Professional Documents
Culture Documents
İmparatorluğu
Roland B arthes
omo ------
Tahsin Yücel (Elbistan, 17 Şubat 1933- İstanbul, 22 Ocak 2016). Elbistan Gazi
Paşa İlkokulu'nu, Galatasaray Lisesi'ni (1953) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Fransız
Dili ve Edebiyatı Bölürnü'nü bitirdi (1960). XIX. ve XX. yüzyıl Fransız yazını ve
göstergebilim alanlarında uzrnanlaştı. 1978'de profesör oldu. İÜEF'deki öğretim
üyeliği görevinden 2000 yılında ernekliye ayrıldı. Yurtiçi ve yurtdışında ses
getiren yazınsal incelernelerinin yanı sıra, yazın adamı kimliğiyle de tanındı;
roman, öykü, aniatı ve denerneler yazdı, birçok çeviri yaptı. Öyküleri İsveççe,
Fransızca gibi yabancı dillere çevrildi.
Başlıca yapıtları: Araştırma: I:Imaginaire de Bernanos, 1969; Figures et messages
dans la Comedie Humaine, Maison Marne, Tours, 1972 (İnsanlık Gü/dürüsü'nde
Yüzler ve Bildiriler, YKY, 1997); Aniatı Yer/emleri, 1979 (YKY, 1993); Dil Devrimi ve
Sonuçları, 1982; Yapısa/cılık, 1982. Deneme-eleştiri: Yazın ve Yaşam, 1976; Yazının
Sınırları, 1982; Tartışmalar, 1993; Yazın, Gene Yazın, 1995; Alıntılar, 1997; Söylem
lerin İçinden, 1998; Salak/ık Üstüne Deneme, 2000; Göstergeler, 2006. Öykü: Uçan
Daire/er, 1954; Haney Yaşamalı, 1955; Düşlerin Ölümü, 1958; Ben ve Öteki, 1983;
Aykırı Öykü/er, 1989; Komşular, 1999; Golyan Devrimi, 2008. Roman: Mutfak
Çıkmazı, 1960; Vatandaş, 1975; Peygamberin Son Beş Günü, 1992; Bıyık Söylencesi,
1995; Yalan, 2002; Gökdelen, 2006. Masal: Anadolu Masalları, 1957 (YKY, 1992).
Roland Barthes'ın
YKY'deki kitapları:
Göstergeler İmparatorluğu
Çeviren
Tahsin Yücel
om o
YAPI KREDi YAYlNLARI
Yapı Kredi Yayınları - 677
Sanat- 27
Orada • ı 1
Bilinmeyen Dil • ı6
Sözsüz • 1 8
Su ve Kar • 20
Çubuklar • 23
Merkezsiz Besin • 26
Aralık • 30
Paşenko • 34
Merkez-Kent, Boş Merkez • 37
Adressiz • 40
Gar • 44
Paketler • 48
Üç Yazı • 52
Canlı/Cansız • 62
İ çeri/Dışarı • 64
E ğilmeler • 66
Anlam Sızması • 7 1
Anlam Bağışıklığı • 75
Olay • 78
Böyle • 84
Kırtasiye • 87
Yazılı Yüz • 91
Milyonlarca Beden • 97
Gözkapağı • ıo2
Şiddetin Yazısı • ı 06
Göstergeler Odası • 1 ıo
Resimler • 1 1 3
Maurice Pinguet'ye
Metin resimleri "yorumlamıyor". Resimler metni
"aydınlatmıyor ": benim için, herbiri bir tür görsel
titreşimin, belki de Zen'in satari diye adlandırdı
ğı şu anlam yitimine benzeyen şeyin çıkış noktası
oldu yalnızca; metin ve resimler, iç içe girmiş/ik/e
rinde, şu üç ''gösteren"in: bedenin, yüzün, yazının
dolaşımını, değişimini sağlamak ve orada göster
gelerin uzak/aşımını okumak amacında.
Orada
ll
M U, boşluk
12
olan ve Doğu'ya ilişkin bilgisizliğimizi bildik diller (Voltaire'in,
Revue Asiatique'in, Loti'nin ya da Air France 'ın Doğu'su) yardı
mıyla yumuşatmaya yönelen düşüngüsel düzeltmeleri elden ge
çirmek gerekir. Bugün Doğu'dan öğreneceğimiz binlerce şey var
kuşkusuz: geniş mi geniş bir bilgilenme çalışması zorunlu, ileride
de zorunlu olacak (gecikmesi ancak düşüngüsel bir örtmeciliğin
sonucu olabilir); ama şurada burada uçsuz bucaksız gölge kuşak
ları (anamalcı Japonya, Amerikan ekininin benimsenmesi, teknik
gelişme) bırakmaya boyun eğilirken, incecik bir ışık çizgisinin de
başka simgeleri değil, simgeselin çatlama çizgisinin ta kendisini
araması gerek. Bu çatlak, ekinsel ürünler düzeyinde beliremez:
burada sunulan şey Japon sanatının, Japon kentçiliğinin, Japon
mutfağının malı değil (en azından böyle olmaması umulmakta).
Yazar hiçbir zaman, hiçbir anlamda, Japonya'nın fotoğrafını çek
medi. Daha çok bunun tersi olmalı: Japonya onu sayısız ışıltılarla
benekledi; daha da iyisi: Japonya onu yazı konumuna getirdi. Bu
durum da kişinin kimi sarsılmalarının, eski okumaların tersine
dönüşünün, nesne hiçbir zaman anlamlı, çekici olmaktan çıkma
dan, anlamın bir sarsılışının, yeri doldurulamayacak bir boşluk
noktasına gelinceye dek parçalanıp tükenişinin gerçekleştiği du
rumun ta kendisi. Gerçekte, yazı da, kendi yordamınca, bir sato
ridir: satori (Zen'de olay) bilgiyi, özneyi sarsan az ya da çok güçlü
(hiç de görkemli olmayan) bir yer sarsıntısıdır: bir söz boşluğu
gerçekleştirir. Yazıyı oluşturan da bir söz boşluğudur; Zen'in her
türlü anlamdan bağışık bir durumda, bahçeleri, devinileri, evleri,
demetleri, yüzleri, şiddeti yazmakta kullandığı çizgiler buradan
yola çıkar.
13
Yağmur, Tohum Serpme
Öru, Kumaş, Metin.
'
..
Yazı
.
ıs
Bilinmeyen Dil
16
Böylece, Japoncada, işlevsel sonekierin çokluğu ve "sona
sığınık" ların* karmaşıklığı, öznenin sözeelernde önlemlerle,
baştan almalarla, gecikme ve üstelemelerle ilerlemesini içerir,
bunların son oylumu da (o zaman basit bir sözcük çizgisinden
sözedilemez artık) özneyi tümcelerimizi dışarıdan ve yukarıdan
yönlendirdiği varsayılan şu dolu çekirdeğe değil, sözden boşal
mış bir kocaman kılıfa dönüştürür, böylece bize bir öznellik faz
lalığı gibi görünen şey (Japoncanın saptamaları değil, izlenimleri
ilettiği söylenir) daha çok bir sulandırma biçimi, öznenin sonun
da bir boşluk olup çıkıncaya dek bölünmüş, ufalmış, ufalanmış
bir dil içinde kan yitirmesidir. Ya da şu: pek çok dil gibi Japonca
da caniıyı (insan ve/ya da hayvan) cansızdan ayırır, özellikle de
olmak eylemleri düzeyinde; (bir varmış bir yokmuş türünden) bir
öyküye sokulan düşsel kişiler cansı z belirtisini alır; bizim tüm
sanatımız roman kişilerinin "canlılığını", "gerçekliğini" kesinie
mek için soluk tüketirken, japoncanın yapısı bu varlıkları iiriin
niteliklerine, öncelikle göndergesel şaşırtmacadan: canlı nesne
şaşırtmacasından gösterge niteliğine getirir ya da bu nitelikte
tutar. Ya da, daha kesin bir biçimde, dilimizin tasariamaclığını
tasadamak söz konusu olduğuna göre, örneğin bilen özneden
ve bilinen nesneden yoksun bir bilme ediınİ gibi, aynı zamanda
hem öznesiz, hem yüklemsiz, gene de geçişli bir eylemi nasıl
tasar!ayabi!iriz? Oysa Çiniilerio chan'ının ve Japonların zem'inin
kökeni olan l ndu dhyanası karşısı nda bizden istenen imgelem
budur. Hiç kuşkusuz, bu dhyana kavramı işin içine özneyi ve
tanrıyı katmadan diişiiniimle çevrilemez: kovun, geri gelirler, di
limizin üstüne binmişlerdir. Bu olaylar ve daha birçokları, hiçbir
zaman ona karşı çıkmakta kullanmaya kalktığımız (araçsal ba
ğıntı) dilin sınırlarını düşünmeden toplumumuza karşı çıkmak
istemenin ne denli gülünç olduğunu gösterir bize: kurdu rahatça
ağzının içine yerleşerek yok etmek isternektir bu. Şaşırtıcı bir
dilbilgisinin bu alıştı rmaları en azından sözümüzün içerdiği dü
şüngüye kuşkuyla bakmamıza yardımcı olur.
