Professional Documents
Culture Documents
TÜRKİYE
CUMHURİYETİ
TARİHİ
Copyright © Bu kitabın Türkiye’deki her türlü yayın hakkı Eğitim Yayınevi’ne aittir.
Bütün hakları saklıdır. Kitabın tamamı veya bir kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre kitabı yayımlayan firmanın ve yazarlarının önceden
izni olmadan elektronik/mekanik yolla, fotokopi yoluyla ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayımlanamaz.
Dizgi&Kapak Tasarımı
Eğitim Yayınevi Dizgi-Tasarım Birimi
Baskı Cilt
Dizgi Ofset Matbaacılık
Matbaacılar Sit. 10451. Sk. No: 4
Karatay/KONYA
0 (332) 342 07 42
T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayıncı Sertifika No: 14824
EYLÜL 2018
ISBN: 978-975-2475-94-6
EĞİTİM YAYINEVİ
Rampalı İş Merkezi Kat: 1 No: 121
Tel: 351 92 85 • Meram/KONYA
E-mail: bilgi@egitimyayinevi.com
İSTİKLÂL MARŞI
Ey Türk Gençliği!
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve
Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Türk milleti!
Kurtuluş savaşına başladığımızın 15’inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu
yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin se-
vinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlı-
ğı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin
ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat
yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mec-
buriyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri
seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.
Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce za-
man ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket
mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az
zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü
Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milleti-
nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale,
müspet İlimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan
Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun için-
dir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını,
güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbir-
lerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu,
bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta,
muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti,
On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin.
Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isa-
betsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir
bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem, az
zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeni-
yet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle,
saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene!
Ankara, 29 Ekim 1933
ÖNSÖZ
Bilindiği üzere tarih, geçmişi sorgulayarak, içinde bulunulan süreçte doğru politikaları
üretmek ve gelecekle ilgili öngörülerin sağlıklı yapılmasını kolaylaştırmaktır. Bu bakımdan
her toplum, içinde bulunduğu şartları, bilgisi, becerisi ve geliştirdiği tekniklerin kendisine
sağladığı imkânlar ölçüsünde geçmişindeki olguları inceler ve onlardan çıkardığı derslerle
geleceğine yön vermeye çalışır. Bunu yapmadığı takdirde ya eski nesillerin kabullerini
benimseyerek yeni gelişmelere ayak uyduramaz ve geçmişle ilgili bilgilerini dogma
ideoloji haline getirir, yada büyük ölçüde kendisi dışında, tarihsel dönüşümü sağlayabilen
toplumların etkisi altında kalır. Bu toplumun geleceği açısından büyük bir tehlikedir. Bu
tehlike yine tarih ilmiyle aşılır. Çünkü ilim daima kendisini yeniler. Kendisini yeniledikçe
geçmişini de yeniden değerlendirir ve geleceği için yeni ufuklar açar.
Bu bakımdan Türk İnkılâp Tarihi dersleri sadece geçmişi anlatmakla yetinen statik bir
tarih dersi değildir. Aynı zamanda ülkemizin bilinen özel şartları içinde, Türk gençliğine,
yakın tarihte olup bitenleri değerlendirip ışık tutan, ona gelecekle ilgili doğru kararları
alabilmesini gösteren dinamik sosyalleştirici bir kültür dersidir.
Bu yolda Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini anlatacak öğretim elemanlarına da
büyük görevler düşmektedir. Bu elemanlar mutlaka bilimsel objektifliklerini korumalıdır.
Fakat bunu yaparken asla kendisinin bir millete, bir coğrafyaya ve kültüre dahil olduğunu
unutmamalı, tarih bilimi ve millî şuur arasındaki hassas dengeye özen göstermeli, bu dersin
Türk gençlerine “Millî Mücadele’yi” oluşturan ve yapan şartlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulması ve gelişmesindeki genel felsefeyi öğretmek amacıyla konulduğunu unutmamalıdır.
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinin kökeni 1925 yılına kadar geri gider. O yıl
cumhuriyet döneminin ilk yüksek öğrenim kurumu olan Ankara Adliye Hukuk Mektebi
(Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi) açılmıştı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Paşa ile Başbakan İsmet İnönü’nün kurulması için özel gayret gösterdikleri bu okul, Türk
Hukuk İnkılâbının fikri ve kurumsal hazırlıklarını yapacak olan elemanları yetiştirecekti.
Bu amaçla okulun kurucularından Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ile Yüksekokul’un
kurucu müdürü Cemil Bilsel Bey öğretim programının hazırlıklarını yaparken yeni bazı
derslerin konulmasını kararlaştırmışlardır. İşte o derslerden biride İhtilâller Tarihi’dir.
Dünya üzerindeki büyük inkılâp hareketlerini henüz tamamlanmamış olan Türk İnkılâbı ile
karşılaştırmayla amaç edinen ders Mahmut Esat Bey tarafından okutuldu.
Üniversitelerde bu dersin resmen okutulmasına ise 20 Haziran 1933’te karar verilmiş
ve 1934’ten itibaren bu derslerin verilmesine başlanmıştır. Atatürk’ün onayı ile dönemin
Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip Bey tarafından hazırlanan ilk taslağa göre,
bu dersi okutacak olanların mutlaka “Türk” olması şartı getirilmiştir. Bu kararın alınmasında
şüphesiz Osmanlı Devleti’nin son döneminde eğitim kurumlarında yaşananların büyük payı
vardır.
Yapılan ilk hazırlıklardan sonra dersler dört bölüme ayrılmıştır. Recep Peker, Türk
İnkılâbını oluşturan sebepler ile askerî ve siyasî boyutunu; Mahmut Esat Bozkurt, İnkılâbın
hukukî boyutunu; Yusuf Hikmet Bayur, Dış siyasete ait konuları ve Yusuf Kemal Tengirşek
ise İktisatla ilgili konuları okutacaklardı.
İlk olarak Ankara Hukuk Mektebi’nde (Hukuk Fakültesi) dönemin Başbakanı İsmet
İnönü’nün konferansı ile başlayan Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersi, 15 Nisan 1942 tarih
ve 4204 sayılı kanunla “Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün” kurulmasından sonra her yüksek
okul öğrencisinin bu dersi görmesi karara bağlandı. 4 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı
VII
kanunla da bu dersin yüksek öğretim süresi boyunca (4 yıl) okutulmasına karar verildi.
1990’larda süre yeniden bir yıla indirildi.
Elinizdeki bu kitap Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersini okutan üç öğretim üyesinin
ortak çalışmasıdır. Çalışmanın amacı, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki yenilik
hareketlerinden başlayarak Anadolu’da millî devletin kurulmasından önceki iç ve dış
gelişmeleri, Millî Mücadele’yi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve 1974 yılına kadar olan
süreçteki siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî ve politik gelişmeleri mümkün olduğu kadar objektif
bir şekilde değerlendirerek, Atatürk’ün dünya görüşünü ve bu görüşünü gerçekleştirerek
Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmak için yaptığı radikal reformları öğrenci
ve okuyuculara anlatmaktır.
Kitabın, I. Bölümdeki Osmanlı Devleti’nin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve
Askerî Olaylar bağlığından başlayarak II. Bölüme kadar ki kısım; II. Bölümün tamamı (Birinci
Dünya Savaşı), III.Bölümde Mondros Mütarekesi başlığından Azınlıkların Faaliyetlerine
kadar olan kısım, IV. Bölümde Atatürk’ün hayatından başlayarak Millî Mücadele’de
Ayaklanmalar başlığına kadar olan kısım ve V. Bölümde Anayasa hareketlerinden Hukuk
Alanından İnkılâp başlığına kadar ki kısımlar Prof. Dr. Osman Akandere tarafından; Giriş
bölümündeki kavramlar, Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri başlığından Osmanlı
Devleti’nin Parçalanmasına Yol Açan Önemli Siyasi ve Askerî Olaylara kadar olan kısım,
Anadolu Hareketinin Doğuşundan IV. Bölüme kadar olan kısım; Doğu Cephesi ve İtilaf
Devletlerinin Türkiye’yi Paylaşma Projeleri, Sakarya Savaşı, Büyük Taarruz, Mudanya
Mütarekesi, Lozan Antlaşması ve Ankara’nın Başkent Olması başlıkları, Atatürk ve Sanat,
Atatürk’ün Ekonomi Politikası, Dış Politika ile Atatürk İlkeleri başlıklı konular Prof. Dr. Yaşar
Semiz tarafından; Mondros Mütarekesi Sonrasında Azınlıkların Faaliyetleri ile Zararlı
Cemiyetler, Millî Mücadele’de Ayaklanmalar, Düzenli Orduya Geçişten Sakarya Savaşı’na
kadar olan başlıklar, Siyasi Alanda Yapılan İnkılâplar, Hilafetin kaldırılması, Hukuk, Eğitim
ve Sosyal alanlarında gerçekleştirilen inkılâplar başlıkları Okt. Hasan Ali Polat tarafından
hazırlanmıştır. Ayrıca, kimlerin hangi başlıkları hazırladıkları içindekiler kısmında da
belirtilmiştir.
Ayrıca kitabın tamamı Prof. Dr. Yaşar Semiz tarafından dikkatle okunarak gerekli
görülen yerlere ilaveler bazı bölümlerde de kısaltmalar yapılmıştır.
Her şeye rağmen bazı eksiklikler elbette olabilir. Farklı görüşte olanlara ise
saygı duyulur. Ama Türk Devleti’nin birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkmak ve Türkiye
Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün gösterdiği yolda sonsuza dek yaşatmak hepimizin ortak ilkesi
olmalıdır.
EDİTÖR
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
KAVRAM BİLGİSİ 19
İhtilâl - İnkılâp – Reform – Evrim 19
İhtilâl – İnkılâbın Unsurları 20
İhtilâl – İnkılâbın Evreleri (Safhaları) 21
Atatürkçülük ne demektir? Tanımı ve Önemi 21
Devlet Nedir 21
Cumhuriyet Nedir? 22
Demokrasi Nedir? 23
Avrupa Birliği Nedir? 24
BÖLÜM I
OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME SEBEPLERİ
GERİLEMENİN SEBEPLERİNE GENEL BİR BAKIŞ 27
YENİLİK HAREKETLERİ 29
III. SELİM DÖNEMİ 30
1789 FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ 31
FRANSIZ İHTİLÂLİ ve OSMANLI DEVLETİ 33
II. MAHMUT DÖNEMİNDE YENİLEŞME HAREKETLERİ 33
A- Sened-i İttifak 33
B- Yenilik Hareketleri 33
1838 Balta Limanı Gümrük ve Ticaret Antlaşması 35
TANZİMAT DÖNEMİ 35
Gülhane Hattı Hümayunu 35
ŞARK MESELESİ (Doğu Sorunu) 37
KIRIM HARBİ 38
1856 ISLAHAT FERMANI ve PARİS KONGRESİ 38
MEŞRUTİYET’E GİDEN YOL 39
Tanzimat Döneminde Basın 39
X
BÖLÜM II
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914-1918)
SAVAŞIN SEBEPLERİ 61
a) Siyasî ve Askerî Sebepler 61
b) Ekonomik Sebepler 62
c) Devletlerin Nüfuz Politikaları ve Milliyetçilik Duyguları 62
d) Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması 63
SAVAŞIN BAŞLAMASI 63
SAVAŞTA OSMANLI DEVLETİ 64
Savaşa Giriş Sebepleri ve İttifak Arayışları 64
ALMANYA İLE YAPILAN İTTİFAK ANTLAŞMASI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN
SAVAŞA GİRMESİ 65
Türk-Alman Antlaşmasının Önemli Maddeleri 66
Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni Bir An Önce Savaşa Sokma Gayretinin Nedenleri 66
İki Alman Gemisinin Osmanlı Devleti’ne Sığınması 67
OSMANLI DEVLETİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDA SAVAŞTIĞI CEPHELER 67
Kafkas Cephesi 67
XI
Çanakkale Cephesi 68
Deniz Harekâtı 69
Kara Harekâtı 70
Sina-Filistin-Suriye Cephesi 71
Irak ve İran Cephesi 72
Avrupa Cepheleri: (Galiçya-Romanya-Makedonya) 73
Hicaz ve Yemen Cephesi 73
Libya Cephesi Harekâtı 73
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE GİZLİ PAYLAŞIM PROJELERİ 74
İstanbul Antlaşması 74
Londra Antlaşması 74
Sykes-Picot Antlaşması 74
Saint Jean de Maurienne Antlaşması 75
Gizli Antlaşmalarda Yunanistan’ın Durumu 75
Wilson Prensipleri 75
I. DÜNYA SAVAŞI SONUNDA YAPILAN ANTLAŞMALAR 76
Rusya’nın Savaştan Çekilmesi ve Brest-Litovsk Antlaşması 76
Romanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Bükreş Antlaşması 76
Almanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Versay Antlaşması 76
Avusturya’nın Savaştan Çekilmesi ve Sen Jermen Antlaşması 77
Macaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Trianon Antlaşması 77
Bulgaristan’ın Savaştan Çekilmesi ve Nöyyi Antlaşması 77
I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI 77
BÖLÜM III
MÜTAREKE DÖNEMİ
MONDROS MÜTAREKESİ 79
Mütareke Görüşmeleri 79
Mütareke Heyeti’nin Oluşturulması ve Kendilerine Verilen Görevler 80
A- Saltanat Makamının Verdiği Görevler 80
B- Hükümetin Verdiği Talimatlar 80
C- Mütarekenin İmzalanması ve Hükümleri 81
D- Mondros Mütarekesi Hükümlerinin Uygulanması ve İşgaller 82
İZMİR’İN İŞGALİ 82
MONDROS MÜTAREKESİ SONRASINDA AZINLIKLARIN FAALİYETLERİ 83
ZARARLI CEMİYETLER 87
XII
BÖLÜM IV
MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ
A- TBMM’NİN AÇILIŞINA KADAR Kİ DÖNEM 105
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HAYATI 105
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri 109
Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Atanması 110
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a Çıkışı ve Faaliyetleri 113
Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki Faaliyetleri ve Havza Genelgesi 115
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a Geri Çağrılması 116
AMASYA TAMİMİNİN HAZIRLANMASI ve İLÂNI 117
Amasya Tamimi’nin Önemi 119
ERZURUM KONGRESİ ve KARARLARI 119
(23 Temmuz – 7 Ağustos 1919) Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a Gelişi ve
Askerlikten İstifası 119
Kongre Hazırlıkları ve Kongre Çalışmaları 121
XIII
BÖLÜM V
TÜRK İNKILÂBI
SALTANATIN KALDIRILMASI (1 Kasım 1922) 181
CUMHURİYETİN İLANI (29 Ekim 1923) 182
Müzik 211
Tiyatro 213
Heykel Sanatı 214
Resim 215
Edebiyat 216
Şiir 217
Fotoğrafçılık 218
Mimarlık 218
Barışçılık 230
Bağımsızlığın Korunması 230
Hukuk’a Uygunluk 231
Dengeli Dış Politika 231
Karşılıklı Güven ve İşbirliği 231
Batılılaşma 231
1923-1930 DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA 232
A- Türkiye’nin Genel Durumu 232
B- Batı Devletleri İle Olan İlişkiler 233
İngiltere ve Musul Meselesi 233
Fransa İle Olan İlişkiler 234
İtalya İle Münasebetler 234
Türk-Yunan Münasebetleri ve Nüfus Değişimi 235
C- Türkiye ve Sovyet (SSCB) Münasebetleri 236
D- İslâm Devletleri İle İlişkiler 236
1930–1938 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 237
A- Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi 237
B- Balkan Paktı 238
C- Akdeniz’de İtalyan Tehlikesi ve Türkiye’nin Batıya Yönelişi 239
D- Montreux Boğazlar Sözleşmesi 240
E- İslâm Dünyası ile Olan İlişkiler ve Sadâbad Paktı 242
F- Hatay (Sancak) Meselesi’nin Çözümü 243
İNÖNÜ DÖNEMİ (1938-1950) 244
II. DÜNYA SAVAŞI (1939-1945) 244
A- Savaşın Sebepleri 244
B- II. Dünya Savaşı’nda Türkiye 245
C- Türkiye’yi Savaşa Sokma Gayretleri 247
D- Türkiye’nin Savaşa Girmesi ve Savaşın Sonu 248
E- Savaş Sırasında Türkiye’nin Ekonomik Durumu 248
Savaş Sonrası Türk Demokrasi Sistemi’nin Gelişmesi 249
Demokrat Partinin Kurulması 249
1950 Seçimleri ve Demokrat Parti’nin İktidara Gelmesi 250
Demokrat Parti Dönemi (1950-1960) 250
DP DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA 252
A- Türkiye’nin NATO’ya Girmesi 252
B- Kore Savaşı 252
C- Bağdat Paktı 253
D- Kıbrıs Sorunu 254
ATATÜRK İLKELERİ 255
Türk İnkılâbının Bütünleyici İlkeleri 255
Millî Hâkimiyet-Egemenlik 255
Tam Bağımsızlık (İstiklâl-i Tam) 256
XVIII
KRONOLOJİ 275
BİBLİYOGRAFYA 281
GİRİŞ
KAVRAM BİLGİSİ
İnkılâp: 1) Değişme, bir durumdan başka bir duruma geçme. 2) Toplum ve devlet
hayatında kısa sürede meydana getirilen değişiklik. İnkılâp, kelime anlamı ile değişme,
bir halden başka bir hale dönmeyi ifade eder. İnkılâp; Arapça “kalp” kelimesinden gelmiş
olup, bir milletin sahip olduğu siyasi, sosyal ve askeri alanlardaki kurumların devlet eliyle
makul ve ölçülü metotlarla köklü bir şekilde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp
ve devrim kelimelerinin Fransızca karşılığı “révolution”, İngilizce karşılığı “revolution”dur.
Kelime Latince kökenli olup, revolvere kelimesinden gelmektedir. Revoultion kelimesi, ani
ve şiddetli, kökten bir değişikliği ifade etmek üzere ilk defa 1789 Fransız İhtilâlı ile kullanıl-
maya başlanmıştır. Fransız ihtilâlına bazen inkılâp da denilmektedir. Bu yüzden dilimizde
de çoğu kez bu iki kelime birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bazı yazarların eserlerinde,
Türk İnkılâbı, ihtilâl olarak ifade edilmektedir. Aslında inkılâp ve ihtilâl aynı şeyleri ifade et-
mez. İhtilâl, inkılâbın bir evresini, mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngörür.
Bir başka anlamı ile ihtilâl, karıştırmayı, düzensizliği ve karışıklığı ifade eder. İnkılâp
sözcüğünün karşılığı ise, “yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı ola-
rak niteliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme eylemi” olarak açıklanmaktadır. Türk
Hukuk Sözlüğüne (Lugat) göre, “ihtilâl, ‘bir devletin siyasi teşkilatını, kanuni şekillere
hiç riayet etmeksizin değiştirmek üzere cebir ve kuvvet ile yapılan geniş ölçüdeki
halk hareketine denir’. İnkılâp ise, devlet eliyle memleketin sosyal hayatının ve ku-
rumlarının makul ve ölçülü yöntemlerle köklü bir şekilde yenileştirilmesi demektir’.
Türkçe sözlüğe göre İnkılâp; ‘çok kısa zaman içinde meydana gelen köklü ve önemli
değişikliktir’. İhtilâl ise ‘Bir devletin ekonomik ve sosyal yapısında birdenbire ortaya
çıkan düzen değişikliğidir”.
Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğünde ‘devrim’ tanımı içinde ihtilâl ve inkılâp kelime-
lerinin yorumunu şöyle yapar:”Toplumun bünyesinde meydana gelen öyle bir değişik-
liktir ki yalnız yönetici kitle iktidarını kaybetmekle kalmayarak toplum tabakaları da
bütünlüklerini kaybeder. Toplum yeni bir bütünleşme kazanır”.
Türk inkılâbında ise ihtilâl ve inkılâp kelimeleri çoğunlukla iç içe ve birbirinin devamı
gibi kullanılır. Örneğin ‘Kadro’ dergisinin 1932 yılındaki ilk sayısında bu kavramlardan
bahsedilirken; ‘Türkiye bir inkılâp içindedir. Bu inkılâp durmadı. Bugüne kadar
20 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
İnkılâp, evrim veya tekâmül (evolution) ve ıslahattan (reform) farklıdır. Evrim veya tekâ-
mül genel anlamda tedrici (yavaş yavaş olan) gelişmeyi, değişikliği ifade eder. Reform veya
eski deyimle ıslahat, toplum hayatında belirli alanlarda yapılan düzeltmelerdir. Reformlar, o
ülkenin hukuk düzenine uygun olarak yapılır, tedricidir, zorlayıcı değildir. İnkılâp, hükümet
darbesinden de ayrı ve farklı bir anlam taşır.
Geniş anlamda anılan inkılâp kelimesi yanı sıra dilimizde bir de dar anlamda inkılâp
kelimesi kullanılır. Dar anlamda inkılâp, sosyal hayatta ve sosyal müesseselerde belli yön-
lerden kökten değişmedir. Bu değişme, gelişme şeklinde ve genel anlamda inkılâbın ana
amacına uygun olarak gelişir.
Sonuç olarak inkılâp basit ve sadece bir olay değildir. Yeni bir hukuki düzenlemenin
aynı zamanda hareket noktasıdır ve idare edenlerin hukuk anlayışına karşı da müeyyide-
dir. Toplum mevcut olduğu andan itibaren fiil olarak inkılâp da mevcut olmuştur. İhtilâl fiili,
inkılâp fikrinden öncedir.
İhtilâlın en başta gelen bir özelliği hareketin topluma mal edilmesi, toplumca yapılan bir
hareket olmasıdır. Bir kişiye, bir zümreye, bir sınıfa dayanılarak yapılan İhtilâl, toplumca benim-
senmedikçe gerçek anlamda bir İhtilâl niteliğini taşımaz.
b) İhtilâl mevcut düzeni yıkma olayıdır. Mevcut düzenin yıkılması, mevcut hukuk düzenine
karşı gelmeyi, kanuna, aykırı olan harekete geçmeyi gerekli kılar. Dayanağını direnme hakkında
bulan bu toplum hareketi, eskimiş, yıpranmış ve iktidarda bulunanların zorla devama çalıştıkları
eski düzenin yıkılmasını öngörmektedir. İnkılâp ise yıkılan sistemin yerine halkın ihtiyaçlarına
daha geniş ölçüde cevap veren yenisinin tesis edilmesidir.
Giriş 21
Birinci Evre: Birinci evreyi teşkil eden fikri cephe, cemiyette değişiklik fikrinin
tohumlarının atıldığı ve geliştirildiği devredir. Düşünürlerin, yazarların ve filozofların
hazırladıkları ve yön verdiği devredir. İhtilâl - İnkılâp önce akla dayanan yeni bir sosyal
düzen arayan fikirler olarak doğar. Fikirleri halk yığınlarınca benimsenirse güç ve kuvvet
kazanır.
İkinci Evre: İkinci evre, hazırlık evresinin tamamlanmasından sonra gelir ve aksiyon
safhasıdır. Dar anlamı ile ihtilalı ifade eder. İhtilal başarı gösterirse meşruluk kazanır.
Modern ihtilâllar bir disiplin ve taktik işidir. Güvenilir ve halkın desteğini kazanmış ihtilâlcılar
ister.
Üçüncü Evre: Üçüncü evreyi, yıkılan, bozulan düzenin yerine bir yenisini kurma fiili teşkil
eder. Yeniden kurma ile inkılâp başarılmış olur. İhtilâl kelimesi, canlı ve enerjik bir hareketin
ifadesi olmakla beraber, inkılâbın ancak bir safhasını, daha doğrusu tamamlanmamış
durumunu ifade eder. İnkılâp siyasi ve hukuki hüviyeti olan bir topluluk içerisinde eskilerin
yerini yeni bir idarenin, yeni bir düzenin ve yeni müesseselerin almasıdır. İnkılâpta topluma
yeni ve ileri bir fikre dayanan yeni bir düzen ve değer getirilmiş olur.
İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünceyle modern toplum hayatında yeni ilerleme
ve gelişmelere imkân hazırlamaya yönelik bir düşünceyi benimsemektir. İnkılâpçılık bir
taraftan uygarlık gereği yeni inkılâpları öngörürken, diğer taraftan da ileriye yönelmeyi
gerekli kılmaktadır. İnkılâpçılıkla, Türk toplumu endüstri, bilim, teknoloji, tıp ve sanayi
gibi her alanda, her türlü gelişmeye yabancı kalmayacak kendini çağın gereklerine göre
yenileyecektir. Bu anlamda, inkılâpları sevmeyi ve korumayı, onları medeni ve insani
yaşayışın gereği olarak savunmayı öngörür.
Devlet Nedir
Devlet toplum halinde yaşayan insanların güvenlik ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Toplumsal iş bölümünün gelişmesi de toplum halinde yaşamayı zorunlu kılan nedenlerdendir.
İnsanların belirli bir düzene göre kendilerini yönetecek, daha önemlisi koruyabilecek
önderler veya ailelerin otoritesini benimsemeleriyle devletin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Örneğin Göktürk Devletinin kurulması, Kül-Tegin yazıtında şöyle anlatılmaktadır:
22 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
“Türk Tanrısı ile Türklerin Kutsal Yer ve Suları, (Türk milletinin) kaderini şöyle çizmişler:
Türk milleti yok olmasın bir millet olsun diye, babam İl-Teriş Kağan ile annem İl-Bilge
Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve (insanoğullarının) üstüne çıkarmış. Bunun üzerine
babam on yedi eri ile (Çin’e) isyan etmiş. Onun isyan ettiğini, Çin egemenliğinin dışına
çıktığını duyan ve ününü alan (Türklerin), şehirde oturanları dağlara çıkmış ve dağdakiler
de aşağı inmişler. Derilip, toplanıp yetmiş er olmuşlar. Tanrı güç verdiği için, babam Kağanın
askerleri tıpkı bir kurt gibi imişler! Düşmanınkiler ise koyun gibi olmuşlar! (Babam), doğuya
ve batıya akın yapmış, (Türkleri)dermiş, toplamış ve yediyüz er olmuşlar. Yediyüz er olunca
da ilsiz ve kağansız kalmış milleti, Çin’e kul ve cariye olmuş milleti, Türk töresini kaybetmiş
milleti, atalarım (Bumin ve İstemi Kağanların) töresine göre yeniden yaratmış ve yeniden
düzenlemiş!...”
Devletin tarihi gelişim içinde kurulmuş olduğunu söyleyen görüş yanında, devleti insan
iradesinin ürünü sayan kuramlar da mevcuttur. Bu konudaki görüşler egemenliğin kaynağı
hakkındaki fikirlerle paralellik taşımaktadır.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde cumhuriyet, ulusun egemenliği kendi elinde tuttuğu ve
bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şeklidir.
Dar Anlamda Cumhuriyet: Hükümet biçimini ifade eder. En yalın biçimde monarşinin
karşıtı olarak tanımlanır. En çok kabul gören tanımı: devlet başkanı ve devletin diğer
organlarının seçimle ve belli süreler için göreve geldiği yönetim şeklidir.
Demokrasi Nedir?
Demokrasi Yunanca demos (halk) ve kratos (iktidar) kelimelerinin birleşmesinden oluşan
bir kavramdır.
Bu tanıma göre demokrasi’de halk, devleti yönetimine kendi seçtiği yöneticileri vası-
tasıyla katılır.
b) Toplumda, sosyal, iktisadî ve siyasî alanlarda herkese tam bir eşitlik sağlanır.
Klasik temel esaslar olarak görülen bu temele dayanan Demokrasinin, toplumun eği-
tim, ekonomik, sosyal vb. gelişmişlik seviyesine göre toplumum yararları doğrultusunda
daha ileri seviyelere doğru geliştirilebilir.
Avrupa Birliği Nedir?
Avrupa Birliği, II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir yıkıma uğrayan Avrupa’da barışın
ve bölgesel istikrarın yeniden sağlanması ve ekonominin yeniden yapılanma amacıyla
oluşturulan bir ülkeler topluluğudur. 1957 yılında altı kurucu ülke Belçika, Fransa, Hollanda,
Batı Almanya, İtalya ve Lüksemburg tarafından kurulan Avrupa Birliği, önceleri sadece
ekonomik birlik idi. Ancak yıllar içerisinde sanayi, tarım, ticaret, maliye, vergiler gibi
politikaları, ortak kurumlar tarafından yönetilen, tek para birimi Euro’nun kullanıldığı büyük
bir süper güce dönüşmüştür.
Altı üye ülke ile başlayan bu birlik, yıllar içerisinde yenilerinin katılımıyla 15 üyeye
ulaştı. 370 milyon nüfusu ve yaklaşık 8 trilyon Euro’ya yaklaşan gayrisafi milli hâsılayla en
büyük bölgesel güçlerden biri olan AB, 2003 yılında 10 yeni aday ülkenin katılım anlaşması
imzalanmasıyla 01 Mayıs 2007 tarihinden itibaren 27 üyeli ve 465 milyon nüfuslu büyük bir
güç haline gelmiştir.
AB’nin son genişleme süreci; iki Almanya’nın Ekim 1990 da birleşmesiyle Avrupa’nın
merkezinde başlayan demokratikleşme süreci sonrasında, Avrupa Birliği ve eski Varşova
Paktı’na dâhil Merkezi ve Doğu Avrupa Devletleri arasındaki ilişkiler güçlendi. Avrupa
Anlaşmaları ile ticari işbirliği çerçevesinde gelişti. Malları ve iş gücünün serbest dolaşımı,
ekonomik ve mali işbirliğini içeren bu anlaşmaların asıl amacı, bu devletlerde serbest
piyasa ekonomisinin geri dönülmez bir şekilde yerleştirilmesidir.
Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri 31 Temmuz 1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na (AET) yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar. AET Bakanlar Konseyi’nin
başvuruyu kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşma ortaklık sürecini başlatan bir belgedir. Bunu 1970 yılında imzalanan Karma
Protokol izlemiştir. Türkiye’nin üyelik süreci çeşitli nedenlerden dolayı çok uzun sürdü
ve ancak 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazandı. 1999 yılında AB üyeleri
tarafından aday ülke olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine
başladı.
Osmanlı Devleti’nde genel kural olarak topak mülkiyetinin devlete ait oluşu feodal bey-
lerin belirmesini önledi. Tımar ve zeamet toprakları büyük servetler yaratmayacak ölçüde
tutuldu. Kendisine Tımar verilen kimse toprağın verimli bir şekilde ekilip biçilmesinden ve
elde edilecek üründen payını almaktan sorumlu idi. Devlet bu sistemle temelde iki büyük
yarar sağlamaktaydı. Bunlardan birincisi vergi toplayıp bunu gene görevlilerine dağıtma
külfetinden kurtulması, ikincisi de toprakların verimli bir şekilde kullanılmasını güvence al-
tına almasıdır.
Başlangıçta çok iyi işleyen bu düzen XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozuldu.
Bu bozulmanın başlıca nedeni Kanuni Sultan Süleyman’ın en parlak günlerinde başlayan
ve ondan sonra da bir türlü önü alınamayan enflasyondur. Bu enflasyonun da başlıca iki
nedeni vardır. Bunlardan birincisi, ilk açık deniz yolculuklarından Avrupa’ya akan kıymetli
madenlerin, özellikle gümüşün Osmanlı İmparatorluğu’na da girerek piyasada o zamana
kadar görülmemiş bir para bolluğuna yol açması, ikincisi de devlet giderlerinde görülen
devamlı artıştır.
16. yüzyılın sonundan itibaren belirlemeye başlayan ve içeride yeni gelir kaynağı olarak
görülen “İltizam” usulü de Osmanlı sisteminin çöküşünde rol oynadı. İltizam usulüyle devlet
belli bir yörenin vergi gelirini belli bir süre için bir mültezime peşin para karşılığında satıyordu.
Bir kere bu hakkı alan mültezim devlete peşin olarak verdiği parayı fazlası ile çıkarabilmek
için, gelirini satın aldığı yörenin köylüsünü alabildiğine sömürmeye başladı. Devlet iltizamı,
önceleri üçer yıllık sürelerle vermişti. Ne var ki devletin para ihtiyacı arttıkça bu sürelerde
giderek uzadı. Bu gelişme Hıristiyanlardan daha çok Müslüman Türk ve Arapların üzerinde
derin yaralar açtı. Mültezimler Müslüman reayadan (köylüden) aldığı parayı Hıristiyan
tebaadan aldığı paradan farklı görmemeye başladı. İşte bu durum; Batı Avrupa’da feodalitenin
bütün gücünü yitirdiği ve burjuvazinin belirdiği sırada Osmanlı İmparatorluğu’nda bir ayağı
28 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
eşrafa, bir ayağı da ayan’a dayanan derebeylik düzenini ortaya çıkardı. Buna karşılık giderek
artan enflasyon ve giderek çoğalan vergiler zaten fazla güçlü olmayan Osmanlı orta sınıfını
büsbütün güçsüzleştirdi. Avrupa’dakine benzer bir tür üretici burjuvazisinin gelişmesini önledi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun önce duraklayıp sonra gerilemesinde ve giderek ekonomik
bağımsızlığından taviz vermesinde bir burjuva sınıfının yokluğunun büyük payı olsa gerektir.
2) Ekonomik sektörlere canlılık getirecek iktisâdi bir karar birimi olan ve davranış
çerçevesini anormal kâr maksimizasyonuna göre inşa edecek bir insan tipolojisinin
Osmanlı toplumunda 1870’lere kadar oluşturulamaması, Osmanlı burjuvazisinin ekonomik
girişim ruhundan yoksun kalışı ve devlet adamlarının serveti ekonomik verimlilikten uzak,
kâr bekleyişinden çok prestij meselesi olarak algılaması;
3) Kuruluş ve yükseliş döneminde halkla çok iyi bir iletişim kurmayı başaran ve
sürekli kendisini yenileyebilen Osmanlı Devleti’nin insan yetiştirme kaynağı olan ilmiye
sınıfının bozulması da Osmanlı Devleti’nin gerilemesinde önemli bir pay sahibidir. Bu
sınıf başlangıçta batıdaki ruhban sınıfı gibi kapalı ve sınırlı bir zümre değildi. Vakanüvis
Naima Efendi’nin ifadesi ile ulema, devleti oluşturan dört unsurdan en önemlisi, devletin
damarlarındaki kandı. IV. Murat’a bir risale sunan Koçi Bey de ulema sınıfı için “şeriatın
desteği ilim, ilmin desteği ulema idi… Halk Allah’tan korkanlara muhalefete cesaret
edemezdi” der.
Avrupa’da sosyal ve fen bilimlerinin öncüleri bir bir ortaya çıkarken, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Batı’nın hızla terk ettiği Ortaçağ skolâstik düşüncesi ve onun sosyal
yapıdaki uzantısı feodal yapı, yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladı. Böyle bir
ortamda Osmanlı toplumunda sosyal felsefe, tarih felsefesi ve ekonomi-politik ortaya
çıkamazdı. Bu itibarla, 18. yüzyılın en önemli olaylarından biri olan Fransız İhtilâli de bir
düşünce değişikliği uyandıracak anlamda yorumlanamadı. Geleneksel güçler, üst düzey
devlet idarecilerinin çoğunlukla kişisel gayretleri ile gerçekleştirmeye çalıştıkları ordunun
modernleştirilmesine bile uzun süre direnmeyi başardılar. Bir dönem ilmin odak noktası
olmayı başaran medreselerde, İslâm dini dünyaya büyük önem verdiği halde insanları
yalnız ahirete hazırlayan kurumlar haline geldi. Başarılı bilim adamlarının yetişmesi
tamamen ferdi eğitim ve öğretime kaldı. Böylece, bir dönem gerek halkla bütünleşmeleri
ve gerekse devlet yöneticilerine yaptıkları önemli bilimsel katkı ile devletin yükselmesinde
büyük pay sahibi olan âlimler son döneminde gerilemenin odağı, isyanların destekleyicisi,
rüşvetin merkezi durumuna geldiler.
Yukarıda ifade ettiklerimizin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri içinde
sayılan öğelerin başlıcalarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 29
YENİLİK HAREKETLERİ
Karlofça (1699), Pasarofça (1718) ve Küçük Kaynarca (1774) Antlaşmalarını doğuran
yenilgiler, Osmanlı Devlet adamlarına kendi ülkelerinin her alanda batıdan geri kaldığını
ve yeniden onların düzeyine erişmenin, hatta geçmenin ancak ıslahat hareketleriyle
gerçekleştirilebileceğini gösteriyordu. 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Avrupa Devletleri
tarzında reformlar yapılmak istenmesinin sebebi budur. Ne var ki, devletin üst seviyedeki
yöneticilerinin çoğu kendi kişisel çıkarları sebebiyle köklü bir toplumsal yapı değişikliğini
benimsenmiyor, ancak eski üretim ve egemenlik sisteminin korunması şartıyla başta askerî
alanda olmak üzere bazı kurumlarda ıslahat yapılmasını uygun görüyorlardı. Bu sebeple
Avrupa’ya geçici elçiler gönderildi. Bu amaçla Yirmi sekiz Mehmet Çelebi ve oğlu Sait Efendi
1721’de Paris’e gitmiş ve görevi sırasında matbaa ile ilgilenmişlerdir. Paris dönüşünde
Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın desteğini alan Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika 1726
yılında verilen bir fermanla matbaanın kurulması müsaadesini aldılar.
1773’te denizcilik için yeni bir matematik okulunun açılışıyla daha ciddi bir çaba başladı.
Bu okulun başına önce Macar asıllı Fransız Kontu Baron de Tott getirildi. Baron de Tott
hatıralarında bu okulun öğrencileri arasında beyaz sakallı kaptanların ve altmış yaşını geçmiş
olanların bulunduğundan bahseder. Bununla birlikte bu okul, zamanına göre eğitilmiş bir subay
sınıfı çekirdeği meydana getirdi ve daha sonra açılacak okullara örneklik etti.
30 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
III. Selim tahta çıktığı vakit art arda gelen başarısızlıklardan dolayı kafası sürekli şu
soru ile meşguldü. “Bu devlet nasıl kurtarılabilir.” Kırım’ın kurtarılması için 1787 yazında
başlatılmış olan savaştan henüz çıkılmış olması sebebiyle ilk akla gelen çözüm yolu,
Avrupa’ya açılımı sağlayarak orduyu Avrupa tarzında yeniden teçhiz etmekti. Ama bu
yeterli olacak mıydı? Sultan bu yüzden kafasındaki soruyu şahsilikten çıkararak devlete
mal etmek düşüncesiyle oluşturduğu danışma grubunda dönemin seçkinlerine de sordu ve
Batı karşısında devletin niçin geri kaldığı, ne gibi tedbirlerle kötü gidişin durdurulabileceği
konusunda incelemeler yapılarak kendisine “layihalar” (raporlar) sunulmasını istedi. III.
Selim’e bu hususta 22 rapor sunuldu.
Dar anlamda Nizam-ı Cedit, yeni bir ordunun kurulmasından başka bir şey değildir.
Ordunun kuruluşuna Yeniçeri Ocağı’nın tepki göstereceği bilindiği için Nizam-ı Cedit
Ordusu Bostancı Ocağına bağlandı ve resmî adı Bostancı Tüfekçisi Ocağı oldu. Ordu’nun
ilk başarısı Akka Zaferi ve Napolyon’un Mısır’dan kaçması sırasında görüldü. Bunun
ardından 1799’da Üsküdar’da kıyafetlerinin rengi ayrı olan ikinci orta kuruldu. Nizam-ı
Cedit hareketinin geniş anlamı “mevcut rejimin yerine yenisini koymaktı” ve şu hususları
içine alıyordu.
Bu radikal düşünceler bizi ilk defa gerçek bir ıslahatçı padişah tipi ile karşılaştırmaktadır.
Ancak bu nokta da aklımıza şu soruyu getirmektedir. III. Selim bu büyük değişimi
gerçekleştirebilir miydi? Bu soruya evet cevabı vermek zordur. Çünkü Osmanlı Devleti’nin
hükümet prensipleri ve idare sistemi başlangıçta Batıya karşı üstünlüklere sahipti. Bir
dönem Batıya karşı tartışmasız bir üstünlüğe sahip bir devletin, Batı esaslarını benimsemek
zorunda kalması başlı başına büyük bir zorluğu ve batılılaşma talebi içinde olanlara karşı
da tepkiyi ortaya çıkarmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 31
Bu yüzden III. Selim’in ıslahat programında da hemen hemen bütün Osmanlı ıslahat
doktrininin ana temasını oluşturan “eskinin yanında yeniyi kurma” metodu ön plana çık-
mıştır. Bu metot, İngiltere örneğindeki olumlu sonucu vermemiş, aksine birbirini inkâr eden
iki ayrı tip müessesenin, kültür seviyesi düşük aydın insanların yerini müneccimlerin aldığı
ve onlardan medet beklendiği bir ortamda bir arada yaşatılmak istenmesi, ıslahat hareket-
lerinin çoğunu ölü doğmuş bir hale getirmiştir.
III. Selim’in bütün iyi niyetine rağmen yenilik hareketleri istenilen neticeleri vermedi.
Bunun başlıca sebeplerini aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:
Sonuçta ulema, ıslahatçı devlet erkânı ile birlikte III. Selim’in de öldürülmesi fetvasını
verdi. Böylece olaya meşruluk kazandırılarak; ilerde bu hareketi yapanların cezalandırılma-
sının önüne geçilmiş ve eski düzen taraftarı IV. Mustafa padişah yapılmıştı. Ancak Rusçuk
Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın isyandan kurtulmayı başaran Nizam-ı Cedit’çilerle
İstanbul’a yürümesi ve olaylara el konmasından sonra 28 Temmuz 1808’de IV. Mustafa’nın
yerine II. Mahmut tahta çıkarıldı. Böylece Osmanlı tahtına kimin oturacağı, iyi niyetli de
olsa, bir ayanın kararıyla belirleniş oluyordu.
birçok alanında reformcu görüşlerin gelişmesine yol açtı. Aydınlar arasında akılcılığın hızla
yayılması, toplumu dar kalıplı, kilise tarafından sınırlandırılmış düşünce biçimlerinden belli
oranda çıkarmayı başardı. Toplum, aydınların öncülüğünde kiliseyi ve devleti sorgulamaya
başladı. Hürriyet fikri dalga dalga yayıldı. Bu duruma Fransa’nın içinde bulunduğu
iktisadî bunalım da eklenince Kral XVI. Luis bunalıma bir çare bulmak ümidi ile istemeye
istemeye 1614 yılından beri toplanmayan Etats Generaux’u (Soylular, papazlar ve halk
temsilcilerinden meydana gelen ve hükümet tarafından belirlenen zamanlarda toplanan
ancak herhangi bir yasama ve yürütme belirlenen yetkisi olmayan meclis) toplantıya
çağırmak zorunda kaldı. Ancak bu meclisin çalışmalarından bir sonuç çıkmadı.
Bunun üzerinde 17 Haziran 1789 tarihinde halk temsilcileri, toplumun %96’sını temsil
ettiklerini söyleyerek, kendilerinden meydana gelen meclisi “Millî Meclis” olarak ilan ettiler.
20 Haziran’daki toplantıda da bir anayasa yapılıncaya kadar dağılmamaya ant içtiler.
Millî Meclis’in Fransa krallığı için bir anayasa yapmak üzere harekete geçmesi,
yüzyıllardan beri süre gelen monarşi yönetimini değiştirmeyi hedef alan bir hareketti. Bu
bakımdan krala ve kiliseye karşı gelmekti. İşte bu girişimle ihtilâl başlamış oluyordu. 14
Temmuz’da halk, Paris’te yönetime el koyarak Derebeylik sistemin kaldırıldığını ilan etti.
28 Ağustos 1789’da ise “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi” yayınlandı. Bu bildirinin ana
hatları şunlardır:
Fransız İhtilâli, milletlerarası siyasî hayatta ise; milletlerin hakları, milletlerin kendi
geleceklerine kendilerinin hâkim olması, milletlerin eşitliği, plebisit, doğal sınırlar, tarafsızlar
hukuku gibi sonraki yıllarda önce Avrupa’nın sonra da dünyanın sosyal, siyasî ve ekonomik
hayatının şekillenmesinde önemli roller oynayacak prensipleri getirdi.
Böylece 1789 Fransız İhtilâli, ortaya koymuş olduğu düşünce akımları, siyasî, sosyal,
ekonomik, askerî alanlarda getirdikleri ve bunların etkileri ile, günümüze kadar dünya
ölçüsünde büyük değişikliklerin ve gelişmelerin meydana gelmesine yol açmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 33
Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Fransa ile mutat dostluk ilişkilerini devam ettirdi. Hatta
o tarihe kadar Osmanlı Devleti’nin Fransa’da daimi elçisi yokken ilk defa olarak Mora’lı
Esseyyid Ali Efendi 1797 yılında Paris’e elçi olarak gönderildi. Fakat Temmuz 1798’de
Mısır’ın Fransa tarafından işgali iki devletin arasının açılmasına ve Osmanlı Devleti’nin
Mısır meselesinin dolayı önce Rusya ile daha sonra da İngiltere ile ittifak yapmasına
yol açtı. Bu ittifaktan sonra Napolyon Ağustos 1799’da kuvvetlerini Mısır’da bırakarak
Fransa’ya dönmek zorunda kaldı. Fransa’nın Mısır’da bıraktığı kuvvetler, o sırada Mısır’a
çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri tarafından Mart-Nisan 1801 tarihinde yenilgiye uğratıldı.
Bunun üzerine Fransa Mısır’daki kuvvetlerini tamamen geri çekmeye karar verdi. Sonuçta
iki devlet arasında 25 Haziran 1802’de Paris’te barış antlaşması imzalandı. Buna göre
Fransa Mısır’ı Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu.
Sened-i İttifak, belgesinde belirli bir askerî reform programı olmamasına karşın;
tartışmaların yönü ve maddeler, III. Selim’in Nizam-ı Cedit ordusunun hazır bulunanların
tam desteği ile yeniden kurulacağını gösteriyordu. Ancak Sened-i İttifak’ın önemi ilk kez
Osmanlı padişahının yetkilerini resmi bir belge ile kısıtlanmış olması ve hükümdar ile ayanlar
arasında yazılı bir anayasa denilebilecek anlaşma niteliğinde görülmesinden gelmektedir.
Başlangıçta II. Mahmut, Alemdar Mustafa Paşa’nın bu teşebbüsünü hükümdarlık haklarına
bir darbe olarak gördüğünden imzalamak istemedi ise de, sonunda başından tehlikeyi
savdıktan sonra icabına bakabileceği öğüdünde bulunan Eğriboyun Ömer Ağa’nın sözüne
uyarak belgeyi istemeden de olsa onaylanmıştır. Ancak, bu girişimden öylesine rahatsızlık
duymuştur ki ilk fırsatta senedi kaleme almış olan Beylikçi İzzet Bey’i Üsküdar’da astırdı.
Diğer taraftan Nizam-ı Cedit’in yerine Sekban-i Cedit kurulmasından bir ay sonra 14 Kasım
1808 gecesi İstanbul’da patlak veren ve Alemdar Mustafa Paşa’yı hedef alan Yeniçeri
ayaklanması karşısında da sessiz kaldı. Alemdar’ın öldürülmesi üzerine de sarayı kuşatan
yeniçerilerle anlaşma yoluna gitti. Sekban-ı Cedit, isyancıların isteği doğrultusunda dağıtıldı.
B- Yenilik Hareketleri
II. Mahmut, 14 Kasım 1808 İsyanı’ndan sonra Yeniçeri Ocağına verdiği tavizlerine karşılık, tahta
çıkışından sonraki 18 yılda çeşitli yollara başvurmak suretiyle Anadolu ve Rumeli ayanlarının
34 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
nüfuzunu kırdı. Eyaletleri merkeze bağladı. Bundan sonra Yeniçeri Ocağını itaat altına alma
işine girişti. Ocakta ıslahat yapılmasına dair bir hatt-ı hümayun çıkarması üzerine 15 Haziran
1826’da Yeniçeriler ayaklandılar ve kışlalarının bulunduğu at meydanına toplandılar. II.
Mahmut kışlaları topa tutturdu ve isyanı kanlı bir şekilde bastırdı. Hemen ardından da Yeniçeri
Ocağı bütünüyle kaldırıldı.
II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nın yerine Avrupa usulünde yetiştirilmek üzere Asakir-i
Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu ordunun başkumandanlığını yapmak için
Seraskerlik makamı kuruldu. Yeni orduya asker sağlanması, 1826 yılı sonunda çıkarılan
bir nizamname ile düzene kondu. Askerlerin eğitimi için Avrupa’dan ve Mısır’dan subaylar
getirildi. Alman Feldmareşal Helmut Von Moltke getirilen subayların arasındaydı.
II. Mahmut’un sağlık alanındaki reformları da dikkat çekicidir. Ordunun hekim ihtiyacını
karşılamak için 1827 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda Tıbhane-i Amire açıldı. 1812’den
beri aralıklarla devam eden veba ve kolera salgınları için 1838’de Avusturya’dan getirilen
uzmanların yardımıyla İstanbul yakınlarında bir karantina merkezi kuruldu. Yeni orduya
Avrupa harp sanatını bilen piyade ve süvari subaylarının yetiştirilmesi için 1834 yılında
İstanbul’da Maçka kışlasında Mekteb-i Umumi Harbiye öğretime açıldı. Batıya öğrenci
gönderilmesine de II. Mahmut zamanında başladı.
II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen kıyafet değişikliği de kayda değer bir gelişme-
dir. 1828’de Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerine fes giydirildikten sonra, ertesi yıl
devlet memurlarının batılı tarzda giyinmeleri bir irade ile sağlandı. Sarık sarmak ve cübbe
giymek yalnız din adamlarına bırakıldı. Bizzat padişah sakalını keserek batılı kıyafeti ile
halkına örnek oldu. Avrupa tipi eğlenceler düzenlendi.
Kaldırılan Yeniçeri Ocağının yerine kurulacak ordunun insan ve vergi kaynağını tespit
için Anadolu ve Rumeli’deki erkek nüfusun sayımı yapıldı. Böylece Hıristiyan ve İslâm er-
kek sayısı ortaya çıkarıldı. Nüfus sayımı ile birlikte mülk yazımı da yapıldı.
II. Mahmut döneminde memleket dışına yapılacak geziler için Hariciye Nezareti’nden
(Dışişleri Bakanlığı) pasaport alınması şart getirildi. Mehter kaldırılıp Mızıka-i Hümayun
kuruldu. Tiyatro, opera girdi. Eğitim alanında ilköğretim mecburi yapıldı. Tıp Mektebi, Adliye
Mektebi açıldı. Divan-ı Hümayun yerine Meclis-i Hass-ı Vükela; Reisül-Küttaplık yerine
Hariciye Nezareti kuruldu. Ayrıca Şura-yı Bab-ı Âli kuruldu.
II. Mahmut ıslahatçı Osmanlı padişahları arasında en başarılı olanı sayılır. Bununla
birlikte reform hareketleri yolunda ne bir kesinlik, ne bir yeterli yöntem ve ne de bunların
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 35
gerçekleştirilmesi yolunda geniş bir anlayış getirebildi. Reform isteği, işlerin temelinden
çok, dış görünüşlerine dayanıyordu. Kâğıt üzerine pek hoş görünen yasal değişiklikler içe-
rikten yoksun etkisiz ve uygulamaz durumdaydı. O denli geniş alanda reform girişimi de o
günkü siyasal koşullar içinde vakitsizdi. Toplum böyle bir dönüşüme hazır değildi.
TANZİMAT DÖNEMİ
Gülhane Hattı Hümayunu
Tarihimizde Tanzimat-ı Hayriye adıyla anılan bu devir Türk yenileşme tarihinde bir dönüm
noktasıdır. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Ortaçağa ait bir devlet sisteminden hukukî
manada yeni ve çağdaş bir devlet teşkilâtına doğru ilk adımını atmaya teşebbüs eder. Reform
gayretlerinin başlangıcından Tanzimat’a kadar, bir asrı aşan zaman zarfında çalışmalar
önemli ölçüde askerî alana yönetilmiş, burada da bütün gailelerin ağırlık merkezini teşkil
eden yeniçerilerin ıslahı veya kaldırılması ile uğraşılmıştır. Ordu meselesi bir dereceye
kadar halledildikten sonradır ki, reform temayülleri ancak diğer sahalara yönetilebilmiştir.
II. Mahmut’un son yıllarında Mısır Meselesi yeniden patlak verdi. 1839 yılının
başlarında Mehmet Ali Paşa bir kere daha isyan edince, isyanı bastırmak üzere 21 Nisan
1839’da Osmanlı ordusu harekete geçti. Ancak 24 Haziran’da ordu Nizib’de yenildi. Bu
yenilgi bir bakıma II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen reform hareketlerinin yetersizliğini
ispatlamaktaydı. Sultan, Nizib yenilgisinin haberi İstanbul’a ulaşmadan önce 1 Temmuz
1839’da öldü. Yerine henüz 16 yaşında olan Abdülmecid padişah oldu. Bu arada, Tanzimat
dönemine damgasını vuracak olan, ancak II. Mahmut’a kabul ettiremediği reform paketi
yüzünden sultanla ters düşerek İngiltere’ye elçi olarak gitmiş olan Mustafa Reşit Paşa,
Ağustos 1839’un başında yeni sultanın tahta çıkışını kutlamak bahanesiyle İstanbul’a döndü.
II. Mahmut’a kabul ettiremediği ıslahat programı için genç padişahın onayını aldı. Reşit
Paşa, Sultana önerdiği ıslahat programı ile bir taraftan imparatorluğun ilerlemesini durduran
engelleri aşmak, diğer taraftan devletin o an içinde bulunduğu güçlükten kurtulabilmek için
muhtaç bulunduğu batılı devletlerin yardımını temin etmeyi planlıyordu. Bu itibarla; Mustafa
Reşit Paşa tasarladığı ıslahatın yalnız bir sosyal mecburiyet olduğuna değil, aynı zamanda
o an için kaçınılmaz bir siyasî tedbir olduğuna da inanmaktaydı. Onu bu inanca sevk eden
sebepler muhtelif olmakla birlikte, uzun müddet Avrupa’da bulunması neticesinde Fransız
İhtilâli’nden gelen ilhamların Batı devletlerinin Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini
bilmesinin önemli rol oynadığı muhakkaktır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu Sultan Abdülmecid’in de onayı ile 3 Kasım 1839 Pazar
günü Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Sultan Abdülmecid, fermanın okunuşunda
36 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
hazır bulunmak üzere Gülhane meydanına bakan kasra gelmiş ve merasimi buradan takip
etmiştir. Ferman ana hatları ile şunları sağlamayı öngörüyordu:
1) Hangi din, millete mensup olursa olsun, Osmanlı memleketlerinde yaşayan bü-
tün halk; can, ırz ve namus garantisine sahip olacaktır.
2) Herkes mülkiyet hakkına sahip bulunacak ve bu hak ferdin lehine olarak devlet
tarafından müdafaa edilecektir.
3) Vergiler için belli ve adil nispetler tayin edilecek, vergi mükellefiyeti eşit olacaktır.
4) Askerlik hizmeti için belli bir süre ve her yerin nüfusu nispetinde mükellefiyet
konulacaktır. Yeni düzenlemeden Müslüman olmayan halk da istisnasız olarak
yararlanacaktır.
5) Suç işlediği iddia olunanlar hakkında tahkikat açık olarak yapılacak ve bunlar
alenen muhakeme edilecektir.
6) Kimse hakkında mahkemenin kararı (hükmü) olmadan idam cezası tatbik
olunmayacaktır.
7) Mahkûm olanların varisleri, veraset hakkından mahrum edilmeyecektir.
8) Bütün bunlar hakkında çeşitli din ve milletlerden olan halka eşitlik tanınacaktır.
II. Mahmut devrinde kurulan ve bazı teşrii (kanun yapma) ödevleri de bulunan Meclis-i
Valay-ı Ahkâm-ı Adliye’nin bir taraftan üyeleri çoğaltılacak diğer taraftan devletin ileri gelen
vükela ve ricali de belli zamanlarda toplantılara katılıp bütün bunlar hakkında kanunlar
hazırlayacaklardı.
Bütün devlet memurlarına statülerine uygun belli bir maaş bağlanacaktır.
Rüşvet, katî olarak kalkacak ve buna cesaret edenler şiddetle cezalandırılacaklardır.
Hükümdar bizzat kendisi bu usullere riayet etmeyi ve bunlara aykırı davranmamayı
kabul ettiği gibi, Ulema ve devlet ricali de bu hususta yemin edeceklerdir.
Tarihimizde Tanzimat adıyla anılan ve 1876 yılına kadar sürdüğü kabul olunan devre,
Batı kurumlarının yanında Batı fikirlerinin de memlekete girdiği dönemdir. Ancak, Batı
hukuku anlayışının etkisiyle başlayan bu akım Osmanlı toplumunun dayandığı geleneksel
kurumları ortadan kaldırmamış, eskisiyle birlikte yaşamak üzere yeni müesseselerin
kurulmasına sebep olmuştur.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı ardından adliye sahası dışında malî ve askerî ıslahat
yapıldı. Vergilerin, iltizama verilmesi yerine vergi tahsildarları eliyle doğrudan toplanmasına
başlandı. Fakat vergi hâsılatında azalma olunca 1841’de eski usule geri dönüldü.
Tanzimat Fermanı ile girişilen ve yukarıda madde madde sıralanan taahhütler başlıca
şu sebeplerden dolayı tam olarak gerçekleşmedi:
Devrin fikir ve sosyal şartları, bilhassa hâkim sınıflarının olgunluk seviyesi, bu esaslara
dayanan bir siyasî statünün tatbikine elverişli olmaması.
Demografik bakımdan tecanüsten mahrum Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde cins,
ırk ve din farkı gözetmeksizin vaat edilen hürriyetler daha ziyade İmparatorluğun Avrupa
yakasında yaşayan temsil edilmemiş yabancı unsurların milliyetçilik duygularını kamçılayıp,
hürriyet ve istiklâl iştiyaklarını körüklemiştir. Bunun neticesi, dış müdahalelerle siyasî
beklentilerin büsbütün artması ve devamlı surette çözülme endişesinin yaşanması oldu.
Bu durum; sosyal ve siyasî realiteleri hesaba katmaksızın sırf şahsi inisiyatif ve pres-
tijden kaynaklanan bir reform hareketinin, eksik ve geçici bir deneme olarak kalmaya mah-
kum bulunduğunu sosyolojik bir gerçek olarak meydana koymuştur.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 37
yayılmış durumdaki Rumları kendi çevrenizde birleştirmeye büyük çaba gösterin; onların
merkezi, onların desteği olun ve bir çeşit egemenlik yahut ruhani bir üstünlükle peşinen bir
evrensel hâkimiyet kurun; düşmanlarınızın evine bir o kadar dostunuz olacaktır.” şeklinde
ifade edilmiştir.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Şark Meselesi’nin diğer iki önemli noktası da
Türklerin Hıristiyanlığa kazanılması, eğer bu başarılamazsa Türklerin Anadolu’dan kovulmasıdır.
KIRIM HARBİ
Tanzimat Fermanı ve arkasından gelen ıslahat hareketleri ile Şark Meselesi’nin İngiltere
ve Fransa’nın umduğu gibi şimdilik Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlere özgürlükçe
hakların verilmesi yöntemi ile çözülmesi üzerine Rusya başta kutsal yerler meselesini gün-
deme getirecek karışıklık çıkarma arayışına girdi. 1853’de Rus Çarı Nikola İngiliz elçisiyle
yaptığı bir görüşmeden sonra ünlü olacak olan “hasta adam” deyimini ilk kez kullanarak,
daha fazla gecikilmeden Osmanlı mirasını gürültüsüzce paylaşmak için tedbir alınmasının
faydalı olacağını söyledi.
1) Gayri Müslimlerin askerî ve sivil bütün okullara girme hakkını elde etmeleri ve
kendi okullarını açarak devlet memuru olabilmeleri.
2) Müslümanlarla gayrimüslimler veya gayrimüslimlerin kendi aralarındaki ceza
ve ticaret davalarının “muhtelif divanlarda” (ki bunlar laik mahkeme olacaktır)
görülmesi ve bunlar için ceza, ticaret ve usul kanunlarının hazırlanması,
3) Müslüman olmayanların da askerlik hizmetiyle yükümlü olması; fakat “bedel”
vererek askerlikten kaçınmak imkânının tanınması,
4) Yerli mevzuata uymak şartıyla yabancılara gayrimenkul edinme hakkının
tanınmasıydı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 39
Meşrutiyet’e giden yoldaki en önemli hukuk reformlarından biri de hiç şüphesiz Mecelle
olarak bilinen ve ilk bölümü 1870’de yayınlanan ve 1888’de tamamlanan yeni bir medeni
kanunun ilanıydı. Mecelle zamanın entelektüel hayatında önde gelen bir sima olan Ahmet
Cevdet Paşa’nın başkanlığında hazırlandı.
Yeni Osmanlılar hareketi içindeki en önemli kişi hiç şüphesiz Namık Kemal’di. Namık
Kemal 1870’de tekrar İstanbul’a döndü. 1873’de Vatan Yahut Silistre oyununu sergiledi.
Seyirciler oyunu anlatan vatan kavramı karşısında coşuyorlar, oyundan sonra sokaklarda
da devam eden heyecanlı gösteriler yapıyorlardı. Bunun üzerine oyun yasaklandı ve Namık
Kemal Magosa’ya sürgün edildi.
Namık Kemal’in sosyal fikirleri arasında en mühim yer tutanları devletin menşeine,
vasıflarına, teşkilâtına dair olan görüşlerdir. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde
bulunduğu müşkül vaziyetin başlıca sebebini, o devlet teşkilâtının bozukluğunda bulur. Bu
teşkilât düzelirse; İmparatorluğu dâhilden ve hariçten baskı altında tutan, parçalanmaya
doğru götüren sebepler ortadan kalkacaktır.
Namık Kemal insan hürriyetini, eğitimin Türkçe olmasını ister. Meşrutiyet fikrini
benimser. O, devlet geleceği için sorgulama yapmaktan da kaçınmaz ve her şeyden önce
fikirleri Osmanlı aydınlarının çoğunluğu tarafından da paylaşılır. 1876 yılına gelindiğinde
ise, meşrutiyet fikri kamuoyunda açıkça tartışılacak oranda olgunlaşır.
Kanun-i Esasi, böylesine güçlü bir yürütme karşısında oldukça zayıf bir parlamento
kurmuştur. (ancak bu dönemde bir parlamentonun kuruluşu bile başlı başına bir olaydır.) İki
kolu olan bir parlamentonun bir kolu, bütünü ile padişahın isteği ile oluşan Heyet-i Ayan’dır.
Öteki kol olan Heyet-i Mebusan ise, anayasaya göre dört yılda bir yapılan genel seçimle
belirlenmektedir. Yasama yetkisi bakımından parlamentonun iki kanadı eşit durumdadır.
Parlamento’da Mebusan Meclisi 80’i Müslüman, 50’si de gayrimüslim olmak üzere
130 milletvekilinden oluşmaktadır. Ancak her vilayet gösterilen sayıda milletvekili seçip
İstanbul’a gönderemedi. Bu yüzden ilk meclisin sayısı 115 ile 117 arasında değişti. Tespit
edilen 130 rakamına hiç ulaşılamadı. Parlamentoya gelen mebusların 69’u Müslüman 46’sı
gayrimüslimdi. Meclis ilk toplantısını 19 Mart 1877’de yaptı. Parlamento 1876 anayasası
ile kendisine verilmeyen yetkileri de kullanmaya teşebbüs etti ve “serbest konuşmayan
mebusların parlamentoda işi olmadığını, padişahın kendilerine danışmayı ihmal ettiğini
açıkça söylemekten çekinmemiştir.” Padişah tarafından meclisin feshi halinde, seçimlerin,
yeni meclisin en geç altı ay içinde toplanmasını sağlayacak bir müddet içinde yapılması şarttı.
(Madde 73) Parlamento azasının yemini, vatan ve anayasadan önce padişaha sadakati teyit
etmektedir. (Madde 46)
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 41
Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda, II. Mahmut saltanatının son yıllarda olduğu gibi
mutlakıyet idaresi yeniden kuruldu. II. Abdülhamit’in iktidarı 31 yıl sürdü. Bu süreç içinde
padişah, Osmanlıcılık siyasetinin mahzurlarını gördüğünden İslâmcılığı benimsedi.
Gerçekten, Batılı devletlerin ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında devletin birliğini
korumanın en sağlam yolu İmparatorluğun Müslüman tebaasını din bağıyla bütünleştirmekti.
Bunun için, II. Abdülhamit memleketin iktisadî kalkınmasına önem vererek özellikle ulaştırma
ve haberleşme sahalarında ıslahat yapmış, diğer taraftan eğitim konusunda ciddî hamlelere
girişmiştir.
DÜYÛN-I UMUMİYE
Abdülhamit döneminin malî alandaki en büyük olayı, hiç şüphesiz “Düyûn-ı Umumiye”dir.
II. Abdülhamit 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra toplanan Berlin
Kongresi’ni (13 Haziran-13 Temmuz 1878) takip eden aylarda yeni bir kurulu düzen (statü-
ko) oluştururken Osmanlı borçlarına da bir çözüm bulma gayreti içine girdi. Çünkü, 1878’de
1854-1876 dönemi içinde alınan 244 milyon lira borçtan 95 milyon lirası ödenmemiş du-
rumdaydı. Buna 40 milyon lira iç borç tahvili de eklenince 135 milyon lira borç ediyordu.
Bunun yıllık faiz oranı 10 milyon lira tutmaktaydı. Devlet, dış borçların ödenmesini ne kendi
bütçe imkânlarıyla ne de yeni borçlanmalar kanalıyla ödeyemez hale gelince 1875 yılında
dış borçlar üstündeki faiz ve anapara ödemelerini durdurduğunu açıkladı.
Böyle bir ortamda II. Abdülhamit, yabancı devletlere, borçlar konsolide edilmediği tak-
tirde hiç kimsenin eline bir şey geçmeyeceğini, Avrupa’daki binlerce tahvil sahibinin her şey-
lerini kaybedeceklerini ve genel bir felaketin olacağını söyledi. Bunun üzerine telaşa kapılan
Osmanlı Bankası ve diğer yerli alacaklılar, bazı Osmanlı gelirlerini, üzerinde yalnız kendi
temsilcilerine denetim yetkisi verildiği takdirde konsolidasyonu kabul edeceklerini bildirdiler.
Oluşturulacak bir komisyon vasıtasıyla kendilerine bırakılan gelir kaynaklarını toplayıp ida-
re edecekler ve bu gelirleri tümüyle borçların ödenmesinde kullanacaklardı. Görüşmeler 10
Kasım 1879’da anlaşma ile sonuçlandı. Hükümet, bankerlere 1 Mart 1879’dan 1 Mart 1880’e
kadar bir yıl için tuz ve tütün tekeliyle damga resmi, alkol vergisi, bazı belirli bölgelerdeki ba-
lıkçılık vergisi ve ipek böceği kozasından alınan dört ayrı dolaylı verginin net gelirlerini verdi.
Anlaşmanın süresi 10 yıldı.
Osmanlı Hükümeti Batılı alacaklılarla da görüşmelere başladı. Görüşmelerde yaban-
cı devletlere ödenecek borçların arasına Rusya’ya verilecek savaş tazminatının da ilave-
si sağlandı. İstanbul’da devam eden toplantılar 23 Kasım 1881’de tamamlandı. 20 Aralık
1881’de (Hicri takvime göre Muharrem ayında) II. Abdülhamit’in iradesi ile onaylanarak
aynı gün yürürlüğe girdi. Anlaşmaya göre o sırada 191 milyon Osmanlı lirası olan borç 106
milyon liraya indirildi. Miktarı azaltılan borcun kalan bölümlerinin ödenmesi için geri dönüş-
süz olarak gelirlerin bir bölümünden vazgeçti. Bu gelirler tuz ve tütün tekellerinden, damga
resminden, alkol vergisinden, balık vergisinden ve bazı bölgelerdeki ipek böceği kozanı
vergisinden oluşmaktaydı.
ERMENİ MESELESİ
Problemin Doğuşu ve Gelişimi
XIX. Yüzyılın sonu ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde “Şark Meselesi”nin önemli bir safhası
ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin dâhili bir problemi olarak dünya ve bilhassa batı ka-
muoyunu meşgul eden uluslararası konulardan biri de hiç şüphesiz “Ermeni Meselesi”dir.
Bu mesele, Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için bizzat Batılılar
tarafından ortaya çıkarılmasına karşın dünya kamuoyuna kasıtlı olarak doğru olmayan bir
şekilde Türklerin Ermenileri yok etme mücadelesi olarak yansıtılmıştır.
Ermeniler, İstanbul’daki Ermeni Patriği’nin liderliği altında, kendi Gregoryen milletleri
dini ve kültürel özerkliğe sahip bir durumda Osmanlı toplumuyla barış içinde yaşıyordu.
Osmanlı ticareti ve sanayinde önemli bir yere sahiptiler. Müzik, ticaret, inşaat, el sanatları
ve tiyatro alanlarında uzmanlaşmışlardı. Anadolu’dakiler ziraat ve diğer işleri yapıyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 43
“…Komitamız, milletlerin hayat ve varlıklarının söz konusu olduğu şu büyük kanlı sa-
vaşta, maddî ve manevî kuvvetleriyle mücadele sahasına atılarak, ihtilalci ve intikamcı olan
kılıcını harp terazisinin kefesine koymuştur ki, bu da en kestirme bir yoldan, Ermeni davası-
nın, medeniyet dünyasına arzıdır. Bu istekleri Avrupa milletlerine ve siyasî mahfillerine arz
eden komitamızdır…
gelernler için ordu tarafından alınacak tedbirler hakkında kanun) çıkarıldı ve 1 Haziran
tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlandı. Kanun’un 2. maddesinde “Ordu, Müstakil Kolordu ve
Tümen Komutanları, askerî sebeplerden dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri
köy ve kasaba halkını tek tek veya toplu olarak diğer bölgelere sevk ve iskân ettirebilirler.”
deniyordu.
Tehcir, önce doğrudan doğruya cephenin güvenini sarsacak bölgelerde yani; Erzurum,
Bitlis ve Van bölgeleri ile, Sina Cephesi gerisinde bulunan Mersin ve İskenderun bölge-
sinde uygulanmış daha sonra kapsam Adana, Ankara, Aydın, Bursa, Canik (Samsun),
Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya,
Kütahya, Mamuret-ül-aziz, (Elazığ), Maraş, Niğde, Sivas, Trabzon ve Urfa’ya kadar geniş-
letilerek buradaki Ermeniler Halep, Rakka, Zor, Kerek, Havran ve Musul’a sevk edilerek
iskân edilmişlerdir.
Ermenilerin sevkıyat sırasında katliama uğradıkları iddiası ise doğru değildir. Çünkü
kafileler iskân yerlerine sevk edilirken yakın ve meşakkatsiz yollar seçilmiş, ayrıca emniyet
ve korunmaları için özen gösterilmiştir. Nitekim Cemal Paşa da hatırlarında “Ermeni
muhacirlerinin Mezopotamya’ya gönderilmesi orada sefalete duçar olacaklarına emin
olduğum için bunlardan birçoklarının Suriye ve Beyrut vilayetleri içine yerleştirmelerini
münasip gördüm. Buna müsaade edilmesini ısrarla İstanbul’a yazarak muvafakat aldım.
Bu sayede vilayetlerde hemen 150 bin kadar Ermeni’yi yerleştirmeye muvaffak oldum… “
diyerek, savaş şartlarında ve isyan etmiş durumda oldukları halde Ermenilerin iskânında
gösterdiği gayreti ortaya koymaktadır.
