadolu’da
benimsenmiş ve gittikçe genel bir nitelik almıştı. Hatta Avrupa’da öğrenim yapmakta olan
Mahmut Esat (Bozkurt), Şükrü Saraçoğlu gibi aydın bazı gençler öğrenimlerini yarıda
bırakarak yurda dönmüşler ve Kuvâ-yı Milliye saflarına katılmışlardı.

Kuvâ-yı Milliye’nin faaliyeti ve Yunanlılara karşı ara sıra kazanılan başarı haberlerinin
süratle her tarafa yayılması, halkın mücadele duygularını tahrik ve vatanseverlik azimlerini
coşturdu. Milletin ruhundan doğan galeyanın doğal bir ürünü olan bu millî savaşa manen ve
madden katılmayı, her vicdan ve hamiyet sahibi, namus gereği kabul ediyordu.

Kuvâ-yı Milliye arasında çok genç çocuklar olduğu gibi aksakallı dedeler de vardı.
Mücahitlere cephane ve yiyecek taşıyan kadınlar pek çok olduğu gibi mavzeri elinde
çarpışmaya katılan Türk kadınları da az değildi. Memleketin millî silahlı örgütlenmesini
yüklenen ve ifa eden Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Reddi İlhak Cemiyetleri etrafında
toplanan millî kahraman ve fedailerin sayısı günden güne artmakta, millî cepheler takviye
olunmakta, toplanan yardımlarla da hem mücahitlerin hem de onların geride bıraktıklarının
ihtiyaçları temin edilmekteydi.

Kuvâ-yı Milliye mevcudunun sürekli değişmesinin en önemli sebebi, bu organizasyona


dâhil olmanın “askerlik mükellefiyeti” gibi bir zorunluluğa dayanmamasıdır. Herhangi bir
92 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kuvâ-yı Milliye mensubunun müfrezesini bırakıp köyüne gitmesini orduda olduğu gibi “firar”
saymak mümkün değildi. Büyük çoğunluğu Kuvâ-yı Milliye’ye kendi isteği ile katıldığı için,
herkes dilediği zaman olmazsa bile herhangi bir fırsatta teşkilâttan çekilebilirdi. Özellikle
savaşa tutuşup bozguna uğrayan müfrezelerin mensupları kolay dağılabiliyordu.. Böyle
hallerde insanların üzerine çöken yılgınlık moral bozukluğu kavgadan kaçmaya hevesli
olanlara fırsat veriyordu. Hatta zaferle biten muharebelerin sonunda bile Kuvâ-yı Milliye
müfrezelerinin dağıldığı ve savaşçıların köylerine çekildikle görülmüştü.

Böyle bir ortamda gittikçe gelişmeye başlayan millî kuvvetlerden, savaş amacına
uygun biçimde yararlanmak konusu düşünülmeye başlandı. Bunun için Kuvâ-yı Milliye
denilen kuvvetlerin subay ve silah eksiklerinin giderilmesi gerekiyordu. Millî Kuvvetler daha
çok kendi “efe” ve “reislerinin” otoritesi altında çalışmayı tercih ediyorlar ise de askerî bilgi
ve taktik konularındaki yetersizlikleri dolayısıyla danışmanlara ve gerektiğinde çarpışmaları
yönetebilecek subaylara ihtiyaçları vardı. Diğer yandan Kuvâ-yı Milliye kuvvetlerinin her
türlü teknik ve ağır silahlarla donatılmış, düzenli ve sefer mevcudunun Yunan birliklerine
karşı koyabilmesi, ağır silahlara sahip olmakla mümkündü. Ordu birlikleri, Mondros
Mütarekesi’nin ağır hükümleri ve siyasal baskılar yüzünden Yunanlılara karşı açıkça
çalışamadıklarından; birliklerdeki subay, araç ve gereçleri Kuvâ-yı Milliye adına kullanmak
durumunda idi. Ali Fuat Paşa’nın ifadesi ile “Ordu ile millet el ele vermeli ve beraberce
hareket etmeliydi.” Ordu birlikleri henüz bütünü ile terhis edilmemiş olduğundan, özellikle
stratejik bölgelerde, kendi ad ve unvanlarını kullanmaksızın toptan Kuvâ-yı Milliye kimliğine
sokularak cepheye gönderilmeleri imkânının sağlanması bütün komutanlar tarafından
uygun görülüyordu. Gerçekten o günkü siyasî şartlar içinde başka çare de yoktu.

Mustafa Kemal Paşa Sivas Kongresi’nden sonra bu konu ile daha yakından ilgilenmeye
başladı. Batı Cephesi’ni Heyet-i Temsiliye’ye bağlamak yolu ile yönetim birliğini sağlamak
istedi. 9 Eylül 1919’da 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’ya “Garbi Anadolu Kuvâ-yı
Milliye Kumandanı” unvanı verildi. Ancak Ali Fuat Paşa bu alanda beklenen başarıyı elde
edemedi. Bunun üzerine Heyet-i Temsiliye, 23 Ekim 1919’da Albay Refet (Bele)’yi, Batı
Anadolu’ya göndererek 23 ve 57. Tümenlerin komutasını üzerine almasını ve bu bölgedeki
durum hakkında acele rapor vermesini istedi.

Albay Refet (Bele) yaptığı incelemeler sonunda Batı Anadolu Cephesi’nin tek komuta
sistemine bağlanmasının şimdilik mümkün olmadığını Mustafa Kemal’e bildirdi. Böylece
Balıkesir, Salihli ve Aydın cepheleri olmak üzere üç bölgeyi kapsayan Batı Anadolu’nun
bir komuta altında toplanabilmesi imkânsızlığı karşısında, mevcut düzenin bir süre daha
korunması uygun görüldü.

Kuvâ-yı Milliye kuvvetlerinin düzenli orduya dönüştürülmesi hususundaki en önemli


adımlardan biri Mustafa Kemal Paşa’nın 16 Kasım 1919’da 12. ve 14. Kolordularla 23,
57 ve 61, Tümen Komutanlarına Batı Anadolu’daki millî kuvvetlerin örgütlendirilmesi,
bunların ordu birliklerince resmî olmadan desteklenmesi ve sözü geçen Tümenlere
bağlanmasını emretmesi ile atılmış oldu. Mustafa Kemal Paşa, bu emrinde; Kuvâ-yı Milliye
kuvvetlerinin ordu birlikleri modeline uygun şekle sokulmalarını istemişti. Bu konuda zaman
kaybedilmemesinin belki de en önemli sebebi, kutsal bir emel ve amaç için meydana çıkmış
olan Kuvâ-yı Milliyecilik hareketinin zaman geçtikçe bazı menfaatperest çeteler tarafından
kötüye kullanarak yavaş yavaş çapulculuğa dönüştürülmesi endişesiydi.

BAŞLICA MİLLÎ TEŞKİLÂTLAR


Millî Mücadele döneminde, neredeyse memleketin her il ve ilçesinde bir millî teşkilât vardır.
Ancak biz, bunlardan sadece belli başlı birkaç tanesini ele alacağız.
Mütareke Dönemi 93

Kars Millî İslâm Şurası


Rusya’daki Bolşevik idaresi ile 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litowsk Antlaşması’na göre,
Osmanlı Devleti’nin 1878 Berlin Antlaşması’nda savaş tazminatı karşılığı Rusya’ya bırakmak
zorunda kaldığı Kars, Ardahan ve Batum iade edildi. Buraların teknik deyimi “Elviye-i Selase”,
yani üç “Liva”dır. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Vehip Paşa, 10 Mart 1918’de Ermeni,
Gürcü ve Ruslardan Kars, Ardahan ve Batum’u tahliye etmelerini ister. Ermeni ve Gürcülerin
karşı koymalarına rağmen Türk Orduları 5 Nisan’da Sarıkamış, 14 Nisan’da Batum, 25 Nisan
1918’de de Kars’a girdi. Bu surette Elviye-i Selase tekrar fiilen Türk idaresine geçmiş oldu.
Bununla birlikte halkın Osmanlı idaresini mi, yoksa Rus idaresini mi istediğini öğrenmek
için Osmanlı Devleti bölgede bir oylama yapmaya karar verdi. Bu amaçla Dâhiliye Nezareti
Müsteşarı Abdulhaluk (Renda) Bey başkanlığında, Kars’a Hilmi (Uran), Ardahan’a Şükrü
(Kesebir), Kağızman’a Asaf Tal’at, Oltu’ya da Necati Bey Mutasarrıf Vekilliğine (Mülkîyet
Müfettişi) atandı. Hilmi Uran, Kars’a gittiğinde gördüğü manzaraları hatıralarında şöyle
anlatır: “Ruslar ve Ermeniler evlerini olduğu gibi bırakıp kaçmış oldukları için, biz vardığımız
da Kars, hakiki bir sahipsizlik durumunda ve büyük bir hercümerç içinde idi... Hemen her
köylü evini Ermenilerin yaktığından ve eşyasını Ermeniler alıp götürdüğünden şikâyet eder
ve boynunu bükerek kasaba da kendisine ev ve eşya isterdi.”

Haziran ve Temmuz’un ilk yarısında tamamlanan ve Ağustos’un ikinci haftasında


açıklanan sonuçlara göre; üç vilayette oy kullanma hakkına sahip olan 87.048 kişiden
85.129’u Türkiye’yi, 441’i Rusya’yı tercih etti. 1693 kişi de tercih bildirmedi. Böylece Elviye-i
Selase halkın reyi ile de Türkiye’ye katılmış oldu. 15 Ağustos 1918’de Elviye-i Selase’den
gelen bir heyeti kabul eden Sultan VI. Mehmet Vahdettin tarafından aynı gün yayınlanan bir
fermanı ile Kars, Ardahan, Livana (Artvin) ve Batum kaleleri ile yöresinin anavatana katılma
dilekçelerinin kabul olunduğu resmen ilân edilerek, genel idarenin ona göre düzenleneceği
bildirilmişti.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Kars için kara günler


yeniden geldi. Mütareke’nin 11. Maddesine göre, Kafkaslarda harpten önceki sınırlara
çekilineceği ve bölgeyi İngilizlerin işgal edeceği işitildi. O Sırada Kars’ta bulunan 9. Ordu
Komutanı Mirliva Yakup Şevket Paşa, İngilizlerle temasa geçmek istemediğinden Kars’ı
teşkil edilecek millî bir hükümete devretmeyi daha uygun buldu. Kars Mutasarrıfı Hilmi
(Uran) Bey’in de yardımıyla 5 Kasım 1918’de Kars ve çevresinde, Türk-İslâm ahali “Kars
İslâm Şurası” adıyla kendi “Millî Hükümeti’ni” kurarak idareyi Osmanlı Devleti’nden resmen
devralmışlardı.

Kars İslâm Şurası, Piroğlu Fahreddin (Erdoğan) Bey tarafından kurulmuştu. Şura’nın
Merkez Heyeti İdare Reisliğini Cihangir zade (oğlu) İbrahim Bey üstlenmişti.

Kars Millî İslâm Şurası, 17–18 Ocak 1919’daki ikinci kongresinde Güney Batı Kafkasya
Geçici Millî Hükümeti anlamına gelen “Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkatai Milliyesi”
adını aldı. Şura, 12 Nisan 1919 Cumartesi günü Kars’ı işgal eden İngilizler tarafından
basıldı. Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyet’i Cumhurbaşkanı Cihangiroğlu İbrahim Bey, bazı
hükümet üyeleri, bazı milletvekilleri ve görevliler hemen orada tevkif edildiler. Tutuklananlar,
o gün akşam Gümrü’den gelen ve Ermeni askerlerini taşıyan trenle önce Tiflis’e, oradan
Batum yolu ile İstanbul’a ve daha sonra Malta’ya sürgün edildiler.
Millî Kongre Cemiyeti
Mondros Mütarekesi sonrası, Rumların İstanbul’da teşkilâtlanıp Megola-İdea uğrundaki
çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Esat Paşa’nın çağrısı ile Türk Ocağı, Kızılay,
Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere, 70 kadar
94 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

cemiyetten ikişer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918’de “Millî Kongre” adı ile partiler
üstü bir teşkilât kuruldu.
Millî Kongre programının ana fikri, Türk Millî Mücadelesinin ilk işaretleri niteliğindedir.
Bildirinin bir yerinde “Ancak siyasî ve iktisadî istiklâl ile yaşayacak olan vatan”, birkaç
noktasında “Kuvâ-yı Milliye” ifadelerini kullanan Millî Kongre, tatbikatta da canlılığını
göstermiştir. Millî Kongre “Kuvâ-yı Milliye” deyimini kullanan ilk siyasî teşekküldür.
Mensuplarının çoğu sonradan Anadolu hareketine yani Millî Mücadele’ye katılmıştır.

Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Hey’eti Osmaniyesi


Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra, İstanbul’da 2 Kasım 1918 tarihinde Trakya Paşaeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı verilen cemiyet resmen olmasa da fiilen kurulmuştur. Cemiyet,
Edirne Mebusu Faik (Kaltakkıran), Belediye Reisi Şevket ve Avukat Şeref Bey tarafından
kurulur. Trakyalıların, haklarının muhafazasını sadece hükümetten beklemeyerek, bu
hakların savunmasını bizzat kendi üzerlerine almayı ve halka dayanmayı gaye edinen böyle
bir cemiyeti kurmaları çok ümit verici bir hareket olmuş, bilhassa bu bölgenin vatansever,
aydın evlatlarını sevindirmiştir.

Cemiyet, Trakyalılara hitaben yayınladığı beyannamede kuruluş gayesini şu şekilde


açıkladı: “Ecdadımızın celâdet yadigârı olarak, Avrupa’da elimizde yalnız Edirne vilayeti
kalmış iken bu mübarek toprakların Müslüman olan mühim bir kısmı da kötü idare yüzünden
Bulgar boyunduruğuna geçmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi, an zamanlarda payitahtın
bekçisi olan yurdumuza da göz dikildiğini görmekten elem ve ızdırab duymaktayız...
Türklerin gadre uğramış haklarını müdafaa etmek üzere Trakya Paşaeli Müdafaa Heyeti
Osmaniye’si kurulmuştur. Milletin hayrını isteyenlerden bir heyet, bu vatan hizmetini
omuzlarımıza yükledi.”

Cemiyetin ilk kuruluşunda, kurucular, Trakya’ya saldıracak dış düşmanlara karşı silahlı
bir mücadeleyi düşünmektedirler. Cemiyet, 7 Kasım 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetine katılmış ve onun nizamnamesini kabul etmiştir.

Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti


Mütarekeden sonraki endişe ve heyecan dolu günlerde, memleketi korumak ve onu türlü ihtiraslara
kurban etmemek maksadıyla İstanbul’da kurulan cemiyetlerin başında 4 Aralık 1918’de kurulan
Şark Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gelir. Millî kongrelerin toplanarak beyannameler
yayınladığı sıralarda dönemin Sadrazamı Tevfik Paşa hükümetinin teşvikiyle, bilhassa doğu
vilayetlerine mensup aydın kimseler, bu vilayetlerin Ermenilere verileceği endişesiyle böyle
bir millî bilinci oluşturarak çalışmayı faydalı bulmuşlar ve bu cemiyeti kurmuşlardır. Çünkü
kurulacak Ermenistan’ı Avrupa ve Amerika’nın büyük gazeteleri propaganda ediyorlardı.
Müstakil Ermenistan’ın sınırları, Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ, Sivas, Diyarbakır,
Urfa, Maraş’ı ve Kilikya’yı kapsayarak, Akdeniz’e kadar iniyordu. Bu propagandadan ve bu
fikir yürütücülerinden haberdar olan Babıâli hiç olmazsa karşı propaganda yapma lüzumunu
hissetmiş, doğu vilayetlerinin münevver insanlarını hariciye vekâletinde gizli bir toplantıya davet
etmişti. Toplantı neticesinde “Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin yayın organı olarak
Süleyman Nazif Bey’in o sıralarda çıkarmakta olduğu “Hadisat” gazetesi uygun bulunmuştu.
İsviçre tarafsız bir devlet olduğundan, orada da, Fransızca bir gazete yayınlanmaya ve icabında
mühim olan siyasî merkezlere hususi heyetler gönderilerek, Ermenistan’a verilmesi istenilen
yerlerde bir Ermeni çoğunluğunun bulunup bulunmadığını anlatarak, Avrupa milletlerinin
aydınlatılmasına çalışmak istenmişti. Bütün bunların yapılabilmesi için de cemiyete 50 bin lira
miktarında bir de para verilmişti.
Mütareke Dönemi 95

Cemiyet merkezi kurulduktan sonra art arda yaptığı birkaç toplantıdan sonra aşağıdaki
esasların müdafaasına karar verdi:
Doğu vilayetleri tarih itibariyle bir Müslüman-Türk memleketidir. Bu bölgede Ermeniler
öteden beri küçük bir azınlıktır.
50 yıldan beri Ermeniler bu bölgede çeşitli siyasî öldürmeler ve komitacılıkla,
Müslümanları, kendilerini müdafaa zorunda bırakmışlardır. İlk hareket ve teşebbüs daima
onlardan gelmiştir.
Cemiyetin Erzurum şubesi, İstanbul merkezinden yetki alarak 10 Mart 1919’da Cevat
Dursunoğlu tarafından kurulmuştur.

Erzurum Müdafaa-i Hukuk teşkilâtına asıl güç veren şey, bu memleketin heyecanlı
evlatlarının durmadan, bütün güçlüklere rağmen, ümitsizliğe düşmeden yaptıkları
teşebbüs ve çalışmalardı. Bilhassa Süleyman Necati’nin çıkardığı “Albayrak” gazetesi
bütün millî isteklere, millî iradeye tercüman oluyordu. Gün geçtikçe daha iyi görülen
millî tehlike karşısında, kurtuluş için herkesin tek çare olarak görülen bu cemiyetin
etrafında toplanması, orduya duyulan ihtiyacı da artırıyordu. 15. Kolordu Komutanı
olarak Kazım Karabekir Paşa’nın Erzurum’a gelmesi ve kendilerine destek vermesi
büyük bir memnuniyet ortaya çıkardı. Çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa’nın da
Erzurum’a gelmesi ile Cemiyet, Millî Mücadele’nin en önemli basamaklarından biri olma
mazhariyetine erişmiş oldu.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti


Mondros Mütarekesi’nden sonra, Doğu Karadeniz Bölgesinde bir Pontus-Rum Devleti
kurulması ihtimalî ile Ermenilerin bölgeye yönelik talepleri ve galip devletlerin bu gruplara
verdiği siyasî destek karşısında, vatanı kendi imkânları ile korumaya karar veren bölgenin
Müslüman-Türk halkı, kendi siyasal örgütlenme kararını verdi. Örgütlenmenin gelişimindeki
önemli merhalelerden birisi “Selâmet” gazetesinin yayın hayatına başlaması oldu. Ardından
Elviye-i Selâse’de gerçekleştirilen kongrelere temsilci gönderildi.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti 10 Şubat 1919’da Murathanzâde


Ziya Bey başkanlığında Trabzon’da kuruldu. Cemiyetin kuruluşu, Trabzonluların bölge
üzerindeki karanlık emellere karşı, Türk ve Müslüman halkın haklarını korumak amacıyla
giriştikleri teşkilâtlanma faaliyetlerinin en anlamlısı ve en etkilisi oldu. Mahallî amaçlarla
kurulmuş olmasına rağmen, Millî Mücadele’ye önemli katkılar sağladı. Erzurum Kongresi’nin
toplanmasına öncülük eden iki cemiyetten biri olma onurunu paylaştı.

Cemiyet, kuruluş amacını şöyle belirtmişti: “Vilayetin Osmanlı Devleti’ne bağlılığını


korumak amacıyla ilmî belgelerle gerekli savunmalarda bulunmak ve millî haklarımızı
koruyacak vasıtaları sağlamaya çalışmak. Bunun için tarihî, sosyal ve iktisadî belgelerin
toplanması ve istatistikler düzenlenmesiyle İtilâf hükümet ve temsilcilerine muhtıralar
verilmesi, Wilson prensiplerine göre barış konferansında millî haklarımızı korumak üzere
gerektiğinde muhabir ve vekiller gönderilmesi, eski millî haklarımızın milletlerin kendi
mukadderatlarını belirleme hak ve yetkilerine dayanarak ihlâl edilmemesi hususunda etkili
girişimlerde bulunulması.”

İzmir Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti


Mondros Mütarekesi’nden sonra Batı Anadolu’da gelişen olayların ilk adımı, 6 Kasım
1918 Cumartesi günü düşman donanmasının İzmir Körfezi’ne demirlediği gün atılır. O gün
Rumlar arasında büyük bir hareketlilik olur. Bu 15 Mayıs 1919’da yaşanacak olan Yunan
96 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

İşgali’nin bir tür ön denemesidir. O gece, Kordondaki Sporting Club’ün verandasında,


Moralızâde Halit Bey ve diğer vatanseverler İzmir’i Yunanlılara karşı savunmak için
İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurdular. Cemiyet 1 Aralık 1918 tarihinde tüzüğünü
vilayete vererek resmiyet kazanır. Cemiyetin kayda değer ilk ciddi girişimi Mart 1919’da
oldu. Bunlardan biri İstanbul’a bir heyet gönderilerek Sadrazam Tevfik Paşa’ya ve işgalci
devletlerin İstanbul’daki Yüksek Komiserlerine birer muhtıra vermeleri ve Yunanlıların Ege
Bölgesine asker çıkarmalarını bu yolla engellemeye çalışmaları olur.

Cemiyetin çok daha önemli girişimi, İzmir’de bir kongre toplamak oldu. Bu konuda, Vali
Vekili Nurettin Paşa kendilerine büyük kolaylıklar gösterdi ve Aydın Vilayetine bağlı yerlere
telgraf çekerek, belediye başkanlarının, müftülerin, şehirlerinden dörder, ilçelerden ikişer
olarak seçecekleri delegeleri İzmir’de toplanacak kongreye göndermelerini istedi. Kongre,
17 Mart 1919’da çalışmalara başladı.

Cemiyet, kongreden sonra bölgesel bir güç kazandı ve temsil yetkisi, hareket alanı
genişletildi. Ancak, İstanbul Hükümeti, kongre muhtırasının yayınlanmasından üç gün
sonra Nurettin Paşa’yı İzmir Valiliğinden alıp onun yerine İzzet Paşa’yı vali olarak atadı. Vali
İzzet Paşa’nın baskıları sonucu cemiyet çalışamaz hale geldi. Bunun üzerine Cami Bey,
cemiyet faaliyetlerini İstanbul’da yürütmek üzere görevlendirildi ve Mart 1919 başlarında,
cemiyet içinde gizli olarak kurulan “Müdafaa-i Vatan” komitesinin etkinliğinin arttırılması
kararlaştırıldı. 14 Mayıs’ta işgal söylentileri üzerine cemiyet kurucuları, Türk Ocağı üyeleri
ile İzmir’in genç aydınlarının yaptığı bir toplantıda “Müdafaa-i Vatan” komitesinin adının
“İlhak-ı Redd-i Heyeti Milliyesi” olarak değiştirilmesine karar verdiler. Toplantı sonunda işgal
ile ilgili kararlar alındıktan sonra bir miting yaptırılması kararlaştırıldı ve Maşatlık mitingi
için Anadolu matbaasında Wilson prensiplerini hedef alan bir bildiri bastırıldı. Bildiride “...
Güzel memleket Yunan’a verildi... Yunan hâkimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini
göster. Tekmil kardeşlerin maşatlıktadır. Oraya yüz binlerle toplan ve ezici çoğunluğunu
bütün dünyaya ilân ve ispat et...” deniyordu.

Karakol Cemiyeti
Millî Mücadele döneminde adından sıkça bahsedilen kuruluşlardan birisi de Karakol
Cemiyetidir. İşgal altındaki İstanbul’da, millî bütünlüğe düşman kuruluşlar ve faaliyetleri
karşısında Millî Mücadele’yi destekleyen en eski ve önemli kuruluşlardan biridir. Bazı kay-
nakların 13 Kasım 1918’de kurulduğunu kaydettikleri Karakol Cemiyetinin, tam ve gerçek
kuruluş tarihinin Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından hemen sonra olduğu anlaşıl-
maktadır. Başlangıçta İttihat ve Terakki Fırkası’nın lidersiz kalan mensupları arasında gizli
bir korunma ve direniş grubu halinde oluşan Karakol Cemiyeti, daha sonra Anadolu’da
başlatılan Millî Mücadele’yi destekleyen gizli bir kuruluşa dönüşecektir.

Cemiyetin ilk kurucuları Kurmay Albay Kara Vasıf, Dava Vekili İsmail ile Emekli
Yüzbaşı Baha Said Bey’dir. Millî Mücadele’de yer almış olan Kurmay Albay Mehmet Arif
Bey (Ayıcı Arif) Karakol Cemiyetinin kuruluşu ve hizmetlerini şu şekilde anlatmaktadır:
“İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden önce Sivas eski mebusu Kara Vasıf Bey’in gi-
rişimleriyle İstanbul’da gizli olarak bir cemiyet kurulmuş ve bu cemiyet İstanbul’un İtilaf
Devletleri tarafından işgaline kadar övgüye değer biçimde çalışma yapmıştır. İstanbul hal-
kının, memurları ve çalışanlarının sayesinde (Damad) Ferit Hükümeti’nin ve İngilizlerin
kontrolü altında bulunan ambar ve depolarından geceleyin aşırmak suretiyle muhtelif tarih-
lerde İstanbul’dan malzeme, Anadolu’ya geçirilmiştir.”

Kara Vasıf Bey tarafından kaleme alınan cemiyet programına göre cemiyetin amacı
“Türk ve Müslüman milletin hukuk ve hürriyetini yok etmeye çalışanlara karşı bütün
hükümet ve cemaatle birlikte çalışmak; hürriyet ve istiklâl için gerekirse silahlı mücadeleye
Mütareke Dönemi 97

girerek hür ölmek fakat asla esir ve zelil yaşamamak, dışarıda ise amaca ulaşmak için
insanlık düsturu ile hareket eden bütün kuvvetlerle işbirliği yaparak, hürriyet ve istiklâlimiz
için onlardan yardım almaktır”.

Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti


Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Geç Kurulması’nın Sebepleri
Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin geç kurulmasının başlıca sebeplerini şu şekilde
özetlemek mümkündür.

A- İşgalci Devletlerin Faaliyetleri


Mondros Mütarekesi’nden sonra Anadolu’yu kendi aralarında paylaşmaya karar veren İtilaf
Devletlerinin öncelikle işgal etmeyi düşündükleri yerlerden biri de Konya‘dır. Çünkü Konya,
Anadolu’nun Güney’indeki vilayetleri İstanbul’a bağlayan ayrıca batıya da açılabilen önemli
bir kavşak noktasıdır. Bu itibarla eğer Anadolu’da hâkimiyet kurulmak isteniyorsa Konya’nın
mutlaka elde tutulması gerektiğine inanan İngilizler, mütarekenin hemen ardından
Konya’ya kontrol subaylarını gönderdiler. 7 Ocak’ta İtalyanların Konya İstasyonu’nu kontrol
etmelerinin ardından 18 Ocak 1919’da İngilizler mütareke hükümlerini gerekçe göstererek
demiryolu hattını kontrol etmeye başladılar. İngilizler Konya’da İtalyanlar gibi uzun süre
kalmadılar. Ancak Konya’yı Batı ve Güney’e asker ve mühimmat sevkiyatı için bir üs olarak
kullandılar. İzmir’in işgalinden sonra ise buradaki kuvvetlerinin bir kısmını Afyon üzerinden
İzmir’e bir kısmını da Antalya’ya sevk ettiler ve mütarekeden önce İtalyan imtiyaz sahası
olarak belirlenen Konya’dan ayrıldılar. Bununla birlikte kendileri ile işbirliği yapan Hürriyet ve
İtilaf Fırkası, Sulh ve Selamet Fırkası, İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi teşkilatlar aracılığıyla
Konya halkı üzerinde etkilerini sürdürdüler. Propagandanın yanı sıra dağıttığı silah ve
paralarla zaman zaman halkı isyana teşvik ettiler. Bu yüzden Konya’da çıkan isyanlarda
İngiliz silah ve parasının yanı sıra İngiliz ve İstanbul Hükümetlerinin desteğindeki bazı din
adamlarının etkisi hayli fazladır. Bu durum halkın Millî Mücadele’ye katılması konusunda
tereddütler yaşanmasına sebep oldu.

B- İstanbul Hükümeti’nin Faaliyetleri


Millî Mücadele’nin ilk günlerinde İstanbul Hükümeti adına Konya’da vali olarak görev
yapan Cemal Bey’in (Görevi boyunca azınlıklarla ve İşgalcilerle işbirliği yaptığı için Kuvâ-yı
Milliyeciler tarafından Artin Cemal diye anılır) faaliyetleri. Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile İngiliz
Muhipleri Cemiyeti taraftarları Artin Cemal’in, Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından
Konya’ya milli faaliyetlerin harekete geçmesini engellemek için görevlendirilmesi. Cemal
Bey göreve başladığı günden itibaren Kuvâ-yı Milliye hareketini halka, I. Dünya Savaşı
ve başarısızlığın sorumlusu olarak gördüğü “İttihatçı Hareket” olarak tanıtmaya çalıştı.
Bu amaçla Konya halkı üzerinde de ciddi etkisi bulunan başta Sait Molla, Papaz Frew,
Şeyh Zeynelabidin Hoca gibi din adamları ve eşraftan destek alarak halkı Kuvâ-yı Milliye
aleyhine kışkırttı.

Vali Cemal Bey’in Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki bir diğer faaliyeti ise 12.Kolordu’ya
mensup subay ve askerler arasında propaganda yaptırarak onları Saltanat’a itaat etmeye
ve işgallere karşı direnmenin dine, Saltanat ve Hükümetin imzaladığı mütarekeye itaatsizlik
olacağını anlatarak askerlikten soğutmaya çalışmasıdır. Bu cümleden olarak hükümetin
mütareke ile birlikte askerlerin terhisi kararı aldığını ilan ederek bu karara uymayanları
“hükümete isyan” suçundan tutuklatıp hapse attıracağını yayması.

Yine İstanbul Hükümeti’nin desteği ve Vali Cemal Bey’in himayesinde kurulan Teali-i
İslam Cemiyeti, Konya’da açtığı okullar vasıtasıyla halkın yanı sıra ordu mensupları
arasında da faaliyet göstermeye başlamış ve yaptığı propagandalarla askerler arasında
98 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

da taraftar bulmuştu. Bundan cesaret alan cemiyetin Konya Şubesi Başkanı Ahmet Rüştü
Efendi, Kolordu Komutanı Fahrettin Bey’e bir telgraf çekerek okullarına gelmek isteyen
askerlerin terhis edilmesini bile istedi.

C- Halkın İlgisizliği
Uzun zamandan beri düşman işgali görmemiş Konya’da eşraf tabir edilen halkın önde
gelenlerinden bazılarının Millî Mücadele’ye karşı ilgisiz, hatta yer yer karşı çıkması.
Bu tabaka, menfaatlerinin bozulmaması için mevcut idarenin istekleri doğrultusunda
hareket ederek Saltanat ve Hilafet’e bağlılıklarını bildiriyor ve işgallere karşı direnmeye
hazırlanan Kuvâ-yı Milliyecilere sıcak bakmıyorlardı.
Bunda İtalyanların halka karşı takip ettikleri hoşgörülü politikanın da etkisi vardır.

D- Azınlıkların Faaliyetleri
Yüzyıllarca Türk ve Müslümanlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayan azınlıklar,
Konya’nın İngiliz ve İtalyanlar tarafından işgalinin ardından gerçek kimliklerini ortaya
koydular. Mütarekeden önce Konya’da okulları, hastaneleri, kiliseleri, ticari müesseseleri
ile Türk ve Müslümanlarla iyi komşuluk içinde yaşarken mütarekeden sonra büyük oranda
tavırlarını değiştirdiler. Özellikle Gazialemşah, Çiftemerdiven mahallelerini Yunan Bayrakları
ile donattılar. Başta hırsızlık, darp gibi pek çok asayişsizlik olaylarına karışmaya başladılar.
Vali Cemal Bey ise Müslümanlara karşı işlenen bu tür olayları çoğunlukla işgalcilerle ters
düşmemek uğruna kapattı. Yine azınlıkların bazıları, vatanseverliği ile öne çıkan Konyalıları
İttihatçı diye suçlayarak onların tutuklanmalarını ya da takibata uğramalarını sağladılar.
İşte bu durum da Kuvâ-yı Milliye’ye katılımı engelledi.

Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Kuruluşu


Konya’da Millî Mücadele aleyhtarlarının davranışları gün geçtikçe tahammül edilemez hale
geldi. Bu tahammülsüzlüğün doruğa ulaştığı an Vali Cemal Bey’in Sivas Kongre’sine ka-
tılmak isteyen heyeti engellemesi ve ardından da 12 Eylül’de Sivas Kongresi’nde alınan
İstanbul Hükümeti ile resmi haberleşmenin kesilmesi kararına karşı çıkması, suçluları ha-
pishaneden çıkararak silahlandırması ve işgal kuvvetleri ile işbirliği yapması ile oldu.

Bu arada 17 Nisan 1919’dan itibaren Kolordu Komutanlığı’na atanan Fahrettin Altay


ve milli direnişten yana tavırları ile tanınan Albay Mehmet Selahattin Bey, Vali Cemal Bey’in
ısrarlı talepleri üzerine İstanbul Hükümeti tarafından görevinden alınarak yerine I. Dünya
Savaşı’nda Yemen Kahramanı olan Topal Sait Paşa 12. Kolordu komutanlığına atandı.
Ancak 11 Eylül 1919 tarihinde görevine başlayan Sait Paşa’da, Vali Cemal Bey’in bütün
baskılarına rağmen Millî Mücadele lehine toplantılar düzenlemeye başladı. Öğüt ve Babalık
gazetelerinde İzmir’in işgalini protesto eden yazılar yayınlattı. Bu arada Beyşehir Süvari
Alay Komutan Vekili Kurmay Binbaşı Nazım Bey’de Konya Valisine iyice cephe almıştı.

Vali Cemal Bey ise bu tepkilerin Konya’da bulunan ittihatçı subaylar tarafından tertip-
lendiğini düşünüyor ve bunlar için sürgün listeleri hazırlıyordu. Bu sürgün listesinde daha
önce görevinden alınan Kolordu Komutanı Fahrettin Altay’ın adı da vardı.

Bu konuda Fahrettin Bey’e yapılan tebligat yaşanan şartlar bakımından dikkat çekicidir.

“Dünkü gün başlarında Belediye Reisi olduğu halde bir kısım halktan müteşekkil
bir heyetin İtalya ve İngiliz mümessillerine müracaat ederek askeri kumandanlardan altı
kişinin Konya’dan 24 saat zarfında çıkarılmalarını, aksi halde memlekette büyük fenalıklar
vukua geleceğini ifade ettikleri mümessiller tarafından bildirmiş ve zikredilen heyet yanıma
Mütareke Dönemi 99

gelerek aynı teklifi ileri sürmüştü. Bu altı kişi üzülerek belirtmek gerekir ki yüksek kişilerin
de bulunduğunu tebliğ ve memleketin selameti namına bu gece hareket edecek trenle
hareketinizin muvafık olduğu, durum icabı beyan olunur efendim”. 12. Kolordu Komutanı
- Faik Sait

Nitekim Vali Cemal Bey’in baskılarına daha fazla dayanamayan ve İstanbul Hükümeti
tarafından ölü veya diri ele geçirilmek istenen Beyşehir Süvari Alayı Komutan Vekili Binbaşı
Nazım Bey, birliği ile Konya önlerine kadar gelip Vali ve yandaşlarını tehdit etmeye başladı.
Nazım Bey’in bu davranışı 12.Kolordu’ya mensup askerler ve baskılardan bıkan şehir
halkından da destek buldu. Bu durum Vali Cemal Bey’i korkutmaya yetti. İtalyanların da
yardımı ile 25 Eylül 1919 akşamı bir yük treni ile İstanbul’a kaçtı.

Cemal Bey’in ayrılmasının ardından Konya’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kuruluş


çalışmaları hızlandı. Öncelikle kaçan valinin yerine eşraf, vekâleten Mehmet Vehbi Hoca’yı
görevlendirdi. Bu arada Fransız işgali altındaki Adana’dan kaçan bazı Kuvâ-yı Milliyeciler
Konya’yı kendilerine merkez yapmışlardı. Bunların öcülüğünde Konya’da da Kuvâ-yı
Milliye çeteleri kurulmaya başladı. Kuvâ-yı Milliyeciler çalışmalarına katkı sağlaması için
12. Kolordu Komutanlığından da yardım talebinde bulundular. Kolordu onlara el altından
silah yardımı yaptı. Fakat subay kadrosu ile açıkça desteklemeyi uygun bulmadı.

Vali Cemal Bey’in kaçışının ardından Konya’da Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı’nın kuruluşu
da hızlandı. 30 Eylül 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Konya Valiliği’ne gönderdiği
telgraf ve bu telgrafın ardından Konya’ya gelen Refet Bele’nin gayretleri ile 8 Ekim 1919’da
Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurularak yaklaşık 20 kişilik geçici heyeti seçildi. Daha
sonra bu heyet kendi arasında toplanarak Yalvaçlı Ömer Vehbi Efendi, Müftü Zade
Cevdet, Ahi Baba Zade Yusuf Ziya, Eczacı Hüsamettin, Hacı Mehmet Zade Süleyman,
Tahir Paşazade Cevdet, Kadı Zade Ahmet, Hacı Bahri Zade Mümtaz Bahri, Attariye Şirketi
Müdürü Tahir ve Mustafa Şevki Bey’i faal üyeliklere getirdiler.

Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulmasının ardından Ilgın ve Bozkır teşkilatları


da Konya teşkilatına katıldı. Ancak kısa bir süre sonra cemiyet içinde bazı sıkıntılar
yaşanmaya başladı. Çünkü cemiyete Millî Mücadele davasında samimi olmayan bazı
menfaatperestler de üye olmuştu. Bunlardan bazıları daha önce Vali Cemal Bey’in yanında
yer alan kimselerdi. Bazıları ise halktan zorla para topluyor, ya da ticaretle uğraşıyordu.
Memur olanlarsa daha fazla maaş alabilmenin mücadelesini veriyorlardı. Bu davranışlar
vatansever Konyalıları rahatsız ediyordu. Nitekim aralarında Refik (Koraltan) ve Eflatun
Cem (Güney)’in de bulunduğu bir grup vatanperver 12.Kolordu Komutanı Fahrettin (Altay)’a
başvurarak Kuvâ-yı Milliye adına işlenen kötülüklerin önlenmesini istediler. Fahrettin Bey
vatanperverlerin bu şikâyetlerini Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya iletti.
Derhal duruma müdahale eden Mustafa Kemal Paşa, Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin
yeniden düzenlenmesinin istedi. Yeniden düzenlenmenin ardından cemiyetin yeni başkanı
Sivaslı Ali Kemali Hoca oldu. Aynı dönemde yine cemiyet bünyesinde bir irşat ve teftiş
heyeti kuruldu.

Ali Kemali Hoca’nın başkanlığa seçilmesi ile birlikte Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
oldukça aktif bir hale geldi. İlki 8 Ocak 1920’de olmak üzere Ocak ayı içinde işgaller aleyhine
dört miting düzenlendi. Bunların en dikkat çekici olanı işgalci İtalyanların, 13 Ocak 1920’de
Öğüt Gazetesi matbaasını basarak gazetenin yayınının durdurulması üzerine düzenlenen
dördüncü mitingdir. Miting 13 Ocak Cuma günü düzenlendi. Cuma Namazı’ndan sonra halk
hükümet konağının önünde toplanarak İngilizlerin isteği ile İtalyanların Öğüt Gazetesi’ni
kapatmasını şiddetle protesto etti. Mitingin öncüsü Müdafaa-i Hukuk Başkanı Sivaslı Ali
Kemali Hoca’dır. O İtalyan askerlerinin de orada olduğunu bile bile onlara karşı çok sert
100 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ifadeler kullanarak konuşmasını şöyle sürdürdü: ”Ey ahali, ey Konyalılar, gazete demek bir
milletin dili demektir, General Milne dilimizi kesti… Bizi susturamazlar. Dönersek kahpeyiz
millet yolunda bu azametten. Bu millet ölmedi, ölmeyecektir. Bu gün Öğüt’ü kapatmışlarsa
yarın bir başka Öğüt çıkacak”.

Konya ile ilgili pek çok yazısı bulunan Mehmet Önder ise o günün görgü tanıklarından
dinlediklerine dayanarak şu ifadeleri aktarıyor: ”Ey ahali, Ey Konyalılar gazete demek bir
milletin dili demektir. Ne idüğü belirsiz birkaç Frenk dilimize kilit vurdu. Milli davalarımızı
müdafaa etmek, dilimizi, imanımızı Türklüğümüzü muhafaza etmek bizlerin, sizlerin,
hepimizi vazifesidir. Bizi susturamazlar. Bu gün Öğüt’ü kapatmışlarsa yarın bir başka Öğüt
çıkacak, bizi hak ve hakikat yolunda asla susturamayacaklardır”.

Gerçektende Öğüt Gazetesi susturulamadı. Aynı kadro 27 Ocak 1920’den itibaren


Öğüt yerine Nasihat Gazetesini çıkardı. Nasihat 23 sayı yayınlandıktan sonra 17 Şubat
1920’den itibaren yayın hayatına yeniden Öğüt olarak devam etti. Bu durumdan rahatsız
olan İngilizler, İtalyan komutanına bu hususta daha kararlı hareket etmesi talebinde
bulundular. Ancak İtalyanlar gazetenin kendi bölgelerinin dışında Kuvâ-yı Milliye kontrolünde
yayınlanarak şehre sokulduğunu ileri sürerek İngiliz taleplerini geçiştirdiler.

GÜNEY CEPHESİ
Birinci Dünya Harbi sonunda Irak’tan çekilen 6. Ordu’nun dağıtılmasıyla, 13. Kolordu adını
alan kuvvetler Diyarbakır, Urfa, Siirt ve Mardin bölgelerinde yerleşmişlerdi. Bu kolordu
mütarekeden sonra İngilizlerin baskısıyla terhis edildiğinden taburların mevcudu 70–80 ere,
bütün Kolordu’nun mevcudu ise 4800’e düşmüş; durumdan faydalanan İngiltere ve Fransa
mütarekenin ilgili maddelerini bahane ederek, Akdeniz kıyılarından ve Fırat Nehri’nden
Toroslara kadar uzanan bölgeyi işgal etmeye başladılar. Bu bölgenin gerçek sahibi olan
ve çoğunluğu teşkil eden Türkler, bu durum karşısında, kimsesiz ve himayesiz olarak bir
taraftan işgal kuvvetlerinin şımarık hareketleri ve diğer taraftan da Ermeni ve Rum gibi
bağımsızlık heyecanına kapılmış azınlıkların taşkınlıkları ve tecavüzleri karşısında şaşkın
ve ne yapacaklarını şaşırmış bir halde kalmışlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında göçe
tabii tutulan Ermeniler Mondros Mütarekesi’nden sonra tamamen silahlanmış bir halde bu
bölgelere dönerek çoğunluk meydana getirmek için faaliyete geçmişlerdi.

Mütareke sırasında bölgedeki 7. Ordu komutanı olan Mustafa Kemal, olacakları


önceden tahmin ederek 29 Ekim 1918’de Katma İstasyonu’nda Milletvekili Ali Cenani Bey’e
“Güneyde millî örgütlenmenin başlatılması ve direnişe geçilmesi” tavsiyesinde bulunduktan
sonra 1 Kasım 1918’de Kilis’e giderek, başlayan hazırlıklarla bizzat ilgilendi. Buna ilave
olarak Mustafa Kemal Paşa’dan sonra 2. Ordu Komutanı olarak bölgeye gelen Nihat
(Anılmış) Paşa’nın Halep, Hama, Lazkiye, Saman’da çaba sarf etmesi; Onunla birlikte
bölgeye gelen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın jandarmayı pekiştirme ve halka silah verme
işine eğilmiş olması bölgede Kuvâ-yı Milliye hareketinin başlatılmasına önemli katkılarda
bulunmuştur.

Gaziantep Cephesi
Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizler, daha önce Fransızlarla yapmış oldukları
gizli antlaşmanın aksine süvarilerini daha iyi şartlarda iskân ettirebilmek için kendi işgal
mıntıkalarını genişletmek istediler. Bu amaçla mütarekenin yedinci maddesine dayanarak
17 Aralık 1918 tarihinde Antep’e girdiler. 23 Ocak 1919’da hükümet konağını bastılar.
Memleketin ileri gelenlerini muhtelif bahanelerle Halep’e, oradan da Mısır’a sürdüler.
Ardından şehirde silah toplama hareketine giriştiler. Silahını vermeyenleri ağır para
cezasına çarptırdılar. Ermeniler bu gibi muamelelere tabii tutulmadığı gibi, kendilerine bol
miktarda silah ve cephane dağıtıldı.
Mütareke Dönemi 101

İngilizlerin bu davranışı halkın tepkisine sebep oldu ve bir miting yapıldı. Bu mitingde
Antep Belediye Başkanı M. Lütfi, halkın bu işgali reddettiğinin sulh konferansına bildirilmesini
istedi. Mitingin ardından Türk ve Müslüman ahali tarafından “Cemiyet-i İslâmiye” teşkilâtı
kuruldu. Bülbülzade Hacı Abdullah Hoca Efendi’nin başkanlığı altında kurulan cemiyetin
amacı şuydu: “İstanbul ile alakası kesilmiş olan bu mıntıkada idarî mekanizmayı eline
alarak, Türk ve Müslüman halkı her türlü taarruzlara karşı korumak, halktan topladıkları ile,
fakirleri, şehre dönen esir askerleri beslemekti.”

Bölgede kalmanın kendileri için riskli olduğu kanaatine varan İngilizler daha önce
Fransızlarla imzalamış oldukları Suriye İtilâfnamesi gereği 26 Ekim 1919’da Antep’ten
çekilmeye başlayarak yerlerini Fransızlara bırakmaya başladılar. 29 Ekim’de Fransızlar
2000 kişilik bir kuvvetle Ermenilerin sevinç gösterileri arasında Antep’e girdiler.
Fransız işgali ile başlayan ve Ermeni teşkilâtları tarafından Türklere yapılan hakaret
ve zulüm, kadınlara yapılan tecavüzler bölge halkını hızla örgütlenmeye itti. Bu arada
Antep adına Kara Vasıf Bey Sivas Kongresi’ne gönderildi. Mustafa Kemal Paşa’nın
ondan aldığı bilgiler ışığında Antep’e yazdığı ikinci mektuptan sonra harekete geçen
Antepliler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetinin Antep şubesini
kurdular. Ardından da kısmen daha önce başlatmış oldukları pasif direnişi daha da etkin
hale getirerek Fransız ve Ermenilere yiyecek satmamaya başladılar. Bu yüzden yiyecek
ihtiyacını diğer bölgelerden temine çalışan Fransızlar, Antep-Kilis yoluna büyük önem
verdiler. Ancak Kilis garnizonu üzerinden Antep’e gelecek yardımları önlemek için Antep-
Kilis yolunda çevre köyler halkından teşkil edilen müfrezelerle müdafaa tedbirleri alınmıştı.
Heyeti Merkeziye, Kilis yolu Kuvâ-yı Milliye komutanlığını Şahin Bey’e verdi. Şahin Bey
4 Şubat’ta Kilis yoluna hakim olarak Fransızların Antep’le bütün ulaşım ve haberleşme
bağlantılarını kesti. Şahin Bey Müfrezesi, 28 Mart 1920’ye kadar direnmeyi başardı;
ancak şehit düşenlerin yerlerinin doldurulamaması ve erzakların tükenmesi üzerine bu
tarihte siperler boşaltıldı. Fakat Fransızlarla savaşı bir namus meselesi yapan Şahin Bey,
Elmalı Köprüsü’nde yalnız başına savunmaya devam ederken şehit oldu. Şahin Bey’in
şahadeti millî kuvvetlerin müdafaa mevzilerinde tutunamamalarına ve Antep’in kuzeyine
kadar çekilmelerine sebep oldu. Herhangi bir engel kalmadığı için Fransız müfrezesi 28
Mart’ta Antep’e girdi.

Fakat Antepliler savaşı bırakmadılar. Fransızların şehre girmesinden sonra bu kez


şehir içindeki savaşlar başladı. Zaman zaman şehirde kontrolü ele geçiren fakat ortaya
konulan direniş karşısında bölgeye hâkim olamayacağını anlayan Fransızlar 20 Ekim 1921
tarihli Ankara İtilâfnamesi gereği 25 Aralık 1921’de şehri tahliye ettiler.

TBMM, Antep’e her türlü zorluk ve imkânsızlıklara rağmen üstün silah ve askerî güce
sahip Fransızlara karşı başarılı müdafaa yaptığı için 1921 yılında 93 sayılı kanunla “Gazi”lik
unvanını verdi.

Maraş Cephesi
İngilizler 22 Şubat 1919’da Maraş’a Max Doryan emrinde bir Hint süvari alayını sevk
ettiler. Şeyh Adil mevkiinde Transanta rahiplerinin bandosu, Ermeni kızların öpücükleri ile
karşılanan İngilizler “Yaşasın İngilizler, Yaşasın Ermeniler, Allah belasını versin Sultan’ın”
nidaları ile Uzunoluk’tan geçerek kışlanın önüne geldiler. İngilizlerin buradaki işlerinden
ilki 1915’teki Ermenilerin göç ettirilmesi olayının soruşturulması oldu. 1915’te Maraş’ta
Sancak Bey’i olan Sivas Valisi İsmail Kemal’in tutuklanıp Maraş’a getirilmesi ise halkta
tiksinti uyandırdı.

15 Eylül 1919’da İngilizlerle Fransızlar kendi aralarında “Suriye İtilâfnamesini”


imzaladılar. Buna göre Maraş, Antep ve Urfa çevreleri İngilizler tarafından boşaltılarak
102 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Fransızlara terk edildi. Bu yolla İngilizler, Türkler tarafından mutlaka savunulacağını


düşündükleri bir toprak parçasını Fransızlara bırakarak hem onları ateş içine attı, hem de
onların dikkatlerinin Arap toprakları ve petrol bölgeleri üzerinden dağılmasını sağladılar.

27 Kasım gecesi işgal kuvvetleri komutanı Yüzbaşı Andre kale burcundaki Türk
bayrağını indirtti. 28 Kasım Cuma günü yataklarından kalkan Maraşlılar doğduklarından
beri kalenin burcunda sürekli gördükleri bayraklarını göremediler. Evi kale karşısında olan
ve ilk tepkiyi gösteren Hukukçu Mehmet Ali Kısakürek Âlem-i İslâm’a Hitap başlığı ile bir
beyanname yazarak şehrin belirli yerlerine ve o gün Cuma olması münasebetiyle hassaten
Cami duvarına astı. Beyannamede “Ey Milleti Necibe-i Osmaniye. Bin üç yüz seneden beri
Hazret-i Allah ve Peygamber-i Zişanını hizmet ile razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının
kanı pahasına feth ettiği kalenin bayrak direğindeki al sancak bu gün Fransızlar tarafından
indirilip yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç
yüz İslâm gayreti hiç mi yok, coşkunluk arzu etmeyelim. Yalnız ağırbaşlılıkla ve azamet
olarak al al sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i muhabbetle yerimize avdet
edelim, Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilen
Allah’a kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti hatta bütün
Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol”, “şöyle bilmek lazım ki, muzaffer bir kalenin üzerinde
bir yabancı bayrağın dalgalanması ile kılacağın namaz sakattır (düşmüş, hükümsüz,)
Haydi, haydi vakit tamam, burada göstereceğin fedakârlık Kâbe yolunda yeşil sancağın
gölgesinde can vermeye benzer. Ey ulu Müslüman.”

Bu beyannamenin verdiği coşkuya Ulu Camii imamı Rıdvan Hoca da katılınca


Maraşlılar tekbir sesleriyle kaleye yürüdüler ve bütün engelleri aşarak kaleye tekrar Türk
Bayrağını çektiler.

Bu olaydan sonra 30 Ekim 1919’da Fransız Yüzbaşı Fouguet komutasında 412.


Alaydan yarım bölük ile Ermeni alayının birinci taburu ve bir sipahi takımı ile Maraş işgal
edildi.

İşgalden sonra Ermeniler iyice azdılar ve Maraş’ta Kilikya Hükümeti’nin kurulduğunu


ilan ettiler. Maraş sokaklarına dağılarak Türk ve Müslümanlara hakaret ediyor, din ve
mukaddesata dil uzatıyor, Fransız askerleri ise bütün bu olanlara seyirci kalıyorlardı. İçki
imal eden rakıcı Ermeni, Maraş’a yeni gelen Ermeni askerlerine kendi yaptığı içkiden ikram
ederek onları şereflendiriyordu. Bu Ermeni askerlerden birisi 31 Ekim 1919 günü Uzunoluk
Hamamı’ndan çıkmış olan kadınlara saldırarak “burası artık Türklerin değil, Fransız
memleketinde peçe ile gezilmez.” diyerek kadınların peçelerini kaldırıp ilişmek istedi.
Hadiseyi Kel Ali’nin kahvesinde izleyen Türkler duruma derhal müdahale ettiler. Fransız
üniforması giymiş işgalcilere nasihat kâr etmeyince Çakmakçı Said ve Gaffar Kabuloğlu
Türk kadınlarını saldırganların ellerinden kurtarmaya çalışırlarken, dipçik ve kurşunla ağır
yaralandılar. Bütün bu olanları soğukkanlılıkla izleyen Uzunoluk Camii’nin müezzini Sütçü
Hacı İmam “durun bre densizler, Durun bre köpek soyları, Namus günüdür” diye çektiği
tabancasını ateşledi. Irz düşmanı nankör Ermeni yere düştü. Diğer devriyeler hadise yerine
gelinceye kadar Sütçü İmam Nalbant Bekir’den emanet aldığı atla şehirden uzaklaşarak
Bertiz’in Ağabeyli köyündeki Beyazıtoğlu Muharrem Bey’in yanına gitti. Bu arada Mustafa
Kemal Paşa 11 Şubat 1920’de Adana, Pozantı ve Maraş’taki Millî kuvvetlere taarruz emri
verdi. Fransızlar kendileri için Maraş’ın kuzeyindeki Zeytun havalisinde savunma tedbirleri
aldılar. Fakat daha fazla dayanamayarak 22 Haziran 1921’de teslim oldular.

Maraş’a gösterdiği bu kahramanlıklardan dolayı TBMM tarafından 5 Nisan 1925’te


“Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası”, 7 Şubat 1973 tarihinde de “Kahramanlık” unvanı verildi.
Mütareke Dönemi 103

Adana Cephesi
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 11 Kasım 1918’de Fransızlar İskenderun’u işgal
etti. Hükümet’in işgallere seyirci kalması İtilaf Devletlerinin yeni taleplerde bulunmalarını
kolaylaştırdı. İtilaf Devletleri Türk kuvvetlerinin Pozantı’nın kuzeyine kadar çekilmelerini
istediler. İstanbul Hükümeti bunu da kabul edip, Aralık 1918 ortalarında ordumuz bu
bölgeden çekilmeye başlayınca bölgenin Türk ve Müslüman halkı tedirginlik duymaya
başladı. Adanalıların ilgili makamlara protestolarını bildirip bölgenin Türk yurdunun bir
parçası olduğunu ve koparılamayacağını savunmaları İngiliz, Fransız ve Ermenileri
durdurmaya yetmedi. Fransız ve Ermeniler 11 Aralık’ta Dörtyol, 21 Aralık’ta Adana ve
27 Aralık 1918’de de Pozantı’yı işgal ettiler. Dörtyol’u işgal eden ve baskıya başlayan
Fransızlara karşı Karaköse köylüleri yolda barikatlar kurarak direndiler. Güneydeki bu
direniş, Türkiye’de, halk kuvvetlerinin verdiği birinci ve ilk kurşun savaşı oldu. Ocak
1919’un ilk günlerinde Dörtyol Jandarma bölüğü komutanı Teğmen Karahasan’ın,
birliğiyle işgalcilere karşı direnmesi de Millî Mücadele’de askerî birlik adına yapılan ilk
kurşun savaşı oldu.
Adana’nın Fransızlar tarafından işgali ve işgallere Ermenilerin de katılması bölge
halkının tepkilerinin artmasına sebep oldu. Fransızların Ermenileri kendi kuvvetleri arasında
bulundurmasının temelinde “Ermenileri Kilikya’nın kurtuluşuna iştirak ettirmek ve böylece
onların millî emellerini gerçekleştirmek için yeni deliller ve destekler sağlamaktı.” Ermeni
gönüllüleri, Fransız bayrağı altında ve Fransız üniformaları ile çarpışıyor, fakat özel bir
sancakları bulunuyordu. Fransa Hükümeti, bu bölgenin idarî işleri ve polis, demiryolları vb.
gibi önemli hizmetlerine Ermenileri atamıştı.
Adana işgal kuvvetleri komutanı “Ermeniler, Türk Bayrağı görürlerse tahrik olurlar”
gerekçesi ile bayrağın asılmasını yasakladı. Adana Lisesi’ne Türk bayrağının asılmaması
için Bremon müdahalede bulundu. O vakit okul müdürü olan Niyazi Bey “burası Türk irfan
müessesesi olduğundan müdahale olunamayacağını söylemiş ise de dinletememişti.
Buna mukabil Ermenilerin istedikleri yere bayraklarını asmaları serbestti. Fransızlar,
resmi günlerinde, kumandanlarının veya askerlerinin Adana’ya geliş ve dönüşlerinde zorla
Fransız bayraklarını astırıyorlar, asmayanlardan para cezası bile alıyorlardı.
Öte yandan Ermeniler bir “İntikam Alayı” oluşturmuşlardı. Ali Saip, Ermeni intikam
alayını değerlendirirken “Adana’da teşkil edilen Ermeni intikam alayı açıktan açığa zulüm
ve istibdat bayrağı açmıştı. Fakat bu alay kimden intikam alacaktı? Ordu terhis edilmiş,
Adana vilayeti İtilaf Devletlerinin kontrolü altına girmiş Fransızlarca bu nam altında bir
alay teşkiline ne lüzum vardı? Fakat onların hedefi yalnız Türk Hükümeti, Türk hâkimiyeti
değildi. Bizzat Türk’ün hayatına son vermekti...”, der.
Bütün bu gelişmeler karşısında yetkili makamların bir şey yapamayacağı anlaşılınca
halk endişeye düşerek nasıl kurtulacağı ve ne gibi tedbirler alacağını düşünmeye başladı.
Arayışların sonunda 1918 Aralık ayının sonunda Adana Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
Cemiyetin başkanlığına Ayan Reisi Rifat, üyeliklerine de eski Dışişleri Bakanı Nabi Bey,
Bayındırlık Bakanı Ali Munif, eski Halep Mebusu Ali Cenani ve eski elçilerden Rüstem
Beyler seçildi.
Cemiyetin amacı Anavatanla bağlarını teyit ve haklarını korumak hususunda gerekli
girişimlerde bulunmaktı. Bu arada İstanbul’da da “Kilikyalılar Cemiyeti” kurularak Fransız
ve Ermeni idaresinin kurulmasına karşı çıkılmaya çalışıldı.
Fransız desteğindeki Ermeni vahşeti arttıkça Türklerin direnme gücü de arttı. 1
Kasım 1919’da Adana Cephesi Kuvâ-yı Milliye Komutanlığına atanan topçu Binbaşısı
104 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kemal Bey’in idareyi ele almasıyla Fransızlara karşı mücadele şiddetlendi. Pozantı’daki
bir Fransız taburu esir edildi. 28 Mayıs 1920’de Osmaniye’yi işgal eden Fransızlar
karşılaştıkları direniş sebebiyle mütareke istemek zorunda kaldılar. Fakat mütareke
şartlarına uymadılar. Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa da 20 Haziran 1920’de Nihat
Paşa’yı Elcezir’e, Albay Selahattin Adil Bey’i de Adana cephesi komutanlıklarına atadı.
2 Temmuz 1920’de Mihmandar köyünin Ermeniler tarafından basılarak 99 Müslüman’ın
öldürüldüğü haberi Türkleri galeyana getirdi. 3 Temmuz’da ise Türk birlikleri Şar kasabasını
geri aldı. 19 Temmuz’da İçel-Mersin ve Havalisi Komutanı Şemsettin Bey, Tarsus’u
Fransızlardan kurtarmak amacıyla, ellerinde baltadan başka silahı olmayan insanlarla
taarruza geçti. Baskın sonunda Tarsus bağlarındaki Fransız askerlerini bozguna uğratarak
onları Tarsus şehir merkezine sığınmak mecburiyetinde bıraktı. Ayrıca Tarsus’a kaçmış olan
Fransızların dışarı ile bağlantıları da kesilmişti. Aynı günlerde Kuvâ-yı Milliye’nin önemli bir
merkezi haline gelmiş olan Pozantı’da bir kongre yapılması düşünülmüş ve bu maksatla
Kayseri, Niğde, Bor ve güneydeki cephelerden çağrılmış olan delegeler ve temsilciler 5
Ağustos 1920’de Pozantı’ya gelmiş bulunuyorlardı. Aynı gün Fevzi (Çakmak) Paşa ve
diğer bazı arkadaşları ile Mustafa Kemal Paşa’nın Pozantı’ya gelmesi ve bir de konuşma
yapması düşmanla savaşta büyük bir moral kaynağı oldu.
Adana dışında işgal ettikleri bölgelerdeki çatışma ve başarısızlıklarından etkilenen
Fransızlar, nihayet buraların Türk vatanı olduğunu anlayarak 20 Ekim 1921’de Ankara
Antlaşması’nı imzalayarak barış yapmayı tercih etti ve 5 Ocak 1922’de Adana’dan tamamen
çekildi.

Urfa Cephesi
Urfa 24 Mart 1919’da İngilizler tarafından işgal edildi. Ekim 1919’un sonuna kadar
Urfa’da kalan İngilizler Fransızlarla daha önce yapmış oldukları Sykes-Picot antlaşması
gereğince Urfa’yı Fransa’ya devrettiler. Fransızlar 30 Ekim 1919’da Urfa’yı işgal ettiler.
Fransız askerlerinin Urfa’ya girerken bir kısmının Türkçe şarkı söylemelerinden içlerinde
Ermenilerin de bulunduğu anlaşılıyordu. Fransızların Urfa’daki ilk işleri Jandarma Tabur
Komutanı ve Suruç kaza Kaymakamını tevkif etmek oldu. Ayrıca kendi emellerine hizmet
edeceklerini sandıkları adamları ve hapishanede tutuklu olup henüz hüküm giymemiş
bulunan suçluları tahliye ettirdiler. Bu durum Urfa mutasarrıfı tarafından ilgili yerlere
bildirilmiş ise de bir sonuç alınamadı. Meselenin ancak kuvvetle düzeltileceği kanaati hakim
olunca bütün milletin silahlandırılarak vatanın korunması kararlaştırıldı. Böylece Urfa’da
Kuvâ-yı Milliye’nin kurulması çarelerinin arandığı bir sırada Jandarma Tabur Komutanlığına
Ali Saip Bey (Ursavaş) tayin edildi. Ali Saip Bey, Fransızlarla mücadele etmek üzere Kuvâ-
yı Milliye’yi teşkilâtlandırdı. Siverek’ten Said Bey idaresinde Badıllı aşireti ile güneyde
Aneze aşireti reisleri düşmanı kovmak için gönüllülerini bu teşkilâta verdiler. 15 Ocak
1920’de başlatılması düşünülen savaş, ikmal zorlukları yüzünden 8–9 Şubat 1920 tarihine
ertelendi. Ali Saip harekete geçmeden önce 7 Şubat’ta Fransızlara bir kesin uyarı vererek
24 saat içinde şehri terk etmelerini istedi. Fakat sonuç alınamayınca 9 Şubat 1920’de
çatışmalar başladı ve millî kuvvetler Urfa’nın yarısını ele geçirdiler. Urfa köylüleri de Suruç
ve Bilecik’teki Fransız birliklerini kuşattılar.
Urfa müdafaası 60 gün sürdü. Nihayet işgal birlikleri, 1 Nisan’da mütareke görüşmelerini
kabul ettiler ve 1 Nisan 1920’de silah ve cephaneleri ile birlikte Urfa’yı terk ettiler. 11 Nisan
1920’de Urfa kalesine Türk bayrağı çekildi.
Urfa’ya 12 Haziran 1984’de TBMM tarafından Millî Mücadele’de gösterdiği
kahramanlıklarından dolayı “Şanlı” unvanı verildi.
BÖLÜM IV

MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ

A- TBMM’NİN AÇILIŞINA KADAR Kİ DÖNEM


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881’de Selanik’te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde
Hanım’dır. Babası Ali Rıza Efendi Selanik Evkaf kâtipliğinde, 1876 yılında Selanik Asakir-i
Milliye Taburunda Birinci Mülâzim (Üsteğmen) olarak görev almıştır. Mustafa Kemal’in doğ-
duğu tarihte ise Rüsumat memurudur. Daha sonra memuriyetten ayrılarak kereste ticareti
ile meşgul olmuştur.

Babasını çok küçük denecek bir yaşta kaybeden Mustafa Kemal’in büyütülmesi ve
yetiştirilmesi görevi annesi Zübeyde Hanım’a düşmüştür. Mustafa Kemal, ilk eğitimine
annesinin isteği üzerine Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde başlamış, ancak
oğlunu yeni sistemde okutmayı daha uygun gören babası tarafından Selanik’te modern
eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi’ne gönderilmişti. Mustafa Kemal ilköğretimini bu okulda
tamamladı. Daha sonra, Selanik’teki Mülkîye Rüştiyesi’ne (sivil ortaokul) giren Mustafa
Kemal, kendisini haksız yere döven hocası nedeniyle buradaki eğitimini tamamlayamamış
ve okuldan ayrılmıştı. Ailesinin haberi olmaksızın, kendi kararıyla 1893 yılında Selanik’teki
Askerî Rüştiye’ye (askerî ortaokul) girerek öğrenimine burada devam etti.

Bu okulu çok seven Mustafa Kemal, arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile
kısa zamanda kendini göstermiş ve öğretmenlerinin takdirini ve sevgisini kazanmıştı. Bu
okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin kabiliyet
ve olgunluğunu beğendiği için ona “Kemal” adını vermişti. Artık, Mustafa Kemal olarak
anılmaya başlanmıştı.

Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, 1896 yılında Manastır Askerî
İdadisi’ne (askerî lise) girdi. Burada tanıştığı arkadaşı Ömer Naci’den hitabet ve edebiyat
konusunda etkilendi. Daha sonraki yıllarda yakın arkadaşlarından birisi olacak olan Ali Fethi
(Okyar) ile bu okulda tanıştı ve arkadaşlığını ilerletti. Mustafa Kemal, askerî öğreniminin
yanı sıra yabancı dil öğrenmeye önem vermiş; yaz aylarında Selanik’teki Fransız okuluna
devam emiş ve Fransızcasını ilerletmişti.

Manastır Askerî İdadisi’ni başarıyla bitiren Mustafa Kemal Paşa, 13 Mart 1899’da
İstanbul’daki Harp Okuluna girdi. Üç yıl süren başarılı bir öğrenimden sonra 10 Şubat
1902’de Harbiye’deki öğrenimini tamamlayan Mustafa Kemal, teğmen rütbesiyle bu
okuldan mezun oldu. Harp okulunu başarıyla bitirdiği için “kurmay” sınıfına ayrılan Mustafa
Kemal, öğrenimine Harp Akademisi’nde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen olmuştu. 11
Ocak 1905 tarihinde ise Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’nden mezun oldu.
106 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Mustafa Kemal, Harp Okulu ve Harp Akademisi’ndeki zekâsı, kabiliyeti ve üstün kişiliği
ile kendisini arkadaşlarına ve hocasına tanıtmış, onların samimi saygı ve sevgilerini ka-
zanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve hitabete karşı
merakı ve eğilimi vardı. Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde memleket ve millet meseleleri
ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle, çevresinde aydın
ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Dönemin istibdat ve bir jurnal devri olması, Harp
Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat idaresi hakkındaki aleyhtar fikir ve
düşünceleri ve durumu şüphe çekmiş ve birkaç ay müddetle İstanbul’da tutuklu kalmıştı.
Daha sonra da bir nevi sürgün bir görevlendirmeyle 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölge-
sine, Şam’a atandı.

Şam’da 5. Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye’nin hemen her yerini görevle
dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikle-
rini daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, ülkenin kurtuluşu için mutlaka inkılâp
yapılması gereğini görerek, bu amaçla Şam’da 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı
arkadaşlarıyla gizli olarak “Vatan ve Hürriyet Cemiyetini” kurdu. Bu arkadaşlarıyla be-
raber kurdukları cemiyetin yeni şubelerini Suriye’nin değişik şehirlerinde açtılar. Bir ara
gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selanik’e geçerek burada da “Vatan ve Hürriyet
Cemiyetinin” bir şubesini açan Mustafa Kemal, tekrar Şam’a döndü. Bir süre daha Şam’da
kalan Mustafa Kemal Paşa, 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve
Şam’daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.

Şam’da etkili bir çalışma yapamayacağını gören Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907’de
tayinini Manastır’da bulunan 3. Ordu Karargâhına yaptırdı. Bu Karargâhın Selanik’teki şu-
besinde çalışmak üzere Selanik’e geldi. Bu sıralarda, Selanik’te kurduğu “Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti”, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesine katılmıştı. Cemiyet, bu bölgede yoğun bir
faaliyet içindeydi. Mustafa Kemal Paşa da Selanik’e geldikten sonraki günlerde bu ce-
miyete katıldı ve hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması,
yapılacak yenilikler bu sıralarda onun en çok üzerinde durduğu konulardı. Bir süre sonra,
22 Haziran 1908’de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3.Ordu karargahın-
daki görevine ek olarak kendisine verildi.

Bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyetinin özellikle Rumeli’deki baskıları sonucu, II.


Abdülhamit 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti yeniden ilan ederek Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe
koymuş ve parlamentoyu açmıştı. Mustafa Kemal Paşa, İkinci Meşrutiyet ilân edildiğinde,
kolağası rütbesiyle Selanik’teki askerî görevini sürdürmekte ve bir taraftan da İttihat ve
Terakki Cemiyeti için çalışarak, İstanbul’daki siyasal gelişmeleri daha yakından izlemek-
teydi. Mustafa Kemal, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra yapılan değişiklikleri yeterli görmü-
yor; Meşrutiyet’in yarattığı olumlu havadan ve ortamdan istifade edilerek daha büyük ve
daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu. Ancak O’nun bu görüşleri,
“İttihat ve Terakki Cemiyeti” ileri gelenlerince paylaşılmadığı için, dikkate alınmamıştı.

13 Nisan 1909’da İstanbul’da İkinci Meşrutiyet’e karşı muhalif ve muhafazakâr çevre-


ler bir isyan başlatmışlardı. 31 Mart Olayı olarak siyasî tarihimize geçen bu olayı bastırmak
amacıyla Rumeli’de oluşturulan Hareket Ordusu’nun Kurmay Başkanlığı’na Mustafa Kemal
Paşa getirilmişti. Hareket Ordusu İstanbul’a girdiğinde halka hitaben yayınlanan bildiriyi de
Mustafa Kemal kaleme almış Hareket Ordusu’nun İstanbul’daki bu isyanı bastırmasından
sonra Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1909’da tekrar Selanik’e dönmüştü. Bu sıralarda Selanik
ve çevresinde yapılan manevra ve tatbikatlar, bir taraftan askerî konulardaki düşünce ve
görüşlerinin isabetliliğini ortaya koyuyor; bir taraftan da askerî eğitim konularında telif ter-
cüme eserler hazırlıyordu.
Millî Mücadele Dönemi 107

Mustafa Kemal, İkinci Meşrutiyet’i takiben Ordu’nun İttihat Terakki Cemiyeti ile sıkı
alakasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış ve bu görüşlerini
1909’da Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Büyük Kongresi’nde açıkça dile getirmiş-
ti. Fakat cemiyetin lider kadrosu onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Bu nedenle, Mustafa
Kemal de cemiyetten gittikçe uzaklaşarak kendisini askerî vazifelerine vermişti.

Mustafa Kemal, Selanik’teki görevini başarı ile yürütürken Eylül 1910’da “Pikardi
Manevralarını” izlemek üzere Fransa’ya gönderildi. Burada Fransız ordusunu ve komutan-
larını yakından tanımıştı. Selanik’e dönüşünden kısa bir süre sonra başlayan Arnavutluk
İsyanı’nın bastırılmasında görev aldı.

Mustafa Kemal 15 Ocak 1911’de 3. Ordu Karargâhı’ndaki görevinden alınarak; önce


5. Kolordu Karargâhında, daha sonra Selanik’te bulunan 38. Piyade Alayı’nda görevlen-
dirildi. Bu görevlerinde de başarılı hizmetler veren Mustafa Kemal Paşa, Eylül 1911’de
İstanbul’da Genelkurmay Başkanlığı bünyesindeki bir göreve tayin edildi.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gelişinden kısa bir süre sonra, 5 Ekim 1911’de
İtalyanlar Trablusgarp’a saldırarak istila etmeye başlamışlardı. Birçok genç rütbeli Türk su-
bayı gibi O da gönüllü olarak o bölgede savaşmak ve hizmet etmek için 15 Ekim 1911’de
İstanbul’dan ayrıldı. Trablusgarp’a gelişinden bir süre sonra Tobruk ve Derne bölgeleri’n-
deki gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu. 12 Mart 1912’de Derne Komutanlığı’na
getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911’de binbaşılığa terfi etti.

1912 yılı Ekim’inde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912’de
Trablusgarp’ten hareket ederek İstanbul’a geldi. 21 Kasım 1912’de Gelibolu’da bulu-
nan Bahr-ı Sefid (Akdeniz) Boğazı Kuva-yı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi
Müdürlüğü’ne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu’ya geldi. Bu arada Osmanlı orduları
Balkanlar’da süratle yenilmiş ve Mustafa Kemal’in doğduğu şehir Selanik ve diğer şehir-
lerimiz düşmanların eline geçmişti. Bulgar ordusu ilerleyerek Çatalca’ya kadar gelmişti.
Bu duruma Mustafa Kemal çok üzülmüştü. Bu cepheden bir süre sonra Bolayır Kolordusu
Kurmay Başkanlığına getirilmişti. Bu görevde iken Edirne’nin geri alınmasında da büyük
hizmetleri görüldü.

Mustafa Kemal, Balkan Harbi’nden sonra 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ateşemiliterliğine
atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme gö-
revi de kendisine verildi. Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliterliği görevi esnasında 1 Mart
1914’de Yarbaylığa terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya’da kaldı.

Mustafa Kemal I. Dünya Savaşı başlayınca Başkumandanlıktan kendisine faal bir hiz-
met istedi ise de uzun bir süre bu isteği yerine getirilemedi. Nihayet ısrarı üzerine 20 Ocak
1915 tarihinde, Tekirdağ’da teşkil edilen 15. Tümen Komutanlığına tayin edildi. Bu tayin
üzerine Sofya’dan ayrılarak İstanbul’a döndü ve hemen yeni görev yerine hareket ederek
Tümenini kurdu. Bu tümen kısa bir süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915’te
Tekirdağ’dan Maydos (Ecebat)’a nakledildi. Mustafa Kemal burada Maydos Mıntıkası
Komutanı olarak görev yaptı.

Bu arada Gelibolu Yarımadasında önemli olaylar oluyordu. İngiliz Donanması 18 Mart


1915 günü Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı
savunması karşısında başarılı olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğazı geçe-
meyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası’nı çıkarma yapmak suretiyle zorlamaya karar
verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde
Gelibolu’da 5. Ordunun kurulmasına karar vermiş ve komutanlığına da Alman Generali
108 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Liman Von Sanders’i atamıştı. Bu ordunun ihtiyatı olarak görevlendirilen Mustafa Kemal’in
19. Tümeni 18 Nisan 1915 tarihinde Bigalı’ya gelmişti.

Düşman kuvvetleri 25 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Arıburnu bölgesinden çıkar-


ma hareketine başladı. Mustafa Kemal çıkarmanın başladığını görür görmez kuvvetlerini
süratle Bigalı’ya ( Conkbayırı) sevk etmişti. Arıburnu’ndan Conkbayırı’na ilerleyen İngiliz
kuvvetleri, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilme-
ye mecbur edildiler. Nisan’da başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya itilmesine
rağmen düşman, 26-27 Nisan günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen
İngiliz askerleriyle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kah-
ramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesinde bu
üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915’de Albay’lığa terfi etti.

Arıburnu ve Seddülbahir’deki Türk kuvvetlerini yerinden sökmek ve daha sonra da


yeni bir çıkarma harekâtı yapmak amacıyla 6-7 Ağustos 1915 günleri, takviyeli kuvvetler-
le yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli
çarpışmalar oldu. Ancak Mustafa Kemal’in aldığı önlemler sayesinde düşmanın bu taar-
ruzu gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir’deki bu taarruz devam ederken
İngilizler 6 Ağustos 1915 akşamı Çanakkale’nin güney kıyılarına asker çıkararak ilerlemeye
başladı. Bu sırada Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Liman Von Sanders, “Anafartalar Grup
Komutanlığı” görevine 8 Ağustos 1919 tarihinde Mustafa Kemal’i getirdi. 9 Ağustos 1915
tarihinde ani bir saldırı düzenleyen Mustafa Kemal, düşmanları tekrar çıkarma yaptıkları
kıyılara kadar itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçen Mustafa Kemal buradaki
kuvvetleri ile beraber 10 Ağustos 1915’te tekrar taarruza geçti. Böylece düşmanın ilerle-
mesi durdurulmuş ve Anafartalar bölgesine hâkim olunmuştu. Bu muharebeler esnasında
gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve
dışında büyük bir ün sağlamış, artık “Anafartalar Kahramanı” olarak anılmaya başlanmıştı.

Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler niha-


yet 1915 yılı Aralık ayı sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale’den çekildiler. Mustafa
Kemal, 10 Aralık 1915’te Anafartalar Grup Komutanlığı’nı Fevzi Çakmak Paşa’ya bırakarak
izinli olarak buradan ayrıldı ve İstanbul’a döndü.

Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de bulunan 16. Kolordu


Komutanlığı’na atandı. Bir süre sonra bu Kolordu’nun aynı isimle Diyarbakır’da kurulması
üzerine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916’da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin
edildi. 1 Nisan 1916 günü Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır’a gelişinden kısa bir süre son-
ra 3 Ağustos 1916’da emrindeki kuvvetlerle Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçti. Yapılan
şiddetli çarpışmalardan sonra 8 Ağustos’ta Muş ve Bitlis kuvvetlerimiz tarafından ele geçi-
rildi. Tekrar Rusların eline düşen Muş’u Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasın-
da 14 Mayıs 1917’de ikinci defa Rusların elinden kurtardı.

14 Şubat 1917’de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı’na atanması üzerine Şam’a


giderek Sina Cephesi’ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917’de Diyarbakır’da 2. Ordu’ya vekâleten
komutan atandı. Tekrar Diyarbakır’a dönen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1917’de asaleten
2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihin-
de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’na bağlı olarak Halep’te kurulması kararlaştırılan
7. Ordu’nun başına getirildi. Bu cephenin komutanlığı Falkenhayn adlı bir Alman generaline
verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, 15 Ağustos 1917’de Halep’e gelerek göreve başladı. Fakat
bir süre sonra General Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât
bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 1917 Ekim
başlarında istifa mecburiyetinde kalmıştır. İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa 7 Kasım
Millî Mücadele Dönemi 109

1917’de Genel Karargâh’ta görevlendirildi. Ancak kısa bir süre sonra Veliaht Vahdettin’in
maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya
seyahatine iştirak etti. 15 Aralık 1917-4 Ocak 1918 tarihleri arasını kapsayan bu seyahat
esnasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevreleriyle tanışmış ve devrin tanınmış komutan-
larıyla görüşmüştür. Mustafa Kemal Paşa 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul’a
döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı sebebiyle Viyana ve Karlsbad’a giderek te-
davi gördü. 4 Ağustos’ta tedavisini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönmüş ve Osmanlı
Devleti’nin tahtına geçen Vahdettin tarafından, 7 Ağustos 1918’de Yıldırım Orduları Grup
Kumandanlığı bünyesindeki 7. Ordu’ya yeniden komutan atanmıştır. 15 Ağustos 1918’de
Halep’e gelen Mustafa Kemal Paşa, bu cephede İngilizlere karşı başarılı savaşlar yaptı.
Mustafa Kemal’in maharet ve dirayeti sayesinde bu cephedeki kuvvetlerimizin büyük bir
kısmı dağılmadan ve fazla zayiat vermeden Halep’e kadar geri çekilmeyi başarabilmiş-
ti. Bu arada I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefiklerinin aleyhine gelişmeye başlamıştı.
Nitekim Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke iste-
mişti. İstanbul’da da Talat Paşa başkanlığındaki hükümet istifa etmiş, yeni hükümeti Ahmet
İzzet Paşa kurmuştu. Yeni hükümet, mütareke talebinde bulunmuş ve 30 Ekim 1918’de
Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ve savaştan çekilmişti.

Mondros Mütarekesi’nin imza edildiği gün Yıldırım Ordu Grup Komutanlığına ge-
tirilen Mustafa Kemal’in artık yapacağı bir şey kalmamıştı, 7 Kasım 1918 günü Yıldırım
Ordu Grubu Kumandanlığının kaldırılması üzerine Adana’dan hareketle 13 Kasım 1918’de
İstanbul’a dönmüştü. Artık o Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir ordu komutanı idi.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri


Mustafa Kemal Paşa İtilâf Donanmasının İstanbul’a demirlediği 13 Kasım 1918 tarihinde
şehre geldiğinde, Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuş ancak meclisten henüz güvenoyu
almamıştı. Ahmet İzzet Paşa’nın kuracağı yeni bir hükümetle birçok işler yapılabileceğini
düşünen Mustafa Kemal Paşa, hemen Sadaret Konağına giderek Ahmet İzzet Paşa ile
görüşmüştü. Bu görüşmede; yeni Sadrazam Tevfik Paşa’nın meclisten güvenoyu almaması
için çalışılması ve Ahmet İzzet Paşa’nın yeniden Sadrazamlığa getirilmesi kararlaştırılmıştı.
Bu kararın alındığı günlerde Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin’le ilk görüşmesini yapmıştı. Bu
görüşmede Ahmet İzzet Paşa’nın yeniden işbaşına getirilmesi de görüşülmüştü.
Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan Vahdettin’i Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki bir
hükümeti iş başına getirmesi için ikna etmeye çalışırken, diğer taraftan da Tevfik Paşa
Hükümeti’nin meclisten güvenoyu almaması için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Bu amaçla
Fındıklı’daki meclise giden Mustafa Kemal Paşa, bazı milletvekillerini ikna ettiyse de,
yapılan oylamada Tevfik Paşa Hükümeti Meclisten güvenoyu aldı. Bu oylamadan sonra
Mustafa Kemal Paşa, 29 Kasım’da Vahdettin’le ikinci görüşmesini yaptı.
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da bulunduğu o günlerde Padişah Vahdettin’le
üçüncü bir görüşmesi daha oldu. Bu görüşmede Vahdettin, Mustafa Kemal’e Ordu içinde
kendisine karşı bir grubun varlığından bahsetmiş ve hayatına kastedecekleri endişesinde
olduğunu söyleyerek, bu konuda ondan destek istemişti. Padişahın kendisinden ısrarla
güvence istemesinin nedenini anlamayan Mustafa Kemalde “İstanbul’a yeni geldiğini, ordu
komutan ve subaylarının zat-ı şahane ile karşı karşıya olması için bir sebep bulunmadığını,
bir kötülük beklememesini” söylemişse de Vahdettin “yalnız bugünden bahsetmiyorum,
bugünden ve yarından” demiş ve “siz akıllı bir kumandansınız, arkadaşlarınızı tenvir ve
teskin edeceğinizden eminim” sözleriyle konuşmasını tamamlamıştı.
Meclis-i Mebusanı kapatmayı düşünen Padişahın, Mustafa Kemal Paşa’nın aracılığı
ile ordunun nabzını tutmayı amaçlamıştı. Nitekim “zorunlu siyasi sebeplerden” şekliyle
başlayan iradesiyle Vahdettin 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusanı kapattı.
110 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bu arada 4 Mart’ta Damat Ferit Paşa ilk kabinesini kurdu. Yeni kabine İtilaf Devletlerine
yaranmak için eski İttihatçı lider ve aydınları tutuklamaya başladı. Tutuklananlar arasında
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey de bulunuyordu.
İstanbul’da, iktidara gelme konusundaki tüm girişimleri Vahdettin ve onun hükümetlerince
boşa çıkarılan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için Anadolu’ya geçerek Saray, Hükümet
ve İtilaf Devletlerinin ulaşamayacağı bir yerde vatan mücadelesine girişmekten başka
bir çare kalmamıştı. Bu bağlamda ilk ciddi adım 20 Aralık 1918’de Mustafa Kemal’le Ali
Fuat Paşa’nın yaptıkları görüşmede atılmıştır. Bu görüşmede; “Ordunun terhisinin derhal
durdurulması, silah, cephane ve teçhizatların düşmana verilmemesi, genç ve muktedir
kumandanların kıtalar başında bulundurulması” gibi kararlar alındı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı günlerde, siyasî faaliyetlerini daha rahat
gerçekleştirebilmek amacıyla Şişli’de bir ev kiralamıştı. Paşa’nın Şişli’deki evinde yapılan
toplantılarda, sivil ve asker birçok kişiyle görüşülerek Anadolu’ya geçecek kadronun
belirlenmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki
faaliyetlerinin hükümet çevrelerinde ve hatta İngilizlerde rahatsızlık yaratacak ve onun
İstanbul’dan uzaklaşması istenecektir. Bu nedenle 7 Şubat 1919’da İstanbul’a gelen
General Allenby, 6. Ordu Komutanlığı görevinden alınan Ali İhsan Paşa’nın yerine Mustafa
Kemal Paşa’nın atanmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, merkezi Nusaybin’de bulunan
bu ordunun başına geçmesinin saf dışı ve sürgün edilmekten başka bir şey olmadığını
kavrayarak görevi reddetmişti. Bunun üzerine yaveri ve arabası alındı.

Mustafa Kemal Paşa, yine o günlerde Albay İsmet Bey’le (İnönü) Şişli’deki evinde
yapmış olduğu bir görüşmede “...hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya
geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve
beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisidir” şeklinde konuşması, Anadolu’ya resmi
veya resmi olmayan yollardan geçme kararını kesinleştirdiğini ortaya koymaktadır.

Şubat 1919 ortalarından itibaren, Mustafa Kemal Paşa’nın, Anadolu’daki ordu


birliklerinin başına komutan olarak atanmış arkadaşlarıyla daha sık bir araya gelmeye
çalıştığını ve onlara Anadolu’da takip edilecek hareket tarzı konusunda tavsiyelerde
bulunduğunu görüyoruz. Nitekim merkezi Konya Ereğlisi’nde bulunan (sonra Ankara) 20.
Kolordu Komutanlığı görevine gitmek üzere hazırlık yapan Ali Fuat Paşa ile yapmış olduğu
bir görüşmede, O’na “Kolordusunun başında bulunmasını, etrafına emniyet vermesini ve
halk ile yakından temas etmesini” tavsiye etmişti.

Rauf Bey’in de bulunduğu bir başka toplantıda ise kendisini bir görev ile tayin ettiremezse,
Anadolu’da en güvendiği bir komutana katılacağını ve işe oradan başlayacağını söylemişti.
Aynı toplantıda, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme imkânı olmayan Rauf Bey, emekli
olmaya karar vermiş ve 27 Şubat’ta emekli olmuştur. Mustafa Kemal 11 Nisan’da, merkezi
Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanlığına atanan Kazım Karabekir Paşa’yı kabul
etmişti. Bu görüşmede Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın bir an önce Anadolu’ya
geçmesini beklediğini ifade etmiş, Mustafa Kemal de “iyi olayım gelmeye çalışırım” şeklinde
bir cevap vermişti.

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçme konusundaki kararını kesinleştirdikten sonra,


bu kararı ilk kez Albay İsmet Bey’e açıklamıştır.

Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Atanması


Mustafa Kemal Paşa’nın artık Anadolu’ya geçme kararını kesinleştirdiği günlerde İtilaf
Devletleri adına İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne başvurarak Samsun ve civarında yaşayan
Rumların, Türklerin baskısı altında bulunduğunu ve Rum köylerine Türk çetelerince
Millî Mücadele Dönemi 111

saldırıldığını, Osmanlı Hükümeti’nin güvenliği sağlamaması halinde, söz konusu bölgeyi


işgal edeceklerini bildirmişlerdi. Telaşlanan ve kaygılanan Sadrazam Damat Ferit Paşa
Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Paşa’ya düşündüğü çareyi sormuş ve O’ndan “bu iş burada
Bab-ı Ali’de yoluna konamaz, asayişin bozulduğu bölgeye, bu davanın hakkından
gelebilecek, dirayetli, tecrübeli bir şahsiyeti geniş salahiyetlerle göndermek lâzımdır.
Mevcut kumandanlar arasında bu vasıflara haiz olarak hatırıma gelen de Mustafa Kemal
Paşa’dır” cevabını almıştı.

Daha sonra Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı tanımak amacıyla onunla
“Serkldoryan”da bir yemek yemişti. Bu yemekte Genelkurmay İkinci Başkanı olan Cevat
Paşa da bulunmuştu. Damat Ferit Paşa, yemek boyunca Mustafa Kemal Paşa’yla
“ülkenin güvenliği ve İngilizlerin şikâyetçi oldukları konular üzerinde” konuşmalar yapmıştı.
Konuşmalarda “Mustafa Kemal Paşa vaziyeti çok iyi idare etmiş, sadrazamın suallerini
O’nu şüphelendirmeyecek ve bilakis itimat telkin edecek şekilde cevaplandırmıştı. Mehmet
Ali Bey ile Cevat Paşa da kendilerini desteklemişlerdi. Yemekten sonra Damat Ferit Paşa
“...sizin gibi mütemayiz, genç ve kıymetli kumandanlara çok ihtiyacımız olacak” diyerek
memnuniyetini belirtmişti.

Damat Ferit Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırmak için onu
böyle bir göreve atadığını söyleyenler de vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın Genelkurmay
Başkanı olan Fevzi Paşa’yla birlikte Damat Ferit Paşa’yı iktidardan düşürmek için
çalıştıkları konusunda Ferit Paşa’ya bazı duyumlar ulaşmıştı. Bu nedenle Damat Ferit
Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermekle bir yandan İngilizlerin şikâyet
ettikleri sorunları çözmek, diğer taraftan kalmasında sakınca gördüğü Mustafa Kemal’i
İstanbul’dan uzaklaştırmayı düşünmüştü. Nitekim Mustafa Kemal Paşa anılarında bu
konuyla ilgili olarak, İstanbul hükümetlerinde kendisi için zıt fikir olduğunu söyledikten
sonra “...biri beni lehlerine kazanmağa çalışanlar, diğeri hiçbir surette itimat edilmemek
lazım olduğunu iddia edenler. Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir hak kazanmış
bilir misiniz Mustafa Kemal’e emniyet edilmez Mustafa Kemal İstanbul’da bir takım menfi
telkinler, belki hazırlıklar yapıyor, bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa
Kemal’i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli. Nihayet bu karar üzerine mutabık
kalmışlar”.

Diğer taraftan böyle bir atamada Damat Ferit Paşa, İngilizlere de Mustafa Kemal
Paşa’nın İttihatçı olmadığı konusunda güvence vermişti. Böylece İngilizler “Milliyetçi Paşa”
olarak bildikleri ve kendisinden şüphe ettikleri Mustafa Kemal Paşa’nın bu göreve atanma-
sına tepki göstermemişlerdi.

Nihayet Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Nezaretine davet
ederek, Samsun ve civarında Türklerin Rum köylerine saldırdığını anlatan bir dosyayı eli-
ne tutuşturmuş “...Ben Sadrazam (Damat Ferit Paşa) ile görüştüm. Sizi münasip gördük”
demiştir. Bu görüşmeden sonra Harbiye Nezareti Mustafa Kemal Paşa’yı Dokuzuncu Ordu
Müfettişliğine tayin etmiş ve Padişahtan irade alınması için sadaret makamına yazmıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın atama kararnamesi 30 Nisan 1919’da Padişah tarafından


onaylanmış ve 5 Mayıs’ta da dönemin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak
yürürlüğe girmişti. Bundan sonra da Mustafa Kemal Paşa, Müfettişlik göreviyle ilgili görev ve
yetkilerini belirleyecek olan bir talimatnamenin hazırlanması için Genelkurmay’da bulunan
yakın dostlarıyla çalışmalara başladı. Nitekim 9. Ordu Müfettişliği (15 Haziran’dan itibaren
3. Ordu olarak değişecektir) unvanı altında, kullanacağı yetkileri içeren talimatnameyi,
Genelkurmay İkinci Başkanı Diyarbakırlı Kazım Paşa ile birlikte hazırladı. 6 Mayıs 1919
tarihinde Harbiye Nezaretince kendisine verilen bu talimatnameye göre Mustafa Kemal
112 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Paşa’nın görevleri sadece askerî görevler değil aynı zamanda da mülkîdir. Bu müşterek
görevler şunlardı;

1) Görevleri
a) Görev bölgesinde asayişi ve huzuru yeniden sağlamak ve asayişsizliğin se-
beplerini belirlemek.
b) Görev bölgesinde, değişik yerlerde bulunan silah ve cephaneleri bir an evvel
toplattırmak, bunları münasip depolara yığmak ve koruma altına aldırmak.
c) Görev bölgesi içerisinde, değişik yerlerde bir takım şuraların (kurul-küçük
danışma meclisi) kurulduğu, bunların asker topladıkları ve gayri resmi
olarak da ordunun bunları koruduğu belirtilerek, bu şuraların faaliyetlerinin
önlenmesi ve lağvedilmesini sağlamak,

Mustafa Kemal Paşa’nın bu görevleri yapabilmesi için yetki ve görev bölgesi talimat-
nameye göre şöyle belirlenmişti;

2) Kendisine doğrudan bağlı askerî birlikler: İki Fırkalı (Tümen) olan üçüncü ve dört
fırkalı olan 15’nci Kolordular Müfettişlik emrine verilmiştir
3) Müfettişlik bölgesi
a) Müfettişlik bölgesi, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleri ile Erzincan ve
Canik (Samsun) müstakil sancakları
b) Müfettişlik bölgesine komşu vilayet, sancak ve askerî birlikler
c) Vilayet ve sancaklar: Diyar-ı bekir, Bitlis, Mamure’ül aziz (Elazığ), Ankara,
Kastamonu vilayetleri ile Kayseri ve Maraş sancakları
d) Bu vilayetlerde ve sancaklarda bulunan 1., 12., 14, 17. ve 20. Kolordular,
göreviyle ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa’nın bütün emir ve taleplerini kabul
edecek ve yerine getireceklerdi.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal’e verilen yetki oldukça geniş tutulmuştur. Ancak yine
talimatnamede belirtilen Mustafa Kemal Paşa’dan yerine getirmesi istenen görevlere bakıl-
dığında, bu görevlerin ancak böyle geniş bir yetkiyle yerine getirilebileceği anlaşılır.

Talimatname konusunda Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta şunları söylemektedir:

“Bu geniş yetkinin, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya


gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade
etmeliyim ki, onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa
olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe Samsun ve
dolaylarındaki güvensizlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun’a gitmek
idi. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu
ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmayda bulunan ve benim
maksadımı bir dereceye kadar sezmiş kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular;
yetki konuş talimatını da ben kendim yazdırdım...”

Talimatnamenin hazırlanmasından sonra artık Mustafa Kemal Paşa’nın Müfettişlik


Karargâh subaylarını belirleme çalışmalarına başladığını görüyoruz. Bu kişilerin belirlen-
mesinde Mustafa Kemal Paşa büyük hassasiyet göstermiştir. 9. Ordu Müfettişliği Karargâhı,
Mustafa Kemal’in dışında 18 kişiden oluşuyordu.
Millî Mücadele Dönemi 113

Mustafa Kemal Paşa, 15 Mayıs 1919’da Babıâli’ye gitmiş Hükümet üyeleriyle görüş-
müştür. İzmir’in işgalini öğrenmiş bulunan endişeli ve üzgün görünen hükümet üyelerinin
hâlihazırdaki durumu ve düşündüklerini sormaları üzerine onlara yılgınlık değil, kahraman-
lık göstermelerini tavsiye etmiştir.

Yine Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareketinden önce vedalaşmak için Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye’ye gitmiş ve orada eski ve yeni Genelkurmay başkanları olan Fevzi
(Çakmak) ve Cevat (Çobanlı) Paşalarla görüşmüş ve onlarla Anadolu’da girişilecek bir ha-
reket için beş maddelik bir program hazırlamıştır. Bu programda şu esaslar bulunmaktaydı.

1) Anadolu’da üç Ordu Müfettişliği teşkil edilecek,


2) Silahlar teslim edilmeyecek,
3) Anadolu’da bir Millî Mücadele vücuda getirilecek,
4) Kuvâ-yı Milliye (Millî Kuvvetler) teşkil edilecek,
5) Mukabil (karşı) taarruza geçilecek.

Arkadaşlarınca da uygun görülen bu programla ilgili olarak Mustafa Kemal şöyle söy-
leyecektir: “Zaten ben bunu tahakkuk ettirmek için Anadolu’ya gidiyorum. Kahraman mille-
timin sinesinde hayatımı feda edinceye kadar çalışacağım. “

İstanbul’dan ayrılmadan önce Mustafa Kemal’in ziyaret ettiği bir diğer arkadaşı Fethi
Bey’dir. İttihatçılık suçlamasıyla Damat Ferit Paşa Hükümeti’nce tutuklanarak Bekirağa
Bölüğü’nde bulunan Fethi Bey’i ziyaretinde Mustafa Kemal O’na şöyle diyecektir: “Babıâli
ve Saray benim hakkımda derin bir gaflet içerisinde bulunuyorlar, meseleden İngilizlerin
henüz haberi yoktur”.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan ayrılmadan önce ziyaret ettiği son kişilerden
birisi de Padişah Vahdettin’dir. Mustafa Kemal’in Padişahla yaptığı bu son görüşme 15
Mayıs 1919’da gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın anılarında ayrıntılarıyla anlatılan
bu görüşmenin en dikkat çekici yönü, Vahdettin’in “ Paşa, paşa şimdiye kadar devlete çok
hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, (elini demin bahsettiğim kitabın üzerine
bastı ve ilave etti) tarihe geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım.
Dikkatle ve sükûnla dinliyordum.) Bunları unutun dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet
hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin” demesidir.

Bazı kesimlerce Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’da bir Millî Mücadele
başlatmak amacıyla göndermiş olduğunun delili olarak gösterilen bu konuşmada aslında
kastedilen Mustafa Kemal Paşa’nın görev bölgesi olan “Doğu Anadolu’dur”. Çünkü henüz
işgal edilmemiş olan bu bölgenin karışıklıklar içinde olduğu ve Mondros Mütarekesi’nin
7 ve 24. maddesi gerekçe gösterilerek işgal edilmesi söz konusu olabilirdi. Bu nedenle
Padişah, bu sözlerle Mustafa Kemal Paşa’nın resmi görevi olan asayişin sağlanması ve
orduyu terhis etmenin önemini vurgulamaktan öte bir şey dememiştir.

İster İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, ister Doğu Karadeniz bölgesinde çıkmış olan
karışıklıkları gidermek amacıyla olsun, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilmesi, Türk
milleti için büyük bir şans olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Çıkışı ve Faaliyetleri


9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’daki tüm hazırlıklarını tamamlamış bulun-
duğu için bir an önce Anadolu’ya geçmek için Samsun’a gitmek istiyordu. Müfettişlik emrine
Osmanlı Denizcilik İşletmesinin küçük bir gemisi olan Bandırma Vapuru verilmişti.
114 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

16 Mayıs 1919 günü Samsun’a hareket etmek için Galata rıhtımına gelen Mustafa
Kemal Paşa’ya, yanında bulunan Rauf Bey, tutuklanacağı konusunda bir istihbarat aldığını
belirtmiş ve seyahatini tehir etmesini söylemişti. Nutuk’ta Atatürk bu konuda şunları
söylemektedir:

“İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma
gelmişti. Bineceğim vapurun takip edileceğini ve beni İstanbul’da iken tutuklamadıklarına
göre, belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir bir yerden işitmiş, onu haber verdi. Ben
İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ettim ve hareket ettim...”

16 Mayıs’ta İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde


Samsun’a geldi.

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığında olayları şöyle değerlendirir:

“Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı


ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Büyük
savaşın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda.

Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış, alınmakta...

İtilaf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer


bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da, Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş,
Ayıntap (Antep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî
birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve
memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet konuşmamıza başlangıç olarak ele aldığımız
tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletlerinin uygun bulması ile Yunan
ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli ve açıktan açığa
kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye
çalışıyorlar.”

Mustafa Kemal Paşa, vatanın ve milletin karşı karşıya kaldığı bu tehlikeleri ortadan
kaldırmak amacıyla bazı cemiyetlerin ve kişilerin öngördüğü kararların hiçbirinde bir isabet
görmediğini Nutuk’ta geniş olarak anlatıyor ve kendisinin öngördüğü ciddi ve gerçek kararı
şöyle belirtiyordu:

“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. 0 da millî hâkimiyete dayanan,
kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.

İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu


topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da kaldığı sürece yaptığı diğer bazı faaliyetleri de
şunlardır:

1) İzmir’in işgali dolayısıyla Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya 20 Mayıs 1919’da çektiği
telgraf. Bu telgrafında Mustafa Kemal “İzmir’in Yunan askeri tarafından işgali
olayı, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu düşünülmeyecek ve tarif
edilmeyecek derecede içten yaralamıştır.” demiş ve sözlerinin devamını da “Ne
millet ve ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu haksız tecavüzü sindirmeyecek
ve kabul etmeyecektir.” şekliyle sürdürmüştür.
Millî Mücadele Dönemi 115

2) Her ikisi de Anadolu’da birer Kolordu Komutanı olan yakın arkadaşları -daha
İstanbul’da iken Anadolu’dan başlatılacak bir hareket konusunda planlar ve programlar
yaptığı- Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa’ya Anadolu’ya geçtiğini belirttiği
telgraflar. 21 Mayıs 1919’da Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa’ya çektiği telgrafında “Genel durumumuzun almakta olduğu
tehlikeli şekilden çok üzüldüğünü ve elem duyduğunu, millet ve memlekete
borçlu olduğu bu vicdani görevin, ortak bir çalışmayla yerine getirilebileceğine
inandığını” belirtmiş ve buradaki işlerini bitirdikten sonra en kısa zamanda
Erzurum’a geleceğini bildirmiştir. 23 Mayıs 1919’da da Ankara’da bulunan 20.
Kolordu Komutanı’na çektiği telgrafta, “Samsun’a geldiğini, kendisi ile daha sıkı
ilişkiler kurmak istediğini ve İzmir dolaylarına ait bilgileri ve haberleri kendisine
iletmesini” istemiştir.

3) Samsun’da bulunan İngiliz temsilci Yüzbaşı Hörst ve diğer yabancı subaylarla


yaptığı görüşme. Bu görüşmede Yüzbaşı Hörst; “İzmir’in işgali konusu üzerine
yaptığı konuşmada “Osmanlı Devleti’nin kendi kendini idare edemeyeceğini,
bunun için birkaç sene ecnebi müdahale ve vesayetine ihtiyaç duyduğu kanaatinde
olduğunu” söyler. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa İngiliz Yüzbaşısına
“Türklerin yabancı idareden hoşlanmadığını, işgale de razı olmadığını “milletin
bugün yekvücud olup Hâkimiyet-ı Milliye esasını hedef edindiği” cevabını verir.