• Sonasığınık (Fransızca enclitique), dilde vurgudan yoksun olan öğe. (ç. n.)
17
Sözsüz
Bilinmeyen bir dilin uğultulu kitlesi çok hoş bir koruma oluş
turur, yabancıyı (ülkenin ona düşman olmaması koşuluyla) ana
dilin tüm sapmalarını: konuşan kişinin bölgesel ve toplumsal
kökenini, ekin, akıl, beğeni düzeyini, içinde kendi kendini kişi
olarak kurduğu ve sizden onaylamanızı istediği imgeyi kulakla
rında durduran bir sesli zarla sarar. Bu ne denle, yabancı ülkede
ne kadar rahattır insan! Budalalığa, bayağılığa, gurura, kibar
çevre düşkünlüğüne, ulusallığa, normalliğe karşı korunurum
burada. Her şeye karşın soluğunu, havalanmasını, tek sözcükle
tüm anlamsallığını kavradığım "bilinmeyen" dil, ben yer değiş
tirdikçe, çevremde hafif bir baş dönmesi oluşturur, yalnız benim
için gerçekleşen, yapay boşluğuna sürükler beni: her türlü dolu
anlamdan sıyrılmış durumda, "ara yerde" yaşarım. Orada dil
sorununu nasıl çö"zdünüz? Söyleo meyen anlamıyla: Bu yaşamsal
iletişim gereksinimini nasıl karşılıyordunuz? Daha doğrusu, yaşam
içindeki sorunun kapsadığı düşüngüsel kesinleme: iletişim yalnız
söz içinde gerçekleşebilir.
Ancak bu ülke de (Japonya'da) gösterenler imparatorluğu
öylesine geniştir ki, sözü öylesine aşar ki, dilin saydamsızlığına
karşın, hatta bazı bazı bu saydamsızlığın yardımıyla, gösterge
alışverişi büyüleyici bir zenginliğe, büyüleyici bir devingenliğe,
büyüleyici bir inceliğe ulaşır. Bunun ne deni de orada bedenin
isterisiz, özsevisiz olarak, ineelikle ölçülü olmakla birlikte, saltık
bir kösnül tasarıya göre varolması, açılması, etkinlik göstermesi,
kendini vermesidir. iletişimi kuran (kişinin "haklar"ını kendisiy
le özdeşleştirdiğimiz) ses değildir (neyi ileteceğiz? -ister istemez
18
güzel- ruhumuzu mu? içtenliğimizi mi? saygınlığımızı mı?), tüm
beden (gözler, gülümseme, saç tutamı, devini, giysi), sizinle bir
tür cıvıldaşmaya girişir, izgelerin kesin egemenliği de cıvıldaşma
nın her türlü geriye dönük, çocuksu özelliğini alıp götürür. Bir
randevu saptamak (devinilerle, resimlerle, özel adlarla) hiç kuş
kusuz bir saat alır, ama bu bir saat süresince, konuşolmuş olsa bir
anda yok olacak bir bildiri için (aynı zamanda hem temel, hem
önemsiz), ötekinin tüm bedeni tanınmış, tadılmış, alınmış, gene
ötekinin bedeni (gerçek bir sona varmadan) kendi anlatısın, ken
di metnini gözler önüne sermiştir.
19
Su ve Kar
20
lokma pirinci, bir çimdik sebzeyi art arda alabilirsiniz), devingen
ve sanki esinli bir öğeler topluluğuna yönelir: besinin tüm ediınİ
düzenlemeye dayandığından, alışlarınızı düzenlerken, yediğiniz
yemeği kendiniz yaparsınız; yemek, hazırlanışı bizde zaman ve
uzarnda kibarca uzaklaştırılmış olan (bir mutfağın, yani ürünün
düzenlenmiş, süslenmiş, kokulandırılmış, düzgünlenmiş olarak
çıkması koşuluyla, her şeye izin verilen gizli odanın duvarı ardı nda
önceden hazırlanmış yemekler) nesneleştirilmiş bir ürün değildir
artık. Tüm mevsimlerde ozanın dileğini gerçekleştirir görünen
canlı (ama canlı demek doğal demek değildir) özelliği de buradan
gelir: "Ah! baharı nefis yemekler/e kutlamak... "
" Fransızcada çorba karşılığında iki sözcük vardır: la soupe ve le potage. (ç. n.)
21
lecc japon besin i (dıınıdan bölünebilire) maddenin indirgenmiş
bir dizgcsindc, giistcrcnin bir titreyişinde kurulur: bunlar dilin
bir tür titreşimi üzerine kurulmuş yazının temel nitelikleridir,
Japon besini de böyle belirir: yiyeceği yemek tepsisinin üzerine
değil de (bizim kadın dergilerimizin fotoğrafı çekilmiş yiyecek
leriyle, renkli düzenlemeleriyle hiç ilgisi yokt ur) insanı, sofrayı
ve evreni payandalamayla derin bir uzama yerleştiren bölme ve
alma devinilerine bağlı bir yazılı besin. Çünkü yazı gösterimin
biricik düz uzamında kavramlamayacak olanı tek bir çalışmada
birleştiren edimin ta kendisidir.
randevu
Ilir .ı•olm/11/: rehberini açın: genellikle bir küçük sözlük bulursunuz burada,
rllllft !JII sijzfiil.- tuhafbir biçimde sıkıcı ve yararsız şeylere ilişkindir: gümrük,
f!oslrt, old, berber, hekim fiyatlar. Oysa, yolculuk etmek nedir? Karşılaşmak.
'Id: ihmnli sijzlük randevunun siJzlüğüdür.
22
Çubuklar
Hıyarı kesmiş/er.
Suyu akıy or
Öriimcek ayakları çizerek.