Hükümet 19 Haziran 1915 tarihinde yayınlandığı talimatname ile de tehcire tabi tutulan
Ermenilerin mallarını koruma altına aldı. Bu amaçla bir “Emval-i Metruke Komisyonu”
(Terkedilmiş Mallar Komisyonu) kuruldu. Bu komisyon, boşaltılan köy ve kasabalardaki
Ermenilere ait malları tespit ederek ayrıntılı defterlerini tutacaktı. Defterin biri mahalli
kiliselerde korunacak, biri mahalli yönetime verilecek, biri de komisyona kalacaktı. Bozulabilir
eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktı. Komisyon bulunmayan
yerlerde bu görevi mahalli yetkiler yerine getirecekti. Bu malların korunmasında Ermeniler
dönünceye kadar hem komisyon hem de mahalli idareler sorumlu olacaktı.
Ermenilerin taşınmaz malları ile ilgili olarak da 11 Ağustos 1915 tarihli tebligatla aşağı-
daki tedbirlerin alınması sağlandı:
için kafilelerin Ereğli’den Ulukışla sınırına varıncaya kadar kendilerine muhafız ayrılması
gereği” ayrıca “Müslümanlığı kabul eden ya da etmeyen Ermenilerden kimsesiz ve
yardıma muhtaç bulunanların göçmenler ödeneğinden beslenmesi” bildirildi. Bütün bunlara
rağmen, Ermeni tehciri konusu dahilde ve bilhassa hariçte günümüzde de dikkat çeken
meselelerden biri olmaya devam etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki; tehcir meselesi
Ermenilerin ve onlara duygusal ya da siyasî bağlarla bağlı bulunan Avrupa ve Amerika’daki
bir grup insanın iddialarının aksine, Hükümet tarafından önceden planlanarak uygulanan
bir proje değil, tamamen savaş sırasında Ermenilerin davranışlarından kaynaklanan bir
zaruretin sonucudur. Bu itibarla tehcir sırasında o günkü olumsuz şartların sonucunda
ortaya çıkan bazı istenmeyen hadiselerin sorumluluğu da savaş sırasında orduyu ve halkı
arkadan vurmaya kalkanlara aittir.
Talat Paşa 1 Kasım 1918 tarihinde yazdığı ve 12 Kasım 1921 tarihli Vakit Gazetesinde
neşredilen makalesinde ifade ettiği gibi, isyanlardan tabii ki bütün Ermeniler sorumlu değil-
dir. Fakat devletin hayat ve memadı kararını verecek büyük harp esnasında orduların ser-
bestçe hareketine engel olan, cephe gerisinde isyanlar çıkararak memleketin selametini,
ordunun emniyetini tehlikeye düşüren hareketlere devletin müsamahakâr davranmaması
bir zarurettir.
II. MEŞRUTİYET
II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 (Rumi 10 Temmuz 1908) de top atışları ve büyük şenliklerle
ilan edildi. Hürriyet’in ilanı bütün Rumeli’de ve İstanbul’da görülmemiş bir coşkuyla karşı-
landı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez bir ölçüde tabandan gelen anayasacılık hareketi
oluşmuştur. Onun içindir ki, I. Meşrutiyet’in aksine, tehlike ile karşılaşınca kendisini koru-
yabilmiştir. Gerçekten de 31 Mart (bugünkü takvimle 13 Nisan) 1909’da Derviş Vahdeti ve
yandaşları, sistemi yeniden, Meşrutiyet öncesine döndürmek isteyince derhal Rumeli’den
yürüyen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, ayaklanmayı bastırmaya
muvaffak oldu. Derviş Vahdeti hareketine II. Abdülhamit’in katkısı olup olmadığı tam olarak
tespit edilmemesine karşın; hareket II. Abdülhamit’in tahtına ve hürriyetine mal oldu. II.
Abdülhamit’in yerine tahta V. Mehmet Reşad getirildi.
1908 yılında seçilmiş olan Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan ile el ele vererek, 21
Ağustos 1909’da anayasa değişikliğine gitti. Bu değişiklikten sonra Kanun-i Esasînin en
önemli kurumu, artık padişah değil Meclis-i Mebusan oldu. Sultan’ın Meclis-i Mebusan’ı
dağıtma yetkisi kısıtlanmış, dağıtma halinde yeni toplantıların en geç üç ay içinde yapıl-
ması hükme bağlanmıştır. Padişah’ın kesin veto yetkisi alınmış, meclislerin üçte iki çoğun-
lukla ısrarı karşısında, padişahın yasayı ister istemez yürürlüğe koyması kabul edilmiştir.
Kanun-i Esasînin 113. maddesinin sürgün hükmü yürürlükten kaldırılmış, Padişahın harca-
malarının parlamento tarafından denetlenmesi karara bağlanmıştır.
1908’e kadar kaybedilen topraklardan daha fazlası 1 yıl içinde elden çıktı. Gelişmelerden
Batılıların sorumlu olduğuna inanan halk II. Abdülhamit’in mutlak hâkimiyet dönemini
arar duruma geldi. Bu arada Kasım-Aralık 1908’de yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki
288 milletvekili çıkarttı. Bunlardan 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’u
Ermeni, 10’u Slav ve 4’ü Rum kökenli idi. Bu tabloya rağmen, Meclisin Osmanlı birliğini
sağlama şansı azdı. Bu yetmiyormuş gibi, Rum ve Ermeni temsilciler Makedonya ve Doğu
Anadolu’da özerklik ya da bağımsızlık için kendi partilerini kurdular. Meclis çalışmalarını
sırf terör çıksın diye aksatmaya başladılar. Böyle bir ortamda II. Abdülhamit’in yerine
tahta geçmiş olan V. Mehmet duruma hâkim olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise
henüz iktidara hazır olmadığından, üzerinde durduğu Osmanlı birliği fikrini uygulayamadı.
Nihayet, ard arda gelen savaşlar ve içerdeki iktidar çekişmeleri Meşrutiyet’in de
İmparatorluğun da sonu oldu.
OSMANLICILIK
Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir “Osmanlılık”
duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir “Osmanlı Milletini” ortaya çıkarak Osmanlı
Devleti’nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarf etmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce
akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk
içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri
göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri
yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.
Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut’un “Ben tebaamın Müslüman
olanını camide, Hıristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında
başka bir güna farkı yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi
gerçek evladımdır” ifadesi ile başladı. 1839’da ilan edilen “Gülhane Hattı Hümayunu”nda
bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişim
dönemi de Tanzimat’tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik
olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok
konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; Osmanlıcılık fikrinin ana programı şu şekilde
özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum
zulümden kurtulup, ezel “ve beşer” olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları
vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna başvurulmaz, fitne
çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.
Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın milletleri herc-ü merc (altüst)” edeceği gibi Avrupa’yı
hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye’ye hamililik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk
eder” der.
Yusuf Akçuraoğlu ise, Üç tarzı-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi
bulmadığını “… Muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve
savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı…”
yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağı şu sözler
ile ortaya koymuştur.
İSLÂMCILIK
İslâmiyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye
sahip olmuştur. Fakat “İslâmcılık” adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok
farklıdır.
Bir düşünce akımı kimliğiyle İslâmcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek
mümkün değildir. İslâmcılık, yoğun olarak II. Abdülhamit döneminde kendisi ve rakipleri
tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamit, İslâmcılık politikasıyla hem Balkanlardaki
“Panslavizm”i etkisiz duruma getirmek, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gü-
cünü kırmak istiyordu. Fakat zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.
İslâmcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi,
Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslâmiyet’ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslâmiyet bilime
ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslâmiyet’in
özünde vardır. Bu yüzden İslâmcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket
şartlarına uydurulması taraftarıdır.
Said Halim Paşa’ya göre İslâmlaşmak demek, İslâm’ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset
sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır.
TÜRKÇÜLÜK
Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Millî Mücadele’nin
başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır.
Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadî politikanın izlenmesi ve özellikle
kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar
“Türk Yurdu”, “İktisad Mecmuası” gibi dergilerde “Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir”;
“İktisad-ı Millî”; “Millî İktisada Doğru” vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.
Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerek-
tiğini ifade ettiler. Bunu en iyi şekilde dile getirenlerden biri olan Ziya Gökalp;
“Türklüğün bir ili (vatanı) var
Yalnız bir dili var
Başka bir dil var diyenin
Başka bir emeli var” der.
Dilde birliği, vatan ve tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Mehmet Emin Bey ise “Cenge
Giderken” adındaki şiirinde;
“Ben bir Türk’üm, dinim cinsim Uludur,
Sinem özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz giderim…
Bu topraklar ecdâdımın ocağı,
Evim, köyüm, hep bu yerin bucağı,
İşte vatan, işte Tanrı kucağı,
Ata yurdum evlât bulmaz; giderim.”
diyerek hem kolay anlaşılır bir dil kullanışı, hem de Türklüğü övüşü ve Türk vatanında
farklı dillerin kullanılmasına tepki duyulması itibarı ile dikkat çekicidir.
Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı olarak;
“Asya’da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde
toplayarak büyük ve kuvvetli bir “İLHANLIK” teşkil etmeyi savundular.” Ziya Gökalp “Turan”
adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar:
“Vatan ne Türkiye’dir. Türklere, ne de Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.”
Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir ger-
çeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir.
Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. O halde devlet ancak Türk mil-
letini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir.
GARPÇILIK (BATICILIK)
Tanzimat’tan sonra devleti kurtarmak ve modernleşmek yolunda ortaya çıkan fikir
akımlarından biri de garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile
bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet’e gelinceye kadar Batılılaşma
hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet
adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi
hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 51
İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alın-
ması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel
açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.
SOSYALİZM
Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava
içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında “Sosyalizm” düşüncesi de gündeme
geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Bu fikirdeki bir parti, 1908 sonundaki
grev hareketleri ve 1909 yılında parlamentoda uzun tartışmalara sebep olan “işçi sendika-
ları” meselesinden sonra Eylül 1910’da “Osmanlı Sosyalist Fırkası” adı ile kuruldu. Parti,
52 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Cemiyet 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur.
Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askerî Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo),
İshak Sükuti, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir.
4-9 şubat 1902’de yapılan “Büyük Jön Türk Kongresi’nde”, ülkeye yeniden
kazandırılacak olan Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş
ayrılıkları cemiyeti ikiye bölmüştür. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye
cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmuşlar ve
Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır. Ahmet Rıza Bey başkanlığında temsil edilen
diğer grup ise, kongre sonrası ilk icraat olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin
ismini “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”ne dönüştürmüştür.
Diğer taraftan, Selanik’te de 1906 Eylül’ünde içlerinde Bursalı Mehmet Tahir Bey,
Kazım Nami Bey (Duru), Ömer Naci Bey, Talat (Paşa) gibi bilahare İttihat ve Terakki
Cemiyetinin (Partisi) önde gelen isimlerinin yer aldığı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla
yeni bir cemiyet kurulmuştur. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında kurulmuş olan Jön
Türk cemiyetlerinin bir devamı değildir.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 53
Aynı günlerde, 1906 Ekim’inde Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir cemiyet kur-
muş olan Mustafa Kemal Selanik’e gelmiştir. Burada, kurduğu cemiyetin Selanik Şubesi’ni
oluşturan Mustafa Kemal daha sonra Suriye’ye geri dönmüştür. Ancak, bir süre sonra Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmiştir.
Artık İttihat ve Terakki ismini kullanmakta olan cemiyet için, Meşrutiyetin ilânından
sonra yeni bir dönem başlamıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı,
gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen
isimler Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa’lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön
plâna çıkmışlardır. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki; Millî Mücadele’mizin büyük önderi
Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bir çok
önemli isim bu cemiyetin bünyesinden çıkmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Türk milletinin anavatanının, yani Anadolu’nun işgal
edilerek milletimizin esaret altına alınmak istenmesi karşısında, İttihat ve Terakki Cemiyeti-
Partisine mensup birçok vatansever Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlamış olan Millî
Mücadele’ye katılmışlardır.
Birçok Avrupa devleti gibi, İtalya da, hem gelişen sanayisine yeni hammadde kaynakları
yaratmak, hem de artan üretimine yeni pazarlar bulmak istemekteydi. Ayrıca İtalya, giderek
çoğalan nüfusuna yeni yerleşim yerleri istiyordu. Nitekim bu amaçla “İtalya İrredenta” yani
(Büyük İtalya) hedefi takip edilmeye başlanmıştı. Büyük İtalya projesinin öncelikli hedefi
Akdeniz, Kuzey Afrika ve Anadolu’nun batı ve güney kıyılarıydı.
Yirminci yüzyılın başında İtalya, öncelikle Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son
toprakları olan Trablusgarp vilayeti ile Bingazi müstakil (bağımsız) sancağına göz dikmişti.
Buraları ele geçirmek için elverişli bir ortam bekliyordu. Zaten Osmanlı Devleti’nin Kuzey
Afrika’daki diğer toprakları Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edilmişti. İtalya, emeline
ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleriyle, kendisine Trablusgarp’ta hareket
serbestliği tanıyacak olan gizli antlaşmalar yaptı. Bu antlaşmalarla, İngiltere’nin Mısır’daki
ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’teki varlığını tanıyor, Almanya’nın Akdeniz’deki çıkarlarını
gözeteceğini kabul ediyordu. Ayrıca Fransa’nın Tunus’u ele geçirmesini kabullenebileceğini,
Rusya’nın ise Boğazlardaki çıkarlarını tanıdığını ve Rusya’nın Balkanlardaki politikalarını
destekleyeceğini açıklıyordu. Bütün bu devletler de İtalya’nın Trablusgarp vilayeti ile
Bingazi sancağına yönelik yayılmacı politikalarını kabulleniyorlardı.
İşgal için bütün hazırlıklarını zaten aylarca önceden yapan İtalya, ilki 23 Eylülde,
ikincisi 28 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümeti’ne nota verdi. Oldukça ağır hükümler taşıyan
bu notalarda; Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için bir şey
yapmadığı, bölgenin medenileşmesinin İtalya için büyük önem taşıdığı belirtilerek, burada
bulunan askerî kuvvetimizin derhal çekilmesini, gümrüklerin İtalya’ya teslim edilmesini,
bölgeye atanacak vali konusunda İtalya Hükümeti’nin görüşünün alınmasını istiyor ve
bütün bunlar için yirmi dört saat süre veriyordu. Notaya bir cevap verilmediği takdirde, İtalya
Hükümeti’nin işgali başlatacağı bildiriliyordu.
Bunun için bölgeye gizli yollarla Türk subayları göndererek, İtalyanlara karşı burada
mücadele edilmesi esasına dayanan aslında resmi mahiyetteki bir plânı devreye soktu.
Trablus’ta Albay Neşet Bey, Bingazi’de Kurmay Binbaşı Enver Bey ve Derne’de Binbaşı
Mustafa Kemal kumandasındaki kuvvetler aylarca İtalyanları iç kısımlara sokmamışlardı.
Bunun üzerine, İtalyanlar Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak için donanmalarını Ege
Denizi’ne göndermişlerdir. Niyetleri; Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u tehdit
etmek ve Osmanlı Hükümeti’ni barışa razı etmekti. Ancak, Çanakkale Boğazı’nda alınan
savunma önlemleri sayesinde İtalyanlar Boğazları zorlamaktan vazgeçmişlerdi. Ancak, bu
arada Ege Denizi’nde bulunan “On iki Ada”ları işgal etmişlerdi.
İtalyanlarla yapılan savaş, özellikle Trablusgarp’ta her geçen gün Osmanlı Devleti’nin
lehine dönmeye başlamıştı. Ancak, bu kez Osmanlı Devleti, Balkanlarda yeni bir savaşın
eşiğine gelmiş ve bir müddet sonra da Balkanlarda dört Balkan Devleti ile (Yunanistan,
Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ) savaşa başlamıştı. Bu gelişme üzerine Osmanlı
yöneticileri, devlet maliyesinin ve ordunun her iki savaşı sürdürecek durumda olmadığı ve
Trablusgarp’ta savaşan subaylarımıza acilen Balkan Cephesi’nde ihtiyaç duyulacağı gibi
gerekçelerle, devam etmekte olan Türk-İtalyan Savaşı’nı sona erdirme kararı aldılar.
İtalyan Hükümeti ile İsviçre’nin Lozan şehrinde 18 Ekim 1912’de Ouchy (Uşi) antlaşması
imzalandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Trablusgarp vilayeti ve Bingazi müstakil
sancağı üzerindeki egemenlik haklarından İtalya’nın lehine vazgeçiyordu. Buna karşılık
olarak da İtalya, savaş yıllarında işgal ettiği On İki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne terk edecekti.
Osmanlı Devleti, İtalyanların vermeyi kabul ettikleri bu On İki Ada’yı Yunanlılara karşı
koruyacak güçte olmadığı için, Balkan Savaşı’nın sonuna kadar geçici kaydıyla İtalya’ya
bıraktı. Ancak bu adalar bir daha elimize geçmedi. Çünkü Osmanlı Devleti, Balkan
Savaşı’nı kaybedince Ege Denizi’ndeki birçok adayı Yunanistan ele geçirmişti. Bunun
üzerine İtalya, On İki Ada’yı topraklarına kattığını ilân etmişti. I. Dünya Savaşı’ndan mağlup
olarak çıkmamız sebebiyle, adalar üzerinde hak iddia edemedik. On İki Ada’lar, II. Dünya
Savaşı sonunda savaşın galip devletleri tarafında savaşan Yunanistan’a verilecektir.
BALKAN SAVAŞLARI
I. Balkan Savaşı
Balkan Savaşı’na gelinceye kadar; İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya ve
Rusya gibi büyük devletlerin uzun yıllar tahrik, himaye ve destekleme politikaları ve özellikle
Çarlık Rusya’nın bu bölgede takip ettiği “Panslavist” (Slav Birliği) politikasının sonunda
Balkanlarda, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmış dört Balkan devleti kurulmuştu.
Bunlar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan devletleridir.
56 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı’na çok kötü şartlar altında girmiştir. Savaş ilânı üzerine
İstanbul’da yapılan toplantıda, birçok devlet adamı ve ordu kumandanı “Ordunun birçok
noksanı olduğunu, askerin talim ve eğitimi ile teşkilât, teçhizat ve iaşenin yetersiz olduğunu,
isyan ederler diye askerlere silahsız eğitim yaptırıldığını, birçok askerin mekanizma ve tapa
çevirmesini dahi bilmediğini” söylemişler ve savaştan kaçınılmasını ısrarla belirtmişlerdi.
Buna rağmen; savaşı iktidara gelmek için bir fırsat olarak değerlendiren İttihatçı devlet
adamları ve subaylar savaş yanlısı olmuşlardı.
Bu arada, savaş öncesi Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş olan Arnavutlar, 28 Kasım
1912’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Sırbistan’ın kısa sürede geniş bir alanı işgal ederek
genişlemesi ve Adriyatik kıyılarına erişmesi İtalya ve Avusturya’yı endişeye sevk etmiş; yine
Bulgar ordularının Çatalca hattına kadar ilerlemeleri ve İstanbul’a oldukça yaklaşmaları
üzerine İngiltere ve Fransa telaşlanmışlar ve İstanbul’a donanmalarını göndererek şehre
asker çıkarmışlardır. Almanya da; savaşın yayılarak, bir dünya savaşı çıkmasına yol
açabileceği endişesiyle tavır koymaya başlamıştır. Rusya da, Bulgaristan’ın Meriç Nehrini
geçerek İstanbul’a ve Boğazlara ulaşabileceğini düşünerek tedirgin olmakta ve gerekirse
İstanbul’a donanmasını gönderebileceğini belirtmekteydi. Yine Rusya, Yunanistan’ın
Ege’deki birçok adayı ele geçirmesinden de tedirgin olmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin Gerileme Sebepleri 57
Bu nedenle büyük devletler savaşa müdahale ederek Londra’da bir konferansın top-
lanmasını kararlaştırdılar. Zaten Osmanlı Devleti de Yunanistan dışındaki diğer Balkan
devletleriyle ateşkes imzalamak zorunda kalmıştı.
Bu antlaşmayla, Edirne dâhil olmak üzere Midye-Enez hattının batısında kalan bütün
Rumeli toprakları Bulgaristan’a verildi. Makedonya’nın diğer bölgeleri Yunanistan ve
Sırbistan arasında paylaşılıyordu. Ege adaları ve Arnavutluk’un geleceğine büyük devletler
karar vereceklerdi. Balkan savaşı sonunda Osmanlı Devleti sadece Bulgaristan’la sınır
komşusu oluyordu.
Türk orduları, Edirne başta olmak üzere bazı şehir ve kasabaları ele geçirdi. Büyük
devletlerin tepkisiyle karşılaşan Osmanlı Devleti ordularını daha ilerilere gönderememişti.
Mevcut kazançları kâfi görmek durumunda kalan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül
1913’de İstanbul Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son verdi. Bu antlaşmayla, Meriç’in
iki devlet arasında sınır olmasını kabul ediyorduk. Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı
Devleti’nde kalıyordu.
Savaşın Sonuçları
Türk milletinin yakın dönem siyasî tarihinde uğradığı en büyük felaketlerden birisi ve belki
de en büyüğü Balkan Savaşları’dır. Özellikle Birinci Balkan Savaşı, siyasî, askerî, ekono-
mik ve toplumsal sonuçlarıyla etkilerini uzun yıllar, devletimizin ve milletimizin üzerinde
taşıdığı bir felaket olmuştur. Bu savaşın sonuçlarını şöyle değerlendirebiliriz:
dalgaları başlamıştı. Yüz binlerce Rumeli Türk’ü aç, perişan, büyük acılar ve
yokluklar içerisinde Trakya’ya ve Anadolu’ya gelmişti. Bunların ekonomik ve malî
sıkıntılarını karşılamak, yaralarını sarmak, Osmanlı Devleti’nin zaten sınırlı olan
imkânlarını tamamen tüketmiştir.
5) Balkan Savaşı ile Ege Denizi’ndeki stratejik adaların tamamına yakını Yunanlılar
tarafından ele geçirilmiş ve Ege Denizindeki hâkimiyetimiz kaybolmuştur.
6) Balkan Savaşı’nın başında geçici olarak İtalya’ya terk ettiğimiz On İki Adalar,
savaştaki yenilgimiz üzerine İtalyanlar tarafından bize verilmemiş ve bu adaları
İtalya kendi topraklarına kattığını açıklamıştır.
SAVAŞIN SEBEPLERİ
a) Siyasî ve Askerî Sebepler
Avrupa’da 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra siyasî birliklerini tamamlayan iki devlet
tarih sahnesine yeni isimlerle çıkmıştı. Bunlardan birisi İtalya, diğeri ise Almanya’ydı.
Bu devletlerden Almanya hem siyasî, askerî ve ekonomik coğrafyasında hem de deniz
aşırı ülkelere yönelik yayılmacı emeller takip ediyordu. Bu amaçla, öncelikle çok güçlü
bir kara ordusu meydana getirmiş olan Almanya, Avrupa’da ilk olarak Fransa’yla savaş
yapmıştı. Bu savaşı kazanan Almanya, hem Avrupa’nın güç dengesini eline geçirmiş, hem
de Fransızlardan zengin maden bölgesi olan “Alsas-Loren’i” almıştı.
Tunus’un Fransızlar tarafından işgali üzerine Akdeniz’de Fransa ile İtalya arasında
menfaat çatışmaları başlamıştır. Bu nedenle İtalya güçlü bir devletin, yani Almanya’nın
desteğini sağlamak arzusundaydı.
b) Ekonomik Sebepler
I. Dünya Savaşı’nın ekonomik nedeni, daha ziyade İngiltere ve Almanya arasındaki yeni
hammadde kaynakları sağlama ve Pazar kavgasıdır. İngiltere, dünyanın en zengin ve geniş
sömürge topraklarına sahipti. Yine İngiltere, Avrupa’da sanayileşen ilk devletlerin başında
geliyor; sanayisi ve ekonomisi için gereken hammaddeleri sömürgelerinden sağlıyor ve
yine ürettiği mamulleri de sömürgelerinde ve dünyanın birçok yerinde oluşturduğu ticari
pazarlarında satıyordu. 1900’lü yıllara kadar Almanya İngiltere’nin aleyhine olacak bir
yayılma politikası gütmemişti. Ancak, bu tarihten sonra genç Alman İmparatoru Kaiser
II. Vilhelm, “İngiltere’nin tek başına dünyaya hâkim olamayacağını, Almanların da bu
paylaşımda hissesinin olması gerektiğini” söyleyerek, İngiliz sömürgeleri hakkında
Almanya’nın niyetini açıkça dile getiriyordu.
Yine Alman İmparatoru II. Vilhelm, Alman sınaî ve ticarî ürünlerinin İngiliz sömürgele-
rine ve pazarlarına da girmesi ve satılması politikasını hayata sokmuştu. Özellikle bu po-
litika, kısa zamanda İngiliz ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Alman sanayisi ve teknolojisi
daha ileri ve yeni olduğundan, Alman ürünleri ve malları hem daha kaliteli oluyor hem de
daha ucuza mal oluyordu. Bu nedenle, Alman ürünleri İngilizlerinkine tercih ediliyordu. Bu
durum kısa zamanda İngiliz sanayisinin çökmesine, fabrikaların kapanmasına ve işsizlerin
çoğalmasına yol açmıştı. İngiltere büyük sosyal patlamalarla karşı karşıyaydı. İşte bu ne-
denledir ki İngiltere Almanya’ya diş bilemekteydi.
Osmanlı Boğazları üzerinde öteden beri gelen Rus yayılmacılığı ile Almanya’nın
Osmanlı Devleti’nde siyasî, askerî ve ekonomik nüfuz kazanma politikası karşı karşıya
gelmiştir. Yine ünlü Alman Başbakanı Bismark’ın “Akdeniz akraba arasında taksimi mümkün
olmayan bir mirastır” sözleriyle ifade ettiği gibi, Akdeniz’de bütün büyük devletlerin kesişen
menfaatleri bulunuyordu.
Ayrıca I. Dünya Savaşı öncesi İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerin Osmanlı
Devleti’nin Ortadoğu ve Arabistan toprakları üzerinde kesişen menfaatleri bulunuyordu.
Bu topraklarda varlığı bilinen ve çıkartılmaya başlanan petrol birçok devletin dikkatini bu
bölgeye çekiyordu. Nitekim Almanya Osmanlı Devleti’ni “hayat alanı” olarak seçmiş ve yakın
ilişkiler kurmaya özen göstermişti. Bunun sonucu olarak da “Bağdat Demiryolu Projesi”
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 63
hayata geçirilmişti. Bu proje ise, İngiltere’nin Hindistan yolu için büyük bir tehlikeydi. Bu
ve benzeri sebeplerle Alman ve İngiliz menfaatlerinin kesiştiği ve çatıştığı coğrafyaların
başında Osmanlı toprakları geliyordu.
SAVAŞIN BAŞLAMASI
1914 yılına gelindiğinde, Avrupa’da devletlerin karşılıklı menfaatleri doğrultusunda
oluşturdukları blokların her an bir savaşa girişmesi konusunda pek çok neden oluşmuştu.
Nitekim çok geçmeden gelişen bir olay, büyük savaşın ve felaketin başlamasına yol açtı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Sırp ahali, Avusturya yönetiminden
memnun değildiler. Bu nedenle, sık sık isyan etmekte ya da olaylar çıkarmaktaydılar. Onların
bu hareketlerine gizliden gizliye Sırbistan yardım etmekteydi. Avusturya Hükümeti’nin
isyancı Sırplara karşı takip ettiği politika çok sertti. İsyanlar şiddetle bastırılıyor ve Sırp ahali
üzerinde baskı uygulanıyordu. 28 Haziran 1914 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht
prensi Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Saraybosna’yı ziyaret etmek amacıyla bu şehre
geldiklerinde bir Sırp ihtilalcisi tarafından trenden inerken öldürülmüşlerdi.
Bu olaydan Sırbistan’ı sorumlu tutan Avusturya-Macaristan Hükümeti 23 Temmuz
1914’de iç işlerine karıştığı suçlamasıyla Sırbistan’a çok sert bir nota verdi. Sırbistan
Hükümeti ise, Rusya’dan aldığı siyasî destek sonucu bu notayı reddetti ve seferberlik ilân
etti. Bunun üzerine, Avusturya-Macaristan Hükümeti Sırbistan’a savaş ilân etti. Böylece
Avrupa’da savaş başladı. Rusya’nın seferberlik ilân ederek Sırbistan’ı korumak amacıyla
Avusturya’ya savaş açması üzerine devreye Almanya girdi. Almanya, 1 Ağustos 1914’te
Rusya’ya savaş ilân etti. Aynı tarihlerde Fransa da seferberlik ilân etmişti. Fransa’ya
Belçika üzerinden saldırmak isteyen Almanya 3 Ağustos’ta Fransa’ya savaş ilân etti ve
aynı gün Belçika’ya saldırdı. Bunun üzerine İngiltere, 4 Ağustos’ta Almanya’ya bir nota
vererek Belçika topraklarından derhal çekilmesini istedi. Almanya ret edince bu kez İngiltere
Almanya’ya savaş ilân etti. 6 Ağustos’ta ise Avusturya, Rusya’ya savaş ilân edecektir.
Böylece, başlangıçta Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki başlayan bu savaş,
devletlerin birbirleriyle yaptıkları siyasî ve askerî işbirliklerinin sonucu olarak kısa zamanda
bir “Avrupa Savaşı”na dönüştü.
Başlangıçta kısa süreceği düşünülen bu savaş, bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin
savaşa girmesiyle cephe sayısını artıracaktı. Yine, savaşın sömürgelere ve deniz aşırı ül-
kelere yayılması, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya gibi diğer kıta ülkelerinin bu savaşa
katılmasıyla bir dünya savaşına dönüşecekti.
64 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Savaşın ilk yılları Avrupa ve Yakındoğu’da cereyan etmiştir. Genellikle yıldırım savaşlar
yapan Almanların hedefi; Belçika üzerinden Fransa üzerine yürümek, Fransızları kesin bir
mağlubiyete uğratarak Rusya’ya bütün gücüyle saldırmaktı. Belçika’ya ve Fransa’ya karşı
başarılar kazandılarsa da bunlar geçici olmuştu. İngilizlerin, Belçikalıların ve Fransızların
ciddi direnişleri sonucu kesin bir netice alamamışlardı. Özellikle Fransızlar, Marin
Savaşında büyük bir direniş göstererek Alman saldırılarını durdurmuşlardı. Ünlü Alman
Generali Hindenburg, Rusları doğuda büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ancak, Almanların
Ruslara karşı kazandıkları bu zafer, onları tamamen etkisiz hale getirmemişti. Avrupa’da
savaş “bir siper ve yıpratma” savaşı halini almıştır.
Savaşın çıkışına kadar Almanya’nın müttefiki olan ve çıkacak bir savaşta Almanya’nın
yanında yer alacağı beklenilen İtalya, yaptığı gizli antlaşma ile 1915 yılı içerisinde İtilaf
Devletlerinin yanında savaşa katılmıştır. Balkanlar’da yeni bir cephe açılması neticesinde,
Yunanistan da İtilaf Devletlerinin yanında savaşa katıldı. 1916’da ise Avusturya tehdidine
karşı Romanya İtilaf Devletlerinin yanında yer aldı. 1916 yılında cephelerde, savaşın seyri
üzerinde belirgin üstünlükler kurulamamıştı.
Osmanlı yöneticileri, 19. yüzyıl başlarından beri Avrupa büyük devletlerinin kendisi
ve toprakları hakkındaki niyet ve düşüncelerinin farkındaydılar. Avrupa’nın “Hasta Adamı”
olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ve topraklarının paylaşılmasının
büyük devletlerin dış politikalarındaki öncelikli amaç olduğu da biliniyordu. Nitekim
İngiltere, Mısır ve Kıbrıs Adası’nı; Fransa, Cezayir ve Tunus’u; İtalya Trablusgarp ve On
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 65
İki Adaları; Rusya ise Kafkasları ele geçirmişti. Ayrıca, Meriç Nehri’nin batısındaki bütün
Rumeli elimizden çıkmıştı. Yine, Balkan Savaşı sonunda Ege Adaları’nın büyük bir kısmını
kaybetmiştik.
Osmanlı yöneticileri çıkacak bir genel savaşta Osmanlı Devleti’nin savaşa katılsa da
katılmasa da topraklarının paylaşılmasının bu savaşın asıl nedenlerinden biri olacağını
gayet iyi bilmekteydiler. Bu nedenle Avrupa’da oluşmuş ittifaklardan birisine katılarak,
toprak bütünlüğünü bu sayede korumak istiyorlardı.
Bu durumda Osmanlı yöneticilerinde iki temel fikir belirdi. Birincisi, Almanya ile Osmanlı
Devleti’ni her durumda korumayı sağlayacak kesin ve açık bir antlaşma yapmaktı. İkincisi,
yakın gelecekte Osmanlı Devleti’ne zarar verebilecek ve bilhassa bunlardan Akdeniz’e hâ-
kim olan devletlerle yakınlık kurmak, mümkünse anlaşmaktı. İngiltere ve Rusya ile antlaş-
ma teşebbüsleri de bu gibi düşüncelerden kaynaklandı. Diğer taraftan, günlük giderlerini
bile dış borçlardan sağlayan Osmanlı Devleti, bu yönüyle de Fransa’ya muhtaçtı. Bu dev-
lete yapılan ittifak teklifinin temelinde borç para alma ve Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya ve
İngiltere’ye karşı koruyabileceği ümidi yatıyordu.
Osmanlı yöneticileri ilk ittifak arayışlarını ve teklifini Almanya’ya değil; İngiltere, Fransa
ve Rusya’ya yapmışlardır. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti ile ittifak yapmamalarının
temelinde, artık bu devletin toprak bütünlüğünü korumak yerine, Osmanlı Devleti’ni
parçalamak ve topraklarını paylaşmak politikasının ön plâna çıkması yatmaktadır. Ayrıca,
Osmanlı Devleti’ni kendi ittifaklarına aldıkları takdirde bu devletin içinde bulunduğu malî
ve ekonomik sıkıntıları ortadan kaldıracak desteği vermeleri gerekecekti. Yine, Osmanlı
ordusunun tepeden tırnağa modernleşmesi gerekiyordu. Bu durum, oldukça büyük bir
ekonomik yük getirebilirdi. İşte bu nedenlerden dolayı, sırtlarında taşıyacakları bir kambur
olarak düşündükleri Osmanlı Devleti’ni ittifaklarına almamışlardır.
2 Ağustos 1914 tarihli bu gizli ittifak antlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti harbe
hemen girmemişti. Bir hükümet bildirisiyle tarafsızlığını ilân etmiş ve aynı zamanda
ülke genelinde “genel seferberlik” çağrısı çıkarmıştır. Savaşa hemen girilip girilmemesi
konusunda Hükümet üyeleri arasında bir görüş birliği oluşmamıştı. Neticede; ordunun
noksanları olduğu ve bunların tamamlanması gerektiği ve henüz seferberlik hazırlıklarının
bitmemesi gibi mazeretler beyan edilip, savaşa hemen girilmemişti.
3) Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde stratejik önemi olan Boğazları savaş
yaptığı devletlere kapatacaktı. Böylece Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile olan
irtibatı kesilecekti.
Osmanlı Devleti, bir süre sonra Göben (Yavuz) Gemisi Kumandanı Alman Amirali
Souchon’u (Şöson) Akdeniz Filosu ve Türk Deniz Kuvvetleri Kumandanlığına getirdi.
Böylece, kara ordularımızdan sonra deniz ordumuz da Alman kumandanların eline teslim
edilmişti. Bunu fırsat bilen Almanya, Osmanlı Devleti’ni bir an önce harbe sokmak için bazı
tertipler ve faaliyetler yoğunlaştırıldı. Amiral Şöson kumandasındaki Osmanlı Donanması,
Karadeniz’e tatbikat amacıyla açıldı ve burada kendilerini takip ve taciz eden Rus
Donanması’yla bir deniz muharebesi yaptı. Rus iddialarına göre, Türk Donanması daha
sonra Rusların Sivastopol ve Odesa limanlarını topa tutmuştu.
Karadeniz hadisesi üzerine 1 Kasım 1914’te Rusya, 5 Kasım’da ise İngiltere ve Fransa
Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettiler. Bu üzerine Osmanlı Devleti padişahı ve islâm halifesi
Mehmed Reşad da 11 Kasım 1914’de “Cihad-ı Ekber” ilân etti. Böylece, Almanya amacı-
na ulaşmış ve savaş başladıktan itibaren yüz güne varan bir süre savaşa girmemiş olan
Osmanlı Devleti’ni kendi yanında savaşa sokmayı başarmıştı.
OSMANLI DEVLETİ’NİN I. DÜNYA SAVAŞI’NDA SAVAŞTIĞI CEPHELER
Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın yer aldığı İttifak devletleri grubunda I.
Dünya Savaşı’na katılan Osman Devleti birçok cephede savaşmak durumunda kalmıştır.
Bu cephelerin çoğu kendi toprakları, bazısı da Avrupa toprakları üzerindedir.
Kafkas Cephesi
Doğu Cephesinde askerî harekât, 1 Kasım 1914 günü Rus Ordusunun sınırı geçmesiyle
başladı. Bu cephede, Osmanlı Devleti’nin 3. Ordusu bulunuyordu. 21 Kasım’da sınırı
geçerek Erzurum istikametinde ilerleyen Rus kuvvetleri, önce Köprüköy ardından da Azap
muharebelerini kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Türk Ordusu da ağır zayiat
verdiği için geri çekilen düşman takip edilemedi; daha elverişli bir arazide toplanmak,
takviye kuvvetlerinin gelmesini beklemek ve yeni bir Rus taarruzunu karşılamaya hazır
olmak amacı ile geri çekildi.
68 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Tamamen karla örtülü çok yüksek dağlık ve yolsuz bir arazide, o günün şartları altında
kış donatımından yoksun yaya ve atlı birliklerle yapılan bu hareket çok riskli idi. Nitekim
Türk kuvvetlerinin büyük bir kısmı donarak öldü. Sarıkamış’a girebilen çok az sayıda bir
kuvvet de Ruslar tarafından geri atıldı. 3. Ordu tamamen elden çıktı. Bu savaşta Türklerden
60.000 asker kaybedilmiş, çok sayıda da esir verilmişti. Bu başarısızlık üzerine Doğu
Anadolu’nun kapıları Rus ordularına açılmış oldu.
1915 Nisan sonlarında Rus ordusu tekrar taarruza geçti. Bu arada, Van bölgesindeki
Ermeniler de ayaklanarak Türk ordusunu arkadan vurmaya başladılar. Bu durumda
Osmanlı Devleti, Ermeni azınlığı, çıkartılan “Tehcir Kanunu” ile başka yerlere göç ettirerek
buradaki Türk kuvvetlerinin arkasını sağlama almaya çalıştı.
Ruslar, 1915, 1916 ve 1917 yıllarında cereyan eden savaşlar sonunda Doğu
Anadolu’nun büyük bir kısmını işgal ettiler. Güneyde Muş’a, Karadeniz’de Trabzon’a kadar
ilerlediler.
Fakat 1917 Mart’ında başlayan Rus İhtilâli, cephedeki Rus kuvvetlerini de etkilemişti.
Ekim 1917’de gerçekleştirdikleri bir ihtilalle Rusya’da çarlık rejimini yıkarak yönetimi ele
geçiren Bolşevikler, savaştan çekilme kararı aldılar. Bunun üzerine, 16 Aralık 1917’de
Ruslarla Erzincan Mütarekesi yapıldı. Bu mütarekeden sonra Rus kuvvetleri Doğu
Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Rusların boşalttığı bu toprakları bu kez Ermeni birlikleri
istila etti. Ermenilerin bölgedeki Türkleri toplu katliamlarla yok etmeye başlamaları üzerine;
Şubat 1918’de başlarında, ileri harekâta geçen Türk ordusu, bütün Doğu Anadolu’yu
istiladan kurtardı.
Çanakkale Cephesi
Çanakkale’de cereyan eden muharebeler, I. Dünya Savaşı’nın akışını değiştirmiş, sonucunu
etkilemiş olduğu için ayrı bir önem taşır. Çanakkale geçilebilseydi; Rusya’daki büyük insan
kaynağı İtilaf Devletlerinin silah ve malzeme fazlasıyla donatılacak, Rus ordusunun taarruz
gücü artırılacak, büyük bir ihtimalle savaş daha çabuk bitecek, Rusya’da ihtilâl ortamı
meydana gelmeyecekti.
tarihte İngiltere, böyle bir hareketin Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini hızlandıracağı
endişesiyle öneriyi reddetmişti.
Türkiye savaşa girdikten sonra Kasım 1914’te bu kez İngiliz Bahriye Nazırı Churchill
ve Amiral Fisher, Türk kuvvetlerinin Süveyş’e saldırmalarını önlemek amacı ile Gelibolu
Yarımadasına bir çıkarma yapılmasını istedi. Fakat İngiliz savaş kabinesi bu öneriyi de
kabul etmedi.
Nihayet, 1915 yılı başında Avrupa’daki savaş mevzi harbine dönüşünce İngilizler,
bütün kuvvetlerini Batı Cephesine yığmaktansa Çanakkale ya da Balkanlarda ikinci bir
cephe açarak harbi hareket harbine çevirmeyi ciddî olarak düşünmeye başladılar. Böylece
Rusya’ya lojistik destek sağlanabileceği gibi; Osmanlı başkentinin ele geçirilmesiyle
Osmanlı Devleti de Alman ittifakından ayrılma mecburiyetinde bırakılacaktı. Ayrıca, kararsız
durumda olan Bulgaristan’ın Merkezi Devletlere katılması da önlenecekti.
Deniz Harekâtı
İtilaf Devletleri, Çanakkale harekâtına 12’si İngiliz, 4’ü Fransız olmak üzere 16 Muharebe
gemisi, 6 muhrip, 14 mayın arama tarama gemisi ve 1 uçak ana gemisi ayırmışlardı.
Ayrıca, 4 hafif kruvazörle 16 muhribin, 5 İngiliz, 2 Fransız denizaltısının, altı deniz uçağı
taşıyan uçak ana gemisinin de bu harekâta katılmasını kararlaştırmışlardı.
İtilaf Devletlerinin, Çanakkale Cephesi’ne ayırdıkları kara kuvvetlerinin gücü, iki tümenli
bir ANZAK Kolordusuyla, iki İngiliz ve bir Fransız tümeni ve iki deniz piyade taburuydu.
İtilaf Devletleri daha sonra on piyade tümeniyle bir Hint tugayını bu cephede birbiri ardına
muharebeye sokmuşlardır.
İtilaf Devletleri Donanması’nın Boğazlara yönelik ilk hareketi 19 Şubat günü başlayan,
Boğazların girişindeki müstahkem mevkilerin bombardımanı olmuştur. 25 Şubat’a kadar
aralıklı devam eden bombardımanla bu bölgedeki Türk savunma bataryaları susturulmuştu.
İtilaf Devletleri mayın arama tarama gemilerinin Boğazların girişindeki tüm mayınları
temizlediklerini düşündüklerinden, 18 Mart 1915’de Müttefik Donanması’nın boğazları
zorlayarak geçmesi kararını almışlardı. Müttefik Donanması’nın taarruzu 18 Mart günü
başladı. Ancak, müttefik mayın arama-tarama gemileri, Türk mayın gemisi Nusret’in 18
Mart sabahı döktüğü mayınları fark edememişti.
Durgun ve güzel bir havada Boğaza giren Müttefik Donanmasından ilk isabeti “Gaulois”
isimli gemi aldı ve sulara gömüldü. Daha sonra Fransızların Suffren gemisi birkaç isabet
aldı. Öğleden sonra ise, Fransız muharebe gemisi Bauvet aldığı isabetlerle birkaç dakikada
battı. Bir süre sonra da İngilizlerin İrresistable gemisi etkisiz hale getirildi. Ona yardım için
giden Ocean isimli gemi de savaş dışı kaldı ve her iki gemi açılan topçu ateşleriyle batırıldı.
Türk topçusunun isabetli atışları düşman gemileri üzerinde büyük tahribat yapmış ve
mayınlar son darbeyi vurmuştur.
70 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Saat 18.00’de Müttefik Donanması’nın Boğazı terk etmesiyle, tarihin bu büyük “Boğaz
Muharebesi”, Türklerin kesin zaferiyle sonuçlandı.
Kara Harekâtı
18 Mart yenilgisinden sonra müttefikler, karaya asker çıkarmak suretiyle Gelibolu
Yarımadasını ele geçirmeye karar verdiler. Bu suretle, Boğazlardaki tahkimatı arkadan vu-
rarak açabileceklerini sanıyorlardı.
7-8 Ağustos 1915’de Müttefik Kuvvetleri Kumandanı General Hamilton, emrine verilen
dört tümenli 9. İngiliz Kolordusu’yla Anafartalar bölgesine bir çıkarma yaptıysa da Anafartalar
Grup Kumandanı Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk) komutasındaki Türk birliklerinin 9 ve 10
Ağustos günleri yaptığı karşı taarruzlar sonucunda bu çıkarma hareketi de durduruldu. Bu
başarısızlık üzerine İngiliz General Hamilton görevinden alındı.
Kasım ayında İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener, Çanakkale’ye geldi ve cepheleri
gezdi. Bu sırada, Sırbistan yolu açılıp Almanya’dan ağır silahlar gelmeye başlamıştı.
İşte İngilizler, Türk kuvvetleri önünde duramayacaklarını da anladıklarından işgallerini
sona erdirerek müttefik kuvvetlerin tahliyelerine karar verdiler. Bu nedenle İngilizler, önce
Anafartalar ve Arı Burnu, daha sonra da Seddülbahir bölgelerini boşalttılar ve kuvvetlerini
geri çektiler. Böylece, Çanakkale Cephesi’ndeki kara savaşları Türklerin zaferiyle sona erdi.
İngilizler ise 43.000 ölü, 72.000 yaralı, 90.000 hasta olmak üzere 205 bin; Fransızlar
ise toplam 47.000 kişilik zayiat vermişlerdir.
Bu zaferin birçok önemli sonucu vardır: hiç şüphesiz en önemli sonuçlarından biri-
si gelecekteki “Türk Millî Mücadelesinin önderi ve komutanı olacak olan Mustafa Kemal
Paşa’yı ortaya çıkarmasıdır. Çanakkale Savaşları’nda büyük askerî başarılar kazanıp, hak-
lı olarak “Anafartalar Kahramanı” adıyla anılacak olan Mustafa Kemal Paşa bu savaşların
sonunda ordu, kamuoyu ve basının yakından tanıdığı bir isim olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 71
Sina-Filistin-Suriye Cephesi
Süveyş Kanalı, Alman Başkomutanlığının harekât planlarındaki önemli hedeflerden biriydi.
Almanlar, kanalı ele geçirmek suretiyle İngiltere’nin Hindistan’la irtibatını kesmek ve böylece
İngilizlerin Hindistan’dan getirecekleri askerlerle Avrupa Cephesini takviye etmesine engel
olmak istiyorlardı. Türkler de Mısır’ı tekrar etkileri altına almak suretiyle, İslâm âlemindeki
saygınlıklarını artıracaklarını umuyorlardı. Fakat Kanal’a taarruz edebilmeleri için 200 km.
genişliğindeki Sina çölünü aşmak gerekiyordu. Bunun için, çok kuvvetli ve düzenli lojistik
desteğe ihtiyaç vardı. Ancak, Türk ordusunun en zayıf olduğu noktaların başında da bu
lojistik destek konusu gelmekteydi. Bu olumsuzluğa rağmen, bu cephede I. ve II. Kanal
Harekâtı yapılmıştı.
İngilizler Gazze’yi ele geçirmek için Mart 1917’de taarruz ettiler. Kendilerinden çok
üstün olan İngiliz kuvvetlerine karşı Gazze’yi savunmakla görevli Türk birlikleri üstün bir
savunma örneği gösterdiler ve İngilizleri geri çekilmeye mecbur bıraktılar. Nisan 1917’de bu
kez donanmalarının desteğiyle tekrar saldırıya geçen İngilizler II. Gazze Muharebeleri’nde
de başarılı olamadılar.
Gazze muharebelerinden kısa bir süre önce Bağdat İngilizler tarafından işgal edilmişti.
Bu durum Arap ve İslâm âleminde çok kötü bir etki yapmıştı. Türkler ve Almanlar itibar
kaybederken, İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini artırmıştı. Bağdat’ın geri alınması amacıyla
Galiçya, Makedonya ve Romanya’dan anayurda dönen birlikler ve yeni kurulan tümenlerden
yararlanarak Halep’te 7. Ordu’nun kurulmasına karar verilmiş ve Irak’ta ki 6. Ordu’yla bu yeni
kurulan 7. Ordu birleştirilerek Yıldırım Ordular Grubu oluşturulmuş ve komutanlığına General
Von Falkenhayn atanmıştı.
72 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
7. Ordu komutanı olan Mustafa Kemal Paşa, İngiliz süvarilerini Bisan’da durdurmayı
başardı. Böylece, Türk kuvvetlerinin Şeria Nehri’nin doğusuna geçişini güvence altına aldı.
Çekilme 10 Ekim 1918’e kadar devam etti. Bu arada Ekim başlarında Şam da İngilizlerin
eline geçti. Bu yenilgi üzerine Yıldırım Ordular Grubu Kumandanı Liman Von Sanders
Paşa, komutayı Mustafa Kemal’e bırakarak karargâhıyla Adana’ya çekildi. 25 Ekim’de
Halep, İngiliz ve Arap kuvvetlerinin eline geçti. Mustafa Kemal Paşa, emrindeki kuvvetlerle
İskenderun-Cerablus mevziinde İngiliz taarruzlarını durdurmaya çalıştığı günlerde Mondros
Mütarekesi imzalanmış ve bu mütareke hükümleri gereğince 31 Ekim 1918’de cephelerde
savaş son bulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın savunma yaptığı bu hat, Türk İstiklâl Harbi
sırasında Millî sınır olarak kabul edilmiştir.
İngilizlerle Kasım 1914’de başlayan muharebelerde, Arap erlerinin firar etmesi ve Arap
halkının düşmanca tavırları nedeniyle, bu bölgedeki Türk kuvvetleri İngilizler karşısında
tutunamadı ve İngilizler 23 Kasım’da Basra’yı ele geçirdiler. Devam eden muharebelerde
İngilizler Güney Irak’ı büyük ölçüde ele geçirdiler. Daha sonraki günlerde Türk kuvvetleri
Basra’yı tekrar almak, İngilizler ise Bağdat’ı ele geçirmek amacıyla buradaki kuvvetlerin
sayısını artırmaya başladılar. Eylül 1915’teki “Birinci Kutülammare Muharebelerini”
İngilizler kazandı. Bu bölgedeki Türk kuvvetlerinin başında Nurettin Paşa bulunuyordu.
İngiliz kuvvetlerine ise General Townshend komuta ediyordu. İngilizler yeniden bir taarruz
harekâtı başlatmıştı; ancak yapılan savunma ve karşı taarruz hareketi üzerine İngilizler
ağır kayıplar verdiler ve geri çekildiler. İngiliz Generali bu muharebenin ilk günü akşamı
hatıra defterine şunları yazacaktır “Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, savunmada Türklerle
mukayese edilebilsin. Talihsizliğimin cezasını çekiyorum.”
İngilizler, uğradıkları başarısızlık üzerine geri çekilerek tekrar Kutülammare
mevzilerinde savunma yapmaya başladılar. Kutülammare’de Türk kuvvetleri İngiliz
birliklerini kuşattılar. Bu kuşatma 4,5 ay devam etti. İngilizler birkaç defa kuşatmayı yarmak
istemişlerse de başarılı olamadılar. Nihayet, 29 Nisan 1916 tarihinde İngiliz Generali
Townshend ve kuvvetleri kayıtsız şartsız teslim oldular. Kutülammare’de, 5 General, 481
subay ve 13.300 civarında asker esir alındı. Ölenler ve teslim olanlarla birlikte İngilizler
burada 40.000 den fazla zayiat verdiler.
Bu bölgedeki Türk kuvvetleri 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne kadar
Musul’u İngilizlere karşı başarıyla savundular. Bilahare mütarekenin imzalanmasından
sonra İngilizler, mütareke hükümlerini gerekçe göstererek 3 Kasım 1918’de Musul’u işgal
ettiler.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) 73
Londra Antlaşması
İtilaf Devletleri, müttefik olarak yanlarında savaşa sokmak amacıyla, 26 Nisan 1915’de
Londra’da yapılan antlaşmalarla İtalya’ya Osmanlı Devleti topraklarından pay verdiler.
Buna göre; Antalya havalisi İtalya’ya verildi. İtalya 20 Mayıs 1915’te Avusturya’ya savaş
ilân etti. Çanakkale savaşlarının yoğunlaştığı günlerde ise, yani Ağustos 1915’te Almanya
ve Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Bu antlaşma ile müttefikleri, İtalya’nın Trablusgarp’ı ve
12 Ada’yı ilhak etmesini de kabul ettiklerini açıklamışlardı.
Sykes-Picot Antlaşması
İngiltere Hükümeti, Mısır Genel Valisi Mc Mahon’un Mekke Emiri Hüseyin’le kurduğu
münasebet ve sağlanan mutabakattan sonra, Osmanlı Devleti üzerindeki İngiliz ve Fransız
menfaatlerinin görüşülmesini istemişti. İngiltere adına Sir Mark Sykes ve Fransa adına
Charles François Georges-Picot arasında yapılan görüşmeler sonunda, Şubat 1916’da
Arap vilayetlerinin paylaşılması konusunda bir antlaşmaya varıldı. Mart 1916’da İngiliz ve
Fransız temsilciler Rusya’ya giderek, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof’la görüşmeler yaptılar.
Bu görüşmeler sonunda Rusya da bu antlaşmaya dahil oldu ve “Sykes-Picot” antlaşması
imzalandı.
toprakların Fransa’nın payına düşenden daha az olduğunu ileri sürerek İzmir ve Mersin’in
de nüfuz bölgesi olarak verilmesini istedi.
Wilson Prensipleri
Savaşın sonlarına doğru ABD Başkanı Wilson; her devletin kendi menfaatleri peşinde koş-
tuğu, çok dengesiz bir durumda bulunan 1918 yılındaki dünyayı, tarafsız bir fikir ve prog-
ramla genel bir barışa kavuşturmak için, I. Dünya Savaşı’nın tasfiyesini gaye alan prensip-
lerini 8 Ocak 1918’de ilân etti. “Wilson Prensipleri” adıyla anılan bu program 14 maddeden
ibarettir. Bu programın birinci ve on ikinci maddeleri Türklerin mukadderatıyla ilgiliydi.
Birinci madde: “Barış anlaşmaları açık olarak herkesçe bilinmek üzere yapılmalı, bun-
dan sonra devletlerarasında hiçbir özel antlaşma yapılmamalı ve herkesin gözü önünde
işleyen açık bir diplomasi olmalıdır.”
76 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
On ikinci madde: “Şimdiki Osmanlı Devleti’nin Türk kısımlarına egemenlik ve tam bir
hâkimiyet sağlanmalıdır. Fakat diğer taraftan bu sırada bu devletin idaresi altında yaşa-
makta bulunan milletler de mevcudiyetlerince gerçek bir emniyeti haiz olmalı, engelsiz ve
tam olarak gelişebilmelidirler. Bağımsızlıkları onlara verilmelidir. Çanakkale Boğazı daimi
surette açık bulunacaktır ve milletlerarası güvence ve kefalet altında bütün milletlerin gemi-
leri ve ticaretleri için serbest bir geçiş teşkil edecektir”.
Wilson, 14 maddeyi sıraladıktan ve izah ettikten sonra söylediklerinin şuna vardığını
belirtir: “Güçlü veya güçsüz olsunlar bütün milletler için, adalet, eşitlik, güven ve özerklik
içinde yaşamak hakkı sağlanmalıdır. Bu ilke temel olarak alınmazsa milletlerarası adalet
yıkılır. Amerikan milleti başka hiçbir ilkeyi kabul edemez. Bu uğurda ise yaşantısını, onuru-
nu, varını yoğunu ortaya koymaya hazırdır”.
İşte, Avrupa’da Wilson’un bu ilkeleri İttifak ve İtilaf Devletleri nezdinde kabul görmüş ve
Avrupa hızla bir barış ortamına sürüklenmiştir.
beklemeye karar verdiler. Almanya, Osmanlı Devleti’nden önce barış girişimlerini başlatmış
ve Müttefiklerle yapacağı barış antlaşması konusunda İsviçre aracılığıyla mütareke
talebinde bulunmuştu. Fakat bu teşebbüslerden bir sonuç çıkmamıştı. Kasım 1918’de
mütarekeyi imzalayan Almanya, 28 Haziran 1919’da da Versay (Versailles) Antlaşması’nı
imzalamışlardır.
Avusturya, 1917 ortalarından itibaren çeşitli kanallardan barış ortamı yaratmaya çalışmış
ve teşebbüslerde bulunmuştu. Nihayet, 3 Kasım 1918’de mütareke imzalayan Avusturya,
10 Eylül 1919’da Sen Jermen (Saint Germain) antlaşmasını imzaladı. Bu arada Macarlar,
Avusturya bünyesinden ayrılarak Macaristan adıyla kendi devletlerini kurmuşlardır.
MÜTAREKE DÖNEMİ
MONDROS MÜTAREKESİ
Mütareke Görüşmeleri
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın oluşturduğu ittifak
Devletleri Grubu’nda katılan Osmanlı Devleti’nin durumu 1918 yılının sonuna gelindiğinde
hiç de iç açıcı değildi. 1911 yılından beri sürekli savaşmakta olan devlet, son büyük savaşta
insan ve malzeme kaynaklarının çoğunu tüketmek zorunda kalmış, devletin temel dayanağı
olan Anadolu, sosyal ve ekonomik açıdan çökmüştü. Aktif iş gücünün askerlik hizmetinde
bulunuyor olması nedeniyle üretim düşmüş, fiyatlar alabildiğince yükselmiş, yoksulluk
artmıştı. Ekonomik çöküntü, sosyal çöküntüyü de beraberinde getirmiş, ordudan kaçan
askerlerin gruplar halinde soygun, talan vb. suçları işlemeleri nedeniyle devlet otoritesi
kalmamıştı.
Ahmet İzzet Paşa, memleketin içinde bulunduğu kritik durumu göz önünde tutarak,
vakit kaybetmeksizin, bütün gayreti ile bir mütareke imzalamak için çalışmalara başlamıştı.
Çünkü İngilizler ve Fransızlar, Trakya’da yedi tümenlik bir askerî kuvvet oluşturmaya
başlamışlardı. Bu kuvvetlerin İstanbul ve Boğazlar üzerine yürümesine mani olmak isteyen
Ahmet İzzet Paşa, mütareke çalışmalarını hızlandırmıştı. Hatta 5 Ekim 1918’de barış
yapma isteğimiz ABD Başkanı Wilson’a değişik kanallardan iletilmiş, ancak müspet bir
cevap alınamamıştı.
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin mütareke yapma yollarını arayıp, bir türlü muvaffak
olamadığı sıralarda; Kutülammâre’de esir düşerek Büyükada’da esirlik günlerini geçiren
İngiliz Generali Townshend, eskiden beri tanıdığı ve hükümette Bahriye Nazırlığı
görevinde bulunan Rauf Bey’e bir mektup göndererek “esirliği süresince gördüğü hoş ve
şerefli muameleye karşılık olarak, İngiltere ile müzakerelere girişildiği takdirde, Osmanlı
Hükümeti’ne yardıma hazır olduğunu” bildirdi.
arasında bir görüşme yapılmıştı. Bu görüşmeden sonra İngiliz yetkililer ile görüşen General
Townshend, bu girişimden olumlu sonuç aldı.
Diğer taraftan İngiliz Hükümeti de Osmanlı Hükümeti ile yapılacak bir mütarekenin
sadece kendi delegelerinin katılacağı görüşmelerle yapılmasını istemekteydi. Bu nedenle,
Osmanlı Devleti’nin mütareke teklifini kabul etmiş ve Akdeniz Filosu Komutanı Amiral
Calthorpe’ye İngiltere adına mütareke görüşmelerini başlatması konusunda yetki vermişti.
Amiral Calthorpe de Osmanlı Sadrazamı Ahmet İzzet Paşa’ya bir an önce Osmanlı
delegelerinin mütareke için Mondros’a gönderilmesini isteyen bir mektup gönderdi.
Mütareke Heyeti’nin Oluşturulması ve Kendilerine Verilen Görevler
A- Saltanat Makamının Verdiği Görevler
1) “Hilafeti Celile, Saltanatı Seniye ve Hanedanı Osmaniye’nin muhafazasının
temini,
2) Devletin payitahtı (başkenti) İstanbul’un her türlü işgalden korunarak Osmanlı
Hanedanında kalmasının temini,
3) İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarında yaşayan bazı topluluklar (Ermeni, Rum,
Kürt vb.) için muhtariyet talebinde bulunabilirler. Muhtariyetin yalnız idarî olması,
siyasî olmamasının temini. Eğer siyasî muhtariyet kabul edilecek olursa sürekli
iç işlerimize müdahale edileceği anlamına geleceğinden muhtariyet yerine bu
unsurların istiklallerinin sağlanması” daha uygun olacaktır.
B- Hükümetin Verdiği Talimatlar
1) Boğazların Açılması: Mütareke sırasında boğazların, ticari ve askerî gemilere
açılması kabul edilecek, yalnız Yunan savaş gemilerinin geçişine müsaade
edilmeyecekti. Boğazların güvenliği Osmanlı askerleri tarafından temin edilecekti.
İtilaf Devletleri tarafından şiddetli itirazlar söz konusu olursa belirli miktarda
İngiliz askerinin boğazlarda bulunması kabul edilebilir. Bunların da genel barışın
imzalanmasını takip eden günlerde boğazları terk etmeleri şartı mütareke
protokolüne koydurulmalıdır.
2) Askerin Terhisi: Askerin terhisine dair teklif esas itibarı ile kabul edilecek. Ancak iç
güvenliğin sağlanması için gerekli miktarda askerin silah altında bulundurulması
sağlanacaktır.
3) Mütarekenin imzalanması ile birlikte bütün cephelerdeki savaşlar duracak ve her
türlü işgal sona erdirilecektir.
4) Gerek dahilde ve gerekse karasularımızda emniyet ve asayişin muhafazası
Osmanlı hükümeti tarafından sağlanacak ve hiçbir suretle müdahale kabul
edilmeyecektir. Memleketin hiçbir noktasına İtilaf Devletleri askerî kuvvet
çıkarmayacaktır.
5) Mütarekeden sonra her türlü ticaret serbestliği kabul edilecek. İtilaf Devletlerinden
memleketimize hububat ve benzeri gıda maddelerinin ithaline yardımcı olmaları
talep edilecek.
6) Mütarekeden sonra Almanya’nın Türkiye’ye yardımda bulunamayacağı
muhakkak olduğundan İtilaf Devletlerinden maddi yardım talebinde bulunulacak.
7) Millî namusumuzu rencide edecek her türlü talep reddedilecektir.
Mütareke Dönemi 81
söyleyerek, meclisin oy birliği ile mütarekeyi onaylamasını sağlamıştı. Diğer taraftan, İngiliz
Harp Kabinesi de, 31 Ekim’de, Calthorpe’ye görüşmeleri “kudret ve başarı ile yürüttüğü için”
tebrik telgrafı göndermeye karar vermiş; bilahare de Calthorpe’yi İngiltere’nin İstanbul’daki
“Yüksek Komiserliğine” getirmiştir.
Aslında mütareke Osmanlılar için, diğer müttefik devletlerin yaptıkları antlaşmalara
bakarak daha hafif gibi görünüyorsa da, uygulamada Türk milleti için bir felaket habercisi
olmuştur.
İZMİR’İN İŞGALİ
Paris Barış Konferansından İzmir’in işgali yönünde bir karar çıkınca, Yunanlılar tarafından
İzmir’in işgal edilmesi için hazırlıklar yapıldı. İngiliz amirali Calthorpe’e, 7 Mayıs 1919’da,
İzmir’in işgal edileceği, hükümeti tarafından haber verildi. Bunun üzerine Amiral İstanbul’dan
ayrılarak 13 Mayıs’ta İzmir’e geldi. Fransız, İtalyan, Yunan subayları ile bir toplantı yaparak;
işgalin nasıl gerçekleştirileceği ve nerelerin işgal edileceği de karar bağlandı. Bu toplantıda
İzmir’in bir Yunan tümeni tarafından işgal edilmesi de karara bağlandı. Amiral, İzmir valisine
ve 17. Kolorduya bir nota ile Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesine göre İzmir’in işgal
edileceğini, 15 Mayıs’ta yapılacak işgal olayında bir olay çıkmaması için Türk askerlerinin
Mütareke Dönemi 83
Bu arada Yunan deniz yüzbaşısı Mavroidis, bazı Rumları kiliseye toplayarak İzmir’in
Yunan birliklerince işgal edileceğini müjdeledi. Venizelos tarafından gönderilen bildiriyi de
okudu. Yerli Rumlar “Megalo İdea”nın gerçekleşeceği sevinciyle coşmaya başladılar. Türk
milleti için kara günler başlamıştı.
Diğer taraftan İzmir’in işgal edileceğini haber alan Türk Ocağı üyeleri ve İzmir Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti tarafından kurulan Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi, bildiriler yayınlayarak
Müslüman Türk halkı Maşatlık’ta mitinge çağırdılar.
15 Mayıs 1919 sabahı Yunan ve İngiliz savaş gemileri İzmir limanına girdiler. Yunan
askerleri karaya çıkınca kilise çanları çalıyor, kadınlı erkekli yerli Rumlar büyük bir coşku
ile onları karşılıyorlar ve İzmir Metropoliti tarafından Yunan askerleri takdis ediliyorlardı.
Yunan askerleri şehir içinde ilerlemeye başlayınca gazeteci Osman Recep Nevres (Hasan
Tahsin) Yunan bayrağı taşıyan askeri öldürerek Türk milletinin sesini duyurdu. Kendisi de
şehit düştü. Bu olayı takiben Yunan askerleri askerî kışlayı işgal ettiler. Türk askerlerine,
karşı konulmaması ve kışladan çıkılmaması emredildiğinden askerlerimiz silah kullanmadı.
Askerlerimizin üzerindeki para ve kıymetli eşyaları gasp edildi. Hakaretler edildi. Bir kısmı
da öldürüldü.
Esir olarak alınan Türk askerleri ve sivil halka akla hayale gelmeyen işkenceler yapıldı.
Zito Venizelos demeyen Albay Süleyman Fethi Bey şehit edildi. Kolordu Başhekimi Yarbay
Şükrü Bey de şehit edilenler arasındaydı. Yunanlılar asker ve sivil halkı katletmişlerdir.
MONDROS MÜTAREKESİ SONRASINDA AZINLIKLARIN FAALİYETLERİ
Mondros Mütarekesi’nin imzası ile Yunanistan, Mütareke hükümlerinden istifade ederek
Megali İdeayı gerçekleştirmek gayesiyle harekete geçmiştir. Esasında Yunanistan (1829-
1830) bağımsızlığını kazandığından bu yana Megali İdea olarak adlandırılan ve Büyük
Ülkü manasına gelen İstanbul merkezli bir Bizans-Yunan İmparatorluğu’nun oluşturulması
adına politika gütmekte ve bunun hayalini kurmaktadır. Yunan Başbakanı Venizelos’un
tanımıyla Megali İdea şöyledir: “İki kıtaya uzanan ve beş denize açılan Yunanistan’ı
gerçekleştirmek, bir ayağı Asya’da, bir ayağı Avrupa’da olacak Büyük Yunanistan’ı, Bizans
Grek İmparatorluğunu yeniden yaratmaktır.” Megali İdea hakkında Yunan devlet adamı
ve aynı zamanda tarihçi olan Panoyatis Pipinellis şunları ifade etmektedir: “…Yunan
varlığının anlamı, Yunanistan’ı, tüm Yunan ırkını bir sınır içinde toplayacak, birleşik, ulusal
bir devletin çekirdeği haline gelmeye zorluyordu. Herkes kendisini Bizans İmparatorluğu’nu
yeniden canlandırma hayaline kaptırmıştı.” Mütareke’nin imzası ve işgal planlarının
Osmanlı coğrafyasında uygulamaya konulması, Yunanistan cephesinde, bu Büyük hayalin
yani Megali İdeanın hayata geçirilmesi adına büyük bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.
Mütareke hükümlerine göre Boğazların İtilaf Devletlerinin kontrolüne bırakılması ve 13
Kasım 1918’de İtilaf donanmalarının İstanbul’a gelişi, bu donanmanın içerisinde bir Yunan
zırhlısının da bulunuşu, 18 Kasım 1918’de Yunan Amirali Kakolidis’in Beyoğlu Yunan
Kulübünde Rumları heyecanlandırıcı ve tahrik edici bir konuşma yapması, İstanbul ve
çevresinde, Rumların taşkınlıkta bulunmalarına neden olmuştur. Rumlardaki bu heyecan
Megali İdea fikrine ulaşma noktasında önemli bir adım olarak görülmüştür. Yunanistan’ın
Megali İdeayı gerçekleştirme gayretine Yunan basını da destek vermiş, Rumları Osmanlı’ya
karşı harekete geçirebilmek için propaganda çalışmaları yürütmüştür. 13 Kasım 1918 tarihli
Nea Ellas gazetesinin sayfalarındaki, İstanbul’un verasetine Yunanistan’dan başka hiçbir
devletin hak iddiasında bulunacak cürete sahip olamayacağı, Yunanistan’ın İstanbul’a
kadar uzanması gerektiği ve “İstanbul Yunan’ın idi ve bir gün gene Yunan’ın olacaktır.” yollu
84 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Fener Rum Patrikhanesi ile Ermeni Patrikhanesi, ortak düşman olarak değerlendirdikleri
Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket etmişler ve her hususta birbirlerini desteklemişlerdir.
Örneğin Ermeni Patriği Zaven Efendi, Rum Patrikhanesinin toplantılarına katılarak onlarla
işbirliği içerisinde olduğunu göstermekten çekinmemiştir. Mütareke’den sonra Osmanlı
Meclis-i Mebusanında Rum ve Ermeni milletvekilleri, tehcirden geri dönüşler hususunda
ortak teklifler hazırlamışlardır. Meclisin dağılmasından sonra da bu siyasî birliktelik
patriklik düzeyinde devam ettirilmiştir. Hem Rum hem de Ermeni basını birbirlerinin toprak
taleplerini haklı bulup desteklemişlerdir. Ayrıca gösterilerde ve açılışlarda da birlikte hareket
etmişlerdir. Şubat 1919’da Kumkapı’daki Rum okulunun yeniden açılışı dolayısıyla Rum ve
Ermeniler ortak bir şenlik düzenlemişler ve birbirlerini övücü konuşmalar yapmışlardır. Bu
açılışta, Ermeni marşı alkışlanmış, Fransız subay ve askerlerinin katılımıyla büyük bir alay
düzenlenmiştir.