Görülüyor ki Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da bulunduğu sürece yaptığı bu


çalışmalarla, normal müfettişlik görevinin çok ötesinde bir misyon üstlenmiş ve vatanın
kurtarılması konusundaki faaliyetlerinin ve çabalarının ilk izlerini burada vermiştir.

Samsun’un İngiliz işgalinde olması, şehirde Rum çetelerinin ve silahlı adamların varlığı,
çok sayıda yabancı kontrol subay ve memurlarıyla ajanların bulunması, bu şehri Mustafa
Kemal için güvenli kılmamaktaydı. O bir an önce Anadolu’nun daha iç kısımlarına girmek
ve halkla temasa geçmek, onları yaklaşmakta olan tehlikelere karşı uyarmak ve silahlı bir
direnişe davet etmek gibi asli vazifesini yerine getirmek istiyordu. Müfettişlik bölgesi içinde,
göreviyle ilgili incelemelerde bulunmak amacıyla iç kısımlara geçmek istediğini 24 Mayıs’ta
İstanbul’a bildiren Mustafa Kemal Paşa önce Havza’ya geldi.

Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki Faaliyetleri ve Havza Genelgesi


25 Mayıs 1919’da Havza’ya gelen Mustafa Kemal Paşa, ertesi günü kendisini ziyarete gelen
Havza’nın ileri gelenlerine “Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız, memleketi
kurtaracağız” diyerek onlara ümit ve cesaret vererek, maneviyatlarını yükseltmeye çalıştı.

Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı olarak vatanımızın işgal edilmesi ve bu


işgallerin her geçen gün artması ve genişlemesi karşısında, teslimiyetçi ve suskun bir
politik tutum takınan İstanbul’daki hükümetin bu kayıtsızlığı karşısında Mustafa Kemal
Paşa harekete geçmişti. Özellikle Yunanlıların İzmir’den sonra Manisa ve Aydın’ı da işgal
etmesi ve bu işgalleri esnasında yaptığı saldırı ve zulümlerin halkımızca bilinmediğini, bu
nedenle milleti aydınlatmak, millî tepki ve şikâyetlerini harekete geçirmek istedi. Mustafa
Kemal Paşa, Türk milletini uyardığı ilk genelgesini Havza’dan çekmiştir.

28 Mayıs 1919 tarihinde valilere ve bağımsız mutasarrıflıklar ile Erzurum’daki 15.


Kolordu, Ankara’daki 20. Kolordu, Diyarbakır’daki 13. Kolordu Komutanlıklarına ve
Konya’daki 2. Ordu Müfettişliğine bir genelge göndermişti. Bu genelge şöyledir:

“İzmir’in ve maalesef bunun arkasından da Manisa ve Aydın’ın işgali, gelecekteki


tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe
116 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir. Yaşayışımızda ve millî


bağımsızlığımızda gedikler açan işgal ve ilhak gibi olaylar, bütün millete kan ağlatmaktadır.
Izdıraplar dindirilemiyor, sindirilmesi ve katlanılması mümkün olmayan bu duruma
derhal son verilmesinin bütün medeni milletlerle büyük devletlerin adalet ve nüfuzundan
sabırsızlıkla beklendiğini göstermek maksadıyla, önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli
illere göre, Pazartesi başlayıp Çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere, büyük
ve heyecanlı mitingler yapılarak Millî gösterilerde bulunulması, bunun bütün kasaba ve
köylere kadar yaygınlaştırılması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıâli’ye etkileyici
telgraflar çekilmesi...”

Millî Mücadelemizde “Havza Genelgesi” olarak bilinen bu genelgeden sonra, başta


İstanbul’da düzenlenen altı büyük miting olmak üzere ülkenin değişik bölgelerinde 100’e
yakın miting ve gösteri düzenlenmiştir. Bunun üzerine Harbiye Nezareti Mustafa Kemal’e
31 Mayıs’ta bir telyazısı göndermiştir. Bu yazıda İngiltere Fevkalade Komiserliği’nin
Harbiye Nezaretine bir nota verdiği belirtilerek olup bitenler hakkında Mustafa Kemal’den
açıklama yapması isteniyordu. Bu konuda İstanbul’a gönderdiği raporda Mustafa Kemal
Paşa şunları söylemişti:

“...Ancak, milletin bağımsızlığı ve varlığını tehlikeye düşüren işgal, cana kıyma ve


zulüm gibi İzmir bölgesinde görülmekte olan olayların ve benzerlerinin tekrarlanmasına
karşı, ne milletin heyecanını ve içindeki acıları ne de bundan doğacak millî gösterileri
engelleyip durdurmak için kendimde ve hiç kimsede bir güç ve kudret göremeyeceğim”.

Yine Mustafa Kemal Paşa, 29 Mayıs’ta Kolordulara gönderdiği bir yazıda:


“memleketin her taraftan istilâya uğrayabileceğini böyle bir durum olduğunda çete
teşkilâtından yararlanılabilineceğini, ayrıca düzenli kuvvetlerin dağıtılmaması ve derli toplu
bulundurulmasının gerekli olduğunu” bildirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, 5 Haziran 1919’da ise yine Havza’dan, Paris Barış Konferansı’nda
Osmanlı Devleti’ni temsil edecek olan Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya konferansta
öncelikle savunması gerekli olan hususları işaret etmiştir. Bu telgrafında Mustafa Kemal
Paşa, özellikle iki noktanın büyük önem arz ettiğini söylemiştir. Bunlardan ilki, “devlet ve
milletin mutlak olarak tam bağımsızlığı” ikincisi ise “vatanın ana topraklarında çoğunluğun
azınlığa feda edilmemesidir.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki son faaliyetleri ise, Havza’daki silah depolarını
boşalttırarak, bunları evlere taşıtması ve Mondros Mütarekesi hükümlerine göre
toplattırılarak İstanbul’a gönderilmek üzere o bölgeye getirilmiş olan 3. Kolorduya ait 10.000
kadar sürgü kolu ve 12 kadar top kamasına el koydurmasıdır.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a Geri Çağrılması


Mustafa Kemal Paşa’ya verilen geniş yetkilerden bilgisi olmayan ve kendisiyle birlikte
seçkin ve kalabalık bir heyetin Anadolu’ya gönderilmesinden rahatsızlık duyan İngilizlerin
Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Milne, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı
19 Mayıs 1919’da Harbiye Nezareti’nden “Dokuzuncu Ordunun daha önce dağıtılmış
olmasına rağmen neden bu orduya yeni bir komutan gönderilmiş olduğunu” sormuştu.
Harbiye Nezareti’nden verilen cevapta, bu bölgede bir ordu müfettişliği kurulduğu, buraya
gönderilen müfettişin o bölgede geniş bir sahaya yayılmış olan askerî birliklerin hareketlerini
denetlemek ve bu birliklere ait silah, sürgü kolu ve top kamalarının toplamak ve İstanbul’a
göndermek gibi görevleri yerine getireceği belirtilmişti. Fakat İngilizler, Mustafa Kemal
Paşa’nın bilhassa Havza’daki faaliyetlerini, orada bulunan kontrol memurları ve ajanları
Millî Mücadele Dönemi 117

kanalıyla öğrenmişlerdi. Nitekim 6 Haziran’da tekrar Harbiye Nezareti’ne gönderilen bir


yazıda General Milne, Mustafa Kemal Paşa gibi seçkin bir generalin, kurmay heyeti ile
birlikte memleket içinde dolaşmasının, kamuoyunda rahatsızlık yarattığını söyleyerek, bu
generalin askerlik bakımından da iş görmesinin gerekli görülmediği ve bu nedenle Mustafa
Kemal Paşa ve kurmay heyetinin geri çağırılmasını istemişti. Harbiye Nazırı’nın durumu
açıklayan yazısı bir işe yaramamıştı.

AMASYA TAMİMİNİN HAZIRLANMASI ve İLÂNI


12 Haziran 1919’da Havza’daki çalışmalarını tamamlayan Mustafa Kemal Paşa, iç kısımda
kalan Amasya’nın daha güvenli yer olacağını düşündüğünden Havza’dan ayrılmış ve
Amasya gelmişti. Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler Amasya’nın sivil ve askerî ileri
gelenleriyle kalabalık bir halk topluluğu tarafından samimi bir şekilde karşılanmışlardı.

Amasya’ya geldiği günün akşamında Hükümet Konağı’nda Amasyalılara hitaben bir


konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa şunları söylemiştir:

“Aziz Amasyalılar

Padişah ve Hükümet, İtilaf Devletlerinin elinde esir vaziyettedir. Memleket, elden


gitmek üzeredir. Bu kötü vaziyete çare bulmak için sizlerle işbirliği yapmaya geldim. Hep
beraber aziz vatanımızı ve istiklâlimizi kurtarmak için gayretlerimizle çalışacağız....

...vatanı en son kayasına kadar müdafaa edeceğiz, Allah milletimize mağlubiyeti


gösterirse, bütün evlerimizi, mallarımızı ateşe vererek ve vatanı bir harabezara çevirerek
boş bir çöl halinde düşmana bırakacağız

Amasyalılar, buna hep beraber yemin edelim.”

Mustafa Kemal Paşa Amasyalılara yaptığı konuşmada, müdafaa-i hukuk cemiyetinin


kurulması ihtiyacından söz etmişti. Bu konuşmayı takip eden gün, kentin nüfuz sahibi kişi-
leri tarafından bir toplantı tertip ederek “Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” kurulmuş ve
Müftü Abdurrahman Kâmil Efendi, cemiyet başkanlığına getirilmişti.

Öte yandan 15 Haziran 1919’da Harbiye Nezareti, aldığı bir kararla Anadolu’da üç
ordu müfettişliği kurmuş, Mustafa Kemal Paşa’nın görev yaptığı 9. Ordu Müfettişliği’ni 3.
Ordu Müfettişliğine dönüştürmüş, Paşa’nın unvanını da 3. Ordu Müfettişi olarak değiştir-
mişti.

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta Amasya Tamimi’ne kadar olan faaliyetlerini şöyle
değerlendirir:

“Anadolu’ya geçeli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün ordu birlikleriyle temas
sağlanmış; millet mümkün olduğu kadar aydınlatılarak dikkatli ve uyanık bir duruma
getirilmiş, millî teşkilât kurma düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Genel durumu artık bir
komutan ile yürütüp yönetmeye devam imkânı kalmamıştı. Yapılan geri çağırma emrine
uymamış ve onu yerine getirmemiş olmakla birlikte, millî teşkilât ve hazırlıkların yönetimine
devam etmekte olduğuma göre, şahsen âsî duruma geçmiş olduğuma şüphe edilemezdi.
Bundan başka ve özellikle girişmeye karar verdiğim teşebbüs ve faaliyetlerin bir an önce
şahsî olmak niteliğinden çıkarılması mutlaka, bütün bir milletin birlik ve dayanışmasını
sağlayacak ve temsil edecek bir hey’et adına olması gerekli idi.”

İşte Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta da ifade ettiği gibi hareketi millete yaymak, millî
birlik ve beraberliği sağlayacak bir heyetin, meseleye sahip çıkmasını sağlamak gerekli hale
118 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

gelmişti. Bu nedenle Amasya’da bir çalışma başlatıldı. Önce 18 Haziran 1919’da Edirne’de
bulunan 1. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya bir telgraf çeken Mustafa Kemal Paşa,
bu telgrafında Anadolu ve Rumeli’deki millî kuruluşların birleştirilmesi gerektiğini, bunun
için de Sivas’ta umumi bir millî kongre toplanacağını ve kuvvetli bir merkez heyetinin
kurulması için Sivas’a iki kişinin yollanmasını istedi. Bu düşüncesini daha da geliştirmek ve
genelleştirmek üzere o sıralarda Amasya’ya gelmiş bulunan arkadaşlarıyla görüşmelerde
bulundu.

Millî Mücadele’mizin önemli üç tanınmış siması, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet
Paşa, Mustafa Kemal’le Havza’da buluşmak için yola çıkmışlardı. Ancak o günkü şartlarda
bu buluşma 19 Haziran 1919’de Amasya’da gerçekleşmişti. İşte Türk Millî Mücadelesi’nin
önder kadrosu diyebileceğimiz bu insanlar 19 Haziran’dan 22 Haziran’a kadar devam
eden bir toplantı yaptılar. Toplantıya; 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Eski Bahriye
Nazırı Rauf Bey ve 3. Kolordu Komutanı Albay Refet (Bele), Albay Arif (Ayıcı) Bey, Albay
Selahaddin Bey, Samsun Mutasarrıfı Hamit Bey ve Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Albay
Kâzım Bey katılmıştı. O sıralarda Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa ve Konya’da bulunan 2. Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa, uzaklık
yüzünden toplantıya katılamamışlarsa da kendilerine toplantının gidişi ve kararlar hakkında
bilgi veriliyordu. Nitekim her iki paşa da alınan kararları benimsediklerini ve desteklediklerini
belirten telgraflar gönderdiler.

Mustafa Kemal Paşa tarafından dikte ettirilen ve toplantıya katılan Millî Mücadele ön-
derlerince de imzalanan kararlar 21-22 Haziran gecesi “mülkî ve askerî” makamlara bildiril-
di. Atatürk Nutuk’ta bu tamimin esas noktalarını şöyle sıralamıştır:

1) Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir.


2) İstanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirmemektedir.
Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor.
3) Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4) Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını
gür sesle cihana duyurmak için her türlü baskı ve kontrolden uzak millî bir heye-
tin varlığı zaruridir.
5) Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta hemen millî bir kongrenin
toplanması kararlaştırılmıştır.
6) Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin
mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir.
7) Her ihtimale karşı, bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler, gereğinde
yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8) Doğu illeri adına, 23 Temmuzda Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe
kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi’nin
üyeleri de Sivas Genel Kongresi’ne katılmak üzere hareket ederler.

Amasya Tamimi’nin diğer esaslarına göre; Sivas Kongresi için seçilecek delegeler,
Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetleri, belediyeler ve bu gibi diğer kuruluşlar tarafından
belirleneceklerdi. Seçilen kişilerin isimleri ve hareket tarihleri bildirilecekti.

Amasya Tamimi’nin yayınlanmasından önce İstanbul’daki hükümet yetkileri bir kez


daha Mustafa Kemal Paşa’yı müfettişlikten alma hususunda girişimde bulundular. 21
Haziran 1919’da Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya şifre
yazısı göndererek, Mustafa Kemal Paşa’nın yerine vekâleten tayin edileceğini belirterek
Millî Mücadele Dönemi 119

15. Kolordu Komutanlığına kimi tavsiye edeceğini sordular. Kâzım Karabekir Paşa 22
Haziran’da bu yazıya cevap vermiş ve şöyle demişti:

“Şu anda benim Erzurum’dan ayrılmam doğru değildir. Esasen Kolorduya da vekâlet
edecek münasip bir kimse yoktur. Ancak, değerli komutanların birer bahane ile işbaşından
uzaklaştırılması bizim mahvımızı çabuk hale getirecektir. Eğer sıhhi durumunun görev
yapmasına engel olmasından başka bir sebep yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın görevden
alınması tehlikeli olacaktır.”

Amasya Tamimi’nin Önemi


Amasya Tamimi, siyasî ve hukukî yönden büyük önem taşıyan tarihi bir belgedir. Bu tamim
ile Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin hedefini, stratejisini ve
yöntemini belirlemiştir. Amasya Tamimi bir bağımsızlık bildirisidir. Bu tamimle istiklâl me-
şalesi yakılmıştır.

Amasya Tamimi, millî egemenliğe dayalı yeni bir Türk Devleti’nin kurulması yolunda
atılan ilk adım olmuştur. Bu tamim ile millet egemenliği üzerinde durulmuş, vatanımızın
uğradığı haksız işgaller ve haksızlıklara karşı, Türk milletinin duygularına tercüman
olunmuştur.

Bu tamim, Türk milletini karşı karşıya kaldığı büyük tehlike konusunda uyarmış ve milleti
göreve davet etmiştir. Tamim; milleti, vatanına ve istiklâline sahip çıkmaya çağırmakta,
milleti kendi geleceğiyle ilgili bir konuda söz sahibi yapmaya çalışmaktadır. Millî irade ve
millî hâkimiyet düşüncesini millete mal etme yolunda ilk adım olmuştur.

Bu tamim, millet ve memleket meselelerine sahip çıkacak bir millî heyetin kurulmasını
söz konusu etmekle, millî birlik ve beraberlik içerisinde millete dayanan bir mücadeleyle
başarıya ulaşılacağının mesajlarını vermektedir.

ERZURUM KONGRESİ ve KARARLARI


(23 Temmuz – 7 Ağustos 1919) Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a Gelişi ve
Askerlikten İstifası
Amasya’daki faaliyetlerini tamamlayan Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a gitmek üzere 25
Haziran’da bu şehirden ayrıldı.

Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler 3 Temmuz 1919 tarihinde halkın ve askerlerin


içten gelen samimi gösterileri arasında Erzurum’a girdiler. Kendisini karşılamaya gelenler
arasında Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetinden bir heyet ile 15. Kolordu Komutanı
Kâzım Karabekir Paşa ve maiyeti de vardı. Geceyi Kolordu binasında geçiren Mustafa
Kemal Paşa, ertesi gün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini ziyaret etmiş ve orada kaldığı iki saat
müddetle Erzurum’da toplanacak olan Kongre çalışmaları üzerine konuşmuşlardır.

Daha sonra Erzurum’da bulunan yakın arkadaşlarıyla bir toplantı yapan Mustafa Kemal
Paşa burada yaptığı konuşmada ülkenin ve devletin içinde bulunduğu durumu açıklamış ve
takip edilmesi gereken yolu göstererek millî hâkimiyete dayanan kayıtsız şartsız, müstakil Türk
devleti teşkil etmek için, vakit kaybetmeden teşkilâtlanmanın şart olduğunu, hareketin başına
geçecek kişinin belirlenmesi gerektiğini, bunun kendisi ya da bir başkası da olabileceğini
söylemiş ve bu konuda bir karar almalarını istemişti.

Bu arada İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetlerini kendi varlığı için
tehlikeli bularak, İngilizlerin de isteğiyle onu İstanbul’a çağırma konusunda yeni teşebbüslere
girmişti. Öncelikle yumuşak bir siyaset takip edilerek Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a davet
120 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

edildi. Hatta 5 Temmuz’da Harbiye Nazırı bizzat makine (telgraf) başında Mustafa Kemal
Paşa’yla konuştu. Mustafa Kemal Paşa’dan İstanbul’a dönmesi ricasında bulundu, şeref ve
haysiyetinin korunacağını, hayat ve istikbalinin güvence altında olduğunu söyledi. Padişah
ve İtilaf Devletleri temsilcilerinin de kendisinin İstanbul’a dönmelerini beklediğini söyledi.
“Vatan ve milletin selametine hizmet etmekten başka bir amacının olmadığını” söyleyen
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a dönmeyeceğini bildirdi.

7-8 Temmuz 1919 gecesi yeniden telgraf başına çağrılan Mustafa Kemal Paşa, Saray
Başkatibi Ali Fuat Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’le iki telgraf yazışması yapmıştır.
Bu yazışmalarda Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a dönmesini, şayet isterse
Anadolu’nun bir yerinde olayların yatışmasına kadar izin alabileceğini, eğer İstanbul’a
dönmek isterse de İngilizler tarafından kendisine yönelik hiçbir olumsuz davranışta
bulunulmayacağına dair teminat verildiğini belirtmişti. Bir saat kadar devam eden bu
yazışmalar sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a dönmeyi reddedince karşı taraftan
“O halde resmî vazifeniz sona ermiştir” denildi. Aynı gece İstanbul’da bulunan Genelkurmay
Başkanı olan dostu Cevat Paşa’dan kendisinin ordudan da çıkartılacağını öğrenen Mustafa
Kemal Paşa, 7-8 Temmuz gecesi Harbiye Nezareti ve saraya çektiği telgraflarla “resmi
görevinden ve askerlikten” istifa ettiğini bildirdi.

Mustafa Kemal Paşa 9 Temmuz günü de Türk milletine durumu açıklayan bir beyan-
name yayınlayarak şunları söylemiştir:

“Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni


emellerine baş eğmemek için millî mücadele uğrunda milletle beraber serbest suretle
çalışmağa resmî ve askerî sıfatım artık mani olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için
milletle beraber nihayete kadar çalışmağa mukaddesatım namına söz vermiş olduğumdan
dolayı pek çok sevdiğim askerlik mesleğime bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra
mukaddes millî gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir ferdi
mücahid suretiyle bulunmakta olduğumu tamimen arz ve ilân eylerim”.

İstifasından bir müddet sonra arkadaşı ve müfettişlik kurmay başkanı olan Kâzım
(Dirik) Bey, koltuğu altındaki dosya ile içeri girerek, Paşam askerlikten istifa ettiğinize göre
bundan sonra benim vazifede devam etmeme imkân kalmadı, evrakı kime teslim etmemi
emir buyurursunuz diyerek bir vefasızlık örneği gösterdi. Ancak bu tür olumsuz hareketlerin
devamı gelmedi. Aksine Mustafa Kemal Paşa’ya sahip çıkan ve onu böylesi bir durumda
dahi destekleyenler çok oldu. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi 15. Kolordu Komutanı
Kâzım Karabekir Paşa’dır.

Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın ordu müfettişliği ve askerlikten ayrıldığı gün ziyaretine
geldi. Beraberinde kalabalık bir subay kadrosu da bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın
bulunduğu odaya giren Kâzım Karabekir Paşa, hazır ol vaziyetinde Mustafa Kemal
Paşa’yı asker selamıyla selâmlamış ve “bundan sonra kolordum ve ben emirlerinizi eskisi
gibi yerine getirmeyi bir şeref bileceğiz” demiştir. Bu sözler ve olayın geçtiği o anlar millî
mücadelemizin bir dönüm noktası olmuştur.

Diğer taraftan Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti Erzurum şubesi,
10 Temmuz 1919’da, Cemiyetin “Heyet-i Faale” reisliğine Mustafa Kemal Paşa’nın, ikinci
reisliğine de Rauf Bey’in getirilmesini arzulayan bir teklif yazısı hazırlamış ve bunu Mustafa
Kemal Paşa’ya ve Rauf Bey’e sunmuşlardı. Böylece Erzurumlular Mustafa Kemal Paşa’ya
en büyük desteği vermişlerdi.

Mustafa Kemal’i bu zor günlerinde en çok teselli eden yakın arkadaşı Rauf Bey olmuştu.
Rauf Bey de millete hitaben yayınladığı bir genelgeyle “vatanın ve milletin kurtuluşu ve
Millî Mücadele Dönemi 121

istiklâli sağlanıncaya kadar Mustafa Kemal Paşa’nın yanında bulunacağını ve nihayete


kadar onunla çalışacağını” belirtmişti.

Kongre Hazırlıkları ve Kongre Çalışmaları


Erzurum’da bir kongre toplanması düşüncesi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye
Cemiyeti Erzurum şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyetinin ortak bir düşünce ve
çabasının bir sonucudur. 30 Mayıs 1919’da her iki cemiyet Doğu Anadolu ve Karadeniz böl-
gesinin birlik halinde hareket etmesi, bölgeye yönelik Ermenilik ve Rumluk emellerine kar-
şı çareler düşünmek ve tedbirler almak amacıyla “ortak bir kongre” yapılması hususunda
karar almışlardı. Alınan karara göre kongre 10 Temmuz 1919’da Erzurum’da toplanacaktı.

Ancak delegelerin büyük bir kısmının Erzurum’a ulaşamamış olmasından dolayı 10


Temmuz’da çalışmalarına başlayamayan Kongrenin Miladi takvime göre II. Meşrutiyet’in
ilanının 11. yıldönümüne denk gelen 23 Temmuz 1919’da açılmasına karar verilmişti.
Mustafa Kemal Paşa, gerek kendisinin gerekse Rauf Bey’in kongreye Erzurum’dan
delege seçilerek katılmalarının sağlanmasını istemekteydi. Ancak böylece kongrede etkili
olunabilirdi. Fakat Erzurum’da delege seçimleri yapılmış ve delegeler belirlenmişti. Bununla
beraber Mustafa Kemal Paşa’nın isteği yerine getirilmiş, Erzurum delegesi seçilen Binbaşı
Kâzım Bey ve Dursun Beyzade Cevat Bey delegelikten istifa etmişler ve onların yerlerine
Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey Erzurum delegeliğine getirilmişlerdir. Böylece Mustafa
Kemal Paşa’nın kongreye asli delege olarak katılabilmesinin yolu açılmış oldu.

Erzurum Kongresi, 54 delegenin katılımıyla 23 Temmuz 1919 Perşembe günü,


Sultanî Mektebi’nde (Erzurum Lisesi), çalışmalarına başladı. Kongrede Erzurum Müdafaa-i
Hukuk-u Milliye Cemiyeti Başkanı ve Erzurum delegesi Hoca Raif Efendi bir açılış
konuşması yapmış daha sonra da kongre başkanlığı için seçimlere geçilmişti. Mustafa
Kemal Paşa, Karabekir Paşa’nın da önermesiyle kongre başkanlığı için aday olmuş ve
katılan delegelerin 38’inin oyunu alarak başkanlığa seçilmişti. Daha sonra kürsüye gelen
Mustafa Kemal Paşa uzunca bir konuşma yaparak; “kuvvetini millî iradeden alacak
sorumlu bir hükümetin de kurulmasının zaruri olduğunu ve bunun da ancak Anadolu’da
kurulabileceğini” ifade etmiştir.

Kongre faaliyete başladıktan sonra Padişah’a bir bağlılık mektubu kabul etmiş ve
daha sonra bütün belediyelere, millî cemiyetlere, bütün kolordu ve tümen düzeyindeki
askerî birliklere gönderilen tamimlerle Erzurum Kongresi’nin açıldığı ve faaliyetlerine
başladığı bildirilmiştir. 14 gün boyunca çalışmalarını sürdüren Kongre, 7 Ağustos 1919’da
çalışmalarını tamamlamıştır. Kongre Heyeti, çalışmalar sonunda alınan kararları 10
maddelik bir beyanname olarak yayınlamıştır.

Erzurum Kongresi Beyannamesi ve Nitelikleri


Atatürk Nutuk’ta Erzurum Kongresi beyannamesinde yer alan hükümleri şöyle
açıklamıştır:

1) Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçalanmaz bir bütündür. Birbirinden


ayrılamaz.
2) Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması
halinde, millet topyekün kendisini savunacak ve direnecektir.
3) İstanbul Hükümeti vatanı koruma ve istiklâli elde etme gücünü gösteremediği
takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu
hükümet üyeleri Millî Kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa bu seçimi
Heyet-i Temsiliye yapacaktır.
122 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

4) Kuvâ-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak ve millî iradeyi hakim kılmak esastır.
5) Hıristiyan azınlıklara siyasî hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar
verilemez.
6) Manda ve himaye kabul olunamaz.
7) Millî Meclis’in derhal toplanmasını ve hükümetin yaptığı işlerin Meclis tarafından
kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.
8) Kongre heyeti bu esasları uygulamak üzere bir temsil heyeti seçecektir.

Erzurum Kongresi, aldığı bu kararların yanı sıra bazı önemli yapısal değişikliklerde
vücuda getirmiştir. Kongre her şeyden önce Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye
Cemiyetinin ismini değiştirmiş ve Şark-i Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını vermiştir.
Artık Doğu Anadolu’da ki bütün cemiyetler bu isim altında bir araya getirilmişlerdir.

Yine Erzurum Kongresi, Kongre kararlarını yürütmek üzere en az dokuz en fazla on


altı üyeden oluşacak olan bir “Heyet-i Temsiliye” vücuda getirmişti. Erzurum Kongresi’ne
dâhil olan üyelerden dokuz kişi yapılan oylamalardan sonra Heyet-i Temsiliye üyeliğine
seçilmişlerdir. Bu üyelerin isimleri ve seçildikleri yerler şöyledir:
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum
Hoca Raif Efendi Erzurum
Mutki Aşireti Reisi Hacı Musa Efendi Bitlis
Sadullah Bey (eski mebus) Bitlis
Rauf Bey ( eski Bahriye Nazırı) Sivas
Bekir Sami Bey ( eski Beyrut Valisi) Sivas
Servet Bey (eski mebus) Trabzon
İzzet Bey (eski mebus) Trabzon
Şeyh Hacı Fevzi Efendi Erzincan

Daha sonra yapılan bir oylama ile Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye Reisliğine,
Rauf Bey de Reis yardımcılığına getirilmişlerdir. Kongre delegesi olmamakla beraber
Kazım Karabekir Paşa da Heyet-i Temsiliye’nin üyesi olmuştur.

Erzurum Kongresi Kararlarının Nitelikleri


Erzurum Kongresi bölgesel yapıda bir kongre olmasına rağmen, milliliğe gidişin ilk
teşkilâtlaşma unsurlarını taşır. Bilahare Sivas’ta Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetinin benimseyeceği müdafaa-i hukuk ilkeleri burada kararlaştırılmış ve teşkilâtın
yapısı burada oluşturulmuştur.

Erzurum Kongresi, Amasya’da bir araya gelen Millî Mücadelemizin önder kadrosu ile,
Doğu Anadolu’nun müdafaa-i hukukçu hareketini bir araya getirmiş, merkezleştirici bir rol
de üstlenmiştir. Amasya’da askerî bir komite tarzında oluşan merkezi önderlik, Erzurum
Kongresi’yle sivil bir tabana kavuşmuştur.

Erzurum Kongresi vatanın bütünlüğü ve millî bağımsızlık yolundaki esasları


belirlemiştir. Bu esaslar “kayıtsız ve şartsız istiklâl ve millî hâkimiyet” idi. Kongrede vatan
sınırları belirtilerek, vatanın bir bütün olduğu ve parçalanmayacağı ilân edilmekle, işgalci
devletlerin vatanımızı işgal edemeyecekleri anlatılmak istenmiştir.
Millî Mücadele Dönemi 123

Erzurum Kongresi, Trabzon ve altı doğu vilayetindeki millî teşkilâtları ve güçlerini


birleştirmiş ve ortaya koyduğu Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini bütün doğuyu
temsil eden bir organ olarak öngörmüştü.
Kongre, Millî Mücadele hareketine ve bu hareketin lideri ile kadrosuna hukukî bir kimlik
kazandırmıştır.
Kongre beyannamesi çok az değişikliklerle Sivas Kongresi tarafından da kabul
edildikten bir süre sonra Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Misâk-ı Millî olarak benimsenmiştir.
Millet iradesinin her şeyden üstün olduğunu, herkesin, hatta sultanın bile bu iradeye tabi
olması gerektiğini çok açık bir şekilde belirtmişti.
Mustafa Kemal Paşa, 7 Ağustos 1919’da Kongrenin kapanışı münasebetiyle yaptığı
konuşmada “esaslı kararlar alındığını ve cihana milletimizin varlığının ve birliğinin
gösterildiğini” söylemiş ve devamla “Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser
olarak kaydedecektir” diyerek kongrenin önemini belirtmiştir.
Kısacası Erzurum Kongresi millî kurtuluşun ruhudur. Türk istiklâlinin bir programıdır.
Kongre kararları memleketin her tarafına ve İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin
temsilcilerine de gönderildi. Ayrıca ABD Başkanı Wilson’a ise beyannameden başka bir
de muhtıra gönderilerek, ilân ettiği prensipler hatırlatılmış ve çoğunluğun azınlığa tercih
edildiği, Türk milletinin bu kararlara boyun eğmeyeceği ve bu uğurda kanının son damlasına
kadar mücadele edeceği belirtilmiştir.

Erzurum Kongresi çalışmalarını tamamladıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i


Temsiliye Reisi sıfatıyla Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin doğu vilayetlerindeki
teşkilâtlarını yaymak ve kökleştirmek amacıyla faaliyetlerini bir süre daha Erzurum’da
sürdürdü. Nihayet 29 Ağustos 1919’da Sivas’ta toplanacak olan kongrenin hazırlık
çalışmalarını yapmak amacıyla beraberindekilerle birlikte Erzurum’dan ayrıldı.

DİĞER MAHALLİ KONGRELER


Millî Mücadele’nin başından itibaren vatanın uğradığı haksız işgallere ve Türk milletine
reva görülen baskı ve zulümlere karşı Anadolu’nun her yerinde değişik nam ve isimler
adı altında millî teşkilâtlar kurularak direnişlerin başladığı bilinmektedir. İşte kurulan bu
millî teşekküllerde yer alan vatansever aydınlarımızın, devlet adamlarımızın ve ordu
mensuplarının önderlik ettiği kongreler açılmış ve faaliyetlerde bulunmuştur.

Balıkesir Kongresi
Doğu Anadolu’da, Erzurum Kongresi çalışmaları devam ederken, Batı Anadolu Kuvâ-yı
Milliyecileri de “Yunan saldırılarına karşı savunma ve direnmeleri birleştirmek ve tespit
etmek için 26-30 Temmuz 1919 tarihleri arasında Balıkesir’de toplandılar. Siyasî bir partiyle
ilişkili olmayan bu toplantıya yöreden birçok delege katıldı. “Redd-i İlhak” yerine “Hareket-i
Milliye Redd-i İlhak” deyiminin kullanılmasını kabul eden bu kongre, aldığıkararları 29
madde altında topladı. Yunan hareketi sürdükçe seferberliğin devam etmesi ve herkesin
askerlik göreviyle yükümlü tutulması, askerlikten kaçanların cezalandırılması gibi kongrece
alınan kararlar dikkat çekicidir. Bir “Heyet-i Merkeziye” oluşturan kongre, Sivas Kongresi’ne
delege göndermemiş ve kısmen bağımsız hareket etmeye çalışmıştır.

Alaşehir Kongresi
Nazilli’de toplanan küçük bir kongreden sonra, Batı Anadolu’yu bir bütün olarak
değerlendiren Alaşehir Kongresi toplandı. Batı Anadolu’da toplanan en önemli kongre
124 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Alaşehir Kongresi’dir. 16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Alaşehir Kongresi de
Sivas’a temsilci göndermemiş ve bağımsız bir tutum sergilemiştir. Fakat kendi bölgesinde
örgütlenmek, halkı Yunan işgaline karşı koymaya çağırmak ve İstanbul Hükümeti’ne karşı
çıkmak gibi çok olumlu hareketlerde bulunmuştur. Bu kongrenin toplanması Doğu Anadolu
Müdafaa-i Hukuku üzerinde çok etkili oldu ve bu hareketi coşkuyla karşıladılar. Daha
sonra, özellikle Hacım Muhittin (Çarıklı) Bey’in gayretleri ile Heyet-i Temsiliye ile ilişkiler
kurulmuştur.

SİVAS KONGRESİ (4–11 Eylül 1919)


Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçtikten sonra, vatanın bütünlüğünün ve milletin
istiklâlinin tehlikede olduğunu duyurduğu Amasya Tamimi’nde, “Anadolu’nun en emin
mahalli olan Sivas’ta millî bir kongre’nin bir an önce toplanacağı bildirilmiş ve vilayetlerin
her sancağından milletin itimadını ve güvenini kazanmış üç temsilcinin seçilerek hemen
Sivas’a gönderilmesi istenmişti.” İşte Sivas Kongresi’nin toplanmasıyla ilgili karar Millî
Mücadele önderlerinin ilk buluşma merkezi olan Amasya’da alınmıştı.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde “Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak, İstihlâs-ı Vatan, Millî
Müdafaa” gibi isimler altında kurulmuş ancak bölgesel amaçlara hizmet eden teşkilât ve
güçleri bir araya getirmek, millî hareketi bir merkezde toplamak ve hareketi meşru ve hukukî
bir zemine dayandırmak gibi gayeler Sivas’ta millî bir kongre düzenlenmesinin başlıca
sebepleridir. Aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa, hareketi şahsileştirmekten kaçınarak,
yetkinin bir an önce millet adına söz söyleyecek, kararlar alıp uygulamalar yapacak bir
kurulda -heyette- toplanmasını istemekteydi. İşte Sivas Kongresi bu gayelere ulaşmak ve
hizmet etmek amacıyla toplanacak millî bir kongre olacaktır.
Erzurum Kongresi’ne katılmak amacıyla Rauf Bey’le birlikte Erzurum’a gelmiş olan
Mustafa Kemal Paşa, kongre çalışmalarına asli üye olarak katılmış, kongrenin başkanlığını
üstlenmiş ve kongrenin aldığı kararlarda etkili olmuştu. Ayrıca Şark Vilayetleri Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetinin bir karar ve icra organı olan “Heyet-i Temsiliye” teşkil edilmiş ve
başkanlığına Mustafa Kemal Paşa getirilmişti. İşte Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye
Reisi olarak 29 Ağustos’a kadar Erzurum’da kalmış ve bu tarihte Sivas’a gitmek üzere
Erzurum’dan ayrılmıştır.
Bu arada Anadolu’nun değişik vilayetlerinden delege seçilen üyeler de kongreye
katılmak amacıyla birer ikişer Sivas’a gelmeye başlamışlardı. Bu nedenle Mustafa Kemal
Paşa beraberinde Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz Vilayetlerini temsilen, Heyeti Temsiliye
üyelerinden Rauf Bey ve Hoca Raif Efendi (Erzurum’u temsilen), Şeyh Fevzi Efendi
(Erzincan’ı temsilen) ve Bekir Sami Bey (Sivas’ı temsilen) ile birlikte Sivas Kongresi’ne
katılmak üzere Erzurum’dan ayrılmışlar ve zahmetli ve tehlikeli bir yolculuktan sonra 2
Eylül’de Sivas’a gelmişlerdi.
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 tarihi Perşembe günü saat 14.00’de Sivas Lisesi
salonunda açılmıştır. Kongreye katılan delege sayısı 33’dür.
Başkanlık için yapılan oylama sonucunda aleyhteki üç oyun dışında Mustafa Kemal
Paşa Kongre Başkanlığı’na seçilir.
Kongrenin 7 Eylül tarihinde yaptığı üçüncü oturumunda Erzurum Kongresi Tüzüğü
görüşülmeye başlanmıştır. Yapılan görüşmelerden sonra bazı değişiklikler yapılır. Sivas
Kongresi’nin Erzurum Kongresi Tüzüğünde yaptığı değişiklikler şunlardır:
1) Erzurum Kongresi bütün Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki cemiyetlerin ismini
“Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olarak belirlemişti. Sivas Kongresi’nde bu
cemiyetin ismi “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olarak benimsenmiş ve
değiştirilmiştir. Böylece Anadolu’daki ve Rumeli’deki millî hareket, bir cemiyet bünyesinde
Millî Mücadele Dönemi 125

merkezileştirilmiştir. Böylece millî teşkilât bütün vatana yayılmış ve millî kuvvetlerin bir
elden ve millî bir hedefe yöneltilmesi sağlanmıştır.
2) Erzurum Kongresi’nin bir karar ve icra organı olarak teşkil edilen Heyet-i Temsiliye
ile ilgili olarak tüzükte yer alan “Heyet-i Temsiliye, bütün Doğu Anadolu’yu temsil eder”
hükmü yerine “Heyet-i Temsiliye bütün vatanı temsil eder” hükmü getirilmiş ve böylece millî
hareket bir heyetin yönetimine bırakılmıştı.
3) Erzurum Kongresi’nin dokuz kişi olarak belirlediği Heyet-i Temsiliye üye sayısı Refet
Bey’in de alınmasıyla 10 kişiye çıkarılmıştı. Ancak bu heyete işlerlik kazandırabilmek için
üye sayısının artırılması uygun görülmüş ve bu sayı Sivas Kongresi’ne katılan delegelerin
kararıyla 16 kişiye çıkarılmıştır.
4) Erzurum Kongresi’nde “Her türlü işgal ve müdahaleyi Rumluk ve Ermenilik kurma
gayesine bağlı sayacağımızdan, topyekûn savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir”
şeklinde belirtilen hüküm, Sivas Kongresince “Her türlü işgal ve müdahalenin ve özellikle
Rumluk ve Ermenilik kurma gayesine yönelmiş faaliyetlerin reddi konularında topyekûn
savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir” şekline dönüştürülmüştür.
Erzurum Kongresi’nin kabul ettiği hükümler incelediğinde burada açıkça İtilaf
Devletlerine karşı bir direnme ve düşmanca tavır almadan bahsedilmemiş, daha ziyade
Ermenilik ve Rumluk gayelerine karşı topyekûn savunma ve direnmeden bahsedilmiştir.
Oysa Sivas Kongresi, her türlü işgal ve müdahaleden bahsederek açıkça vatan topraklarını
işgal etmiş olan İtilaf Devletlerini de hedef almakta ve bunlara karşı topyekûn savunma ve
direnme ilkesini kabul etmekteydi.
5) Erzurum Kongresi tüzüğünün dördüncü maddesinde yer alan “Osmanlı Hükümeti’nin
yabancı devletlerin baskısı karşısında, buraları (yani Doğu vilayetlerini) bırakmak ve
ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa, alınacak idarî, siyasî, askerî tedbirlerin tayin ve
tespiti” yani geçici bir idare kurma konusu, Sivas Kongresi’nde “Osmanlı Hükümeti’nin
yabancı devletlerin baskısı karşısında, yurdumuzun herhangi bir parçasını bırakmak ve
ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa” şeklinde değiştirilmiştir. Böylece hükmün ele aldığı
saha bir coğrafi bölge olmaktan çıkarılarak bütün vatanı içine alacak şekle dönüşmüştür.
Böylece bütün ülkenin korunması ilkesi ifade edilmiştir.
Erzurum Kongresi’nin toplandığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın da dostları
arasında bulunan bazı aydınlarımız ve devlet adamları, Erzurum’a özellikle Mustafa Kemal
Paşa’ya ve Rauf Bey’e gönderdikleri mektuplarla Türkiye’nin bütünlüğünü koruyacak şekilde
bir mandaya sıcak bakılabileceğini ve özellikle ülke toprakları üzerinde gözü olmayan
Amerikan Mandası’na sıcak baktıklarını belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’yı ve Rauf Bey’i
etkileyerek “manda” ile ilgili olumlu bir gelişme sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar arasında
bilahare Erzurum Kongresi’ne Sivas delegesi olarak katılan ve bu kongrenin sonunda 9
kişilik Heyet-i Temsiliye üyelerinden birisi olan Bekir Sami Bey, eski sadrazamlardan Ahmet
İzzet Paşa ve İsmail Hami Bey de vardı.

Ancak Erzurum Kongresi, manda meselesine sıcak bakmamış ve bilhassa Ermenilere


destek veren Amerika’nın mandası olmak fikrini asla benimsememiştir. Kongrenin yayın-
ladığı beyannamenin yedinci maddesi ile “Manda ve Himaye kabul edilemez” denilerek
konuyu bu haliyle kapatmıştı.

Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’yı en çok uğraştıran mesele manda meselesi
olmuştur. Delegelerden büyük bir kısmı manda meselesine karşıdırlar. Nitekim Bursa
delegesi Ahmet Nuri Bey “Kendimizi büsbütün güçsüzlük ve miskinlik içinde görerek ‘bizi
kurtarın’ diye şuna buna yalvarmak gibi bir aşağılığa, bu millet katlanamaz. Ya ölürüz ya da
tam bağımsız oluruz” derken gençlik kesiminden gelen İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi
126 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ve Denizli delegesi Necip Ali Bey, kongredeki Amerikan taraftarı olanlara “Efendiler! Siz
buraya manda satın almaya mı geldiniz?” diye gürlüyordu.

Yine Sivas Kongresi’nde gençlik kesimini temsil eden Tıp Fakültesi öğrencisi Hikmet
Bey de bu konuda:

“Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak


yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul
edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun reddeder ve kınarız. Olmayacak şey
ama, manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i (Vatan
kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı) olarak adlandırır ve lanetleriz” diye haykırmıştı.

Bunun üzerine Mustafa Kemal bu gence dönerek “Evlat için rahat olsun, gençlikle
övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz.
Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl, ya ölüm.”

Sivas Kongresi’nde manda konusu uzamış ve en nihayetinde Rauf Bey’in kongreye


sunduğu “Türkiye’de bir Amerikan mandasının kurulup kurulmayacağının incelenmesi
amacıyla Amerikan Kongresinden bir heyet göndermesinin istenmesiyle” ilgili teklifi
benimsenmiş ve bu konuda Amerikan Kongresi’ne gönderilmek üzere bir yazı hazırlanmıştır.
Böylece Sivas Kongresi’nde manda meselesi bu şekilde kapanmıştır.

Millî Mücadelemizin devam ettiği günlerde “manda meselesi” bir daha gündeme
gelmemiştir.

Sivas Kongresi’nin Basılması Konusu ve Ali Galip Hadisesi


Damat Ferit Paşa Hükümeti’ne yakınlığıyla bilinen eski Kayseri Milletvekili Kurmay Albay
Ali Galip Bey Elazığ’a vali olarak atanmış ve kendisine bir de gizli görev verilmişti. Bu gizli
görev, Sivas Kongresi’ne engel olmak ve özellikle Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’i ya-
kalamak ve tutuklamaktı. Ali Galip Bey, görevini yerine getirmek için İstanbul Hükümeti’ne
bazı şartlar ileri sürmüş ve bunlar kabul edilince faaliyetlerine başlamıştır.

Ali Galip Bey’in, 3 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti’nden aldığı bir talimatta;
Kürtlerden teşkil edilecek 100-150 kişilik bir kuvvetle Sivas’ı basması, Valiliği ve 3. Kolordu
Komutanlığını ele geçirerek kendisinin bu makamları üstlenmesini ve daha sonra da kong-
reyi basarak millî hareketle ilgili olanları yakalayıp İstanbul’a göndermesi isteniyordu.

O günlerde İngiliz ajanı Binbaşı Edward Noel, Malatya’ya gelmiş ve o civardaki


aşiret reisleri arasında Kürtçülük propagandasına başlamıştı. Nitekim o bölgede bulunan
Bedirhani Aşireti Reisi Celâdet ve Kâmuran Beyler ile Malatya Mutasarrıfı Halil Bey İngiliz
Binbaşısı tarafından kandırılmıştı. Sivas’ın basılarak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının
yakalanması işini Ali Galip Bey’le İngiliz Binbaşısı Noel birlikte planlamışlardı. Bu konuda,
Bedirhaniler ve Malatya Mutasarrıfı Halil Bey kendilerine silahlı adamlar vereceklerdi.

Ali Galip Bey’in İstanbul Hükümeti ile yaptığı gizli telgraf yazışmaları Erzurum’da bulunan
Kâzım Karabekir Paşa tarafından öğrenilmiş ve hemen Sivas’a Mustafa Kemal Paşa’ya
bildirilmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Elazığ ve Malatya’daki komutanlara hemen
bu kuvvetlerin etkisiz hale getirilmesi için talimat verdi. Askerî kuvvetler önünde tutunamayan
300-400 kişilik asi kuvveti dağılmış, Ali Galip başta olmak üzere İngiliz ajanı Noel ve diğer
elebaşları Halep’e kaçmak zorunda kalmışlardı.

Atatürk, Ali Galip hadisesi olarak Millî Mücadele tarihimizdeki yerini alan bu olay
hakkında Nutuk’ta oldukça geniş bir şekilde bilgi vermektedir.
Millî Mücadele Dönemi 127

Bu mesele hakkında Mustafa Kemal Paşa Sivas Kongresi’nin 9 Eylül tarihli oturumunda,
aldığı telgrafları okur ve kongre delegelerini bilgilendirir.

Damat Ferit Hükümeti’nin Sivas’ı basarak kongreye katılan delegeleri yakalamak,


tutuklatmak konusundaki bu teşebbüsüyle ilgili bilgi ve belgeler, delegeler üzerinde tabiri
caizse şok tesiri yaratmıştır. Kongre müştereken aldığı bir kararla, Damat Ferit Paşa ve
hükümetine karşı harekete geçilmesini ve padişaha şikâyet edilmesini kararlaştırmıştır.

Sivas Kongresi Kararları ve Nitelikleri


Sivas Kongresi’nin 11 Eylül’de yapılan son oturumunda kabul edilen ve Umumî Kongre
Heyeti adına yayınlanan beyannamede yer alan hususlar şöyledir:
1) 30 Ekim 1918 tarihinde yapılan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün
hududumuz içerisinde kalan, her noktası İslâm mutlak çoğunluğu ile iskân edilmiş
olan Osmanlı ülkeleri birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bir başka ifadeyle “Millî
sınırlar içerisinde vatan bir bütündür, birbirinden ayrılamaz. (Bu madde aynen
Misâk-ı Millî’de de yer almış ve bu maddede belirtilen sınırlarımızda “millî sınır”
olarak kabul edilmiştir.)
2) Osmanlı topluluğunun bütünlüğü, millî bağımsızlığın temini, yüce Hilâfet ve
Saltanat’ın korunması için millî kuvvetleri etken, millî iradeyi hakim kılmak esastır.
3) Osmanlı ülkesinin herhangi bir kısmına yapılacak müdahale, işgal ve Ermenilik,
Rumluk teşkili gayesine yönelik hareketlere toptan karşı konacaktır.
4) Devlet ve milletimizin içte ve dışta bağımsızlığı korunmak şartı ile, memleketimize
istilâ emelleri beslemeyen, bütünlüğümüze, tarihi haklarımıza, dinimize saygılı
herhangi bir devletin teknik ve iktisadî yardımını memnuniyetle karşılarız.
5) Merkezi Hükümetin millî iradeye tabi olması lazımdır. Bu bakımdan Millî Meclis’in
hükümet tarafından bir an önce toplanması, memleket hakkındaki kararların
onun denetimine sunulması mecburidir.
6) Millî vicdandan doğan cemiyetler birleşmiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti adını almıştır. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından, şahsi
ihtiraslardan uzaktır. Bütün Müslüman vatandaşlar bu cemiyetin tabii üyesidirler.
7) Umumi Kongre tarafından kutsal gayelere erişmek, bunları takip etmek için bir
Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.
Sivas Kongresi kararlarıyla Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar onaylanmıştır.
Bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı
altında birleştirildi ve Temsil Heyeti bütün ülke için geçerli oldu. Bütün sivil ve askerî güçler
bir otorite altına alınmaya başlandı ve İstanbul Hükümeti’nin otoritesine üstünlük sağlandı.
Batı Anadolu’daki millî güçler ve cemiyetler de bu otoriteye bağlandılar.
Sivas Kongresi’nin bir karar ve icra organı olan Heyet-i Temsiliye, Ali Fuat Paşa’yı
bütün Kuvâ-yı Milliye’yi kapsamak üzere “Umum Kuvâ-yı Milliye Kumandanlığına” atadı.
Sivas Kongresi’nin toplandığı günlerde Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele hareketinin
sesi olması gayesiyle bir gazete çıkartma teşebbüsüne girmiş, ancak kongre günlerinde
hazırlıklarını tamamlayamayan bu gazete kongreden sonra 14 Eylül 1919’da çalışmalarını
tamamlamış ve çıkmaya başlamıştı. İrade-i Milliye adıyla yayın hayatına başlamış olan bu
gazete, matbaasının yandığı tarihe kadar 3 yıl boyunca Sivas’ta yayınlanmıştır.
Sivas Kongresi, milletin bütün fertlerini ve düşüncelerini millî idareye ortak etmek ve
bağlamak suretiyle, İstanbul’un güç ve otoritesini yıkmış ve millî egemenlik ilkesini hâkim
128 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

kılmıştır. Sivas Kongresi ile birlikte “millî istiklâl” ilkesinin yanında “millî hâkimiyet” ilkesi de
aşama aşama gerçekleşiyordu.

Millî Mücadele Karşıtı Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin Düşürülmesi


Damat Ferit Paşa ve onun başında bulunduğu hükümetler Millî Mücadele’ye karşı
baştan beri düşmanca bir politika takip etmiş buna uygun olarak da icraatları hep aleyhte
olmuştu. İşte Sivas Kongresi esnasında da Elazığ’a vali olarak atadıkları Ali Galip
vasıtasıyla, Sivas’ın basılarak kongreye katılan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere
diğer vatanseverleri yakalatmayı ve tutuklatmayı düşünmüşlerdi. Ancak bu girişimleri
başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi’nin 11 Eylül’de yaptığı son oturumda
kongrede bulunan delegelere Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin Elazığ Valisi Ali Galip’le
yaptığı yazışmaları okumuştu. Bunun üzerine kongreye katılanlar, Damat Ferit Paşa
ve hükümetinin iş başından uzaklaştırılması için harekete geçmeye karar verdiler. Bu
olaylardan haberi olmadığı düşünülen Padişah’a, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin şikâyet
edilmesini kararlaştırdılar.
Sivas Umumi Kongre Heyeti adına 11 Eylül’de Padişah’a yazılan mektupta,
“Hükümetin Kongreyi basmak yoluna gittiği, Müslümanlar arasında kan dökmek istediği,
ayaklanmalar çıkararak vatanı parçalamaya çalıştığı, bu nedenle suçluların yakalanırlarsa
cezalandırılacakları” belirtiliyor ve bu cinayetleri düzenleyerek Dâhiliye ve Harbiye
Nazırlarına emir verdirip uygulattıran İstanbul Hükümeti’ne itimat ve güvenlerinin kalmadığı
belirtildikten sonra namuslu kişilerden oluşacak yeni bir hükümet kurulması, suçluların
yakalanarak cezalandırılması isteniyor ve adil bir hükümet kuruluncaya kadar İstanbul
Hükümeti ile ilişkilerin kesileceği bildiriliyordu. Hazırlanan bu mektup Kolordu Komutanları
tarafından Padişah’a çekilmeye başlanmıştı.
Ordu komutanlarının padişaha çektikleri ve kendi hükümetinin istenmediğinin ifade
edildiği bu telgrafların Padişah’a ulaşmasını Damat Ferit Paşa engellemeye çalıştı. Bunun
üzerine 12 Eylül’de, “padişah ile görüşmesini engelleten ve milletin güvenini kaybetmiş
bulunan Damat Ferit Paşa Hükümeti iş başından çekilinceye kadar İstanbul Hükümeti ile
idarî ilişkilerin ve İstanbul ile yapılan her türlü posta, telgraf haberleşme ve ulaştırmaların
kesildiğinin” belirtildiği ikinci bir mektup Padişah’a gönderildi. Ayrıca bu durum bütün vilayetlere
ve yabancı devlet temsilcilerine bildirildi. Bundan böyle Anadolu’da sivil ve askerî makamların
yazışma ve haberleşme merkezinin Sivas’ta bulunan “Heyet-i Temsiliye” olduğu açıklandı.
İngilizlerden beklediği desteği bulamayan ve artık Padişahın da kendisiyle daha
fazla çalışmayı istemediği Damat Ferit Paşa, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robec’ten
“kendisinin ve taraftarlarının hayat ve hürriyetlerinin korunması için” teminat istemiş ve 1
Ekim 1919’da istifa etmiştir.
Böylece Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketi, politikaları ve icraatlarıyla kendi
varlığına ve emellerine düşman olan ve bu uğurda işgalcilerle her türlü işbirliğine girişen
Damat Ferit Paşa ve hükümetini düşürmekle büyük bir başarı kazanmıştır. Diğer taraftan
“Anadolu’daki Millî Mücadele Hareketi” meşruluk kazanmış, Heyet-i Temsiliye’nin millî
teşkilâtlar, mülkî ve askerî makamlar ile halk üzerindeki etkinliği bu olayla artmıştır.

ALİ RIZA PAŞA HÜKÜMETİ ve AMASYA MÜLAKATI


Damat Ferit Paşa’nın hükümetten çekilmesi üzerine, Padişah tarafından hükümeti kurma
görevi, siyasî hayatta fazlaca bir şöhreti olmayan, ancak namuslu ve vatansever kişiliğiyle
tanınan Ali Rıza Paşa’ya verildi. Eski bir asker olan Ali Rıza Paşa 2 Ekim 1919’da hükümeti
kurdu. Bu hükümette “vatanın bütünlüğünü ve bağımsızlığını savunan ve işgallerin
Millî Mücadele Dönemi 129

haksızlığını düşünen ve karşı olan” bakanla Anadolu’daki Millî Mücadele hareketine ve


Kuvâ-yı Milliye’ye sempati duyanlar da vardı. Bunlardan biri olan Mersinli Cemal Paşa,
Harbiye Nazırı olmuş ve adeta Anadolu’nun İstanbul’daki ve hükümetteki sesi olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa 2-3 Ekim günü Ali Rıza Paşa’ya bir telgraf göndermiş ve yeni
hükümetin kurulmasından duyulan memnuniyeti dile getirmiş ve bazı hususları sadrazamın
dikkatine sunmuştur. Bunlar:
1) Yeni hükümetin, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde belirlenen ve kabul edilen
esaslara ve millî teşkilâtın gayelerine saygılı olması, ve uyması.
2) Hükümetin, Millî Meclisin (Meclis-i Mebusan) toplanmasına kadar, milletin
geleceğiyle ilgili konularda düşmanlarımızla herhangi bir taahhüde girmemesi.
3) Paris’te toplanacak olan Barış Konferansına gönderilecek delegelerin, millî
davayı gerçekten kavramış, milletin güvenini kazanmış, bilgili ve yetenekli
kimselerden seçilmesi.
Mustafa Kemal Paşa, bu hususlara uyması halinde, Heyet-i emsiliye’nin ve millî teş-
kilâtların yeni hükümetin politikalarını destekleyeceğini belirtir.
Daha sonraki telgraflarda da; Hükümet’in yayınlayacak bildirileri yayınlamadan önce
bir suretinin Heyet-i Temsiliye’ye gönderilmesi; daha önceki hükümet döneminde Millî
Mücadele’ye karşı çıkan bazı sivil ve askerî görevlerde bulunan kişilerin görevden alın-
ması; yine önceki hükümet döneminde Millî Mücadele’ye karşı çıkmış olan bazı nazırların
ve zevatın cezalandırılması; basın üzerindeki sansürün kaldırılması; Millî Mücadeleci veya
Millî Mücadele’ye yakın olan bazı kişilerin Heyet-i Temsiliye’nin istediği görevlere getirilme-
si istendi.
İstanbul Hükümeti ise “...bu isteklerin bazılarını kabul etmekle beraber, Heyet-i
Temsiliye’nin kendileriyle işbirliği yapmasını, İttihatçılıkla ilişkilerinin olmadıklarını, seçimle-
rin serbestçe yapılacağını ve hükümet işlerine karışmayacaklarını açıklamalarını” istiyordu.
Yazışmaların uzaması ve sonuç alınamayacağının anlaşılması üzerine İstanbul
Hükümeti, Heyet-i Temsiliye ile doğrudan görüşmeyi uygun gördü. Durumu Harbiye Nazırı
Cemal Paşa 9 Ekim’de durumu telgrafla Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdi ve görüşmeler-
de İstanbul Hükümeti’ni Bahriye Nazırı Salih Paşa’nın temsil edeceğini söyledi. Ayrıca
Paşa’nın rahatsızlığından dolayı, görüşme yerinin mümkün olduğunca deniz ulaşımına ya-
kın olmasını istedi. Sonra da Heyet-i Temsiliye’den kimlerle ve nerede buluşacağını sordu.
Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa yer olarak Amasya’yı tespit ettiklerini, Heyet-i
Temsiliye’den ise kendisiyle birlikte Rauf ve Bekir Sami Beylerin de katılacağını Harbiye
Nazırı Cemal Paşa’ya bildirdi. Böylece Amasya’da buluşmak üzere Bahriye Nazırı Salih
Paşa ve beraberindeki heyet 15 Ekim’de gemiyle İstanbul’dan, Mustafa Kemal Paşa ve
arkadaşları ise 16 Ekim’de Sivas’tan yola çıktı.
Görüşmeler için Mustafa Kemal Paşa 18, Salih Paşa ise 19 Ekimde Amasya’ya gel-
mişti. 20 Ekim’de başlayıp üç gün süren görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi ise gizli ve
imzasız olmak üzere toplam beş protokol kabul edildi.
21 Ekim’de imzalanan birinci protokol Salih Paşa’nın istekleri olup şunlardan oluşu-
yordu: “Ordunun siyasetle uğraşmaması, İttihatçılığın memlekette tekrar uyanmaması,
hükümeti küçük düşürecek muamelelerde bulunulmaması, muhalefetleri yüzünden tutuk-
lananların serbest bırakılması, aşırı gösterilerden ve asayişi bozacak hallerden sakınılarak
hükümetin aleyhinde yazı yazılmaması.”
130 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

22 Ekim günü imzalanan ikinci protokolde ise “Hilafet ve Saltanat hakkında karşılıklı
teminatlar verilmiş ve Sivas Kongresi’nin kabul ettiği kararlar görüşülmüştür. Ayrıca Meclis’in
İstanbul dışında bir yerde toplanması konusu ele alınmış, ancak Salih Paşa kendi görüşü
olarak bunu kabul edebileceğini, hükümet adına bu konuda bir şey söyleyemeyeceğini
belirtmişti.
Üçüncü protokolde ise “mebus seçimlerinin serbest bir şekilde yapılacağından
bahsedilerek Heyet-i Temsiliye’nin, seçimlerin yapılmasına müdahale etmemesi karara
bağlanmıştı.
Gizli olarak kabul edilen dördüncü protokolde ise şu hususlar bulunmaktaydı: ”Bazı
komutanların ordudan çıkarılmasına ve bir kısım subayların Harp Divanı’na verilmelerine
dair Padişah iradeleri ve diğer emirlerin düzeltilmesi, Malta’ya sürgüne gönderilenlerin Türk
mahkemelerinde yargılanmalarının sağlanması, İzmir’in işgalden kurtarılması için çalışmalar
yapılması, yabancı parasıyla satın alınmış cemiyetlerin ve gazetelerin faaliyetlerine son
verilmesi, Kuvâ-yı Milliye’nin güçlendirilmesinin sağlanması, Millî Mücadele’ye katılmış ve
hizmet eden memurların görevlerinden alınmamalarının sağlanması”.
Beşinci ve son protokolde ise Paris Barış Konferansı’na gönderilecek Türk heyetinin
tespiti yapılarak Tevfik Paşa’nın başkanlığında bir heyetin gönderilmesi kararlaştırıldı.
Amasya’daki görüşmelerin sona ermesiyle Salih Paşa ve heyeti hemen İstanbul’a
dönmüş, Mustafa Kemal ve beraberindekiler birkaç gün daha Amasya’da kalmışlar ve 27
Ekim’de Sivas’a gitmek üzere Amasya’dan ayrılmışlardır.
Amasya Mülâkatı’nın en önemli sonucu “tanınma”dır. Şimdiye kadar yönetimi elinde
tutan, Millî Mücadele hareketini engellemeye çalışan ve İtilaf Devletlerinin her dediğine
boyun eğen İstanbul yönetimi, Salih Paşa gibi bir bakanını asi, maceraperest saydığı
Mustafa Kemal’in ayağına göndermekle, Millî Mücadele hareketini ve bu hareketin liderini
tanımış oluyordu. Ayrıca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini tanıyordu.
Böylece Millî Mücadele hareketi Amasya’da meşrulaştığı gibi, bu hareketin haklılığı da
ortaya çıkmıştı.
Amasya Mülâkatı’nda seçimlerin yapılarak Millî Meclis’in açılmasının
kararlaştırılmasıyla, milletin yönetimde söz sahibi olmaya başlaması adına önemli bir adım
atılmıştır. Meclisin açılmasıyla birlikte İstanbul Hükümeti, Anadolu’nun daha fazla ve daha
sıkı denetimi altına girecekti.
Amasya Mülakatı ile ülke genelinde, müdahalesiz ve serbest bir şekilde seçimlerin
yapılması kararlaştırılmış ve gerçektende yapılan seçimlerle Millî Meclis’e girecek adaylar
belirlenmeye başlanmıştı.
Salih Paşa, Millî Meclisin İstanbul dışında bir yerde toplanmasını kendi kişisel
kanaati olarak benimsemişse de İstanbul’a döndüğünde İtilaf Devletlerinin tutumundan ve
Padişahın isteksiz davranışları yüzünden meclisin İstanbul’un dışında toplanması uygun
görülmemişti.
Bu mülakatın bir diğer sonucu, ilk defa olarak İstanbul basını Millî Mücadele hareketi
ile büyük çapta ilgilenmiş ve lehine birçok yazılar yazmıştır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa,
İstanbul’da yayınlanan Tasvir-i Efkâr, Vakit, Akşam, Türk Dünyası ve İstiklâl gazeteleriyle
yazışmalar yapmış, Tasvir muhabiri Ruşen Eşref Beyle bir mülakatta bulunmuştur. Ayrıca
Salih Paşa ile İstanbul’a dönen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i
Temsiliye üyesi Kara Vasıf Bey de İstanbul’da İkdam gazetesine “millî teşkilât” hakkında
bilgiler vermişti.
Millî Mücadele Dönemi 131

Amasya Mülakatı ile Heyet-i Temsiliye’nin Anadolu’da prestiji ve nüfuzu artmıştı.


Mustafa Kemal’e ve Millî Mücadele hareketine olan güven ve sadakat çoğalmış, kararsızların
kazanılmasına, taraftarların çoğalması ve kaynaşmasına yol açmıştı.
Amasya Mülakatı ile imzalanan protokollere her iki tarafın da tam anlamıyla uymadığını
söyleyebiliriz. Zaten o günkü şartlar altında bu protokollerin harfiyen yerine getirilmesi
mümkün değildi. Aslında Amasya Mülakatı sonunda varılan anlaşma görünüşte bir barıştı,
ama geçici bir barış, özünde ise iki tarafın birbirine üstünlük sağlama girişimiydi. Mustafa
Kemal Paşa’nın dediği gibi “kapanan bu ilk safha, Millî Mücadele’nin lehine kapanmıştır. Bu
mülâkattan sonra Anadolu artık İstanbul’a tabi değil, hakim duruma geçecektir.”

SİVAS’TA KOMUTANLARLA YAPILAN TOPLANTI


Mustafa Kemal Paşa 29 Ekim 1919 günü Heyet-i Temsiliye üyelerine Amasya görüşmeleri
hakkında açıklamalarda bulunmuş ve ondan sonra da başta Meclis-i Mebusan’ın nerede
toplanması konusu olmak üzere bazı konuları konuşmak üzere bazı kolordu komutanlarını
toplantıya davet etti.
16-29 Kasım 1919 tarihleri arasında Sivas’ta toplanan Heyet-i Temsiliye üyeleri ve
komutanların gündemindeki konular, “Meclis-i Mebusan’ın toplanma yerinin, meclisin top-
lanmasından sonra Heyet-i Temsiliye’nin ve Millî teşkilâtın alacağı şekil ve çalışma yönte-
minin, Paris Barış Konferansı’nın bizim için olumlu veya olumsuz bir karar vermesi halinde
tutulacak yolun belirlenmesiydi.”
Günlerce süren toplantılardan sonra şu kararlar alınmıştı:
1) Millî Meclis’in İstanbul’da toplanmasının sakınca ve tehlikelerine rağmen,
Saltanat Hükümeti İstanbul dışında toplanmayı kabul etmediği ve memleketi bir
bunalıma sürüklemekten sakınıldığı için, Meclisin İstanbul’da toplanması zarureti
kabul edildi.
2) Millî Meclis İstanbul’da toplandıktan sonra, milletvekillerinin, tam bir güvenlik ve
serbestlik içinde yasama görevlerini yapmakta olduklarını açıklayacakları güne
kadar, Heyet-i Temsiliye şimdi olduğu gibi yine İstanbul dışında kalarak, millî
görevine devam edecektir.
3) Paris Barış Konferansı, bizim hakkımızda olumsuz bir karar verdiği ve bu
karar hükümet ve Millî Meclis’ce kabul edilip onaylandığı takdirde, elverişli
en kısa yoldan millî iradeye başvurulacak, tüzükte açıklanmış olan esasların
gerçekleştirilmesine çalışılacaktır.

MUSTAFA KEMAL PAŞA ve HEYET-İ TEMSİLİYENİN ANKARA’YA GELİŞİ


Sivas’ta komutanlarla yapılan toplantıda ele alınan bir diğer konu Heyet-i Temsiliye’nin ça-
lışmalarını yürüteceği yeni merkezin neresi olacağı konusu olmuş ve yeni merkez olarak
Ankara tercih edilmişti.
Ankara’nın tercih edilmesinin en önemli sebepleri arasında; “Anadolu’nun ortasında
bulunması, önemli ulaşım yollarının kesişme noktası olması, İstanbul’la demiryolu
bağlantısının bulunması, halkının Millî Mücadele hareketine baştan itibaren destek vermesi,
Ankara ve çevresinde millî teşkilâtların güçlü oluşu ve Ali Fuat Paşa’nın Komutanlığını
yaptığı 20. Kolordunun bulunması” yer alır.
Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 18 Aralık 1919’da Sivas’tan
ayrılmışlar ve 27 Aralık Cumartesi günü Ankara’ya gelmişlerdir.
132 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Ankara’dan millete ve millî teşkilâtlara yayınlanan bildiride, “Sivas’tan Kayseri yolu ile
Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, yol boyunca ve Ankara’da büyük milletimizin
çok sıcak ve içten gelen vatanseverlik gösterileri arasında, bugün şehre geldi. Milletimizin
gösterdiği bu birlik ve kararlılık örneği, memleketimizin geleceğine güven konusundaki
inançları sarsılmaz bir şekilde güçlendirici niteliktedir. Şimdilik Heyet-i Temsiliye’nin merkezi
Ankara’dadır” denilmiştir.
Ankara bu tarihten itibaren artık Millî Mücadele hareketinin siyasî merkezi olacak ve
bilahare yeni Türk Devleti’nin temelleri burada atılacak, kuruluşu burada sağlanacak Büyük
Zafer sonrasında ise 13 Ekim 1923’te resmen Türkiye Devleti’nin başkenti olacaktır.
Mustafa Kemal Paşa, Sivas’ta kaldığı günlerde, Millî Mücadele hareketinin prensip,
esas ve hedeflerini halka ulaştırmak ve halkın nabzını tutmak gayesiyle İrade-i Milliye
Gazetesini çıkarttırmıştı. Paşa, Ankara’ya geldikten sonra yine aynı gaye doğrultusunda,
burada Hâkimiyet-i Milliye gazetesini yayınlatmıştır. Bu gazete Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyet-i Heyet-i Milliyesi adına yayın hayatına başlamış ve ilk sayısı 10
Ocak 1920’de çıkmıştır.

SON OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI’NIN AÇILIŞI ve


MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLANI
Amasya Mülakatı esnasında, Mebusan Meclisi’nin açılması ve seçimlerin yapılması konu-
su görüşülmüş ve taraflar Meclisin nerede toplanması gerektiği dışındaki konularda mu-
tabakat sağlamışlardı. Ali Rıza Paşa Hükümeti işbaşına geldikten sonra 3 Ekim 1919’da
seçim kararı almıştı.
1919 genel seçimleri ülkenin içinde bulunduğu tüm olumsuzluklara rağmen demokratik
bir ortam içinde geçmiştir. Seçimi ezici bir çoğunlukla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetinin adayları kazanmıştı ve Mustafa Kemal Paşa Erzurum’dan, Rauf Bey ise
Sivas’tan milletvekili seçilmişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti merkezlerine birer telgraf göndererek
5 Ocak 1920’den itibaren milletvekillerinin Ankara’ya gelmelerini istemişti. Mustafa Kemal
Paşa, Heyet-i Temsiliye adına Ankara’ya gelen milletvekilleriyle görüşmüş ve onlardan
mecliste Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu adıyla bir grup kurmalarını istemişti. Bu grup,
millî teşkilâta ve millete dayanarak, her nerede olursa olsun milletin kutsal amaçlarını dile
getirecek ve savunacaktı.
Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şunları söylemektedir:
“Vatanın kurtuluşu, istiklâlin kazanılması hedefine yönelmiş bulunan millî birliğimizin,
köklü ve düzenli bir teşkilâtın varlığına ve bu teşkilâtı iyi yürütüp yönetebilecek yetenekli
kafaların ve enerjilerin, bir tek beyin ve bir tek enerji halinde birleşmiş ve kaynaşmış
olmasına bağlı bulunduğunu söyledik. Bu münasebetle İstanbul’da açılacak Meclis-i
Mebusan’da güçlü ve dayanışmalı bir grubun kurulması zaruretini ortaya koyduk.”
3 Ocak 1920’den itibaren Ankara’ya gruplar halinde gelen milletvekilleri Mustafa
Kemal Paşa ile görüştükten sonra İstanbul’a gitmeye başladılar. Sivas’ta Heyet-i Temsiliye
üyeleriyle komutanlar arasındaki toplantıda; Mustafa Kemal Paşa’nın, Erzurum’dan
Meclis-i Mebusan azası olarak seçilmesine rağmen İstanbul’a gitmemesi ve Ankara’da
Heyet-i Temsiliye’nin başında kalması, Sivas’tan seçilen Rauf Bey’in İstanbul’a giderek
meclis çalışmalarına katılması kararlaştırılmıştı. Heyet-i Temsiliye üyelerinden bazıları
milletvekili seçilmişti ve İstanbul’a gitmeleri gerekirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın da gitmesi
kurulmuş olan teşkilâtın başsız kalması demekti. Bundan daha önemlisi İstanbul’daki
Millî Mücadele Dönemi 133

Meclis bir saldırıya uğrarsa Ankara’da toplanması düşünülen Meclis’in başında Mustafa
Kemal Paşa’nın bulunması gerekli idi.
Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da görüştüğü milletvekilleriyle “grup” konusunda
anlaşmış; bu fikir ve gayelerin yerine getirilmesi için bir program hazırlanması konusunda da
fikir birliğine varılmıştı. Misâk-ı Millî adı verilen bu programın müsvetteleri bile bu görüşmeler
sırasında hazırlanmıştı. Ankara’da bu görüşmeler yapıldıktan sonra milletvekilleri, görüş ve
fikir birliği içinde Ankara’dan ayrılmaya başladılar.
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de Fındıklı Sarayı’ndaki
kendi binasında yaptı. Padişah Vahdettin rahatsız olduğundan, açılışta bulunamamıştı.
Onun adına açılış konuşmasını Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa okudu.
Bu meclise giren milletvekili sayısı 172 olmasına rağmen ilk günkü açılış oturumuna
sadece 72 milletvekili katılmış ve yemin etmişti. En yaşlı üye sıfatıyla İlyas Efendi bu
ilk günlerde Meclis’e başkanlık etmişti. 22 Ocak 1920’de 25 milletvekilinin daha meclis
çalışmalarına katılmasıyla çoğunluk sağlanmıştı. Esas meclis başkanı seçilinceye kadar
Baro Başkanı Celalettin Arif Bey geçici başkanlığa seçilecekti. Mustafa Kemal Paşa
Ankara’da kalmak şartı ile Meclis’e başkan olmayı istemişti. Bu düşüncesini en başta yakın
arkadaşı Rauf Bey olmak üzere, İstanbul’a giderken Ankara’ya uğrayan ve kendisiyle
görüşen birçok milletvekiline de bahsetmiş ve onlardan bu konuda vaat almıştı.
Ancak meclis çalışmalarını başlattığında ne Mustafa Kemal Paşa’nın meclis başkanlığı
söz konusu olmuş, ne de millî teşkilâtın amaç ve hedeflerine hizmet edecek bir Müdafaa-i
Hukuk Grubu kurulabilmişti. Mecliste bulunan Müdafaa-i Hukukçular, Rauf Bey’in başkanlığı
altında “Felah-ı Vatan Grubu” adıyla bir grup kurdular.
Mecliste kurulan Felâh-ı Vatan Grubunun, 22 Ocak 1920 tarihli gizli grup toplantısında,
Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’da esasları belirlenerek, müsvette metin olarak
hazırlanan Mîsak-ı Millî metni okundu. Misâk-ı Millî metni küçük değişikliklerle Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nın 28 Ocak 1920 tarihli gizli toplantısında kabul edildi. Kabul edilen
Misâk-ı Millî metni 17 Şubat 1920’de Meclis-i Mebusan tarafından bütün yabancı
parlamentolara ve basına bildirildi.
28 Ocak 1920’de kabul edilen Misâk-ı Millînin tam metni şöyledir:

MİSÂK-I MİLLÎ
Aşağıda imzaları bulunan Osmanlı Millet Meclisi (Meclis-i Mebusan) üyeleri, devletin istik-
lâlinin ve milletin geleceğinin haklı ve sürekli bir barışa kavuşturmak için katlanılabilecek
fedakarlığın en fazlasını gösteren aşağıdaki ilkelere eksiksiz uyulmasıyla sağlanabileceğini
ve bu ilkeler dışında sağlam bir Osmanlı saltanatı ve toplumunun varlığını sürdürmesinin
imkân dışı bulunduğunu kabul ederek, şunları onaylamışlardır:
Madde 1. Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu, 30 Ekim
1918 günü imzalanan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte, düşman ordularının
işgali altında bulunan memleketlerin durumunun, ora halklarının serbestçe verecekleri
oya göre belirlenmesi gerekir. Söz konusu mütareke imzalandığı tarihte, Türk ve İslâm
kesimlerinin yerleşmiş olduğu kesimlerin tamamı ister bir işgal ve ister bir hükümle olsun,
birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Madde 2. Halkın oyu ile ana vatana katılmış bulunan üç sancakta (Evliye-i Selase:
Kars, Ardahan, Batum) gerekirse halkın oyuna yeniden başvurulmasını kabul ederiz.
Madde 3. Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen Batı Trakya’nın hukukî durumu-
nun belirlenmesi de, halkının serbestçe vereceği oya göre olmalıdır.
134 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Madde 4. İslâm Halifeliğinin ve Yüce Saltanatın merkezi ve Osmanlı Hükümeti’nin


başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak
tutulmalıdır. Bu esas kabul edilmek şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya
ticaret ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte, diğer bütün ilgili devletlerin
oybirliği ile verecekleri karar geçerlidir.
Madde 5. İtilaf Devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan
anlaşma esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkım
da aynı haklardan yararlanması kaydıyla, tarafımızdan kabul ve temin edilecektir.
Madde 6. Millî ve iktisadî gelişmemize imkân bulunması ve daha çağdaş ve düzenli
bir yönetimle işlerin yürütülmesini başarmak için, her devlet gibi, bizim de gelişmemizin
şartlarının sağlanmasında, tamamıyla bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmamız ana ilkesi
varlık ve geleceğimizin temelidir. Bu nedenle siyasî, adlî ve malî gelişmemizi önleyici
sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödenmesi şartları da
bu ilkelere aykırı olmayacaktır.

MECLİSİ MEBUSAN’IN BASILMASI


Anadolu’daki Millî Mücadele hareketi ve bu hareketin siyasî ve hukukî varlığı şekliyle orta-
ya çıkmış olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin İstanbul’da her geçen gün
kuvvet bulması, fikir ve düşüncelerinin başta Meclis-i Mebusan olmak üzere mülkî ve askerî
organlarca da benimsenmesi İtilaf Devletleri, Saray, İngiliz Muhibbileri Cemiyeti ve Hürriyet
ve İtilâf Fırkası başta olmak üzere yerli işbirlikçilerin işine gelmiyordu.
Diğer taraftan İngilizler Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin işbaşına gelmesiyle birlikte, Türk
Ordusu ile Anadolu’da Yunan işgallerine karşı kurulmuş Kuvâ-yı Milliye kuvvetlerinin birbir-
lerine daha çok yardıma girdiklerini görmekte ve anlamakta gecikmeyeceklerdir. Bilhassa
Harbiye Nazırı Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa’nın Kuvâ-yı Milliye kuv-
vetlerine yardım ettikleri, subay ve asker gönderdikleri, Anadolu’daki kuvvetlerin yerlerini
izin almadan değiştirdikleri gibi gerekçelerle 20 Ocak’ta Osmanlı Hükümeti’ne bir protes-
to notası vererek her iki bakanın da görevden uzaklaştırılmasını istediler. Mustafa Kemal
Paşa, bu iki devlet adamına, bulundukları görevlerden ayrılmamalarını bildirdiyse de,
Cemal Paşa ve Cevat Paşa, hükümeti daha fazla müşkül vaziyete sokmamak için istifa
ettiler. Bundan sonra prestij kaybeden Ali Rıza Paşa Hükümeti, İtilâf Yüksek Komiserlerinin
daha fazla siyasî baskılarına maruz kaldı.
Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin bu dönemde yaptığı en önemli icraat, Mustafa Kemal
Paşa’nın isteği doğrultusunda, genel bir Yunan saldırısına karşı Anadolu’da savunma
tedbirleri almak ve bununla ilgili düzenlemeleri yapmaktı. Öncelikle bir seferberlik planı
hazırlanmış, silah ve cephanelerin güvence altına alınması sağlanmıştı. Kuvâ-yı Milliye,
Anadolu’da cephane depolarını, ulaşım ve haberleşme noktalarını ele geçirip seferberlik
işlerini yürütecekti.
Bu durumdan faydalanan Balıkesir ile Saruhan ve Havalisi Harekât-ı Milliye Redd-i
İlhak Merkez Heyeti üyesi Köprülü Hamdi Bey ve arkadaşları Gelibolu yakınlarında bu-
lunan, içinde 8500 tüfek, 30 makineli tüfek ve yarım milyon civarında piyade fişekliği ve
diğer bazı askerî malzeme olan Fransızların kontrolündeki Akbaş Cephaneliği’ni basmışlar
ve burada bulunan silâh ve askerî malzemeleri kaçırarak Anadolu’ya taşımışlardı. Bu olay
İngilizlerin ve Fransızların büyük tepkisine neden oldu ve olaylardan dolaylı olarak sorumlu
tuttukları Ali Rıza Paşa Hükümeti üzerindeki baskılarını artırarak istifaya zorladılar. Nitekim
bir süre sonra baskılara dayanamayan Ali Rıza Paşa Hükümeti istifa etti.
Millî Mücadele Dönemi 135

Padişah Vahdettin, yeni hükümeti kurma görevini bir önceki hükümette Bahriye
Nazırlığı yapan Salih Paşa’ya verdi. Salih Paşa, Mustafa Kemal’le Amasya Mülâkatı’nı
yapmış, Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı olmayan vatansever bir devlet adamı idi. Mustafa
Kemal’e göre kendisiyle anlaşılıp, iş görülebilecek bir insandı. Nitekim İngilizlerin işbaşına
geldiğinde, Kuvâ-yı Milliye’yi kötüleyen ve reddeden bir açıklama yapması konusundaki
isteklerini yerine getirmedi. Bu bakımdan İngilizler Salih Paşa Kabinesi’ni de Kuvâ-
yı Milliye’ye taraftar bir kabine olarak görüyorlar ve işbaşından uzaklaştırmak için fırsat
kolluyorlardı.
İngilizler, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Millî Mücadele hareketinin giderek
daha etkili hale gelmesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Meclis’in açılmasıyla bu hareketin,
zayıflayacağını düşünseler de bu olmamıştı. Üstelik Meclis, Erzurum ve Sivas Kongreleri
kararlarına dayanan ve İstanbul başta olmak üzere bütün işgallere karşı olduğunu ilan
eden ve Türk vatanının bir bütün olduğunu, parçalanamayacağını temel fikir olarak
benimsemiş olan “Mîsak-ı Milliyi” kendilerine rağmen kabul etmişti. İngilizlere göre bu
çok tehlikeli bir durumdu. İstanbul’da iktidarı Milliyetçiler (İngilizler Mustafa Kemal Paşa
tarafından başlatılan Millî Mücadele hareketine bu ismi veriyorlardı “Kemalist Milliyetçiler”,
“Anadolu’daki Milliyetçi hareket” “Milliyetçiler”) her geçen gün ellerine geçiriyorlardı.
İngilizler, iplerin kendi ellerinden kaydığını düşünmeye başladılar.
Bu ortamda 5 Mart 1920’de Londra’da toplanan, Müttefikler Yüksek Konseyi
İstanbul’daki İtilaf Devletleri Yüksek Komiserlerinin İstanbul’un işgal edilmesi konusundaki
tekliflerini görüştüler. İngiliz Dışişleri Bakanı ve bir Türk düşmanı olan Lord Curzon,
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’e gönderdiği 6 Mart 1920 tarihli
telgrafında Yüksek Konseyin aldığı kararları bildirdi. Buna göre, İstanbul işgal edilecek,
Türk Hükümeti’nden Anadolu’daki Millî Hareketi ve onun lideri olan Mustafa Kemal’i
bertaraf etmesi istenecek, işgal barış antlaşmasının kabulü ve uygulanmasına kadar devam
edecekti. İşgal için bulunan gerekçe de sözde Kilikya bölgesinde çok sayıda Ermeni’nin
Türkler tarafından katledildiği şeklindeki uydurma haberlerdi.
İlk işgal edilen yer Türk Ocağı merkez binası oldu. Arkasından 15-16 Mart gecesi
Beyoğlu ve Üsküdar semtleri, 16 Mart 1920 sabahı Şehzadebaşı’nda bulunan 10. Kafkas
Tümeni’nin karargâhı İngiliz askerlerince basılarak silahsız ve baskınla yataklarından yeni
kalkmış olan 5 askerimizi şehit edip 9 askerimizi de yaraladılar. Harbiye ve Bahriye Nezareti
binalarıyla önemli askerî birimleri kuşattılar. Eski Harbiye Nazırı Cemal Paşa’yı evinden,
üzerindeki pijamasını daha değiştirmesine izin verilmeksizin tutukladılar. İstanbul’daki bütün
resmi yerler işgal edildi. Hatta Harbiye Nazırı Fevzi Paşa’nın odasına giren birkaç İngiliz
subayı küstah bir şekilde Paşanın göğsüne süngülerini dayadılar. Bütün yollar İngilizler
tarafından tutuldu, şehre giriş ve çıkışlar kontrole başlandı. Şehrin önemli yerlerine top ve
makineli tüfekli birlikler yerleştirildi. Ayrıca İngilizler İstanbul’da sıkıyönetim ilan ettiler.
İşgalden sonra yayınladıkları bildiride İngilizler; “İşgalin geçici olduğunu, İtilaf
Devletlerinin niyetinin Saltanat makamının nüfuzunu kırmak değil aksine kuvvetlendirmek
olduğunu, Anadolu’da isyan çıktığı veya azınlıklara karşı katliam yapıldığı takdirde İstanbul’un
Türklerden alınacağını ve herkesin İstanbul’dan verilecek emirlere uyması gerektiğini” ilan
ettiler. İngilizler işgalin tek sorumlusunun Anadolu’daki isyan hareketi olarak nitelendirdikleri
Millî Mücadele hareketi olduğunu belirterek, Mustafa Kemal Paşa’yı güç duruma sokmak ve
otoritesini kırmayı düşünmüşlerdi.
16 Mart günü gerçekleşen bu işgalden hemen sonra İngilizler Fındıklı Sarayı’ndaki
Meclis-i Mebusan binasını kuşattılar. Meclisi basarak içeriye zorla giren İngilizler, özellikle
Millî Mücadele hareketinin Meclis’teki başkanlığını yapan Rauf Bey’i, Kara Vasıf Bey’i ve
136 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

diğer bazı milletvekillerini tutukladılar. Tutuklanan bu milletvekilleri 15 Mart’ta yine İngilizler


tarafından tutuklanmış bulunan 150 civarındaki Türk aydınıyla birlikte Malta’ya sürgüne
gönderildi.
Bu olay üzerine Meclis’te 18 Mart 1920 günü yapılan oturumda, Milletvekillerinden
Tunalı Hilmi ve Dr. Rıza Nur’un verdikleri bir önerge ile “Meclis-i Mebusan’ın yeniden
hür iradesini ortaya koyacağı güne kadar Meclis çalışmalarının tatil” edilmesini önerdiler.
Karar oybirliği ile kabul edildi. Bir süre sonra başından beri Meclis’in Müdafaa-i Hukukçu
yapısından rahatsızlık duymuş olan Sultan Vahdettin de, yayınladığı bir İrade ile 11 Nisan
1920’de Meclis-i Mebusanı dağıttı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgalinden aynı günün sabahı resmen haberdar
olmuştu. Vatansever ve fedakâr bir telgrafçı olan Manastırlı Hamdi Efendi işgalden kısa
bir süre sonra “Bu sabah İngilizlerin Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak ele geçirdiklerini ve
İstanbul’u işgal ettiklerini” bildirmişti.
Mustafa Kemal Paşa, kendisine iletilen bu bilgiyi hemen bütün Kolordu Komutanlarına
telgrafla bildirmişti. Komutanlara gönderdiği bu bildiride bu andan itibaren Heyet-i
Temsiliye’nin Anadolu’da müracaat edilecek idarî mercii olduğunu bildiren Mustafa Kemal
Paşa, işgali izleyen ilk saatlerden itibaren sorumluluk sahibi bir lider olarak, büyük bir ileri
görüş ve enerji ile hemen tedbir almıştı.
Yayınladığı bir diğer genelgeyle Anadolu ve Rumeli’de bütün ahalinin mal ve can
güvenliğinin sağlanmasını istemiştir. Ayrıca bütün vali, komutan ve Müdafaa-i Hukuk
Heyetlerine karşı olan bazı kimselerin milleti aldatmasına ve gerçeklere ters düşen yanlış
hareketlere yöneltmelerine engel olmak için halkın aydınlatılması isteyen bir genelge
göndermişti.
Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin bu yeni işgal hareketi karşısındaki tepkisini
yabancı ülkelere yansıttı. İstanbul’da bulunan yabancı devletlerin temsilcilerine, bütün
tarafsız devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına ve Fransa, İngiltere, İtalya Millet Meclislerine
verilmek üzere Antalya’daki İtalyan Temsilciliğine birer protesto telgrafı gönderdi. Bir başka
talimatıyla bütün vali ve komutanlardan aynı yerlere protesto telgrafları gönderilmesini
istedi. 16 Mart 1920’de de millete hitaben bir bildiri yayınlayarak işgal ile yedi yüz yıllık
Osmanlı Devleti’nin hayatına son verilmiş olduğunu, vatan ve istiklâlimizi kurtarmak için
mücadele etmemiz gerektiğini duyurdu.
17 Mart 1920’de yayınladığı telgraflarla da, hiçbir askerî ve sivil makamın İstanbul
ile haberleşmemesini, Heyet-i Temsiliye ile irtibatlarını devam ettirmelerini, İstanbul’daki
olağanüstü durumun Anadolu’da mevcut kanunların uygulanmasına mani olmadığını belir-
terek kanunsuz işler yapılmamasını istedi.
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’un işgalini öğrenir öğrenmez aldığı tedbirler
arasında en önemlisi, Ankara’da olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin toplanması kararı
ve bunun uygulanması idi. Mustafa Kemal Paşa, bu kararı nasıl uygulayacağını Kolordu
Komutanlarına 17 Mart 1920 tarihinde bir genelge ile bildirdi. Telgrafta, Ankara’da bir
Kurucu Meclis’in toplanacağı, üye seçileceklerin nitelikleri ve seçimin nasıl yapılacağı, üye
seçileceklerin beş gün içerisinde Ankara’ya gönderilmesinin uygun görüldüğü genelgenin
diğer makamlara yayınlanmasından önce komutanların muvafakatlerinin beklendiği
bildiriliyordu.
Komutanlarla makine başında yapılan ve iki gün süren haberleşme sonunda, Kurucu
Meclis yerine “olağanüstü yetkiye sahip bir meclis” deyiminin kullanılması ve seçimin
on beş gün içerisinde gerçekleştirilmesi uygun görülmüştü. Bu değişikliklerle Kolordu
Millî Mücadele Dönemi 137

Komutanlıklarına, valiliklere ve bağımsız sancaklara yayınlanan 19 Mart 1920 tarihli


genelgeye göre memleketin her yerinde seçim hazırlıkları başlamıştı.

B- BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DÖNEMİ BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI


Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart 1920 tarihli seçim yönergesi niteliğindeki genelgesine
uygun olarak seçimler yapılmaya başlanmıştır.

Seçimler, her ne kadar Ankara’dan Heyet-i Temsiliyece yönlendirilmeye çalışılmışsa


da bölgelerin kendi şartlarına göre bir seyir izlemiştir. Yapılan seçimlerde ülke 66 seçim
bölgesine ayrılmış ve her seçim bölgesinden de 5 milletvekilinin seçilmesi kararlaştırılmıştı.
Buna göre yeni meclis 19 Mart tarihli genelge ile seçilen 330 yeni milletvekiliyle, İstanbul’dan
gelebilecek milletvekillerinden oluşacaktı. Ancak İstanbul’dan kaç milletvekilinin geleceği
belli olmadığı için meclise katılacak milletvekillerinin sayısı da belli değildi.

Yapılan seçimler sonunda Millî Mücadele hareketinin lideri olan Mustafa Kemal Paşa
hem Erzurum’dan hem de Ankara’dan milletvekili seçilmiş ancak kendisi Ankara milletvekili
olarak meclise girmiştir. Millî Mücadele hareketinin önde gelen isimlerinden; Rauf Bey (Orbay)
Sivas’tan, Kara Vasıf Bey Sivas’tan, Ali Fuat Paşa (Cebesoy) Ankara’dan, İsmet Paşa (İnönü)
Edirne’den, Kâzım Karabekir Paşa Edirne’den, Bekir Sami Bey (Kunduh) Amasya’dan, Cafer
Tayyar Paşa (Eğilmez) Edirne’den, Mersinli Cemal Paşa Isparta’dan, Ali Fethi Bey (Okyar)
İstanbul’dan, Dr. Adnan Bey (Adıvar) İstanbul’dan, Refet Paşa (Bele) İzmir’den, Fevzi Paşa
(Çakmak) Kozan’dan milletvekili seçilerek meclise girmeye hak kazanmıştır.

Ankara’ya gelebilen milletvekilleriyle birlikte meclisin 23 Nisan Cuma günü açılmasına


karar verildikten sonra bu karar Mustafa Kemal Paşa tarafından 21 Nisan 1920’de çok
acele kaydıyla Kolordulara, Bütün Valiliklere, Bağımsız Sancaklara Müdafaa-i Hukuk
Merkez Heyetlerine ve Belediye Başkanlıklarına bildirilmişti.

Bu telgrafın metni şöyledir:

1) “Allah’ın lütfuyla Nisan’ın 23’ncü Cuma günü, Cuma namazından sonra,


Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2) Vatanın istiklâli, yüce Hilâfet ve Saltanat makamının kurtarılması gibi en
önemli ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisinin açılış gününü
Cumaya rastlatmakla, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın
milletvekilleriyle Hacı Bayram Veli Camii şerifinde Cuma namazı kılınarak
Kuran’ın ve namazın nurlarından da feyiz alınacaktır. Namazdan sonra, sakalı
şerif ve sancağı şerif alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir. Meclise
girmeden bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde Camii şeriften
başlayarak Meclis binasına kadar Kolordu Komutanlığı’nca askerî birliklerle
özel tören düzeni alınacaktır.
3) Açılış gününün kutsallığını belirtmek için bu günden başlayarak vilâyet
merkezinde, Vali Beyefendi Hazretleri’nin düzenleyeceği şekilde, hatim
indirilmeye ve Buhari-i şerif okunmaya haşlanacak ve Hatm-i şerifin son
kısımları uğur getirsin diye Cuma günü namazdan sonra Meclis’in toplanacağı
yerin önünde tamamlanacaktır.
4) Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde bu günden itibaren aynı şekilde
Hatm-i şerifler indirilmesine ve Buhari-i şerif okunmasına başlanarak, Cuma günü
ezandan önce minarelerde Sala verilecek ve bütün vatan topraklarının kurtuluşu
için girişilen Millî Mücadele’nin önemini ve kutsallığını, milletin her bir ferdinin,
kendi vekillerinden meydana gelmiş olan bu Büyük Millet Meclisinin vereceği
138 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

vatani görevleri yapmaya mecbur olduğunu anlatan vaazlar verilecektir. Daha


sonra din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, selâmeti ve istiklâli için
dua edilecektir. Bu dinî ve vatanî merasim yapıldıktan ve camilerden çıkıldıktan
sonra, Osmanlı vilâyetlerinin her tarafında, hükümet konağına gelindikten sonra
Meclis’in açılmasından dolayı resmî tebrikler yapılacaktır. Her tarafta Cuma
namazından önce uygun şekilde Mevlid-i şerif okunacaktır.
5) Bu tebliğin hemen yayınlanarak, her tarafa ulaştırılabilmesi için her vasıtaya
başvurulacak, süratle en ücra köylere, en küçük askerî birliklere, memleketin
bütün teşkilât ve kuruluşlarına ulaştırılması sağlanacaktır. Ayrıca büyük levhalar
halinde her tarafa asılacak ve mümkün olduğu yerlerde bastırılıp çoğaltılarak
parasız dağıtılacaktır.
6) Yüce Allah’tan tam bir başarıya ulaştırması niyaz olunur.”

Heyet-i Temsiliye Adına


Mustafa Kemal

Mustafa Kemal Paşa, genelgesinde yer alan Padişah ve Halife ile ilgili sözler ve
meclisin açılışıyla ilgili yapılacak olan geniş kapsamlı dini tören için “o günün duygu ve
düşüncelerine uymak zorunda kalınışın bir gereğidir” demektedir.

Mustafa Kemal Paşa meclisin açılışından bir gün önce bütün vilayet ve bağımsız
sancaklarla birlikte çeşitli ordu birliklerine komutanlıklarına gönderdiği telgrafta, 23 Nisan’da
meclisin açılıp çalışmalara başlamasından sonra bütün sivil ve askerî makamların bütün
milletin tek başvuru yerinin Büyük Millet Meclisi olacağını bildirmişti.

Meclisin toplanma yeri olarak çeşitli binalar gezildikten sonra, II. Meşrutiyet döneminde
İttihat ve Terakki Cemiyeti Kulübü olarak yapılmış olan Ulus’taki tek katlı bina tespit edilmiştir.
21 Nisan tarihli yönergede belirtilen çerçeve içinde Ankara’daki tören yapıldıktan sonra,
meclis, 23 Nisan 1920’de saat 13.45’te Ankara’da bulunan 115 milletvekilinin iştirakiyle
en yaşlı üye olan Sinop milletvekili Şerif Bey başkanlığında açılmıştı. Nitekim Şerif Bey
kürsüye gelerek açış konuşmasını yaptı. Şerif Bey’in yaptığı açış konuşması şöyledir:

“Burada bulunan saygıdeğer Efendiler,

İstanbul’un geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün


temelleriyle halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği
hepinizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin teklif edilen yabancı esaretini
kabul etmesi demekti. Ancak ezelden beri hür ve bağımsız yaşamış olan milletimiz esaret
altına alınmayı büyük bir şiddet ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplayarak
yüce meclisini meydana getirmiştir. Bu yüce meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah’ın
yardımıyla milletimizin içte ve dışta tam bağımsız olarak kaderini bizzat üstlendiğini ve
idare etmeye başladığını bütün dünyaya ilân ederek Büyük Millet Meclisini açıyorum.”

Daha sonra Mustafa Kemal Paşa söz alarak, olağanüstü yetkilere sahip olarak
açılan bu meclisin yeniden seçilen milletvekilleriyle birlikte devlet merkezinden (İstanbul)
kurtularak Ankara’ya gelen ve gelebilecek olan milletvekillerinin hep birlikte bu meclisi
oluşturduklarına dair bir açıklama yapmıştır. Bu konuşmadan sonra 24 Nisan 1920’de
toplanmak üzere Meclis 14.30’da tatil edildi.

24 Nisan 1920 günü yeniden toplanan meclis öncelikle milletvekillerinin mazbatalarını


incelemiş ve kabul ederek milletvekillikleri onaylamıştır. Daha sonra kürsüye gelen Mustafa
Millî Mücadele Dönemi 139

Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden itibaren Meclis’in açılışına kadar cereyan eden
olayları, yapılan faaliyetleri ve alınan önlemleri anlatmış, İstanbul Hükümeti’nce şahısları
hakkında yayınlanan beyannamedeki bilgilerin ve yine çıkartılan fetvanın uydurma olduğunu
söylemiştir. Mustafa Kemal Paşa konuşmasında hükümetin kurulmasıyla ilgili bir de teklif
sunmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın, hükümetin kurulmasıyla ilgili esasları oluşturan teklifi
şöyledir:

1) “Hükümetin kurulması zarurîdir.


2) Geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişah’a bir vekil tanımak
mümkün değildir.
3) Meclis’te yoğunlaşan millî iradenin, doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el
koymuş oluğunu kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstün-
de kuvvet yoktur.
4) Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplar.
5) Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir hey’et, hükümet işlerine
bakar. Meclis başkanı, bu hey’etin de başkanıdır.
Not: Padişah ve halife, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyece-
ği kanuni esaslar içerisinde yerini alır.”
Nutuk’ta bu ilkelere dayanan bir hükümetin niteliğinin kolayca anlaşılabileceğini söy-
leyen Atatürk bunun, “millî hâkimiyet temeline dayanan halk hükümeti, Cumhuriyet olduğu-
nu” belirtmektedir.

24 Nisan 1920 tarihinde yapılan Meclis Başkanlığı seçimine Mustafa Kemal Paşa aday
gösterilmiş ve yapılan oylama neticesinde o gün mecliste bulunan 120 milletvekilinden
110’unun oyunu alarak Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçilmişti. Erzurum Milletvekili
Celalettin Arif Bey İkinci Başkanlığa, Konya Milletvekili ve Mevlana Dergâhı Postnişini
Abdülhalim Çelebi ile Kırşehir Milletvekili Cemalettin Efendi de Başkan yardımcılıklarına
seçilmişlerdir.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin yapısal özellikleri ile sosyo-ekonomik özellikle-
rinden de kısaca bahsetmek, Millî Mücadele Dönemi’nin bu önemli organını daha iyi tanı-
mamıza imkân verecektir.

23 Nisan 1920’de açılan Meclisin isminin ne olacağı konusunda milletvekilleri ara-


sında bir görüş birliği oluşmamış, Meclise farklı farklı isimlerin verilmesi milletvekillerince
önerilmişti.

Meclise giren muhafazakâr ve mukaddesatçı veya İslâmcı milletvekilleri meclisin is-


minin “Meclis-i Kebir” veya “Meclis-i Kebiri Millî”, Türk Ocaklı veya Türkçü milletvekilleri
ise “Kurultay”, Osmanlıcılar ise “Meclis-i Mebusan” olmasını istiyorlardı. Nitekim Kazım
Karabekir Paşa “Şurây-ı Millî”, Celalettin Arif Bey’ “Meclis-i Kebiri Millî”, Hamdullah Suphi
Bey ise “Kurultay” isminin verilmesini istiyordu.

Meclisin açılmasından önce milliyetçi ve inkılâpçı olan milletvekilleri de Meclisin is-


minin “Büyük Millet Meclisi” olmasını istemişlerdi. Bu isim üzerinde karar verildiği için ilk
açılış konuşmasını yapan Sinop Milletvekili Şerif Bey, konuşmasının sonunda “Büyük Millet
Meclisini açıyorum” demiştir.