23
leridir. Her şeyden önce, çubuğun -biçimi
yeterince söyler bunu- bir gösterici işlevi
vardır: yiyeceği gösterir, parçayı belirtir,
seçme devinisiyle var eder; ama, bununla,
yeme ediınİ insanın aynı yemeğİ n parça
larını yavaş yavaş yutmakla yerineceği bir
tür makinemsİ kesiti izleyeceğine, çubuk,
seçtiği şeyi gösterirken (dolayısıyla anında
şunu değil de bunu seçerken), yiyecek kul
lanımına bir sıra değil, özenç ve tembellik
gibi bir şey: ne olursa olsun, mekanik ol
maktan çıkarak ussal bir nitelik kazanan
randevu bir işlem getirir. Çifte çubuğun bir başka
işlevi de yiyecek parçasını kıstırıp almaktır
(bizim çatallarımız gibi kapmak değil); ay
rıca, kıstırmak* fazla sert, fazla saldırgan bir
sözcük (sinsi küçük kızların, cerrahların,
terzi kadınların, alıngan kişilerin sözcü
ğü); çünkü yiyecek hiçbir zaman kendisini
ikimiz
kaldırıp taşımak için gerekli olandan fazla
bir baskıya uğramaz; nesnenin, tahta ya da
lakenin, daha da yumoşattığı devinisinde
anaca bir şey, bir çocuğun taşınmasında
gösterilen, tamı tamına ölçülü tutma vardır:
bir itki değil (terimin işlemsel anlamında),
n eredeP bir güçtür; yiyecek karşısında başlı başına
bir t utumdur; yemeği yemekte değil de
hazırlamakta kullanılan uzun çubukların
da çok güzel görürüz bunu: araç hiçbir za
man delmez, kesmez, yarmaz, yaralamaz,
yalnızca tut up alır, çevirir, taşır. Çünkü
ne zamanP
çubuk (üçüncü işlev), bölmek için, bizim
çatal bıçaklarımız gibi kesrnek ve t utmak
yerine, ayırır, aralar, ufak ufak parçalar alır;
* Yazar burada aynı zamanda hem parmak ya da maşa (ya da iki uç) arasında "kıstırıp
almak", hem de "çimdiklemek" anlamına gelen "pincer" sözcüj:i;ünü kullanıyor. (ç. n.)
24
yiyeceğe sert davranmaz hiçbir zaman: ya (otlarda olduğu gibi)
yavaş yavaş seçip alır, ya da (balıklarda, yılanbalıklarında olduğu
gibi) ayırır, maddenin doğal yarıklarını yeniden bulur böylece
(bu konuda ilkel parmağa bıçaktan çok daha yakındır). Son ola
rak, belki en güzel işlevi de budur, ister iki el gibi kavuşup artık
kıskaç değil de dayanak olarak pirinç yumağının altına kayıp
onu yaysın, yiyenin ağzına dek getirsin ister (t üm Doğu'nun bin
yıllık bir devinisiyle) bu besleyici karı bir kürek gibi kaseden du
daklara kaydırsın, çubuk besini aktarır. Tüm bu kullanımlarda,
gerektirdiği tüm devinilerde, çubuk bizim bıçağıınızia (ve onun
leş yiyici yardımcısı çatalla) karşılaşır: kesmeyi, sarılmayı, ko
parmayı, delmeyi yadsıyan yeme aracıdır (mutfaktaki hazırlıklar
arasına atılmış, çok sınırlı devinilerdir bunlar: önümüzde canlı
yılanbalığının derisini çıkaran balıkçı, bir ön sunguda, yiyeceğin
öldürülmesini kesin olarak uzaklaştım bizden); çubuk işin içine
girince, besin artık sert davranılan (üzerine saldırılan etler) bir
av değil, uyumla aktarılan bir tözdür; önceden bölünmüş mad
deyi kuş yemine ve pirinci süt köpüğüne dönüştürür; ana gibi,
yorulup bıkmadan birer gagalık yem devinisini yönlendirir, leş
yeme devinisini bizim mızrak ve bıçaklarla donanmış beslenme
törelerimize bırakır.
25
Merkezsiz Besin
26
Yazı nerede başlar?
Resim nerede başlar?
" Fransızca, dişilla crnditi(çiğlik) sözcüğü söz konusu. Bu sözcük çoğul (fes crndittfs) biçim
de kullanılınca, "çiğ şeyler" (çiğ yenen sebze, meyva) anlamına gelir. (ç. n.)
27
nü toplayacağımız (bizde çiğlik, tatar bifteğine uygulanan yoğun
baharatlamanın düzdeğişmecesel olarak gösterdiği gibi, besinin
güçlü bir durumudur) kan boBuğu (kan güç ve ölüm simgesidir
ya) değildir. Japon çiği temelinden görseldir; etin ya da bitkinin
belirli bir renkli durumunu belirtir (biliriz, boya kataloğu rengi
hiçbir zaman tüketemez, ama renk maddenin her türlü dokun
sallığına gönderir; böylece sachimi renklerden çok, dirençler ya
yar: tepsi boyunca, gevşek, lifli, sıkı, esnek, sert, kaygan durak
larından geçirerek balıkların etini çeşitlendiren dirençler). Besin
tümüyle görseldir (göz için, hatta bir ressam, bir hattat gözü için
tasarlanmış, işlenmiş düşünce), bu niteliğiyle derin olmadığını
söyler: yenilebilir tözün ince yüreği, saklı gücü, yaşamsal gizi
yoktur: hiçbir Japon yemeğinin bir merkezi (bizde yemekleri dü
zenlemek, çevreiemek ya da örtrnek biçiminde beliren töremin
gerektirdiği besinsel merkez) yoktur: her şey bir başka süsün
tb 4A.aL.L '}v-tt�.�
��4 J-0 �
randevu
burası bu akşam
bugün saat kaçtaP
yarın dö"rtte
28
süsüdür burada: önce sofrada, tepsının üstünde, besin hiçbiri
bir yeme düzenince ayrıcalıklı kılınmış görünmeyen bir parçalar
toplamından başka bir şey olmadığı için: yemek bir listeye (ye
meklerin yol düzenine) uymak değil, ağırlığı içinde (kendisi de
pek sessiz olabilecek) bir konuşmanın kopuk, dolaylı eşliği gibi
görünen bir tür esin uyarınca, çubuğun hafif bir dokunuşuyla,
kimi zaman bir renk, kimi zaman bir başka renk almaktır; bir de
bu besin -özgünlüğü de buradadır-, üretiminin ve tüketiminin
zamanını tek bir zamanda birleştiediği için; sukiyaki nin teknik
,
29
Aralık
aralık
30
burada yağlı cismin bu soğuk yanmasının yerini her türlü kızart
madan esirgenen bir nitelik alır: tazelik. Tempurada yiyeceklerin
en canlı ve en kırılganlarından, balık ile bitkiden yükselerek
unun dantelası içinde dolaşan tazelik, bu aynı zamanda hem
dokunulmamışın, hem ferahlatıcının tazeliği olan yağın tazeliği
dir: tempura lokantaları kullandıkları yağın "eskime" derecesine
göre sınıflandırılır: en çok tutulanlarının yağı yenidir; yağ kulla
nıldıktan sonra daha sıradan bir lokantaya satılır ve böyle sürüp
gider; satın alınan yiyecek değildir, tazeliği bile değildir (yerin ve
hizmetin düzeyi hiç değil), pişiminin kız-oğlan-kızlığıdır.
Bazı bazı tempura parçası kat kattır: kızartmanın kendisi de
midye içieriyle dolu bir biberi (sarmaktan çok) çevirir. Önemli
olan, yiyeceğin, yalnız hazırlanışıyla değil, bir de ve özellikle su
gibi akıcı, yağ gibi yapıştırıcı bir töze dalmasıyla, parça biçiminde
(salça, kaymak, kabuk örtüsünün biJinınediği Japon mutfağının
temel durumu) kurulmuş olmasıdır, bu işlemden bitmiş, ayrıl
mış, adlandırılmış, gene de tümüyle gözenekli bir parça çıkar;
ama çevre çizgisi öylesine hafiftir ki soyutlaşır: yiyeceğin kılıfı
artık yalnızca kendisini katılaştırmış olan zamandır (o da çok in
cedir ayrıca). Temp uranın Hıristiyan (Portekiz) kökenli bir yemek
olduğu söylenir: büyük perhiz besinidir (tempora); ama Japonla
rın geçersizleştirme ve bağışıkiaştırma teknikleriyle öylesine
inceltilmiştir ki, bir başka zamanın yiyeceğidie bir perhİz ya da
giinah iidcme töreminin* değil, daha iyisini bulamadığımızdan
(vr.: belki de izlek çığırlarımız nedeniyle), hafifin, havasalın, aniı
ğı rı, kırılganın, saydamın, tazenin, hiçin yanında belirlediğimiz,
;ıııı;ı gerçek adı belki de dolu kenarlardan yoksun aralık, ya da
lıo� giistcrge olan şu "bir şey" çevresinde, besinsel olduğu kadar
da gös te ris e l (tempura gözümüzün önünde hazırlandığına göre)
hir tür düşünümün yiyeceğidir.