Suzukas adlı bir Yunanlı idi. Cemiyet; Trakya, Marmara sahilleri, Karadeniz ve İzmir’de
faaliyet göstermekteydi. Mavri Mira Cemiyeti ile de yakın ilişkiler içerisinde olan Kordus
Komitesi, Yunanistan’dan ve Adalardan göçmen kılığında gelen örgüt üyeleri ve daha
önce Anadolu’dan kaçan Rumları tekrar Türkiye’ye sokup Anadolu’nun çeşitli yörelerine
gönderiyor, örgüt üyelerinin, gittikleri yerlerde silahlandırılan Osmanlı Rumları ile birlikte
Yunan ideali etrafında çalışmalar yürütmelerini sağlıyordu. Komitenin bu yönde faaliyet
gösterdiğine dair Osmanlı Arşivinde pek çok belge bulunmaktadır. Mesela, Polis Müdür-i
Umumiliğinin 16 Haziran 1919 tarihli bir raporunda belirtildiği üzere; Yunan Hükümetinin
İstanbul’daki temsilcileri ve Patrikhanenin desteğiyle komite üyeleri Anadolu’daki yerli
Rumları teşkilatlandırıp çeteler teşkil etmek, bu çeteler vasıtasıyla da Anadolu’da
asayişin bozulmasını sağlamak amacıyla muhacirler kayıt etmekte ve Anadolu’ya sevk
etmekteydiler. Ayrıca Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey tarafından Başbakanlığa bildirilen bir
yazıda; Kordus Komitesinin Osmanlı Rumlarını silahlanmaya davet ettiği belirtilmiş ve
merkezi İstanbul’da bulunan bu komitede bir arama yapıldığı takdirde bu hususlarda pek
çok belgenin ele geçirileceği ifade edilmiştir. Kordus Komitesinin amacı Yunanistan’ın nüfuz
alanını genişletmekten ve ilhaka zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir. Bu cümleye
ilave olarak Patrikhane ve Yunanlılar, Avrupa’da Türkler aleyhine propagandalar yapmışlar,
Marmara ve çevresinde Hıristiyan ahalinin bilinçli olarak katledildiklerini söylemişler, Rum
nüfusu hakkında da abartılı istatistikler vermek suretiyle bu amaçlarını gerçekleştirme
adına gayret sarf etmişlerdir.
Trakya’daki Rumlar ise, Kordus ve Mavri Mira cemiyetleri gibi merkezi İstanbul’da
bulunan Yardım Komitesi ve Trakya Komitesi öncülüğünde teşkilatlanmaktaydılar.
Yardım Komitesi, göç ettikleri yerlerden tekrar eski yerlerine dönen göçmenlere yardımlarda
bulunuyor; “evlerini tamir, ziraat aletleri almak” gibi ihtiyaçlarının giderilmesi için göçmenlere
uzun vadeli para yardımında bulunuyordu. Her iki komite de, Rumların, çete kurma ve
Trakya’da asayişin bozulması yönündeki faaliyetlerine büyük katkı sağlıyorlar, mütarekenin
yedinci maddesi uyarınca Trakya’nın İtilaf kuvvetleri tarafından işgaline yol açacak bir
durum ortaya çıkarmak için çaba harcıyorlardı. Yunan Hükümeti de silah ve cephane
noktasında Trakya Rumlarına büyük destek sağlıyordu.
ZARARLI CEMİYETLER
Mondros Mütarekesi ertesinde Osmanlı coğrafyası üzerinde emeli olan devletler harekete
geçmişler, Anadolu’yu işgale başlamışlardır. İşte bu işgaller sırasında ve işgal döneminde
Osmanlı coğrafyasında pek çok cemiyet kurulmuştur. Bunlardan bir kısmı Millî Mücadele
hareketi açısından faydalı iken bir kısmı zararlıdır. Millî Mücadele aleyhine ortaya çıkan
cemiyetlerden bazıları şunlardır:
Millî Mücadele hareketine karşı olan zararlı cemiyetlerden birisi Kürt Teali Cemiyetidir.
Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla da anılan Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti, Seyit Abdülkadir
başkanlığında 17 Aralık 1918 tarihinde kurulmuştur. Bu cemiyet, 19 Şubat 1919 tarih ve
74 sayılı kararla İçişleri Bakanlığından da müsaade almıştır. Cemiyetin kurucu üyeleri
arasında Babanzade Hüseyin Şükrü Bey, Dr. Şükrü Mehmed Sekban Bey, Muhittin Nami
Bey, Babanzade Hikmet Bey ve Aziz Bey de vardır. Cemiyet, Elazığ, Malatya, Diyarbakır ve
Muş’ta şubeler açmıştır. Cemiyet, “Kürtlerin genel çıkarlarının gözetilmesi ve ulusal davanın
desteklenmesi” hedefini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca Mondros Mütarekesi’nin
ortaya çıkardığı kargaşa ortamından yararlanarak İtilaf Devletlerinin desteğiyle bir Kürt
devleti kurmak için de gayret göstermiştir. Nihayetinde bu cemiyet, I. Dünya Savaşı
sonunda ilan edilen Wilson ilkelerinin ortaya çıkardığı ortamdan istifade ederek bağımsız
ya da muhtar bir Kürt devleti kurmaya çalışmıştır. İngilizler, Güneydoğu Anadolu’ya nüfuz
edebilmek için bölgeye istihbarat subayı olarak Binbaşı Noel’i göndermiş ve Noel, İngiliz
88 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
çıkarları doğrultusunda Kürt aşiretlerini kışkırtmaya çalışmıştır. Nitekim “iş sıkı tutulduğu
takdirde himayeleri altında kuzey sınırı Van gölüne kadar uzanacak bir Kürt devletinin
kurul”abileceğini belirtmiştir. Kürt Teali Cemiyeti, faaliyet yürütürken Hürriyet ve İtilaf
Fırkası ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile de işbirliği içerisinde olmuştur. Cemiyet, özellikle
de İngiliz Muhibleri Cemiyetinin direktifleri doğrultusunda hareket etmiş, Millî Mücadele
hareketinin doğu ve güneydoğuda egemen olmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Kürt
Teali Cemiyetinin, Vatandaşlara Beyannamesi’nde, “şimdiye kadar Türk olmadıkları halde
Türk milletinin başına geçerek kendilerini öz Türk gösteren ve Türk’ün malını, ırzını, canını
yok eden, çocukları öksüz, kadınları dul, evleri yoksul bırakan ve bunu kendisine iş güç
edinerek çeşit çeşit ad ve lakaplar takınarak ortaya çıkan ve her gün Türkleri aldatan
hainlere aldanmayınız” denilmektedir. Buna benzer propagandanlar yapan bu cemiyet,
Doğu ve güneydoğudaki Kürt aşiretlerinin ayaklanmalarında önemli rol oynamıştır. Nitekim
Millî Mücadele hareketini ortadan kaldırmaya dönük girişimler olan Cemil Çeto ve Koçgiri
ayaklanmalarının çıkışında Kürt Teali Cemiyetinin etkisi olmuştur.
Millî Mücadele aleyhine faaliyet gösteren cemiyetlerden bir diğeri de Teali İslam
Cemiyetidir. 19 Şubat 1919 tarihinde İstanbul’da İskilipli Hoca Mehmet Atıf Efendi
başkanlığında kurulan bir cemiyettir. Cemiyetin İkinci başkanı Konyalı Hoca Atıf Efendi,
kâtibi ise Bergamalı Hoca Mehmet Zeki Efendi’dir. Cemiyetin başlangıçtaki adı (müderrisler
derneği) Cemiyet-i Müderrisîndi. Nitekim Cemiyet-i Müderrisîn iken başkanı Mustafa Sabri
idi ve İskilipli Mehmet Atıf Efendi de ikinci başkan idi. Fakat daha sonra Mustafa Sabri
Efendi, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nde Şeyhülislam olmuş, bunun üzerine İskilipli Hoca
Mehmet Atıf Efendi cemiyetin başkanı olmuştur. Cemiyet, Tekfurdağı, Isparta, İskilip,
Kastamonu, Manisa, Eskişehir, Bursa, Çorum, Ödemiş, Konya, Uşak, Merzifon, Çankırı,
Yenişehir, Kütahya ve Bolu gibi yerlerde şubelerini açmış, Millî Mücadele hareketine karşı
faaliyet yürütmüştür. Cemiyet, bütün Osmanlı vatandaşlarının halife ve sultan etrafında
birleştirilmesini sağlamayı amaçlamıştır. Cemiyet faaliyetlerini yürütürken Hürriyet ve İtilaf
Fırkası ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile de işbirliği içerisinde olmuştur. Bu cemiyet Millî
Mücadele hareketine karşı halkı etkilemek adına beyannameler yayınlamıştır. Teali İslam
Cemiyeti, yayınladığı birinci beyannamesinde, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının
Yunanlılarla mücadelede başarılı olmadığını iddia etmiş, hatta Paşa ve arkadaşlarının halkı
kandırıp Yunanlılarla mücadeleye tutuşturduğunu belirtmiştir. Ayrıca beyannamede Mustafa
Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında şöyle denilmiştir: “Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan
ve peygamberden hayâ etmeyen mahlûklar”, “Hey sizler ey yalancı ve denî şakiler! Kendi
milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet ve şenaatleri irtikâp
edip dururken milleti, eşraf-ı memleketi, ulemayı asıp keserek mallarını yağma ederken
kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yı Milliye namını veriyorsunuz? Milleti
öldürerek, mahvederek hukuk-u milleti müdafaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hainler,
artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerinize olsun!.”
Teali İslam Cemiyetine göre; büyük devletlerle mücadeleye girişmenin herhangi bir anlamı
yoktur. Cemiyete göre; Kuvâ-yı Milliye hareketi, ülkeyi büyük bir kargaşaya sevk etmekte
ve İstanbul’un durumunu zora sokmaktadır. Nitekim bu anlamda beyannamede; büyük
devletlerin, “Eğer Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye isyanını devam ettirir ve bastıramazsanız
İstanbul’u da elinizden alacağız” diyerek, İstanbul Hükümeti üzerinde baskı oluşturduğu
da altı çizilen bir başka hususu oluşturmaktadır. Bu beyanname Teali İslam Cemiyetindeki
Millî Mücadele düşmanlığını açıkça ortaya koymak bakımından yeterlidir. Teali İslam
Cemiyetinin İkinci Beyannamesi de en az birincisi kadar düşmanca bir üslup ile kaleme
alınmıştır. Bu beyannamede İstanbul’daki hükümetin takip ettiği siyasetin olumlu meyveler
vermeye başladığı bir dönemde Kuvâ-yı Milliye’nin hükümet ile millet arasına girdiğinden
ve olumlu gidişatı bozduğundan bahsedilmektedir. Ayrıca bu beyannamede; Kuvâ-yı Milliye
hareketi bir “isyan” olarak değerlendirilmekte, Kuvâ-yı Milliyecilerin dünyada eşi görülmemiş
Mütareke Dönemi 89
Kuvâ-yı Milliye
Kuvâ-yı Milliye iki anlamda kullanılmaktadır. Kelime dar anlamıyla istilâcı düşmana karşı
koymak için mahalli olarak teşkilâtlanan kuvvetlerdir. Geniş anlamıyla ve Atatürk’ün bu ko-
nuda söylediği sözlerden çıkardığımız sonuca göre ise Kuvâ-yı Milliye: “Bağımsızlığını ko-
rumak uğruna meşru bir Millî cereyan olarak, Millî irade ve milletin genel desteğiyle oluşan
ve bütün milletin kuvvetlerini varlığında toplayan bir teşkilâttır.”
Bu anlamda Kuvâ-yı Milliye, Mondros Mütarekesi’nin uygulanmaya konduğu tarihten
itibaren memleketin işgal edilmesi tehlikesi ya da fiili işgal karşısında milletin; mevcut idare-
den ümidini kestiği andan, Anadolu’da düzenli ordunun kurulduğu tarihe kadar geçen süre
içinde her ne şekil ve surette olursa olsun vatanın savunulması yolunda yerel veya millî
şekilde kurmuş olduğu bütün direnme gruplarının genel ve ortak adıdır.
Kuvâ-yı Milliye hareketinin en rahat izlenebildiği yer İzmir bölgesidir. Yunanlıların 15
Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkarmaları ve kısa sürede 2.000 dolayında Türk’ü katletmeleri
ve bu eylemlerinde yerli Rumlardan yardım ve destek görmeleri Ege halkını kendi kendini
savunma gereği ile karşı karşıya bıraktı. Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın 22 Mayıs 1919’da
Mütareke Dönemi 91
İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliklerine verdiği notada ileri sürdüğü Yunan askerlerinin
çekilip büyük devletlerin işgal eylemini gerçekleştirmelerinin hoşnutsuzluk yaratacağı
ricası dinlenmedi bile. Çünkü Yunan Ordusu işgali kendi adına değil, İtilaf Devletleri adına
yapıyordu. İşte bu gelişmelerin ardından kolordunun o bölgede bulunan 57. Tümeninin
Komutanı Albay Şefik (Aker) Bey 23 Mayıs 1919’da Harbiye Nezareti’ne gönderdiği bir
yazıda “Durumun düzeltilmesi için Kuvâ-yı Milliye teşkilâtı meydana getirmenin en iyi tedbir
olacağını” bildirmesi ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın da bu yazının
altında “son fıkra gayet önemlidir, acele edilmesi lazımdır” diye bir kayıt düşmesi Kuvâ-yı
Milliye için bir başlangıç kabul edilebilir. Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevad Paşa’nın
24 Mayıs 1919’da 57. Fırka Kumandanlığına çektiği cevabı telgrafta “Ahali tarafından
Yunanlıların hüsnü kabul görmesi Aydın vilayetinin akıbeti için telafisi olmayan zarara yol
açtı. Bunu halka pek seri bir surette anlatmanızı rica ederim. Burada bir katliam yapılmasını
arzu etmiyorum; fakat her halde o havalideki İtilâf subayları ile ecnebiler, bizim Yunan
ordusunu katiyen istemediğimizi anlamalıdırlar. Halk için yapılması lâzım gelen işleri siz
daha iyi takdir edersiniz...” diyerek hükümetin zayıflığı karşısında büyük bir bunalım içinde
bulunan Harbiye Nezareti, Kuvâ-yı Milliye fikrini desteklemiş, ancak hiçbir yardım yapacak
güçte olmadığından her şeyi Albay Şefik (Aker)’in girişimine bırakmıştı. Diğer yandan
buradaki kolordu komutanlığına atanan Albay Bekir Sami Bey İstanbul’dan hareketinden
önce Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’dan aldığı direktifle böyle bir yetkiye sahip
olmuştu. Öte yandan işgali takip eden ilk hafta içinde henüz esaslı bir surette Yunanlılara
mukavemet edecek kuvvetler oluşmamış fakat bütün halk bunun lüzumuna kani olmuş ve
bu maksatla küçük millî kıtalar teşekküle başlamıştı. Bunlar memleketin maruz bulunduğu
tehlike hakkında İstanbul’daki makamlara bilgi vererek ricalarda bulunmak ve onlardan
talimat istemek üzere seçilen bir heyetteki teşkil ediyorlardı.
Bu gelişmelerden sonra Albay Bekir Sami Bey, Ödemiş’e talimat göndererek o bölgeyi
eyleme geçirdi. Albay Şefik Bey’de Aydın’ın Yunanlılar tarafından işgalinden sonra çekildi-
ği Çine bölgesinde millî kuvvetleri kurmaya başlamıştır. Bandırma’daki Kolordu Komutanı
Yusuf İzzet Paşa ile Balıkesir’de 61. Tümen Komutanı Albay Kâzım (Özalp) da kendi böl-
gelerinde aynı paralelde çalışmalar yapıyorlardı.
Bu komutanların yapıcı etkinlikleri sonunda Kuvâ-yı Milliye örgütü bütün Batı Anadolu’da
benimsenmiş ve gittikçe genel bir nitelik almıştı. Hatta Avrupa’da öğrenim yapmakta olan
Mahmut Esat (Bozkurt), Şükrü Saraçoğlu gibi aydın bazı gençler öğrenimlerini yarıda
bırakarak yurda dönmüşler ve Kuvâ-yı Milliye saflarına katılmışlardı.
Kuvâ-yı Milliye’nin faaliyeti ve Yunanlılara karşı ara sıra kazanılan başarı haberlerinin
süratle her tarafa yayılması, halkın mücadele duygularını tahrik ve vatanseverlik azimlerini
coşturdu. Milletin ruhundan doğan galeyanın doğal bir ürünü olan bu millî savaşa manen ve
madden katılmayı, her vicdan ve hamiyet sahibi, namus gereği kabul ediyordu.
Kuvâ-yı Milliye arasında çok genç çocuklar olduğu gibi aksakallı dedeler de vardı.
Mücahitlere cephane ve yiyecek taşıyan kadınlar pek çok olduğu gibi mavzeri elinde
çarpışmaya katılan Türk kadınları da az değildi. Memleketin millî silahlı örgütlenmesini
yüklenen ve ifa eden Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Reddi İlhak Cemiyetleri etrafında
toplanan millî kahraman ve fedailerin sayısı günden güne artmakta, millî cepheler takviye
olunmakta, toplanan yardımlarla da hem mücahitlerin hem de onların geride bıraktıklarının
ihtiyaçları temin edilmekteydi.
Kuvâ-yı Milliye mensubunun müfrezesini bırakıp köyüne gitmesini orduda olduğu gibi “firar”
saymak mümkün değildi. Büyük çoğunluğu Kuvâ-yı Milliye’ye kendi isteği ile katıldığı için,
herkes dilediği zaman olmazsa bile herhangi bir fırsatta teşkilâttan çekilebilirdi. Özellikle
savaşa tutuşup bozguna uğrayan müfrezelerin mensupları kolay dağılabiliyordu.. Böyle
hallerde insanların üzerine çöken yılgınlık moral bozukluğu kavgadan kaçmaya hevesli
olanlara fırsat veriyordu. Hatta zaferle biten muharebelerin sonunda bile Kuvâ-yı Milliye
müfrezelerinin dağıldığı ve savaşçıların köylerine çekildikle görülmüştü.
Böyle bir ortamda gittikçe gelişmeye başlayan millî kuvvetlerden, savaş amacına
uygun biçimde yararlanmak konusu düşünülmeye başlandı. Bunun için Kuvâ-yı Milliye
denilen kuvvetlerin subay ve silah eksiklerinin giderilmesi gerekiyordu. Millî Kuvvetler daha
çok kendi “efe” ve “reislerinin” otoritesi altında çalışmayı tercih ediyorlar ise de askerî bilgi
ve taktik konularındaki yetersizlikleri dolayısıyla danışmanlara ve gerektiğinde çarpışmaları
yönetebilecek subaylara ihtiyaçları vardı. Diğer yandan Kuvâ-yı Milliye kuvvetlerinin her
türlü teknik ve ağır silahlarla donatılmış, düzenli ve sefer mevcudunun Yunan birliklerine
karşı koyabilmesi, ağır silahlara sahip olmakla mümkündü. Ordu birlikleri, Mondros
Mütarekesi’nin ağır hükümleri ve siyasal baskılar yüzünden Yunanlılara karşı açıkça
çalışamadıklarından; birliklerdeki subay, araç ve gereçleri Kuvâ-yı Milliye adına kullanmak
durumunda idi. Ali Fuat Paşa’nın ifadesi ile “Ordu ile millet el ele vermeli ve beraberce
hareket etmeliydi.” Ordu birlikleri henüz bütünü ile terhis edilmemiş olduğundan, özellikle
stratejik bölgelerde, kendi ad ve unvanlarını kullanmaksızın toptan Kuvâ-yı Milliye kimliğine
sokularak cepheye gönderilmeleri imkânının sağlanması bütün komutanlar tarafından
uygun görülüyordu. Gerçekten o günkü siyasî şartlar içinde başka çare de yoktu.
Mustafa Kemal Paşa Sivas Kongresi’nden sonra bu konu ile daha yakından ilgilenmeye
başladı. Batı Cephesi’ni Heyet-i Temsiliye’ye bağlamak yolu ile yönetim birliğini sağlamak
istedi. 9 Eylül 1919’da 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’ya “Garbi Anadolu Kuvâ-yı
Milliye Kumandanı” unvanı verildi. Ancak Ali Fuat Paşa bu alanda beklenen başarıyı elde
edemedi. Bunun üzerine Heyet-i Temsiliye, 23 Ekim 1919’da Albay Refet (Bele)’yi, Batı
Anadolu’ya göndererek 23 ve 57. Tümenlerin komutasını üzerine almasını ve bu bölgedeki
durum hakkında acele rapor vermesini istedi.
Albay Refet (Bele) yaptığı incelemeler sonunda Batı Anadolu Cephesi’nin tek komuta
sistemine bağlanmasının şimdilik mümkün olmadığını Mustafa Kemal’e bildirdi. Böylece
Balıkesir, Salihli ve Aydın cepheleri olmak üzere üç bölgeyi kapsayan Batı Anadolu’nun
bir komuta altında toplanabilmesi imkânsızlığı karşısında, mevcut düzenin bir süre daha
korunması uygun görüldü.
Kars İslâm Şurası, Piroğlu Fahreddin (Erdoğan) Bey tarafından kurulmuştu. Şura’nın
Merkez Heyeti İdare Reisliğini Cihangir zade (oğlu) İbrahim Bey üstlenmişti.
Kars Millî İslâm Şurası, 17–18 Ocak 1919’daki ikinci kongresinde Güney Batı Kafkasya
Geçici Millî Hükümeti anlamına gelen “Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkatai Milliyesi”
adını aldı. Şura, 12 Nisan 1919 Cumartesi günü Kars’ı işgal eden İngilizler tarafından
basıldı. Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyet’i Cumhurbaşkanı Cihangiroğlu İbrahim Bey, bazı
hükümet üyeleri, bazı milletvekilleri ve görevliler hemen orada tevkif edildiler. Tutuklananlar,
o gün akşam Gümrü’den gelen ve Ermeni askerlerini taşıyan trenle önce Tiflis’e, oradan
Batum yolu ile İstanbul’a ve daha sonra Malta’ya sürgün edildiler.
Millî Kongre Cemiyeti
Mondros Mütarekesi sonrası, Rumların İstanbul’da teşkilâtlanıp Megola-İdea uğrundaki
çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Esat Paşa’nın çağrısı ile Türk Ocağı, Kızılay,
Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere, 70 kadar
94 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
cemiyetten ikişer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918’de “Millî Kongre” adı ile partiler
üstü bir teşkilât kuruldu.
Millî Kongre programının ana fikri, Türk Millî Mücadelesinin ilk işaretleri niteliğindedir.
Bildirinin bir yerinde “Ancak siyasî ve iktisadî istiklâl ile yaşayacak olan vatan”, birkaç
noktasında “Kuvâ-yı Milliye” ifadelerini kullanan Millî Kongre, tatbikatta da canlılığını
göstermiştir. Millî Kongre “Kuvâ-yı Milliye” deyimini kullanan ilk siyasî teşekküldür.
Mensuplarının çoğu sonradan Anadolu hareketine yani Millî Mücadele’ye katılmıştır.
Cemiyetin ilk kuruluşunda, kurucular, Trakya’ya saldıracak dış düşmanlara karşı silahlı
bir mücadeleyi düşünmektedirler. Cemiyet, 7 Kasım 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetine katılmış ve onun nizamnamesini kabul etmiştir.
Cemiyet merkezi kurulduktan sonra art arda yaptığı birkaç toplantıdan sonra aşağıdaki
esasların müdafaasına karar verdi:
Doğu vilayetleri tarih itibariyle bir Müslüman-Türk memleketidir. Bu bölgede Ermeniler
öteden beri küçük bir azınlıktır.
50 yıldan beri Ermeniler bu bölgede çeşitli siyasî öldürmeler ve komitacılıkla,
Müslümanları, kendilerini müdafaa zorunda bırakmışlardır. İlk hareket ve teşebbüs daima
onlardan gelmiştir.
Cemiyetin Erzurum şubesi, İstanbul merkezinden yetki alarak 10 Mart 1919’da Cevat
Dursunoğlu tarafından kurulmuştur.
Erzurum Müdafaa-i Hukuk teşkilâtına asıl güç veren şey, bu memleketin heyecanlı
evlatlarının durmadan, bütün güçlüklere rağmen, ümitsizliğe düşmeden yaptıkları
teşebbüs ve çalışmalardı. Bilhassa Süleyman Necati’nin çıkardığı “Albayrak” gazetesi
bütün millî isteklere, millî iradeye tercüman oluyordu. Gün geçtikçe daha iyi görülen
millî tehlike karşısında, kurtuluş için herkesin tek çare olarak görülen bu cemiyetin
etrafında toplanması, orduya duyulan ihtiyacı da artırıyordu. 15. Kolordu Komutanı
olarak Kazım Karabekir Paşa’nın Erzurum’a gelmesi ve kendilerine destek vermesi
büyük bir memnuniyet ortaya çıkardı. Çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa’nın da
Erzurum’a gelmesi ile Cemiyet, Millî Mücadele’nin en önemli basamaklarından biri olma
mazhariyetine erişmiş oldu.
Cemiyetin çok daha önemli girişimi, İzmir’de bir kongre toplamak oldu. Bu konuda, Vali
Vekili Nurettin Paşa kendilerine büyük kolaylıklar gösterdi ve Aydın Vilayetine bağlı yerlere
telgraf çekerek, belediye başkanlarının, müftülerin, şehirlerinden dörder, ilçelerden ikişer
olarak seçecekleri delegeleri İzmir’de toplanacak kongreye göndermelerini istedi. Kongre,
17 Mart 1919’da çalışmalara başladı.
Cemiyet, kongreden sonra bölgesel bir güç kazandı ve temsil yetkisi, hareket alanı
genişletildi. Ancak, İstanbul Hükümeti, kongre muhtırasının yayınlanmasından üç gün
sonra Nurettin Paşa’yı İzmir Valiliğinden alıp onun yerine İzzet Paşa’yı vali olarak atadı. Vali
İzzet Paşa’nın baskıları sonucu cemiyet çalışamaz hale geldi. Bunun üzerine Cami Bey,
cemiyet faaliyetlerini İstanbul’da yürütmek üzere görevlendirildi ve Mart 1919 başlarında,
cemiyet içinde gizli olarak kurulan “Müdafaa-i Vatan” komitesinin etkinliğinin arttırılması
kararlaştırıldı. 14 Mayıs’ta işgal söylentileri üzerine cemiyet kurucuları, Türk Ocağı üyeleri
ile İzmir’in genç aydınlarının yaptığı bir toplantıda “Müdafaa-i Vatan” komitesinin adının
“İlhak-ı Redd-i Heyeti Milliyesi” olarak değiştirilmesine karar verdiler. Toplantı sonunda işgal
ile ilgili kararlar alındıktan sonra bir miting yaptırılması kararlaştırıldı ve Maşatlık mitingi
için Anadolu matbaasında Wilson prensiplerini hedef alan bir bildiri bastırıldı. Bildiride “...
Güzel memleket Yunan’a verildi... Yunan hâkimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini
göster. Tekmil kardeşlerin maşatlıktadır. Oraya yüz binlerle toplan ve ezici çoğunluğunu
bütün dünyaya ilân ve ispat et...” deniyordu.
Karakol Cemiyeti
Millî Mücadele döneminde adından sıkça bahsedilen kuruluşlardan birisi de Karakol
Cemiyetidir. İşgal altındaki İstanbul’da, millî bütünlüğe düşman kuruluşlar ve faaliyetleri
karşısında Millî Mücadele’yi destekleyen en eski ve önemli kuruluşlardan biridir. Bazı kay-
nakların 13 Kasım 1918’de kurulduğunu kaydettikleri Karakol Cemiyetinin, tam ve gerçek
kuruluş tarihinin Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından hemen sonra olduğu anlaşıl-
maktadır. Başlangıçta İttihat ve Terakki Fırkası’nın lidersiz kalan mensupları arasında gizli
bir korunma ve direniş grubu halinde oluşan Karakol Cemiyeti, daha sonra Anadolu’da
başlatılan Millî Mücadele’yi destekleyen gizli bir kuruluşa dönüşecektir.
Cemiyetin ilk kurucuları Kurmay Albay Kara Vasıf, Dava Vekili İsmail ile Emekli
Yüzbaşı Baha Said Bey’dir. Millî Mücadele’de yer almış olan Kurmay Albay Mehmet Arif
Bey (Ayıcı Arif) Karakol Cemiyetinin kuruluşu ve hizmetlerini şu şekilde anlatmaktadır:
“İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden önce Sivas eski mebusu Kara Vasıf Bey’in gi-
rişimleriyle İstanbul’da gizli olarak bir cemiyet kurulmuş ve bu cemiyet İstanbul’un İtilaf
Devletleri tarafından işgaline kadar övgüye değer biçimde çalışma yapmıştır. İstanbul hal-
kının, memurları ve çalışanlarının sayesinde (Damad) Ferit Hükümeti’nin ve İngilizlerin
kontrolü altında bulunan ambar ve depolarından geceleyin aşırmak suretiyle muhtelif tarih-
lerde İstanbul’dan malzeme, Anadolu’ya geçirilmiştir.”
Kara Vasıf Bey tarafından kaleme alınan cemiyet programına göre cemiyetin amacı
“Türk ve Müslüman milletin hukuk ve hürriyetini yok etmeye çalışanlara karşı bütün
hükümet ve cemaatle birlikte çalışmak; hürriyet ve istiklâl için gerekirse silahlı mücadeleye
Mütareke Dönemi 97
girerek hür ölmek fakat asla esir ve zelil yaşamamak, dışarıda ise amaca ulaşmak için
insanlık düsturu ile hareket eden bütün kuvvetlerle işbirliği yaparak, hürriyet ve istiklâlimiz
için onlardan yardım almaktır”.
Vali Cemal Bey’in Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki bir diğer faaliyeti ise 12.Kolordu’ya
mensup subay ve askerler arasında propaganda yaptırarak onları Saltanat’a itaat etmeye
ve işgallere karşı direnmenin dine, Saltanat ve Hükümetin imzaladığı mütarekeye itaatsizlik
olacağını anlatarak askerlikten soğutmaya çalışmasıdır. Bu cümleden olarak hükümetin
mütareke ile birlikte askerlerin terhisi kararı aldığını ilan ederek bu karara uymayanları
“hükümete isyan” suçundan tutuklatıp hapse attıracağını yayması.
Yine İstanbul Hükümeti’nin desteği ve Vali Cemal Bey’in himayesinde kurulan Teali-i
İslam Cemiyeti, Konya’da açtığı okullar vasıtasıyla halkın yanı sıra ordu mensupları
arasında da faaliyet göstermeye başlamış ve yaptığı propagandalarla askerler arasında
98 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
da taraftar bulmuştu. Bundan cesaret alan cemiyetin Konya Şubesi Başkanı Ahmet Rüştü
Efendi, Kolordu Komutanı Fahrettin Bey’e bir telgraf çekerek okullarına gelmek isteyen
askerlerin terhis edilmesini bile istedi.
C- Halkın İlgisizliği
Uzun zamandan beri düşman işgali görmemiş Konya’da eşraf tabir edilen halkın önde
gelenlerinden bazılarının Millî Mücadele’ye karşı ilgisiz, hatta yer yer karşı çıkması.
Bu tabaka, menfaatlerinin bozulmaması için mevcut idarenin istekleri doğrultusunda
hareket ederek Saltanat ve Hilafet’e bağlılıklarını bildiriyor ve işgallere karşı direnmeye
hazırlanan Kuvâ-yı Milliyecilere sıcak bakmıyorlardı.
Bunda İtalyanların halka karşı takip ettikleri hoşgörülü politikanın da etkisi vardır.
D- Azınlıkların Faaliyetleri
Yüzyıllarca Türk ve Müslümanlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayan azınlıklar,
Konya’nın İngiliz ve İtalyanlar tarafından işgalinin ardından gerçek kimliklerini ortaya
koydular. Mütarekeden önce Konya’da okulları, hastaneleri, kiliseleri, ticari müesseseleri
ile Türk ve Müslümanlarla iyi komşuluk içinde yaşarken mütarekeden sonra büyük oranda
tavırlarını değiştirdiler. Özellikle Gazialemşah, Çiftemerdiven mahallelerini Yunan Bayrakları
ile donattılar. Başta hırsızlık, darp gibi pek çok asayişsizlik olaylarına karışmaya başladılar.
Vali Cemal Bey ise Müslümanlara karşı işlenen bu tür olayları çoğunlukla işgalcilerle ters
düşmemek uğruna kapattı. Yine azınlıkların bazıları, vatanseverliği ile öne çıkan Konyalıları
İttihatçı diye suçlayarak onların tutuklanmalarını ya da takibata uğramalarını sağladılar.
İşte bu durum da Kuvâ-yı Milliye’ye katılımı engelledi.
Vali Cemal Bey ise bu tepkilerin Konya’da bulunan ittihatçı subaylar tarafından tertip-
lendiğini düşünüyor ve bunlar için sürgün listeleri hazırlıyordu. Bu sürgün listesinde daha
önce görevinden alınan Kolordu Komutanı Fahrettin Altay’ın adı da vardı.
Bu konuda Fahrettin Bey’e yapılan tebligat yaşanan şartlar bakımından dikkat çekicidir.
“Dünkü gün başlarında Belediye Reisi olduğu halde bir kısım halktan müteşekkil
bir heyetin İtalya ve İngiliz mümessillerine müracaat ederek askeri kumandanlardan altı
kişinin Konya’dan 24 saat zarfında çıkarılmalarını, aksi halde memlekette büyük fenalıklar
vukua geleceğini ifade ettikleri mümessiller tarafından bildirmiş ve zikredilen heyet yanıma
Mütareke Dönemi 99
gelerek aynı teklifi ileri sürmüştü. Bu altı kişi üzülerek belirtmek gerekir ki yüksek kişilerin
de bulunduğunu tebliğ ve memleketin selameti namına bu gece hareket edecek trenle
hareketinizin muvafık olduğu, durum icabı beyan olunur efendim”. 12. Kolordu Komutanı
- Faik Sait
Nitekim Vali Cemal Bey’in baskılarına daha fazla dayanamayan ve İstanbul Hükümeti
tarafından ölü veya diri ele geçirilmek istenen Beyşehir Süvari Alayı Komutan Vekili Binbaşı
Nazım Bey, birliği ile Konya önlerine kadar gelip Vali ve yandaşlarını tehdit etmeye başladı.
Nazım Bey’in bu davranışı 12.Kolordu’ya mensup askerler ve baskılardan bıkan şehir
halkından da destek buldu. Bu durum Vali Cemal Bey’i korkutmaya yetti. İtalyanların da
yardımı ile 25 Eylül 1919 akşamı bir yük treni ile İstanbul’a kaçtı.
Vali Cemal Bey’in kaçışının ardından Konya’da Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı’nın kuruluşu
da hızlandı. 30 Eylül 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Konya Valiliği’ne gönderdiği
telgraf ve bu telgrafın ardından Konya’ya gelen Refet Bele’nin gayretleri ile 8 Ekim 1919’da
Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurularak yaklaşık 20 kişilik geçici heyeti seçildi. Daha
sonra bu heyet kendi arasında toplanarak Yalvaçlı Ömer Vehbi Efendi, Müftü Zade
Cevdet, Ahi Baba Zade Yusuf Ziya, Eczacı Hüsamettin, Hacı Mehmet Zade Süleyman,
Tahir Paşazade Cevdet, Kadı Zade Ahmet, Hacı Bahri Zade Mümtaz Bahri, Attariye Şirketi
Müdürü Tahir ve Mustafa Şevki Bey’i faal üyeliklere getirdiler.
Ali Kemali Hoca’nın başkanlığa seçilmesi ile birlikte Konya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
oldukça aktif bir hale geldi. İlki 8 Ocak 1920’de olmak üzere Ocak ayı içinde işgaller aleyhine
dört miting düzenlendi. Bunların en dikkat çekici olanı işgalci İtalyanların, 13 Ocak 1920’de
Öğüt Gazetesi matbaasını basarak gazetenin yayınının durdurulması üzerine düzenlenen
dördüncü mitingdir. Miting 13 Ocak Cuma günü düzenlendi. Cuma Namazı’ndan sonra halk
hükümet konağının önünde toplanarak İngilizlerin isteği ile İtalyanların Öğüt Gazetesi’ni
kapatmasını şiddetle protesto etti. Mitingin öncüsü Müdafaa-i Hukuk Başkanı Sivaslı Ali
Kemali Hoca’dır. O İtalyan askerlerinin de orada olduğunu bile bile onlara karşı çok sert
100 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
ifadeler kullanarak konuşmasını şöyle sürdürdü: ”Ey ahali, ey Konyalılar, gazete demek bir
milletin dili demektir, General Milne dilimizi kesti… Bizi susturamazlar. Dönersek kahpeyiz
millet yolunda bu azametten. Bu millet ölmedi, ölmeyecektir. Bu gün Öğüt’ü kapatmışlarsa
yarın bir başka Öğüt çıkacak”.
Konya ile ilgili pek çok yazısı bulunan Mehmet Önder ise o günün görgü tanıklarından
dinlediklerine dayanarak şu ifadeleri aktarıyor: ”Ey ahali, Ey Konyalılar gazete demek bir
milletin dili demektir. Ne idüğü belirsiz birkaç Frenk dilimize kilit vurdu. Milli davalarımızı
müdafaa etmek, dilimizi, imanımızı Türklüğümüzü muhafaza etmek bizlerin, sizlerin,
hepimizi vazifesidir. Bizi susturamazlar. Bu gün Öğüt’ü kapatmışlarsa yarın bir başka Öğüt
çıkacak, bizi hak ve hakikat yolunda asla susturamayacaklardır”.
GÜNEY CEPHESİ
Birinci Dünya Harbi sonunda Irak’tan çekilen 6. Ordu’nun dağıtılmasıyla, 13. Kolordu adını
alan kuvvetler Diyarbakır, Urfa, Siirt ve Mardin bölgelerinde yerleşmişlerdi. Bu kolordu
mütarekeden sonra İngilizlerin baskısıyla terhis edildiğinden taburların mevcudu 70–80 ere,
bütün Kolordu’nun mevcudu ise 4800’e düşmüş; durumdan faydalanan İngiltere ve Fransa
mütarekenin ilgili maddelerini bahane ederek, Akdeniz kıyılarından ve Fırat Nehri’nden
Toroslara kadar uzanan bölgeyi işgal etmeye başladılar. Bu bölgenin gerçek sahibi olan
ve çoğunluğu teşkil eden Türkler, bu durum karşısında, kimsesiz ve himayesiz olarak bir
taraftan işgal kuvvetlerinin şımarık hareketleri ve diğer taraftan da Ermeni ve Rum gibi
bağımsızlık heyecanına kapılmış azınlıkların taşkınlıkları ve tecavüzleri karşısında şaşkın
ve ne yapacaklarını şaşırmış bir halde kalmışlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında göçe
tabii tutulan Ermeniler Mondros Mütarekesi’nden sonra tamamen silahlanmış bir halde bu
bölgelere dönerek çoğunluk meydana getirmek için faaliyete geçmişlerdi.
Gaziantep Cephesi
Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizler, daha önce Fransızlarla yapmış oldukları
gizli antlaşmanın aksine süvarilerini daha iyi şartlarda iskân ettirebilmek için kendi işgal
mıntıkalarını genişletmek istediler. Bu amaçla mütarekenin yedinci maddesine dayanarak
17 Aralık 1918 tarihinde Antep’e girdiler. 23 Ocak 1919’da hükümet konağını bastılar.
Memleketin ileri gelenlerini muhtelif bahanelerle Halep’e, oradan da Mısır’a sürdüler.
Ardından şehirde silah toplama hareketine giriştiler. Silahını vermeyenleri ağır para
cezasına çarptırdılar. Ermeniler bu gibi muamelelere tabii tutulmadığı gibi, kendilerine bol
miktarda silah ve cephane dağıtıldı.
Mütareke Dönemi 101
İngilizlerin bu davranışı halkın tepkisine sebep oldu ve bir miting yapıldı. Bu mitingde
Antep Belediye Başkanı M. Lütfi, halkın bu işgali reddettiğinin sulh konferansına bildirilmesini
istedi. Mitingin ardından Türk ve Müslüman ahali tarafından “Cemiyet-i İslâmiye” teşkilâtı
kuruldu. Bülbülzade Hacı Abdullah Hoca Efendi’nin başkanlığı altında kurulan cemiyetin
amacı şuydu: “İstanbul ile alakası kesilmiş olan bu mıntıkada idarî mekanizmayı eline
alarak, Türk ve Müslüman halkı her türlü taarruzlara karşı korumak, halktan topladıkları ile,
fakirleri, şehre dönen esir askerleri beslemekti.”
Bölgede kalmanın kendileri için riskli olduğu kanaatine varan İngilizler daha önce
Fransızlarla imzalamış oldukları Suriye İtilâfnamesi gereği 26 Ekim 1919’da Antep’ten
çekilmeye başlayarak yerlerini Fransızlara bırakmaya başladılar. 29 Ekim’de Fransızlar
2000 kişilik bir kuvvetle Ermenilerin sevinç gösterileri arasında Antep’e girdiler.
Fransız işgali ile başlayan ve Ermeni teşkilâtları tarafından Türklere yapılan hakaret
ve zulüm, kadınlara yapılan tecavüzler bölge halkını hızla örgütlenmeye itti. Bu arada
Antep adına Kara Vasıf Bey Sivas Kongresi’ne gönderildi. Mustafa Kemal Paşa’nın
ondan aldığı bilgiler ışığında Antep’e yazdığı ikinci mektuptan sonra harekete geçen
Antepliler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetinin Antep şubesini
kurdular. Ardından da kısmen daha önce başlatmış oldukları pasif direnişi daha da etkin
hale getirerek Fransız ve Ermenilere yiyecek satmamaya başladılar. Bu yüzden yiyecek
ihtiyacını diğer bölgelerden temine çalışan Fransızlar, Antep-Kilis yoluna büyük önem
verdiler. Ancak Kilis garnizonu üzerinden Antep’e gelecek yardımları önlemek için Antep-
Kilis yolunda çevre köyler halkından teşkil edilen müfrezelerle müdafaa tedbirleri alınmıştı.
Heyeti Merkeziye, Kilis yolu Kuvâ-yı Milliye komutanlığını Şahin Bey’e verdi. Şahin Bey
4 Şubat’ta Kilis yoluna hakim olarak Fransızların Antep’le bütün ulaşım ve haberleşme
bağlantılarını kesti. Şahin Bey Müfrezesi, 28 Mart 1920’ye kadar direnmeyi başardı;
ancak şehit düşenlerin yerlerinin doldurulamaması ve erzakların tükenmesi üzerine bu
tarihte siperler boşaltıldı. Fakat Fransızlarla savaşı bir namus meselesi yapan Şahin Bey,
Elmalı Köprüsü’nde yalnız başına savunmaya devam ederken şehit oldu. Şahin Bey’in
şahadeti millî kuvvetlerin müdafaa mevzilerinde tutunamamalarına ve Antep’in kuzeyine
kadar çekilmelerine sebep oldu. Herhangi bir engel kalmadığı için Fransız müfrezesi 28
Mart’ta Antep’e girdi.
TBMM, Antep’e her türlü zorluk ve imkânsızlıklara rağmen üstün silah ve askerî güce
sahip Fransızlara karşı başarılı müdafaa yaptığı için 1921 yılında 93 sayılı kanunla “Gazi”lik
unvanını verdi.
Maraş Cephesi
İngilizler 22 Şubat 1919’da Maraş’a Max Doryan emrinde bir Hint süvari alayını sevk
ettiler. Şeyh Adil mevkiinde Transanta rahiplerinin bandosu, Ermeni kızların öpücükleri ile
karşılanan İngilizler “Yaşasın İngilizler, Yaşasın Ermeniler, Allah belasını versin Sultan’ın”
nidaları ile Uzunoluk’tan geçerek kışlanın önüne geldiler. İngilizlerin buradaki işlerinden
ilki 1915’teki Ermenilerin göç ettirilmesi olayının soruşturulması oldu. 1915’te Maraş’ta
Sancak Bey’i olan Sivas Valisi İsmail Kemal’in tutuklanıp Maraş’a getirilmesi ise halkta
tiksinti uyandırdı.
27 Kasım gecesi işgal kuvvetleri komutanı Yüzbaşı Andre kale burcundaki Türk
bayrağını indirtti. 28 Kasım Cuma günü yataklarından kalkan Maraşlılar doğduklarından
beri kalenin burcunda sürekli gördükleri bayraklarını göremediler. Evi kale karşısında olan
ve ilk tepkiyi gösteren Hukukçu Mehmet Ali Kısakürek Âlem-i İslâm’a Hitap başlığı ile bir
beyanname yazarak şehrin belirli yerlerine ve o gün Cuma olması münasebetiyle hassaten
Cami duvarına astı. Beyannamede “Ey Milleti Necibe-i Osmaniye. Bin üç yüz seneden beri
Hazret-i Allah ve Peygamber-i Zişanını hizmet ile razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının
kanı pahasına feth ettiği kalenin bayrak direğindeki al sancak bu gün Fransızlar tarafından
indirilip yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç
yüz İslâm gayreti hiç mi yok, coşkunluk arzu etmeyelim. Yalnız ağırbaşlılıkla ve azamet
olarak al al sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i muhabbetle yerimize avdet
edelim, Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilen
Allah’a kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti hatta bütün
Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol”, “şöyle bilmek lazım ki, muzaffer bir kalenin üzerinde
bir yabancı bayrağın dalgalanması ile kılacağın namaz sakattır (düşmüş, hükümsüz,)
Haydi, haydi vakit tamam, burada göstereceğin fedakârlık Kâbe yolunda yeşil sancağın
gölgesinde can vermeye benzer. Ey ulu Müslüman.”
Adana Cephesi
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 11 Kasım 1918’de Fransızlar İskenderun’u işgal
etti. Hükümet’in işgallere seyirci kalması İtilaf Devletlerinin yeni taleplerde bulunmalarını
kolaylaştırdı. İtilaf Devletleri Türk kuvvetlerinin Pozantı’nın kuzeyine kadar çekilmelerini
istediler. İstanbul Hükümeti bunu da kabul edip, Aralık 1918 ortalarında ordumuz bu
bölgeden çekilmeye başlayınca bölgenin Türk ve Müslüman halkı tedirginlik duymaya
başladı. Adanalıların ilgili makamlara protestolarını bildirip bölgenin Türk yurdunun bir
parçası olduğunu ve koparılamayacağını savunmaları İngiliz, Fransız ve Ermenileri
durdurmaya yetmedi. Fransız ve Ermeniler 11 Aralık’ta Dörtyol, 21 Aralık’ta Adana ve
27 Aralık 1918’de de Pozantı’yı işgal ettiler. Dörtyol’u işgal eden ve baskıya başlayan
Fransızlara karşı Karaköse köylüleri yolda barikatlar kurarak direndiler. Güneydeki bu
direniş, Türkiye’de, halk kuvvetlerinin verdiği birinci ve ilk kurşun savaşı oldu. Ocak
1919’un ilk günlerinde Dörtyol Jandarma bölüğü komutanı Teğmen Karahasan’ın,
birliğiyle işgalcilere karşı direnmesi de Millî Mücadele’de askerî birlik adına yapılan ilk
kurşun savaşı oldu.
Adana’nın Fransızlar tarafından işgali ve işgallere Ermenilerin de katılması bölge
halkının tepkilerinin artmasına sebep oldu. Fransızların Ermenileri kendi kuvvetleri arasında
bulundurmasının temelinde “Ermenileri Kilikya’nın kurtuluşuna iştirak ettirmek ve böylece
onların millî emellerini gerçekleştirmek için yeni deliller ve destekler sağlamaktı.” Ermeni
gönüllüleri, Fransız bayrağı altında ve Fransız üniformaları ile çarpışıyor, fakat özel bir
sancakları bulunuyordu. Fransa Hükümeti, bu bölgenin idarî işleri ve polis, demiryolları vb.
gibi önemli hizmetlerine Ermenileri atamıştı.
Adana işgal kuvvetleri komutanı “Ermeniler, Türk Bayrağı görürlerse tahrik olurlar”
gerekçesi ile bayrağın asılmasını yasakladı. Adana Lisesi’ne Türk bayrağının asılmaması
için Bremon müdahalede bulundu. O vakit okul müdürü olan Niyazi Bey “burası Türk irfan
müessesesi olduğundan müdahale olunamayacağını söylemiş ise de dinletememişti.
Buna mukabil Ermenilerin istedikleri yere bayraklarını asmaları serbestti. Fransızlar,
resmi günlerinde, kumandanlarının veya askerlerinin Adana’ya geliş ve dönüşlerinde zorla
Fransız bayraklarını astırıyorlar, asmayanlardan para cezası bile alıyorlardı.
Öte yandan Ermeniler bir “İntikam Alayı” oluşturmuşlardı. Ali Saip, Ermeni intikam
alayını değerlendirirken “Adana’da teşkil edilen Ermeni intikam alayı açıktan açığa zulüm
ve istibdat bayrağı açmıştı. Fakat bu alay kimden intikam alacaktı? Ordu terhis edilmiş,
Adana vilayeti İtilaf Devletlerinin kontrolü altına girmiş Fransızlarca bu nam altında bir
alay teşkiline ne lüzum vardı? Fakat onların hedefi yalnız Türk Hükümeti, Türk hâkimiyeti
değildi. Bizzat Türk’ün hayatına son vermekti...”, der.
Bütün bu gelişmeler karşısında yetkili makamların bir şey yapamayacağı anlaşılınca
halk endişeye düşerek nasıl kurtulacağı ve ne gibi tedbirler alacağını düşünmeye başladı.
Arayışların sonunda 1918 Aralık ayının sonunda Adana Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
Cemiyetin başkanlığına Ayan Reisi Rifat, üyeliklerine de eski Dışişleri Bakanı Nabi Bey,
Bayındırlık Bakanı Ali Munif, eski Halep Mebusu Ali Cenani ve eski elçilerden Rüstem
Beyler seçildi.
Cemiyetin amacı Anavatanla bağlarını teyit ve haklarını korumak hususunda gerekli
girişimlerde bulunmaktı. Bu arada İstanbul’da da “Kilikyalılar Cemiyeti” kurularak Fransız
ve Ermeni idaresinin kurulmasına karşı çıkılmaya çalışıldı.
Fransız desteğindeki Ermeni vahşeti arttıkça Türklerin direnme gücü de arttı. 1
Kasım 1919’da Adana Cephesi Kuvâ-yı Milliye Komutanlığına atanan topçu Binbaşısı
104 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Kemal Bey’in idareyi ele almasıyla Fransızlara karşı mücadele şiddetlendi. Pozantı’daki
bir Fransız taburu esir edildi. 28 Mayıs 1920’de Osmaniye’yi işgal eden Fransızlar
karşılaştıkları direniş sebebiyle mütareke istemek zorunda kaldılar. Fakat mütareke
şartlarına uymadılar. Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa da 20 Haziran 1920’de Nihat
Paşa’yı Elcezir’e, Albay Selahattin Adil Bey’i de Adana cephesi komutanlıklarına atadı.
2 Temmuz 1920’de Mihmandar köyünin Ermeniler tarafından basılarak 99 Müslüman’ın
öldürüldüğü haberi Türkleri galeyana getirdi. 3 Temmuz’da ise Türk birlikleri Şar kasabasını
geri aldı. 19 Temmuz’da İçel-Mersin ve Havalisi Komutanı Şemsettin Bey, Tarsus’u
Fransızlardan kurtarmak amacıyla, ellerinde baltadan başka silahı olmayan insanlarla
taarruza geçti. Baskın sonunda Tarsus bağlarındaki Fransız askerlerini bozguna uğratarak
onları Tarsus şehir merkezine sığınmak mecburiyetinde bıraktı. Ayrıca Tarsus’a kaçmış olan
Fransızların dışarı ile bağlantıları da kesilmişti. Aynı günlerde Kuvâ-yı Milliye’nin önemli bir
merkezi haline gelmiş olan Pozantı’da bir kongre yapılması düşünülmüş ve bu maksatla
Kayseri, Niğde, Bor ve güneydeki cephelerden çağrılmış olan delegeler ve temsilciler 5
Ağustos 1920’de Pozantı’ya gelmiş bulunuyorlardı. Aynı gün Fevzi (Çakmak) Paşa ve
diğer bazı arkadaşları ile Mustafa Kemal Paşa’nın Pozantı’ya gelmesi ve bir de konuşma
yapması düşmanla savaşta büyük bir moral kaynağı oldu.
Adana dışında işgal ettikleri bölgelerdeki çatışma ve başarısızlıklarından etkilenen
Fransızlar, nihayet buraların Türk vatanı olduğunu anlayarak 20 Ekim 1921’de Ankara
Antlaşması’nı imzalayarak barış yapmayı tercih etti ve 5 Ocak 1922’de Adana’dan tamamen
çekildi.
Urfa Cephesi
Urfa 24 Mart 1919’da İngilizler tarafından işgal edildi. Ekim 1919’un sonuna kadar
Urfa’da kalan İngilizler Fransızlarla daha önce yapmış oldukları Sykes-Picot antlaşması
gereğince Urfa’yı Fransa’ya devrettiler. Fransızlar 30 Ekim 1919’da Urfa’yı işgal ettiler.
Fransız askerlerinin Urfa’ya girerken bir kısmının Türkçe şarkı söylemelerinden içlerinde
Ermenilerin de bulunduğu anlaşılıyordu. Fransızların Urfa’daki ilk işleri Jandarma Tabur
Komutanı ve Suruç kaza Kaymakamını tevkif etmek oldu. Ayrıca kendi emellerine hizmet
edeceklerini sandıkları adamları ve hapishanede tutuklu olup henüz hüküm giymemiş
bulunan suçluları tahliye ettirdiler. Bu durum Urfa mutasarrıfı tarafından ilgili yerlere
bildirilmiş ise de bir sonuç alınamadı. Meselenin ancak kuvvetle düzeltileceği kanaati hakim
olunca bütün milletin silahlandırılarak vatanın korunması kararlaştırıldı. Böylece Urfa’da
Kuvâ-yı Milliye’nin kurulması çarelerinin arandığı bir sırada Jandarma Tabur Komutanlığına
Ali Saip Bey (Ursavaş) tayin edildi. Ali Saip Bey, Fransızlarla mücadele etmek üzere Kuvâ-
yı Milliye’yi teşkilâtlandırdı. Siverek’ten Said Bey idaresinde Badıllı aşireti ile güneyde
Aneze aşireti reisleri düşmanı kovmak için gönüllülerini bu teşkilâta verdiler. 15 Ocak
1920’de başlatılması düşünülen savaş, ikmal zorlukları yüzünden 8–9 Şubat 1920 tarihine
ertelendi. Ali Saip harekete geçmeden önce 7 Şubat’ta Fransızlara bir kesin uyarı vererek
24 saat içinde şehri terk etmelerini istedi. Fakat sonuç alınamayınca 9 Şubat 1920’de
çatışmalar başladı ve millî kuvvetler Urfa’nın yarısını ele geçirdiler. Urfa köylüleri de Suruç
ve Bilecik’teki Fransız birliklerini kuşattılar.
Urfa müdafaası 60 gün sürdü. Nihayet işgal birlikleri, 1 Nisan’da mütareke görüşmelerini
kabul ettiler ve 1 Nisan 1920’de silah ve cephaneleri ile birlikte Urfa’yı terk ettiler. 11 Nisan
1920’de Urfa kalesine Türk bayrağı çekildi.
Urfa’ya 12 Haziran 1984’de TBMM tarafından Millî Mücadele’de gösterdiği
kahramanlıklarından dolayı “Şanlı” unvanı verildi.
BÖLÜM IV
Babasını çok küçük denecek bir yaşta kaybeden Mustafa Kemal’in büyütülmesi ve
yetiştirilmesi görevi annesi Zübeyde Hanım’a düşmüştür. Mustafa Kemal, ilk eğitimine
annesinin isteği üzerine Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde başlamış, ancak
oğlunu yeni sistemde okutmayı daha uygun gören babası tarafından Selanik’te modern
eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi’ne gönderilmişti. Mustafa Kemal ilköğretimini bu okulda
tamamladı. Daha sonra, Selanik’teki Mülkîye Rüştiyesi’ne (sivil ortaokul) giren Mustafa
Kemal, kendisini haksız yere döven hocası nedeniyle buradaki eğitimini tamamlayamamış
ve okuldan ayrılmıştı. Ailesinin haberi olmaksızın, kendi kararıyla 1893 yılında Selanik’teki
Askerî Rüştiye’ye (askerî ortaokul) girerek öğrenimine burada devam etti.
Bu okulu çok seven Mustafa Kemal, arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile
kısa zamanda kendini göstermiş ve öğretmenlerinin takdirini ve sevgisini kazanmıştı. Bu
okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin kabiliyet
ve olgunluğunu beğendiği için ona “Kemal” adını vermişti. Artık, Mustafa Kemal olarak
anılmaya başlanmıştı.
Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, 1896 yılında Manastır Askerî
İdadisi’ne (askerî lise) girdi. Burada tanıştığı arkadaşı Ömer Naci’den hitabet ve edebiyat
konusunda etkilendi. Daha sonraki yıllarda yakın arkadaşlarından birisi olacak olan Ali Fethi
(Okyar) ile bu okulda tanıştı ve arkadaşlığını ilerletti. Mustafa Kemal, askerî öğreniminin
yanı sıra yabancı dil öğrenmeye önem vermiş; yaz aylarında Selanik’teki Fransız okuluna
devam emiş ve Fransızcasını ilerletmişti.
Manastır Askerî İdadisi’ni başarıyla bitiren Mustafa Kemal Paşa, 13 Mart 1899’da
İstanbul’daki Harp Okuluna girdi. Üç yıl süren başarılı bir öğrenimden sonra 10 Şubat
1902’de Harbiye’deki öğrenimini tamamlayan Mustafa Kemal, teğmen rütbesiyle bu
okuldan mezun oldu. Harp okulunu başarıyla bitirdiği için “kurmay” sınıfına ayrılan Mustafa
Kemal, öğrenimine Harp Akademisi’nde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen olmuştu. 11
Ocak 1905 tarihinde ise Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’nden mezun oldu.
106 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Mustafa Kemal, Harp Okulu ve Harp Akademisi’ndeki zekâsı, kabiliyeti ve üstün kişiliği
ile kendisini arkadaşlarına ve hocasına tanıtmış, onların samimi saygı ve sevgilerini ka-
zanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve hitabete karşı
merakı ve eğilimi vardı. Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde memleket ve millet meseleleri
ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle, çevresinde aydın
ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Dönemin istibdat ve bir jurnal devri olması, Harp
Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat idaresi hakkındaki aleyhtar fikir ve
düşünceleri ve durumu şüphe çekmiş ve birkaç ay müddetle İstanbul’da tutuklu kalmıştı.
Daha sonra da bir nevi sürgün bir görevlendirmeyle 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölge-
sine, Şam’a atandı.
Şam’da 5. Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye’nin hemen her yerini görevle
dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikle-
rini daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, ülkenin kurtuluşu için mutlaka inkılâp
yapılması gereğini görerek, bu amaçla Şam’da 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı
arkadaşlarıyla gizli olarak “Vatan ve Hürriyet Cemiyetini” kurdu. Bu arkadaşlarıyla be-
raber kurdukları cemiyetin yeni şubelerini Suriye’nin değişik şehirlerinde açtılar. Bir ara
gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selanik’e geçerek burada da “Vatan ve Hürriyet
Cemiyetinin” bir şubesini açan Mustafa Kemal, tekrar Şam’a döndü. Bir süre daha Şam’da
kalan Mustafa Kemal Paşa, 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve
Şam’daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.
Şam’da etkili bir çalışma yapamayacağını gören Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907’de
tayinini Manastır’da bulunan 3. Ordu Karargâhına yaptırdı. Bu Karargâhın Selanik’teki şu-
besinde çalışmak üzere Selanik’e geldi. Bu sıralarda, Selanik’te kurduğu “Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti”, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesine katılmıştı. Cemiyet, bu bölgede yoğun bir
faaliyet içindeydi. Mustafa Kemal Paşa da Selanik’e geldikten sonraki günlerde bu ce-
miyete katıldı ve hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması,
yapılacak yenilikler bu sıralarda onun en çok üzerinde durduğu konulardı. Bir süre sonra,
22 Haziran 1908’de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3.Ordu karargahın-
daki görevine ek olarak kendisine verildi.
Mustafa Kemal, İkinci Meşrutiyet’i takiben Ordu’nun İttihat Terakki Cemiyeti ile sıkı
alakasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış ve bu görüşlerini
1909’da Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Büyük Kongresi’nde açıkça dile getirmiş-
ti. Fakat cemiyetin lider kadrosu onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Bu nedenle, Mustafa
Kemal de cemiyetten gittikçe uzaklaşarak kendisini askerî vazifelerine vermişti.
Mustafa Kemal, Selanik’teki görevini başarı ile yürütürken Eylül 1910’da “Pikardi
Manevralarını” izlemek üzere Fransa’ya gönderildi. Burada Fransız ordusunu ve komutan-
larını yakından tanımıştı. Selanik’e dönüşünden kısa bir süre sonra başlayan Arnavutluk
İsyanı’nın bastırılmasında görev aldı.
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gelişinden kısa bir süre sonra, 5 Ekim 1911’de
İtalyanlar Trablusgarp’a saldırarak istila etmeye başlamışlardı. Birçok genç rütbeli Türk su-
bayı gibi O da gönüllü olarak o bölgede savaşmak ve hizmet etmek için 15 Ekim 1911’de
İstanbul’dan ayrıldı. Trablusgarp’a gelişinden bir süre sonra Tobruk ve Derne bölgeleri’n-
deki gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu. 12 Mart 1912’de Derne Komutanlığı’na
getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911’de binbaşılığa terfi etti.
1912 yılı Ekim’inde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912’de
Trablusgarp’ten hareket ederek İstanbul’a geldi. 21 Kasım 1912’de Gelibolu’da bulu-
nan Bahr-ı Sefid (Akdeniz) Boğazı Kuva-yı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi
Müdürlüğü’ne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu’ya geldi. Bu arada Osmanlı orduları
Balkanlar’da süratle yenilmiş ve Mustafa Kemal’in doğduğu şehir Selanik ve diğer şehir-
lerimiz düşmanların eline geçmişti. Bulgar ordusu ilerleyerek Çatalca’ya kadar gelmişti.
Bu duruma Mustafa Kemal çok üzülmüştü. Bu cepheden bir süre sonra Bolayır Kolordusu
Kurmay Başkanlığına getirilmişti. Bu görevde iken Edirne’nin geri alınmasında da büyük
hizmetleri görüldü.
Mustafa Kemal, Balkan Harbi’nden sonra 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ateşemiliterliğine
atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme gö-
revi de kendisine verildi. Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliterliği görevi esnasında 1 Mart
1914’de Yarbaylığa terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya’da kaldı.
Mustafa Kemal I. Dünya Savaşı başlayınca Başkumandanlıktan kendisine faal bir hiz-
met istedi ise de uzun bir süre bu isteği yerine getirilemedi. Nihayet ısrarı üzerine 20 Ocak
1915 tarihinde, Tekirdağ’da teşkil edilen 15. Tümen Komutanlığına tayin edildi. Bu tayin
üzerine Sofya’dan ayrılarak İstanbul’a döndü ve hemen yeni görev yerine hareket ederek
Tümenini kurdu. Bu tümen kısa bir süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915’te
Tekirdağ’dan Maydos (Ecebat)’a nakledildi. Mustafa Kemal burada Maydos Mıntıkası
Komutanı olarak görev yaptı.
Liman Von Sanders’i atamıştı. Bu ordunun ihtiyatı olarak görevlendirilen Mustafa Kemal’in
19. Tümeni 18 Nisan 1915 tarihinde Bigalı’ya gelmişti.
1917’de Genel Karargâh’ta görevlendirildi. Ancak kısa bir süre sonra Veliaht Vahdettin’in
maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya
seyahatine iştirak etti. 15 Aralık 1917-4 Ocak 1918 tarihleri arasını kapsayan bu seyahat
esnasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevreleriyle tanışmış ve devrin tanınmış komutan-
larıyla görüşmüştür. Mustafa Kemal Paşa 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul’a
döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı sebebiyle Viyana ve Karlsbad’a giderek te-
davi gördü. 4 Ağustos’ta tedavisini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönmüş ve Osmanlı
Devleti’nin tahtına geçen Vahdettin tarafından, 7 Ağustos 1918’de Yıldırım Orduları Grup
Kumandanlığı bünyesindeki 7. Ordu’ya yeniden komutan atanmıştır. 15 Ağustos 1918’de
Halep’e gelen Mustafa Kemal Paşa, bu cephede İngilizlere karşı başarılı savaşlar yaptı.
Mustafa Kemal’in maharet ve dirayeti sayesinde bu cephedeki kuvvetlerimizin büyük bir
kısmı dağılmadan ve fazla zayiat vermeden Halep’e kadar geri çekilmeyi başarabilmiş-
ti. Bu arada I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefiklerinin aleyhine gelişmeye başlamıştı.
Nitekim Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke iste-
mişti. İstanbul’da da Talat Paşa başkanlığındaki hükümet istifa etmiş, yeni hükümeti Ahmet
İzzet Paşa kurmuştu. Yeni hükümet, mütareke talebinde bulunmuş ve 30 Ekim 1918’de
Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ve savaştan çekilmişti.
Mondros Mütarekesi’nin imza edildiği gün Yıldırım Ordu Grup Komutanlığına ge-
tirilen Mustafa Kemal’in artık yapacağı bir şey kalmamıştı, 7 Kasım 1918 günü Yıldırım
Ordu Grubu Kumandanlığının kaldırılması üzerine Adana’dan hareketle 13 Kasım 1918’de
İstanbul’a dönmüştü. Artık o Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir ordu komutanı idi.
Bu arada 4 Mart’ta Damat Ferit Paşa ilk kabinesini kurdu. Yeni kabine İtilaf Devletlerine
yaranmak için eski İttihatçı lider ve aydınları tutuklamaya başladı. Tutuklananlar arasında
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey de bulunuyordu.
İstanbul’da, iktidara gelme konusundaki tüm girişimleri Vahdettin ve onun hükümetlerince
boşa çıkarılan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için Anadolu’ya geçerek Saray, Hükümet
ve İtilaf Devletlerinin ulaşamayacağı bir yerde vatan mücadelesine girişmekten başka
bir çare kalmamıştı. Bu bağlamda ilk ciddi adım 20 Aralık 1918’de Mustafa Kemal’le Ali
Fuat Paşa’nın yaptıkları görüşmede atılmıştır. Bu görüşmede; “Ordunun terhisinin derhal
durdurulması, silah, cephane ve teçhizatların düşmana verilmemesi, genç ve muktedir
kumandanların kıtalar başında bulundurulması” gibi kararlar alındı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı günlerde, siyasî faaliyetlerini daha rahat
gerçekleştirebilmek amacıyla Şişli’de bir ev kiralamıştı. Paşa’nın Şişli’deki evinde yapılan
toplantılarda, sivil ve asker birçok kişiyle görüşülerek Anadolu’ya geçecek kadronun
belirlenmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki
faaliyetlerinin hükümet çevrelerinde ve hatta İngilizlerde rahatsızlık yaratacak ve onun
İstanbul’dan uzaklaşması istenecektir. Bu nedenle 7 Şubat 1919’da İstanbul’a gelen
General Allenby, 6. Ordu Komutanlığı görevinden alınan Ali İhsan Paşa’nın yerine Mustafa
Kemal Paşa’nın atanmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, merkezi Nusaybin’de bulunan
bu ordunun başına geçmesinin saf dışı ve sürgün edilmekten başka bir şey olmadığını
kavrayarak görevi reddetmişti. Bunun üzerine yaveri ve arabası alındı.
Mustafa Kemal Paşa, yine o günlerde Albay İsmet Bey’le (İnönü) Şişli’deki evinde
yapmış olduğu bir görüşmede “...hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya
geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve
beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisidir” şeklinde konuşması, Anadolu’ya resmi
veya resmi olmayan yollardan geçme kararını kesinleştirdiğini ortaya koymaktadır.
Rauf Bey’in de bulunduğu bir başka toplantıda ise kendisini bir görev ile tayin ettiremezse,
Anadolu’da en güvendiği bir komutana katılacağını ve işe oradan başlayacağını söylemişti.
Aynı toplantıda, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme imkânı olmayan Rauf Bey, emekli
olmaya karar vermiş ve 27 Şubat’ta emekli olmuştur. Mustafa Kemal 11 Nisan’da, merkezi
Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanlığına atanan Kazım Karabekir Paşa’yı kabul
etmişti. Bu görüşmede Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın bir an önce Anadolu’ya
geçmesini beklediğini ifade etmiş, Mustafa Kemal de “iyi olayım gelmeye çalışırım” şeklinde
bir cevap vermişti.
Daha sonra Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı tanımak amacıyla onunla
“Serkldoryan”da bir yemek yemişti. Bu yemekte Genelkurmay İkinci Başkanı olan Cevat
Paşa da bulunmuştu. Damat Ferit Paşa, yemek boyunca Mustafa Kemal Paşa’yla
“ülkenin güvenliği ve İngilizlerin şikâyetçi oldukları konular üzerinde” konuşmalar yapmıştı.
Konuşmalarda “Mustafa Kemal Paşa vaziyeti çok iyi idare etmiş, sadrazamın suallerini
O’nu şüphelendirmeyecek ve bilakis itimat telkin edecek şekilde cevaplandırmıştı. Mehmet
Ali Bey ile Cevat Paşa da kendilerini desteklemişlerdi. Yemekten sonra Damat Ferit Paşa
“...sizin gibi mütemayiz, genç ve kıymetli kumandanlara çok ihtiyacımız olacak” diyerek
memnuniyetini belirtmişti.
Damat Ferit Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırmak için onu
böyle bir göreve atadığını söyleyenler de vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın Genelkurmay
Başkanı olan Fevzi Paşa’yla birlikte Damat Ferit Paşa’yı iktidardan düşürmek için
çalıştıkları konusunda Ferit Paşa’ya bazı duyumlar ulaşmıştı. Bu nedenle Damat Ferit
Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermekle bir yandan İngilizlerin şikâyet
ettikleri sorunları çözmek, diğer taraftan kalmasında sakınca gördüğü Mustafa Kemal’i
İstanbul’dan uzaklaştırmayı düşünmüştü. Nitekim Mustafa Kemal Paşa anılarında bu
konuyla ilgili olarak, İstanbul hükümetlerinde kendisi için zıt fikir olduğunu söyledikten
sonra “...biri beni lehlerine kazanmağa çalışanlar, diğeri hiçbir surette itimat edilmemek
lazım olduğunu iddia edenler. Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir hak kazanmış
bilir misiniz Mustafa Kemal’e emniyet edilmez Mustafa Kemal İstanbul’da bir takım menfi
telkinler, belki hazırlıklar yapıyor, bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa
Kemal’i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli. Nihayet bu karar üzerine mutabık
kalmışlar”.
Diğer taraftan böyle bir atamada Damat Ferit Paşa, İngilizlere de Mustafa Kemal
Paşa’nın İttihatçı olmadığı konusunda güvence vermişti. Böylece İngilizler “Milliyetçi Paşa”
olarak bildikleri ve kendisinden şüphe ettikleri Mustafa Kemal Paşa’nın bu göreve atanma-
sına tepki göstermemişlerdi.
Nihayet Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Nezaretine davet
ederek, Samsun ve civarında Türklerin Rum köylerine saldırdığını anlatan bir dosyayı eli-
ne tutuşturmuş “...Ben Sadrazam (Damat Ferit Paşa) ile görüştüm. Sizi münasip gördük”
demiştir. Bu görüşmeden sonra Harbiye Nezareti Mustafa Kemal Paşa’yı Dokuzuncu Ordu
Müfettişliğine tayin etmiş ve Padişahtan irade alınması için sadaret makamına yazmıştı.