Büyük Millet Meclisi isminin başına Türkiye sözcüğünün ne zaman kullanıldığı ko-
nusunda bilgiler farklıdır. Nutuk’taki belgelere göre Kasım 1920’den itibaren Mustafa
140 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kemal Paşa’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi unvanını kullandığını görüyoruz. Büyük Millet
Meclisinin imzaladığı ilk anlaşma olan Gümrü Barış Antlaşması’nda Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti deyimi geçmiştir. Ancak Şubat 1921’den itibaren Türkiye Büyük Millet
Meclisi kesintisiz olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine değişik toplumsal gruplardan ve kesimlerden ve
yine değişik meslek mensuplarından olan kişiler milletvekili olarak girmişlerdir. Bu değişik
toplumsal ve meslek gruplarının dağılımı şöyledir:

Toplam Milletvekili Sayısı: 437


Meslek Grubu Üye Sayısı
1. Memur Toplamı 205
Asker 60
Yüksek memur 38
Mülkî yönetici 44
Diplomat 2
Öğretim Üyesi 4
Öğretmen 13
Hakim-Savcı 17
Diğer memur 27
2. Serbest Meslek Toplamı 61
Avukat 29
Gazeteci 11
Bankacı 3
Doktor 16
Mühendis 2
3. Eşraf Toplamı 83
Çiftçi 42
Tüccar 36
Aşiret reisi 5
4. Din Adamı 49
5. İşçi 1
6. Belediye Başkanı 7
7. Bilinmeyen 31

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hususiyetleri


a) Millî Meclis Olması
23 Nisan 1920’de açılan bu meclisi diğer Osmanlı Meclislerinden ayıran en belirgin özelliği
“millî meclis” olmasıdır. Bu meclise katılan bütün milletvekilleri Türk ve Müslüman’dır. Oysa
diğer Osmanlı Meclisleri, millî meclis yapısı göstermemişlerdir. Çünkü bu meclislerde gayri
Müslimler ile Türk olmayan Müslümanlar da milletvekilleri olarak görev yapmışlardır.
Bu meclisi millî bir meclis yapan diğer bir özellik de, millî bir gayeye hizmet etmek
amacıyla açılmış olmasıdır. Bu meclis, milletçe karşı karşıya kalınan ortak bir tehdide karşı
Millî Mücadele Dönemi 141

yani vatanımızın işgal edilmiş olunmasına, istiklâlimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalınmasına karşı mücadele etmek amacıyla açılmıştır. Yani hedef “Misâk-ı Millî”nin
gerçekleşmesidir.

Meclisin milliliğini ortaya koyan bir diğer özelliği bu meclise katılan milletvekillerinin
belirlenmesinde ve seçilmesinde millî teşkilâtların yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin
rol oynamış olmasıdır. Bu meclise katılan milletvekillerinin büyük bir kısmı Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetleri’nin üyesi, kurucusu ve yöneticisidir.

b) Tek ve Üstün Meclis Olması


Bu meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920’de Meclis’e sunduğu önergede de
belirttiği şekilde, millî iradeyi kendisinde toplamış, kendisini vatanın geleceğine el koymuş
olarak kabul etmiş ve kendisinin üzerinde bir kuvvet, bir yetki ve makam tanımamıştır.

Meclis 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’da da belirtildiği gibi, millete ait olan hâkimiyeti
yani “Millî Egemenliği” millet adına temsil etmeye ve kullanmaya yetkili tek organ olmuştur.
Halife ve Padişahı kendi üzerinde bir yetki, makam ve güç olarak görmemiştir. Nitekim
24 Nisan’da aldığı kararla “Padişah ve Halife baskıdan kurtulduğu zaman, Meclisin
düzenleyeceği kanuni esaslar çerçevesinde durumunu alır” diyerek Meclis’i her şeyin
üstünde bir organ olarak öngörmüştür.

c) Güçler Birliğine Sahip Olması


Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir olağanüstü meclistir. Bu meclisin olağanüstülüğü,
sadece olağanüstü bir dönemde ve yine olağanüstü şartlarda açılmış olmasından
kaynaklanmamaktadır. Atatürk’ün bütün Vilayetlere ve Kolordu Komutanlıklarına hitaben
yolladığı genelgede de belirttiği gibi Ankara’da toplanacak olan meclis olağanüstü yetkilerle
donanmış olacaktı. Meclis olağanüstü yetkilere sahip olmakla, yasama ve yürütme
kuvvetlerini kendinde toplamıştır. Yani bu meclis hem yasama organıdır, hem de yürütme
organıdır. Hatta bu meclis zaman zaman yargı gücünü de kullanmış çıkardığı kanunlarla ve
kurduğu mahkemelerle yargılamalar yapmış, hükümler vermiştir.

d) İdealist ve Demokratik bir Meclis Olması


Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, çok zor şartlar altında yapılan seçim ve belirlemelerle
oluşturulmuş bir meclistir. Bu mecliste her sosyal grup ve kesimden üyeler temsil edilmiştir.
Halkın her kesiminden temsilcilerin görev yaptığı bu meclis gerek dış görünüş itibarıyla ve
gerekse de milletvekillerinin sahip oldukları görüş ve zihniyetler itibarıyla tam anlamıyla
demokratik bir meclis olmuştur.

Türk toplumunun o günkü şartları içerisinde, “çarıklı köylüsünü, sarıklı hocasını, kal-
paklı ve Avrupai kılıklı aydınını bir araya getiren tek düşünce, vatanın bütünlüğü ve bö-
lünmezliğini korumak ile millî istiklâli sağlamaktır.” Bütün maddî ve manevî imkânlar bu
gayeye sevk edilmiş, faaliyetler bu gayenin başarısına yöneltilmiştir.

Demokratik bir meclistir. Çünkü o günkü toplumsal yapımızda var olan her türlü inanç
ve görüşün temsil edildiği bir meclis olmuştur. Mecliste bulunan milletvekilleri arasın-
da Sünnisi Alevisi olduğu gibi, Islahatçısı, Hilafetçisi ve Saltanatçısı, İttihatçısı, Bolşeviği
(Sosyalist-Komünist), Türkçü ve Milliyetçisi, İnkılâpçısı bulunmaktaydı. Meclis bütün top-
lumsal kesimleri ve her türlü düşünceye mensup olanları bir araya getirdiği için demokratik
yapı ve karakter göstermiştir.

Bu kadar farklı fikir ve görüşe sahip milletvekillerinin tek program etrafında bir araya
geldiklerini görüyoruz: O da Misâk-ı Millî programıdır.
142 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

e) Fedakâr ve Kahraman Bir Meclis Olması


Misâk-ı Millî programı etrafında bir araya gelen milletvekillerinin oluşturduğu bu meclis ga-
yeye ulaşıncaya kadar aralıksız çalışmayı karar altına almış bir meclistir. Büyük sıkıntılar
ve yokluklar içerisinde Ankara’da günlerce hatta aylarca yaşamaya çalışan bu insanlar az
bir maaşla çalışmışlar ve aldıkları maaşların bir kısmını da bütçe açığının kapatılması için
yine devlete vermişlerdir.
Yine bu insanların büyük bir kısmı hem mecliste milletvekilliği yapmış, hem de askerî ve
mülkî görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Millî Mücadele’de Ordu Komutanlarımızın
birçoğu aynı zamanda milletvekilliği görevlerini de yürütmüşlerdir. Bu mecliste yer alan
milletvekillerinin büyük bir kısmı kahraman insanlardı. Antep’te, Maraş’ta, Adana’da Urfa’da
Ege’deki direniş hareketlerinde liderlik yapan, büyük kahramanlıklar gösteren insanlar bu
mecliste bulunmuşlardı.

Bu meclis, bir Millî Mücadele hareketini omuzlamış ve üç yıllık fedakârca ve kahra-


manca verilen azim ve gayretle bu mücadeleyi başarıya götürmüş ve zafer kazanmıştır. Bu
nedenle kahraman bir meclistir.

Meclisin Kurduğu Hükümetler ve Kabul Ettiği Bazı Kanunlar


Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, kuvvetler birliği ilkesinden hareketle, yasama, yürütme
ve yargı gücünü Meclis’in elinde bulunduran “meclis hükümeti sistemini” benimsemişti.

24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa, Mecliste yaptığı konuşmasının sonunda


hükümetin kurulmasına yönelik önergesini açıklamıştı. Kuvvetler birliği esasına dayalı
olan bu önerge ile Mustafa Kemal Paşa, yürütme ve yasama yetkilerinin Meclis’in elinde
toplanmasını ve Meclisten seçilmiş bir heyetin hükümet işlerini yürütmesini, Meclis
başkanının aynı zamanda, bu heyetinde başkanlığını üstlenmesini istiyordu. Mustafa
Kemal Paşa’nın önergesi doğrultusunda görüşmeler yapan Meclis, beş maddelik kanun
teklifini ele almış ve 2 Mayıs 1920’de kabul etmiştir.

Bu kanun teklifinin kabul edilmesinden sonra Büyük Millet Meclisi 3-4 Mayıs 1920’de
11 kişiden oluşan ilk Bakanlar Kurulu, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında
oluşturulmuştu. Buna göre ilk Bakanlar Kurulu şu isimlerden oluşmuştur:

İlk Büyük Millet Meclisi Hükümeti

Vekâletler (Bakanlıklar) Vekiller (Bakanlar)


Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa
Heyet-i Vekile Başkanlığı (Başbakanlık)………...
Kemal Paşa
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye (Savaş Bakanlığı)... Miralay (Albay İsmet Bey (İnönü)
Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye (Sağlık ve Sosyal
Dr. Adnan (Adıvar) Bey
Yardım Bakanlığı)……………………………..
Hariciye (Dışişleri Bakanlığı)..………………….. Bekir Sami (Kunduk) Bey
Müdafaa-i Milliye (Milli Savunma Bakanlığı)…… Fevzi (Çakmak) Paşa
İktisat ……………………………………………… Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey
Dâhiliye (İçişleri Bakanlığı)…………………….. Cami (Baykut) Bey
Adliye …………………………………………….. Celalettin Arif Bey
Şer’iye ve Evkaf (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) Mustafa Fehmi Efendi
Millî Mücadele Dönemi 143

Nafıa (Bayındırlık Bakanlığı) …...……………… İsmail Fazıl Paşa


Maliye ……………………………………………… Hakkı Behiç Bey
Maarif (Eğitim Bakanlığı)……………………….. Dr. Rıza Nur Bey

Bu hükümetler siyasî tarihimizde “Meclis Hükümetleri” olarak anılmakta olup, bundan


sonraki hükümetler [ilki İsmet İnönü Hükümeti (29 Ekim 1923–6 Mart 1924) olmak üzere]
Cumhuriyet hükümetleri olarak anılacaktır.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk açıldığı günlerde kabul etmiş olduğu bazı
önemli kanunlar vardır. Bunlardan birkaçı hakkında bilgi verilmesi uygun olacaktır.

Hıyanet-i Vataniye Kanunu (29 Nisan 1920)


Bu kanun Büyük Millet Meclisinin açılmasından sonra ele alınan ilk kanundur. Kanun ülkede
iç güvenliği sağlamak, millî gaye etrafında birleşmek ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin
otoritesini hakim kılmak, huzur ve asayişi sağlamak, asker firarilerinin önünü alıp düzenli
orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirmek gibi amaçlar için düşünülmüştür. 25
Nisan 1920’de Mehmet Şükrü Bey tarafından “Büyük Millet Meclisinin otoritesine bütün
Osmanlı vatandaşlarının uyması için, Millî Meclis’in kararları aleyhinde bulunanlar veya
uymayanlar ancak vatan haini olabilirler ve bu gibilerin de vatana ihanetle suçlandırılmaları”
gerekçesiyle bir kanun teklifi vermiş ve bu teklif 29 Mayıs 1920’de kabul edilmişti. Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’nun önemli maddeleri şunlardır:

Madde 1. Yüce hilafet ve saltanat makamını ve Osmanlı ülkesini yabancı güçlerden


kurtarmak ve saldırıları defetmek amacına yönelerek kurulmuş olan Büyük Millet Meclisinin
meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak, söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ve karışık-
lık çıkarmak isteyen kişiler vatan haini sayılırlar.

Madde 2. Doğrudan vatana ihanet edenler asılarak idam edilirler.

Madde 8. Bu kanun uyarınca mahkemelerce verilecek kararlar kesin olup, Büyük Millet
Meclisince onaylandıktan sonra, yerlerinde infaz edilir.

Nisab-ı Müzakere Kanunu (5 Eylül 1920)


Bu kanun Meclis’in toplantı şekilleri ve çalışma esaslarını belirlemek amacıyla çıkartılmıştır.
Kanuna göre her sancağın Meclis’teki mevcut üye sayısı, Seçim Kanunu’nun belirlediği
sayıdan aşağı düşmedikçe, boşalan üyelikler için seçim yapılamayacağını, Meclis
görüşmelerine yılda mazeretsiz 2 ay aralıksız katılmayanların istifa etmiş sayılacaklarını,
mebuslukla memuriyetin bağdaşmayacağını, ancak Heyeti Vekile üyelerinin ordu ve Kolordu
Komutanlarıyla, diplomatların Meclisin onayıyla mebusluk görevlerini sürdürebileceklerini
hükme bağlamıştır.

Kanunun 1. maddesi ise “Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin
kurtarılması ve milletin bağımsızlığının sağlanmasından ibaret olan gayesine ulaşıncaya
kadar aşağıdaki şartlar çerçevesinde aralıksız toplanır” demekle Meclisin sürekli toplantı
halinde olacağını ifade etmiştir.

Firariler Hakkında Kanun


Bu kanun Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun uygulanmasında görülen aksaklıklar nedeniyle
kabul edilmesi zorunlu hale gelmiş bir kanundur. Önce bu kanunun uygulanması için
olağan mahkemeler görevlendirilmişti. Bu mahkemeler tarafından asker kaçaklarına hapis
cezası verilmesi sebebiyle, birçok kişi cephede savaşmak yerine hapis yatmayı göze
144 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

alarak firar ediyordu. Asker kaçaklarına yardım edenlere ise bir ceza verilemiyordu. Normal
mahkemelerin verdiği kararlar ya çok uzun bir süre alıyor, ya da hafif cezalar şeklinde
oluyordu. Bu da cezaların ibret verici ve caydırıcı olmasını önlüyordu.

Millî Müdafaa Vekili Fevzi Paşa, Mecliste yaptığı konuşmada olağanüstü ihtiyaca
dayanarak, savaş zamanına ait olmak üzere “Firariler Hakkında Kanun”un kabulünü istedi.
Fevzi Paşa, asker kaçakları olaylarının çokluğunun, vatanın kurtuluşu ve bağımsızlığını
tehlikeye düşürecek hale geldiğini belirtmiş, bunun önüne ancak sert tedbirlerle
geçilebileceğini söyleyerek kanunun önemini belirtmeye çalışmıştır. Kanun Meclis’te
yapılan görüşmeler sonunda 11 Eylül 1920’de kabul edildi. Firariler Hakkında Kanunun
önemli maddeleri şöyledir:
Madde 1. Muvazzaf ve gönüllü olarak askerlik hizmetine katılıp da firar edenler ve her
ne surette olursa olsun firara sebebiyet verenler ve firarilerin yakalanmasında ve sevkinde
kayıtsızlık gösterenler ve firarileri saklayan ve giydirenler hakkında mülkî ve askerî kanunlar,
hükümler ve gerektiğinde diğer benzer cezalarla ilgili kararları hüküm ve infaz etmek üzere
Büyük Millet Meclisi üyelerinden oluşan İstiklâl Mahkemeleri oluşturulmuştur.
Madde 2. Bu mahkemelerin üye sayısı üç olup Büyük Millet Meclisinin oy çokluğu ile
seçilirler ve içlerinden birisi kendileri tarafından Reis addolunur.
Madde 3. İşbu mahkemelerin sayısını ve mıntıkalarını Bakanlar Kurulunun teklifi
üzerine Büyük Millet Meclisi tayin eder.
Madde 4. İstiklâl Mahkemeleri’nin kararları kesin olup, yerine getirilmesinde devletin
bütün silahlı ve silahsız kuvvetleri memurdur.

İstiklâl Mahkemeleri
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Nisan 1920’de kabul ettiği Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile
11 Eylül 1920’de kabul ettiği Firariler Hakkındaki Kanun ve 18 Eylül 1920’de kabul edilen “çe-
şitli yerlerde İstiklâl Mahkemeleri teşkili hakkındaki” 45 no’lu karar, İstiklâl Mahkemeleri’nin
kurulmasının hukukî dayanakları olmuşlardır.

Millî Mücadele’nin kazanılmasında iç güvenliğin sağlanması, Meclis otoritesinin kurul-


ması ve asker kaçaklarının önünün alınmasında bu mahkemelerin çalışmasının ve karar-
larının büyük rolü vardır.

İstiklâl Mahkemelerinin verecekleri kararlar, idam dahil, kesin olup, derhal uygulanırdı.
Karar verilirken mahkeme üyelerinin vicdani kanaatleri yeterliydi. Kararlara itiraz ve temyiz
hakkı yoktu. İstiklâl Mahkemelerinin kararlarını bütün asker ve sivil memurlar uygulamak
zorundaydılar.

Mahkeme üyelerinin seçilmesi, bölgelerinin belirlenmesi ve kanunun yürütme yetkisi


doğrudan doğruya Meclise aitti. Böylece Meclis, İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla olağanüstü
yargı gücüne de sahip oluyordu. Böylece yasama, yürütme ve yargı güçleri Meclis’te
toplandı ve bu Meclis “Kuvvetler Birliği” esasına dayanan bir yapı gösterdi.

İstiklâl Mahkemeleri iki dönem olarak ele alınabilir. Bunlar 1920–1923 yılları arasında
faaliyette bulunmuş olan I. Dönem İstiklâl Mahkemeleri ve 1923-1927 yılları arasında
faaliyet göstermiş olan II. Dönem İstiklâl Mahkemeleridir.

I. Dönem istiklâl Mahkemeleri (1920-1923)


Eskişehir, Kastamonu, Ankara, Konya, Isparta, Pozantı, Sivas, Trabzon, Diyarbekir ve
Elâziz İstiklâl Mahkemeleri’dir.
Millî Mücadele Dönemi 145

II. Dönem İstiklâl Mahkemeleri (1923-1927)


Bu dönemde üç İstiklâl Mahkemesi kurulmuştur. Bunlar; İstanbul basınının yargılanması
amacıyla İstanbul’a gönderilen İstiklâl Mahkemesi, Şeyh Sait İsyanı münasebetiyle kurulan
Ankara İstiklâl Mahkemesi ile İsyan Bölgesi İstiklâl Mahkemeleridir.

İstiklâl Mahkemeleri ilk başta vatana ihanet edenlerin ve firari askerlerin yargılandığı
mahkemelerdi, ancak bilahare mahkemelerin görev alanları ve suç türleri genişlemiştir. Bu
mahkemelerde ele alınan bazı suç örnekleri şöyledir:

“Gasp suçunu işlemek, asilere katılma, asker ailesini dağa kaldırmak, şüpheli şahıs
olmak ve casusluk yapmak, düşmana katılmak ve emellerine hizmet, emniyeti suiistimal,
askerî eşyayı çalmak, saklamak ve satmak, firar, firara yataklık ve sebebiyet vermek, isyan
etmek ve isyana katılmak, vatana ihanet, adam öldürmek, rüşvet almak, eşkıyalık yapmak,
düşmana hizmet etmek, hırsızlık, kadın kaçırmak, fuhşa katılmak” gibi.

İsimleri aynı olmakla birlikte Millî Mücadele içinde çalışan İstiklâl Mahkemeleri ile
Cumhuriyetin ilk yıllarında çalışanlar arasında nitelik, gerekçe ve amaç yönünden büyük
fark vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923–1927) çalışan mahkemeler; Türk İnkılâbının
gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, rejim karşıtları ile inkılâplara karşı olanların, isyancıların,
bazı basın mensuplarının ve İttihatçılarla suikastçıların yargılandığı birer “rejim mahkemesi”
hüviyetindedir.

Bu mahkemeler, 1927 yılından sonra kaldırılmamakla birlikte faaliyet göstermemişlerdir.


Mahkemelerin kesin olarak kaldırılması 1949’da olmuştur.

MİLLİ MÜCADELEDE AYAKLANMALAR


Ayaklanmaların Genel Sebepleri
Birinci Dünya Savaşı bittikten ve Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra ordu birliklerinin
büyük bir bölümü terhis edilmeye başlamıştır. Terhis olunan askerlerden bazıları, işgaller
neticesinde ortaya çıkan kargaşadan istifade ederek Anadolu coğrafyasında eşkıyalık
hareketlerine girişmişlerdir. İşgallere dur demek, bağımsızlığı temin etmek adına Mustafa
Kemal Paşa millî direnişi örgütlemeye başladıkça, İstanbul Hükümeti’nin kışkırtmalarının
bir sonucu olarak Millî Mücadele hareketine karşı ayaklanmalar baş göstermiştir. Damat
Ferit Paşa Hükümeti’nin Kuvâ-yı Milliye’ye karşı amansız tutumu bu ayaklanmaların baş
nedenidir. Bununla birlikte, saf vatandaşları ayaklanma yoluna iten başka nedenler de
vardır. Bunların başında İngilizlerin yurt çapında gerçekleştirdikleri olumsuz propagandalar
gelir: İngilizler, hem kendileri gayret ederek hem de padişahı destekleyerek millî direnişin
önüne geçmeye çalışmışlardır. Çünkü Boğazları ellerinde bulundurmak İngilizler
açısından fevkalade önemlidir; bu yüzden Boğazlara yönelik millî güçlerden gelebilecek
tehditlerin önüne geçmek maksadıyla Marmara’nın doğusunda iki tampon bölgeye ihtiyaç
duymaktadırlar. Bunlar, Çanakkale Boğazını saldırıya karşı kapayacak Biga ve Gönen
dolayları ile Karadeniz Boğazını aynı yönde güvenlik altına alacak Düzce ve Hendek
bölgeleriydi. O yüzdendir ki İngilizler, İstanbul Hükümeti ile de işbirliği içersinde olarak
bu bölgelerde çoğunluğa sahip olan Pomaklar, Çerkezler ve Abazaları kışkırtabilmek için
gayret göstermişlerdir. Oysa bu vatandaşlar yüzlerce yıl Anadolu’da, oturmuş ve Türk
olmuş, vatan uğruna kanlarını akıtmışlardı. Fakat gene yüzlerce yıldır Osmanlı sarayına
kız verdikleri için saltanata bağlıydılar. İngilizler, bu vatandaşların saf-temiz duygularını
kötüye kullanmışlar; sonuçta bölge halkını, Anadolu hükümetine karşı ayaklandırmışlardır.

Ayrıca Doğu’da kurulması düşünülen Ermeni ve Kürt devletinin doğmasını


kolaylaştırmak için oralardaki vatandaşlar kışkırtılmış, bunun da öncülüğünü İngilizler ve
146 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Fransızlar yapmışlardır. Böylece Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da pek çok ayaklanma


çıkartılmıştır. Bunun yanında İstanbul Hükümeti’nin dinî tahrikleri neticesinde Orta Anadolu
halkı da ayaklanmışlardır. Hem İstanbul Hükümeti hem de işgal devletleri Müslüman halkı
ayaklanmaya sürüklemek maksadıyla iki ana propaganda konusuna ağırlık vermişlerdir.
Bunlardan birincisi; halifenin İslamların lideri olduğu, onun buyruklarından çıkmanın dinsizlik
sayılacağı konusudur. İkincisi ise; on yıl aralıksız savaştığı için yorgun düşmüş Anadolu
insanının, Milli Hükümet tarafından askerlik görevine çağrılmasının doğurduğu kuşkudur.
Bu kuşkuyu da İstanbul Hükümeti ve işgal devletleri ustalıkla Anadolu İhtilâlinin aleyhine
kullanıp pek çok vatandaşı askerlikten kaçırarak ayaklandırma yolunda kullanmışlardır.

Doğu Karadeniz’deki Rumların ayaklanması ise doğaldı. Çünkü Batı Anadolu


Yunanlılarca işgal edilmişti. Şüphesiz Rumlar da Rum Pontus Devleti kurabilmek için bu
işgalden cesaret almışlardı.

Ayaklanmaların ikinci derecede nedenleri de var: Örneğin düzenli ordu henüz


kurulmadığı için, bölgesel savunma birliklerinin (Kuvâ-yı Milliye) bazı yerlerde disiplinsiz
hareket ederek halktan para ve malzeme toplamaları, kendi ölçülerine göre diledikleri
kişileri cezalandırmaları, Millî Mücadele’ye karşı ayaklanmaları tetiklemiştir. Ayrıca bazı il ve
ilçe merkezlerinin ileri gelen kişileri arasında çekememezlik ve kıskançlığın bulunması da
bölgesel olayların ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Yine bazı yöneticilerin, millî direnişin
anlamını kavrayamamaları, halka beceriksizce davranmaları da Millî Mücadele’ye karşı
ayaklanmaların ortaya çıkması için kıvılcım yerine geçebilmiştir.

İstanbul Hükümeti ve İşgal Kuvvetleri Tarafından Desteklenen ve Millî


Mücadele hareketini Ortadan Kaldırmaya Dönük Ayaklanmalardan Bazıları
Kuvâ-yı Milliye hareketinin, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı ve ertesinde giriştiği
faaliyetler neticesinde gün geçtikçe daha da güç kazanması, Damat Ferit Paşa Hükümeti
tarafından dikkatle takip edilmektedir. Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Kuvâ-yı Milliye
hareketi, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapmış, Kuvâ-yı Milliye’ye hizmet eden bütün
cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirmiştir.
Dolayısıyla bütün bu gelişmeler, Mustafa Kemal Paşa’nın ve Heyet-i Temsiliyenin
Anadolu’daki nüfuzunun arttığının göstergeleridir. Tabii olarak bu durum Damat Ferit Paşa
ve Hükümeti tarafından engellenmeye çalışılmıştır.

Anadolu’nun kontrolünü ele geçirmeye çalışan Heyet-i Temsiliyenin önüne geçmek


ve halkın Heyet-i Temsiliye ile beraber hareket etmediğini göstermek adına çıkartılan
ayaklanmalardan birisi Bozkır Ayaklanmalarıdır. Bozkır isyanlarının ortaya çıkışında
Konya Valisi Cemal Bey’in rolü büyüktür. Cemal Bey, koyu bir Hürriyet ve İtilaf Fırkası
mensubudur; aynı zamanda Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu olması hasebiyle “İttihatçı”
düşmanıdır. Kuvâ-yı Milliye hareketini “İttihatçı” bir hareket olarak algıladığından dolayıdır ki
valiliği döneminde Konya’da Kuvâ-yı Milliye namına bir teşkilatın ortaya çıkmasına elinden
geldiğince karşı çıkmıştır. Ayrıca Cemal Bey’in yanında Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Teali
İslam Cemiyeti üyelerinin de bu isyanlarda önemli rolleri bulunmaktadır. Bunların yanında
İstanbul’da bulunan Papaz Frew’nun da isyanın çıkışında etkili olduğu açıkça ortadadır.

Konya’da Cemal Bey’in Kuvâ-yı Milliye karşıtı girişimleri yüzünden sağlam bir
teşkilatlanmaya gidemeyen Konya Kuvâ-yı Milliyecileri, Heyet-i Temsiliyeden Konya’ya
bir komutan gönderilmesini talep etmişlerdir. Bunun üzerine Albay Refet Bey Konya’ya
gitmekle görevlendirilmiş, bu haberi alan Konyalılar millî hareketi güçlendirmek adına
faaliyetlerini arttırmışlardır. Bu arada Konya Valisi Cemal Bey hapishanedeki eşkıya ve
katillerin çoğunu serbest bırakmıştır. 26 Eylül 1919 tarihinde Bozkır’da Kuvâ-yı Milliye
Millî Mücadele Dönemi 147

aleyhine bir ayaklanma baş göstermiştir. Dinek Nahiyesi Müdürü Vehbi Bey, Cemal Bey’in
kendisine verdiği vaadin ardından adamları ile beraber Bozkır’ı yağma etmek amacıyla
harekete geçmiştir. Yine Kürtoğlu Musa, Bademlili Hacı Halil ve Güzel Çavuş idaresi
altında toplanan asiler Bozkır’a gelmişler ve telgraf tellerini de tahrip etmişlerdir. Asiler,
jandarmaların ellerindeki silahları almışlar ve silah deposunu basarak, depodaki silah ve
cephaneye de el koymuşlardır. Asiler, 12. Kolordu Topçu Komutanı Yarbay İzzet Bey ve bazı
subayları da esir almışlardır. Ayrıca Duyun-ı Umumiye ile Reji kasalarında bulunan akçe ve
tütünü de gasp etmişlerdir. Bunun üzerine Hükümet, asileri yola getirmek adına Konya’dan
bir Nasihat Heyeti’ni Bozkır’a göndermiş, nihayetinde isyan, geçici bir süreliğine de olsa
nasihatle 4 Ekim 1919 tarihi itibariyle bastırılmıştır. İsyancılarla Nasihat Heyeti arasındaki
mutabakata göre; “asiler esir aldıkları subayları serbest bırakacaklar ve silahlarını teslim
edeceklerdi. Buna karşılık Bozkır’a millî kuvvetler gönderilmeyecekti.”

Bozkır isyanlarından birincisi böylelikle sona ererken Heyet-i Temsiliye, Bozkır’da


yeni bir isyan ortaya çıkar endişesiyle Afyonkarahisar’daki Yarbay Arif Bey müfrezesini
Seydişehir’e kaydırmıştır. Ayrıca 12. Kolordu’nun bazı birlikleri de Çumra ve Karaviran’a
yerleştirilmiştir. Bu durumdan rahatsız olan 70’i silahlı ve 200’ü silahsız Hocaköy ve Hisarlık
ahalisinden oluşan asiler, Hoca Abdullah, Hoca Sabit ve Hoca Abdülhalim liderliğinde
22 Ekim 1919’da Bozkır etrafında toplanmışlardır. Bozkır Kaymakam Vekili Sami Bey’i
çağırmışlar ve Sami Bey’den Çumra ve Karaviran’daki millî kuvvetlerin derhal geri
çekilmesini ve genel af ilan edilmesini istemişlerdir. Kaymakam Vekili Sami Bey, asileri
ikna etmeye çalışmış; fakat başarılı olamamış nihayetinde asilerden Hoca Abdülhalim,
“istekler” hakkında vilayete telgraf çekilmesini istemiştir. Çekilen telgrafa alınan cevapta
ise; asilerin köylerine geri dönmeleri gerektiği, Refet Bey’in bulunduğu mevkiden ileri
gitmeyeceği belirtilmiş, asiler dağılmaz, isyana kalkışırlarsa bunların cezalandırılacağı
bildirilmiştir. Bu cevaba tepki gösteren asiler telgraf hatlarını kesmişler ve Bozkır’ı ele
geçirmişlerdir. 25 Ekim 1919’da asiler ile Yarbay Arif Bey kumandasındaki birlikler arasında
Akkise’de çatışma gerçekleşmiş ve asiler 30 ölü bırakarak Ahırlı köyü ve güneyindeki
dağlara çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır. 28 Ekim’de Yarbay Arif Bey Apa’yı asilerin
elinden kurtarmıştır. Daha sonra da 1-2 Kasım’da Dinek çatışması olmuş ve bu çatışma
neticesinde millî kuvvetler Bozkır’a girmeyi başarmışlardır. 4 Kasım 1919 tarihi itibariyle
isyan tamamen bastırılmıştır.

Nasihatle son bulan birinci isyandan kısa bir süre sonra tekrar çıkan Bozkır isyanının
arkasındaki güç, birinci isyanın arkasındaki güçle aynıdır. Nitekim ayaklanmanın sebepleri
hakkındaki raporlara bakıldığında bu rahatlıkla görülmektedir. Rapora göre isyanın
çıkışındaki temel sebep; Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Kuvâ-yı Milliye’yi saldırı hedefi
seçerek iktidarı ele geçirmek istemesidir. Nitekim Hürriyet ve İtilaf Fırkası, 13 Ekim 1919
tarihli muhtırasında Bozkır isyanını övmekte ve isyancıların kıymetinin bilinmediğinden
yakınmaktadır.

İzmir’in işgali sonrasında Batı Anadolu bölgesinde işgalci kuvvetlere karşı millî direniş
örgütleri oluşturulmuş, işgalin sona erdirilmesi yönündeki girişimler hız kazanmıştır. Kuvâ-
yı Milliye’nin gün geçtikçe daha da güç kazanması ise İngilizler ve İstanbul Hükümeti’nin
canını sıkan gelişmeler olmuştur. İngilizler, Yunanlılar tarafından gerçekleştirilen işgal
hareketinin başarısız olma ve Anadolu ile Trakya Kuvâ-yı Milliyecilerinin birleşme
ihtimalinden tedirgin olmuşlar ve tedirginliklerini gidermek adına da Anzavur
Ayaklanmalarını desteklemişlerdir. İngilizlere göre Ahmet Anzavur’un çıkaracağı
isyanlarla; İstanbul ve Çanakkale boğazlarına yakın bölgelerde Kuvâ-yı Milliye ile arada
bir “tampon bölge” oluşacak, oluşan bu bölge Padişah Vahdettin’in nüfuz alanında olacak,
böylelikle de boğazlar üzerindeki kontrol kolayca sağlanacaktır. İstanbul’daki İntelligence
148 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Servisinin adamlarından olan Papaz Frew’da Anzavur’u para ve silah yönünden


destekleyecektir. İstanbul Hükümeti ise bölgedeki otoritesinin gün geçtikçe daha da
azaldığını düşünmüş ve otorite tesisi için Kuvâ-yı Milliye’nin ortadan kaldırılmasının
gerekli olduğuna inanmıştır. Sonuç olarak Ahmet Anzavur’un bölgede kudretli bir konuma
gelmesi yönünde büyük gayret sarf etmiştir.

Bu isyanın çıkış tarihi de ayrıca önemlidir. Çünkü isyanın başladığı tarih olan 1 Ekim
1919 itibariyle Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye hareketi günbegün gücünü artırmaktadır. 4
Eylül’de toplanan Sivas Kongresi’nde alınan kararlara bakıldığında da millî kuvvetlerin
gücünün arttığı açıkça görülmektedir. Nitekim Sivas Kongresi’nde Heyet-i Temsiliyenin
temsil alanı vatanın tamamı olarak yeniden düzenlenmiştir. Birbirinden bağımsız olarak
istiklal uğruna mücadele eden cemiyetler de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti adı altında tek bir çatı altında toplanmış ve Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki
Heyet-i Temsiliye tarafından idare edilmesi kararlaştırılmıştır. Nihayetinde bütün bu
gelişmeler Kuvâ-yı Milliye’nin önü alınamaz bir şekilde güçlendiğinin kanıtlarıdır ve
Ahmet Anzavur da, bu önü alınamaz güçlenişin bütün Anadolu sathında tamamen
kontrolü ele geçirmesinin önüne geçmek maksadıyla 1 Ekim 1919’da Biga, Manyas,
Gönen, Susurluk ve çevresinde isyan etmiştir. İngilizlerin yardımlarıyla emrinde piyade,
süvari ve topçu sınıfından kuvvetler oluşturan Ahmet Anzavur, Şah İsmail, Cambazlar
Hakkı, Elkesenin Nuri, Kadir ve Sülüklülü Davut gibi eşkıyaları da etrafında toplayarak
bölgede kendi iktidarını oluşturmak ve millî oluşumları ise ortadan kaldırmak için
faaliyetlerine başlamıştır. Anzavur Ahmet, halkı Kuvâ-yı Milliye aleyhine kışkırtabilmek
adına dinî motiflerden de faydalanmaya çalışmıştır: Kuvâ-yı Milliye hareketini bir Bolşevik
hareketi olarak tanıtmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın da halkı soyduğunu ve ittihatçılığın
devamı için çalıştığını iddia etmiştir. Ahmet Anzavur, köy köy dolaşarak bölge halkını
kandırmak için, halkın saf dini inançlarından faydalanma noktasında da büyük çaba
sarf etmiştir. İsyanı boyunca “Elimde kılıç, göğsümde iman, koltuğumda Kur’an” gibi
sloganlarla halkı kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Hatta elde ettiği kuvvetleri Kuvâ-yı
Muhammediye yani Muhammed’in kuvvetleri, kendisini de Kuvâ-yı Muhammedî Reisi
olarak tanımlamış, bu suretle kendisine katılımların daha da artacağını hesaplamıştır.
Meselâ halkı kandırmak için yaptığı propagandalardan bazıları şunlardır: “Mustafa
Kemal, Padişahımızı makamından atarak yerine geçmek için çalışıyor. Bunların din ile
alakaları yoktur, ırz ve namus nedir bilmezler. Hamama bile kadınlarla beraber giderler.
Padişahın hepinize selamı var. Bu asi ve hain Kuvâ-yı Milliyecileri yok edelim.”

Ahmet Anzavur, Padişah ve Halife’nin desteği ve dinî propagandaların yardımının


yanında, Çerkezlerden de faydalanmaya çalışmıştır. Nihayetinde Çerkez köylerinde
dolaşmış ve “Benim elimde padişahın fermanı vardır; padişah emir ediyor, Kuvâ-yı Milliye’yi
dağıtacağım ve zaten Kuvâ-yı Milliye, Çerkesleri hep katledecekler ve çoluk çocuklarını
keseceklerdir.” gibi propagandaları neticesinde iki yüz kişilik bir kuvvet toplamıştır. Topladığı
kuvvetlerle Susurluk ve Gönen’de yapmadık kötülük bırakmamıştır. Susurluk Redd-i
İlhak Cemiyetinin 1000 lirasını gasp etmiştir. Pek çok zulümlerde bulunmuş, kadınların
mücevherlerine dahi zorla el koymuştur.

Heyet-i Temsiliye, Anzavur ayaklanmasını bastırmak üzere 61. Tümen Kumandanı


Kazım Bey ve Salihli Cephesi Kumandanı Çerkez Ethem’i görevlendirmiştir. Ayaklanmanın
bastırılmasıyla görevlendirilen Çerkez Ethem, Dramalı Rıza Bey’le birlikte 150 mevcutlu
Kuvâ-yı Seyyâre’siyle 19 Kasım 1919’da Manyas’a gelmiş, burada Tenkil Kuvvetleri
Kumandanı Yarbay Rahmi Bey’in yardımcısı olarak görevine başlamıştır. Yarbay Rahmi
Bey ve Çerkez Ethem’in şiddetli takibi ile karşı karşıya olan Ahmet Anzavur, Gönen’deki
çarpışmada da yenilgiye uğrayınca Damat Ferit Paşa’nın daveti üzerine 6-7 adamı ile birlikte
Millî Mücadele Dönemi 149

önce İzmit’e kaçmış ardından da İstanbul’a geçmiştir. Anzavur’un birinci ayaklanması 25


Kasım 1919 tarihi itibariyle bastırılmıştır.

Ahmet Anzavur, 16 Şubat 1920’de İngiltere ve Damat Ferit Paşa’nın desteğini almak
suretiyle tekrar isyan etmiştir. Anzavur, birinci isyanında olduğu gibi ikinci isyanında da
halkı dinî propagandalarla kendi tarafında çekmek için gayret sarf etmiştir. Nitekim Ahmet
Anzavur’un, Kuvâ-yı Milliye’ye karşı “din uğruna, Kur’an’a dayanarak” mücadele yaptığını,
kendisinin ve arkadaşlarının “Allah yolunda cihad ettikleri” gibi halkı etkilemeye yönelik
söylemler, mütemadiyen Kuvâ-yı Milliye aleyhtarı gazetelerde yayınlanmıştır. Anzavur,
17 Şubat 1920’de 15 kadar adamıyla birlikte Biga’ya gelip Hükümet Konağı’na yerleşmiş
ve isyanın idaresini eline almıştır. Daha sonra Şah İsmail, Kürt Mehmet Çavuş ve Gavur
İmam’ı Biga’da bırakıp Yenice’ye hareket etmiştir. Anzavur, Biga ahalisi ile arası açıldıktan
sonra da 150 kişi civarındaki maiyetini Gönen’in güneybatısındaki Seydiköy’e göndermiştir.
Burada kendisine taraftar toplamak için çalışmalar yürüten Anzavur, bölgedeki bazı köylerin
kendisine katılmasına da muvaffak olmuştur. 29 Şubat 1920 tarihine gelindiğinde Çerkez
Ethem’in 30 top ve çok sayıda mitralyözle Gönen’e geleceği halk arasında yayılmaya
başlamıştır. 1 Mart 1920’de Anzavur Sarıköy’e gelmiş, burada sekiz jandarma eri ve
bir kısım silahlı köylüyle bucak müdürünü Yortan köyüne çekilmek zorunda bırakmıştır.
2 Mart’ta ise Anzavur ve Gavur İmam kuvvetleri Gündoğan, Babakaya, Hasanbey,
Karalarçiftliği ve Bakırlı sırtlarını tutmuştur. Nihayetinde Anzavur’un tenkili için gönderilen
kuvvetler Gönen’de toplanarak 6 Mart’ta Anzavur’a karşı harekâta başlamışlardır. Fakat
Anzavur ayaklanması gün geçtikçe genişlemiş, Balıkesir dahi isyancıların eline geçme
tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Anzavur, 4 Nisan’da Gönen üzerine yürüyerek şehri fazla
zorlanmadan ele geçirmiştir. Anzavur daha sonra İngilizlerinde desteğiyle hiçbir zorlukla
karşılaşmadan Bandırma’yı işgal edip burayı kendisine üs tayin etmiştir. Anzavur’un
Bandırma’ya gelişi Rumlar tarafından da sevinçle karşılanmıştır. İstanbul Hükümeti de, 8
Nisan’da Anzavur’u “paşa” unvanı vermek suretiyle Balıkesir Mutasarrıflığına tayin etmiştir.
Anzavur daha sonra Susurluk ve Kirmastı’yı işgal etmiş, Gavur İmam da Balya üzerinden
Balıkesir’e doğru hareket etmiştir.

İsyanı bastırmak için Balıkesir’de toplanan millî kuvvetler, 8–14 Nisan’da, 61. Tümen
Kumandanı Kazım Bey’in genel komutasında Anzavur üzerine yürümüşlerdir. 14 Nisan’da
Balıkesir’den Susurluk-Gönen istikametine hareket eden millî kuvvetler, 15 Nisan akşamı
Anzavur kuvvetleriyle karşılaşmıştır. Taşköprü hattında başlayan çatışma Çerkez Ethem
kumandasındaki kuvvetlerin, 15 Nisan 1920’de Susurluk ve Kirmastı arasında Anzavur
kuvvetlerini 5 saatlik çarpışma sonucu mağlup etmesiyle son bulmuş, bu çarpışmada iki top
ve birçok silah ve cephane ele geçirilmiş, Anzavur da yaralanmıştır. Nihayetinde Anzavur,
6 adamıyla birlikte çareyi yine İstanbul’a kaçmakta bulmuştur. Anzavur, İstanbul’a geçişi
sonrasında da rahat durmamış, burada Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri içerisinde görev alarak
Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadelesini devam ettirmiştir.

Damat Ferit Paşa, 5 Nisan 1920 tarihinde dördüncü defa Sadaret’e geldiğinde
hem “Hükümetin Beyannamesi” hem de Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin
“Fetvâ-yı Şerife”si aracılığıyla Kuvâ-yı Milliye hareketini suçlamıştır. Damat Ferit Paşa,
Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’ye çıkarttığı Fetvâ ile Kuvâ-yı Milliyecilerin “kâfir”
olduklarını ve öldürülmelerinin dinen “farz” olduğunu Müslüman halka ilan ettirmiştir.
Böylelikle Kuvâ-yı Milliyecilerin, Müslüman Anadolu insanına dayanmasının önüne
geçmeyi hedeflemiştir. Zira “dinî” bir unsur olan bu Fetvâ ile halkın Kuvâ-yı Milliyecilerden
ayrılarak İstanbul Hükümeti ve Padişah’ın yoluna gireceği düşünülmüştür. Fakat Damat
Ferit Paşa her ihtimale karşı, Kuvâ-yı Milliye hareketini tamamen ortadan kaldırmak ve işi
sadece Fetvâ’nın tesirine bırakmamak için Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadele edecek bir
150 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ordu teşkiline çalışmış, bu maksada yönelik olarak 8 Nisan da, İngiliz Yüksek Komiseri
Amiral de Robeck’le görüşmesinde Kuvâ-yı Miliye’nin bastırılabilmesi için karşı bir kuvvet
oluşturulması gerektiği fikrini Robeck’e iletmiş ve ondan bu hususta yardım istemiştir.
Damat Ferit Paşa bu görüşmeden üç gün sonra Amiral de Robeck’le bir görüşme daha
yapmış ve bu görüşmede, “paşalık payesi” vermek suretiyle Balıkesir Valiliğine atadığı
Ahmet Anzavur idaresindeki kuvvetlere destek verilmesini İngilizlerden istemiştir. Amiral
de Robeck, Anzavur kuvvetlerine askerî yardım yapılacağını ve “hükümetin yetkisine karşı
hala meydan okumaya devam eden milliyetçilerin bastırılmasında sarf edilecek çabalarda”
İngilizlerin her türlü desteği sağlayacağını söylemiştir.

Damat Ferit Paşa’nın Kuvâ-yı Milliye hareketini ortadan kaldırmaya dönük, Türk’ü
Türk’e kırdırarak bastırmak demek olan bu planını, İngilizlerin yanında; İngiliz Muhîbbileri
Cemiyeti, Hürriyet ve İtilâf Fırkası ile Askeri Nigehban ve Kızılhançerliler gibi cemiyetler
de desteklemişler, para yardımı yapmışlardır. Nihayetinde Kuvâ-yı İnzibatiye adıyla bir
ordunun kurulmasıyla ilgili kararname 18 Nisan 1920’de hükümet tarafından çıkarılmıştır.
Damat Ferit Paşa, Kuvâ-yı İnzibatiye kuvvetlerinin başına Ordu Kumandanı yetkisiyle
Süleyman Şefik Paşa’yı getirmiştir. Yine 8 Nisan 1920 tarihinde “paşalık” rütbesi verip
Balıkesir Mutasarrıflığına tayin ettiği Ahmet Anzavur’a da Kuvâ-yı Milliye’nin bastırılmasında
önemli görevler vermiştir. Her ne kadar Ordu Kumandanı Süleyman Şefik Paşa olsa da
Anzavur, Kuvâ-yı İnzibatiye’nin içerisindeki konumunu her zaman herkesten güçlü tutmaya
çalışmıştır. Nitekim İzmit’teki Süleyman Şefik Paşa-Anzavur görüşmesinde Anzavur
Ahmet’in kendisine emrindeki bir asker gibi davranması ve “Kuvayi İnzibatiye’ye istediği
anda komuta etmek hakkı olduğunu ve İstanbul Hükümeti Erkânıharbiyesinin kendi emrine
göre hareket etmek zorunda bulunduğunu” söylemesi Süleyman Şefik Paşa’yı üzmüş ve
duruma tepkisini dile getirerek kimin komutan olduğunu Damat Ferit Paşa’dan sormuştur.
Damat Ferit Paşa’dan bir cevap alamayınca da görevini bırakarak İzmit’ten ayrılmıştır.
Bunun üzerine Paşa’dan boşalan Kuvâ-yı İnzibatiye Komutanlığına Yarbay Senâi Bey
tayin edilmiştir. Kuvâ-yı İnzibatiye Kararnâmesi’ne göre Kuvâ-yı İnzibatiye birliklerinin,
muvazzaf subay ve askerler ile emekli asker ve gönüllülerden oluşması kararlaştırılmıştır.
Kuvâ-yı İnzibatiye’nin asker ihtiyacını karşılamak için de, Sadrazam, Hariciye Nazırı ve
Harbiye Nazırı Vekili olan Damat Ferit Paşa 23 Nisan’da bir beyanname yayınlayarak
“İstanbul’da görevde ve açıkta bulunan bütün subayların Harbiye Nezâretine gelerek,
yoklama yaptırmaları, gelmeyenlerin askerlikle ilgili her türlü ilişkilerinin kesileceği ve
seferberlikten kaçmış sayılarak Divân-ı Harbe” verileceklerini duyurmuştur. Ayrıca Kuvâ-
yı İnzibatiye yetkilileri, Anadolu’ya görevliler göndermek suretiyle hem Kuvâ-yı Milliye
aleyhine propagandalar yaparak hem de piyade yazılacak olanlara 15, süvari yazılacaklara
ise 30 lira maaş verileceği vaadiyle kendilerine asker temin etmeye çalışmışlardır.
Nihayetinde Kuvâ-yı İnzibatiye birliklerine, İstanbul’daki depolardan silah, cephane ve
araç-gereç sağlanmış ve 966 er ve 66 subaydan oluşan ilk Kuvâ-yı İnzibatiye alayı 29
Nisan’da İzmit’e gönderilmiştir. Kuvâ-yı İnzibatiye’nin İzmit’e gönderildiği tarihlerde Ahmet
Anzavur bölgede Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadele etmektedir. Hatta Kuvâ-yı Milliye’ye
karşı bir kısım başarılar da elde etmiş, 10 Mayıs’ta Adapazarı, 13 Mayıs’ta Kandıra ve 15
Mayıs’ta Doğançay’ı ele geçirmiştir. Fakat Anzavur’un bu ilerleyişi karşısında 23 Mayıs’ta
Çerkez Ethem kumandasında başlayan karşı taarruz neticesinde Anzavur birlikleri mağlup
edilmiştir. Yine 14 Haziran’da İzmit’ten tekrar harekâta geçen Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri
de bir süredir Sapanca’da tertibat almış olan Ali Fuat Paşa’nın karşı taarruzu neticesinde
mağlup edilmiştir. Neticede bu başarısızlık üzerine Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri, İzmit’e
gönderilen Gülcemal isimli vapurla 20 Haziran’da İstanbul’a geri götürülmüşlerdir. Ayrıca
Harbiye Nezareti de 25 Haziran 1920 tarihinde aldığı bir kararla Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri
dağıtmıştır.
Millî Mücadele Dönemi 151

İstanbul Hükümeti ve İngilizlerin kışkırtmaları neticesinde memlekette çıkan


ayaklanmalardan birisi de Düzce ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmanın çıkışında Damat Ferit
Paşa Hükümeti’nin etkisi büyüktür. Hükümet, Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’ye
çıkarttığı Fetvâ ile Kuvâ-yı Milliyecilerin “kâfir” olduklarını ve öldürülmelerinin dinen “farz”
olduğunu Müslüman halka ilan ettirmiştir. Ayrıca Hükümet, Ankara’da meclisin açılacağı
haberi ortalıkta dolaşmaya başlayınca “Din ve halifelik elden gidiyor” gibi propagandalara
başvurmuş, özellikle de Bolu, Düzce, Hendek ve çevresindeki Çerkez ve Abazaları Millî
Mücadele hareketine karşı kışkırtmıştır. Hükümetin ve İngilizlerin gayretleri neticesinde 13
Nisan 1920’de Düzce’nin Ömer Efendi köyünde ayaklanma çıkmıştır. Asiler kısa zamanda
Düzce’yi ele geçirmişlerdir. 18 Mayıs itibariyle değerlendirildiğinde isyan; Bolu, Hendek,
Gerede, Mudurnu ve çevresine kadar yayılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa ve
Albay Refet Bey isyanı bastırmakla görevlendirilen komutanlardı. Ayrıca Çerkez Ethem
Müfrezesi, Yarbay Arif Bey Müfrezesi ve Binbaşı Nazım Bey Müfrezesi gibi bazı müfrezeler
de ayaklanmayı bastırmakla görevli olarak Ali Fuat Paşa ve Refet Bey’in emrine verilmişti.
Nihayetinde asilere karşı şiddetli bir mücadeleye girişilmiş, 26 Mayıs 1920’de Çerkez
Ethem, Düzce’yi ele geçirmiştir. İsyancılar, “Bolşevikler Hendek’i bastı, kadın ve kızlarımızı
çırılçıplak hamamlara doldurdular, Müslümanlık ve namusumuz tehlikededir, Allahını seven
Hendeğe koşsun.” yollu propagandalarla Millî Mücadelecileri Bolşevik olarak tanımlayarak
halkın millî kuvvetlere karşı mücadele etmesini sağlamaya çalışmışlardır. Nitekim bu tür
propagandalar kısmen etkili olmuştur. Fakat sonuç olarak 31 Mayıs 1920’de Albay Refet
Bey, Gerede’yi asilerin elinden geri almış ve böylelikle Düzce ayaklanması sona ermiştir.

Birinci Düzce ayaklanması bastırılınca, Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim Bey müfrezeleri,
Yozgat’ta çıkmış olan Çapanoğulları ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilmişlerdir. Bu
arada Yunanlılar, Anadolu içlerine doğru ilerlemektedir. Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim
müfrezelerinin Yozgat’a gitmesinden, diğer millî kuvvetlerin de Yunanlılarla mücadele
etmesinden faydalanan bazı Çerkez ve Abazalar, bölgede yeniden ayaklanmışlardır. Asiler
8 Ağustos 1920 tarihinde Düzce’yi basmışlar, subayları tutuklamışlar, Kadı Kemalettin
Efendi’yi kaymakam tayin etmişlerdir. Bunun üzerine Mürettep Tümen’in bir taburu Bolu’ya
gönderilmiştir. Fakat asiler bu taburu tamamen esir almışlar, hatta Bolu üzerine yürümeye
başlamışlardır. Ayaklanmanın ciddiyeti Ankara tarafından fark edilince Ankara, Eskişehir,
Bilecik ve Yozgat’tan bazı müfrezeler buraya kaydırılmış ve bu müfrezelerin gayretleri
neticesinde 23 Eylül 1920 tarihi itibariyle Düzce ayaklanması sona ermiştir.

Millî Mücadele hareketinin önüne geçmek, TBMM’nin otoritesini sarmak, halkı halife ve
sultan etrafında birleştirmek adına çıkartılmış olan ayaklanmalardan bir diğeri de 15 Mayıs
1920 tarihli Yozgat Çapanoğulları ayaklanmasıdır. İsyanın öncüsü ve aynı zamanda
Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Yozgat Şubesi Başkanı olan Çapanoğlu Edip Bey, kardeşi Celal
Beyle birlikte TBMM’nin Osmanlı kanunlarına aykırı olarak ortaya çıktığını iddia etmiş,
halkı Millî Mücadele’ye karşı ayaklanmaya, halife etrafında birleşmeye davet etmiştir.
Ayrıca Heyet-i Temsiliyenin, Yozgat Mutasarrıfı Necip Bey’i, emirlerini yerine getirmediği
için görevinden alması ve yerine muhasebeci Arif Bey’i ataması da bölgedeki huzursuzluğu
artırmıştır. Çapanoğlu Edip ve Celal liderliğinde hareket eden asiler, Millî Mücadele
hareketinin İttihat ve Terakki Cemiyetinin devamından başka bir şey olmadığı üzerine
propagandalar yapmışlardır. Asiler, 14 Haziran 1920 tarihi itibariyle Yozgat şehrini işgal
etmişlerdir. Merkezi Sivas’ta bulunan 3. Ordu kuvvetleri asiler üzerine hareket ettirilmiş, fakat
bu kuvvetler yeterli olmamıştır. Bunun üzerine Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim müfrezeleri
Yozgat ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilip bölgeye sevk edilmişlerdir. Çerkez
Ethem ve müfrezelerin büyük gayretleri neticesinde 23 Haziran 1920 tarihinde Yozgat
şehri asilerden geri alınmıştır. Çerkez Ethem, 28 Haziran 1920’de Alacayı da asilerden geri
152 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

almıştır. Bundan sonra asiler kısmen hareketlilik gösterseler de 27 Ağustos 1920 itibariyle
ayaklanma bastırılmış, fakat asiler aradan çok zaman geçmeden 5 Eylül 1920 tarihinde
yeniden isyan etmişlerdir. Birinci Yozgat ayaklanması bastırılınca asilerden bir kısmı
bağışlanma talebinde bulunmuştur. Bağışlanma talepleri TBMM’de yetkililer tarafından
kabul edilmiş, bu asilerden 500 kişilik bir gönüllü alayı oluşturulmuştur. Akdağmadeni
Alayı da denilen bu alayın Batı cephesine sevk edilmesi ve Yunanlılara karşı mücadele
etmesi kararlaştırılmıştı. Fakat oluşturulan bu alay, cepheye gitmemiş, kaçmıştır. Asiler 6
Eylül 1920’de Erbaa’yı 9 Eylül 1920’de de Zile’ye bağlı Ortaköy bucağını basmışlardır.
Öncelikle Boğazlıyan Millî kuvvetleri, ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiş, fakat bu
kuvvetler ayaklanmayı ortadan kaldırmayı başaramayınca İkinci Kuvâ-yı Seyyâre diye
adlandırılan Çolak İbrahim Bey Müfrezesi bölgeye sevk edilmiş, ayaklanmayı bastırmakla
görevlendirilmiştir. Çolak İbrahim Bey Müfrezesi 29 Eylül 1920’de Akdağmadeni’ni asilerin
elinden geri almıştır. Bundan sonraki günlerde yer yer küçük grupların ayaklanmaları
olmuştur. Fakat 30 Aralık 1920 tarihi itibariyle ayaklanma kesin olarak sonra ermiştir.

İstanbul Hükümeti’nin desteğiyle ortaya çıkan bir diğer ayaklanma da Delibaşı


Mehmet ayaklanmasıdır. Delibaşı Mehmet ayaklanmasının çıkışında Hürriyet ve İtilaf
Fırkası ile Teali İslam Cemiyeti üyelerinin tahrikleri etkili olmuştur. Kışkırtmalar neticesinde
Delibaşı Mehmet, etrafında topladığı asilerle birlikte Alibey Hüyüğü’nden hareket ederek 2
Ekim 1920 tarihinde Çumra’yı basmıştır. Ayaklanmadan haberdar olan Konya valisi Haydar
Bey, durumu 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’ya bildirmiştir. Bu arada Konya Depo
Taburundan 200 kişiyi Alaaddin tepesinde konuşlandırmıştır. Fakat valinin aldığı tedbirlere
rağmen Delibaşı Mehmet, 3-4 Ekim’de Konya’da valilik makamını ve Alaaddin tepesini ele
geçirmiştir. Delibaşı Mehmet, hükümet konağını ele geçirince kendi adamı olan Mazlumzade
Osman Efendi’yi vali tayin etmiştir. İsyan, Karapınar, Karaman, Ilgın, Akşehir, Seydişehir
ve çevresinde yayılmıştır. Durumun ciddiyetinden haberdar olan TBMM, Albay Refet Bey’i
ayaklanmayı bastırmakla görevlendirmiştir. 8 Ekim 1920’de asiler üzerine yürüyen Albay
Refet Bey kuvvetleri; Çumra, Karaman, Bozkır ve Seydişehir’i asilerin elinden kurtarmıştır.
19 Ekim 1920’de de Beyşehir asilerin elinden alınmıştır.

İşgal Kuvvetlerinden Destek Gören Ayrılıkçı Ayaklanmalar


Mondros Mütarekesi’nin imzası ertesinde ülkedeki karışık ortamdan istifade etmek suretiyle
bazı ayrılıkçı ayaklanmalar ortaya çıkmıştır. Bu ayaklanmaların nihai amacı “bağımsızlık”
elde etmektir. Örneğin bazı Kürt aşiretleri tarafından ortaya çıkarılan ayrılıkçı ayaklanmalar,
her fırsatta İngilizler ve Fransızlar gibi devletler tarafından desteklenmiştir. Hatta 12 Eylül
1919 tarihli bir antlaşmaya baktığımızda; Anadolu üzerinde ortaya çıkartılacak olan bir
Kürt Devleti’nin Osmanlı Devleti yetkilileri tarafından da kabul edildiğini görmekteyiz.
12 Eylül 1919 tarihinde Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yapılan gizli antlaşmanın
üçüncü maddesinde “Türkiye, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasına karşı çıkmayacaktır.”
denilmiştir. Damat Ferit Paşa, S. Francer, F. Morlan ve G. Churchill tarafından imzalanan
bu antlaşma; İngilizlerin, Kürt Devleti kurma noktasında ne kadar kararlı olduklarını
göstermektedir. Osmanlı Devleti yetkilileri de İngilizlerin Kürdistan fikrine karşı
çıkmamaktadır. Aslında dönemin hükümeti olan Damat Ferit Paşa Hükümeti, İngilizlere
karşı, bir mücadeleye girişmenin herhangi bir yarar sağlamayacağına inanmaktadır.
Ülkenin ancak ve ancak “gerçekçi bir siyaset” takip edilerek kurtulacağını düşünmektedir.
Bu yüzden hükümete göre; İngilizlerle iyi ilişkiler içerisinde olunmalı ve böylelikle İngilizlerin
lütfuyla ülkenin bağımsızlığı sağlanmalıdır.

Midyat’ın güneyindeki aşiretlerden birisinin reisi olan Ali Batı, İngilizlerin kışkırtmalarının
sonucu olarak, bir Kürt Devleti kurmak gayesiyle, “hükümet zayıf düştüğünden Padişah bu
bölgenin muhafazasını bana emanet etti. Yakında Mardin’de oturarak buraları muhafaza
Millî Mücadele Dönemi 153

edeceğim” yollu propagandaları neticesinde Mardin, Savur, Cizre, Nusaybin ve çevresindeki


aşiretlerden bir kısmını da etkisi altına alarak 11 Mayıs 1919 tarihinde Nusabin’e gelip isyan
etmiş; hatta özerkliğini ilan etmiştir. Nusaybin kaymakamı ve 13. Kolorduya bağlı 24. Alay
Komutanı, Ali Batı’yı “yaptığının yanlış olduğu” noktasında uyarmışlardır. Fakat Ali Batı
bütün bu uyarılara rağmen isyan girişiminden vazgeçmemiştir. Bunun üzerine 13. Kolordu,
Ali Batı ayaklanmasının önüne geçmek üzere harekete geçip, 6. Piyade Alayını Ali Batı ve
asilerin üzerine sevk etmiştir. Nihayetinde 6. Piyade Alayının aldığı önlemler sonucunda 18
Ağustos 1919 tarihinde Ali Batı ölü olarak ele geçirilmiş, böylelikle isyan sona erdirilmiştir.

Bağımsız bir Kürt Devleti kurmaya dönük ayaklanmalardan bir diğeri Bahtiyar
aşireti reisi Cemil Çeto’nun önderliğindeki 20 Mayıs 1920 tarihli ayaklanmadır. Mayıs
1920’de Hıdranlı aşireti reisi Hüseyin Paşa, Garzan ve çevresinde Kürt Teali Cemiyetinin
beyannamesini dağıtmıştır. Bu beyannamede; İtilaf Devletlerinin Kuvâ-yı Milliye’yi
dağıtacağı ve bölgedeki Kürtlere bağımsızlık vereceği üzerinde durulmuş, bu yüzden de
Kürtlerin silahlı ve hazır bulunmaları gerektiği belirtilmiştir. Bu çağrıya kulak veren Cemil
Çeto, aşiretiyle birlikte Garzan’da ayaklanmıştır. Bir müddet Garzan üzerinde egemen olsa
da 13. Kolordunun gayretleri sonucunda adamlarından çoğunu kaybetmiş ve 4 oğlu ile 7
Haziran 1920 tarihinde millî kuvvetlere teslim olmuştur.

İngilizler ve Fransızların kışkırtmaları sonucunda Milli aşiretinin ileri gelenlerinden


Mahmut, İsmail, Halil, Bahur ve Abdurrahman Beyler Millî Mücadele’nin düşmanlarıyla
gizli ilişkiler içerisinde olmuşlar ve 1 Haziran 1920’de TBMM’ye karşı ayaklanmışlardır. Bu
ayaklanma Kürt Devleti ortaya çıkarmaya dönük bir ayaklanmadır. Millî aşireti Fransızların
Urfa’yı ele geçirmesini fırsat bilerek Siverek’e doğru harekete geçmiştir. Bölgedeki millî
kuvvetler ve 13. Kolorduya bağlı 5. Tümen, Millî aşiretinin Siverek’e doğru ilerleyişini
durdurmuş, asiler Suriye’ye kaçmak zorunda kalmışlardır. Asiler, Suriye’de kuvvetlerini
arttırıp 3000 atlı ve 1000 piyadeden oluşan bir kuvvetle tekrar geri dönmüşler, 26 Ağustos
1920 tarihinde Viranşehir’i işgal etmişlerdir. Bunun üzerine 5. Tümen; Siverek, Urfa,
Diyarbakır ve çevresinden gönderilen birliklerle birlikte 8 Eylül 1920 tarihinde asileri tekrar
Suriye’ye kaçmak zorunda bırakmış, böylelikle Millî aşireti ayaklanması bastırılmıştır.

Koçgiri aşireti; büyük kısmıyla Koçhisar, Zara, Suşehri, Refahiye, Kemah, Kangal,
Ovacık ve çevresinde yaşamakta ve İbolar, Zazalar, Balular, Kerteliler ve Sarular adlı
beş büyük kabileden oluşmaktadır. Koçgiri aşiretinin reisi Haydar Bey, Kürtleri Yüceltme
Derneğinin üyesi ve İmranlı’daki şubesinin de başkanıdır. Bu aşiret Dersim aşiretleriyle
devamlı surette ilişki içerisinde olmuştur. Nitekim Dersim ve Koçgiri aşiret ileri gelenleri
isyan öncesinde Elazığ’da bir araya gelmişler, TBMM Hükümetinde “muhtariyet” talebinde
bulunmuşlardır. Ayrıca Kürt mahkûmların da serbest bırakılmasını istemişlerdir. Koçgiri
aşireti İbolar kabilesinin öncülüğünde 6 Mart 1921 tarihinde ayaklanmıştır. Koçgiri
ayaklanması İngilizler ve Kürt Teali Cemiyeti tarafından da desteklenmiştir. İsyan
kısa sürede Sivas, Erzincan ve Tunceli yöresine yayılmıştır. Ayaklanmanın ciddiyetini
değerlendiren TBMM Hükümeti, isyanın nasihatle sona erdirilmesi adına Danıştay
üyeliği de yapmış olan Şefik Bey’i Zara’ya göndermiş, fakat Şefik Bey’in teşebbüsleri bir
sonuç vermemiştir. Bunun üzerine Hükümet, 10 Mart 1921 tarihinde Sivas, Erzincan ve
Elazığ bölgesinde sıkıyönetim ilan etmiş, 13 Mart 1921’de de Merkez Ordusu Komutanı
Nurettin Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Asiler ile millî kuvvetler arasında
8 Nisan’a kadar devam eden çarpışmalar neticesinde asiler; ayaklanmayı sona erdirme
karşılığında, Koçkiri (Zara), Divriği, Refahiye, Kuruçay, ve Kemah ilçelerinin ayrıcalıklı bir
vilayet yapılmasını ve bir Kürt vali atanmasını istemişlerdir. Bu talepler kabul görmemiş, 11
Nisan’da isyanı bastırmak üzere harekâta geçilmiş ve 17 Haziran 1921 tarihinde Haydar’ın
kardeşi Alişan’ın yakalanmasıyla ayaklanma son erdirilmiştir.
154 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Ayrılıkçı girişimlerden bir diğeri de Pontus Devleti kurma teşebbüsleridir. Yunanistan’ın


bağımsızlığını kazanmasının (1829-1830) akabinde Karadeniz Rumları, bölgede Samsun
merkezli bir Pontus Devleti kurma gayreti içerisinde olmuşlardır. Yunanistan bağımsız
olduktan sonraki süreçte; Rumların Karadeniz’e olan ilgisi daha da artmıştır. 1870’lerden
itibaren çok sayıda Rum Karadeniz’e göç etmiştir. Megali İdeanın Karadeniz’e dönük
emelini gerçekleştirmek adına faaliyet yürütecek olan “Atina’da yetişmiş siyasî kişiler,
Samsun’u merkez yaparak çalışmaya başlamışlardır.” Pontus Devleti kurma noktasında
ciddî çalışmalar yürüten ve amacı; “Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun sahil vilâyetleri ile
Kastamonu, Gümüşhane, Erzincan ve Sivas vilâyetlerinin bir kısmını içine alan yerleri,
yani Batum’dan İnebolu’ya kadar olan bölgede başkenti Samsun olmak üzere ileride
Yunanistan’la birleştirmek üzere bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti kurmak” olan Pontus
Cemiyeti, 1904 yılında kurulmuştur ve bu cemiyetin ortaya çıkışında Merzifon Amerikan
Koleji’nin rolü büyüktür. Daha sonra bu cemiyete ilaveten yine Samsun merkezli olmak
üzere Müdafaa-i Meşrute ve Mukaddes Anadolu Rum cemiyetleri kurulmuştur. Bütün bu
cemiyetlerin gayretleri neticesinde Karadeniz Bölgesi’nde Megali İdeanın Pontus ayağını
gerçekleştirmek adına çeteler ortaya çıkarılmıştır. Bölgedeki ilk çete Amasya Metropoliti
Germanos tarafından 1908 yılında Samsun’da kurulmuştur. I. Dünya Savaşı’nın karışık
ortamından istifade ederek seferberlik emrine uymayan ve askerden kaçan Rumlar,
Ruslardan da gördükleri destek neticesinde Pontus Cemiyeti önderliğinde çeteler kurma
gayreti içerisinde olmuşlardır. Örneğin Bafra’nın Bünyan Dağı çevresindeki 11 Rum
köyünden 1500 kişilik bir Rum çetesi ortaya çıkartılmıştır. Bu çete bölgede Türk-İslâm
nüfusu ortadan kaldırmak adına faaliyet yürütmüştür. Çete, Bünyan Dağı çevresinde yer
alan Çağşur köyünü basmış, köy halkını çoluk-çocuk demeden katletmiştir. Köy halkından
yalnızca 15 kişi sağ kurtulabilmiştir. Rumların bölgede giriştikleri çete hareketleri başta
Yunanistan olmak üzere, Amerika, İngiltere ve Fransa tarafından da desteklenmiştir.
Hatta bu Rum çeteleri bizzat Amerikan Koleji tarafından idare edilmiştir. Nitekim
Rumların en büyük destekçilerinden birisi olan Merzifon Amerikan Koleji Müdürü Mr.
White bir mektubunda Türkler hakkında şöyle demektedir: “Hıristiyanlığın en büyük rakibi
Müslümanlıktır. Müslümanların da en kuvvetlisi Türkiye’dir. Bu hükümeti ve memleketi
devirmek için Ermeni ve Rum dostlarımızı terk etmemeliyiz. Hıristiyanlık için Ermeni ve
Rum dostlarımız tarafından o kadar kan feda edildi ki; bunlardan birçoğu İslamlara karşı
mücadelede şehit oldular. Unutmayalım ki kutsal hizmetimiz sonuna kadar, daha pek çok
böyle şehit kanı akıtılacaktır. Bizim görevimiz, bu fırsatı kaçırmamak, gereğine uygun
hareket eylemektir. Hıristiyanların şimdiye kadar görmüş oldukları zulümlere karşı onların
zekâtını ödeyecek bir ruh aşılamalıyız. Biz bunu şimdiye kadar yaptık ve başarılı da
olduk.”

Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile birlikte Karadeniz Rumları, Pontus Devleti


kurma noktasındaki gayretlerini biraz daha artırmışlardır. Çünkü Mütareke ile Osmanlı
ordusunun terhis edilmesi kararlaştırılmıştır. Yine İtilaf Devletleri de, kendileri açısından
tehdit oluşturabilecek herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkını elde etmişlerdir.
Nitekim bu hükme dayanarak İngilizler, 9 Mart 1919’da Samsun’u, 30 Mart 1919’da
da Merzifon’u işgal etmişlerdir. İtilaf Devletleri tarafından özellikle silah ve mühimmat
noktasında desteklenen Rum çeteleri, Mütareke’nin ortaya çıkardığı kargaşa ortamından
azamî ölçüde istifade etmişlerdir. Çeteler; Çarşamba, Terme, Amasya, Merzifon, Vezirköprü,
Lâdik, Gümüşhacıköy, Havza, Tokat, Erbaa ve Alaçam’da Türk-İslâm halkı katletmişler,
mallarını da yağmalamışlardır.

Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal
Paşa, çete hareketlerinin önüne geçmek adına öncesinde alınan tedbirlere ilaveten gerekli
Millî Mücadele Dönemi 155

tedbirleri derhal almış ve nihayetinde çete hareketlerinin asgarî düzeye inmesini sağlamıştır.
Nitekim 19 Haziran’da “Pontus Cumhuriyeti kurulması gayesine yönelik teşkilat ve haince
teşebbüslerin bir zarar veremeyecek hale getirildiği” Mustafa Kemal Paşa tarafından
yetkililere bildirilmiştir. Fakat daha sonra Anadolu’daki Yunan ilerleyişine paralel olarak
bölgedeki Pontus emeline dönük girişimler tekrar ortaya çıkmıştır. Rumlar, çetecilik yapmak
suretiyle Türk-İslâm halk üzerinde baskı kurmaya, hatta onları yok etmeye çalışmışlardır.
Ayrıca Rumlar, büyük devletlerin de desteği neticesi olarak Karadeniz Bölgesi’nin nüfus
bakımından Rum şehirlerinden ibaret olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır. Bu noktada
bölgenin nüfusu hakkında dünya kamuoyuna yanlış bilgiler sunmuşlar, bölgede Rumların
çoğunlukta olduklarını iddia etmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa, memleketteki Pontus Rum Devleti kurmaya dönük faaliyetlerin
önüne geçmek için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiş, bu maksada dönük olarak 9 Aralık
1920 tarihinde Merkez Ordusu kurulmuş ve bu ordunun başına komutan olarak da Nurettin
Paşa tayin edilmiştir. Nihayetinde Merkez Ordusunun gayretleri neticesinde Pontus emel-
lerinin önüne geçilmiştir. 6 Şubat 1923 tarihi itibariyle Pontusçu Rumların çete/isyan hare-
ketleri tamamen sona ermiştir.

Düzenli Ordu’ya Geçişe Karşı Çıkan Ayaklanmalar


Kuvâ-yı Milliyeler halinde Rum çetelerine ve Yunan ordularına karşı verilen bağımsızlık
mücadelesi olağanüstü gayretlere rağmen yetersiz geliyordu ve bu durum düzenli orduya
geçişi zorunlu hale getiriyordu. Nitekim TBMM, Yunanlılarla daha organize bir şekilde
mücadele edebilmek adına düzenli orduya geçiş kararı almıştı. Tam da bu noktada
düzenli orduya geçişi “mevcut pozisyonun kaybedilmesi” olarak değerlendiren bazı Kuvâ-
yı Milliyeciler isyan yolunu tutmuşlardır. Bunlardan birisi Nazilli’li Demirci Mehmet Efe’dir.
Düzenli ordu kararı alındıktan sonra Refet Bey, Güney Cephesi komutanı olmuştur.
Refet Bey, emrindeki kuvvetlerle birlikte Aydın Cephesi Umum Kuvâ-yı Milliye Komutanı
Demirci Mehmet Efe’yi 22/23 Kasım 1920 tarihli bir telgrafla düzenli orduya katılmaya
çağırmıştır. Fakat Demirci Mehmet Efe, Refet Bey’in bu teklifini kabul etmemiştir. Bunun
üzerine Refet Bey, Hafız İbrahim Demiralay ve Şefik Aker gibi isimleri, Demirci Mehmet
Efe’yi iknaya göndermiş, fakat bu ikna çabaları sonuç vermemiştir. Nihayetinde Refet Bey,
Demirci Mehmet Efe üzerine kuvvet sevk etmiş, 15 Aralık 1920’de bir gece baskınıyla
Demirci Mehmet Efe kuvvetlerinin önemli bir kesimi dağıtılmıştır. Refet Bey, öncesinde
Millî Mücadele’ye büyük hizmetler yapmış olan Demirci Mehmet Efe’nin ayaklanmasını
sona erdirmek adına Efe’nin samimi arkadaşı Yüzbaşı Nuri Bey’i görevlendirmiştir. Nuri
Bey derhal harekete geçmiş, Demirci Mehmet Efe ile isyanın sonlandırılması noktasında
görüşmüştür. Sonuç olarak Demirci Mehmet Efe ikna edilmiş ve 30 Aralık 1920 tarihi
itibariyle isyan sonlandırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa Nutuk adlı eserinde Demirci Mehmet
Efe hakkında; “Efe çok sonra bize sığınarak affedilmiştir” demiştir.

Düzenli orduya karşı çıktığı için ayaklanan isimlerden bir diğeri de Çerkez Ethem’dir.
Çerkez Ethem, Bandırma bölgesinde çetecilik yaparken Rauf Bey ve Bekir Sami Bey’in
gayretleri sonucunda millî kuvvetlere katılmıştır. Millî Mücadele hareketinin başarıya
ulaşması için büyük gayret sarf etmiş bir kişiliktir. Salihli Cephesinde Kuvâ-yı Seyyâre’siyle
Yunan kuvvetlerine karşı başarılı mücadeleler vermiştir. Ayrıca TBMM’ye karşı çıkan iç
ayaklanmaların önemli bir bölümünün bastırılmasında Çerkez Ethem ve kuvvetlerinin rolü
büyüktür. Çerkez Ethem, Anzavur, Düzce ve Yozgat gibi ayaklanmaların bastırılmasında
çok önemli görevler üstlenmiş ve bu görevleri hakkıyla yerine getirmiştir. Bu arada Mustafa
Kemal Paşa ve arkadaşları “düzenli orduya geçiş” kararı almışlardır. Çerkez Ethem ise,
düzenli orduya geçiş kararını kabul etmediğinden dolayıdır ki Ankara Hükümetine cephe
156 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

almıştır. O’na göre; Kuvâ-yı Seyyâre birliklerini düzenli bir hale sokmanın imkânı yoktu ve
Yunanlılarla mücadele seyyâr birlikler şeklinde devam ettirilmeliydi. Çerkez Ethem’in isyana
yeltenmesinin altında yatan sebepleri şöyle sıralayabiliriz: “Yozgat isyanının bastırılması
sırasında, yargılamak istediği Ankara Valisi Yahya Galip’in usulsüz yargılanmasına Büyük
Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in engel olması; Büyük Millet Meclisinin 18 Eylül 1920
gün ve 42 sayılı kararla kurduğu İstiklal Mahkemelerini asker kaçaklarını yargılayacak tek
makam olmasını kardeşleriyle birlikte reddetmesi; İçişleri Bakanlığına ait olan asker toplama
yetkisini yasa dışı olarak kendi adamlarıyla yürütmek istemesi; Batı Cephesinin ikiye
bölünmesine ve Güney Cephesi Komutanlığının Albay Refet’e verilmesine karşı çıkması;
düzenli ordu fikrine şiddetle karşı durması; Başkomutanlık emir ve komuta yetkisinin
sadece Büyük Millet Meclisine ait olduğunun 18 Kasım 1920’de ilan edilmesi; Ethem
kuvvetlerini diğerlerinden ayırt etmek için verilen “Birinci Kuvayı Seyyare” adını küçümseme
sayarak ısrarla “Umum Kuvayı Seyyare ve Kütahya Havalisi Komutanlığı” adını kullanmak
istemesi; Büyük Millet Meclisince gelişigüzel er toplanmasının yasaklanması; Batı Cephesi
Komutanlığının oluşturduğu “Simav ve Havalisi Komutanlığı”nın reddedilmesi ve Komutan
Yarbay İbrahim Bey’in Yüzbaşı Tevfik (Ethem’in ağabeyi) tarafından geri gönderilmesi;
Batı Cephesi Komutanlığınca birliklerdeki silah ve cephanenin denkleştirilmesi işini
reddetmeleri.”

TBMM, Millî Mücadele’ye büyük hizmetleri olan Çerkez Ethem’le uzlaşma çabaları
içerisinde olmuş, fakat Çerkez Ethem bir türlü ikna edilememiştir. Bunun üzerine Hükümet,
27 Aralık 1920’de Çerkez Ethem ayaklanmasının bastırılması hususunda bir karar almış ve
bu karara dayanarak düzenli ordu kuvvetleri, Ethem kuvvetleri üzerine sevk edilmişlerdir.
5 Ocak 1921 tarihli Gediz’deki mücadele sonucunda Çerkez Ethem Yunanlılara katılmıştır.
İnönü Savaşı sonrasında Ethem ve adamları tekrar ortaya çıkmışlardır. Refet Bey, 14 Ocak
1921’de emrindeki süvari kuvvetlerini Süvari Tümen komutanlarından Derviş Bey’in emrine
vermiş ve Ethem’in takibini istemiştir. Derviş Bey ve kuvvetleri 14 Ocak’tan 22 Ocak’a
kadar Ethem kuvvetlerini takip etmişlerdir. Neticede Ethem kuvvetlerinin tamamına yakını
yakalanmıştır. Fakat Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşler Yunan’a sığınmışlardır.

DOĞU CEPHESİ
30 Ekim 1918’deki Mondros Mütarekesi’nden sonra Türk Ordusu, mütarekenin 11. Maddesi
gereğince Kafkasya ve İran’ı boşaltarak, 1878’den sonraki sınır gerisine çekilince 9. Ordu, 2
Nisan 1919’da dağıtılmış ve yerine 15. Kolordu kurulmuştu. Komutanlığına Kâzım Karabekir
Paşa’nın atandığı Kolordu, ülkenin asayiş durumu ve jandarma birliklerinin eksiklikleri göz
önünde tutularak düzenlenmişti. Subay ve erlerinin moral ve eğitim durumları çok iyi ve
insan mevcudu 16.000 kadardı. Kolordu’nun en zayıf tarafı ise lojistik durumuydu.

Cephe karşısında Ermeni, Gürcü, Azerbaycan ve Kafkasya’daki İngiliz Kuvvetleri bu-


lunmakta ve onlarla temas devam etmekteydi. Bu hâl Millî Mücadele’nin başından 1920
yılının ilk günlerine kadar sürüp gitti.

Türk Ordusu’nun buraları boşaltmasından sonra Ermenilerin o çevrede yaşayan Türklere


karşı, büyük bir katliama girişmesi muhakkaktı. Bu katliamı bir parça önleyebilmek için, Ermeni
tehdidi altındaki Müslüman ve Türk çoğunlukları, ayrı ayrı yerel şura örgütlerini kurmuşlardı.
Ancak Osmanlı Hükümeti, ateşkes hükümlerine uymak zorunda olduğundan 15. Kolordu’nun
saldırılar karşısında nasıl hareket edeceğine dair bir plan yoktu.

9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca gördüğü
durum karşısında yerel bir savunma planı tasarlamıştı. Ermenilerin doğrudan saldırıya
geçmesi ihtimalî karşısında, 15. Kolordu Komutanlığı’na verdiği direktifte önce Rum saldırısı
Millî Mücadele Dönemi 157

karşısında alınacak tedbirler açıklanıyor ve sonra “bu hareketle birlikte, Ermeni ve Gürcüler
de saldırırsa bunlara karşı, gerilla usulünde savunma muharebeleri planlanacaktır” diyordu.

Doğu Cephesi için Mustafa Kemal Paşa’nın asıl endişesi, İtilaf Devletlerinin Doğuda
Bolşeviklerle birleşmemize engel olmak üzere Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan
üzerinde bir blok oluşturarak ülkemizin dışa açılmasını tamamen engelleyerek yıkmak
düşüncesinde olduklarıdır. Bunun için Doğuda, vakit kaybetmeden bir taarruzu başlatarak
Bolşeviklerle bağlantının kurulmasını istiyordu. Böylece Bolşevikliğin İtilaf Devletleri
zümresine karşı bir tehdit silahı olarak kullanılması düşünülüyordu. Mustafa Kemal, 6
Şubat 1920’de 15. Kolordu Komutanlığına gönderdiği bir yazıyla, taarruz planı hakkındaki
düşünce ve direktiflerini bildirmiştir. Yazıda genel siyasî durum açıklandıktan sonra:
1) Doğu Cephesinde resmi veya gayri resmi seferberlik yapılması
2) Yeni Kafkas Hükümetleriyle, özellikle Azerbaycan ve Dağıstan gibi İslâm
Hükümetleriyle acilen temasa geçilerek bize karşı tutumlarının öğrenilmesi,
3) Ülke içinde teşkilâtın kuvvetlendirilmesi, silah, cephane ve malzemenin İtilaf
Devletlerine teslim edilmemesi. Gerekirse bunun için silah kullanılması.
4) En mühim vazife ise İtilaf Devletlerinin saldırıya hazırlanmaları için zaman
kazanmasına meydan vermemek ve mukavemet unsurlarımıza itaata
zorlamaktadır” diyordu.

Bu gelişmelerden sonra Kâzım Karabekir Paşa, Mayıs sonu veya Haziran başında
Ermenilere taarruz edilmesini Büyük Millet Meclisi Hükümetine önerdi. Konu hükümette
görüşüldükten sonra Meclisten bu hususta müsaade alınmasına karar verildi. Meclisin gizli
oturumunda bu yetki hükümete verilince, hükümet 6 Haziran 1920’de Kolordu Komutanı’na
askerî hazırlık yapması ancak hiçbir siyasî girişimde bulunmaması emrini verdi.

Ordu’nun ileri harekâtı 28 Eylül 1920’de başladı. Ermeniler direnemiyorlardı. 29


Eylül’de birliklerimiz Sarıkamış’a girdiler. Harekât İtilaf Devletlerinin geniş siyasî tepki gös-
termelerine karşılık başarı ile yürütüldü ve 3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Antlaşması
ile sona erdi.

Kâzım Karabekir Paşa Ermenilere karşı elde edilen zaferi Fransız ve Ermenilere kar-
şı direnen Ayıntaplıların (Gaziantep) manevîyatlarını arttıracağı düşüncesiyle 14 Aralık
1920’de çektiği şu telgrafı duyurdu:

“Ayıntap Kahramanlarına, Şarka vatanımızın emniyet ve istiklâli için daimi bir tehlike
olan Taşnaksütyun zulüm ve tecavüzü, adalet-i ilahiyenin bir lütf-i mahsusu olarak yapılan bir
faaliyette tamamen imha edildi. Sevgili vatanımız artık bu cihetten emin ve müsterihtir. Diğer
aksamı vatamızdaki emperyalist düşmanlarımız hakkında da aynı tecelliyat-ı ilahiyeye mazhar
olacağımıza ve davamızı kazanacağımıza mutmainiz. Bütün İslâmiyet ve Türklüğün şerefli
tarihi kahraman Ayıntap müdafilerinin ibraz ettiği kudret ve besalet ile bihakkın iftihar eder, bütün
mücahitlerimizin ve Ayıntab’ın fedakâr halkının yüksek alınlarından kemal-i takdirle öperim.”

Şark Cephesi Kuma”ndanı


Kazım Karabekir

Gümrü Antlaşması (3 Aralık 1920)


Gümrü (Alexandropol) Antlaşması uzun yıllardan sonra Türkiye’nin “galip” sıfatıyla
imzalayabildiği ilk antlaşma olması hasebiyle önem taşımaktadır. Antlaşmaya Türk
Hükümeti adına 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi Hamid Bey
158 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ve Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey; Ermenistan adına da eski Başbakan Mösyö
Aleksander Hatisiyan başkanlığındaki bir heyet katılmıştı.

Antlaşmanın İkinci maddesi ile Türkiye ile Ermenistan arasındaki hudut (aşağı Kara
suyun döküldüğü yerden başlayarak, Aras ırmağı Kekeç Kuzeyine dek Arpaçay’ı daha
sonra Karahan Deresi -Tiğnis batısı- Büyük Kimli doğusu-Kızıltaş-Büyük Akbaba dağı)
çizgisinde oluştu.

Dördüncü madde ile Ermenistan’da askerlik kaldırılmış, yalnız jandarma görevi yapmak
kaydıyla 1500 kişilik bir gönüllü kuvvet ile sekiz top ve 20 makineli tüfek bulundurmasına
izin verilmişti.

Sekizinci madde ile Türkiye, tamamen insani sebeplerden dolayı Ermenistan’dan


savaş tazminatı istemeyeceğini belirtmişti.

Onuncu madde ile Ermeni Hükümeti, Sevr Antlaşması’nı tümüyle yok sayarak,
Avrupa’da Emperyalist hükümetler ve siyasetlerin elinde bir tahrik aleti olan temsilcilerini
hemen geri çekmeye söz veriyordu.

On birinci madde ile Ermenistan, toprakları üzerinde yaşayan Müslüman halkın


haklarını korumak ve onların dinsel ve kültürel özerklik içinde gelişmelerini sağlamak
için, sosyal biçimde örgütlenmelerini, müftülerin doğrudan doğruya Müslüman toplum
tarafından seçilmesini ve yerel müftülerin seçecekleri Başmüftünün memurluk görevinin
Türkiye Büyük Millet Meclisi Şer’iye Vekâletince onaylanmasını kabul etti.

On sekizinci ve son maddede ise; işbu antlaşmanın bir ay içinde onaylanarak, onaylanmış
örnekleri Ankara Hükümetine verilecektir, deniliyordu.

Antlaşma ile 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ile kaybedilmiş olan Artvin, Posof,
Şavşat, Çıldır, Kars, Iğdır, Tuzluca, Sarıkamış ve Oltu yeniden anavatana katıldı. Ayrıca
Mondros Mütarekesi ile Batılı Devletlerin de tam desteği alınarak ortaya konulan “Büyük
Ermenistan” hayaline son verildi ve Ermenistan Türk toprakları içinde kalan yerlerin
hiçbirinde Ermeni nüfusunun çoğunluğu oluşturmadığını onaylamış oldu.

İTİLÂF DEVLETLERİNİN TÜRKİYE’Yİ PAYLAŞMA PROJELERİ


30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile birlikte Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda
kaybeden taraf olduğunu açıkça kabul ediyordu. Bu yüzden Osmanlı yöneticileri söz
konusu durumdan en az kayıpla kurtulmanın yollarını ararken; İngiltere Türkiye konusunun
bir an önce ele alınarak bütün yakın doğu meselesinin çözülmesini ısrarla istiyordu. Fransa
ise İngiltere’nin ısrarlarına rağmen öncelikle kendisi için bir tehdit unsuru olan Almanya
ile sulh yapılmasında ısrar ediyor, Türkiye’yi “verilecek hükmü bekleyen bir suçlu” olarak
değerlendiriyor ve askerî bir tehlike olarak görmüyordu.

Oysa Türkiye, I. Dünya savaşı sırasında, devleti parçalamak için imzalanmış olan gizli
antlaşmalardan haberdar olduğu andan itibaren millî şuurla hareket etmeye başlamıştı. Bu
yüzden işgaller başlar başlamaz millî mukavemet de ortaya çıktı.

Bununla birlikte İtilaf Devletlerinin Türkiye ile yapacakları barışın gecikmesinin altında,
savaş sırasında yapmış oldukları gizli antlaşmaların uygulanmaya konulması sırasında
karşılaşılacak problemler ve daha ziyade Türk topraklarının bazı bölgelerini Amerikan
mandaterliğine verme hususunun tam olarak açığa kavuşmamış olması vardı. Çünkü
Amerika Anadolu’da bir Ermeni mandaterliğini üstlenmek konusunda tereddütlüydü.
Nitekim Wilson da ülkesinin genel menfaatlerini göz önünde bulundurarak yaptığı bir
Millî Mücadele Dönemi 159

konuşmada “fikrimce ABD halkı için Asya’da askerî sorumluluk kabul etmemek kadar az
temayül göstereceği başka hiçbir mesele yoktur...” diyor, fakat Irak, Suriye ve Ermenistan’ın
da Türkiye’den koparılması gerektiğini” savunuyordu.

İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon da barışın gecikmesinden rahatsızdı. Zaman


uzayacak olursa Türk kuvvetlerine müttefiklerin istedikleri şekilde bir barışı kabul
ettirmeyeceklerinden endişe ediyordu. Barışın gecikmesi İngiliz kamuoyunda da tepkilere
yol açmıştı. Bu yüzden Yunan taarruzunu teşvik ederek Türklere barışı zorla kabul
ettirebileceklerine inanıyorlar, fakat 11 Şubat 1920’de Fransa’nın Maraş’tan çekilmek
zorunda kaldığını hesaba katmıyorlardı.

San Remo Konferansı


İngiliz, Fransız ve İtalyan devlet adamları 19-26 Nisan 1920 tarihleri arasında Türkiye’ye
kabul ettirecekleri barış şartlarının tespiti için yeniden bir araya geldiler. Konferansta Türkiye
hakkında karar verilecek olmasına rağmen Türkiye’den hiç kimse davet edilmemişti. Buna
rağmen konferans sırasında orada bulunan Türk Diplomatı Galip Kemalî (Söylemezoğlu),
“...İtalya’nın Türkler aleyhine herhangi bir cebri harekete katiyen iştirak eylemeyeceğini”
ifade eden konferans başkanı ve İtalyan başkanı olan M. Nitti’ye 23 Nisan 1920’de bir
muhtıra gönderdi ve “Devleti Osmaniye’yi parçalamak için tertip edilen tezvirat-ı hikayeden,
yüz otuz seneden beri yapmak istediği ıslahatın ne gibi tesirler altında vücut bulmadığını,
Avrupa’da din namına türlü mezalim yapılır, Yahudiler yakılır, yurtlarından kovulurken,
Türklerin milyonlarca Hıristiyanı ağuşunda beslediğini asırlardan sonra bunları medeniyet
âlemine iade ettiklerini, bugün ise öz topraklarının müfteris bir düşman tarafından
mütarekeye rağmen çiğnenmekte ve yüz binlerce masum kanı akmakta olduğunu”
anlattıktan sonra resmi istatistiklerle İzmir, Adana, Trabzon Erzurum, Bitlis ve Trakya’da
kahir ekseriyetin Türk ve Müslüman olduğunu belirterek”Türk milleti muzaffer devletlerden,
adilâne, insaniyetkârane ve alicenabane bir karar vermelerini büyük bir itimat ve metanetle
bekler...” dedi.

Fakat İtilaf Devletleri hiç de adil davranmak niyetinde değillerdi. Türkiye ile yapılacak
barış konusunda ABD Başkanı Wilson’un 30 Mart 1920 tarihli telgrafına konsey adına
Lord Curzon tarafından hazırlanarak verilen cevapta, “Birleşik Amerika Hükümeti’nin
Türkiye ile yapılacak antlaşmanın bütün taraflar için dürüst ve adil olması yolundaki
temennisi bütün müttefik devletlerce paylaşılan bir husustur. Ancak bir tarafta Almanya ve
Avusturya-Macaristan’ın yanında kayıtsızca savaşa giren Türkiye, diğer tarafta hayatlarını
ve mallarını kaybeden eski Türk vatandaşı Müslüman olmayan halkın çıkarları eşit olarak
düşünüldüğünde, hak ve eşitlik içinde hareket edilmemiş olacağını da hatırdan çıkarmamak
gerekir” denilerek taraflı davranacakları ortaya konmuştu.

San Remo’da daha önce Paris ve Londra konferanslarında sürüncemede kalan


Kürdistan ve Ermenistan meselesi, Türkiye’nin sınırları, İstanbul ve Boğazların statüsü
ve kapitülasyonlarla ilgili barış antlaşmasının esasları hazırlandı. Bundan sonra Osmanlı
Hükümeti’nden Barış Konferansına temsilcilerini yollamasını istediler. Tevfik Paşa
başkanlığında bir heyet Paris’e gidip Fransız Dışişleri Bakanı Milleran’dan 11 Mayıs
1920’de antlaşma taslağını aldı. Antlaşma metni Tevfik Paşa tarafından onurlu bir şekilde
geri çevrilmiş, Sultan Vahdettin İngiliz Kralı V. George’ye 27 Mayıs 1920’de bir mektup
yazarak şartların hafifletilmesini istemişti. Damat Ferit Paşa da Barış Konferansına 8
Temmuz 1920’de Türk karşı teklifini bildirmişse de müttefiklerin şartları hafifletmek gibi bir
niyetleri yoktu.

Müttefik Devletler metinde küçük değişiklikler yaptıktan sonra 17 Temmuz 1920’de


Osmanlı Hükümeti’ne bir “Ültimatom” vererek metnin imzalanması için 10 günlük bir
160 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

süre tanıdılar ve “Eğer Osmanlı Hükümeti, antlaşmayı imzalamaktan kaçınırsa ve üstelik


imzadan sonra, Anadolu’da söz geçirmesini yeniden kurmak ve antlaşmanın yürütülmesini
sağlamak konusunda güçsüz bulunursa, müttefikler, antlaşmanın maddelerine uygun
olarak, bu kararı yeniden incelemek ve bu kez Türkleri Avrupa’dan sonsuzluğa dek kovmak
durumuna gidebileceklerini” vurguladılar.

Sevr Antlaşması
Böyle bir fevkalâde vaziyet karşısında Padişah, Kanunu Esasi’nin kendisine verdiği
yetkiye dayanarak 22 Temmuz 1920 Perşembe günü Yıldız Sarayı’nın merasim salonunda
Saltanat Şurası’nı topladı. Toplantıyı Sultan Vahdettin bizzat açtı. Sadrazam Damat Ferit
Paşa’nın beyanatından sonra Müşir Kâzım, Müşir Osman ve eski Mısır Fevkalade Komiseri
Ayandan Rauf Paşalar barışın kabulünü zaruri gördüklerini söylediler. Son söz Saltanat
Şurası’na bizzat başkanlık eden Sultan Vahdettin’e kalmıştı. O anı Tarık Mümtaz Göztepe
şöyle nakletmektedir. “Taht ve tacının gittikçe artan sarsıntısını gözleriyle görür gibi olan
Sultan Vahdettin’in benzi ölü gibi olmuştu. Ayağa kalktı ve tıpkı bir ölü dile gelmiş gibi şu
sözleri söyledi. ‘Şu muahedeye imzalarını vazetmek (koymak) hususunu kabul edenlerin
ayağa kalkmalarını rica ederim.’ Saltanat Şurası bu teklif karşısında derhal irkildi ve tek
cisim halinde hurra diye ayağa kalktı. Birçok ihtiyar ve emektar Müşirler, Vezirler, Nazırlar,
eski sadrazam ve şeyhülislâmlar, göğüslerini kavuşturmuşlar ve el bağlayarak bu idam
fermanı önünde kadere rıza göstermişlerdi. Bir tek adam, sakalları diken diken olarak
oturduğu koltuğa sımsıkı mıhlanmış ve yerinden kımıldamamıştı. O anda bütün Türk
milletini şahsında temsil ettiğinde şüphe caiz olmayan bu tarihi zat, Topçu Ferik’i Ayan’dan
Rıza Paşa idi.”

Saltanat Şurası tek muhalif reye karşı ittifakla antlaşmanın kabul edilmesini kararlaştırdı
ve antlaşmanın imzalanması ve Fransız Başvekiline verilmesi için Ayandan Birinci Ferik
Hadi Paşa, Ayandan Filozof Rıza Tevfik ve Bern Elçisi Reşat Halis Bey görevlendirildi.

Türkün öz vatanının nasıl parçalandığı ve Türk milletinin nasıl köleleştirmek istediğini


çok açık bir şekilde ortaya koyan Sevr Antlaşması’nı şu şekilde özetlemek mümkündür.

1) Doğu Trakya Yunanistan’a veriliyor ve İzmir-Manisa-Ayvalık bölgesinin 5 yıl so-


nunda Yunanistan’a katılması için önlemler alınıyordu.
2) Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kuruluyor, sınırlarının belirlenmesi işini
ise ABD Cumhurbaşkanı Wilson’a bırakıyordu. Wilson daha sonra bu işe girişip
‘’genişçe” sınırlar tespit etmiştir. Tirebolu, Gümüşhane, Erzincan, Muş, Bitlis ve
bunların doğusu Ermenistan sayılmıştır.
3) Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin Ermenistan’dan kalan yerlerinde özerk
bir Kürdistan kurulacak, bu devlet isterse bağımsız olabilecekti.
4) Boğazlar (Güneyde Erdemit Körfezine kadar) ve Marmara kıyıları Boğazlar
Komisyonu adındaki tüzel kişiliği olan uluslar arası bir örgütün yönetimi altında
olacaktı. Örgütün merkezi İstanbul olacak, bayrağı, polis kuvvetleri bulunacak-
tı. Antlaşma şartlarına uymak şartıyla, İstanbul Osmanlı Devleti’ne bırakılacak,
padişah bu şehirde kalmak ve Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak bulundurma
hakkına sahip olacaktı. Ancak Osmanlı Hükümeti antlaşma şartlarına uymadığı
taktirde İtilaf Devletleri, bu taahhütlerini gözden geçirme hakkını ellerinde tutu-
yorlardı.
5) Antalya, Silifke, Niğde, Aksaray, Akşehir, Afyon, Balıkesir, Aydın ve Muğla İtalyan
nüfuz bölgesi olacaktı.
Millî Mücadele Dönemi 161

6) Mardin, Urfa, Antep ve Ceyhan Fransız mandası altındaki Suriye’ye bırakılacak;


Mersin, Adana, Maraş, Diyarbakır, Silvan, Elazığ, Arapkir, Sivas ve Tokat Fransız
nüfuz bölgesi olacaktı.
7) Saray muhafızları dahil, Osmanlı silahlı kuvvetlerinin asker sayısı en çok 50 bin
olabilecekti.
8) Kapitülasyonlar bu haktan daha önce faydalanmayan Avrupa devletlerini de kap-
sayacak şekilde genişletilecekti.
9) Fransız, İngiliz ve İtalyan temsilcilerinden bir Malîye Komisyonu oluşturula-
caktı. Osmanlı bütçesi Komisyonun istediği gibi yapılacak, ülkenin maliyesi
Komisyonunun denetiminde olacak, Komisyon sürümdeki para miktarını denet-
leyecek, Komisyonun kabul etmediği borçlanmalar yapılmayacak, ayrıcalıklar
tanınmayacaktı.
10) Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesi yürürlükte kalacak yani İtilaf Devletleri ge-
rektiğinde istedikleri noktaları işgal edebileceklerdi.

Sevr, Türk toplumunun ruhsal yapısında ağır bir şok, bir darbe etkisi yaptı. Avrupa’nın
ve Balkan Milliyetçilerinin Türkleri siyaseten, hatta etnik varlık olarak Rumeli’den kovmak
kararında olduğu sözle ve uygulamada çok kez anlatılmıştı. Zaten 1913 itibariyle Osmanlı
Devleti’nin elinde Rumeli’de Edirne’den başka bir yer kalmamıştı. Barış Antlaşmasıyla
Doğu Trakya’da Türk egemenliğinin daha da kısıtlanması beklenebilirdi.

Sevr, Türkleri Anadolu’dan da kovma sürecini başlatmıştı. Anadolu’da halk


çoğunluğunun kimde olduğunu araştırma zahmetine hiç girmeden tarihsel miras
noktasından hareketle, Sevr ile pek az Ermeni’nin yaşadığı bir Ermenistan, az Rumlu bir
Anadolu Yunanistan’ı ve Karadeniz’de Pontus’u oluşturabilmişlerdi. Orta Anadolu’nun da
Yunanistan’a verilmeyeceğini kimse garanti edemezdi. Emperyalizm’in sömürgeciliğin
tarihinde, ağır haksızlıklar, baskılar, sömürüler ve hatta zulümler hep görülmüş, denenmiş
uygulamalardandı. Ama sömürgecinin yerli halka “buralar benimdir ve ben sizi burada
istemiyorum, çekin gidin” demesine belki de ilk defa rastlanıyordu. Galip devletlerin bu
yaklaşım tarzı Anadolu’da direnen Türk milletinin safları sıklaştırmasına önemli katkı
sağladı ve Millî Mücadele’nin sonunda kazanılan büyük zaferle; Sevr, Türkün süngüsüyle
yırtıldı.