Gerçekten de, balıklarla ve biberlerle dantela yapan genç sa
natçıya dönmek gerek. Yiyeceğimizi, yılanbalığını bir deviniden
bir deviniye, bir yerden bir yere, havuzdan (kendisini tümden
gözeneklenmiş olarak alacak olan) kağıda götürerek, önümüzde
32
hazırlıyorsa, bunun nedeni bizi (yalnızca) mutfağının yüksek
kesinliğine ve arılığına tanık etmek değildir; etkinliği gerçek an
lamda yazısal olduğu içindir: yiyeceği maddeye yazar; t ablası bir
yazı ustasının masası gibi düzenlenmiştir; tözlere yazı ustasının
(özellikle Japon'sa) birbiri ardından boya çanaklarını, fırçaları,
mürekkep taşını, suyu, kağıdı kullandığı gibi dokunur; böylece,
lokantanın karmaşasında ve siparişlerin kesişmesinde, zamanın
değil, zamanların (bir tempura dilbilgisinin zamanlarının) kat kat
dizilimini gerçekleştirir, uygulamaların gamını görünür kılar,
yiyeceği ancak kusursuzluğu bir değer taşıyan (bizim yemekle
rimizin durumu budur) bitmiş bir mal gibi değil, anlamı birimsel
değil, gelişen türden olan, bir bakıma, üretimi t amamlanınca
tükeneo bir ürün gibi söyler: yiyen sizsiniz; ne var ki, o oynamış,
o yazmış, o üretmiştir.
33
Paşenko
34
Yemlikler ve ayakyollan
Batılı oyuncu için, top bir kez atıldıktan sonra, her şeyden önce
(aygıta indirilen vuruşlarla) düşüş yolunu yavaş yavaş düzeltmek
söz konusudur; Japon oyuncu için, her şey yollama vuruşunda
belirlenir, her şey başparmağın kapaç üzerinde uyguladığı güce
bağlıdır; parmağı basma deviniınİ dolaysız, kesindir, oyuncunun
yeteneği yalnızca ondadır, oyuncu rastlamıyı ancak önceden ve
tek vuruşta düzeltebilir; daha doğrusu: bilya en iyi biçimde an
cak oyuncunun eliyle ineelikle tutulduğu ya da çabuklaştırıldığı
zaman (yöneltildiği zaman değil) gerçekleşir, oyuncu tek bir vu
ruşla devinime geçirir ve denetler; öyleyse bu el (yazısal) çizgiyi
"denetlenen bir oluntu" sayan (Japon işi) bir sanatçının elidir.
35
Kısacası, Paşenko, çizginin tek bir devinimle, yalnız bir kez çi
zilmesini ve kağıda mürekkebin niteliği nedeniyle hiçbir zaman
düzeltilememesini isteyen alla prima resmin mekanik düzenini,
ilkesini yineler; atılan bilya yolundan saptırılamayacağı gibi (bi
zim Batılı hilebazlarımızın yaptığı gibi aygıta kaba davranmak da
çok yakışıksız bir davranış olurdu): yolu atılışının tek şimşeğiyle
önceden belirlenmiştir.
Neye yarar bu sanat? Bir beslenme çevrimini düzenlemeye.
Batı makinesi bir "girme" simgeciliğini destekler: tam yerini
bulan bir "vuruş"la, tabloda iyice aydınlatılarak, cilve yaparak
bekleyen bir yasmaya sahip olmak söz konusudur. Paşenko'da
cinsellik diye bir şey yoktur (Japonya'da -benim Japonya diye
adlandırdığım bu ülkede- cinsellik cinseldedir başka hiçbir yer
de değildir, Amerika Birleşik Devletleri'nde, tam tersini görürüz:
cinsel, cinsellik dışında her yerdedir). Aygıtlar yan yana sıra
lanmış yemliklerdir; oyuncu, kesintisiz görünecek ölçüde hızlı
bir biçimde yinelenen, çabuk bir deviniyle, makineyi bilyayla
besler; kazın ağzına yem tıkılır gibi sokuşturur bunları; zaman
zaman, makine, iyice doyup bilya ishalini bırakıverir: oyuncu,
birkaç yen karşılığında, simgesel olarak paraya batar. Durum bu
olunca, anamalcı zenginliğin sıkılığının, ücretierin kabız cimrili
ğinin karşısına, birdenbire oyuncunun elini dolduruveren gümüş
bilyaların şehvetli dökölümünü çıkaran bir oyunun ağırbaşldığı
daha iyi anlaşılır.
36
Merkez-Kent, Boş Merkez
Dört köşeli, ağ biçimi kentler (örneğin Los Angeles) derin bir te
dirginlik verirmiş insana, öyle derler: bu tür kentler her kent uza
mının gidilip gelinecek bir merkezi, düşleyeceğimiz, kendisine
göre yönelip kendisine göre geri çekileceğimiz, tek sözcükle
kendimizi kendisine göre yaratacağımız, eksiksiz bir yeri bulun
masını isteyen, ortak duygumuza ters düşer. Batı değişik neden
lerle (tarihsel, ekonomik, dinsel, askersel) bu yasayı fazlasıyla
anlamıştır: tüm kentleri tek merkezlidir; ama, aynı zamanda, her
merkezi gerçeğin yeri olarak gören Batı doğaötesinin devinimine
uygun olarak, kentlerimizin merkezi her zaman doludur: ağırlıklı
yer olduğundan, uygarlığın değerleri onda toplanıp yoğunlaşır:
tinsellik (kiliselerle), iktidar (bürolarla), para (bankalarla), mal
(büyük mağazalarla), söz (agoralarla: kahvelerle ve gezinti yerle
riyle): merkeze gitmek, toplumsal "gerçek"le karşı karşıya gel
mektedir, "gerçeklik" in görkemli doluluğuna katılmaktır.
Sözünü ettiğim kent (Tokyo) şu ince aykırılığı sunar: bir
merkezi olmasına bir merkezi vardır, ama bu merkez boş
tur. Tüm kent aynı zamanda hem yasak, hem ilgisiz bir yerin,
içinde hiç görünmeyen bir imparator, yani, sözcüğün tam anla
mıyla, kim bilir kim, yaşayan ve yeşillikler altında gizlenen, su
hendekleriyle korunan bir konutun çevresinde döner. Her gün,
bir mermi gibi hızlı, çevik, güçlü taksiler, görünmeyenin görünür
biçimi olan basık tepeliği bir kutsal "hiç"i gizleyen bu daireden
kaçınır durur. Demek ki, çağcıllığın en büyük iki kentinden
biri, surlardan, sulardan, çatılardan ve ağaçlardan oluşan, say
damsız bir halkanın çevresinde kurulmuştur, halkanın merkezi
37
de buharlaşmış bir düşünceden başka bir
şey değildir, herhangi bir iktidarın ışığını
yaymak için değil, ulaşımı sürekli bir sap
maya zorlayarak kentin tüm devinimine
merkezsel boşluğunun desteğini vermek
için durur. Derler ki, imgelem de böylece
dairesel bir biçimde, boş bir konu boyun
ca, kıvrılışlarla, geri dönüşlerle açılır.