Paşa’nın görevleri sadece askerî görevler değil aynı zamanda da mülkîdir. Bu müşterek
görevler şunlardı;
1) Görevleri
a) Görev bölgesinde asayişi ve huzuru yeniden sağlamak ve asayişsizliğin se-
beplerini belirlemek.
b) Görev bölgesinde, değişik yerlerde bulunan silah ve cephaneleri bir an evvel
toplattırmak, bunları münasip depolara yığmak ve koruma altına aldırmak.
c) Görev bölgesi içerisinde, değişik yerlerde bir takım şuraların (kurul-küçük
danışma meclisi) kurulduğu, bunların asker topladıkları ve gayri resmi
olarak da ordunun bunları koruduğu belirtilerek, bu şuraların faaliyetlerinin
önlenmesi ve lağvedilmesini sağlamak,
Mustafa Kemal Paşa’nın bu görevleri yapabilmesi için yetki ve görev bölgesi talimat-
nameye göre şöyle belirlenmişti;
2) Kendisine doğrudan bağlı askerî birlikler: İki Fırkalı (Tümen) olan üçüncü ve dört
fırkalı olan 15’nci Kolordular Müfettişlik emrine verilmiştir
3) Müfettişlik bölgesi
a) Müfettişlik bölgesi, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleri ile Erzincan ve
Canik (Samsun) müstakil sancakları
b) Müfettişlik bölgesine komşu vilayet, sancak ve askerî birlikler
c) Vilayet ve sancaklar: Diyar-ı bekir, Bitlis, Mamure’ül aziz (Elazığ), Ankara,
Kastamonu vilayetleri ile Kayseri ve Maraş sancakları
d) Bu vilayetlerde ve sancaklarda bulunan 1., 12., 14, 17. ve 20. Kolordular,
göreviyle ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa’nın bütün emir ve taleplerini kabul
edecek ve yerine getireceklerdi.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal’e verilen yetki oldukça geniş tutulmuştur. Ancak yine
talimatnamede belirtilen Mustafa Kemal Paşa’dan yerine getirmesi istenen görevlere bakıl-
dığında, bu görevlerin ancak böyle geniş bir yetkiyle yerine getirilebileceği anlaşılır.
Mustafa Kemal Paşa, 15 Mayıs 1919’da Babıâli’ye gitmiş Hükümet üyeleriyle görüş-
müştür. İzmir’in işgalini öğrenmiş bulunan endişeli ve üzgün görünen hükümet üyelerinin
hâlihazırdaki durumu ve düşündüklerini sormaları üzerine onlara yılgınlık değil, kahraman-
lık göstermelerini tavsiye etmiştir.
Yine Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareketinden önce vedalaşmak için Erkân-ı
Harbiye-i Umumiye’ye gitmiş ve orada eski ve yeni Genelkurmay başkanları olan Fevzi
(Çakmak) ve Cevat (Çobanlı) Paşalarla görüşmüş ve onlarla Anadolu’da girişilecek bir ha-
reket için beş maddelik bir program hazırlamıştır. Bu programda şu esaslar bulunmaktaydı.
Arkadaşlarınca da uygun görülen bu programla ilgili olarak Mustafa Kemal şöyle söy-
leyecektir: “Zaten ben bunu tahakkuk ettirmek için Anadolu’ya gidiyorum. Kahraman mille-
timin sinesinde hayatımı feda edinceye kadar çalışacağım. “
İstanbul’dan ayrılmadan önce Mustafa Kemal’in ziyaret ettiği bir diğer arkadaşı Fethi
Bey’dir. İttihatçılık suçlamasıyla Damat Ferit Paşa Hükümeti’nce tutuklanarak Bekirağa
Bölüğü’nde bulunan Fethi Bey’i ziyaretinde Mustafa Kemal O’na şöyle diyecektir: “Babıâli
ve Saray benim hakkımda derin bir gaflet içerisinde bulunuyorlar, meseleden İngilizlerin
henüz haberi yoktur”.
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan ayrılmadan önce ziyaret ettiği son kişilerden
birisi de Padişah Vahdettin’dir. Mustafa Kemal’in Padişahla yaptığı bu son görüşme 15
Mayıs 1919’da gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın anılarında ayrıntılarıyla anlatılan
bu görüşmenin en dikkat çekici yönü, Vahdettin’in “ Paşa, paşa şimdiye kadar devlete çok
hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, (elini demin bahsettiğim kitabın üzerine
bastı ve ilave etti) tarihe geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım.
Dikkatle ve sükûnla dinliyordum.) Bunları unutun dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet
hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin” demesidir.
Bazı kesimlerce Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’da bir Millî Mücadele
başlatmak amacıyla göndermiş olduğunun delili olarak gösterilen bu konuşmada aslında
kastedilen Mustafa Kemal Paşa’nın görev bölgesi olan “Doğu Anadolu’dur”. Çünkü henüz
işgal edilmemiş olan bu bölgenin karışıklıklar içinde olduğu ve Mondros Mütarekesi’nin
7 ve 24. maddesi gerekçe gösterilerek işgal edilmesi söz konusu olabilirdi. Bu nedenle
Padişah, bu sözlerle Mustafa Kemal Paşa’nın resmi görevi olan asayişin sağlanması ve
orduyu terhis etmenin önemini vurgulamaktan öte bir şey dememiştir.
İster İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, ister Doğu Karadeniz bölgesinde çıkmış olan
karışıklıkları gidermek amacıyla olsun, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilmesi, Türk
milleti için büyük bir şans olmuştur.
16 Mayıs 1919 günü Samsun’a hareket etmek için Galata rıhtımına gelen Mustafa
Kemal Paşa’ya, yanında bulunan Rauf Bey, tutuklanacağı konusunda bir istihbarat aldığını
belirtmiş ve seyahatini tehir etmesini söylemişti. Nutuk’ta Atatürk bu konuda şunları
söylemektedir:
“İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf Bey yanıma
gelmişti. Bineceğim vapurun takip edileceğini ve beni İstanbul’da iken tutuklamadıklarına
göre, belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir bir yerden işitmiş, onu haber verdi. Ben
İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ettim ve hareket ettim...”
Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli ve açıktan açığa
kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye
çalışıyorlar.”
Mustafa Kemal Paşa, vatanın ve milletin karşı karşıya kaldığı bu tehlikeleri ortadan
kaldırmak amacıyla bazı cemiyetlerin ve kişilerin öngördüğü kararların hiçbirinde bir isabet
görmediğini Nutuk’ta geniş olarak anlatıyor ve kendisinin öngördüğü ciddi ve gerçek kararı
şöyle belirtiyordu:
“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. 0 da millî hâkimiyete dayanan,
kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’da kaldığı sürece yaptığı diğer bazı faaliyetleri de
şunlardır:
1) İzmir’in işgali dolayısıyla Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya 20 Mayıs 1919’da çektiği
telgraf. Bu telgrafında Mustafa Kemal “İzmir’in Yunan askeri tarafından işgali
olayı, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu düşünülmeyecek ve tarif
edilmeyecek derecede içten yaralamıştır.” demiş ve sözlerinin devamını da “Ne
millet ve ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu haksız tecavüzü sindirmeyecek
ve kabul etmeyecektir.” şekliyle sürdürmüştür.
Millî Mücadele Dönemi 115
2) Her ikisi de Anadolu’da birer Kolordu Komutanı olan yakın arkadaşları -daha
İstanbul’da iken Anadolu’dan başlatılacak bir hareket konusunda planlar ve programlar
yaptığı- Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa’ya Anadolu’ya geçtiğini belirttiği
telgraflar. 21 Mayıs 1919’da Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa’ya çektiği telgrafında “Genel durumumuzun almakta olduğu
tehlikeli şekilden çok üzüldüğünü ve elem duyduğunu, millet ve memlekete
borçlu olduğu bu vicdani görevin, ortak bir çalışmayla yerine getirilebileceğine
inandığını” belirtmiş ve buradaki işlerini bitirdikten sonra en kısa zamanda
Erzurum’a geleceğini bildirmiştir. 23 Mayıs 1919’da da Ankara’da bulunan 20.
Kolordu Komutanı’na çektiği telgrafta, “Samsun’a geldiğini, kendisi ile daha sıkı
ilişkiler kurmak istediğini ve İzmir dolaylarına ait bilgileri ve haberleri kendisine
iletmesini” istemiştir.
Samsun’un İngiliz işgalinde olması, şehirde Rum çetelerinin ve silahlı adamların varlığı,
çok sayıda yabancı kontrol subay ve memurlarıyla ajanların bulunması, bu şehri Mustafa
Kemal için güvenli kılmamaktaydı. O bir an önce Anadolu’nun daha iç kısımlarına girmek
ve halkla temasa geçmek, onları yaklaşmakta olan tehlikelere karşı uyarmak ve silahlı bir
direnişe davet etmek gibi asli vazifesini yerine getirmek istiyordu. Müfettişlik bölgesi içinde,
göreviyle ilgili incelemelerde bulunmak amacıyla iç kısımlara geçmek istediğini 24 Mayıs’ta
İstanbul’a bildiren Mustafa Kemal Paşa önce Havza’ya geldi.
Mustafa Kemal Paşa, 5 Haziran 1919’da ise yine Havza’dan, Paris Barış Konferansı’nda
Osmanlı Devleti’ni temsil edecek olan Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya konferansta
öncelikle savunması gerekli olan hususları işaret etmiştir. Bu telgrafında Mustafa Kemal
Paşa, özellikle iki noktanın büyük önem arz ettiğini söylemiştir. Bunlardan ilki, “devlet ve
milletin mutlak olarak tam bağımsızlığı” ikincisi ise “vatanın ana topraklarında çoğunluğun
azınlığa feda edilmemesidir.”
Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’daki son faaliyetleri ise, Havza’daki silah depolarını
boşalttırarak, bunları evlere taşıtması ve Mondros Mütarekesi hükümlerine göre
toplattırılarak İstanbul’a gönderilmek üzere o bölgeye getirilmiş olan 3. Kolorduya ait 10.000
kadar sürgü kolu ve 12 kadar top kamasına el koydurmasıdır.
“Aziz Amasyalılar
Öte yandan 15 Haziran 1919’da Harbiye Nezareti, aldığı bir kararla Anadolu’da üç
ordu müfettişliği kurmuş, Mustafa Kemal Paşa’nın görev yaptığı 9. Ordu Müfettişliği’ni 3.
Ordu Müfettişliğine dönüştürmüş, Paşa’nın unvanını da 3. Ordu Müfettişi olarak değiştir-
mişti.
Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta Amasya Tamimi’ne kadar olan faaliyetlerini şöyle
değerlendirir:
“Anadolu’ya geçeli bir ay olmuştu. Bu süre içinde bütün ordu birlikleriyle temas
sağlanmış; millet mümkün olduğu kadar aydınlatılarak dikkatli ve uyanık bir duruma
getirilmiş, millî teşkilât kurma düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Genel durumu artık bir
komutan ile yürütüp yönetmeye devam imkânı kalmamıştı. Yapılan geri çağırma emrine
uymamış ve onu yerine getirmemiş olmakla birlikte, millî teşkilât ve hazırlıkların yönetimine
devam etmekte olduğuma göre, şahsen âsî duruma geçmiş olduğuma şüphe edilemezdi.
Bundan başka ve özellikle girişmeye karar verdiğim teşebbüs ve faaliyetlerin bir an önce
şahsî olmak niteliğinden çıkarılması mutlaka, bütün bir milletin birlik ve dayanışmasını
sağlayacak ve temsil edecek bir hey’et adına olması gerekli idi.”
İşte Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta da ifade ettiği gibi hareketi millete yaymak, millî
birlik ve beraberliği sağlayacak bir heyetin, meseleye sahip çıkmasını sağlamak gerekli hale
118 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
gelmişti. Bu nedenle Amasya’da bir çalışma başlatıldı. Önce 18 Haziran 1919’da Edirne’de
bulunan 1. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya bir telgraf çeken Mustafa Kemal Paşa,
bu telgrafında Anadolu ve Rumeli’deki millî kuruluşların birleştirilmesi gerektiğini, bunun
için de Sivas’ta umumi bir millî kongre toplanacağını ve kuvvetli bir merkez heyetinin
kurulması için Sivas’a iki kişinin yollanmasını istedi. Bu düşüncesini daha da geliştirmek ve
genelleştirmek üzere o sıralarda Amasya’ya gelmiş bulunan arkadaşlarıyla görüşmelerde
bulundu.
Millî Mücadele’mizin önemli üç tanınmış siması, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet
Paşa, Mustafa Kemal’le Havza’da buluşmak için yola çıkmışlardı. Ancak o günkü şartlarda
bu buluşma 19 Haziran 1919’de Amasya’da gerçekleşmişti. İşte Türk Millî Mücadelesi’nin
önder kadrosu diyebileceğimiz bu insanlar 19 Haziran’dan 22 Haziran’a kadar devam
eden bir toplantı yaptılar. Toplantıya; 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Eski Bahriye
Nazırı Rauf Bey ve 3. Kolordu Komutanı Albay Refet (Bele), Albay Arif (Ayıcı) Bey, Albay
Selahaddin Bey, Samsun Mutasarrıfı Hamit Bey ve Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Albay
Kâzım Bey katılmıştı. O sıralarda Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa ve Konya’da bulunan 2. Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşa, uzaklık
yüzünden toplantıya katılamamışlarsa da kendilerine toplantının gidişi ve kararlar hakkında
bilgi veriliyordu. Nitekim her iki paşa da alınan kararları benimsediklerini ve desteklediklerini
belirten telgraflar gönderdiler.
Mustafa Kemal Paşa tarafından dikte ettirilen ve toplantıya katılan Millî Mücadele ön-
derlerince de imzalanan kararlar 21-22 Haziran gecesi “mülkî ve askerî” makamlara bildiril-
di. Atatürk Nutuk’ta bu tamimin esas noktalarını şöyle sıralamıştır:
Amasya Tamimi’nin diğer esaslarına göre; Sivas Kongresi için seçilecek delegeler,
Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetleri, belediyeler ve bu gibi diğer kuruluşlar tarafından
belirleneceklerdi. Seçilen kişilerin isimleri ve hareket tarihleri bildirilecekti.
15. Kolordu Komutanlığına kimi tavsiye edeceğini sordular. Kâzım Karabekir Paşa 22
Haziran’da bu yazıya cevap vermiş ve şöyle demişti:
“Şu anda benim Erzurum’dan ayrılmam doğru değildir. Esasen Kolorduya da vekâlet
edecek münasip bir kimse yoktur. Ancak, değerli komutanların birer bahane ile işbaşından
uzaklaştırılması bizim mahvımızı çabuk hale getirecektir. Eğer sıhhi durumunun görev
yapmasına engel olmasından başka bir sebep yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın görevden
alınması tehlikeli olacaktır.”
Amasya Tamimi, millî egemenliğe dayalı yeni bir Türk Devleti’nin kurulması yolunda
atılan ilk adım olmuştur. Bu tamim ile millet egemenliği üzerinde durulmuş, vatanımızın
uğradığı haksız işgaller ve haksızlıklara karşı, Türk milletinin duygularına tercüman
olunmuştur.
Bu tamim, Türk milletini karşı karşıya kaldığı büyük tehlike konusunda uyarmış ve milleti
göreve davet etmiştir. Tamim; milleti, vatanına ve istiklâline sahip çıkmaya çağırmakta,
milleti kendi geleceğiyle ilgili bir konuda söz sahibi yapmaya çalışmaktadır. Millî irade ve
millî hâkimiyet düşüncesini millete mal etme yolunda ilk adım olmuştur.
Bu tamim, millet ve memleket meselelerine sahip çıkacak bir millî heyetin kurulmasını
söz konusu etmekle, millî birlik ve beraberlik içerisinde millete dayanan bir mücadeleyle
başarıya ulaşılacağının mesajlarını vermektedir.
Daha sonra Erzurum’da bulunan yakın arkadaşlarıyla bir toplantı yapan Mustafa Kemal
Paşa burada yaptığı konuşmada ülkenin ve devletin içinde bulunduğu durumu açıklamış ve
takip edilmesi gereken yolu göstererek millî hâkimiyete dayanan kayıtsız şartsız, müstakil Türk
devleti teşkil etmek için, vakit kaybetmeden teşkilâtlanmanın şart olduğunu, hareketin başına
geçecek kişinin belirlenmesi gerektiğini, bunun kendisi ya da bir başkası da olabileceğini
söylemiş ve bu konuda bir karar almalarını istemişti.
Bu arada İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’nın faaliyetlerini kendi varlığı için
tehlikeli bularak, İngilizlerin de isteğiyle onu İstanbul’a çağırma konusunda yeni teşebbüslere
girmişti. Öncelikle yumuşak bir siyaset takip edilerek Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a davet
120 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
edildi. Hatta 5 Temmuz’da Harbiye Nazırı bizzat makine (telgraf) başında Mustafa Kemal
Paşa’yla konuştu. Mustafa Kemal Paşa’dan İstanbul’a dönmesi ricasında bulundu, şeref ve
haysiyetinin korunacağını, hayat ve istikbalinin güvence altında olduğunu söyledi. Padişah
ve İtilaf Devletleri temsilcilerinin de kendisinin İstanbul’a dönmelerini beklediğini söyledi.
“Vatan ve milletin selametine hizmet etmekten başka bir amacının olmadığını” söyleyen
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a dönmeyeceğini bildirdi.
7-8 Temmuz 1919 gecesi yeniden telgraf başına çağrılan Mustafa Kemal Paşa, Saray
Başkatibi Ali Fuat Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’le iki telgraf yazışması yapmıştır.
Bu yazışmalarda Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a dönmesini, şayet isterse
Anadolu’nun bir yerinde olayların yatışmasına kadar izin alabileceğini, eğer İstanbul’a
dönmek isterse de İngilizler tarafından kendisine yönelik hiçbir olumsuz davranışta
bulunulmayacağına dair teminat verildiğini belirtmişti. Bir saat kadar devam eden bu
yazışmalar sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a dönmeyi reddedince karşı taraftan
“O halde resmî vazifeniz sona ermiştir” denildi. Aynı gece İstanbul’da bulunan Genelkurmay
Başkanı olan dostu Cevat Paşa’dan kendisinin ordudan da çıkartılacağını öğrenen Mustafa
Kemal Paşa, 7-8 Temmuz gecesi Harbiye Nezareti ve saraya çektiği telgraflarla “resmi
görevinden ve askerlikten” istifa ettiğini bildirdi.
Mustafa Kemal Paşa 9 Temmuz günü de Türk milletine durumu açıklayan bir beyan-
name yayınlayarak şunları söylemiştir:
İstifasından bir müddet sonra arkadaşı ve müfettişlik kurmay başkanı olan Kâzım
(Dirik) Bey, koltuğu altındaki dosya ile içeri girerek, Paşam askerlikten istifa ettiğinize göre
bundan sonra benim vazifede devam etmeme imkân kalmadı, evrakı kime teslim etmemi
emir buyurursunuz diyerek bir vefasızlık örneği gösterdi. Ancak bu tür olumsuz hareketlerin
devamı gelmedi. Aksine Mustafa Kemal Paşa’ya sahip çıkan ve onu böylesi bir durumda
dahi destekleyenler çok oldu. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi 15. Kolordu Komutanı
Kâzım Karabekir Paşa’dır.
Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın ordu müfettişliği ve askerlikten ayrıldığı gün ziyaretine
geldi. Beraberinde kalabalık bir subay kadrosu da bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın
bulunduğu odaya giren Kâzım Karabekir Paşa, hazır ol vaziyetinde Mustafa Kemal
Paşa’yı asker selamıyla selâmlamış ve “bundan sonra kolordum ve ben emirlerinizi eskisi
gibi yerine getirmeyi bir şeref bileceğiz” demiştir. Bu sözler ve olayın geçtiği o anlar millî
mücadelemizin bir dönüm noktası olmuştur.
Diğer taraftan Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti Erzurum şubesi,
10 Temmuz 1919’da, Cemiyetin “Heyet-i Faale” reisliğine Mustafa Kemal Paşa’nın, ikinci
reisliğine de Rauf Bey’in getirilmesini arzulayan bir teklif yazısı hazırlamış ve bunu Mustafa
Kemal Paşa’ya ve Rauf Bey’e sunmuşlardı. Böylece Erzurumlular Mustafa Kemal Paşa’ya
en büyük desteği vermişlerdi.
Mustafa Kemal’i bu zor günlerinde en çok teselli eden yakın arkadaşı Rauf Bey olmuştu.
Rauf Bey de millete hitaben yayınladığı bir genelgeyle “vatanın ve milletin kurtuluşu ve
Millî Mücadele Dönemi 121
Kongre faaliyete başladıktan sonra Padişah’a bir bağlılık mektubu kabul etmiş ve
daha sonra bütün belediyelere, millî cemiyetlere, bütün kolordu ve tümen düzeyindeki
askerî birliklere gönderilen tamimlerle Erzurum Kongresi’nin açıldığı ve faaliyetlerine
başladığı bildirilmiştir. 14 gün boyunca çalışmalarını sürdüren Kongre, 7 Ağustos 1919’da
çalışmalarını tamamlamıştır. Kongre Heyeti, çalışmalar sonunda alınan kararları 10
maddelik bir beyanname olarak yayınlamıştır.
4) Kuvâ-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak ve millî iradeyi hakim kılmak esastır.
5) Hıristiyan azınlıklara siyasî hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar
verilemez.
6) Manda ve himaye kabul olunamaz.
7) Millî Meclis’in derhal toplanmasını ve hükümetin yaptığı işlerin Meclis tarafından
kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.
8) Kongre heyeti bu esasları uygulamak üzere bir temsil heyeti seçecektir.
Erzurum Kongresi, aldığı bu kararların yanı sıra bazı önemli yapısal değişikliklerde
vücuda getirmiştir. Kongre her şeyden önce Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye
Cemiyetinin ismini değiştirmiş ve Şark-i Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını vermiştir.
Artık Doğu Anadolu’da ki bütün cemiyetler bu isim altında bir araya getirilmişlerdir.
Daha sonra yapılan bir oylama ile Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye Reisliğine,
Rauf Bey de Reis yardımcılığına getirilmişlerdir. Kongre delegesi olmamakla beraber
Kazım Karabekir Paşa da Heyet-i Temsiliye’nin üyesi olmuştur.
Erzurum Kongresi, Amasya’da bir araya gelen Millî Mücadelemizin önder kadrosu ile,
Doğu Anadolu’nun müdafaa-i hukukçu hareketini bir araya getirmiş, merkezleştirici bir rol
de üstlenmiştir. Amasya’da askerî bir komite tarzında oluşan merkezi önderlik, Erzurum
Kongresi’yle sivil bir tabana kavuşmuştur.
Balıkesir Kongresi
Doğu Anadolu’da, Erzurum Kongresi çalışmaları devam ederken, Batı Anadolu Kuvâ-yı
Milliyecileri de “Yunan saldırılarına karşı savunma ve direnmeleri birleştirmek ve tespit
etmek için 26-30 Temmuz 1919 tarihleri arasında Balıkesir’de toplandılar. Siyasî bir partiyle
ilişkili olmayan bu toplantıya yöreden birçok delege katıldı. “Redd-i İlhak” yerine “Hareket-i
Milliye Redd-i İlhak” deyiminin kullanılmasını kabul eden bu kongre, aldığıkararları 29
madde altında topladı. Yunan hareketi sürdükçe seferberliğin devam etmesi ve herkesin
askerlik göreviyle yükümlü tutulması, askerlikten kaçanların cezalandırılması gibi kongrece
alınan kararlar dikkat çekicidir. Bir “Heyet-i Merkeziye” oluşturan kongre, Sivas Kongresi’ne
delege göndermemiş ve kısmen bağımsız hareket etmeye çalışmıştır.
Alaşehir Kongresi
Nazilli’de toplanan küçük bir kongreden sonra, Batı Anadolu’yu bir bütün olarak
değerlendiren Alaşehir Kongresi toplandı. Batı Anadolu’da toplanan en önemli kongre
124 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Alaşehir Kongresi’dir. 16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Alaşehir Kongresi de
Sivas’a temsilci göndermemiş ve bağımsız bir tutum sergilemiştir. Fakat kendi bölgesinde
örgütlenmek, halkı Yunan işgaline karşı koymaya çağırmak ve İstanbul Hükümeti’ne karşı
çıkmak gibi çok olumlu hareketlerde bulunmuştur. Bu kongrenin toplanması Doğu Anadolu
Müdafaa-i Hukuku üzerinde çok etkili oldu ve bu hareketi coşkuyla karşıladılar. Daha
sonra, özellikle Hacım Muhittin (Çarıklı) Bey’in gayretleri ile Heyet-i Temsiliye ile ilişkiler
kurulmuştur.
merkezileştirilmiştir. Böylece millî teşkilât bütün vatana yayılmış ve millî kuvvetlerin bir
elden ve millî bir hedefe yöneltilmesi sağlanmıştır.
2) Erzurum Kongresi’nin bir karar ve icra organı olarak teşkil edilen Heyet-i Temsiliye
ile ilgili olarak tüzükte yer alan “Heyet-i Temsiliye, bütün Doğu Anadolu’yu temsil eder”
hükmü yerine “Heyet-i Temsiliye bütün vatanı temsil eder” hükmü getirilmiş ve böylece millî
hareket bir heyetin yönetimine bırakılmıştı.
3) Erzurum Kongresi’nin dokuz kişi olarak belirlediği Heyet-i Temsiliye üye sayısı Refet
Bey’in de alınmasıyla 10 kişiye çıkarılmıştı. Ancak bu heyete işlerlik kazandırabilmek için
üye sayısının artırılması uygun görülmüş ve bu sayı Sivas Kongresi’ne katılan delegelerin
kararıyla 16 kişiye çıkarılmıştır.
4) Erzurum Kongresi’nde “Her türlü işgal ve müdahaleyi Rumluk ve Ermenilik kurma
gayesine bağlı sayacağımızdan, topyekûn savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir”
şeklinde belirtilen hüküm, Sivas Kongresince “Her türlü işgal ve müdahalenin ve özellikle
Rumluk ve Ermenilik kurma gayesine yönelmiş faaliyetlerin reddi konularında topyekûn
savunma ve direnme ilkesi kabul edilmiştir” şekline dönüştürülmüştür.
Erzurum Kongresi’nin kabul ettiği hükümler incelediğinde burada açıkça İtilaf
Devletlerine karşı bir direnme ve düşmanca tavır almadan bahsedilmemiş, daha ziyade
Ermenilik ve Rumluk gayelerine karşı topyekûn savunma ve direnmeden bahsedilmiştir.
Oysa Sivas Kongresi, her türlü işgal ve müdahaleden bahsederek açıkça vatan topraklarını
işgal etmiş olan İtilaf Devletlerini de hedef almakta ve bunlara karşı topyekûn savunma ve
direnme ilkesini kabul etmekteydi.
5) Erzurum Kongresi tüzüğünün dördüncü maddesinde yer alan “Osmanlı Hükümeti’nin
yabancı devletlerin baskısı karşısında, buraları (yani Doğu vilayetlerini) bırakmak ve
ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa, alınacak idarî, siyasî, askerî tedbirlerin tayin ve
tespiti” yani geçici bir idare kurma konusu, Sivas Kongresi’nde “Osmanlı Hükümeti’nin
yabancı devletlerin baskısı karşısında, yurdumuzun herhangi bir parçasını bırakmak ve
ilgilenmemek zorunda kaldığı anlaşılırsa” şeklinde değiştirilmiştir. Böylece hükmün ele aldığı
saha bir coğrafi bölge olmaktan çıkarılarak bütün vatanı içine alacak şekle dönüşmüştür.
Böylece bütün ülkenin korunması ilkesi ifade edilmiştir.
Erzurum Kongresi’nin toplandığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın da dostları
arasında bulunan bazı aydınlarımız ve devlet adamları, Erzurum’a özellikle Mustafa Kemal
Paşa’ya ve Rauf Bey’e gönderdikleri mektuplarla Türkiye’nin bütünlüğünü koruyacak şekilde
bir mandaya sıcak bakılabileceğini ve özellikle ülke toprakları üzerinde gözü olmayan
Amerikan Mandası’na sıcak baktıklarını belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’yı ve Rauf Bey’i
etkileyerek “manda” ile ilgili olumlu bir gelişme sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar arasında
bilahare Erzurum Kongresi’ne Sivas delegesi olarak katılan ve bu kongrenin sonunda 9
kişilik Heyet-i Temsiliye üyelerinden birisi olan Bekir Sami Bey, eski sadrazamlardan Ahmet
İzzet Paşa ve İsmail Hami Bey de vardı.
Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’yı en çok uğraştıran mesele manda meselesi
olmuştur. Delegelerden büyük bir kısmı manda meselesine karşıdırlar. Nitekim Bursa
delegesi Ahmet Nuri Bey “Kendimizi büsbütün güçsüzlük ve miskinlik içinde görerek ‘bizi
kurtarın’ diye şuna buna yalvarmak gibi bir aşağılığa, bu millet katlanamaz. Ya ölürüz ya da
tam bağımsız oluruz” derken gençlik kesiminden gelen İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi
126 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
ve Denizli delegesi Necip Ali Bey, kongredeki Amerikan taraftarı olanlara “Efendiler! Siz
buraya manda satın almaya mı geldiniz?” diye gürlüyordu.
Yine Sivas Kongresi’nde gençlik kesimini temsil eden Tıp Fakültesi öğrencisi Hikmet
Bey de bu konuda:
Bunun üzerine Mustafa Kemal bu gence dönerek “Evlat için rahat olsun, gençlikle
övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz.
Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl, ya ölüm.”
Millî Mücadelemizin devam ettiği günlerde “manda meselesi” bir daha gündeme
gelmemiştir.
Ali Galip Bey’in, 3 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti’nden aldığı bir talimatta;
Kürtlerden teşkil edilecek 100-150 kişilik bir kuvvetle Sivas’ı basması, Valiliği ve 3. Kolordu
Komutanlığını ele geçirerek kendisinin bu makamları üstlenmesini ve daha sonra da kong-
reyi basarak millî hareketle ilgili olanları yakalayıp İstanbul’a göndermesi isteniyordu.
Ali Galip Bey’in İstanbul Hükümeti ile yaptığı gizli telgraf yazışmaları Erzurum’da bulunan
Kâzım Karabekir Paşa tarafından öğrenilmiş ve hemen Sivas’a Mustafa Kemal Paşa’ya
bildirilmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Elazığ ve Malatya’daki komutanlara hemen
bu kuvvetlerin etkisiz hale getirilmesi için talimat verdi. Askerî kuvvetler önünde tutunamayan
300-400 kişilik asi kuvveti dağılmış, Ali Galip başta olmak üzere İngiliz ajanı Noel ve diğer
elebaşları Halep’e kaçmak zorunda kalmışlardı.
Atatürk, Ali Galip hadisesi olarak Millî Mücadele tarihimizdeki yerini alan bu olay
hakkında Nutuk’ta oldukça geniş bir şekilde bilgi vermektedir.
Millî Mücadele Dönemi 127
Bu mesele hakkında Mustafa Kemal Paşa Sivas Kongresi’nin 9 Eylül tarihli oturumunda,
aldığı telgrafları okur ve kongre delegelerini bilgilendirir.
kılmıştır. Sivas Kongresi ile birlikte “millî istiklâl” ilkesinin yanında “millî hâkimiyet” ilkesi de
aşama aşama gerçekleşiyordu.
22 Ekim günü imzalanan ikinci protokolde ise “Hilafet ve Saltanat hakkında karşılıklı
teminatlar verilmiş ve Sivas Kongresi’nin kabul ettiği kararlar görüşülmüştür. Ayrıca Meclis’in
İstanbul dışında bir yerde toplanması konusu ele alınmış, ancak Salih Paşa kendi görüşü
olarak bunu kabul edebileceğini, hükümet adına bu konuda bir şey söyleyemeyeceğini
belirtmişti.
Üçüncü protokolde ise “mebus seçimlerinin serbest bir şekilde yapılacağından
bahsedilerek Heyet-i Temsiliye’nin, seçimlerin yapılmasına müdahale etmemesi karara
bağlanmıştı.
Gizli olarak kabul edilen dördüncü protokolde ise şu hususlar bulunmaktaydı: ”Bazı
komutanların ordudan çıkarılmasına ve bir kısım subayların Harp Divanı’na verilmelerine
dair Padişah iradeleri ve diğer emirlerin düzeltilmesi, Malta’ya sürgüne gönderilenlerin Türk
mahkemelerinde yargılanmalarının sağlanması, İzmir’in işgalden kurtarılması için çalışmalar
yapılması, yabancı parasıyla satın alınmış cemiyetlerin ve gazetelerin faaliyetlerine son
verilmesi, Kuvâ-yı Milliye’nin güçlendirilmesinin sağlanması, Millî Mücadele’ye katılmış ve
hizmet eden memurların görevlerinden alınmamalarının sağlanması”.
Beşinci ve son protokolde ise Paris Barış Konferansı’na gönderilecek Türk heyetinin
tespiti yapılarak Tevfik Paşa’nın başkanlığında bir heyetin gönderilmesi kararlaştırıldı.
Amasya’daki görüşmelerin sona ermesiyle Salih Paşa ve heyeti hemen İstanbul’a
dönmüş, Mustafa Kemal ve beraberindekiler birkaç gün daha Amasya’da kalmışlar ve 27
Ekim’de Sivas’a gitmek üzere Amasya’dan ayrılmışlardır.
Amasya Mülâkatı’nın en önemli sonucu “tanınma”dır. Şimdiye kadar yönetimi elinde
tutan, Millî Mücadele hareketini engellemeye çalışan ve İtilaf Devletlerinin her dediğine
boyun eğen İstanbul yönetimi, Salih Paşa gibi bir bakanını asi, maceraperest saydığı
Mustafa Kemal’in ayağına göndermekle, Millî Mücadele hareketini ve bu hareketin liderini
tanımış oluyordu. Ayrıca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini tanıyordu.
Böylece Millî Mücadele hareketi Amasya’da meşrulaştığı gibi, bu hareketin haklılığı da
ortaya çıkmıştı.
Amasya Mülâkatı’nda seçimlerin yapılarak Millî Meclis’in açılmasının
kararlaştırılmasıyla, milletin yönetimde söz sahibi olmaya başlaması adına önemli bir adım
atılmıştır. Meclisin açılmasıyla birlikte İstanbul Hükümeti, Anadolu’nun daha fazla ve daha
sıkı denetimi altına girecekti.
Amasya Mülakatı ile ülke genelinde, müdahalesiz ve serbest bir şekilde seçimlerin
yapılması kararlaştırılmış ve gerçektende yapılan seçimlerle Millî Meclis’e girecek adaylar
belirlenmeye başlanmıştı.
Salih Paşa, Millî Meclisin İstanbul dışında bir yerde toplanmasını kendi kişisel
kanaati olarak benimsemişse de İstanbul’a döndüğünde İtilaf Devletlerinin tutumundan ve
Padişahın isteksiz davranışları yüzünden meclisin İstanbul’un dışında toplanması uygun
görülmemişti.
Bu mülakatın bir diğer sonucu, ilk defa olarak İstanbul basını Millî Mücadele hareketi
ile büyük çapta ilgilenmiş ve lehine birçok yazılar yazmıştır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa,
İstanbul’da yayınlanan Tasvir-i Efkâr, Vakit, Akşam, Türk Dünyası ve İstiklâl gazeteleriyle
yazışmalar yapmış, Tasvir muhabiri Ruşen Eşref Beyle bir mülakatta bulunmuştur. Ayrıca
Salih Paşa ile İstanbul’a dönen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i
Temsiliye üyesi Kara Vasıf Bey de İstanbul’da İkdam gazetesine “millî teşkilât” hakkında
bilgiler vermişti.
Millî Mücadele Dönemi 131
Ankara’dan millete ve millî teşkilâtlara yayınlanan bildiride, “Sivas’tan Kayseri yolu ile
Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, yol boyunca ve Ankara’da büyük milletimizin
çok sıcak ve içten gelen vatanseverlik gösterileri arasında, bugün şehre geldi. Milletimizin
gösterdiği bu birlik ve kararlılık örneği, memleketimizin geleceğine güven konusundaki
inançları sarsılmaz bir şekilde güçlendirici niteliktedir. Şimdilik Heyet-i Temsiliye’nin merkezi
Ankara’dadır” denilmiştir.
Ankara bu tarihten itibaren artık Millî Mücadele hareketinin siyasî merkezi olacak ve
bilahare yeni Türk Devleti’nin temelleri burada atılacak, kuruluşu burada sağlanacak Büyük
Zafer sonrasında ise 13 Ekim 1923’te resmen Türkiye Devleti’nin başkenti olacaktır.
Mustafa Kemal Paşa, Sivas’ta kaldığı günlerde, Millî Mücadele hareketinin prensip,
esas ve hedeflerini halka ulaştırmak ve halkın nabzını tutmak gayesiyle İrade-i Milliye
Gazetesini çıkarttırmıştı. Paşa, Ankara’ya geldikten sonra yine aynı gaye doğrultusunda,
burada Hâkimiyet-i Milliye gazetesini yayınlatmıştır. Bu gazete Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyet-i Heyet-i Milliyesi adına yayın hayatına başlamış ve ilk sayısı 10
Ocak 1920’de çıkmıştır.
Meclis bir saldırıya uğrarsa Ankara’da toplanması düşünülen Meclis’in başında Mustafa
Kemal Paşa’nın bulunması gerekli idi.
Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da görüştüğü milletvekilleriyle “grup” konusunda
anlaşmış; bu fikir ve gayelerin yerine getirilmesi için bir program hazırlanması konusunda da
fikir birliğine varılmıştı. Misâk-ı Millî adı verilen bu programın müsvetteleri bile bu görüşmeler
sırasında hazırlanmıştı. Ankara’da bu görüşmeler yapıldıktan sonra milletvekilleri, görüş ve
fikir birliği içinde Ankara’dan ayrılmaya başladılar.
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de Fındıklı Sarayı’ndaki
kendi binasında yaptı. Padişah Vahdettin rahatsız olduğundan, açılışta bulunamamıştı.
Onun adına açılış konuşmasını Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa okudu.
Bu meclise giren milletvekili sayısı 172 olmasına rağmen ilk günkü açılış oturumuna
sadece 72 milletvekili katılmış ve yemin etmişti. En yaşlı üye sıfatıyla İlyas Efendi bu
ilk günlerde Meclis’e başkanlık etmişti. 22 Ocak 1920’de 25 milletvekilinin daha meclis
çalışmalarına katılmasıyla çoğunluk sağlanmıştı. Esas meclis başkanı seçilinceye kadar
Baro Başkanı Celalettin Arif Bey geçici başkanlığa seçilecekti. Mustafa Kemal Paşa
Ankara’da kalmak şartı ile Meclis’e başkan olmayı istemişti. Bu düşüncesini en başta yakın
arkadaşı Rauf Bey olmak üzere, İstanbul’a giderken Ankara’ya uğrayan ve kendisiyle
görüşen birçok milletvekiline de bahsetmiş ve onlardan bu konuda vaat almıştı.
Ancak meclis çalışmalarını başlattığında ne Mustafa Kemal Paşa’nın meclis başkanlığı
söz konusu olmuş, ne de millî teşkilâtın amaç ve hedeflerine hizmet edecek bir Müdafaa-i
Hukuk Grubu kurulabilmişti. Mecliste bulunan Müdafaa-i Hukukçular, Rauf Bey’in başkanlığı
altında “Felah-ı Vatan Grubu” adıyla bir grup kurdular.
Mecliste kurulan Felâh-ı Vatan Grubunun, 22 Ocak 1920 tarihli gizli grup toplantısında,
Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’da esasları belirlenerek, müsvette metin olarak
hazırlanan Mîsak-ı Millî metni okundu. Misâk-ı Millî metni küçük değişikliklerle Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nın 28 Ocak 1920 tarihli gizli toplantısında kabul edildi. Kabul edilen
Misâk-ı Millî metni 17 Şubat 1920’de Meclis-i Mebusan tarafından bütün yabancı
parlamentolara ve basına bildirildi.
28 Ocak 1920’de kabul edilen Misâk-ı Millînin tam metni şöyledir:
MİSÂK-I MİLLÎ
Aşağıda imzaları bulunan Osmanlı Millet Meclisi (Meclis-i Mebusan) üyeleri, devletin istik-
lâlinin ve milletin geleceğinin haklı ve sürekli bir barışa kavuşturmak için katlanılabilecek
fedakarlığın en fazlasını gösteren aşağıdaki ilkelere eksiksiz uyulmasıyla sağlanabileceğini
ve bu ilkeler dışında sağlam bir Osmanlı saltanatı ve toplumunun varlığını sürdürmesinin
imkân dışı bulunduğunu kabul ederek, şunları onaylamışlardır:
Madde 1. Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu, 30 Ekim
1918 günü imzalanan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte, düşman ordularının
işgali altında bulunan memleketlerin durumunun, ora halklarının serbestçe verecekleri
oya göre belirlenmesi gerekir. Söz konusu mütareke imzalandığı tarihte, Türk ve İslâm
kesimlerinin yerleşmiş olduğu kesimlerin tamamı ister bir işgal ve ister bir hükümle olsun,
birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Madde 2. Halkın oyu ile ana vatana katılmış bulunan üç sancakta (Evliye-i Selase:
Kars, Ardahan, Batum) gerekirse halkın oyuna yeniden başvurulmasını kabul ederiz.
Madde 3. Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen Batı Trakya’nın hukukî durumu-
nun belirlenmesi de, halkının serbestçe vereceği oya göre olmalıdır.
134 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Padişah Vahdettin, yeni hükümeti kurma görevini bir önceki hükümette Bahriye
Nazırlığı yapan Salih Paşa’ya verdi. Salih Paşa, Mustafa Kemal’le Amasya Mülâkatı’nı
yapmış, Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı olmayan vatansever bir devlet adamı idi. Mustafa
Kemal’e göre kendisiyle anlaşılıp, iş görülebilecek bir insandı. Nitekim İngilizlerin işbaşına
geldiğinde, Kuvâ-yı Milliye’yi kötüleyen ve reddeden bir açıklama yapması konusundaki
isteklerini yerine getirmedi. Bu bakımdan İngilizler Salih Paşa Kabinesi’ni de Kuvâ-
yı Milliye’ye taraftar bir kabine olarak görüyorlar ve işbaşından uzaklaştırmak için fırsat
kolluyorlardı.
İngilizler, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Millî Mücadele hareketinin giderek
daha etkili hale gelmesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Meclis’in açılmasıyla bu hareketin,
zayıflayacağını düşünseler de bu olmamıştı. Üstelik Meclis, Erzurum ve Sivas Kongreleri
kararlarına dayanan ve İstanbul başta olmak üzere bütün işgallere karşı olduğunu ilan
eden ve Türk vatanının bir bütün olduğunu, parçalanamayacağını temel fikir olarak
benimsemiş olan “Mîsak-ı Milliyi” kendilerine rağmen kabul etmişti. İngilizlere göre bu
çok tehlikeli bir durumdu. İstanbul’da iktidarı Milliyetçiler (İngilizler Mustafa Kemal Paşa
tarafından başlatılan Millî Mücadele hareketine bu ismi veriyorlardı “Kemalist Milliyetçiler”,
“Anadolu’daki Milliyetçi hareket” “Milliyetçiler”) her geçen gün ellerine geçiriyorlardı.
İngilizler, iplerin kendi ellerinden kaydığını düşünmeye başladılar.
Bu ortamda 5 Mart 1920’de Londra’da toplanan, Müttefikler Yüksek Konseyi
İstanbul’daki İtilaf Devletleri Yüksek Komiserlerinin İstanbul’un işgal edilmesi konusundaki
tekliflerini görüştüler. İngiliz Dışişleri Bakanı ve bir Türk düşmanı olan Lord Curzon,
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’e gönderdiği 6 Mart 1920 tarihli
telgrafında Yüksek Konseyin aldığı kararları bildirdi. Buna göre, İstanbul işgal edilecek,
Türk Hükümeti’nden Anadolu’daki Millî Hareketi ve onun lideri olan Mustafa Kemal’i
bertaraf etmesi istenecek, işgal barış antlaşmasının kabulü ve uygulanmasına kadar devam
edecekti. İşgal için bulunan gerekçe de sözde Kilikya bölgesinde çok sayıda Ermeni’nin
Türkler tarafından katledildiği şeklindeki uydurma haberlerdi.
İlk işgal edilen yer Türk Ocağı merkez binası oldu. Arkasından 15-16 Mart gecesi
Beyoğlu ve Üsküdar semtleri, 16 Mart 1920 sabahı Şehzadebaşı’nda bulunan 10. Kafkas
Tümeni’nin karargâhı İngiliz askerlerince basılarak silahsız ve baskınla yataklarından yeni
kalkmış olan 5 askerimizi şehit edip 9 askerimizi de yaraladılar. Harbiye ve Bahriye Nezareti
binalarıyla önemli askerî birimleri kuşattılar. Eski Harbiye Nazırı Cemal Paşa’yı evinden,
üzerindeki pijamasını daha değiştirmesine izin verilmeksizin tutukladılar. İstanbul’daki bütün
resmi yerler işgal edildi. Hatta Harbiye Nazırı Fevzi Paşa’nın odasına giren birkaç İngiliz
subayı küstah bir şekilde Paşanın göğsüne süngülerini dayadılar. Bütün yollar İngilizler
tarafından tutuldu, şehre giriş ve çıkışlar kontrole başlandı. Şehrin önemli yerlerine top ve
makineli tüfekli birlikler yerleştirildi. Ayrıca İngilizler İstanbul’da sıkıyönetim ilan ettiler.
İşgalden sonra yayınladıkları bildiride İngilizler; “İşgalin geçici olduğunu, İtilaf
Devletlerinin niyetinin Saltanat makamının nüfuzunu kırmak değil aksine kuvvetlendirmek
olduğunu, Anadolu’da isyan çıktığı veya azınlıklara karşı katliam yapıldığı takdirde İstanbul’un
Türklerden alınacağını ve herkesin İstanbul’dan verilecek emirlere uyması gerektiğini” ilan
ettiler. İngilizler işgalin tek sorumlusunun Anadolu’daki isyan hareketi olarak nitelendirdikleri
Millî Mücadele hareketi olduğunu belirterek, Mustafa Kemal Paşa’yı güç duruma sokmak ve
otoritesini kırmayı düşünmüşlerdi.
16 Mart günü gerçekleşen bu işgalden hemen sonra İngilizler Fındıklı Sarayı’ndaki
Meclis-i Mebusan binasını kuşattılar. Meclisi basarak içeriye zorla giren İngilizler, özellikle
Millî Mücadele hareketinin Meclis’teki başkanlığını yapan Rauf Bey’i, Kara Vasıf Bey’i ve
136 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Yapılan seçimler sonunda Millî Mücadele hareketinin lideri olan Mustafa Kemal Paşa
hem Erzurum’dan hem de Ankara’dan milletvekili seçilmiş ancak kendisi Ankara milletvekili
olarak meclise girmiştir. Millî Mücadele hareketinin önde gelen isimlerinden; Rauf Bey (Orbay)
Sivas’tan, Kara Vasıf Bey Sivas’tan, Ali Fuat Paşa (Cebesoy) Ankara’dan, İsmet Paşa (İnönü)
Edirne’den, Kâzım Karabekir Paşa Edirne’den, Bekir Sami Bey (Kunduh) Amasya’dan, Cafer
Tayyar Paşa (Eğilmez) Edirne’den, Mersinli Cemal Paşa Isparta’dan, Ali Fethi Bey (Okyar)
İstanbul’dan, Dr. Adnan Bey (Adıvar) İstanbul’dan, Refet Paşa (Bele) İzmir’den, Fevzi Paşa
(Çakmak) Kozan’dan milletvekili seçilerek meclise girmeye hak kazanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, genelgesinde yer alan Padişah ve Halife ile ilgili sözler ve
meclisin açılışıyla ilgili yapılacak olan geniş kapsamlı dini tören için “o günün duygu ve
düşüncelerine uymak zorunda kalınışın bir gereğidir” demektedir.
Mustafa Kemal Paşa meclisin açılışından bir gün önce bütün vilayet ve bağımsız
sancaklarla birlikte çeşitli ordu birliklerine komutanlıklarına gönderdiği telgrafta, 23 Nisan’da
meclisin açılıp çalışmalara başlamasından sonra bütün sivil ve askerî makamların bütün
milletin tek başvuru yerinin Büyük Millet Meclisi olacağını bildirmişti.
Meclisin toplanma yeri olarak çeşitli binalar gezildikten sonra, II. Meşrutiyet döneminde
İttihat ve Terakki Cemiyeti Kulübü olarak yapılmış olan Ulus’taki tek katlı bina tespit edilmiştir.
21 Nisan tarihli yönergede belirtilen çerçeve içinde Ankara’daki tören yapıldıktan sonra,
meclis, 23 Nisan 1920’de saat 13.45’te Ankara’da bulunan 115 milletvekilinin iştirakiyle
en yaşlı üye olan Sinop milletvekili Şerif Bey başkanlığında açılmıştı. Nitekim Şerif Bey
kürsüye gelerek açış konuşmasını yaptı. Şerif Bey’in yaptığı açış konuşması şöyledir:
Daha sonra Mustafa Kemal Paşa söz alarak, olağanüstü yetkilere sahip olarak
açılan bu meclisin yeniden seçilen milletvekilleriyle birlikte devlet merkezinden (İstanbul)
kurtularak Ankara’ya gelen ve gelebilecek olan milletvekillerinin hep birlikte bu meclisi
oluşturduklarına dair bir açıklama yapmıştır. Bu konuşmadan sonra 24 Nisan 1920’de
toplanmak üzere Meclis 14.30’da tatil edildi.
Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden itibaren Meclis’in açılışına kadar cereyan eden
olayları, yapılan faaliyetleri ve alınan önlemleri anlatmış, İstanbul Hükümeti’nce şahısları
hakkında yayınlanan beyannamedeki bilgilerin ve yine çıkartılan fetvanın uydurma olduğunu
söylemiştir. Mustafa Kemal Paşa konuşmasında hükümetin kurulmasıyla ilgili bir de teklif
sunmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın, hükümetin kurulmasıyla ilgili esasları oluşturan teklifi
şöyledir:
24 Nisan 1920 tarihinde yapılan Meclis Başkanlığı seçimine Mustafa Kemal Paşa aday
gösterilmiş ve yapılan oylama neticesinde o gün mecliste bulunan 120 milletvekilinden
110’unun oyunu alarak Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçilmişti. Erzurum Milletvekili
Celalettin Arif Bey İkinci Başkanlığa, Konya Milletvekili ve Mevlana Dergâhı Postnişini
Abdülhalim Çelebi ile Kırşehir Milletvekili Cemalettin Efendi de Başkan yardımcılıklarına
seçilmişlerdir.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin yapısal özellikleri ile sosyo-ekonomik özellikle-
rinden de kısaca bahsetmek, Millî Mücadele Dönemi’nin bu önemli organını daha iyi tanı-
mamıza imkân verecektir.
Büyük Millet Meclisi isminin başına Türkiye sözcüğünün ne zaman kullanıldığı ko-
nusunda bilgiler farklıdır. Nutuk’taki belgelere göre Kasım 1920’den itibaren Mustafa
140 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Kemal Paşa’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi unvanını kullandığını görüyoruz. Büyük Millet
Meclisinin imzaladığı ilk anlaşma olan Gümrü Barış Antlaşması’nda Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti deyimi geçmiştir. Ancak Şubat 1921’den itibaren Türkiye Büyük Millet
Meclisi kesintisiz olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine değişik toplumsal gruplardan ve kesimlerden ve
yine değişik meslek mensuplarından olan kişiler milletvekili olarak girmişlerdir. Bu değişik
toplumsal ve meslek gruplarının dağılımı şöyledir:
yani vatanımızın işgal edilmiş olunmasına, istiklâlimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalınmasına karşı mücadele etmek amacıyla açılmıştır. Yani hedef “Misâk-ı Millî”nin
gerçekleşmesidir.
Meclisin milliliğini ortaya koyan bir diğer özelliği bu meclise katılan milletvekillerinin
belirlenmesinde ve seçilmesinde millî teşkilâtların yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin
rol oynamış olmasıdır. Bu meclise katılan milletvekillerinin büyük bir kısmı Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetleri’nin üyesi, kurucusu ve yöneticisidir.
Meclis 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’da da belirtildiği gibi, millete ait olan hâkimiyeti
yani “Millî Egemenliği” millet adına temsil etmeye ve kullanmaya yetkili tek organ olmuştur.
Halife ve Padişahı kendi üzerinde bir yetki, makam ve güç olarak görmemiştir. Nitekim
24 Nisan’da aldığı kararla “Padişah ve Halife baskıdan kurtulduğu zaman, Meclisin
düzenleyeceği kanuni esaslar çerçevesinde durumunu alır” diyerek Meclis’i her şeyin
üstünde bir organ olarak öngörmüştür.
Türk toplumunun o günkü şartları içerisinde, “çarıklı köylüsünü, sarıklı hocasını, kal-
paklı ve Avrupai kılıklı aydınını bir araya getiren tek düşünce, vatanın bütünlüğü ve bö-
lünmezliğini korumak ile millî istiklâli sağlamaktır.” Bütün maddî ve manevî imkânlar bu
gayeye sevk edilmiş, faaliyetler bu gayenin başarısına yöneltilmiştir.
Demokratik bir meclistir. Çünkü o günkü toplumsal yapımızda var olan her türlü inanç
ve görüşün temsil edildiği bir meclis olmuştur. Mecliste bulunan milletvekilleri arasın-
da Sünnisi Alevisi olduğu gibi, Islahatçısı, Hilafetçisi ve Saltanatçısı, İttihatçısı, Bolşeviği
(Sosyalist-Komünist), Türkçü ve Milliyetçisi, İnkılâpçısı bulunmaktaydı. Meclis bütün top-
lumsal kesimleri ve her türlü düşünceye mensup olanları bir araya getirdiği için demokratik
yapı ve karakter göstermiştir.
Bu kadar farklı fikir ve görüşe sahip milletvekillerinin tek program etrafında bir araya
geldiklerini görüyoruz: O da Misâk-ı Millî programıdır.
142 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bu kanun teklifinin kabul edilmesinden sonra Büyük Millet Meclisi 3-4 Mayıs 1920’de
11 kişiden oluşan ilk Bakanlar Kurulu, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında
oluşturulmuştu. Buna göre ilk Bakanlar Kurulu şu isimlerden oluşmuştur:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk açıldığı günlerde kabul etmiş olduğu bazı
önemli kanunlar vardır. Bunlardan birkaçı hakkında bilgi verilmesi uygun olacaktır.
Madde 8. Bu kanun uyarınca mahkemelerce verilecek kararlar kesin olup, Büyük Millet
Meclisince onaylandıktan sonra, yerlerinde infaz edilir.
Kanunun 1. maddesi ise “Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin
kurtarılması ve milletin bağımsızlığının sağlanmasından ibaret olan gayesine ulaşıncaya
kadar aşağıdaki şartlar çerçevesinde aralıksız toplanır” demekle Meclisin sürekli toplantı
halinde olacağını ifade etmiştir.
alarak firar ediyordu. Asker kaçaklarına yardım edenlere ise bir ceza verilemiyordu. Normal
mahkemelerin verdiği kararlar ya çok uzun bir süre alıyor, ya da hafif cezalar şeklinde
oluyordu. Bu da cezaların ibret verici ve caydırıcı olmasını önlüyordu.
Millî Müdafaa Vekili Fevzi Paşa, Mecliste yaptığı konuşmada olağanüstü ihtiyaca
dayanarak, savaş zamanına ait olmak üzere “Firariler Hakkında Kanun”un kabulünü istedi.
Fevzi Paşa, asker kaçakları olaylarının çokluğunun, vatanın kurtuluşu ve bağımsızlığını
tehlikeye düşürecek hale geldiğini belirtmiş, bunun önüne ancak sert tedbirlerle
geçilebileceğini söyleyerek kanunun önemini belirtmeye çalışmıştır. Kanun Meclis’te
yapılan görüşmeler sonunda 11 Eylül 1920’de kabul edildi. Firariler Hakkında Kanunun
önemli maddeleri şöyledir:
Madde 1. Muvazzaf ve gönüllü olarak askerlik hizmetine katılıp da firar edenler ve her
ne surette olursa olsun firara sebebiyet verenler ve firarilerin yakalanmasında ve sevkinde
kayıtsızlık gösterenler ve firarileri saklayan ve giydirenler hakkında mülkî ve askerî kanunlar,
hükümler ve gerektiğinde diğer benzer cezalarla ilgili kararları hüküm ve infaz etmek üzere
Büyük Millet Meclisi üyelerinden oluşan İstiklâl Mahkemeleri oluşturulmuştur.
Madde 2. Bu mahkemelerin üye sayısı üç olup Büyük Millet Meclisinin oy çokluğu ile
seçilirler ve içlerinden birisi kendileri tarafından Reis addolunur.
Madde 3. İşbu mahkemelerin sayısını ve mıntıkalarını Bakanlar Kurulunun teklifi
üzerine Büyük Millet Meclisi tayin eder.
Madde 4. İstiklâl Mahkemeleri’nin kararları kesin olup, yerine getirilmesinde devletin
bütün silahlı ve silahsız kuvvetleri memurdur.
İstiklâl Mahkemeleri
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Nisan 1920’de kabul ettiği Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile
11 Eylül 1920’de kabul ettiği Firariler Hakkındaki Kanun ve 18 Eylül 1920’de kabul edilen “çe-
şitli yerlerde İstiklâl Mahkemeleri teşkili hakkındaki” 45 no’lu karar, İstiklâl Mahkemeleri’nin
kurulmasının hukukî dayanakları olmuşlardır.
İstiklâl Mahkemelerinin verecekleri kararlar, idam dahil, kesin olup, derhal uygulanırdı.
Karar verilirken mahkeme üyelerinin vicdani kanaatleri yeterliydi. Kararlara itiraz ve temyiz
hakkı yoktu. İstiklâl Mahkemelerinin kararlarını bütün asker ve sivil memurlar uygulamak
zorundaydılar.
İstiklâl Mahkemeleri iki dönem olarak ele alınabilir. Bunlar 1920–1923 yılları arasında
faaliyette bulunmuş olan I. Dönem İstiklâl Mahkemeleri ve 1923-1927 yılları arasında
faaliyet göstermiş olan II. Dönem İstiklâl Mahkemeleridir.
İstiklâl Mahkemeleri ilk başta vatana ihanet edenlerin ve firari askerlerin yargılandığı
mahkemelerdi, ancak bilahare mahkemelerin görev alanları ve suç türleri genişlemiştir. Bu
mahkemelerde ele alınan bazı suç örnekleri şöyledir:
“Gasp suçunu işlemek, asilere katılma, asker ailesini dağa kaldırmak, şüpheli şahıs
olmak ve casusluk yapmak, düşmana katılmak ve emellerine hizmet, emniyeti suiistimal,
askerî eşyayı çalmak, saklamak ve satmak, firar, firara yataklık ve sebebiyet vermek, isyan
etmek ve isyana katılmak, vatana ihanet, adam öldürmek, rüşvet almak, eşkıyalık yapmak,
düşmana hizmet etmek, hırsızlık, kadın kaçırmak, fuhşa katılmak” gibi.
İsimleri aynı olmakla birlikte Millî Mücadele içinde çalışan İstiklâl Mahkemeleri ile
Cumhuriyetin ilk yıllarında çalışanlar arasında nitelik, gerekçe ve amaç yönünden büyük
fark vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1923–1927) çalışan mahkemeler; Türk İnkılâbının
gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, rejim karşıtları ile inkılâplara karşı olanların, isyancıların,
bazı basın mensuplarının ve İttihatçılarla suikastçıların yargılandığı birer “rejim mahkemesi”
hüviyetindedir.
Konya’da Cemal Bey’in Kuvâ-yı Milliye karşıtı girişimleri yüzünden sağlam bir
teşkilatlanmaya gidemeyen Konya Kuvâ-yı Milliyecileri, Heyet-i Temsiliyeden Konya’ya
bir komutan gönderilmesini talep etmişlerdir. Bunun üzerine Albay Refet Bey Konya’ya
gitmekle görevlendirilmiş, bu haberi alan Konyalılar millî hareketi güçlendirmek adına
faaliyetlerini arttırmışlardır. Bu arada Konya Valisi Cemal Bey hapishanedeki eşkıya ve
katillerin çoğunu serbest bırakmıştır. 26 Eylül 1919 tarihinde Bozkır’da Kuvâ-yı Milliye
Millî Mücadele Dönemi 147
aleyhine bir ayaklanma baş göstermiştir. Dinek Nahiyesi Müdürü Vehbi Bey, Cemal Bey’in
kendisine verdiği vaadin ardından adamları ile beraber Bozkır’ı yağma etmek amacıyla
harekete geçmiştir. Yine Kürtoğlu Musa, Bademlili Hacı Halil ve Güzel Çavuş idaresi
altında toplanan asiler Bozkır’a gelmişler ve telgraf tellerini de tahrip etmişlerdir. Asiler,
jandarmaların ellerindeki silahları almışlar ve silah deposunu basarak, depodaki silah ve
cephaneye de el koymuşlardır. Asiler, 12. Kolordu Topçu Komutanı Yarbay İzzet Bey ve bazı
subayları da esir almışlardır. Ayrıca Duyun-ı Umumiye ile Reji kasalarında bulunan akçe ve
tütünü de gasp etmişlerdir. Bunun üzerine Hükümet, asileri yola getirmek adına Konya’dan
bir Nasihat Heyeti’ni Bozkır’a göndermiş, nihayetinde isyan, geçici bir süreliğine de olsa
nasihatle 4 Ekim 1919 tarihi itibariyle bastırılmıştır. İsyancılarla Nasihat Heyeti arasındaki
mutabakata göre; “asiler esir aldıkları subayları serbest bırakacaklar ve silahlarını teslim
edeceklerdi. Buna karşılık Bozkır’a millî kuvvetler gönderilmeyecekti.”
Nasihatle son bulan birinci isyandan kısa bir süre sonra tekrar çıkan Bozkır isyanının
arkasındaki güç, birinci isyanın arkasındaki güçle aynıdır. Nitekim ayaklanmanın sebepleri
hakkındaki raporlara bakıldığında bu rahatlıkla görülmektedir. Rapora göre isyanın
çıkışındaki temel sebep; Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Kuvâ-yı Milliye’yi saldırı hedefi
seçerek iktidarı ele geçirmek istemesidir. Nitekim Hürriyet ve İtilaf Fırkası, 13 Ekim 1919
tarihli muhtırasında Bozkır isyanını övmekte ve isyancıların kıymetinin bilinmediğinden
yakınmaktadır.
İzmir’in işgali sonrasında Batı Anadolu bölgesinde işgalci kuvvetlere karşı millî direniş
örgütleri oluşturulmuş, işgalin sona erdirilmesi yönündeki girişimler hız kazanmıştır. Kuvâ-
yı Milliye’nin gün geçtikçe daha da güç kazanması ise İngilizler ve İstanbul Hükümeti’nin
canını sıkan gelişmeler olmuştur. İngilizler, Yunanlılar tarafından gerçekleştirilen işgal
hareketinin başarısız olma ve Anadolu ile Trakya Kuvâ-yı Milliyecilerinin birleşme
ihtimalinden tedirgin olmuşlar ve tedirginliklerini gidermek adına da Anzavur
Ayaklanmalarını desteklemişlerdir. İngilizlere göre Ahmet Anzavur’un çıkaracağı
isyanlarla; İstanbul ve Çanakkale boğazlarına yakın bölgelerde Kuvâ-yı Milliye ile arada
bir “tampon bölge” oluşacak, oluşan bu bölge Padişah Vahdettin’in nüfuz alanında olacak,
böylelikle de boğazlar üzerindeki kontrol kolayca sağlanacaktır. İstanbul’daki İntelligence
148 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bu isyanın çıkış tarihi de ayrıca önemlidir. Çünkü isyanın başladığı tarih olan 1 Ekim
1919 itibariyle Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye hareketi günbegün gücünü artırmaktadır. 4
Eylül’de toplanan Sivas Kongresi’nde alınan kararlara bakıldığında da millî kuvvetlerin
gücünün arttığı açıkça görülmektedir. Nitekim Sivas Kongresi’nde Heyet-i Temsiliyenin
temsil alanı vatanın tamamı olarak yeniden düzenlenmiştir. Birbirinden bağımsız olarak
istiklal uğruna mücadele eden cemiyetler de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti adı altında tek bir çatı altında toplanmış ve Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki
Heyet-i Temsiliye tarafından idare edilmesi kararlaştırılmıştır. Nihayetinde bütün bu
gelişmeler Kuvâ-yı Milliye’nin önü alınamaz bir şekilde güçlendiğinin kanıtlarıdır ve
Ahmet Anzavur da, bu önü alınamaz güçlenişin bütün Anadolu sathında tamamen
kontrolü ele geçirmesinin önüne geçmek maksadıyla 1 Ekim 1919’da Biga, Manyas,
Gönen, Susurluk ve çevresinde isyan etmiştir. İngilizlerin yardımlarıyla emrinde piyade,
süvari ve topçu sınıfından kuvvetler oluşturan Ahmet Anzavur, Şah İsmail, Cambazlar
Hakkı, Elkesenin Nuri, Kadir ve Sülüklülü Davut gibi eşkıyaları da etrafında toplayarak
bölgede kendi iktidarını oluşturmak ve millî oluşumları ise ortadan kaldırmak için
faaliyetlerine başlamıştır. Anzavur Ahmet, halkı Kuvâ-yı Milliye aleyhine kışkırtabilmek
adına dinî motiflerden de faydalanmaya çalışmıştır: Kuvâ-yı Milliye hareketini bir Bolşevik
hareketi olarak tanıtmış ve Mustafa Kemal Paşa’nın da halkı soyduğunu ve ittihatçılığın
devamı için çalıştığını iddia etmiştir. Ahmet Anzavur, köy köy dolaşarak bölge halkını
kandırmak için, halkın saf dini inançlarından faydalanma noktasında da büyük çaba
sarf etmiştir. İsyanı boyunca “Elimde kılıç, göğsümde iman, koltuğumda Kur’an” gibi
sloganlarla halkı kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Hatta elde ettiği kuvvetleri Kuvâ-yı
Muhammediye yani Muhammed’in kuvvetleri, kendisini de Kuvâ-yı Muhammedî Reisi
olarak tanımlamış, bu suretle kendisine katılımların daha da artacağını hesaplamıştır.
Meselâ halkı kandırmak için yaptığı propagandalardan bazıları şunlardır: “Mustafa
Kemal, Padişahımızı makamından atarak yerine geçmek için çalışıyor. Bunların din ile
alakaları yoktur, ırz ve namus nedir bilmezler. Hamama bile kadınlarla beraber giderler.
Padişahın hepinize selamı var. Bu asi ve hain Kuvâ-yı Milliyecileri yok edelim.”
Ahmet Anzavur, 16 Şubat 1920’de İngiltere ve Damat Ferit Paşa’nın desteğini almak
suretiyle tekrar isyan etmiştir. Anzavur, birinci isyanında olduğu gibi ikinci isyanında da
halkı dinî propagandalarla kendi tarafında çekmek için gayret sarf etmiştir. Nitekim Ahmet
Anzavur’un, Kuvâ-yı Milliye’ye karşı “din uğruna, Kur’an’a dayanarak” mücadele yaptığını,
kendisinin ve arkadaşlarının “Allah yolunda cihad ettikleri” gibi halkı etkilemeye yönelik
söylemler, mütemadiyen Kuvâ-yı Milliye aleyhtarı gazetelerde yayınlanmıştır. Anzavur,
17 Şubat 1920’de 15 kadar adamıyla birlikte Biga’ya gelip Hükümet Konağı’na yerleşmiş
ve isyanın idaresini eline almıştır. Daha sonra Şah İsmail, Kürt Mehmet Çavuş ve Gavur
İmam’ı Biga’da bırakıp Yenice’ye hareket etmiştir. Anzavur, Biga ahalisi ile arası açıldıktan
sonra da 150 kişi civarındaki maiyetini Gönen’in güneybatısındaki Seydiköy’e göndermiştir.
Burada kendisine taraftar toplamak için çalışmalar yürüten Anzavur, bölgedeki bazı köylerin
kendisine katılmasına da muvaffak olmuştur. 29 Şubat 1920 tarihine gelindiğinde Çerkez
Ethem’in 30 top ve çok sayıda mitralyözle Gönen’e geleceği halk arasında yayılmaya
başlamıştır. 1 Mart 1920’de Anzavur Sarıköy’e gelmiş, burada sekiz jandarma eri ve
bir kısım silahlı köylüyle bucak müdürünü Yortan köyüne çekilmek zorunda bırakmıştır.
2 Mart’ta ise Anzavur ve Gavur İmam kuvvetleri Gündoğan, Babakaya, Hasanbey,
Karalarçiftliği ve Bakırlı sırtlarını tutmuştur. Nihayetinde Anzavur’un tenkili için gönderilen
kuvvetler Gönen’de toplanarak 6 Mart’ta Anzavur’a karşı harekâta başlamışlardır. Fakat
Anzavur ayaklanması gün geçtikçe genişlemiş, Balıkesir dahi isyancıların eline geçme
tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Anzavur, 4 Nisan’da Gönen üzerine yürüyerek şehri fazla
zorlanmadan ele geçirmiştir. Anzavur daha sonra İngilizlerinde desteğiyle hiçbir zorlukla
karşılaşmadan Bandırma’yı işgal edip burayı kendisine üs tayin etmiştir. Anzavur’un
Bandırma’ya gelişi Rumlar tarafından da sevinçle karşılanmıştır. İstanbul Hükümeti de, 8
Nisan’da Anzavur’u “paşa” unvanı vermek suretiyle Balıkesir Mutasarrıflığına tayin etmiştir.
Anzavur daha sonra Susurluk ve Kirmastı’yı işgal etmiş, Gavur İmam da Balya üzerinden
Balıkesir’e doğru hareket etmiştir.
İsyanı bastırmak için Balıkesir’de toplanan millî kuvvetler, 8–14 Nisan’da, 61. Tümen
Kumandanı Kazım Bey’in genel komutasında Anzavur üzerine yürümüşlerdir. 14 Nisan’da
Balıkesir’den Susurluk-Gönen istikametine hareket eden millî kuvvetler, 15 Nisan akşamı
Anzavur kuvvetleriyle karşılaşmıştır. Taşköprü hattında başlayan çatışma Çerkez Ethem
kumandasındaki kuvvetlerin, 15 Nisan 1920’de Susurluk ve Kirmastı arasında Anzavur
kuvvetlerini 5 saatlik çarpışma sonucu mağlup etmesiyle son bulmuş, bu çarpışmada iki top
ve birçok silah ve cephane ele geçirilmiş, Anzavur da yaralanmıştır. Nihayetinde Anzavur,
6 adamıyla birlikte çareyi yine İstanbul’a kaçmakta bulmuştur. Anzavur, İstanbul’a geçişi
sonrasında da rahat durmamış, burada Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri içerisinde görev alarak
Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadelesini devam ettirmiştir.
Damat Ferit Paşa, 5 Nisan 1920 tarihinde dördüncü defa Sadaret’e geldiğinde
hem “Hükümetin Beyannamesi” hem de Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin
“Fetvâ-yı Şerife”si aracılığıyla Kuvâ-yı Milliye hareketini suçlamıştır. Damat Ferit Paşa,
Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’ye çıkarttığı Fetvâ ile Kuvâ-yı Milliyecilerin “kâfir”
olduklarını ve öldürülmelerinin dinen “farz” olduğunu Müslüman halka ilan ettirmiştir.
Böylelikle Kuvâ-yı Milliyecilerin, Müslüman Anadolu insanına dayanmasının önüne
geçmeyi hedeflemiştir. Zira “dinî” bir unsur olan bu Fetvâ ile halkın Kuvâ-yı Milliyecilerden
ayrılarak İstanbul Hükümeti ve Padişah’ın yoluna gireceği düşünülmüştür. Fakat Damat
Ferit Paşa her ihtimale karşı, Kuvâ-yı Milliye hareketini tamamen ortadan kaldırmak ve işi
sadece Fetvâ’nın tesirine bırakmamak için Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadele edecek bir
150 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
ordu teşkiline çalışmış, bu maksada yönelik olarak 8 Nisan da, İngiliz Yüksek Komiseri
Amiral de Robeck’le görüşmesinde Kuvâ-yı Miliye’nin bastırılabilmesi için karşı bir kuvvet
oluşturulması gerektiği fikrini Robeck’e iletmiş ve ondan bu hususta yardım istemiştir.