DÜZENLİ ORDUYA GEÇİŞ


I. Dünya Savaşı’nın mağlubiyetle sonuçlanması üzerine Mondros Mütarekesi’ni imzalamak
zorunda kalan Osmanlı Devleti, Mütareke hükümleriyle işgallere hazır bir devlet haline
getirilmiştir. Nitekim işgaller Mütareke’nin imzasının akabinde birer birer gerçekleşmeye
başlamış, özellikle de 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali sonrasında
“İtilaf Devletlerinin güdümünde” hareket eden Yunanlılar Anadolu içlerine doğru ilerlemeye
başlamışlardır. Bu ilerleyiş Türk milleti tarafından tepki ile karşılanmış, milis kuvvetleri
oluşturulmak suretiyle Yunan ilerleyişi durdurulmaya çalışılmıştır. Fakat milis kuvvetleri
büyük fedakârlık göstermelerine rağmen işgalci Yunanlıları durdurmayı başaramamışlardır;
bunun yanında Yunanlılarla mücadelede büyük fedakârlıklar gösteren bazı milis kuvveti
liderlerinin keyfî davranışları da millet nezdinde hoşnutsuzlukla karşılanmıştır. Ayrıca Türk
kuvvetleri 24 Ekim 1920 tarihinde Yunanlılara karşı gerçekleştirilen Gediz Taarruzu’nda
başarısız olmuştur. Bu hadise düzenli orduya geçiş sürecini hızlandırmıştır. Nitekim Büyük
Millet Meclisi de milletle, mücadeleci kuvvetler arasında kuvvetli bir birlik ve beraberlik
sağlamak amacıyla düzenli orduya geçmeyi bir ihtiyaç olarak görmüş ve nihayetinde
1920 yılının Ekim ayından itibaren Kuvâ-yı Milliye kuvvetlerinin düzenli orduya katılması
162 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

yönünde çalışmalar başlatılmıştır. 9 Kasım 1920’de Batı Cephesi; Batı ve Güney olmak
üzere iki cepheye ayrılmış, Batı Cephesi komutanı olarak Albay İsmet Bey, Güney Cephesi
komutanı olarak da Albay Refet Bey atanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 8 Kasım 1920’de
her iki komutana da “süratle düzenli ordu ve büyük süvari birlikleri meydana getirme”
emrini vermiştir. Komutanlar Mustafa Kemal Paşa’nın emri doğrultusunda bölgedeki
Kuvâ-yı Milliye birliklerini düzenli orduya katılmaya davet etmişlerdir. Çerkez Ethem’in
haricindeki kuvvetler düzenli orduya derhal katılmışlardır. Çerkez Ethem ise düzenli
orduya karşı ayaklanma yolunu seçmiştir. Nihayetinde düzenli orduya geçilip Batı Cephesi
Komutanlığının öncülüğünde Yunanlılarla yeni bir ruh ve yeni bir heyecanla mücadeleye
girişilmiştir.

I. İNÖNÜ SAVAŞI (6-10 Ocak 1921)


Düzenli orduya geçişle birlikte, bu geçişe karşı çıkan Çerkez Ethem isyana yeltenmiştir.
Bu karışık ortamdan faydalanmak ve Sevr’i kabul ettirmek amacıyla, silah ve cephane
noktasında Türk ordusundan çok daha donanımlı olan Yunanlılar, İngilizler gibi büyük
devletlerinde desteğiyle 6 Ocak 1921 tarihinde Bursa ve Uşak hattından Eskişehir-Afyon
hattına doğru ilerlemişlerdir. Yunanlılar ileri harekâta geçerek demir yollarının önemli
merkezlerinden birisi olan Eskişehir’i almak istemişlerdir. Nihayetinde 9-10 Ocak’ta İnönü
mevkiinde gerçekleşen muharebeler neticesinde Yunan kuvvetleri 11 Ocak 1921 tarihi
itibariyle tekrar Bursa hattına geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Böylelikle I. İnönü Zaferi
elde edilmiştir. Fakat Yunanlılar bu savaşı bir “taarruzî keşif” olarak kabul edip yenilgi
olarak görmemişlerdir. Oysa “ne derlerse desinler strateji kurallarına riayet etmedikleri için
Yunanlılar dünya efkârında mağlup olmuşlardır.”

Millî Mücadele’nin düzenli ordusunun kazandığı ilk zafer olması hasebiyle de büyük
öneme sahip olan bu zafer, Türk milletinin mücadele azmini artıran en önemli unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır: Çünkü Çanakkale Zaferi’ni aradan çıkarttığımız zaman Türk milleti-
nin uzun zamandan beri ciddî bir zafer kazanmadığını görürüz: Çanakkale Zaferi büyük bir
zafer olmasına rağmen, meselâ o dönem boğazı geçemeyen İtilaf Devletleri, daha sonra
Mondros Mütarekesi ile boğazı geçip İstanbul’a girmişlerdir. Hatta 16 Mart 1920’ye gelindi-
ğinde de İstanbul resmen işgal edilmiştir. İşte Çanakkale’de düşmanın geçişine müsaade
etmeyen milletin o azimli mücadelesi, düzenli ordunun kurulması ile yeniden kendini gös-
termiş ve istiklalin sağlanması için yeni bir ruh ve heyecanla mücadele edilmiş böylelikle
de I. İnönü Zaferi kazanılmıştır. Ayrıca bu zafer hem meclis hem de halk nezdinde büyük
coşku ile kutlanmıştır. Öncelikle bu zafer TBMM nezdinde büyük coşku ile karşılanmış ve
13 Ocak 1921 tarihli oturumda zaferi değerlendiren tebrik ifadeli konuşmalar yapılmıştır.
Mesela Fevzi Paşa; “İnönü Muharebesi, düşmanın felaketiyle neticelenmiş ve Büyük Millet
Meclisinin genç ordusu, daha henüz ikmal olunmamış ordusu, ilk rüştünü bu suretle ispat
etmiştir… Millet bu azim ve iradeyi, bu birlik ve dayanışmayı gösterdikçe inşallah, gelecek
genç ordumuz, daha kuvvetli olacak ve kemale erecek, düşmanlarımıza her arzumuzu ka-
bul ettirecektir.” demiş, bu yeni ordunun zaman geçtikçe daha da güçlenip düşmanları dize
getireceğini vurgulamıştır. Konuşmaların akabinde ise cephede fedakârlığı görülen subay
ve erlerin bir derece terfi ettirilmeleri ve milletvekili ödeneklerinden kesilecek olan 25’er lira
ile de orduya sigara gönderilmesi teklifleri uygun bulunarak kabul edilmiştir.

I. İnönü Zaferi’nin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu Mustafa Kemal Paşa’nın
şu veciz ifadesinde görmekteyiz: Paşa, I. İnönü Zaferi hakkında önce “Bu muharebe ile pek
çok şey kurtarılmıştır.” demiş, daha sonra sözünde bir eksiklik olduğunu fark ederek düzelt-
miş ve “Hayır, her şey kurtarılmıştır.” demiştir. İşte burada da görüldüğü gibi I. İnönü Zaferi,
hem Mustafa Kemal Paşa hem de Millî Mücadele’yi yürüten kadro tarafından tarafından
kurtuluşun müjdecisi olan büyük bir zafer olarak görülmüştür. Nitekim Mustafa Kemal Paşa
Millî Mücadele Dönemi 163

13 Şubat 1921’de meclis konuşmasında Namık Kemal’in; “Vatanın bağrına düşman dayadı
hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini” mısralarını TBMM Başkanı sıfatı
ile ve Türk milleti adına şöyle değiştirmişti: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
/ Bulunur kurtaracak elbet bahtı kara mâderini”. Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in
mısralarını değiştirerek bu milletin “makûs talihi”ni yeneceğine olan inancını dile getirmiştir.

Bu zaferin sonuçlarına baktığımızda şunları söyleyebiliriz: I. İnönü Zaferi’nin elde edil-


mesi TBMM’nin hem içeride hem dışarıda otoritesini artırmıştır. Meclise duyulan güveni
artırmıştır. Türk milletindeki mücadele azmi üzerinde ciddi manada olumlu tesir yapmıştır.
Düzenli orduya duyulan güven artmış; Kuvâ-yı Milliye birliklerinin düzenli orduya katılma
süreci daha da hızlanmıştır. İtilaf Devletleri I. İnönü Savaşı sonrasında bir durum değerlen-
dirmesi yapmak maksadıyla Londra Konferansı’nı toplamışlar, bu konferansa TBMM’yi de
davet etmişler; böylelikle de tanımışlardır.

LONDRA KONFERANSI (21 Şubat-12 Mart 1921)


Birinci İnönü Savaşı’nın TBMM açısından kesin bir zafer olarak sonuçlanması üzerine
TBMM’nin hem içeride hem de dışarıda itibarı artmıştır. İtilaf Devletleri TBMM’nin gün
geçtikçe güç kazanmasını dikkatle takip etmişler, TBMM Hükümetini görüşülmeye değer
bir hükümet olarak algılamışlardır. Bu algının oluşmasında Birinci İnönü Zaferi’nin yanında
doğuda Ermenilere, güneyde ise Fransızlara karşı elde edilen başarıların da rolü büyüktür.
Londra’da bir konferans düzenlenmesini kararlaştıran İtilaf Devletleri, 10 Ağustos 1920
tarihli Sevr Antlaşması üzerinde bazı değişiklikler yapmayı, yani Sevr hükümlerini biraz
hafifletip hem Osmanlı’ya hem de TBMM’ye bu yeni Sevr’i kabul ettirmeyi amaçlamışlardır.
Ayrıca İtilaf Devletleri, Londra’da bir konferans düzenlemekle Türk ordusu karşısında
büyük bir yenilgi alan Yunan kuvvetlerine de toparlanma fırsatı sağlamak istemişlerdir. Bu
amaçlar doğrultusunda 26 Ocak 1921 tarihinde İstanbul Hükümeti Londra Konferansı’na
davet edilmiştir. İtilaf Devletleri, İstanbul Hükümeti temsilcilerinin içerisinde Ankara’dan
da bir temsilcisinin bulunmasını istemişlerdir. İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümetinin
beraberce konferansa katılmasını sağlayarak iki taraf arasındaki fikir ayrılıklarından
yararlanmak istemişlerdir.

Sadrazam Tevfik Paşa, konferans teklifini kabul ettikten sonra durumu derhal
Ankara’ya bildirmiş, Ankara’nın konferansa bir temsilci göndermesini istemiştir. Mustafa
Kemal Paşa Tevfik Paşa’nın bu telgrafına verdiği cevapta; Türkiye’nin hukukî ve bağımsız
tek egemen kuvvetinin TBMM olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İtilaf Devletleri, doğu sorununun
Londra’da bir konferansta hak ve adalet çerçevesinde çözüme kavuşturulmasını
istiyorlarsa TBMM’yi doğrudan muhatap almaları gerektiğini ifade etmiştir. Bu süreçte
TBMM Londra’da toplanması istenen konferansı enine boyuna değerlendirmiş, sonuçta,
doğrudan davet olursa katılma kararı almıştır. Nihayetinde İtilaf Devletleri TBMM’nin kararlı
tutumu karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlar, TBMM’yi doğrudan konferansa davet
etmişlerdir. TBMM’nin doğrudan konferansa daveti esnasında Roma’da bulunan Bekir
Sami Bey başkanlığındaki Ankara heyeti buradan Londra’ya geçip konferansa katılmıştır.
Londra Konferansı’na İstanbul Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında bir
heyet katılmıştır.

Londra Konferansı 21 Şubat 1921 tarihinde başlamıştır. İstanbul Hükümeti adına


konferansa katılan Tevfik Paşa, konferans görüşmelerinde sözü Ankara Hükümetinin
heyetine bırakmıştır. Türkiye hakkındaki görüşmeler Bekir Sami Bey başkanlığındaki
TBMM heyeti tarafından gerçekleştirilmiştir. TBMM heyetinin konferanstaki amaçlarından
birisi tam bağımsız bir Türk devletinin kabulünü sağlamaktır. Kapitülasyonların kaldırılması
ve İzmir’in Türklere iade edilmesinin sağlanması da amaçlanmaktadır. Aslında TBMM
164 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

heyetinin yegâne amacı Misak-ı Millî’yi gerçekleştirmektir. İtilaf Devletleri TBMM isteklerini
kabul etmemişlerdir. Onlar daha ziyade Sevr üzerinde kısmî değişiklikler önermişlerdir.
Örneğin Osmanlı askerinin sayısını biraz artırmayı teklif etmişlerdir. Bütçe üzerindeki
sınırlamaları biraz olsun hafifletmek ve Boğazlar bölgesinin biraz küçültülmesi gibi tekliflerde
bulunmuşlardır. Yani İtilaf Devletleri bu konferansta bağımsız bir Türkiye’ye asla müsaade
etmeyeceklerini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Ortak bir zeminde uzlaşma olmaması
üzerine Londra Konferansı 12 Mart 1921 tarihi itibariyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Buna rağmen Londra Konferansı TBMM açısından çok önemlidir. Konferansın sonuçlarına
baktığımız zaman şunları söyleyebiliriz:

1) Londra Konferansı’na TBMM’nin doğrudan davet edilmesi ve görüşmelerin


yapılması ile İtilaf Devletleri TBMM’nin varlığını kabul ettiklerini göstermişlerdir.
2) TBMM, Londra Konferansı’na katılarak Misak-ı Millî’yi İtilaf Devletlerine tanıtma
fırsatı bulmuş, İtilaf Devletleri resmî düzeyde TBMM’nin “olmazsa olmaz
şartları”ndan haberdar olmuşlardır.
3) Türk milletinin gerçek temsilcisinin TBMM olduğu İtilaf Devletlerine gösterilmiştir.
4) İtilaf Devletleri arasında ciddî fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
5) İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nı mevcut hali ile ya da küçük değişikliklerle
Türklere kabul ettiremeyeceklerinin farkına varmışlardır. Sevr’de büyük çapta
değişiklikler yapılması gerektiği fikri ortaya çıkmıştır.
Londra Konferansı devam ederken TBMM heyeti başkanı Bekir Sami Bey inisiyatif
alarak bazı devletlerin yetkilileri ile ikili antlaşmalar da imzalamıştır. Öncelikle Fransa
Başbakanı A. Briand ile yapılan görüşmeler sonunda 11 Mart 1921 tarihinde Türk-Fransız
Antlaşması imzalanmıştır. 12 Mart 1921 tarihinde İtalya ile Bekir Sami Bey-Kont Sforza
Antlaşması imzalanmıştır. 16 Mart 1921 tarihinde de İngilizlerle Tutukluların Salıverilmesi
İçin Antlaşma imzalanmıştır. Fakat bu antlaşmalar TBMM tarafından kabul edilmemiş,
TBMM Hükümetine danışılmadan imzalanan bu antlaşmalar üzerindeki tartışmalar
sonucunda Bekir Sami Bey 8 Mayıs 1921’de Hariciye Vekilliğinden (Dışişleri Bakanlığı)
istifa etmiştir.

MOSKOVA ANTLAŞMASI (16 Mart 1921)


Rusya, İzmir’in işgali sonrasında oluşturulan Kuvâ-yı Milliye teşkilatlarının, dolayısıyla
Millî Mücadele hareketinin Yunanlılarla girişmiş olduğu çetin mücadeleyi dikkatli bir
şekilde takip etmiştir. Türklerin, emperyalist devletlere karşı vermiş olduğu bağımsızlık
mücadelesi Rusya tarafından desteklenmiştir. Millî Mücadele döneminde Türkiye ve
Rusya’yı birbiriyle anlaşmaya zorlayan sebeplerden en önemlisi iki devletin de emperyalist
devletlerin tehdidi altında olmasıdır. TBMM’nin Rusya ile antlaşma yapmak istemesindeki
sebeplerden bir diğeri de, Ankara’nın savaş sanayisinden yoksun olması, dolayısıyla
askerî ve ekonomik manada Rusya’nın yapacağı yardımlara ihtiyaç duymasıdır. Ayrıca
TBMM’nin Kafkasları güvence altına almak ve askerî gücünü tamamen Batı Cephesine
aktarma imkânı bulmak istemesi de sebeplerden bir diğeridir. Türkiye-Rusya arasındaki
yakınlaşmayı Rusya açısından değerlendirdiğimizde ilk akla gelenler şunlardır: Rusya,
Türkiye ile gerçekleştireceği bir antlaşma ile Moskova’nın güney cephesini güvence
altına almak istemektedir. Yine Rusya, TBMM’nin Yunanlılara karşı kazanacağı zaferlerle
İngiliz sömürgesi altındaki Müslümanlara örnek oluşturacağını düşünmekte, sömürgelerin
İngilizlere karşı ayaklanmasını beklemektedir. Ayrıca Rusya, Boğazların, İtilaf Devletleri
yerine bağımsız bir Türkiye’nin denetiminde olmasını istemektedir. Rusya bunların yanında
Millî Mücadele’yi destekleyerek ülkedeki Türk-Müslüman unsurlara sempatik görünmeyi
Millî Mücadele Dönemi 165

istemektedir. Ayrıca Diğer Müslümanlar arasında Moskova’nın itibarını artırmak istemektedir.


Aslında Millî Mücadele hareketi ilk önce İtilaf Devletleri ile anlaşmak istemiş fakat İtilaf
Devletleri buna yanaşmamışlardır. Bunun üzerine Millî Mücadele hareketi Rusya ile siyasî
bir birlikteliğin içerisine girmiştir. Ali Fuat Cebesoy bu hususta şunları ifade etmektedir:
“İngiltere’nin bizi yok etme siyasetine karşı ilk önce Amerika’ya yaklaşmak düşünüldüyse
de Amerika’nın yalnızlık siyasetine gitmesi üzerine mecburen tarihî düşmanımız Rusya’ya
yöneldik.” demiştir.
TBMM ile Rusya arasındaki resmî görüşmeler, TBMM’nin 11 Mayıs 1920’de Hariciye
Vekili (Dışişleri Bakanı) Bekir Sami Bey başkanlığındaki bir heyeti Rusya’ya göndermesi ile
13 Ağustos 1920’de başlamıştır. Görüşmelerde Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, Anadolu
Ermenilerinin yerleştirilmesi için Van, Bitlis, Muş bölgesinde bazı yerlerin Ermenilere
ayrılmasını istemiştir. Bu teklif TBMM yetkilileri tarafından kabul edilmemiştir. Böylelikle de
ilk görüşmeler antlaşma ile sonuçlanamamıştır.
Antlaşma görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonraki süreçte TBMM,
Doğu’da Ermenilere karşı önemli bir zafer kazanmış, onları Gümrü Antlaşması’nı
imzalamaya mecbur bırakmıştır. Ayrıca 6-10 Ocak 1921 tarihleri arasında Türk ordusu,
Yunanlılara karşı Birinci İnönü Zaferi’ni kazanmıştır. Londra Konferansı’na Ankara Hükümeti
de davet edilmiştir. Bu başarılar Rusya’nın ilgisini çekmiş ve Rusya, TBMM’yi tekrar
görüşmelere çağırmıştır. İkinci görüşmelerde TBMM’yi İktisat Vekili Yusuf Kemal Tengirşek
Bey’in başkanlığında Dr. Rıza Nur ve Ali Fuat Cebesoy’dan oluşan bir heyet temsil etmiştir.
21 Şubat 1921’de başlayan görüşmeler sonucunda 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması
imzalanmıştır. Moskova Antlaşması 21 Temmuz 1921’de TBMM’de 5 ret oyuna karşılık 201
oyla kabul edilmiştir. Moskova Antlaşması’na göre;

1) Her iki ülke de birbirinin aleyhine olabilecek herhangi bir uluslararası antlaşmayı
kabul etmeyecektir.
2) Antlaşmayı imzalayan devletler, boğazların ticarete açılmasını istemektedirler.
Ayrıca Karadeniz ve Boğazlar hususunda uyulacak tüzüğün Karadeniz’e kıyısı olan
devletlerden temsilcilerin katılacağı bir konferansta belirlenmesi kararlaştırılmıştır.
Fakat bu konferansın alacağı kararların Türkiye’nin egemenliğine ve İstanbul’un
emniyetine zarar veremeyeceği belirtilmiştir.
3) Antlaşmayı imzalayan devletler, Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya’sı arasında
imzalanmış olan bütün anlaşmaların geçersiz olduğunu kabul etmişlerdir.
4) Sovyet Rusya Hükümeti, kapitülasyonların, bir devletin bağımsızlık ve gelişiminin
önündeki engel olduğunu kabul etmiştir. Kapitülasyonların kaldırılmasını
desteklediğini belirtmiştir.
5) İki ülke de kontrolleri altındaki bölgelerde birbirleri aleyhine herhangi bir kuruluşun
faaliyet göstermesine müsaade etmeyecektir.
6) Antlaşmayı imzalayan devletler mümkün olan en kısa zaman içerisinde iki ülke
arasındaki münasebeti takviye edici iktisadî, malî ve diğer meselelerde ittifak
antlaşmaları imzalayacaklardır.

Moskova Antlaşması ile Sovyet Rusya Sevr’i tanımadığını, Misak-ı Millî’yi kabul
ettiğini bildirmiştir. Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye verilmiştir. Bu Antlaşma ile Gümrü
Antlaşması ile belirlenmiş olan Türk-Rus sınırı doğrulanmıştır. Gümrü’de belirlenen sınırlar
ufak değişikliklerle burada da kabul edilmiştir. Türk tarafının tek kaybı Batum’un Gürcistan’a
bırakılması olmuştur. Böylelikle Misak-ı Millî’den ilk taviz verilmiştir. Sovyet Rusya’yla
166 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

imzalanan bu antlaşma TBMM’ye itibar kazandırmıştır. Ayrıca bu antlaşma ile doğu sınırında
bir problem çıkmasının da önüne geçilmeye çalışılmıştır. Moskova Antlaşması’na bağlı
olarak Sovyetler, Türkiye’ye her yıl on milyon altın ruble verilmesini kararlaştırmışlardır.
Hatta vaat ettikleri on milyon altın rubleden beş milyonunu ilk etapta Yusuf Kemal Bey’e
teslim etmişlerdir. Millî Mücadele dönemi toplu olarak değerlendirildiğinde Sovyet Rusya
Anadolu’ya yaklaşık on bir milyon altın ruble yardım etmiştir.

TÜRKİYE-AFGANİSTAN DOSTLUK ANTLAŞMASI (1 Mart 1921)


Türkiye ile Sovyet Rusya arasında Moskova Antlaşması için görüşmeler yapılırken
Mehmet Veli Han başkanlığındaki Afganistan heyeti Rusya’dan yardım sağlamak amacıyla
Moskova’ya gelmiştir. Heyet, Moskova’da çeşitli temaslarda bulunurken Türk heyeti ile
tanışmıştır. Afgan heyeti ile Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki Türk heyetinin görüşmeleri
sonucunda Türk-Afgan dostluğunun temellerinin atıldığı Türkiye-Afganistan Dostluk
Antlaşması 1 Mart 1921 tarihinde imzalanmıştır. Buna göre;

1) İki ülke de karşılıklı olarak birbirlerinin bağımsızlıklarını tanımışlardır.


2) İki ülke de bütün doğu milletlerinin bağımsızlık hakkına sahip olduklarını kabul
etmişlerdir. Buhara ve Hive devletlerinin bağımsızlıklarını tasdik etmişlerdir.
3) Emperyalist devletler doğuda iki devletten birine saldırırlarsa diğer devlet bu
saldırıyı bizzat kendisine yapılmış kabul edecek ve önüne geçmek adına gayret
sarf edecektir.
4) Türkiye, Afganistan ile ilişkilerini güçlendirmek için kültürel yardım yapmayı
taahhüt etmiştir. Türkiye, Afganistan’a öğretmen ve subay gönderecektir.
5) İki ülke arasındaki iktisadî ve ticarî ilişkilerin düzenlenmesi için daha sonra
sözleşmeler yapılacaktır.

Bu antlaşma dinî açıdan TBMM’ye itibar kazandırmıştır. 3 Aralık 1920’de imzalanmış


olan Gümrü Antlaşması, Taşnak Ermeni Hükümetinin devrilmesinin ardından yerine gelen
Erivan Sovyet Hükümeti tarafından kabul edilmediği için yürürlüğe girmemiştir. Dolayısıyla
hukukî açıdan Türkiye’nin ilk resmî antlaşması Türkiye-Afganistan Dostluk Antlaşması’dır.
Türkiye’nin bağımsızlığını resmen tanıyan ilk devlet Afganistan’dır. Ayrıca TBMM’nin doğulu
bir devletle yapmış olduğu ilk antlaşma özelliğine de sahiptir. Bu antlaşma 21 Temmuz
1921’de TBMM’de onaylanmıştır. Afganistan ise bu antlaşmayı 4 Ekim 1922’de Kabil’de
onaylamıştır.

II. İNÖNÜ SAVAŞI (26 Mart-1 Nisan 1921)


I. İnönü Zaferi sonrasında Ankara Hükümeti Londra Konferansı’na çağrılmıştı. Londra
Konferansı’nın İtilaf Devletleri ve Yunanlıların istekleri doğrultusunda gerçekleşmemesi
üzerine Yunanlılar, kendi ifadeleri ile taarruzî keşifteki yenilgilerini zafere dönüştürebilmek
için hazırlıklara girişmiş ve Sevr’i kabul ettirmek adına yeni bir taarruz hesabı içerisine
girmişlerdi. Nitekim Yunanlılar I. İnönü Zaferi ile geri çekilmek zorunda kaldıkları Bursa-
Uşak hattından 23 Mart 1921’de tekrar harekete geçmişlerdir. Bursa ve çevresinden
hareket eden Yunan kuvvetleri 24 Mart’ta Bilecik’i işgal etmişlerdir. 25 Mart’ta da Pazarcık
ve çevresi Yunan işgaline maruz kalmıştır. Yunanlılar 26 Mart’ta İnönü mevkilerine
gelmişler ve buradaki muharebeler neticesinde çok sayıda kayıp vererek 1 Nisan 1921’de
tekrar geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Böylelikle Bozüyük ve Afyon, Yunan işgalinden
kurtarılıp büyük bir zafer kazanılmıştır. Düzenli ordunun kazandığı ikinci zafer olan II. İnönü
Zaferi gerek TBMM gerekse de millet nezdinde büyük bir coşku ile kutlanmıştır. Bu zafer
münasebetiyle Müdafaa-i Milliye Vekili (Millî Savunma Bakanı) Fevzi Paşa bir açıklama
Millî Mücadele Dönemi 167

yapmış ve şunları söylemiştir: “Bu savaş bizim de istediğimiz gibi İnönü Mevziinde oldu.
Yedi gün süren savaşlar sonunda, düşman yenilgiye uğratılarak kovuldu. Oysaki düşman,
bu savaşı kendi lehine kesin bir sonuca bağlamaya çalışmış ve Başkomutanları Papulas,
Karaköy İstasyonu’na kadar gelmişti. Şimdi kaçmakta olan düşmanı, uçaklarımız ve
süvarilerimiz kovalamaktadırlar. Bu savaşta, bütün milletin göstermiş olduğu büyük çarpışma
ustalığı, askere ve özellikle yaralılara gösterdiği candan ilgi ve yardım övülmeye değer.”
Yine Mustafa Kemal Paşa da bu zafer haberini aldıktan sonra yoruma ihtiyaç bırakmayan
şu veciz paragrafı İsmet Paşa’ya telgrafla göndermiştir: “Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü
Meydan Muharebeleri’nde yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar
pek azdır. Milletimizin istiklal ve varlığı, dahîce idareniz altında görevlerini şerefle yapan
komuta ve silah arkadaşlarınızın kalbine ve vatanseverliğine büyük bir güvenle dayanıyordu.
Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz. İstila altındaki talihsiz
topraklarımızla birlikte bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor.
Düşmanın istilâ hırsı, azminizin ve vatanseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak
paramparça oldu. Adınızı tarihin şeref abidelerine yazan ve bütün millete size karşı sonsuz
bir minnet ve şükran duygusu uyandıran büyük gazâ ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde
durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği
kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş pırıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını
ve hâkim olduğunu söylemek isterim.”

II. İnönü Savaşı’nın Türk ordusu açısından zaferle sonuçlanması üzerine Türk
milletinin düzenli orduya ve TBMM’ye duyduğu güven artmıştır. Bu zafer neticesinde
İtilaf Devletleri arasında fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Örneğin Fransızlar Zonguldak’tan
çekilmişlerdir. Ayrıca Fransızlar, Ankara Hükümeti ile antlaşma sağlamak amacıyla
görüşmeleri başlatmışlardır. Yani Fransızlar, Türklere Sevr’i kabul ettirmenin imkânsız
olduğunu görmüşlerdir. Bunun yanında II. İnönü Savaşı sonrasında İtalyanlar da
Anadolu’dan çekilmeye başlamışlardır. Sovyetlerin Millî Mücadele’nin başarıya ulaşacağı
noktasındaki tereddütleri kısmen ortadan kalkmış ve Sovyetler Türklere yardım göndermeye
başlamışlardır.

AFYON-ESKİŞEHİR-KÜTAHYA SAVAŞLARI (13-19 Temmuz 1921)


Türk Ordusu II. İnönü Savaşı’nda büyük kayıplar vermesine rağmen önemli bir zafer
kazanmıştı. Türk ordusunun bu zaferi İngiltere Hükümetinin canını sıkan bir gelişme
olmuştur. İngiltere, II. İnönü Savaşı sonrasında Fransa ve İtalya’nın isteksizliğine rağmen
Yunanlıları bir kez daha olanca gücüyle destekleme kararı almıştır. İngilizler Yunan
kuvvetlerinin ihtiyaçlarını tamamlama noktasında büyük yardımlarda bulunmuşlardır. Türk
ordusu ise silah, cephane ve nakliye vasıtaları noktasında yeterince takviye edilememişti.
Nihayetinde İngilizlerin de desteğiyle Yunanlılar Türk ordusunun toparlanmasına fırsat
vermeden Türklere Sevr’i kabul ettirmek adına harekete geçmişlerdir. Yunanlılar, 13
Temmuz 1921’de başlayan çarpışmalarda Afyon’u, 17 Temmuz’da Kütahya’yı ve ardından
da Eskişehir’i ele geçirmişlerdir. Türk ordusunun çarpışmalarda başarısız olması üzerine
Mustafa Kemal Paşa Karacahisar’daki Batı Cephesi Karargâhına gelmiş ve burada
incelemeler yaptıktan sonra İsmet Paşa’ya şu emri vermiştir: “Orduyu Eskişehir’in kuzey
ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lazımdır ki,
orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya’nın
doğusuna kadar çekilmek yerindedir.” Bunun üzerine Türk ordusu Mustafa Kemal Paşa’nın
direktifi doğrultusunda 25 Temmuz 1921 tarihi itibariyle tamamen Sakarya’nın doğusuna
çekilmiştir.
168 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

BAŞKOMUTANLIK KANUNU ve TEKÂLİF-İ MİLLİYE EMİRLERİ


Türk ordusu, Kütahya ve Eskişehir Muharebeleri neticesinde Sakarya’nın doğusuna
çekilmek mecburiyetinde kalınca, Yunanlılar, kesin zafere ulaşmak ve Türklere Sevr
Antlaşması’nı kabul ettirecek bir ileri harekâtı başarabilmek için hazırlıklara başlamışlardır.
Türk ordusunun Sakarya’nın doğusuna çekilmesi ile birlikte mecliste bazı milletvekilleri
arasında Mustafa Kemal Paşa ve Batı Cephesi Komutanlığına dönük bazı tereddütler ortaya
çıkmıştır. Mecliste geri çekilme hadisesi üzerine tartışmalar gerçekleşmiş, milletvekilleri
bu durumdan hoşnut olmadıklarını bildirmişlerdir. Nitekim 4 Ağustos 1921’de mecliste
gizli bir oturumda askerî durum ve başkomutanlık konuları değerlendirilmiştir. Meclisteki
görüşmelerde Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesi fikri üzerinde ciddi
olarak durulmuştur. Bazı milletvekilleri “Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin
ve bunu da Çanakkale Muharebesinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun?
Sakarya’ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?” diyerek Paşa’nın
ordunun başkomutanı olmasını istemişlerdir. En nihayetinde Mustafa Kemal Paşa meclis
tarafından 5 Ağustos 1921 tarihinde üç ay süre ile bütün Türk ordularının Başkomutanı
seçilmiştir. Paşa, başkomutan olmasının ardından yaptığı kısa konuşmada şunu ifade
etmiştir: “Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize
olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada, bu kesin inancımı
yüksek hey’etinize karşı, bütün millete karşı ilan ederim.”

Mustafa Kemal Paşa, başkomutan seçildikten sonra derhal harekete geçerek 7/8
Ağustos 1921 tarihinde Tekâlif-i Milliye Emirleri’ni (Millî Vergiler/Millî Yükümlülükler Emirleri)
yayınlamış, bununla da ordunun en acil ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemiştir.

Buna göre;

1) Her ilçede bir Tekâlif-i Milliye komisyonu kurulacaktır.


2) Vatanın her ailesi birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekâlif-i
Milliye Komisyonuna teslim edecekti.
3) Tüccarın ve halkın elinde bulunan her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez,
kösele, demir kundura çivisi ve benzeri stokların yüzde kırkına bedeli sonradan
ödenmek üzere el konulacaktır.
4) Un, buğday, fasulye gibi insan yiyecekleri ile arpa ve saman gibi hayvan
yiyeceklerinin yüzde kırkına bedeli sonradan ödenmek üzere el konulacaktır.
5) Halkın, elinde bulunan taşıtlarla, yüz kilometrelik bir uzaklığa kadar ayda bir defa
olmak üzere parasız askerî ulaşım yapılması zorunludur.
6) Ordunun giyimine ve beslenmesine yarayan bütün sahipsiz mallara el konulacaktır.
7) Halkın elinde bulunan savaşta işe yarar bütün silah ve cephane üç gün içinde
teslim edilecektir.
8) Akaryakıt, otomobil ve kamyon lastiği, telefon makinesi, kablo, pil ve Fransız
tutkalı gibi stokların yüzde kırkına el konulacaktır.
9) Silah ve malzeme yapabilecek ustaların adlarıyla birlikte, sayı ve durumları tespit
edilecektir.
10) Halkın elinde bulunan her türlü araba ve hayvanın yüzde yirmisine el konulacaktır.

Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutan olarak yayınladığı bu Tekâlif-i Milliye Emirleri


halktan ciddî manada destek görmüştür. Nitekim Türk milletinin büyük fedakârlığıyla eldeki
Millî Mücadele Dönemi 169

mevcut kaynaklar nispetinde Türk ordusunun ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmış; olağanüs-


tü gayretler neticesinde de ordu Sakarya Meydan Muharebesi’ne hazır hale getirilmiştir.

SAKARYA SAVAŞI (23 Ağustos–13 Eylül 1921)


XIII. Konstantin unvanıyla tahta çıkan Yunan Kralı, Kütahya-Eskişehir savaşından sonra,
kendisini Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında ölen XII. Konstantin’in halefi ilan
ederek Megalo-İdea’yı gerçekleştirecek kişi olarak ilan etti. Bu amaçla İzmir’e gelen Kral
Konstantin’e İngiltere’de destek vermekteydi. Konstantin’in, 15 Ağustos 1921’de ordusuna
‘’Ankara’ya” emrini verdikten bir gün sonra Lloyd George, Avam Kamarasında şunları dile
getirmekteydi:

“Türk ayaklanmasını bastırmak için Anadolu’nun dağlık bölgelerine kadar İngiliz or-
duları gönderilemeyeceğine göre İngiltere’nin önünde tek bir şık vardır, o da her iki tarafı
sonuna kadar vuruşturmaktır “.

İngiliz desteğini de arkasına alan Yunan ordusu 23 Ağustos 1921’de Haymana’dan


genel taarruza geçti. Sakarya sağına kadar çekilmiş olan Türk ordusunu tamamen imha
etmek maksadıyla bütün güçlerini cepheye sevk eden Yunanlıların silah ve cephanesi,
Mustafa Kemal komutasındaki ordumuzdan kat kat fazla idi.

Bir karşılaştırma yaparsak Yunan ordusunun 88.000 tüfek, 7000 makineli, 300 top,
1300 kılıç ve 15-20 uçağına karşılık, Türk ordusunun elinde 40.000 tüfek, 700 makineli,
177 top ve 2 uçak mevcuttu.

Bu savaşta Türk insanı çok büyük fedakarlıklar yapmıştır.. General Kâzım Özalp
bu konuda şunları yazmaktadır: “...Düşmanı takip edecek ordunun erzak ve cephanesi
günlerce uzak mesafeden yola çıkan kağnı arabaları, ayakları çıplak, kucağında küçük
çocukları bulunan Türk kadın ve genç kızlar tarafından cephelere getiriliyordu. Ankara’da
hastanelerde bulunan ve büyük dikkat ile tedavi edilen yaralıların çoğu, yaraları kapanmadan
bir an evvel cepheye gitmek için direniyordu.”

Vatanını istilacı kuvvetlere vermemek için direnen Türk milletine Mustafa Kemal bu
savaşta, harp sanatına geçecek meşhur cephe emrini verdi.

“Savunma hattı yoktur, savunma cephesi vardır. O cephe, bütün vatandır.


Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ıslanmadıkça terk edilemez”.

100 kilometreye uzanan bir cephede yapılan Sakarya Savaşı 22 gün 22 gece devam
etmiştir. Savaşta kaza sonucunda kaburga kemikleri kırılan Mustafa Kemal’in emriyle 10 Eylül
1921’de taarruza geçen Türk ordusu karşısında, Yunan kuvvetleri komutanı General Papulas
11 Eylül’de geri çekilme emrini verdi. 13 Eylül 1921 tarihi itibariyle Sakarya sağında Yunan
askerî kalmadı.

Bu savaşta 350 subay, 2900 erimiz şehit olmuş, 800 subay 13.000 erimiz de
yaralanmıştır.

Sakarya Savaşı’nın Sonuçları

1) Sakarya Savaşı’yla Yunan ordusu karşısında savunma savaşları bitmiş, taarruz


savaşları başlamıştır.
2) Sakarya zaferi sonrasında TBMM 19 Eylül 1921’de çıkardığı bir kanunla M.
Kemal Paşa’ya “Gazi” unvanını vermiştir. Başkomutanlık kanunundan önce
170 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

muhalifleri tarafından eleştirilen Mustafa Kemal’in prestiji bu zaferden sonra daha


da güçlenmiştir.
3) Bu zaferden sonra İstanbul Hükümeti’nin Ankara Hükümetine karşı olumsuz
tavırları önemli ölçüde son bulmuştur.
4) Sakarya Savaşı diplomasi alanında da önemli gelişmeler sağladı. 13 Ekim
1921’de Sovyetler Birliği, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve TBMM’nin
katıldığı Kars Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla 16 Mart 1921 Moskova
antlaşması pekiştirilmiş, Karadeniz-İran arasında kalan Sovyetler Birliği-Türkiye
sınırı çizilmiştir.
5) Sakarya Savaşı sonrasında gerçekleştirilen bir başka siyasî başarı da 20 Ekim
1921’de Fransızlarla yapılan Ankara antlaşmasıdır. Buna göre Fransa Hatay
dışında güneyde Suriye ile olan bugünkü sınırları tanıdı. İşgal ettikleri yerleri
boşalttı. Türkiye’ye silah ve muhimmat sağladı.
6) İtalyanlarla herhangi bir antlaşma yapılmadı; fakat iyi ilişki içerisinde olunduğu
için İtalyanlar işgal ettikleri yerlerden çekildiler. Hatta Ankara Hükümeti’ne silah
ve muhimmat desteği yapmaya başladılar.
7) Fransa ve İtalya’nın tutumu İngiltere’yi de etkiledi. İngiltere, Yunanlıları Anadolu
istilasına özendiren tutumunda yalnız kaldı. Söylemlerinde hiçbir şekilde barışa
yanaşmayan tavırlar sergilemesine rağmen Malta’da tuttuğu esirler ile ilgili olarak
23 Ekim 1921’de Ankara Hükümeti ile anlaşarak onları serbest bıraktı. Böylece
başta Rauf (Orbay) ve Fethi (Okyar) Bey olmak üzere birçok Türk subay ve
siyaset adamı ‘Büyük Taarruz’ öncesinde yurda dönebildi.
8) Hem Fransa ve İtalya gibi batılı devletler, hem de Ankara Hükümeti yeni bir
şavaşa gerek kalmadan genel barışın yapılabilmesi için girişimler başlattı. Fakat
İngilizlerin katı tutumu üzerine barışın yapılması mümkün olmadığı için Büyük
Taarruzun hazırlıkları başlatıldı.
9) Ukrayna ile 2 Ocak 1922’de ‘Dostluk ve İşbirliği’ antlaşması imzalandı.

Güney cephemizde, milis kuvvetlerimizle savaşan Fransa, Sakarya Savaşı’ndan


önce, 9 Haziran 1921’de Fransız Senatosu Dışişleri Komisyonu Başkanı M.Henri Franklin-
Boullion’u gayri resmi temas kurmak için Ankara’ya göndermişti. Franklin Boullion’un
Ankara ziyareti iki hafta sürmüş ve görüşmeleri bizzat Mustafa Kemal yapmıştı.

Fransızların Sevr Antlaşması çerçevesinde bir antlaşma isteğine karşılık, Mustafa


Kemal Paşa Misâk-ı Millî’den ödün verilemeyeceğini kesin bir şekilde ifade etmişti. Sakarya
zaferinden sonra, artık Yunanlıların işe yarayamayacağını anlayan Fransa, Türkiye ile ba-
rış yapmaya karar verdi. Bunun üzerine 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında
Ankara Antlaşması imzalandı. Antlaşmayı Türkiye adına Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey,
Fransa adına da M.Henri Franklin-Bouillon imzaladı.

Bu antlaşma ile Türkiye-Suriye arasındaki sınırlar yeniden tespit edilmiş, Kilikya böl-
gesi ve Bağdat demiryolunun büyük bir kısmının Türkiye sınırları içinde kalması karara
bağlanmıştı.

Ayrıca Süleyman Şah’ın mezarının bulunduğu Caber kalesinde Türk bayrağı dalga-
lanacaktı. Yine Antakya Sancağı ve İskenderun Türklerine kültürel muhtariyet tanınmıştır.

Bu antlaşma ile Misâk-ı Millî Fransızlar tarafından resmen tanındı. Antlaşma Fransa’nın
İngiltere ve Yunanistan ittifakından ayrılmasına sebep oldu. Bu gelişmeden sonra Güney
Millî Mücadele Dönemi 171

cephesindeki kuvvetlerimiz de batı cephesine gönderildi. Böylece batı cephemiz daha da


güçlendirilmiş oldu.

Yine Sakarya zaferi üzerine, İstanbul’da, İngiltere ile bir “Esir Değişimi” antlaşması im-
zalandı. İngilizler bu antlaşmanın neticesinde 25 Ekim 1921’de Malta’dan getirdikleri Türk
esirleri İnebolu’da bize teslim ettiler.

Sakarya Savaşındaki askerî başarıyı siyasî başarılar takip etmiş, artık TBMM nihai
zafer için çalışmalara başlamıştır.

BÜYÜK TAARRUZ
Taarruz’a Hazırlık
Sakarya Meydan Muharebesi’nde yenilgiye uğrayan düşman ordusu, bütün cephe boyunca
ileri müfrezelerimizle izlendiği gibi özellikle güneyden, sol kanattan ve piyade ile pekiştirilen
süvari tümenleriyle Sivrihisar ve Afyonkarahisar yönlerinde takip edildi. Bu takip sırasında
düşmanın yan ve gerilerine yapılan taarruzlarla önemli kayıplar verdirildi. Yunan kuvvetleri
bu baskı altında Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar genel çizgisine çekilmiş ve 22 Eylül’den
itibaren savunma tertibi alarak buraları tahkim etmeye başlamıştı.

Türk Başkomutanlığının amacı, kesin sonuçlu bir taarruza geçerek düşmanı yerleştiği
mevzilerden atmak ve onu yok etmekti. Ancak son darbenin indirilebilmesi için Yunan
Ordusu’nun maddî güç yönünden sağladığı üstün durumun ortaya koyduğu dengesizliği
gidermek gerekiyordu.

Ordunun silah, araç ve gereç eksiklikleri yanında, cephaneye de ciddi ihtiyacı vardı.
Zira mevcut cephane Sakarya Savaşı’nda tükenmişti. İhtiyaçların giderilmesi ve taarruz
ordusunun kurulabilmesi için savaş döneminde uzun sayılabilecek bir zamana ihtiyaç vardı.
Bekleme devri öyle nazik ve mesuliyetli bir safhadır ki, aşılmak ve durmak mevkiinde olan
bir komutanın, bunlardan birini seçmesi kolay bir iş değildir. Tarihte zamansız ileri atılarak
perişan olan, ya da bekleyerek fırsatı kaçıran kumandanların sayısı az değildir.

Yurdun kaderini belirleyecek olan kesin sonuçlu taarruz için, ülkenin bütün
kaynaklarından yararlanmak ve hiçbir şeyi ihmal etmemek gerekiyordu. Bu arada Rusların
yardımı devam ediyordu. Siyasî durum Fransa’dan da maddî destek tedarik etme ortamını
sağlamıştı. Bunlardan başka Doğu ve Güney Cephelerinde serbest kalan kuvvetler,
özellikle Doğu cephesinden topçu birlikleri ve cephanenin Batıya kaldırılmasına başlandı.
Konya ve Ankara’dan Doğu cephesine uzanan demiryolu yoktu. Mevcut karayolu da
bakımsız ve haraptı. Birliklerin Batı Cephesine ülkenin en uzak yeri olan Doğu Anadolu’dan
yaya, cephanenin hayvan sırtında veya kağnılarla Ankara ve Konya istasyonlarına
getirilmesi ve buradan da cephaneye ulaşabilmesi için dört-beş aylık bir zamana ihtiyaç
vardı. Yolların bozukluğu, mevsimin de kış olması bu zamanı daha da uzatabilirdi.
İstanbul depolarındaki silah, cephane ve topların işgal kuvvetlerinin elinde bulunması da
bir zorluktu. Bu malzemelere ihtiyaç vardı. Binlerce sandık cephanenin, topun ve silahın,
işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu kıyılarına geçirilmesi kolay değildi. Birçok güçlükler
için de, İstanbul’daki muhimmat Felah, Mim. Mim. ve Muaveneti Bahriye gibi bazı yardım
gruplarının, yurtsever memurlar ve ulaşımla ilgili fedakâr deniz mücahitlerimizin çabaları ile
Anadolu’ya taşınıyordu.

Fakat bu hazırlıklar yapılırken Mecliste bir huzursuzluk baş gösterdi. Sakarya zaferine
rağmen Yunanlıların hâlâ Anadolu’nun ortasında bulunmaları, Mecliste ordu aleyhine bir
hava oluşturdu. “...Ordu niçin taarruza geçmiyor? Mutlaka taarruz edilmelidir, hiç olmazsa
sınırlı belirli bir cephede taarruz yapılmalıdır ki ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı
172 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

anlaşılsın” deniyordu. Mustafa Kemal Paşa bu eleştirilere şu cevabı verdi: “Efendiler,


ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi hazırlığımız
tamamen ikmale biraz daha zaman lâzımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak
taarruz, hiç taarruz etmemekten daha fenadır” dedikten sonra ne zaman taarruz edeceğini de
şu şekilde açıkladı: “Düşmana taarruz için verilmiş olan kati kararımızı tatbike başlamadan
evvel, tamamlamaya mecbur bulunduğumuz harp vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim:
Tam üç vasıtanın hazırlandığını kâfi derecede olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum.
Onlardan, birincisi ve en mühimi ve asıl olan doğrudan doğruya milletin kendisidir...
İkincisi milleti temsil eden meclisin Millî arzuyu belirtmede ve bunun gereğini kanaatle
uygulamada göstereceği azim ve kararlılıktır. Meclis ne kadar çok dayanışma ve birlik
halinde millî arzuyu tecelli ettirirse, düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük aracına malîk
oluruz.
Üçüncü araç milletin silahlı evlatlarından ibaret olup düşman karşısında (yardım için
koşup toplanmış) bulunan ordumuzdur.
Mecliste, bir veya birkaç üyenin kötümserlik telkin eden sözlerinden bile aleyhimizde
istifade çareleri aranmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. Dışişleri Bakanlığının dosyaları
buna dair vesikalarla doludur. Kat’iyetle arz ederim ki, istemeyecek olsa dahi düşmanlara
ümit verecek şemmeler (kokular) verdikçe millî davanın çözümü gecikmeye mahkûmdûr.”

Başkomutanlık Meselesi
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, çeşitli zorluklara rağmen taarruz hazırlıklarını
yürütürken, 5 Mayıs 1922’de hastalığı sebebiyle Mecliste bulunamamasından yararlanan
muhalifleri onun “Başkomutanlık” görevinin süresinin uzatılmasına engel olmak istediler.
Mustafa Kemal Paşa bu olayı şöyle nakletmektedir. “6 Mayıs 1922 günü zamanı geldiği için
başkomutanlık süresinin uzatılması konusu meclis gündemine gelmiş. Ben rahatsızlığım
münasebetiyle o gün Mecliste hazır bulunamamıştım. 5 Mayıs günü akşamı ikametgâhıma
gelen Heyeti Vekile, vaziyeti şöyle izah etti: Mecliste muhalifler, benim; Başkumandanlıkta
kalmamı istemiyorlar. Birçok tartışmalı görüşmeden sonra mesele, reye konulmuş, usulen
lâzım gelen ekseriyet sağlanamamış yani Başkumandanlık kanunu süresinin uzatılması
kabul edilmemiş... Ordu, Meclis’te oylamanın yapıldığı andan itibaren kumandasız
kalacaktı.” Ancak Mustafa Kemal orduyu başsız bırakmadı. 6 Mayıs günü Mecliste yaptığı
konuşmada bu kararını şöyle açıkladı: “Memleketin ve maksadı umuminin menfaati aliyesi
namına, Başkumandanlık vazifesini ifaya devam kararını verdim.” Böylece ordu komutasız
kalmaktan kurtulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın “Başkomutanlık” görevinin süresi 20
Temmuz 1922 tarihinde TBMM tarafından süresiz olarak uzatıldı.

Büyük Taarruz
1922’nin Temmuz ayı sonralarına doğu ordumuz eksikliklerini tamamladı. Böylece ordumuzun
maddî ve manevî gücü, millî amacı tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye ulaştı. Mutlu
sona ulaşmak için artık hiçbir kuşku kalmamıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa cephedeki
son kontrolleri yapmak için o sırada Konya’ya gelmiş olan General Townsend’in görüşme
isteğinden faydalanarak 23 Temmuz 1922 tarihinde Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhına
gitti. 25 Temmuz’da da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da Akşehir’e geldi. Mustafa Kemal
Paşa, gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “27–28 Temmuz gecesi beraber icra ettiğimiz müzakere
neticesinde, tespit edilmiş plan gereğince taarruz etmek üzere 15 Ağustos’a kadar bütün
hazırlıkların ikmâline çalışmayı karar verdik.

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra icra ettirilen bir futbol müsabakasını seyretmek
vesilesiyle ordu kumandanları Akşehir’e davet edildi. 28–29 Temmuz gecesi kumandan-
Millî Mücadele Dönemi 173

larla umumi bir tarzda taarruz hakkında bilgi verdim. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay
Başkanı ve Batı Cephesi komutanıyla tekrar görüşerek taarruz tarzı ve teferruatını tes-
pit ettik. Ankara’dan davet ettiğimiz Milli Savunma Bakanı Kâzım (Özalp) Paşa da 1
Ağustos 1922 öğleden sonra Akşehir’e geldi. Ordu hazırlığının ikmâlinde Müdafaa-i Milliye
Vekâletine ait olan hususlar tespit edildi.”

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, taarruz için son direktiflerini vererek Ankara’ya
döndükten sonra, 20 Ağustos’a kadar orada çalışmalarını sürdürmüştü. 20 Ağustos’ta
gizlice cephe karargâhının bulunduğu Akşehir’e geldi. Burada Genelkurmay Başkanı Fevzi
(Çakmak), Cephe Komutanı İsmet Paşa ve diğer komutanlarla taarruzun bütün ayrıntılarını
yeniden gözden geçirdikten sonra 26 Ağustos 1922’de saat 04.30’da kesin taarruz emrini
verdi. 30 Ağustos’a kadar süren kesin sonuçlu çarpışmalarla Yunan kuvvetleri doğudan ve
güneyden 2. ve 1. Ordularımızla, kuzeyden ve batıdan Süvari Kolordularımızla kuşatılarak
Dumlupınar kuzeyinde Aslıhanlar bölgesinde yok edildi. Düşmanın asıl kuvvetlerinin batıya,
İzmir’e doğru kaçmasına imkân verilmedi. 30 Ağustos günü Başkomutan Gazi Mustafa
Kemal Paşa’nın yönettiği bu muharebeye “Başkomutan Meydan Muharebesi” denilir. Bu
savaşta Yunan Ordusu’nun asıl kuvvetleri yok edilmiştir.

31 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi


(Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ve Ordu Komutanları Yakup Şevket
(Subaşı) ve Nurettin Paşa ile Yunan Ordusunun imha edildiği Çal köyü dolaylarındaki
muharebe alanını ve son durumu inceledikten sonra, kaçabilen düşman birliklerinin şiddetle
izlenmesi, Uşak demiryolu yönünce kaçan bazı düşman birlikleri ile Eskişehir civarındaki
grubun imha edilmesi için tedbirler alındı. Artık muharebenin son dönemi başlamıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa kaçan düşmanın takip hareketinin başlatılması için
“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri’’ emrini verdi. Bu emir hem imha muharebesinin
gereğini yerine getirmek, hem de kaçan Yunanlıların zulüm yapmalarına, köyleri, şehirleri
yakmalarına olabildiğince imkân vermemek için gerekliydi. Çünkü işgalci Yunanlılar
Anadolu’da akla hayale gelmez fenalıklar yapmıştı. Bunu Halide Edip, Yakup Kadri ve Yusuf
Akçura’dan oluşan Sakarya Zaferi’nden sonra kurulmuş olan “Tetkik-i Mezalim’’ (Zulümleri
İnceleme) kurulunun belirlediği gibi, ünlü İngiliz tarihçisi A. Toynbee de Karamürsel
bölgesinde gözlemişti. Bu mezalime yerli Rumlar da iştirak etmiş olduğundan, onlar da
yurtları olan Anadolu topraklarını terk ederek bir daha geri dönmemek üzere kaçmaya
çalışan Yunan askerleri ile birlikte gittiler.

Savaş ve takip sırasında Yunanlılardan binlerce esir alındı. Bunların arasında 8 Eylül’de
bütün karargâhı ile esir düşen Yunan Orduları Başkomutanı General Trikopis de vardı. Mustafa
Kemal Paşa, esir General Trikopis ile beraberindekileri onca fenalıklarına rağmen nezaketle
karşıladı.

Süvarilerimiz, 9 Eylül sabahı, küçük birkaç çatışma haricinde sorunsuz bir şekilde İzmir’e
girmişlerdir. Kordonboyu’ndan geçerken bir İngiliz müfrezesi tarafından selamlandılar. Türk
bayrağı hükümet konağında ve Kadifekale’de dalgalandı. Birinci Süvari Tümeni Komutanı
Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi.
İzmir’de Türk halkının sevinci sonsuz derecedeydi. Askerlerimiz çiçek yağmuru altında
kaldılar.

Türk Ordusu’nun İzmir ve Bursa’yı alması üzerine Atatürk millete şu beyannameyi


yayınladı:
174 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

“Büyük ve asil Türk milleti,

Ordularımız 9 Eylül 38 (1922) sabahı İzmir’imizi ve yine 9 Eylül 38 akşamı Bursa’mızı


muzafferen tahlis ettiler, (kurtardılar). Akdeniz askerlerimizin zafer teraneleriyle dalgalanıyor.

Asya İmparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek


cesaretinde bulunan ordu kumandanlarıyla kumanda heyetleri günlerden beri TBMM
Hükümeti’nin esiri bulunuyorlar.

Düşmanın başkumandan tayin ettiği General (Trikopis) birçok gece ve gündüz me’yusane
(umutsuzca) muharebatı ve her çare-i halası (kurtuluşu) tecrübe ettikten sonra nihayet
maiyetindeki Generaller ve Erkân–ı Harbiyeleri ve kumanda ettiği ordunun elinde kalabilen
bakayasıyla (kalanlarıyla) arzı teslimiyet eyledi. Eğer Yunan Kralı da bugün esirler meydanında
bulunmuyorsa bu, tacidarların,şiarı esasen yalnız milletlerinin safalarına iştirak etmek
olduğundan ve muharebe meydanlarının felâketli günlerinde onların saraylarından başka bir
şey düşünmemek tabiatındadırlar.

Garp fabrikalarının çelik zırhları ile kaplanan muazzam Yunan orduları artık Anadolu
dağlarında zabitleri tarafından terk edilmiş zavallı sürüler, cinayetlerinden dehşete düşerek
kudurmuş kitleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı. Düşman
ordularının malzeme-i harbiyesi hemen sülüsan (üçte iki) itibariyle topraklarımızdadır.
Düşmanın esirlerden başka insan zayiatının yüz binden ne kadar fazla olduğunu tayin
etmek müşkildir. Fakat salâhiyeti resmiye ile milletimize tebşir ederim (müjdelerim) ki bizim
insan zayiatımız dörtte üçü hafif yaralı olmak üzere on bin nüfusa baliğ olmaktadır.

Büyük Türk milleti, Ordularımızın kabiliyeti ve kudreti düşmanlarımıza dehşet,


dostlarımıza emniyet verecek bir kemal ile tezahür etti. Millet orduları on dört gün zarfında
büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. Dört yüz kilometrelik fasılasız bir takip yaptılar.
Anadolu’daki bütün memalîki müstevliyemizi istirdat eylediler (İstila etmiş topraklarımızı
geri aldılar). Büyük zafer münhasıran senin eserindir. Çünkü İzmir’imizi ihtırasatı siyasîye
neticesinde adeta memnunen düşmana teslim eden heyetlerle milletin hiçbir münasebeti
yok idi. Bursa mızı istila eden Yunan kuvvetlen ise ancak imparatorluğun askerî teşkilâtıyla
tevhidi amal (gaye birliği) ve tevhidi hareket ederek muvaffak olmuşlardı. Vatanın halâsı
milletin rey ve idaresi kendi mukadderatı üzerinde bilâkaydüşart (kayıtsız ve şartsız) hâkim
olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla müspet ve kati
neticelere ermiştir.

Büyük ve Necip Türk milleti, Anadolu’nun halâsı zaferini tebrik ederken sana İzmir’den,
Bursa’dan Akdeniz ufuklarından ordularının selâmını da takdim ediyorum. 13.09.1338
(1922)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi


Başkumandan Mustafa Kemal”

Yunanistan’da İhtilâl
İngiliz askerî uzmanlarının yardımıyla iyi hazırlanmış olan Yunan müdafaa ve mevzilerinin
altı aydan önce aşılamayacağı ileri sürülürken Büyük Türk Taarruzuyla on dört günde aşılmış
olması, Yunanlıların “Mikrasiatiki Katastrofi” diye adlandırdıkları “Küçük Asya Felaketi”ni
getirmiş, bu da ülkede büyük çalkantılara sebep olmuştu. Dağılan Yunan ordusunun
güney kanadına bağlı birliklerden arta kalanlar Sakız ve Midilli adalarına kaçmışlardı. Bu
birlikler Alb. Nikolaos Plastiras, Alb. Stilianos Gonatas ve Lemnos harp gemisinin kaptanı
Yüzbaşı Dimitrios Fokas’ın önderliğinde, Atina’daki hükümete ve özellikle Kral Konstantin’e
Millî Mücadele Dönemi 175

karşı ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Ülkenin “Batı’dan tecrit edilmesinden ve sırf bu yüzden
meydana geldiğini öne sürdükleri “Küçük Asya Felaketi’nden” Konstantin’i sorumlu tutan
ihtilâl komitesinin başkanı kıdemli Alb. S. Gonatas idi. 10-23 Eylül tarihlerinde adalarda
başlayan hareket 26 Eylül’de Atina’da uçaklarla bildiri dağıttı. İhtilâlciler, 26 Eylül saat
07.30’da Atina’daki hükümete bir ültimatom göndererek akşam saat 10:00’a kadar ihtilâl
bildirisindeki şartları kabul etmesini istediler. Bu şartlardan birincisi Kral’ın tahttan inmesiydi.
Kral istemeyerek de olsa ihtilâlcilerin şartlarına boyun eğdi. Yerini oğlu II. Yorgo’ya bıraktı.
İhtilâl komitesi, 28 Eylül’de yönetimi tamamen kontrolü altına alınca derhal Paris’te bulunan
Venizelos’la temasa geçti ve kendisinden müttefik devletler nezdinde Yunanistan’ı temsil
etmesi istendi.

Mütareke Öncesi Türk-İngiliz Askerî Bunalımı


Türk birlikleri İzmir’den sonra Çanakkale’ye doğru yönelince bu bölgedeki İngiliz birlikleri
savaş hazırlıklarına başladılar. İngilizlerin bu niyeti karşısında bölgedeki İtalyan ve Fransız
birlikleri 19 Eylül 1922’de Gelibolu’ya çekildiler. İngilizler kendi hatlarının ötesinde belli bir
bölgeye Türk askerî girdiği takdirde ateş açılacağını duyurdular. Bu şekilde Yunan yenilgisi
karşısında perişan olmuş olan Lloyd George güya Boğazlardan serbest geçiş uğruna
Dominyonları ile birlikte (Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Yem Zelanda vb) Türkiye’ye
karşı savaşarak prestijini kurtarmaya çalışıyordu. Bu yüzden askerden arındırılmış olan
bölgeye Türklerin girmesi halinde ateş açılmasını ve savaşın başlatılmasını emretti. Ne var
ki Türk birlikleri ilerlemeye devam etti. İngiliz ateş menzilini de aşarak tam önlerinde durdu.
Durum çok kritikti. Doğu Trakya ve İstanbul’un kurtarılması için İngiliz birliklerinin de aşılması
gerekiyordu. Bunun için de silahlı bir çatışmadan kaçınılamazdı. Oysa İngilizler Boğazları
ve Doğu Trakya’yı bırakmak istemiyorlardı. Özellikle Lloyd George Hükümeti’nin varlığını
sürdürebilmesi ve ortak İngiliz-Yunan çıkarlarının asgari derecede de olsa korunması
ancak bu yolla mümkündü. İngiltere sözü geçen bölgeleri tahkim etmeye başladı. Ancak
İngiliz Parlamentosunun Lloyd George’yi destekliyor görünmesine ve kamuoyunu da bu
doğrultuda etkilemeye çalışmasına rağmen, asker gönderme konusunda Dominyonlardan
gelen olumsuz cevaptan sonra bunalımı savaşa kadar götürmeyi göze alamazdı.

İngiltere’nin içinde bulunduğu durumu çok iyi değerlendiren Başkomutan Mustafa


Kemal Paşa, Tümgeneral Harington’a gönderdiği mektupta “askerden arındırılmış tarafsız
bölgeyi tanımadığını belirterek İngilizlerin derhal çekilmelerini istedi. General Harington’un
Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği karşılık ise, iki ordu arasında bir çatışmanın çıkmasına
engel olmak ve ortadaki anlaşmazlığı çözmek amacıyla, kendisiyle görüşmek istediğiydi.

Bu arada Fransızlar da durumun ciddiyetini göz önüne alarak, duyguları yatıştırmak


ve Mustafa Kemal’i Türk ilerleyişini durdurmaya inandırmak amacıyla, Fransız
politikacılarından Türk dostu Franklin Bouillon’u 25 Eylül’de İzmir’e gönderdiler. Dört gün
sonra, Mustafa Kemal Paşa ile Franklin-Bouillon arasında yapılan görüşme sırasında,
Franklin-Bouillon Türk dileklerinin tamamıyla yerine getirileceği ve Barış Konferansı
oturumlarına başlamadan önce Türkiye’nin, Meriç’e dek Doğu Trakya’yı alacağı yolunda
Mustafa Kemal Paşa’ya güvence verdi.

Böylece Franklin Bouillon’un arabuluculuğu, Mustafa Kemal Paşa ve Sır Charles


Harington’un göstermiş oldukları sabır ve iyi niyet mütareke için gerekli ortamı sağladı.

MUDANYA MÜTAREKESİ
Mütareke görüşmeleri, 3 Ekim 1922 tarihinde Türkiye adına Batı Cephesi Orduları Komutanı
İsmet Paşa, İngiltere adına Sır Charlebs Harington, Fransa adına General Charpie ve İtalya
adına da General Mombeili’nin katılımıyla başladı. Yunan temsilcileri General Mazarakis
176 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ve Albay Sariyannis Mudanya’ya hem geç geldiler, hem de görüşmelere doğrudan


katılmayarak Müttefik Generalleriyle sürekli temasta kalmayı tercih ettiler.

Konferans İsmet Paşa’nın başkanlığında açıldı. Görüşmelerin başlamasından sonra da


gergin ortam tümüyle ortadan kalkmış değildi. Harington’la İsmet Paşa’nın sunduğu görüşler
arasında özellikle Doğu Trakya’nın boşaltılması zamanı ve Yunanlıların Karaağaç’tan da
çekilmesi konularında anlaşmazlık vardı. Harington, Türk isteklerinin askerî niteliği aşıp
siyasal nitelik aldığını ve hükümetine danışması gerektiğini söylüyordu. 5 Ekim’de bu
danışmaya imkân tanımak için konferansa üç gün ara verildi. Böylece yeniden Türkiye ile
İngiltere bir bunalımın eşiğine geldi. Ancak çetin görüşmelerden sonra 11 Ekim 1922’de
mütareke imzalandı. Konferansın belki de en ilginç yanı Yunan delegelerinin mütareke
metnine imza koymamalarıdır. Onlar mütarekenin çeşitli konulardaki güvenlik tedbirlerini
yetersiz görmüşlerdi. Böylece Türk-Yunan savaşını bitiren anlaşmada, Yunanlıların imzası
yoktu. Mütarekenin uygulanması İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerine bırakılmıştı.
Bu garip durum 14 Ekim’de Yunanistan tarafından da düzeltildi ve bu tarihte yayınlanan
hükümet beyannamesi ile “mütareke protokolüne katılmaya Yunanistan’ın kendisini mecbur
gördüğü” belirtildi.

Mudanya Mütarekesi hükümleri aşağıdaki gibidir:

1) Mütareke 14–15 Ekim gecesi yürürlüğe girecek ve bu andan itibaren Türk-Yunan


Silahlı Kuvvetleri arasında çarpışma duracaktı.
2) Trakya’daki Yunan Orduları, Mütareke’nin (15 Ekim’de) yürürlüğe girmesinden
başlayarak, Meriç’in Ege Denizine döküldüğü yerden Bulgaristan’ın Trakya
sınırına kadarki sol kıyısının arkasına geri çekilmeye davet olunacak.
3) Barış Antlaşmasına kadar, herhangi bir sürtüşmenin önüne geçmek için Meriç’in
sağ kıyısı (Karaağaç dâhil) müttefiklerce tayin edilecek noktalarda yerleşmiş
müttefik kıtaları tarafından kontrol edilecekti.
4) Edirne çevresinde ulaşımı sağlayan demiryolunun Svelingrad’dan, Lüleburgaz’a
kadar olan kısmı serbestçe gidiş gelişi sağlamak üzere üç müttefik devletin TBMM
Hükümeti’nin ve Yunanistan’ın bir delegesinden kurulacak karma komisyon
tarafından hususî bir mukavele ile düzene bağlanacak ve kontrol edilecektir.
5) Doğu Trakya’nın Yunan askerî tarafından boşaltılmasına mütarekenin yürürlüğe
girişiyle başlanacak, harp araç gereçleri ile silah ve cephanenin boşaltma işi 15
günde tamamlanacaktır.
6) Jandarma da dâhil olarak Yunan mülkî memurları mümkün olduğu kadar çabuk
çekilecektir. Yunan memurları her idarî bölgeden çekildikçe mülkî idare, müttefik
memurlarına teslim olunacak ve bunlarda mümkün oldukça aynı günde bunu Türk
memurlarına devredeceklerdir. Trakya bölgesinin bütünü için bu teslim muamelesi,
Yunan askerlerinin boşaltmasından sonra en çok otuz günde yapılacaktır.
7) TBMM Hükümeti memurlarının yanında mahallin emniyet ve asayişini korumak
için 8 bin kişilik bir Millî jandarma kuvveti bulunacaktır.
8) Yunan askerlerinin çekilmesi ve mülkî idarenin devri başlıca merkezlere yerleşen
müttefik heyetlerin idaresinde yapılacaktır. Bu heyetlerin vazifesi çekilme ve devir
işlerini kolaylaştırmak için oraya girmek ve her türlü aşırılığın ve şiddetin önünü
almaktadır.
9) Bu heyetlere destek olmak ve asayişi korumak üzere, Doğu
Trakya’yı 7 tabur kadar müttefik askerî kontrol edecektir.
Millî Mücadele Dönemi 177

10) Müttefik heyetlerinin ve kıtalarının çekilmesi, Yunan askerlerinin boşaltılışı bitlikten


30 gün sonra olacaktır. Asayişin sağlanması ve Türk olmayan ahalini korunması
için yeterli tedbirlerin alınmış olduğundan Müttefik Hükümetler mutabık kaldıkları
takdirde, bu çekilme daha da önce olabilir. Bu idarî bölgede TBMM Hükümeti’nin
yönetimi ve jandarması, düzenli olarak iş görmeye başlayınca müttefik heyetleri
ve kıtaları, o bölgeden, 30 günden önce çekilecektir.
11) TBMM Hükümeti Barış Antlaşması onaylanıncaya kadar Doğu Trakya’ya asker
geçirmemeyi ve burada bir ordu toplamamayı taahhüt eder.

Büyük Taarruz ve Mudanya Mütarekesi’nin Sonuçları


Mudanya Mütarekesi’yle Ankara Hükümeti Büyük Zafer’den sonra tek bir kurşun
atmadan, isteklerinin temelini oluşturan noktalar ve özellikle de Doğu Trakya’nın
kurtarılmasını sağlamış oluyordu. Bu başarının yanında, müttefikler, ilk kez Ankara
Hükümeti’ni Türkiye’nin tek meşru hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı da bu hükümetin tek
meşru lideri olarak görmek zorunda kaldılar.

Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilen devletlerinden biri olan Türkiye’ye
Lozan Konferansına galip devlet sıfatıyla katılma imkânını sağladı. Savaş sonu barış
düzenine, ilk kez, karşılıklı eşit görüşme ortamını sağladı. Avrupa’da ancak daha sonra
yıkılmaya başlayacak olan 1919-1920 düzeni, ilk darbesini Türkiye’den alıyordu. Sevr
Antlaşması’yla Misâk-ı Millî arasındaki mücadelede, Türkiye büyük bir başarı elde etmiş
oldu. Türkiye, Doğu Trakya’yı geri almakla yeniden Avrupa topraklarına ayak bastı. Bu
sonuç Türklerin Avrupa’dan ve hatta Anadolu’dan kovulmasını savuna gelen Lloyd George
ve zihniyeti için büyük bir hezimet oluşmuştur. Büyük zafer, nasıl ki Yunanistan’da ihtilâl
ve iktidar değişikliğine sebebiyet verdiyse, İngiltere’de de Lloyd George’nin sonu oldu. Bu
bakımdan Mudanya Mütarekesi bir bakıma “Asya’nın Avrupa’ya karşı bir zaferi” olarak da
yorumlanabilir.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI


Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte kalıcı barışın yapılması için İsviçre’nin
Lozan şehrinde konferans toplanması kararlaştırıldı. TBMM Hükümeti Lozan’a gidecek he-
yete başkanlık etmek üzere de İsmet Paşa’yı seçti.

İtilaf Devletleri İstanbul Hükümeti’ni de konferansa çağırınca TBMM, Saltanatı kal-


dırdı ve Türk milletinin gerçek temsilcisinin Ankara Hükümeti olduğunu İtilaf Devletlerine
bildirdi. Konferans 20 Kasım 1922’de başladı. Konferansa Türkiye’nin karşısında İngiltere,
Fransa, İtalya, Japonya, Amerika ile kendi konularında Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve
Yunanistan temsilcileri katılıyordu.

Türk heyetinde Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Sıhhiye (Sağlık) Bakanı Rıza Nur, Eski
maliye bakanı Trabzon Milletvekili Hasan (Saka) Bey ile askerî, malî, iktisadî, hukukî mü-
şavirler ve kâtiplerden oluşan 20 kişi bulunuyordu.

Hükümet, Heyet Başkanlığına Lozan’a hareketinden önce görüşülecek konularla ilgili


bazı direktifler verdi.

Bunlar:

1) Ermeni yurdu söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir.


2) Irak sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancakları istenecektir. Konferansta
bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için hükümetten talimat alınacaktır.
178 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Petrol ve diğer konulardaki ayıcalıklar da İngilizlere bazı ekonomik çıkarlar sağ-


lanması görüşülebilir.
3) Suriye sınırının düzeltilmesine çalışılacaktır. Sınır şöyle olmalıdır: Resi İbn-i
Hayr’dan başlayarak Hasm, Müslimiye, Mesene, Fırat yolu, Dirizor ve sonunda
Musul ile güney sınırına ulaşır.
4) Adalar: Duruma göre hareket edilecek, kıyılarımıza yakın bütün adalar mutlaka elde
edilecek, başarı sağlanamazsa hükümete sorulacaktır.
5) Trakya : Misak-ı Milli’nin uygulanması sağlanmalıdır.
6) Boğazlar ve Gelibolu yarımadasında yabancı askerî kuvvet kabul edilemez. Eğer
bu konuda görüşmelerin kesilmesi gerekirse, kesilmeden önce Ankara’ya bilgi
verilmelidir.
7) Kapitülasyonlar kabul edilemez. Eğer görüşmelerin kesilmesi gerekirse, yapılır.
8) Azınlıklar: Esas değişimdir.
9) Düyunu Umumiye (Devlet Borçları) : Bu borçların Türkiye’den ayrılan devletlere
dağılımı, Yunanlılara devri, yani savaş tazminatına karşılık olarak tutulması, ol-
madığı taktirde yirmi yıl ertelenmesi talep edilecektir. Düyunu Umumiye yönetimi-
nin kaldırılması istenecektir. Güçlük çıkarsa Ankara’ya sorulacaktır.
10) Ordu ve donanmayı sınırlandıran konu olmayacaktır.
11) Yabancı kurumlar: Türk kanununa tabii olacaklardır.
12) Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin özel maddeleri yürürlüktedir.
13) Cemaatler ve İslâm Vakıflar Hukuku eski antlaşmalara göre sağlanacaktır.

Bu kısa talimattan da anlaşıldığı gibi Türkiye doğuda bir Ermenistan kurulması ile
Kapitülasyonlar konusunda pazarlığa açık değildir.

Konferans’ın birinci safhası “20 Kasım 1922’den–4 Şubat 1923’e” kadar devam etti.
Konferans çok çetin geçiyordu. Çünkü Boğazlar, Musul, Kapitülasyonlar, Osmanlı Borçları,
Türkiye ve Yunanistan arasındaki azınlıkların durumu, Patrikhane meselesi gibi hayati ko-
nular vardı.

Konferansta İngiltere’nin, çıkarları açısından en fazla üzerinde durduğu konular Musul


ve Boğazların durumuydu. Fransa, Suriye mandaterliği, borçlar, kapitülasyonlar ve imtiyaz-
lar meselesini kendi lehine sonuçlandırmak için uğraşıyordu. İtalya, kapitülasyonlar, adalar
ve kabotaj meselelerine önem veriyordu.

Türk heyeti başkanı olarak İsmet Paşa, Boğazlar meselesi görüşülürken Sovyet
Rusya’nın desteğini almaya çalışmış ve devamlı olarak Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin
ile görüşmüştür. Çiçerin Boğazların Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere kapalı tutulma-
sı için kontrolün Türkiye’de kalması gerektiğini savunmuştur.

Görüşmelerde, İngiltere ile Musul meselesinde anlaşmaya varılamadı. İngiltere


Musul’da nüfusun çoğunluğunun Arap olduğunu ileri sürüyor; Türk heyeti ise aksine
Musul’un coğrafî, tarihî, ırkî, ekonomik ve kültürel yönden Türkiye’ye ait olduğunu belge-
liyordu. Musul meselesi üzerinde anlaşmaya varılamayınca mevcut durumun korunması
ve antlaşmadan sonra bir yıl içinde meselenin sonuçlandırılması, aksi takdirde meseleyi
Milletler Cemiyetine götürme hususunda anlaşmaya varıldı.
Millî Mücadele Dönemi 179

İtilaf Devletleri her ne olursa olsun Kapitülasyonları devam ettirmek niyetindeydiler.


Osmanlı Borçlarının nasıl ödeneceği de anlaşmazlık konularındandı. İtilaf Devletleri yapılan
görüşmelerden sonra Türk heyetine 31 Ocak 1923’de bir antlaşma tasarısı verdiler. Türk
heyeti tasarıyı 4 Şubat’a kadar inceledi ve bunun kabul edilemeyeceğini bildirdi. Sonuç
alınamayınca konferans dağıldı. Türk Heyeti, 20 Şubat 1923’de Ankara’ya döndü.

İtilaf Devletlerince verilen antlaşma metni TBMM’nin gizli ve açık oturumlarında tartı-
şıldı. İsmet Paşa’nın imzasıyla 8 Mart 1923’de İtilaf Devletlerine Türkiye’nin teklifleri bildi-
rildi. İtilaf Devletleri Türkiye’nin tekliflerini Londra’da toplanarak değerlendirdi ve 23 Nisan
1923’de Konferansın yeniden toplanmasını kararlaştırdılar.

Lozan Konferansı’nın ikinci safhası 23 Nisan 1923’de başladı. Sert tartışmaların


yapıldığı ikinci toplantıda birçok husus İsmet Paşa tarafından telgrafla Ankara’ya bildirildi
ve hükümetin görüşü soruldu. 24 Temmuz 1923’de anlaşmayı Türk heyeti imzaladı. Heyet
döndükten sonra anlaşma metni TBMM’de tartışmaya açıldı. Milletvekilleri görüşlerini
açıkladılar. Özellikle Musul meselesi, Trakya’da bazı kısımların sınır dışı kalması,
İskenderun Sancağının topraklarımızdan ayrılması ve Fransa mandasında kalması ve
Suriye sınırı hususunda ciddi tenkitler yapıldı. Anlaşma 23 Ağustos 1923’te Mecliste 213
oyla kabul edildi.

Lozan Antlaşması’nın Hükümleri


Lozan Antlaşması’nın; sınırlar, boğazlar, kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti’nin Borçları ve
azınlıklar konuları üzerinde anlaşmaya varılan hükümleri aşağıdaki şekilde tespit edilmiştir.

1) Sınırlar
a) Suriye Sınırı: 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanmış olan Ankara Antlaşması’nın
hükümlerine göre kabul edildi.
b) Irak Sınırı: Musul meselesi ve Irak sınırı Lozan Konferansı’nda sonuçlanamadı.
Türkiye-İngiltere arasında dokuz ay içinde sonuca bağlanmak üzere ertelendi.
c) Bulgaristan Sınırı: Karadeniz kıyısındaki Rezve Deresi ağzından başlayıp,
Türk-Yunan sınırı olan Meriç nehrinin kesiştiği yere kadar olacaktır.
d) Yunanistan ve Adalar: Yunanistan ile Meriç nehri sınır olarak kabul edildi.
Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye iade edildi. İmroz, Bozcaada ve
Tavşan adaları Türkiye’de kalacaktı. On İki Ada İtalya’da kaldı. Diğer Ege
adaları Yunanistan’a bırakıldı.

2) Azınlıklar
Türkiye’de yaşayan gayr-i Müslim azınlıklara ayrıcalıklar verilmedi. Türk vatandaşı
olan azınlıklar kanun önünde eşit olacaktı. Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları dışında
kalan Türkler ve Rumlar karşılıklı mübadele edilecektir.

3) Kapitülasyonlar
Kapitülasyonların her çeşidi (ekonomik, idarî, malî, adlî) kaldırıldı.

4) Borçlar
Osmanlı Devleti’nin Kırım Harbiyle başlayan (1854) ve devleti iflasa götüren borçla-
rının Fransız Frangı olarak ödenmesi kabul edildi. (Türkiye kendi payına düşen borçlarını
1954 yılına kadar ödedi.)
180 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

5) Boğazlar ve İstanbul’un Durumu


Boğazlar savaş tehlikesi karşısında veya Türkiye’nin savaşa girmesi halinde silahlan-
dırılacaktı. Boğazların her iki yakasında 15 km’lik bir bölge silahsız kalacaktı. Boğazların
yönetimi “Boğazlar Komisyonu” adı verilen uluslar arası bir komisyon tarafından sağla-
nacaktı. Savaş gemilerinin boğazlardan geçişi belirli esaslara bağlandı. Ticaret gemileri
serbestçe geçiş yapabileceklerdi. Türkiye harbe girmiş ise tarafsız devletlerin gemileri bo-
ğazlardan geçebilecekti.

Antlaşmanın TBMM tarafından onaylanmasını takiben bir buçuk ay içinde İtilaf Devletleri
İstanbul ve Boğazlar bölgesindeki kuvvetlerini çekerek Türkiye’yi terk edeceklerdir.

Lozan Antlaşmasının Önemi


Lozan Antlaşması Türk milletinin bağımsızlığını geri getirerek, milletlerarası hukukta
Türkiye Cumhuriyeti’nin tescilidir. Millî sınırlar içinde millî devletin dünyaya ilanıdır. Misâk-ı
Millî’nin büyük oranda gerçekleşmesidir. Batı devletlerince “Şark Meselesi” olarak adlan-
dırılan ve Türklerin Anadolu’dan da atılmasını amaçlayan projeler Lozan Antlaşması ile
iflas etmiştir. Batı devletlerinin ve onların maşalarının Türkiye üzerine hesapları Lozan’dan
sonra da günümüze kadar devam etmektedir. Bunları da göz önüne aldığımızda Lozan’ın
önemli bir antlaşma olduğu ortaya çıkmaktadır.

Türk milletinin istiklâl mücadelesi ve bu mücadelenin zaferle sonuçlanması, Lozan


Antlaşması’nın imzalanması Batı emperyalizmi altında yüzyıllardır inleyen Afrika ve
Asya’daki mazlum milletlere de örnek oldu ve bu milletler bağımsızlık mücadelelerine baş-
ladılar. Lozan Antlaşması, Türkiye’yi parçalayıp bir Ermenistan ve Kürdistan devleti kurma
projelerini ortadan kaldırdı.
BÖLÜM V

TÜRK İNKILÂBI

SALTANATIN KALDIRILMASI (1 Kasım 1922)


Saltanat, “bir ülkede hükümdarın, padişahın, sultanın egemen olması”, yetkilerin tek
elde toplanması ve bu yönetimin genelde babadan oğula geçmesidir. Saltanatın olduğu
yerde yegâne irade padişah iradesidir. Millet iradesi bire bir devlet yönetiminde söz sahibi
değildir. Dolayısıyla padişah iradesinin, mutlak otoritenin olduğu yerde millî iradenin
pek bir önemi yoktur. Yavuz Sultan Selim ile Saltanatın yanına bir de Hilafet eklenmiştir.
Hilafetin Osmanlı’ya geçişiyle birlikte padişahlar, halîfe-i müslimîn olarak dünyadaki bütün
müslümanların dinî lideri oldukları iddiasında da bulunmaya başlamışlardır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde devlet düzenindeki bozulmalar, padişahların devletteki
çözülmenin önüne geçememeleri, devletin/saltanatın sonunu getirmiştir. Son girilen savaş I.
Dünya Savaşı’dır ve bu harp de Osmanlı açısından hüsranla neticelenmiş, devlet Mondros
Mütarekesi’yle savaştan çekilmiştir.
Mondros Mütarekesi’nin imzası sonrasında Anadolu toprakları birer birer işgal
edilirken Osmanlı devlet yetkililerinin, bağımsız olarak yaşama noktasında herhangi bir
gayret içerisinde olmamaları üzerine, millet başının çaresine bakma eğiliminde olmuş,
Millî Mücadele hareketini başlatmıştır. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkış ve sonrasındaki
faaliyetleri ile Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin önderi olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın
daha Samsun’a çıkmadan önce aldığı karar şudur: “O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız
şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!” Nitekim Amasya Genelgesi, Erzurum
Kongresi ve Sivas Kongresi’nde millî irade kavramı üzerinde ısrarla durulmuş, millet
iradesine değer verilmiştir. 23 Nisan 1920’de açılan meclis “millî irade”ye değer verildiğinin
göstergesi olmuştur. 1921 Anayasası’nda da “hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu”
vurgulanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre; millî iradenin olduğu yerde padişah iradesinden söz
edilemez. Yönetim biçimi millet iradesine göre şekillenmelidir. Dolayısıyla millî iradenin
önündeki engellerden en önemlisi olan padişah iradesi ortadan kaldırılmalıdır. Fakat bu
adımın atılması için Millî Mücadele hareketinin bağımsızlık yolunda önemli adımlar atması
beklenmiştir. Çünkü 1919-1922 yılları memleketin işgal altında olduğu yıllardır. Memleket
işgallerden arındırılmadan saltanatın kaldırılmasının bir anlamı yoktur. İşgaller ortadan
kaldırılmazsa saltanat kaldırılsa da Anadolu’da hüküm sürecek olanlar yine İtilaf Devletleri
olacaktır. Bu yüzdendir ki öncelik memleketi işgalci kuvvetlerden arındırmaktır. Ayrıca
işgalci kuvvetlerle askerî mücadele devam ederken memleketi saltanatın kaldırılması
yönünde bir tartışmanın içerisine çekmenin memleketin hayrına olmayacağı bilinmektedir.
Bu gibi sebeplerden dolayıdır ki saltanatın kaldırılması 1922 yılına kadar bekletilmiştir.
Büyük Taarruz’un Türk ordusu açısından kesin zaferle sonuçlanması üzerine İtilaf
Devletleri ile Büyük Millet Meclisi arasında 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmış,
182 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

bu mütareke ile askerî alandaki mücadeleden diplomasi alanında mücadeleye geçilmiştir.


İtilaf Devletleri kalıcı barış antlaşması olacak olan Lozan’daki görüşmelerde ellerini güçlü
tutmak için 28 Ekim 1922’de TBMM’nin yanında İstanbul Hükümeti’ni de Lozan’a davet
etmişlerdir. İstanbul Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922’de Mustafa
Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta; Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasının Ankara
ile İstanbul arasındaki ikiliği ortadan kaldırıp, millî birliği sağladığını ifade etmiş, bundan
sonraki süreçte padişahın ve hükümetinin emirlerine uyulması gerektiğini bildirmiştir.
Tabii olarak bu durum Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından değerlendirilmiş ve
saltanatın kaldırılması sürecini hızlandırmıştır. Saltanatın kaldırılması meselesi 30 Ekim
1922’den itibaren TBMM’de görüşülmeye başlamış, uzun süren tartışmalar neticesinde
1 Kasım 1922 tarihinde meclisteki oylama ile saltanat ve hilafet birbirinden ayrılmış,
saltanat kaldırılmış, hilafet ise devam ettirilmiştir. Saltanatın kaldırılması ile yaklaşık 600 yıl
ayakta durmuş, zaman zaman dünyayı derinden etkilemiş bir devlet olan Osmanlı Devleti
resmen sona ermiştir. Saltanatın kaldırılması ile Anadolu’daki iki başlı yönetim sona ermiş,
TBMM memleketin tamamına el koymuştur. Bundan sonraki süreçte köklü değişikliklerin
gerçekleştirilebilmesi adına çok önemli bir adım atılmıştır. Saltanatın kaldırılmasıyla millî
iradeye verilen önem ve millî iradeye duyulan güven açıkça ortaya konulmuştur. Ayrıca laik
devlete doğru giden yolda saltanatın kaldırılmasının önemi büyüktür.
Saltanat kaldırıldıktan sonra Osmanlı Sultanı Mehmet Vahdettin, 17 Kasım 1922’de
İstanbul’dan ayrılmış, memleketi terketmiştir. Mehmet Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılması
üzerine, TBMM, 18 Kasım 1922’de Abdülmecit Efendi’yi halife seçmiştir.

CUMHURİYETİN İLANI (29 Ekim 1923)


Cumhuriyet, “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği
milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi”dir. Mustafa Kemal Paşa, daha
Cumhuriyetin ilanının çok öncesinde; Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi ve Sivas
Kongresi’nde millî irade, millî hâkimiyet gibi kavramlara sık sık vurgu yapmış, burada
aslında yeni devletin siyasî rejiminin cumhuriyet olacağının işaretlerini vermiştir. Büyük
Millet Meclisinin 23 Nisan 1920’de millî iradeye dayanarak açılması ve ardından 1921
Anayasası’nın yapılması ile aslında gayri resmi olarak Cumhuriyet rejimi ilan edilmiştir.
Nitekim bu anayasada “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, “millet kendi kaderini kendisi
tayin etme hakkına sahiptir”, denilmiştir. Ali Fuat Başgil, “1921 Anayasası reisicumhursuz
bir Cumhuriyet kurmuştur” diyerek bu ifadelerin aslında Cumhuriyetin ilanı demek
olduğunu belirtmiştir. Fakat resmî olarak cumhuriyet ilan edilmiş değildir. Üstelik 1 Kasım
1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ile hükümetin şekli konusunda bir boşluk ortaya
çıkmış, bundan sonraki süreçte “hükümetin şekli”nin ne olacağı noktasında zaman
zaman tartışmalar baş göstermiştir. Hatta bazı kişi ve gruplar hilafetin devam etmesinden
yararlanarak hilafet makamına siyasî bir hava vermeye çalışmışlar, bu durum Cumhuriyetin
ilanı sürecini hızlandırmıştır. Saltanatın kaldırılmasının ardından yeni rejimin ilan edilmesi
için Lozan görüşmelerinin başarıyla sonuçlanması beklenmiştir. Nitekim 24 Temmuz 1923
tarihinde Lozan Antlaşması imzalanmış, bu antlaşma ile uluslar arası düzeyde kabul gören/
tanınan Türkiye Devleti ortaya çıkartılmıştır. Bağımsız Türkiye Devleti ortaya çıkartıldıktan
sonra 13 Ekim 1923’te bu devletin başkentinin Ankara olması kararlaştırılmıştır.
Cumhuriyetin ilanı sürecinde Mustafa Kemal Paşa’nın, Cumhuriyetin ilanından önce
Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse gazetesine 22 Eylül 1923 tarihinde verdiği demeç
önemlidir: Mustafa Kemal Paşa bu demeçte; cumhuriyet fikrini ilk defa açık olarak ortaya
atmış, hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğunu vurgulamış ve icra kudretinin mecliste
toplandığını belirtmiştir. Nihayetinde bütün bunların cumhuriyet demek olduğunu ifade et-
miştir. Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı gazeteye verdiği bu demeç, yerli gazeteler tarafın-
Türk İnkılâbı 183

dan da değerlendirilmiştir. Örneğin “25 Eylül 1923 tarihli Vatan gazetesindeki bir haberde;
Bugüne kadar mevcut olan devlet sistemimiz zaten Cumhuriyet kelimesi ile ifade edilebilir.
Anayasada hazırlanan değişiklikler ve bu arada Gazi tarafından ortaya atılan Cumhuriyet
kelimesi, yeni bir şeklin kabulü değil, eski şeklin Batıdaki misallerine daha fazla benzetil-
mesi demektir” denilmiştir.
Cumhuriyetin ilanı, bir hükümet bunalımı sonucunda gerçekleşmiştir. 1 Nisan 1923
tarihinde TBMM, seçimlerin yenilenmesi hususunda bir karar almış, nihayetinde memleket
seçimlere gitmiş ve 11 Ağustos 1923 tarihinde İkinci Meclis açılıp çalışmalarına başlamıştır.
İkinci Mecliste Rauf Bey Hükümeti’nin istifası üzerine Ali Fethi Okyar başkanlığında
yeni bir hükümet kurulmuştur. Yeni hükümet kurulduktan bir müddet sonra muhaliflerin
şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine 27 Ekim 1923’te Fethi Okyar
liderliğindeki hükümet istifa etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’ya doğrudan cephe alamayan
muhalifler, hükümetin işleyişinin önüne geçerek muhalefet yapmaya çalışmışlardır. Fethi
Okyar Hükümetinin istifası sonrasında yerine yeni hükümet kurulamamıştır. Bu hükümet
buhranının önüne geçme noktasında Meclis Başkanı da çözüm üretememiştir. Çünkü
mevcut sistem, Meclis Hükümeti Sistemi’ydi ve bu sistemde; vekiller, meclis tarafından
teker teker oylanıyorlar, çoğunluğun sağlanmasıyla seçiliyorlardı. Mecliste hiçbir vekil adayı
üzerinde çoğunluk sağlanamadığı için de hükümet probleminin önüne geçilemiyordu. Eğer
bir devlet başkanı olsaydı, bu sorun, O’nun inisiyatifinde çözülebilirdi. Nitekim Mustafa
Kemal Paşa, parti grubuna Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda bazı değişiklikler yapılmasını
teklif etmiştir. Buna göre;
1) “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
2) “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin
ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir.”
3) “Türkiye Cumhurbaşkanı TBMM Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından
bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının
seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı tekrar
seçilebilir.”
4) “Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis’e
ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.”
5) “Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer
bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten
sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis’in onayına sunulur. Meclis,
toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis’in toplantısına bırakılır.”

Mustafa Kemal Paşa’nın bu teklifi lehine konuşan Abdurrahman Şeref Bey, “hâkimiyet
kayıtsız şartsız milletindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyettir. Doğan
çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” demiş, derhal
Cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi Parti Grubunda
kabul edilip 29 Ekim 1923’te TBMM Genel Kuruluna getirilince, burada milletvekilleri
tarafından oybirliğiyle kabul edilmiştir. Bunun üzerine Meclis’te Cumhurbaşkanı seçimlerine
geçilmiş ve hazır milletvekillerinin tamamının oyunu alan Mustafa Kemal Paşa 158 oyla
Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 30 Ekim’de de Ali Fethi Bey Meclis Başkanı seçilmiş, İsmet
Paşa Hükümeti kurulmuştur.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte saltanatın kaldırılmasıyla ortaya çıkan hükümetin şekli
noktasındaki boşluk doldurulmuştur. Millî egemenliğin sağlanması yönünde çok önemli
bir adım atılmıştır. Meclis Hükümeti Sistemi, cumhuriyetin ilanıyla birlikte terk edilmiş,
parlamenter hükümet sisteminin tanımına uygun bir hükümet kurma yöntemi kabul
184 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

edilmiştir. Cumhuriyetin ilanı 1921 Anayasası’ndaki en önemli değişikliktir. Cumhuriyetin


ilanı rejimi belirlemenin yanında Batıya yönelişin de ifadesidir.
Mustafa Kemal Paşa, cumhuriyet hakkında şunları ifade etmektedir: “Cumhuriyet
ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide
dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık,
korkuya tehdide dayandığı için, korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark
bunlardan ibarettir.”
“Cumhuriyet akıl ve şuurla kurulmuştur. Zayıf değildir. Yüzyıllardan beri çekilen millî
musibetlerin uyanıklığı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Türk
milletinin tabiat ve ününe en uygun idaredir.”
“Millî kararlılık ve bilincin kıymetli eseri olan aziz Cumhuriyet’in, bugünkü ve yarınki
neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır.”

ANKARA’NIN BAŞKENT OLMASI


Ankara’nın başkent yapılmak istenmesi 1830’lara kadar geri gider. O tarihlerde Osmanlı
ordusunda askerî danışmanlık yapan Alman subayı H. Von Moltke stratejik sebeplerden
dolayı başkentin İstanbul’dan Ankara’ya nakledilmesini önermişti. 1883’te bir başka Alman
subayı Van der Goltz Paşa da benzer görüşler ileri sürmüştü. Başkentin taşınması Balkan
Savaşı ve I. Dünya savaşı yıllarında da tartışıldı. Özellikle Çanakkale Savaşı günlerinde
İtilaf Devletlerinin boğazı geçmesi halinde yaşanabilecek bir felaketin etkisini azaltmak
ve idari makamların faaliyetlerini sürdürebilecekleri bir yer olarak, Enver Paşa’nın 1916
yılında Ankara’da İttihat ve Terakki Kulübü binasını yaptırması ve Ankara’nın bir planının
çıkarılmasını emretmesi gelecekte başkentin Ankara’ya taşınacağı fikrini akla getirmekteydi.

Ankara’nın başkent olması iki aşamalı bir karardır. Kararın birinci aşaması Ankara’nın
Millî Mücadele’nin merkezi seçilmesidir. İkinci aşama ise Ankara’nın Millî İrade’nin merkezi
olmasıdır. Aslında ikinci aşama birinci aşamanın doğal sonucudur. Millî Mücadele’den ba-
şarı ile çıkılması, gelişmelerin sonucunu belirlemiştir.

Ankara’nın başkent oluşunda olayların akışının da rolü vardır. Bunlardan en önemlisi


kuşkusuz 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgal edilerek Mebusan
Meclisinin dağıtılmasıdır. Bu süreçte Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya yerleşmesi ve
Atatürk’ün yeni meclis için milletvekillerini buraya çağırması ve 23 Nisan 1920’de meclisin
açılmasından sonra 2 Mayıs 1920’de hükümetin kurulması, şehri fiilen başkent konumuna
getirdi.

Hükümet, fiili durumu hukuki bir zemine oturtmak için 31 Ocak 1921’de başkent konusun-
da bir kanun tasarısı hazırladı. Ne var ki hükümetin hazırladığı kararname Mecliste okunup tek-
lif edildiği zaman sert tepkiyle karşılandı. Yapılan oylamada başkentin İstanbul’dan Ankara’ya
taşınması önerisi 26’ya karşı 71 oyla reddedildi. Milletvekillerinden önemli bir kısmı Saltanat
ve Hilafet’e bağlılığından Ankara’yı geçici görüyor ve taşınmaya karşı çıkıyordu. Bu yüzden
hükümet düşmanın yurttan kovulmasına kadar konuyu bir daha meclise getirmedi. Ancak
Atatürk, Millî Mücadele’nin başarı ile tamamlanmasından sonra görüşlerini açıklamayı sürdür-
dü. Örneğin 16 Ocak 1923’te İzmit’te başkent için iki önemli noktaya dikkat çekti. Bunlardan
birincisi başkentin her türlü saldırıya karşı güvenli olması, ikincisi de memleketin bütün vilayet-
lerine yaklaşık eşit mesafede olmasıydı.

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 2 Ekim’de İtilaf Devletlerinin İstanbul’u


boşaltıp 6 Ekim’de Türk Ordusunun İstanbul’a girmesinden sonra başkent konusu yeniden
gündeme geldi. Başta Refet Paşa olmak üzere bazı İstanbul milletvekilleri, Ankara’nın
Türk İnkılâbı 185

başkent için uygun olmadığını ileri sürdüler. Başkent’in Ankara’da mı kalacağı yoksa
İstanbul’a mı taşınacağı konusu içte ve dışta karışıklıklara ve tartışmalara sebep olunca
devlet konuyu bir yasa ile tesbit edip tartışmalara son verme kararı aldı. 9 Ekim 1923’te
Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) ve bir grup arkadaşı Ankara’nın başkent yapılması için
Meclis Başkanlığına bir önerge verdi. 13 Ekim’de ikinci başkan Ali Fuat Paşa başkanlığında
toplanan meclis oy çokluğu ile öneriyi kanunlaştırarak Ankara’yı başkent yaparak içte ve
dıştaki tartışmalara son verdi.

Ankara’nın Başkent Oluşunda Rol Oynayan Faktörler

Ankara’nın başkent oluşunda çeşitli faktörler vardır. Bunlardan bazıları şu şekilde


sıralanabilir:

1) TBMM’de görev yapan milletvekilleri, Millî Mücadele’ye katılan komutanlar ve


halk için Ankara’nın bağımsızlığın bir sembolü sayılması.
2) Devlet merkezinin güvenliği, yani Ankara’nın stratejik konumu itibarı ile kolay
savunulabileceği.
3) Başkent’in Ankara olarak seçilmesi ile bir iç pazar bütünleşmesinin sağlanacağı
ve bölgelerarası eşitsizliğin daha kolay giderilebileceğinin düşünülmesi.
4) Ankara’nın önemli yolların kavşağında bulunması ve demiryolu bağlantıları ve
haberleşme avantajlarına sahip olması.
5) Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan ve çöküşü hatırlatan psikolojik
baskısından ve İstanbul’un kozmopolit etkisinden bir an önce kurtulma arzusu.
6) Yeni kurulan Türk Devleti’nin kaynağını oluşturan Anadolu’nun bir an önce çağdaş
medeniyetler seviyesine yükseltilmesi arzusu. Anadolu’nun kalkındırılması,
kendi kimliğinden utanır hale gelmiş, öz güvenini kaybetmiş insan kaynaklarının
harekete geçirilmek istenmesi.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 Mart 1924)
Halife, “Hz. Muhammed’in vekili olarak Müslümanların imamlığını ve din koruyuculuğunu
yapan kimse”dir. İslam’da ilk Halife Hz. Ebubekir’dir, daha sonra sırasıyla Hz. Ömer,
Hz. Osman ve Hz. Ali Müslümanların halifesi olmuşlar fakat Hz. Ali’den sonra hilafet
değişime uğramıştır. Artık halifelik, dünyevî bir krala uhrevî bir boyut kazandırma aracı
olmaya başlamıştır. Nitekim hilafetin dönüşümünü sağlayan Emevi Devleti’nde halifelik,
sultanların iktidarlarını Müslümanlara kabul ettirme aracı olarak kullanılmıştır. Hilafet artık
babadan oğula geçmeye başlamıştır. Oysa ilk dört halifeye baktığımızda babadan oğula
geçiş diye bir şey söz konusu değildir. Hilafet, Emevi Devleti’nin kurucusu Muaviye’nin
halifeliği ele geçirmesi ile birlikte babadan oğula geçer bir hal almış, bu haliyle aslında
özünü kaybetmiştir. Halifelik, tarihte Emeviler ve Abbasiler gibi devletler tarafından siyasî
amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır; 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır’ın
fethi ve Memluklülere son verilmesi ile birlikte de Osmanlı’ya geçmiştir. Yavuz Sultan Selim
ve sonrasında iktidara gelenler, padişah unvanının yanında “halîfe-i müslimîn” unvanını da
kullanmışlardır.

II. Abdülhamit, devletin sıkıntılı günlerinde çöküşün önüne geçmek maksadıyla


halifelikten istifade etmeye çalışmıştır. II. Abdülhamit, Fransız İhtilali’nin Osmanlı üzerindeki
yıkıcı etkisinin önüne geçmek için Panislamizm ülküsüne sarılmıştır. Hilafet kurumunu
işleterek bütün Müslümanları Osmanlı etrafında toplama idealini gerçekleştirmek için
gayret sarf etmiş; fakat nihai olarak bu hedefe ulaşılamamıştır. Abdülhamit’ten sonra tahta
186 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

geçen Sultan Mehmet Reşat, I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında bütün Müslümanları


Osmanlı’nın yanında savaşa/cihada davet etmiş, fakat cihad çağrısı beklenen tepkiyi
beraberinde getirmemiştir. Arap coğrafyasından istenilen oranda destek gelmemiştir. Hatta
savaş esnasında Arap coğrafyasında -İngilizlerin kışkırtmaları neticesi olarak- Osmanlı’ya
karşı bazı ayaklanmalar da çıkmıştır. Şerif Hüseyinin başkaldırısı buna bir örnektir.

Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrıldıktan sonra Mondros Mütarekesi’ni


imzalamış, bu mütareke ile de Anadolu coğrafyası İtilaf Devletleri tarafından paylaşılmıştır.
Sonrasında Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki Millî Mücadele hareketi, işgalci kuvvetlere
karşı mücadeleye girişmiş ve bu mücadele esnasında da her fırsatta “millî irade”den
bahsetmiştir. Sonuç olarak millî irade ile mutlak otorite olan padişah iradesi birbirine zıt
olduğu için 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır. Saltanat kaldırıldığında, halifelik ise
bir müddet daha devam ettirilmiştir. 18 Kasım 1922’de Abdülmecit Efendi halife seçilmiştir.
Ayrıca Abdülmecit Efendi’nin bir halife olarak nasıl davranması gerektiği hususunda da bir
çerçeve hazırlanmıştır. Buna göre; Halife, “halîfe-i müslimîn” unvanının yanında başka bir
unvan kullanmayacak, siyasetten de uzak duracaktır.