38
Adressiz
Bu kentin sokaklarının adı yok. Yazılı bir adres var var olmasına,
ama yalnızca posta açısından bir değer taşıyor, konuğun değil,
postacının bildiği bir kütüğe (hiç mi hiç geometrik olmayan ma
halle ve bloklar) göndermede bulunuyor: dünyanın en büyük
kenti gerçekte sınıflandırılmamış, kendisini ayrıntılı biçimde
oluşturan uzamlar adlandırılmamış. Bu konutsal siliklik (bizim
gibi) en kullanılışının her zaman en ussal olduğunu (bu ilkeye
göre kentlerde en iyi yer adlandırması Birleşik Devletler'de ya da
Çin kenti Kyoto'da olduğu gibi numara-sokaklardır) kesinlerne
ye alışmış olanlara kullanışsız görünür. Bununla birlikte, Tokyo
bize ussalın da başka dizgeler arasında bir dizge olduğunu yine
ler durur. Gerçeğe (şu durumda adreslere) egemen olunabilmesi
için, bu dizge görünüşte mantıkdışı, yararsızca karışık, tuhaf bir
biçimde uyumsuz bile olsa, bir dizge bulunması yeter: biliriz, iyi
bir yaptakçının elinden çıkan iş yalnızca çok uzun süre dayan
makla kalmaz, öte yandan teknikçi uygarlığın tüm kusursuzluk
Ianna alışmış milyonlarca kentliye yeterli de gelebilir.
Adsızlığın boşluğunu birtakım ikincil yollar da doldurabilir
(en azından bize böyle görünür), bunların bağdaşımı bir dizge
oluşturur. Adres (çizili ya da basılı) bir yönlendirim çizgesiyle,
konutun yerini bilinen bir işaret noktasından, örneğin bir gardan
başlayarak belirleyen bir tür coğrafyasal çizimle gösterilebilir
(burada oturanlar bu hazırlıksız resimlerde çok ustadır, bu resim
lerde, bir kağıt parçasının üzerinde, bir sokağın, bir yapının, bir
kanalın, bir demiryolunun, bir tabelanın biçimlendiği görülür,
böylece adres değişimini bedenin bir yaşamının, bir yazı devi-
40
Adres defteri
41
J A. lf.J(PAUING)
...
..
( SHIITO ST.)..!
·ı
" Yazar "konuk" (visiteur) diyor burada şoförün yolu evine gidilen kişiye, "ev sahibine"
telefonla sorarak bulması söz konusu. (ç. n.)
42
Ratıdevu
belki yorgun
olanaksız uyumak istiyorum
43
Gar
44
Bu güreşçiler bir kast oluşturur; ayrı
yaşarlar, saçlarını uzatır ve tö"remsel
bir yemek yerler. Çarpışma bir şimşek
çokımından fazla sürmez: öteki kit
leyi yere düşürme zamanı. Bunalım
yoktur, dram yoktur, gücü tüketme
yoktur, tek sö"zcükle spor yoktur: tart
ma göstergesi, uzlaşmazlığın azması
değil.
45
lengerlerin bolluğuyla güçlenmiş olarak, şöyle sıcacık giyinmek
gereksiniminde olan iyi işçinin tüm parlak ve yumuşak takımı.
Ve (anımsanacağı gibi, boş) imparatorluk halkasının öbür yanın
da, bir başka halk mahallesi: İ kebukuro, işçi ve köylü, sert ve
dost, kocaman bir kırma köpek gibi. Tüm bu mahalleler farklı
ırklar, başka bedenler, her seferinde yeni bir içli dışld ık üretir.
Kentin içinden geçmek (ya da derinliğine inmek, çünkü yeral
tında bar, dükkan ağları vardır; bunlara bazı bazı basit bir yapı
girişinden ulaşılır, öyle ki, bu dar kapı geçilince, tecim ve hazzın
kara Hindistan'ını bulgularsınız görkemli ve yoğun) japonya'nın
yukarısından aşağısına yolculuk etmek, yerberimin üstüne yüz
lerio yazısını koymaktır. Böylece, her ad uçsuz bucaksız kenti kır
olabilecek bir ilkel topluluk gibi bireysel bir halkı bulunan bir
köy düşüncesi uyandırarak çınlar. Yerin bu sesi, tarihin sesidir;
çünkü belirtici ad burada anı değil, geçmişin bilinçle anımsan
masıdır, sanki tüm Ueno, tüm Asakusa bana (XVII . yüzyılda
Başô'nun yazdığı ) şu eski haykudan gelir:
47
Paketler
48
odasında herJapon'un -onu yıkma çabasına ya da oyununa girme
den- çerçevesinin uzlaşımcılığını başarısızlığa uğrarmasını sağla
yan şu " fantezi"yi buluruz (özellikle giydirim fantezisin i) . Ya da:
Japonya'ya ilişkin her kılavuz kitapta ve İkebana üstün e her sanat
kitabında açıklanan simgesel amaçları ne olursa olsun, (Batı es
tetiğinin diliyle) "titizlikle kurulmuş" olan bir Japon demetinde,
üretilen şey havan ın dolaşımıdır; çiçekler, yapraklar, dallar (fazla
bitkibilimsel sözcükler) gerçekte dağalı ancak bolluk kanıtlarmış
gibi bizim kendi payımıza doğadan ayrı tuttuğumuz bir enderlik
düşüncesine göre, ineelikle çizilmiş bölmelerden, koridorlardan,
dolambaçlı yollardan başka bir şey değildir: Japon demetin in bir
oylumu vardır: Balzac'ın bir kahraman ın, resimdeki kişinin arka
sından dolaşılabilmesini isteyen ressam Frenhofer'in, düşlediği
t ürden bir bilin medik başyapıttır*; beden, dalların ın aralarında,
gövdesinin açıklıklarında dolaştırılabilir, okunmaz (simgeselliğin i
okumak), ama kendisini yazmış olan elin yolu yeniden izlen e
bilir: gerçek bir yazıdır, çün kü bir oylum üretir, okuman ın basit
bir bildiri çözme olmasın ı yadsıyarak (yüksek derecede simgesel
" Bilinmedik Başyapıt'ın (Le Chef-d'!EVre inconnu) kahramanı ressam Frenhofer iki boyut
la sınırlı kalmayan bir resim gerçekleştirmeyi düşler (ç. n.)
49
bile olsa) yaptığının i zini sürmesini sağlar. Ya da, son olarak (ve
özellikle): boşluğa ulaşılıncaya dek , birbiri içine yerleştirilmiş Ja
pon kutularının bildik oyununu simgesel saymamıza bile gerek
kalmadan, en ufak Japon paketinde gerçek bir anlambilimsel
düşünüm bulabi liriz. Geometriktir, kesinlikle çizilmiştir, gene
de bir yerlerinde bir kıvrımla, bir düğümle imzalanmıştır, yapı
mındaki özenle, ustalıkla, kartonun, ağacın, kağıdın, kurdelanın
oyunoyla bakışımsızdır, götürülen nesnenin geçici bir yardımcı
öğesi değildir artık, kendisi de nesne olur; parasız olmakla bir
likte, kılıf kendi başına değerli bir nesne olarak benimsenmiştir;
paket bir düşüncedir; örneğin belirsizce "pornografik" bir dergi
de, bir sucuk gibi çok düzenli bir biçimde sicimle sarılmış çıplak
bir Japon gencinin resmi böyledir: "Sade'cı" yönelim (gerçekleş
tirilmiş olmaktan çok, gösterilmiştir) safl ıkla -ya da alaycılıkla
bir edilgenliğin, son sınırına götürülmüş bir sanatın: paketleme,
bağlama sanatının uygulaması içinde eritilmiştir.