Damat Ferit Paşa bu görüşmeden üç gün sonra Amiral de Robeck’le bir görüşme daha
yapmış ve bu görüşmede, “paşalık payesi” vermek suretiyle Balıkesir Valiliğine atadığı
Ahmet Anzavur idaresindeki kuvvetlere destek verilmesini İngilizlerden istemiştir. Amiral
de Robeck, Anzavur kuvvetlerine askerî yardım yapılacağını ve “hükümetin yetkisine karşı
hala meydan okumaya devam eden milliyetçilerin bastırılmasında sarf edilecek çabalarda”
İngilizlerin her türlü desteği sağlayacağını söylemiştir.
Damat Ferit Paşa’nın Kuvâ-yı Milliye hareketini ortadan kaldırmaya dönük, Türk’ü
Türk’e kırdırarak bastırmak demek olan bu planını, İngilizlerin yanında; İngiliz Muhîbbileri
Cemiyeti, Hürriyet ve İtilâf Fırkası ile Askeri Nigehban ve Kızılhançerliler gibi cemiyetler
de desteklemişler, para yardımı yapmışlardır. Nihayetinde Kuvâ-yı İnzibatiye adıyla bir
ordunun kurulmasıyla ilgili kararname 18 Nisan 1920’de hükümet tarafından çıkarılmıştır.
Damat Ferit Paşa, Kuvâ-yı İnzibatiye kuvvetlerinin başına Ordu Kumandanı yetkisiyle
Süleyman Şefik Paşa’yı getirmiştir. Yine 8 Nisan 1920 tarihinde “paşalık” rütbesi verip
Balıkesir Mutasarrıflığına tayin ettiği Ahmet Anzavur’a da Kuvâ-yı Milliye’nin bastırılmasında
önemli görevler vermiştir. Her ne kadar Ordu Kumandanı Süleyman Şefik Paşa olsa da
Anzavur, Kuvâ-yı İnzibatiye’nin içerisindeki konumunu her zaman herkesten güçlü tutmaya
çalışmıştır. Nitekim İzmit’teki Süleyman Şefik Paşa-Anzavur görüşmesinde Anzavur
Ahmet’in kendisine emrindeki bir asker gibi davranması ve “Kuvayi İnzibatiye’ye istediği
anda komuta etmek hakkı olduğunu ve İstanbul Hükümeti Erkânıharbiyesinin kendi emrine
göre hareket etmek zorunda bulunduğunu” söylemesi Süleyman Şefik Paşa’yı üzmüş ve
duruma tepkisini dile getirerek kimin komutan olduğunu Damat Ferit Paşa’dan sormuştur.
Damat Ferit Paşa’dan bir cevap alamayınca da görevini bırakarak İzmit’ten ayrılmıştır.
Bunun üzerine Paşa’dan boşalan Kuvâ-yı İnzibatiye Komutanlığına Yarbay Senâi Bey
tayin edilmiştir. Kuvâ-yı İnzibatiye Kararnâmesi’ne göre Kuvâ-yı İnzibatiye birliklerinin,
muvazzaf subay ve askerler ile emekli asker ve gönüllülerden oluşması kararlaştırılmıştır.
Kuvâ-yı İnzibatiye’nin asker ihtiyacını karşılamak için de, Sadrazam, Hariciye Nazırı ve
Harbiye Nazırı Vekili olan Damat Ferit Paşa 23 Nisan’da bir beyanname yayınlayarak
“İstanbul’da görevde ve açıkta bulunan bütün subayların Harbiye Nezâretine gelerek,
yoklama yaptırmaları, gelmeyenlerin askerlikle ilgili her türlü ilişkilerinin kesileceği ve
seferberlikten kaçmış sayılarak Divân-ı Harbe” verileceklerini duyurmuştur. Ayrıca Kuvâ-
yı İnzibatiye yetkilileri, Anadolu’ya görevliler göndermek suretiyle hem Kuvâ-yı Milliye
aleyhine propagandalar yaparak hem de piyade yazılacak olanlara 15, süvari yazılacaklara
ise 30 lira maaş verileceği vaadiyle kendilerine asker temin etmeye çalışmışlardır.
Nihayetinde Kuvâ-yı İnzibatiye birliklerine, İstanbul’daki depolardan silah, cephane ve
araç-gereç sağlanmış ve 966 er ve 66 subaydan oluşan ilk Kuvâ-yı İnzibatiye alayı 29
Nisan’da İzmit’e gönderilmiştir. Kuvâ-yı İnzibatiye’nin İzmit’e gönderildiği tarihlerde Ahmet
Anzavur bölgede Kuvâ-yı Milliye’ye karşı mücadele etmektedir. Hatta Kuvâ-yı Milliye’ye
karşı bir kısım başarılar da elde etmiş, 10 Mayıs’ta Adapazarı, 13 Mayıs’ta Kandıra ve 15
Mayıs’ta Doğançay’ı ele geçirmiştir. Fakat Anzavur’un bu ilerleyişi karşısında 23 Mayıs’ta
Çerkez Ethem kumandasında başlayan karşı taarruz neticesinde Anzavur birlikleri mağlup
edilmiştir. Yine 14 Haziran’da İzmit’ten tekrar harekâta geçen Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri
de bir süredir Sapanca’da tertibat almış olan Ali Fuat Paşa’nın karşı taarruzu neticesinde
mağlup edilmiştir. Neticede bu başarısızlık üzerine Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri, İzmit’e
gönderilen Gülcemal isimli vapurla 20 Haziran’da İstanbul’a geri götürülmüşlerdir. Ayrıca
Harbiye Nezareti de 25 Haziran 1920 tarihinde aldığı bir kararla Kuvâ-yı İnzibatiye birlikleri
dağıtmıştır.
Millî Mücadele Dönemi 151
Birinci Düzce ayaklanması bastırılınca, Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim Bey müfrezeleri,
Yozgat’ta çıkmış olan Çapanoğulları ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilmişlerdir. Bu
arada Yunanlılar, Anadolu içlerine doğru ilerlemektedir. Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim
müfrezelerinin Yozgat’a gitmesinden, diğer millî kuvvetlerin de Yunanlılarla mücadele
etmesinden faydalanan bazı Çerkez ve Abazalar, bölgede yeniden ayaklanmışlardır. Asiler
8 Ağustos 1920 tarihinde Düzce’yi basmışlar, subayları tutuklamışlar, Kadı Kemalettin
Efendi’yi kaymakam tayin etmişlerdir. Bunun üzerine Mürettep Tümen’in bir taburu Bolu’ya
gönderilmiştir. Fakat asiler bu taburu tamamen esir almışlar, hatta Bolu üzerine yürümeye
başlamışlardır. Ayaklanmanın ciddiyeti Ankara tarafından fark edilince Ankara, Eskişehir,
Bilecik ve Yozgat’tan bazı müfrezeler buraya kaydırılmış ve bu müfrezelerin gayretleri
neticesinde 23 Eylül 1920 tarihi itibariyle Düzce ayaklanması sona ermiştir.
Millî Mücadele hareketinin önüne geçmek, TBMM’nin otoritesini sarmak, halkı halife ve
sultan etrafında birleştirmek adına çıkartılmış olan ayaklanmalardan bir diğeri de 15 Mayıs
1920 tarihli Yozgat Çapanoğulları ayaklanmasıdır. İsyanın öncüsü ve aynı zamanda
Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Yozgat Şubesi Başkanı olan Çapanoğlu Edip Bey, kardeşi Celal
Beyle birlikte TBMM’nin Osmanlı kanunlarına aykırı olarak ortaya çıktığını iddia etmiş,
halkı Millî Mücadele’ye karşı ayaklanmaya, halife etrafında birleşmeye davet etmiştir.
Ayrıca Heyet-i Temsiliyenin, Yozgat Mutasarrıfı Necip Bey’i, emirlerini yerine getirmediği
için görevinden alması ve yerine muhasebeci Arif Bey’i ataması da bölgedeki huzursuzluğu
artırmıştır. Çapanoğlu Edip ve Celal liderliğinde hareket eden asiler, Millî Mücadele
hareketinin İttihat ve Terakki Cemiyetinin devamından başka bir şey olmadığı üzerine
propagandalar yapmışlardır. Asiler, 14 Haziran 1920 tarihi itibariyle Yozgat şehrini işgal
etmişlerdir. Merkezi Sivas’ta bulunan 3. Ordu kuvvetleri asiler üzerine hareket ettirilmiş, fakat
bu kuvvetler yeterli olmamıştır. Bunun üzerine Çerkez Ethem ve Çolak İbrahim müfrezeleri
Yozgat ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilip bölgeye sevk edilmişlerdir. Çerkez
Ethem ve müfrezelerin büyük gayretleri neticesinde 23 Haziran 1920 tarihinde Yozgat
şehri asilerden geri alınmıştır. Çerkez Ethem, 28 Haziran 1920’de Alacayı da asilerden geri
152 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
almıştır. Bundan sonra asiler kısmen hareketlilik gösterseler de 27 Ağustos 1920 itibariyle
ayaklanma bastırılmış, fakat asiler aradan çok zaman geçmeden 5 Eylül 1920 tarihinde
yeniden isyan etmişlerdir. Birinci Yozgat ayaklanması bastırılınca asilerden bir kısmı
bağışlanma talebinde bulunmuştur. Bağışlanma talepleri TBMM’de yetkililer tarafından
kabul edilmiş, bu asilerden 500 kişilik bir gönüllü alayı oluşturulmuştur. Akdağmadeni
Alayı da denilen bu alayın Batı cephesine sevk edilmesi ve Yunanlılara karşı mücadele
etmesi kararlaştırılmıştı. Fakat oluşturulan bu alay, cepheye gitmemiş, kaçmıştır. Asiler 6
Eylül 1920’de Erbaa’yı 9 Eylül 1920’de de Zile’ye bağlı Ortaköy bucağını basmışlardır.
Öncelikle Boğazlıyan Millî kuvvetleri, ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiş, fakat bu
kuvvetler ayaklanmayı ortadan kaldırmayı başaramayınca İkinci Kuvâ-yı Seyyâre diye
adlandırılan Çolak İbrahim Bey Müfrezesi bölgeye sevk edilmiş, ayaklanmayı bastırmakla
görevlendirilmiştir. Çolak İbrahim Bey Müfrezesi 29 Eylül 1920’de Akdağmadeni’ni asilerin
elinden geri almıştır. Bundan sonraki günlerde yer yer küçük grupların ayaklanmaları
olmuştur. Fakat 30 Aralık 1920 tarihi itibariyle ayaklanma kesin olarak sonra ermiştir.
Midyat’ın güneyindeki aşiretlerden birisinin reisi olan Ali Batı, İngilizlerin kışkırtmalarının
sonucu olarak, bir Kürt Devleti kurmak gayesiyle, “hükümet zayıf düştüğünden Padişah bu
bölgenin muhafazasını bana emanet etti. Yakında Mardin’de oturarak buraları muhafaza
Millî Mücadele Dönemi 153
Bağımsız bir Kürt Devleti kurmaya dönük ayaklanmalardan bir diğeri Bahtiyar
aşireti reisi Cemil Çeto’nun önderliğindeki 20 Mayıs 1920 tarihli ayaklanmadır. Mayıs
1920’de Hıdranlı aşireti reisi Hüseyin Paşa, Garzan ve çevresinde Kürt Teali Cemiyetinin
beyannamesini dağıtmıştır. Bu beyannamede; İtilaf Devletlerinin Kuvâ-yı Milliye’yi
dağıtacağı ve bölgedeki Kürtlere bağımsızlık vereceği üzerinde durulmuş, bu yüzden de
Kürtlerin silahlı ve hazır bulunmaları gerektiği belirtilmiştir. Bu çağrıya kulak veren Cemil
Çeto, aşiretiyle birlikte Garzan’da ayaklanmıştır. Bir müddet Garzan üzerinde egemen olsa
da 13. Kolordunun gayretleri sonucunda adamlarından çoğunu kaybetmiş ve 4 oğlu ile 7
Haziran 1920 tarihinde millî kuvvetlere teslim olmuştur.
Koçgiri aşireti; büyük kısmıyla Koçhisar, Zara, Suşehri, Refahiye, Kemah, Kangal,
Ovacık ve çevresinde yaşamakta ve İbolar, Zazalar, Balular, Kerteliler ve Sarular adlı
beş büyük kabileden oluşmaktadır. Koçgiri aşiretinin reisi Haydar Bey, Kürtleri Yüceltme
Derneğinin üyesi ve İmranlı’daki şubesinin de başkanıdır. Bu aşiret Dersim aşiretleriyle
devamlı surette ilişki içerisinde olmuştur. Nitekim Dersim ve Koçgiri aşiret ileri gelenleri
isyan öncesinde Elazığ’da bir araya gelmişler, TBMM Hükümetinde “muhtariyet” talebinde
bulunmuşlardır. Ayrıca Kürt mahkûmların da serbest bırakılmasını istemişlerdir. Koçgiri
aşireti İbolar kabilesinin öncülüğünde 6 Mart 1921 tarihinde ayaklanmıştır. Koçgiri
ayaklanması İngilizler ve Kürt Teali Cemiyeti tarafından da desteklenmiştir. İsyan
kısa sürede Sivas, Erzincan ve Tunceli yöresine yayılmıştır. Ayaklanmanın ciddiyetini
değerlendiren TBMM Hükümeti, isyanın nasihatle sona erdirilmesi adına Danıştay
üyeliği de yapmış olan Şefik Bey’i Zara’ya göndermiş, fakat Şefik Bey’in teşebbüsleri bir
sonuç vermemiştir. Bunun üzerine Hükümet, 10 Mart 1921 tarihinde Sivas, Erzincan ve
Elazığ bölgesinde sıkıyönetim ilan etmiş, 13 Mart 1921’de de Merkez Ordusu Komutanı
Nurettin Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Asiler ile millî kuvvetler arasında
8 Nisan’a kadar devam eden çarpışmalar neticesinde asiler; ayaklanmayı sona erdirme
karşılığında, Koçkiri (Zara), Divriği, Refahiye, Kuruçay, ve Kemah ilçelerinin ayrıcalıklı bir
vilayet yapılmasını ve bir Kürt vali atanmasını istemişlerdir. Bu talepler kabul görmemiş, 11
Nisan’da isyanı bastırmak üzere harekâta geçilmiş ve 17 Haziran 1921 tarihinde Haydar’ın
kardeşi Alişan’ın yakalanmasıyla ayaklanma son erdirilmiştir.
154 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal
Paşa, çete hareketlerinin önüne geçmek adına öncesinde alınan tedbirlere ilaveten gerekli
Millî Mücadele Dönemi 155
tedbirleri derhal almış ve nihayetinde çete hareketlerinin asgarî düzeye inmesini sağlamıştır.
Nitekim 19 Haziran’da “Pontus Cumhuriyeti kurulması gayesine yönelik teşkilat ve haince
teşebbüslerin bir zarar veremeyecek hale getirildiği” Mustafa Kemal Paşa tarafından
yetkililere bildirilmiştir. Fakat daha sonra Anadolu’daki Yunan ilerleyişine paralel olarak
bölgedeki Pontus emeline dönük girişimler tekrar ortaya çıkmıştır. Rumlar, çetecilik yapmak
suretiyle Türk-İslâm halk üzerinde baskı kurmaya, hatta onları yok etmeye çalışmışlardır.
Ayrıca Rumlar, büyük devletlerin de desteği neticesi olarak Karadeniz Bölgesi’nin nüfus
bakımından Rum şehirlerinden ibaret olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır. Bu noktada
bölgenin nüfusu hakkında dünya kamuoyuna yanlış bilgiler sunmuşlar, bölgede Rumların
çoğunlukta olduklarını iddia etmişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa, memleketteki Pontus Rum Devleti kurmaya dönük faaliyetlerin
önüne geçmek için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiş, bu maksada dönük olarak 9 Aralık
1920 tarihinde Merkez Ordusu kurulmuş ve bu ordunun başına komutan olarak da Nurettin
Paşa tayin edilmiştir. Nihayetinde Merkez Ordusunun gayretleri neticesinde Pontus emel-
lerinin önüne geçilmiştir. 6 Şubat 1923 tarihi itibariyle Pontusçu Rumların çete/isyan hare-
ketleri tamamen sona ermiştir.
Düzenli orduya karşı çıktığı için ayaklanan isimlerden bir diğeri de Çerkez Ethem’dir.
Çerkez Ethem, Bandırma bölgesinde çetecilik yaparken Rauf Bey ve Bekir Sami Bey’in
gayretleri sonucunda millî kuvvetlere katılmıştır. Millî Mücadele hareketinin başarıya
ulaşması için büyük gayret sarf etmiş bir kişiliktir. Salihli Cephesinde Kuvâ-yı Seyyâre’siyle
Yunan kuvvetlerine karşı başarılı mücadeleler vermiştir. Ayrıca TBMM’ye karşı çıkan iç
ayaklanmaların önemli bir bölümünün bastırılmasında Çerkez Ethem ve kuvvetlerinin rolü
büyüktür. Çerkez Ethem, Anzavur, Düzce ve Yozgat gibi ayaklanmaların bastırılmasında
çok önemli görevler üstlenmiş ve bu görevleri hakkıyla yerine getirmiştir. Bu arada Mustafa
Kemal Paşa ve arkadaşları “düzenli orduya geçiş” kararı almışlardır. Çerkez Ethem ise,
düzenli orduya geçiş kararını kabul etmediğinden dolayıdır ki Ankara Hükümetine cephe
156 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
almıştır. O’na göre; Kuvâ-yı Seyyâre birliklerini düzenli bir hale sokmanın imkânı yoktu ve
Yunanlılarla mücadele seyyâr birlikler şeklinde devam ettirilmeliydi. Çerkez Ethem’in isyana
yeltenmesinin altında yatan sebepleri şöyle sıralayabiliriz: “Yozgat isyanının bastırılması
sırasında, yargılamak istediği Ankara Valisi Yahya Galip’in usulsüz yargılanmasına Büyük
Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in engel olması; Büyük Millet Meclisinin 18 Eylül 1920
gün ve 42 sayılı kararla kurduğu İstiklal Mahkemelerini asker kaçaklarını yargılayacak tek
makam olmasını kardeşleriyle birlikte reddetmesi; İçişleri Bakanlığına ait olan asker toplama
yetkisini yasa dışı olarak kendi adamlarıyla yürütmek istemesi; Batı Cephesinin ikiye
bölünmesine ve Güney Cephesi Komutanlığının Albay Refet’e verilmesine karşı çıkması;
düzenli ordu fikrine şiddetle karşı durması; Başkomutanlık emir ve komuta yetkisinin
sadece Büyük Millet Meclisine ait olduğunun 18 Kasım 1920’de ilan edilmesi; Ethem
kuvvetlerini diğerlerinden ayırt etmek için verilen “Birinci Kuvayı Seyyare” adını küçümseme
sayarak ısrarla “Umum Kuvayı Seyyare ve Kütahya Havalisi Komutanlığı” adını kullanmak
istemesi; Büyük Millet Meclisince gelişigüzel er toplanmasının yasaklanması; Batı Cephesi
Komutanlığının oluşturduğu “Simav ve Havalisi Komutanlığı”nın reddedilmesi ve Komutan
Yarbay İbrahim Bey’in Yüzbaşı Tevfik (Ethem’in ağabeyi) tarafından geri gönderilmesi;
Batı Cephesi Komutanlığınca birliklerdeki silah ve cephanenin denkleştirilmesi işini
reddetmeleri.”
TBMM, Millî Mücadele’ye büyük hizmetleri olan Çerkez Ethem’le uzlaşma çabaları
içerisinde olmuş, fakat Çerkez Ethem bir türlü ikna edilememiştir. Bunun üzerine Hükümet,
27 Aralık 1920’de Çerkez Ethem ayaklanmasının bastırılması hususunda bir karar almış ve
bu karara dayanarak düzenli ordu kuvvetleri, Ethem kuvvetleri üzerine sevk edilmişlerdir.
5 Ocak 1921 tarihli Gediz’deki mücadele sonucunda Çerkez Ethem Yunanlılara katılmıştır.
İnönü Savaşı sonrasında Ethem ve adamları tekrar ortaya çıkmışlardır. Refet Bey, 14 Ocak
1921’de emrindeki süvari kuvvetlerini Süvari Tümen komutanlarından Derviş Bey’in emrine
vermiş ve Ethem’in takibini istemiştir. Derviş Bey ve kuvvetleri 14 Ocak’tan 22 Ocak’a
kadar Ethem kuvvetlerini takip etmişlerdir. Neticede Ethem kuvvetlerinin tamamına yakını
yakalanmıştır. Fakat Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşler Yunan’a sığınmışlardır.
DOĞU CEPHESİ
30 Ekim 1918’deki Mondros Mütarekesi’nden sonra Türk Ordusu, mütarekenin 11. Maddesi
gereğince Kafkasya ve İran’ı boşaltarak, 1878’den sonraki sınır gerisine çekilince 9. Ordu, 2
Nisan 1919’da dağıtılmış ve yerine 15. Kolordu kurulmuştu. Komutanlığına Kâzım Karabekir
Paşa’nın atandığı Kolordu, ülkenin asayiş durumu ve jandarma birliklerinin eksiklikleri göz
önünde tutularak düzenlenmişti. Subay ve erlerinin moral ve eğitim durumları çok iyi ve
insan mevcudu 16.000 kadardı. Kolordu’nun en zayıf tarafı ise lojistik durumuydu.
9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca gördüğü
durum karşısında yerel bir savunma planı tasarlamıştı. Ermenilerin doğrudan saldırıya
geçmesi ihtimalî karşısında, 15. Kolordu Komutanlığı’na verdiği direktifte önce Rum saldırısı
Millî Mücadele Dönemi 157
karşısında alınacak tedbirler açıklanıyor ve sonra “bu hareketle birlikte, Ermeni ve Gürcüler
de saldırırsa bunlara karşı, gerilla usulünde savunma muharebeleri planlanacaktır” diyordu.
Doğu Cephesi için Mustafa Kemal Paşa’nın asıl endişesi, İtilaf Devletlerinin Doğuda
Bolşeviklerle birleşmemize engel olmak üzere Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan
üzerinde bir blok oluşturarak ülkemizin dışa açılmasını tamamen engelleyerek yıkmak
düşüncesinde olduklarıdır. Bunun için Doğuda, vakit kaybetmeden bir taarruzu başlatarak
Bolşeviklerle bağlantının kurulmasını istiyordu. Böylece Bolşevikliğin İtilaf Devletleri
zümresine karşı bir tehdit silahı olarak kullanılması düşünülüyordu. Mustafa Kemal, 6
Şubat 1920’de 15. Kolordu Komutanlığına gönderdiği bir yazıyla, taarruz planı hakkındaki
düşünce ve direktiflerini bildirmiştir. Yazıda genel siyasî durum açıklandıktan sonra:
1) Doğu Cephesinde resmi veya gayri resmi seferberlik yapılması
2) Yeni Kafkas Hükümetleriyle, özellikle Azerbaycan ve Dağıstan gibi İslâm
Hükümetleriyle acilen temasa geçilerek bize karşı tutumlarının öğrenilmesi,
3) Ülke içinde teşkilâtın kuvvetlendirilmesi, silah, cephane ve malzemenin İtilaf
Devletlerine teslim edilmemesi. Gerekirse bunun için silah kullanılması.
4) En mühim vazife ise İtilaf Devletlerinin saldırıya hazırlanmaları için zaman
kazanmasına meydan vermemek ve mukavemet unsurlarımıza itaata
zorlamaktadır” diyordu.
Bu gelişmelerden sonra Kâzım Karabekir Paşa, Mayıs sonu veya Haziran başında
Ermenilere taarruz edilmesini Büyük Millet Meclisi Hükümetine önerdi. Konu hükümette
görüşüldükten sonra Meclisten bu hususta müsaade alınmasına karar verildi. Meclisin gizli
oturumunda bu yetki hükümete verilince, hükümet 6 Haziran 1920’de Kolordu Komutanı’na
askerî hazırlık yapması ancak hiçbir siyasî girişimde bulunmaması emrini verdi.
Kâzım Karabekir Paşa Ermenilere karşı elde edilen zaferi Fransız ve Ermenilere kar-
şı direnen Ayıntaplıların (Gaziantep) manevîyatlarını arttıracağı düşüncesiyle 14 Aralık
1920’de çektiği şu telgrafı duyurdu:
“Ayıntap Kahramanlarına, Şarka vatanımızın emniyet ve istiklâli için daimi bir tehlike
olan Taşnaksütyun zulüm ve tecavüzü, adalet-i ilahiyenin bir lütf-i mahsusu olarak yapılan bir
faaliyette tamamen imha edildi. Sevgili vatanımız artık bu cihetten emin ve müsterihtir. Diğer
aksamı vatamızdaki emperyalist düşmanlarımız hakkında da aynı tecelliyat-ı ilahiyeye mazhar
olacağımıza ve davamızı kazanacağımıza mutmainiz. Bütün İslâmiyet ve Türklüğün şerefli
tarihi kahraman Ayıntap müdafilerinin ibraz ettiği kudret ve besalet ile bihakkın iftihar eder, bütün
mücahitlerimizin ve Ayıntab’ın fedakâr halkının yüksek alınlarından kemal-i takdirle öperim.”
ve Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey; Ermenistan adına da eski Başbakan Mösyö
Aleksander Hatisiyan başkanlığındaki bir heyet katılmıştı.
Antlaşmanın İkinci maddesi ile Türkiye ile Ermenistan arasındaki hudut (aşağı Kara
suyun döküldüğü yerden başlayarak, Aras ırmağı Kekeç Kuzeyine dek Arpaçay’ı daha
sonra Karahan Deresi -Tiğnis batısı- Büyük Kimli doğusu-Kızıltaş-Büyük Akbaba dağı)
çizgisinde oluştu.
Dördüncü madde ile Ermenistan’da askerlik kaldırılmış, yalnız jandarma görevi yapmak
kaydıyla 1500 kişilik bir gönüllü kuvvet ile sekiz top ve 20 makineli tüfek bulundurmasına
izin verilmişti.
Onuncu madde ile Ermeni Hükümeti, Sevr Antlaşması’nı tümüyle yok sayarak,
Avrupa’da Emperyalist hükümetler ve siyasetlerin elinde bir tahrik aleti olan temsilcilerini
hemen geri çekmeye söz veriyordu.
On sekizinci ve son maddede ise; işbu antlaşmanın bir ay içinde onaylanarak, onaylanmış
örnekleri Ankara Hükümetine verilecektir, deniliyordu.
Antlaşma ile 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ile kaybedilmiş olan Artvin, Posof,
Şavşat, Çıldır, Kars, Iğdır, Tuzluca, Sarıkamış ve Oltu yeniden anavatana katıldı. Ayrıca
Mondros Mütarekesi ile Batılı Devletlerin de tam desteği alınarak ortaya konulan “Büyük
Ermenistan” hayaline son verildi ve Ermenistan Türk toprakları içinde kalan yerlerin
hiçbirinde Ermeni nüfusunun çoğunluğu oluşturmadığını onaylamış oldu.
Oysa Türkiye, I. Dünya savaşı sırasında, devleti parçalamak için imzalanmış olan gizli
antlaşmalardan haberdar olduğu andan itibaren millî şuurla hareket etmeye başlamıştı. Bu
yüzden işgaller başlar başlamaz millî mukavemet de ortaya çıktı.
Bununla birlikte İtilaf Devletlerinin Türkiye ile yapacakları barışın gecikmesinin altında,
savaş sırasında yapmış oldukları gizli antlaşmaların uygulanmaya konulması sırasında
karşılaşılacak problemler ve daha ziyade Türk topraklarının bazı bölgelerini Amerikan
mandaterliğine verme hususunun tam olarak açığa kavuşmamış olması vardı. Çünkü
Amerika Anadolu’da bir Ermeni mandaterliğini üstlenmek konusunda tereddütlüydü.
Nitekim Wilson da ülkesinin genel menfaatlerini göz önünde bulundurarak yaptığı bir
Millî Mücadele Dönemi 159
konuşmada “fikrimce ABD halkı için Asya’da askerî sorumluluk kabul etmemek kadar az
temayül göstereceği başka hiçbir mesele yoktur...” diyor, fakat Irak, Suriye ve Ermenistan’ın
da Türkiye’den koparılması gerektiğini” savunuyordu.
Fakat İtilaf Devletleri hiç de adil davranmak niyetinde değillerdi. Türkiye ile yapılacak
barış konusunda ABD Başkanı Wilson’un 30 Mart 1920 tarihli telgrafına konsey adına
Lord Curzon tarafından hazırlanarak verilen cevapta, “Birleşik Amerika Hükümeti’nin
Türkiye ile yapılacak antlaşmanın bütün taraflar için dürüst ve adil olması yolundaki
temennisi bütün müttefik devletlerce paylaşılan bir husustur. Ancak bir tarafta Almanya ve
Avusturya-Macaristan’ın yanında kayıtsızca savaşa giren Türkiye, diğer tarafta hayatlarını
ve mallarını kaybeden eski Türk vatandaşı Müslüman olmayan halkın çıkarları eşit olarak
düşünüldüğünde, hak ve eşitlik içinde hareket edilmemiş olacağını da hatırdan çıkarmamak
gerekir” denilerek taraflı davranacakları ortaya konmuştu.
Sevr Antlaşması
Böyle bir fevkalâde vaziyet karşısında Padişah, Kanunu Esasi’nin kendisine verdiği
yetkiye dayanarak 22 Temmuz 1920 Perşembe günü Yıldız Sarayı’nın merasim salonunda
Saltanat Şurası’nı topladı. Toplantıyı Sultan Vahdettin bizzat açtı. Sadrazam Damat Ferit
Paşa’nın beyanatından sonra Müşir Kâzım, Müşir Osman ve eski Mısır Fevkalade Komiseri
Ayandan Rauf Paşalar barışın kabulünü zaruri gördüklerini söylediler. Son söz Saltanat
Şurası’na bizzat başkanlık eden Sultan Vahdettin’e kalmıştı. O anı Tarık Mümtaz Göztepe
şöyle nakletmektedir. “Taht ve tacının gittikçe artan sarsıntısını gözleriyle görür gibi olan
Sultan Vahdettin’in benzi ölü gibi olmuştu. Ayağa kalktı ve tıpkı bir ölü dile gelmiş gibi şu
sözleri söyledi. ‘Şu muahedeye imzalarını vazetmek (koymak) hususunu kabul edenlerin
ayağa kalkmalarını rica ederim.’ Saltanat Şurası bu teklif karşısında derhal irkildi ve tek
cisim halinde hurra diye ayağa kalktı. Birçok ihtiyar ve emektar Müşirler, Vezirler, Nazırlar,
eski sadrazam ve şeyhülislâmlar, göğüslerini kavuşturmuşlar ve el bağlayarak bu idam
fermanı önünde kadere rıza göstermişlerdi. Bir tek adam, sakalları diken diken olarak
oturduğu koltuğa sımsıkı mıhlanmış ve yerinden kımıldamamıştı. O anda bütün Türk
milletini şahsında temsil ettiğinde şüphe caiz olmayan bu tarihi zat, Topçu Ferik’i Ayan’dan
Rıza Paşa idi.”
Saltanat Şurası tek muhalif reye karşı ittifakla antlaşmanın kabul edilmesini kararlaştırdı
ve antlaşmanın imzalanması ve Fransız Başvekiline verilmesi için Ayandan Birinci Ferik
Hadi Paşa, Ayandan Filozof Rıza Tevfik ve Bern Elçisi Reşat Halis Bey görevlendirildi.
Sevr, Türk toplumunun ruhsal yapısında ağır bir şok, bir darbe etkisi yaptı. Avrupa’nın
ve Balkan Milliyetçilerinin Türkleri siyaseten, hatta etnik varlık olarak Rumeli’den kovmak
kararında olduğu sözle ve uygulamada çok kez anlatılmıştı. Zaten 1913 itibariyle Osmanlı
Devleti’nin elinde Rumeli’de Edirne’den başka bir yer kalmamıştı. Barış Antlaşmasıyla
Doğu Trakya’da Türk egemenliğinin daha da kısıtlanması beklenebilirdi.
yönünde çalışmalar başlatılmıştır. 9 Kasım 1920’de Batı Cephesi; Batı ve Güney olmak
üzere iki cepheye ayrılmış, Batı Cephesi komutanı olarak Albay İsmet Bey, Güney Cephesi
komutanı olarak da Albay Refet Bey atanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 8 Kasım 1920’de
her iki komutana da “süratle düzenli ordu ve büyük süvari birlikleri meydana getirme”
emrini vermiştir. Komutanlar Mustafa Kemal Paşa’nın emri doğrultusunda bölgedeki
Kuvâ-yı Milliye birliklerini düzenli orduya katılmaya davet etmişlerdir. Çerkez Ethem’in
haricindeki kuvvetler düzenli orduya derhal katılmışlardır. Çerkez Ethem ise düzenli
orduya karşı ayaklanma yolunu seçmiştir. Nihayetinde düzenli orduya geçilip Batı Cephesi
Komutanlığının öncülüğünde Yunanlılarla yeni bir ruh ve yeni bir heyecanla mücadeleye
girişilmiştir.
Millî Mücadele’nin düzenli ordusunun kazandığı ilk zafer olması hasebiyle de büyük
öneme sahip olan bu zafer, Türk milletinin mücadele azmini artıran en önemli unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır: Çünkü Çanakkale Zaferi’ni aradan çıkarttığımız zaman Türk milleti-
nin uzun zamandan beri ciddî bir zafer kazanmadığını görürüz: Çanakkale Zaferi büyük bir
zafer olmasına rağmen, meselâ o dönem boğazı geçemeyen İtilaf Devletleri, daha sonra
Mondros Mütarekesi ile boğazı geçip İstanbul’a girmişlerdir. Hatta 16 Mart 1920’ye gelindi-
ğinde de İstanbul resmen işgal edilmiştir. İşte Çanakkale’de düşmanın geçişine müsaade
etmeyen milletin o azimli mücadelesi, düzenli ordunun kurulması ile yeniden kendini gös-
termiş ve istiklalin sağlanması için yeni bir ruh ve heyecanla mücadele edilmiş böylelikle
de I. İnönü Zaferi kazanılmıştır. Ayrıca bu zafer hem meclis hem de halk nezdinde büyük
coşku ile kutlanmıştır. Öncelikle bu zafer TBMM nezdinde büyük coşku ile karşılanmış ve
13 Ocak 1921 tarihli oturumda zaferi değerlendiren tebrik ifadeli konuşmalar yapılmıştır.
Mesela Fevzi Paşa; “İnönü Muharebesi, düşmanın felaketiyle neticelenmiş ve Büyük Millet
Meclisinin genç ordusu, daha henüz ikmal olunmamış ordusu, ilk rüştünü bu suretle ispat
etmiştir… Millet bu azim ve iradeyi, bu birlik ve dayanışmayı gösterdikçe inşallah, gelecek
genç ordumuz, daha kuvvetli olacak ve kemale erecek, düşmanlarımıza her arzumuzu ka-
bul ettirecektir.” demiş, bu yeni ordunun zaman geçtikçe daha da güçlenip düşmanları dize
getireceğini vurgulamıştır. Konuşmaların akabinde ise cephede fedakârlığı görülen subay
ve erlerin bir derece terfi ettirilmeleri ve milletvekili ödeneklerinden kesilecek olan 25’er lira
ile de orduya sigara gönderilmesi teklifleri uygun bulunarak kabul edilmiştir.
I. İnönü Zaferi’nin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu Mustafa Kemal Paşa’nın
şu veciz ifadesinde görmekteyiz: Paşa, I. İnönü Zaferi hakkında önce “Bu muharebe ile pek
çok şey kurtarılmıştır.” demiş, daha sonra sözünde bir eksiklik olduğunu fark ederek düzelt-
miş ve “Hayır, her şey kurtarılmıştır.” demiştir. İşte burada da görüldüğü gibi I. İnönü Zaferi,
hem Mustafa Kemal Paşa hem de Millî Mücadele’yi yürüten kadro tarafından tarafından
kurtuluşun müjdecisi olan büyük bir zafer olarak görülmüştür. Nitekim Mustafa Kemal Paşa
Millî Mücadele Dönemi 163
13 Şubat 1921’de meclis konuşmasında Namık Kemal’in; “Vatanın bağrına düşman dayadı
hançerini / Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini” mısralarını TBMM Başkanı sıfatı
ile ve Türk milleti adına şöyle değiştirmişti: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
/ Bulunur kurtaracak elbet bahtı kara mâderini”. Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in
mısralarını değiştirerek bu milletin “makûs talihi”ni yeneceğine olan inancını dile getirmiştir.
Sadrazam Tevfik Paşa, konferans teklifini kabul ettikten sonra durumu derhal
Ankara’ya bildirmiş, Ankara’nın konferansa bir temsilci göndermesini istemiştir. Mustafa
Kemal Paşa Tevfik Paşa’nın bu telgrafına verdiği cevapta; Türkiye’nin hukukî ve bağımsız
tek egemen kuvvetinin TBMM olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İtilaf Devletleri, doğu sorununun
Londra’da bir konferansta hak ve adalet çerçevesinde çözüme kavuşturulmasını
istiyorlarsa TBMM’yi doğrudan muhatap almaları gerektiğini ifade etmiştir. Bu süreçte
TBMM Londra’da toplanması istenen konferansı enine boyuna değerlendirmiş, sonuçta,
doğrudan davet olursa katılma kararı almıştır. Nihayetinde İtilaf Devletleri TBMM’nin kararlı
tutumu karşısında geri adım atmak zorunda kalmışlar, TBMM’yi doğrudan konferansa davet
etmişlerdir. TBMM’nin doğrudan konferansa daveti esnasında Roma’da bulunan Bekir
Sami Bey başkanlığındaki Ankara heyeti buradan Londra’ya geçip konferansa katılmıştır.
Londra Konferansı’na İstanbul Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa başkanlığında bir
heyet katılmıştır.
heyetinin yegâne amacı Misak-ı Millî’yi gerçekleştirmektir. İtilaf Devletleri TBMM isteklerini
kabul etmemişlerdir. Onlar daha ziyade Sevr üzerinde kısmî değişiklikler önermişlerdir.
Örneğin Osmanlı askerinin sayısını biraz artırmayı teklif etmişlerdir. Bütçe üzerindeki
sınırlamaları biraz olsun hafifletmek ve Boğazlar bölgesinin biraz küçültülmesi gibi tekliflerde
bulunmuşlardır. Yani İtilaf Devletleri bu konferansta bağımsız bir Türkiye’ye asla müsaade
etmeyeceklerini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Ortak bir zeminde uzlaşma olmaması
üzerine Londra Konferansı 12 Mart 1921 tarihi itibariyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Buna rağmen Londra Konferansı TBMM açısından çok önemlidir. Konferansın sonuçlarına
baktığımız zaman şunları söyleyebiliriz:
1) Her iki ülke de birbirinin aleyhine olabilecek herhangi bir uluslararası antlaşmayı
kabul etmeyecektir.
2) Antlaşmayı imzalayan devletler, boğazların ticarete açılmasını istemektedirler.
Ayrıca Karadeniz ve Boğazlar hususunda uyulacak tüzüğün Karadeniz’e kıyısı olan
devletlerden temsilcilerin katılacağı bir konferansta belirlenmesi kararlaştırılmıştır.
Fakat bu konferansın alacağı kararların Türkiye’nin egemenliğine ve İstanbul’un
emniyetine zarar veremeyeceği belirtilmiştir.
3) Antlaşmayı imzalayan devletler, Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya’sı arasında
imzalanmış olan bütün anlaşmaların geçersiz olduğunu kabul etmişlerdir.
4) Sovyet Rusya Hükümeti, kapitülasyonların, bir devletin bağımsızlık ve gelişiminin
önündeki engel olduğunu kabul etmiştir. Kapitülasyonların kaldırılmasını
desteklediğini belirtmiştir.
5) İki ülke de kontrolleri altındaki bölgelerde birbirleri aleyhine herhangi bir kuruluşun
faaliyet göstermesine müsaade etmeyecektir.
6) Antlaşmayı imzalayan devletler mümkün olan en kısa zaman içerisinde iki ülke
arasındaki münasebeti takviye edici iktisadî, malî ve diğer meselelerde ittifak
antlaşmaları imzalayacaklardır.
Moskova Antlaşması ile Sovyet Rusya Sevr’i tanımadığını, Misak-ı Millî’yi kabul
ettiğini bildirmiştir. Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye verilmiştir. Bu Antlaşma ile Gümrü
Antlaşması ile belirlenmiş olan Türk-Rus sınırı doğrulanmıştır. Gümrü’de belirlenen sınırlar
ufak değişikliklerle burada da kabul edilmiştir. Türk tarafının tek kaybı Batum’un Gürcistan’a
bırakılması olmuştur. Böylelikle Misak-ı Millî’den ilk taviz verilmiştir. Sovyet Rusya’yla
166 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
imzalanan bu antlaşma TBMM’ye itibar kazandırmıştır. Ayrıca bu antlaşma ile doğu sınırında
bir problem çıkmasının da önüne geçilmeye çalışılmıştır. Moskova Antlaşması’na bağlı
olarak Sovyetler, Türkiye’ye her yıl on milyon altın ruble verilmesini kararlaştırmışlardır.
Hatta vaat ettikleri on milyon altın rubleden beş milyonunu ilk etapta Yusuf Kemal Bey’e
teslim etmişlerdir. Millî Mücadele dönemi toplu olarak değerlendirildiğinde Sovyet Rusya
Anadolu’ya yaklaşık on bir milyon altın ruble yardım etmiştir.
yapmış ve şunları söylemiştir: “Bu savaş bizim de istediğimiz gibi İnönü Mevziinde oldu.
Yedi gün süren savaşlar sonunda, düşman yenilgiye uğratılarak kovuldu. Oysaki düşman,
bu savaşı kendi lehine kesin bir sonuca bağlamaya çalışmış ve Başkomutanları Papulas,
Karaköy İstasyonu’na kadar gelmişti. Şimdi kaçmakta olan düşmanı, uçaklarımız ve
süvarilerimiz kovalamaktadırlar. Bu savaşta, bütün milletin göstermiş olduğu büyük çarpışma
ustalığı, askere ve özellikle yaralılara gösterdiği candan ilgi ve yardım övülmeye değer.”
Yine Mustafa Kemal Paşa da bu zafer haberini aldıktan sonra yoruma ihtiyaç bırakmayan
şu veciz paragrafı İsmet Paşa’ya telgrafla göndermiştir: “Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü
Meydan Muharebeleri’nde yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar
pek azdır. Milletimizin istiklal ve varlığı, dahîce idareniz altında görevlerini şerefle yapan
komuta ve silah arkadaşlarınızın kalbine ve vatanseverliğine büyük bir güvenle dayanıyordu.
Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz. İstila altındaki talihsiz
topraklarımızla birlikte bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor.
Düşmanın istilâ hırsı, azminizin ve vatanseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak
paramparça oldu. Adınızı tarihin şeref abidelerine yazan ve bütün millete size karşı sonsuz
bir minnet ve şükran duygusu uyandıran büyük gazâ ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde
durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği
kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş pırıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını
ve hâkim olduğunu söylemek isterim.”
II. İnönü Savaşı’nın Türk ordusu açısından zaferle sonuçlanması üzerine Türk
milletinin düzenli orduya ve TBMM’ye duyduğu güven artmıştır. Bu zafer neticesinde
İtilaf Devletleri arasında fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Örneğin Fransızlar Zonguldak’tan
çekilmişlerdir. Ayrıca Fransızlar, Ankara Hükümeti ile antlaşma sağlamak amacıyla
görüşmeleri başlatmışlardır. Yani Fransızlar, Türklere Sevr’i kabul ettirmenin imkânsız
olduğunu görmüşlerdir. Bunun yanında II. İnönü Savaşı sonrasında İtalyanlar da
Anadolu’dan çekilmeye başlamışlardır. Sovyetlerin Millî Mücadele’nin başarıya ulaşacağı
noktasındaki tereddütleri kısmen ortadan kalkmış ve Sovyetler Türklere yardım göndermeye
başlamışlardır.
Mustafa Kemal Paşa, başkomutan seçildikten sonra derhal harekete geçerek 7/8
Ağustos 1921 tarihinde Tekâlif-i Milliye Emirleri’ni (Millî Vergiler/Millî Yükümlülükler Emirleri)
yayınlamış, bununla da ordunun en acil ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemiştir.
Buna göre;
“Türk ayaklanmasını bastırmak için Anadolu’nun dağlık bölgelerine kadar İngiliz or-
duları gönderilemeyeceğine göre İngiltere’nin önünde tek bir şık vardır, o da her iki tarafı
sonuna kadar vuruşturmaktır “.
Bir karşılaştırma yaparsak Yunan ordusunun 88.000 tüfek, 7000 makineli, 300 top,
1300 kılıç ve 15-20 uçağına karşılık, Türk ordusunun elinde 40.000 tüfek, 700 makineli,
177 top ve 2 uçak mevcuttu.
Bu savaşta Türk insanı çok büyük fedakarlıklar yapmıştır.. General Kâzım Özalp
bu konuda şunları yazmaktadır: “...Düşmanı takip edecek ordunun erzak ve cephanesi
günlerce uzak mesafeden yola çıkan kağnı arabaları, ayakları çıplak, kucağında küçük
çocukları bulunan Türk kadın ve genç kızlar tarafından cephelere getiriliyordu. Ankara’da
hastanelerde bulunan ve büyük dikkat ile tedavi edilen yaralıların çoğu, yaraları kapanmadan
bir an evvel cepheye gitmek için direniyordu.”
Vatanını istilacı kuvvetlere vermemek için direnen Türk milletine Mustafa Kemal bu
savaşta, harp sanatına geçecek meşhur cephe emrini verdi.
100 kilometreye uzanan bir cephede yapılan Sakarya Savaşı 22 gün 22 gece devam
etmiştir. Savaşta kaza sonucunda kaburga kemikleri kırılan Mustafa Kemal’in emriyle 10 Eylül
1921’de taarruza geçen Türk ordusu karşısında, Yunan kuvvetleri komutanı General Papulas
11 Eylül’de geri çekilme emrini verdi. 13 Eylül 1921 tarihi itibariyle Sakarya sağında Yunan
askerî kalmadı.
Bu savaşta 350 subay, 2900 erimiz şehit olmuş, 800 subay 13.000 erimiz de
yaralanmıştır.
Bu antlaşma ile Türkiye-Suriye arasındaki sınırlar yeniden tespit edilmiş, Kilikya böl-
gesi ve Bağdat demiryolunun büyük bir kısmının Türkiye sınırları içinde kalması karara
bağlanmıştı.
Ayrıca Süleyman Şah’ın mezarının bulunduğu Caber kalesinde Türk bayrağı dalga-
lanacaktı. Yine Antakya Sancağı ve İskenderun Türklerine kültürel muhtariyet tanınmıştır.
Bu antlaşma ile Misâk-ı Millî Fransızlar tarafından resmen tanındı. Antlaşma Fransa’nın
İngiltere ve Yunanistan ittifakından ayrılmasına sebep oldu. Bu gelişmeden sonra Güney
Millî Mücadele Dönemi 171
Yine Sakarya zaferi üzerine, İstanbul’da, İngiltere ile bir “Esir Değişimi” antlaşması im-
zalandı. İngilizler bu antlaşmanın neticesinde 25 Ekim 1921’de Malta’dan getirdikleri Türk
esirleri İnebolu’da bize teslim ettiler.
Sakarya Savaşındaki askerî başarıyı siyasî başarılar takip etmiş, artık TBMM nihai
zafer için çalışmalara başlamıştır.
BÜYÜK TAARRUZ
Taarruz’a Hazırlık
Sakarya Meydan Muharebesi’nde yenilgiye uğrayan düşman ordusu, bütün cephe boyunca
ileri müfrezelerimizle izlendiği gibi özellikle güneyden, sol kanattan ve piyade ile pekiştirilen
süvari tümenleriyle Sivrihisar ve Afyonkarahisar yönlerinde takip edildi. Bu takip sırasında
düşmanın yan ve gerilerine yapılan taarruzlarla önemli kayıplar verdirildi. Yunan kuvvetleri
bu baskı altında Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar genel çizgisine çekilmiş ve 22 Eylül’den
itibaren savunma tertibi alarak buraları tahkim etmeye başlamıştı.
Türk Başkomutanlığının amacı, kesin sonuçlu bir taarruza geçerek düşmanı yerleştiği
mevzilerden atmak ve onu yok etmekti. Ancak son darbenin indirilebilmesi için Yunan
Ordusu’nun maddî güç yönünden sağladığı üstün durumun ortaya koyduğu dengesizliği
gidermek gerekiyordu.
Ordunun silah, araç ve gereç eksiklikleri yanında, cephaneye de ciddi ihtiyacı vardı.
Zira mevcut cephane Sakarya Savaşı’nda tükenmişti. İhtiyaçların giderilmesi ve taarruz
ordusunun kurulabilmesi için savaş döneminde uzun sayılabilecek bir zamana ihtiyaç vardı.
Bekleme devri öyle nazik ve mesuliyetli bir safhadır ki, aşılmak ve durmak mevkiinde olan
bir komutanın, bunlardan birini seçmesi kolay bir iş değildir. Tarihte zamansız ileri atılarak
perişan olan, ya da bekleyerek fırsatı kaçıran kumandanların sayısı az değildir.
Yurdun kaderini belirleyecek olan kesin sonuçlu taarruz için, ülkenin bütün
kaynaklarından yararlanmak ve hiçbir şeyi ihmal etmemek gerekiyordu. Bu arada Rusların
yardımı devam ediyordu. Siyasî durum Fransa’dan da maddî destek tedarik etme ortamını
sağlamıştı. Bunlardan başka Doğu ve Güney Cephelerinde serbest kalan kuvvetler,
özellikle Doğu cephesinden topçu birlikleri ve cephanenin Batıya kaldırılmasına başlandı.
Konya ve Ankara’dan Doğu cephesine uzanan demiryolu yoktu. Mevcut karayolu da
bakımsız ve haraptı. Birliklerin Batı Cephesine ülkenin en uzak yeri olan Doğu Anadolu’dan
yaya, cephanenin hayvan sırtında veya kağnılarla Ankara ve Konya istasyonlarına
getirilmesi ve buradan da cephaneye ulaşabilmesi için dört-beş aylık bir zamana ihtiyaç
vardı. Yolların bozukluğu, mevsimin de kış olması bu zamanı daha da uzatabilirdi.
İstanbul depolarındaki silah, cephane ve topların işgal kuvvetlerinin elinde bulunması da
bir zorluktu. Bu malzemelere ihtiyaç vardı. Binlerce sandık cephanenin, topun ve silahın,
işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu kıyılarına geçirilmesi kolay değildi. Birçok güçlükler
için de, İstanbul’daki muhimmat Felah, Mim. Mim. ve Muaveneti Bahriye gibi bazı yardım
gruplarının, yurtsever memurlar ve ulaşımla ilgili fedakâr deniz mücahitlerimizin çabaları ile
Anadolu’ya taşınıyordu.
Fakat bu hazırlıklar yapılırken Mecliste bir huzursuzluk baş gösterdi. Sakarya zaferine
rağmen Yunanlıların hâlâ Anadolu’nun ortasında bulunmaları, Mecliste ordu aleyhine bir
hava oluşturdu. “...Ordu niçin taarruza geçmiyor? Mutlaka taarruz edilmelidir, hiç olmazsa
sınırlı belirli bir cephede taarruz yapılmalıdır ki ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı
172 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Başkomutanlık Meselesi
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, çeşitli zorluklara rağmen taarruz hazırlıklarını
yürütürken, 5 Mayıs 1922’de hastalığı sebebiyle Mecliste bulunamamasından yararlanan
muhalifleri onun “Başkomutanlık” görevinin süresinin uzatılmasına engel olmak istediler.
Mustafa Kemal Paşa bu olayı şöyle nakletmektedir. “6 Mayıs 1922 günü zamanı geldiği için
başkomutanlık süresinin uzatılması konusu meclis gündemine gelmiş. Ben rahatsızlığım
münasebetiyle o gün Mecliste hazır bulunamamıştım. 5 Mayıs günü akşamı ikametgâhıma
gelen Heyeti Vekile, vaziyeti şöyle izah etti: Mecliste muhalifler, benim; Başkumandanlıkta
kalmamı istemiyorlar. Birçok tartışmalı görüşmeden sonra mesele, reye konulmuş, usulen
lâzım gelen ekseriyet sağlanamamış yani Başkumandanlık kanunu süresinin uzatılması
kabul edilmemiş... Ordu, Meclis’te oylamanın yapıldığı andan itibaren kumandasız
kalacaktı.” Ancak Mustafa Kemal orduyu başsız bırakmadı. 6 Mayıs günü Mecliste yaptığı
konuşmada bu kararını şöyle açıkladı: “Memleketin ve maksadı umuminin menfaati aliyesi
namına, Başkumandanlık vazifesini ifaya devam kararını verdim.” Böylece ordu komutasız
kalmaktan kurtulmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın “Başkomutanlık” görevinin süresi 20
Temmuz 1922 tarihinde TBMM tarafından süresiz olarak uzatıldı.
Büyük Taarruz
1922’nin Temmuz ayı sonralarına doğu ordumuz eksikliklerini tamamladı. Böylece ordumuzun
maddî ve manevî gücü, millî amacı tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye ulaştı. Mutlu
sona ulaşmak için artık hiçbir kuşku kalmamıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa cephedeki
son kontrolleri yapmak için o sırada Konya’ya gelmiş olan General Townsend’in görüşme
isteğinden faydalanarak 23 Temmuz 1922 tarihinde Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhına
gitti. 25 Temmuz’da da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da Akşehir’e geldi. Mustafa Kemal
Paşa, gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “27–28 Temmuz gecesi beraber icra ettiğimiz müzakere
neticesinde, tespit edilmiş plan gereğince taarruz etmek üzere 15 Ağustos’a kadar bütün
hazırlıkların ikmâline çalışmayı karar verdik.
28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra icra ettirilen bir futbol müsabakasını seyretmek
vesilesiyle ordu kumandanları Akşehir’e davet edildi. 28–29 Temmuz gecesi kumandan-
Millî Mücadele Dönemi 173
larla umumi bir tarzda taarruz hakkında bilgi verdim. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay
Başkanı ve Batı Cephesi komutanıyla tekrar görüşerek taarruz tarzı ve teferruatını tes-
pit ettik. Ankara’dan davet ettiğimiz Milli Savunma Bakanı Kâzım (Özalp) Paşa da 1
Ağustos 1922 öğleden sonra Akşehir’e geldi. Ordu hazırlığının ikmâlinde Müdafaa-i Milliye
Vekâletine ait olan hususlar tespit edildi.”
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, taarruz için son direktiflerini vererek Ankara’ya
döndükten sonra, 20 Ağustos’a kadar orada çalışmalarını sürdürmüştü. 20 Ağustos’ta
gizlice cephe karargâhının bulunduğu Akşehir’e geldi. Burada Genelkurmay Başkanı Fevzi
(Çakmak), Cephe Komutanı İsmet Paşa ve diğer komutanlarla taarruzun bütün ayrıntılarını
yeniden gözden geçirdikten sonra 26 Ağustos 1922’de saat 04.30’da kesin taarruz emrini
verdi. 30 Ağustos’a kadar süren kesin sonuçlu çarpışmalarla Yunan kuvvetleri doğudan ve
güneyden 2. ve 1. Ordularımızla, kuzeyden ve batıdan Süvari Kolordularımızla kuşatılarak
Dumlupınar kuzeyinde Aslıhanlar bölgesinde yok edildi. Düşmanın asıl kuvvetlerinin batıya,
İzmir’e doğru kaçmasına imkân verilmedi. 30 Ağustos günü Başkomutan Gazi Mustafa
Kemal Paşa’nın yönettiği bu muharebeye “Başkomutan Meydan Muharebesi” denilir. Bu
savaşta Yunan Ordusu’nun asıl kuvvetleri yok edilmiştir.
Savaş ve takip sırasında Yunanlılardan binlerce esir alındı. Bunların arasında 8 Eylül’de
bütün karargâhı ile esir düşen Yunan Orduları Başkomutanı General Trikopis de vardı. Mustafa
Kemal Paşa, esir General Trikopis ile beraberindekileri onca fenalıklarına rağmen nezaketle
karşıladı.
Süvarilerimiz, 9 Eylül sabahı, küçük birkaç çatışma haricinde sorunsuz bir şekilde İzmir’e
girmişlerdir. Kordonboyu’ndan geçerken bir İngiliz müfrezesi tarafından selamlandılar. Türk
bayrağı hükümet konağında ve Kadifekale’de dalgalandı. Birinci Süvari Tümeni Komutanı
Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi.
İzmir’de Türk halkının sevinci sonsuz derecedeydi. Askerlerimiz çiçek yağmuru altında
kaldılar.
Düşmanın başkumandan tayin ettiği General (Trikopis) birçok gece ve gündüz me’yusane
(umutsuzca) muharebatı ve her çare-i halası (kurtuluşu) tecrübe ettikten sonra nihayet
maiyetindeki Generaller ve Erkân–ı Harbiyeleri ve kumanda ettiği ordunun elinde kalabilen
bakayasıyla (kalanlarıyla) arzı teslimiyet eyledi. Eğer Yunan Kralı da bugün esirler meydanında
bulunmuyorsa bu, tacidarların,şiarı esasen yalnız milletlerinin safalarına iştirak etmek
olduğundan ve muharebe meydanlarının felâketli günlerinde onların saraylarından başka bir
şey düşünmemek tabiatındadırlar.
Garp fabrikalarının çelik zırhları ile kaplanan muazzam Yunan orduları artık Anadolu
dağlarında zabitleri tarafından terk edilmiş zavallı sürüler, cinayetlerinden dehşete düşerek
kudurmuş kitleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı. Düşman
ordularının malzeme-i harbiyesi hemen sülüsan (üçte iki) itibariyle topraklarımızdadır.
Düşmanın esirlerden başka insan zayiatının yüz binden ne kadar fazla olduğunu tayin
etmek müşkildir. Fakat salâhiyeti resmiye ile milletimize tebşir ederim (müjdelerim) ki bizim
insan zayiatımız dörtte üçü hafif yaralı olmak üzere on bin nüfusa baliğ olmaktadır.
Büyük ve Necip Türk milleti, Anadolu’nun halâsı zaferini tebrik ederken sana İzmir’den,
Bursa’dan Akdeniz ufuklarından ordularının selâmını da takdim ediyorum. 13.09.1338
(1922)
Yunanistan’da İhtilâl
İngiliz askerî uzmanlarının yardımıyla iyi hazırlanmış olan Yunan müdafaa ve mevzilerinin
altı aydan önce aşılamayacağı ileri sürülürken Büyük Türk Taarruzuyla on dört günde aşılmış
olması, Yunanlıların “Mikrasiatiki Katastrofi” diye adlandırdıkları “Küçük Asya Felaketi”ni
getirmiş, bu da ülkede büyük çalkantılara sebep olmuştu. Dağılan Yunan ordusunun
güney kanadına bağlı birliklerden arta kalanlar Sakız ve Midilli adalarına kaçmışlardı. Bu
birlikler Alb. Nikolaos Plastiras, Alb. Stilianos Gonatas ve Lemnos harp gemisinin kaptanı
Yüzbaşı Dimitrios Fokas’ın önderliğinde, Atina’daki hükümete ve özellikle Kral Konstantin’e
Millî Mücadele Dönemi 175
karşı ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Ülkenin “Batı’dan tecrit edilmesinden ve sırf bu yüzden
meydana geldiğini öne sürdükleri “Küçük Asya Felaketi’nden” Konstantin’i sorumlu tutan
ihtilâl komitesinin başkanı kıdemli Alb. S. Gonatas idi. 10-23 Eylül tarihlerinde adalarda
başlayan hareket 26 Eylül’de Atina’da uçaklarla bildiri dağıttı. İhtilâlciler, 26 Eylül saat
07.30’da Atina’daki hükümete bir ültimatom göndererek akşam saat 10:00’a kadar ihtilâl
bildirisindeki şartları kabul etmesini istediler. Bu şartlardan birincisi Kral’ın tahttan inmesiydi.
Kral istemeyerek de olsa ihtilâlcilerin şartlarına boyun eğdi. Yerini oğlu II. Yorgo’ya bıraktı.
İhtilâl komitesi, 28 Eylül’de yönetimi tamamen kontrolü altına alınca derhal Paris’te bulunan
Venizelos’la temasa geçti ve kendisinden müttefik devletler nezdinde Yunanistan’ı temsil
etmesi istendi.
MUDANYA MÜTAREKESİ
Mütareke görüşmeleri, 3 Ekim 1922 tarihinde Türkiye adına Batı Cephesi Orduları Komutanı
İsmet Paşa, İngiltere adına Sır Charlebs Harington, Fransa adına General Charpie ve İtalya
adına da General Mombeili’nin katılımıyla başladı. Yunan temsilcileri General Mazarakis
176 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilen devletlerinden biri olan Türkiye’ye
Lozan Konferansına galip devlet sıfatıyla katılma imkânını sağladı. Savaş sonu barış
düzenine, ilk kez, karşılıklı eşit görüşme ortamını sağladı. Avrupa’da ancak daha sonra
yıkılmaya başlayacak olan 1919-1920 düzeni, ilk darbesini Türkiye’den alıyordu. Sevr
Antlaşması’yla Misâk-ı Millî arasındaki mücadelede, Türkiye büyük bir başarı elde etmiş
oldu. Türkiye, Doğu Trakya’yı geri almakla yeniden Avrupa topraklarına ayak bastı. Bu
sonuç Türklerin Avrupa’dan ve hatta Anadolu’dan kovulmasını savuna gelen Lloyd George
ve zihniyeti için büyük bir hezimet oluşmuştur. Büyük zafer, nasıl ki Yunanistan’da ihtilâl
ve iktidar değişikliğine sebebiyet verdiyse, İngiltere’de de Lloyd George’nin sonu oldu. Bu
bakımdan Mudanya Mütarekesi bir bakıma “Asya’nın Avrupa’ya karşı bir zaferi” olarak da
yorumlanabilir.
Türk heyetinde Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Sıhhiye (Sağlık) Bakanı Rıza Nur, Eski
maliye bakanı Trabzon Milletvekili Hasan (Saka) Bey ile askerî, malî, iktisadî, hukukî mü-
şavirler ve kâtiplerden oluşan 20 kişi bulunuyordu.
Bunlar:
Bu kısa talimattan da anlaşıldığı gibi Türkiye doğuda bir Ermenistan kurulması ile
Kapitülasyonlar konusunda pazarlığa açık değildir.
Konferans’ın birinci safhası “20 Kasım 1922’den–4 Şubat 1923’e” kadar devam etti.
Konferans çok çetin geçiyordu. Çünkü Boğazlar, Musul, Kapitülasyonlar, Osmanlı Borçları,
Türkiye ve Yunanistan arasındaki azınlıkların durumu, Patrikhane meselesi gibi hayati ko-
nular vardı.
Türk heyeti başkanı olarak İsmet Paşa, Boğazlar meselesi görüşülürken Sovyet
Rusya’nın desteğini almaya çalışmış ve devamlı olarak Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin
ile görüşmüştür. Çiçerin Boğazların Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere kapalı tutulma-
sı için kontrolün Türkiye’de kalması gerektiğini savunmuştur.
İtilaf Devletlerince verilen antlaşma metni TBMM’nin gizli ve açık oturumlarında tartı-
şıldı. İsmet Paşa’nın imzasıyla 8 Mart 1923’de İtilaf Devletlerine Türkiye’nin teklifleri bildi-
rildi. İtilaf Devletleri Türkiye’nin tekliflerini Londra’da toplanarak değerlendirdi ve 23 Nisan
1923’de Konferansın yeniden toplanmasını kararlaştırdılar.
1) Sınırlar
a) Suriye Sınırı: 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanmış olan Ankara Antlaşması’nın
hükümlerine göre kabul edildi.
b) Irak Sınırı: Musul meselesi ve Irak sınırı Lozan Konferansı’nda sonuçlanamadı.
Türkiye-İngiltere arasında dokuz ay içinde sonuca bağlanmak üzere ertelendi.
c) Bulgaristan Sınırı: Karadeniz kıyısındaki Rezve Deresi ağzından başlayıp,
Türk-Yunan sınırı olan Meriç nehrinin kesiştiği yere kadar olacaktır.
d) Yunanistan ve Adalar: Yunanistan ile Meriç nehri sınır olarak kabul edildi.
Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye iade edildi. İmroz, Bozcaada ve
Tavşan adaları Türkiye’de kalacaktı. On İki Ada İtalya’da kaldı. Diğer Ege
adaları Yunanistan’a bırakıldı.
2) Azınlıklar
Türkiye’de yaşayan gayr-i Müslim azınlıklara ayrıcalıklar verilmedi. Türk vatandaşı
olan azınlıklar kanun önünde eşit olacaktı. Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları dışında
kalan Türkler ve Rumlar karşılıklı mübadele edilecektir.
3) Kapitülasyonlar
Kapitülasyonların her çeşidi (ekonomik, idarî, malî, adlî) kaldırıldı.
4) Borçlar
Osmanlı Devleti’nin Kırım Harbiyle başlayan (1854) ve devleti iflasa götüren borçla-
rının Fransız Frangı olarak ödenmesi kabul edildi. (Türkiye kendi payına düşen borçlarını
1954 yılına kadar ödedi.)
180 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Antlaşmanın TBMM tarafından onaylanmasını takiben bir buçuk ay içinde İtilaf Devletleri
İstanbul ve Boğazlar bölgesindeki kuvvetlerini çekerek Türkiye’yi terk edeceklerdir.
TÜRK İNKILÂBI
dan da değerlendirilmiştir. Örneğin “25 Eylül 1923 tarihli Vatan gazetesindeki bir haberde;
Bugüne kadar mevcut olan devlet sistemimiz zaten Cumhuriyet kelimesi ile ifade edilebilir.
Anayasada hazırlanan değişiklikler ve bu arada Gazi tarafından ortaya atılan Cumhuriyet
kelimesi, yeni bir şeklin kabulü değil, eski şeklin Batıdaki misallerine daha fazla benzetil-
mesi demektir” denilmiştir.
Cumhuriyetin ilanı, bir hükümet bunalımı sonucunda gerçekleşmiştir. 1 Nisan 1923
tarihinde TBMM, seçimlerin yenilenmesi hususunda bir karar almış, nihayetinde memleket
seçimlere gitmiş ve 11 Ağustos 1923 tarihinde İkinci Meclis açılıp çalışmalarına başlamıştır.
İkinci Mecliste Rauf Bey Hükümeti’nin istifası üzerine Ali Fethi Okyar başkanlığında
yeni bir hükümet kurulmuştur. Yeni hükümet kurulduktan bir müddet sonra muhaliflerin
şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine 27 Ekim 1923’te Fethi Okyar
liderliğindeki hükümet istifa etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’ya doğrudan cephe alamayan
muhalifler, hükümetin işleyişinin önüne geçerek muhalefet yapmaya çalışmışlardır. Fethi
Okyar Hükümetinin istifası sonrasında yerine yeni hükümet kurulamamıştır. Bu hükümet
buhranının önüne geçme noktasında Meclis Başkanı da çözüm üretememiştir. Çünkü
mevcut sistem, Meclis Hükümeti Sistemi’ydi ve bu sistemde; vekiller, meclis tarafından
teker teker oylanıyorlar, çoğunluğun sağlanmasıyla seçiliyorlardı. Mecliste hiçbir vekil adayı
üzerinde çoğunluk sağlanamadığı için de hükümet probleminin önüne geçilemiyordu. Eğer
bir devlet başkanı olsaydı, bu sorun, O’nun inisiyatifinde çözülebilirdi. Nitekim Mustafa
Kemal Paşa, parti grubuna Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda bazı değişiklikler yapılmasını
teklif etmiştir. Buna göre;
1) “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
2) “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükümetin
ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir.”
3) “Türkiye Cumhurbaşkanı TBMM Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından
bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının
seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı tekrar
seçilebilir.”
4) “Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis’e
ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder.”
5) “Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer
bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten
sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis’in onayına sunulur. Meclis,
toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis’in toplantısına bırakılır.”
Mustafa Kemal Paşa’nın bu teklifi lehine konuşan Abdurrahman Şeref Bey, “hâkimiyet
kayıtsız şartsız milletindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyettir. Doğan
çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” demiş, derhal
Cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi Parti Grubunda
kabul edilip 29 Ekim 1923’te TBMM Genel Kuruluna getirilince, burada milletvekilleri
tarafından oybirliğiyle kabul edilmiştir. Bunun üzerine Meclis’te Cumhurbaşkanı seçimlerine
geçilmiş ve hazır milletvekillerinin tamamının oyunu alan Mustafa Kemal Paşa 158 oyla
Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 30 Ekim’de de Ali Fethi Bey Meclis Başkanı seçilmiş, İsmet
Paşa Hükümeti kurulmuştur.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte saltanatın kaldırılmasıyla ortaya çıkan hükümetin şekli
noktasındaki boşluk doldurulmuştur. Millî egemenliğin sağlanması yönünde çok önemli
bir adım atılmıştır. Meclis Hükümeti Sistemi, cumhuriyetin ilanıyla birlikte terk edilmiş,
parlamenter hükümet sisteminin tanımına uygun bir hükümet kurma yöntemi kabul
184 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Ankara’nın başkent olması iki aşamalı bir karardır. Kararın birinci aşaması Ankara’nın
Millî Mücadele’nin merkezi seçilmesidir. İkinci aşama ise Ankara’nın Millî İrade’nin merkezi
olmasıdır. Aslında ikinci aşama birinci aşamanın doğal sonucudur. Millî Mücadele’den ba-
şarı ile çıkılması, gelişmelerin sonucunu belirlemiştir.
Hükümet, fiili durumu hukuki bir zemine oturtmak için 31 Ocak 1921’de başkent konusun-
da bir kanun tasarısı hazırladı. Ne var ki hükümetin hazırladığı kararname Mecliste okunup tek-
lif edildiği zaman sert tepkiyle karşılandı. Yapılan oylamada başkentin İstanbul’dan Ankara’ya
taşınması önerisi 26’ya karşı 71 oyla reddedildi. Milletvekillerinden önemli bir kısmı Saltanat
ve Hilafet’e bağlılığından Ankara’yı geçici görüyor ve taşınmaya karşı çıkıyordu. Bu yüzden
hükümet düşmanın yurttan kovulmasına kadar konuyu bir daha meclise getirmedi. Ancak
Atatürk, Millî Mücadele’nin başarı ile tamamlanmasından sonra görüşlerini açıklamayı sürdür-
dü. Örneğin 16 Ocak 1923’te İzmit’te başkent için iki önemli noktaya dikkat çekti. Bunlardan
birincisi başkentin her türlü saldırıya karşı güvenli olması, ikincisi de memleketin bütün vilayet-
lerine yaklaşık eşit mesafede olmasıydı.
başkent için uygun olmadığını ileri sürdüler. Başkent’in Ankara’da mı kalacağı yoksa
İstanbul’a mı taşınacağı konusu içte ve dışta karışıklıklara ve tartışmalara sebep olunca
devlet konuyu bir yasa ile tesbit edip tartışmalara son verme kararı aldı. 9 Ekim 1923’te
Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) ve bir grup arkadaşı Ankara’nın başkent yapılması için
Meclis Başkanlığına bir önerge verdi. 13 Ekim’de ikinci başkan Ali Fuat Paşa başkanlığında
toplanan meclis oy çokluğu ile öneriyi kanunlaştırarak Ankara’yı başkent yaparak içte ve
dıştaki tartışmalara son verdi.