Abdülmecit Efendi halife seçildikten sonraki süreçte saltanat idaresini andıracak


şekilde Cumhuriyet idaresine zıt tavırlar içerisinde olmuştur. Halife Abdülmecit Efendi’nin
siyasî hareketleri mecliste bazı milletvekilleri tarafından da desteklenmiştir. Örneğin,
Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü Bey ve arkadaşları, “hilafet demek hükümet (devlet)
demektir. Hilafetin hak ve yetkilerini yok etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir.”
fikrini ortaya atmışlardır. Ayrıca yine Hacı Şükrü Bey imzasıyla “İslam Hilafeti ve Büyük
Millet Meclisi” adıyla bir broşür yayınlanmıştır. Şükrü Bey ve arkadaşları “Halife Meclis’in,
Meclis Halifenindir” gibi sloganik tavırlar içerisinde olmuşlardır. Hatta meclisin, danışma
meclisi hüviyetinde olduğunu, halifenin de devletin başkanı olduğunu iddia etmişlerdir.

Saltanatın kaldırılması ve yerine Cumhuriyetin ilan edilmesi halifeliğin kaldırılmasını


bir nevi zorunlu hale getirmiştir. Halifeliğin kaldırılmasını hızlandıran gelişmelerden birisi
24 Kasım 1923’te Hindistan’daki İsmailiye tarikatı liderlerinden Ağa Han ile Hintli Emir
Ali tarafından Başbakan İsmet Paşa’ya gönderilen mektuptur. Bu mektup İsmet Paşa’ya
ulaşmadan 5 Aralık 1923’te İstanbul basınında yer almıştır. İlgili mektupta; halifeliğin,
gücünün azaltılması ve siyasetin dışına itilmesinin İslam ümmetinin dağılmasına sebep
olacağı bildirilmiştir. Yine bu mektupta; Hilafetin kaldırılmasının İslam dünyasını büyük bir
kargaşaya sevk edeceği belirtilmiştir. Bu mektupla Türkiye’nin iç işlerine resmen müdahale
edilmiştir. Mektubun, Başbakan İsmet Paşa’nın eline geçmeden gazetelerde yayınlanması,
bu düşüncelerde bir art niyet olduğunun da göstergesidir. Nitekim Emir Ali, İngiliz Kraliyet
danışmanı ve devlet yargıcıdır. Ağa Han ise İngiliz Gizli Servisinde ajanlık yapan birisidir.

İsmet Paşa, M. Kemal Paşa’ya İzmir’de olduğu bir sırada, halife hakkında bir telgraf
göndermiş ve bu telgrafta; halifenin, yukarıda bahsedildiği üzere gazetelerde halifelik
hakkında çıkartılan haberlerden üzüntü duyduğunu belirttiğini ve halifelik ödeneğinin
artırılmasını istediğini bildirmiştir. M. Kemal Paşa bu telgrafa verdiği cevapta; halifenin
bu olumsuz hadiselere bizzat kendinin sebep olduğunu belirtmiştir. Ayrıca halifenin,
“davranışlarıyla padişahların yolunu takip eder gibi göründüğünü, Cuma alayları düzenleyip
yabancı devlet temsilcileriyle ilişki kurduğunu, halifenin ve hilafet makamının gerçekte ne
dinî ne de siyasî bir dayanağının bulunduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti için sadece tarihî bir
hatıradan ibaret kaldığını” belirtmiştir.

3 Mart 1924 tarihinde Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı hilafetin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkartılması hakkında bir kanun teklifini
meclise sunmuşlardır. Kanunun gerekçesi “hilafetin mevcudiyetinin iç ve dış siyasette
Türk İnkılâbı 187

iki başlılık yarattığı, istiklâl ve millî hayatta ortak kabul etmeyen Türkiye’nin şeklen veya
dolaylı yoldan bile olsa ikiliğe tahammülünün olmadığı” şeklindeydi. Yani aslında halifeliğin
cumhuriyet rejimine uygun olmayacağı vurgulanıyordu. Nihayetinde halifeliğin kaldırılması
hakkındaki kanun teklifi tartışmalar sonucunda mecliste oybirliğiyle kabul edilmiştir. Hilafet
kaldırıldıktan sonra bu kanuna dayanarak 4 Mart 1924’te Halife Abdülmecit Efendi İsviçre’ye
gönderilmiştir. Ayrıca hanedan üyelerinin tamamı da birkaç gün içerisinde yurtdışına
çıkarılmışlardır.

“Hilafetin kaldırılmasında etkisi görülen gerekçeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:


1. Cumhurbaşkanı M. Kemal Paşa, halkın ve bazı siyasetçilerin hala bağlılık gösterdiği
İstanbul’da oturan halife ile hiçbir şekilde bir otorite paylaşımına girmek istememiştir. 2.
Ankara hükümetine muhalif olanların halife etrafında toplanarak bir cephe oluşturmaları
ihtimal dâhilindedir. 3. Yeni devletin Cumhuriyetçi karakterinin ve öngörülen seküler
reformların dinî muhtevalı eski bir müessese ile bir arada yürümesi mümkün değildir. 4.
Hilafetin tarihi geçmişi Batılı devletler nezdinde daima panistlamist ihtiraslar gündeme
getirmiştir; bu ise Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyeti için her zaman tehdit unsuru
oluşturulacaktır.”

Halifeliğin kaldırılması laik devlete geçişte atılan en önemli adımdır, denilebilir. Zira bu
hadiseden sonra laikliğe geçiş süreci hızlanmıştır; sonraki süreçte yapılacak inkılâpların
gerçekleşmesi kolaylaşmıştır. Muhaliflerin etkisi azalmıştır. Yine Halifeliğin kaldırılmasının
önemli sonuçlarından birisi de; ümmetçi bir devlet anlayışından millî devlete geçiş sürecinin
hızlanmış olmasıdır.

3 Mart 1924’te; Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşı Erkan-ı Harbiye
Vekâletinin kaldırılmasını teklif etmiş, teklif meclis tarafından kabul edilince bunun yerine
Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Yine aynı isimlerin teklifiyle; Şeriyye ve Evkâf
Vekâleti kaldırılmış, Şeriyye’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkâf’ın yerine de Vakıflar
Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Manisa Milletvekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşı, Eğitim ve
öğretimin birleştirilmesi hakkında bir kanun teklifinde bulunmuş ve bu teklif gereğince;
Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartılmıştır.

ANAYASA HAREKETLERİ
20 Ocak 1921 Tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından temelleri atılan yeni Türk Devleti’nin yapısını
belirleme ve meclis hükümeti sisteminin yasal çerçevesini kurma yolunda en büyük adım,
20 Ocak 1921’de, Mecliste 85 sayılı kanun olarak kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’yla
(Anayasa) atılmıştır.

Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta Anayasa ile ilgili olarak “bu kanun, Meclis’in ve millî
hükümetin durum ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur” demekte
ve Meclis’in bu kanunu 9 aylık bir zaman sonunda kabul ettiğini belirtmektedir.

20 Ocak 1921 tarihli Anayasa, Mustafa Kemal Paşa’nın biri 24 Nisan 1920 ve diğeri
de 13 Eylül 1920 tarihli Meclise sunduğu önergelerine dayanmaktadır. Bunlardan 24 Nisan
tarihli genelge “Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu ve yetkilerini” öngörmekteydi. 13 Eylül
tarihli genelge ise “Devletin siyasî, idarî ve askerî bakımdan izleyeceği politikayı” öngören
bir belge idi.

20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa 23 madde ve bir de ayrı madde halinde -iki
kısım olarak- genel esasları kapsamaktadır. Anayasa’nın önemli maddeleri şunlardır:
188 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Madde 1. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli halkın mukadderatını


bizzat ve fiilî olarak yönetmesi ilkesine dayanır.
Madde 2. Yürütme kuvveti ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır.
Madde 3. Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilir ve hükümeti
‘’Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adını taşır.
Madde 4. Büyük Millet Meclisi iller halkınca seçilen üyelerden oluşur.
Madde 5. Büyük Millet Meclisi seçimi iki yılda bir yapılır. Seçilen üyelerin süresi iki
yıldır ve yeniden seçilmek mümkündür...
Madde 7. Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün kanunların yürürlüğe konması ve
değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması, antlaşma ve barış imzalanması ve vatan savunma-
sıyla ilgili savaş ilânı gibi temel haklar Büyük Millet Meclisine aittir.
Madde 8. Büyük Millet Meclisi, hükümeti oluşturan bakanlıkları, özel kanun gereğince
seçtiği bakanlar vasıtasıyla yönetir. Meclis, yürütme ile ilgili işlerde bakanlara görev tayin
eder; gerekirse bunları değiştirir.
Madde 9. Büyük Millet Meclisi Genel kurulu tarafından seçilen Başkan, bir seçim dö-
nemi süresince Büyük Millet Meclisi Başkanıdır. Bu sıfatla Meclis adına imza atmaya ve
Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkilidir (...). Ancak Büyük Millet Meclisi Başkanı,
Bakanlar Kurulu’nun da tabiî başkanıdır.

Gerçek bir anayasa niteliği ve sistematiğinden yoksun bulunan Teşkilât-ı Esasiye


Kanunu kişi hak ve özgürlükleri ile yargılama gibi temel anayasa konularını düzenlememiştir.
Bir geçiş döneminin temel ihtiyaçları için hazırlanan kısa bir anayasa olmasına karşılık
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, Cumhuriyet döneminde kabul edilen diğer anayasalar üzerinde
kalıcı ve silinmez izler bırakmıştır.

Bu anayasanın en önemli özelliklerinden birisi, Osmanlı Devleti’nin var olduğu tarihte,


onun toprakları üzerinde çıkarılan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile “Türkiye Devleti, Büyük
Millet Meclisi tarafından idare olunur” (md.3) derken yeni bir devletten Türkiye Devleti’nden
söz etmesidir. Türkiye Devleti adıyla yeni bir devletin kurulduğu açıkça ifade edilmiştir.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun en önemli özelliklerinden birisi de “egemenlik hakkı”


konusundadır. Osmanlı anayasalarında egemenlik hakkı doğrudan Osmanlı sülalesine
ve onları temsilen padişah ve halifeye verilmiş (1876) ya da egemenlik hakkı padişahla
millet arasında paylaşılmıştı(1909). Bu anayasalarda millet egemenliği açıkça tanınmış
değildi. İşte 1921 Anayasasının “Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir” şeklinde başlayan
birinci maddesiyle egemenliğin kaynağı kökten değiştirilmiş, egemenlik doğrudan millete
verilmiştir.

Bu anayasa “yürütme kudreti ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır” (md. 2) hükmüyle yasama ve yürütme kuvvetlerini
Meclis’e vermiş ve böylece “kuvvetler birliği ilkesini” açıkça benimsemiştir. Böylece Büyük
Millet Meclisi, kuruculuk ve yasama yetkilerine ek olarak yürütme yetkilerini de kendinde
toplamıştır. “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük
Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır” (3. md) denilerek bu konu pekiştirilmiştir. “İdare
olunur” ibaresiyle yürütme ve idare işlemlerini de kastettiği açıktır. Meclis adına yürütme
işlerini görmek için oluşturulan kurul bile, Meclis bağlantılı bir adla isimlendirilmiştir: “Büyük
Millet Meclisi Hükümeti”.
Türk İnkılâbı 189

Büyük Millet Meclisinin ikinci yasama döneminde 1921 Anayasasında çok önemli
bir değişiklik yapılmıştır. 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilât-ı Esasiye Kanununun
Bazı Mevadının (maddelerinin) Tavzihan Tadiline (açıklık getiren değişiklik) Dair Kanun”
başlığını taşıyan kanunla, “Cumhuriyet’in İlânı” ile hükümet sisteminde önemli değişiklikler
gerçekleştirilmiştir.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na eklenen bir cümle ile “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti
Cumhuriyettir” hükmü getirilmiştir. Buna paralel olarak devlet başkanlığı makamı, yani
dar anlamda cumhuriyetin gereği olan Cumhurbaşkanlığı oluşturulmuştur. “Türkiye
Reisicumhuru Devletin Reisidir.” (md. 11)

Bu değişiklikle Cumhuriyet önce bir “hükümet şekli” olarak öngörülmüş ve kabul


edilmiştir. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte bu durum düzeltilecek ve cumhuriyet bir “devlet
şekline” dönüşecektir.

20 Nisan 1924 Anayasası


20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) Millî Mücadele’nin olağanüstü
şartlarının devam ettiği günlerde çıkartılmış bir olağanüstü Anayasadır. Bir anayasada
olması gereken bazı temel bölümlere yer vermeyen eksik bir anayasaydı. Ancak 1921’den
sonra önemli siyasî, askerî ve sosyal değişiklikler olmuştu. Nitekim Millî Mücadele
kazanılmış, 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilmişti.
3 Mart 1924’te ise başta Halifeliğin kaldırılması olmak üzere bir dizi önemli değişiklik
gerçekleştirilmişti. İşte Türk milletinin içine girdiği siyasî, sosyal ve kültürel değişime ve
ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir anayasanın hazırlanmasına gerek görülmüş ve
hazırlanan yeni anayasa 20 Nisan 1924’te Teşkilât-ı Esasiye Kanunu olarak Türkiye Büyük
Millet Meclisi tarafından kabul edilmiştir.

20 Nisan 1924 Anayasası da 1921 Anayasası gibi Meclis tarafından kabul edilmiştir.
Bu Anayasa, kendinden önceki 1921 Anayasa’sının dayandığı esasları, 1876 ve 1909
tarihli Kanunî Esasîleri ve 1875 tarihli Fransa anayasası ile 1921 tarihli Lehistan (Polonya)
anayasasını kendine kaynak yapmıştır.

1924 Anayasası 6 bölüm ve 105 maddeden oluşmuştur. Bu anayasada da “Millî


Hâkimiyet, tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensibi’’ temel esaslar olarak
benimsenmiştir.

1924 ANAYASASI’NIN TEMEL İLKELERİ


Cumhuriyet İlkesi
1924 Anayasası Cumhuriyet ilkesini temel almıştır. Nitekim anayasanın 1. Maddesinde
“Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” denilmektedir. Bu hükümle devletin yönetim şeklinin
“cumhuriyet rejimi olduğu” belirtilerek, ülkeyi idare edeceklerin ancak seçim yoluyla bu
hakkı elde edebilecekleri vurgulanmıştır.

Millî Egemenlik İlkesi


1924 Anayasasının 3. Maddesinde “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” denilmektedir. Bu
hükümle millet egemenliği anayasanın teminatı altına alınmıştır. Aynı zamanda demokratik
bir devlet düzeninin ilk hareket noktası olmuştur. Türk milleti, egemenliğin sahibi olduğunu,
verdiği Millî Mücadele ile bütün dünyaya kabul ettirmiştir. Bu egemenlikte hiçbir kişinin
veya dini inanç ve kurumun ilişkisi yoktur. Millet egemenliğinin sahibidir. Bu egemenlik
Türkiye Büyük Millet Meclisi aracılığıyla kullanılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin tek
ve gerçek temsilcisi olup millet adına egemenlik hakkını kullanmaya yetkili tek organdır.
190 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kuvvetlerin Birliği ve Büyük Millet Meclisinin Üstünlüğü


1924 Anayasası da “kuvvetler birliği” sistemini kabul etmiştir. Anayasanın 5. Maddesi “yasa-
ma yetkisi ve yürütme gücü Türkiye Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır” demektedir.

Büyük Millet Meclisinin üstünlüğü vardır. Meclisin üstünde bir kuvvet yoktur. Bu nedenle
meclis ancak kendi kendisini fesih edebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi devletin organları
içinde en üst organdır. Milletin tek temsilcisidir, yasama yetkisini meclis doğrudan kendisi
kullanır. Yürütme yetkisini kendisi tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı ve onun atayacağı
bakanlar kurulu aracılığıyla kullanır.
Devletin Temel Nitelikleri
1924 Anayasası’nın 2. Maddesi ile Türkiye Devleti’nin dininin İslâm, resmî dilinin Türkçe
ve devlet merkezinin Ankara olduğu açıklanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
gerçekleştirilen köklü hamlelerle ve inkılâplarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal
ve ekonomik karakteri de ortaya konmuş ve bunlar 1937’de Anayasa’nın 2. maddesinde
yapılan değişikliklerle anayasaya dâhil edilmiştir. Böylece Türkiye Devleti’nin “Cumhuriyetçi,
Milliyetçi, Laik, Halkçı, Devletçi ve İnkılâpçı, çağdaş ve modern” bir devlet olduğu belirtilmiştir.

Devletin Siyasî Organları Yasama Organı


1924 Anayasası’na göre yasama organı Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Meclis egemenliği
millet adına kullanacak olan tek yetkili organdır. Meclis yasama görevini doğrudan kendisi
yapmaktadır. Bu görevler arasında; “Kanun koymak, tefsir etmek, kanunları değiştirmek,
kaldırmak, devletlerle sözleşmeler yapmak, barış yapmak, savaş ilan etmek, devlet
bütçesini incelemek, para basmak, genel ve özel af çıkarmak, idam kararlarını onaylamak”
gibi yasama görevleri bulunmaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa’yı, üyelerinden 1/3’ünün teklifi ile 2/3’ünün ço-
ğunluk oyuyla değiştirebiliyordu. Ayrıca yürütme meclisi fesih edemiyordu.

Yürütme Organı
1924 Anayasası’nın beşinci maddesi ile yürütme kudreti Türkiye Büyük Millet Meclisinde
toplanmıştır. Ancak Meclis bu görevini kendisi tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı ve
onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu aracılığıyla kullanmaktadır. Yürütmenin en üst organı
olarak Cumhurbaşkanı öngörülmüş ve yürütme görevini yapacak organ olarak bugünkü
anlamda bir başbakan ve onun belirlediği bakanlardan oluşan Bakanlar Kurulu olarak belir-
tilmiştir. Bakanlar, Başbakan tarafından belirlenir, Cumhurbaşkanınca tasdik edilir ve mec-
lisin onayına sunulurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi her zaman hükümeti denetleyebilir ve
düşürebilirdi.

1924 Anayasası’nda Yargı


1924 Anayasası yargı kuvvetini bağımsız mahkemelere vermiştir. Anayasa, yargı organlarının
verdiği kararların, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Bakanlar Kurulu’nca değiştirilemeyeceğini
ve yerine getirilmesine mani olunamayacağını hüküm altına alarak, yargı kararlarına hem
teminat hem de bağımsızlık getirmiştir. 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın aksine yargı
kuvvetini Meclise vermemiş, bağımsız mahkemelere bırakmıştır.
1924 Anayasası’nda Yapılan Değişiklikler
1924 Anayasası’nda 1924’ten 1960 yılına kadar bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu değişiklikler
şunlardır:
1) 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan
“Türkiye Devleti’nin dini İslâm’dır” hükmü çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin
Türk İnkılâbı 191

yeminlerindeki “vallahi” kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle


değiştirilmiştir. Yine Meclisin görevleri arasında yer alan şer’i hükümlerin yerine
getirilmesi hükmü anayasadan çıkartılmıştır.
2) Bu değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çağdaş ve laik bir devlet olduğu
belirlenmiştir.
3) 5 Aralık 1934’de yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilebilme
hakkı verilmiş ve seçmen yaşı 18 ‘den 22 ‘ye çıkartılmıştır.
4) 5 Şubat 1937’de aslında Cumhuriyet Halk Partisi ‘nin ilkeleri olan “Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık” Anayasanın 2. maddesine
dâhil edilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olarak belirtilmiştir.
5) 10 Ocak 1945’de ve 24 Aralık 1952’de yapılan değişikliklerle Anayasa’nın dili
üzerinde değişikliklere gidilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun süre yürürlükte kalan Anayasası niteliğindeki 1924
Anayasası, 27 Mayıs 1960 hareketine kadar yürürlükte kalmış ve bu hareketle birlikte yü-
rürlükten kalkmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde biri 1960 askerî hareketinden sonra 9 Temmuz 1961 tarihinde,
diğeri ise 12 Eylül 1980 askerî hareketinden sonra 7 Kasım 1982 tarihinde olmak üzere iki
Anayasa daha yapılmıştır.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KURULAN GRUPLAR VE SİYASİ


PARTİLER
23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi üyeleri iki seçimden ve üç ayrı
kanaldan gelmekteydiler. Yapılan seçimlerin ilki son Osmanlı Meclis-i Mebusanı için 1919
yılı sonlarında yapılan genel seçimdi. Diğeri ise Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da toplana-
cak Meclis için yaptığı 19 Mart 1919 tarihli genelge doğrusunda yapılan ikinci genel seçimdi.
Milletvekillerinin geliş kaynakları ise; Osmanlı Meclis-i Mebusanı, yeni seçilen milletvekilleri ile
Malta’dan sürgünden kurtularak gelen milletvekilleriydi.

Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta da belirttiği gibi aynı zamanda Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin siyasal bir grubu niteliğindeydi. Meclisin benim-
sediği ülkü cemiyetin ülküsüydü. Bu yüzden Büyük Millet Meclisi üyelerinin hepsi Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin temsilcisi sayılmışlardı. Ancak Meclis’te bulunan
üyeler çok farklı düşünce, inanç ve görüşlere sahip olduklarından aralarında zaman zaman
sert tartışma ve münakaşalar olmaktaydı. Bu türden Mecliste ortak görüşlerin sağlanma-
sında güçlükler çekilmeye başlanmıştır. Meclis verimli çalışmamaya başlamıştır. Buna çö-
züm bulmak amacıyla 1920 yılı sonlarına doğru milletvekillerinin bir araya gelerek oluştur-
dukları gruplar görülmeye başlanmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Sosyalist-Komünist Gruplaşmalar Yeşilordu Cemiyeti


Anadolu’da yapılacak bir inkılâbın, Rusya’nın yardımını sağlayacağı ve Anadolu’nun
Batı emperyalizmine karşı bir direnç oluşturacağını düşünen ve bu amaçla sosyalist
düşüncelere yönelen bir grup aydının ve mecliste yer alan milletvekillerinin kurduğu bir
gruptur. Kurucularının önemli bir kısmı ittihatçıdır. Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra
“Yeşilordu” adını almışlardır. Bir anlamda gizli örgüt hüviyetinde faaliyet göstermişlerdir.
İslâmcı sosyalizmi savunmuştur. Çerkez Ethem’in de girdiği bu cemiyetin faaliyetleri
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından hoş karşılanmamış ve durdurulması
istenmiştir. Bunun üzerine örgüt faaliyetlerini durdurmuşsa da, aşırı kanada mensup bazı
milletvekilleri faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. 1920 Eylül’ünde ise örgüt dağılmıştır.
192 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türkiye Komünist Fırkası


Ankara’da her geçen gün gelişen ve artık kontrol edilemeyecek kadar dağılan Bolşevik-
sosyalist düşünce mensubu olanları hükümetin denetiminde bir parti etrafında bir araya
getirmek amacıyla 18 Ekim 1920’de Türkiye Komünist Fırkası adıyla bir parti kurulmuştur.
9 kişilik kurucu ve 30 kişilik “Merkez Umumisi” olan bu Fırkanın üyeleri arasında Millî
Mücadele’nin sivil ve asker çok ünlü simaları da yer almıştır. Bunlar arasında Fevzi Paşa,
Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Bey, İsmet Bey gibi askerî kanattan Hakkı Behiç
Bey, Tevfik Rüştü Bey, Mahmut Esat Bey, Yunus Nadi Bey, Kılıç Ali gibi sivil kanattan isimler
vardı. Böyle bir partinin o dönemde Ankara’da kurulması büyük bir şaşkınlık yaratmıştı.
Ne zaman kapatıldığı belli olmayan bu parti kurulduğu günlerde ısmarlama bir parti olarak
nitelendirilmiştir.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası


Yeşilordu grubunun sol kanadını oluşturan bazı kişilerce Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası
adıyla kurulan bir partidir. Emeği temel ilke olarak alan bu fırkanın kurucuları arasında
Tokat Milletvekili Nazım, Afyon Milletvekili Mehmet Şükrü ve Bursa Milletvekili Şeyh
Servet gibi isimler vardır. Bu grubun üyeleri, hükümeti yasadışı yollardan devirmeyi
amaçladıkları için İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmışlar ve Hıyaneti Vataniye Kanunu’na
göre cezalandırılmışlardır. Bilahare Rauf Bey’in başbakanlığını yaptığı hükümet tarafından
sosyalist faaliyetler yasaklandığı için faaliyetleri son bulmuştur.

Mecliste Yer Alan Milletvekillerinin Sosyo-Ekonomik ve Kültürel


Yapılarından Kaynaklanan Düşünce Ayrılıklarının Oluşturduğu Gruplar
Halk Zümresi
Büyük Millet Meclisinde “doğu mefkûresinin” sosyal yanını oluşturan bazı milletvekilleri,
Sovyet İhtilâlini kendilerine örnek alarak Anadolu’da da bu düzene benzer bir düzenin
kurulmasını istemekteydiler. İşte “Halk Zümresi” bu düşünce içerisindeki milletvekillerinin
oluşturduğu bir gruptur.

Mustafa Kemal Paşa’nın sosyalizme karşı fakat “kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idare-
nin doğrudan halka verilmesini” öngören halkçılık yanlısı olması ve “bizim nokta-i nazarımız
halkçılıktır” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin ideolojisini mecliste ortaya
koyması, bazı milletvekillerinin halkçılık düşüncesi etrafında örgütlenmelerine imkân ver-
miştir. Bu grubun meclisteki üye sayısı 60–70 kişi olarak belirtilmiştir.
Tesanüt Grubu
Kuruluşu kesin olarak bilinmeyen bu grubun amacı, meclisteki milletvekilleri arasında uyu-
mu sağlamaktır. “Mutedil Milliyetperver” milletvekilleri tarafından kurulan grubun başkanı
Yusuf İzzet Paşa, en popüler temsilcisi ise Mazhar Müfit Bey’dir. Meclisteki en örgütlü grup
olarak tanınan Tesanüt Grubu siyasî partilileşmeyi düşünmemiş ve bir parlamento grubu
olarak çalışmayı tercih etmiştir.
İstiklâl Grubu
Büyük Millet Meclisinde 30–40 kadar milletvekilinin bir araya gelerek oluşturdukları grup-
tur. Bu grup Mustafa Kemal Paşa’nın hayranı, ileri görüşlü hamleci kişilerden oluşmuştur.
İstiklâl Grubu üyeleri mecliste “Terakkiperver-Milliyetperver” akımı temsil ettiklerini açıkla-
mışlardır.
Islahat (Reform) Grubu
Bu grubun ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Millî sınırlar içinde
bağımsızlığımızın sağlanabilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalışmasını savunan
Türk İnkılâbı 193

grup, ülkenin genel refahını istemekte ve çağdaşlaşmayı savunmaktadır. Ayrıca ülkedeki


dengeleri alt üst etmeden halkı yönetime ortak etmeyi amaçlamaktadır.
İttihatçı Grup
Millî Mücadele’de ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli rol oynayan
İttihatçıların oluşturduğu bir gruptur. Meclis açılıncaya kadar Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri
içinde faaliyetlerini sürdüren İttihatçılar, Meclis açıldıktan sonra ise milletvekili olarak
sürdürmüşlerdir. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü şartları kendi amaç ve düşünceleri
doğrultusunda değerlendiren İttihatçılar, mecliste kurulan en sağdaki ve en soldaki hiziplerde
yer almışlardı. Enver Paşa’ya bağlılıklarını sürdüren bazı İttihatçılar, Mustafa Kemal
Paşa’ya karşı açıkça bir tavır almamışlarsa da gizli olarak çalışmalarını sürdürmüşlerdir.
Bir kısmı da zamanla Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almıştır.
Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti
Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti, muhafazakâr düşüncelere mensup milletvekillerinin
oluşturduğu meclis dışında kurulmuş bir cemiyettir. Erzurum Milletvekili Hoca Raif
Efendi’nin başkanlığında Anadolu’da gittikçe artan sosyalist ve komünist faaliyetlere karşı
bir tedbir olmak üzere kurulmuştur. İstanbul’dan da yardım görmekte olan bu cemiyetin
politikaları, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından sonra gittikçe
sertleşmiştir. Hükümete ve yenilikçi düşüncelere de tepki gösteren bu cemiyet Mecliste II.
Grubun kurulmasından sonra bu grubu destekleyecektir.
MÜDAFAA-İ HUKUK GRUPLARI
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (I. Grup)
Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalara başladıktan sonra art arda yeni kanunlar çıkarmaya
başlamıştı. Kanunlar meclis gündemine geldikçe milletvekillerinin birbirlerini tanımaları
veya kaynaşmaları daha da kolaylaşıyordu. 1920 ortalarından itibaren görülmeye başlanan
gruplaşmalar da giderek artmaya başlamıştı. Ülkede var olan bütün düşünce akımlarının
temsilcileri meclise girmiş olduklarından, bu düşünce akımları doğrultusunda bir araya
gelerek oluşan değişik gruplar, kendi siyasî programlarını da oluşturmaya başlamışlardı.

Mustafa Kemal Paşa’nın Halkçılık Programının “Teşkilâtı Esasiye Kanunu” olarak


benimsenmesinden sonra, meclisteki hizipleşmeler daha da artmıştı. Yasama, yürütme ve
zaman zamanda yargı görevini üstlenen Türkiye Büyük Millet Meclisinde kanun çıkarmak
da güçleşmişti.

Oysa meclis çalışmalarının gruplara dayanarak daha düzenli bir hale geleceği
sanılmıştı. Ancak bu beklenti gerçekleşmedi. Aksine gruplar arasındaki mücadele
kaygı verecek duruma gelmeye başladı. Grupların bu olumsuz tavrından rahatsız olan
milletvekilleri de kendi aralarında toplanıp yeni bir grup kurarak, meclis çalışmalarını daha
düzenli bir şekle sokmaya yöneldiler. Bu yeni gelişimi Refet Paşa aracılığıyla Mustafa Kemal
Paşa’ya yansıttılar. Mustafa Kemal Paşa da doğrudan bu meseleye müdahale etme kararı
aldı. Önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin vatan ve millet menfaatine yönelik faaliyetlerini
daha faydalı bir şekilde yapmaları için Meclis Başkanlığı ile ilişkilerinin daha düzenli bir
hale getirilmesini isteyen bir genelge yayınladı. Daha sonra da Mustafa Kemal Paşa,
“inkılâpçı zihniyete” sahip milletvekilleriyle gruplar halinde vilayet konağında görüştükten
sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adı altında meclis içinde büyük bir grup
kurmaya karar verdi.

10 Mayıs 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu adıyla geniş tabanlı bir meclis grubu kuruldu. Erkek Öğretmen Okulu Konferans
Salonu’nda 133 milletvekilinin katılımıyla ilk toplantısını yapan grup “Madde-i esasiye ile
194 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Grup İçtüzüğünü” görüşerek kabul etti. Yapılan seçimler sonunda Mustafa Kemal Paşa
grup başkanlığına seçildi.

Grubun iki madde olarak yayınlanan programında şöyle deniliyordu:

Madde 1. Büyük Millet Meclisinde oluşan ‘Anadolu ve Rumeli ve Müdafaa-i Hukuk


Grubu’nun esas ilkesi ve hedefi, Millî Mücadele’nin başından beri Erzurum ve Sivas
Kongreleri’nde tespit ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile Büyük Millet Meclisi tarafından
kabul ve teyit olunan Misâk-ı Millî esasları içinde memleketin tamamını ve milletin istiklâlini
temin edecek sulh sağlamaktır.

Madde 2. Grup, millî gayenin teminine çalışmakla birlikte devlet ve milletin teşkilâtını
“Teşkilâtı Esasiye Kanunu çerçevesinde peyderpey tespite ve göstermeye çalışacaktır.”

İkinci Grup (İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu)


Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında gerçekleşen “yetki toplanması” ve meclisin üstünlüğü
ilkesine aykırı çeşitli uygulamalara karşı beliren muhalefet hareketi, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından 14 ay sonra 1922 Temmuz’unda İkinci Müdafaa-i
Hukuk Grubu adıyla teşkilâtlı bir yapı içine girdi. Grubun lideri Erzurum milletvekili Hüseyin
Avni Beydi. Kurucuları arasında Mersin milletvekili Selahattin Bey, Sivas milletvekili Vasıf
Bey, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati gibi milletvekilleri bulunmaktadı.

İkinci Grup bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı için, yelpazesini geniş tutmuş,
farklı amaç ve düşünceye mensup milletvekillerini bu çatı altında bir araya getirmeye özen
göstermiştir. Bu nedenle görüşlerinde ortaklık yoktur. Grup içerisinde; İttihatçısı, Bolşeviği,
muhafazakârı, İslâmcı-Saltanatçısı, mutlakıyet yanlısı milletvekilleri bulunuyordu.

Bölgesel bir özellik de gösteren bu grubun üyelerinin büyük bir kısmını Karadeniz ve
Doğu Anadolu Bölgelerinden gelen milletvekilleri oluşturmuştur.

İkinci Gruba dâhil olanlar, “meclis üstünlüğü ve millî irade” adı altında Mustafa Kemal
Paşa’ya ve onun uygulamalarına karşı çıkmışlardır.

İkinci Grup üyelerinin tamamına yakını 1923 seçimleriyle tasfiye edilmişlerdir. Daha
sonra bazı İkinci Grup milletvekilleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulunca bu partiye
katılacaklardır.

MİLLİ MÜCADELE SONRASI SİYASAL PARTİLER ve ÇOK PARTİLİ HAYATA


GEÇİŞ DENEMELERİ
Halk Fırkası’nın Kuruluşu (Cumhuriyet Halk Partisi)
Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanıp büyük bir zafer kazanılması üzerine Büyük Millet
Meclisi ilk amacına ulaşmıştı. Ancak Meclisin içinde ve dışında değişik gruplar arasında
tartışmalar ve muhalefet sona ermemiş, aksine artma eğilimi göstermiştir. Meclis içinde
varolan muhalefet yapısına, İstanbul’da bazı İttihatçılar ve basın da katılmaya başlamıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın parti kurma yolundaki teşebbüsü her şeyden önce, meclis
içerisinde giderek artan muhalefeti denetimi altına almak, hatta yapılacak yeni seçimlerle,
muhalefeti tasfiye ederek Meclise hâkim olmak isteğinden kaynaklanmaktadır. Gittikçe
artan ve Lozan barış görüşmelerinde şiddetlenen muhalefet meclisi iş yapamaz duruma
sokmaktaydı. Tıpkı 10 Mayıs 1921’de Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu nasıl kurmuşsa, şimdi de
doğrudan doğruya bir siyasî parti kurma yolunu seçiyordu.
Türk İnkılâbı 195

Parti kurma düşüncesinin bazı kesimlerce muhalefetle karşılaşması üzerine Mustafa


Kemal Paşa 35 gün sürecek olan bir yurt gezisine çıkarak parti kurmanın gerekliliğini halka
anlatmak, aynı zamanda nabız yoklamak yolunu seçmiştir.

Mustafa Kemal Paşa yurt gezisini tamamlayıp Ankara’ya dönüşünden bir hafta sonra
Meclise 1 Nisan 1923 tarihinde seçimlerin yenilenmesine dair 120 imzalı bir önerge
sunulmuş ve teklif aynı gün oybirliği ile kabul edilmiştir. Meclisin seçimlerin yenilenmesi
yolunda karar almasından sonra harekete geçen Mustafa Kemal Paşa bir yandan “Dokuz
Umde”yi içine alan seçim beyannamesi yayınlamış, diğer yandan da bütün Anadolu ve
Rumeli ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti teşkilâtlarına bir genelge göndererek seçimlere
hazırlanmalarını istemiştir.

Seçim kararının alınmasından sonra, 8 Nisan 1923’te Mustafa Kemal Paşa’nın


Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi sıfatıyla, Meclisteki Birinci Grup’un
yani Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Halk Fırkası’na dönüştürüleceğini
açıklayan 9 Umde bildirisini yayınlamıştı.

Dokuz Umde
Bildirinin giriş kısmında “milletten aldığı mutlak yetkiyle oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi
birinci döneminin üstlendiği ödevlerin önemli bir bölümünü yerine getirerek, oy birliği ile
yeni seçim kararı verdiği belirtilmekte, önümüzdeki dönemde barış gerçekleşince ekonomik
kalkınma yolunda çalışılacağı açıklanmaktadır. Meclis çoğunluğunu bu amaç çevresinde
toplayarak ülkede siyasî örgütlenme yaratmak için, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu, Halk Fırkasına dönüşecektir. Yeni fırkanın ayrıntılı ve düzenli bir programı
hazırlanarak üyelerin tartışmasına sunulacaktır, şimdilik İktisat Kongresi’nin sonuçları da
göz önüne alınarak şu ilkeler tespit edilmiştir:

1. Millî hâkimiyet esasına bağlılık,


2. Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği, Türkiye Büyük Millet Meclisine da-
yanan Halifeliğin Müslümanlar arası yüksek bir makam olduğu,
3. İç güvenlik ve asayişin sağlanması,
4. Mahkemelerin hızlı işlemesi, yeni kanunların çıkartılması,
5. Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler şunlar olacaktır:
a) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi,
b) Tütün, tarım ve ticaretinin desteklenmesi,
c) Tarım, Endüstri ve Ticaret kredilerinin sağlanması,
d) Ziraat Bankası’nın sermayesinin artırılması,
e) Tarım makinelerinin geliştirilmesi,
f) Endüstrinin teşviki,
g) Demiryolları yapımının hızlandırılması,
h) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün okulların geliştirilmesi,
i) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşmanın sağlanması,
j) Orman, madencilik ve hayvancılığın geliştirilmesi,
6. Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması, okuryazarlığa göre, daha azaltılması.
Orduda görevli kişilerin güvenliklerinin sağlanması,
7. Yedek subaylara, malul gazilere, emeklilere, dul ve yetimlere yardım yapılması,
196 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

8. Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan kamu görevlerinde yararlanılması,


9. Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının sağlanması, kişisel girişimlerin
kollanması,

İkinci Grup’un aday göstermeyerek seçimlere katılmadığı 1923 seçimlerini ülkenin


her yerinde bir iki istisna dışında Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri
kazanmışlardı.

Mustafa Kemal Paşa, 7 Ağustos 1923 tarihinde partiye mensup milletvekilleriyle bir
toplantı yaptı. Bu toplantı “Halk Fırkası” isimli ilk toplantıdır. 9 Eylül’e kadar devam eden
toplantıların sonucunda fırka tüzüğü kabul edilerek, fırka reisliği ve idare heyeti seçimleri
yapılmıştır.

Mustafa Kemal Paşa Halk Fırkası’nın ilk reisliğine, Kütahya milletvekili Recep (Peker)
Bey de Genel Sekreterliğine seçilmiştir. 9 Eylül’de Halk Fırkası resmen kurulmamakla
birlikte işlerlik kazanmıştı. Partinin resmen kuruluşu ise 20 Kasım 1923’de İçişleri
Bakanlığına yapılan müracaatla olmuştu. Yine bu tarihte müdafaa-i hukuk cemiyetlerine
bir tamim gönderilmiş ve bu tamim ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin
partiye dönüştüğü ve bütün cemiyetlerin partiye intisap ettiği belirtilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasî partisi olma özelliğine sahip olan Halk Fırkasına,
Atatürk’ün Nutuk’ta da belirttiği gibi; daha sonra “cumhuriyet” kelimesi eklenmiş ve
“Cumhuriyet Halk Partisi” adı verilmiştir.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Partisi)


Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk teşkilâtlı muhalefet hareketi Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’dır. Meclis’te ikinci bir siyasî partinin kurulması çalışmaları Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın kurulmasına kadar gerçekleşmemiş olmakla birlikte, muhalefet çabaları meclisin
ilk açıldığı günlerden itibaren var olmuş ve zaman zamanda etkili olmuştur. Özellikle
Meclis’te “İkinci Grup” muhalefetinin varlığı ve “Halk Fırkası’nın kurulmasından” sonraki
muhalefetin varlığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin merkeziyetçi-hiyerarşik bir yapı-


ya bürünmesi, 1923 seçimlerinde İkinci Grup’un tasfiyesi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetinden bir siyasal partiye geçiş, yeni devletin kuruluşunun ilk zamanlarında
muhalefet hareketinin tasfiye ediliş sürecinin kilometre taşları olmuştur.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kökenlerini, Ekim 1923’te Cumhuriyetin


ilânından sonra Halk Fırkası içinde doğan görüş ayrılıklarına kadar götürmek mümkündür.
Cumhuriyet’in bir grup önde gelen partilinin Ankara’da bulunmadığı bir sırada ilân edilmesi
bazı tepkilere yol açmıştı. Rauf Bey’in liderliğinde bu grup, Cumhuriyetin ilânını, Atatürk’ün
gittikçe artan iktidarının daha da güçlenmesine yönelik bir hareket olarak görüyordu.

Yine Halifeliğin kaldırılmasına, Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşlarından Rauf


Bey, Adnan Bey (Adıvar), Refet Bey, Ali Fuat Paşa, Kâzım Karabekir ve Cafer Tayyar
Paşalar tepki göstermişlerdi. Özellikle 1924 Anayasası’nın görüşüldüğü günlerde Meclis
içindeki kaynaşmalar ve muhalefet, kendini iyice hissettirmişti. Buradaki tartışmaların odak
noktasını da Cumhurbaşkanının yetkileri konusu oluşturmaktaydı.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasına yol açan son olay, 20 Ekim 1924
tarihinde Menteşe milletvekili Esat Efendi’nin, Mübadele İmar ve İskân Vekili Refet Bey’e
yönelttiği soru önergesi ve beraberindeki gelişmeler olmuştur. 26 Ekim 1924’de de Kâzım
Türk İnkılâbı 197

Karabekir Paşa, “ordunun geliştirilmesi için verdiği raporların göz önüne alınmadığını” ileri
sürerek milletvekilliği görevine döneceğini bildirerek ordu müfettişliğinden istifa etmişti.
Onu 30 Ekim 1924 tarihli istifasıyla Ali Fuat Paşa izledi. 8 Kasım 1924’de hükümet için
yapılan güven oylamasında, Hükümet 19 güvensizlik oyuna karşılık 148 oyla güvenoyu
almış ve 41 milletvekili de oylamaya katılmamıştır. Bu olaylar üzerine Hükümete güvenoyu
vermeyenlerin Halk Fırkasında kalamayacağı söyleniliyor ve yeni bir partinin kurulmasına
kesin gözüyle bakılıyordu. Bu gelişmeler sonunda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17
Kasım 1924 tarihinde resmen kurulmuştur.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası başkanlığına Kâzım Karabekir Paşa, Başkan


yardımcılıklarına Dr. Adnan (Adıvar) ve Hüseyin Rauf Beyler, Genel Sekreterliğine de Ali
Fuat Paşa getirilmişti. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katılan milletvekili sayısı 29’dur.
Parti ilk şubesini Urfa’da açmış, bunu Sivas, İstanbul, İzmir, Ordu ve Trabzon izlemiş ve
daha sonrada diğer vilayet ve şehirlerde teşkilâtlanmasını sürdürmüştür.

Cumhuriyet döneminin bu ilk muhalefet partisini kuran kadroların tamamı Birinci


Meclis döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çalışma arkadaşlarıydı ve hemen hemen
tamamı, o dönemde Birinci Grup içerisinde etkin rol oynamışlardı. Yeni parti halktan geniş
bir destek gördüğü gibi, üyelerinin büyük bir kısmı 1923 seçimleriyle meclis dışında kalan
İkinci Grup’un da desteğini kazanmıştı. İkinci Grup’un meclis dışında kalmış olan bütün önde
gelen isimleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girmişlerdi. Kendi yayın organı olmayan
bu partiye İstanbul basını yakın bir alaka göstermiş ve partiyi geniş ölçüde desteklemiştir.

Çoğu yüksek öğretim görmüş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın mensupları


aynı zamanda devlet memuriyetinden gelmişlerdi. Parti programının 6. maddesi her ne
kadar “parti efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” demekte ise de, birçoklarının dediği gibi
ne dini bir parti, ne de gerici muhafazakâr bir partidir.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın beyannamesi ve programı incelendiğinde, siya-


sal ve ekonomik alanda liberal demokrasiyi savunduğu görülecektir.

Partinin kuruluşundan kısa bir süre sonra -üç gün- Halk Fırkası’nın meclis grup
toplantısında İsmet Paşa Hükümeti’nin ülkede sıkıyönetim ilân edilmesi konusundaki
isteğinin reddedilmesi üzerine, İsmet İnönü, hükümetten ayrılır ve yerine Fethi (Okyar)
Bey’in başkanlığında yeni bir hükümet kurulur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
milletvekilleri Fethi Bey Hükümeti’ne güvenoyu verirler ve aynı zamanda da ülke çapındaki
teşkilâtlanmalarını hızlı bir şekilde sürdürürler.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla başlayan gelişmeler, doğuda


Şeyh Sait’in önderliğinde bir isyanın patlak vermesiyle yeni bir boyut kazandı. Doğu isyanı
13 şubat 1925 tarihinde Bingöl’ün Ergani ilçesinin Piran köyünde başlamış ve çok kısa
bir sürede Doğu ve Güneydoğu illerine yayılan hem etnik hem de dini yönü bulunan bir
isyana dönüşmüştü. İsyanın gelişmesine karşılık yeterli sert önlemleri almamakla suçlanan
Fethi Bey Hükümeti, düşürülerek yerine sertlik yanlısı politikalarıyla tanınan İsmet İnönü
Hükümeti kurulur.

İsmet İnönü Hükümeti, Meclisten güvenoyu aldığı gün, ilk tedbir olarak “Takrir-i Sükûn
Kanunu’nu” çıkarmıştı. Bu kanunla birlikte “İstiklâl Mahkemeleri” de yeniden kuruldu.
Hükümet, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak İstanbul’da bir dizi muhalif gazete ve
dergiyi kapattı ve dolaylı olarak Doğu İsyanı’nı kışkırttıkları gerekçesiyle bazı gazetecileri
de tutuklattı.
198 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Halk Fırkası içinde, “muhalefete sıcak bakmayan” bazı milletvekilleri Terakkiperver


Cumhuriyet Fırkası’nı kapattırmak için doğudaki isyanla bu partiyi ilişkilendirmeye çalıştılar.
Nitekim Halk Fırkası’ndan gelen baskılar üzerine Fethi Bey, hükümeti adına Kâzım Karabekir
Paşa’dan partisini kapatmasını istedi. Bu öneriyi Kâzım Karabekir Paşa reddetmişti.

Diğer taraftan muhalefet hareketini sindirmek ve yeni partiyi isyanın teşvikçisi olarak
görmek anlayışının bir sonucu olarak “Şark İstiklâl Mahkemesi”, partinin Urfa ve bazı doğu
şubeleri ve yöneticilerinin Şeyh Sait İsyanı’nın genişlemesinde rol oynadığı şeklindeki
kararını Ankara’da bulunan Ankara İstiklâl Mahkemesine göndermiş, bu mahkemede
Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasını sağlayacak alt yapıyı oluşturmuştu. Bunun üzerine
İsmet Paşa Hükümeti, 3 Haziran 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması konusunda bir karar aldı. Böylece Cumhuriyet
Türkiye’sinin ilk teşkilâtlı muhalefet partisi kapatıldı.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra bu partiyi kuran Millî


Mücadele hareketinin önde gelen paşaları ve diğer milletvekilleri, önce 1925 İzmir Suikastı
Davaları ve daha sonra da 1926 Ankara yargılamaları ile değişik şekillerde cezalandırılarak
aktif siyasî hayattan uzaklaştırılmışlardır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası


Cumhuriyet döneminin ikinci önemli muhalefet partisi Serbest Cumhuriyet Fırkası’dır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası, kendinden önce kurulan ve 5 yıl önce kapatılmış bulunan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına göre gerek kuruluş ve gerekse sona eriş biçimi
bakımından farklı özellikler gösterir. İki parti de Cumhuriyet Halk Fırkası içerisinden doğmuş
olmasına rağmen, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, doğal bir muhalefet hareketinin
partiden ayrılmasıyla oluşmuştur.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasının birçok nedeni vardır. Dış dünyanın


doğrudan ve dolaylı etkileri ve ekonomik güçlükler dışındaki nedenleri şöyle sıralamak
mümkündür:
1) Meclis içinde Hükümet denetimi sağlamak ve böylece iktidarların keyfi ve yanlış
politikalar ve uygulamalar yapmalarına mani olmak. Tek partinin bulunduğu
bir mecliste milletvekilleri onaylamasalar bile hükümetlerin bazı uygulama ve
kararlarına karşı çıkmamaktadırlar. Böylece meclisin hükümet üzerinde yapması
gereken denetim görevi yeterince yerine getirilememektedir. Bu nedenle meclis
içerisinde yer alacak ikinci bir partiyle hem hükümet ve hem de iktidar partisi
denetlenebilecekti.
2) Cumhuriyetin ve çok partili demokrasinin gereğini yerine getirmek, böylece
ülkenin dışarıdaki görünümünü değiştirmek. Özellikle Cumhuriyet rejimi çok partili
hayata geçişi bir anlamda gerekli kılmaktaydı. Çünkü bir ülkede Cumhuriyetten
söz edilebilmesi için orada birden çok siyasal parti olmalıdır. Dolayısıyla çok
partili hayat, Cumhuriyetin vazgeçilmez bir esasıdır. Millî Mücadele’nin başından
beri halk egemenliğini savunan ve bu yolda önemli adımlar atan Mustafa
Kemal Paşa, şartların uygun olduğunu gördüğü 1930 yılı içerisinde çok partili
hayata geçilmesine karar vermişti. Böylece Avrupalı ve Amerikalı yazarların
ve gazetecilerin son zamanlarda öne sürdürdükleri.” Türkiye’de yeni rejimin
görünürde demokrasi olmasına karşın aslında bir diktatörlük olduğu” yolundaki
haksız ithamlarına da cevap verilmiş olunacaktı.
3) İnkılâpların halk tarafından benimsenme düzeyini ölçmek için muhalif bir partinin
kurulması bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından istenmişti. Ülkeyi idare eden tek
Türk İnkılâbı 199

bir partinin yanı sıra muhalif bir partinin olması, o zamana kadar çeşitli nedenlerle
suskunluk içerisinde bulunan halk kitlelerinin suskunluklarını bozacak, böylece
inkılâpların halk arasında ne ölçüde benimsenmiş olduğu anlaşılacaktı. Ayrıca o
güne kadar ortaya çıkmamış olan problemlerde ortaya çıkacak ve çözüm yolları
aranacaktı.
4) Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla ilgili bir başka neden de, Mustafa
Kemal Paşa’nın, Meclis, parti ve memleket içinde İsmet Paşa’nın elde ettiği
nüfuzu kırmak ve onu devre dışı bırakmak isteğiyle bir muhalefet partisinin
kurulmasını istediğidir.
Liberal bir üslupla kaleme alınan ve liberalizmi savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
programı 11 maddeden oluşuyordu. On bir maddelik kısa programın ilk maddesi, Fırkanın;
cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve laiklik esasına bağlı kalacağını açıklıyordu. Ayrıca anayasada
belirtilen hakların herkes için eşit olarak hayata geçirileceği belirtilmekteydi. İkinci maddede
vergi konusu ele alınıyor ve vergilerin halkın iktisadî girişim gücü ve gelişmesini aşmaması
görüşü savunuluyordu. Ülkenin kalkınmasında yabancı sermayeye gerek olacağı bu yüzden
girişimlerde liberalizmin benimseneceği ve ferdi girişimlerin destekleneceği açıklanıyordu.

Cumhuriyet Halk Fırkası’yla program açısından benzerlikler görüldüğü gibi ekonomide


ve siyasî özgürlükler konusunda daha geniş bir hürriyet ve serbestlik yanlısı olarak Serbest
Cumhuriyet Fırkası ön plana çıkmaktaydı.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendine özgü bir yayın organı olmamış, İstanbul’da
çıkan Yarın ve Son Posta ile İzmir’de çıkan Halkın Sesi gazeteleri tarafından desteklenmiştir.

1930 Ekim’inde yapılan yerel seçimlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası oldukça başarılı
sonuçlar almıştı. Resmi sonuçlara göre yeni parti, 502 belediyeden 22’sini kazanmıştı.

Serbest Fırka’nın seçim öncesi İzmir ve çevresinde halkın geniş destek verdiği bir
parti olarak ortaya çıkmış olması ve Ali Fethi Bey’in olaylı geçen İzmir ve Ege seyahati
esnasında halkın bu partiye ve liderlerine gösterdiği coşkulu tezahüratlar, Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın müfrit kesimlerince hoş karşılanmamakta ve hatta endişe duyulmaktaydı.

Yeni partinin görevi muhalefet yapmak olmasına rağmen, iktidar alternatifi olduklarını
açıklaması ve halkın gösterdiği destek ve İzmir olayları, bu partinin kapatılmasının temel
sebepleridir. Halkın bu partiye olan desteğini çok abartılı şekilde M. Kemal Paşa’ya aktaran
Cumhuriyet Halk partililer, M. Kemal Paşa’yı da ikna etmişler ve bu partinin kapatılmasını
istemişlerdi. Bunun üzerine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Başkanı Ali Fethi Bey’le
görüşen Mustafa Kemal Paşa, bu görüşmede ondan partisini kapatmasını istedi. Ali Fethi
Bey de, İçişleri Bakanlığına bir dilekçe ile başvurarak partisinin kapandığını kamuoyuna
duyurdu.

Çok partili hayata geçiş için bu ikinci deneme de başarısızlıkla sona ermişti. Serbest
Fırka denemesinin yarattığı tedirginlikle ve iktidarı elinden kaybetmemek düşüncesiyle
Cumhuriyet Halk Fırkası yöneticileri 1945 sonlarına kadar ülkede yeni bir partinin
kurulmasına müsaade etmemiş ve daha katı bir tek parti anlayışıyla ülkeyi idare etmişlerdir.
REJİME VE İNKILÂBA KARŞI TEPKİLER
Şeyh Sait İsyanı
Cumhuriyet Hükümeti, Trablusgarp Savaşı’ndan itibaren 11 yılını savaş meydanlarında
geçirmiş olan Türk toplumunun yaralarını sarma ve temelleri yeni atılmış olan Türkiye
Devleti’ni ve onun rejimi olan Cumhuriyeti sağlam temeller üzerine oturtma mücadelesi
200 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

verdiği günlerde, millî birlik ve bütünlüğüne ve rejimine yönelik olumsuz faaliyetlerle karşı
karşıya kalmıştı. Bunlardan ilki ve belki de en büyüğü bir Kürtçülük faaliyeti ve tehdidi ola-
rak ortaya çıkmış olan Nakşibendi Şeyhi Palulu Sait’in isyanıdır.

Cumhuriyetin ilânı ve Hilâfetin kaldırılmasından hemen bir yıl sonra başlayan ve


akisleri 6-7 ay boyunca sürmüş olan Şeyh Sait İsyanı, görünüş itibarıyla geniş çapta bir
irtica hareketi olarak başlamışsa da, bu isyan tamamen millî birlik ve bütünlüğümüzü
bozmaya, vatan topraklarını parçalamaya yönelik İngiliz destekli ayrılıkçı bir Kürt hareketi
ve isyanıdır.

Bu isyanın arka planında, İngilizlerle işbirliği içerisinde olan ve Mondros Mütarekesi’nden


sonra Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu vilayetlerinin bir kısmı üzerinde muhtar bir Kürt
devleti kurmak amacıyla faaliyetlere başlamış olan “Kürt Teali Cemiyeti” ve onun 1923’te
kurulmuş bir gizli teşkilâtı olan “Azadi” teşkilâtı vardır.

Gerek Kürt Teali Cemiyeti liderleri ve gerekse Azadi Teşkilâtı mensupları, İngiliz tah-
rik ve desteğiyle başlatacakları etnik isyan ve ayaklanmaya bölge halkının geniş ölçüde
katılmasını sağlamak amacıyla, faaliyetlerini ve amaçlarını dinin ve şeriatın elden gittiği
politikasına oturtmaya çalışmışlardı. Bu nedenle öncelikle aşiret ağaları, şeyh ve hocala-
rı kazanmaya ve onları şeriat perdesi altında örgütlemeye çalıştılar. Özellikle de Hınıs’ta
oturan ve bölge halkı üzerinde büyük bir nüfuzu olan Şeyh Sait’i kazanarak bu hareketin
başına geçirmek istemişler ve bunu da başarmışlardı.

Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç (Bingöl) ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran
köyünde başladı. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi bütün bölgede etkili oldu. İsyancılar
önce Genç’i daha sonra da Muş, Çapakçur, Elazığ ve Palu’yu ele geçirdiler. İsyanın geniş bir
alana yayılması üzerine Fethi Bey başkanlığı’ndaki hükümet, bütün isyan bölgelerine askerî
birlikler gönderilerek isyan cepheleri açtırdı. Diğer taraftan Hükümet, ayaklanmanın süratle
ve kesinlikle bastırılması için kısmi seferberlik ilân etmiş ve bölgeye çok sayıda askerî birlik
sevk etmişti.

Bu arada Ankara’da yapılan, M. Kemal Paşa, İsmet İnönü, Başbakan Fethi Bey ve
Meclis Başkanı Kâzım Özalp’in yer aldığı zirve toplantısında hükümetin isyan bölgesine
yönelik olarak almış olduğu “Sıkıyönetim İlanı” kararı uygun görülmüş ve karar Türkiye
Büyük Millet Meclisine gönderilmişti. Meclis 23 Şubat 1925’te isyan bölgesinde “sıkıyönetim
ilânına” karar verdi.

Diğer taraftan Fethi Bey Hükümeti’nde bazı bakanlar, hükümetin isyanla ilgili yeterince
tedbir almadığını söyleyerek istifa etmişlerdi. Yine Cumhuriyet Halk Fırkası’nda ve Meclis’te,
Fethi Bey Hükümeti eleştirilmeye başlanmıştı. 2 Mart 1925’te Meclis’e verilen “Cumhuriyetin en
uzak tehlikelerden dahi korunmasını ve halkın sükûn ve tam bir rahata kavuşmasını, hükümetin
kendine düşen görevi yapmada çok daha azimli ve ileri görüşlü olmasını isteyen” önergenin
kabul edilmesi üzerine Fethi Bey Hükümeti istifa etmiş ve İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa
getirilmişti.

İsmet Paşa Hükümeti Meclisten güvenoyu alır almaz isyanın bastırılması için şu tedbirleri
Meclise getirmişti: “Sıkıyönetim ilân edilen bölgelerdeki suçlar için bir İstiklâl mahkemesi
teşkil edilecektir. Sıkıyönetim bölgesi dışında kalan memleket parçalarında işlenen siyasî ve
asayiş suçlarına bakmak üzere Ankara’da ayrıca ikinci bir İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır.
Ayaklanma bölgesindeki idam kararları hemen, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin kararları ise
meclisin onayından sonra yerine getirilecekti.”
Türk İnkılâbı 201

İsmet Paşa Hükümeti’nin meclise getirdiği diğer önemli kanun teklifi “Takrir-i Sükûn
Kanunu” olmuştur. Bu kanun mecliste görüşüldükten sonra 22 muhalif oya karşı 122 oyla
kabul edildi.

İsyan bölgesine yönelik olarak büyük bir “Tenkil harekâtı” başlatılmış ve kısa
zamanda isyancı kuvvetler tepelenmiş ve ele başları yakalanmaya başlanmıştı. İsyanın
bastırılmasından sonra, bir süre daha takip ve temizlik harekâtı sürdürülmüş ve bölge
isyancılardan temizlenmişti. Bu arada İran’a geçme hazırlığı yaparken Şeyh Sait ve
bazı elebaşları Varto’da yakalandılar. 26-28 Mayıs tarihlerinde yargılandıktan sonra 29
Haziran’da idam edildiler.

Şeyh Sait isyanı diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler taşır. Olay bütün
ülkeyi içine almak amacında olup, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Türk Devleti’ne, rejimine
ve inkılâplarına karşı yapılmış bir harekettir. Bu harekette, kaldırılmış olan hilâfetin yeniden
ilanı ve saltanatı geri getirme amacı da vardır. Yine bu isyan, bağımsız bir Kürdistan
devletini kurmak amacını güden ve İngilizlerin tahrik ve desteğiyle çıkmış bir ayaklanmadır.

İngiltere, himayesi altında bir Kürdistan devleti kurulmasını, bölgenin petrol yönünden
taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri,
Türklere, Araplara ve hatta İranlılara karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul meselesinin
görüşüldüğü o günlerde bir taraftan da isyan hareketleriyle Türkiye’yi siyasî istikrarı olmayan
bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı. Bu isyan özellikle İngiltere’nin Musul ile ilgili
amacına ulaşmasına hizmet etmiş ve bu konuda İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştı.

Takrir-i Sükûn Kanunu (Asayisi Sağlama Kanunu ve İstiklâl


Mahkemelerinin Yeniden Kurulması)

Takrir-i Sükûn Kanunu, 4 Mart 1925’de İnönü Hükümeti’nce kabul edilerek yürürlüğe
girmiş ve 4 Mart 1929’a kadar yürürlükte kalmıştı.

Öncelikle Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı tehlikelere ve ülkede Türk İnkılâbının


gerçekleşmesine karşı çıkan unsurları ortadan kaldırmak amacıyla çıkartılan ve gücünü
Anayasanın “Özgürlüklerin sınırını kanun belirtir” hükmünden alan bu kanunun ilgili
hükümleri şöyledir:

Madde I- İrtica, isyan ve memleketin sosyal düzenini, huzur ve sükununu, emniyet


ve asayişini ihlâl yolunda olan bütün örgütleri, tahrikleri ve kışkırtma girişimleri ve
yayınlarını hükümet yönetim yolları ile yasaklayabilir.Gerektiğinde ise İstiklâl Mahkemesine
gönderebilir.

Kabul edilen Takrir-i Sükun Kanununa göre; Sıkıyönetim ilân edilen bölgelerdeki suçlar
için bir İstiklâl mahkemesi teşkil edilecektir. Sıkıyönetim bölgesi dışında kalan memleket
parçalarında işlenen siyasî ve asayiş suçlarına bakmak üzere Ankara’da ayrıca ikinci bir
İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır. “Ayaklanma bölgesindeki idam kararları hemen, Ankara
İstiklâl Mahkemesi’nin kararları ise meclisin onayından sonra yerine getirilecekti.” Takrir-i
Sükûn Kanunu hemen yürürlüğe sokulmuştu.

Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Doğu’da ilân edilen sıkıyönetim önce bir ay
arkasından da yedi ay süreyle uzatılmıştı. Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri ve İsmet Paşa
Hükümeti, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak ülkedeki Meclis içinde ve dışındaki muhalefeti
tasfiye etmeyi de düşünmüşlerdi. Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı huzursuz ortam bunun
için bir vesile olmuş ve özellikle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilmek
202 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

istenmişti. Nitekim Urfa’daki Terakkiperver yöneticilerinin isyancılara yardımcı oldukları


suçlamasıyla tutuklanmaları üzerine Şark İstiklâl Mahkemesi aldığı bir kararla görev bölgesi
içindeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının bütün şubelerini kapatmıştı. Daha sonra da
bu partinin kapatılması konusunda Ankara istiklâl Mahkemesi bir karar almış ve bu kararını
hükümete bildirmişti. Bunun üzerine İsmet Paşa Hükümeti 3 Haziran 1925’de aldığı bir kararla
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatmıştı.

Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla rejim karşıtlarının tasfiye


edilmesi hareketi bununla da sınırlı kalmamıştı. 1926’daki İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’ya
yapılmak istenen suikastın arkasından hem bu suikastı planlayan eski İttihatçılar hem
de Ankara’da kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensupları yargılandı. Bu
yargılamalar sonunda içlerinde Millî Mücadele hareketinin bazı şahsiyetleri de değişik
cezalara çarptırıldı. Bir kısmı da beraat etti.

Netice olarak Takrir-i Sükûn Kanunu ve bu dönemdeki İstiklâl Mahkemeleri’nin işlevi


sadece rejime ve inkılâplara karşı olan irtica hareketleri ve çevreleri olmamış aynı zaman-
da, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasî muhaliflerinin tasfiyesi ve aktif siyasî hayattan uzak-
laştırılmalarına da hizmet etmiştir.

Atatürk’e İzmir’de Düzenlenmek İstenen Suikast


İzmir Suikastı, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde, büyük önder Atatürk’ün Türk milletini
modern, çağdaş ve laik bir yapıya kavuşturmak amacıyla gerçekleştirmeye çalıştığı köklü
inkılâpların birbirini izlediği günlerde, O’nu öldürmek amacıyla düzenlenmişti.

Suikast hadisesi, İnkılâplara ve M. Kemal Paşa’nın doğrudan şahsına karşı düşmanlık


hisleri ile dolu olan bir grup eski İttihatçıların tertiplediği bir hadisedir.

Millî Mücadele esnasında büyük hizmetleri görülen ve M. Kemal Paşa’ya ve onun fikir
ve düşüncelerine gerçekten inanmış, gönül vermiş İttihatçılar olduğu gibi, zaferden sonra
iktidarın artık İttihatçılara devredilmesini isteyen ve bu nedenle Mustafa Kemal’in şahsına
karşı düşmanlık besleyen müfrit İttihatçılar da vardı, çoğu İttihat ve Terakki Partisinin eski
fedaisi ve komitacısı olan bu kişiler, normal yollardan iktidarı ele geçiremeyeceklerini
anladıklarından kendi bildikleri yoldan iktidarı elde etmeye karar vermişlerdi. İktidarı ele
geçirebilmek için Atatürk’ün varlığını en büyük engel olarak gördüklerinden ona bir suikast
düzenleyerek, öldürmeye karar vermişlerdi.

Düzenlenecek suikastın planlayıcıları olarak eski Lazistan (Rize) Milletvekili Ziya


Hurşit, İzmit Milletvekili Şükrü Bey, eski bir İttihatçı olan Abdülkadir Bey’in isimleri ilk başta
gelmekteydi. Ziya Hurşit’in çabalarıyla suikast esnasında silahları kullanacak olan fedailer
temin edildi. Bunlar Laz İsmail ve Gürcü Yusuf adındaki kişilerdi.

M. Kemal Paşa’ya suikastı önce Ankara’da yapmayı planlamışlar fakat, uygun bir
zaman ve ortam bulamayınca niyetlerini başka bir şehirde gerçekleştirmeyi düşünmüşler,
Atatürk’ün yurt gezisi esnasında İzmir’e de uğrayacağını öğrendiklerinde suikast için en
uygun yerin İzmir olacağına karar vermişlerdi.

İzmir’e gelen suikastçılara, Millî Mücadele’de önemli hizmetleri bulunan Sarı Edip Efe
yardımcı olmuştu. Bu arada suikastçıları Sakız Adası’na kaçıracak olan Giritli Şevki ile
tanışmışlardı. Hazırlanan plana göre suikast Atatürk’ün geçeceği dar bir sokakta yapılacak
ve daha sonra suikastçılar Giritli Şevki’nin limanda bekleyen motoruyla Sakız Adası’na
kaçacaklardı.
Türk İnkılâbı 203

Gezi programına göre Atatürk 16 Haziran 1926’da İzmir’e gelmesi gerekiyordu. Ancak
son anda verdiği bir kararla hareketini bir gün sonraya tehir etmişti. Gelişmelerden kuş-
kulanan ve telaşlanan Giritli Şevki, suikast teşebbüsünü İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa’ya
ihbar etti. Bu ihbar hadisesi üzerine olay anlaşılmış ve aynı gün suikastçılardan Ziya Hurşit,
Laz İsmail, Gürcü Yusuf gibi kişiler İzmir’de, Sarı Edip Efe ve Abdülkadir ‘de İstanbul’da
yakalanmışlardır.

Olayın Ankara’da duyulması üzerine İsmet Paşa Hükümeti Ankara İstiklâl


Mahkemesi’nin hemen İzmir’e giderek olaya el koymasını kararlaştırdı. 17 Haziran 1926
günü İstiklâl Mahkemesi üyeleri İzmir’e geldiler. Mahkeme Heyeti; Afyonkarahisar Milletvekili
Ali (Çetinkaya) (başkan), üyeler, Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali Bey, Aydın Milletvekili
Reşit Galip Bey, Rize Milletvekili Laz Ali (Zırh) Bey ve savcı Denizli Milletvekili Necip Ali
(Küçüka) Bey’den oluşuyordu. Üyelerinden dördünün adı Ali olduğu için “Aliler Mahkemesi”
de denilen İstiklâl Mahkemesi, suikast işinin arkasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
üyeleri ile eski İttihatçıların olduğu şeklinde bir karara varmış ve bütün Terakkiperver Fırkası
milletvekillerinin ve muhalefette bulunan bütün ittihatçıların tutuklanmasına karar vermişti.

İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği karar üzerine geniş çaplı tutuklamalar başlamıştı.


Tutuklananlar arasında Millî Mücadele hareketinin önemli isimleri Kâzım Karabekir Paşa,
Ali Fuat Paşa, Refet (Bele), Cafer Tayyar (Paşa) ve diğerleri bulunuyordu. Ayrıca yurt
dışında bulunan eski Başbakanlardan Rauf Bey ve Dr. Adnan (Adıvar) Bey haklarında da
gıyabi tutuklama kararları verilmişti.

İzmir Suikastı davası iki safhada cereyan etmiştir. İzmir İstiklâl Mahkemesi’nde görülen
birinci safha sonunda başta suikastın tertipleyicisi olan isimler yargılanmış ve sonuçta 13
idam cezası ve diğerlerine de hapis cezaları verilmişti. İzmir’de yargılanan başta Kâzım
Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Bey, Cafer Tayyar Paşa gibi Millî Mücadele’mizin
büyük ve tarihi şahsiyetleri suçsuz görülerek beraat etmişlerdi.

İzmir Suikastı ile ilgili yargılamaların ikinci safhası Ankara’da görülmüştü, çoğu eski
İttihatçı olan kişilerin yargılanmasından dolayı “İttihatçılar davası” olarak da bilinen bu
yargılamalar sonucu; 4 idam cezası verilmiş ve başta Rauf Bey olmak üzere bazı kişiler de
çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardı.
HUKUK ALANINDA İNKILÂP
Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)
“Sosyal hayatı düzenleyen ve kamu kudreti tarafından bir müeyyideye bağlanarak
desteklenen kurallar bütünü olan hukuk, aynı zamanda uygulandığı toplumun medeniyet
derecesinin de bir göstergesidir.” Tanzimatla birlikte Osmanlı Devleti’nde daima hukuk
alanında düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki hukuk sistemi, şer’î(dinî) hukuk,
azınlıklara uygulanan hukuk, örfî hukuk ve kapitülasyonlar neticesinde yabancılara tanınan
ayrıcalıklı hukuk kurallarından meydana gelmekteydi. Tabii olarak bu durum Osmanlı
Devleti’nin hukuk sistemini sıkıntıya sokan bir hadise olarak karşımızda durmaktadır.
Bakıldığı zaman Tanzimat sonrasında Batılı devletlerin de baskıları neticesinde
gayrimüslimlerin yargılanmasında ayrıcalıklar ortaya çıkmış, batı tarzı mahkemeler
kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde bir medeni kanuna ihtiyaç olduğu fikri ortaya çıkınca
Ali Paşa, Mithat Paşa ve Kabûlî Paşa gibi isimler Fransız Medeni Kanunu’nun alınmasını
istemişlerdir. Buna karşılık Cevdet Paşa, Şirvânizâde Rüştü Paşa ve Fuat Paşa ise millî
bir medeni kanun hazırlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Nihayetinde millî bir medenî
kanun olması yönünde çalışmalar neticesinde Mecelle ortaya çıkarılmıştır.
204 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Lozan Antlaşması’nın imzası ile bağımsız bir devlet olarak Türkiye Devleti’nin ortaya
çıkışı ve hemen ardından Cumhuriyetin ilanıyla birlikte rejimin adının konması akabinde
köklü değişikliklere doğru adımlar atılmıştır. Türkiye Devleti hukuk alanında; laik, modern
yaşam tarzının ihtiyaçlarına cevap verecek, akılcı ve bilimselliği ön plana çıkaracak bir hukuk
düzenine geçmek istemektedir. Ayrıca kadın erkek arasındaki eşitsizliğin önüne geçmek ve
hukuk birliğini sağlamak da istenenlerdendir. Bütün bunları gerçekleştirmek adına yeni bir
medeni kanuna ihtiyaç duyulmuş ve meclis tarafından çeşitli devletlerin kanunları incelenip
İsviçre Medeni Kanunu’nun Türklere daha uygun olacağı düşünülmüştür. İsviçre Medeni
Kanunu Türkçeye çevrilmiş ve 17 Şubat 1926’da meclis tarafından kabul edilip, 4 Ekim
1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Kanun ile kişi, aile, miras ve eşya hukukları düzenlenmiştir. Bu Kanun’la birlikte
çok eşlilik yasaklanıp resmî nikâh zorunlu hale getirilmiştir. Sosyal ve ekonomik hayatta
kadın erkek arasındaki eşitsizliğe son verilmiştir. Boşanma hususu erkeğin keyfî isteğine
bağlı olmaktan çıkartılmıştır. Yine miras hususunda kadın erkek eşitliği sağlanmıştır.
Medeni Kanun ile vatandaşlara sağlanan hakların bir sonucu olarak gayrimüslim azınlıklar
Lozan’da kendilerine tanınan haklardan vazgeçmişler, Medeni Kanun’u kabul etmişlerdir.

EĞİTİM ALANINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN İNKILÂPLAR


Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924)
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eğitim alanında önemli ıslahatlar yapılmış;
ilköğretimden yükseköğretime pek çok askerî ve sivil okul açılmıştır. Örneğin,
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve Mekteb-i Harbiye
gibi okullar açılmıştır; tıp alanında Tıphane-i Amire açılmıştır. II. Mahmut döneminde
sıbyan mektepleri zorunlu hale getirilmiş, daha sonra rüştiyeler(ortaokul) ve idadîler(lise)
açılmıştır. Mekteb-i Mülkiye ve Galatasaray Sultanisi ile Darulmuallimin adında erkek ve
Darülmuallimat adında kız öğretmen okulu açılmıştır. Batı tarzı okulların açılması ile eğitim
ve öğretim alanında önemli mesafeler de alınmıştır. Devlet, Batı tarzında okullar açarken
klasik eğitim kurumlarına hiç dokunmamış, mevcut yapıyı korumuştur. Bunun bir sonucu
olarak Batı tarzı okullar ile klasik tarzda medreseler iki farkı ekolü temsil etmişler ve mektep-
medrese ikiliği ortaya çıkmıştır.

Eğitim öğretim faaliyetinde bulunan yabancı devlet okulları ile azınlık cemaatlerinin
okulları da vardır ve bunlar farklı bir müfredat ile eğitim öğretim faaliyetinde bulunmaktadırlar.
Bütün bu okullardan; “Batı tarzındaki okullar Maarif Nezaretine (Eğitim Bakanlığı), medreseler
Meşihat (Şeyhülislamlık) makamına, yabancı okullar ve azınlık cemaat okulları da kendi
dernek ve kuruluşlarına bağlı olarak faaliyetlerini sürdürüyorlardı.” Okulların farklı kurum
ve kuruluşlara bağlı olarak eğitim ve öğretim yapması pek çok uyuşmazlığı da beraberinde
getirmiştir. Eğitim ve öğretim metotları her kurum ya da kuruluşa göre değişmiştir. Her
kurum ve kuruluşun eğitim ve öğretimden hedefi farklı olmuştur. Bu yüzdendir ki hedef birliği
sağlanamamıştır. Örneğin yabancı ve azınlık okulları eliyle “milletin birlik ve beraberliğini
ortadan kaldırmaya dönük” çalışmalar yapılmıştır.

İşte bu yüzden, sıkıntıların farkında olan Mustafa Kemal Paşa, eğitime ve bu eğitimin
millîleşmesi meselesine büyük önem vermiştir. 2 Eylül 1924 tarihli konuşmasında bu
mesele hakkında şöyle demiştir: “...en mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir
ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır, ya da bir milleti
esaret ve sefalete terk eder.” Paşa, geleneksel eğitim sisteminin yetersizliğini görmüş,
yeni bir eğitim sisteminin ortaya konulması gerektiğine inanmıştır. 16 Temmuz 1921’de
katıldığı Maarif Kongresi’nde geleneksel eğitim sisteminin yetersizliği hususunda şunları
ifade etmiş ve bazı uyarılarda bulunmuştur: “Şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim
Türk İnkılâbı 205

usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir sebep olduğu kanaatindeyim.


Bunun için bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafelerinden ve
doğuştan mevcut özelliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan
ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamen uzak, millî ve tarihî seciyemizle orantılı bir
kültür kastediyorum. Çünkü millî dehamızın tam gelişmesi, ancak böyle bir kültür ile temin
olunabilir. Gelişigüzel bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin
yıkıcı neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle orantılıdır. O zemin, milletin seciyesidir.”

Mustafa Kemal Paşa’ya göre; gelecek nesiller, bağımsızlığı ve cumhuriyeti koruyup


yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir. Eğitim, bilimsel ve millî olup, topluma faydalı olacak,
üreten ve hayatta başarılı olacak kişiler yetiştirmelidir. Eğitim, toplumun cehaletinin önüne
geçmeli ve fertlerin bilgi ve ahlak düzeyini yükseltmelidir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa,
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması ve bağımsız bir devletin ortaya çıkması üzerine
bir arkadaşının “İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapacaksınız?” yönündeki sorusuna
“Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) olarak millî irfanı yükseltmeğe çalışmak en büyük emelimdir.”
cevabını vermiştir. Mustafa Kemal Paşa bundan sonraki süreçte “en büyük emeli”ni
gerçekleştirebilmek adına önemli adımlar atmıştır. Eğitim ve öğretimin birleştirilmesinin
uygun olacağını her fırsatta dile getiren Mustafa Kemal Paşa; yapılması gerekeni şu
sözlerle ifade etmiştir: “...Medreseler ne olacak? Vakıflar ne olacak? dediğiniz zaman
derhal bir direnmeyle karşılaşırsınız. Bu direnişi yapanların ne hak ve yetkiyle yaptıklarını
sormak gerekir... Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket
evladı kadın ve erkek aynı şekilde oradan çıkmalıdır...”

Yukarıda da bahsedildiği üzere eğitim ve öğretimin birleştirilmesi Mustafa Kemal Paşa


tarafından istenmektedir. Paşa’nın bu isteği arkadaşları tarafından da kabul görmüş ve 3
Mart 1924 tarihinde Eğitim Bakanı Manisa Milletvekili Vasıf Çınar ve arkadaşları, öğrenimin
birleştirilmesi hakkındaki kanun teklifini Türkiye Büyük Millet Meclisine vermişlerdir.
Bu kanun teklifinin gerekçesinde şöyle denilmektedir: “Bir devletin kültür ve genel
maarif siyasetinde ulusun düşünce ve duygu yönünden birliğini sağlamak için öğretimin
birleştirilmesi, en doğru en bilimsel, en çağdaş ve her yerde faydaları ve iyiliği görülmüş
bir ülküdür.” Sonuç olarak eğitim ve öğretimin birleştirilmesini öngören kanun teklifi 3 Mart
1924 tarihinde mecliste kabul edilmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün bilim ve eğitim kurumları Eğitim
Bakanlığına bağlanmıştır. Şeriyye ve Evkâf Vekâletine veya özel vakıflara bağlı olarak
eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunan bütün medrese ve okullar bu kanunla birlikte
Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Yine azınlık okulları ve yabancı okullar da Eğitim
Bakanlığına bağlanmıştır. Ayrıca bu okullarda Türk Dili, Türk Tarihi, Türkiye Coğrafyası ve
Yurt Bilgisi derslerinin okutulması ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından verilmesi
kararlaştırılmıştır. Eğitim ve öğretimin millileşmesi adına çok önemli bir adım atılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun meclisten çıkartılmasının ne derece doğru olduğu hakkında
Mustafa Kemal Paşa 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu’da yaptığı bir konuşmasında
şunları ifade etmiştir: “Ey büyük millet! Dünya medeniyet ailesinde saygın bir yer sahibi
olmaya lâyık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitim, okul ve medrese adında birbirinden
büsbütün başka iki çeşit kuruma bölüştürmeğe halen katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi
birleştirmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden oluşmuş bir millet yapmaya imkân
aramak, boş işle uğraşmak olmaz mıydı?”

Harf İnkılâbı (1 Kasım 1928)


Türkler, İslamiyet’ten önce Göktürk ve Uygur alfabelerini, İslamiyet’ten sonra da Arap
alfabesini kullanmışlardır. Arap alfabesinin Türkçeye uygun olmadığı, bu noktada ıslahat
206 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

yapılması gerektiği üzerinde eskiden beri bazı görüşler mevcuttu. Alfabenin ıslah edilmesi
noktasındaki ilk işretleri 1862-63’lerde Münif Efendi ve Azerbaycanlı Mirza Feth Ali
Ahundzade vermiştir. Daha sonra 1869’da Namık Kemal, Ali Suavi, İbrahim Şinasi, 1884’de
Ebuzziya Tevfik, Şemsettin Sami gibi isimler alfabenin ıslahını istemişlerdir. Özellikle
eğitim ve öğretim alanında Osmanlı’nın geri kalmasının ana nedenlerinden birisi olarak
Arap alfabesi görülmüştür; fakat II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Latin alfabesi gündeme
gelmemiştir. II. Meşrutiyet döneminde dilde sadeleşme noktasından hareketle alfabenin
durumu da değerlendirilmiş; bazıları Arap alfabesinin ıslah edilmesini; bazıları da Arap
alfabesinin terk edilerek yerine Latin alfabesinin kabul edilmesini istemişlerdir. Hüseyin
Cahit, Abdullah Cevdet, Celâl Nuri İleri ve Kılıçzade Hakkı Bey gibi isimler Latin alfabesine
geçişi savunmuşlardır. Alfabenin ıslahı hususundaki bazı girişimler şunlardır: 1909 yılında
Maarif Nezaretinde İmla Komisyonu, 1911 yılında Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in öncü
olmasıyla Islâh-ı Huruf Cemiyeti kurulmuştur. 1912 yılında da Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın
başkanlığında Islâh-ı Huruf Encümeni oluşturulmuştur. Ayrıca Enver Paşa da Arap
alfabesini yeniden düzenlemeye çalışmıştır. Fakat bütün bu girişimler alfabe probleminin
önüne geçememiştir.
Latin alfabesine geçişi savunanlara göre Arap alfabesi Türkçenin ses sistemine
uygun bir yapıya sahip değildi. Türkçede sekiz sesli harf mevcuttu; oysa Arap alfabesinde
bunu karşılayacak üç harf vardı [(elif, vav, ye)(‫ا‬,‫و‬,‫])ى‬. Tek sesle karşılanan birçok harf
bulunmaktaydı. Ayrıca harflerin yazımında noktalı harflerde bazen sıkıntılar ortaya
çıkabiliyordu. Örneğin bir noktanın yanlış yazılması, yanlış okumalara sebep oluyor; ilgisiz
bir anlamı ortaya çıkarabiliyordu. Dolayısıyla harf inkılâbının gerçekleştirilmesi isteniyordu.
Bu konuda ilk açıklamalardan birisi İzmir Milletvekili Şükrü Saraçoğlu tarafından 1924’te
yapılmıştır. Saraçoğlu, Büyük Millet Meclisinde eğitim ve öğretim alanında yıllardan beri
fedakârlık yapıldığını fakat bir türlü başarılı olunamadığını belirterek: “Efendiler bunun
yegâne sebebi harflerdir, Arap hurufatı (harfleri) Türk lisanını yazmağa müsait değildir.”
demiştir.
Nihayet 1927 yılında harf inkılâbının gerçekleştirilme zamanının geldiği kararı verildi.
Harf inkılâbına geçiş sürecinde örneğin 8 Şubat 1928’de İstanbul’da ilk Türkçe hutbe
okundu. 24 Mayıs’ta Latin rakamları, Türk rakamları olarak kabul edildi. 27 Haziran’da
Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin kabulü için Dil Encümeni adında bir ilim kurulu
oluşturuldu. Dil Encümeni, ilk toplantısını 28 Haziran 1928’de gerçekleştirdi ve bundan
sonra harf inkılâbının nasıl gerçekleştirilmesi noktasında Mustafa Kemal Paşa önderliğinde
çalışmalar yaptı. Çeşitli milletlerin alfabeleri Türkçeye uygunluk noktasında incelendi.
Mustafa Kemal Paşa 9 Ağustos 1928 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasının Sarayburnu’nda
hazırladığı bir gösteriye katılmış ve orada harf inkılâbı hakkında şunları ifade etmiştir: “Bizim
güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri
kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden
kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Dilimizi muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni
harflerle pek çabuk bir zamanda mükemmel surette anlayacağız. Ben buna eminim; siz de
emin olunuz.”
Harf inkılâbına yönelik çalışmalar tamamlandıktan sonra Türk Harflerinin Kabul ve
Tatbiki Hakkında Kanun adıyla meclise getirilmiş ve 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiştir.
Latin alfabesi ile ilgili bu kanun 3 Kasım 1928 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanmış ve
yürürlüğe girmiştir. Bu kanunda; örneği cetvelde gösterilen Latin alfabesinin kabul edildiği
belirtilmiştir. Kanunun yürürlüğe girmesinin akabinde yurt çapında yeni “Türk harfleriyle
yazılmış olan yazıların kabulü ve uygulamaya konulması” zorunlu hale getirilmiştir. Harf
inkılâbının gerçekleştirilmesi ile yeni Türk alfabesinin öğretilmesi adına seferberlik ilan
edilmiş; 1 Ocak 1929’dan itibaren de “Millet Mektepleri adıyla halka dönük okuma yazma
eğitimi verilmeye başlanmıştır.”
Türk İnkılâbı 207

Mustafa Kemal Paşa harf inkılâbının önemini şu şekilde ifade etmiştir: “Her şeyden
evvel, her gelişmenin ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan
evvel, büyük Türk milletine kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk
milleti bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan, ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan
böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alınan
Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar
uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk çocuklarının ne kadar kolay okuyup
yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.(1928)” Harf İnkılâbı hakkında İsmet Paşa
da şu ifadeleri kullanmaktadır: “Harf İnkılâbı Atatürk inkılâplarının en ilerisinde olanıdır.
İnkılâplarda benim kanaatimce en ileri iki tanesi vardır: Biri harf inkılâbıdır, biri de kadınların
cemiyete girmesi, kadın hürriyetidir. Bu ikisini en ilerde görürüm ben. Harf inkılâbı yalnız
milleti okuyup yazar hale getirmek için vasıta kolaylığı değildir. Aynı zamanda kültür
istikametidir. En mühim olan yeri orasıdır.”

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ve Türk Tarih Kurumu


Mustafa Kemal Paşa tarih ilmi ile yakından ilgilenmiş bir devlet adamıdır. O’nun Millî
Mücadele’nin lideri olarak ortaya çıkması, bağımsız bir devlet kurma süreci ve Cumhuriyetin
ilanı akabinde köklü inkılâp hareketlerine girişmesi millî tarih bilinciyle hareket ettiğinin
apaçık göstergesidir. Çünkü O’na göre; “Tarih, bir milletin neler başarabilme gücünde
olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur.”
Türklere bakışı problemli olan Avrupalı düşünürlerden bazıları; beyaz ırkın zeki
olduğunu ve Avrupalıların da beyaz ırka mensup olup medenî olduklarını, sarı ırkın ise
zekâ bakımından geri olduğunu ve Türklerin de sarı ırktan olup barbar olduklarını iddia
etmişlerdir. Dolayısıyla Avrupalılar, geçmişten beri Türkler hakkında olumlu bir düşünceye
sahip değillerdi; Türkleri Orta Asya’ya geri gönderme hayali güdüyorlardı. Çünkü Avrupalılara
göre; “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere dönmelidir”. Oysa
Mustafa Kemal Paşa’ya göre; “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi
yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere
kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.” “Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi
sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bugünkü yurdumuzun sahipleri,
en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuklarıdır.” “Türkler yayıldıkları yerlere
medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları
Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.” Böyle düşünen
Mustafa Kemal Paşa, Avrupalıların iddialarının ilmî olarak çürütülmesini sağlamak amacıyla
araştırmalar yapılmasını istemiştir. Paşa, Türk tarihini başlangıcından itibaren detaylı bir
şekilde irdelemeyi, Türklerin kültür ve medeniyet dünyasına katkılarını ortaya çıkarmayı
ve Türklerin tarihî şahsiyetlerinin dünyaya hizmetlerini ortaya koymayı hedeflemiştir. Bu
hedeflere ulaşmak adına da 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün katılımıyla gerçekleşen
Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın son oturumunda, Âfet İnan tarafından 40 imzalı bir
önerge ile Türk tarih ve medeniyetini araştıracak bir heyetin oluşturulması istenmiştir. Bu
teklif Kurultay’da kabul edilmiş ve 16 kişilik bir Türk Tarihi Tetkik Heyeti oluşturulmuştur.
Bu heyet ilk toplantısını 4 Haziran 1930 tarihinde gerçekleştirmiş ve Yönetim Kurulu
başkanlığına Tevfik Bıyıklıoğlu’nu seçmiştir. Neticede derhal çalışmalara başlayan heyet,
en eski zamanlardan cumhuriyete kadarki dönemi kısaca inceleyen 606 sayfalık Türk
Tarihinin Ana Hatları adıyla bilinen ilk çalışmasını 1930’da yayımlamıştır. Türk Ocakları
bünyesinde faaliyet yürüten heyet, ocağın kapatılması üzerine 15 Nisan 1931 tarihinde
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adıyla teşkilatlanmıştır. Bu teşkilat 1935 yılından itibaren Türk
Tarih Kurumu adıyla anılmaya başlamıştır.
Türk Tarihinin Ana Hatları adlı esere ciddî tenkitler yapılınca Mustafa Kemal Paşa,
tarihî olayları inceleme noktasında bir metodoloji eksikliği olduğunun farkına varmış ve
208 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

tarih metodolojisi alanında bazı kitapları tercüme ettirmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
1931 yılında dört ciltlik lise tarih kitabını yayımlamıştır. Yine Tarih Kurumu tarafından İsmail
Hakkı Uzurçarşılı’nın Anadolu Beylikleri, Piri Reis’in Kitabı Bahriye ve haritası basılmıştır.
Ayrıca ismini bizzat Atatürk’ün belirlediği Belleten adlı dergi de 1937 yılından itibaren yayın
hayatına başlamıştır. Türk Tarih Kurumu, “Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını,
Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak
amacıyla” çalışmalarını halen sürdürmektedir.
Atatürk’ün tarih ilmine verdiği değeri ifade eden bazı ifadeleri şöyledir:
“Tarih yazmak, yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen
hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır.”
“Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında
da Türk tarihini doğru temeller üstüne kurmak; öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek
için candan çalışmakta olduğunu söylemeliyim” (l Kasım 1934).
“Ben fâni bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım
Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum.” (1933)

Türk Dili Üzerine Çalışmalar ve Türk Dil Kurumu


Dil, “insanoğlunun birbirleri arasındaki anlaşmayı sağlamak üzere küçük ses birliklerine
dayandırarak oluşturduğu ve zamanla bir sistem haline getirdiği kelime ve söz kalıpları
dünyasıdır.” ve millet olmanın aslî unsurlarının başında gelir. Osmanlı Devleti’nde bilim dili
Arapça, edebiyat dili Farsça idi. Yönetici zümre ile halk arasında kullanılan dil bakımından
yer yer farklar mevcuttu. Halk öz Türkçeye yakın, sade bir dil kullanmaktaydı; fakat saray-
da/üst tabakada Arapça-Farsça-Türkçe karışımı süslü bir dil tercih edilmekte; bu durum
yer yer anlaşılmazlığı da beraberinde getirmekteydi. Sonuç olarak denilebilir ki Osmanlı
Devleti’nde Türkçe; Arapça ve Farsçanın gerisinde kalmıştır. Oysa Kaşgarlı Mahmut,
Divân-ı Lügati’t-Türk ile Türkçenin önemini açıkça ortaya koymuştu. Yine Ali Şir Nevâi,
Türkçenin Farsçadan aşağı olmadığını ifade etmişti.

II. Meşrutiyet’ten sonra Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi isimler dilde sadeleşme/dil
inkılâbı üzerine Genç Kalemler dergisinde yazılar kaleme almışlardır. Fakat bu girişimlere
rağmen Arapça ve Farsça, Türkçe üzerinde egemen olmaya devam etmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, Türk tarihinin yanında Türk diline de çok önem vermiş, Türk dilinin
gelişmesi için büyük gayret sarf etmiştir. Paşa’nın Türk diline verdiği önem şu ifadelerinden
anlaşılabilir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek
Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği
nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, an’ânelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün
kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili Türk
milletinin kalbidir, zihnidir.” Yine O’na göre; “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en
zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen
Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Mustafa Kemal Paşa
dil ile milletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını daima ifade etmiştir. Nitekim
Paşa’ya göre; “millet; dil, kültür ve gaye birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu
siyasî ve sosyal bir topluluk”tur.
Türk İnkılâbı 209

Mustafa Kemal Paşa’nın Türk dili üzerine çalışmalar yaparak şunları hedeflediği
söylenebilir:

1) Türk dilini Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı neticesinde yapay bir dil olarak
ortaya çıkan Osmanlıcanın dile zarar veren pürüzlerinden temizlemek.
2) Aydınlar ile halk arasındaki dil farklılığının önüne geçmek, yazı dili ile konuşma
dili arasındaki açığı kapatmak ve halk ile aydınları birleştirip bütünleştirici bir dile
ağırlık vermek. Bunu gerçekleştirebilmek için de millî bir gelişme yolu çizmek.
3) Eğitimi millîleştirmek ve millî bir dil politikası ortaya koyup, yürütmek.
4) Türk dilini çağdaş medeniyetin gereklerini karşılayabilecek hale getirmek, kelime
ve kavramları ile dili işlek ve zengin bir dil vasfına sahip kılmaktır.

Mustafa Kemal Paşa bu hedefleri gerçekleştirmek adına 12 Temmuz 1932 tarihinde


Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdurtmuştur. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin maksadı, “Türk dilinin
öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine
yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri
doğrultusunda hareket eden Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Türk dilinin en eski anıtları olan
Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildini Paşa’nın sağlığında yayımlamıştır. Ayrıca yine
Mustafa Kemal Paşa’nın sağlığında; Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig adlı eserler ve
Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar başlatılmıştır. Mustafa Kemal Paşa dilde
sadeleşme üzerinde de durmuş Güneş Dil Teorisi’ni ortaya atmıştır. Bu teori ile 1932-1935
arasında etkili olan dilde tasfiyecilik hareketinden vazgeçilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın
dildeki kelimelere karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiği noktasındaki düşüncesi şöyledir:
“En iyi müdafaa usulü, taarruzdur. Şu halde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım;
ağacı bir defa silkeleyelim: Görelim, hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne
kadardır? dökülmeyenler, özleri ve arınmışları bulununcaya kadar biraz daha işe yarayabilir;
geçici olarak..! Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat
Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye meselesini Türk dilinin olgunlaşma seyrine
bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ketebe, yektübü Arabındır;
katip, kitap, mektup Türkündür. Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve
kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız.”

SOSYAL ALANDA GERÇEKLEŞTİRİLEN İNKILÂPLAR


Siyasî alanda pek çok inkılâp gerçekleştiren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, sosyal
alanda da inkılâp hareketlerine girişmişlerdir. Bu inkılâplardan birisi Şapka İnkılâbı ve
Kılık Kıyafet Değişimi’dir. Mustafa Kemal Paşa, dünyanın kabul ettiği kıyafetlerin Türkler
tarafından da benimsenmesini ve fes yerine şapkanın giyilmesini istemiştir. Paşa, fes
yerine şapkaya geçiş noktasında şunları söylemektedir: “Efendiler, milletimizin başına
giymekte olduğu, cahillik, gaflet, taassup, yenilik ve medeniyet düşmanlığının belirgin
işareti gibi görünen fesi atarak, onun yerine bütün medenî dünyaca başlık olarak kullanılan
şapkayı giymek ve böylece, Türk milletinin medenî toplumlardan zihniyet bakımından
da hiçbir ayrılığı bulunmadığını göstermek kaçınılmaz oluyordu.” Mustafa Kemal Paşa,
Ağustos 1925’te Kastamonu-İnebolu’ya yapmış olduğu bir ziyarette halka şapkayı
tanıtmıştır. Bundan sonraki süreçte, şapka, halk arasında kısa zamanda yayılmıştır. 25
Kasım 1925 tarihinde Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun çıkartılmıştır. Bu kanun ile TBMM
üyeleri ve bütün memurların şapka giymesi zorunlu hale getirilmiştir. Ayrıca Türk halkının
genel başlığının şapka olduğu belirtilmiştir. Meclis şapka kanununun haricinde 3 Aralık
1934 tarihinde de Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun çıkarmıştır. Bu kanunla
ruhanî liderlerin mabetler haricinde ruhanî kıyafetleri giymeleri yasaklanmıştır. Türkiye’de
bulunan Türkler veya yabancıların, yabancı ülkelerin siyasî ve askerî kıyafetlerini giymeleri
yasaklanmıştır.
210 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Sosyal alanda gerçekleştirilen inkılâplardan birisi de Tekke ve Zaviyelerin


kapatılmasıdır. Selçuklulardan itibaren Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda tekke ve zaviye mensuplarının büyük katkılarının olduğu aşikârdır.
Hatta Osmanlı Devleti’nin Balkanlara açılması ve yükselmesinde de örneğin Ahiler gibi
tasavvuf erbaplarının etkileri olmuştur. Tekke ve zaviyeler yaygın birer eğitim kurumu
olarak da faaliyet göstermişlerdir. Fakat Osmanlı’nın her alanda gerilemesiyle birlikte tekke
ve zaviyelerde de yer yer bozulmalar görülmüştür. Mevcut haliyle tekke ve zaviyelerin
devamının mümkün olmadığını düşünen Mustafa Kemal Paşa, bu kurumların kapatılması
gerektiğine inanmaktadır. Nitekim O’nun tekke ve zaviyeler hakkındaki fikirlerini şu sözleriyle
özetlemek mümkündür: “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,
dervişler, müritler mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-ı
medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.” Nitekim
30 Kasım 1925 tarihinde çıkartılan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Kanunda;
Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf gerekse mülk olarak şeyhin tasarrufunda olan
tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Buna ilaveten şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik,
çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık ve büyücülük gibi unvanları kullanmak da
yasaklanmıştır.

Osmanlı Devleti çok milletli bir yapıya sahip olduğu için bu devlette birçok takvim
kullanılıyordu. Osmanlı’da devlet işlerinde genellikle Hicri takvim kullanılmıştır. Fakat devlet
bütçeleri ve malî işlerde 1840’dan itibaren Rumî takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Farklı
takvimlerin kullanılması birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bunun yanında saat
olarak da ezanî ve vasatî saat olmak üzere iki tür saat kullanılıyordu. Oysa uluslar arası
boyutta miladî takvim ve “gece yarısından başlayan 24 saatlik günlük zaman ölçüsü”
kullanılmaktaydı. Bu yüzdendir ki 26 Aralık 1925 tarihinde çıkartılan bir kanunla uluslar arası
takvim ve saat kabul edilmiştir. 1 Ocak 1926 tarihinde miladî takvim yürürlüğe girmiştir.
Bunun haricinde 24 Mayıs 1928’de Latin rakamları, Türk rakamları olarak kabul edilmiştir.
Ayrıca ölçü ve tartıdaki sıkıntıları gidermek adına da 26 Mart 1931 tarihinde uluslar arası
boyutta kullanılan uzunluk ölçü birimi metre ve katları; ağırlık ölçü birimi olarak da kilogram
ve katları meclis tarafından kabul edilmiştir.

Sosyal alanda gerçekleştirilen inkılâplardan bir diğeri de Soyadı Kanununun kabul


edilmesi ve eski unvanların kullanılmasının yasaklanmasıdır. Bir kişiyi tanımlamada; lakap,
baba adı ve memleketlerinin kullanılması nüfusta birçok sıkıntıyı beraberinde getiriyordu.
Bunun önüne geçmek adına 21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkartılmıştır. Bu
kanunla; “her Türk öz adından başka soyadını da taşımaya mecbur” olmuş; “Söyleyişte,
yazışta, imzada öz ad önde, soyadı sonda kullanılacaktır.” denilmiştir. Ayrıca rütbe,
memuriyet, yabancı ırk ve millet isimleri ile gülünç ve iğrenç anlamlar içerebilecek
soyadlarının kullanılamayacağı belirtilmiştir. Soyadı seçme vazifesi evlilik müessesesinin
reisi olan kocaya verilmiştir. Soyadı Kanunu sonrasında Mustafa Kemal Paşa’ya da Atatürk
soyadı verilmiştir. Bundan sonra 29 Kasım 1934 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan
bir diğer kanunla da; ağa, hacı, molla, hoca, hafız, efendi, bey, beyefendi, hanımefendi ve
hazretleri gibi üstünlük ifade eden bazı lakap ve unvanların kullanılması yasaklanmıştır.

Cumhuriyet döneminde resmî bayram ve tatiller hakkındaki bazı düzenlemeler


aşağıdadır: 19 Mart 1920 tarihli genelge üzere memlekette seçimler yapılmış ve millî
iradeye dayanan Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde açılmıştı. İşte bu tarih, daha
sonra 23 Nisan 1921 tarihinde resmî bayram olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Cuma olan
hafta tatili 1935 yılında Pazar gününe alınmıştır. Yine Ulusal Bayram ve Genel Tatiller
Hakkındaki Kanun’a göre; 22 Nisan öğleden sonra başlamak üzere 23 Nisan’ın Ulusal
Egemenlik Bayramı, 1 Mayıs’ın Bahar Bayramı, 30 Ağustos’un Zafer Bayramı, 29-30 Ekim
Türk İnkılâbı 211

günlerinin Cumhuriyet Bayramı ve 31 Aralık öğleden sonra başlamak üzere 1 Ocağın


da yılbaşı olarak tatil olması kararlaştırılmıştır. Bunun yanında dinî günlerden Ramazan
Bayramı’nın 3 gün, Kurban Bayramı’nın da 4 gün tatil olması kararlaştırılmıştır.

ATATÜRK VE SANAT
Atatürk’ün yurt ve millet dışında kişisel bir beklenti ya da arzusu yoktu. Amaç Türk
milletine özgü, çağdaş bir kültürün yeşerebilmesine imkân sağlayacak toplumsal zeminin
hazırlanmasıdır. Esasen yönetimin güzel sanatlardan toplum için talep ettiği zemin de
budur. 19 yüzyılda ve 20. yüzyılın başında bu zemin ve anlayış kaybolmuştu.

‘‘Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lâzımdır. Bu temellerin en mühimlerinden
biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Bir
millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkûmdur. Çoğu toplumlar o fe-
laketin derecesine fark edemez. Fark ettikleri günde ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak
lazım geldiğini tahmin edemez…’’

Atatürk, 19. yüzyıldan itibaren başvurulan kurtuluş çarelerinde birbiri ile çelişen gele-
nekselcilik ve çağdaşlaşma sürecini yakından izledi. Çelişkiyi bunalımın asıl sebebi olarak
görür. Nitekim sanatçılar da, bu çelişkiden nasibini almış ve birbirinden farklı kaynaklardan
beslenen geleneksel ve modern toplum arasında toplumsal bütünleşmeyi ve uyumlu den-
geyi nasıl kuracakları konusunda tereddütler yaşamışlardı.