Bununla birlikte, çoğu kez yinelenen bu kılıf (paketin açıl
ması bir türlü bitmez) içindeki nesnenin ortaya çıkarılmasını
kusursuzluğuyla geciktirir - bu nesne de çoğu zaman önemsiz
bir şeydir, çünkü nesnenin değersizliğinin kılıfın lüksüyle oranlı
olmaması Japon paketinin bir özelliğidir: bir şekerleme, azıcık
şekerli fasulye ezmesi, sıradan bir "anı" (yazık ki Japonya bun
ları üretmeyi çok iyi bilir) bir mücevher gibi görkemli bir biçim
de paketlenir. Sanki armağan edi len nesne kutunun kendisidir,
içindeki değil: bir günlük geziye çıkmış öğrenci yığınları, çok
uzaklara gitmiş ve toplu olarak paket hazzına dalmak için bunu
fırsat bilmişler gibi, ana babalarına içinde kim bilir ne bulunan
güzel birer paket getirirler. Böylece kutu göstergeeilik oynar: kı
lıf, perde, maske olarak, gizlediği, koruduğu, gene de belirttiği
şey ölçüsünde değer taşır: bu deyimi çifte, yani parasal ve ruhsal
anlamında benimsernek İstersek, kandırır, ama paketin işlevi
uzam içinde korumak değil de zaman içinde geriye atmakmış gi
bi, içinde bulundurduğu ve belirttiği şeyin kendisi çok uzun süre
sonraya b ırakılmıştır; yapım çalışması kılıfta yoğunlaştırılmış gibi
görünür, ama böyle olunca da nesne varlığından bir şeyler yitirir,
ılgım olur: "gösterilen", kılıftan kılıfa, kaçar durur, en sonunda
so
elimizde tuttuğumuz zaman da (her zaman ufak bir şey vardır pa
kette) önemsiz, gülünç, bayağı görünür: haz, "gösteren"in alanı,
alınmıştır: paket boş değildir, boşaltılmıştır: paketteki nesneyi
ya da göstergedeki gösterileni bulmak onu atmaktır: Japonlar'ın
kıpır kıpır bir güçle taşıdıkları şeyler boş göstergelerdir sonuçta.
Öyle ya, Japonya şu taşıma araçları diyebileceğimiz şeylerle do
lup taşar: her türden, her biçimden, her tözdendirler: paketler,
torbalar, çantalar, valizler, çabutlar (jujo: mendil ya da köylü at
kısı, nesne bunlara sarılır), sokakta her yurttaş herhangi bir çıkın,
bir boş gösterge taşır, canla başla korur, çabuk çabuk götürür,
sanki bitmişlik, çerçevelenmişlik, Japon nesnesini temeliendiren
sanrısal halka genel leşmiş bir aktarıma adamıştır onu. Nesnenin
zenginliği ve anlamın derinliği tüm yapılmış nesnelere verilen
bir üçlü nitelik karşılığında uzaklaştır ancak: kesin, devingen ve
boş olmaları gerekir.
sı
Üç Yazı
52
maya çalı şılan özel tözü. Tam tersine, Bunraku ses konusunda
sınırlı bir gör üş taşır; ortadan silmez, ama ona iyice belirlen miş
bir işlev verir, özünden bayağı bir işlev. Gerçekten de, s öyle
yicin in sesin de aşırı tumturaklı s öyleyiş, titreklik, riz, kadınsı
tını, kır ık titremler, öfkenin, yakınman ın, yalvarman ın, şaşkın
lığın, uyguns uz path os'un dor ukları, açıkça iç be den düzeyinde
oluştur ulmuş, bağırsal ve aracı kası gırtlak olan heyecanın t üm
mutfağı gelip toplanır. Ayrıca bu taşkınlığın kendisi de ancak
taşkınlık izgesi altında verilmiştir: s es ancak fırtınanın birkaç
süreksiz göstergesi içinde devin ir; giysiyle üçgenleştirilmiş,
sırasından kendisini yönlendiren kitaba bağlı, şamisen oyun
cusunun hafiften uyumunu yitirmiş (bu nedenle de densiz)
vuruşlarıyla kuruca çivilen miş, kımıltısız bir bedenden çıkın ca,
sessel töz yazılı, süreksizleştirilmiş, izgelen miş, bir alaycılığa
(bu sözcükten her türlü iğneleyici anlamı çıkarırsak) bağlan mış
kalır; bu nedenle de sesin dışsallaştırdığı şey, s onuçta, taşıdığı
şey ("duygular" ) değildir, ken di kendisi, kendi bayağılaşımıdır;
gösteren kendini kurnazca bir eldiven gibi tersine çevrimekten
başka bir şey yapmaz.
Böylece ses elenmeden (bu da onu bir bakıma sansür etmek,
yani önemini belirtmek olurdu) yana alınmıştır (sahne düzeni ba
kımından, söyleyen ler yan peykede yer alırlar) . Bunraku ona bir
karşı-ağırlık, daha iyisi, bir karşı-yürüyüş verir: devininin yürü
yüşünü. Devini çifttir: kukla düzeyinde coşkusal devini (insanlar
t utkun-bebeğin intiharına ağlar), oynatıcılar düzeyinde geçişli
edim. Bizim tiyatro sanatımızda, oyuncu etkinlikte bulunur gibi
yapar, ama ediınieri hiçbir zaman birer deviniden başka bir şey
değildir: sahnede, yalnızca tiyatro vardır, gene de yüz kızartıcı
tiyatro. Bunraku ise, (tanımı budur), ediınİ devin iden ayırır: devi
niyi gösterir, e dimin görünmesine izin verir, aynı zamanda hem
sanatı, hem çalışmayı sergiler, herbirine ken di yazısını ayırır. Ses
(o zaman onun gamının aşırı bölgelerine ulaşmasına izin vermek
te hiçbir tehlike yokt ur), ses bir engin sessizlik oylumuyla iki
katına çıkar, başka çizgiler, başka yazılar daha bir ineelikle yazılır
buraya. Burada, işitilme dik bir etki oluşur: biri geçişli, öteki de
vinisel olan bu sessiz yazılar, s esten uzak ve nerdeyse mimiksiz
53
Resmi ters çevirin:
fazla hiçbir şey, başka hiçbir şey, hiç.
54 ss
Doğulu travesti, Kadın'ı kopya etmez, onu belirtir; örnekçesi
nin içine gömülüp kalmaz, gösterileninden kopar; Kadınsallık
görülmeye değil, okunınaya sunulmuştur: çiğneme değil, aktar
ma söz konusudur; gösterge büyük kadın rolünden ellilik aile
babasına geçer: aynı adamdır, ama eğretileme nerede başlar?
57
kalıplar ortadan silinir. Tüm bunlar, hiç kuşkusuz, Brecht'in salık
verdiği uzaklık etkisine gelir. Bunraku, bizde olanaksı z, yarar
sız ya da gülünç diye bilinen ve Brecht'çe çok açık bir biçimde
devrimci tiyatronun merkezine yerleştirilmiş olmasına karşın
bırakılmış olan (biri ötekini açıklıyor kuşkusuz) bu uzaklığın na
sıl işleyebileceğini izgelerin süreksizliğiyle, gösterimin değişik
çizgilerinin uymak zorunda bırakıldığı şu durakla anlatır. Böyle
ce sahnede geliştirilen kopya hiç mi hiç yok edilmez, ama sanki
kırılır, çizik çizik çizilir, ses ve devininin, ruh ve bedenin bizim
oyuncumuzu yerinden kımıldamaz duruma getirdiği düzdeğiş
mecesel buluşmadan kurtarır.
Bunraku tüm, ama bölünmüş gösteridir, elbette doğaçlamayı
dışarıda bırakır: kendiliğindenliğe dönmek bizim "derinliğimizi"
oluşturan genel kalıplara dönmek olurdu. Brecht'in görmüş oldu
ğu gibi, burada alıntı, yazı tutamı, izge parçası egemendir, çünkü
oyunu yürütenlerden hiçbiri hiçbir zaman kendi başına yapmak
durumunda olmadığını kendi kişiliği üzerine alamaz. Çağdaş
metinde olduğu gibi, izgelerin göndergeler in, kopuk saptama
ların, insanbilimsel devinilerin örgüsü herhangi bir doğaötesel
çağrı yoluyla değil, tiyatronun tüm uzarnm a açılan bir düzenleme
aracılığıyla yazılmış satırı çoğaltır: birinin başlatmış olduğunu
öteki sürdürür, hiç durup dinlenmeden .
58
Gösterge ancak
bir başka göstergenin yüzüne açılan
bir çatlaktır.