İsmet Paşa, M. Kemal Paşa’ya İzmir’de olduğu bir sırada, halife hakkında bir telgraf
göndermiş ve bu telgrafta; halifenin, yukarıda bahsedildiği üzere gazetelerde halifelik
hakkında çıkartılan haberlerden üzüntü duyduğunu belirttiğini ve halifelik ödeneğinin
artırılmasını istediğini bildirmiştir. M. Kemal Paşa bu telgrafa verdiği cevapta; halifenin
bu olumsuz hadiselere bizzat kendinin sebep olduğunu belirtmiştir. Ayrıca halifenin,
“davranışlarıyla padişahların yolunu takip eder gibi göründüğünü, Cuma alayları düzenleyip
yabancı devlet temsilcileriyle ilişki kurduğunu, halifenin ve hilafet makamının gerçekte ne
dinî ne de siyasî bir dayanağının bulunduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti için sadece tarihî bir
hatıradan ibaret kaldığını” belirtmiştir.
3 Mart 1924 tarihinde Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı hilafetin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkartılması hakkında bir kanun teklifini
meclise sunmuşlardır. Kanunun gerekçesi “hilafetin mevcudiyetinin iç ve dış siyasette
Türk İnkılâbı 187
iki başlılık yarattığı, istiklâl ve millî hayatta ortak kabul etmeyen Türkiye’nin şeklen veya
dolaylı yoldan bile olsa ikiliğe tahammülünün olmadığı” şeklindeydi. Yani aslında halifeliğin
cumhuriyet rejimine uygun olmayacağı vurgulanıyordu. Nihayetinde halifeliğin kaldırılması
hakkındaki kanun teklifi tartışmalar sonucunda mecliste oybirliğiyle kabul edilmiştir. Hilafet
kaldırıldıktan sonra bu kanuna dayanarak 4 Mart 1924’te Halife Abdülmecit Efendi İsviçre’ye
gönderilmiştir. Ayrıca hanedan üyelerinin tamamı da birkaç gün içerisinde yurtdışına
çıkarılmışlardır.
Halifeliğin kaldırılması laik devlete geçişte atılan en önemli adımdır, denilebilir. Zira bu
hadiseden sonra laikliğe geçiş süreci hızlanmıştır; sonraki süreçte yapılacak inkılâpların
gerçekleşmesi kolaylaşmıştır. Muhaliflerin etkisi azalmıştır. Yine Halifeliğin kaldırılmasının
önemli sonuçlarından birisi de; ümmetçi bir devlet anlayışından millî devlete geçiş sürecinin
hızlanmış olmasıdır.
3 Mart 1924’te; Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşı Erkan-ı Harbiye
Vekâletinin kaldırılmasını teklif etmiş, teklif meclis tarafından kabul edilince bunun yerine
Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Yine aynı isimlerin teklifiyle; Şeriyye ve Evkâf
Vekâleti kaldırılmış, Şeriyye’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkâf’ın yerine de Vakıflar
Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Manisa Milletvekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşı, Eğitim ve
öğretimin birleştirilmesi hakkında bir kanun teklifinde bulunmuş ve bu teklif gereğince;
Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartılmıştır.
ANAYASA HAREKETLERİ
20 Ocak 1921 Tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından temelleri atılan yeni Türk Devleti’nin yapısını
belirleme ve meclis hükümeti sisteminin yasal çerçevesini kurma yolunda en büyük adım,
20 Ocak 1921’de, Mecliste 85 sayılı kanun olarak kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’yla
(Anayasa) atılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta Anayasa ile ilgili olarak “bu kanun, Meclis’in ve millî
hükümetin durum ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur” demekte
ve Meclis’in bu kanunu 9 aylık bir zaman sonunda kabul ettiğini belirtmektedir.
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa, Mustafa Kemal Paşa’nın biri 24 Nisan 1920 ve diğeri
de 13 Eylül 1920 tarihli Meclise sunduğu önergelerine dayanmaktadır. Bunlardan 24 Nisan
tarihli genelge “Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu ve yetkilerini” öngörmekteydi. 13 Eylül
tarihli genelge ise “Devletin siyasî, idarî ve askerî bakımdan izleyeceği politikayı” öngören
bir belge idi.
20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa 23 madde ve bir de ayrı madde halinde -iki
kısım olarak- genel esasları kapsamaktadır. Anayasa’nın önemli maddeleri şunlardır:
188 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bu anayasa “yürütme kudreti ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisinde belirir ve toplanır” (md. 2) hükmüyle yasama ve yürütme kuvvetlerini
Meclis’e vermiş ve böylece “kuvvetler birliği ilkesini” açıkça benimsemiştir. Böylece Büyük
Millet Meclisi, kuruculuk ve yasama yetkilerine ek olarak yürütme yetkilerini de kendinde
toplamıştır. “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük
Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır” (3. md) denilerek bu konu pekiştirilmiştir. “İdare
olunur” ibaresiyle yürütme ve idare işlemlerini de kastettiği açıktır. Meclis adına yürütme
işlerini görmek için oluşturulan kurul bile, Meclis bağlantılı bir adla isimlendirilmiştir: “Büyük
Millet Meclisi Hükümeti”.
Türk İnkılâbı 189
Büyük Millet Meclisinin ikinci yasama döneminde 1921 Anayasasında çok önemli
bir değişiklik yapılmıştır. 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilât-ı Esasiye Kanununun
Bazı Mevadının (maddelerinin) Tavzihan Tadiline (açıklık getiren değişiklik) Dair Kanun”
başlığını taşıyan kanunla, “Cumhuriyet’in İlânı” ile hükümet sisteminde önemli değişiklikler
gerçekleştirilmiştir.
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na eklenen bir cümle ile “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti
Cumhuriyettir” hükmü getirilmiştir. Buna paralel olarak devlet başkanlığı makamı, yani
dar anlamda cumhuriyetin gereği olan Cumhurbaşkanlığı oluşturulmuştur. “Türkiye
Reisicumhuru Devletin Reisidir.” (md. 11)
20 Nisan 1924 Anayasası da 1921 Anayasası gibi Meclis tarafından kabul edilmiştir.
Bu Anayasa, kendinden önceki 1921 Anayasa’sının dayandığı esasları, 1876 ve 1909
tarihli Kanunî Esasîleri ve 1875 tarihli Fransa anayasası ile 1921 tarihli Lehistan (Polonya)
anayasasını kendine kaynak yapmıştır.
Büyük Millet Meclisinin üstünlüğü vardır. Meclisin üstünde bir kuvvet yoktur. Bu nedenle
meclis ancak kendi kendisini fesih edebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi devletin organları
içinde en üst organdır. Milletin tek temsilcisidir, yasama yetkisini meclis doğrudan kendisi
kullanır. Yürütme yetkisini kendisi tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı ve onun atayacağı
bakanlar kurulu aracılığıyla kullanır.
Devletin Temel Nitelikleri
1924 Anayasası’nın 2. Maddesi ile Türkiye Devleti’nin dininin İslâm, resmî dilinin Türkçe
ve devlet merkezinin Ankara olduğu açıklanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
gerçekleştirilen köklü hamlelerle ve inkılâplarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal
ve ekonomik karakteri de ortaya konmuş ve bunlar 1937’de Anayasa’nın 2. maddesinde
yapılan değişikliklerle anayasaya dâhil edilmiştir. Böylece Türkiye Devleti’nin “Cumhuriyetçi,
Milliyetçi, Laik, Halkçı, Devletçi ve İnkılâpçı, çağdaş ve modern” bir devlet olduğu belirtilmiştir.
Yürütme Organı
1924 Anayasası’nın beşinci maddesi ile yürütme kudreti Türkiye Büyük Millet Meclisinde
toplanmıştır. Ancak Meclis bu görevini kendisi tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı ve
onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu aracılığıyla kullanmaktadır. Yürütmenin en üst organı
olarak Cumhurbaşkanı öngörülmüş ve yürütme görevini yapacak organ olarak bugünkü
anlamda bir başbakan ve onun belirlediği bakanlardan oluşan Bakanlar Kurulu olarak belir-
tilmiştir. Bakanlar, Başbakan tarafından belirlenir, Cumhurbaşkanınca tasdik edilir ve mec-
lisin onayına sunulurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi her zaman hükümeti denetleyebilir ve
düşürebilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde biri 1960 askerî hareketinden sonra 9 Temmuz 1961 tarihinde,
diğeri ise 12 Eylül 1980 askerî hareketinden sonra 7 Kasım 1982 tarihinde olmak üzere iki
Anayasa daha yapılmıştır.
Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta da belirttiği gibi aynı zamanda Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin siyasal bir grubu niteliğindeydi. Meclisin benim-
sediği ülkü cemiyetin ülküsüydü. Bu yüzden Büyük Millet Meclisi üyelerinin hepsi Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin temsilcisi sayılmışlardı. Ancak Meclis’te bulunan
üyeler çok farklı düşünce, inanç ve görüşlere sahip olduklarından aralarında zaman zaman
sert tartışma ve münakaşalar olmaktaydı. Bu türden Mecliste ortak görüşlerin sağlanma-
sında güçlükler çekilmeye başlanmıştır. Meclis verimli çalışmamaya başlamıştır. Buna çö-
züm bulmak amacıyla 1920 yılı sonlarına doğru milletvekillerinin bir araya gelerek oluştur-
dukları gruplar görülmeye başlanmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Mustafa Kemal Paşa’nın sosyalizme karşı fakat “kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idare-
nin doğrudan halka verilmesini” öngören halkçılık yanlısı olması ve “bizim nokta-i nazarımız
halkçılıktır” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin ideolojisini mecliste ortaya
koyması, bazı milletvekillerinin halkçılık düşüncesi etrafında örgütlenmelerine imkân ver-
miştir. Bu grubun meclisteki üye sayısı 60–70 kişi olarak belirtilmiştir.
Tesanüt Grubu
Kuruluşu kesin olarak bilinmeyen bu grubun amacı, meclisteki milletvekilleri arasında uyu-
mu sağlamaktır. “Mutedil Milliyetperver” milletvekilleri tarafından kurulan grubun başkanı
Yusuf İzzet Paşa, en popüler temsilcisi ise Mazhar Müfit Bey’dir. Meclisteki en örgütlü grup
olarak tanınan Tesanüt Grubu siyasî partilileşmeyi düşünmemiş ve bir parlamento grubu
olarak çalışmayı tercih etmiştir.
İstiklâl Grubu
Büyük Millet Meclisinde 30–40 kadar milletvekilinin bir araya gelerek oluşturdukları grup-
tur. Bu grup Mustafa Kemal Paşa’nın hayranı, ileri görüşlü hamleci kişilerden oluşmuştur.
İstiklâl Grubu üyeleri mecliste “Terakkiperver-Milliyetperver” akımı temsil ettiklerini açıkla-
mışlardır.
Islahat (Reform) Grubu
Bu grubun ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Millî sınırlar içinde
bağımsızlığımızın sağlanabilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalışmasını savunan
Türk İnkılâbı 193
Oysa meclis çalışmalarının gruplara dayanarak daha düzenli bir hale geleceği
sanılmıştı. Ancak bu beklenti gerçekleşmedi. Aksine gruplar arasındaki mücadele
kaygı verecek duruma gelmeye başladı. Grupların bu olumsuz tavrından rahatsız olan
milletvekilleri de kendi aralarında toplanıp yeni bir grup kurarak, meclis çalışmalarını daha
düzenli bir şekle sokmaya yöneldiler. Bu yeni gelişimi Refet Paşa aracılığıyla Mustafa Kemal
Paşa’ya yansıttılar. Mustafa Kemal Paşa da doğrudan bu meseleye müdahale etme kararı
aldı. Önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin vatan ve millet menfaatine yönelik faaliyetlerini
daha faydalı bir şekilde yapmaları için Meclis Başkanlığı ile ilişkilerinin daha düzenli bir
hale getirilmesini isteyen bir genelge yayınladı. Daha sonra da Mustafa Kemal Paşa,
“inkılâpçı zihniyete” sahip milletvekilleriyle gruplar halinde vilayet konağında görüştükten
sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adı altında meclis içinde büyük bir grup
kurmaya karar verdi.
10 Mayıs 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu adıyla geniş tabanlı bir meclis grubu kuruldu. Erkek Öğretmen Okulu Konferans
Salonu’nda 133 milletvekilinin katılımıyla ilk toplantısını yapan grup “Madde-i esasiye ile
194 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Grup İçtüzüğünü” görüşerek kabul etti. Yapılan seçimler sonunda Mustafa Kemal Paşa
grup başkanlığına seçildi.
Madde 2. Grup, millî gayenin teminine çalışmakla birlikte devlet ve milletin teşkilâtını
“Teşkilâtı Esasiye Kanunu çerçevesinde peyderpey tespite ve göstermeye çalışacaktır.”
İkinci Grup bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı için, yelpazesini geniş tutmuş,
farklı amaç ve düşünceye mensup milletvekillerini bu çatı altında bir araya getirmeye özen
göstermiştir. Bu nedenle görüşlerinde ortaklık yoktur. Grup içerisinde; İttihatçısı, Bolşeviği,
muhafazakârı, İslâmcı-Saltanatçısı, mutlakıyet yanlısı milletvekilleri bulunuyordu.
Bölgesel bir özellik de gösteren bu grubun üyelerinin büyük bir kısmını Karadeniz ve
Doğu Anadolu Bölgelerinden gelen milletvekilleri oluşturmuştur.
İkinci Gruba dâhil olanlar, “meclis üstünlüğü ve millî irade” adı altında Mustafa Kemal
Paşa’ya ve onun uygulamalarına karşı çıkmışlardır.
İkinci Grup üyelerinin tamamına yakını 1923 seçimleriyle tasfiye edilmişlerdir. Daha
sonra bazı İkinci Grup milletvekilleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulunca bu partiye
katılacaklardır.
Mustafa Kemal Paşa’nın parti kurma yolundaki teşebbüsü her şeyden önce, meclis
içerisinde giderek artan muhalefeti denetimi altına almak, hatta yapılacak yeni seçimlerle,
muhalefeti tasfiye ederek Meclise hâkim olmak isteğinden kaynaklanmaktadır. Gittikçe
artan ve Lozan barış görüşmelerinde şiddetlenen muhalefet meclisi iş yapamaz duruma
sokmaktaydı. Tıpkı 10 Mayıs 1921’de Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu nasıl kurmuşsa, şimdi de
doğrudan doğruya bir siyasî parti kurma yolunu seçiyordu.
Türk İnkılâbı 195
Mustafa Kemal Paşa yurt gezisini tamamlayıp Ankara’ya dönüşünden bir hafta sonra
Meclise 1 Nisan 1923 tarihinde seçimlerin yenilenmesine dair 120 imzalı bir önerge
sunulmuş ve teklif aynı gün oybirliği ile kabul edilmiştir. Meclisin seçimlerin yenilenmesi
yolunda karar almasından sonra harekete geçen Mustafa Kemal Paşa bir yandan “Dokuz
Umde”yi içine alan seçim beyannamesi yayınlamış, diğer yandan da bütün Anadolu ve
Rumeli ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti teşkilâtlarına bir genelge göndererek seçimlere
hazırlanmalarını istemiştir.
Dokuz Umde
Bildirinin giriş kısmında “milletten aldığı mutlak yetkiyle oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi
birinci döneminin üstlendiği ödevlerin önemli bir bölümünü yerine getirerek, oy birliği ile
yeni seçim kararı verdiği belirtilmekte, önümüzdeki dönemde barış gerçekleşince ekonomik
kalkınma yolunda çalışılacağı açıklanmaktadır. Meclis çoğunluğunu bu amaç çevresinde
toplayarak ülkede siyasî örgütlenme yaratmak için, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu, Halk Fırkasına dönüşecektir. Yeni fırkanın ayrıntılı ve düzenli bir programı
hazırlanarak üyelerin tartışmasına sunulacaktır, şimdilik İktisat Kongresi’nin sonuçları da
göz önüne alınarak şu ilkeler tespit edilmiştir:
Mustafa Kemal Paşa, 7 Ağustos 1923 tarihinde partiye mensup milletvekilleriyle bir
toplantı yaptı. Bu toplantı “Halk Fırkası” isimli ilk toplantıdır. 9 Eylül’e kadar devam eden
toplantıların sonucunda fırka tüzüğü kabul edilerek, fırka reisliği ve idare heyeti seçimleri
yapılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Halk Fırkası’nın ilk reisliğine, Kütahya milletvekili Recep (Peker)
Bey de Genel Sekreterliğine seçilmiştir. 9 Eylül’de Halk Fırkası resmen kurulmamakla
birlikte işlerlik kazanmıştı. Partinin resmen kuruluşu ise 20 Kasım 1923’de İçişleri
Bakanlığına yapılan müracaatla olmuştu. Yine bu tarihte müdafaa-i hukuk cemiyetlerine
bir tamim gönderilmiş ve bu tamim ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin
partiye dönüştüğü ve bütün cemiyetlerin partiye intisap ettiği belirtilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasî partisi olma özelliğine sahip olan Halk Fırkasına,
Atatürk’ün Nutuk’ta da belirttiği gibi; daha sonra “cumhuriyet” kelimesi eklenmiş ve
“Cumhuriyet Halk Partisi” adı verilmiştir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasına yol açan son olay, 20 Ekim 1924
tarihinde Menteşe milletvekili Esat Efendi’nin, Mübadele İmar ve İskân Vekili Refet Bey’e
yönelttiği soru önergesi ve beraberindeki gelişmeler olmuştur. 26 Ekim 1924’de de Kâzım
Türk İnkılâbı 197
Karabekir Paşa, “ordunun geliştirilmesi için verdiği raporların göz önüne alınmadığını” ileri
sürerek milletvekilliği görevine döneceğini bildirerek ordu müfettişliğinden istifa etmişti.
Onu 30 Ekim 1924 tarihli istifasıyla Ali Fuat Paşa izledi. 8 Kasım 1924’de hükümet için
yapılan güven oylamasında, Hükümet 19 güvensizlik oyuna karşılık 148 oyla güvenoyu
almış ve 41 milletvekili de oylamaya katılmamıştır. Bu olaylar üzerine Hükümete güvenoyu
vermeyenlerin Halk Fırkasında kalamayacağı söyleniliyor ve yeni bir partinin kurulmasına
kesin gözüyle bakılıyordu. Bu gelişmeler sonunda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17
Kasım 1924 tarihinde resmen kurulmuştur.
Partinin kuruluşundan kısa bir süre sonra -üç gün- Halk Fırkası’nın meclis grup
toplantısında İsmet Paşa Hükümeti’nin ülkede sıkıyönetim ilân edilmesi konusundaki
isteğinin reddedilmesi üzerine, İsmet İnönü, hükümetten ayrılır ve yerine Fethi (Okyar)
Bey’in başkanlığında yeni bir hükümet kurulur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
milletvekilleri Fethi Bey Hükümeti’ne güvenoyu verirler ve aynı zamanda da ülke çapındaki
teşkilâtlanmalarını hızlı bir şekilde sürdürürler.
İsmet İnönü Hükümeti, Meclisten güvenoyu aldığı gün, ilk tedbir olarak “Takrir-i Sükûn
Kanunu’nu” çıkarmıştı. Bu kanunla birlikte “İstiklâl Mahkemeleri” de yeniden kuruldu.
Hükümet, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak İstanbul’da bir dizi muhalif gazete ve
dergiyi kapattı ve dolaylı olarak Doğu İsyanı’nı kışkırttıkları gerekçesiyle bazı gazetecileri
de tutuklattı.
198 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Diğer taraftan muhalefet hareketini sindirmek ve yeni partiyi isyanın teşvikçisi olarak
görmek anlayışının bir sonucu olarak “Şark İstiklâl Mahkemesi”, partinin Urfa ve bazı doğu
şubeleri ve yöneticilerinin Şeyh Sait İsyanı’nın genişlemesinde rol oynadığı şeklindeki
kararını Ankara’da bulunan Ankara İstiklâl Mahkemesine göndermiş, bu mahkemede
Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasını sağlayacak alt yapıyı oluşturmuştu. Bunun üzerine
İsmet Paşa Hükümeti, 3 Haziran 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması konusunda bir karar aldı. Böylece Cumhuriyet
Türkiye’sinin ilk teşkilâtlı muhalefet partisi kapatıldı.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, kendinden önce kurulan ve 5 yıl önce kapatılmış bulunan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına göre gerek kuruluş ve gerekse sona eriş biçimi
bakımından farklı özellikler gösterir. İki parti de Cumhuriyet Halk Fırkası içerisinden doğmuş
olmasına rağmen, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, doğal bir muhalefet hareketinin
partiden ayrılmasıyla oluşmuştur.
bir partinin yanı sıra muhalif bir partinin olması, o zamana kadar çeşitli nedenlerle
suskunluk içerisinde bulunan halk kitlelerinin suskunluklarını bozacak, böylece
inkılâpların halk arasında ne ölçüde benimsenmiş olduğu anlaşılacaktı. Ayrıca o
güne kadar ortaya çıkmamış olan problemlerde ortaya çıkacak ve çözüm yolları
aranacaktı.
4) Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla ilgili bir başka neden de, Mustafa
Kemal Paşa’nın, Meclis, parti ve memleket içinde İsmet Paşa’nın elde ettiği
nüfuzu kırmak ve onu devre dışı bırakmak isteğiyle bir muhalefet partisinin
kurulmasını istediğidir.
Liberal bir üslupla kaleme alınan ve liberalizmi savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
programı 11 maddeden oluşuyordu. On bir maddelik kısa programın ilk maddesi, Fırkanın;
cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve laiklik esasına bağlı kalacağını açıklıyordu. Ayrıca anayasada
belirtilen hakların herkes için eşit olarak hayata geçirileceği belirtilmekteydi. İkinci maddede
vergi konusu ele alınıyor ve vergilerin halkın iktisadî girişim gücü ve gelişmesini aşmaması
görüşü savunuluyordu. Ülkenin kalkınmasında yabancı sermayeye gerek olacağı bu yüzden
girişimlerde liberalizmin benimseneceği ve ferdi girişimlerin destekleneceği açıklanıyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendine özgü bir yayın organı olmamış, İstanbul’da
çıkan Yarın ve Son Posta ile İzmir’de çıkan Halkın Sesi gazeteleri tarafından desteklenmiştir.
1930 Ekim’inde yapılan yerel seçimlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası oldukça başarılı
sonuçlar almıştı. Resmi sonuçlara göre yeni parti, 502 belediyeden 22’sini kazanmıştı.
Serbest Fırka’nın seçim öncesi İzmir ve çevresinde halkın geniş destek verdiği bir
parti olarak ortaya çıkmış olması ve Ali Fethi Bey’in olaylı geçen İzmir ve Ege seyahati
esnasında halkın bu partiye ve liderlerine gösterdiği coşkulu tezahüratlar, Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın müfrit kesimlerince hoş karşılanmamakta ve hatta endişe duyulmaktaydı.
Yeni partinin görevi muhalefet yapmak olmasına rağmen, iktidar alternatifi olduklarını
açıklaması ve halkın gösterdiği destek ve İzmir olayları, bu partinin kapatılmasının temel
sebepleridir. Halkın bu partiye olan desteğini çok abartılı şekilde M. Kemal Paşa’ya aktaran
Cumhuriyet Halk partililer, M. Kemal Paşa’yı da ikna etmişler ve bu partinin kapatılmasını
istemişlerdi. Bunun üzerine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Başkanı Ali Fethi Bey’le
görüşen Mustafa Kemal Paşa, bu görüşmede ondan partisini kapatmasını istedi. Ali Fethi
Bey de, İçişleri Bakanlığına bir dilekçe ile başvurarak partisinin kapandığını kamuoyuna
duyurdu.
Çok partili hayata geçiş için bu ikinci deneme de başarısızlıkla sona ermişti. Serbest
Fırka denemesinin yarattığı tedirginlikle ve iktidarı elinden kaybetmemek düşüncesiyle
Cumhuriyet Halk Fırkası yöneticileri 1945 sonlarına kadar ülkede yeni bir partinin
kurulmasına müsaade etmemiş ve daha katı bir tek parti anlayışıyla ülkeyi idare etmişlerdir.
REJİME VE İNKILÂBA KARŞI TEPKİLER
Şeyh Sait İsyanı
Cumhuriyet Hükümeti, Trablusgarp Savaşı’ndan itibaren 11 yılını savaş meydanlarında
geçirmiş olan Türk toplumunun yaralarını sarma ve temelleri yeni atılmış olan Türkiye
Devleti’ni ve onun rejimi olan Cumhuriyeti sağlam temeller üzerine oturtma mücadelesi
200 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
verdiği günlerde, millî birlik ve bütünlüğüne ve rejimine yönelik olumsuz faaliyetlerle karşı
karşıya kalmıştı. Bunlardan ilki ve belki de en büyüğü bir Kürtçülük faaliyeti ve tehdidi ola-
rak ortaya çıkmış olan Nakşibendi Şeyhi Palulu Sait’in isyanıdır.
Gerek Kürt Teali Cemiyeti liderleri ve gerekse Azadi Teşkilâtı mensupları, İngiliz tah-
rik ve desteğiyle başlatacakları etnik isyan ve ayaklanmaya bölge halkının geniş ölçüde
katılmasını sağlamak amacıyla, faaliyetlerini ve amaçlarını dinin ve şeriatın elden gittiği
politikasına oturtmaya çalışmışlardı. Bu nedenle öncelikle aşiret ağaları, şeyh ve hocala-
rı kazanmaya ve onları şeriat perdesi altında örgütlemeye çalıştılar. Özellikle de Hınıs’ta
oturan ve bölge halkı üzerinde büyük bir nüfuzu olan Şeyh Sait’i kazanarak bu hareketin
başına geçirmek istemişler ve bunu da başarmışlardı.
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç (Bingöl) ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran
köyünde başladı. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi bütün bölgede etkili oldu. İsyancılar
önce Genç’i daha sonra da Muş, Çapakçur, Elazığ ve Palu’yu ele geçirdiler. İsyanın geniş bir
alana yayılması üzerine Fethi Bey başkanlığı’ndaki hükümet, bütün isyan bölgelerine askerî
birlikler gönderilerek isyan cepheleri açtırdı. Diğer taraftan Hükümet, ayaklanmanın süratle
ve kesinlikle bastırılması için kısmi seferberlik ilân etmiş ve bölgeye çok sayıda askerî birlik
sevk etmişti.
Bu arada Ankara’da yapılan, M. Kemal Paşa, İsmet İnönü, Başbakan Fethi Bey ve
Meclis Başkanı Kâzım Özalp’in yer aldığı zirve toplantısında hükümetin isyan bölgesine
yönelik olarak almış olduğu “Sıkıyönetim İlanı” kararı uygun görülmüş ve karar Türkiye
Büyük Millet Meclisine gönderilmişti. Meclis 23 Şubat 1925’te isyan bölgesinde “sıkıyönetim
ilânına” karar verdi.
Diğer taraftan Fethi Bey Hükümeti’nde bazı bakanlar, hükümetin isyanla ilgili yeterince
tedbir almadığını söyleyerek istifa etmişlerdi. Yine Cumhuriyet Halk Fırkası’nda ve Meclis’te,
Fethi Bey Hükümeti eleştirilmeye başlanmıştı. 2 Mart 1925’te Meclis’e verilen “Cumhuriyetin en
uzak tehlikelerden dahi korunmasını ve halkın sükûn ve tam bir rahata kavuşmasını, hükümetin
kendine düşen görevi yapmada çok daha azimli ve ileri görüşlü olmasını isteyen” önergenin
kabul edilmesi üzerine Fethi Bey Hükümeti istifa etmiş ve İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa
getirilmişti.
İsmet Paşa Hükümeti Meclisten güvenoyu alır almaz isyanın bastırılması için şu tedbirleri
Meclise getirmişti: “Sıkıyönetim ilân edilen bölgelerdeki suçlar için bir İstiklâl mahkemesi
teşkil edilecektir. Sıkıyönetim bölgesi dışında kalan memleket parçalarında işlenen siyasî ve
asayiş suçlarına bakmak üzere Ankara’da ayrıca ikinci bir İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır.
Ayaklanma bölgesindeki idam kararları hemen, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin kararları ise
meclisin onayından sonra yerine getirilecekti.”
Türk İnkılâbı 201
İsmet Paşa Hükümeti’nin meclise getirdiği diğer önemli kanun teklifi “Takrir-i Sükûn
Kanunu” olmuştur. Bu kanun mecliste görüşüldükten sonra 22 muhalif oya karşı 122 oyla
kabul edildi.
İsyan bölgesine yönelik olarak büyük bir “Tenkil harekâtı” başlatılmış ve kısa
zamanda isyancı kuvvetler tepelenmiş ve ele başları yakalanmaya başlanmıştı. İsyanın
bastırılmasından sonra, bir süre daha takip ve temizlik harekâtı sürdürülmüş ve bölge
isyancılardan temizlenmişti. Bu arada İran’a geçme hazırlığı yaparken Şeyh Sait ve
bazı elebaşları Varto’da yakalandılar. 26-28 Mayıs tarihlerinde yargılandıktan sonra 29
Haziran’da idam edildiler.
Şeyh Sait isyanı diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler taşır. Olay bütün
ülkeyi içine almak amacında olup, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Türk Devleti’ne, rejimine
ve inkılâplarına karşı yapılmış bir harekettir. Bu harekette, kaldırılmış olan hilâfetin yeniden
ilanı ve saltanatı geri getirme amacı da vardır. Yine bu isyan, bağımsız bir Kürdistan
devletini kurmak amacını güden ve İngilizlerin tahrik ve desteğiyle çıkmış bir ayaklanmadır.
İngiltere, himayesi altında bir Kürdistan devleti kurulmasını, bölgenin petrol yönünden
taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri,
Türklere, Araplara ve hatta İranlılara karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul meselesinin
görüşüldüğü o günlerde bir taraftan da isyan hareketleriyle Türkiye’yi siyasî istikrarı olmayan
bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı. Bu isyan özellikle İngiltere’nin Musul ile ilgili
amacına ulaşmasına hizmet etmiş ve bu konuda İngiltere’nin işini kolaylaştırmıştı.
Takrir-i Sükûn Kanunu, 4 Mart 1925’de İnönü Hükümeti’nce kabul edilerek yürürlüğe
girmiş ve 4 Mart 1929’a kadar yürürlükte kalmıştı.
Kabul edilen Takrir-i Sükun Kanununa göre; Sıkıyönetim ilân edilen bölgelerdeki suçlar
için bir İstiklâl mahkemesi teşkil edilecektir. Sıkıyönetim bölgesi dışında kalan memleket
parçalarında işlenen siyasî ve asayiş suçlarına bakmak üzere Ankara’da ayrıca ikinci bir
İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır. “Ayaklanma bölgesindeki idam kararları hemen, Ankara
İstiklâl Mahkemesi’nin kararları ise meclisin onayından sonra yerine getirilecekti.” Takrir-i
Sükûn Kanunu hemen yürürlüğe sokulmuştu.
Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Doğu’da ilân edilen sıkıyönetim önce bir ay
arkasından da yedi ay süreyle uzatılmıştı. Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri ve İsmet Paşa
Hükümeti, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak ülkedeki Meclis içinde ve dışındaki muhalefeti
tasfiye etmeyi de düşünmüşlerdi. Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı huzursuz ortam bunun
için bir vesile olmuş ve özellikle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, isyanla ilişkilendirilmek
202 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Millî Mücadele esnasında büyük hizmetleri görülen ve M. Kemal Paşa’ya ve onun fikir
ve düşüncelerine gerçekten inanmış, gönül vermiş İttihatçılar olduğu gibi, zaferden sonra
iktidarın artık İttihatçılara devredilmesini isteyen ve bu nedenle Mustafa Kemal’in şahsına
karşı düşmanlık besleyen müfrit İttihatçılar da vardı, çoğu İttihat ve Terakki Partisinin eski
fedaisi ve komitacısı olan bu kişiler, normal yollardan iktidarı ele geçiremeyeceklerini
anladıklarından kendi bildikleri yoldan iktidarı elde etmeye karar vermişlerdi. İktidarı ele
geçirebilmek için Atatürk’ün varlığını en büyük engel olarak gördüklerinden ona bir suikast
düzenleyerek, öldürmeye karar vermişlerdi.
M. Kemal Paşa’ya suikastı önce Ankara’da yapmayı planlamışlar fakat, uygun bir
zaman ve ortam bulamayınca niyetlerini başka bir şehirde gerçekleştirmeyi düşünmüşler,
Atatürk’ün yurt gezisi esnasında İzmir’e de uğrayacağını öğrendiklerinde suikast için en
uygun yerin İzmir olacağına karar vermişlerdi.
İzmir’e gelen suikastçılara, Millî Mücadele’de önemli hizmetleri bulunan Sarı Edip Efe
yardımcı olmuştu. Bu arada suikastçıları Sakız Adası’na kaçıracak olan Giritli Şevki ile
tanışmışlardı. Hazırlanan plana göre suikast Atatürk’ün geçeceği dar bir sokakta yapılacak
ve daha sonra suikastçılar Giritli Şevki’nin limanda bekleyen motoruyla Sakız Adası’na
kaçacaklardı.
Türk İnkılâbı 203
Gezi programına göre Atatürk 16 Haziran 1926’da İzmir’e gelmesi gerekiyordu. Ancak
son anda verdiği bir kararla hareketini bir gün sonraya tehir etmişti. Gelişmelerden kuş-
kulanan ve telaşlanan Giritli Şevki, suikast teşebbüsünü İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa’ya
ihbar etti. Bu ihbar hadisesi üzerine olay anlaşılmış ve aynı gün suikastçılardan Ziya Hurşit,
Laz İsmail, Gürcü Yusuf gibi kişiler İzmir’de, Sarı Edip Efe ve Abdülkadir ‘de İstanbul’da
yakalanmışlardır.
İzmir Suikastı davası iki safhada cereyan etmiştir. İzmir İstiklâl Mahkemesi’nde görülen
birinci safha sonunda başta suikastın tertipleyicisi olan isimler yargılanmış ve sonuçta 13
idam cezası ve diğerlerine de hapis cezaları verilmişti. İzmir’de yargılanan başta Kâzım
Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Bey, Cafer Tayyar Paşa gibi Millî Mücadele’mizin
büyük ve tarihi şahsiyetleri suçsuz görülerek beraat etmişlerdi.
İzmir Suikastı ile ilgili yargılamaların ikinci safhası Ankara’da görülmüştü, çoğu eski
İttihatçı olan kişilerin yargılanmasından dolayı “İttihatçılar davası” olarak da bilinen bu
yargılamalar sonucu; 4 idam cezası verilmiş ve başta Rauf Bey olmak üzere bazı kişiler de
çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardı.
HUKUK ALANINDA İNKILÂP
Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926)
“Sosyal hayatı düzenleyen ve kamu kudreti tarafından bir müeyyideye bağlanarak
desteklenen kurallar bütünü olan hukuk, aynı zamanda uygulandığı toplumun medeniyet
derecesinin de bir göstergesidir.” Tanzimatla birlikte Osmanlı Devleti’nde daima hukuk
alanında düzenlemelere gidilmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki hukuk sistemi, şer’î(dinî) hukuk,
azınlıklara uygulanan hukuk, örfî hukuk ve kapitülasyonlar neticesinde yabancılara tanınan
ayrıcalıklı hukuk kurallarından meydana gelmekteydi. Tabii olarak bu durum Osmanlı
Devleti’nin hukuk sistemini sıkıntıya sokan bir hadise olarak karşımızda durmaktadır.
Bakıldığı zaman Tanzimat sonrasında Batılı devletlerin de baskıları neticesinde
gayrimüslimlerin yargılanmasında ayrıcalıklar ortaya çıkmış, batı tarzı mahkemeler
kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde bir medeni kanuna ihtiyaç olduğu fikri ortaya çıkınca
Ali Paşa, Mithat Paşa ve Kabûlî Paşa gibi isimler Fransız Medeni Kanunu’nun alınmasını
istemişlerdir. Buna karşılık Cevdet Paşa, Şirvânizâde Rüştü Paşa ve Fuat Paşa ise millî
bir medeni kanun hazırlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Nihayetinde millî bir medenî
kanun olması yönünde çalışmalar neticesinde Mecelle ortaya çıkarılmıştır.
204 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Lozan Antlaşması’nın imzası ile bağımsız bir devlet olarak Türkiye Devleti’nin ortaya
çıkışı ve hemen ardından Cumhuriyetin ilanıyla birlikte rejimin adının konması akabinde
köklü değişikliklere doğru adımlar atılmıştır. Türkiye Devleti hukuk alanında; laik, modern
yaşam tarzının ihtiyaçlarına cevap verecek, akılcı ve bilimselliği ön plana çıkaracak bir hukuk
düzenine geçmek istemektedir. Ayrıca kadın erkek arasındaki eşitsizliğin önüne geçmek ve
hukuk birliğini sağlamak da istenenlerdendir. Bütün bunları gerçekleştirmek adına yeni bir
medeni kanuna ihtiyaç duyulmuş ve meclis tarafından çeşitli devletlerin kanunları incelenip
İsviçre Medeni Kanunu’nun Türklere daha uygun olacağı düşünülmüştür. İsviçre Medeni
Kanunu Türkçeye çevrilmiş ve 17 Şubat 1926’da meclis tarafından kabul edilip, 4 Ekim
1926’da yürürlüğe girmiştir.
Medeni Kanun ile kişi, aile, miras ve eşya hukukları düzenlenmiştir. Bu Kanun’la birlikte
çok eşlilik yasaklanıp resmî nikâh zorunlu hale getirilmiştir. Sosyal ve ekonomik hayatta
kadın erkek arasındaki eşitsizliğe son verilmiştir. Boşanma hususu erkeğin keyfî isteğine
bağlı olmaktan çıkartılmıştır. Yine miras hususunda kadın erkek eşitliği sağlanmıştır.
Medeni Kanun ile vatandaşlara sağlanan hakların bir sonucu olarak gayrimüslim azınlıklar
Lozan’da kendilerine tanınan haklardan vazgeçmişler, Medeni Kanun’u kabul etmişlerdir.
Eğitim öğretim faaliyetinde bulunan yabancı devlet okulları ile azınlık cemaatlerinin
okulları da vardır ve bunlar farklı bir müfredat ile eğitim öğretim faaliyetinde bulunmaktadırlar.
Bütün bu okullardan; “Batı tarzındaki okullar Maarif Nezaretine (Eğitim Bakanlığı), medreseler
Meşihat (Şeyhülislamlık) makamına, yabancı okullar ve azınlık cemaat okulları da kendi
dernek ve kuruluşlarına bağlı olarak faaliyetlerini sürdürüyorlardı.” Okulların farklı kurum
ve kuruluşlara bağlı olarak eğitim ve öğretim yapması pek çok uyuşmazlığı da beraberinde
getirmiştir. Eğitim ve öğretim metotları her kurum ya da kuruluşa göre değişmiştir. Her
kurum ve kuruluşun eğitim ve öğretimden hedefi farklı olmuştur. Bu yüzdendir ki hedef birliği
sağlanamamıştır. Örneğin yabancı ve azınlık okulları eliyle “milletin birlik ve beraberliğini
ortadan kaldırmaya dönük” çalışmalar yapılmıştır.
İşte bu yüzden, sıkıntıların farkında olan Mustafa Kemal Paşa, eğitime ve bu eğitimin
millîleşmesi meselesine büyük önem vermiştir. 2 Eylül 1924 tarihli konuşmasında bu
mesele hakkında şöyle demiştir: “...en mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir
ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır, ya da bir milleti
esaret ve sefalete terk eder.” Paşa, geleneksel eğitim sisteminin yetersizliğini görmüş,
yeni bir eğitim sisteminin ortaya konulması gerektiğine inanmıştır. 16 Temmuz 1921’de
katıldığı Maarif Kongresi’nde geleneksel eğitim sisteminin yetersizliği hususunda şunları
ifade etmiş ve bazı uyarılarda bulunmuştur: “Şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim
Türk İnkılâbı 205
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün bilim ve eğitim kurumları Eğitim
Bakanlığına bağlanmıştır. Şeriyye ve Evkâf Vekâletine veya özel vakıflara bağlı olarak
eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunan bütün medrese ve okullar bu kanunla birlikte
Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Yine azınlık okulları ve yabancı okullar da Eğitim
Bakanlığına bağlanmıştır. Ayrıca bu okullarda Türk Dili, Türk Tarihi, Türkiye Coğrafyası ve
Yurt Bilgisi derslerinin okutulması ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından verilmesi
kararlaştırılmıştır. Eğitim ve öğretimin millileşmesi adına çok önemli bir adım atılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun meclisten çıkartılmasının ne derece doğru olduğu hakkında
Mustafa Kemal Paşa 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu’da yaptığı bir konuşmasında
şunları ifade etmiştir: “Ey büyük millet! Dünya medeniyet ailesinde saygın bir yer sahibi
olmaya lâyık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitim, okul ve medrese adında birbirinden
büsbütün başka iki çeşit kuruma bölüştürmeğe halen katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi
birleştirmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden oluşmuş bir millet yapmaya imkân
aramak, boş işle uğraşmak olmaz mıydı?”
yapılması gerektiği üzerinde eskiden beri bazı görüşler mevcuttu. Alfabenin ıslah edilmesi
noktasındaki ilk işretleri 1862-63’lerde Münif Efendi ve Azerbaycanlı Mirza Feth Ali
Ahundzade vermiştir. Daha sonra 1869’da Namık Kemal, Ali Suavi, İbrahim Şinasi, 1884’de
Ebuzziya Tevfik, Şemsettin Sami gibi isimler alfabenin ıslahını istemişlerdir. Özellikle
eğitim ve öğretim alanında Osmanlı’nın geri kalmasının ana nedenlerinden birisi olarak
Arap alfabesi görülmüştür; fakat II. Meşrutiyet’in ilanına kadar Latin alfabesi gündeme
gelmemiştir. II. Meşrutiyet döneminde dilde sadeleşme noktasından hareketle alfabenin
durumu da değerlendirilmiş; bazıları Arap alfabesinin ıslah edilmesini; bazıları da Arap
alfabesinin terk edilerek yerine Latin alfabesinin kabul edilmesini istemişlerdir. Hüseyin
Cahit, Abdullah Cevdet, Celâl Nuri İleri ve Kılıçzade Hakkı Bey gibi isimler Latin alfabesine
geçişi savunmuşlardır. Alfabenin ıslahı hususundaki bazı girişimler şunlardır: 1909 yılında
Maarif Nezaretinde İmla Komisyonu, 1911 yılında Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in öncü
olmasıyla Islâh-ı Huruf Cemiyeti kurulmuştur. 1912 yılında da Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın
başkanlığında Islâh-ı Huruf Encümeni oluşturulmuştur. Ayrıca Enver Paşa da Arap
alfabesini yeniden düzenlemeye çalışmıştır. Fakat bütün bu girişimler alfabe probleminin
önüne geçememiştir.
Latin alfabesine geçişi savunanlara göre Arap alfabesi Türkçenin ses sistemine
uygun bir yapıya sahip değildi. Türkçede sekiz sesli harf mevcuttu; oysa Arap alfabesinde
bunu karşılayacak üç harf vardı [(elif, vav, ye)(ا,و,])ى. Tek sesle karşılanan birçok harf
bulunmaktaydı. Ayrıca harflerin yazımında noktalı harflerde bazen sıkıntılar ortaya
çıkabiliyordu. Örneğin bir noktanın yanlış yazılması, yanlış okumalara sebep oluyor; ilgisiz
bir anlamı ortaya çıkarabiliyordu. Dolayısıyla harf inkılâbının gerçekleştirilmesi isteniyordu.
Bu konuda ilk açıklamalardan birisi İzmir Milletvekili Şükrü Saraçoğlu tarafından 1924’te
yapılmıştır. Saraçoğlu, Büyük Millet Meclisinde eğitim ve öğretim alanında yıllardan beri
fedakârlık yapıldığını fakat bir türlü başarılı olunamadığını belirterek: “Efendiler bunun
yegâne sebebi harflerdir, Arap hurufatı (harfleri) Türk lisanını yazmağa müsait değildir.”
demiştir.
Nihayet 1927 yılında harf inkılâbının gerçekleştirilme zamanının geldiği kararı verildi.
Harf inkılâbına geçiş sürecinde örneğin 8 Şubat 1928’de İstanbul’da ilk Türkçe hutbe
okundu. 24 Mayıs’ta Latin rakamları, Türk rakamları olarak kabul edildi. 27 Haziran’da
Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin kabulü için Dil Encümeni adında bir ilim kurulu
oluşturuldu. Dil Encümeni, ilk toplantısını 28 Haziran 1928’de gerçekleştirdi ve bundan
sonra harf inkılâbının nasıl gerçekleştirilmesi noktasında Mustafa Kemal Paşa önderliğinde
çalışmalar yaptı. Çeşitli milletlerin alfabeleri Türkçeye uygunluk noktasında incelendi.
Mustafa Kemal Paşa 9 Ağustos 1928 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasının Sarayburnu’nda
hazırladığı bir gösteriye katılmış ve orada harf inkılâbı hakkında şunları ifade etmiştir: “Bizim
güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri
kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden
kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Dilimizi muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni
harflerle pek çabuk bir zamanda mükemmel surette anlayacağız. Ben buna eminim; siz de
emin olunuz.”
Harf inkılâbına yönelik çalışmalar tamamlandıktan sonra Türk Harflerinin Kabul ve
Tatbiki Hakkında Kanun adıyla meclise getirilmiş ve 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiştir.
Latin alfabesi ile ilgili bu kanun 3 Kasım 1928 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanmış ve
yürürlüğe girmiştir. Bu kanunda; örneği cetvelde gösterilen Latin alfabesinin kabul edildiği
belirtilmiştir. Kanunun yürürlüğe girmesinin akabinde yurt çapında yeni “Türk harfleriyle
yazılmış olan yazıların kabulü ve uygulamaya konulması” zorunlu hale getirilmiştir. Harf
inkılâbının gerçekleştirilmesi ile yeni Türk alfabesinin öğretilmesi adına seferberlik ilan
edilmiş; 1 Ocak 1929’dan itibaren de “Millet Mektepleri adıyla halka dönük okuma yazma
eğitimi verilmeye başlanmıştır.”
Türk İnkılâbı 207
Mustafa Kemal Paşa harf inkılâbının önemini şu şekilde ifade etmiştir: “Her şeyden
evvel, her gelişmenin ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan
evvel, büyük Türk milletine kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk
milleti bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan, ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan
böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alınan
Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar
uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk çocuklarının ne kadar kolay okuyup
yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.(1928)” Harf İnkılâbı hakkında İsmet Paşa
da şu ifadeleri kullanmaktadır: “Harf İnkılâbı Atatürk inkılâplarının en ilerisinde olanıdır.
İnkılâplarda benim kanaatimce en ileri iki tanesi vardır: Biri harf inkılâbıdır, biri de kadınların
cemiyete girmesi, kadın hürriyetidir. Bu ikisini en ilerde görürüm ben. Harf inkılâbı yalnız
milleti okuyup yazar hale getirmek için vasıta kolaylığı değildir. Aynı zamanda kültür
istikametidir. En mühim olan yeri orasıdır.”
tarih metodolojisi alanında bazı kitapları tercüme ettirmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
1931 yılında dört ciltlik lise tarih kitabını yayımlamıştır. Yine Tarih Kurumu tarafından İsmail
Hakkı Uzurçarşılı’nın Anadolu Beylikleri, Piri Reis’in Kitabı Bahriye ve haritası basılmıştır.
Ayrıca ismini bizzat Atatürk’ün belirlediği Belleten adlı dergi de 1937 yılından itibaren yayın
hayatına başlamıştır. Türk Tarih Kurumu, “Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını,
Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak
amacıyla” çalışmalarını halen sürdürmektedir.
Atatürk’ün tarih ilmine verdiği değeri ifade eden bazı ifadeleri şöyledir:
“Tarih yazmak, yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen
hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır.”
“Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında
da Türk tarihini doğru temeller üstüne kurmak; öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek
için candan çalışmakta olduğunu söylemeliyim” (l Kasım 1934).
“Ben fâni bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım
Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum.” (1933)
II. Meşrutiyet’ten sonra Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi isimler dilde sadeleşme/dil
inkılâbı üzerine Genç Kalemler dergisinde yazılar kaleme almışlardır. Fakat bu girişimlere
rağmen Arapça ve Farsça, Türkçe üzerinde egemen olmaya devam etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Türk tarihinin yanında Türk diline de çok önem vermiş, Türk dilinin
gelişmesi için büyük gayret sarf etmiştir. Paşa’nın Türk diline verdiği önem şu ifadelerinden
anlaşılabilir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek
Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği
nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, an’ânelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün
kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili Türk
milletinin kalbidir, zihnidir.” Yine O’na göre; “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en
zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen
Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Mustafa Kemal Paşa
dil ile milletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını daima ifade etmiştir. Nitekim
Paşa’ya göre; “millet; dil, kültür ve gaye birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu
siyasî ve sosyal bir topluluk”tur.
Türk İnkılâbı 209
Mustafa Kemal Paşa’nın Türk dili üzerine çalışmalar yaparak şunları hedeflediği
söylenebilir:
1) Türk dilini Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı neticesinde yapay bir dil olarak
ortaya çıkan Osmanlıcanın dile zarar veren pürüzlerinden temizlemek.
2) Aydınlar ile halk arasındaki dil farklılığının önüne geçmek, yazı dili ile konuşma
dili arasındaki açığı kapatmak ve halk ile aydınları birleştirip bütünleştirici bir dile
ağırlık vermek. Bunu gerçekleştirebilmek için de millî bir gelişme yolu çizmek.
3) Eğitimi millîleştirmek ve millî bir dil politikası ortaya koyup, yürütmek.
4) Türk dilini çağdaş medeniyetin gereklerini karşılayabilecek hale getirmek, kelime
ve kavramları ile dili işlek ve zengin bir dil vasfına sahip kılmaktır.
Osmanlı Devleti çok milletli bir yapıya sahip olduğu için bu devlette birçok takvim
kullanılıyordu. Osmanlı’da devlet işlerinde genellikle Hicri takvim kullanılmıştır. Fakat devlet
bütçeleri ve malî işlerde 1840’dan itibaren Rumî takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Farklı
takvimlerin kullanılması birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bunun yanında saat
olarak da ezanî ve vasatî saat olmak üzere iki tür saat kullanılıyordu. Oysa uluslar arası
boyutta miladî takvim ve “gece yarısından başlayan 24 saatlik günlük zaman ölçüsü”
kullanılmaktaydı. Bu yüzdendir ki 26 Aralık 1925 tarihinde çıkartılan bir kanunla uluslar arası
takvim ve saat kabul edilmiştir. 1 Ocak 1926 tarihinde miladî takvim yürürlüğe girmiştir.
Bunun haricinde 24 Mayıs 1928’de Latin rakamları, Türk rakamları olarak kabul edilmiştir.
Ayrıca ölçü ve tartıdaki sıkıntıları gidermek adına da 26 Mart 1931 tarihinde uluslar arası
boyutta kullanılan uzunluk ölçü birimi metre ve katları; ağırlık ölçü birimi olarak da kilogram
ve katları meclis tarafından kabul edilmiştir.
ATATÜRK VE SANAT
Atatürk’ün yurt ve millet dışında kişisel bir beklenti ya da arzusu yoktu. Amaç Türk
milletine özgü, çağdaş bir kültürün yeşerebilmesine imkân sağlayacak toplumsal zeminin
hazırlanmasıdır. Esasen yönetimin güzel sanatlardan toplum için talep ettiği zemin de
budur. 19 yüzyılda ve 20. yüzyılın başında bu zemin ve anlayış kaybolmuştu.
‘‘Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lâzımdır. Bu temellerin en mühimlerinden
biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Bir
millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkûmdur. Çoğu toplumlar o fe-
laketin derecesine fark edemez. Fark ettikleri günde ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak
lazım geldiğini tahmin edemez…’’
Atatürk, 19. yüzyıldan itibaren başvurulan kurtuluş çarelerinde birbiri ile çelişen gele-
nekselcilik ve çağdaşlaşma sürecini yakından izledi. Çelişkiyi bunalımın asıl sebebi olarak
görür. Nitekim sanatçılar da, bu çelişkiden nasibini almış ve birbirinden farklı kaynaklardan
beslenen geleneksel ve modern toplum arasında toplumsal bütünleşmeyi ve uyumlu den-
geyi nasıl kuracakları konusunda tereddütler yaşamışlardı.
‘‘Selim Sırrı Bey, zeybek rakkasını ihya ederek ona medeni bir şekil vermiştir… Artık
Avrupalılara bizim de medeni bir raksımız var diyebiliriz. Zeybek dansı, her içtimai salonda
kadınla beraber oynanabilir ve oynanmalıdır.’’
Bu örnek toplumsal alanda yapılan inkılâpların sanat alanında nasıl halka mal edilebi-
leceğini göstermektedir.
Müzik
Atatürk, diğer alanlarda olduğu gibi müzik alanında da çağdaş dünya ölçülerinde bir
yenileşmenin gerekliliğine inanmaktadır. Bu konudaki görüşlerini en açık biçimde 1 Kasım
1934’te TBMM’nin dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada bulabiliriz.
Bugün dinlenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça
bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleşileri toplamak,
onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu güzeyde
(şekilde), Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir’’.
Maarif Nezareti tarafından kurulan ve o zamana kadar bir ‘‘Meşkhâne’’ olmaktan öteye
gidemeyen Darü’l-elhan 1923’te Vilayet’e bağlanarak yeniden şekillendirildi. Bir Garp
Musikisi Şubesi açılarak Darü’l-elhan bir çeşit ‘‘yarı konservatuar’’ konumuna sokuldu.
İkinci adım 1 Eylül 1924 tarihinde kurulan Musiki Muallım Mektebi’nin açılması ile atıl-
dı. Cebeci’de Şakir Ağa tarafından otel olarak inşa edilen binada 1 Kasım 1924’te öğretime
başladı. Okul Müdürü Riyaset-i Cumhur Flarmonik Orkestrası Şefi Osman Zeki Bey’di.
Okul Atatürk’ün ‘Halkın musiki ihtiyacını düşünmek gerekir. Halkın musiki zevkinin ge-
lişmesi için bu musikiye (batı musikisine) alışması ve bu musikiden hoşlanması için, köklü
bir musiki ihtiyacı vardır’ sözlerine uygun eğitim yapacaktı. Başlangıçta orta öğretim kurum-
ları için müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan Musiki Muallim Mektebi, gerektiğinde
orkestra üyesi yetiştirme görevini de yaptı.
Üçüncü aşama İstanbul Vilayet makamına bağlı olarak öğretim yapan Darü’l-elhan’ın
yeniden düzenlenerek 1927’de İstanbul Konservatuarı’na dönüştürülmesidir. Yeni dönemde
Konservatuar Türk müziği üstündeki çalışmalarını folklor alanına kaydırdı. Aralarında
genç müzisyenlerden Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken gibi genç
sanatçılar tarafından Anadolu’dan derlenen forklor malzemeleri “Halk Türküleri” adıyla 14
defter halinde yayınlandı. Derlemenin amacı yeni Türk bestecilerine ulusal motif ve tema
malzemesi sağlamaktı.
Atatürk’ün direktifleri ile 19 Şubat 1932’de açılan Halkevleri ile Türk müziği çalışmaları
yeni bir boyut kazandı. İstanbul Eminönü Halkevi, Ulusal Türk Müziğinin en kısa zamanda
doğunun mistik havasından kurtarılarak çağdaşlaştırılmış hali ile halka benimsetebilmek
için harekete geçti. Bu amaçla Viyana’lı Kompozitör Prof. Dr. Joseph Marx’a müzik sorunları
konusunda konferanslar verdirdi. Marx, Türk müziğinin çağdaşlaştırılması için yapılması
gerekenleri şu cümlelerle özetlemiştir. ‘Şimdi önümüzde önemli bir sorun var. Türk müziği
ile batı müziğini birbirine yaklaştırmak… Türk müziği Avrupa müziğinin tekniklerinden
yararlanacak ama ulusal özelliğini hiç yitirmeyecektir’.
Dördüncü aşama Atatürk’ün direktifleri ve himayesi ile Kültür Bakanı Abidin (Özmen)
Başkanlığında 26 Kasım 1934’te gerçekleştirilen müzik kongresidir. Atatürk, aralarında
Veli, Ahmet Adnan, Cemil Reşit, Necip Kazım, Feridun Cemal, Ulvi Cemal, Halil Bedi gibi
çok sayıda ünlü müzisyenin katıldığı kongre ile yakından ilgilenmiştir.
Beşinci aşama ise opera denemeleri ile gerçekleşti. 1934-1935 yılları Ankara’sında
Atatürk’ün girişimi ile ilk opera temsili gerçekleştirildi. İlk opera 19 Haziran 1934’te İran
Şahı’nın Türkiye’ye gelişi onuruna Ankara’da Feridun (Özsöz) operasında sahneye
kondu. Konusu bizzat Atatürk tarafından tespit edilen libretto, Münir Hayri Egeli tarafından
hazırlandı ve bestesi o yıl Riyaset-i Cumhur Orkestrası yönetmeni Ahmet Adnan Saygun’a
verildi. Atatürk, temsili çok beğenmiş ve konuk Şah’ın sanatçıları överek onurlandırmıştı.
1935 yılında da librettosu yine Münir Hayri Egeli tarafından yazılan ve Ulvi Cemal
Erkin’in bestelediği “Ülkü Yolu” operası sahnelendi.
Atatürk, 9 Mayıs 1935’teki CHP Dördüncü Büyük Kurultayı’nın açılışında yaptığı ko-
nuşmada bu çalışmalardan duyduğu memnuniyeti şu cümlelerle ifade etti:
Türk İnkılâbı 213
Tiyatro
Türkiye’nin modernleşmesinde tiyatroyu önemli bir öğe olarak kabul eden yeni rejim, Devlet
Tiyatrosu kurma hedefine ise Atatürk’ün ölümünden sonra ulaşabildi.
Atatürk bu alandaki ilk adımı Haziran 1923’te İzmir’de izlediği bir tiyatro ile attı.
Oyundan sonra oyuncuları tebrik eden Atatürk, kadınlar aleyhine izleyici olarak bile yüz-
yıllar boyunca süregelen yasağın artık sona ermesi gerektiğini söyledi ve devletin tiyatro
sanatını destekleyeceğine söz verdi. Aynı yıl Atatürk, aralarında Yunus Nadi ve Falih Rıfkı
Atay’ın da bulunduğu bazı yakın arkadaşları ile birlikte Türk Tiyatrosunun Temelini atmak
ve geliştirmek istedi.
Bu görüşlerden yola çıkan 1930 sonrası tiyatrosu, Türkiye’nin kaderini çizen, Milliyetçi,
Halkçı, Cumhuriyetçi prensipler ışığında Cumhuriyetçi ruhu topluma ve yeni nesillere
aşılama görevini üstlendi.
22 Şubat 1936’da Anakara’ya gelerek çalışmalara başlayan Ebert, aynı yıl imzalanan
ikinci anlaşma ile Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu’ndaki konservatuar’ın temsil şubesini
kurmak üzere görevlendirildi.
Ancak Atatürk yapılan çalışmaları yeterli bulmamış olacak ki 1 Kasım 1937’de TBMM
Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma yılı açış konuşmasında bu konuda daha çok çalışılması
gerektiğini şu ifadelerle belirtmiştir:
Ancak Devlet Konservatuarı’nın tüm bölümleriyle modern bir öğretim kurumu olarak
açılışı 1940’lara kadar sürdü. Ama her türlü alt yapısını hazırladığı çalışmanın sonuçlarını
Atatürk göremedi.
Heykel Sanatı
Bizde heykelciliğin tarihçesi diğer sanat dalları ile mukayese edildiğinde çok kısadır. Bu
gecikmede en büyük etken, İslam inancında heykelin bir put sayılmasıdır.
Bu alandaki ilk ciddi girişim 2 Mart 1883’te öğretime başlayan Sanay-i Nefise
Mektebi’nde bir heykel bölümünün açılması ile başlar. Ancak okulun heykel bölümüne her
yıl 15 öğrenci alınmasına rağmen 1883 – 1923 yılları arasında ancak üç öğrenci eğitimini
sonuna kadar sürdürüp mezun olabilmiştir. Bunlardan İsa Behzat 1893’te, Mehmet Mahir
Tomruk 1913’te, Rüştü Aşir Acudoğlu 1918 yılında kayıt olmuşlardı.
Cumhuriyet dönemine kadar Türkiye’de dikilen ilk heykel Sivas Valisi Muammer Bey
tarafından 1914–1918 yılları arasında Zara’da diktirilen Sultan Osman anıtıdır. Bu anıt
1936’da Sivas Valisi olan Nazmi Toker tarafından yıktırılmıştır.
Bu konuşmadan, yaklaşık iki yıl sonra heykel konusunu yeniden gündeme alan Atatürk
bu alanda da yabancı sanatçılardan faydalanılacağı açıklandı. Nitekim Türkiye’ye davet
edilen Avusturya’lı sanatçı Heinrich Krippel’e 1926’da İstanbul Sarayburnu ve Konya’da,
1927’de Ankara Ulus Meydanı (Atlı) 1931’de Samsun (Atlı) ve 1938’de Ankara Sümerbank
önündeki Atatürk anıtları ve 1935’te de Afyonkarahisar Zafer Anıtı yaptırıldı.
Türk İnkılâbı 215
1925’te irtibata geçilen diğer heykeltıraş İtalyan Pietro Canonica’ya 1927’de Ankara
Etnografya Müzesi (Atlı) ve Ankara Zafer Alanı, 1932’de İzmir (Atlı) Atatürk Anıtları ve
1928’de İstanbul Taksim Cumhuriyet anıtları yaptırıldı.
1935’te yaptırılan Ankara Güven Anıtı ise Anton Hanak ile Josef Thorak’a sipariş
edilmişti.
Yabancı heykeltıraşlarla ilginç bir hatırayı kendi imkânları ile Almanya’ya gidip Münih’te
değişik atölyelerde heykeltıraşlık eğitimi alan ve yurda döndükten sonra 1925’de Ankara
Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Kenan Yontuç şöyle naklediyor: ‘1928 Eylül ayındaki
evlenme töreninde Atatürk de bulunmuştu. Bir ara Maarif Vekili Mustafa Necati Bey, Paşam
heykeltıraş Canonika’ya bütün vilayetlerimiz için heykelinizi yaptıracağız dedi. Söz istedim:
Paşam izin verirseniz arz edeyim. Timur’un Cengiz’in heykelleri yapılmadı. Namları da
unutulmuş değiller. Sizin askeri dehanız yanında büyük inkılâpçılığınız gelir. İzin verirseniz,
sizin heykellerinizi biz Türk sanatçılar yapalım. Güzel sanatların bu dalında biz çok yeniyiz,
henüz yetişmedik. İleride yetişecekler içlerinden gelecek sevgi ile sizi edebileştireceklerdir.
Mesela ediplerimiz, şairlerimiz, zayıftır diye bu büyük hamâset destanını O, Annunzio’ya mı
yazdıralım? Dedim. Ben konuşurken Kayınpederim Kâzım Paşa dâhil herkes, Atatürk’ün
kızacağından korkarak oradan uzaklaşmıştı. Atatürk, Maarif Vekili’ne dönerek: Çocuk
doğru söylüyor Necati Bey. Bu işi durdurun bizimkiler yapsınlar’ dedi.
İşte bu olayın ardından Türk heykeltıraşlarda sahne aldı. Örneğin Kenan Yontuç,
1930’da İnönü, 1933’te Kazım Özalp büstünü, 1938’de Mersin İnönü heykelini Nusret
Süman, 1934’te Mülkiye Mektebi ve 1935-36’da Artvin Atatürk büstünü, 1935’te Tokat,
1937’de de Muğla Atatürk Anıtını yaptı.
Resim
Türkiye’de batı anlayışında resim 19. yüzyılın ilk yarısında Saray çevresinde ilgi gören
Avrupalı ressamların etkileri ile başladı ve 20. yüzyılın başlarına kadar özgün yöntemleri ile
birkaç kişi ön plan çıktı. Bunlar arasında İbrahim Paşa, Servili Ahmet Emin, Şeker Ahmet
Paşa, Osman Hamdi ve Halil Paşa dikkate değer. 20. yüzyılın başlarında ise İbrahim Çallı,
Feyheman Duran, Hikmet Onat, Nazmi Ziya Güren ve Ruhi Arel dikkat çeker. Bunların
hemen hepsi 1910’da eğitim için Paris’e gönderilen ancak I. Dünya Savaşı’nın başlaması
ile yurda dönen ve Çallı kuşağı diye bilinen ressamlardır.
Bu grup 1919 yılından itibaren her yıl Ağustos ayında itibaren yaptıkları resimleri ser-
gilemeye başladı. Bunlardan 1923 yılında açılan beşinci sergi Cumhuriyet hazırlıklarının
ilerlediği ayların heyecanını taşır. Sergi ile yakından ilgilenen Atatürk, kendi adına açılışı
yapması için Hamdullah Suphi Bey’i görevlendirir.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte devletin, sanat etkinliklerine sahip çıktığı ve ilgiyi
yeni kurulan başkent Ankara’ya çekmek istediği görülür. Nitekim her yıl Ağustos ayında
Galatasaray Lisesi’nde açılan Sanayi-i Nefise sergilerinin, Bakanlar Kurulu Kararı ile 12
Eylül 1926’dan itibaren Ankara’da da açılmasına karar verildi.
Birliğin ilk sergisi Ankara Türk Ocağında Hamdullah Suphi tarafından açıldı. Sergiyi
Atatürk de gezmiş ve genç ressamlara ‘bu sergiyi her yıl devam ettirin’ demişti.
216 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
1933 yılı Cumhuriyet için olduğu kadar resim sanatı içinde çok önemli bir yıldır. O
yıl “Yurt Gezileri adı altında aralarında Nurullah Berk, Abidin Dino, Elif Naci, Cemal Tolu,
İbrahim Çallı gibi sanatçılar Anadolu’ya gönderildi. Yapılan resimler eski Maarif Vekâleti
binasının çatı katında Türk İnkılâp Sergisi” adı altında sergilendi. Serginin açılışı bizzat
Atatürk tarafından yapıldı. Saatlerce sergiyi gezip incelemeler yapan Atatürk bir ara resim
sahiplerinden İbrahim Çallı’ya Efe resimlerini göstererek ‘Efe hiç böyle örtü üzerine oturur
mu? Nerede bu üçünün (Efelerin) atları’ gibi sorular sordu.
Atatürk, diğer sanat dallarına olduğu gibi resim’e ve ressama da büyük saygı duymuş,
zaman zaman da, onlarla görüşmüştü. Örneğin bir keresinde Ressam İbrahim Çallı ile
görüşürken Çallı’nın ‘Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal’in portresini yapmamıza izin
veririmsiniz Paşam’ diyerek üstü kapalı modellik talebine ‘madem ki gönüllerde yaşayan
Mustafa Kemal’i çizmek istiyorsun benim modelliğime ihtiyacın yok’ diyerek cevap verir.
Atatürk sanata büyük önem vermesine karşılık sanatta aşırılığa gidilmesini tasvip
etmez. Münir Hayri Egeli bu konuda ilginç bir örnek nakletmektedir. Hükümet yabancı
bir ressama Atatürk portresini sipariş eder. Portre bittikten sonra bir akşam Çankaya’da
davetlilere gösterilir. Ancak resmin Atatürk’e pek benzemediği konusunda kanaat oluşur.
Bu görüşler karşısında Atatürk ‘Olabilir fakat inanır mısınız bu portre bir aralık bana
son derece benzemişti. Fakat üstat durmasını bilmedi. Sanatkârlar, kumandanlar gibi
zamanında durmasını bilmelidirler. Aksi halde, vardıkları muvaffakiyet zümresinden iniş
başlar. Millî Mücadele’nin sonlarında bir kumandan bana şöyle bir telgraf çekti: Emir ver,
bir hafta sonra Mataban Burnu’ndayım. Derhal kendisine dur emrini verdim. Belki dediği
doğru idi. Fakat biz ülkelerin değil, insanların gönlünü fethetmek isteriz. Eğer biz o zaman
durmasını bilmeseydik, bugünkü dünyada şamil prestijimiz ne olurdu? Kumandanlar da
sanatkârlar gibidirler, bir yerde durmasını bilmezlerse, zaferleri payidar olmaz’ der.
Edebiyat
Atatürk her zaman güzel söz söylemeye ve yazmaya önem vermiştir. Hatta bir ara Timur’un
Ankara’ya gelişi ve Yıldırım Beyazit ile karşılaşmasını konu alan bir tiyatro eseri bile yazma-
ya teşebbüs etmişti. Okuduğu kitaplar arasında Viktor Hugo, Byron Russeu, Montesqiue,
Daudet ve August Comte’nin eserleri vardır.
Atatürk’ün savaş alanlarında at sırtında bile roman okuduğu bilinmektedir. Balkan sa-
vaşlarında şehit düşen dostu Ömer Lütfü Bey’in İtalyan asıllı eşi Madam Corrinne’le mek-
tuplaşmalarında sık sık okuduğu romanlara değinirdi.
Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in eserlerini çok iyi bilir, zaman zaman Fikret’i ezbere
okurdu. Türkçeyi çok iyi kullanırdı. Kültürel ve sanatsal birikimi ile edebiyatın tanımını bile
yapmaktadır.
Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır. Söz ve manayı, yani insan dimağında yer
alan, her türlü bilgiler ve insan karakterlerinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri
veya okuyanları, çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki
edebiyat, ister nesir halinde olsun ister nazım şeklinde oldun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık
gibi bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.
Böyle bir toplumsal değişim içinde edebiyat, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, ülkülere
yönelen ve devrimleri destekleyen eserleri ile toplumu estetik yönden eğiten bir görevi
üstenmiştir. Çünkü devrimler, yeni kurumlarını oluştururken, yeni yetişecek neslin bunlara
sahip çıkması ve geliştirilmesi istenmiştir. Bu yüzden Atatürk diğer sanat dallarında olduğu
gibi edebiyatta da kendisinin ön plana çıkarılmasına taraftar olmamış buna karşılık yapılanlar
ön plana çıkarılarak halka mal edilmeye çalıştırılmıştır. Faruk Nafiz’ın “Kahraman”ı, Reşat
Nuri’nin “İstiklal”i, Aka Gündüz’ün “Mavi Yıldırım”ı, bu niteliktedir.
Yine bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’ni konu edinmesinin yanı sıra, dolaylı olarak eski
Türk yurdunu, tarihi ve soyunu ele alarak bu yoldan Atatürk’le paralellik kuran çalışmalar da
vardır. Örneğin Selahattin Batu’nun “Oğuzata” ve Münir Hayri Egeli’nin “Bayönder”i gibi.
Aynı şekilde Millî Mücadele sonrası devrimlerin, özellikle de batılılaşma ve laik dünya
görüşünün toplumda, ailede ve halkta meydana getirdiği problemler romanlarda açıkça yer
almış, karşı çıkılan kurum ve düşünceler rahatça eleştirilmiştir. Bu alanda Halide Edip’in
“Vurun Kahpeye”, Yakup Kadri’nin “Nur Baba”, Reşat Nuri’nin “Yeşil Gece”, Memduh
Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları, Peyami Safha’nın 9. Hariciye Koğuşu romanları
dikkat çekicidir.
Dönemin sosyal çalkantılarını en iyi yansıtan eserlerden biri ise hiç şüphesiz Yakup
Kadri’nin “Panaroma”sıdır.
Şiir
Atatürk okul yıllarından itibaren şiire ilgi duymuş ve bilhassa hocası Ömer Naci’nin anla-
tımlarından etkilenmiştir. İdadi’de okurken şiire duyduğu ilgiyi Ocak 1922’de “Hayata Dair
Hatıralarından” bahsederken şöyle anlatmaktadır. ‘Şiir yazmak hakkında idadi Hocası’nın
vaaz ettiği memnuiyeti unutamıyorum. Fakat güzel söylemek ve yazmak baki idi’.
Atatürk baki olan bu duygudan bahsederken ‘İnsanlarda bir takım ince yüksek ve te-
miz duygular vardır ki, insanlar onları yapar. İşte o ince yüksek, derin ve temiz duyguları en
ziyade duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir’.