Bu durum kültürel istikrarsızlığın sebebi olarak görülüyordu. Oysa Atatürk toplumsal


dönüşüm ve bütünlük için Türk gelenekçiliği ile Batı çağdaşlığının hurafelerden ve bağnaz-
lıklardan arandırılması koşulu ile uyum için yaşatılması gerektiğine inanıyordu. Bu inancını
davranışları ile de destekledi. Örneğin İzmir Kız Öğretmen Okulunda Selim Sırrı Tarcan’ın
yaptığı çalışmaları değerlendiren konuşmasında yukarıda belirtilen görüşlerini destekleyen
şu konuşmasını yapmıştı:

‘‘Selim Sırrı Bey, zeybek rakkasını ihya ederek ona medeni bir şekil vermiştir… Artık
Avrupalılara bizim de medeni bir raksımız var diyebiliriz. Zeybek dansı, her içtimai salonda
kadınla beraber oynanabilir ve oynanmalıdır.’’

Bu örnek toplumsal alanda yapılan inkılâpların sanat alanında nasıl halka mal edilebi-
leceğini göstermektedir.

Müzik
Atatürk, diğer alanlarda olduğu gibi müzik alanında da çağdaş dünya ölçülerinde bir
yenileşmenin gerekliliğine inanmaktadır. Bu konudaki görüşlerini en açık biçimde 1 Kasım
1934’te TBMM’nin dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada bulabiliriz.

‘‘Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim.


Bu yapılmaktadır. Ancak bundan en çok en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir.
Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.

Bugün dinlenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça
bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleşileri toplamak,
onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu güzeyde
(şekilde), Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir’’.

Ulusal Türk müziğinin şekillendirilmesi, öğretilmesi ve yaygınlaştırılması için ilk ciddi


girişim Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra başlatılmıştı. İlk iş olarak 1916’da İstanbul’da
212 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Maarif Nezareti tarafından kurulan ve o zamana kadar bir ‘‘Meşkhâne’’ olmaktan öteye
gidemeyen Darü’l-elhan 1923’te Vilayet’e bağlanarak yeniden şekillendirildi. Bir Garp
Musikisi Şubesi açılarak Darü’l-elhan bir çeşit ‘‘yarı konservatuar’’ konumuna sokuldu.

İkinci adım 1 Eylül 1924 tarihinde kurulan Musiki Muallım Mektebi’nin açılması ile atıl-
dı. Cebeci’de Şakir Ağa tarafından otel olarak inşa edilen binada 1 Kasım 1924’te öğretime
başladı. Okul Müdürü Riyaset-i Cumhur Flarmonik Orkestrası Şefi Osman Zeki Bey’di.

Okul Atatürk’ün ‘Halkın musiki ihtiyacını düşünmek gerekir. Halkın musiki zevkinin ge-
lişmesi için bu musikiye (batı musikisine) alışması ve bu musikiden hoşlanması için, köklü
bir musiki ihtiyacı vardır’ sözlerine uygun eğitim yapacaktı. Başlangıçta orta öğretim kurum-
ları için müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan Musiki Muallim Mektebi, gerektiğinde
orkestra üyesi yetiştirme görevini de yaptı.

Üçüncü aşama İstanbul Vilayet makamına bağlı olarak öğretim yapan Darü’l-elhan’ın
yeniden düzenlenerek 1927’de İstanbul Konservatuarı’na dönüştürülmesidir. Yeni dönemde
Konservatuar Türk müziği üstündeki çalışmalarını folklor alanına kaydırdı. Aralarında
genç müzisyenlerden Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken gibi genç
sanatçılar tarafından Anadolu’dan derlenen forklor malzemeleri “Halk Türküleri” adıyla 14
defter halinde yayınlandı. Derlemenin amacı yeni Türk bestecilerine ulusal motif ve tema
malzemesi sağlamaktı.

Atatürk’ün direktifleri ile 19 Şubat 1932’de açılan Halkevleri ile Türk müziği çalışmaları
yeni bir boyut kazandı. İstanbul Eminönü Halkevi, Ulusal Türk Müziğinin en kısa zamanda
doğunun mistik havasından kurtarılarak çağdaşlaştırılmış hali ile halka benimsetebilmek
için harekete geçti. Bu amaçla Viyana’lı Kompozitör Prof. Dr. Joseph Marx’a müzik sorunları
konusunda konferanslar verdirdi. Marx, Türk müziğinin çağdaşlaştırılması için yapılması
gerekenleri şu cümlelerle özetlemiştir. ‘Şimdi önümüzde önemli bir sorun var. Türk müziği
ile batı müziğini birbirine yaklaştırmak… Türk müziği Avrupa müziğinin tekniklerinden
yararlanacak ama ulusal özelliğini hiç yitirmeyecektir’.

Bu girişim Atatürk’ün; müzikte yapılması gereken değişiklik halkın ince duygu ve


düşüncelerini anlatan söyleşilerin olması, bu müziklerin halktan toplanıp yazıya dökülerek
yayınlanması ve bunların musiki kurallarına göre işlenmesi, talebine uygundur.

Dördüncü aşama Atatürk’ün direktifleri ve himayesi ile Kültür Bakanı Abidin (Özmen)
Başkanlığında 26 Kasım 1934’te gerçekleştirilen müzik kongresidir. Atatürk, aralarında
Veli, Ahmet Adnan, Cemil Reşit, Necip Kazım, Feridun Cemal, Ulvi Cemal, Halil Bedi gibi
çok sayıda ünlü müzisyenin katıldığı kongre ile yakından ilgilenmiştir.

Beşinci aşama ise opera denemeleri ile gerçekleşti. 1934-1935 yılları Ankara’sında
Atatürk’ün girişimi ile ilk opera temsili gerçekleştirildi. İlk opera 19 Haziran 1934’te İran
Şahı’nın Türkiye’ye gelişi onuruna Ankara’da Feridun (Özsöz) operasında sahneye
kondu. Konusu bizzat Atatürk tarafından tespit edilen libretto, Münir Hayri Egeli tarafından
hazırlandı ve bestesi o yıl Riyaset-i Cumhur Orkestrası yönetmeni Ahmet Adnan Saygun’a
verildi. Atatürk, temsili çok beğenmiş ve konuk Şah’ın sanatçıları överek onurlandırmıştı.

1935 yılında da librettosu yine Münir Hayri Egeli tarafından yazılan ve Ulvi Cemal
Erkin’in bestelediği “Ülkü Yolu” operası sahnelendi.

Atatürk, 9 Mayıs 1935’teki CHP Dördüncü Büyük Kurultayı’nın açılışında yaptığı ko-
nuşmada bu çalışmalardan duyduğu memnuniyeti şu cümlelerle ifade etti:
Türk İnkılâbı 213

“Aydın Saylavlar (Milletvekilleri) Kültür kınavımızı (çalışma) yeni ve modern esaslara


göre, teşkilatlandırmaya durmadan devam ediyoruz… Ulusal musikimizi, modern teknik
içinde yükseltme çalışmalarına bu yıl daha çok emek verilecektir.”

Tiyatro
Türkiye’nin modernleşmesinde tiyatroyu önemli bir öğe olarak kabul eden yeni rejim, Devlet
Tiyatrosu kurma hedefine ise Atatürk’ün ölümünden sonra ulaşabildi.

Atatürk bu alandaki ilk adımı Haziran 1923’te İzmir’de izlediği bir tiyatro ile attı.
Oyundan sonra oyuncuları tebrik eden Atatürk, kadınlar aleyhine izleyici olarak bile yüz-
yıllar boyunca süregelen yasağın artık sona ermesi gerektiğini söyledi ve devletin tiyatro
sanatını destekleyeceğine söz verdi. Aynı yıl Atatürk, aralarında Yunus Nadi ve Falih Rıfkı
Atay’ın da bulunduğu bazı yakın arkadaşları ile birlikte Türk Tiyatrosunun Temelini atmak
ve geliştirmek istedi.

Sahneye konulacak oyunlarda ise şu özelliklerin bulunması istenmişti: “Hususiyle


millet ve vatan sevgisini, İnkılâpçılık heyecanını kuvvetlendirecek eserler. Türk Tarihinin
büyük anlarını yaşatan, Millî Mücadele’nin kahramanlıklarını anlatan, memleketin
büyük şehirlerini, kasabalarını, köylerini ve tabii güzelliklerini, tasvir ederek ayrı ayrı her
köşesini tanıtan ve sevdiren, taassubun, batıl itikatların, fena göreneklerin çirkinliklerini ve
gülünçlüğünü ortaya koyan, ahlâk ve yürekliliğini her sahada güzel örneklerle gösteren,
halkçılık sevgisini aşılayan ve ruhları o büyük yola yönelten yazılar”.

Bu görüşlerden yola çıkan 1930 sonrası tiyatrosu, Türkiye’nin kaderini çizen, Milliyetçi,
Halkçı, Cumhuriyetçi prensipler ışığında Cumhuriyetçi ruhu topluma ve yeni nesillere
aşılama görevini üstlendi.

Ancak bu alanda da çağdaş seviyeyi yakalamak için yabancı rehberlere ihtiyaç


duyuldu. Bu amaçla Ankara’da kuruluş çalışmaları süren konservatuarın temsil bölümü için
Maarif Vekâleti tarafından Alman Prof. Carl Ebert davet edildi. Davet yazısında ‘Türkiye’de
tiyatro hayatının kâfi derecede inkişaf etmediği, İstanbul’da birkaç iyi elemana mâlik
bir şehir tiyatrosu varsa da, hükümetin bu sahada yeni bir ıslahat yapmak istediği için
Vekâlet’in tiyatro işini bir mütehassısın eline vermek maksadında olduğu, bu mütehassıs’ın
bütün tiyatro meselelerinde Vekâlet’in müşaviri olarak Ankara’da bulunacağı‘.

22 Şubat 1936’da Anakara’ya gelerek çalışmalara başlayan Ebert, aynı yıl imzalanan
ikinci anlaşma ile Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu’ndaki konservatuar’ın temsil şubesini
kurmak üzere görevlendirildi.

Atatürk 1 Kasım 1936’da TBMM’nin açılışında bu çalışmaları şu ifadelerle duyurdu:


‘Güzel sanatların her şubesi için, Kamutay’ın (Meclis’in) göstereceği alâka ve emek, milletin
insanı ve medeni hayat ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir’.

Ancak Atatürk yapılan çalışmaları yeterli bulmamış olacak ki 1 Kasım 1937’de TBMM
Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma yılı açış konuşmasında bu konuda daha çok çalışılması
gerektiğini şu ifadelerle belirtmiştir:

‘Geçen yıl Ankara’da kurulan Konservatuar’ın müzikte, sahnede, kendisinden


beklediğimiz teknik süratle verebilecek hale getirmek için, daha fazla gayret ve fedakârlık
yerinde olur.’

Atatürk’ün bu uyarısı hemen dikkate alındı. 8 Kasım 1937’de Başbakanlığa getirilen


Celal Bayar konu ile ilgili şu açıklamayı yaptı: ‘Ulus tiyatromuza Türk kültürünün ve güzel
214 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türkçe dilimizin en estetik ve yalın ifadesinin yansıması olarak yaklaşacağız. Böylece


ulusal tiyatro, ulusal sanatımızın en verimli kaynağı olacaktır. Amacımızı gerçekleştirmek
için modern tekniklerin uyarlanması üzerine durmamız gerekmektedir.’

Bayar, Atatürk’ün talepleri doğrultusunda çalışmaları hızlandırdı. Ebert’e Ankara


Devlet Konservatuarı’nın tiyatro ve opera organizasyonunu ikmal ve tedrisatını idare ve
Devlet Konservatuarı tatbikat sahnesi temsil ve opera faaliyeti ile ilgili her türlü teknik işleri
idare etmek yetkisi de verildi.

Ancak Devlet Konservatuarı’nın tüm bölümleriyle modern bir öğretim kurumu olarak
açılışı 1940’lara kadar sürdü. Ama her türlü alt yapısını hazırladığı çalışmanın sonuçlarını
Atatürk göremedi.

Heykel Sanatı
Bizde heykelciliğin tarihçesi diğer sanat dalları ile mukayese edildiğinde çok kısadır. Bu
gecikmede en büyük etken, İslam inancında heykelin bir put sayılmasıdır.

Bu alandaki ilk ciddi girişim 2 Mart 1883’te öğretime başlayan Sanay-i Nefise
Mektebi’nde bir heykel bölümünün açılması ile başlar. Ancak okulun heykel bölümüne her
yıl 15 öğrenci alınmasına rağmen 1883 – 1923 yılları arasında ancak üç öğrenci eğitimini
sonuna kadar sürdürüp mezun olabilmiştir. Bunlardan İsa Behzat 1893’te, Mehmet Mahir
Tomruk 1913’te, Rüştü Aşir Acudoğlu 1918 yılında kayıt olmuşlardı.

Cumhuriyet dönemine kadar Türkiye’de dikilen ilk heykel Sivas Valisi Muammer Bey
tarafından 1914–1918 yılları arasında Zara’da diktirilen Sultan Osman anıtıdır. Bu anıt
1936’da Sivas Valisi olan Nazmi Toker tarafından yıktırılmıştır.

Cumhuriyet döneminde heykelciliğin geleceği Atatürk’ün 23 Ocak 1923’te Bursa Şark


Sineması’ndaki konuşması ile yeni bir boyut kazanır. Bu konuşması sırasında kendisine
anıtlar konusunda bir soru soran vatandaşa verdiği cevap onun heykel alanında esaslı
biçimde çok önceden düşündüğünü ve yapacaklarını da belirlediğini gösterir: ‘Abidattan
(anıtlar) bahseden arkadaşımızın maksadı heykel olsa gerekir. Dünyada mütemeddin
(uygar) müterakki (ileri) ve mütakâmil (gelişmiş) olmak isteyen herhangi bir millet,
behemehâl heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir. Abidatın şuraya buraya hatıratı
tarihiye olarak rekzinim (dikilmesinin) mugayiri din (din aleyhtarı) olduğunu iddia edenler,
ahkâmı şerriyeyi lâyıkı ile tetkik etmemiş olanlardır. Cenabı Peygamber’in din İslamı
tesisinden bu ana kadar bin üç yüz bu kadar sene geçmiştir. Hazreti Peygamberin evamiri
ilahiyesi (kutsal emirleri) tebliğ esnasında muhattapların kalp ve vicdanlarında putlar vardı.
Bu insanları tariki hakka davet için evvela taş parçalarını atmak ve bunları ceplerden ve
kalplerden çıkarmak mecburiyetinde idi. Hakayiki islamiye tamamiyle anlaşıldıktan ve
hâsıl olan kanaati vicdaniye kuvvetli hadüsat ile deteeyyüt eyledikten (gerçekleştikten)
sonra bir takım münevver insanların böyle taş parçalarına taabbüdünü (tapındığını) farz
ve zan etmek İslami tahkir etmek demektir. Münevver ve dindar olan milletimiz terakkin
esbabından biri olan heykeltıraşlığı azami derecede ilerletecek ve memleketimizin her
köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hayatını güzel heykellerle
dünyaya ilan edecektir’.

Bu konuşmadan, yaklaşık iki yıl sonra heykel konusunu yeniden gündeme alan Atatürk
bu alanda da yabancı sanatçılardan faydalanılacağı açıklandı. Nitekim Türkiye’ye davet
edilen Avusturya’lı sanatçı Heinrich Krippel’e 1926’da İstanbul Sarayburnu ve Konya’da,
1927’de Ankara Ulus Meydanı (Atlı) 1931’de Samsun (Atlı) ve 1938’de Ankara Sümerbank
önündeki Atatürk anıtları ve 1935’te de Afyonkarahisar Zafer Anıtı yaptırıldı.
Türk İnkılâbı 215

1925’te irtibata geçilen diğer heykeltıraş İtalyan Pietro Canonica’ya 1927’de Ankara
Etnografya Müzesi (Atlı) ve Ankara Zafer Alanı, 1932’de İzmir (Atlı) Atatürk Anıtları ve
1928’de İstanbul Taksim Cumhuriyet anıtları yaptırıldı.

1935’te yaptırılan Ankara Güven Anıtı ise Anton Hanak ile Josef Thorak’a sipariş
edilmişti.

Yabancı heykeltıraşlarla ilginç bir hatırayı kendi imkânları ile Almanya’ya gidip Münih’te
değişik atölyelerde heykeltıraşlık eğitimi alan ve yurda döndükten sonra 1925’de Ankara
Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Kenan Yontuç şöyle naklediyor: ‘1928 Eylül ayındaki
evlenme töreninde Atatürk de bulunmuştu. Bir ara Maarif Vekili Mustafa Necati Bey, Paşam
heykeltıraş Canonika’ya bütün vilayetlerimiz için heykelinizi yaptıracağız dedi. Söz istedim:
Paşam izin verirseniz arz edeyim. Timur’un Cengiz’in heykelleri yapılmadı. Namları da
unutulmuş değiller. Sizin askeri dehanız yanında büyük inkılâpçılığınız gelir. İzin verirseniz,
sizin heykellerinizi biz Türk sanatçılar yapalım. Güzel sanatların bu dalında biz çok yeniyiz,
henüz yetişmedik. İleride yetişecekler içlerinden gelecek sevgi ile sizi edebileştireceklerdir.
Mesela ediplerimiz, şairlerimiz, zayıftır diye bu büyük hamâset destanını O, Annunzio’ya mı
yazdıralım? Dedim. Ben konuşurken Kayınpederim Kâzım Paşa dâhil herkes, Atatürk’ün
kızacağından korkarak oradan uzaklaşmıştı. Atatürk, Maarif Vekili’ne dönerek: Çocuk
doğru söylüyor Necati Bey. Bu işi durdurun bizimkiler yapsınlar’ dedi.

İşte bu olayın ardından Türk heykeltıraşlarda sahne aldı. Örneğin Kenan Yontuç,
1930’da İnönü, 1933’te Kazım Özalp büstünü, 1938’de Mersin İnönü heykelini Nusret
Süman, 1934’te Mülkiye Mektebi ve 1935-36’da Artvin Atatürk büstünü, 1935’te Tokat,
1937’de de Muğla Atatürk Anıtını yaptı.

Resim
Türkiye’de batı anlayışında resim 19. yüzyılın ilk yarısında Saray çevresinde ilgi gören
Avrupalı ressamların etkileri ile başladı ve 20. yüzyılın başlarına kadar özgün yöntemleri ile
birkaç kişi ön plan çıktı. Bunlar arasında İbrahim Paşa, Servili Ahmet Emin, Şeker Ahmet
Paşa, Osman Hamdi ve Halil Paşa dikkate değer. 20. yüzyılın başlarında ise İbrahim Çallı,
Feyheman Duran, Hikmet Onat, Nazmi Ziya Güren ve Ruhi Arel dikkat çeker. Bunların
hemen hepsi 1910’da eğitim için Paris’e gönderilen ancak I. Dünya Savaşı’nın başlaması
ile yurda dönen ve Çallı kuşağı diye bilinen ressamlardır.

Bu grup 1919 yılından itibaren her yıl Ağustos ayında itibaren yaptıkları resimleri ser-
gilemeye başladı. Bunlardan 1923 yılında açılan beşinci sergi Cumhuriyet hazırlıklarının
ilerlediği ayların heyecanını taşır. Sergi ile yakından ilgilenen Atatürk, kendi adına açılışı
yapması için Hamdullah Suphi Bey’i görevlendirir.

Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte devletin, sanat etkinliklerine sahip çıktığı ve ilgiyi
yeni kurulan başkent Ankara’ya çekmek istediği görülür. Nitekim her yıl Ağustos ayında
Galatasaray Lisesi’nde açılan Sanayi-i Nefise sergilerinin, Bakanlar Kurulu Kararı ile 12
Eylül 1926’dan itibaren Ankara’da da açılmasına karar verildi.

Yine Cumhuriyet’in ikinci yılında çağdaş resim tekniklerini ve kültürünü öğrenmek


için bir grup ressam Avrupa’ya gönderildi. Bunlar yurda döndüklerinde Türkiye’de yetişen
meslektaşları ile birlikte 15 Temmuz 1928’de Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliğini
kurdular.

Birliğin ilk sergisi Ankara Türk Ocağında Hamdullah Suphi tarafından açıldı. Sergiyi
Atatürk de gezmiş ve genç ressamlara ‘bu sergiyi her yıl devam ettirin’ demişti.
216 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

1933 yılı Cumhuriyet için olduğu kadar resim sanatı içinde çok önemli bir yıldır. O
yıl “Yurt Gezileri adı altında aralarında Nurullah Berk, Abidin Dino, Elif Naci, Cemal Tolu,
İbrahim Çallı gibi sanatçılar Anadolu’ya gönderildi. Yapılan resimler eski Maarif Vekâleti
binasının çatı katında Türk İnkılâp Sergisi” adı altında sergilendi. Serginin açılışı bizzat
Atatürk tarafından yapıldı. Saatlerce sergiyi gezip incelemeler yapan Atatürk bir ara resim
sahiplerinden İbrahim Çallı’ya Efe resimlerini göstererek ‘Efe hiç böyle örtü üzerine oturur
mu? Nerede bu üçünün (Efelerin) atları’ gibi sorular sordu.

Atatürk, diğer sanat dallarına olduğu gibi resim’e ve ressama da büyük saygı duymuş,
zaman zaman da, onlarla görüşmüştü. Örneğin bir keresinde Ressam İbrahim Çallı ile
görüşürken Çallı’nın ‘Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal’in portresini yapmamıza izin
veririmsiniz Paşam’ diyerek üstü kapalı modellik talebine ‘madem ki gönüllerde yaşayan
Mustafa Kemal’i çizmek istiyorsun benim modelliğime ihtiyacın yok’ diyerek cevap verir.

Atatürk sanata büyük önem vermesine karşılık sanatta aşırılığa gidilmesini tasvip
etmez. Münir Hayri Egeli bu konuda ilginç bir örnek nakletmektedir. Hükümet yabancı
bir ressama Atatürk portresini sipariş eder. Portre bittikten sonra bir akşam Çankaya’da
davetlilere gösterilir. Ancak resmin Atatürk’e pek benzemediği konusunda kanaat oluşur.
Bu görüşler karşısında Atatürk ‘Olabilir fakat inanır mısınız bu portre bir aralık bana
son derece benzemişti. Fakat üstat durmasını bilmedi. Sanatkârlar, kumandanlar gibi
zamanında durmasını bilmelidirler. Aksi halde, vardıkları muvaffakiyet zümresinden iniş
başlar. Millî Mücadele’nin sonlarında bir kumandan bana şöyle bir telgraf çekti: Emir ver,
bir hafta sonra Mataban Burnu’ndayım. Derhal kendisine dur emrini verdim. Belki dediği
doğru idi. Fakat biz ülkelerin değil, insanların gönlünü fethetmek isteriz. Eğer biz o zaman
durmasını bilmeseydik, bugünkü dünyada şamil prestijimiz ne olurdu? Kumandanlar da
sanatkârlar gibidirler, bir yerde durmasını bilmezlerse, zaferleri payidar olmaz’ der.

Edebiyat
Atatürk her zaman güzel söz söylemeye ve yazmaya önem vermiştir. Hatta bir ara Timur’un
Ankara’ya gelişi ve Yıldırım Beyazit ile karşılaşmasını konu alan bir tiyatro eseri bile yazma-
ya teşebbüs etmişti. Okuduğu kitaplar arasında Viktor Hugo, Byron Russeu, Montesqiue,
Daudet ve August Comte’nin eserleri vardır.

Atatürk’ün savaş alanlarında at sırtında bile roman okuduğu bilinmektedir. Balkan sa-
vaşlarında şehit düşen dostu Ömer Lütfü Bey’in İtalyan asıllı eşi Madam Corrinne’le mek-
tuplaşmalarında sık sık okuduğu romanlara değinirdi.

Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in eserlerini çok iyi bilir, zaman zaman Fikret’i ezbere
okurdu. Türkçeyi çok iyi kullanırdı. Kültürel ve sanatsal birikimi ile edebiyatın tanımını bile
yapmaktadır.

Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır. Söz ve manayı, yani insan dimağında yer
alan, her türlü bilgiler ve insan karakterlerinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri
veya okuyanları, çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki
edebiyat, ister nesir halinde olsun ister nazım şeklinde oldun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık
gibi bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.

Edebiyatın hedefi ise şöyle açıklanmıştı:

‘Beşeriyette en müspet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan hayatta ve kanla


karşılamak kendileri için alnında yazılı olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dâhi,
kendini içinde bulunduğu topluma anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık
Türk İnkılâbı 217

yolculuğunu hazırlayabilmek için, uyandırıcı hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakâr ve


kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur’.

Bu ifadeler, zor zamanlarında halkı uyandırıcı hedeflendirici ve yönlendirici bir vasıtadır.


Ancak dikkat edilmesi gereken konu bu vasıtaların fedakâr kahraman ve yapıcı bir özellik
taşımasıdır. Normal zamanlarda ise toplumun içinde bulunduğu dönemini ve geleceğini
koruyan ve daima koruyacak olan bir terbiye yani eğitim aracı saydığı da görülmektedir.
Aşağıdaki ifadeleri bu görüşünü daha iyi ortaya koymaktadır:

‘Edebiyat, her insan cemiyeti ve bu cemiyetin hal ve istikbalini koruyan ve koruyacak


vasıtalarından biridir’.

Atatürk, bu görüşleri doğrultusunda Cumhuriyet’in ilanından sonra edebiyata yeni bir


yön vermişti. Osmanlı dönemindeki dinsel, geleneksel ve muhafazakâr edebiyat anlayışı
Cumhuriyetle birlikte kaynağını halktan alan, batının bilim ve tekniğini kullanan, devamlı
yeniliklere açık milli edebiyata yönelmiştir. Bunun için halkçı eğitim-öğretim seferberliği
başlatılmıştır. Halkevleri, okul, basın ve okuma yazma imkânları artırılmıştır, dil devrimi
hazırlıkları, Derleme-Tarama sözlüklerinin hazırlanması Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu ve
çalışmaları yeni ve canlı bir edebiyatın oluşmasına zemin hazırlamış, sistemli bir çeviri
çalışması ile de batı dünyası ile kültürel bir köprü kurulmuştur.

Böyle bir toplumsal değişim içinde edebiyat, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, ülkülere
yönelen ve devrimleri destekleyen eserleri ile toplumu estetik yönden eğiten bir görevi
üstenmiştir. Çünkü devrimler, yeni kurumlarını oluştururken, yeni yetişecek neslin bunlara
sahip çıkması ve geliştirilmesi istenmiştir. Bu yüzden Atatürk diğer sanat dallarında olduğu
gibi edebiyatta da kendisinin ön plana çıkarılmasına taraftar olmamış buna karşılık yapılanlar
ön plana çıkarılarak halka mal edilmeye çalıştırılmıştır. Faruk Nafiz’ın “Kahraman”ı, Reşat
Nuri’nin “İstiklal”i, Aka Gündüz’ün “Mavi Yıldırım”ı, bu niteliktedir.

Yine bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’ni konu edinmesinin yanı sıra, dolaylı olarak eski
Türk yurdunu, tarihi ve soyunu ele alarak bu yoldan Atatürk’le paralellik kuran çalışmalar da
vardır. Örneğin Selahattin Batu’nun “Oğuzata” ve Münir Hayri Egeli’nin “Bayönder”i gibi.

Aynı şekilde Millî Mücadele sonrası devrimlerin, özellikle de batılılaşma ve laik dünya
görüşünün toplumda, ailede ve halkta meydana getirdiği problemler romanlarda açıkça yer
almış, karşı çıkılan kurum ve düşünceler rahatça eleştirilmiştir. Bu alanda Halide Edip’in
“Vurun Kahpeye”, Yakup Kadri’nin “Nur Baba”, Reşat Nuri’nin “Yeşil Gece”, Memduh
Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları, Peyami Safha’nın 9. Hariciye Koğuşu romanları
dikkat çekicidir.

Dönemin sosyal çalkantılarını en iyi yansıtan eserlerden biri ise hiç şüphesiz Yakup
Kadri’nin “Panaroma”sıdır.

Şiir
Atatürk okul yıllarından itibaren şiire ilgi duymuş ve bilhassa hocası Ömer Naci’nin anla-
tımlarından etkilenmiştir. İdadi’de okurken şiire duyduğu ilgiyi Ocak 1922’de “Hayata Dair
Hatıralarından” bahsederken şöyle anlatmaktadır. ‘Şiir yazmak hakkında idadi Hocası’nın
vaaz ettiği memnuiyeti unutamıyorum. Fakat güzel söylemek ve yazmak baki idi’.

Atatürk baki olan bu duygudan bahsederken ‘İnsanlarda bir takım ince yüksek ve te-
miz duygular vardır ki, insanlar onları yapar. İşte o ince yüksek, derin ve temiz duyguları en
ziyade duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir’.
218 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bu duyguların en iyi şekilde anlatılabilmesi için esaslı bir kültür sahibi olunması
gerektiğine inanan Atatürk, bu niteliklere sahip olduğuna inandığı Mehmet Emin Yurdakul’un
Millî Mücadele’ye katılmak için İnebolu’ya geldiğini duyunca ona şu telgrafı çekmiştir:

‘Türk milliyetperverliğinin ilâhi mübeşşiri olan şiirlerimiz bugünkü mücadelemizin


ruh-i hamasetine ufk-ı tulü olmuştur. (hamasi ruhuna yeni ufuklar açmıştır) Teşrifinizden
duyduğum memnuniyeti beyan ile sizi milletimizin babası olarak selamlarım’.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Atatürk şiiri estetik değerinin yanı sıra yeni ufuklara
yönelen bir sanat dalı olarak görür. Bu bakış açısı Cumhuriyet’in ilk on yılında kendisini Millî
Mücadele yıllarındaki zaferleri yücelten ve Anadolu’nun duygu ve hasret yüklü deyişlerini
yeniden keşfetme gayreti olarak belli etti.

Hece vezni ve milliyetçi duygu ile yazılan şiirlerde amaç, konularını Cumhuriyet
devrimleri ve Anadolu bozkırı ve insanlarından alan bir “Memleket Edebiyatı” yaratmaktı.
Hareketin dikkat çeken öncüleri arasında Ömer Bedrettin, Arif Nihat, Kemâlettin Kâmi, Zeki
Ömer Defne, Necmettin Hali gibi isimler sayılabilir.

1928’den sonra Türk şiirinde bir çeşitleme ve yoğunlaşma görülür. Bu dönemde dikkat
çeken şairlerden bazıları Fransız Ozanların (Baundelaire, Valery gibi) etkisi ile Ahmet
Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip gibi sembolist estetiği benimseyen, kimi Ahmet Kutsi Tecer
gibi Folklor ve Köy hayatından örnekler veren kimi de Necip Fazıl gibi mistik bir Anadolu’dan
bahseden şiirler yazıyordu. Bu arada Nazım Hikmet sosyal içerikle kaleme aldığı, şiirleri ile
edebiyata yeni bir hava getirdi.

1933’te Behçet Kemal, Cevdet Kudret, Yaşar Nabi, Ziya Osman ve Cihat Sıtkı’nın
katılımı ile süren şiir etkinliği, 1938 ve sonrasında Fazıl Hüsnü, İlhan Berk, Orhan Veli,
Cemal Süreyya ve Turgut Uyar gibi şairlerin günlük dile karşı çıkan, sadece seçkin kelime
ve çağrışıma dayanan anlayışları ile yeni bir boyut kazandı.

Fotoğrafçılık
Resimde Cumhuriyet öncesi malzeme incelendiğinde fotoğraf sanatının çoğunlukla anı ve
belge fotoğrafçılığı ile sınırlı kaldığı görülür. Zengin kişilerin madalya ya da gümüş çerçeve
içindeki portrelerinden, şehir görüntülerini yansıtan kartpostallardan dönemin hayat tarzını,
giyim kuşam özelliklerini ve meslek gruplarını tanımak mümkündür. Bu sebeple fotoğraf
malzemesi yalnızca sanat ürünü olarak değil aynı zamanda kültür tarihi olarak da çok de-
ğerlidir.

Atatürk döneminde diğer alanlarda olduğu gibi fotoğrafçılık alanında da Batılı fotoğraf-
çılardan faydalanılmış ve Avusturya’lı fotoğraf sanatçısı Othmar Plerschy Türkiye’ye davet
edilmişti.

1936’da Atatürk’ün emri ile Ulus Gazetesi’ne alınan Cemal Işıksel Atatürk’ün hayatını
belgelendirdi. 1930’lu yıllarda Halkevleri, Atatürk’ün direktifleri ile amatör fotoğrafçılığı milli
bilinci canlandırmak amacı ile desteklemeye başladı. Kurslar açıldı. Sergiler düzenlendi.
Türkiye’nin doğal ve tarihi güzellikleri bu sergiler aracılığı ile hem halka hem de dışarıya
tanıtıldı.

Mimarlık
Geçmiş ile günümüzün ve Türk ile Batı’nın bir sentezini oluşturma fikri mimarlıkta yeni bir
düşünce değildir. Batı ile ilişkilerin ilk yıllarında başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere gayri-
müslim mimarlar yerli ve yabancı öğeleri kaynaştırmaya çalıştılar.
Türk İnkılâbı 219

Diğer sanatlarla karşılaştırıldığı zaman, bu yöndeki deneyimler mimarlık üzerinde


daha çok sorunlara neden olur. Bunun sebebi mimarlığın toplum üzerinde daha doğrudan
bir etkisinin olması ve toplumla daha fazla ilişkisinin bulunmasıdır. Kimse Orhan Peker’in
resimlerine bakmak veya Bülent Aral’ın elektronik müziğini dinlemek zorunda değildir. Ama
insanlar öyle ya da böyle, binalara bakmak bunlar içinde yaşamak zorundadırlar.

Bu noktadan hareketle Atatürk Cumhuriyet’le birlikte kurulmak istenen modern devleti


yüceltmek ve kendi kimliğini kazandırmak için mimarlığın önemli bir araç olduğu düşün-
cesindedir. Bu itibarla Atatürk Mili Mücadele’den sonra başkent olarak seçilen Ankara’nın
Cumhuriyet’e ve modern Türkiye’ye yakışacak çağdaş bir kent olarak yeniden inşa edilme-
sini ister.

Bu amaçla 1927’de başkent’in planlaması yarışması açılır. Yarışma sonunda


Ankara’nın planlama işi Alman şehir bilimcilerinden Hermann Jansen’e verilir. Jansen,
Ankara’nın elli yıl sonra 300.000 kişiyi barındıracağını öngörerek planlamasını yapar.
Ayrıca Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkan iş bölümüne göre, yeni işlevleri görecek ve
toplumsal istekleri karşılayacak, halkın ortaklaşa kullanabileceği alanları öngörmek,
modern Türkiye’nin yönetimsel merkezini belirlemek ve eski Ankara’nın tarihsel dokusunu
korumak temel amacıydı.

Atatürk’ün katkıları ile Jansen’in yaptıkları yurt dışında şu şekilde açıklanmaktadır:

‘Bir sene zarfında Ankara’da pek çok ıslahat yapılmış ve yüksek binalar inşa edilmiştir.
Bu ise Türkiye’yi idare eden hükümetin millet ve memleketi inkırazdan (batmaktan-yok
olmaktan) kurtaran büyük bir liderin himmeti ile olmuştur. Ankara hükümet merkezi olmaz
diyenlerin bu vehimleri (endişeleri) zail (yok) olmuştur. Ankara artık ebediyen Türklerin
hükümet merkezi olacaktır.’

Ankara’da başlatılan kent uygulamaları ülkede 1930’lardan sonra büyük bir hızla arttı.
Hükûmet ise çağdaş kent uygulamalarına katkı sağlamak için 1930’da,1580 sayılı Belediye
Yasası’nı çıkardı. Belediyelere bu yasa ile “Müstakbel Şehir Planı” ve en az beş yıllık
çalışma ve imar programı yapma mecburiyeti getirildi. 1935 yılında 1580 sayılı yasaya ek
2163 sayılı yasa ile nüfusu on binden fazla olan belediyelerin harita ve imar planları ile bazı
altyapıları için 2494 sayılı yasayı çıkardı. Yasanın yürütme yetkisi ise İçişleri Bakanlığına
verildi. Ayrıca kentlerin bayındırlığı için 1933’de Belediyeler Bankası kurularak hem
belediyelere maddi yardım yapılması sağlandı hem de özel bir denetim yolu oluşturuldu.

Ancak ülke genelinde yeterli sayıda mimar olmaması sebebiyle yurt dışından çok
sayıda mimar getirildi. Bunlar bir önceki döneme göre daha akılcı uluslararası bir biçim
anlayışıyla eserler verdiler. Örneğin Avusturya’lı Clemens Holzmeister Milli Savunma
Bakanlığını (1928-1930)’da, Ankara Orduevini (1930-1933)’de, Cumhurbaşkanlığı Köşkünü
(1931-1932)’de, Merkez Bankasını (1931-1934)’te, Yargıtay’ı da (1933-1934)’te inşa etti.

Atatürk döneminde görev yapan yabancı mimarlar arasında;1930-1936 yılları arasında,


Milli Eğitim Bakanlığı danışman mimarlığı ve Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyeliği
görevlerini yapan Ernst Egli, 1935-1946 yılları arasında Ankara Siyasal Bilgiler Okulunun
mimarlığını yaptı. Şehircilik hocası Ernst Reuter, 1935-1936 yıllarında Sümerbank Genel
Müdürlüğünün Mimarı Martin Elsaesser, 1937-1938 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi
hocası ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Ankara Atatürk Lisesi mimarı (1937-1940) olan
Bruno Taut dikkat çeken bazılarıdır.

Atatürk döneminde yerli mimarlara da dikkatle izlenir. Ortaya koydukları en basit


eserler bile göklere çıkarılır. Cumhuriyetin kuruluşunda var olan ve ilkeleri Vedat ve
220 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kemâlettin Bey’ler tarafından belirlenen I. Milli Mimarlık Akımı, milli bilinci onurlandırıcı
bir üslup geliştirdiği için yönetim tarafından da desteklenmiş ve kışla, tren istasyonu,
okul gibi yapıların bu üslupla inşa edilmesini istemiştir. Bu dönemde yapıların önemli bir
kısmı Vedat Tek, A. Kemâlettin Bey, Arif Hikmet Koyuncuoğlu, Tahsin Sermet, Necmettin
Emre tarafından yapılmıştır. Bu mimarlardan Ankara’ya ilk gelen Vedat Bey’dir. Vedat Bey
önce Çankaya Gazi Köşkü’nü onarmış, 1922’de, 1924’ten sonra TBMM olarak kullanılan
Cumhuriyet Halk Fıkrası Mahveli’ni kendine özgü mimarlık anlayışı içinde biçimlendirmiştir.
Ankara Palas’ın inşasına başlamış fakat Kemâlettin Bey tarafından bitirilmiştir. 1926’da
Arif Hikmet (Koyuncuoğlu)’e Kutsal emanetleri saklamak ve Türk Forklorunu tanıtmak için
Ankara Etnografya Müzesi yaptırılmıştır.

Bu dönemde Anadolu’da dikkat çeken bazı eserler ve mimarlardan örnek vermek ge-
rekirse Fatih Ülkü Konya Postanesi, Necmettin Emre İzmir Halkevi.

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASI 1922–1930 DÖNEMİ


Türkiye’de 1922–1930 yılları arasında liberal ekonomi modelini uygulama düşüncesi
mevcuttur. Bir yerde bu, ferdin cemiyete kazandırılması için gereklidir de. Ancak, savaştan
yeni çıkmış, memleketin her tarafı harap olmuş, sermayesi kalmamış, alt yapısı vb.
tamamlanmamış ve 1929’a kadar gümrüklerine tam olarak sahip olamamış olan Türkiye’de
liberal politikayı uygulamak oldukça zordur.

Nitekim Atatürk 1 Mart 1922’de durumun muhasebesini yaparken “...Tanzimat’ın açtığı


serbest ticaret devri Avrupa rekabetine karşı kendisini müdafaa edemeyen iktisâdiyatımıza
bir de iktisadî kapitülasyon zincirleri bağladı. Teşkilât ve ferdi kıymet nazarından iktisat
sahasında bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde bir de fazla olarak imtiyazlı mevkilerde
bulunuyorlardı. Temettü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı...”
dedikten sonra bu şartlar altında hangi politikanın uygulanması gerektiğini belirtirken de
“İktisadi politikamızın önemli gayelerinden biri de kamu çıkarlarını doğrudan doğruya
ilgilendirecek iktisadî kurum ve girişimleri, malî ve teknik gücümüzün elvermesi oranında
devletleştirmektir. Özellikle… maden hazinelerinin az zamanda işleterek milletimizin
yararına açık tutabilmek de bu yöntemle mümkündür. Şimdiki halde yararlanılamayan
gelir kaynaklarından yararlanmış olmak... için kimi maddeleri tekelleştirmek gerekli
şeylerdendir.” diyerek o tarihten itibaren milletin refahı, memleketin kalkındırılabilmesi için
devletçi politika uygulanacağını herhangi bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya
koymuştur. Buna rağmen Lozan Barışı öncesinde kendisine ekonomik meseleler sorulunca
“Bugün için ticaretimiz, hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorarsınız, tek bir cevap
vereceğim; bugün için düşündüğüm tek şey, kapitülasyonlardır. Maddeten fiilen kanla
kaldırılmış olan kapitülasyonların bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini temin
etmektir. Ticaretimiz ile sanayimizin ve her nevi ekonomimizin gelişmesi ve yükselmesi
ancak bununla mümkündür.”

İZMİR İKTİSAT KONGRESİ


1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Atatürk, ne devletçi ne de özel sermayeye dayalı herhangi
bir hazır reçete önermiyordu. Çözüme varmak için bir arayış içine girilmiş, dışarıdaki çeşitli
deneyimler incelenip içerideki tartışma ve geliştirmeleri değerlendirerek sonuca gidilmek
istenmişti. İzmir İktisat Kongresinde İktisat Vekili Mahmut Esat Bey; “... Yeni Türkiye iktisâ-
diyatı mevcut iktisat sistemi ve siyasetlerinin hiçbirinin aynı olmaz. Memleketimizin iktisadî
imara ve ihtiyacına, iktisat tarihimizin ruhiyatına muvafık başlı başına bir iktisat siyase-
ti takip eylemek mecburiyetindedir. Biz, iktisat meslekleri tarihinde mevcut mekteplerden
hiç birine mensup değiliz... Bizim de yeni Türkiye’nin yeni iktisat mandasına göre yeni bir
Türk İnkılâbı 221

iktisat mektebimiz vardır. Buna ben (Yeni Türkiye’nin İktisat Mektebi) diyorum. Yukarıda
zikrettiğim mekteplerin hiç birine mensup olmamakla beraber, memleketimizin ihtiyacına
göre bunlardan istifade etmeyi de ihmal etmeyeceğiz. ...İktisadî teşebbüs kısmen devlet
ve kısmen özel sektör tarafından yürütülmelidir” diyerek, takip edilecek metodu belirtmişti.
Mahmut Esat Bey konuşmasında iktisâdiyatımız için şunları tavsiye ediyordu:

1) Meslek Teşkilâtı,
2) Kredi Kurumları,
3) Makine Devri,
4) İktisat mücadelesini birlikte vermek,
5) Kendi kendimize yetmek,
6) İthalat ve ihracat arasında denge sağlamak.

Önerilenlere baktığımız zaman Millî İktisat politikamızın karma bir sistem olduğu izle-
nimi belirmektedir. İşbirliği ve kaynakların tam kullanımı belirtilenlere göre esastır.

Mahmut Esat Bey, esas gayenin kendi kendimize yeterli olabilmek olduğunu belirttikten
sonra kalkınma yolunda yeterli elemanın bulunmadığını, teknolojik gelişmenin sağlanması
için dış yardımın alınabileceğini ve bu alanda Chester grubuna mensup Mister Kennedy ile
mühim bir mukavelenamenin tanzim edildiğini belirtir. Böylece genel menfaatlerin bir gereği
olarak Türk yasalarına uymak ve Türk girişimcileri ile eşit şartlarda rekabet etmek şartıyla
gelebilecek yabancı sermayeye kapılar açılmıştı. Bu çerçeve içinde Atatürk yabancı ser-
mayeye karşı değildi. Nitekim “Efendiler, iktisadîyat sahasında düşünürken ve konuşurken
zannolunmasın ki, biz ecnebi sermayeye karşı bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz çok
geniştir. İşgücü ve sermaye ihtiyacımız vardır. Binaenaleyh kanunlarımıza uymak şartıyla
yabancı sermayeye lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ve şayanı arzudur ki
bizim için ve onlar için faydalı neticeler versin, fakat eskisi gibi değil” demişti.

İzmir İktisat Kongresi başkanı ve sanayi temsilcisi Kâzım Karabekir Paşa da, iktisat
derken, üç önemli noktaya değinmektedir:

1) “İnsanlarımızı, hayvanlarımızı, üretimimizi iyi muhafaza etmeliyiz.


2) Üretimimizi çoğaltmak, demiryollarımızı, vapurlarımızı bilhassa yollarımızı
yaparak, taşraya sevk etmek, harice satıp memlekete para sokmaktır.
3) Harcamaları azaltmak...”

Karabekir Paşa’nın da ifadeleri açıkça gösteriyor ki, halkın önde gelen ihtiyaçları ara-
sında bulunan ulaşım, fabrika yapımı gibi genel menfaati ilgilendiren hususlarda devlet,
önder ve denetleyici oymalıdır. Ancak özel girişimciye de gerekli fırsat tanınmalı, devlet
caydırıcı rol oynamamalıdır.

İzmir İktisat Kongresinde önemle üzerinde durulan konulandan biri de “toprak refor-
mu” meselesidir. Atatürk bu alandaki görüşlerini açıklarken “Memlekette topraksız çiftçi
bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın
hiç bir sebep ve suretle bölünmez bir mahiyet alması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin
işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus keşiflerine
ve toprak verim derecesine göre sınıflandırmak lazımdır...” “Küçük, büyük bütün çiftçilerin
iş vasıtalarını artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri vakit geçirilmeden alınmalıdır”
diyerek Cumhuriyetin ilk yıllarında nasıl bir sosyo-ekonomik politikanın izleneceğini ortaya
koymuştur.
222 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kongre’nin kabul ettiği kararlar binlerce nüsha basılarak köylere varıncaya kadar da-
ğıtılmıştır. İktisadi Misak’ın belli başlı maddeleri şunlardır:

1) Türkiye, Milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklâl ile dünyanın barış ve gelişme
unsurlarından biridir.
2) Türkiye halkı milli hâkimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiği için hiç bir şekilde
feda etmez.
3) Türkiye halkı tahribat yapmaz, imar eder.
4) Türk halkı sarf ettiği eşyayı mümkün mertebe kendisi yetiştirir. Çok çalışır, vakitte
ve servette israftan kaçar.
5) Türkiye halkı, servet itibarı ile bir altın hazinesi üzerinde oturur.
6) Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımızdır.
7) Türkler, İrfan ve marifet âşıkıdır. Her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir.
8) Şavaşlardan dolayı nüfusumuz azaldığı için sağlık ve sihhate önem vererek nüfu-
sumuzu arttırmak en birinci emelimizdir.
9) Türk, dinine, milliyetine, toprağına,hayatı ve müessesatına düşman olmayan mil-
letlerle daima dosttur.
10) Türk, açık alın ve serbestçe çalışmayı sever.
11) Türkler, hangi din ve mezhepten olursa olsunlar candan sevişirler.
12) Türk ailesi çocuklarını İktisadi Misak’a göre yetiştirir.
Kogre’de alınan belli başlı kararlar da şu şekilde özetlenebilir:
1) Koruyucu gümrük vergileri yolu ile sanayının korunması.
2) Sanayinin teşvik edilmesi.
3) Sanayi için gerekli elemanların yetiştirilmesi.
4) Bir ana ticaret bankasının kurulması.
5) Borsaların millileştirilmesi.
6) Tekelciliğe karşı mücadele.
7) Ticaret ataşeliklerinin kurulması.
8) Aşar’ın kaldırılması.
9) Tütün ekim ve ticaretinin serbest bırakılması.
10) Tarım alet ve makinalarının standartlaştırılması.
11) Tarımsal kredinin düzene sokulması.
12) Yol vergisi gelirinin şose yapımında kullanılması.
13) Amele yerine işçi denilmesi.
14) Çalışma süresinin sekiz saate indirilmesi.
15) Kaza ve hayat sigortasının kurulması.
16) 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmaması.
17) Milletvekili ve Belediye seçimlerinde mesleki temsil ilkesinin uygulanması.
Türk İnkılâbı 223

Bu kararların ilk üçü Sanayiı Grubunun; 4’ten 7. Maddeye kadarı Tüccar Grubunun;
8’den 12’ye kadar olan maddeleri Çiftçi Grubunun ve geri kalanlar da İşçi Grubunun talep-
leri doğrultusunda alınan kararlardır.

ULAŞIM MESELESİ
Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra ekonomik zaferin kazanılmasına gelmişti.
Devletin kalkınabilmesi, milletin refaha erişebilmesi, bağımsızlığın sürdürülebilmesi,
ekonomik zaferin kazanılmasına bağlıydı. Atatürk; “Bundan sonra da pek mühim zaferlere
kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil iktisat ve ilim zaferleri ile olacaktır...”
diyordu. Ve bunun temini için ulaşım meselesinin halledilmesi gerektiğini belirtiyordu.
“Milletimiz fakir düşmüştür. Memleketimiz harap olmuştur. Bu fakirliğin ve harabenin çeşitli
sebepleri vardır. Bunların en mühimi iktisadî sahada geriliğimizdir ve bu geriliğe sebep
olan yegane sebep de yolsuzluktur..” “...Türkiye’nin iktisat hayatının yükselmesi ancak
demiryollarıyla olacaktır. Milletin saadeti istiklâli bu yollardan geçecektir. “Burada mühim
olan nokta, Türk milletinin bu hakikati bütün müşkillerine rağmen takdir etmesi ve ona sahip
olması keyfiyetidir...”

İzmir İktisat Kongresinde; “Memleketimizi demiryollarıyla ve üzerinde otomobiller çalışır


şoselerle bir ağ haline getirmek zorundayız. Çünkü Batının ve dünyanın taşıt araçları bunlar
oldukça, bunlara karşı merkepler ve kağnılarla ve tabi yol geçitleri üzerinde yarışmaya kal-
kışmanın imkânı yoktur.” demişti. Bu iş için Atatürk, daha fazla beklemeden, malî zorluklara
rağmen demiryolu döşenmesine başlanmasını istemiş ve başlatmıştı. Demiryolu 1924-1931
dönemi iktisat politikasının başlıca özelliği olmuştu. Türkiye’de 1924’de imparatorluktan kal-
ma 4086 km. uzunluğunda demiryolu vardı. Yolun 2352 km.si yabancı, 1734 km’si devlet
tarafından işletiliyordu. 1924-1931 tarihinde 1630 km’lik yeni demiryolu yapılmış ve şebeke-
nin uzunluğu 1931’de 5716 km’ye çıkmıştır. Ayrıca 1928’de Anadolu Bağdat hattı sahibi olan
şirketten satın alınmıştı. 1937’de bütünü ile devlet malı olan 6737 km’lik bir demiryolu ağı
oluşturulmuştur.

Parlamento karayolları ve köprülerin de yapımı için özel yasalar çıkarmıştı. Öncelikle


Ankara ve çevresindeki yollar olmak üzere tüm yurtta karayolu ağı örülecekti. 1923’te 14
bin km taş ve 14.450 km toprak yola karşılık, 1941’de bu rakamlar 18.378 taş ve 23.112
km. toprak yola ulaşmıştır. Böylece çiftçinin pazara ulaşması kolaylaşmış, uzak köşelere
bile hizmet götürebilmiştir.

Hükümet denizciliğin geliştirilmesi için de önemli adımlar atmıştı. 19 Nisan 1926


tarihli yasayla deniz taşımacılığı (kabotaj) Türk gemilerine ayrılınca, ticaret filosunun
güçlendirilmesi mecburiyet haline geldi. Gerek devlete ait gemi işletmeleri ve gerekse
özel armatörlerin filoları için dışardan gemi satın alınarak güçlendirildi. 1923’te 34.902
olan tonaj 1931’de 101.924 tonilatoya yükseldi. Buna paralel olarak gemicilik sanayinin
kurulmasına ve tersanelerin modernleştirilmesine çalışıldı. 1937’de denizcilik hizmeti yeni
baştan düzenlenerek Denizbank’a bağlandı.

Ulaşım politikasının az çok halledilmesiyle pazarlar arası bağlantı kurulabildi. Böylece


vatandaşların topluma katılabilmesi ve ekonominin geliştirilmesinde önemli bir adım
atılmıştı.

TARIMIN TEŞVİK EDİLMESİ


Millî Mücadele’den sonra tarım konusu üzerinde önemle durulmuştur. 1927 nüfus sayımına
göre çalışan nüfusun % 78.2’sinin çiftçilikle uğraşması ve gayri safi millî hasılaların
224 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

%44’ünün sağlanması sebebiyle tarım önemli üretim kolunu oluşturuyordu. Bu sebeple


İzmir İktisat Kongresinde çiftçi grubunun istekleri doğrultusunda bazı esaslar tespit edildi.
Çiftçinin eğitilmesine büyük önem verildi. İlk adım 1924 yılı silah altına alma yasası ile
atıldı. Askere alınan köylülere, askerlik hizmetleri sırasında tarım makineleri ve yeni
yöntemler öğretmeye başladı. 3 Mart 1924’te tarım yöntemi ve makineleri konusunda
daha iyi bir eğitim sağlamak için Tarım Bakanlığı yeniden düzenlendi. Ziraat Bankası
tarımın gelişmesinde önemli rol oynadı. Sayıları önemli ölçüde arttırıldı. 1 Kasım 1926’da
Atatürk, her şeye rağmen memleketimizin tarım alanındaki gelişmesini sağlayacak bilimsel
ve teknik yetkiye sahip uzmanlarımız azdır dedikten sonra, “tarım kuruluşlarımızı, ziraat
okullarımızı zirai çalışmalarımızı, teknik esaslara uygun olarak düzenleyecek tedbirleri,
gerçek uzmanların yardımıyla almakla, kararsızlığa yer olmadığı kanaatindeyim.” demişti.
Bunun üzerine Tarım Bakanlığı köylüleri araç gereç kullanımını öğretmek ve yeni tarım
yöntemleri konusunda eğitmek için uzmanlar ve vilayet tarım istasyonlarından yararlanarak
programı genişletti. Bakanlık ayrıca fındık, limon, çay, sebze, patates, v.s. gibi ürünlerin
yetiştirilmesi için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünü kurdurdu.

Çiftçinin durumunun düzeltilmesi için devlet gelirlerinde düşme görüleceğinin


bilinmesine rağmen 17 Şubat 1925’te “Aşar kaldırıldı, yerine binde 6’lık bir vergi kondu.
1929 yılında Zirai Kredi Kooperatifleri kuruldu. Ancak 1929 iktisadî buhranın başlaması ile
1931’de İktisadî Buhran Vergisi, 1932’de de Muvazene Vergisi konuldu.

Bu arada hayvancılık teşvik edildi. Anadolu’nun kalkınmasında önemli rolü olan


hayvancılık için Ankara ve diğer illerde 1927 yasası ile veterinerlik okulları açıldı.

Tarım alanında yapılan her türlü iyileştirmeye rağmen zirai alanda çalışan nüfusun
%32’sini oluşturan çiftçi ailelerin yıllık geliri 129 liradır. Aynı yıl sanayici ailenin yıllık gelirinin
1000 lira civarında olduğu göz önüne alınırsa, çiftçinin durumunu daha iyi anlayabiliriz.
1927 senesinde havaların kurak gitmesi gelirin düşmesinde önemli etken oldu. 1 Kasım
1929’da Atatürk sulamanın yapılabilmesi için su işleri idaresinin kuruluşundan bahsetti.
Ancak bu kez 1929 sanayi buhranı çiftçiyi zor duruma düşürdü. Çiftçi ailesi 1929’da 1 metre
yünlü kumaşı 55 kg buğday alabilirken, 1931’de 160 kg. buğday ödemek zorunda kaldı.
Çünkü buğday fiyatları 8 kuruşa düşmüştü.

SANAYİ ALANINDAKİ GELİŞMELER


İmparatorluğun son döneminde modern sanayi hemen hemen yok gibidir. Bunun için sa-
nayi ürünlerinin çoğunu dışardan temin etmek gerekiyordu. Gerçi 1927’de 65 binden fazla
sanayi işyeri belirlenmişti. Ancak bu sanayi işyerlerinin % 73’ü 3-5 kişi ile çalışan mües-
seselerdir. 5 ve daha fazla işçi çalıştıran işkolu ancak % 3,2 kadardı. İşyerleri genellikle
motorlu olmayan ve makine kullanmayan, çoğunluğu tamircilikle uğraşan yapıya sahiptir.
Büyük çapta üretim yapan iş kolları ise devlete, askeriyeye veya yabancılara aittir.

Cumhuriyet’in ilânından sonra Atatürk’ün “bağımsız Türkiye, millî endüstriye dayanır.


Memleketimizde gerekli olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz” görü-
şüne uygun bir politika izlendi. Bu politikalardan birincisi mevcut endrüstri müesseselerini
korumak ve teşvik etmekti. İkincisi ise ülkemizin ihtiyaç duyduğu müesseseleri devlet eliyle
kurmaktı.

Mevcut endüstri müesseselerini korumak ve yenilerini kurmak için şu tedbirler alındı:

1) İş Bankası kuruldu (1924).


2) Sanayi ve Maadin (madenler) Bankası kuruldu (1925).
Türk İnkılâbı 225

3) Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarıldı, (1927)


4) Kara ve deniz taşıtlarına en düşük ücret tarifesi uygulandı.
5) Gümrük tarifeleri değiştirildi.
6) Endüstri sahiplerine kredi verildi.
7) Yerli malları korundu ve teşvik edildi.
8) Yerli malı sergileri açılarak milli üretim halka tanıtıldı.

Osmanlı dönemindeki yabancı sermayenin etkisi ve uzun süreli savaşlardan dolayı


Türk girişimciler yetersiz, kararsız, ürkek ve sermayesizdi. Bu durumda hükümet ilk iş olarak
yabancı girişimlerini satın almaya başladı. Fabrika kurmak isteyen Türk müteşebbislere
sermaye temin etmek için Ağustos 1924’te İş Bankası kuruldu. Böylece devlet desteğindeki
İş Bankası sanayileşme hareketinin öncüsü oldu. Banka, küçük girişimcilere de destek
olmakla birlikte esas gücünü ağır sanayi için gerekli olan Zonguldak Kömür İşletmesine
yöneltti.

19 Nisan 1925’te çıkarılan yasa ile Türk Sanayii ve Maadin Bankası kuruldu. Banka,
sanayici ve maden sektöründe çalışanlara kredi vermek amacıyla hizmete açılmıştı. Devlet
Feshane Yünlü Dokuma, Bakırköy Dokuma, Beykoz Deri ve Kundura, Hereke İplik ve Yünlü
Dokuma sanayinin yönetimini bankaya bırakmıştı. Bankanın sermayesi devletin kendisine
devrettiği işlemlerin payıyla, bu işlemlerin döner sermayesinden oluşacak ve her yıl bütçeye
konacak sanayi besleme ödeneği ile beslenecekti. 1932’de sermayesi 8,97 milyon TL idi.
Ancak, banka pek başarılı olamamış, bir süre sonra da Sümerbank’a geçmişti.

Lozan Antlaşması ile 1924’te yürürlükte bulunan gümrük resimlerini beş yıl süreyle
dondurduğundan sanayinin desteklenmesindeki önemli araç olan gümrük korumacılığı
1929’a kadar uygulanamadı. Bununla birlikte 6 Mayıs 1925’te kurulan Şeker Fabrikası için
bazı ayrıcalıklar elde edildi. Bu ayrıcalıkların bazıları şunlardı; Fabrika için pancar üreten
üretici 10 yıl süre ile arazi vergisi vermeyecek, fabrika personeli 10 yıl süre ile kazanç
vergisinden muaf tutulacak, fabrika arsası 5 hektarı aşmamak kaydı ile devlet tarafından
temin edilebilecekti.

1920’li yılların en önemli sanayi gelişimlerinden biri de 28 Mayıs 1927’de çıkarılan


Teşvik-i Sanayi kanunudur. Kanunla kuruluşlara üretimleri değerinin %10’u kadar pirim
verebilecek, ihraç mallarından %10 daha fazla pahalı üretim yapsalar dahi yerli malı tercih
edilecekti. Bu desteklere 1929’dan sonra gümrük koruması da katılmıştı.

Sanayinin teşvik gördüğü bu devrede, dünya ekonomik bunalımı (1929-1932)


sanayileşme hareketini yavaşlattı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye, bunalımdan az zarar görmüş
olmakla beraber dışa sattığı hammadde fiyatlarındaki düşme, üreticinin korunmasını
gerekli kılmış ve devlet sanayide olduğu kadar tarım alanında da koruyucu tedbirler almak
zorunda kalmıştı. Kısaca, bu olaydan sonra devlet ekonomideki rolünü biraz daha arttırdı.

DIŞ TİCARET ve PARA POLİTİKASI


Türkiye Lozan Antlaşması’ndan sonra yabancı sermayeye karşı olmadığını açıkça ifade
etmişti. Ancak hükümet, Avrupa’nın sanayileşmiş devletlerinin yapacağı yardımın tek
yanlı ve kuşkulu nitelikte bir yardım olacağından korkuyordu. Korkunun nedeni o güne
kadar batı sermayesinin Türkiye’deki faaliyetlerinin yanlışlığıydı. Bunun yanı sıra Osmanlı
borçları konusunda alacaklıların davranışları da önemliydi. Borçlar meselesi 23 Haziran
1928’de halledilmiş ve ödenmesine başlanmıştı. Toplam ana borç 107.5 milyon TL. olarak
226 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

belirlenmişti. Alacaklıların başında Fransa, İngiltere ve Hollanda geliyordu. 1923-1930


döneminde Batı ile istenilen ticari ilişkinin kurulamayışındaki bir başka önemli sebep, bu
devletlerle olan siyasî münasebetten kaynaklanıyordu. Bu sebeple Sovyetlerin ticaret
tekeli sisteminin benimsenmesini isteyenler bile vardı. Ama fikir ret edilmişti. Ancak ticari
ilişki sürdürülerek makineleşme konusunda Sovyetlerden faydalanılmış, Demiryolu yapımı
konusunda ise Almanya’nın gözetimi temin edilmişti.

Yabancı sermaye de Anadolu’ya gelmekten kuşkuluydu. Bir avuç başarılı olmuş askerî
liderin ekonomik reform alanında pek etkili olamayacağını sanıyorlardı. Buna rağmen
yabancı tahvil sahipleri ve azınlık gruplarına mensup iş adamlarına yaptığı destekle Türk
ekonomisindeki yerini almıştı. Yani 1923-1930 yılları arasında Türk sanayinin kurulmasında
yabancı sermayenin rolü küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Bu sebeple ithalat ihracat
dengesi bir türlü kurulamamıştı.

Malî politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet
para politikasında da sağlam para politikasını benimsemişti. Atatürk’ün; “Maliyemiz Millî
paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik
etmektedir” yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir. Bununla beraber özellikle ithalat ihracat
arasındaki dengesizlikten dolayı fiyatlarda %3.1’lik bir artış görülmektedir. Artışı sterlin ve
altında gösterirsek 1923’te sterlin 729 kuruş, 1929’da 1009 kuruş, 1923’ten 1929’a artış
oranı %23.6’dır.

1930–1938 DÖNEMİ GENEL DURUM


İktisadî konuda karşılaşılan güçlüğü çözmek için yeni arayışlara gidildi. Bu dönemde
iki temel problem vardı. Biri büyük buhranın olumsuz etkilerinden kurtulmak, ikincisi ise
daha önce planlanmış olan sanayi hamlelerini başlatmak. Bunları şu şekilde sıralamak
mümkündür:

1) Sanayide belirlenen hedefe ulaşmak için bazı noktalara daha fazla ağırlık
verilmesi,
2) Altyapı yatırımları ve stratejik sanayilerin kurulmasıyla, diğer yan dalların teşvik
edilmesi,
3) Kurulacak stratejik sanayilere iç pazar bulunması,
4) Türk parasının değerinin korunması.

EKONOMİK POLİTİKANIN DEĞİŞMESİNDE ROL OYNAYAN FAKTÖRLER

Ekonomik politikanın değişmesinde birkaç önemli sebep vardır. Bunlardan bazıları


şunlardır:

1) 1929 Dünya ekonomik buhranı. Bunun neticesinde sanayi mallarının korunan


fiyatları karşısında tarım ürünleri fiyatlarının aşırı düşmesi,
2) Özel teşebbüse dayalı kalkınma, yeterli birikmiş sermaye ve yeterli bilgiyle
donanık mütesebbis olmamasından başarısız olması.
3) Bütün uğraşmalara rağmen alt yapının tam olarak oluşturulamaması ve yeraltı
zenginliklerinin değerlendirememesi,
4) Yöneticilerin genellikle asker kökenli olması ve askerlerin müdahalelerden ve
denetimden yana davranışa yatkın olmaları.
5) Türk milletinin her alanda birçok şeyi devletten bekleyen bir psikolojik yapı içinde
olması,
Türk İnkılâbı 227

6) Toplum olarak ilk 10 yıllık gelişmeden fazla memnun olunmaması,


7) Sanayide izlenen koruyucu dış ticaret ve vergi tarifelerinin getirilmesinin
zannedildiği gibi, yalnız başına özel yatırımlarda büyük bir artışa neden olmaması,
8) Henüz yeterli kadroların ve kişilerin yetiştirilmemiş olması. Teknik bilgi eksikliği.

İşte bu önemli sebeplerden dolayı, ekonomik politikada bir miktar değişiklik yapılınca
“Devletçilik” adını verdiğimiz yapı ortaya çıkmış oldu.

DEVLETÇİLİK TANIMI
Ekonomik alanda yapılan bu değişikliklere bir isim bulunmalıydı. İsmet İnönü, 30 Ağustos
1930’da Serbest Fırka ile Halk Fırkası arasındaki tartışmalar had safhada iken, Sivas
demiryolu açış konuşmasında bu ismi ortaya koydu. ‘’Liberalizm nazariyatı bütün bu
memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisâdiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi
bu istikamete sevk eden bu milletin ihtiyacı ve bu milletin fıtri temayülüdür. ...” Buna karşılık,
1931 C.H.P. programında belirtilen devletçiliğin tanımı çok daha açık ve kesindir. Burada
“sanayi alanında milletin çıkarları gerektiği zaman, refah sağlamak için devlet aracılığı
kullanılacaktı. Ancak, yine de özel teşebbüse izin verilecekti. Hangi alanlarda duruma
müdahale edileceği gelişmelere bağlıdır. Böyle bir müdahalenin gerekliliği kararlaştırılırsa
ve o alanda özel teşebbüs varsa özel bir yasayla o işin hükümetçe devralınması sağlanır”
deniyordu.

1935 senesinde önemli ölçüde kendisini ortaya koyan sistem CHP kurultayında şöyle
tanımlandı.

“Hususi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman
içinde milleti refaha, memleketi memuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek men-
faatlerinin icap ettirdiği işlerde bilhassa iktisadî sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim
esaslarımızdandır. İktisadî işlerde devletin ilgisi fiilen yapılaşmaya önem verdiği gibi özel
teşebbüsleri teşvik ve yapılarını düzenlemek ve denetlemektir.

Devletin hangi iktisadî işleri fiilen yapacağının takdiri milletin umumi ve yüksek men-
faatlerinin icabına bağlıdır. Eğer devletin bu icap yolunda fiilen yapmaya karar verdiği iş
hususi bir teşebbüs elinde bulunuyorsa bunun alınması her defasında bir kanun yapmaya
bağlıdır. Bu kanunda hususi teşebbüsün, bu yönden uğrayacağı zararın devlet tarafından
tanzimi şekli gösterilecektir. Zararın takdirinde istikbale ait muhtemel kâr düşünülmez.”

PLANLI DÖNEM
I. ve II. Beş Yıllık Sanayi Planı
1929 Dünya İktisadî Buhranı Türkiye’nin de sosyal ve iktisadî gelişmesinde önemli değişik-
liklere sebep oldu. Devletin ve milletin en kısa zamanda kalkınmasını temin edebilmek için
yeni bir arayış içine girildi.

Hükümet 1929’da Türk sanayisi için bir takım koruyucu maddeler koymuştu. 11 Haziran
1930’da daha önce devlet hazinesi ve Osmanlı Bankası tarafından yürütülen para basma
ve denetim altında bulundurma yetkisi yeni kurulan T.C. Merkez Bankasına devredildi.
Böylece hükümet ilk kez para politikasını tam olarak ele almış oluyordu.

Diğer taraftan millî sermayenin özendirilmesine çalışıldı. 1929 Şubat’ında, 1927 tarihli
Teşvik-i Sanayi yasasını pekiştirir nitelikte “Tasarruf ve Yerli Malları Haftası” açıldı. İsmet
Paşa bu konuya değinirken “İktisadî teçhizat için acil olan... esaslı vasıta sermayedir.
228 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Sermaye için dışarıdan gelen paranın kıymeti söz götürmez. Fakat asıl millî sermaye,
milletin kendi tasarrufu... ile temin olunmalıdır” demişti.

Zaten 1931 yılına kadar gerek tedirginlik ve gerekse dış politika problemleri (Musul
meselesi, borçlar, Etabli meselesi vb. gibi) sebebiyle yabancı sermayenin yurda getirilmesi
temin edilememişti. Bu sebeple 1931 sonrasında yabancı sermayeye daha fazla ümit
bağlanması görüşü ağırlık kazandı. Diğer taraftan Avrupa’da diktatörlük ve diktatörlüğe
bağlı hareketlerin ortaya çıkması onların ekonomik modellerine de kuşku ile bakılmasına
sebep olmuştu. Ancak bu dış sistemlerin hiç birinin incelenmeyeceği anlamına gelmezdi.
1932 yılında Atatürk, Başbakan İsmet İnönü’yü iktisadî gelişmeleri yakından incelemek
maksadıyla Sovyetler Birliğine gönderdi. Daha sonra Sovyetler Birliğinden bir heyet aynı
yıl Türkiye’ye davet edilerek, iktisadî şartlar tetkik ettirildi, yeni yatırım alanları ve tesisleri
hakkındaki tavsiyeleri alındı. Bilahare Sovyet heyeti tarafından hazırlanan rapordan 5
yıllık plan için faydalanıldı. 1933 yılında Türkiye Amerika’dan da bir heyet davet etti. Bu
heyetten de Türk Ekonomisi ve gelişmesi hakkında rapor istendi” ve sanayi planlarının
hazırlanmasında faydalandı.

Ancak tespit edilen yeni politika herhangi bir ideolojik eğilimden kaynaklanmış değildi.

Atatürk döneminin, plan anlayışındaki bütünlüğü dört başlık altında toplamak


mümkündür. Bunlardan birincisi 1923 İzmir İktisat Kongresinden alınıp 1930’a kadar
süren dönemdir. Bu yedi yıllık süre içinde devlet altyapıyı oluşturmaya çalışmıştır. İkincisi
1930–1933 dönemidir. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri Millî Ekonomi kavramının
ortaya atılarak savunulmasıdır. Bunun dışında millî paranın korunması, Osmanlı borçlarının
memleketin gelişmesini engelleyemeyecek şekilde ödenmesi, altyapıya daha fazla önem
verilmesi, ticari ilişkilerin genişletilmesi, vergilerin yeniden düzenlenmesi, ticaretin teşvik
edilmesi, yerli endüstrinin geliştirilmesi diğer dikkati çeken hususlardır.

Üçüncüsü 1933 tarihli Birinci 5 Yıllık Sanayi Planıdır. Bu plan üç hedefe ağırlık veri-
yordu.

1) Eldeki tüm sermayenin mümkün olduğu kadar sanayi sektörüne aktarılması,


2) Özel girişimcilerin nispeten zayıf olduğu ülkemizde daha çok sayıda kamu iktisadî
kuruluşunun meydana getirilmesi,
3) Türkiye’de hammaddesi bulunan üretim alanlarında sanayilerin kurulması

Dördüncüsü 1936 tarihli İkinci Sanayi Planıdır. İkinci Sanayi Planı içerik ve uyandı-
racağı sosyal ve ekonomik hareket bakımından birincisine göre daha geniş ve ayrıntılıdır.

1929 Dünya ekonomik buhranından sonra hükümet 1933’e kadar ekonomiye düzen-
siz bir şekilde müdahale etmiş ve aynı yıl planlı döneme geçmişti. Planın Başbakanlığa
sunuluş yazısında İktisat Vekili; amacı üç noktada özetlemişti:

1) Sürüp giden genel bunalım nedeniyle çözümü güçleşen döviz darboğazını aşmak,
2) Hammaddelerin dünya piyasalarında düşen fiyatları karşısında, Türk işçi ve
çiftçisine daha kârlı çalışma alanları bulmak,
3) İhtiyaç duyulan araç ve gereçlerin çok uygun ekonomik şartlar içinde sağlanmasını
temin etmek.

Bunun için gerekirse dış devletlerden kredi sağlanacak, fakat ithalat ve ihracat
arasındaki dengenin mutlaka kurulması için gayret sarf edilecektir. Nitekim Nisan 1932’de
Türk İnkılâbı 229

Sovyetler Birliği ile sanayi maddeleri ve makine ithalatı için 8 milyon dolarlık kredi alınması
konusunda mutabakata varılmıştı. Yardım, faizsiz kredi olarak 21 Ocak 1934’te Ankara’da
imzalanan protokolle gerçekleşti. Aynı gaye ile bir Amerikan firması olan “Kreuger”den
1930’da 10 milyon dolar “Kibrit Tekeli istikrazı” için uzun vadeli kredi alınmıştı. Diğer taraftan
1933’te 12 milyon, 1934’te 30 milyon liralık iki uzun vadeli iç borçlanmaya gidilmişti. 1938’de
ise İngiltere’den 16 milyon sterlinlik kredi alınmıştı.

1933 planı ile uygulamada sadece sanayi sektörüne 100 milyon TL’lik yatırım yapılmış,
elektrik üretimi, liman, demiryolu yapımı gibi altyapı hizmetleriyle birlikte toplam 311 milyon
TL harcanmıştı. Memleketin kısıtlı kaynakları içinde bu fon önemli ölçüde demiryolu, deniz
taşımacılığı, posta servisleri ve devlet tekellerinden oluşturulmuştur. Yatırımların önemli bir
kısmını 3 Haziran 1933’te Devlet Sanayi Ofisi ile Kredi Bankasının birleşmesinden oluşan
Sümerbank, Haziran 1935’te kurulan Etibank, 27 Aralık 1937’de millîleştirilen Denizcilik
Bankası, 1933’te kurulan İller Bankası ve 1930’dan önce kurulmuş olan Ziraat ve İş Bankası
tarafından yürütülüyordu.

Sümerbank, plana uygun olarak yeni fabrikalar açtı, özel sermayeli başka iş alanlarına
girdi. Pamuklu ve yünlü kumaş, çimento, demir, sentetik, vb. alanlardaki üretimi arttırdı.
Belli başlı sanayi kollarında okullar açtı. Yurt dışına giden öğrencilere burs verildi. Daha
sonra satış mağazaları açarak özel teşebbüsle rekabete girdi. Böylece fiyatların düşük
tutulması sağladı.

Etibank, maden, petrol arama, elektrik enerjisi, kömür madenciliği ve dağıtımıyla, bu


ürünlerin yurt içi ve dışı satımına yardımcı olmuştur.

Vilayet, belediye ve kömür idareleri vergi gelirlerinin %5’i ile kurulan İller Bankası’nın
gayretleri neticesinde asgariye indirilmişse de, 1929-1939 arası 10 yıllık süre içinde %20
oranında artmıştır. Bu artış tarım sektörüne devlet yardımından ziyade tarım sahasının
%4.86’dan, %12.25’e çıkmasıyla açıklanabilir.

UYGULAMA
Sanayi Politikası
Uygulama, belirgin olarak kendisini sanayi politikasında gösterdi. Yeni fabrikaların
kurulmasına çalışıldı. Bu fabrikaların üretim konuları, ne ölçüde ithal ikamesi sağlayacakları,
başlıca hammaddelerinin yurtta bulunup bulunmadığı, bulunmadığı takdirde nasıl temini
yoluna gidileceği üzerinde durulmuştur. Kurulması ve geliştirilmesi gereken sanayi kollarının
başlıcaları şunlardır. Dokuma, Bakır, Kağıt, Yapay İpek, Cam, Demir-Çelik, Gübre, Şeker
ve Çimento vb. sanayidir.

Birinci Sanayi Planı’nın en belirgin özelliği yatırımların umulandan erken bitirilmiş ve yatırım
sahaları daha çok ilk anda vatandaşın ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılmış olmasıdır. İhtiyaçların
bir an önce giderilmesi için Teşvik-i sanayi yasasına daha fazla önem verilmişti. Neticede üretim
değerinin büyük artışı yanı sıra yerli hammadde kullanımında da gelişme görülmüştü. Örneğin
1932 yılında 137,9 milyon olan üretim değerinin % 60,3’ü yerli hammadde kullanımına ait iken,
bu oran 1937’de % 96’ya yükselmiştir.

İkinci Sanayi Planı kendi kendine yeterli olmanın yanı sıra, doğal kaynakların verimli
kullanılması ilkesine büyük önem vermiştir. Önemle üzerinde durulan konular arasında
enerji, madencilik, petrol, azot, deniz ürünleri ve afyon sanayi ifade edilebilir.
230 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI


Genel Özellikler
Barışçılık
Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve stratejik konumu dış politikaya belirli bir dünya görü-
şü ile bakmayı, ilişkilerde, sağlam dayanaklar ve antlaşmalara bağlı bir politika takip etmeyi
gerekli kılmaktaydı. Bu sebeple Lozan Barışı’ndan sonra, barışçı bir politikanın takibi ön-
görülmüştü. Girişilen inkılâpların başarılması, kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesi yurt
ve dünyadaki barış ortamıyla yakından ilgiliydi. Atatürk, bunun bilinciyle tüm devletlerle iyi
ilişkiler kurmaya çalışmış, dostluk antlaşmaları imzalamıştı. Onun barışçılık konusundaki
şu sözleri çok önemlidir. “Dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan ken-
di esenlik ve mutluluğuna çalışmak demektir. Beşeriyeti bir vücut ve bir ulusu, onun bir
uzvu saymalıdır. Bir vücutta parmağın ucundaki acıdan bütün öbür uzuvlarda acı duyar.
Dünya’nın şu yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Onunla ilgilenmeliyiz.”
Atatürk’ün barışçı politikası yalnızca sözde kalmamış barış yolunda Milletler Cemiyetine
katılmak, Balkan, Akdeniz, Sadâbât vb. paktlara bizzat katılıp görev olarak düşüncesini
ortaya koymuştur. Savaşı kanun dışı sayan “Brıand-Kelloğ” paktına “Lıtvanof” protokolü
ile katılarak savaşı önlemenin ve antlaşmazlıkları barışçı yollarla çözmenin çarelerini ara-
mıştı. Savaşın söz konusu olduğu anlarda ise bir taraftan önleyici tedbirlere katılırken,
diğer taraftan bizim dışımızdaki bir ülkeye karşı savaşı başlatan ülke ile bile dost olmanın
yollarını aramaktan geri durmamıştı. Örneğin 30 Ekim 1935’de, İtalya, Habeşistan’a saldır-
mış ve 9 Mayıs 1936’da bu ülkeyi ilhak etmişti. Türkiye, İtalya’ya karşı o zamanki Milletler
Cemiyetinin üyesi olarak zorlama tedbirlerinin uygulanmasına katılmıştı. Ama aynı şekilde,
Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 3 Şubat’ta Milano’ya gitmiş ve Mussolini’nin
damadı olan, İtalyan Dışişleri Bakanı Cıano ile “Akdeniz Statükosuna Saygı” antlaşmasını
imzalamıştır.

Bağımsızlığın Korunması
Atatürk milletlerarası ilişkilere gerçekçi yaklaşmıştır. Dış politikada bağımsızlıktan taviz
vermemiş ve bu konudaki kararlarını açıkça söylemiştir. Misâk-ı Millî’de ifadesini bulduğu
biçimde her alanda tam bağımsızlığın tesisi ve onun korunması temel hedefi olmuştur.
Türk milletinin, bağımsızlığa verdiği önemden dolayı Sivas Kongresi’nde “Manda”ya
şiddetle karşı çıkan Atatürk, Lozan Barışı’ndan sonra Millî Misâk yolunda aynı kararlılıkla
hareket etmiştir. Atatürk, tam bağımsızlığı tanımlarken “İstiklâl-i tam, denildiği zaman,
tabii ki siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsı ve benzeri her hususta istiklâli tam
ve serbestîsi tam anlaşılmalıdır. Bu saydıklarımın her hangi birinde istiklâlden
mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamda bütün istiklâlden mahrumiyeti
demektir.” diyordu. Bu anlayışla hareket eden Atatürk, Londra Konferansı’nda Bekir Sami
Bey’e, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye verdiği direktiflerle hedefe adım adım
ilerlemiş, Fransa ve İtalya’ya daha önce tanınmış olan ayrıcalıkları kabul etmemiştir.

Lozan Barışı sırasında, Boğazlar için geçici bir süre kabulü zorunlu görülen egemenlik
kısıtlamalarını da 1936 Montrö Anlaşmasıyla ortadan kaldırdı. Azınlık okullarına tanınan
kültür ve eğitim ayrıcalıklarına son verdi. Barışçı ve denge politikasının benimsenmiş
olmasına rağmen milletimizin hakları söz konusu olduğu zaman, Etâblı ve Hatay
meselesinde olduğu gibi gerekirse silaha bile sarılmaktan çekinmediğini açıkça ifade etti.

Atatürk’ün dış politikasındaki bağımsızlık anlayışı Türkiye’yi uluslar arası ilişkilerde


kendisini ulusal sınırlar içinde hapseden bir anlayış da değildir. Durumun böyle olmadığı, o
dönemde yapılan siyasî antlaşmalardan bellidir.
Türk İnkılâbı 231

Hukuk’a Uygunluk
1923’ten bu yana uygulanan dış politikada devletler hukukuna bağlılık ve saygı Türkiye’nin
temel prensibi olmuştur. Antlaşmaların tek taraflı feshedildiği dönemlerde dahi ahd-ı vefa
kaidelerine uyarak haklı ve meşru taleplerini antlaşma ve müzakereler yoluyla halletme
metodunu takip etmiştir. Mesela; Türkiye, Montrö’de elde ettiği bütün menfaatleri sadece
Lozan antlaşmasını feshettiğini ilanla temin edecek kuvvette olduğu ve kimsenin buna mani
olacak vaziyette bulunmadığı bir sırada, bu yolu tutmayıp işi anlaşarak ve gönül rızası olarak
yapmayı tercih etmesi, bütün sulh ve barışseverler tarafından takdirle karşılanmıştır. Aynı
şekilde Hatay konusu da hukuk kuralları çerçevesinde ve herhangi bir yanlış anlaşılmaya
sebebiyet vermeyecek şekilde halledilmiştir.

Dengeli Dış Politika


Atatürk bağımsızlığın muhafazası ve hızlı kalkınmanın temini için Londra’dan sonra denge
politikasının izlenmesine büyük önem vermişti. Millî Mücadele sırasında batılı işgalcilere
karşı Rusya ile karşılıklı işbirliğine dayanan bir denge kurulmuştu.

Lozan’dan sonra Fransa Suriye’ye, İngiltere de Musul’a koruyucu olarak hakim


olmuşlardı. Özellikle İngiltere her fırsatta Musul’da Türk haklarını tamamen yok etmek
niyetindeydi. Türkiye İngiltere’nin bu davranışlarını dengeleyebilmek için, Bulgaristan’la
18 Ekim 1925’te Rusya ile 17 Aralık 1925’te Suriye ve Lübnan üzerinde sahip olduğu
yetkiye dayanarak Fransa ile 30 Mayıs 1926’da, İran’la da 22 Nisan’da 1926’da dostluk
ve iyi komşuluk antlaşmalarını imzalamıştı. Moskova’nın iç bunalımlarına dönük olduğu
bir tarihte, Ankara’nın Batı ile arasının açık olması Rus dış politikasının destekleyeceği bir
durumdu.

1930’lu yıllarda ise Akdeniz’deki İtalyan tehlikesine karşı Türkiye denge unsuru olarak
revizyonist olmayan batıyı daha uygun görüyordu. Çünkü bu tarihlerde Rusya tüm dikkatini
Almanya’ya çevirmişti. İtalya’ya karşı Türkiye’yi korumak gibi bir şeyi düşünmüyordu.

Karşılıklı Güven ve İşbirliği


Türkiye dış politikasında karşılıklı saygı ve güven duygusuna büyük önem vermişti.
Dışarıda barışın sürekliliği, içeride kalkınmanın ve huzurun temininde güven duygusuna
ihtiyaç vardı. 1926’da Atatürk, bu hususta “Biz milletlerarası münasebetlerde karşılıklı
emniyet ve riayeti hedef tutan açık ve samimi politikanın en ateşli taraftarlarıyız…”
diyordu. Bunun için Musul Meselesi’nin gündemde olduğu 1926 senesinde bile Türkiye
karşılıklı güven duygusu içinde Rusya ile dostça münasebetlerini yürütmüş, Batıya da dost
elini uzatmıştı.

Savaşlar ve antlaşmaların amaç olmaktan ziyade araç olduğunu kabul eden Atatürk,
karşılıklı güven ve işbirliğinin bu tür olaylara yer vermeyeceği kanaatini her zaman dile
getirmişti.

Atatürk 1931’de “Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhine ol-
mayan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır.” demişti.

Batılılaşma
Atatürk’ün dış politikasındaki temel hedef Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılmasıdır.
Bunun için batıya yönelmek gereği vardır. Atatürk daha 1923’te bunu açıklamıştı. “Türkler hep
garba doğru gitti. Avrupa Türkiye’si daha doğrusu garba teveccüh etmiş bir Türkiye istiyoruz.
Bütün meselemiz Türkiye’de çağdaş bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu
edip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir.”
232 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türkiye kuruluşundan itibaren “Batı” ile savaşmasına rağmen, batıya yönelmiş, batının
yalnız tekniğini değil metodunu da kabul etmiştir. Batıya yönelişin önemli sebeplerinden
biri de güvenliktir. Avrupa ancak kendisiyle benzerlik halindeki bir Türkiye ile bir arada
yaşamaya razı olabilirdi. Bunun yanı sıra demokrasi rejiminin batının temel yönetim biçimi
olduğuna göre demokrasiye inanmış bir ülke olarak Türkiye`nin batıya yönelmesi gerekliydi.

Atatürk`ün batılılaşma anlayışında taklitçiliğe yer yoktur. O batıya yönelişimizi açık-


larken “Biz batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak
gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için dünya medeniyet seviyesi
içinde benimsiyoruz.” demişti.

1923-1930 DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA


A- Türkiye’nin Genel Durumu
Lozan barışından sonra yeni Türk Devleti’nin toprakları küçülmüş olmasına rağmen,
stratejik değeri azalmamış aksine artmıştı. Üstelik Avrupa’nın bütün güçlü devletleriyle
komşu duruma gelmişti. Lozan’dan sonra 1923–1930 dönemi inkılâp prensiplerine uygun
olarak dış politika da Lozan’dan intikal eden meselelerin çözümü ve Lozan`da alınan
kararların uygulanması öngörüyordu.

Bu dönemde Türkiye, batıyla sosyal ve özellikle ticari münasebetler kurmak konusunda


kuşkuluydu. Sebebi o güne kadar kafalarda yer etmiş olan hareketlerdi. Tümüyle liberal
çizgilerde gelişmiş olan Avrupa sanayisi ile işbirliğine girerken çok geniş bir denetimi
üstlenmek gerekiyordu. Denetimin başarılması halinde batı ile ekonomik yaklaşmanın
nasıl bir politik bağımlılığa yol açacağını bilen Türk hükümeti, daha ilk anda millîleştirme ve
yabancı firmalar için Türkçe kullanmayı zorunlu kılan yasalar çıkardı.

Dış dünya ise Türkiye’de yapılan ekonomik reformların pek etkili olamayacağını
sanıyordu. Türkiye’nin Rum ve Ermenilerin yardımını almadan özellikle ekonomik kalkınma
politikasının etkili bir şekilde yürütülemeyeceği kanaatindeydiler. Buna rağmen Türkiye dış
münasebetlerinde dostça bir tutum içindeydi. Bu çerçeve içinde Rusya ile sosyal, siyasî
ve ekonomik işbirliğine girmiş, batıda ekonomik bunalımı atlatmayı başaran Almanya ile
ekonomik münasebetlerin yanı sıra kültürel ilişkileri de geliştirmişti. Ama her şeye rağmen
1923–30 dönemi Türk dış politikası son derece temkinli ve batı ile münasebetlerinde
kuşkuludur.

Türkiye iç politika da sosyal hayatın hemen her alanında köklü inkılâpları


gerçekleştirmekle meşguldü. Yeni bir anayasa kabul edilmiş, hilâfet kaldırılmış, eğitim
birleştirilmiş, kılık kıyafet, hukuk, harf vb. inkılâplar gerçekleştirilmişti. Mesela, halifeliğin
kaldırılması ile laikliği ve dolayısıyla yenileşmeyi önleyen baş engel ortadan kalkmış
oluyordu. Reformların toplumda yarattığı tedirginlik ve hükümetin dış ticaret üzerine koyduğu
tahditler dolayısıyla ülke ekonomisinin durumu daha da ağırlaşmıştı. Memnuniyetsizlik Halk
Fırkası arasında da bölünmelere sebep olmuş ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının
kurulmasına kadar varmıştı. İnkılâpların en hızlı döneminde doğuda 1925 Şeyh Sait İsyanı
patlak vermiş ve isyanlar kısa aralıklarla 1938`e kadar devam etmiştir. Ardından Atatürk`e
İzmir suikastı düzenlenmiş 1930`da Menemen olayı patlak vermişti.

Türkiye`nin modernleşmesine karşı söz konusu olan direnme, teokratik kaynaklardan


besleniyordu. Her ne kadar medreseler kaldırılmışsa da, mensupları ulemaya kıyasla,
halkla daha yakın ve daha tesirli olan tekkeler, faaliyetlerine devamla, laikleşmeye karşı
mukavemet ediyorlardı. Hükümet bütün bu olaylara İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn
yasası ile cevap vermek zorunda kalmıştı.
Türk İnkılâbı 233

B- Batı Devletleri İle Olan İlişkiler


1930`a kadar batı devletleri ile olan ilişkilerde Lozan’dan intikal eden Musul, borçlar, okullar
ve Yunanlılarla aramızdaki “nüfus değişimi” anlaşmazlığının çözümü ile uğraşıldı ve Musul
dışındaki konular genel olarak Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlandı.

İngiltere ve Musul Meselesi


Lozan Konferansı devam ederken, konferansın ilk toplantısında, Fethi Bey (Okyar)
görüşlerini açıklarken Musul Vilayetinde nüfusun üçte ikisinin Türk olduğunu, bu sebeple
bölgenin Türk sınırları içinde kalması gerektiğini belirtmişti. Ancak konferans esnasında
İngiltere, Türk-Irak hududunun “Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin vereceği karara göre çizilmesi
gerektiği” şerhini koymuş ve bu şerh, talebimiz üzerine hududun 9 ay zarfında Türkiye
ve İngiltere arasında çizilmesini, anlaşma sağlanamazsa konunun Cemiyet-i Akvama
götürülmesi şeklinde bırakılmıştı. Meselenin çözümü için 19 Mayıs–5 Haziran 1924`de
yapılan İstanbul Konferansı’nda, İngiltere, Musul`un yanısıra Hakkâri vilayetinin de Irak`a
katılmasını talep etmişti. Görüşmeden netice alınamayınca Musul`da iki taraf arasında yer
yer çatışmalar oldu. Konu Milletler Cemiyetine intikal etti. Cemiyet 29 Ekim 1924`de geçici
sınır (Brüksel Hattı) tespit ederek bir süre için meseleyi halletmiş oldu. Ancak İngiltere her ne
pahasına olursa olsun, Musul bölgesindeki petrol kaynaklarını ve Irak’ın stratejik önemi göz
önünde tutarak işgal altında tutuğu Musul topraklarından vazgeçemiyordu. Mevcut durumu
Türkiye`ye aynen kabul ettirmek için İtalya ve Fransa’yı bile yanına almayı başarmıştı.
Bu aşamadan sonra Musul konusu Milletler Cemiyeti`ne getirildi. Milletler Cemiyeti esas
itibariyle siyasî bir organdı. İngiltere ise cemiyetin en güçlü üyelerinden biri ve Meclisin
daimi üyesi bulunuyordu. Buna mukabil Türkiye teşkilâta üye değildi. Konu Konseye
getirildiği zaman Konsey bir komisyon oluşturarak aydınlatıcı rapor istedi. Ve Komisyonun
verdiği rapora uyarak Musul`un Irak`a bırakılmasını uygun gördü. Adalet divanına yalnızca
usulle ilgili konular sorulmuştu. Kararın uygulanması Türkiye’nin de kabulü ile mümkün
olacaktı. Ancak Türkiye Konseyin taraflı kararına bir süre direndiyse de bu uzun sürmedi.
Konseyde Musul konusu hep Avrupalı Hıristiyan devlet temsilcileri tarafından incelendiği
için Türkiye yalnızlığa itilmişti. Tek Müslüman devlet olarak Türkiye’nin Avrupa`da hak
aramaya kalkması da bir başka dezavantajdı. Günün şartları içinde oldu bittiyi değiştirmek
için İngiltere`ye savaş açmak gibi maceralı bir yola girmek de düşünülemezdi. Uygun yol
yeniden İngiltere ile masaya oturmaktı. Hükümet Milletler Cemiyetinin vermiş olduğu kararı
esas tutarak 1926`da görüşmelere başlamış ve bazı haklar elde etme karşılığında mevcut
durumu kabul etmişti. 5 Haziran 1926 tarihli Musul –Ankara antlaşmasına göre Irak
hududunda Milletler Cemiyetinin belirlediği sınırda Türkiye lehine bazı küçük değişiklikler
yapacaktı. 14. Madde ile de Irak’ın belirli petrol gelirlerinden %10 pay verecekti. Fakat
bölgede petrol üretiminin gecikmesi sebebiyle Irak ancak 1931 yılından itibaren petrol geliri
elde etmeye başlamıştı. Bu sebeple Türkiye Irak petrol gelirlerinden ilk payını 1931 yılında
3.1 milyon TL olarak almış, 1952 yılına kadar düzenli olarak payını almayı sürdürmüştür.
1952-1953’te ödeme yapılmamış 1954’te ise 4 milyon TL alınmıştır.

Böylece Musul konusundaki uyuşmazlık halledilmiş oluyordu. Musul Meselesi’nin


çözümünden sonra İngiltere’nin Türkiye`ye karşı dostluğu giderek artmaya başladı. Çünkü
Türkiye`ye karşı komşu topraklarda İngiliz çıkarları bunu gerektiriyordu. İngiltere dostluğun
korunması için bir İngiliz filosu 1929`da İstanbul`u ziyaret etmişti. Filo kumandanı ile İngiliz
elçisi Ankara`da Atatürk`ü ziyaret etmişti. Bu ziyaret iki ülke arasında yeni bir dönemin
başlangıcını oluşturacaktır.
234 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Fransa İle Olan İlişkiler


1921 Ankara Antlaşması ile Fransa’nın, Hatay (Sancak)’daki Türklerin millî ve kültürel
varlıklarını kabul etmesi ile dostluk kurulmuştu. Fakat yakınlaşma uzun sürmedi. Lozan
konferansı sırasında Türkiye’nin her türlü imtiyazı kaldırmaya çalışması, kapitülasyonlardan
en fazla yarar sağlayan Fransa ile çetin tartışmalara sebep olmuş, neticede Fransa,
Türkiye’nin, Lozan`da antlaşma hükümleri ile bağdaşmayan imtiyazların kaldırılması
talebini kabullenmek zorunda kalmıştı.

Lozan’dan sonra Türk-Fransız ilişkilerin de en çok gündeme gelen konu Hatay ve


borçlar meselesidir. Hatay ve dolayısıyla Suriye hududunun, Ankara Antlaşması’yla genel
hatları belirlenmiş ve Lozan barışının 3. maddesinde ayrıntılar ortaya konmuştu. Ayrıca
Fransa Hatay için Ankara Antlaşması’nda kabul ettiği özel durumu muhafaza etmişti.
Ama 1925’te bir takım güçlüklerle karşılaşan Fransa Suriye`ye M. De Jovvenel`i Yüksek
Komiser olarak tayin etti. Diğer taraftan Ocak 1926`da İskenderun Sancağının Suriye
Meclisindeki temsilcileri, Suriye`den ayrılıp doğrudan Fransa’ya bağlanmayı talep etmişler
ve bu talepleri Fransa tarafından kabul edilmişti. Bu meclis, Mart 1926`da bir anayasa
hazırlayarak bağımsızlığını ilan etti. Sancağın bağımsızlık kararına Suriye itiraz edince
yeniden yapılan görüşmelerden sonra, meclis kararından dönerek, İskenderun, Suriye
devleti içinde muhtar kalmayı kabul etti.

Diğer taraftan aralarındaki sınır uyuşmazlığını halleden iki devlet 18 Mart 1926`da
dostluk ve iyi komşuluk antlaşmasını parafe etmişlerdi. Ancak bu sırada Musul meselesi
devam ediyordu. Ve Fransa Musul konusunda İngiltere’nin tarafını tutuyordu. Bunun için
dostluk ve iyi komşuluk antlaşmasının imzalanması meselenin çözümünden sonra 30 Mayıs
1926`da Türk-İngiliz–Irak antlaşmasını aynı günde tasdik etti. Sözleşmenin 7. maddesine
göre İskenderun bölgesi için kurulan özel rejim daima göz önünde bulundurulacaktı.

Bu dönemde Türk-Fransız münasebetlerindeki bir diğer konu borçlar meselesidir.


Osmanlı Devleti en fazla Fransızlara borçlu olması dolayısıyla, Fransa Türkiye`ye karşı
katı bir tutum içindeydi. Bu sebeple Lozan Konferansı’nda borçlar konusunda Fransa
ağırlıktaydı. Ancak konu konferansta tamamen halledilmemişti. 1925`te Borçlar bir kez
daha ele alındı. Bu tarihte Türkiye 1912 öncesi Osmanlı borçlarının % 62,54`ünü, 1912
sonrası borçların % 73,59’unu ödemeyi kabul ediyordu. Milletler Cemiyeti aracılığıyla 13
Haziran 1928`de Paris’te yapılan bir başka antlaşmada ise Türkiye 82.456.337 TL anapara
olmak üzere toplam 107.528.461 altın lira tutarında Osmanlı borcunu devralmıştı. 1929
ekonomik buhranının başlaması borçlarının ödenmesini güçleştirdi. Bu durumda Türkiye
“Hoover Moratoryumundan” (borçların tecile uğramasından) faydalanmak istedi. Paris’te
yapılan görüşmeler sonunda 22 Nisan 1932`de borçların ödenmesi daha müsait bir şekilde
çözüme bağlandı. Böylece Hatay dışında iki devlet arasındaki antlaşmazlıklar giderilmiş,
dostça münasebetlerin kurulmasına iyi bir zemin hazırlanmış oldu.

İtalya İle Münasebetler


Birinci Dünya Savaşı sonunda, daha önce yapılan gizli antlaşmalardan umduğunu
bulamayan İtalya, Türkiye ile iyi münasebetler kuran ilk ülkeydi. Ancak Mussolini’nin iktidarı
ele geçirmesinden sonra İtalya, Türkiye’nin Musul konusundaki bağlantısını fırsat bilerek
Anadolu’daki emellerini yeniledi. Musul meselesinin çözüme bağlanması ve aynı yıl Fransa
ile dostluk ve saldırmazlık antlaşmasının imzalanması, İtalya ile ilişkilerimizin düzelmesini
sağladı. Daha önceki açıklamasının Anadolu’yu kapsamadığını Ankara’ya ileten İtalya dostça
bir politika izlemeye başladı. Bu dönemde İtalya’yı ilişkileri yeniden gözden geçirmeye sevk
eden sebep bu devletin Arnavutluğa karşı izlemekte olduğu politika yüzünden, Yugoslavya
Türk İnkılâbı 235

ile ilişkilerinin gerginleşmesiydi. Yugoslavya İtalya’dan çekindiği için Fransa’ya yanaşmıştı.


Bu durum karşısında İtalya, Anadolu’daki hayali sömürgecilik düşüncesinden vazgeçip,
Akdeniz’de oluşan “Küçük Antanta” karşı Türkiye ve Yunanistan’la da birlikte, Bulgaristan’ı
da yanlarına alarak güvenlik sistemi oluşturmak istedi. İtalya’nın bu politikası 30 Mayıs
1928’de Türkiye ile bir tarafsızlık, uzlaşma ve adlî tesviye (yargısal çözüm) antlaşması
imzalanmasıyla neticelendi.

İtalya 1923–30 döneminde bazı ufak tefek anlaşmazlıklara rağmen, Türkiye’ye en yakın
olan batılı ülkelerden biridir. Bu sebeple İtalya ile özellikle ticari alanda işbirliği geliştirildi.
İtalya’nın büyük bankalarının birçoğu İstanbul’da şube açtı. Türkiye de güvenliği için gerekli
olan savaş gemilerini 1931’de almak üzere İtalya’ya sipariş verdi. Ticari alandaki işbirliği
zaman zaman siyasî alanda da görülmüş, Yunanistan’ı Ankara’yla antlaşmaya zorlamıştı.

Türk-Yunan Münasebetleri ve Nüfus Değişimi


Türkiye Lozan Barışı’ndan itibaren Yunanistan’la iyi ilişkilerin kurulmasından yana bir
politika takip ediyordu. Millî Mücadele’nin sonunda Yunanistan “savaş yasalarına dayalı
olarak Yunan ordu ve sivil idaresinin, Anadolu’da sebep olduğu hasarı ödeme yükümlüğünü”
kabul etmiş, Türkiye ise savaşın uzaması ve sonuçlarından, Yunanistan’ın içine düştüğü
malî güçlüğü göz önüne alarak tazminat istemekten vazgeçmişti. Türkiye’nin bu jesti her
şeye rağmen Yunanlılara karşı kindar bir tutum içinde olmadığını göstermekteydi.

16 Aralık 1923 tarihinde Yunanistan’da yapılan seçimleri kazanmasından sonra


Venizelos, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak istediğine dair bir telgrafı Türk Başbakanlığına gön-
derdi. Buna kutlama mahiyetinde cevap veren Başbakan İsmet Bey (İnönü) “...Muahedenin
ve muahedatın samimi tatbiki ile iki ülke arasında iyi ilişkilerin tesis fikrine taraflarca bilin-
mektedir. Genel barışın ve teyidine dayalı çalışmalarınızda başarılar temenni ve samimi
tebriklerimi sunarım” demişti. Ama iki ülke arasında özellikle nüfus mübadelesi dolayısıyla
7-8 yıl daha gerginlik devam etti.