59
Yazı, öyleyse, bir uzaklaşım noktasından ve içinde gerçekleştiği çoğul
maz (karşı karşıya deği!,· gö'rünüme değil, hemen çizilime yö'ne!ten) bir
bir dip olmayan bir dibin yetkili gö'revlisidir, yüzey de artık yüzey deği!,
durur)- böylece sütuna dönen ve b uraya sesin alanında tek hecenin baş
lattığı bir karmaşık parmaklık gibi art arda dizilen düşünceyazı -tüp
/uğu" işlemi olması gerektiğinden: bu sütuna üzerinde önce "tek çizgi ",
61
Canlı/Cansız
62
kökeni tek, bölünmez olan bir süredeşliği olarak düşünürüz. Bu
köken bedendir, istenen tümlüğün örnekçesi de organik birliktir:
Batı gösterisi insanbiçimlidir; onda, devini ve söz (şarkının sözünü
etmiyoruz) anlatımı oynatan, ama bölmeyen tek bir kas gibi yığıl
mış ve kaypaklaştırılmış, tek bir kumaş oluşturur: devin im ve ses
birimi oynayan kişiyi üretir; bir başka deyişle, kişin in, yani oyuncu
nun "kişiliği" bu birim içinde kurulur. Gerçekte, "canlı" ve "doğal"
dış görünüşleri altında, Batılı oyuncu bedeninin bölünümünü ve,
giderek, düşlemlerimizin besinini korur: burada ses, orada bakış,
şurada duruş, bedenin birer parçası, birer fetiş olarak kösnülleştiril
miştir. Batı kuklası da (Polichine!!e 'd e iyice görünür bu) düşsel bir
alt-üründür: indirgeme olarak, insan düzeninin malı olduğu karika
türsü bir öyküomeyle durmamacasına anımsatılan gıcırtılı yansıma
olarak, tümüyle titreyen, tümcül bir beden gibi yaşamaz, türemiş
olduğu oyuncunun katı bir bölümü gibi yaşar; otomat olarak, gene
bir devini parçası, silkinti, sarsıntı, bedenin devinilerinin süreksiz
özü, bozulmuş yansımasıdır; kısacası, bebek niteliğiyle, çaput par
çası, cinsel temizlenme anıştırması niteliğiyle, fetiş olmak üzere
bedenden düşmüş "fallussal" "küçük şey"dir ("das Kleine" ).
Japon kuklası da bu düşsel kökenden birşeyler saklamış
olabilir; ama Bunraku sanatı farklı bir anlam yerleştirir ona;
Bunraku, bir beden parçasını, bir insan kırpıntısını (bir yandan
"parça" iççağrısını korurken ) yaşatacak biçimde, cansız bir n es
neyi "canlandırmayı" amaçlamaz; bedenin öykünümü değildir
aradığı; deyim yerindeyse, duyulabilir soyutlamasıdır. Tümeel
bedene yüklediğimiz ve örgensel, "can lı" birim kisvesi altında
oyuncularımızdan esirgediğimiz her şeyi, Bunraku toplayıp alır
ve hiç yalana kaçmadan söyler: kırılgan lık, ölçülülük, görkemli
lik, işitilmedik ayrım, her türlü bayağılıktan uzaklık, devinilerin
ezgili kurgusu, kısacası eski tanrıbilimin düşlerinin şan lı bedene
verdiği her şey, yani etkilenmezlik, açıklık, çeviklik, incelik,
Bunraku işte bunu gerç ekleştirir, fetiş-beden i sevimli bedene
işte böyle dönüştürür, canlı/cansız karşıtlığını işte böyle yadsır ve
maddenin her türlü can/andırımının ardında gizlenen ve "ruh"tan
başka bir şey olmayan kavramı böyle uzaklaştırır.
63
İçeri/Dışarı
Son yüzyılların Batı tiyatrosunu ele alın; işlevi, her şeyden ön
ce, bir yandan ortaya çıkarmanın yapaylığını (makinalar, resim,
yüz boyası, ışık kaynakları) gizlerken, bir yandan da gizli diye
bilineni ("duygular'\ "durumlar"ı, "uzlaşmazlıklar"ı) ortaya çı
karmaktır. İ talyan işi sahne bu yalanın uzamıdı r: her şey karan
lığa gizlenmiş bir izleyicinin el altından açmış, bastırmış olduğu,
incele diği, tadını çıkardığı bir iç uzarnda ge çer. Bu uzam tanrı
bilimseldir, K usur'un uzamıdır: bir yanda, bilmezmiş gibi yaptığı
bir ışık içinde, oyuncu, yani devini ve söz, öbür yanda, karanlığın
içinde, kitle, yani bilinç.
Bunraku salonla sahnenin bağıntısını doğrudan yıkmaz (Ja
pon salonları bizimkilerden çok daha az kapalı, çok daha az bo
ğulmuş, çok daha az ağırlaştırılmış olmakla birlikte); bozduğu
şey, daha derin olarak, kişiden oyuncuya giden ve bizde her za
man içselliğin anlatım yolu olarak düşünülen devindirİcİ bağdır.
Anımsamak gerekir ki, Bunrakuda gösteri görevlileri aynı za
manda hem görünür, hem duyarsı zdır; kara giysili adamlar bebe
ğin çevresinde dört dönerler, ama hiçbir ustalık ya da ölçülülük,
ve deyim yerindeyse, hiçbir reklam saptırmacasına düşmeden
yaparlar bunu: sessiz, hızlı, zariftir e dimleri, özellikle ge çişli, iş
levseldir, Japon devinilerini belirleyen ve etkinliğin estetik kılıfı
gibi olan şu güçlülük ve incelik karışımıyla renklenmiştir; ustaya
gelince, başı açıktır; yüzü, düz, çıplak, boyasız -bu ona sivil (ti
yatrosal değil) bir özellik verir-, izleyicilerin okumasına sunulur;
ama özenle, ineelikle okumaya sunulan şey, okunacak hiçbir şey
bulunmadığıdır; bizde anlama el atmak onu hiçbir zaman uzak-
64
laştırmamak, ama gizlemek ya da tersine çevirmek olduğu için
kolay kolay anlamayacağımız şu anlam bağışı klığını yeniden bu
luruz burada. Bunraku ile, tiyatronun kaynakları boşlukları için
de sergilenmiştir. S ahneden dışarı atılmış olan şey "isteri"dir, ya
ni tiyatronun kendisidir; yerine konulmuş olan şeyse, gösterinin
üretimi için görekli olan eylemdir: içselliğin yerini çalışma alır.
Öyleyse, kimi Avr upalılar'ın yaptığı gibi, izleyicinin ayna
tıcılarıo varlığını unut up unutamayacağını sormak boşunadır.
Bunraku ne örtmecilik uygular, ne de olanaklarının tumt uraklı
gösterimini; böylelikle, oyuncunun canlandırm asını her türlü
kutsal kalı ntıcl an sıyırır ve Batı'nı n ruhla beden, nedenle sonuç,
motorla makina, etkenle oyuncu, Yazgı'y la insan, Tanrı'yla yara
tık arasında kurmaktan kendini alamadığı doğaötesel bağı yok
eder: oynarıcı gizlenmemişse, onu neden, nasıl bir Tanrı yaparsı
nız? Bunrakuda, hiçbir ip tutmaz kuklayı. İ p yokt ur artık, dolayı
sıyla eğretileme de yokt ur, Yazgı da yokt ur: kukla artık yaratığa
öykünmediğinden, insan tanrısallığın elinde bir kukla değildir
artık, dışarı artık içerinin buyruğunda değildir.