218 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bu duyguların en iyi şekilde anlatılabilmesi için esaslı bir kültür sahibi olunması
gerektiğine inanan Atatürk, bu niteliklere sahip olduğuna inandığı Mehmet Emin Yurdakul’un
Millî Mücadele’ye katılmak için İnebolu’ya geldiğini duyunca ona şu telgrafı çekmiştir:
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Atatürk şiiri estetik değerinin yanı sıra yeni ufuklara
yönelen bir sanat dalı olarak görür. Bu bakış açısı Cumhuriyet’in ilk on yılında kendisini Millî
Mücadele yıllarındaki zaferleri yücelten ve Anadolu’nun duygu ve hasret yüklü deyişlerini
yeniden keşfetme gayreti olarak belli etti.
Hece vezni ve milliyetçi duygu ile yazılan şiirlerde amaç, konularını Cumhuriyet
devrimleri ve Anadolu bozkırı ve insanlarından alan bir “Memleket Edebiyatı” yaratmaktı.
Hareketin dikkat çeken öncüleri arasında Ömer Bedrettin, Arif Nihat, Kemâlettin Kâmi, Zeki
Ömer Defne, Necmettin Hali gibi isimler sayılabilir.
1928’den sonra Türk şiirinde bir çeşitleme ve yoğunlaşma görülür. Bu dönemde dikkat
çeken şairlerden bazıları Fransız Ozanların (Baundelaire, Valery gibi) etkisi ile Ahmet
Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip gibi sembolist estetiği benimseyen, kimi Ahmet Kutsi Tecer
gibi Folklor ve Köy hayatından örnekler veren kimi de Necip Fazıl gibi mistik bir Anadolu’dan
bahseden şiirler yazıyordu. Bu arada Nazım Hikmet sosyal içerikle kaleme aldığı, şiirleri ile
edebiyata yeni bir hava getirdi.
1933’te Behçet Kemal, Cevdet Kudret, Yaşar Nabi, Ziya Osman ve Cihat Sıtkı’nın
katılımı ile süren şiir etkinliği, 1938 ve sonrasında Fazıl Hüsnü, İlhan Berk, Orhan Veli,
Cemal Süreyya ve Turgut Uyar gibi şairlerin günlük dile karşı çıkan, sadece seçkin kelime
ve çağrışıma dayanan anlayışları ile yeni bir boyut kazandı.
Fotoğrafçılık
Resimde Cumhuriyet öncesi malzeme incelendiğinde fotoğraf sanatının çoğunlukla anı ve
belge fotoğrafçılığı ile sınırlı kaldığı görülür. Zengin kişilerin madalya ya da gümüş çerçeve
içindeki portrelerinden, şehir görüntülerini yansıtan kartpostallardan dönemin hayat tarzını,
giyim kuşam özelliklerini ve meslek gruplarını tanımak mümkündür. Bu sebeple fotoğraf
malzemesi yalnızca sanat ürünü olarak değil aynı zamanda kültür tarihi olarak da çok de-
ğerlidir.
Atatürk döneminde diğer alanlarda olduğu gibi fotoğrafçılık alanında da Batılı fotoğraf-
çılardan faydalanılmış ve Avusturya’lı fotoğraf sanatçısı Othmar Plerschy Türkiye’ye davet
edilmişti.
1936’da Atatürk’ün emri ile Ulus Gazetesi’ne alınan Cemal Işıksel Atatürk’ün hayatını
belgelendirdi. 1930’lu yıllarda Halkevleri, Atatürk’ün direktifleri ile amatör fotoğrafçılığı milli
bilinci canlandırmak amacı ile desteklemeye başladı. Kurslar açıldı. Sergiler düzenlendi.
Türkiye’nin doğal ve tarihi güzellikleri bu sergiler aracılığı ile hem halka hem de dışarıya
tanıtıldı.
Mimarlık
Geçmiş ile günümüzün ve Türk ile Batı’nın bir sentezini oluşturma fikri mimarlıkta yeni bir
düşünce değildir. Batı ile ilişkilerin ilk yıllarında başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere gayri-
müslim mimarlar yerli ve yabancı öğeleri kaynaştırmaya çalıştılar.
Türk İnkılâbı 219
‘Bir sene zarfında Ankara’da pek çok ıslahat yapılmış ve yüksek binalar inşa edilmiştir.
Bu ise Türkiye’yi idare eden hükümetin millet ve memleketi inkırazdan (batmaktan-yok
olmaktan) kurtaran büyük bir liderin himmeti ile olmuştur. Ankara hükümet merkezi olmaz
diyenlerin bu vehimleri (endişeleri) zail (yok) olmuştur. Ankara artık ebediyen Türklerin
hükümet merkezi olacaktır.’
Ankara’da başlatılan kent uygulamaları ülkede 1930’lardan sonra büyük bir hızla arttı.
Hükûmet ise çağdaş kent uygulamalarına katkı sağlamak için 1930’da,1580 sayılı Belediye
Yasası’nı çıkardı. Belediyelere bu yasa ile “Müstakbel Şehir Planı” ve en az beş yıllık
çalışma ve imar programı yapma mecburiyeti getirildi. 1935 yılında 1580 sayılı yasaya ek
2163 sayılı yasa ile nüfusu on binden fazla olan belediyelerin harita ve imar planları ile bazı
altyapıları için 2494 sayılı yasayı çıkardı. Yasanın yürütme yetkisi ise İçişleri Bakanlığına
verildi. Ayrıca kentlerin bayındırlığı için 1933’de Belediyeler Bankası kurularak hem
belediyelere maddi yardım yapılması sağlandı hem de özel bir denetim yolu oluşturuldu.
Ancak ülke genelinde yeterli sayıda mimar olmaması sebebiyle yurt dışından çok
sayıda mimar getirildi. Bunlar bir önceki döneme göre daha akılcı uluslararası bir biçim
anlayışıyla eserler verdiler. Örneğin Avusturya’lı Clemens Holzmeister Milli Savunma
Bakanlığını (1928-1930)’da, Ankara Orduevini (1930-1933)’de, Cumhurbaşkanlığı Köşkünü
(1931-1932)’de, Merkez Bankasını (1931-1934)’te, Yargıtay’ı da (1933-1934)’te inşa etti.
Kemâlettin Bey’ler tarafından belirlenen I. Milli Mimarlık Akımı, milli bilinci onurlandırıcı
bir üslup geliştirdiği için yönetim tarafından da desteklenmiş ve kışla, tren istasyonu,
okul gibi yapıların bu üslupla inşa edilmesini istemiştir. Bu dönemde yapıların önemli bir
kısmı Vedat Tek, A. Kemâlettin Bey, Arif Hikmet Koyuncuoğlu, Tahsin Sermet, Necmettin
Emre tarafından yapılmıştır. Bu mimarlardan Ankara’ya ilk gelen Vedat Bey’dir. Vedat Bey
önce Çankaya Gazi Köşkü’nü onarmış, 1922’de, 1924’ten sonra TBMM olarak kullanılan
Cumhuriyet Halk Fıkrası Mahveli’ni kendine özgü mimarlık anlayışı içinde biçimlendirmiştir.
Ankara Palas’ın inşasına başlamış fakat Kemâlettin Bey tarafından bitirilmiştir. 1926’da
Arif Hikmet (Koyuncuoğlu)’e Kutsal emanetleri saklamak ve Türk Forklorunu tanıtmak için
Ankara Etnografya Müzesi yaptırılmıştır.
Bu dönemde Anadolu’da dikkat çeken bazı eserler ve mimarlardan örnek vermek ge-
rekirse Fatih Ülkü Konya Postanesi, Necmettin Emre İzmir Halkevi.
iktisat mektebimiz vardır. Buna ben (Yeni Türkiye’nin İktisat Mektebi) diyorum. Yukarıda
zikrettiğim mekteplerin hiç birine mensup olmamakla beraber, memleketimizin ihtiyacına
göre bunlardan istifade etmeyi de ihmal etmeyeceğiz. ...İktisadî teşebbüs kısmen devlet
ve kısmen özel sektör tarafından yürütülmelidir” diyerek, takip edilecek metodu belirtmişti.
Mahmut Esat Bey konuşmasında iktisâdiyatımız için şunları tavsiye ediyordu:
1) Meslek Teşkilâtı,
2) Kredi Kurumları,
3) Makine Devri,
4) İktisat mücadelesini birlikte vermek,
5) Kendi kendimize yetmek,
6) İthalat ve ihracat arasında denge sağlamak.
Önerilenlere baktığımız zaman Millî İktisat politikamızın karma bir sistem olduğu izle-
nimi belirmektedir. İşbirliği ve kaynakların tam kullanımı belirtilenlere göre esastır.
Mahmut Esat Bey, esas gayenin kendi kendimize yeterli olabilmek olduğunu belirttikten
sonra kalkınma yolunda yeterli elemanın bulunmadığını, teknolojik gelişmenin sağlanması
için dış yardımın alınabileceğini ve bu alanda Chester grubuna mensup Mister Kennedy ile
mühim bir mukavelenamenin tanzim edildiğini belirtir. Böylece genel menfaatlerin bir gereği
olarak Türk yasalarına uymak ve Türk girişimcileri ile eşit şartlarda rekabet etmek şartıyla
gelebilecek yabancı sermayeye kapılar açılmıştı. Bu çerçeve içinde Atatürk yabancı ser-
mayeye karşı değildi. Nitekim “Efendiler, iktisadîyat sahasında düşünürken ve konuşurken
zannolunmasın ki, biz ecnebi sermayeye karşı bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz çok
geniştir. İşgücü ve sermaye ihtiyacımız vardır. Binaenaleyh kanunlarımıza uymak şartıyla
yabancı sermayeye lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ve şayanı arzudur ki
bizim için ve onlar için faydalı neticeler versin, fakat eskisi gibi değil” demişti.
İzmir İktisat Kongresi başkanı ve sanayi temsilcisi Kâzım Karabekir Paşa da, iktisat
derken, üç önemli noktaya değinmektedir:
Karabekir Paşa’nın da ifadeleri açıkça gösteriyor ki, halkın önde gelen ihtiyaçları ara-
sında bulunan ulaşım, fabrika yapımı gibi genel menfaati ilgilendiren hususlarda devlet,
önder ve denetleyici oymalıdır. Ancak özel girişimciye de gerekli fırsat tanınmalı, devlet
caydırıcı rol oynamamalıdır.
İzmir İktisat Kongresinde önemle üzerinde durulan konulandan biri de “toprak refor-
mu” meselesidir. Atatürk bu alandaki görüşlerini açıklarken “Memlekette topraksız çiftçi
bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olan ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın
hiç bir sebep ve suretle bölünmez bir mahiyet alması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin
işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus keşiflerine
ve toprak verim derecesine göre sınıflandırmak lazımdır...” “Küçük, büyük bütün çiftçilerin
iş vasıtalarını artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri vakit geçirilmeden alınmalıdır”
diyerek Cumhuriyetin ilk yıllarında nasıl bir sosyo-ekonomik politikanın izleneceğini ortaya
koymuştur.
222 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Kongre’nin kabul ettiği kararlar binlerce nüsha basılarak köylere varıncaya kadar da-
ğıtılmıştır. İktisadi Misak’ın belli başlı maddeleri şunlardır:
1) Türkiye, Milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklâl ile dünyanın barış ve gelişme
unsurlarından biridir.
2) Türkiye halkı milli hâkimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiği için hiç bir şekilde
feda etmez.
3) Türkiye halkı tahribat yapmaz, imar eder.
4) Türk halkı sarf ettiği eşyayı mümkün mertebe kendisi yetiştirir. Çok çalışır, vakitte
ve servette israftan kaçar.
5) Türkiye halkı, servet itibarı ile bir altın hazinesi üzerinde oturur.
6) Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımızdır.
7) Türkler, İrfan ve marifet âşıkıdır. Her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir.
8) Şavaşlardan dolayı nüfusumuz azaldığı için sağlık ve sihhate önem vererek nüfu-
sumuzu arttırmak en birinci emelimizdir.
9) Türk, dinine, milliyetine, toprağına,hayatı ve müessesatına düşman olmayan mil-
letlerle daima dosttur.
10) Türk, açık alın ve serbestçe çalışmayı sever.
11) Türkler, hangi din ve mezhepten olursa olsunlar candan sevişirler.
12) Türk ailesi çocuklarını İktisadi Misak’a göre yetiştirir.
Kogre’de alınan belli başlı kararlar da şu şekilde özetlenebilir:
1) Koruyucu gümrük vergileri yolu ile sanayının korunması.
2) Sanayinin teşvik edilmesi.
3) Sanayi için gerekli elemanların yetiştirilmesi.
4) Bir ana ticaret bankasının kurulması.
5) Borsaların millileştirilmesi.
6) Tekelciliğe karşı mücadele.
7) Ticaret ataşeliklerinin kurulması.
8) Aşar’ın kaldırılması.
9) Tütün ekim ve ticaretinin serbest bırakılması.
10) Tarım alet ve makinalarının standartlaştırılması.
11) Tarımsal kredinin düzene sokulması.
12) Yol vergisi gelirinin şose yapımında kullanılması.
13) Amele yerine işçi denilmesi.
14) Çalışma süresinin sekiz saate indirilmesi.
15) Kaza ve hayat sigortasının kurulması.
16) 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmaması.
17) Milletvekili ve Belediye seçimlerinde mesleki temsil ilkesinin uygulanması.
Türk İnkılâbı 223
Bu kararların ilk üçü Sanayiı Grubunun; 4’ten 7. Maddeye kadarı Tüccar Grubunun;
8’den 12’ye kadar olan maddeleri Çiftçi Grubunun ve geri kalanlar da İşçi Grubunun talep-
leri doğrultusunda alınan kararlardır.
ULAŞIM MESELESİ
Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra ekonomik zaferin kazanılmasına gelmişti.
Devletin kalkınabilmesi, milletin refaha erişebilmesi, bağımsızlığın sürdürülebilmesi,
ekonomik zaferin kazanılmasına bağlıydı. Atatürk; “Bundan sonra da pek mühim zaferlere
kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil iktisat ve ilim zaferleri ile olacaktır...”
diyordu. Ve bunun temini için ulaşım meselesinin halledilmesi gerektiğini belirtiyordu.
“Milletimiz fakir düşmüştür. Memleketimiz harap olmuştur. Bu fakirliğin ve harabenin çeşitli
sebepleri vardır. Bunların en mühimi iktisadî sahada geriliğimizdir ve bu geriliğe sebep
olan yegane sebep de yolsuzluktur..” “...Türkiye’nin iktisat hayatının yükselmesi ancak
demiryollarıyla olacaktır. Milletin saadeti istiklâli bu yollardan geçecektir. “Burada mühim
olan nokta, Türk milletinin bu hakikati bütün müşkillerine rağmen takdir etmesi ve ona sahip
olması keyfiyetidir...”
Tarım alanında yapılan her türlü iyileştirmeye rağmen zirai alanda çalışan nüfusun
%32’sini oluşturan çiftçi ailelerin yıllık geliri 129 liradır. Aynı yıl sanayici ailenin yıllık gelirinin
1000 lira civarında olduğu göz önüne alınırsa, çiftçinin durumunu daha iyi anlayabiliriz.
1927 senesinde havaların kurak gitmesi gelirin düşmesinde önemli etken oldu. 1 Kasım
1929’da Atatürk sulamanın yapılabilmesi için su işleri idaresinin kuruluşundan bahsetti.
Ancak bu kez 1929 sanayi buhranı çiftçiyi zor duruma düşürdü. Çiftçi ailesi 1929’da 1 metre
yünlü kumaşı 55 kg buğday alabilirken, 1931’de 160 kg. buğday ödemek zorunda kaldı.
Çünkü buğday fiyatları 8 kuruşa düşmüştü.
19 Nisan 1925’te çıkarılan yasa ile Türk Sanayii ve Maadin Bankası kuruldu. Banka,
sanayici ve maden sektöründe çalışanlara kredi vermek amacıyla hizmete açılmıştı. Devlet
Feshane Yünlü Dokuma, Bakırköy Dokuma, Beykoz Deri ve Kundura, Hereke İplik ve Yünlü
Dokuma sanayinin yönetimini bankaya bırakmıştı. Bankanın sermayesi devletin kendisine
devrettiği işlemlerin payıyla, bu işlemlerin döner sermayesinden oluşacak ve her yıl bütçeye
konacak sanayi besleme ödeneği ile beslenecekti. 1932’de sermayesi 8,97 milyon TL idi.
Ancak, banka pek başarılı olamamış, bir süre sonra da Sümerbank’a geçmişti.
Lozan Antlaşması ile 1924’te yürürlükte bulunan gümrük resimlerini beş yıl süreyle
dondurduğundan sanayinin desteklenmesindeki önemli araç olan gümrük korumacılığı
1929’a kadar uygulanamadı. Bununla birlikte 6 Mayıs 1925’te kurulan Şeker Fabrikası için
bazı ayrıcalıklar elde edildi. Bu ayrıcalıkların bazıları şunlardı; Fabrika için pancar üreten
üretici 10 yıl süre ile arazi vergisi vermeyecek, fabrika personeli 10 yıl süre ile kazanç
vergisinden muaf tutulacak, fabrika arsası 5 hektarı aşmamak kaydı ile devlet tarafından
temin edilebilecekti.
Yabancı sermaye de Anadolu’ya gelmekten kuşkuluydu. Bir avuç başarılı olmuş askerî
liderin ekonomik reform alanında pek etkili olamayacağını sanıyorlardı. Buna rağmen
yabancı tahvil sahipleri ve azınlık gruplarına mensup iş adamlarına yaptığı destekle Türk
ekonomisindeki yerini almıştı. Yani 1923-1930 yılları arasında Türk sanayinin kurulmasında
yabancı sermayenin rolü küçümsenmeyecek kadar fazlaydı. Bu sebeple ithalat ihracat
dengesi bir türlü kurulamamıştı.
Malî politikada denk bütçe ve düzgün ödeme ilkelerini benimsemiş olan hükümet
para politikasında da sağlam para politikasını benimsemişti. Atatürk’ün; “Maliyemiz Millî
paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik
etmektedir” yolundaki sözleri bunun açık ifadesidir. Bununla beraber özellikle ithalat ihracat
arasındaki dengesizlikten dolayı fiyatlarda %3.1’lik bir artış görülmektedir. Artışı sterlin ve
altında gösterirsek 1923’te sterlin 729 kuruş, 1929’da 1009 kuruş, 1923’ten 1929’a artış
oranı %23.6’dır.
1) Sanayide belirlenen hedefe ulaşmak için bazı noktalara daha fazla ağırlık
verilmesi,
2) Altyapı yatırımları ve stratejik sanayilerin kurulmasıyla, diğer yan dalların teşvik
edilmesi,
3) Kurulacak stratejik sanayilere iç pazar bulunması,
4) Türk parasının değerinin korunması.
İşte bu önemli sebeplerden dolayı, ekonomik politikada bir miktar değişiklik yapılınca
“Devletçilik” adını verdiğimiz yapı ortaya çıkmış oldu.
DEVLETÇİLİK TANIMI
Ekonomik alanda yapılan bu değişikliklere bir isim bulunmalıydı. İsmet İnönü, 30 Ağustos
1930’da Serbest Fırka ile Halk Fırkası arasındaki tartışmalar had safhada iken, Sivas
demiryolu açış konuşmasında bu ismi ortaya koydu. ‘’Liberalizm nazariyatı bütün bu
memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisâdiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi
bu istikamete sevk eden bu milletin ihtiyacı ve bu milletin fıtri temayülüdür. ...” Buna karşılık,
1931 C.H.P. programında belirtilen devletçiliğin tanımı çok daha açık ve kesindir. Burada
“sanayi alanında milletin çıkarları gerektiği zaman, refah sağlamak için devlet aracılığı
kullanılacaktı. Ancak, yine de özel teşebbüse izin verilecekti. Hangi alanlarda duruma
müdahale edileceği gelişmelere bağlıdır. Böyle bir müdahalenin gerekliliği kararlaştırılırsa
ve o alanda özel teşebbüs varsa özel bir yasayla o işin hükümetçe devralınması sağlanır”
deniyordu.
1935 senesinde önemli ölçüde kendisini ortaya koyan sistem CHP kurultayında şöyle
tanımlandı.
“Hususi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman
içinde milleti refaha, memleketi memuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek men-
faatlerinin icap ettirdiği işlerde bilhassa iktisadî sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim
esaslarımızdandır. İktisadî işlerde devletin ilgisi fiilen yapılaşmaya önem verdiği gibi özel
teşebbüsleri teşvik ve yapılarını düzenlemek ve denetlemektir.
Devletin hangi iktisadî işleri fiilen yapacağının takdiri milletin umumi ve yüksek men-
faatlerinin icabına bağlıdır. Eğer devletin bu icap yolunda fiilen yapmaya karar verdiği iş
hususi bir teşebbüs elinde bulunuyorsa bunun alınması her defasında bir kanun yapmaya
bağlıdır. Bu kanunda hususi teşebbüsün, bu yönden uğrayacağı zararın devlet tarafından
tanzimi şekli gösterilecektir. Zararın takdirinde istikbale ait muhtemel kâr düşünülmez.”
PLANLI DÖNEM
I. ve II. Beş Yıllık Sanayi Planı
1929 Dünya İktisadî Buhranı Türkiye’nin de sosyal ve iktisadî gelişmesinde önemli değişik-
liklere sebep oldu. Devletin ve milletin en kısa zamanda kalkınmasını temin edebilmek için
yeni bir arayış içine girildi.
Hükümet 1929’da Türk sanayisi için bir takım koruyucu maddeler koymuştu. 11 Haziran
1930’da daha önce devlet hazinesi ve Osmanlı Bankası tarafından yürütülen para basma
ve denetim altında bulundurma yetkisi yeni kurulan T.C. Merkez Bankasına devredildi.
Böylece hükümet ilk kez para politikasını tam olarak ele almış oluyordu.
Diğer taraftan millî sermayenin özendirilmesine çalışıldı. 1929 Şubat’ında, 1927 tarihli
Teşvik-i Sanayi yasasını pekiştirir nitelikte “Tasarruf ve Yerli Malları Haftası” açıldı. İsmet
Paşa bu konuya değinirken “İktisadî teçhizat için acil olan... esaslı vasıta sermayedir.
228 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Sermaye için dışarıdan gelen paranın kıymeti söz götürmez. Fakat asıl millî sermaye,
milletin kendi tasarrufu... ile temin olunmalıdır” demişti.
Zaten 1931 yılına kadar gerek tedirginlik ve gerekse dış politika problemleri (Musul
meselesi, borçlar, Etabli meselesi vb. gibi) sebebiyle yabancı sermayenin yurda getirilmesi
temin edilememişti. Bu sebeple 1931 sonrasında yabancı sermayeye daha fazla ümit
bağlanması görüşü ağırlık kazandı. Diğer taraftan Avrupa’da diktatörlük ve diktatörlüğe
bağlı hareketlerin ortaya çıkması onların ekonomik modellerine de kuşku ile bakılmasına
sebep olmuştu. Ancak bu dış sistemlerin hiç birinin incelenmeyeceği anlamına gelmezdi.
1932 yılında Atatürk, Başbakan İsmet İnönü’yü iktisadî gelişmeleri yakından incelemek
maksadıyla Sovyetler Birliğine gönderdi. Daha sonra Sovyetler Birliğinden bir heyet aynı
yıl Türkiye’ye davet edilerek, iktisadî şartlar tetkik ettirildi, yeni yatırım alanları ve tesisleri
hakkındaki tavsiyeleri alındı. Bilahare Sovyet heyeti tarafından hazırlanan rapordan 5
yıllık plan için faydalanıldı. 1933 yılında Türkiye Amerika’dan da bir heyet davet etti. Bu
heyetten de Türk Ekonomisi ve gelişmesi hakkında rapor istendi” ve sanayi planlarının
hazırlanmasında faydalandı.
Ancak tespit edilen yeni politika herhangi bir ideolojik eğilimden kaynaklanmış değildi.
Üçüncüsü 1933 tarihli Birinci 5 Yıllık Sanayi Planıdır. Bu plan üç hedefe ağırlık veri-
yordu.
Dördüncüsü 1936 tarihli İkinci Sanayi Planıdır. İkinci Sanayi Planı içerik ve uyandı-
racağı sosyal ve ekonomik hareket bakımından birincisine göre daha geniş ve ayrıntılıdır.
1929 Dünya ekonomik buhranından sonra hükümet 1933’e kadar ekonomiye düzen-
siz bir şekilde müdahale etmiş ve aynı yıl planlı döneme geçmişti. Planın Başbakanlığa
sunuluş yazısında İktisat Vekili; amacı üç noktada özetlemişti:
1) Sürüp giden genel bunalım nedeniyle çözümü güçleşen döviz darboğazını aşmak,
2) Hammaddelerin dünya piyasalarında düşen fiyatları karşısında, Türk işçi ve
çiftçisine daha kârlı çalışma alanları bulmak,
3) İhtiyaç duyulan araç ve gereçlerin çok uygun ekonomik şartlar içinde sağlanmasını
temin etmek.
Bunun için gerekirse dış devletlerden kredi sağlanacak, fakat ithalat ve ihracat
arasındaki dengenin mutlaka kurulması için gayret sarf edilecektir. Nitekim Nisan 1932’de
Türk İnkılâbı 229
Sovyetler Birliği ile sanayi maddeleri ve makine ithalatı için 8 milyon dolarlık kredi alınması
konusunda mutabakata varılmıştı. Yardım, faizsiz kredi olarak 21 Ocak 1934’te Ankara’da
imzalanan protokolle gerçekleşti. Aynı gaye ile bir Amerikan firması olan “Kreuger”den
1930’da 10 milyon dolar “Kibrit Tekeli istikrazı” için uzun vadeli kredi alınmıştı. Diğer taraftan
1933’te 12 milyon, 1934’te 30 milyon liralık iki uzun vadeli iç borçlanmaya gidilmişti. 1938’de
ise İngiltere’den 16 milyon sterlinlik kredi alınmıştı.
1933 planı ile uygulamada sadece sanayi sektörüne 100 milyon TL’lik yatırım yapılmış,
elektrik üretimi, liman, demiryolu yapımı gibi altyapı hizmetleriyle birlikte toplam 311 milyon
TL harcanmıştı. Memleketin kısıtlı kaynakları içinde bu fon önemli ölçüde demiryolu, deniz
taşımacılığı, posta servisleri ve devlet tekellerinden oluşturulmuştur. Yatırımların önemli bir
kısmını 3 Haziran 1933’te Devlet Sanayi Ofisi ile Kredi Bankasının birleşmesinden oluşan
Sümerbank, Haziran 1935’te kurulan Etibank, 27 Aralık 1937’de millîleştirilen Denizcilik
Bankası, 1933’te kurulan İller Bankası ve 1930’dan önce kurulmuş olan Ziraat ve İş Bankası
tarafından yürütülüyordu.
Sümerbank, plana uygun olarak yeni fabrikalar açtı, özel sermayeli başka iş alanlarına
girdi. Pamuklu ve yünlü kumaş, çimento, demir, sentetik, vb. alanlardaki üretimi arttırdı.
Belli başlı sanayi kollarında okullar açtı. Yurt dışına giden öğrencilere burs verildi. Daha
sonra satış mağazaları açarak özel teşebbüsle rekabete girdi. Böylece fiyatların düşük
tutulması sağladı.
Vilayet, belediye ve kömür idareleri vergi gelirlerinin %5’i ile kurulan İller Bankası’nın
gayretleri neticesinde asgariye indirilmişse de, 1929-1939 arası 10 yıllık süre içinde %20
oranında artmıştır. Bu artış tarım sektörüne devlet yardımından ziyade tarım sahasının
%4.86’dan, %12.25’e çıkmasıyla açıklanabilir.
UYGULAMA
Sanayi Politikası
Uygulama, belirgin olarak kendisini sanayi politikasında gösterdi. Yeni fabrikaların
kurulmasına çalışıldı. Bu fabrikaların üretim konuları, ne ölçüde ithal ikamesi sağlayacakları,
başlıca hammaddelerinin yurtta bulunup bulunmadığı, bulunmadığı takdirde nasıl temini
yoluna gidileceği üzerinde durulmuştur. Kurulması ve geliştirilmesi gereken sanayi kollarının
başlıcaları şunlardır. Dokuma, Bakır, Kağıt, Yapay İpek, Cam, Demir-Çelik, Gübre, Şeker
ve Çimento vb. sanayidir.
Birinci Sanayi Planı’nın en belirgin özelliği yatırımların umulandan erken bitirilmiş ve yatırım
sahaları daha çok ilk anda vatandaşın ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılmış olmasıdır. İhtiyaçların
bir an önce giderilmesi için Teşvik-i sanayi yasasına daha fazla önem verilmişti. Neticede üretim
değerinin büyük artışı yanı sıra yerli hammadde kullanımında da gelişme görülmüştü. Örneğin
1932 yılında 137,9 milyon olan üretim değerinin % 60,3’ü yerli hammadde kullanımına ait iken,
bu oran 1937’de % 96’ya yükselmiştir.
İkinci Sanayi Planı kendi kendine yeterli olmanın yanı sıra, doğal kaynakların verimli
kullanılması ilkesine büyük önem vermiştir. Önemle üzerinde durulan konular arasında
enerji, madencilik, petrol, azot, deniz ürünleri ve afyon sanayi ifade edilebilir.
230 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bağımsızlığın Korunması
Atatürk milletlerarası ilişkilere gerçekçi yaklaşmıştır. Dış politikada bağımsızlıktan taviz
vermemiş ve bu konudaki kararlarını açıkça söylemiştir. Misâk-ı Millî’de ifadesini bulduğu
biçimde her alanda tam bağımsızlığın tesisi ve onun korunması temel hedefi olmuştur.
Türk milletinin, bağımsızlığa verdiği önemden dolayı Sivas Kongresi’nde “Manda”ya
şiddetle karşı çıkan Atatürk, Lozan Barışı’ndan sonra Millî Misâk yolunda aynı kararlılıkla
hareket etmiştir. Atatürk, tam bağımsızlığı tanımlarken “İstiklâl-i tam, denildiği zaman,
tabii ki siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsı ve benzeri her hususta istiklâli tam
ve serbestîsi tam anlaşılmalıdır. Bu saydıklarımın her hangi birinde istiklâlden
mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamda bütün istiklâlden mahrumiyeti
demektir.” diyordu. Bu anlayışla hareket eden Atatürk, Londra Konferansı’nda Bekir Sami
Bey’e, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye verdiği direktiflerle hedefe adım adım
ilerlemiş, Fransa ve İtalya’ya daha önce tanınmış olan ayrıcalıkları kabul etmemiştir.
Lozan Barışı sırasında, Boğazlar için geçici bir süre kabulü zorunlu görülen egemenlik
kısıtlamalarını da 1936 Montrö Anlaşmasıyla ortadan kaldırdı. Azınlık okullarına tanınan
kültür ve eğitim ayrıcalıklarına son verdi. Barışçı ve denge politikasının benimsenmiş
olmasına rağmen milletimizin hakları söz konusu olduğu zaman, Etâblı ve Hatay
meselesinde olduğu gibi gerekirse silaha bile sarılmaktan çekinmediğini açıkça ifade etti.
Hukuk’a Uygunluk
1923’ten bu yana uygulanan dış politikada devletler hukukuna bağlılık ve saygı Türkiye’nin
temel prensibi olmuştur. Antlaşmaların tek taraflı feshedildiği dönemlerde dahi ahd-ı vefa
kaidelerine uyarak haklı ve meşru taleplerini antlaşma ve müzakereler yoluyla halletme
metodunu takip etmiştir. Mesela; Türkiye, Montrö’de elde ettiği bütün menfaatleri sadece
Lozan antlaşmasını feshettiğini ilanla temin edecek kuvvette olduğu ve kimsenin buna mani
olacak vaziyette bulunmadığı bir sırada, bu yolu tutmayıp işi anlaşarak ve gönül rızası olarak
yapmayı tercih etmesi, bütün sulh ve barışseverler tarafından takdirle karşılanmıştır. Aynı
şekilde Hatay konusu da hukuk kuralları çerçevesinde ve herhangi bir yanlış anlaşılmaya
sebebiyet vermeyecek şekilde halledilmiştir.
1930’lu yıllarda ise Akdeniz’deki İtalyan tehlikesine karşı Türkiye denge unsuru olarak
revizyonist olmayan batıyı daha uygun görüyordu. Çünkü bu tarihlerde Rusya tüm dikkatini
Almanya’ya çevirmişti. İtalya’ya karşı Türkiye’yi korumak gibi bir şeyi düşünmüyordu.
Savaşlar ve antlaşmaların amaç olmaktan ziyade araç olduğunu kabul eden Atatürk,
karşılıklı güven ve işbirliğinin bu tür olaylara yer vermeyeceği kanaatini her zaman dile
getirmişti.
Atatürk 1931’de “Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhine ol-
mayan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır.” demişti.
Batılılaşma
Atatürk’ün dış politikasındaki temel hedef Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılmasıdır.
Bunun için batıya yönelmek gereği vardır. Atatürk daha 1923’te bunu açıklamıştı. “Türkler hep
garba doğru gitti. Avrupa Türkiye’si daha doğrusu garba teveccüh etmiş bir Türkiye istiyoruz.
Bütün meselemiz Türkiye’de çağdaş bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu
edip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir.”
232 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Türkiye kuruluşundan itibaren “Batı” ile savaşmasına rağmen, batıya yönelmiş, batının
yalnız tekniğini değil metodunu da kabul etmiştir. Batıya yönelişin önemli sebeplerinden
biri de güvenliktir. Avrupa ancak kendisiyle benzerlik halindeki bir Türkiye ile bir arada
yaşamaya razı olabilirdi. Bunun yanı sıra demokrasi rejiminin batının temel yönetim biçimi
olduğuna göre demokrasiye inanmış bir ülke olarak Türkiye`nin batıya yönelmesi gerekliydi.
Dış dünya ise Türkiye’de yapılan ekonomik reformların pek etkili olamayacağını
sanıyordu. Türkiye’nin Rum ve Ermenilerin yardımını almadan özellikle ekonomik kalkınma
politikasının etkili bir şekilde yürütülemeyeceği kanaatindeydiler. Buna rağmen Türkiye dış
münasebetlerinde dostça bir tutum içindeydi. Bu çerçeve içinde Rusya ile sosyal, siyasî
ve ekonomik işbirliğine girmiş, batıda ekonomik bunalımı atlatmayı başaran Almanya ile
ekonomik münasebetlerin yanı sıra kültürel ilişkileri de geliştirmişti. Ama her şeye rağmen
1923–30 dönemi Türk dış politikası son derece temkinli ve batı ile münasebetlerinde
kuşkuludur.
Diğer taraftan aralarındaki sınır uyuşmazlığını halleden iki devlet 18 Mart 1926`da
dostluk ve iyi komşuluk antlaşmasını parafe etmişlerdi. Ancak bu sırada Musul meselesi
devam ediyordu. Ve Fransa Musul konusunda İngiltere’nin tarafını tutuyordu. Bunun için
dostluk ve iyi komşuluk antlaşmasının imzalanması meselenin çözümünden sonra 30 Mayıs
1926`da Türk-İngiliz–Irak antlaşmasını aynı günde tasdik etti. Sözleşmenin 7. maddesine
göre İskenderun bölgesi için kurulan özel rejim daima göz önünde bulundurulacaktı.
İtalya 1923–30 döneminde bazı ufak tefek anlaşmazlıklara rağmen, Türkiye’ye en yakın
olan batılı ülkelerden biridir. Bu sebeple İtalya ile özellikle ticari alanda işbirliği geliştirildi.
İtalya’nın büyük bankalarının birçoğu İstanbul’da şube açtı. Türkiye de güvenliği için gerekli
olan savaş gemilerini 1931’de almak üzere İtalya’ya sipariş verdi. Ticari alandaki işbirliği
zaman zaman siyasî alanda da görülmüş, Yunanistan’ı Ankara’yla antlaşmaya zorlamıştı.
Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi “Etabl” deyimi kapsamına alındı. Bundan sonra
1930 ve 1931 tarihlerinde Başbakanlık ve Bakanlar düzeyindeki karşılıklı ziyafetler dostluğu
pekiştirdi. 1 Kasım 1931 tarihli nutkunda Atatürk dostluğu şöyle dile getiriyordu. “...Komşumuz
ve dostumuz Yunanistan Başvekilinin ve Hariciye nazırının Ankara’ya resmen ziyaretlerini
hususi bir memnuniyetle zikrederim. Türkiye ile Yunanistan’ın, yüksek menfaatleri birbirine
zıt olmaktan tamamen çıkmıştır. Bu iki memleketin samimi dostluktan kendileri için emniyet
ve kuvvet görmelerinde isabet vardır”.
1923–30 döneminde Türk-Sovyet dostluğu çok iyi olmakla beraber, Musul meselesinin
halledilmesi, Fransa ve İtalya ile dostluk antlaşmalarının imzalanmış olması, 1930 sonra-
sında S.S.C.B.’yi Türkiye’nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan çıkardı.
Osmanlılardan itibaren hilâfetin gerçek sahibi Kureyşliler olduğunu iddia etmiş olan Araplar
bile, Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’in 1924’te gösterdiği bütün çabalara rağmen, bu müesseseyi
kendi aralarında yeniden tesis edememiş olmaları bunu göstermektedir. Diğer taraftan
İslâm âleminde, Suriye-Halep ve Hatay, Irak Musul meselesinden dolayı Türkiye ile olan
ilişkilerinde endişeliydiler. Bunun yanı sıra T. Rüştü Aras’ın Mekke’ye şapka ile gitmesi hoş
karşılanmamıştı. 1928’de Türkiye’de din ve devlet işlerinin birbirinden kesin olarak ayrılması
ve Latin alfabesinin kabulü, İslâm âleminde “Türkler dinlerini inkâr ediyor, camilerini
kapatıyorlar” gibi son derece abartılarak yorumlanmıştı. Böyle bir ortamda Türkiye 1931’de
Kudüs’te toplanan İslâm konferansına katılmamış, hatta daha ileri giderek, kongrede dinin
politika da araç olarak kullanıldığı gerekçesiyle sert bir dille kınamıştı.
Hilâfet faktöründen dolayı küskün olan İran’la 22 Nisan 1926’da Tahran’da sınır mese-
lesine son vermek için Dostluk ve Güvenlik antlaşması imzalandı. Ancak sınır boylarındaki
aşiretler, Türk-İran yakınlaşmasını bozmaya devam edince 15 Haziran 1928’de, 1926 antlaş-
masına ek bir protokol ilave edildi. Böylece 1923-30 döneminde iki devlet arasındaki ilişkiler-
de olumlu gelişmeler gösterdi.
1930-32 yıllarında Türkiye’yi dışarıdan tehdit edecek yakın bir tehlike de yoktu. Bu iti-
barla Atatürk, 20 Nisan 1931 tarihinde milletvekilleri seçimleri öncesi C.H.P. Başkanı olarak
“yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz” demişti. Ancak 1933 yılından itibaren dünya-
da bulutlar yeniden kararmaya başladı. Batı 1929-34 ekonomik bunalımı içindeydi. 1933’te
Almanya Başbakanlığına getirilen Hitler, Versailes Barış Antlaşmasına uymak niyetinde
değildi. Yeniden silahlanmaya başladı ve pazarını geliştirmek için Ortadoğu’yu kendisine
hedef seçti. S.S.C.B. Almanya’nın Doğu Avrupa’daki genişleme tehditleri karşısında tedir-
gindi. Türkiye’yi en çok ilgilendiren devlet ise İtalya idi. İtalya, kendi kamuoyunun dikkati-
ni iç politikadan uzaklaştırmak için, dış politika da toprak ele geçirmek amacıyla hareket
ediyordu. “Akdeniz’i bir İtalyan gölü haline getirmek, eski Roma İmparatorluğunu canlan-
dırmak” emelini güden bir politika peşindeydi. Bunu ilk örneğini 1933 “Korfu” macerasıyla
ortaya koymuş, 1927’de Arnavutluğu himayesine alıp, 1935’te Habeşistan’a saldırmıştı.
Balkanlarda ise Bulgaristan revizyonist hareketlerde bulunuyordu. Bundan dolayı Atatürk,
1930-38 dönemi dış politikasını belirlerken, barışçı politikaya daha yakın ve mevcut duru-
mun muhafazasına çalışan batılı devletlere yaklaşmayı uygun buldu. Atatürk 1932’de “...
Beynelmilel siyasî güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart milletlerin hiç olmazsa ba-
rışı koruma fikrinde samimi olarak birleşmesidir.” derken bu hedefini ortaya koymaktaydı.
Ancak 1930’a kadar batı ile problemler önemli ölçüde çözülmüş ve dostluk
antlaşmaları imzalanmıştı. Batılı devletler, Türkiye’nin milletlerarası politikadaki yerini daha
iyi değerlendiriyorlardı. Diğer taraftan Avrupa’da yeni bir gruplaşma hareketi başlamıştı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan devletlerle, galip çıkmasına rağmen mevcut
durumdan memnun olmayan İtalya Versailles’te kurulan statükoyu değiştirmek isteyen bir
dış politika izlemeye başlamıştı. Bu grubun karşısında savaştan galip çıkan ve mevcut
durumun devamını isteyen, aralarında İngiltere ve Fransa’nın da bulunduğu devletler
bulunuyordu. S.S.C.B. ise bu gruplaşmanın dışında kalmak istemişti.
Türkiye, barışçı ve karşılıklı saygı prensibine dayalı bir politikayı kendisine hedef
seçmiş olduğu için, revizyonistlerin saldırgan dış politikalarına karşı revizyonist olmayanlara
yaklaşmayı daha uygun görüyordu. Bu yolla yalnız S.S.C.B.’ne dayalı dış politika da
dengelemiş olacaktı.
Böyle bir ortamda Fransız Dışişleri Bakanı Briand’ın teşvikiyle Avrupa’da birliğin
korunması için girişimler başlatılmış ve 17 Mayıs 1930’daki toplantıya Türkiye’nin de davet
edilmesi uygun görülmüştü. Bu sırada Türkiye zaten Kellogg-Briand misâkını imzalamış
ve silahsızlanma konferansı çalışmalarına katılmıştı. Yalnız Türkiye, Milletler Cemiyetinin
üyesi olmak şartıyla teşkilâta girmeyi prensip olarak kabul ediyordu. 1931’de Türkiye’nin bu
şartı ileri sürmesi henüz cemiyete girmek için çok fazla ısrarlı olmadığını göstermektedir.
Atatürk’ün bizzat direktifi üzerine ancak davet edildiğimiz taktirde teklif ele alınacaktı.
Türkiye’nin saygınlığı için bu çok önemliydi. Nitekim Milletler Cemiyeti 6 Temmuz 1932’de,
Çin-Japon uyuşmazlığını görüşmek üzere toplandığı sırada, İspanya temsilcisinin teklifi,
Yunan temsilcisinin desteği ile Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesini öngören
karar tasarısı kabul edildi. Teklif TBMM’de tartışılıp görüşüldükten sonra 18 Temmuz
1932’de, her türlü haksız kararlarına rağmen, barışçı yolda olduğundan, Milletler Cemiyetine
üye olunması benimsendi. Ancak üye olmadan önce Cemiyetin kararlaştıracağı zorlama
önlemlerine, askerî ve coğrafi durumuyla bağdaşacak bir ölçüde katılabileceği yolunda bir
çekince ileri sürüldü.
Türkiye Milletler Cemiyetine girdikten sonra barış ve ortak güvenlik için bütün gücüyle
çalışmış, saldırgan devletlere karşı alınan önlemlere tereddüt etmeden katılmıştır.
B- Balkan Paktı
Türkiye tüm Balkan devletleri arasında sınırların karşılıklı olarak güvence altına alınması
amacıyla 1925 Locarno Antlaşması’na benzer toplu bir güvenlik sisteminin kurulması
yolunda girişimde bulunmuş ancak sonuç alamamıştı. Fakat Türk-Yunan problemi
Venizelos ve Atatürk’ün büyük gayretiyle çözüme kavuşturulduktan ve Balkan Devletleri
de kendi aralarındaki problemleri 1925-29 devresinde önemli ölçüde açığa kavuşturduktan
sonra Balkan Paktı konusu yeniden gündeme geldi.
Türkiye, Balkan Paktını, Balkan Devletleri dışında gelebilecek tehlikelere karşı bir
engel olarak görüyordu. Bu sebeple Atatürk, Paktın saldırmazlık niteliğinde kalmayarak
aynı zamanda bir savunma paktına dönüşebilmesi için ortak bir askerî komitenin
kurulmasını önerdi. Akdeniz’deki İtalyan tehdidi bunu gerekli kılmıştı. Ancak Pakt,
Türkiye’nin istediği şekilde güçlü değildi. Daha işin başında Yunanistan Başbakanı,
Balkanlar için Bulgaristan’dan daha büyük tehlike olarak İtalya’yı görmekle beraber onlarla
dost olmanın yollarını aramaya başlamıştı. Nitekim Balkan Paktı’na “Yunanistan, Pakt ile
üstlendiği yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında hiçbir durumda büyük devletlerden
birine karşı savaş etmez” ibaresini koydurdu. Fakat kaderin cilvesi bu ibare İtalya’nın
1940’ta Yunanistan’a saldırmasını önleyemedi. Eğer Pakt Balkanlar içinden gelebilecek
saldırılardan olduğu gibi dışarıdan gelebilecek saldırıya karşı da geçerli olsaydı belki
İtalyan saldırısı ve dolayısıyla Alman istilası söz konusu olmayacaktı.
Balkan Paktı’nın imzalanmasından sonra 13 Mayıs I934’te İtalya adına Mösyö
Lojacono ile, Numan Menemencioğlu arasında yapılan görüşmeler oldukça tartışmalı
geçmişti. İtalyan temsilcisi “ortada hiçbir makul sebep olmadığı halde Türkiye Hükümeti
İtalya aleyhine kombinezonlar yapmakta, ittifaklar aramaktadır…” dedikten sonra
dostluğun bozulmaması için garanti vermeye hazır olduklarını belirtmişti. Bunun üzerine
Menemencioğlu, “Bizim İtalya aleyhine hiçbir kombinezonumuz yoktur ve İtalya aleyhine
hiçbir ittifak aramış değiliz.” demek zorunda kalmıştı.
Nitekim başlangıçta sağlam temellere oturtulmayan Pakt 1936’dan itibaren süratle
gelişen büyük devletlerin siyasî ve iktisadî gelişmeleri karşısında çözülmekten kurtulama-
mıştı. 1936’da Almanya’nın güçlenmesi, Romanya, Bulgaristan ve Macaristanı endişeye
düşürmüştür. Yugoslavya Berlin, Roma mihveri karşısında İtalya ve Bulgaristan’la anlaşma
yoluna gitmişti. Bu olaydan sonra dağılma tehlikesi gösteren Balkan Paktı’nı kurtarmak için
en çok gayret sarf eden Türkiye oldu. Fakat 1939’daki gelişmeler ve İkinci Dünya Savaşı
Paktın dağılmasına sebep oldu.
1) Boğazları askerleştirmek
2) Milletler Cemiyeti ile toplu güvenliği sağlamak için daha çok işbirliği yapmak,
3) S.S.C.B. ve Balkanlarda dayanışma sürdürülürken diğer statükocu devletlerle
ve özellikle Akdeniz’in en güçlü devleti İngiltere ile temaslara girilip Türkiye’nin
güvenliğini sağlamaktı.
240 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Boğazların etrafında belirli bir alanın askerlikten arındırılmış olması. Gerçi gayri askerî
mıntıkanın yakınında ağır kara ve deniz topları ve torpili bulunduruluyordu. Ama henüz
savaşa girmemiş bir devletin donanmasının baskın tarzında Boğazlardan geçme ihtimalî
vardı. Böylece daha Türk kuvvetleri yetişmeden bu mıntıka elden çıkabilirdi.
1935’te İtalya’nın Habeşistan’a saldırmaya başladığı bir sırada Doğu Akdeniz’deki güvenlik
büsbütün sarsıldı. Diğer taraftan Hitler Almanya’sının “Doğuya Doğru” politikası ile Kafkasya
ve Musul petrollerini hedef alması, Orta ve Güneydoğu Avrupa üzerindeki tehdidi, Boğazlar
hakkındaki Türk isteklerine daha fazla kulak verilmesini gerektiriyordu. Zaten Türkiye’de
yalnızca Lozan Antlaşması’nı feshettiğini açıklamakla düşüncelerini gerçekleştirebilecek güce
gelmişti. Bu ortamda oldu bittiye karşı koyabilecek bir tehlike de yoktu. Ancak Türkiye haklı
davasındaki mücadelesini zorla değil, barış ve hukuk kurallarına uygun bir şekilde halletmeyi
uygun buldu. Bu karar Türkiye’nin dünya devletleri arasındaki saygınlığını artırdı.
Türk Hükümeti, İngiltere’ye haber verdikten ve Sovyetler Birliği ile sıkı danışmalarda
bulunduktan sonra 11 Nisan 1936 günü Lozan’daki imzacı devletlere birer muhtıra vererek
yeni boğazlar rejimini ortaya koymak üzere konferansın toplanmasını istedi. İmzacı dev-
letlerden İtalya, Milletler Cemiyetine üye olmasına rağmen, toplanma zamanının uygun ol-
madığı gerekçesiyle katılmamış ancak haklarını ciddi şekilde saklı tuttuğunu ifade etmişti.
Sovyet tezi: Sahildar olmayan devletlerin harp gemilerinde tonaj tahkimini istemekte,
Türkiye’nin Boğazların tahkimini tamamıyla kabul etmekle Boğazların sadece denizaltılara
değil uçak gemilerine de kapalılığını savunmaktaydı.
Türk Tezi: Tasarıya göre Boğazların gayrı askerlikten çıkarıp tahkimi planladığından,
gayri askerîlikten hiç söz edilmiyor ve boğazlar komisyonunun kaldırılması istenirken
Boğazlardan ticari serbestliği kısmen kabul ediliyordu. Uçak gemilerine bölge tamamen
kapalı olmalıydı.
Öte yandan İtalya’nın Milletler Cemiyeti kararlarını ihlâl ederek Habeşistan’a saldırıda
bulunması Türkiye’yi Doğulu devletlerle bir paktı kurma yoluna sevk etti. Bu yakınlaşma
isteği, Milletler Cemiyeti, İtalya’ya karşı önleyici tedbirler almayı düşünürken, 2 Ekim
1935’te Cenevre’de, Türkiye, Irak ve İran arasında üçlü bir antlaşmanın parafe edilmesi ile
sonuçlandı. Ancak İran-Irak hudut anlaşmazlığından dolayı Paktın gerçekleşmesi bir süre
gecikmişti. Nihayet 8 Temmuz 1937’de, İran Şah’ının yazlık sarayı Sadâabad’da Türkiye,
İran, Irak ve Afganistan dörtlü işbirliği antlaşmasını imzaladılar.
Öte yandan Mısır’la ilişkiler özel bir antlaşmaya dayanmamakla beraber, dostane
devam ediyordu. Mısır’la ilk dostluk antlaşması 7 Nisan 1937’de Ankara’da yapıldı.
Antlaşmanın 1. Maddesine göre iki devlet arasında bozulmaz sulh ve samimi dostluklar
kurulacaktı. Bu antlaşmanın temelinde İtalya’nın Doğu Akdeniz’e saldığı korkunun rolü
büyüktü.
Türk İnkılâbı 243
Milletler Cemiyetinin kararının yürürlüğe girişini Fransız temsilcisi bir türlü kabul
etmiyordu. Bunun üzerine Atatürk 30 Kasım 1937 tarihinde Hatay’la ilgili olarak Ulus
Gazetesi’ne şu demeci vermişti: “Hatay’da Fransız delegesi, Hataylıların çok şevk ve
heyecanla bayram yapmalarını tabii olan bir günde, eğer Hatay Türklerinin serbestçe bu
günü kutlamaktan men edecek tedbirler almış ise buna yazık demekle iktifa ederim, çünkü
böyle bir zihniyet devletlerarasında yüksek dostluk münasebetlerini hal ve istikbali için
müspet yolda yürümek lüzumunun henüz anlaşılmamış olmasından ileri gelir.” Atatürk’ün
bu açıklamasından sonra gerektiğinde Türkiye’nin Hatay’a silahla müdahale edebileceğini
Fransızlar da anlamışlardı. Milletler Cemiyeti ve İngiltere’nin yeniden araya girmesiyle 27
Ocak 1937 Cenevre toplantısında yeni bir statü kabul edildi. Buna göre Hatay içişlerinde
serbest, dışişlerinde Suriye hükümetine bağlı olacak, Türkçe ve Arapça resmi dil olarak
kabul edilecekti. Taraflar arasındaki görüşmeler neticesinde 27 Mayıs 1937’de hukuk
bakımından Hatay, ayrı bir hüviyet kazanıyordu. Ama 1937’nin yaz aylarında yeni güçlükler
ortaya çıktı. Milletler cemiyeti tarafından hazırlanan seçim sisteminde büyük yolsuzluklar
oldu. Türkiye ile Fransa arasındaki hava yeniden gerginleşti. Bu ortamda yeni bir açıklama
yapmak zorunda kalan Atatürk “yarın sabah bir tümen asker yollasam Hatay’ı alabilirim.
Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, Suriye sancağı için bizimle harbe girmezler
bunu bilirim. Fakat ben bir sancak için Türkiye’yi harbe sokmam” demişti. Bununla birlikte
her ihtimale karşı 30 bin kişilik bir askerî kuvvetle hududa yığınak yapmayı da ihmal
etmemişti. Bunun üzerine Fransa ısrarlı itirazlarından vazgeçti.
Diğer taraftan Mart 1938’de Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’yı çok etkilemişti.
Avrupa’da harp tehlikesinin büyük boyutlara ulaştığı bir sırada Fransa Doğu Akdeniz
güvenliği için boğazlara sahip olan Türkiye ile dostluğun önemini anlayarak Hatay
meselesi için masa başına geldi. İki taraf 3 Temmuz 1938’de Sancak’ın siyasî bütünlüğünü
müştereken korunması kararını aldılar. Öte yandan iki devlet arasında 4 Temmuz 1938’de
Ankara’da dostluk anlaşması parafe edildi. Türk-Fransız anlaşmasının imzalanmasından
sonra iş yapılacak seçime gelmişti. Ağustos ayında yapılan seçimler sonunda Sancak
meclisindeki 40 üyelikten 22’sini Türk adaylar kazandı. Resmi dilin Türkçe ve Arapça
olmasına rağmen, mebuslar yeminlerini Türkçe yaptılar ve Sancak’a bağımsız devlet olarak
Türkçe adıyla “Hatay” adını verdiler. Hatay bağımsız devlet olmasından sonra Türkiye ile
Fransa arasındaki münasebetler süratle gelişti. Bu sırada Avrupa’daki savaş rüzgârları
Fransa’da Türkiye ile anlaşma ihtiyacını ortaya çıkardı. Böylece Hatay anlaşmazlığı
244 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde belli başlı iki önemli olay yaşandı. Bunlardan
birincisi II. Dünya savaşı, ikincisi de savaştan sonra ortaya çıkan Liberal reform istekleridir.
yeniden kurdu. Kara ordusunu motorize haline getirerek taarruz gücünü en üst noktaya
taşıdı. Ardından da Şubat 1938’de Almanca’nın egeme olduğu Avusturya’da Nazilerin
iktidara gelmesini sağladı. Mart ayında da Nazi partisinin çağrısı üzerine Avusturya’yı işgal
ederek Almanya’ya ilhak etti.
Bu oldu bitti karşısında yeterli hazırlığı olmayan İngiltere ve Fransa, İtalya’ya karşı
olduğu gibi sadece protesto ile yetindiler.Diplomatik alandaki tepkilerin protestolardan ibaret
kaldığını gören Hitler bu kez yine yoğun olarak Almanca’nın konuşulduğu Çekoslavakya’ya
yöneldi. Bu ülkede yaklaşık üç milyon Alman halkı yaşıyordu. İşte bu halk, hükümetlerine
rağmen Nazi prensiplerini kabul etti ve Çekoslavakya Hükümeti’nden özerkliklerini istedi.
Çekoslavakya Hükümeti, Fransa ile daha önce yaptıkları ittifaka güvenerek alman azınlığın
özerklik talebini reddetti. Bunun üzerine Hitler Çekoslavakya’daki soydaşlarının müdafasını
üstlendiğini ilan etti. Çekoslavakya’daki Alamanlar da Hitlerin bu güvencesine dayanarak
Almanya’ya ilhak etmek istediklerini açıkladılar. Avrupa’da siyasal durum Almanya’nın
Büyük Alma Birliğini oluşturma arzusu yüzünden çok gergin bir aldı. Olası bir savaşı
önlemek ümidi ile İngiliz Başbakanı Çemberlayn Almanya’ya gelerek Hitlerle bir görüşme
yaparak İngiltere ve Fransa’nın Çekoslavakya da Alman kökenli halkın yoğun olarak
yaşadığı yerlerin Almanya’ya iade edilmesini kabul edebileceklerini bildirdi. Fakat Hitler
görüşmenin sonuçlarını beklemeden harekete geçti. Mussolini’nin gayretleri ile Munih’te
Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere arasında bir konferans toplandı. Konferans’ta Hitler’in
Çekoslavakya toprakları üzerindeki istekleri önemli ölçüde kabul edilmesine rağmen
savaş rızkı tümüyle ortadan kalkmadığını düşünen aynı devletler ülkelerinde seferberlik
hazırlıklarını da başlattılar. Nitekim korkulan oldu ve Almanya Münih Konferansı kararlarına
aykırı olarak Çekoslavakya Hükümeti’nin kararın uygulanmasında isteksiz davranmasını
bahane ederek 15 Mart 1939’da Çekoslavakya’yı işgal etti. Hitler bu şekilde büyük
Almanya’yı kurmuş oldu. Fakat bununla yetinmeyen Almanlar “hayat sahası” diye bir laf
ortaya atarak Avrupa devletlerini iyiden iyiye kuşkulandırmaya başladı. Bunun ardından
da Sovyetler Birliği ile bir dostluk paktına imza attılar (23 Ağustos 1939). Komünizm
ile Nazizmin olarak algılanan bu hâdise bütün dünyayı korkuya düşürdü. Bu haksız bir
endişe değildi. Nitekim paktın imzalanmasından hemen sonra Almanya, Danzing halkının
Lehistan’dan (Polonya) zulüm gördüğünü dillendirmeye başladı. Kısa süre sonra da
Polonya’nın Danzing bölgesini Almanya’ya bırakmasını istedi. Polonya, Almanya’nın bu
talebini derhal reddetti. Bu gelişmenin ardından İngiltere, uluslar arası antlaşmalara hiç
saygı göstermeyen Almanya’ya karşı Polonya’yı desteklemeye karar verdi ve Polonya ile
bir dostluk ve savunma paktı imzaladı.
Bu ittifaka fazla aldırmayan Hitler 1 Eylül 1939’da Rayştag’a bir er elbisesi ile geldi.
Milli duyguları coşturan önemli bir konuşma yaptıktan sonra Polonya’ya savaş ilan etti.
İngiltere ve Fransa Polonya’nın kendi garantilerinde olduğunu bildirerek Hitler’i savaşın
sorumlusu olarak ilan ettiler ve derhal Almanya’ya savaş ilan ettiler. Artık II. Dünya Savaşı
başlamıştı.
Bu süreçte Türkiye’nin Sovyetler Birliği, İtalya ve Almanya ile de iyi ilişkiler devam
ediyordu. Böyle bir ortamda 1937 de bir Amerikalı gazetecinin Atatürk’e yönelttiği soruya
Atatürk’ün verdiği cevap bir diplomasi dersi gibidir. İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ile II.
Dünya Savaşı’nın başlamış olduğunun kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Atatürk sözlerini
şöyle tamamlamıştı. “Harbin ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz önderler,
taarruzun araçları ve önderleri olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere milliyetçiliği
ve tarihsel devlet geleneklerini yanlış bir şekilde göstererek ve onları istismar ederek
adlanmışlardır. Bu buhranlı saatlerde her türlü karışıklığa mani olmak için toplulukların
kendileri karar vermeli ve sorumluluk mevkilerini yüksek karakterli ve yüksek moralli,
vicdanlı insanlara bırakma zamanı gelmiştir. Eğer savaş bir bomba infilâkı gibi birden bire
çıkarsa, milletler savaşa mâni olmak için silahlı savunmalarını ve ekonomik kuvvetlerini
saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı ve en etkili tedbir muhtemel
bir taarruza karşı, taarruzun saldırganın yanına kâr kalmayacağını anlatmaktır.”
Atatürk’ün bu sözleri olası savaş karşısında hem Türkiye’nin hem de savaş karşıtı
diğer devletlerin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Türkiye batıda kendisini güvence altına aldıktan sonra Sovyetler Birliği ile de benzer
bir savunma ve karşılıklı güven anlaşması yapmaya çalıştı. Fakat Sovyetler Almanya ile
yaptıkları anlaşmadan dolayı Türkiye ile yeni bir ittifaka çok sıcak bakmıyordu. Ancak yoğun
diplomatik çabaların sonucunda 25 Mart 1941’de bir deklerasyon imzalanarak Rusya’dan
“şayet Türkiye, topraklarını savunmak için savaşa girmek zorunda kalırsa mevcut saldır-
mazlık misakına istinaden tam güvenine ve tarafsızlığına inanabilir” güvencesini aldı. Bu
arada Almanya 3 Mart 1941’de Bulgaristan’ı işgal ederek Türk sınırına ulaşmıştı. Bu sü-
reçte Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa girebileceği endişesine kapılan
Hitler, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği bir mektupla Türkiye’ye hiçbir şekilde sal-
dırmayacağı güvencesini verdi. Ardından da iki ülke arasında 18 Haziran 1941’de karşılıklı
dostluk anlaşması imzalandı. Buna göre taraflar birbirlerinin toprak bütünlüğünü garanti
ettiler ve birinin ötekine karşı yönelmiş olan doğrudan ya da dolaylı hiçbir tehdit içinde yer
almayacaklarını ve ortak çıkarları ilgilendiren bütün konularda danışmalarda bulunacakları
sözünü verdiler.
Türkiye tam savaş rızkından kurtuldum derken bu kez Almanya Avrupa’da elde ettiği
başarıların ardından Türkiye’yi savaşa sokabilmek için sıkıştırmaya başladı. Bu doğrultuda
Almanya, 1941 başlarında Türkiye’nin Boğazları tüm ülkelerin gemilerine kapatması ile o sırada
Almanya’ya karşı savaşa girmiş bulunan Rusya’ya İngiltere ve Fransa’nın yardım etmesini
önleyerek Türkiye’yi yanına çekme konusunda önemli bir başarı elde etmiş oldu. Bu gelişmenin
ardından Almanya, Irak, Suriye ve İran’daki İngiliz ve Fransız kuvvetleri ile savaşmak için
Türk topraklarından geçme iznini istedi. Karşılığında Türkiye’ye Balkan Savaşı ve I. Dünya
Savaşı sırasında Balkanlarda kaybettikleri ve Türkiye’nin güvenliğinin korunması güvencesini
önerdi. Ancak Türkiye böyle bir davranışın tarafsızlığın ihlâli ve müttefik devletlere savaş ilanı
anlamına geleceğini ileri sürerek kabul etmedi. Fakat Almanya 22 Haziran 1940’ta Rusya’ya
karşı önemli başarılar elde edince bu kez Türkiye’den başta manganez ve krom olmak üzere
savaş malzemesi yapımında kullanabileceği çeşitli ham madde talebinde bulundu. Türkiye
başlangıçta bu maddeleri İngiltere’ye göndermek üzere anlaşmasının bulunduğunu ileri sürerek
Almanya’ya ham madde satmaktan kaçındı. Ancak daha sonra her iki tarafla da bozuşmamak
için bu madenlerini her iki tarafa da oldukça yüksek fiyatlarla satmaya karar verdi. 9 Ekim
1941’de yapılan bir ticaret anlaşması ile belli başlı savaş araç ve gereçlerine karşılık belli bir
miktarda kromun Almanya’da satılmasının yolu açıldı.
karşı savaşa sokabilmek için de kullanıldı. Nitekim 30 Ocak 1943’te Adana’da İnönü ile
görüşen Churchill Türkiye’nin kendi saflarında savaşa girmesi durumunda, Türkiye’nin
Rus tehdidinden duyduğu endişeleri ortadan kaldırabileceklerini, aksi taktirde 19 Ocak
1943 tarihinde Kazablanka Konferansı’nda Rusların Türk Boğazları hakkındaki taleplerini
dizginlemenin zor olacağını belirtti. Fakat Türkiye Churchill’in bütün gayretlerine rağmen
savaşın dışında kalmaya ve savaşan devletler arasında ince bir denge politikasını izlemeye
devam etti.
Daha sonra Sir Mavrice Peterson 20 Şubat 1945’te Dışişleri Bakanı Hasan Saka’yı
ziyaret ederek Yalta konferansında alınan kararlar hakkında bilgi verdi ve Türkiye’nin yeni
dünya düzenini oluşturmak için 25 Nisan 1945’te toplanacak olan San Fransisco konferansına
katılmak istiyorsa en geç 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan
etmesi gerektiğini bildirdi. Bu görüşmeden üç gün sonra 1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler
sözleşmesini TBMM’de onayladı. 23 Şubat 1945’te de Almanya ile Japonya’ya savaş ilan etti.
7 Mayıs 1945’te ise Almanya Müttefiklerle kayıtsız şartsız mütareke imzaladı. 6 Ağustos’ta
Hiroşima, üç gün sonra da Nagazagi’ye atılan iki atom bombasından sonra Japonya’da
kayıtsız şartsız teslim oldu. Böylece İkinci Dünya Savaşı sona erdi.
Bu yüzden “Dörtlü Takrir”in reddedilmesine ve Milli Şef’in ayrı bir parti kurun direktifine
rağmen Celal Bayar’ın yakın arkadaşlarından ve Dörtlü Takrir’in imzacılarından olan
Adnan Menderes ve Fuad Köprülü Vatan Gazetesi’nde demokratlaşmayı savunan yazılar
yazmayı sürdürdüler. Bunun üzerine CHP bu davranışı parti disiplinine aykırı bularak bu iki
milletvekiliyi CHP’den ihraç etti (28 Eylül 1945). Bunun üzerine Celal Bayar arkadaşlarına
desteğini göstermek için CHP üyeliği devam etmek üzere milletvekilliğinden istifa etti. Belli ki
Bayar hala ayrı bir parti kurma konusunda ikna olmamıştı. Fakat İnönü, muhaliflerin ayrı bir
parti kurmalarında ısrar etti. Nitekim 1 Kasım 1945’te İnönü TBMM’nin açılış konuşmasını
yaparken açık bir dille ülkenin bir muhalefet partisine ihtiyacı olduğunu söyledi. Bu şekilde
bir ölçüde İnönü’nün de onayını almış olan muhalifler 7 Ocak 1946’da Celal Bayar’ın
başkanlığında Demokrat Parti’yi kurdular.
250 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Demokrat Parti henüz ülke çapında teşkilatlanamamış olmasına rağmen aynı yıl içinde
yapılan ve yargı denetimi olmadığı için demokratik prensiplere uygun olmayan seçimde
halkın önemli bir desteğini alarak 465 milletvekilliği için aday gösterebildiği 273 adayından
66’sını milletvekili sıfatıyla parlamentoya sokmayı başardı. Bu sonuç bir sonraki seçimde
Demokrat Parti’nin daha başarılı olacağının işaretiydi.
DP’nin seçim başarısı yurtta ve dünyada Türkiye için yeni bir dönemin başlangıcı
olarak alkışlandı. Gerçekten de bu önemli bir gelişmeydi. 1945’te sona eren tek partili
dönemin ardından ikinci genel seçimde iktidar, kavgasız, gürültüsüz el değiştirdi. Böylece
Atatürk döneminden itibaren düşünülen ve Cumhuriyetin tamamlayıcısı olarak görülen
çoğulcu parlementer demokrasiye geçilmiş oldu.
Bu değişiklik ülke içinde olduğu kadar ülke dışında da inkılâp hareketi olarak kabul
edildi ve buna kansız inkılâp denildi.
Marşal yardımı da ekonominin canlanmasında önemli bir pay sahibi idi. Dış yardımların
ve bankaların muteşebbislere verdiği kredilerin (Bankaların verdiği kredi miktarı 1950’de
1,275 milyar liradan 1960’ta 9,522 liyara yükselmişti) katkısıyla Türkiye’de traktör, tarım
aletleri ve sanayi üretiminde önemli artışlar oldu. 1924’te 220, 1930’da 2000, 1948’de 1756
olan traktör sayısı 1950 sonunda 9905, 1960’da ise 43.727’ye ulaşmıştı. Bu sayede ekilen
toprak miktarı 1948’de 9,5 milyon hektardan 1956’da 14.6 milyon hektara, 1960’ta 23.264
milyon hektara ulaştı.
Sınai üretimi 1948 yılı 100 kabul edilirse 1960’da 256’ya, imalât bölümünde 279’a,
gıda sanayinin de 311’e, elektrik gücü üretiminde ise 390’a ulaştı. 1948’de 9093 km
olan karayolları ABD’nin de özendirmesi ile 1960’da 23.826 km’ye, ticari araç sayısı da
14.100’den 68.400’e, özel araç sayısı da 8.000’den 45.800’e çıktı.
DP’nin 10 yıllık iktidarı sırasında okul sayısı 18.282’den 25.922’ye, öğrenci sayısı
1.785 ilyondan, 2.932 milyona çıktı. Okuryazarlık oranı %33.5’ten, %43.7’ye yükseldi. Gayri
safi milli hasıla 10 yılda 496 liradan 1836 liraya, sabit para değeri üstünden hesaplanan net
milli gelir 1950’de 434 liradan 1960’ta 601 liraya çıktı. Kişi başına gelir ise günün fiyatları ile
1950’de 428’den 1960’ta 1598 liraya çıkmıştı. Bu örnekleri arttırmak mümkündür.
Özetle DP yılda %5 gibi önemli bir büyüme hızını yakaladı. Nitekim ekonomik alandaki
başarının sonuçları 2 Mayıs 1954 seçimlerine de yansıdı. DP’nin oy oranı %57’ye, sandal-
ye sayısı 348’e çıkarken, CHP’nin oy oranı %36’ya, sandalye sayısı 31’e geriledi.
Ancak DP’nin ikinci dönemi birincisi kadar parlak geçmedi. DP’nin ilk döneminde
Türkiye lehine olan uluslar arası ekonomik şartlar değişmişti. Devletin siyasi amaçlarla
rastgele yaptığı yatırımlar, dağıtılan krediler enflasyona, döviz darboğazına ve mal kıtlığına
yol açtı. Alınan kredilerin önemli bir kısmı geri dönmedi. İçine düşülen ekonomik zorluktan
kurtulmak için ABD’den 300 milyon dolar kredi istendi, ancak alınamadı. Bu ortamda planlı
hareket edilmesine ihtiyaç vardı fakat DP planlama düşüncesini ekonomik anlayışına
uygun bulmadığı için reddetti. Buna karşılık işlerin kötüye gittiğini söyleyenlere ciddi bir
yıldırma politikası uygulamaya başladı. Aslında bu uygulamanın ilk işaretleri 1953’ten
itibaren görülmeye başlandı. 12 Temmuz 1953’te Cumhuriyeti yıkmak için dini kullandığı
gerekçesi ile Millet Partisi kapatıldı. 14 Aralık 1953’te ise çıkarılan bir yasa ile CHP’nin
parti binası olarak kullandığı yerlerin dışında kalan tüm taşınır, taşınmaz mal varlığına el
koydu. Parti gazetesi Ulus kapatıldı. 1954 seçimlerinden sonra ise 21 Haziran 1954’te
çıkarılan bir kanunla üniversite profesörleri ve yargı mensupları da dahil olmak üzere tüm
devlet memurları 25 yıllık hizmet süresi sonunda ya da 60 yaşında zorunlu olarak emekliye
sevk edildi. Bu uygulamayı muhalefet kadrolaşmaya zemin hazırlama ve üniversite,
yargı ve burokrasiyi sindirme girişimi olarak tanımlarken; Başbakan Adnan Menderes bu
düzenlemeyi “devlet hizmetindeki memurların yarattıkları korkunç bürokrasi hastalığına
karşı çare” olarak niteledi.