Etabl konusunda 30 Ocak 1923’te imzalanan sözleşmeye göre, Türkiye’de kalan


Rumlarla, Yunanistan’daki Müslüman Türklerin değişimi ön görülmüş, ancak bundan
Batı Trakya Türkleri ile İstanbul belediye sınırları içindeki Rumlar istisna edilmişti. Fakat
Yunanistan, İstanbul’da daha çok Rum bulundurabilmek için 30 Ekim 1918’den önce her ne
surette olursa olsun İstanbul’da bulunan Rumların yerleşmiş sayılmasını savunduğundan
konu Milletler Cemiyetine havale edildi. Cemiyetin 1925’teki girişimleri anlaşmazlığı
çözümleyemeyince iki taraf arasındaki hava gerginleşti. Batı Trakya’daki vatandaşlarımızın
mallarına el konulmasına karşılık verildi. Hatta İstanbul’da Fener Patrikhanesine bağlı
Kostantin Arapoğlu adındaki bir din adamı da Cumhuriyet yönetimi tarafından her türlü
baskılara karşı sınır dışı edildi. Anlaşmazlık iki devletin siyasî münasebetlerine de
yayılınca 1 Aralık’ta anlaşma yoluna gidildi. Fakat gerginlik giderilmedi. 3 Temmuz 1928’de
Başbakanlığa gelen Venizelos, anlaşmazlığın her iki tarafa vereceği zararı da göz önüne
alarak 19 Mayıs 1928’de İsmet Paşa’ya yazdığı bir mektupta barış teklifinde bulundu.
Venizelos mektubunda “Elen halkının bana Hükümet yönetimini verdiği bir anda olanaklı
en geniş biçimde bir dostluk, saldırmazlık ve hakemlik paktıyla belgelenecek dostluk içinde
ülkemizin sorunlarını çözüme kavuşturmaya katkıda bulunmak özlemini size bildirmek
istiyorum. Türkiye’nin bizim topraklarımızda hiçbir emeli olmadığının tam bilinci içindeyim...”

30 Ağustos 1928 tarihli İsmet Paşa’nın cevabında “...yazdıklarınız bütünüyle benim


görüşlerime uymakta olup Elen-Türk ilişkileri tarihinde açık ve dürüst bir dostluğa yöneltici
yeni bir dönemin başladığını göstermektedir.” demişti. Yakınlaşma 30 Ekim 1930’da anlaşma
ile sonuçlandı. Buna göre yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun, İstanbul
236 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi “Etabl” deyimi kapsamına alındı. Bundan sonra
1930 ve 1931 tarihlerinde Başbakanlık ve Bakanlar düzeyindeki karşılıklı ziyafetler dostluğu
pekiştirdi. 1 Kasım 1931 tarihli nutkunda Atatürk dostluğu şöyle dile getiriyordu. “...Komşumuz
ve dostumuz Yunanistan Başvekilinin ve Hariciye nazırının Ankara’ya resmen ziyaretlerini
hususi bir memnuniyetle zikrederim. Türkiye ile Yunanistan’ın, yüksek menfaatleri birbirine
zıt olmaktan tamamen çıkmıştır. Bu iki memleketin samimi dostluktan kendileri için emniyet
ve kuvvet görmelerinde isabet vardır”.

C- Türkiye ve Sovyet (SSCB) Münasebetleri


Millî Mücadele sırasında, Avrupa’nın güçlü emperyalist devletleriyle savaşın Türkiye, kendisi
gibi emperyalizme karşı savaşan S.S.C.B. ile işbirliği yaparak 13 Ekim 1921’de Kars’ta,
2 Ocak 1922’de Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti ile birlikte Ankara’da dostluk antlaşması
imzalandı. Bu sırada Sovyet liderlerinin Türk Millî Mücadelesine rejim açısından baktıkları ve
günün şartlarından yararlanarak Anadolu’ya nüfuz etmek istedikleri bir gerçekti. Bu sebeple
Atatürk S.S.C.B.’nin rejimi hakkında açıklama yapmak ihtiyacını hissetmişti. Şubat 1921’de
“Komünizm sosyal bir meseledir. Memleketimizin hali ve memleketimizin sosyal şartları,
dinî ve millî esasilerin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı
kanaati teyid eder bir mahiyettedir...” demişti. Ancak Lozan görüşmeleri sırasında rejim
farklılığına rağmen özellikle Boğazlar konusu gündeme gelince, S.S.C.B. her iki devletin
çıkarlarına uygun olarak Türkiye’yi desteklemişti. Lozan’dan sonra iki devlet de yalnızlıktan
kurtulmanın uğraşısı içindeydi. Henüz Batı, S.S.C.B.’nin rejimini tanımamıştı. Bu sebeple
S.S.C.B. hem yalnızlıktan kurtulmak hem de rejimini batıya tanıtabilmek için, Almanya ile 16
Nisan 1922’de Rapollo Antlaşmasını imzalamıştı. Ancak Almanya Aralık 1925’te aralarında
Fransa, İngiltere ve İtalya’nın da bulunduğu devletlerle Locarno Antlaşmasını imzalayınca
S.S.C.B., Almanya’dan uzaklaştı. Çünkü S.S.C.B. bu gruplaşmayı kendilerine yönelik bir
hareket olarak görmüştü.

Diğer taraftan Türkiye, Batılı devletlere ve Milletler Cemiyetine Musul konusundaki


tutumlarından dolayı küskündü. Böyle bir ortamda Türkiye ile S.S.C.B. 17 Aralık 1925’te
Dostluk, Tarafsızlık ve Saldırmazlık paktını imzalamışlardı. Antlaşmadan sonra Dışişleri
Bakanı T. Rüştü Aras’ın Odesa’yı ziyareti, iki devlet arasındaki samimiyeti daha da geliştirdi.
O kadar ki S.S.C.B, 1928’de toplanmakta olan silahsızlanma konferansına Türkiye’nin de
katılması teklifinde bulundu. Bu, Türkiye’nin Lozan’dan sonra ilk defa milletlerarası bir
konferansa çağrılması dolayısıyla anlamlıydı. Görüşmelerde Türk delegesi, top yekun
silahsızlanmayı savunan S.S.C.B. tezini desteklemişti. 1929’da S.S.C.B. sarsılmaz dostluk
hislerini Türkiye’ye bizzat ifade etmek için Dışişleri Komiser Yardımcısı Leon Karahan’ın
Ankara’ya ziyareti sırasında, 17 Aralık 1929’da imzalanan yeni bir protokolle, 1925
antlaşması üç yıl daha uzatıldı.

1923–30 döneminde Türk-Sovyet dostluğu çok iyi olmakla beraber, Musul meselesinin
halledilmesi, Fransa ve İtalya ile dostluk antlaşmalarının imzalanmış olması, 1930 sonra-
sında S.S.C.B.’yi Türkiye’nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan çıkardı.

D- İslâm Devletleri İle İlişkiler


Lozan konferansından sonra İslâm âlemi, Türk politikasını hem şaşkınlık hem de şüphe
ile karşılamıştı. Bunda Saltanat ve Hilâfetin kaldırılmasının önemli rolü vardı. Ancak
Hilâfet, İslâm âlemi için birleştirici bir unsur olmaktan çıkmıştı. Hiçbir güçlü devletin,
Hilâfetin üstün kuvvetini tanımayacağı az çok belli olmuştu. Bunu sezmiş olan İsmet
Paşa “Eğer Müslüman ülkeler Türklere karşı dostça davranışlarda bulunmuşlarsa, bunun
sebebi hilâfetin bizim elimizde bulunması değil, bizim kuvvetli olmamızdır.” demişti. Zaten
Türk İnkılâbı 237

Osmanlılardan itibaren hilâfetin gerçek sahibi Kureyşliler olduğunu iddia etmiş olan Araplar
bile, Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’in 1924’te gösterdiği bütün çabalara rağmen, bu müesseseyi
kendi aralarında yeniden tesis edememiş olmaları bunu göstermektedir. Diğer taraftan
İslâm âleminde, Suriye-Halep ve Hatay, Irak Musul meselesinden dolayı Türkiye ile olan
ilişkilerinde endişeliydiler. Bunun yanı sıra T. Rüştü Aras’ın Mekke’ye şapka ile gitmesi hoş
karşılanmamıştı. 1928’de Türkiye’de din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılması
ve Latin alfabesinin kabulü, İslâm âleminde “Türkler dinlerini inkâr ediyor, camilerini
kapatıyorlar” gibi son derece abartılarak yorumlanmıştı. Böyle bir ortamda Türkiye 1931’de
Kudüs’te toplanan İslâm konferansına katılmamış, hatta daha ileri giderek, kongrede dinin
politika da araç olarak kullanıldığı gerekçesiyle sert bir dille kınamıştı.

Hilâfet faktöründen dolayı küskün olan İran’la 22 Nisan 1926’da Tahran’da sınır mese-
lesine son vermek için Dostluk ve Güvenlik antlaşması imzalandı. Ancak sınır boylarındaki
aşiretler, Türk-İran yakınlaşmasını bozmaya devam edince 15 Haziran 1928’de, 1926 antlaş-
masına ek bir protokol ilave edildi. Böylece 1923-30 döneminde iki devlet arasındaki ilişkiler-
de olumlu gelişmeler gösterdi.

1930–1938 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI


Türkiye 1930 yılının sonunda içeride inkılâpların yerleşmesini sağlamış, inkılâplara karşı
çıkan güçleri önemli ölçüde ortadan kaldırmıştı. Milletin refah düzeyini daha iyi bir seviyeye
getirebilmek için özellikle ekonomik alanda yeni önlemler almış ve azda olsa, dışa açılmayı
planlayarak, haricin sermayesi, teknolojisi ve beyin gücünden faydalanmayı hesaplamıştı.

1930-32 yıllarında Türkiye’yi dışarıdan tehdit edecek yakın bir tehlike de yoktu. Bu iti-
barla Atatürk, 20 Nisan 1931 tarihinde milletvekilleri seçimleri öncesi C.H.P. Başkanı olarak
“yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz” demişti. Ancak 1933 yılından itibaren dünya-
da bulutlar yeniden kararmaya başladı. Batı 1929-34 ekonomik bunalımı içindeydi. 1933’te
Almanya Başbakanlığına getirilen Hitler, Versailes Barış Antlaşmasına uymak niyetinde
değildi. Yeniden silahlanmaya başladı ve pazarını geliştirmek için Ortadoğu’yu kendisine
hedef seçti. S.S.C.B. Almanya’nın Doğu Avrupa’daki genişleme tehditleri karşısında tedir-
gindi. Türkiye’yi en çok ilgilendiren devlet ise İtalya idi. İtalya, kendi kamuoyunun dikkati-
ni iç politikadan uzaklaştırmak için, dış politika da toprak ele geçirmek amacıyla hareket
ediyordu. “Akdeniz’i bir İtalyan gölü haline getirmek, eski Roma İmparatorluğunu canlan-
dırmak” emelini güden bir politika peşindeydi. Bunu ilk örneğini 1933 “Korfu” macerasıyla
ortaya koymuş, 1927’de Arnavutluğu himayesine alıp, 1935’te Habeşistan’a saldırmıştı.
Balkanlarda ise Bulgaristan revizyonist hareketlerde bulunuyordu. Bundan dolayı Atatürk,
1930-38 dönemi dış politikasını belirlerken, barışçı politikaya daha yakın ve mevcut duru-
mun muhafazasına çalışan batılı devletlere yaklaşmayı uygun buldu. Atatürk 1932’de “...
Beynelmilel siyasî güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart milletlerin hiç olmazsa ba-
rışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmesidir.” derken bu hedefini ortaya koymaktaydı.

A- Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi


Türkiye 1930’a kadar özellikle Musul meselesindeki kararlarından dolayı Milletler Cemiyetine
güvenilir bir teşkilât olarak bakmıyordu. İkinci önemli mesele cemiyetin 16. maddesiydi. 15
Temmuz 1931 tarihinde TBMM’de yapılan bir açıklamada bu çekince, konseyce alınabilecek
zorlama önlemlerine konseye üye olmayan Türkiye’nin bulunmadan katılmak zorunda
kalmasından kaynaklanıyordu. Özellikle cemiyete şimdilik girmek istemeyen S.S.C.B.’ne
karşı önlemlerin uygulanması Türkiye için sakıncalı bir durum yaratabilirdi. Çünkü Türk ve
Sovyet hükümetleri, Milletler Cemiyeti konusunda dayanışma içinde bulunuyorlardı.
238 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Ancak 1930’a kadar batı ile problemler önemli ölçüde çözülmüş ve dostluk
antlaşmaları imzalanmıştı. Batılı devletler, Türkiye’nin milletlerarası politikadaki yerini daha
iyi değerlendiriyorlardı. Diğer taraftan Avrupa’da yeni bir gruplaşma hareketi başlamıştı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan devletlerle, galip çıkmasına rağmen mevcut
durumdan memnun olmayan İtalya Versailles’te kurulan statükoyu değiştirmek isteyen bir
dış politika izlemeye başlamıştı. Bu grubun karşısında savaştan galip çıkan ve mevcut
durumun devamını isteyen, aralarında İngiltere ve Fransa’nın da bulunduğu devletler
bulunuyordu. S.S.C.B. ise bu gruplaşmanın dışında kalmak istemişti.

Türkiye, barışçı ve karşılıklı saygı prensibine dayalı bir politikayı kendisine hedef
seçmiş olduğu için, revizyonistlerin saldırgan dış politikalarına karşı revizyonist olmayanlara
yaklaşmayı daha uygun görüyordu. Bu yolla yalnız S.S.C.B.’ne dayalı dış politika da
dengelemiş olacaktı.

Böyle bir ortamda Fransız Dışişleri Bakanı Briand’ın teşvikiyle Avrupa’da birliğin
korunması için girişimler başlatılmış ve 17 Mayıs 1930’daki toplantıya Türkiye’nin de davet
edilmesi uygun görülmüştü. Bu sırada Türkiye zaten Kellogg-Briand misâkını imzalamış
ve silahsızlanma konferansı çalışmalarına katılmıştı. Yalnız Türkiye, Milletler Cemiyetinin
üyesi olmak şartıyla teşkilâta girmeyi prensip olarak kabul ediyordu. 1931’de Türkiye’nin bu
şartı ileri sürmesi henüz cemiyete girmek için çok fazla ısrarlı olmadığını göstermektedir.
Atatürk’ün bizzat direktifi üzerine ancak davet edildiğimiz taktirde teklif ele alınacaktı.
Türkiye’nin saygınlığı için bu çok önemliydi. Nitekim Milletler Cemiyeti 6 Temmuz 1932’de,
Çin-Japon uyuşmazlığını görüşmek üzere toplandığı sırada, İspanya temsilcisinin teklifi,
Yunan temsilcisinin desteği ile Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesini öngören
karar tasarısı kabul edildi. Teklif TBMM’de tartışılıp görüşüldükten sonra 18 Temmuz
1932’de, her türlü haksız kararlarına rağmen, barışçı yolda olduğundan, Milletler Cemiyetine
üye olunması benimsendi. Ancak üye olmadan önce Cemiyetin kararlaştıracağı zorlama
önlemlerine, askerî ve coğrafi durumuyla bağdaşacak bir ölçüde katılabileceği yolunda bir
çekince ileri sürüldü.

Türkiye Milletler Cemiyetine girdikten sonra barış ve ortak güvenlik için bütün gücüyle
çalışmış, saldırgan devletlere karşı alınan önlemlere tereddüt etmeden katılmıştır.

B- Balkan Paktı
Türkiye tüm Balkan devletleri arasında sınırların karşılıklı olarak güvence altına alınması
amacıyla 1925 Locarno Antlaşması’na benzer toplu bir güvenlik sisteminin kurulması
yolunda girişimde bulunmuş ancak sonuç alamamıştı. Fakat Türk-Yunan problemi
Venizelos ve Atatürk’ün büyük gayretiyle çözüme kavuşturulduktan ve Balkan Devletleri
de kendi aralarındaki problemleri 1925-29 devresinde önemli ölçüde açığa kavuşturduktan
sonra Balkan Paktı konusu yeniden gündeme geldi.

Diğer taraftan Mussolini’nin Akdeniz’deki emperyalist amaçları, Balkanlarda Türk-


Yunan yakınlaşmasını pekiştirmişti. Bu antlaşmada Dünya Barışı Derneği’nin 6–10
Ekim 1929’da Atina’da yaptığı toplantıda, kongre başkanı eski Yunan Başbakanlarından
Papanastasiu, devamlı bir ‘Balkan Paktı’ kurulması fikrini ortaya atmış ve öneri bütün Balkan
delegeleri tarafından kabul edilmişti. İlk Balkan Konferansı, bütün Balkan Devletlerinin
katılmasıyla 15 Ekim 1930’da Atina’da yapıldı. Toplantıda alınan kararların 2. maddesine
göre “bir Balkan Paktı” hazırlamak; bu pakt içinde savaşın yasaklanması, uyuşmazlıkların
barış yoluşla çözülmesi ve bir tecavüz halinde karşılıklı yardımda bulunması hakkında
hükümler bulunacaktı.
Türk İnkılâbı 239

Türkiye, Balkan Paktını, Balkan Devletleri dışında gelebilecek tehlikelere karşı bir
engel olarak görüyordu. Bu sebeple Atatürk, Paktın saldırmazlık niteliğinde kalmayarak
aynı zamanda bir savunma paktına dönüşebilmesi için ortak bir askerî komitenin
kurulmasını önerdi. Akdeniz’deki İtalyan tehdidi bunu gerekli kılmıştı. Ancak Pakt,
Türkiye’nin istediği şekilde güçlü değildi. Daha işin başında Yunanistan Başbakanı,
Balkanlar için Bulgaristan’dan daha büyük tehlike olarak İtalya’yı görmekle beraber onlarla
dost olmanın yollarını aramaya başlamıştı. Nitekim Balkan Paktı’na “Yunanistan, Pakt ile
üstlendiği yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında hiçbir durumda büyük devletlerden
birine karşı savaş etmez” ibaresini koydurdu. Fakat kaderin cilvesi bu ibare İtalya’nın
1940’ta Yunanistan’a saldırmasını önleyemedi. Eğer Pakt Balkanlar içinden gelebilecek
saldırılardan olduğu gibi dışarıdan gelebilecek saldırıya karşı da geçerli olsaydı belki
İtalyan saldırısı ve dolayısıyla Alman istilası söz konusu olmayacaktı.
Balkan Paktı’nın imzalanmasından sonra 13 Mayıs I934’te İtalya adına Mösyö
Lojacono ile, Numan Menemencioğlu arasında yapılan görüşmeler oldukça tartışmalı
geçmişti. İtalyan temsilcisi “ortada hiçbir makul sebep olmadığı halde Türkiye Hükümeti
İtalya aleyhine kombinezonlar yapmakta, ittifaklar aramaktadır…” dedikten sonra
dostluğun bozulmaması için garanti vermeye hazır olduklarını belirtmişti. Bunun üzerine
Menemencioğlu, “Bizim İtalya aleyhine hiçbir kombinezonumuz yoktur ve İtalya aleyhine
hiçbir ittifak aramış değiliz.” demek zorunda kalmıştı.
Nitekim başlangıçta sağlam temellere oturtulmayan Pakt 1936’dan itibaren süratle
gelişen büyük devletlerin siyasî ve iktisadî gelişmeleri karşısında çözülmekten kurtulama-
mıştı. 1936’da Almanya’nın güçlenmesi, Romanya, Bulgaristan ve Macaristanı endişeye
düşürmüştür. Yugoslavya Berlin, Roma mihveri karşısında İtalya ve Bulgaristan’la anlaşma
yoluna gitmişti. Bu olaydan sonra dağılma tehlikesi gösteren Balkan Paktı’nı kurtarmak için
en çok gayret sarf eden Türkiye oldu. Fakat 1939’daki gelişmeler ve İkinci Dünya Savaşı
Paktın dağılmasına sebep oldu.

C- Akdeniz’de İtalyan Tehlikesi ve Türkiye’nin Batıya Yönelişi


Lozan’dan sonra İtalya ile ilişkilerimiz, diğer batılı devletlere nazaran daha olumlu bir
seyir takip etmekteydi. Ancak Musul meselesinin gündemde olduğu bir sırada Mussolini,
Faşist Fırka’da açıkladığı görüşleriyle iki devlet arasındaki yakınlığa gölge düşürmüştü.
Mussolini, Faşist İtalya İmparatorluğu’ndan bahsederken “...Bu rüya ulvi bir rüya’dır... Biz
geçmişten hiçbir şey inkâr etmiyoruz. Arnavutluk’a, Tunus’a, Mısır’a gitmek istiyoruz, hedef
budur. İmparatorluk...” demişti. Diğer taraftan İtalya’nın Musul meselesi sırasında İngiltere
tarafını tutup, Antalya’yı talep etmeye kalkması bu açıklamanın bir ürünüdür. Ancak iki
devlet arasında 1928’de dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalanmış, 1932 protokolü
ile süresi uzatılmıştı. Fakat Mussolini bu kez 19 Mart 1934 Faşist kongresinde bir kere
daha “İtalya’nın tarihsel emelleri, ona kolay ulaşım yollarıyla bağlı, Asya ve Afrika’dadır.”
yolundaki açıklamasını yapması, Türkiye’de tepki ile karşılanmış ve yeniden gergin duruma
dönülmüştü. Gerçi, Mussolini, bu açıklamasına Türkiye’nin dahil olmadığını, Türkiye’yi
bir Avrupa devleti olarak gördüklerini açıklamıştı. Buna rağmen Türkiye’nin kuşkuları
giderilememişti.

Türkiye’nin İtalyan tehlikesi karşısında pozisyonu şu olmuştur:

1) Boğazları askerleştirmek
2) Milletler Cemiyeti ile toplu güvenliği sağlamak için daha çok işbirliği yapmak,
3) S.S.C.B. ve Balkanlarda dayanışma sürdürülürken diğer statükocu devletlerle
ve özellikle Akdeniz’in en güçlü devleti İngiltere ile temaslara girilip Türkiye’nin
güvenliğini sağlamaktı.
240 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

İtalya’nın 3 Ekim 1935’te Habeşistan’a saldırması, 1936’da Türk sahillerine yakın


12 adayı ve özellikle Laros adasını tahkim etmesi, iki devlet arasındaki ilişkilerin gergin
olduğunu göstermektedir. Ayrıca İtalya’nın Habeşistan’a saldırarak, üyesi bulunduğu
Milletler Cemiyetinin 12. maddesini ihlâl etmişti. Bu durumda İtalya’ya karşı tedbir alınması
gerekiyordu. Millet Meclisi, Türkiye’nin bu tedbirlere katılmasını öngören bir kanunu oybirliği
ile kabul etti. İtalya, Milletler Cemiyetinin kararlarına uyan diğer devletler gibi Türkiye’ye de
11 Kasım 1935’te protesto notası göndermişti. Türkiye’nin İtalya’ya karşı alınan tedbirlere
katılması, iki devlet arasındaki ticari münasebetleri olumsuz bir şekilde etkiledi. Bununla
beraber Boğazları en çok kullanan ülkelerden biri olan İtalya, Türkiye ile iyi münasebetlerin
devamını kendi açısından faydalı görüyordu. Buna mukabil Habeşistan’a saldırısından
sonra İngiltere’nin Yugoslavya, Türkiye ve Yunanistan’a yardım teklifi üç devlet tarafından
1936’da kabul edilmişti. Ayrıca üç devletde İngiltere’ye karşılıklı garanti vermişlerdi. Karşılıklı
garantiler beraberinde Akdeniz Paktını getirmiş ve Bağlantı Türkiye ile İngiltere’yi biraz
daha yakınlaştırmıştı. Şimdi bir taraftan Türk-Sovyet dostluğu diğer taraftan Türkiye’nin
batıya yakınlaşması söz konusudur.

1933’te Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Almanya, silahlanma yanında siyasî ve


iktisadî nüfuzunu arttırmaya başlayınca Avrupa dengesinde yeni bir gelişme söz konusu
oldu. Buna rağmen Türkiye, Almanya ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde herhangi bir
sakınca görmedi. Ancak Montreux Konferansı sırasında alınan kararları imzacı devlet ol-
mamasına rağmen eleştirmesi ve Türkiye’den açıklayıcı bilgi istemesi iki taraf arasında
memnuniyetsizliğe sebebiyet vermişti.

Bu sırada Sovyetler, tüm dikkatlerini Almanya’ya çevirmiş olduklarından İtalyan tehlikesi


karşısında Türkiye ile güvenlik işbirliği yapma, sorumluluğuna girmedi. Buna karşılık 1935
Haziran’ında İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Anthony Eden, daha sonra yayımladığı anılarında
“siyasal yaşamım boyunca İngiltere ile Türkiye arasında sıkı dostluğun önemine inandım”
diyordu. Bu durum karşısında Türkiye revizyonist devletlere karşı barışa taraftar devletlere
yaklaşmayı kendi politikalarına uygun bulmuştu.

D- Montreux Boğazlar Sözleşmesi


Boğazlar için Lozan’da tespit edilen esaslara rağmen 1930 sonrası gelişmeler çeşitli tehli-
keleri ortaya koymuştu. Bu tehlikenin başlıcaları şunlardı.

Boğazların etrafında belirli bir alanın askerlikten arındırılmış olması. Gerçi gayri askerî
mıntıkanın yakınında ağır kara ve deniz topları ve torpili bulunduruluyordu. Ama henüz
savaşa girmemiş bir devletin donanmasının baskın tarzında Boğazlardan geçme ihtimalî
vardı. Böylece daha Türk kuvvetleri yetişmeden bu mıntıka elden çıkabilirdi.

Türkiye’nin girmediği bir savaşta bile savaş gemileri Boğazlardan geçirebilecekleri


için bölge harp alanı içinde kalacaktı. Bu durumda Türkiye’nin savaşa girmesi mecburiyeti
doğacaktı.

Boğazlardan yabancı gemilerin geçişine nezaret etmek için kurulan milletlerarası


komisyon da Türkiye’nin egemenliğini sınırlıyordu.

Buna rağmen Türkiye Boğazlar mukavelesini imza edenlerin kolektif garantisini


kâfi görmüştü. Ancak garantiyi veren devletlerden bazıları revizyonist politika izlemeye
başlamışlar ve Milletler Cemiyetinden ayrılmışlardı. Türkiye bu endişelerini ilk kez Londra
silahlanma konferansının genel görüşmeleri sırasında 23 Mayıs 1933’te dile getirdi.
1934 yılında Balkanlardaki Bulgaristan-Yugoslavya yakınlaşması Mussolini’nin Asya ve
Türk İnkılâbı 241

Afrika’daki emellerini açığa vuran konuşması, Türkiye’yi Boğazlar konusunda isteklerini


tekrarlamaya götürdü. Fakat o zaman anti-revizyonist Avrupa devletleri, revizyonistlere
örnek teşkil eder gerekçesiyle Türkiye’nin isteklerini kabul etmemişlerdi.

1935’te İtalya’nın Habeşistan’a saldırmaya başladığı bir sırada Doğu Akdeniz’deki güvenlik
büsbütün sarsıldı. Diğer taraftan Hitler Almanya’sının “Doğuya Doğru” politikası ile Kafkasya
ve Musul petrollerini hedef alması, Orta ve Güneydoğu Avrupa üzerindeki tehdidi, Boğazlar
hakkındaki Türk isteklerine daha fazla kulak verilmesini gerektiriyordu. Zaten Türkiye’de
yalnızca Lozan Antlaşması’nı feshettiğini açıklamakla düşüncelerini gerçekleştirebilecek güce
gelmişti. Bu ortamda oldu bittiye karşı koyabilecek bir tehlike de yoktu. Ancak Türkiye haklı
davasındaki mücadelesini zorla değil, barış ve hukuk kurallarına uygun bir şekilde halletmeyi
uygun buldu. Bu karar Türkiye’nin dünya devletleri arasındaki saygınlığını artırdı.

Türk Hükümeti, İngiltere’ye haber verdikten ve Sovyetler Birliği ile sıkı danışmalarda
bulunduktan sonra 11 Nisan 1936 günü Lozan’daki imzacı devletlere birer muhtıra vererek
yeni boğazlar rejimini ortaya koymak üzere konferansın toplanmasını istedi. İmzacı dev-
letlerden İtalya, Milletler Cemiyetine üye olmasına rağmen, toplanma zamanının uygun ol-
madığı gerekçesiyle katılmamış ancak haklarını ciddi şekilde saklı tuttuğunu ifade etmişti.

Konferans’ta İleri Sürülen Tezler


İngiliz Tezi: Lozan’ın geçerliğini istiyor. Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin
en fazla 30 bin tonalitolu donanma bulundurabilmelerini, bazı durumlarda 45 bin tona
çıkarılmasını ve sahildar olmayan harp gemilerinin en fazla bir ay kalmalarına taraftardı.

Sovyet tezi: Sahildar olmayan devletlerin harp gemilerinde tonaj tahkimini istemekte,
Türkiye’nin Boğazların tahkimini tamamıyla kabul etmekle Boğazların sadece denizaltılara
değil uçak gemilerine de kapalılığını savunmaktaydı.

Türk Tezi: Tasarıya göre Boğazların gayrı askerlikten çıkarıp tahkimi planladığından,
gayri askerîlikten hiç söz edilmiyor ve boğazlar komisyonunun kaldırılması istenirken
Boğazlardan ticari serbestliği kısmen kabul ediliyordu. Uçak gemilerine bölge tamamen
kapalı olmalıydı.

Konferansta, Türkiye’nin önemle üzerinde durduğu Boğazların askerîlestirilmesi


sağlanmış, Boğazlar komisyonunun kaldırılarak yetkilerini Türkiye’ye devretmesi temin
edilmişti. Boğazlardan geçiş serbestliği yalnız ticaret gemilerine ait olup, havadan geçişler
tamamıyla Türk devletinin inisiyatifine bırakılmış, Boğazlardan geçecek harp gemilerinin
tabii oldukları sınırlama emniyet prensibini temin edecek suret esnasında değiştirilmişti.
Diğer taraftan Milletler Cemiyeti paktından doğan hak ve yükümlülüklerin Montreux
sözleşmesinden doğan hak ve yükümlülüklerle karşılaşması halinde, Milletler Cemiyeti
paktından doğan hak ve yükümlülüklerin üstün geleceği belirtilmişti. Bu gelişmelerin
ışığında Montreux Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da imzalandı. Sözleşmeden
sonra Türk-İngiliz dostluğunda önemli bir gelişme kaydedildi. Fransa da müttefiki Rusya
ve dostu İngiltere’nin uzlaşmasına dayanan bu sözleşmeden memnundu. İtalya ise Türk-
İngiliz yakınlaşmasından memnun kalmamış, fakat 2 Mayıs 1938’de sözleşmeyi imzalamak
zorunda kalmıştı. Almanya, Lozan’da imzacı olmadığı için davet edilmemişti. Fakat İtalya
gibi “Türkiye’nin davranışını dostça görmediklerini ifade etmişlerdi.

Montreux sözleşmesinden en çok memnun olması gereken devletin Türkiye’den


sonra Sovyetler olması beklenirken, onlar Türkiye’nin batıya yakınlaşmasından endişe
duymaya başlamışlardı. Kendileri ile Montreux’dan önce görüş birliğine varılmış olmasına
242 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

rağmen görüşmeler sırasında çekişmeler yaşandı. Montreux’tan sonra Türkiye’nin ticari


alanda İngiltere ile yakınlaşması Rusya’yı biraz daha kuşkuya itmişti. Türkiye Moskova’nın
şüphelerini dağıtmak için Temmuz 1937’de T. Rüştü Aras ile Şükrü Kaya’yı, Sovyet
başkentine yollandı. Batı devletlerinin Sovyet Rusya aleyhinde girişecekleri bir harekete,
Türkiye’nin asla katılmayacağını anlatmaya çalıştılar. Ancak bundan sonra eski dostluk bir
daha kurulamadı.

E- İslâm Dünyası ile Olan İlişkiler ve Sadâbad Paktı


Türkiye’nin İslâm devletleri ile olan ilişkileri de 1933’ten sonra gelişme gösterdi. Bunun
çeşitli sebepleri vardı. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1) İslâm devletlerini, sömürgeleri altında tutan batılı devletlere yakınlaşmanın
başlaması.
2) Mussolini’nin Asya ve Afrika’ya sarkma politikası. Bu olay Türkiye’yi Doğu (İslâm)
devletlerine karşı Balkan politikasına benzeyen bir politika izlemeye sevk etmişti.
3) Türkiye, Afganistan, İran ve Irak’ın emperyalizme karşı benzer duygular beslemesi
ve herhangi bir saldırıya karşı duyarlı bulunmaları. Nitekim henüz Irak’ın buna
hazır bulunmadığı bir dönemde, 3 Temmuz’da saldırının tanınmasına ilişkin
Londra sözleşmesini imzalamışlardı.
4) Doğu Anadolu’daki isyanlar da Türkiye’yi İran ve Irak’la yakınlaştırdı. İsyanlar
1927-34 Türk-İran ilişkilerinde bir soğukluğa girmesine sebep olmuştu. Çünkü
Türk birlikleri önünden kaçanlar İran topraklarına gidip kurtulmaya çalıştıklarından
çarpışmalar zaman zaman İran toprakları içinde de devam ediyordu. Bunalımı
Rıza Şah, asilerin sınırdan geçmelerini engelleyerek gidermeye çalışmıştı. Buna
mukabil Türkiye’de Afganistan ile olan eski dostluğuna dayanarak Kabil ve Tahran
arasındaki, Helmut ırmağı sınır anlaşmazlığının çözülmesinde arabuluculuk
yapınca yeniden yakınlaşma sağlandı.
Irak’la yakınlaşma ise Musul’dan sonra Türk-İngiliz yakınlaşmasına paralel olarak
gelişme kaydetti. Bu gelişmeyi 6–7 Temmuz 1931 tarihleri arasında Irak Kralı Faysal’ın
Ankara’ya resmi ziyaretleri daha da güçlendirdi ve 1936’da Türk-Irak antlaşması dostluk
çerçevesinde uzatıldı.

Öte yandan İtalya’nın Milletler Cemiyeti kararlarını ihlâl ederek Habeşistan’a saldırıda
bulunması Türkiye’yi Doğulu devletlerle bir paktı kurma yoluna sevk etti. Bu yakınlaşma
isteği, Milletler Cemiyeti, İtalya’ya karşı önleyici tedbirler almayı düşünürken, 2 Ekim
1935’te Cenevre’de, Türkiye, Irak ve İran arasında üçlü bir antlaşmanın parafe edilmesi ile
sonuçlandı. Ancak İran-Irak hudut anlaşmazlığından dolayı Paktın gerçekleşmesi bir süre
gecikmişti. Nihayet 8 Temmuz 1937’de, İran Şah’ının yazlık sarayı Sadâabad’da Türkiye,
İran, Irak ve Afganistan dörtlü işbirliği antlaşmasını imzaladılar.

Antlaşmanın 1. Maddesi ile içişlerine karışmama, 4 ve 5. Madde saldırmazlık, 6.


Madde üçüncü devlete karşı saldırıya geçmeme, 7. Madde birbirine karşı gizli örgütleri
kışkırtmama ve 8. Madde ile uyuşmazlıkların barışçı yolla çözümü gibi konular yer almıştır.
Buradan da anlaşılacağı üzere pakt daha çok bölgesel anlaşmazlıkların giderilmesini
sağlayan bir mahiyettedir. Ekonomik ve kültürel işbirliğine yer verilmemiştir.

Öte yandan Mısır’la ilişkiler özel bir antlaşmaya dayanmamakla beraber, dostane
devam ediyordu. Mısır’la ilk dostluk antlaşması 7 Nisan 1937’de Ankara’da yapıldı.
Antlaşmanın 1. Maddesine göre iki devlet arasında bozulmaz sulh ve samimi dostluklar
kurulacaktı. Bu antlaşmanın temelinde İtalya’nın Doğu Akdeniz’e saldığı korkunun rolü
büyüktü.
Türk İnkılâbı 243

F- Hatay (Sancak) Meselesi’nin Çözümü


Türk Hükümeti 30 Mayıs 1926 tarihli dostluk ve iyi komşuluk çerçevesi içinde Suriye adına
hareket eden Fransa ile bir sözleşme imzalamıştı. Bu tarihten itibaren Fransa ile herhangi
bir problemin çıkarılmaması için özen gösterilmiş ve Hatay, Fransa’ya idarî özerklik altında
emanet edilmişti. Ancak 9 Eylül 1936’daki bir antlaşma ile “manda” idaresi kaldırılmış ve
Suriye bağımsızlık için Fransa ile anlaşmıştı. Bu şekilde Fransa, Suriye üzerindeki hak ve
yetkilerini Suriye Hükümetine devretmiş oluyordu. Türk Hükümeti bunu kabul etmeyince
konu Milletler Cemiyetine intikal etti. Burada Fransa ile yapılan görüşmelerden sonuç
alınamayınca 9 Ekim 1936’da İskenderun’a bağımsızlık verilmesi istendi. Türkiye, Hatay
konusunda çok kararlıydı. 1 Kasım 1936’da Atatürk Hatay’dan bahsederken “Bu sırada
milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan
İskenderun, Antakya ve havalisinin mukadderatıdır... Daima kendisiyle dostluğa çok
ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini
bilenler ve hakkı sevenler alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlar ve tabii görürler”
deyip konuya verdiği önemi ortaya koydu. Ancak Fransa, Türk teklifini kabul etmeyince
durum oldukça gerginleşti, Antakya’da kanlı olaylar oldu.

Milletler Cemiyetinin kararının yürürlüğe girişini Fransız temsilcisi bir türlü kabul
etmiyordu. Bunun üzerine Atatürk 30 Kasım 1937 tarihinde Hatay’la ilgili olarak Ulus
Gazetesi’ne şu demeci vermişti: “Hatay’da Fransız delegesi, Hataylıların çok şevk ve
heyecanla bayram yapmalarını tabii olan bir günde, eğer Hatay Türklerinin serbestçe bu
günü kutlamaktan men edecek tedbirler almış ise buna yazık demekle iktifa ederim, çünkü
böyle bir zihniyet devletlerarasında yüksek dostluk münasebetlerini hal ve istikbali için
müspet yolda yürümek lüzumunun henüz anlaşılmamış olmasından ileri gelir.” Atatürk’ün
bu açıklamasından sonra gerektiğinde Türkiye’nin Hatay’a silahla müdahale edebileceğini
Fransızlar da anlamışlardı. Milletler Cemiyeti ve İngiltere’nin yeniden araya girmesiyle 27
Ocak 1937 Cenevre toplantısında yeni bir statü kabul edildi. Buna göre Hatay içişlerinde
serbest, dışişlerinde Suriye hükümetine bağlı olacak, Türkçe ve Arapça resmi dil olarak
kabul edilecekti. Taraflar arasındaki görüşmeler neticesinde 27 Mayıs 1937’de hukuk
bakımından Hatay, ayrı bir hüviyet kazanıyordu. Ama 1937’nin yaz aylarında yeni güçlükler
ortaya çıktı. Milletler cemiyeti tarafından hazırlanan seçim sisteminde büyük yolsuzluklar
oldu. Türkiye ile Fransa arasındaki hava yeniden gerginleşti. Bu ortamda yeni bir açıklama
yapmak zorunda kalan Atatürk “yarın sabah bir tümen asker yollasam Hatay’ı alabilirim.
Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, Suriye sancağı için bizimle harbe girmezler
bunu bilirim. Fakat ben bir sancak için Türkiye’yi harbe sokmam” demişti. Bununla birlikte
her ihtimale karşı 30 bin kişilik bir askerî kuvvetle hududa yığınak yapmayı da ihmal
etmemişti. Bunun üzerine Fransa ısrarlı itirazlarından vazgeçti.

Diğer taraftan Mart 1938’de Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’yı çok etkilemişti.
Avrupa’da harp tehlikesinin büyük boyutlara ulaştığı bir sırada Fransa Doğu Akdeniz
güvenliği için boğazlara sahip olan Türkiye ile dostluğun önemini anlayarak Hatay
meselesi için masa başına geldi. İki taraf 3 Temmuz 1938’de Sancak’ın siyasî bütünlüğünü
müştereken korunması kararını aldılar. Öte yandan iki devlet arasında 4 Temmuz 1938’de
Ankara’da dostluk anlaşması parafe edildi. Türk-Fransız anlaşmasının imzalanmasından
sonra iş yapılacak seçime gelmişti. Ağustos ayında yapılan seçimler sonunda Sancak
meclisindeki 40 üyelikten 22’sini Türk adaylar kazandı. Resmi dilin Türkçe ve Arapça
olmasına rağmen, mebuslar yeminlerini Türkçe yaptılar ve Sancak’a bağımsız devlet olarak
Türkçe adıyla “Hatay” adını verdiler. Hatay bağımsız devlet olmasından sonra Türkiye ile
Fransa arasındaki münasebetler süratle gelişti. Bu sırada Avrupa’daki savaş rüzgârları
Fransa’da Türkiye ile anlaşma ihtiyacını ortaya çıkardı. Böylece Hatay anlaşmazlığı
244 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türkiye’nin isteği doğrultusunda çözümlendi. 23 Haziran 1939 tarihinde Fransa, Hatay’ın


Türkiye’ye katılmasını kabul etti. 29 Haziran’da da Hatay Meclisi oy birliği ile Türkiye’ye
katılma kararı aldı.

İNÖNÜ DÖNEMİ (1938-1950)


Atatürk’ün ölümünün ardından TBMM 11 Kasım 1938’de toplanarak yeni Cumhurbaşkanı
seçimini yaptı. Millî Mücadele yılları ve sonrasında Atatürk’ün en yakın arkadaşların-
dan biri olan Malatya Milletvekili İsmet İnönü 348 oyla Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci
Cumhurbaşkanlığına, iki hafta sonrada hayat boyu CHP Genel Başkanlığına (ikinci adam-
lığa) seçildi.

İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde belli başlı iki önemli olay yaşandı. Bunlardan
birincisi II. Dünya savaşı, ikincisi de savaştan sonra ortaya çıkan Liberal reform istekleridir.

II. DÜNYA SAVAŞI (1939-1945)


A- Savaşın Sebepleri
I.Dünya Savaşı’nın sonuçlarını hazmedemeyen Almanya ve İtalya savaşı takip eden
yıllarda içten içe uğradıkları haksızlıkları telefi etmek için hazırlıkla başladılar. Bu
bağlamda önce İtalya, I. Dünya Savaşı’ndaki müttefikleri İngiltere, Fıransa ve ABD’nin
kendilerini ikinci sınıf bir devlet olarak gördüklerini ileri sürdü. Ülkelerinde yaşanan
iktisadi buhranın faturası halka, I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerinin İtalya’nın haklarına
yeteri kadar saygı duymadıklarından ve kendi hükümetlerinin de İtalya’nın haklarını yeteri
oranda savunamamasından kaynaklandığı şeklinde anlatıldı. Ardından halkın bu yöndeki
memnuniyetsizliğini siyasi amaçları doğrultusunda kullanmaya başlayan Moussolini,
yapılan seçimde başkanı bulunduğu Faşist Partiyi 30 Ekim 1922’de iktidara getirdi ve
İtalya’yı faşist doktrine göre teşkilatlandırarak idare etmeye başladı. Bu doktrinin temelini
mutlak bir devletçilik oluşturuyordu. ’’Güçlü devlet güçlü milleti getirir’’ tezinden hareket
ederek devlet dışında bireyin varlığını ve temel haklarını tamamen inkar etti. Mussolini bu
prensibe dayanarak ülke çapında mutlak iktidarını kurarak Duce (şef) unvanı ile İtalya’yı
yönetmeye başladı. Ardından halkın milli duygularını harekete geçirecek şekildeki
‘’İtalya’yı eski Roma İmparatorluğu kadar ihtişamlı bir hale getireceğini; Akdenizi bir
İtalyan gölü yapacağı‘’ yolundaki düşüncelerini açıkladı. Bu İtalya’nın Milletler Cemiyetinin
söylemlerinin aksine saldırgan bir dış politika izleyeceğini gösteriyordu. Nitekim İtalya
ilk olarak 1924’te Fiyome’yi ilhak etti. 1935-1936 yıllarında Habeşistan’ı işgal etti. Bu
arada Ekim 1936’da kendisi gibi I. Dünya savaşı’nın sonuçlarını beğenmeyen Almanya
ile Roma-Berlin mihveri adını taşıyan bir ittifak yaptı. Gelişmeler karşısında Fransa
ve İngiltere’nin sessiz kalmasından cesaret alarak 1939’da Arnavutluk’u işgal etti. II.
Dünya Savaşı’nın arifesinde ise Yunanistan üzerindeki ihtiraslarını açıkladı. Fransa’nın
kontrolündeki Korsika, Tunus, Nis ve Savuç üzerinde de hak iddia etmeye başladı.

Aynı şekilde I. Dünya Savaşı’nın sonunda imzaladığı Versay Antlaşmasın’dan


Almanya’da da benzer gelişmeler görüldü. Munih’te Nasyonal Sosyalist (Nazı Partisi)
partiyi kuran Adolf Hitler, partisinin doktrinini “Alman ırkını yabancı unsurlardan temizlemek,
Alman toplumunun utancı olarak gördüğü Versay Antlaşması’nı yırtmak ve Avrupa’daki
bütün Almanları Cermen gelenekleri etrafında Almanya’ya ilhak ederek üstün Alman
Devleti’ni kurmak” olarak açıkladı. 1933’te partisinin seçimlerde çoğunluğu kazanması
üzerine Hitler Şansölye (Başbakan) oldu. Aynı yıl Cumhurbaşkanı Hinderburg’un ölmesi
üzerine devlet başkanlığı görevini de üzerine aldı. Böylece Nasyonal Sosyalistlerin, bir
başka deyişiyle Hitler’in kontrolüne geçen Almanya, uluslar arası alanda ilk iş olarak Versay
antlaşmasını tanımadığını ilan ederek silahlanmaya başladı. Deniz ve hava kuvvetlerini
Türk İnkılâbı 245

yeniden kurdu. Kara ordusunu motorize haline getirerek taarruz gücünü en üst noktaya
taşıdı. Ardından da Şubat 1938’de Almanca’nın egeme olduğu Avusturya’da Nazilerin
iktidara gelmesini sağladı. Mart ayında da Nazi partisinin çağrısı üzerine Avusturya’yı işgal
ederek Almanya’ya ilhak etti.

Bu oldu bitti karşısında yeterli hazırlığı olmayan İngiltere ve Fransa, İtalya’ya karşı
olduğu gibi sadece protesto ile yetindiler.Diplomatik alandaki tepkilerin protestolardan ibaret
kaldığını gören Hitler bu kez yine yoğun olarak Almanca’nın konuşulduğu Çekoslavakya’ya
yöneldi. Bu ülkede yaklaşık üç milyon Alman halkı yaşıyordu. İşte bu halk, hükümetlerine
rağmen Nazi prensiplerini kabul etti ve Çekoslavakya Hükümeti’nden özerkliklerini istedi.
Çekoslavakya Hükümeti, Fransa ile daha önce yaptıkları ittifaka güvenerek alman azınlığın
özerklik talebini reddetti. Bunun üzerine Hitler Çekoslavakya’daki soydaşlarının müdafasını
üstlendiğini ilan etti. Çekoslavakya’daki Alamanlar da Hitlerin bu güvencesine dayanarak
Almanya’ya ilhak etmek istediklerini açıkladılar. Avrupa’da siyasal durum Almanya’nın
Büyük Alma Birliğini oluşturma arzusu yüzünden çok gergin bir aldı. Olası bir savaşı
önlemek ümidi ile İngiliz Başbakanı Çemberlayn Almanya’ya gelerek Hitlerle bir görüşme
yaparak İngiltere ve Fransa’nın Çekoslavakya da Alman kökenli halkın yoğun olarak
yaşadığı yerlerin Almanya’ya iade edilmesini kabul edebileceklerini bildirdi. Fakat Hitler
görüşmenin sonuçlarını beklemeden harekete geçti. Mussolini’nin gayretleri ile Munih’te
Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere arasında bir konferans toplandı. Konferans’ta Hitler’in
Çekoslavakya toprakları üzerindeki istekleri önemli ölçüde kabul edilmesine rağmen
savaş rızkı tümüyle ortadan kalkmadığını düşünen aynı devletler ülkelerinde seferberlik
hazırlıklarını da başlattılar. Nitekim korkulan oldu ve Almanya Münih Konferansı kararlarına
aykırı olarak Çekoslavakya Hükümeti’nin kararın uygulanmasında isteksiz davranmasını
bahane ederek 15 Mart 1939’da Çekoslavakya’yı işgal etti. Hitler bu şekilde büyük
Almanya’yı kurmuş oldu. Fakat bununla yetinmeyen Almanlar “hayat sahası” diye bir laf
ortaya atarak Avrupa devletlerini iyiden iyiye kuşkulandırmaya başladı. Bunun ardından
da Sovyetler Birliği ile bir dostluk paktına imza attılar (23 Ağustos 1939). Komünizm
ile Nazizmin olarak algılanan bu hâdise bütün dünyayı korkuya düşürdü. Bu haksız bir
endişe değildi. Nitekim paktın imzalanmasından hemen sonra Almanya, Danzing halkının
Lehistan’dan (Polonya) zulüm gördüğünü dillendirmeye başladı. Kısa süre sonra da
Polonya’nın Danzing bölgesini Almanya’ya bırakmasını istedi. Polonya, Almanya’nın bu
talebini derhal reddetti. Bu gelişmenin ardından İngiltere, uluslar arası antlaşmalara hiç
saygı göstermeyen Almanya’ya karşı Polonya’yı desteklemeye karar verdi ve Polonya ile
bir dostluk ve savunma paktı imzaladı.

Bu ittifaka fazla aldırmayan Hitler 1 Eylül 1939’da Rayştag’a bir er elbisesi ile geldi.
Milli duyguları coşturan önemli bir konuşma yaptıktan sonra Polonya’ya savaş ilan etti.
İngiltere ve Fransa Polonya’nın kendi garantilerinde olduğunu bildirerek Hitler’i savaşın
sorumlusu olarak ilan ettiler ve derhal Almanya’ya savaş ilan ettiler. Artık II. Dünya Savaşı
başlamıştı.

B- II. Dünya Savaşı’nda Türkiye


Türkiye I. Dünya savaş’ından sonra oluşan tablonun ve savaştan sonra İtalya ve Almanya
‘da yaşanan gelişmelerin yeni bir dünya savaşına yol açabileceğini hep varsaymış ve
özellikle dış politikasını bu doğrultu üzerine kurmuştu. Musul meselsinin hemen sonrasında
İtalya’nın Akdeniz de oluşturduğu tehdit karşısında 1930 larda İngiltere ile ilişkilerini yeniden
düzenledi. Bu bağlam Akdeniz’de yatıyla bir gezintiye çıkmış olan Kral VIII. Erdvard
İstanbula geldi. (4-5 Eylül 1936). Daha sonra İnönü’nün de VI. George’nin taç giyme
törenine katılması (9-10 Mayıs 1937) iki ülke ilişkilerinin gelişmesine önemli katkı sağladı.
246 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bu süreçte Türkiye’nin Sovyetler Birliği, İtalya ve Almanya ile de iyi ilişkiler devam
ediyordu. Böyle bir ortamda 1937 de bir Amerikalı gazetecinin Atatürk’e yönelttiği soruya
Atatürk’ün verdiği cevap bir diplomasi dersi gibidir. İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ile II.
Dünya Savaşı’nın başlamış olduğunun kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Atatürk sözlerini
şöyle tamamlamıştı. “Harbin ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz önderler,
taarruzun araçları ve önderleri olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere milliyetçiliği
ve tarihsel devlet geleneklerini yanlış bir şekilde göstererek ve onları istismar ederek
adlanmışlardır. Bu buhranlı saatlerde her türlü karışıklığa mani olmak için toplulukların
kendileri karar vermeli ve sorumluluk mevkilerini yüksek karakterli ve yüksek moralli,
vicdanlı insanlara bırakma zamanı gelmiştir. Eğer savaş bir bomba infilâkı gibi birden bire
çıkarsa, milletler savaşa mâni olmak için silahlı savunmalarını ve ekonomik kuvvetlerini
saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı ve en etkili tedbir muhtemel
bir taarruza karşı, taarruzun saldırganın yanına kâr kalmayacağını anlatmaktır.”

Atatürk’ün bu sözleri olası savaş karşısında hem Türkiye’nin hem de savaş karşıtı
diğer devletlerin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Nitekim Türkiye savaş rüzgarlarının esmeye başladığı dönemde tam bu doğrultuda


bir politika izledi. Önce Akdeniz’de oluşan İtalya tehlikesi karşısında İngiltere ile 12 Mayıs
1939’da karşılıklı güvence antlaşmasını imzaladı. Bunu Hatay konusunun çözümlenmesinin
ardından 23 Haziran 1939’da Türk Fransız antlaşması imzaladı. Türkiye bu anlamaları
Faşizm ve Nazizm’in oluşturduğu tehditleri dikkate alarak imzalamıştı. Ancak 23 Ağustos
1939’da Nazi-Sovyet ittifakının imzalanması ve bu iki ülkenin Polonya’yı işgali, Türkiye’nin
de böyle bir tehdit olasılığı karşısında bulunduğunu gösterdi. Bu bakımdan Türkiye,
İngiltere ve Fransa ile daha önce imzaladığı antlaşmaların açık bir ittifaka dönüştürmeden
önce 1925’ten itibaren dostluk antlaşmasının bulunduğu Rusya’dan toprak bütünlüğü
konusunda güvence sağlamaya çalıştı. Ancak aynı süreçle İngiliz ve Fransızların Romanya
ve Yunanistan’la Nisan 1939’da yapmış oldukları anlaşmalar sonucunda Güney’den
saldırma tehlikesi ile karşı karşıya gelen Almanya bunu önlemek ve Türk dostluğunu ya
da en azından tarafsızlığını sağlamak için devreye girdi. Böyle bir durumda İngiltere Türk
toprakları üzerinden Romanya’ya asker gönderemeyecekti. Biraz dostluk biraz da tehdit
kokan Almanya’nın girişimine en büyük destek Rusya’dan geldi. İngiltere ve Fransa’yı
Balkanlardan uzak tutmak için Türkiye’yi üstü kapalı tehdit etmeye başladı. Türkiye’nin
Boğazları yabancı savaş gemilerine kapalı tutmasını ve bir karşılıklı yardım anlaşmasıyla
boğazlarda Rus askerî bulundurmayı istedi (2 Ekim 1939) Türkiye böyle bir talebi kabul
etmedi. Ardından da 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile ortak bir yardım anlaşması
imzaladı. Buna göre;
1) İngiltere ve Fransa, Türkiye bir Avrupa devleti tarafından saldırıya uğradığı
taktirde, Türkiye ile işbirliği yapmayı ve gerekli bütün yardımları yerine getirme
sözü verdi.
2) Bir Avrupa devleti tarafından İngiltere ve Fransa’ya Akdeniz bölgesinde bir
saldırı sözkonusu olursa Türkiye -doğu komşusu Sovyetler Birliği ile savaşa yol
açabilecek hiçbir eyleme katılmamak kaydıyla- bu iki devletle işbirliği yapacak ve
gerekli yardımda bulunacaktı.
3) Fransa ve İngiltere tarafından Yunanistan ve Romanya’ya verdiği garantiler
yürürlükte kaldığı müddetçe bu iki garantiden biri veya diğeri Fransa ve İngiltere
ile birlikte savaşa girerse Türkiye fiilen onlarla işbirliği yapacak ve yardımda
bulunacaktı. Bu yolla Türkiye Balkan Paktı ile Yunanistan ve Romanya’ya yardım
yükümlülüğünü de yerine getirmiş olacaktı.
4) Fransa ve İngiltere bu anlaşma hükümleri dışında bir Avrupa devleti tarafından
saldırıya uğradıkları taktirde Türkiye bu devletlerle istişarede bulunabilecek ve
gerektiğinde tarafsız kalabilecekti.
Türk İnkılâbı 247

Türkiye batıda kendisini güvence altına aldıktan sonra Sovyetler Birliği ile de benzer
bir savunma ve karşılıklı güven anlaşması yapmaya çalıştı. Fakat Sovyetler Almanya ile
yaptıkları anlaşmadan dolayı Türkiye ile yeni bir ittifaka çok sıcak bakmıyordu. Ancak yoğun
diplomatik çabaların sonucunda 25 Mart 1941’de bir deklerasyon imzalanarak Rusya’dan
“şayet Türkiye, topraklarını savunmak için savaşa girmek zorunda kalırsa mevcut saldır-
mazlık misakına istinaden tam güvenine ve tarafsızlığına inanabilir” güvencesini aldı. Bu
arada Almanya 3 Mart 1941’de Bulgaristan’ı işgal ederek Türk sınırına ulaşmıştı. Bu sü-
reçte Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa girebileceği endişesine kapılan
Hitler, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği bir mektupla Türkiye’ye hiçbir şekilde sal-
dırmayacağı güvencesini verdi. Ardından da iki ülke arasında 18 Haziran 1941’de karşılıklı
dostluk anlaşması imzalandı. Buna göre taraflar birbirlerinin toprak bütünlüğünü garanti
ettiler ve birinin ötekine karşı yönelmiş olan doğrudan ya da dolaylı hiçbir tehdit içinde yer
almayacaklarını ve ortak çıkarları ilgilendiren bütün konularda danışmalarda bulunacakları
sözünü verdiler.

Böylece Türkiye hem Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan doğan


savaşın dışında kalarak tarafsızlığını ilan etmiş hem de savaşan devletlerle ticari faaliyet-
lerini sürdürerek savaştan en az etkilenen ülke olmanın diplomatik alt yapısını hazırlamıştı.

C- Türkiye’yi Savaşa Sokma Gayretleri


Her şeye rağmen Türkiye’nin tarafsızlık politikasını sürdürmesi kolay olmadı. Önce
İtalya’nın Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine 13 Mart 1940’ta İngiltere ve Fransa
daha önce Türkiye ile imzaladıkları anlaşmaya dayanarak kendi yanlarında savaşa girme
talebinde bulundular. Türkiye bu talebi 19 Ekim 1939’da Ankara’da imzaladıkları protokolun
“Sovyetlerle savaşa yol açabilecek hiçbir eyleme katılmama” maddesi ile kendisine silah ve
muhimmat hususunda her türlü yardımın yapılacağı maddesinin yerine getirilmediğini ileri
sürerek geri çevirdi.

Türkiye tam savaş rızkından kurtuldum derken bu kez Almanya Avrupa’da elde ettiği
başarıların ardından Türkiye’yi savaşa sokabilmek için sıkıştırmaya başladı. Bu doğrultuda
Almanya, 1941 başlarında Türkiye’nin Boğazları tüm ülkelerin gemilerine kapatması ile o sırada
Almanya’ya karşı savaşa girmiş bulunan Rusya’ya İngiltere ve Fransa’nın yardım etmesini
önleyerek Türkiye’yi yanına çekme konusunda önemli bir başarı elde etmiş oldu. Bu gelişmenin
ardından Almanya, Irak, Suriye ve İran’daki İngiliz ve Fransız kuvvetleri ile savaşmak için
Türk topraklarından geçme iznini istedi. Karşılığında Türkiye’ye Balkan Savaşı ve I. Dünya
Savaşı sırasında Balkanlarda kaybettikleri ve Türkiye’nin güvenliğinin korunması güvencesini
önerdi. Ancak Türkiye böyle bir davranışın tarafsızlığın ihlâli ve müttefik devletlere savaş ilanı
anlamına geleceğini ileri sürerek kabul etmedi. Fakat Almanya 22 Haziran 1940’ta Rusya’ya
karşı önemli başarılar elde edince bu kez Türkiye’den başta manganez ve krom olmak üzere
savaş malzemesi yapımında kullanabileceği çeşitli ham madde talebinde bulundu. Türkiye
başlangıçta bu maddeleri İngiltere’ye göndermek üzere anlaşmasının bulunduğunu ileri sürerek
Almanya’ya ham madde satmaktan kaçındı. Ancak daha sonra her iki tarafla da bozuşmamak
için bu madenlerini her iki tarafa da oldukça yüksek fiyatlarla satmaya karar verdi. 9 Ekim
1941’de yapılan bir ticaret anlaşması ile belli başlı savaş araç ve gereçlerine karşılık belli bir
miktarda kromun Almanya’da satılmasının yolu açıldı.

Diğer taraftan Almanya’nın Rusya’ya saldırması Rusya’nın 12 Temmuz 1941’de


İngiltere ile birlikte hareket etme anlaşmasını imzalamasına yol açmıştı. Bu anlaşmanın
ardından Almanya, Türk Boğazları ile ilgili Rusya ile Berlin’de yaptığı pazarlıkları açıklayınca
Türkiye’nin Rusya’ya olan güveni büyük ölçüde sarsıldı. Türkiye ile Rusya arasında oluşan
bu gerginlik zaman zaman İngiliz Başbakanı Churchill tarafından Türkiye’yi Almanya’ya
248 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

karşı savaşa sokabilmek için de kullanıldı. Nitekim 30 Ocak 1943’te Adana’da İnönü ile
görüşen Churchill Türkiye’nin kendi saflarında savaşa girmesi durumunda, Türkiye’nin
Rus tehdidinden duyduğu endişeleri ortadan kaldırabileceklerini, aksi taktirde 19 Ocak
1943 tarihinde Kazablanka Konferansı’nda Rusların Türk Boğazları hakkındaki taleplerini
dizginlemenin zor olacağını belirtti. Fakat Türkiye Churchill’in bütün gayretlerine rağmen
savaşın dışında kalmaya ve savaşan devletler arasında ince bir denge politikasını izlemeye
devam etti.

D- Türkiye’nin Savaşa Girmesi ve Savaşın Sonu


1944 yılına kadar her türlü baskıya rağmen tarafsızlığını koruyan Türkiye Almanya’nın
savaşı kaybedeceğinin açıkça görülmeye başlanması üzerine savaştan sonra oluşacak
dünya diplomasisinde hak ettiği yeri alabilmek için Rusya’ya karşı diplomatik olarak
kendisine daha yakın gördüğü İngiltere ve ABD’nin taleplerine uyarak önce 21 Nisan
1944’te Almanya’ya krom satışını durdurdu. 2 Ağustos 1944’te de Almanya ile diplomatik
ilişkiler kesildi. Başbakan Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nin bu konudaki politikasını açıklarken
aslında savaş boyunca Türkiye’nin tarafsız olmadığını, daima İngiltere ve müttefiklerinin
yanında yer aldığını açıkladı.

Daha sonra Sir Mavrice Peterson 20 Şubat 1945’te Dışişleri Bakanı Hasan Saka’yı
ziyaret ederek Yalta konferansında alınan kararlar hakkında bilgi verdi ve Türkiye’nin yeni
dünya düzenini oluşturmak için 25 Nisan 1945’te toplanacak olan San Fransisco konferansına
katılmak istiyorsa en geç 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan
etmesi gerektiğini bildirdi. Bu görüşmeden üç gün sonra 1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler
sözleşmesini TBMM’de onayladı. 23 Şubat 1945’te de Almanya ile Japonya’ya savaş ilan etti.
7 Mayıs 1945’te ise Almanya Müttefiklerle kayıtsız şartsız mütareke imzaladı. 6 Ağustos’ta
Hiroşima, üç gün sonra da Nagazagi’ye atılan iki atom bombasından sonra Japonya’da
kayıtsız şartsız teslim oldu. Böylece İkinci Dünya Savaşı sona erdi.

E- Savaş Sırasında Türkiye’nin Ekonomik Durumu


Türkiye, savaş yıllarında savaş rızkının getirdiği çeşitli ekonomik sorunlara çözümler aradı.
İlk olarak 1940’ta Milli Savunma Yasası ile maden ve fabrika işçilerine mecburi çalışma şartı
getirildi. Bu yolla ordunun ihtiyaçlarının bir ölçüde karşılanmasına çalışıldı. Askerî giderler
arttıkça üretim, dış ticaret ve devlet gelirleri de düşüyordu. Bu yüzden hükümetin bütçesi
sürekli açık vermeye başladı. 1943’te tarımsal üretime konulan %10’luk Toprak Mahsulleri
Vergisi bir ölçüde bütçeyi rahatlattıysa da, bu uygulama tek başına yeterli olmadı. Bütün bu
sıkıntı ve güçlükler 11 Kasım 1942’de kabul edilen Varlık Vergisi ile sonuçlandı. Varlık Vergisi
daha önce vergilendirilmemiş ticari serveti vergilendirmek ve enflasyonu önlemek amacına
yönelikti. Savaş yıllarında Avrupa’nın pek çok ülkesinde de görülen bu vergi yöntemi ile tüm
taşınmaz mal sahiplerine, iş adamlarına, çiftçilere, şirketlere ve yıllık gelir vergisi ödeme
yükümlülüğünde olanlara sermayeleri oranında vergi getirildi. Ödenecek vergi miktarını
hükümetin malı uzmanları ile belediyeler tarafından seçilen yerel mülk sahiplerinden
oluşan bir komisyon tarafından tespit edilecekti. Komisyonun tespit ettiği vergi kararına
itiraz edilemiyor; vergiyi ödemiyenler ise para cezasına çarptırılıyordu. Ancak uygulamadan
kaynaklanan adaletsizlikten dolayı bu vergi uygulaması uygulanmaya başlandığı günden
itibaren ciddi tartışmalara sebep oldu. Maddi olarak vergisini ödeyemeyen bazı insanlar
bedenen çalışma cezasına çarptırıldı. Örneğin vergisini ödeyemeyen bir kısım mükellef
Aşkale’deki ocaklarda taş kırma cezası verildi. Nitekim Hükümet’te verginin amacının dışına
çıktığını gördüğü için 1944 yılının başında Varlık Vergisi 1946’da da Toprak Mahsulleri
Vergisi uygulamadan kaldırıldı.
Türk İnkılâbı 249

Savaş Sonrası Türk Demokrasi Sistemi’nin Gelişmesi


II. Dünya Savaşı’ndan önce Komunist, Faşist ve Nasyonalist rejimler demokrasi düşüncesi
ve şeklinin artık ömrünü tamamladığını iddia etmişlerdi. Bu sebeple savaş iktisadî olduğu
kadar ideolojik bir karakterde taşıyordu. Bu cümleden olarak savaşı Faşist ve Nasyonalist
rejimlerin kaybetmesi bir bakıma demokrasinin de zaferi oldu.

Bu bakımdan zaten Tanzimat’tan itibaren adım adım demokrasi yolunda ilerliyen ve


Millî Mücadele’den sonra Cumhuriyet’i ilan eden fakat arzu etmekle beraber II. Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar çok partili siyasi hayata geçemeyen Türkiye çok partili demokrasi
ile idare edilen müttefik devletlerin psikolojik baskısı altında kaldı. Zaten, savaştan sonra
Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulması ve Türkiye’nin de bu teşkilata üye olmasından
sonra, halk da tek partili iktidara karşı sesini yükseltmeye başladı. Halkın tepkisini dikkate
alan Türkiye Büyük Millet Meclisinin bazı milletvekilleri tek partili sisteme karşı kamuoyu
ve dünyadaki konjonkturel yapının da rüzgarını arkalarına alarak tek partili sisteme karşı
muhalefete başladı.

Demokrat Partinin Kurulması


Tek partili iktidara karşı muhalefet edenlerin öncülerinden ve Atatürk’ün yakın çalışma
arkadaşlarından biri olan Celal Bayar, Fuad Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes,
hükümetin meclisten geçirmeye çalıştığı toprak reformu ile ilgili kanuna karşı bir takrirle
(dörtlü takrir) muhalefet ederek tek parti usullerine karşı mücadeleyi başlattılar. Fakat
İnönü’nün telkinleri ile dörtlü takrir 12 Haziran 1945’teki grup toplantısında reddedildi.
Ancak muhalifler bundan sonraki süreçte de söz ve eylemleri ile hükümet sisteminin daha
demokratik bir şekle getirilmesi için mücadelelerini sürdürdüler. Bunun üzerine CHP Başkanı
Milli Şef İsmet İnönü uygulamadan memnun olmayanların CHP’den ayrılarak ayrı bir parti
kurmalarını önerdi. Oldukça tecrübeli bir devlet adamı olan İnönü, muhaliflere ayrı bir parti
kurmayı önerirken bundan aşağıdaki faydaları sağlamayı da düşündüğü söylenebilir:
1) Uluslar arası alandaki demokratik müttefiklerinin de talepleri arasında olan çok
partili hayata geçmek,
2) Demokratik taleplerden faydalanarak parti için muhalefetten kurtulmak,
3) Cumhuriyete ve Laikliğe bağlılıklarından şüphe edilmeyen ve Atatürk’ün yakın
çalışma arkadaşları olan Celal Bayar ve arkadaşlarının kuracağı muhalefet
partisinin katkısı ile kendi partisini muhalefetin denetimine açarak daha etkin
çalışmasını sağlamak. Ancak Celal Bayar ve arkadaşlarının CHP’den ayrılmak
gibi bir niyeti yoktu. Ayrı bir parti kurmak daha önceki örneklere bakıldığı zaman
bir macera olarak görülüyordu. Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin akibeti
akıllarda canlılığını muhafaza ediyordu. Tecrübeli bir milletvekili olan Bayar, Fethi
Okyar’ın durumuna düşmek istemiyordu.

Bu yüzden “Dörtlü Takrir”in reddedilmesine ve Milli Şef’in ayrı bir parti kurun direktifine
rağmen Celal Bayar’ın yakın arkadaşlarından ve Dörtlü Takrir’in imzacılarından olan
Adnan Menderes ve Fuad Köprülü Vatan Gazetesi’nde demokratlaşmayı savunan yazılar
yazmayı sürdürdüler. Bunun üzerine CHP bu davranışı parti disiplinine aykırı bularak bu iki
milletvekiliyi CHP’den ihraç etti (28 Eylül 1945). Bunun üzerine Celal Bayar arkadaşlarına
desteğini göstermek için CHP üyeliği devam etmek üzere milletvekilliğinden istifa etti. Belli ki
Bayar hala ayrı bir parti kurma konusunda ikna olmamıştı. Fakat İnönü, muhaliflerin ayrı bir
parti kurmalarında ısrar etti. Nitekim 1 Kasım 1945’te İnönü TBMM’nin açılış konuşmasını
yaparken açık bir dille ülkenin bir muhalefet partisine ihtiyacı olduğunu söyledi. Bu şekilde
bir ölçüde İnönü’nün de onayını almış olan muhalifler 7 Ocak 1946’da Celal Bayar’ın
başkanlığında Demokrat Parti’yi kurdular.
250 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Demokrat Parti henüz ülke çapında teşkilatlanamamış olmasına rağmen aynı yıl içinde
yapılan ve yargı denetimi olmadığı için demokratik prensiplere uygun olmayan seçimde
halkın önemli bir desteğini alarak 465 milletvekilliği için aday gösterebildiği 273 adayından
66’sını milletvekili sıfatıyla parlamentoya sokmayı başardı. Bu sonuç bir sonraki seçimde
Demokrat Parti’nin daha başarılı olacağının işaretiydi.

1950 Seçimleri ve Demokrat Parti’nin İktidara Gelmesi


Demokrat Parti 20 Haziran 1949’da 2. büyük kongresini yaptı. Bu kongrede “Milli Teminat
Andı” diye bir bildiri yayınladı. Bildiriye göre yapılacak yeni seçimde de 1946 seçiminde
olduğu gibi seçim hilesi yapılırsa halk meşru savunma durumunda kalacaktı. Meşru
savunma yasal yollardan yapılacaktı. Fakat hile yapan yönetim de milletin husumetiyle
karşılaşacaktı. Bu husumet sözcüğünden hareketle CHP, DP’nin bildirgesine “Milli Husumet
Bildirgesi” adını taktı.

Bununla birlikte DP bildirgesi Türk demokrasisinin gelişmesi bakımından olumlu


sonuçlar verdi. Hükümet, Şubat 1950’de TBMM’ye yeni bir seçim tasarısı getirdi. Tasarı
ilk kez seçimlerde yargı denetimini getiriyordu. İktidar partisi, olası seçimde de halkın
CHP’ye çoğunlukla oy vereceğini varsayarak nispi temsil sistemi yerine çoğunluk sistemini
sürdürme kararında ısrar etmişti. Sonuçta tasarı, DP’nin de katkıları ile kanunlaştı. Ancak
çoğunluk sistemi 1950’li yıllarda yapılan 3 seçimde de CHP’nin aleyhine işledi. Nitekim yeni
seçim kanunu ile yapılan ilk seçim olan 14 Mayıs 1950’de DP oyların %53.3’ünü alarak
iktidar olma hakkını elde etti. Aslında elde edilen sonuçlar Demokratları bile şaşırmıştı.
DP elde ettiği oy oranı ile parlamentodaki milletvekili sayısını %86,2’sini (408 sandalyeyi),
CHP ise toplam oyların %39,9 ile parlamentodaki sandalye saytısının %15 (61 sandalye)
elde edebilmişti. Millet Partisi ise oyların ancak %3.8’ini alabilmiş ve ancak bir sandalye
kazanabilmişti.

DP’nin seçim başarısı yurtta ve dünyada Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı
olarak alkışlandı. Gerçekten de bu önemli bir gelişmeydi. 1945’te sona eren tek partili
dönemin ardından ikinci genel seçimde iktidar, kavgasız, gürültüsüz el değiştirdi. Böylece
Atatürk döneminden itibaren düşünülen ve Cumhuriyetin tamamlayıcısı olarak görülen
çoğulcu parlementer demokrasiye geçilmiş oldu.

Bu değişiklik ülke içinde olduğu kadar ülke dışında da inkılâp hareketi olarak kabul
edildi ve buna kansız inkılâp denildi.

Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)


DP dönemi büyük umutlarla başladı. 29 Mayıs 1950’de TBMM Celal Bayar’ı
Cumhurbaşkanlığına, İstanbul milletvekili Adnan Menderes’i Başbakanlığa, Fuat
Köprülü’yü de Dışişleri Bakanlığına getirdi. Refik Koraltan ise Meclis başkanı seçildi.
Mecliste Demokratların seçim sürecinde verdikleri tüm vaatleri yerine getirebileceği sayısal
çoğunluğa sahipti. Güçlü Amerikan ekonomik ve askerî yardımıyla da yeni hükümetin
geleceği parlak görünüyordu. Kamuoyu, Demokrat Parti İktidarından başta temel hak
ve hürriyetler, çalışanlar için grev hakkı, gerçek anlamda yargı bağımsızlığı, eşitlik gibi
demokrasinin temel ilkelerini bir an önce hayata geçirmesini ayrıca ekonomik refah
seviyesinin geliştirilmesini bekliyordu.

DP iktidarı açılımında önceliği ekonomiye verdi. Geçmişteki Devletçilik uygulamasının


yoğun denetimini gevşeterek özel girişimciliğin önünü açtı. Bu yolla hızlı bir ekonomik
büyümeyi öngördü. Uluslar arası şartlar da bunun için elverişliydi. 1950’de patlak veren Kore
Savaşı dünyada hammadde ve tarımsal ürünlerin fiyatlarını yükseltmişti. ABD’den alınan
Türk İnkılâbı 251

Marşal yardımı da ekonominin canlanmasında önemli bir pay sahibi idi. Dış yardımların
ve bankaların muteşebbislere verdiği kredilerin (Bankaların verdiği kredi miktarı 1950’de
1,275 milyar liradan 1960’ta 9,522 liyara yükselmişti) katkısıyla Türkiye’de traktör, tarım
aletleri ve sanayi üretiminde önemli artışlar oldu. 1924’te 220, 1930’da 2000, 1948’de 1756
olan traktör sayısı 1950 sonunda 9905, 1960’da ise 43.727’ye ulaşmıştı. Bu sayede ekilen
toprak miktarı 1948’de 9,5 milyon hektardan 1956’da 14.6 milyon hektara, 1960’ta 23.264
milyon hektara ulaştı.

Sınai üretimi 1948 yılı 100 kabul edilirse 1960’da 256’ya, imalât bölümünde 279’a,
gıda sanayinin de 311’e, elektrik gücü üretiminde ise 390’a ulaştı. 1948’de 9093 km
olan karayolları ABD’nin de özendirmesi ile 1960’da 23.826 km’ye, ticari araç sayısı da
14.100’den 68.400’e, özel araç sayısı da 8.000’den 45.800’e çıktı.

DP’nin 10 yıllık iktidarı sırasında okul sayısı 18.282’den 25.922’ye, öğrenci sayısı
1.785 ilyondan, 2.932 milyona çıktı. Okuryazarlık oranı %33.5’ten, %43.7’ye yükseldi. Gayri
safi milli hasıla 10 yılda 496 liradan 1836 liraya, sabit para değeri üstünden hesaplanan net
milli gelir 1950’de 434 liradan 1960’ta 601 liraya çıktı. Kişi başına gelir ise günün fiyatları ile
1950’de 428’den 1960’ta 1598 liraya çıkmıştı. Bu örnekleri arttırmak mümkündür.

Özetle DP yılda %5 gibi önemli bir büyüme hızını yakaladı. Nitekim ekonomik alandaki
başarının sonuçları 2 Mayıs 1954 seçimlerine de yansıdı. DP’nin oy oranı %57’ye, sandal-
ye sayısı 348’e çıkarken, CHP’nin oy oranı %36’ya, sandalye sayısı 31’e geriledi.

Ancak DP’nin ikinci dönemi birincisi kadar parlak geçmedi. DP’nin ilk döneminde
Türkiye lehine olan uluslar arası ekonomik şartlar değişmişti. Devletin siyasi amaçlarla
rastgele yaptığı yatırımlar, dağıtılan krediler enflasyona, döviz darboğazına ve mal kıtlığına
yol açtı. Alınan kredilerin önemli bir kısmı geri dönmedi. İçine düşülen ekonomik zorluktan
kurtulmak için ABD’den 300 milyon dolar kredi istendi, ancak alınamadı. Bu ortamda planlı
hareket edilmesine ihtiyaç vardı fakat DP planlama düşüncesini ekonomik anlayışına
uygun bulmadığı için reddetti. Buna karşılık işlerin kötüye gittiğini söyleyenlere ciddi bir
yıldırma politikası uygulamaya başladı. Aslında bu uygulamanın ilk işaretleri 1953’ten
itibaren görülmeye başlandı. 12 Temmuz 1953’te Cumhuriyeti yıkmak için dini kullandığı
gerekçesi ile Millet Partisi kapatıldı. 14 Aralık 1953’te ise çıkarılan bir yasa ile CHP’nin
parti binası olarak kullandığı yerlerin dışında kalan tüm taşınır, taşınmaz mal varlığına el
koydu. Parti gazetesi Ulus kapatıldı. 1954 seçimlerinden sonra ise 21 Haziran 1954’te
çıkarılan bir kanunla üniversite profesörleri ve yargı mensupları da dahil olmak üzere tüm
devlet memurları 25 yıllık hizmet süresi sonunda ya da 60 yaşında zorunlu olarak emekliye
sevk edildi. Bu uygulamayı muhalefet kadrolaşmaya zemin hazırlama ve üniversite,
yargı ve burokrasiyi sindirme girişimi olarak tanımlarken; Başbakan Adnan Menderes bu
düzenlemeyi “devlet hizmetindeki memurların yarattıkları korkunç bürokrasi hastalığına
karşı çare” olarak niteledi.

Bu uygulama DP ile aydınlar arasında ayrışamaya sebep oldu. Buna karşılık hükümet,
özellikle kasaba ve köylerde yatırımlarını sürdürdü. Yeni yollar açtı, elektrik götürdü,
konutlar yaptırdı, okul ve hastaneler açtı. Kolaylıkla gözle görülebilen bu uygulamalar
sayesinde DP’nin kırsal alanda oy oranı artmaya devam etti. DP’nin benzer yatırımları
kentlerde de devam ediyordu. Fakat kentlerdeki nüfus artışı yüzünden yapılan yatırımlar
kırsal alandaki kadar belirgin görülmediği için özellikle büyük kentlerde DP’nin oy oranı
azalmaya başladı. Bu durum 1957 seçimlerine de yansıdı. Bu seçimlerde DP’nin oy oranı
%48’e millet vekili sayısı 424’e düşerken CHP’nin oy oranı %41’e milletvekili sayısı da
178’e çıktı. Bu seçimde Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Hürriyet Partisi’de 4’er milletvekili
çıkardı. DP oylarının azalmasına rağmen bir kere daha seçimi kazanmayı başarmıştı.
252 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

DP’nin bu dönemde de en büyük sorunu iktisadî problemlerdi. hükümet kendi imkânları


ile bu problemlerin üstesinden gelemeyince IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarını kabul
etti. 4 Ağustos 1958’de ekonomik istikrar önlemleri alındı. Dolar 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı.
Milli Koruma Kanunu uygulamaları fiilen durduruldu ve enflasyonu dizginleyebilmek için
kamu kuruluşlarının ürünlerine zam yapıldı. Daha önce devlet işletmelerini özel sektöre
devretmeyi düşünen DP özel sektörün devlet işletmelerini almakta kararsızlık göstermesi
ve bazı alanlarda da yetersiz kalması yüzünden yeniden kamu yatırımları yapmaya yöneldi.

Öte yandan iktidarla muhalefet arasındaki çekişme oldukça şiddetli bir hal aldı.
CHP seçimlerde oylarını yükseltmiş olmanın avantajını kullanarak iktidarın demokrasi
dışı uygulamalarına daha yüksek sesle karşı çıktı. Ciddi bir iktidar mücadelesi başlattı.
DP bu ortamda iktidar olmanın avantajını kullanarak muhalefetin tüm siyasal faaliyetlerini
yasakladı. 18 Nisan 1960’ta da DP milletvekillerinden oluşan bir soruşmturma komisyonunun
kurulması büyük şehirlerde şiddet olaylarının başlamasına sebep oldu. Bu bir yerde sonun
başlangıcının habercisiydi. Olaylardan iktidarı sorumlu tutan ordu 27 Mayıs 1960’da
yönetime el koydu.

DP DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA


DP’nin dış politikası, Atatürk ve İnönü döneminde tespit edilen ve yürütülmüş olan poli-
tikanın bir devamı niteliğindedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlar ve Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’den bazı toprakları istemesi Türkiye’yi Batı ile İttifaka itmiş ve bu ittifak
genel hatları ile günümüze kadar gelmiştir.

A- Türkiye’nin NATO’ya Girmesi


II. Dünya Savaşı’ndan sonra CHP, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik zorluklardan
kurtulmak için ABD’nin Marshall Yardımı Planından faydalanmaya karar vermişti. Yine
aynı dönemde yükselen Sovyet (Rusya) tehdidi karşısında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın
dünya barışının korunması ve sürdürülebilmesi için yardımlaşma ve beraber hareket
etmek amacıyla 4 Nisan 1949’da ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda,
Luksemburg, Danimarka, Norveç, İzlanda ve Portekiz devletleri temsilcileri tarafından
Vaşington’da kurulan Kuzey Atlantik Paktı (NATO) katılmak için gerekli adımları attı.

Başlangıçta Türkiye’nin NATO’ya alınmasında bazı problemler çıktı. Ancak 14 Mayıs


1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardında Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin çağrısı üzerine Kore’ye asker göndermesi ve orada Türk Birliğinin gösterdiği
başarılardan sonra Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi. NATO’ya girilmesinden sonra
Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı yıllarından itibaren Türkiye’ye yönelttiği tehditler
önemli ölçüde azaldı.

B- Kore Savaşı
1945 Mayıs’ında ABD ile Sovyet Rusya arasında yapılan anlaşmaya göre, II. Dünya
Savaşı bittikten sonra Kore, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Çin’in ortak veraseti altında
kalacaktı. 1945 Temmuz’undaki Potsdam Konferansında da Sovyetler Birliği Uzak Doğu
Savaşı’na katılmaya karar verince, askerî harekat bakımından Kore toprakları ikiye ayrıldı.
Kuzey kısmı Sovyetler güneyi de ABD askerî sahası olarak kabul edildi.

Savaştan sonraki yıllarda ise ne ABD-Sovyet muzakereleri ne de Birleşmiş Milletler


Cemiyetinin çabaları iki Kore’nin birleşmesini sağlayamadı. Hem ABD hem de Sovyetlerin
kontrolündeki bölgede iki ayrı Kore Cumhuriyeti kuruldu.
Türk İnkılâbı 253

25 Haziran 1950’de Sovyetlerin talimatıyla Kuzey Kore kuvvetleri iki tarafı birleştirmek
ve ABD’yi bölgeden atmak için Güney Kore’ye saldırınca Kore Savaşı başlamış oldu. ABD
kendi kontrolündeki bölgeye saldırıldığı gerekçesi ile Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi.
Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore’nin
yardımına gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden oluşan fakat asıl yükü ABD’nin
karşıladığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti oluşturuldu.

O sırada NATO’ya girme çabası içinde olan Türkiye, General Mac Arthur komutasındaki
Birleşmiş Milletler kuvvetine 4500 kişilik bir kuvvetle katıldı. Dünya barışının geleceği
açısından hareket eden Birleşmiş Milletler Kuvveti içindeki Türk Tugayını Tuğgeneral Tahsin
Yazıcı komuta ediyordu. Türk Tugayı taarruz halindeki 2. Amerikan tümeninin ihtiyatında
artçılık görevi yapıyordu. O esnada 200 bin kişilik Çin kuvvetleri soğuk ve sisli havadan
da istifade ederek, Birleşmiş Milletler Kuvvetlerini sardı. Artçı görevindeki Türk kuvvetleri
süratle harekete geçti. Tokçan bölgesinde kanlı bir savaştan sonra iki Türk Taburu süngü
hücumu ile düşman kuvvetlerini yardı ve büyük birliğe katıldı. Stratejik bir öneme sahip olan
“Kunurı” geçidini de tuttu. Bu müdafaa devam ederken 9. Amerikan ordusu geri çekilerek
kendisini kurtardı. Türk birliklerinin kahramanca çarpıştıklarını gören bir Amerikalı komutan
“dünyada böyle savaşan asker görmedim” demekten kendini alamadı.

Kore savaşında Türk askerlerinin göstermiş olduğu kahramanlık günlerce dünya


basınının gündeminde yer aldı. Savaş 27 Temmuz 1953’te Pamunjom Antlaşması ile bitti.

C- Bağdat Paktı
Balkanlarda ve Kafkas bölgesinde demokratik ülkeler için büyük tehdit unsuru haline gelen
Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’ya sızmasını önlemek gayesi ile Orta Doğu ülkeleri arasında
bir ittifak kurma fikri aslında ABD’den gelmiş, fakat Türkiye tarafından gerçekleştirilmiştir.
Türkiye bu bağlamda ilk olarak 1954’te Pakistan’la karşılıklı savunma ve işbirliği
antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmaya daha sonra İngiltere de katıldı. Türkiye Şubat 1955’te
de Irak’la Bağdat Antlaşmasını imzaladı. Aynı yılın Kasım ayında İran’da ittifaka dahil oldu.
Bu gelişmeye rağmen, ittifak başlangıçta düşünülen fikri gerçekleştiremedi. Sovyetler
Birliği’nin Orta Doğu’ya sızmasını istemeyen bu gruba karşılık Sovyetlerle işbirliği içinde
olan Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen ayrı bir grup oluşturdu. Bu grup 1956’dan
itibaren batı karşıtı bir politika izlemeye başladı. ABD ise Bağdat Paktına doğrudan üye
olmamakla birlikte Mart 1959’da Türkiye ile imzaladığı iki taraflı savunma anlaşmasıyla
pakta güçlü bir destek verdi.

Bağdat Paktı’nın Türkiye açısından en kritik gelişmesi 14 Temmuz 1958’de Sovyet


yanlısı General Kasım’ın bir darbe ile Irak’ta iktidarı ele geçirmesi ve küçük yaştaki Kral
Faysal’ın, Kral Naibi amcası Prens Abdullah’ı öldürtmesi, Başbakan Nuri Said Paşa’nın da
kaçarken halk tarafından linç edilmesinin ardından yaşandı.

Darbe Ürdün monarşisini de tehlikeye soktu. Ürdün Kralı Hüseyin ABD ve İngiltere’den
yardım istedi. Irak’taki gelişmelerden endişe duyan Suudi Arabistan Kralı, Kral Suud,
Bağdat Paktı üyelerinin Irak’a müdahale etmelerini istedi.

Darbeden en fazla endişe duyan ve o oranda da tepki gösteren ülke ise Türkiye
oldu. Türkiye, Bağdat Paktı’nın diğer iki üyesi İran ve Pakistan’la 14-17 Temmuz 1958’de
İstanbul’da bir toplantı yaptı. Toplantının ardından Türkiye, ABD’ye başvurup Irak’a müda-
haleye kararlı olduğunu bildirdi ve ABD’nin kendisine manen ve maddeten desteklemesini
istedi. Ürdün de, Türkiye’nin Irak’a müdahalesinden yana idi.
254 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Türkiye’nin Irak’a müdahaleye yeltenmesi Sovyet Rusya’yı harekete geçirdi. 24


Temmuz’da Türkiye’ye verdikleri nota ile bölgede silahlı bir çatışmanın başlatılmasının
ciddi sorunları beraberinde getireceğini bildirdi. Sovyetler aynı tepkiyi Türkiye dışında ABD
ve İngiltere’ye de yöneltmişti. Bu gelişmenin ardından ABD Dışişleri Bakanı Dulles, Türkiye,
İran ve Pakistan’a, Türkiye’nin Kafkaslar Bölgesinden Hayber geçidine kadar olan bölgenin
savunma garantileri içinde olduğunu açıkladı. Böylece Türkiye Kore Savaşı’na katılmanın
ve NATO’ya girmenin faydalarını görmeye başladı.

D- Kıbrıs Sorunu
Demokrat Parti döneminde Türkiye’yi huzursuz eden en önemli konulardan biri de
Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündemine 1954’ten itibaren girdi. O tarihte
Yunanistan, İngiltere’nin egemenliğinde olan Kıbrıs’ın kendilerine verilmesini istedi.
Zaten Kıbrıs’ta faaliyet gösteren bir grup militan Rum kökenli cemiyet de “enosis” ideali
çerçevesinde adanın Yunanistan’la bütünleştirilmesi için mücadele etmeye başladı. Bu
amaçla 1955’ten itibaren Kıbrıs Türklerine karşı saldırılar başlattı. Bu saldırılar Türkiye
ile Yunanistan’ın arasının açılmasına sebep oldu. İngiltere ise konuyu incelemek üzere
Londra’da bir konferans topladı. O sırada 6 Eylül günü bir İstanbul gazetesi Atatürk’ün
Selanik’teki evine bomba atıldığını yazdı. O akşam İstanbul’un birçok yerinde olaylar çıktı.
Rumlara ait birçok yer tahrip edildi. O sırada Londra’da Kıbrıs’la ilgili görüşmeler yapmakta
olan Dışişleri Bakanı hayli zor durumda kaldı. Daha sonraki dönemlerde bu olayların Kıbrıs
sorunu tartışılırken düzenlenmiş olan bir komplo hareketi olduğu ileri sürüldü.

Başlangıçta Yunanistan gibi Türkiye’de İngiltere’nin çekilmesinden sonra Kıbrıs’ın


tarihsel gerekçelerden dolayı Türkiye’ye bırakılması gerektiğini savunuyordu. Ancak bunun
pek mümkün olmadığı görülünce bir ölçüde politikasını değiştirerek Kıbrıs’ta yaşayan
Türklerin temel hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması karşılığında iki toplumlu Kıbrıs’ın
varlığına razı oldu. Nitekim 13 ve 19 Şubat 1959’da Zurih ve Londra’da yapılan antlaşmalarla
Kıbrıs’ın bağımsız olması, fakat Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin adada garantörlük
haklarının bulunmasını karara bağlandı. Buna göre İngiltere adadaki büyük hava üstlerini
muhafaza edecek, Türkiye ve Yunanistan adada birer askerî garnizon bulunduracaklar ve her
üç devletin de gerektiğinde müdahale hakları bulunacaktı. Ayrıca Kıbrıs Anayasası, hükümet
ve parlamentoda Türklere bazı özel haklar tanıyordu. Federal Almanya’dan bir yargıcın
başkanlığındaki Anayasa mahkemesi sistemin işleyişine nezaret edecekti. Yeni oluşturulan
Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinde Başpiskopos Makarios Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de
Cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. Böylece Kıbrıs sorunu çözülmüş gibi görünüyordu. Türkiye
bundan sonraki süreçte yapılan bu antlaşmanın tam olarak uygulanmasını sağlamak için
gayret sarf etti. Ancak Ada Hükümetinin kilit noktalarında Rumlar bulunuyor, yine Rumlara
Kıbrıs ticaret ve ekonomisine hakim olma imkânı veriyordu. Adanın en kötü toprak ve işleri
Türklere bırakılıyordu. Bu uygulama yeterli tepkiyi görmeyince militan Rumlar 1964’ten itibaren
yeniden Enosis arzusunu canlandırdı. Basında çıkan katliyam haberlerinin ardından Türk
kamuoyu da Ada Türklerini korumak için Kıbrıs’a askerî müdahale talebini sürekli yükselen
bir talep olarak ifade etmeye başladı. Nitekim Kıbrıs’ta durmak bilmeyen katlıyamları üzerine
Türkiye 1974’te adada yeniden barışın sağlanması için askerî müdahaleyi yapmak zorunda
kaldı.
Türk İnkılâbı 255

ATATÜRK İLKELERİ
Türk İnkılâbının Bütünleyici İlkeleri
Millî Hâkimiyet-Egemenlik
Millî Hâkimiyeti en kısa tanımla hâkimiyetin kaynağının millete ait olması, milletin kendisini
idare edecek olan siyasî otoriteyi seçmesi, onaylamasıdır. Hâkimiyet kavramını ilk defa
kullanan ve onu teori haline getiren ünlü Fransız hukukçusu Jean Bodin’dir. “Jean Bodin
on altıncı yüzyılın sonlarına doğru yayımladığı; “Devletin Altı Kitabı” isimli eserinde
egemenliği, ülkede yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla
kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlıyordu. Böylece egemenlik Bodin’e göre sınırsız
ve mutlak iktidardır. Egemenlik aynı zamanda tektir, bölünemez ve devredilemez. Başka
deyişle belli bir ülke üzerinde ancak tek bir egemen kudret olabilir ve bu egemen kudret
bölünemeyeceği gibi başkasına da devredilemez.

İlk çağlarda toplumları yöneten otorite sahipleri, hâkimiyetlerinin menşeini ilahi güçlere
dayandırmışlar ve hâkimiyet bir soyun veya bir grubun elinde olagelmiştir.

İslâm öncesi Türklerde, saltanat ve saltanatı elinde bulunduran soyun kutsallığı


anlayışı mevcut olmasına rağmen, kısmen halk hâkimiyetinin mevcudiyetinden söz
edebiliriz. Nitekim Aydın Bolak bu konuda şunları belirtir; “Türk illerinde hâkimiyet’in
sahipleri, hâkimiyeti kullanan unsur üçtür, Han, Beyler ve Halk (Budun). Bu üç unsurun
hâkimiyete iştiraki üç derecede belirir. Hâkimiyet Han’da kesif bir surette, Beylerde mahdut
bir şekilde, halk ‘ta ise muayyen zamanlarda tecelli eder. Fakat Türk telakkisine göre
hâkimiyetin menşei daima halktadır”.

Fransız ihtilâlinin en önemli fikir hareketi olan Millî Hâkimiyet’in getirdiği, siyasî
otoritenin, parlamento vasıtasıyla halka karşı sorumluluğu ve yetkilerin denetlenmesi
anlayışı zamanla Osmanlı’da da etkili olmaya başlamıştır.

Osmanlı Devleti’nde padişahların mutlak otoritesinden ödün verme olarak


nitelendirebileceğimiz Tanzimat Fermanı, Sened-i İttifak, Meşrutiyet hareketleri bu konudaki
önemli gelişmeler olmasına rağmen, yine de gerçek anlamda millî hâkimiyet anlayışını
getirememiştir:

Bir taraftan işgal kuvvetlerine, diğer taraftan İstanbul Hükümeti’ne karşı Türklüğün var
olma mücadelesini yapan Atatürk’ün, daha 1919’da, bir ihtilal beyannamesi diyebileceğimiz
Amasya Tamimi’nde” milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demesi,
millî hâkimiyet konusunda ilk adım sayılmalıdır.

Millî Mücadele’yi meşru zemine oturtmak isteyen Atatürk bunun ancak millî hâkimiyet
esasına dayanması gerektiğine inanmaktadır. Erzurum Kongresi’nde alınan ‘Kuvâ-yı
Milliye’yi amil ve İrade-i Milliye’yi hâkim kılmak esastır’ kararı artık mücadelenin saltanat
adına değil, millet adına yapıldığının bir göstergesidir.

Yine Atatürk, “Sivas’a ayak basar basmaz orada kurduğu gazeteye “İrade-i Millî’ye”,
adını verir. Ankara’ya ulaşınca bir gazete kurar. Adı “Hâkimiyet-i Milliye” (Millî Egemenlik)
dir. Atatürk’ün kurduğu gazetelere verdiği adlar şüphesiz rastlantı değildir”.

23 Nisan 1920’de açılan TBMM’de ‘Hâkimiyet bilâkaydüşart Milletindir’ denilerek;


Millî Hâkimiyet ilkesi resmen yürürlüğe konarak, gelecekte kurulacak olan rejimin saltanatı
reddeden Cumhuriyet olacağı beyan edilmiştir. Nitekim bu konuda Atatürk şunları
söylemiştir:
256 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

“Türkiye Büyük Millet Meclisi, halifenin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi
yalnız ve yalnız milletindir. Milletin intihap ettiği vekillerden mürekkeptir. Bu meclis yalnız ve
yalnız milletin emrine mutavaat etmek mecburiyetindedir. İsmi ve makamı ne olursa olsun
millet bu hakkı bir şahsa tevdi edemez”.

Millî Mücadele zaferle neticelendirildikten sonra, vakit geçirilmeden Millî Hâkimiyet


esasına uygun uygulamalara geçilmiştir. “Millî Egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında
zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletin esareti üzerine kurulmuş müesseseler
her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar” diyen Atatürk; 1 Kasım 1922’de Saltanatı kaldırarak,
hanedan hâkimiyetine son vermiştir. Bu hareketi 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet takip
etmiş ve yeni Türkiye’nin rejimi belirlenmiştir. Böylece binlerce yıllık devlet geleneğimizde
görülen, kurucuların adıyla anılan hanedan devleti yerine milletinden ismini alan bir devlet,
Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Millî Hâkimiyet ilkesinden taviz verilmeyeceği kesin bir şekilde devletin Anayasasında
da yer almıştır. 1924 Anayasasında, Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir, “Türkiye Büyük
Millet Meclisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olup millet adına hakk-ı hâkimiyeti kullanır”
denmiştir.

Millî Hâkimiyet ilkesi yalnız saltanata değil, her türlü tek partici sisteme, diktatörlüğe,
toplumu bölen etnik ayrımcılığa, sınıf kavgasına dayanan anlayışa karşı olmayı gerektirir.

Tam Bağımsızlık (İstiklâl-i Tam)


Devletler hukukuna göre, bağımsızlık; bir devletin başka bir devlete veya milletlerarası
bir müesseseye tabi olmaması veya bağlı bulunmaması demektir. “Siyasî bağımsızlık,
Devletin, Devletler Hukuku tarafından kendisine tanıdığı bir milletlerarası yetkidir. Bağımsız
devlet diğer devletlerle olan münasebetlerinde, devletler hukuku’nun tanıdığı bu yetkileri
serbestçe yerine getirir”.

Devletin, devlet olabilmesi için en önemli unsurlarından biri olan bağımsızlık, sosyolo-
jik açıdan bir topluluğun millet haline gelebilmesi için de önemli bir zarurettir. Sadri Maksudi
Arsal bu konuda; “Bir milletin teşekkülü için, bir devlet içinde birleşen zümrelerin aynı ül-
kede uzun zaman bağımsız kalabilmiş olmaları da şarttır. Çünkü zümrelerin lisan, örf ve
adetler bakımından birleşmesi uzun zaman isteyen bir tarihi hadisedir” demektedir.

Yakın tarihte ilk bağımsızlık savaşı diyebileceğimiz, Millî Mücadele’yi başlatan M.


Kemal Atatürk sadece Türk devletini düşman işgallerinden kurtarmakla kalmamış, Anadolu
Türklüğünün millet olarak var olmasını sağlamıştır. Nitekim 31 Ocak 1923’te İzmir’de halk
ile konuşmasında Atatürk; “Düşmanlarımız Osmanlı Devleti’ni yıkarak milletin asli unsuru
Türklüğü de imha etmek istiyorlardı. Halbuki Türk milleti yeni bir iman ve millî azimle ile yeni
bir devlet kurmuştur” demiştir.

Millî Mücadele’nin özellikle kongreler dönemi, tam bağımsızlık fikrinin yerleştirilme


çabalarını içerir. İstanbul’da Damat Ferit hükümeti 30 Mart 1919’da İngiliz mandasını is-
temişti. Millî Mücadele’nin içinde olup aktif rol oynayan birçok aydın da işgalcilere karşı
Amerikan mandasını istemekteydi. Bunlar arasında, “Rauf Bey, Refet Bey, Bekir Sami Bey,
İsmail Canpolat ve İsmail Fazıl Paşa gibi tanınmış kişiler vardır. Aynı çözümü benimseyen
Halide Edip (Adıvar) 10 Ağustos 1919’da Atatürk’e gönderdiği telgrafta Amerikan hey’etin-
den Türkiye’nin güdümünü isteyeceklerini bildirdi”.

Sivas Kongresi’nde tam bir diplomatik savaş veren Atatürk, “Milliyet esaslarına
riayetkar ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fennî, sınaî,
Türk İnkılâbı 257

iktisadî yardımını memnuniyetle karşılarız” kararını aldırtarak, yine “milleti ancak onun azmi
ve kararının kurtaracağını” belirtmiştir. Böylece diğer aydınlara bağımsızlık için mücadele
edilmesi gereğini kabul ettirmiştir.

Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasî bağımsızlık olarak algılanmamalıdır. Nitekim


Ankara antlaşmasının imzasından önce Fransız delegesi Franklin Boullion’a dediği gibi,

“İstiklâl-i tam denildiği zaman tabii ki, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî
vs. her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde, “İstiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin, gerçek anlamda istiklâlden
mahrumiyet demektir.”

Atatürk bu söylediklerini pratikte de büyük azimle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ekonomik


bağımsızlık için, İzmir’de İktisat Kongresi toplanmış, Lozan’da olmazsa olmaz dediğimiz
Osmanlıyı batının sömürgesi haline getirmiş olan kapitülasyonların kaldırılması için deyim
yerinde ise savaş verilmiştir. Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi dış bağımlılıktan kurtulup, Millî sanayici
oluşturmak için kanunlar çıkarılmıştır. Kültürel bağımsızlığın sağlanması için Anadolu’da
yabancı ve azınlık okulları kapattırılmış, öğretim birleştirilmiş, Türk Tarih ve Dil Kurumlan vücuda
getirilmiştir.

Millî Birlik ve Beraberlik


Millî Birlik, bir milletin içinde yaşayan farklı dil, din, düşünce, inanç kümelerinin ortak ideal-
ler ve menfaatler etrafında bir arada yaşaması ve bütünleşmesidir.

İnsanların birlik ve beraberlik içinde yaşama arzusu milliyet duygusunun oluşmasında


önemli bir rol oynamıştır. Gerek hukukçular ve gerekse sosyologlar bireylerin milletlerine
bağlılık ve sadakatlerinin milletlerin yaşamasında önemli bir etken olduğu kanaatini
taşımaktadırlar.

Millî birlik ve beraberlik anlayışı insanların sosyal, biyolojik, düşünce farklılıklarına


bakmaz, onları bir milletin fertleri olarak görür. Atatürk bu konuda; “Türkiye Cumhuriyetini
kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan
daha eski yurt, ondan daha temiz, bir millet yoktur” demektedir.

Görülüyor ki Atatürk’e göre Türkiye içinde yaşayan herkes Türk milletinin üyesidir ve
dünyanın en büyük milletidir. Atatürk’e göre Laz, Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni ayırımı
yoktur hepsi bir milleti oluşturan ortak unsurlardır.

Yine Atatürk, “Türkiye halkı ırken, dinen ve harsen birbirlerine karşı karşılıklı saygı ve
fedakârlık duygusuyla dolu ve ortak menfaatleri olan bir topluluktur” derken ırka, bölgeye,
dine dayalı bir ayırım kabul etmediği gibi ortak gelecek ve menfaatler için herkesin elinden
gelen fedakârlığı göstermesi gerektiğini belirtmiştir.

Tarih ilmi göstermiştir ki, millî birlik ve beraberlik tesis edildiği zaman milletler barış
ve zenginlik içinde yaşamışlar, ayrılıklar ise anarşi ve kaostan başka bir şey getirmemiştir.

Türk milletinin bu coğrafyada var oluş sebebi Malazgirt’ten Dumlupınar’a kadar bu


milletin şehitlerinin kanıdır.. Bu yüzden, “Van’dan, Diyarbakır’dan Trakya’ya, Karadeniz’den
Akdeniz’e kadar yurdumuzun her köşesindeki memleket evlatlarını “hep ayni cevherin
damarları olarak vasıflandıran Atatürk, ırk, mezhep, sınıf ayrılıklarım körükleyenlere karşı
çıkmış, millî birlik ve bütünlüğü sarsmağa çalışanların, düşmana alet olmuş beyinsizler
dışında kimseyi etkileri altına alamayacaklarını söylemiştir”.
258 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ATATÜRK’ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ


Atatürkçülüğün temel ilkelerinin başına Cumhuriyetçilik konulmuştur. Bunun sebebini
daha iyi anlamak için önce cumhuriyetin ne olduğunu anlamak gerekmektedir.
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir
süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın
bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli
bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene
aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli
bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş
başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o
toplumda yasa koyacak kimselerdir.

Cumhuriyetçilik, devletin yönetim şekli olarak cumhuriyeti benimseme, onu fazilet


rejim olarak tanımlama, değerlendirme, koruma ve yaşatma demektir. Cumhuriyetçilik
ilkesi, millî egemenlik ve seçim esasına dayanır. Yönetim şekli olarak cumhuriyet, başta
devlet başkanı olmak üzere, yöneticilerin belli bir süre için halkın oyu ile seçildiği sistemdir.
Bir kişinin veya zümrenin egemenliğine dayanmayan cumhuriyet yönetimi, halkın yönetime
katılmasını amaçlayan bir yönetim biçimidir. Cumhuriyet yönetiminin dışındaki yönetim
şekillerinde, millet iradesine pek önem verilmez.

Atatürk’ün önderliğinde kurulan cumhuriyet demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk


devletidir. Atatürk’e göre ‘Türk milletinin tabiat ve şiarına en uygun olan idare,
cumhuriyet idaresidir’. Atatürk, Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun idarenin
cumhuriyet idaresi olduğunu bu şekilde belirtmiştir. Çünkü cumhuriyet, millî egemenlik
idealini, vatandaşın devlete ve devletin vatandaşa karşı hak ve görevlerini en iyi düzenleyen
yönetim şeklidir. Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı
temeller üzerine kurulmuştur. Cumhuriyetçilik ilkesi, halkçılık ve milliyetçilik ilkeleriyle sıkı
sıkıya bağlı ve bunları tamamlayıcıdır.

Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin en başta gelen niteliği Atatürk’ün ‘Egemenlik kayıtsız


şartsız milletindir’ ilkesini yansıtmaktadır. Devletimizin dayandığı temel prensiplerden biri
olan bu ilkenin en iyi korunduğu ve gözetildiği yönetim, cumhuriyet yönetimidir. Cumhuriyet
yönetimi, Türk milleti devlet yönetiminde söz ve karar sahibi olmuştur. Bu yönetimde devleti
idare etmekle görevli olanlar, gerektiğinde millete hesap vermek zorundadırlar. Cumhuriyet
yönetimi, vatandaşların hak ve hürriyetlerini en iyi şekilde düzenlemektedir. Cumhuriyet
yönetiminin diğer bir niteliği ise düşünce serbestliğidir. Devlet aleyhine olmayan her türlü
fikre saygı duyulur. Cumhuriyet yönetiminin çok önemli bir niteliği de; Türk milletinin
hayatına yeni bir yön vermiş olmasıdır. Atatürk bunu şöyle vurgulamıştır: ‘Cumhuriyet
yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna
koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni
bir hayatın müjdecisi olmuştur’. Cumhuriyet rejimi, en gelişmiş ve en ileri devlet şekli
olarak Türk inkılâbının bir başarısı olmuştur.

Atatürk, ‘Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir…


Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir’ ve ‘Türk milletinin karakter
ve adetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir’ sözleriyle cumhuriyet
yönetiminin faydalarına örnekler vermiştir. Atatürk’ün önderliği ve Türk milletinin gücüyle
kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sonsuza kadar var olabilmesi için iç ve dış tehditlere
karşı milletçe duyarlı olmamız gerekir. Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış tehditlere karşı
güvencesi, milletin kendisi ve onun silahlı kuvvetleridir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyetini iç ve
dış tehditlere karşı korumak her Türk vatandaşı için korumak milli bir görevdir. Milletimiz ne
kadar şuurlu ve Türk kültürü ile dolu olursa Türkiye Cumhuriyeti o kadar güçlü olur.
Türk İnkılâbı 259

Atatürk, Gençliğe Hitabesi’nde, cumhuriyete yönelebilecek tehlikelere dikkat çekmiştir.


‘İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve harici
bedhahların olacaktır’. Sözü ile Türk gençliğinin cumhuriyeti korumak için içeriden ve
dışarıdan gelebilecek tehlikeler karşısında uyanık olmasını istemiştir. Sağlam, sosyal ve
kültürel temellere dayanan Türkiye Cumhuriyetinin korunması, Türk milletinin sonsuza
kadar rahat ve huzurlu yaşamasının tek şartıdır. Türk gençliğinin en büyük görevi Türkiye
Cumhuriyetini sonsuza kadar yaşatmaktır. Cumhuriyetçilik ilkesi, demokrasinin yeşerip
gelişmesini ve kökleşmesini sağlamış, Türk milletinin hayatına yön vermiştir. Türk milleti
çağdaşlaşma yolunda demokrasi yönetimi ile kısa zamanda büyük mesafeler almıştır.
Cumhuriyetçilik ilkesinin temel şartı, çağdaşlaşmak, yükselmek ve ileri gitmektir.

Cumhuriyet’in Temel Özellikleri


Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasını ve Lozan Antlaşması’yla bağımsızlığımızın
onaylanmasını takiben, artık mevcut devlet yönetiminin daha açık biçimde isim alması
gerekiyordu. Gerçi, Millî Mücadele’yi Büyük Önder Atatürk’ün başkanlığında başarıyla
yürüten “Türkiye Büyük Millet Meclisi” ve bu meclisin içinden çıkan “Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti”, yapısı ve işleyişi yönünden, ismi konmamış bir cumhuriyet yönetiminden
farksızdı. Ancak, bu yönetime, çağdaş dünyanın gözünde daha belirgin bir nitelik kazandırma
amacıyla 29 Ekim 1923 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan edildi.

Cumhuriyet, egemenliğin kaynağının millete ait olduğunu kabul eden devlet şekli
demektir; bir diğer ifade ile devletin temel organlarının seçimle iş başına geldiği bir yönetim
biçimidir. Bu rejimde Devlet Başkanı olan Cumhurbaşkanı da milletçe ya da milletin temsil-
cisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. Cumhuriyet yönetimi bu niteliğiyle
şüphesiz ki demokrasi ilkesinin en gelişmiş şekli, demokrasi ilkesinin en iyi uygulanmasını
sağlayan bir siyasi rejimdir.
Cumhuriyet seçim esasına dayanan bir yönetim biçimidir. Söz konusu seçim, ge-
rek seçme gerekse seçilme hakkı açısından belli bir kişiye, belli bir gruba, belli bir sınıfa ait
değildir; bütünüyle millete aittir. Seçimle iş başına gelenlerin görev süresi belli bir döne-
mi kapsar; yani cumhuriyet rejiminde ömür boyu bir görev söz konusu olamaz.
Cumhuriyet rejimi, her şeyden önce kamu yararını ön planda tutan, kamu yararına
dayanan bir yönetim şeklidir. Çünkü Cumhuriyet rejimi, gücünü dayanağını kişi, grup ve
sınıf egemenliğinden değil, geniş halk kitlesinin bütününden, millet iradesinden almaktadır.
Cumhuriyet rejimi aynı zamanda insan unsuruna verdiği değer, insan hak ve
özgürlüklerine gösterdiği saygı nedeniyledir ki çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık düzeyine
ulaşmayı en iyi şekilde gerçekleştiren bir ortamı oluşturur. Onun için laik ve demokratik
prensipten asla vazgeçmez.
İşte bize kazandırdığı bu değerler nedeniyle laik ve demokratik Cumhuriyet rejimi,
memleketimizin ve devletimizin geleceği bakımından o derece önemlidir ki, Anayasamızda
“Türkiye Cumhuriyeti’nin idare şeklinin Cumhuriyet olduğu” hükmünün değiştirilemeyeceği,
değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği ayrı bir anayasa maddesiyle teminat altına
alınmıştır.

MİLLİYETÇİLİK İLKESİ
Millet, toprağı, tarihi kökleri olan kültürel unsurları (dil, gelenek, görenek gibi) ile yasayan
sosyal varlık olan bir topluluktur. Milliyetçilik ise bu üç ana sebebin farkına varmak ve
aralarındaki ilişkiyi geçmiş, içinde bulunulan zaman ve gelecek çizgisi üzerinde ilim ve akıl
yolu ile devam ettirme ve çağdaşlaştırma arzusu ve bilincidir. Başka bir ifade ile Milliyetçilik
aklin ve ilmin yolunda hareket etmeyi milletin hizmetine sunun şuurlu bir davranış yöntemidir.
260 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Bu halı ile milliyetçiliğin hiçbir ideoloji ile doğrudan bağlantısı yoktur. Toplumsal
kalkınma ve çağdaşlaşma yöntemi, akla ve bilim dayandıran ve insan unsurunu ön planda
tutan her modelden faydalanabilir. Çünkü kalkınma ve çağdaşlaşma modelleri zamanla
değiştiği halde milli bilinç, milleti sevme duygusu ve sahip olunan milleti daha ileriye
götürme duygusu hep var olur.

Atatürk’ün türlü demeç ve söylevlerinde açıklık kazanmış olan bu ilke, Fransız


İhtilalından sonra dünyaya yayılan özgürlük düşüncesinin tarihsel gelişimi içinde her
milletin kendi kaderini çizme inancının doğal bir sonucu olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde, millilik niteliğini yitirmekte olan


dilimizin sadeleştirilmesi ve dünyaya yayılmış Türk toplumlarının araştırılıp incelenmesi
hareketlerinin ortak adi olarak Türkçülük akımı biçiminde belirmiştir. Bazen bütün Türk
toplumlarını birleştirmeyi amaçlayan Turancılık, bazen da İslam Birliği kurmak gibi bir
amaca yönelik İslamcılık akımlarıyla karıştırılmaya başlanmıştır.

Bugün anayasamızda da yer alan milliyetçilik kavram bir ilke olarak, Türk milletinin
egemenliğini kendi iradesine aldığı süreç içinde gerçek anlamını kazanmıştır. Akilci,
gerçekçi, barışçı ve cumhuriyetçi bir nitelik aldıktan sonra Atatürk tarafından “Türk
Milliyetçiliği” deyimiyle bütün açıklık ve kapsamı ile gerçek anlam bulmuştur. Bugün Atatürk
ilkeleri arasında yer alan milliyetçilik, çağdaş anlamıyla siyasal, ekonomik ve kültürel bir
devlet sistemi olmuştur.

Atatürk’ün Milliyetçilik İlkesine göre, Türk milleti, büyük insanlık ailesinin yüksek onurlu
bir üyesidir. Bu bakımdan bütün insanlığı sever; kendi milli onur ve çıkarlarına dokunulma-
dıkça başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve aşılamaz. Milliyetçilik ilkesi, bütün çağ-
daş uluslarla uyum içinde yaşamakla birlikte, Türk toplumsal varlığının özel karakterini ve
başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmayı esas sayar. Bu bakımdan kendi özüne aykırı
akımların ülkeye girmesini ve yayılmasına sıcak bakmaz.

Milliyetçilik ilkesi, bütün çağdaş milletlerle uyum içinde yaşamayı öngörmekle birlikte,
Türk toplumsal varlığının özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmayı
da esas sayar. Bu bakımdan kendi özüne aykırı akımların varlığını inkâr etmemekle birlikte
onların ülkeye girmesini ve yayılmasına sıcak bakmaz.

Atatürk milliyetçiliği, gerek bağımsız, gerek başka devletlerin uyruğu olarak yasayan
bütün Türkleri, hangi dinden olurlarsa olsunlar derin bir kardeşlik duygusuyla candan sev-
mek ve onların refah ve gelişmesini candan dilemekle birlikte, siyasal sinir olarak Türkiye
Cumhuriyeti sınırlarını tanır.

Milliyetçilik ilkesine göre, Türkiye Cumhuriyeti içinde, kendisini bu ülkenin bir parçası
sayan, bu coğrafyanın kültürü ile yetişen, sahip olduğumuz devleti her yönden yükselme-
si düşüncesini benimseyen bireyler, hangi dinden ırktan ve mezhepten olursa olsun Türk
kabul edilir.

Milliyetçilik ilkesini, ulusal bilincimizi Kurtuluş Savaşı ile perçinleyen güçtür. Türk toplu-
munu birbirine bağlayan en önemli unsur olduğu inancıdır. Bu ulusçu bağın en özlü deyisi
“Ulusal Birlik Duygusu”dur.

Milliyetçilik ilkesi özet olarak:

“Türk ulusunun yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan gelen


zekâsını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, ulusal birlik duygusunu aralık-
sız olarak ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmektir”.
Türk İnkılâbı 261

Milliyetçilik ilkesi, Türk ulusunun “bütün bireylerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak
bir bütün halinde ulusal bilinç ve ülküler çevresinde toplamak” inancıdır.

Atatürk’e göre Avrupa uluslar topluluğunun fiziki sınırlar dışında, bu sistemin üstün-
lüğüne karşı mücadeleler mutlaka milliyetçi nitelikte olmalıydı. Atatürk’ün amacı milli ve
savunulabilir sınırlar dâhilinde, bir Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini öne
çıkarmaktı. Atatürk milliyetçiliği din ve ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelindedir.
Kemalistlerin anlayışına göre milliyetçilik temelde Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü
korumayı ve ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı akımları engellemeyi amaçlıyordu.
Recep Peker 1931 yılında bu sorunu şöyle anlatıyordu:

“Bizim aramızda yaşayan, politik ve sosyal bağlarla Türk milletine ait olan tüm
vatandaşlarımızı biz kendi insanlarımız olarak düşünürüz: aralarında ‘Kürtçülük’,
‘Çerkezlik’ ve hatta ‘Lazlık’ gibi fikirler ve duygular yerleşmiş olsa bile, onlar bize ait-
tir. Mevcut yanlış anlayışlar ancak mutlâkiyet yönetimlerinin ve uzun süren tarihsel
baskıların ürünüdür ve biz en içten çabalarımızla bunları ortadan kaldırmayı görev
sayıyoruz”.

Atatürk milliyetçiliği, teorik yapıda ırk, din ve etnik köken konularını vurgulamaktan
çok, dil ve kültür üzerinde durarak bir millet tanımı yapmaktadır.

Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışının Özellikleri


Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışının özelliklerini ve uygulamalarını şu başlıklar altında topla-
mak mümkündür:

a) Milli Birlik ve Bütünlüğe Büyük önem verir


Milli birlik ve beraberlik duygusu millet fertlerini birbirine bağlar.

‘Milli birlik, milli duygu, milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir’ diyen
Atatürk, Türk milletinin birliğini kuvvetlendirecek manevi harcı kültür milliyetçiliğinde bul-
muştur. Atatürk’ün başta dil ve tarih çalışmaları olmak üzere milli kültüre büyük önem ver-
mesinin en önemli sebeplerinden birisi budur, milli birliğin sağlanması ve güçlendirilmesin-
de milli eğitime büyük görevler düştüğünü vurgulayan Atatürk;

‘Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırları ne olur-


sa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına kendi benliğine,
milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilme-
lidir’ der.

b) Sınıf Kavgasına Karşıdır


Atatürk’ün Milliyetçilik anlayış sınıf mücadelesini reddeder. Sosyal dayanışmayı esas alır.
Türk toplumunu teşkil eden köylü, çiftçi, işçi, esnaf, sanatkâr, sanayici, tüccar, serbest
meslek sahibi ve memur gibi her çeşit meslek ve zümrelerin, aynı milli toplumun birer
unsuru olarak, sosyal adalete uygun esaslar içinde, ahenkli bir tarzda işbirliği yapmalıdır.
Bunlar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların millet yararını her şeyin üstünde tutarak
uzlaştırılmasını ve bağdaştırılmasını öngören temel bir görüşe sahiptir.

c) Gerçekçidir ve Vatan Kavramına Dayanır


Atatürk’ün şu sözleri gerçekçilikten neyi anlamamız gerektiğini ifade etmektedir. “Büyük
hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan
değiliz. Biz yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın
262 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

sayısını ve üzerimizdeki baskıları artırmaktan ise, tabi sınıra, meşru sınıra dönelim’.
Efendiler! Biz hayat ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı
esirgemeden harcarız” dedikten sonra takip edilecek gerçekçi ve akılcı yolun sınırları belli
bir vatan üzerinde, milli bir devlet kurmak olduğunu belirtir.

d) Saldırgan Değil Barışçıdır


Milliyetçilik konusunda son derece hassas olan Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı asla bencil
bir Milliyetçilik değildir. O’nun Milliyetçilik anlayışında her şeyin üstünde Türk milleti ve bu
milletin menfaatleri gelmesine rağmen, insanlık ailesi içinde başka milletlere de yaşama ve
hürriyet hakkı tanırdı. Atatürk bu konuda; “Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle
milliyetperveranız ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz.
Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız’.

e) Irkçılığa Karşıdır
Atatürk’ün çağdaş milliyetçilik anlayışı ile ırkçılığı bağdaştırmak mümkün değildir. Kendisini
Türk milletine bağlamış olan ve bu ülkenin idealleri doğrultusunda hareket etmeyi kabul
eden bütün vatandaşları Türk kabul eder. Atatürk, Türk vatandaşlarını din ve etnik köken
esasına göre de ayırt etmez. Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk
kabul edilir.

g) Millet Egemenliği Yöneliktir


Atatürk’ün 1 Nisan 1923’te mecliste söylediği Nutuk’ta; “Türkiye devletinde ve Türk devletini
kuran Türkiye halkında tacidâr (Kral-Sultan) yoktur, diktatör yoktur... Bütün cihan bilmelidir
ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız
bir kuvvet vardır. O da hâkimiyet-i milliyedir” sözleri bunun içindir.

HALKÇILIK
Bizde Halkçılık Anlayışı
II. Meşrutiyet döneminden itibaren gelişen ve önemli ölçüde Türkçülük hareketinin etkisi
altında ortaya çıkan bir düşüncedir. Halk’ın eğitilmesi, Yöneticiler ile halk arasında iyi bir
diyalog kurulması, aydınlarla halk arasında bir yakınlık tesisi ve devlet kontrolünde güçlü
bir orta sınıf oluşturulması gibi amaçlar savunulmuştur. Fikrin ortaya konulmasındaki
temel amaç, Meşrutiyetin kaynağını halka dayandırmak arzusudur. Bu noktadan hareketle
demokratik milliyetçi akımın kullandığı anlamda dil, vatan ve kültür beraberliğine dayanan
bir millet meydana getirmeyi amaçlayan fikirdir. Osmanlı toplum yapısının esasını oluşturan
avam-havas ayrılıklarına son vermek ve aydınlarla halk arasındaki ayrılıkları ortadan
kaldırmak, halkın yönetime katılmasını sağlamak, halkın birbirine rakip zümrelerden
oluşmadığını ortaya koymaktır.

Türkiye’de siyası anlamda halkçılığı ortaya koyan Atatürk’tür. Atatürk’te halkçılık


fikrinin ilk belirtileri daha 1920’lerin başında bizzat hazırladığı ‘Halkçılık Programı’nda’
görülür. Sonradan 1924 Anayasası’na esas teşkil edecek olan bu program, bir bakıma
sosyal dayanışma felsefesi için köklü tedbirleri içermektedir.

Atatürk,1921’de TBMM’nde yaptığı bir konuşmada da ‘Efendiler, halkçılık nazar-ı


içtimaisi, toplumun gayretine, hukukuna dayanmak isteyen bir mesleki içtimaidir’
diyerek kavramı bir toplumsal düşünce olarak tanımlıyordu. Bu yaklaşıma göre halkçılık,
halk için halkı ezen bir model değil aksine kuvvetin kudretin egemenliğin ve yönetimin
doğrudan halka verilmesidir. 30 Haziran 1924’te de ‘Asırlardan beri Türkiye’yi idare
edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir;
Türk İnkılâbı 263

Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu


zararlar ancak bir tarzda telafi edilebilir. O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka
bir şey düşünmemek’ demiştir. Görülüyor ki Atatürk’ün halkçılık konusunda esas hareket
noktası asırlardan beri ihmale uğramış, unutulmuş Türk milletini yeniden şekillendirmek ve
medeniyetin, akıl ve bilimin bütün nimetlerinden faydalandırmak düşüncesidir.

Atatürk’ün Halkçılık Anlayışının Özellikleri


1) Halkçılık siyasi bir mahiyet taşımaktadır. Bu siyasi mahiyet öncelikle hâkimiyet’in
kaynağı ile ilgilidir. Atatürk bu konuda; ‘Bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuv-
vetin kudretin, egemenliğin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir,
halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli
bir esası, bir ilkesidir’ demektedir. Bizim şekli hükümetimiz tam bir demokrat
hükümettir diyen Atatürk, halkçılığı çağdaş demokrasi anlayışının uygulanması
olarak kabul etmektedir.

2) Atatürk’ün Halkçılık anlayışı sınıf kavgasına karşıdır. Bu anlayış özellikle sosya-


list ve komünist rejimlerdeki gibi halkın proleterya-burjuva gibi sınıflara bölünme-
sini reddeder. Atatürk bu konudaki görüşlerini şöyle belirtmektedir. ‘Bizim nokta-i
nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki, Bolşevik prensip-
leri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şim-
diye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza
göre milletimizin temin-i hayat ve tealisi kendi kâbileyet-i hâzmiyesi ile mü-
tenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim
nokta-i nazarlarımız- ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin,
doğrudan doğruya halka verilmesidir’.

Halkçılık ilkesi, sadece sosyalizmin değil, halkı sürü gibi gören diktatörcü, şefçi, faşist
kısacası tüm antidemokratik anlayış ve oluşumlara karşıdır.

3) Atatürk’ün halkçılık anlayışı ayırıcı değil, bütünleştirici bir niteliğe sahiptir. Bu


anlayış sadece sınıf ve mesleki farklılıkları değil, bölgesel ve inanç farklılıkları-
nı da aynı amaçlar etrafında birleştirmeyi amaç edinmiştir. Atatürk bu konudaki;
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakya ve Makedonyalı,
hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” diyerek, ifade etmiştir.
Böylece Türkiye içinde yaşayan halk, ümmetçilik aşamasından millet aşamasına
eriştirilmiştir.

4) Halkçılık ilkesi, bütün toplum katmanlarını, birbirine eşit olarak kabul eder. Bu
eşitlik, sosyalizmde savunulan iktisadi eşitlik anlamında değildir. Atatürk’ün halk-
çılık görüşlerinde teşebbüs hürriyetleri olacaktır, ve çalışan daha çok kazana-
caktır. Ama kanun önünde herkes eşit olacaktır. Atatürk bu konudaki görüşlerini
şöyle belirtmiştir. “Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak yaşamak için çalışan ve
çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır, yetkisi
vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak
ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuzda
yeri yoktur. O halde Halkçılık toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak
isteyen bir toplum sistemidir”.

5) Atatürk’ün Halkçılık ilkesi toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yönden gelişti-


rilmesini amaç edinmiştir. Osmanlı döneminde uzun süren savaşların da etkisiyle
son derece fakir düşen, Türk halkı iptidai metotlarla sürdürdüğü tarım dışında, di-
264 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

ğer sektörlerde faaliyet gösterememekteydi. 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir-İktisat


Kongresinin toplanması iktisadi bağımsızlığın, siyasi bağımsızlık kadar önemli
olduğu anlamına gelmekteydi.

Kongre’de; ‘Bu dakikada sami’lerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve


amelelerdir. Bunların hangisi, yekdiğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkâra, sa-
natkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye
muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir’ diyen Atatürk açılan iktisadi savaşa tüm toplum
katmanlarını çağırmıştır. Halkın ekonomik durumunu iyileştirmek için özellikle köylü üzerin-
de bir yük olan Aşar vergisi 17 Şubat 1925 tarihinde kaldırılmış, 1927 ve 1929’da çıkarılan
kanunlarla 711.000 hektar toprak dağıtımı yapılmıştır.

Cumhuriyet’ten önce, Türk halkı ekonomik açıdan olduğu gibi, sosyal, kültürel ve eği-
tim açısından da çok geri durumda bulunmaktaydı. 1920’lerin başında ancak % 10’u okuma
yazma bilen Türkiye’de toplam olarak 5.000 okul, 12.400 öğretmen ve 359.000 öğrenci var-
dı. Öğrencilerin sadece 3.000’i yüksek eğitim kurumlarındaydı. Gene 1924 yılında yaklaşık
13 milyonluk nüfusa karşılık sadece 1.000 kadar doktor vardı. Sağlık hizmetlerinin geriliği
ve yetersizliği, yaygın cahillik ve fakirlik nedeniyle sıtma, trahom, frengi, tifüs, tüberküloz
gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde işgücü ve refah kaybına yol açmaktaydı.

Yazı inkılâbının gerçekleştirilmesi, halkı cahillikten kurtarmak amacını gütmekteydi.


Yine açılan Millet Mektepleri vasıtasıyla okul çağında olmayan büyüklere de okuma, yazma
seferberliği başlatıldı. Bu okullarda 1.000.000’a yakın vatandaşa okuma-yazma öğretildi.
Halkın kültürel düzeyini geliştirmek için 1912’de kurulmuş olan Türk Ocağı kaynaklık etti,
Halkevleri ve köylerde Halk odaları kuruldu. Buralarda edebiyat, tiyatro, folklor, müzik, şiir,
sanat olmak üzere çok önemli kültürel faaliyetler gerçekleştirildi.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün halkçılık anlayışı Milli


Hâkimiyet ve Demokrasi ile sıkı sıkıya bağlı olmakla beraber, halkın iktisadi, sosyal, kültürel
yönlerden çağdaşlaştırılması, şahsiyetini kazandırılması gayesini güder. Devletin emrinde
tebaa olan halkın yerine, halk emrinde olan devlet anlayışını yerleştirme hedefidir.

LAİKLİK İLKESİ
Laikliğin Anlamı ve İçeriği
Lâiklik antik dillerden olan Grekçeden türetilmiştir. Türkçeye Fransızcadan geçen ‘lâik’ sözü
13. yüzyıldan itibaren vaftiz olmuş fakat ruhban sınıfına dâhil olmayan bütün Hıristiyanlar
için kullanılırdı. Başka bir ifade ile din adamı kimlik ve yetkisini taşımayan kişiler için
kullanılmıştır.

İlk kez 1618–1648 yılları arasında devam eden 30 yıl savaşlarının sonunda imzalanan
Vestphalia (Vestfalya) Barış antlaşmasından sonra resmi kayıtlarda yer aldı. Bu antlaşma-
dan sonra Avrupa’da Luteran, Kalvinist ve Anglıkan gruplar yaşadıkları ülkelerde din ve
vicdan özgürlüklerine kavuştu… Zamanla kelime bir felsefi yaklaşımı veya din ile devlet
arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmaya başlandı. Bir süre sonra da dini mahkeme-
ler yerini sivil mahkemelere bıraktı. En önemli gelişme ise eğitim alanında oldu. Tanrı ile
başlayıp Tanrı ile biten ve hiçbir düşünme serbestliği tanımayan Papalığın hegemonyasına
son verildi.

Fransız İhtilâlından sonra lâiklik sadece felsefi, ideolojik bir kavram olarak kalmadı.
Bütünü ile toplumsal hayatı etkileyen bir konuma geldi. Hal böyle olunca Laiklik, uygulandı-
ğı ülkenin dini, siyasi, sosyal şartlarını da etkiledi. Zamanla belli başlı bazı temel prensipleri
Türk İnkılâbı 265

içeren bir hukuk ilkesi şekline dönüştü ve en genel içeriği ile din ve dünya işlerini birbirinden
ayırarak toplumu dini kurallar ile değil anayasa ve yasalarla yönetmek, dini duyguları, inanç
ve ibadeti ise halkın özgür iradesine bırakmak şeklinde tanımlandı.

Laikliğin Belli Başlı Unsurları


a) Din ve Vicdan Hürriyetidir
Lâik Devlet bireylerin din ve vicdan hürriyetini teminat altına alır. Bir din veya mezhep
mensuplarının başka din ya da mezhep mensuplarına karşı baskısını önlemek lâik devletin
görevidir. Devlet bu görevini Anayasada şu şekilde dile getirmektedir;

“Herkes vicdan, dini inanç Ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse ibadete, dini ayin
ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve
kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz”.

Ancak ibadetler, dini ayin ve törenler kamu düzenini ve genel ahlak bakımından
devletçe sınırlandırılabilir. Bu ‘din ve mezhep ayrımı yaratmak veya herhangi bir yoldan
bu kavran ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı ile kullanılamaz. O halde
ibadetler dini ayin ve törenler Teokratik bir devlet yapısını getirmek için kullanılamayacağı
gibi diğer din ve mezhepleri etkilemek ya da yok etmek amacıyla da kullanılamaz.

Atatürk bu konuyu şu sözleri ile açıklar: ‘Vicdan hürriyeti ferdin tabii haklarının
en mühimlerindendir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne
zorlanabilir. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir’.

b) Din ve Devlet İşlerinin Birbirinden Ayrılmasıdır


Özellikle İslam dünyasında Lâik Devletle Milletin egemenliği ilkesi ve milletin temsilcileri
arasında güçlü ilişkiler vardır. Lâik Devlete karşı olanlar, Şer’i kanunlar dışında herhangi bir
kanunun çıkarılması hakkını kimseye tanımazlar.

Buna karşılık Laik Devlette, devletin siyası yapısını hükümet ve idarenin işleyişini,
toplumun yaşayışını düzenleyen kanun ve kuralları dini prensiplere göre değil, akil ve man-
tığa, toplumun ihtiyaçlarına ve hayatın gerçeklerine göre tayin edilir. Atatürk’ün ‘biz ilham-
larımızı gökten ve gaipten değil, yaşanılan hayatın kendisinden almış bulunuyoruz’
şeklindeki ifadeleri bu gerçeği en iyi şekilde ifade etmektedir.

Anayasamız bu olguyu şu şekilde dile getirmektedir: ‘Kimse, devletin sosyal, ekonomik,


siyasi veya hukuki temel düzenini kimsen de olsa din kurallarına dayandırma veya kişisel
çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla, her ne surette olursa olsun dini veya din duygularını
yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz’.

Bu yönü ile lâiklik, din ve devlet işlerinin ayrılmasını, dinin devlet idaresine
karıştırılmaması gerektiğini ifade eder.

Atatürk, Türk inkılâbını açıklarken bu konuya da değinir: ‘Bugünkü devletimizin şekli


asırlardan beri gelen eski şekilleri ortadan kaldıran en gelişmiş tarzdır. Milletin, varlığını
devam ettirmesi için fertler arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil
ve bağı değiştirmiş, yeni millet, dini ve mezhebi bağlantı yerine Türk milliyeti bağı ile fertleri
toplamıştır. Millet, uluslararası umumi mücadele sahasında hayat ve kuvvet sebebi olacak
ilim ve vasıtanın ancak çağdaş medeniyette bulunabileceğini, değişmez gerçek prensip
saymıştır. Millet inkılâpların tabii ve zaruri icabı olarak umumi idaresinin ve kanunlarının
ancak dünyevi ihtiyaçlardan mülhem ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle sürekli olarak
266 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

değişme ve gelişmesi esas olan dünyevi bir zihniyeti hayat boyunca devam ettirecek bir
idare saymıştır’.

c) Eğitimin Laik Çağdaş Esaslara Göre Düzenlenmesi (Tevhid-i Tedrisat


İlkesi, Laikliğin Ayrılmaz Bir Parçasıdır.)
Eğitimde laiklik, Eğitim kurumlarının ve içeriğinin dini kurallara göre değil tamamen akilci
ve çağdaş kurallara göre çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde düzenlenmesini
gerektirir.

Bu yüzden eğitimi ve öğretimi devletin denetin ve gözetimi altında yapılır.

Atatürk, milli ve laik eğitim anlayışına yönelme gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır:


‘şimdiye kadar takip edilen eğitim ve öğretim usullerinin milletimizin gerileme tarihinde mü-
him rol oynamıştır. Eski devrin hurafelerinden ve doğuştan mevcut özelliklerimizle hiçbir
münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden
tamamen uzak, milli ve tarihi seciyemizle orantılı bir eğitimi kastediyorum. Çünkü milli de-
hamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültür ve eğitimle temin olunabilir’. 

d) Din ve Mezhepleri Ne Olursa Olsun “Devletin” Yurttaşlarına Eşit


Muamele Yapması
Lâikliğin bu unsuru anayasada açıkça yer almıştır. Buna göre ‘herkes din, mezhep ve ben-
zeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir’. Her Türk vatandaşı sosyal,
siyasi, kültürel, askeri, ekonomik, hukuki ve benzeri alanlarda eşittir. Toplumda farklı inanç
kesimleri ile hiçbir inanca sahip olmayanların bir arada yaşamasını mümkün kılar. Her dü-
şünce ve inanca sahip  olan insanların birbirlerine hoşgörü bakmalarını sağlar.

e) Devletin Resmi Dininin Bulunmaması


Her türlü din ve Allah inancını reddeden, ideolojisinin gereği olarak vatandaşlarına dinsizliği
telkin eden devletler laik olmadığı gibi dine dayalı teokratik devletler de laik değildir. Laik
devlet belli bir dinin kurallarını vatandaşlara benimsetmek için zorlayıcı kurallar koymaz.
Laik devletlerde din kişisel bir vicdanı sorumluluktur. Devlet bütün inançlara eşit mesafe-
dedir.

Bu konuda Atatürk’ün görüşleri şu şekildedir: ‘Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyet
ile idare olunur. Türk Devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir’. ‘Türkiye cumhuri-
yetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresi, bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyette
temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve temin edilir. Din telakkisi
vicdanı olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı
tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür’.

İNKILÂPÇILIK
İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi
atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk milleti de
tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.

Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen önemli
sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu
devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı’da gelişen akıl
ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok
Türk İnkılâbı 267

uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski
düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu
kaçınılmazdı.

Atatürk’e göre “inkılâp milletin esenliği için halk adına yapılmalıdır”. “Yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern
ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir”. Öyleyse
inkılâp, modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten,
gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.

Atatürkçü düşünce sisteminde inkılâpçılık milliyetçi bir görüşten hareket eder. Bir tari-
hi, kültürü, medeniyeti ifade eder. Topyekûn ilerlemeyi, yenileşmeyi, çağdaşlaşmayı ifade
eder. Daima daha ileriye, güzele, mükemmele doğu hareket etmeyi öngörür. İnsan unsu-
runu ön planda tutan kalkınmış medeni dünyaya ayak uydurulmasını ve hatta ona öncülük
edilmesini kendisine ilke edinir. Başka bir deyişle çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkarak
insanlık dünyasına hizmeti ideal edinir.

Bu yüzden Türk milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara eriş-
mek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir?
Atatürk’e göre, “gerçek inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek
istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler”.

Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendire-


cektir. Atatürk inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duy-
makla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.

Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman her zaman yenilik yolunda ileriye
doğru gitmektir. Bu yüzden Türk inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır.
Atatürk bundan emin olduğu için: “İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafa-
zaya muktedir olacaklardır” der.

Bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılâpçılık Türk milletinin geleceği olmalıdır.

İnkılâpçılığın Amacı
İnkılâpçılıktan amaç; Türk toplumunun, daha doğrusu Türk milletinin durmasını, gerilemesini
ve geriye bakmasını önlemektir. Sosyal ve kültürel hayatını çağın üstüne çıkarmaktır. Daima
yenileşmeye yürümektir. Elbette bu tür bir düşünce ve hareket çağdaşlaşmayı amaçlar;
çağdaş yaşama özlemini giderir. Medenî ve insanca yaşama ise insanın ve insanlığın en
tabiî hakkıdır. Bu da çok çalışmayı gerekli tutar.

İnkılâbın Temel Unsurları


İnkılâpçılık iki büyük temele dayanır. Bunlar biri milliyetçilik diğeri de medeniyetçiliktir.

Milliyetçilik, kökümüzü öğrenerek benliğimizi bulmamızı ve kimliğimizi kazanmamızı


sağlar. Her ikisinin kaynaşması ile millî varlığımız güçlenir. Yepyeni ve güçlü bir Türk bün-
yesi yaratılır.

Büyük Atatürk, milliyetçiliği inkılâpçılık düşüncesinin temel direklerinden biri olarak ka-
bul eder. Nitekim sohbetlerinden yurt gezilerine ve çeşitli zaman ve yerlerdeki nutuklarına
kadar daima milliyetçiliği dile getirmiştir. Millî ruh, millî şuur, millî hâkimiyet, millî irade, millî
268 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

güç, millî ahlâk, millî ekonomi gibi terimler üzerinde dikkat ve itina ile durmuştur. Millette bir
millîlik ruhu yaratmanın inkılâpçılık için zorunlu olduğuna inanmıştır. Doğumundan ölümü-
ne kadar da bu düşünceden asla ayrılmamıştır.

Medeniyetçilik bizi devamlı olarak batı medeniyetine çağırır.

“..Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada, tam anlamı ile bir sosyal
toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık
hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medenî eserlerle uyumludur. Medenî eser meydana ge-
tirmek kabiliyetinden yoksun olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından ayrı tutulmaya
mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik
hayatta, ilim ve fen sahasında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat
ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur”.

DEVLETÇİLİK
Türkiye’de ekonominin bugünkü yapısını belirleyen başlıca gelişmelerden biri, kuşkusuz
1930’larda uygulanmaya başlayan devletçi ekonomi politikasıdır. Devletçilik, 1930’lu
yılların kendine özgü toplumsal ve ekonomik şartlarında Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarına,
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına ve gelişmesine imkân veren bir politik
uygulamadır.

A- Devletçiliğin Tanımı
Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayıl-
ması demektir. Devletçilik, bir tür devlet müdahalesi, daha önce devlet faaliyet alanına
girmeyen konularda, kamu menfaati nedeni ile devletin bu alana karışması, katılması, mü-
dahalesi demektir.

Devletçilik dar ve geniş olmak üzere iki anlamda kullanılır. Dar anlamda devletçilik,
devletin ekonomik alanda doğrudan doğruya müdahalesini öngören sistemi ifade etmektedir.

Türkiye’de devletçilik geniş anlamda kullanılmıştır. Bu anlamda devletçilik, ekonomik,


sosyal ve kültürel kalkınmanın temel faktörü, hareket ettirici gücü olarak ele alınmış
ve özellikle bu ilkenin memleketteki uygulaması için ne gibi yollar tutulacağı üzerinde
durulmuştur. Bu açıdan devletçilik şöyle tanımlanmıştır: “Kişinin çalışması esas olmakla
beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha kavuşturmak ve memleketi
geliştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, özellikle
ekonomik alanda devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.” Böylece devletin
ekonomik işleri, planlı bir şekilde yürütmesi esası da bu tarife uygun olarak ele alınmıştır.
Günümüzde bu tür uygulamalar için daha çok karma ekonomi deyimi kullanılıyorsa da,
Atatürk’ün koyduğu prensip, sadece devletin ekonomi alanında programlı, planlı hareket
etmesinin zorunlu olduğunu tespit etmektir. Bu yüzden Atatürk, Türkiye’de uygulanan
devletçilik sistemi için “Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş ve Türkiye’ye has bir sistemdir”
diyerek Türkiye’de uygulanacak iktisadî sistem için karma ekonominin yanı sıra liberalizm
ve sosyalizm benzetmelerinin yapılmasına engel olmak istemiştir.

Atatürk’ün bu tespiti tanınmış Fransız iktisatçısı H. Laufnburger tarafından da


benimsenmiştir. H. Laufnburger’e göre de Türkiye’de uygulanan devletçilik, 19. yüzyıldan
beri sosyalizm tarafından öngörülen fikirlerden yararlanmış bir sistem değildir. Türkiye’nin
kendi ihtiyaçlarından doğmuş, kendine özgü bir sistemdir. Kapitalizm ile sosyalizm arasında
yer alan bu ekonomik sistem tamamen yeni bir ekonomik sistemdir.
Türk İnkılâbı 269

B- Devletçiliğin Kapsamı
1) Devletçilik öncelikle müdahaleyi gerekli kılar. Müdahale terimi her şeyden önce
devletin müspet bir fiilini, yapıcı, kurucu bir hareketini kapsar. Eğer devlet mü-
dahalesi, toplumun bütününün maddî refahını temine yönelikse sosyal müdaha-
lecilik adını alır. Sosyal müdahalecilik sosyal adalet ilkesine dayanır, Toplumda
sosyal güvenlik sağlamaya yöneliktir. Türk devletçiliğinin belirli özelliklerinden biri
de sosyal müdahaleye dönük olmasıdır.

2) Devletçilik planlı ekonomiyi gerekli kılar. Plan mevcut kaynakların en gerçekçi şe-
kilde kullanılmasını sağlayan bir yöntemdir. Hızlı kalkınmayı sağlamak için plan-
lama en uygun yoldur. Bu yol millî sermayenin israfını önler, millî menfaatlerin
ahenkli bir şekilde yürütülmesini sağlar, devletin yol gösterici ve koruyucu rolünü
gerekli kılar.

3) Devletçilik özel teşebbüsü ve devlet işletmeciliğini bir arada dengeli bir şekilde
bulundurmayı gerekli kılar. Buna göre büyük ve kamu yaran olan kuruluşlar devlet
eliyle ve planlı bir şekilde yapılacak, özel teşebbüs için ise millî sermayeyi israftan
kaçınmak ve millî menfaatlerimizin ahenkli bir şekilde yürümesini sağlamak için,
devlet yol gösterici ve koruyucu rolü oynayacaktır.

“Şimdi arkadaşlar, ekonomik hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki


ben ekonomik hayat denince, ziraat, sanayi faaliyetlerini ve bütün nafia (bayındırlık) işlerini
birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül (bütün) sayarım. Bu vesile ile şunu
da hatırlatmalıyım ki, bir millete müstakil (bağımsız) hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık
makinesin de, devlet, fikir ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine tâbidirler. O kadar ki
cihazlar birbirine uyarak aynı âhenkte çalıştırılmazsa, hükûmet makinesinin motris (önde
gelen sürükleyici) kuvvet israf edilmiş olur; ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun
içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada, devlet fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet
ve başarılar neticelerinin hâsılası ile ölçülür” 1937.

C- Devletçiliğin Sağladığı Yararlar


Devletçiliğin bizdeki uygulaması ekonomik alanda millî gelirin artması, halkın refahının yük-
selmesi gibi başarılı sonuçlara ulaşılmasına imkân vermiştir. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür:

1) Uzun süreden beri devam eden savaş, ayaklanma ve iç siyasî çekişmelerden


dolayı geri kalmış bir sosyal ve iktisadî ülke konumuna gelmiş olan Türkiye,
devletçilik uygulaması ile yeniden sosyal devlet olmayı başarmış ve sanayileşmeye
yönelmiştir.
2) Eğitici ve öğretici bir niteliği de bulunan devletçiliğimiz, teknik eleman açığının
kapatılmasında önemli bir rol oynamıştır.
3) Devletçilik, aynı zamanda çeşitli yönleri ile sosyal kalkınma imkânlarını da
sağlamıştır.
4) Devletçilik çeşitli yönlen ile sosyal refaha yönelik olmuştur. Özellikle geri kalmış
bölgelerin kalkınmasına yardımcı olmuştur. Bu yönü ile bölgeler arası adaleti de
sağlamaya çalışmıştır.
5) Devlet işletmeleri, Türk çiftçisinin mahsulünü kıymetlendirmiş, teşvik edici
alım fiyatları ile çiftçiye destek olmuştur. Sıkıntılı harp yıllarında da tüketiciyi
rahatlatmak için düzenleyici fiyatlarla mal satımını sağlamıştır.
270 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ


Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A (III) sayılı Kararıyla ilan
edilmiştir. 6 Nisan 1949 tarih ve 9119 Sayılı Bakanlar Kurulu ile “İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin Resmi Gazete ile yayınlanması yayımdan sonra okullarda ve diğer
eğitim müesseselerinde okutulması ve yorumlanması ve bu Beyanname hakkında radyo
ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması” kararlaştırılmıştır. Bakanlar Kurulu Kararı
27 Mayıs 1949 tarih ve 7217 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu;

İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her zaman göz


önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye,
giderek artan ulusal ve uluslar arası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse
bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak
tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve
uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder.

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve
vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya
sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile
ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız
olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına
bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin
siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Madde 3 -Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.

Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti
her türlü biçimde yasaktır.

Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı
davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.

Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı
vardır.

Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından


eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Bildirgeye aykırı her türlü ayrım gözetici
işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı
vardır.

Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere
karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.

Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.

Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenir-
ken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık
olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.
Türk İnkılâbı 271

Madde 11
1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin
tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz
sayılır.

2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre bir suç oluşturma-
yan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği
sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.

Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna ya da haberleşmesine keyfi


olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. Herkesin bu gibi karışma ve saldırılara
karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır.

Madde 13
1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.

2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülke-
sine yeniden dönmek hakkına sahiptir.

Madde 14
1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yarar-
lanma hakkı vardır.

2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve


ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz.

Madde 15
1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır.

2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yok-
sun bırakılamaz.

Madde 16
1. Yetişkin her erkeğin ve kadının, ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir
kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır.

2. Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır.

3. Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve devlet tarafından korunur.

Madde 17
1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır.

2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.

Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır.

Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve
dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.

Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak


düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve
düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.
272 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Madde 20
1. Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma ve derneğe katılma
özgürlüğü vardır.

2. Hiç kimse bir derneğe girmeye zorlanamaz.

Madde 21

1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin


yönetimine katılma hakkına sahiptir.

2. Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı vardır.

3. Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya serbestliği


sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak ve belirli
aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir.

Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal
çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre,
herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel
haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.

Madde 23
1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve
işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.

2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.

3. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal
koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı
vardır.

4. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır.

Madde 24- Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde
sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır.

Madde 25
1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve
tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi
dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.

2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır.

Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden
yararlanırlar.

Madde 26
1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında
parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek
öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.

2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı
güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında
Türk İnkılâbı 273

anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki


çalışmalarını geliştirmelidir.

3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.

Madde 27
1. Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlan-
ma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.

2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve


manevi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır.

Madde 28- Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir


toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.

Madde 29
1. Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödev-
leri vardır.

2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken, başkalarının hak ve


özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir
toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması amacıyla
yalnız yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olur.

3. Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı


olarak kullanılamaz.

Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada
açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde
veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu


KRONOLOJİ
1839 3 Kasım Tanzimat Fermanı
Osmanlı – Rus Savaşı
1853 İngiltere ve Fransa savaşa katılıyor (Kırım Savaşı) Osmanlı Devleti’nin
dış borçlanması
1856 Islahat Fermanı. Paris Barış Konferansı
1865 Genç Osmanlılar Cemiyetinin Kuruluşu
1876 23 Aralık Birinci Meşrutiyet (Kanun-u Esasinin İlanı)
1877 Osmanlı-Rus Savaşının başlaması

Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesi


1878 Ayestefanos antlaşması. İngiltere’nin Kıbrıs’ı alması. Berlin Kongresi.
Ermeni konusunun büyük devletler tarafından ele alınması

Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı Devleti’nin Malî İflası ve Duyun-u


1881
Umumiye
1882 İngiltere’nin Mısır’ı İşgali. Üçlü İttifakın kuruluşu.
1883 Von der Goltz başkanlığında Alman askerî heyetinin İstanbul’a gelişi.
1885 Doğu Rumeli olayları ve Makedonya Komitesi
1888 Haydarpaşa-İzmit demiryolu imtiyazının Almanya’ya verilmesi.
1889 21 Mayıs İttihat ve Terakki’nin kuruluşu
1892 Eskişehir-Konya demiryolu imtiyazının Almanya’ya verilmesi.
Ermeni ayaklanmalarının başlaması (Sasun İsyanı). Fransız- Rus an-
1894
laşması.
1895 Ermeni olayları ve Girit Sorunu
1896 Ermenilerin Osmanlı Bankası baskını, Girit’e ayaklanma
Yunan kuvvetlerinin Girit’e çıkması, Türk-Yunan Savaşı ve İstanbul
1897
Antlaşması.
1899 Bağdat demiryolu imtiyazının Almanya’ya verilmesi.
1900 Hicaz demiryolu inşası.
1901 Büyük devletlerin Makedonya olaylarına karışması.
1904 Fransız-Rus Anlaşması.
1908 23 Temmuz İkinci Meşrutiyet
17 Aralık Meclis-i Mebusan’ın toplanması
1909 13 Nisan (31 Mart) ayaklanması.
23-24 Nisan Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişi.
27 Nisan II. Abdülhamit’in tahtan indirilişi ve V. Mehmet Reşat’ın tahta çıkışı.
İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması, Türk-İtalyan savaşı. M. Kemal
1911 1 Ekim
Trablus’ta Binbaşı olması.
1912 18 Ekim Balkan Savaşı.
1913 10 Mayıs Londra Antlaşması ile Balkan Savaşının sonu.
3 Haziran İkinci Balkan Savaşı
29 Eylül İstanbul Antlaşması, Edirne Türklerde kalıyor.
Ekim M. Kemal Sofya Ateşemiliteri
1914 1 Ağustos Birinci Dünya Savaşı
2 Ağustos Türk-Alman İttifakı
10 Ağustos İki Alman gemisinin Çanakkale’ye sığınması (Yavuz ve Midilli)
29 Ekim Türk Donanmasının Ruslara Taarruzu
1 Kasım Türkiye’nin savaşa girişi
7 Aralık Türk Ordusunun Kut’ül Ammare’de İngilizleri kuşatması.
27 Aralık Sarıkamış Taarruzu
1915 20 Ocak M. Kemal 19. Tümen Komutanı
276 Kronoloji

2–3 Şubat Süveyş Kanalı Harekâtı.


4 Mart İngiltere ve Fransa Rusya’ya bırakıyor.
18 Mart Çanakkale Türk zaferi.
İngiliz-Fransız Kuvvetlerinin Çanakkale’ye çıkartma harekâtı ve kara
25 Nisan
savaşlarının başlaması.
20 Mayıs İtalya’nın savaşa girmesi
27 Mayıs Ermeni Tehciri için kanun.
20 Ağustos Conkbayırı taarruzu
12 Ekim Bulgaristan’nın savaşa girmesi.
10 Aralık Mustafa Kemal’in Çanakkale’yi terk edişi.
1916 3 Ocak Sykes-Picos anlaşması.
9 Ocak Müttefiklerin Çanakkale’yi terk edişi.
19 Mart M. Kemal Tuğgeneral (Mirliva) oluyor.
Sykes-Picos anlaşması Rusya’ya bildiriliyor ve Boğazlar ile Doğu
26 Nisan
Anadolu Rusya’ya bırakılıyor.
Arap-İngiliz anlaşmaları sonunda Şerif Hüseyin Arap ayaklanmasını
27 Haziran
başlatıyor.
17 Ağustos Romanya İtilaf Devletleri yanında savaşa katılıyor.
1917 12–16 Mart Rusya’da ihtilal ve çarın istifası,
2 Nisan ABD savaş ilan ediyor.
St. Jean de Maurienne antlaşması Antalya-İzmir arası İtalya’ya bıra-
19–21 Nisan
kılıyor.
26 Nisan Yunanistan savaşa katılıyor.
7 Kasım Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele geçiriyorlar. (Ekim İhtilali)
1918 8 Ocak Başkan Wilson’un 14 ilkesi ilan ediliyor.
2 Şubat ABD Birinci Dünya Savaşı’na fiilen giriyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nu ve müttefiklerinin Rusya ile Brest-Litovski
3 Mart
Antlaşması,
Almanya savaşa devam edemiyor. Bulgaristan İtilaf Devletleri ile ant-
29 Eylül
laşma imzalıyor.
14 Ekim Talat Paşa kabinesi yerine Ahmet İzzet Paşa Kabinesi kuruluyor.
30 Ekim Mondros Mütarekesi.
3 Kasım İngilizler Musul’u işgal ediyor.
13 Kasım İtilâf donanması İstanbul’da. Mustafa Kemal İstanbul’da.
29 Kasım Millî Kongre Cemiyetinin kurulması.
İzmir’de Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyetinin Kurulması.
2 Aralık
Trakya Paşaeli Heyet-i Osmaniye Cemiyetinin kuruluşu.
1919 Ocak Antep, Maraş, Urfa, Adana’yı İngilizler işgal ediyor.
18 Ocak Paris Barış Konferansı toplanıyor.
21 Ocak Adana cephesi kuruluyor.
Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Erzurum şubesinin
3 Mart
kuruluşu.
İtalyanlar Antalya’yı işgal ediyorlar. Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişliğine
29 Nisan
atanıyor.
4–11 Mayıs İtalyanlar Kuşadası, Marmaris, Bodrum yörelerini işgal ediyorlar.
Yunan ordusu İtilâf donanmaları koruyuculuğunda İzmir’i işgal ediyor.
15 Mayıs
Hasan Tahsin ilk kurşunu atıyor.
16 Mayıs Mustafa Kemal İstanbul’dan Samsun’a hareket ediyor.
19 Mayıs Mustafa Kemal Paşa Samsun’da.
28 Mayıs Ayvalık’ta Yunan çıkartma hareketine silahlı direniş.
22 Haziran Amasya genelgesi.
28 Haziran Balıkesir Kongresi.
Kronoloji 277

3 Temmuz Mustafa Kemal Erzurum’da.


8–9 Temmuz Mustafa Kemal askerlikten istifa ediyor.
23 Temmuz–7 Ağustos Erzurum Kongresi.
16 Ağustos Alaşehir Kongresi
4-12 Eylül Sivas Kongresi
7 Eylül Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin kuruluşu.
9 Eylül Ali Fuat Paşa Umum Kuvâ-yı Milliye komutanı.
Anadolu ile İstanbul arasında, Mustafa Kemal’in haberleşmenin
12 Eylül
kesilmesi emri.
22 Eylül Anzavur’un Balıkesir yöresindeki ayaklanması
2 Ekim Damat Ferit Paşa kabinesi yerine Ali Rıza Kabinesinin Kurulması.
13 Ekim Amiral Bristol’un raporu yayınlanıyor.
22 Ekim Amasya Mülakatı.
29 Ekim Fransızlar Antep’i işgal ediyor.
1 Kasım İngilizler Maraş’ı Fransızlara devrediyor.
16 Kasım Sivas’ta komutanlar toplantısı.
27 Aralık Mustafa Kemal Paşa Ankara’da.
29 Aralık Maraş’ta Fransızlara karşı Millî direniş.
1920 12 Ocak Mebusan Meclisinin İstanbul’da toplanması.
17 Ocak Urfa’da Millî direniş başlıyor.
28 Ocak Mebusan Meclisi Misâk-ı Milli’yi kabul ediyor.
11 Şubat Fransızlar Maraş’tan çekiliyor.
16 Şubat Anzavur yeniden ayaklanıyor.
3 Mart Ali Rıza Paşa Kabinesi çekiliyor. Salih Paşa Kabinesi kuruluyor.
16 Mart İngilizler İstanbul’u işgal ediyor.
Mustafa Kemal Paşa Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis
19 Mart
toplamak için bir çağrıda bulunuyor.
1 Nisan Antep’te bulunan Fransız kuvvetleri Türkler tarafından kuşatılıyor.
2 Nisan Salih Paşa Kabinesi istifa ediyor.
5 Nisan Damat Ferit Paşa Kabinesi.
10 Nisan Fransızlar Urfa’yı boşaltıyor.
11 Nisan Kuvâ-yı Milliye aleyhine İstanbul Fetvası.
13 Nisan Bolu ve Düzce ayaklanmaları
18 Nisan Kuva-yı İnzibatiye kuruluyor.
19 Nisan Beypazarı ayaklanması
23 Nisan Büyük Millet Meclisinin Açılışı
24 Nisan Mustafa Kemal Paşa Meclis Başkanı
29 Nisan Hıyanet-i Vataniye Kanunu kabul ediliyor
30 Nisan TBMM’nin kuruluşu dünyaya ilan ediliyor.
3 Mayıs Bakanlar Kurulu kuruluyor.
5 Mayıs Anadolu’nun karşı fetvası
8 Mayıs Pozantı’daki Fransız Kuvvetlerini Kuvâ-yı Milliye kuşatıyor.
11 Mayıs İstanbul Harp Divanı Mustafa Kemal’i gıyaben idama mahkum ediyor.
14 Mayıs Yenihan ayaklanması
24 Mayıs Padişah Mustafa Kemal hakkındaki idam kararını onaylıyor.
28 Mayıs Pozantı’daki Fransız birlikteki teslim alınıyor.
30 Mayıs Türk-Fransız ateşkesi.
9 Haziran Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı seferberlik
14 Haziran Yozgat Ayaklanması
22 Haziran Balıkesir’in Yunan ordusu tarafından işgali
2 Temmuz Bandırma, Kirmasti ve Gönen’in Yunan ordusu tarafından işgali.
278 Kronoloji

9 Temmuz İngilizler Batum’u boşaltıyor.


10 Ağustos Sevr Antlaşması imzalanıyor.
11 Eylül TBMM Firariler Hakkında Kanun ve İstiklâl Mahkemeleri kuruyor.
30 Eylül Ermenistan’a karşı Türk ordusunun harekâtı.
3 Ekim Konya Ayaklanması.
29 Ekim Damat Ferit Paşa Kabinesi yerine Tevfik Paşa Kabinesi kuruluyor.
3 Aralık Gümrü Anlaşması
1921 5 Ocak Çerkez Ethem Yunanlılara sığınyor.
9–10 Ocak Birinci İnönü Zaferi
20 Ocak Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
9 Şubat Antep Fransızlara teslim oluyor.
21 Şubat Londra Konferansı toplanıyor.
12 Mart İstiklâl Marşı’nın Mecliste kabulü.
16 Mart–30 Mart Moskova Antlaşması.
1 Nisan İkinci İnönü Zaferi.
23 Nisan Millî Bayram olarak kabul ediliyor
10 Mayıs Müdafaa-ı Hukuk Grubunun kurulması
10 Temmuz Yunan ordusunun ileri Harekâtı.
13 Temmuz Afyon Karahisar’ın Yunan ordusunca işgali.
17 Temmuz Kütahya’nın işgali.
30 Temmuz İstiklâl Mahkemeleri yeniden kuruluyor.
5 Ağustos Mustafa Kemal Başkomutan.
7-8 Ağustos Tekalif-i Milliye Emirleri.
23 Ağustos-13 Eylül Sakarya meydan savaşı.
13 Ekim Kars Antlaşması.
20 Ekim Ankara Antlaşması.
1922 22 Mart İtilaf Devletlerinin ateşkes önerisi.
26 Mart İtilaf Devletlerinin barış önerisi.
26 Ağustos Büyük Taarruz.
30 Ağustos Dumlupınar Meydan Muharebesi.
2 Eylül Yunan Başkomutanının esir oluşu.
9 Eylül Türk ordusunun İzmir’i kurtarışı.
11 Ekim Mudanya Mütarekesi.
20 Ekim Türk Jandarması İstanbul’da
25 Kasım Edirne’de ulusal yönetim kuruluyor.
1923 4 Şubat Lozan Konferansı açılıyor.
17 Şubat İzmir İktisat Kongresi toplanıyor.
1 Nisan TBMM yeni seçimler için karar veriyor.
15 Nisan TBMM dağılıyor.
9 Ağustos Halk partisinin kurulması.
11 Ağustos TBMM’nin açılması.
23 Ağustos Lozan Antlaşması’nınTBMM’de tasdiki.
6 Ekim Türk Ordusunun İstanbul’a girmesi.
13 Ekim Ankara başkent.
29 Ekim Cumhuriyetin ilanı. Gazi Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı.
30 Ekim Başbakan olarak İsmet Paşa’nın göreve gelmesi.
1 Kasım Fethi Okyar’ın Cumhuriyet devrinde TBMM’nin ilk başkan seçilmesi.
Şeriye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması.
1924 3 Mart
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin kaldırılması.
Kronoloji 279

Hilafetin kaldırılması ve Osmanoğullarının Türkiye dışına çıkarılması.


3 Mart
Tevhid-i Tedrisat Kanunu
8 Mart Şeriat mahkemelerinin kaldırılışı.
20 Nisan Yeni anayasanın kabulü.
25 Nisan Türkiye ile Cemiyet-i Akvam’ın Musul konusunda anlaşması.
20 Kasım İsmet Bey’in başbakanlıktan istifası.
21 Kasım Fethi Bey’in yeni hükümeti kurması.
4 Aralık Şehit yetimlerine İstiklâl madalyası yasasının kabulü.
Terakkiperver Cumhuriyet fırkasına Kazım Karabekir’in başkanı, Ali
8 Aralık
Fuat’ın genel sekreter olarak seçilmesi.
1925 11 Şubat Şeyh Sait İsyanı.
17 Şubat Aşar vergisinin kaldırılışı.
2 Mart Fethi Bey’in istifası.
Takrir-i Sükun kanununun çıkarılması, 2. İstiklâl mahkemesinin
4 Mart
kuruluşu.
12 Nisan Şeyh Sait’in yakalanması.
3 Haziran Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılışı.
5 Ağustos Mustafa Kemal’in Latife Hanım’dan ayrılması.
24 Ağustos Mustafa Kemal’in Kastamonu gezisine çıkması.
Tekke ve zaviyelerin, türbelerin kapatılması, dini kıyafetleri ve
2 Eylül memurların şapka giyeceklerine dair Bakanlar Kurulu kararının
yayınlanması.
25 Kasım Şapka Kanunu.
Tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bazı
30 Kasım
Unvanların men ve ilgasına dair kanun.
26 Aralık Milletler arası saat ve takvimin kabulü hakkında kanun.
Medeni kanunun kabulü (Kadının medeni haklara kavuşması, çok
1926 17 Şubat
evliliğin yasaklanması, hukuk düzeninin çağdaşlaştırılması...)
1 Mart Yeni “Türk Ceza Kanunu”nun kabulü.
22 Nisan “Borçlar Kanunu”nun kabulü.
1927 15-20 Ekim Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Nutuk’unu okuması.
Anayasada değişiklikler yapılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet
1928 10 Nisan karakterinin açıklığa kavuşturulması (Anayasada mevcut “Devletin dini
İslâm’dır” hükmünün kaldırılması).
24 Nisan Milletlerarası rakamların kabulüne dair kanun.
Millet mekteplerinin açılması hakkında kanun. Türk vatandaşlığı
28 Mayıs
kanunu.
Gazi Mustafa Kemal’in İstanbul Sarayburnu’nda halka ilk defa yeni
8 Ağustos
Türk harflerinden söz açması.
Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un TBMM’den
1 Kasım
geçmesi.
1929 24 Nisan İcra ve İflas Kanununun kabulü.
15 Mayıs Deniz Ticaret Kanununun kabulü.
1930 20 Şubat Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununun kabulü.
Belediye seçimlerinde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı tanı-
3 Nisan
yan kanunun kabulü.
11 Haziran Cumhuriyet Merkez Bankası Kuruluşu
Fethi (Okyar) Bey başkanlığında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ku-
12 Ağustos
ruluşu.
280 Kronoloji

17 Kasım Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendini feshetmesi.


Menemen’de inkılâplar aleyhine ayaklanma ve öğretmen yedek subay
23 Aralık
Kubilay’ın şehit edilmesi.
1931 26 Mart Ölçüler kanununun kabulü.
15 Nisan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)’nin kuruluşu.
1932 19 Şubat Halkevlerinin açılması
12 Temmuz Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dili Kurumu)’nin kurulması.
İstanbul Darülfünun’un ilgası ve İstanbul Üniversitesinin Kurulması
1933 31 Mayıs
Hakkında Kanun.
20 Haziran Üniversitede İnkılap Enstitüsü’nün kurulması.
Türk İnkılâp Enstitüsünde ilk İnkılâp dersinin Millî Eğitim Bakanı Yusuf
4 Ekim
Hikmet (Bayur) Bey tarafından verilmesi,
Türk kadınlarına köy ihtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkının ta-
26 Ekim
nınması.
1934 21 Haziran Mustafa Kemal’e TBMM’nin Atatürk soyadını vermesi.
Hangi dine mensup olursa olsun, din adamlarının mabet ve ayinler dışında-
3 Aralık
ki dini kisve taşımalarının yasaklanmasına dair kanun.
Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkını tanıyan anayasa
5 Aralık
değişikliği.
İş Kanununu kabulü (Sosyal haklar ve sosyal güvenlik açısından ilk
1936 8 Haziran
önemli adım).
Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması ve boğazların tama-
20 Temmuz men Türk hâkimiyetine geçişi. Türk askerinin “gayri askerî” adı verilmiş
bölgelere girmesi.
1937 27 Ocak Hatay’ın bağımsızlığının Milletler Cemiyetinde kabulü.
Atatürk’ün Trabzon’dan hükümete “Bütün çiftliklerini ve mallarını millete
11 Haziran
bağışladığını” bildirmesi.
Atatürk’ün Ankara’da son defa Cumhuriyet bayramı törenlerine
25 Ekim
katılması.
Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında aktedilen “Sadabat Paktı”nın
1938 14 Ocak
TBMM tarafından onaylanması.
30 Mart Atatürk’ün hastalığı ile ilgili ilk resmi tebliğ.
Atatürk’ün son defa 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gösterilerini
19 Mayıs izlemesi ve Hatay sorunu ile ilgili olarak –rahatsızlığına rağmen- Güney
gezisine çıkması.
20 Mayıs Atatürk’ün Mersin’de askerî geçit törenini izlemesi.
24 Mayıs Atatürk’ün Adana’da askerî geçit törenini izlemesi.
Antakya’da Türk ve Fransız askerî heyetleri arasında askerî anlaşma-
3 Temmuz
nın imzası (Hatay’la ilgili).
Türk Birliklerinin Çoşkun Sevgi Gösterileri İçinde Hatay’a, İskenderun’a girişi.
5 Temmuz
Anlaşmada öngörülen yerlerde göreve başlaması.
Hatay Millet Meclisinin toplanması ve Tayfur Sökmen’in Devlet Başkanı
2 Eylül
seçilmesi.
17 Ekim Atatürk’ün ilk defa komaya girişi.
Atatürk’ün hastalığının ağırlaştığını bildiren raporların yeniden
8 Kasım
yayınlanmaya başlaması.

10 Kasım Saat dokuzu beş geçe Atatürk’ün son nefesini vererek hayattan ayrılışı.
BİBLİYOGRAFYA
ABADAN, Yavuz; Mustafa Kemal ve Çetecilik, II. Baskı, Varlık Yay., İstanbul 1972.
Abâdi; Gaziantep - Fedaileri, Yayına Haz. Hüseyin Fevzi Ayberk, Yeni İstanbul Yayınları, İstanbul 1970.
ADAMOF, EE; Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinden Anadolu’nun Taksimi, Çev., Hüseyin Rahmi, İstanbul 1972.
ADIVAR Adnan; Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969.
AHMED, Feroz; İttihat ve Terakki (1908-1914), İstanbul 1971.
Ahmet İzzet Paşa; Feryadım, Yay. Haz. S.İ. Furgeç-Y. Kanar, C.2, İstanbul 1993.
AKALIN, Müslüm; Millî Mücadele’de Urfa, Urfa 1985.
AKANDERE, Osman; Çerkez Ethem’in ve Kuva-yı Seyyare’nin Batı Anadolu Cephelerindeki Hizmetleri”, Kuvâ-yı Milliye’nin
90. Yılında İzmir ve Batı Anadolu Uluslararası Sempozyumu, 6-8 Eylül 2009, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Bildiriler
Kitapçığı, 1. Kitap.
AKANDERE, Osman; Millî Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul 1998.
AKANDERE, Osman-Hasan Ali Polat; Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara 2011.
AKANDERE; Osman; “Mustafa Kemal’in 9. Ordu Kıta’atı Müfettişliğine Tayini ve Bu görevle İlgili Olarak Kendisine Verilen
Talimatnamenin Mahiyeti”, Ata Dergisi, Sayı. 1, Konya 1991.
AKBIYIK, Yaşar; Millî Mücadele’de Güney Cephesi (Maraş) Ankara 1990.
AKBULUT, Yılmaz; Bingöl Tarihi, Ankara 1995.
AKCAN Erol; Millî Mücadele`de Demirci Mehmet Efe`nin faaliyetleri (1919-1920), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
Konya 2005.
AKÇAKAYALIOĞLU, Cihat; Atatürk (Komutan, İnkılâpçı ve Devlet Adamı Yönleriyle, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1988.
AKÇORA, Ergünöz; Millî Mücadele Yıllarında Kurulmuş Faydalı ve Zararlı Cemiyetler, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan
1987.
AKÇURA, Yusuf; Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, Ankara 1988.
AKÇURA, Yusuf; Üç Tarz-i Siyaset, Ankara 1970.
AKGÜN, Seçil; Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928), Ankara.
AKŞİN, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele İstanbul 1983.
AKŞİN, Sina; Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1980.
AKYÜZ, Yahya; “Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki Yeri”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
AKYÜZ, Yahya; “Türklerde Eğitim”, Türk Tarihi ve Kültürü, PegemA Yayıncılık, Ankara 2005.
AKYÜZ, Yahya; Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, Ankara 1975.
AKYÜZ, Yahya; Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1982.
Ali Saip, (Ursavaş); Kilikya Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1340.
ALTAY, Fahrettin; 10 Yıl Savaşları ve Sonrası, İstanbul 1977.
ALTUĞ, Yılmaz; Türk Devrim Tarihi Dersleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1973.
Anadolu ve Rumeli’de Gerçekleştirilen Ulusal ve Yerel Kongreler ve Kongre Kentleri Bibliyografyası, C.2., TBMM. Kültür
Sanat ve Yayın Kurulu Yay.; Ankara 1993.
ANIL, Çeçen; Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 1981.
APAK, Rahmi; İstiklâl Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, Gün Basımevi, İstanbul 1942.
ARALOV, S.I.; Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Çev., Hasan Ali Ediz, Ankara 1985.
ARI, Asım; “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 2, Ankara.
ARI, Volkan; 1919-1938 Yılları Arasında Orta Anadolu’da Çıkan İsyanların Siyasi, Sosyal Ve İktisadi Sebepleri Ve
Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2009.
ARIBURNU, Kemal; Sivas Kongresi, Samsun’dan Ankara’ya Kadar Olaylar ve Anılarla, Ankara 1997.
ARISOY, M. Sunullah; Mustafa Kemal Atatürk’ün Söyleyip Yazdıkları, Ankara 1982.
ARMAĞAN, Servet; İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1992.
ARMAOĞLU, Fahir; Siyasî Tarih, Ankara 1975.
ARSAL, Sadrı Maksudi; Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, Ötüken Yay., İstanbul 1979.
Askerî Yönüyle Atatürk, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Serisi Yayınları Seri No: 14, GATA
Basımevi, Ankara 1981.
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Söylev ve Demeçler, 5 Cilt, Ankara 1981.
ATATÜRK, Kemal; Nutuk, Devlet Basımevi, İstanbul 1938.
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk, C.I (1919-1920), Sad. Zeynep Korkmaz, Ankara 1984.
Atatürkçülük, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1982.
Atatürk’ün Millî Dış Politikası (Millî Mücadele Dönemine Ait 100 Belge), III. Baskı, K.B.Y, Ankara 1994.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay. 1989.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, M.E.B., Ankara 1945.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul 1938.
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV. Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara
1991.
ATAY, Falih Rıfkı; Atatürk’ün Bana Anlattıkları, İstanbul 1955.
ATAY, Falih Rıfkı; Çankaya, İstanbul 1980.
ATEŞ, Nevin Yurdsever; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1994.
AVANAS, Ahmet; Millî Mücadele’de Konya, Atatürk Araştırma Merkezi Yay. Ankara 1998.
AVCI, Cemal; İzmir Suikastı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. X, 28 Mart 1994.
AVCIOĞLU, Doğan; Millî Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yay, İstanbul 1993.
282 Bibliyografya
AVŞAR, Abdülhamit; Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1998.
AYBARS, Ergun; İstiklâl Mahkemeleri 1920-1927, C. I-II, İzmir 1988.
AYBARS, Ergun; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, 3.Baskı, Ankara 1994.
AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam Mustafa Kemal 1922-1928, C. III, İstanbul 1983.
AYDIN, Suavi; Modernleşme ve Milliyetçilik, Ankara 1993.
AYDINEL, Sıtkı; Güneybatı Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye Harekâtı, Ankara 1990.
AYTAÇ, Kemal; Gazi M. Kemal Atatürk Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1984.
AYTEPE Oğuz; Yeni Belgeler Işığında Kürdistan Teali Cemiyeti, Tarih ve Toplum Dergisi, Haziran 1998, İstanbul İletişim Yay.
BALCIOĞLU, Mustafa; Belgelerle Millî Mücadele Sırasında Anadolu’da Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu, Ankara 1991.
BAŞGİL A. Fuad; Din ve Laiklik, Yağmur Yay., İstanbul 1962.
Başmabeyinci Lütfı Bey, Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri, Yayına haz. Şemsettin Kutlu, Hürriyet Yayınları İstanbul, (tarihsiz).
BAYAR, Celal; Ben de Yazdım, C.7, İstanbul 1967.
BAYKAL, Bekir Sıtkı; Cumhuriyetin Tarihsel Anlamı, 50. Yıl Konferansları, Ankara 1973.
BAYKARA, Tuncer; Millî Mücadele, Ankara 1985.
BAYTOK, Taner; İngiliz Kaynaklarında Kurtuluş Savaşı, Ankara 1970.
BAYUR, Hikmet; “Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün Dış Siyasası”, Cumhuriyet 50. Yıldönümü Semineri, T.T.K.B, Ankara 1975.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türkiye Devletlerinin Dış Siyasası, Ankara 1973.
BAYUR, Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, C. I-IV, Ks. IV, TTK Basımevi Ankara 1952.
BEBEK, İlhami; Millî Mücadele’de Akbaş Cephaneliği Baskını, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara 1994.
BELEN, Fahri; Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983.
BERBER, Engin; Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal ve Vahdettin, Ankara 1977.
BERKES, Niyazi; Atatürk ve Devrimler, Adam Yayınları, İstanbul 1982.
BIYIKOĞLU, Tevfik; Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Kent bs. Ekim 1981.
BIYIKOĞLU, Tevfîk; Trakya’da Millî Mücadele, C.I. Ankara 1987.
BİLSEL, M. Cemil; Lozan, İstanbul 1933.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Avrupa Cepheleri (Özet), Genelkurmay As. T. ve Str. E. Bşk. Yayını, Ankara 1996.
BOLAY, S. Hayri; Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yay., İstanbul 1978.
BORATAV, Korkut; Türkiyede Devletçilik, Ankara 1982.
BULUT, Faik; Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991.
BURÇAK, R.Salim; Moskova Görüşmeleri ve Dış Politikamız Üzerindeki Tesirleri, Ankara 1983.
BURÇAK, Rıfkı Salim; Siyasî Tarih Ders Notları, Ankara 1984.
BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK, TDK Yayınları, Ankara 2005.
CEBESOY, Ali Fuat; Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953.
CEMAL Behçet; Şeyh Said İsyanı, İstanbul 1955.
CİN, Halil; İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974.
CİN; Halil; Millî Hâkimiyet ve Atatürk, Ata Dergisi, Konya 1992.
CRİSS, Bilge; İşgal Altındaki İstanbul 1918-1922, İletişim Yay, İstanbul 1992.
ÇAĞATAY, Neşet; “Laiklik Nedir, Şeriat Nedir”, Belleten, C. XIII. T.T.K.B., Ankara 1978.
ÇAKIR, Meryem; TBMM Tutanaklarında İç İsyanlar, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2005.
ÇAMSOY, Zeynep; Millî Mücadele’de Kürdistan Teali Cemiyeti, Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007.
ÇARIKLI, Hacim Muhittin; Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri ve Hacim Muhittin Çarıklı’nın Kuvâ-yı Milliye Hatıraları, Ankara
1967.
ÇAY, Abdulhaluk M.; Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara 1993.
ÇAYCI Abdurrahman; “Atatürk Gazi Mustafa Kemal (1881-1938)” Küçük Türk İslâm Ansiklopedisi 3. Fasikül, İstanbul 1980.
ÇELİK, Kemal; “Millî Mücadele’de İç İsyanlar, Vatana İhanet Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri”, Ankara Üniversitesi Türk
İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 10 Sayı: 40, Ankara 2007.
ÇOKER, Fahri; Türk Parlamento Tarihi (1919-1923), C., 3, Ankara 1995.
ÇUBUKÇU, İ. Agah; “Türk Kültüründe Hoşgörü ve Mevlana”, İnsan Haklan Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, TBMM.
Kültür Sanat Yayını, Konya 1994.
DAL, Kemal; Türk Esas Teşkilât Hukuku, Ankara 1984.
DANİŞMEND, İsmail Hâmi; İzahli Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4 Cilt, İstanbul 1971.
DEMİREL Ahmet; I. Meclis’te Muhalefet İkinci Grup, Ankara 1996.
DERMAN, Azmi; Nihat, İzmir Suikastı ve İstiklâl Mahkemeleri, İstanbul, Tarihsiz.
DEVELİOĞLU, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik I Ankara 1978.
DOĞAN, İzzettin; “Atatürk’ün Dış Politikası ve Uluslararası İlişkiler Anlayışı”, Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, İstanbul
1983
DÖNMEZ, Cengiz; Millî Mücadele’ye Karşı Bir Cemiyet: İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 1999.
EGELİ, Münir Hayri; Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İst 1954.
ENER, Kasım; Çukurova Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi Ankara 1996.
ERDOĞDU, M. Akif; “M. Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Fikri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XV Sayı: 43, Mart-
1999.
Eren, Hamza; “Türk Dilinin Kurucusu ve Kurtarıcısı Atatürk”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
ERGİL, Doğu; Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Ankara 1981
ERGUN, Mustafa; Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara 1982.
ERİKAN, Celal; Komutan Atatürk, Türkiye İş Bankası K Yay., Ankara 1972.
Bibliyografya 283
ERİM, Nihat; Devletlerarası Hukuku ve Siyasî Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. II, Ankara 1969.
ERKİN, Feridun Cemal; Dışişlerinde 34 Yıl, Anılar, Yorumlar, Ankara 1981.
EROĞLU, Hamza; “Millî Egemenlik İlkesi ve Anayasalarımız, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 1, Sayı 1, Kasım 1994.
EROĞLU, Hamza; Atatürk ve Cumhuriyet, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2005.
EROĞLU, Hamza; Türk İnkılâp Tarihi, MEB, İstanbul 1982.
EROL, Mine; Türkiye’de Amerikan Mandası Meselesi 1919–1920, Giresun 1972.
ERTÜRK, Hüsamettin; İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957.
ESENGİN, Kenan; Millî Mücadele’de İç Ayaklanmalar, İstanbul 1975.
ESMER, Ahmet Şükrü; Siyasi Tarih, Ankara 1953.
EZHERLİ, İhsan; Türkiye Büyük Millet Meclisi (1920-1992) Osmanlı Meclıs-ı Mebusanı (1877-1920), Ankara 1992.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, A.K.D.T.Y.K, Ankara 1975.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Atatürk Yolu; Akılcı, Bilimci, Gerçekçi Yol”, Atatürk Yolu, Otomarsan Kültür Yay., İstanbul 1981.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Devlet Adamı Atatürk”, Atatürkçülük Nedir, Varlık Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1965.
GOLOĞLU, Mahmut; Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara 1972.
GOLOĞLU, Mahmut; Erzurum Kongresi, Ankara 1968.
GOLOĞLU, Mahmut; Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin
GOLOĞLU, Mahmut; Üçüncü Meşrutiyet 1920, Başnur Matbaası, Ankara 1970.
GOTTHARD Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İngiliz, İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, Ankara 1971.
GOTTHARD Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yayınevi, Ankara 1972.
GÖĞEN, Alb. Dr. Ziya; “General Trikupis’in Esir Edilişi”, Türk Kültürü, Sayı 82, Ağustos 1969.
GÖK, Dursun; İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi (1923-1927), Siyasî, Sosyal, İktisadî Gelişmeler, İnkılâplar,
Olaylar, Tepkiler, Konya 1995.
GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1970.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib; Millî Mücadele Başlarken, Ankara 1959.
GÖKDEMİR, Ahmet Ender; Cenub-i Garbi Kafkas Hükümeti, Ankara 1989.
GÖNLÜBOL, M., -C. Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası, M.E.B.Y, Ankara 1973.
GÖNLÜBOL, Mehmet-Kürkçüoğlu Ömer, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel Bir Bakış”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi C. 1, Sayı 2 Mart 1985.
GÖRGÜLÜ, İsmet; On yıllık Harbin Kadrosu (1912-1922) Balkan Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi, TTK Yayınları, Ankara
1993.
GÖYÜNÇ, Nejat; “Atatürk ve İslâm Alemi, Gerçek, C. 1, Ekim 1988.
GÖYÜNÇ, Nejat; Atatürk ve Millî Mücadele, 2. Baskı, Kon 1987.
GÖZE, Ayferi; Türk Kurutuluş Savaşı ve Devri Tarihi, 6.basım, Betaş Yayınları, İstanbul 2006.
GÖZTEPE, Tarık Mümtaz; Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul 1969.
GÜLER, Ali; Yakın Tarihimizde Yunan Gizli Teşkilâtları B.T.T.D, Sayı 25.
GÜMÜŞ, Emine; Millî Mücadele’de Kazanılan Zaferlerin Kamuoyundaki Yankıları ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Komutanlara
Gönderilen Kutlama Mesajları (1921-1922), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
GÜNEŞ, İhsan; “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti “Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: III, Sayı: 8, Ankara 1987.
GÜNEŞ, İhsan; Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920–1923), Ankara 1997.
GÜNEŞ, İhsan; Türk Parlamento Tarihi (I. Ve II. Meşrutiyet Dönemi), Ankara 1998.
GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri, 1920-1953, TTK Yayınları, Ankara 1991.
H. Kazım Kadri, İnsan Haklan Beyannamesinin İslâm Hukukuna Göre İzahı, Yay. Osman Ergin, Sinan Matbaası, İstanbul
1949.
HATİPOĞLU, M. Murat; Türk Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821- 1922), Ankara 1988.
HERBERT, Melzig; Atatürk’ün Başlıca Nutukları (1920-1938 İstanbul 1942.
IRMAK, Sadi; Atatürk, İstanbul 1984.
İĞDEMİR, Uluğ; Atatürk’ün Yaşamı, C. 1, Ankara 1980.
İĞDEMİR, Uluğ; Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara 1986.
İLGAZ, Hasene; Millî Mücadele’de Varlığı Gizli Kalan B Cemiyet: Karakol Cemiyeti, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 1 Ocak
1981, Sayı 193.
İNAN Afet; Atatürk Hakkında, Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1968.
İNAN Afet; Medeni Bilgiler ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969.
İNAN Afet; Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara, 1972.
İNAN, Afet; M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971.
İNÖNÜ, İsmet; Hatıralar, C. II, İstanbul 1967.
İZ, Mahir; Yılların İzi, İstanbul 1975.
KABASAKAL, Mehmet; Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi 1908-1960, Tekin Yayınevi, İstanbul 1991.
KAFESOĞLU, İbrahim; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temelleri, T.D.A.V.Y, İstanbul 1983.
Kaldırıldı?, Ankara 1972.
KANSU, Mazhar Müfid; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. I, Ankara 1966.
KAPANİ, Münci; Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yay, 6. Baskı, Ankara 1995.
KAPÇI, Hikmet Zeki; M. Kemal Atatürk’te İnkılâpçılık Anlayışının Oluşmu ve İnkılâplar, Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans
Tezi, Kayseri 2002.
Kaplan, İsmail; Türkiye’de Millî Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
KARA, Bülent; “Savaşı Hazırlayan Barış Konferansı: Londra Konferansı”, Gazi Akademik Bakış, Cilt: 3 Sayı: 5, Ankara
2009.
KARABEKİR, Kazım; İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1988.
284 Bibliyografya
KARABEKİR, Kazım; İstiklâl Harbimizin Esasları, İstanbul 1981.
KARACAN, Ali Naci; Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, İstanbul 1943.
KARADAĞ, Hüsamettin; İstiklâl Savaşında Maraş, Ata Çelebi bs. Mersin 1943.
KARADİŞ, Zeynep; II. Meşrutiyet Dönemimden Lozan Barış Antlaşmasına kadar Kürt Teali ve Teavün Cemiyetinin
Faaliyetleri, Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007.
KARAKURT, Ali; Fener Rum Patrikhanesinin İçyüzü, İst. 1955.
KARAL, Enver Ziya; Atatürk ve Devrim, TTK, Ankara 1980.
KARAL, Enver Ziya; Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul 1981.
KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri (1876–1907), C. III, TTK Basımevi, Ankara 1983.
KARAL, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1965, TTK. Ankara 1976.
KARPAT, Kemal; Türk Demokrasi Tarihi, Sosyo-Kültürel Temeller, İstanbul 1967.
KARTIN, Cengiz; Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele Döneminde Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’daki
Aşiretlere Yönelik Siyaseti, Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2005.
KIRZIOĞLU, M. Fahrettin; Bütünüyle Erzurum Kongresi, Resmi Arşiv İle Ailelerdeki Belgelere Göre, Ankara 1993.
KIŞLALI A. Taner; Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara 1994.
KİLİ, Suna; Türk Devrim Tarihi, Tekin Kitabevi, İstanbul 1981.
KİLİ, Suna-GÖZÜBÜYÜK, Şeref; Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1985.
KOCATÜRK, Utkan; “Celâl Bayar’la Bir Konuşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt 11, Sayı: 5, Ankara Mart. 1986
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (1918-1938), Ankara 1983.
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1984.
KODAMAN, Bayram; Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II Abdülhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul 1983.
KONGAR, Emre; Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983.
KORKMAZ, Zeynep; “Atatürk ve Dilimiz”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
KORKMAZ, Zeynep; “Dil İnkılâbı ve Atatürk’ün Türk Diline Bakış Açısı”, Türk Dili, Sayı: 419, Cilt: LI, (1986), TDK Yayınları,
Ankara 1986.
KÖSTÜKLÜ, Nuri; “I. İnönü Muharebesi ve Siyasî Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt: VII, Sayı: 21, Temmuz-1991.
KRUGER, K.; Türkiye ve Ortadoğu, Çev. Nihal Önol, Altın Kitapları Basımevi, 1981.
KURAT, Y. Tekin; Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1976.
KURAT, Yuluğ Tekin; “Elli Yıllık Cumhuriyetin Dış Politikası (1923–1973)”, Belleten C. XXXIX, Ankara 1975.
KURT, Yılmaz; Pontus Meselesi, TBMM. Bs. Ankara 1995.
KUTAY, Cemal; “Mehmet Akif ve Dinler”, Türk Yurdu, S. 240. Ocak 1955.
KÜRKÇÜOĞLU, Ö.-G. Bozkurt, İ. Güneş vd.; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, (Atatürk İnkılâpları), YÖK Yayınları,
Ankara 1995.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer; Türk İngiliz İlişkileri (1919–1926), Ankara 1978.
LEVEND, Agâh Sırrı; Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleştirme Evreleri, TDK. Yay, Ankara 1972.
LEWİS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev., Metin Kıratlı, Ankara 1970.
MELEK, Kemal; İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu, 1890–1926, İstanbul 1983.
MERAM, Ali Kemal; Belgelerle Türk İngiliz İlişkileri Tarihi, İstanbul 1969.
MERAY Seha; Devletler Hukukuna Giriş, C. I, Ankara 1960.
MERAY, Seha L.;-Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Antlaşması, Sevr Antlaşması ile
ilgili belgeler), Ankara 1977.
MEVLANAZÂDE Rıfat, Türkiye İnkılâbı’nın İçyüzü, Yay. Haz. Metin Hasırcı, İstanbul 1993.
MİRALAY Mehmet Arif Bey, Anadolu İnkılâbı, İkinci bs. İstanbul 1992.
MÜDERRİSOĞLU, Alptekin; Kurtuluş Şavaşının Mali Kaynakları, Ankara 1974.
NADİ, Yunus; Birinci Büyük Millet Meclisinin Açılışı ve İsyanlar, İstanbul 1955.
NEDİM, Şükrü Mahmut; Filistin Savaşı (1914–1918), Çev. Abdullah Es, Genelkurmay As. T. Ve St. E. Bşk., Ankara 1995.
OKYAR, Osman-Mehmet Seyitdanlıoğlu; Fethi Okyar’ın Anıları Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Ankara 1997.
OLCAY, Osman; Sevres Antlaşmasına Doğru, Ankara 1981
ORBAY, Rauf; “Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, C. 1, Sayı 4.
ORTAYLI, İlber; İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğu Üzerinde Alman Nüfuzu, Ankara 1981.
OZANKAYA, Özer; Cumhuriyet Çınarı, 2. Baskı, K.B.Y., Ankara 1995.
OZANSOY, Muzaffer; “Askerlik, Bilim ve Stratejik Açısından Atatürk”, Çağdaş Dünya Işığında Atatürk, Eczacıbaşı Vakfı
Yayını, İstanbul 1983.
ÖKE, M. Kemal; Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926. Ankara 1992.
ÖKE, Mim Kemal; Hilâfet Hareketleri, Üçüncü Basım, İrfan Yayımcılık, İstanbul 2005.
ÖNSOY, Rifat; Mali Tutsaklığa Giden Yol, Osmanlı Borçları, Ankara 1999.
ÖNSOY, Rifat; Tanzimat Döneminde Osmanlı Sanayi ve Sanayileşme Politikasi İstanbul 1982.
ÖZ, Esat; Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara 1992.
ÖZALP, Kazım; Millî Mücadele (1919-1922) C. I, Ankara 1971.
ÖZALP, Yalçın; Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin Zaferi, Kahramanmaraş Belediyesi Kültür Yay., Kahramanmaraş 1984.
ÖZCAN, Azmi; “Hilâfet –Osmanlı Dönemi-”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt: 17.
ÖZEL, Sebahattin; Millî Mücadele’de Trabzon, Ankara 1991.
ÖZGÜL M. Cemil; Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları (27 Aralık 1919-23 Nisan 1920), Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 1989.
ÖZKAYA, Yücel; “Türk Basınında Cumhuriyetin İlanının Öncesi ve Sonrası”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 11, Mayıs-1993.
Bibliyografya 285
ÖZKAYA, Yücel; Atatürk ve Halkçılık, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, AKDTYK, Ankara 1995.
ÖZMEN, Remzi; “Megalo İdea Kökleri”, Türk Kültürü, Ankara 1978.
ÖZSUNAY, Ergin; Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1981. Öztürk, ÖZTÜRK, Ayhan; Millî Mücadele’de Gaziantep, Kayseri
1994.
ÖZTÜRK, Kâzım; Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, Ankara 1990.
ÖZTÜRK, Kâzım; Türk Parlamento Tarihi ((1950-1954), C., 7, Ankara 1998.
PAKALIN, M. Zeki; Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü.
PAMUK, Şevket; Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1930), İstanbul 2005.
PARUŞEV, Paraşkev; Atatürk, Çev., Naime Yılmazer, İstanbul 1982.
PARVUS Efendi; Türkiye’nin Malı Tutsaklığı, İstanbul 1977.
PETROSYAN, Yuri Aşatoviç; Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Türkçesi: Mazlum Beyhan-Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yayınevi,
İstanbul 1974.
POLAT, Hasan Ali; Millî Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesi’nde Faaliyet Gösteren Müfrezeler, Milis Kuvvetleri ve Çeteler
(1918-1922), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
RAMSAUR; E. Edmondson; Jön Türkler ve 1908 İhtilâli, Çev. Nuran İlken, İstanbul 1972.
REŞAT Ekrem; Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar (1300-1920), İstanbul 1934.
Rize Mebusu Esat; Adana’nın Kurtuluş Mücadelesi Hatıraları, İstanbul 1934.
SARAL, Hulki -Tosun Saral; Vatan Nasıl Kurtarıldı, Türkiye iş Bankası Kültür Yay, 1970.
SARAY, Mehmet; Dünden Bugüne Afganistan, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1980.
SARAY, Mehmet; Millî Mücadele Yıllarında Atatürk’ün Sovyet Politikası, Veli Yay, İstanbul 1984.
SARINAY, Yusuf-Hamit Pehlivanlı vd.; Pontus Meselesi ve Yunanistan Politikası, Aatatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 2002.
SELEK, Sabahattin; Millî Mücadele, C. 2.
SELEK, Sebahattin; Anadolu İhtilâli, İstanbul 1981.
SEMİZ, Yaşar ve diğerleri, Mehmet Akif, İstanbul 2011.
SEMİZ, Yaşar, ‘1923 – 1950 Döneminde Türkiye’de Nüfusu Arttırma Gayretleri ve Mecbüri Evlendirme Kanunu (Bekârlık
Vergisi), SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S., 24, Konya 2010.
SEMİZ, Yaşar; AKGÜN Birol; “Dostluktan Krize: İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türk-Rus İlişkileri” S.Ü. Sosyal ve Ekonomik
Araştırmalar Dergisi, C.8, S.14.
SEMİZ, Yaşar; Atatürk Döneminin İktisadî Politikası, Konya, 1996.
SEMİZ, Yaşar; Gaziantep’te Kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Yöre Derg. (Gaziantep), S. 1, Şubat 1990.
SEMİZ, Yaşar; Türk Amerikan Münasebetleri Işığında Chester Demiryolu Projesi, Ankara 1995.
SEZGİN, Ömür; Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Ankara 1984.
SHAW, Stanford;- Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, Çev. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983.
SİNANOĞLU, Nüzhet Haşim; Faşizm ve Onun Devlet Sistemi, İstanbul 1933.
SİNANOĞLU, Suat; “Laik Kelimesinin Etymonu ve Anlamları”, Laiklik I, M.T.D.Y, İstanbul 1954.
SMITH, Michael Lewellyn; Anadolu Üzerindeki Göz, Çev. Halim İnal, Hürriyet Yay, İstanbul 1978.
SOFUOĞLU Adnan; Fener Rum Patrikhanesi ve Siyasî Faaliyetleri, İst. 1996.
SOFUOĞLU, Adnan; Kuvâ-yı Milliye Döneminde Kuzey Batı Anadolu 1919-1921, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara
1994.
SONYEL, Selahi R; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, TTK, Ankara 1986.
Sonyel; Salahi R.; Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, TTK, Ankara 1995.
SOYAK, Hasan Rıza; Atatürk’ten Hatıralar, C. I, İstanbul 1973.
SOYAK, Hasan Rıza; Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul 1973
SOYSAL İsmail, “Atatürk’ün Barışçı Politikası ve Dünyadaki Etkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 2, Sayı 4, Kasım
1985.
SOYSAL, İsmail; “Balkan Paktı”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985.
SOYSAL, İsmail; “Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi” Belleten, XLV Sayı 177, Ankara 1981.
SOYSAL, İsmail; Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, 1. Cilt (1920-1945) Ankara 1983.
SÖYLEMEZOĞLU, Galip Kemalî; Başımıza Gelenler, İstanbul 1939.
Süleyman Külçe, Mareşal Fevzi Çakmak, 1. Kitap, 1. bs. 1953, (Yer yok).
ŞAKİROĞLU, Mahmut H.; “Lozan Konferansı Sırasında Kabul Edilen Türk-Yunan Ahali Değişimine Ait Tarihi Notlar”, Yusuf
Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985.
ŞENEL, Nilüfer Uğurlu; “Türk Batılılaşmasında Medeni Kanunun Önemi”, Atatürkçü Bakış, Cilt: 2, Sayı: 4, Yıl: 2003.
ŞIVGIN, Hale; Trablusgarp Savaşı ve 1911–1912 Türk İtalyan İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1989.
ŞİMŞİR, Bilal “Atatürk’ün Yabancı Devlet Adamlarıyla Görüşmeleri, Yedi Belge (1930-1937)”, Belleten, C. XLV, Sayı 177,
Ankara 1981.
ŞİMŞİR, Bilal; İngiliz Belgelerinde Atatürk 1919-1938, C. 1, Ankara 1973.
ŞİMŞİR, Bilal; Türk Yazı Devrimi, Ankara 1992.
TANERİ, Aydın; “Atatürk ve Harf İnkılâbı”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
TANÖR, Bülent; Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), İstanbul 1996.
TANÖR, Bülent; Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul 1998.
TANSEL, Selahattin; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. III, MEB Yay, Ankara 1978.
TANSEL, Selahattin; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.l, M.E.B. Yay., İstanbul 1991.
TEKELİ, İlhan;-Selim İlkin; Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçerken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim
(Tahtakıhç) Bey, Ankara 1989.
TEKİNAY, Selahattin Sulhi; Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1984.
286 Bibliyografya
TEMEL, Mehmet; İşgal Yıllarında İstanbul’un Sosyal Durumu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.
TEVETOĞLU, Fethi; Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Ankara 1987.
TEVETOĞLU, Fethi; Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara 1988.
TEVETOĞLU, Fethi; Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara 1967.
TOKER, Metin; Şeyh Said ve İsyanı, Ankara 1968.
TOPRAK, Zafer; Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara 1982.
TOSUN, Ramazan; “Cumhuriyetin İlanında Kamuoyu”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 12, Bahar-2002.
TÖRE, Nahit; “Atatürk Döneminin (1923–1938) Dış Ekonomik İlişkiler Politikası” Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve
Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi, Ankara 1982.
TUNAYA, Tarık Zafer; Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İkinci bs. İstanbul 1981.
TUNAYA, Tarık Zafer; Türkiye’de Siyasal Partiler, C. II, Mütareke Dönemi, Hürriyet Vakfı Yay. 1986.
TUNAYA, Tarik Zafer; Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul 1952.
TURAN, R., M. Safran, M. Şahin, S. Yalçın; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara 1997.
TURHAN, Mehmet; Siyasal Elitler, Ankara 1991.
TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl; Cumhuriyet Nasıl Kuruldu, İstanbul 1955.
TÜNAY, Bekir; “Atatürk ve Hatay” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 2, Mart 1986.
Türk İnkılâp Tarihi, (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yay.) Ankara 1973.
Türk İstiklal Harbi İç Ayaklanmalar 1919-1921 (TİH), Cilt: VI, Genelkurmay Yayınları, Ankara 1964.
Türk İstiklâl Harbi, (Genel Kurmay Harp Tarihi Bşk. Yay.) C. 2-1 Ankara 1971.
Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Balkan Harbi VII. Cilt Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913 Genelkurmay As. T. Ve St. E. Bşk,
Ankara 1993.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Balkan Harbi (1912-1913) III. cilt.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat; Görüp İşittiklerim, Ankara 1984.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat; Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, Ankara 1968.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I-II, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2005.
UÇAR, Şahin; Tarih Felsefesi Açısından İslâm’da Mülk ve Hilafet, Konya 1992.
ULUĞ, Hakkı Naşit; Hemşerimiz Atatürk, 3. baskı, Ankara 1997.
UMAR, Bilge; İzmir’de Yunanlıların Son Günleri, İstanbul 1974.
URAL, Selçuk; Mitareke Döneminde İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Politikası”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 10 Sayı: 37, Ankara 2006.
URAN, Hilmi; Hatıralarım, Ankara 1959.
UZUN, Zübeyir; Millî Mücadele’de Çerkez Ethem ve Kuva-yı Seyyare’nin faaliyetleri (1919-1920), Selçuk Üniversitesi,
Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
ÜÇOK, Coşkun; Siyasal Tarih, Ankara 1975.
ÜLGEN, H. Ziya; İslâm Felsefi Tarihi, İstanbul 1957.
ÜNAL, Tahsin; Türk Siyasî Tarihi 1700-1958, Ankara 1978
ÜSTÜN, Kemal; Menemen Olayı ve Kubilay, İstanbul 1970. KILIÇ Ali, İstiklâl Mahkemesi Hatıraları, İstanbul 1955.
ÜZEL, Sahir; Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952.
YALAZAN, Talat; Türkiye’de Yunan Vahşeti ve Soykırım Girişimi (15 Mayıs 1919-9 Eylül 1922), Genelkurmay Baş. Yay,
Ankara 1994.
YALÇIN, E. Semih, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, Berikan Yayınları, Ankara 2000.
YENİŞEHİRLİOĞLU, Şahin, “Atatürk’ün Kültür ve Sanat Anlayışı”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
YILDIRIM, Hüseyin; “İrade-i Milliye Gazetesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt. VIII Sayı:23, Mart 1992.
YILDIZ, Hasan; Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan İstanbul 1991.
YILMAZ, Hadiye; Arşiv Belgelerine Göre Pontus Meselesi, Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.
YILMAZ, Veli; I. Dünya Harbi’nde Türk Alman İttifakı ve Askerî Yardımlar. İstanbul 1993.
YURTKURAN, Mustafa; “Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Çağdaş Eğitim Üzerine”, Atatürkçü Bakış, Cilt: 2, Sayı: 4, Yıl: 2003.
ZEYREK, Şerafettin; “Amasya Mülakatı “, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt V, Sayı: 14, Mart 1989.
ZÜRCHER, Eric Jan; Millî Mücadele’de İttihatçılık, Bağlam Yay, İstanbul 1987.
ZÜRCHER, Eric Jan; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1992.
SALON YAYINLARI

Dede Korkut Hikayeleri

Hazırlayan
Mehmet Alim KONUKÇU

Dede Korkut hikayeleri Türk edebiyatı, tarihi ve fikir


hayatının en önemli yapı taşlarından biridir. Bu eserin
bu kadar önemli bir yere sahip olmasında onun
tarihi geçmişi ilk göze çarpan unsurdur. Genel olarak
destansı hikayelerin anlatıldığı zaman dilimi Türklerin
Anadolu’yu ilk kez yurt edinme gaza ve cihad
dönemlerine denk gelmektedir.
Özellikle Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz
yörelerinde cereyan eden olaylar o dönemki bütün
bir Türk gelenek ve görenek hayatını anlamaya
yetebilmektedir. Çünkü bu hikayelerde olağanüstü
ögeler hakim olsa da gerçeğe yakın kişi ve yaşantılar
özellikle de dilsel ögeler yaşayan ve yaşanılan tarihi
gözler önüne sermektedir.

Hayy Bin Yakzan

Yazar
İbn TUFEYL
Hazırlayan
Dr. Mustafa ULUÇAY

Endülüslü İslâm düşünürü İbn Tufeyl’in günümüzden


850 yıl önce yazdığı Hayy Bin Yakzan, birçok Avrupa
diline tercüme edilmiş, Batıda ve Doğuda çok sayıda
sanatçı ve düşünürü etkilemiş, bu eserden ilhamla
romanlar yazılmıştır. İbn Tufeyl bu eserde; insan
eli değmemiş tabiatın bağrında, sosyo-kültürel
etkilerden arındırılmış bir insanın tek başına tecrübe
ettiği ruh ve düşünce gelişimini anlatmaktadır. Eseri,
Babanzade Reşid tarafından yapılan zengin ve güçlü
ilk Türkçe tercümesi ile takdim ediyoruz.

You might also like