Bu uygulama DP ile aydınlar arasında ayrışamaya sebep oldu. Buna karşılık hükümet,
özellikle kasaba ve köylerde yatırımlarını sürdürdü. Yeni yollar açtı, elektrik götürdü,
konutlar yaptırdı, okul ve hastaneler açtı. Kolaylıkla gözle görülebilen bu uygulamalar
sayesinde DP’nin kırsal alanda oy oranı artmaya devam etti. DP’nin benzer yatırımları
kentlerde de devam ediyordu. Fakat kentlerdeki nüfus artışı yüzünden yapılan yatırımlar
kırsal alandaki kadar belirgin görülmediği için özellikle büyük kentlerde DP’nin oy oranı
azalmaya başladı. Bu durum 1957 seçimlerine de yansıdı. Bu seçimlerde DP’nin oy oranı
%48’e millet vekili sayısı 424’e düşerken CHP’nin oy oranı %41’e milletvekili sayısı da
178’e çıktı. Bu seçimde Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Hürriyet Partisi’de 4’er milletvekili
çıkardı. DP oylarının azalmasına rağmen bir kere daha seçimi kazanmayı başarmıştı.
252 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Öte yandan iktidarla muhalefet arasındaki çekişme oldukça şiddetli bir hal aldı.
CHP seçimlerde oylarını yükseltmiş olmanın avantajını kullanarak iktidarın demokrasi
dışı uygulamalarına daha yüksek sesle karşı çıktı. Ciddi bir iktidar mücadelesi başlattı.
DP bu ortamda iktidar olmanın avantajını kullanarak muhalefetin tüm siyasal faaliyetlerini
yasakladı. 18 Nisan 1960’ta da DP milletvekillerinden oluşan bir soruşmturma komisyonunun
kurulması büyük şehirlerde şiddet olaylarının başlamasına sebep oldu. Bu bir yerde sonun
başlangıcının habercisiydi. Olaylardan iktidarı sorumlu tutan ordu 27 Mayıs 1960’da
yönetime el koydu.
B- Kore Savaşı
1945 Mayıs’ında ABD ile Sovyet Rusya arasında yapılan anlaşmaya göre, II. Dünya
Savaşı bittikten sonra Kore, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Çin’in ortak veraseti altında
kalacaktı. 1945 Temmuz’undaki Potsdam Konferansında da Sovyetler Birliği Uzak Doğu
Savaşı’na katılmaya karar verince, askerî harekat bakımından Kore toprakları ikiye ayrıldı.
Kuzey kısmı Sovyetler güneyi de ABD askerî sahası olarak kabul edildi.
25 Haziran 1950’de Sovyetlerin talimatıyla Kuzey Kore kuvvetleri iki tarafı birleştirmek
ve ABD’yi bölgeden atmak için Güney Kore’ye saldırınca Kore Savaşı başlamış oldu. ABD
kendi kontrolündeki bölgeye saldırıldığı gerekçesi ile Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi.
Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore’nin
yardımına gönderilmek üzere çeşitli milletlerin askerlerinden oluşan fakat asıl yükü ABD’nin
karşıladığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti oluşturuldu.
O sırada NATO’ya girme çabası içinde olan Türkiye, General Mac Arthur komutasındaki
Birleşmiş Milletler kuvvetine 4500 kişilik bir kuvvetle katıldı. Dünya barışının geleceği
açısından hareket eden Birleşmiş Milletler Kuvveti içindeki Türk Tugayını Tuğgeneral Tahsin
Yazıcı komuta ediyordu. Türk Tugayı taarruz halindeki 2. Amerikan tümeninin ihtiyatında
artçılık görevi yapıyordu. O esnada 200 bin kişilik Çin kuvvetleri soğuk ve sisli havadan
da istifade ederek, Birleşmiş Milletler Kuvvetlerini sardı. Artçı görevindeki Türk kuvvetleri
süratle harekete geçti. Tokçan bölgesinde kanlı bir savaştan sonra iki Türk Taburu süngü
hücumu ile düşman kuvvetlerini yardı ve büyük birliğe katıldı. Stratejik bir öneme sahip olan
“Kunurı” geçidini de tuttu. Bu müdafaa devam ederken 9. Amerikan ordusu geri çekilerek
kendisini kurtardı. Türk birliklerinin kahramanca çarpıştıklarını gören bir Amerikalı komutan
“dünyada böyle savaşan asker görmedim” demekten kendini alamadı.
C- Bağdat Paktı
Balkanlarda ve Kafkas bölgesinde demokratik ülkeler için büyük tehdit unsuru haline gelen
Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’ya sızmasını önlemek gayesi ile Orta Doğu ülkeleri arasında
bir ittifak kurma fikri aslında ABD’den gelmiş, fakat Türkiye tarafından gerçekleştirilmiştir.
Türkiye bu bağlamda ilk olarak 1954’te Pakistan’la karşılıklı savunma ve işbirliği
antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmaya daha sonra İngiltere de katıldı. Türkiye Şubat 1955’te
de Irak’la Bağdat Antlaşmasını imzaladı. Aynı yılın Kasım ayında İran’da ittifaka dahil oldu.
Bu gelişmeye rağmen, ittifak başlangıçta düşünülen fikri gerçekleştiremedi. Sovyetler
Birliği’nin Orta Doğu’ya sızmasını istemeyen bu gruba karşılık Sovyetlerle işbirliği içinde
olan Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen ayrı bir grup oluşturdu. Bu grup 1956’dan
itibaren batı karşıtı bir politika izlemeye başladı. ABD ise Bağdat Paktına doğrudan üye
olmamakla birlikte Mart 1959’da Türkiye ile imzaladığı iki taraflı savunma anlaşmasıyla
pakta güçlü bir destek verdi.
Darbe Ürdün monarşisini de tehlikeye soktu. Ürdün Kralı Hüseyin ABD ve İngiltere’den
yardım istedi. Irak’taki gelişmelerden endişe duyan Suudi Arabistan Kralı, Kral Suud,
Bağdat Paktı üyelerinin Irak’a müdahale etmelerini istedi.
Darbeden en fazla endişe duyan ve o oranda da tepki gösteren ülke ise Türkiye
oldu. Türkiye, Bağdat Paktı’nın diğer iki üyesi İran ve Pakistan’la 14-17 Temmuz 1958’de
İstanbul’da bir toplantı yaptı. Toplantının ardından Türkiye, ABD’ye başvurup Irak’a müda-
haleye kararlı olduğunu bildirdi ve ABD’nin kendisine manen ve maddeten desteklemesini
istedi. Ürdün de, Türkiye’nin Irak’a müdahalesinden yana idi.
254 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
D- Kıbrıs Sorunu
Demokrat Parti döneminde Türkiye’yi huzursuz eden en önemli konulardan biri de
Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündemine 1954’ten itibaren girdi. O tarihte
Yunanistan, İngiltere’nin egemenliğinde olan Kıbrıs’ın kendilerine verilmesini istedi.
Zaten Kıbrıs’ta faaliyet gösteren bir grup militan Rum kökenli cemiyet de “enosis” ideali
çerçevesinde adanın Yunanistan’la bütünleştirilmesi için mücadele etmeye başladı. Bu
amaçla 1955’ten itibaren Kıbrıs Türklerine karşı saldırılar başlattı. Bu saldırılar Türkiye
ile Yunanistan’ın arasının açılmasına sebep oldu. İngiltere ise konuyu incelemek üzere
Londra’da bir konferans topladı. O sırada 6 Eylül günü bir İstanbul gazetesi Atatürk’ün
Selanik’teki evine bomba atıldığını yazdı. O akşam İstanbul’un birçok yerinde olaylar çıktı.
Rumlara ait birçok yer tahrip edildi. O sırada Londra’da Kıbrıs’la ilgili görüşmeler yapmakta
olan Dışişleri Bakanı hayli zor durumda kaldı. Daha sonraki dönemlerde bu olayların Kıbrıs
sorunu tartışılırken düzenlenmiş olan bir komplo hareketi olduğu ileri sürüldü.
ATATÜRK İLKELERİ
Türk İnkılâbının Bütünleyici İlkeleri
Millî Hâkimiyet-Egemenlik
Millî Hâkimiyeti en kısa tanımla hâkimiyetin kaynağının millete ait olması, milletin kendisini
idare edecek olan siyasî otoriteyi seçmesi, onaylamasıdır. Hâkimiyet kavramını ilk defa
kullanan ve onu teori haline getiren ünlü Fransız hukukçusu Jean Bodin’dir. “Jean Bodin
on altıncı yüzyılın sonlarına doğru yayımladığı; “Devletin Altı Kitabı” isimli eserinde
egemenliği, ülkede yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla
kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlıyordu. Böylece egemenlik Bodin’e göre sınırsız
ve mutlak iktidardır. Egemenlik aynı zamanda tektir, bölünemez ve devredilemez. Başka
deyişle belli bir ülke üzerinde ancak tek bir egemen kudret olabilir ve bu egemen kudret
bölünemeyeceği gibi başkasına da devredilemez.
İlk çağlarda toplumları yöneten otorite sahipleri, hâkimiyetlerinin menşeini ilahi güçlere
dayandırmışlar ve hâkimiyet bir soyun veya bir grubun elinde olagelmiştir.
Fransız ihtilâlinin en önemli fikir hareketi olan Millî Hâkimiyet’in getirdiği, siyasî
otoritenin, parlamento vasıtasıyla halka karşı sorumluluğu ve yetkilerin denetlenmesi
anlayışı zamanla Osmanlı’da da etkili olmaya başlamıştır.
Bir taraftan işgal kuvvetlerine, diğer taraftan İstanbul Hükümeti’ne karşı Türklüğün var
olma mücadelesini yapan Atatürk’ün, daha 1919’da, bir ihtilal beyannamesi diyebileceğimiz
Amasya Tamimi’nde” milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demesi,
millî hâkimiyet konusunda ilk adım sayılmalıdır.
Millî Mücadele’yi meşru zemine oturtmak isteyen Atatürk bunun ancak millî hâkimiyet
esasına dayanması gerektiğine inanmaktadır. Erzurum Kongresi’nde alınan ‘Kuvâ-yı
Milliye’yi amil ve İrade-i Milliye’yi hâkim kılmak esastır’ kararı artık mücadelenin saltanat
adına değil, millet adına yapıldığının bir göstergesidir.
Yine Atatürk, “Sivas’a ayak basar basmaz orada kurduğu gazeteye “İrade-i Millî’ye”,
adını verir. Ankara’ya ulaşınca bir gazete kurar. Adı “Hâkimiyet-i Milliye” (Millî Egemenlik)
dir. Atatürk’ün kurduğu gazetelere verdiği adlar şüphesiz rastlantı değildir”.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi, halifenin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi
yalnız ve yalnız milletindir. Milletin intihap ettiği vekillerden mürekkeptir. Bu meclis yalnız ve
yalnız milletin emrine mutavaat etmek mecburiyetindedir. İsmi ve makamı ne olursa olsun
millet bu hakkı bir şahsa tevdi edemez”.
Millî Hâkimiyet ilkesinden taviz verilmeyeceği kesin bir şekilde devletin Anayasasında
da yer almıştır. 1924 Anayasasında, Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir, “Türkiye Büyük
Millet Meclisi milletin yegâne ve hakiki temsilcisi olup millet adına hakk-ı hâkimiyeti kullanır”
denmiştir.
Millî Hâkimiyet ilkesi yalnız saltanata değil, her türlü tek partici sisteme, diktatörlüğe,
toplumu bölen etnik ayrımcılığa, sınıf kavgasına dayanan anlayışa karşı olmayı gerektirir.
Devletin, devlet olabilmesi için en önemli unsurlarından biri olan bağımsızlık, sosyolo-
jik açıdan bir topluluğun millet haline gelebilmesi için de önemli bir zarurettir. Sadri Maksudi
Arsal bu konuda; “Bir milletin teşekkülü için, bir devlet içinde birleşen zümrelerin aynı ül-
kede uzun zaman bağımsız kalabilmiş olmaları da şarttır. Çünkü zümrelerin lisan, örf ve
adetler bakımından birleşmesi uzun zaman isteyen bir tarihi hadisedir” demektedir.
Sivas Kongresi’nde tam bir diplomatik savaş veren Atatürk, “Milliyet esaslarına
riayetkar ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fennî, sınaî,
Türk İnkılâbı 257
iktisadî yardımını memnuniyetle karşılarız” kararını aldırtarak, yine “milleti ancak onun azmi
ve kararının kurtaracağını” belirtmiştir. Böylece diğer aydınlara bağımsızlık için mücadele
edilmesi gereğini kabul ettirmiştir.
“İstiklâl-i tam denildiği zaman tabii ki, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî
vs. her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu saydıklarımın herhangi
birinde, “İstiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin, gerçek anlamda istiklâlden
mahrumiyet demektir.”
Görülüyor ki Atatürk’e göre Türkiye içinde yaşayan herkes Türk milletinin üyesidir ve
dünyanın en büyük milletidir. Atatürk’e göre Laz, Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni ayırımı
yoktur hepsi bir milleti oluşturan ortak unsurlardır.
Yine Atatürk, “Türkiye halkı ırken, dinen ve harsen birbirlerine karşı karşılıklı saygı ve
fedakârlık duygusuyla dolu ve ortak menfaatleri olan bir topluluktur” derken ırka, bölgeye,
dine dayalı bir ayırım kabul etmediği gibi ortak gelecek ve menfaatler için herkesin elinden
gelen fedakârlığı göstermesi gerektiğini belirtmiştir.
Tarih ilmi göstermiştir ki, millî birlik ve beraberlik tesis edildiği zaman milletler barış
ve zenginlik içinde yaşamışlar, ayrılıklar ise anarşi ve kaostan başka bir şey getirmemiştir.
Cumhuriyet, egemenliğin kaynağının millete ait olduğunu kabul eden devlet şekli
demektir; bir diğer ifade ile devletin temel organlarının seçimle iş başına geldiği bir yönetim
biçimidir. Bu rejimde Devlet Başkanı olan Cumhurbaşkanı da milletçe ya da milletin temsil-
cisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. Cumhuriyet yönetimi bu niteliğiyle
şüphesiz ki demokrasi ilkesinin en gelişmiş şekli, demokrasi ilkesinin en iyi uygulanmasını
sağlayan bir siyasi rejimdir.
Cumhuriyet seçim esasına dayanan bir yönetim biçimidir. Söz konusu seçim, ge-
rek seçme gerekse seçilme hakkı açısından belli bir kişiye, belli bir gruba, belli bir sınıfa ait
değildir; bütünüyle millete aittir. Seçimle iş başına gelenlerin görev süresi belli bir döne-
mi kapsar; yani cumhuriyet rejiminde ömür boyu bir görev söz konusu olamaz.
Cumhuriyet rejimi, her şeyden önce kamu yararını ön planda tutan, kamu yararına
dayanan bir yönetim şeklidir. Çünkü Cumhuriyet rejimi, gücünü dayanağını kişi, grup ve
sınıf egemenliğinden değil, geniş halk kitlesinin bütününden, millet iradesinden almaktadır.
Cumhuriyet rejimi aynı zamanda insan unsuruna verdiği değer, insan hak ve
özgürlüklerine gösterdiği saygı nedeniyledir ki çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık düzeyine
ulaşmayı en iyi şekilde gerçekleştiren bir ortamı oluşturur. Onun için laik ve demokratik
prensipten asla vazgeçmez.
İşte bize kazandırdığı bu değerler nedeniyle laik ve demokratik Cumhuriyet rejimi,
memleketimizin ve devletimizin geleceği bakımından o derece önemlidir ki, Anayasamızda
“Türkiye Cumhuriyeti’nin idare şeklinin Cumhuriyet olduğu” hükmünün değiştirilemeyeceği,
değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği ayrı bir anayasa maddesiyle teminat altına
alınmıştır.
MİLLİYETÇİLİK İLKESİ
Millet, toprağı, tarihi kökleri olan kültürel unsurları (dil, gelenek, görenek gibi) ile yasayan
sosyal varlık olan bir topluluktur. Milliyetçilik ise bu üç ana sebebin farkına varmak ve
aralarındaki ilişkiyi geçmiş, içinde bulunulan zaman ve gelecek çizgisi üzerinde ilim ve akıl
yolu ile devam ettirme ve çağdaşlaştırma arzusu ve bilincidir. Başka bir ifade ile Milliyetçilik
aklin ve ilmin yolunda hareket etmeyi milletin hizmetine sunun şuurlu bir davranış yöntemidir.
260 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Bu halı ile milliyetçiliğin hiçbir ideoloji ile doğrudan bağlantısı yoktur. Toplumsal
kalkınma ve çağdaşlaşma yöntemi, akla ve bilim dayandıran ve insan unsurunu ön planda
tutan her modelden faydalanabilir. Çünkü kalkınma ve çağdaşlaşma modelleri zamanla
değiştiği halde milli bilinç, milleti sevme duygusu ve sahip olunan milleti daha ileriye
götürme duygusu hep var olur.
Bugün anayasamızda da yer alan milliyetçilik kavram bir ilke olarak, Türk milletinin
egemenliğini kendi iradesine aldığı süreç içinde gerçek anlamını kazanmıştır. Akilci,
gerçekçi, barışçı ve cumhuriyetçi bir nitelik aldıktan sonra Atatürk tarafından “Türk
Milliyetçiliği” deyimiyle bütün açıklık ve kapsamı ile gerçek anlam bulmuştur. Bugün Atatürk
ilkeleri arasında yer alan milliyetçilik, çağdaş anlamıyla siyasal, ekonomik ve kültürel bir
devlet sistemi olmuştur.
Atatürk’ün Milliyetçilik İlkesine göre, Türk milleti, büyük insanlık ailesinin yüksek onurlu
bir üyesidir. Bu bakımdan bütün insanlığı sever; kendi milli onur ve çıkarlarına dokunulma-
dıkça başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve aşılamaz. Milliyetçilik ilkesi, bütün çağ-
daş uluslarla uyum içinde yaşamakla birlikte, Türk toplumsal varlığının özel karakterini ve
başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmayı esas sayar. Bu bakımdan kendi özüne aykırı
akımların ülkeye girmesini ve yayılmasına sıcak bakmaz.
Milliyetçilik ilkesi, bütün çağdaş milletlerle uyum içinde yaşamayı öngörmekle birlikte,
Türk toplumsal varlığının özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmayı
da esas sayar. Bu bakımdan kendi özüne aykırı akımların varlığını inkâr etmemekle birlikte
onların ülkeye girmesini ve yayılmasına sıcak bakmaz.
Atatürk milliyetçiliği, gerek bağımsız, gerek başka devletlerin uyruğu olarak yasayan
bütün Türkleri, hangi dinden olurlarsa olsunlar derin bir kardeşlik duygusuyla candan sev-
mek ve onların refah ve gelişmesini candan dilemekle birlikte, siyasal sinir olarak Türkiye
Cumhuriyeti sınırlarını tanır.
Milliyetçilik ilkesine göre, Türkiye Cumhuriyeti içinde, kendisini bu ülkenin bir parçası
sayan, bu coğrafyanın kültürü ile yetişen, sahip olduğumuz devleti her yönden yükselme-
si düşüncesini benimseyen bireyler, hangi dinden ırktan ve mezhepten olursa olsun Türk
kabul edilir.
Milliyetçilik ilkesini, ulusal bilincimizi Kurtuluş Savaşı ile perçinleyen güçtür. Türk toplu-
munu birbirine bağlayan en önemli unsur olduğu inancıdır. Bu ulusçu bağın en özlü deyisi
“Ulusal Birlik Duygusu”dur.
Milliyetçilik ilkesi, Türk ulusunun “bütün bireylerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak
bir bütün halinde ulusal bilinç ve ülküler çevresinde toplamak” inancıdır.
Atatürk’e göre Avrupa uluslar topluluğunun fiziki sınırlar dışında, bu sistemin üstün-
lüğüne karşı mücadeleler mutlaka milliyetçi nitelikte olmalıydı. Atatürk’ün amacı milli ve
savunulabilir sınırlar dâhilinde, bir Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini öne
çıkarmaktı. Atatürk milliyetçiliği din ve ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelindedir.
Kemalistlerin anlayışına göre milliyetçilik temelde Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü
korumayı ve ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı akımları engellemeyi amaçlıyordu.
Recep Peker 1931 yılında bu sorunu şöyle anlatıyordu:
“Bizim aramızda yaşayan, politik ve sosyal bağlarla Türk milletine ait olan tüm
vatandaşlarımızı biz kendi insanlarımız olarak düşünürüz: aralarında ‘Kürtçülük’,
‘Çerkezlik’ ve hatta ‘Lazlık’ gibi fikirler ve duygular yerleşmiş olsa bile, onlar bize ait-
tir. Mevcut yanlış anlayışlar ancak mutlâkiyet yönetimlerinin ve uzun süren tarihsel
baskıların ürünüdür ve biz en içten çabalarımızla bunları ortadan kaldırmayı görev
sayıyoruz”.
Atatürk milliyetçiliği, teorik yapıda ırk, din ve etnik köken konularını vurgulamaktan
çok, dil ve kültür üzerinde durarak bir millet tanımı yapmaktadır.
‘Milli birlik, milli duygu, milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir’ diyen
Atatürk, Türk milletinin birliğini kuvvetlendirecek manevi harcı kültür milliyetçiliğinde bul-
muştur. Atatürk’ün başta dil ve tarih çalışmaları olmak üzere milli kültüre büyük önem ver-
mesinin en önemli sebeplerinden birisi budur, milli birliğin sağlanması ve güçlendirilmesin-
de milli eğitime büyük görevler düştüğünü vurgulayan Atatürk;
sayısını ve üzerimizdeki baskıları artırmaktan ise, tabi sınıra, meşru sınıra dönelim’.
Efendiler! Biz hayat ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı
esirgemeden harcarız” dedikten sonra takip edilecek gerçekçi ve akılcı yolun sınırları belli
bir vatan üzerinde, milli bir devlet kurmak olduğunu belirtir.
e) Irkçılığa Karşıdır
Atatürk’ün çağdaş milliyetçilik anlayışı ile ırkçılığı bağdaştırmak mümkün değildir. Kendisini
Türk milletine bağlamış olan ve bu ülkenin idealleri doğrultusunda hareket etmeyi kabul
eden bütün vatandaşları Türk kabul eder. Atatürk, Türk vatandaşlarını din ve etnik köken
esasına göre de ayırt etmez. Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk
kabul edilir.
HALKÇILIK
Bizde Halkçılık Anlayışı
II. Meşrutiyet döneminden itibaren gelişen ve önemli ölçüde Türkçülük hareketinin etkisi
altında ortaya çıkan bir düşüncedir. Halk’ın eğitilmesi, Yöneticiler ile halk arasında iyi bir
diyalog kurulması, aydınlarla halk arasında bir yakınlık tesisi ve devlet kontrolünde güçlü
bir orta sınıf oluşturulması gibi amaçlar savunulmuştur. Fikrin ortaya konulmasındaki
temel amaç, Meşrutiyetin kaynağını halka dayandırmak arzusudur. Bu noktadan hareketle
demokratik milliyetçi akımın kullandığı anlamda dil, vatan ve kültür beraberliğine dayanan
bir millet meydana getirmeyi amaçlayan fikirdir. Osmanlı toplum yapısının esasını oluşturan
avam-havas ayrılıklarına son vermek ve aydınlarla halk arasındaki ayrılıkları ortadan
kaldırmak, halkın yönetime katılmasını sağlamak, halkın birbirine rakip zümrelerden
oluşmadığını ortaya koymaktır.
Halkçılık ilkesi, sadece sosyalizmin değil, halkı sürü gibi gören diktatörcü, şefçi, faşist
kısacası tüm antidemokratik anlayış ve oluşumlara karşıdır.
4) Halkçılık ilkesi, bütün toplum katmanlarını, birbirine eşit olarak kabul eder. Bu
eşitlik, sosyalizmde savunulan iktisadi eşitlik anlamında değildir. Atatürk’ün halk-
çılık görüşlerinde teşebbüs hürriyetleri olacaktır, ve çalışan daha çok kazana-
caktır. Ama kanun önünde herkes eşit olacaktır. Atatürk bu konudaki görüşlerini
şöyle belirtmiştir. “Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak yaşamak için çalışan ve
çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır, yetkisi
vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak
ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuzda
yeri yoktur. O halde Halkçılık toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak
isteyen bir toplum sistemidir”.
Cumhuriyet’ten önce, Türk halkı ekonomik açıdan olduğu gibi, sosyal, kültürel ve eği-
tim açısından da çok geri durumda bulunmaktaydı. 1920’lerin başında ancak % 10’u okuma
yazma bilen Türkiye’de toplam olarak 5.000 okul, 12.400 öğretmen ve 359.000 öğrenci var-
dı. Öğrencilerin sadece 3.000’i yüksek eğitim kurumlarındaydı. Gene 1924 yılında yaklaşık
13 milyonluk nüfusa karşılık sadece 1.000 kadar doktor vardı. Sağlık hizmetlerinin geriliği
ve yetersizliği, yaygın cahillik ve fakirlik nedeniyle sıtma, trahom, frengi, tifüs, tüberküloz
gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde işgücü ve refah kaybına yol açmaktaydı.
LAİKLİK İLKESİ
Laikliğin Anlamı ve İçeriği
Lâiklik antik dillerden olan Grekçeden türetilmiştir. Türkçeye Fransızcadan geçen ‘lâik’ sözü
13. yüzyıldan itibaren vaftiz olmuş fakat ruhban sınıfına dâhil olmayan bütün Hıristiyanlar
için kullanılırdı. Başka bir ifade ile din adamı kimlik ve yetkisini taşımayan kişiler için
kullanılmıştır.
İlk kez 1618–1648 yılları arasında devam eden 30 yıl savaşlarının sonunda imzalanan
Vestphalia (Vestfalya) Barış antlaşmasından sonra resmi kayıtlarda yer aldı. Bu antlaşma-
dan sonra Avrupa’da Luteran, Kalvinist ve Anglıkan gruplar yaşadıkları ülkelerde din ve
vicdan özgürlüklerine kavuştu… Zamanla kelime bir felsefi yaklaşımı veya din ile devlet
arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmaya başlandı. Bir süre sonra da dini mahkeme-
ler yerini sivil mahkemelere bıraktı. En önemli gelişme ise eğitim alanında oldu. Tanrı ile
başlayıp Tanrı ile biten ve hiçbir düşünme serbestliği tanımayan Papalığın hegemonyasına
son verildi.
Fransız İhtilâlından sonra lâiklik sadece felsefi, ideolojik bir kavram olarak kalmadı.
Bütünü ile toplumsal hayatı etkileyen bir konuma geldi. Hal böyle olunca Laiklik, uygulandı-
ğı ülkenin dini, siyasi, sosyal şartlarını da etkiledi. Zamanla belli başlı bazı temel prensipleri
Türk İnkılâbı 265
içeren bir hukuk ilkesi şekline dönüştü ve en genel içeriği ile din ve dünya işlerini birbirinden
ayırarak toplumu dini kurallar ile değil anayasa ve yasalarla yönetmek, dini duyguları, inanç
ve ibadeti ise halkın özgür iradesine bırakmak şeklinde tanımlandı.
“Herkes vicdan, dini inanç Ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse ibadete, dini ayin
ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve
kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz”.
Ancak ibadetler, dini ayin ve törenler kamu düzenini ve genel ahlak bakımından
devletçe sınırlandırılabilir. Bu ‘din ve mezhep ayrımı yaratmak veya herhangi bir yoldan
bu kavran ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacı ile kullanılamaz. O halde
ibadetler dini ayin ve törenler Teokratik bir devlet yapısını getirmek için kullanılamayacağı
gibi diğer din ve mezhepleri etkilemek ya da yok etmek amacıyla da kullanılamaz.
Atatürk bu konuyu şu sözleri ile açıklar: ‘Vicdan hürriyeti ferdin tabii haklarının
en mühimlerindendir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne
zorlanabilir. Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir’.
Buna karşılık Laik Devlette, devletin siyası yapısını hükümet ve idarenin işleyişini,
toplumun yaşayışını düzenleyen kanun ve kuralları dini prensiplere göre değil, akil ve man-
tığa, toplumun ihtiyaçlarına ve hayatın gerçeklerine göre tayin edilir. Atatürk’ün ‘biz ilham-
larımızı gökten ve gaipten değil, yaşanılan hayatın kendisinden almış bulunuyoruz’
şeklindeki ifadeleri bu gerçeği en iyi şekilde ifade etmektedir.
Bu yönü ile lâiklik, din ve devlet işlerinin ayrılmasını, dinin devlet idaresine
karıştırılmaması gerektiğini ifade eder.
değişme ve gelişmesi esas olan dünyevi bir zihniyeti hayat boyunca devam ettirecek bir
idare saymıştır’.
Bu konuda Atatürk’ün görüşleri şu şekildedir: ‘Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyet
ile idare olunur. Türk Devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir’. ‘Türkiye cumhuri-
yetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresi, bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyette
temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve temin edilir. Din telakkisi
vicdanı olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı
tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür’.
İNKILÂPÇILIK
İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi
atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk milleti de
tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen önemli
sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu
devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı’da gelişen akıl
ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok
Türk İnkılâbı 267
uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski
düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu
kaçınılmazdı.
Atatürk’e göre “inkılâp milletin esenliği için halk adına yapılmalıdır”. “Yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern
ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir”. Öyleyse
inkılâp, modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten,
gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.
Atatürkçü düşünce sisteminde inkılâpçılık milliyetçi bir görüşten hareket eder. Bir tari-
hi, kültürü, medeniyeti ifade eder. Topyekûn ilerlemeyi, yenileşmeyi, çağdaşlaşmayı ifade
eder. Daima daha ileriye, güzele, mükemmele doğu hareket etmeyi öngörür. İnsan unsu-
runu ön planda tutan kalkınmış medeni dünyaya ayak uydurulmasını ve hatta ona öncülük
edilmesini kendisine ilke edinir. Başka bir deyişle çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkarak
insanlık dünyasına hizmeti ideal edinir.
Bu yüzden Türk milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara eriş-
mek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir?
Atatürk’e göre, “gerçek inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek
istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler”.
Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman her zaman yenilik yolunda ileriye
doğru gitmektir. Bu yüzden Türk inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır.
Atatürk bundan emin olduğu için: “İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafa-
zaya muktedir olacaklardır” der.
İnkılâpçılığın Amacı
İnkılâpçılıktan amaç; Türk toplumunun, daha doğrusu Türk milletinin durmasını, gerilemesini
ve geriye bakmasını önlemektir. Sosyal ve kültürel hayatını çağın üstüne çıkarmaktır. Daima
yenileşmeye yürümektir. Elbette bu tür bir düşünce ve hareket çağdaşlaşmayı amaçlar;
çağdaş yaşama özlemini giderir. Medenî ve insanca yaşama ise insanın ve insanlığın en
tabiî hakkıdır. Bu da çok çalışmayı gerekli tutar.
Büyük Atatürk, milliyetçiliği inkılâpçılık düşüncesinin temel direklerinden biri olarak ka-
bul eder. Nitekim sohbetlerinden yurt gezilerine ve çeşitli zaman ve yerlerdeki nutuklarına
kadar daima milliyetçiliği dile getirmiştir. Millî ruh, millî şuur, millî hâkimiyet, millî irade, millî
268 Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
güç, millî ahlâk, millî ekonomi gibi terimler üzerinde dikkat ve itina ile durmuştur. Millette bir
millîlik ruhu yaratmanın inkılâpçılık için zorunlu olduğuna inanmıştır. Doğumundan ölümü-
ne kadar da bu düşünceden asla ayrılmamıştır.
“..Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada, tam anlamı ile bir sosyal
toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin varlığı, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık
hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medenî eserlerle uyumludur. Medenî eser meydana ge-
tirmek kabiliyetinden yoksun olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından ayrı tutulmaya
mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik
hayatta, ilim ve fen sahasında başarılı olmak için tek gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat
ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişme, gelişme ve yenilenmesi zorunludur”.
DEVLETÇİLİK
Türkiye’de ekonominin bugünkü yapısını belirleyen başlıca gelişmelerden biri, kuşkusuz
1930’larda uygulanmaya başlayan devletçi ekonomi politikasıdır. Devletçilik, 1930’lu
yılların kendine özgü toplumsal ve ekonomik şartlarında Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarına,
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına ve gelişmesine imkân veren bir politik
uygulamadır.
A- Devletçiliğin Tanımı
Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayıl-
ması demektir. Devletçilik, bir tür devlet müdahalesi, daha önce devlet faaliyet alanına
girmeyen konularda, kamu menfaati nedeni ile devletin bu alana karışması, katılması, mü-
dahalesi demektir.
Devletçilik dar ve geniş olmak üzere iki anlamda kullanılır. Dar anlamda devletçilik,
devletin ekonomik alanda doğrudan doğruya müdahalesini öngören sistemi ifade etmektedir.
B- Devletçiliğin Kapsamı
1) Devletçilik öncelikle müdahaleyi gerekli kılar. Müdahale terimi her şeyden önce
devletin müspet bir fiilini, yapıcı, kurucu bir hareketini kapsar. Eğer devlet mü-
dahalesi, toplumun bütününün maddî refahını temine yönelikse sosyal müdaha-
lecilik adını alır. Sosyal müdahalecilik sosyal adalet ilkesine dayanır, Toplumda
sosyal güvenlik sağlamaya yöneliktir. Türk devletçiliğinin belirli özelliklerinden biri
de sosyal müdahaleye dönük olmasıdır.
2) Devletçilik planlı ekonomiyi gerekli kılar. Plan mevcut kaynakların en gerçekçi şe-
kilde kullanılmasını sağlayan bir yöntemdir. Hızlı kalkınmayı sağlamak için plan-
lama en uygun yoldur. Bu yol millî sermayenin israfını önler, millî menfaatlerin
ahenkli bir şekilde yürütülmesini sağlar, devletin yol gösterici ve koruyucu rolünü
gerekli kılar.
3) Devletçilik özel teşebbüsü ve devlet işletmeciliğini bir arada dengeli bir şekilde
bulundurmayı gerekli kılar. Buna göre büyük ve kamu yaran olan kuruluşlar devlet
eliyle ve planlı bir şekilde yapılacak, özel teşebbüs için ise millî sermayeyi israftan
kaçınmak ve millî menfaatlerimizin ahenkli bir şekilde yürümesini sağlamak için,
devlet yol gösterici ve koruyucu rolü oynayacaktır.
Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve
vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya
sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile
ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız
olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına
bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin
siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.
Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti
her türlü biçimde yasaktır.
Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı
davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.
Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı
vardır.
Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere
karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.
Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenir-
ken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık
olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.
Türk İnkılâbı 271
Madde 11
1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin
tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz
sayılır.
2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre bir suç oluşturma-
yan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği
sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 13
1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.
2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülke-
sine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Madde 14
1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yarar-
lanma hakkı vardır.
Madde 15
1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır.
2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yok-
sun bırakılamaz.
Madde 16
1. Yetişkin her erkeğin ve kadının, ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir
kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır.
Madde 17
1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır.
Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve
dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir.
Madde 20
1. Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma ve derneğe katılma
özgürlüğü vardır.
Madde 21
Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal
çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre,
herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel
haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.
Madde 23
1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve
işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.
2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır.
3. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal
koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı
vardır.
4. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır.
Madde 24- Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde
sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır.
Madde 25
1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve
tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi
dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.
Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden
yararlanırlar.
Madde 26
1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında
parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek
öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.
2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı
güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında
Türk İnkılâbı 273
Madde 27
1. Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlan-
ma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.
Madde 29
1. Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödev-
leri vardır.
Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada
açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde
veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.
10 Kasım Saat dokuzu beş geçe Atatürk’ün son nefesini vererek hayattan ayrılışı.
BİBLİYOGRAFYA
ABADAN, Yavuz; Mustafa Kemal ve Çetecilik, II. Baskı, Varlık Yay., İstanbul 1972.
Abâdi; Gaziantep - Fedaileri, Yayına Haz. Hüseyin Fevzi Ayberk, Yeni İstanbul Yayınları, İstanbul 1970.
ADAMOF, EE; Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinden Anadolu’nun Taksimi, Çev., Hüseyin Rahmi, İstanbul 1972.
ADIVAR Adnan; Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969.
AHMED, Feroz; İttihat ve Terakki (1908-1914), İstanbul 1971.
Ahmet İzzet Paşa; Feryadım, Yay. Haz. S.İ. Furgeç-Y. Kanar, C.2, İstanbul 1993.
AKALIN, Müslüm; Millî Mücadele’de Urfa, Urfa 1985.
AKANDERE, Osman; Çerkez Ethem’in ve Kuva-yı Seyyare’nin Batı Anadolu Cephelerindeki Hizmetleri”, Kuvâ-yı Milliye’nin
90. Yılında İzmir ve Batı Anadolu Uluslararası Sempozyumu, 6-8 Eylül 2009, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Bildiriler
Kitapçığı, 1. Kitap.
AKANDERE, Osman; Millî Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul 1998.
AKANDERE, Osman-Hasan Ali Polat; Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara 2011.
AKANDERE; Osman; “Mustafa Kemal’in 9. Ordu Kıta’atı Müfettişliğine Tayini ve Bu görevle İlgili Olarak Kendisine Verilen
Talimatnamenin Mahiyeti”, Ata Dergisi, Sayı. 1, Konya 1991.
AKBIYIK, Yaşar; Millî Mücadele’de Güney Cephesi (Maraş) Ankara 1990.
AKBULUT, Yılmaz; Bingöl Tarihi, Ankara 1995.
AKCAN Erol; Millî Mücadele`de Demirci Mehmet Efe`nin faaliyetleri (1919-1920), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
Konya 2005.
AKÇAKAYALIOĞLU, Cihat; Atatürk (Komutan, İnkılâpçı ve Devlet Adamı Yönleriyle, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1988.
AKÇORA, Ergünöz; Millî Mücadele Yıllarında Kurulmuş Faydalı ve Zararlı Cemiyetler, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan
1987.
AKÇURA, Yusuf; Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, Ankara 1988.
AKÇURA, Yusuf; Üç Tarz-i Siyaset, Ankara 1970.
AKGÜN, Seçil; Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928), Ankara.
AKŞİN, Sina; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele İstanbul 1983.
AKŞİN, Sina; Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1980.
AKYÜZ, Yahya; “Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki Yeri”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
AKYÜZ, Yahya; “Türklerde Eğitim”, Türk Tarihi ve Kültürü, PegemA Yayıncılık, Ankara 2005.
AKYÜZ, Yahya; Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, Ankara 1975.
AKYÜZ, Yahya; Türk Eğitim Tarihi, Ankara 1982.
Ali Saip, (Ursavaş); Kilikya Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1340.
ALTAY, Fahrettin; 10 Yıl Savaşları ve Sonrası, İstanbul 1977.
ALTUĞ, Yılmaz; Türk Devrim Tarihi Dersleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1973.
Anadolu ve Rumeli’de Gerçekleştirilen Ulusal ve Yerel Kongreler ve Kongre Kentleri Bibliyografyası, C.2., TBMM. Kültür
Sanat ve Yayın Kurulu Yay.; Ankara 1993.
ANIL, Çeçen; Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 1981.
APAK, Rahmi; İstiklâl Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, Gün Basımevi, İstanbul 1942.
ARALOV, S.I.; Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Çev., Hasan Ali Ediz, Ankara 1985.
ARI, Asım; “Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 2, Ankara.
ARI, Volkan; 1919-1938 Yılları Arasında Orta Anadolu’da Çıkan İsyanların Siyasi, Sosyal Ve İktisadi Sebepleri Ve
Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2009.
ARIBURNU, Kemal; Sivas Kongresi, Samsun’dan Ankara’ya Kadar Olaylar ve Anılarla, Ankara 1997.
ARISOY, M. Sunullah; Mustafa Kemal Atatürk’ün Söyleyip Yazdıkları, Ankara 1982.
ARMAĞAN, Servet; İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1992.
ARMAOĞLU, Fahir; Siyasî Tarih, Ankara 1975.
ARSAL, Sadrı Maksudi; Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, Ötüken Yay., İstanbul 1979.
Askerî Yönüyle Atatürk, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Serisi Yayınları Seri No: 14, GATA
Basımevi, Ankara 1981.
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Söylev ve Demeçler, 5 Cilt, Ankara 1981.
ATATÜRK, Kemal; Nutuk, Devlet Basımevi, İstanbul 1938.
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk, C.I (1919-1920), Sad. Zeynep Korkmaz, Ankara 1984.
Atatürkçülük, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1982.
Atatürk’ün Millî Dış Politikası (Millî Mücadele Dönemine Ait 100 Belge), III. Baskı, K.B.Y, Ankara 1994.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay. 1989.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, M.E.B., Ankara 1945.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul 1938.
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV. Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara
1991.
ATAY, Falih Rıfkı; Atatürk’ün Bana Anlattıkları, İstanbul 1955.
ATAY, Falih Rıfkı; Çankaya, İstanbul 1980.
ATEŞ, Nevin Yurdsever; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1994.
AVANAS, Ahmet; Millî Mücadele’de Konya, Atatürk Araştırma Merkezi Yay. Ankara 1998.
AVCI, Cemal; İzmir Suikastı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. X, 28 Mart 1994.
AVCIOĞLU, Doğan; Millî Kurtuluş Tarihi, C. 1, Tekin Yay, İstanbul 1993.
282 Bibliyografya
AVŞAR, Abdülhamit; Serbest Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1998.
AYBARS, Ergun; İstiklâl Mahkemeleri 1920-1927, C. I-II, İzmir 1988.
AYBARS, Ergun; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, 3.Baskı, Ankara 1994.
AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam Mustafa Kemal 1922-1928, C. III, İstanbul 1983.
AYDIN, Suavi; Modernleşme ve Milliyetçilik, Ankara 1993.
AYDINEL, Sıtkı; Güneybatı Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye Harekâtı, Ankara 1990.
AYTAÇ, Kemal; Gazi M. Kemal Atatürk Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1984.
AYTEPE Oğuz; Yeni Belgeler Işığında Kürdistan Teali Cemiyeti, Tarih ve Toplum Dergisi, Haziran 1998, İstanbul İletişim Yay.
BALCIOĞLU, Mustafa; Belgelerle Millî Mücadele Sırasında Anadolu’da Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu, Ankara 1991.
BAŞGİL A. Fuad; Din ve Laiklik, Yağmur Yay., İstanbul 1962.
Başmabeyinci Lütfı Bey, Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri, Yayına haz. Şemsettin Kutlu, Hürriyet Yayınları İstanbul, (tarihsiz).
BAYAR, Celal; Ben de Yazdım, C.7, İstanbul 1967.
BAYKAL, Bekir Sıtkı; Cumhuriyetin Tarihsel Anlamı, 50. Yıl Konferansları, Ankara 1973.
BAYKARA, Tuncer; Millî Mücadele, Ankara 1985.
BAYTOK, Taner; İngiliz Kaynaklarında Kurtuluş Savaşı, Ankara 1970.
BAYUR, Hikmet; “Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün Dış Siyasası”, Cumhuriyet 50. Yıldönümü Semineri, T.T.K.B, Ankara 1975.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Türkiye Devletlerinin Dış Siyasası, Ankara 1973.
BAYUR, Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, C. I-IV, Ks. IV, TTK Basımevi Ankara 1952.
BEBEK, İlhami; Millî Mücadele’de Akbaş Cephaneliği Baskını, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara 1994.
BELEN, Fahri; Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983.
BERBER, Engin; Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal ve Vahdettin, Ankara 1977.
BERKES, Niyazi; Atatürk ve Devrimler, Adam Yayınları, İstanbul 1982.
BIYIKOĞLU, Tevfik; Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Kent bs. Ekim 1981.
BIYIKOĞLU, Tevfîk; Trakya’da Millî Mücadele, C.I. Ankara 1987.
BİLSEL, M. Cemil; Lozan, İstanbul 1933.
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Avrupa Cepheleri (Özet), Genelkurmay As. T. ve Str. E. Bşk. Yayını, Ankara 1996.
BOLAY, S. Hayri; Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yay., İstanbul 1978.
BORATAV, Korkut; Türkiyede Devletçilik, Ankara 1982.
BULUT, Faik; Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991.
BURÇAK, R.Salim; Moskova Görüşmeleri ve Dış Politikamız Üzerindeki Tesirleri, Ankara 1983.
BURÇAK, Rıfkı Salim; Siyasî Tarih Ders Notları, Ankara 1984.
BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK, TDK Yayınları, Ankara 2005.
CEBESOY, Ali Fuat; Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953.
CEMAL Behçet; Şeyh Said İsyanı, İstanbul 1955.
CİN, Halil; İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974.
CİN; Halil; Millî Hâkimiyet ve Atatürk, Ata Dergisi, Konya 1992.
CRİSS, Bilge; İşgal Altındaki İstanbul 1918-1922, İletişim Yay, İstanbul 1992.
ÇAĞATAY, Neşet; “Laiklik Nedir, Şeriat Nedir”, Belleten, C. XIII. T.T.K.B., Ankara 1978.
ÇAKIR, Meryem; TBMM Tutanaklarında İç İsyanlar, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2005.
ÇAMSOY, Zeynep; Millî Mücadele’de Kürdistan Teali Cemiyeti, Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007.
ÇARIKLI, Hacim Muhittin; Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri ve Hacim Muhittin Çarıklı’nın Kuvâ-yı Milliye Hatıraları, Ankara
1967.
ÇAY, Abdulhaluk M.; Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara 1993.
ÇAYCI Abdurrahman; “Atatürk Gazi Mustafa Kemal (1881-1938)” Küçük Türk İslâm Ansiklopedisi 3. Fasikül, İstanbul 1980.
ÇELİK, Kemal; “Millî Mücadele’de İç İsyanlar, Vatana İhanet Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri”, Ankara Üniversitesi Türk
İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 10 Sayı: 40, Ankara 2007.
ÇOKER, Fahri; Türk Parlamento Tarihi (1919-1923), C., 3, Ankara 1995.
ÇUBUKÇU, İ. Agah; “Türk Kültüründe Hoşgörü ve Mevlana”, İnsan Haklan Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, TBMM.
Kültür Sanat Yayını, Konya 1994.
DAL, Kemal; Türk Esas Teşkilât Hukuku, Ankara 1984.
DANİŞMEND, İsmail Hâmi; İzahli Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4 Cilt, İstanbul 1971.
DEMİREL Ahmet; I. Meclis’te Muhalefet İkinci Grup, Ankara 1996.
DERMAN, Azmi; Nihat, İzmir Suikastı ve İstiklâl Mahkemeleri, İstanbul, Tarihsiz.
DEVELİOĞLU, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik I Ankara 1978.
DOĞAN, İzzettin; “Atatürk’ün Dış Politikası ve Uluslararası İlişkiler Anlayışı”, Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, İstanbul
1983
DÖNMEZ, Cengiz; Millî Mücadele’ye Karşı Bir Cemiyet: İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 1999.
EGELİ, Münir Hayri; Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İst 1954.
ENER, Kasım; Çukurova Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi Ankara 1996.
ERDOĞDU, M. Akif; “M. Kemal Atatürk ve Cumhuriyet Fikri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XV Sayı: 43, Mart-
1999.
Eren, Hamza; “Türk Dilinin Kurucusu ve Kurtarıcısı Atatürk”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
ERGİL, Doğu; Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Ankara 1981
ERGUN, Mustafa; Atatürk Devri Türk Eğitimi, Ankara 1982.
ERİKAN, Celal; Komutan Atatürk, Türkiye İş Bankası K Yay., Ankara 1972.
Bibliyografya 283
ERİM, Nihat; Devletlerarası Hukuku ve Siyasî Tarih Metinleri (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), C. II, Ankara 1969.
ERKİN, Feridun Cemal; Dışişlerinde 34 Yıl, Anılar, Yorumlar, Ankara 1981.
EROĞLU, Hamza; “Millî Egemenlik İlkesi ve Anayasalarımız, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 1, Sayı 1, Kasım 1994.
EROĞLU, Hamza; Atatürk ve Cumhuriyet, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2005.
EROĞLU, Hamza; Türk İnkılâp Tarihi, MEB, İstanbul 1982.
EROL, Mine; Türkiye’de Amerikan Mandası Meselesi 1919–1920, Giresun 1972.
ERTÜRK, Hüsamettin; İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957.
ESENGİN, Kenan; Millî Mücadele’de İç Ayaklanmalar, İstanbul 1975.
ESMER, Ahmet Şükrü; Siyasi Tarih, Ankara 1953.
EZHERLİ, İhsan; Türkiye Büyük Millet Meclisi (1920-1992) Osmanlı Meclıs-ı Mebusanı (1877-1920), Ankara 1992.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, A.K.D.T.Y.K, Ankara 1975.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Atatürk Yolu; Akılcı, Bilimci, Gerçekçi Yol”, Atatürk Yolu, Otomarsan Kültür Yay., İstanbul 1981.
FEYZİOĞLU, Turhan; “Devlet Adamı Atatürk”, Atatürkçülük Nedir, Varlık Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1965.
GOLOĞLU, Mahmut; Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara 1972.
GOLOĞLU, Mahmut; Erzurum Kongresi, Ankara 1968.
GOLOĞLU, Mahmut; Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin
GOLOĞLU, Mahmut; Üçüncü Meşrutiyet 1920, Başnur Matbaası, Ankara 1970.
GOTTHARD Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İngiliz, İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, Ankara 1971.
GOTTHARD Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yayınevi, Ankara 1972.
GÖĞEN, Alb. Dr. Ziya; “General Trikupis’in Esir Edilişi”, Türk Kültürü, Sayı 82, Ağustos 1969.
GÖK, Dursun; İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi (1923-1927), Siyasî, Sosyal, İktisadî Gelişmeler, İnkılâplar,
Olaylar, Tepkiler, Konya 1995.
GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1970.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib; Millî Mücadele Başlarken, Ankara 1959.
GÖKDEMİR, Ahmet Ender; Cenub-i Garbi Kafkas Hükümeti, Ankara 1989.
GÖNLÜBOL, M., -C. Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası, M.E.B.Y, Ankara 1973.
GÖNLÜBOL, Mehmet-Kürkçüoğlu Ömer, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Genel Bir Bakış”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi C. 1, Sayı 2 Mart 1985.
GÖRGÜLÜ, İsmet; On yıllık Harbin Kadrosu (1912-1922) Balkan Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi, TTK Yayınları, Ankara
1993.
GÖYÜNÇ, Nejat; “Atatürk ve İslâm Alemi, Gerçek, C. 1, Ekim 1988.
GÖYÜNÇ, Nejat; Atatürk ve Millî Mücadele, 2. Baskı, Kon 1987.
GÖZE, Ayferi; Türk Kurutuluş Savaşı ve Devri Tarihi, 6.basım, Betaş Yayınları, İstanbul 2006.
GÖZTEPE, Tarık Mümtaz; Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul 1969.
GÜLER, Ali; Yakın Tarihimizde Yunan Gizli Teşkilâtları B.T.T.D, Sayı 25.
GÜMÜŞ, Emine; Millî Mücadele’de Kazanılan Zaferlerin Kamuoyundaki Yankıları ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Komutanlara
Gönderilen Kutlama Mesajları (1921-1922), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
GÜNEŞ, İhsan; “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti “Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: III, Sayı: 8, Ankara 1987.
GÜNEŞ, İhsan; Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920–1923), Ankara 1997.
GÜNEŞ, İhsan; Türk Parlamento Tarihi (I. Ve II. Meşrutiyet Dönemi), Ankara 1998.
GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri, 1920-1953, TTK Yayınları, Ankara 1991.
H. Kazım Kadri, İnsan Haklan Beyannamesinin İslâm Hukukuna Göre İzahı, Yay. Osman Ergin, Sinan Matbaası, İstanbul
1949.
HATİPOĞLU, M. Murat; Türk Yunan İlişkilerinin 101 Yılı (1821- 1922), Ankara 1988.
HERBERT, Melzig; Atatürk’ün Başlıca Nutukları (1920-1938 İstanbul 1942.
IRMAK, Sadi; Atatürk, İstanbul 1984.
İĞDEMİR, Uluğ; Atatürk’ün Yaşamı, C. 1, Ankara 1980.
İĞDEMİR, Uluğ; Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara 1986.
İLGAZ, Hasene; Millî Mücadele’de Varlığı Gizli Kalan B Cemiyet: Karakol Cemiyeti, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 1 Ocak
1981, Sayı 193.
İNAN Afet; Atatürk Hakkında, Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1968.
İNAN Afet; Medeni Bilgiler ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, Ankara 1969.
İNAN Afet; Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ankara, 1972.
İNAN, Afet; M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971.
İNÖNÜ, İsmet; Hatıralar, C. II, İstanbul 1967.
İZ, Mahir; Yılların İzi, İstanbul 1975.
KABASAKAL, Mehmet; Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi 1908-1960, Tekin Yayınevi, İstanbul 1991.
KAFESOĞLU, İbrahim; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temelleri, T.D.A.V.Y, İstanbul 1983.
Kaldırıldı?, Ankara 1972.
KANSU, Mazhar Müfid; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. I, Ankara 1966.
KAPANİ, Münci; Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yay, 6. Baskı, Ankara 1995.
KAPÇI, Hikmet Zeki; M. Kemal Atatürk’te İnkılâpçılık Anlayışının Oluşmu ve İnkılâplar, Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans
Tezi, Kayseri 2002.
Kaplan, İsmail; Türkiye’de Millî Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
KARA, Bülent; “Savaşı Hazırlayan Barış Konferansı: Londra Konferansı”, Gazi Akademik Bakış, Cilt: 3 Sayı: 5, Ankara
2009.
KARABEKİR, Kazım; İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1988.
284 Bibliyografya
KARABEKİR, Kazım; İstiklâl Harbimizin Esasları, İstanbul 1981.
KARACAN, Ali Naci; Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, İstanbul 1943.
KARADAĞ, Hüsamettin; İstiklâl Savaşında Maraş, Ata Çelebi bs. Mersin 1943.
KARADİŞ, Zeynep; II. Meşrutiyet Dönemimden Lozan Barış Antlaşmasına kadar Kürt Teali ve Teavün Cemiyetinin
Faaliyetleri, Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007.
KARAKURT, Ali; Fener Rum Patrikhanesinin İçyüzü, İst. 1955.
KARAL, Enver Ziya; Atatürk ve Devrim, TTK, Ankara 1980.
KARAL, Enver Ziya; Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul 1981.
KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri (1876–1907), C. III, TTK Basımevi, Ankara 1983.
KARAL, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1965, TTK. Ankara 1976.
KARPAT, Kemal; Türk Demokrasi Tarihi, Sosyo-Kültürel Temeller, İstanbul 1967.
KARTIN, Cengiz; Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele Döneminde Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’daki
Aşiretlere Yönelik Siyaseti, Erciyes Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 2005.
KIRZIOĞLU, M. Fahrettin; Bütünüyle Erzurum Kongresi, Resmi Arşiv İle Ailelerdeki Belgelere Göre, Ankara 1993.
KIŞLALI A. Taner; Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara 1994.
KİLİ, Suna; Türk Devrim Tarihi, Tekin Kitabevi, İstanbul 1981.
KİLİ, Suna-GÖZÜBÜYÜK, Şeref; Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1985.
KOCATÜRK, Utkan; “Celâl Bayar’la Bir Konuşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt 11, Sayı: 5, Ankara Mart. 1986
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (1918-1938), Ankara 1983.
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1984.
KODAMAN, Bayram; Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II Abdülhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul 1983.
KONGAR, Emre; Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983.
KORKMAZ, Zeynep; “Atatürk ve Dilimiz”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
KORKMAZ, Zeynep; “Dil İnkılâbı ve Atatürk’ün Türk Diline Bakış Açısı”, Türk Dili, Sayı: 419, Cilt: LI, (1986), TDK Yayınları,
Ankara 1986.
KÖSTÜKLÜ, Nuri; “I. İnönü Muharebesi ve Siyasî Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt: VII, Sayı: 21, Temmuz-1991.
KRUGER, K.; Türkiye ve Ortadoğu, Çev. Nihal Önol, Altın Kitapları Basımevi, 1981.
KURAT, Y. Tekin; Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1976.
KURAT, Yuluğ Tekin; “Elli Yıllık Cumhuriyetin Dış Politikası (1923–1973)”, Belleten C. XXXIX, Ankara 1975.
KURT, Yılmaz; Pontus Meselesi, TBMM. Bs. Ankara 1995.
KUTAY, Cemal; “Mehmet Akif ve Dinler”, Türk Yurdu, S. 240. Ocak 1955.
KÜRKÇÜOĞLU, Ö.-G. Bozkurt, İ. Güneş vd.; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2, (Atatürk İnkılâpları), YÖK Yayınları,
Ankara 1995.
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer; Türk İngiliz İlişkileri (1919–1926), Ankara 1978.
LEVEND, Agâh Sırrı; Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleştirme Evreleri, TDK. Yay, Ankara 1972.
LEWİS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev., Metin Kıratlı, Ankara 1970.
MELEK, Kemal; İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu, 1890–1926, İstanbul 1983.
MERAM, Ali Kemal; Belgelerle Türk İngiliz İlişkileri Tarihi, İstanbul 1969.
MERAY Seha; Devletler Hukukuna Giriş, C. I, Ankara 1960.
MERAY, Seha L.;-Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Antlaşması, Sevr Antlaşması ile
ilgili belgeler), Ankara 1977.
MEVLANAZÂDE Rıfat, Türkiye İnkılâbı’nın İçyüzü, Yay. Haz. Metin Hasırcı, İstanbul 1993.
MİRALAY Mehmet Arif Bey, Anadolu İnkılâbı, İkinci bs. İstanbul 1992.
MÜDERRİSOĞLU, Alptekin; Kurtuluş Şavaşının Mali Kaynakları, Ankara 1974.
NADİ, Yunus; Birinci Büyük Millet Meclisinin Açılışı ve İsyanlar, İstanbul 1955.
NEDİM, Şükrü Mahmut; Filistin Savaşı (1914–1918), Çev. Abdullah Es, Genelkurmay As. T. Ve St. E. Bşk., Ankara 1995.
OKYAR, Osman-Mehmet Seyitdanlıoğlu; Fethi Okyar’ın Anıları Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Ankara 1997.
OLCAY, Osman; Sevres Antlaşmasına Doğru, Ankara 1981
ORBAY, Rauf; “Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, C. 1, Sayı 4.
ORTAYLI, İlber; İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğu Üzerinde Alman Nüfuzu, Ankara 1981.
OZANKAYA, Özer; Cumhuriyet Çınarı, 2. Baskı, K.B.Y., Ankara 1995.
OZANSOY, Muzaffer; “Askerlik, Bilim ve Stratejik Açısından Atatürk”, Çağdaş Dünya Işığında Atatürk, Eczacıbaşı Vakfı
Yayını, İstanbul 1983.
ÖKE, M. Kemal; Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926. Ankara 1992.
ÖKE, Mim Kemal; Hilâfet Hareketleri, Üçüncü Basım, İrfan Yayımcılık, İstanbul 2005.
ÖNSOY, Rifat; Mali Tutsaklığa Giden Yol, Osmanlı Borçları, Ankara 1999.
ÖNSOY, Rifat; Tanzimat Döneminde Osmanlı Sanayi ve Sanayileşme Politikasi İstanbul 1982.
ÖZ, Esat; Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara 1992.
ÖZALP, Kazım; Millî Mücadele (1919-1922) C. I, Ankara 1971.
ÖZALP, Yalçın; Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin Zaferi, Kahramanmaraş Belediyesi Kültür Yay., Kahramanmaraş 1984.
ÖZCAN, Azmi; “Hilâfet –Osmanlı Dönemi-”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt: 17.
ÖZEL, Sebahattin; Millî Mücadele’de Trabzon, Ankara 1991.
ÖZGÜL M. Cemil; Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları (27 Aralık 1919-23 Nisan 1920), Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 1989.
ÖZKAYA, Yücel; “Türk Basınında Cumhuriyetin İlanının Öncesi ve Sonrası”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 11, Mayıs-1993.
Bibliyografya 285
ÖZKAYA, Yücel; Atatürk ve Halkçılık, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, AKDTYK, Ankara 1995.
ÖZMEN, Remzi; “Megalo İdea Kökleri”, Türk Kültürü, Ankara 1978.
ÖZSUNAY, Ergin; Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1981. Öztürk, ÖZTÜRK, Ayhan; Millî Mücadele’de Gaziantep, Kayseri
1994.
ÖZTÜRK, Kâzım; Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, Ankara 1990.
ÖZTÜRK, Kâzım; Türk Parlamento Tarihi ((1950-1954), C., 7, Ankara 1998.
PAKALIN, M. Zeki; Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü.
PAMUK, Şevket; Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1930), İstanbul 2005.
PARUŞEV, Paraşkev; Atatürk, Çev., Naime Yılmazer, İstanbul 1982.
PARVUS Efendi; Türkiye’nin Malı Tutsaklığı, İstanbul 1977.
PETROSYAN, Yuri Aşatoviç; Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Türkçesi: Mazlum Beyhan-Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yayınevi,
İstanbul 1974.
POLAT, Hasan Ali; Millî Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesi’nde Faaliyet Gösteren Müfrezeler, Milis Kuvvetleri ve Çeteler
(1918-1922), Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
RAMSAUR; E. Edmondson; Jön Türkler ve 1908 İhtilâli, Çev. Nuran İlken, İstanbul 1972.
REŞAT Ekrem; Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar (1300-1920), İstanbul 1934.
Rize Mebusu Esat; Adana’nın Kurtuluş Mücadelesi Hatıraları, İstanbul 1934.
SARAL, Hulki -Tosun Saral; Vatan Nasıl Kurtarıldı, Türkiye iş Bankası Kültür Yay, 1970.
SARAY, Mehmet; Dünden Bugüne Afganistan, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1980.
SARAY, Mehmet; Millî Mücadele Yıllarında Atatürk’ün Sovyet Politikası, Veli Yay, İstanbul 1984.
SARINAY, Yusuf-Hamit Pehlivanlı vd.; Pontus Meselesi ve Yunanistan Politikası, Aatatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 2002.
SELEK, Sabahattin; Millî Mücadele, C. 2.
SELEK, Sebahattin; Anadolu İhtilâli, İstanbul 1981.
SEMİZ, Yaşar ve diğerleri, Mehmet Akif, İstanbul 2011.
SEMİZ, Yaşar, ‘1923 – 1950 Döneminde Türkiye’de Nüfusu Arttırma Gayretleri ve Mecbüri Evlendirme Kanunu (Bekârlık
Vergisi), SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S., 24, Konya 2010.
SEMİZ, Yaşar; AKGÜN Birol; “Dostluktan Krize: İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türk-Rus İlişkileri” S.Ü. Sosyal ve Ekonomik
Araştırmalar Dergisi, C.8, S.14.
SEMİZ, Yaşar; Atatürk Döneminin İktisadî Politikası, Konya, 1996.
SEMİZ, Yaşar; Gaziantep’te Kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Yöre Derg. (Gaziantep), S. 1, Şubat 1990.
SEMİZ, Yaşar; Türk Amerikan Münasebetleri Işığında Chester Demiryolu Projesi, Ankara 1995.
SEZGİN, Ömür; Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Ankara 1984.
SHAW, Stanford;- Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, Çev. Mehmet Harmancı, İstanbul 1983.
SİNANOĞLU, Nüzhet Haşim; Faşizm ve Onun Devlet Sistemi, İstanbul 1933.
SİNANOĞLU, Suat; “Laik Kelimesinin Etymonu ve Anlamları”, Laiklik I, M.T.D.Y, İstanbul 1954.
SMITH, Michael Lewellyn; Anadolu Üzerindeki Göz, Çev. Halim İnal, Hürriyet Yay, İstanbul 1978.
SOFUOĞLU Adnan; Fener Rum Patrikhanesi ve Siyasî Faaliyetleri, İst. 1996.
SOFUOĞLU, Adnan; Kuvâ-yı Milliye Döneminde Kuzey Batı Anadolu 1919-1921, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara
1994.
SONYEL, Selahi R; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, TTK, Ankara 1986.
Sonyel; Salahi R.; Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, TTK, Ankara 1995.
SOYAK, Hasan Rıza; Atatürk’ten Hatıralar, C. I, İstanbul 1973.
SOYAK, Hasan Rıza; Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul 1973
SOYSAL İsmail, “Atatürk’ün Barışçı Politikası ve Dünyadaki Etkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 2, Sayı 4, Kasım
1985.
SOYSAL, İsmail; “Balkan Paktı”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985.
SOYSAL, İsmail; “Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi” Belleten, XLV Sayı 177, Ankara 1981.
SOYSAL, İsmail; Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, 1. Cilt (1920-1945) Ankara 1983.
SÖYLEMEZOĞLU, Galip Kemalî; Başımıza Gelenler, İstanbul 1939.
Süleyman Külçe, Mareşal Fevzi Çakmak, 1. Kitap, 1. bs. 1953, (Yer yok).
ŞAKİROĞLU, Mahmut H.; “Lozan Konferansı Sırasında Kabul Edilen Türk-Yunan Ahali Değişimine Ait Tarihi Notlar”, Yusuf
Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985.
ŞENEL, Nilüfer Uğurlu; “Türk Batılılaşmasında Medeni Kanunun Önemi”, Atatürkçü Bakış, Cilt: 2, Sayı: 4, Yıl: 2003.
ŞIVGIN, Hale; Trablusgarp Savaşı ve 1911–1912 Türk İtalyan İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1989.
ŞİMŞİR, Bilal “Atatürk’ün Yabancı Devlet Adamlarıyla Görüşmeleri, Yedi Belge (1930-1937)”, Belleten, C. XLV, Sayı 177,
Ankara 1981.
ŞİMŞİR, Bilal; İngiliz Belgelerinde Atatürk 1919-1938, C. 1, Ankara 1973.
ŞİMŞİR, Bilal; Türk Yazı Devrimi, Ankara 1992.
TANERİ, Aydın; “Atatürk ve Harf İnkılâbı”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
TANÖR, Bülent; Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), İstanbul 1996.
TANÖR, Bülent; Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul 1998.
TANSEL, Selahattin; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. III, MEB Yay, Ankara 1978.
TANSEL, Selahattin; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.l, M.E.B. Yay., İstanbul 1991.
TEKELİ, İlhan;-Selim İlkin; Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçerken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim
(Tahtakıhç) Bey, Ankara 1989.
TEKİNAY, Selahattin Sulhi; Medeni Hukuka Giriş, İstanbul 1984.
286 Bibliyografya
TEMEL, Mehmet; İşgal Yıllarında İstanbul’un Sosyal Durumu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.
TEVETOĞLU, Fethi; Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Ankara 1987.
TEVETOĞLU, Fethi; Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara 1988.
TEVETOĞLU, Fethi; Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara 1967.
TOKER, Metin; Şeyh Said ve İsyanı, Ankara 1968.
TOPRAK, Zafer; Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara 1982.
TOSUN, Ramazan; “Cumhuriyetin İlanında Kamuoyu”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 12, Bahar-2002.
TÖRE, Nahit; “Atatürk Döneminin (1923–1938) Dış Ekonomik İlişkiler Politikası” Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve
Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi, Ankara 1982.
TUNAYA, Tarık Zafer; Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İkinci bs. İstanbul 1981.
TUNAYA, Tarık Zafer; Türkiye’de Siyasal Partiler, C. II, Mütareke Dönemi, Hürriyet Vakfı Yay. 1986.
TUNAYA, Tarik Zafer; Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul 1952.
TURAN, R., M. Safran, M. Şahin, S. Yalçın; Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara 1997.
TURHAN, Mehmet; Siyasal Elitler, Ankara 1991.
TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl; Cumhuriyet Nasıl Kuruldu, İstanbul 1955.
TÜNAY, Bekir; “Atatürk ve Hatay” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. 2, Mart 1986.
Türk İnkılâp Tarihi, (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yay.) Ankara 1973.
Türk İstiklal Harbi İç Ayaklanmalar 1919-1921 (TİH), Cilt: VI, Genelkurmay Yayınları, Ankara 1964.
Türk İstiklâl Harbi, (Genel Kurmay Harp Tarihi Bşk. Yay.) C. 2-1 Ankara 1971.
Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Balkan Harbi VII. Cilt Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913 Genelkurmay As. T. Ve St. E. Bşk,
Ankara 1993.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Balkan Harbi (1912-1913) III. cilt.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat; Görüp İşittiklerim, Ankara 1984.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat; Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, Ankara 1968.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, I-II, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2005.
UÇAR, Şahin; Tarih Felsefesi Açısından İslâm’da Mülk ve Hilafet, Konya 1992.
ULUĞ, Hakkı Naşit; Hemşerimiz Atatürk, 3. baskı, Ankara 1997.
UMAR, Bilge; İzmir’de Yunanlıların Son Günleri, İstanbul 1974.
URAL, Selçuk; Mitareke Döneminde İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu Politikası”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 10 Sayı: 37, Ankara 2006.
URAN, Hilmi; Hatıralarım, Ankara 1959.
UZUN, Zübeyir; Millî Mücadele’de Çerkez Ethem ve Kuva-yı Seyyare’nin faaliyetleri (1919-1920), Selçuk Üniversitesi,
Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008.
ÜÇOK, Coşkun; Siyasal Tarih, Ankara 1975.
ÜLGEN, H. Ziya; İslâm Felsefi Tarihi, İstanbul 1957.
ÜNAL, Tahsin; Türk Siyasî Tarihi 1700-1958, Ankara 1978
ÜSTÜN, Kemal; Menemen Olayı ve Kubilay, İstanbul 1970. KILIÇ Ali, İstiklâl Mahkemesi Hatıraları, İstanbul 1955.
ÜZEL, Sahir; Gaziantep Savaşının İçyüzü, Ankara 1952.
YALAZAN, Talat; Türkiye’de Yunan Vahşeti ve Soykırım Girişimi (15 Mayıs 1919-9 Eylül 1922), Genelkurmay Baş. Yay,
Ankara 1994.
YALÇIN, E. Semih, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, Berikan Yayınları, Ankara 2000.
YENİŞEHİRLİOĞLU, Şahin, “Atatürk’ün Kültür ve Sanat Anlayışı”, Atatürk, Tarih, Dil Makaleler Kitabı, AÜ Basımevi.
YILDIRIM, Hüseyin; “İrade-i Milliye Gazetesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt. VIII Sayı:23, Mart 1992.
YILDIZ, Hasan; Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan İstanbul 1991.
YILMAZ, Hadiye; Arşiv Belgelerine Göre Pontus Meselesi, Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.
YILMAZ, Veli; I. Dünya Harbi’nde Türk Alman İttifakı ve Askerî Yardımlar. İstanbul 1993.
YURTKURAN, Mustafa; “Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Çağdaş Eğitim Üzerine”, Atatürkçü Bakış, Cilt: 2, Sayı: 4, Yıl: 2003.
ZEYREK, Şerafettin; “Amasya Mülakatı “, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt V, Sayı: 14, Mart 1989.
ZÜRCHER, Eric Jan; Millî Mücadele’de İttihatçılık, Bağlam Yay, İstanbul 1987.
ZÜRCHER, Eric Jan; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul 1992.
SALON YAYINLARI
Hazırlayan
Mehmet Alim KONUKÇU
Yazar
İbn TUFEYL
Hazırlayan
Dr. Mustafa ULUÇAY