65
Eğilmeler
66
67
ğünü (çift anlamlı sözcük: bedensel ve tinsel) kesinleyerek be
nimsetebilecektir; bir ikinci evrede de, deviniınİ indirgeyecek,
onu doğal, kendiliğinden, her t ürlü izgeden sıyrılmış, arınmış
kılar gibi yapacağım; zorlukla nazik olacağım, ya da görünü
şe göre bulguianmış bir fanteziyle nazik olacağım, gelirlerinin
çokluğunu ve toplumsal düzeyinin yüksekliğini (yani çok şey
lerle "dolu" olma ve kişi olarak kurulma biçimini) yaklaşımının
uzak katılı ğıyla değil tavırlarının bilinçli "sadeliği"yle gösteren
P renses de Parme (Proust'ta) gibi: ne kadar sadeyim, ne kadar
zarifim, ne kadar içtenim, ne kadar önemli kişiyim. Batılı'nın
nezaketsizliği bunu söyler.
Öteki nezaket, izgelerinin titizliği, devinilerinin yazısallı
ğıyla, ve onu bir kişi doğaöteselciliği uyarınca kendi alı şkanlığı
mıza göre okuduğumuz için, bize aşırı ölçüde saygılı (yani, bize
göre, "alçaltıcı" ) olarak belirmesine karşı n, boşluğun belirli bir
68
alıştırmasıdır (belirgin, ama "hiçbir şey" i belirten bir izgeden
beklenebileceği gibi). İ ki beden, birbiri karşısında, büyük bir in
cellikle izgelenmiş derinlik derecelerine göre, çok aşağılara eği
lir (kollar, dizler, baş her zaman ayarlanmış bir yerde kalır). Ya da
(eski bir resim üzerinde): bir armağan sunmak için yere yapışıp
kalıncaya dek eğilip dümdüz kapanırım, bana karşılık vermek
için, karşımdaki de aynı şeyi yapar: aynı basık çizgi, yerin çizgisi,
sunanı, alanı ve protokolun nesnesini, içinde belki de hiçbir şey
bulunmayan -ya da çok az şey bulunan- kuruyu birleştirir; böy
lece (odanın uzarnma işlenmiş) yazısal bir biçim verilir değişim
edimine, bu edimde, bu biçimle, her türlü açgözlülük sıfıra iner
(armağan iki silinme arasında asılı kalmıştır) . Burada selam her
türlü alçalıştan ya da her türlü gururdan sıyrılabilir, çünkü, söz
cüğün gerçek anlamıyla, hiçbir kimseyi selamlamaz, (her biri
kendi Ben'i, "anahtar"ı kendi elinde olan küçük alan üzerinde
Armağan
yalmzdır:
ne ciimertlik,
tıe minnet
dokunur ona,
armağana
roh bulaşmaz.
69
egemen olan) iki kendilik, iki kişisel imparatorluk arasında, de
netlenen, yukarıdan bakan ve önlernci bir iletişimin göstergesi
değildir; hiçbir şeyin kesinleşmiş, bağlanmış, derin olmadığı bir
biçimler ağının çizgisidir yalnızca. Kim kimi se/amlıyor? Yalnız
böyle bir soru doğrular selamı, iki büklüm, sonra dümdüz olun
eaya dek, onda anlamı değil, yazısallığı utkuya ulaştırır ve bizim
aşırı diye okuduğumuz bir duruşa her türlü "gösterilen"in tasar
lanmaz biçimde eksik olduğu bir devininin ölçülülüğünü verir.
Bir B uddhacılık deyimi, "Biçim boştur", der durur. Selamın neza
keti, yazılan, ama secdeye kapanmayan iki bedenin eğilmesi, bir
biçimler uygulaması içinden (sözcüğün plastik ve toplumsal an
lamları birbirinden ayrılamaz burada) bildirdiği budur. Konuşma
alışkanlıklarımız çok sapkınlıklar içerir, çünkü orada nezaketin
bir din olduğunu söylersem, onda kutsal birşeyler bulunduğunu
sezdiririm; anlatım burada dinin yalnızca nezaket olduğunu,
daha iyisi: dinin yerini nezaketin aldığını esinieyecek biçimde
saptırılmalıdır.
70
Anlam Sızması
Akşam, sonbahar,
Ben yalnızca
Ana babamı düşünüyorum.
71
insanın: bizim yazınımızı n genellikle bir şiir, bir yorumlama ya da
(kısa türd e) inceden ineeye işlenmiş bir düşünce, kısacası u zun
bir sözbilim çalışması istediği yerde, topu topu birkaç sözcük,
bir imge, bir duygu . Bu nedenle, hayku, Batı'ya kendi yazınının
vermeye yanaşmadığı hakları, bin bir zorlukla verdiği kolaylıkları
getirir gibidir. Boş, kısa, sıradan olmak hakkınızdır, der hayku;
gördüğünüzü, duyduğunu zu incecik bir sözcük çevrenine kapa
tın, ilgi uyandırırsınız; kendi "önemlinizi" kendi niz (ve kendiniz
den yola çıkarak) kurmak hakk ınız; tümceniz, nasıl olursa olsun,
bir ders i letecek, bir simgeyi açı ğa çıkaracak, derin olacaksınız;
yazınız kolay yanından dolu olacak .
Bat ı, toplu vaftiz zoru nlu lu ğu getiren yekteci bir din gibi,
her şeyi anlamla ıslatır; dilin (sözle yapılmış) nesneleri yasal
"dönme" lerdir kuşkusuz: dilin ilk anlamı , düzdeğişmece yo
lu yla, söylemin ikincil anlamını çağırır ve bu çağırma evrensel
zorunluluk değerind edir. Söylemi anlamsı zlık ayıbından kurtar
mak için iki yol vardır önümüzde, sözeelemi düzenli bir biçimde
(dilin boşluğunu gösterebi lecek her hiçliği çılgı nca dolduracak)
şu anlam/amalardan (ya da etken gösterge yapı mlarından) birine
ya da ötekine bağlarız: simge ya da uslamlama, eğretileme ya da
tasım. Önermeleri her zaman yalın, yaygın, tek sözcükle (dilbi
limcileri n ded ikleri gibi ) !{eçerli olan hayku , anlamı n bu iki impa
ratorluğu nd an birine ya da ötekine çeki lir. Bir "şiir" oldu ğundan,
genel du ygular izgesinin "şiirsel coşku" denilen bölümüne yer
leştiri lir (Şiir bizim için genellikle "bulanık"ı n, "söylenemez" in,
"duyulur"un gösterenidir, sınıflandırılmaz izienimler sı nıfıdı r);
" yoğnulaştırılmış coşku"dan, "seçme bir anı n içten ve kısa anla
tımı"ndan, özellikle de "susuş"tan sözedilir (susuş bizim için bir
dil dolu luğu nun göstergesidir. Biri (Joko):
72
Bir hıyada iki patlıcan, harfi harfine söylenmiş, haykunun üç dizesi gibi.
73
demişse, Buddhacı bir keşiş bir "erdem çiçeği" görmüştür de
ondand ır; böyle sürüp gider işte . Batılı yarumcunun bir simge
yüküyle donatmadığı tek çizgi yoktur. Ya da haykunun üç di
zesinde (beş, ye di, beş hecelik dizelerinde) ne pahasına olursa
olsun üç zamanlı (yükseliş, duruş, sonuç) bir tasımsal resim gör
mek isterler:
Küçük gö'!·
Bir kurbağa atlıyar içine:
Ah! suyun sesi!
---- - - -- 74
Anlam Bağışıklığı
75
ğine uyandıran şeyin kurbağanın gürültüsü olduğunu söyledikle
ri zaman , bundan (böylesi fazla Batılı bir konuşma biçimi olmakla
birlikte) Başô'nun bu gürültüde h iç kuşkus uz bir "esin", simgesel
bir üstduyarlık değil, daha çok dilin bir sonunu bulduğunu an
lamak gerekir: bir an gelir, dil dur ur (bu ana zorlu alıştırmalarla
ulaşılır), h em Zen'in gerçeğini, hem haykunun kısa ve boş biçi
mini kuran da bu yankısız kesintidir. "Açıklama"nı n yoksanması
temeldir burada, çünkü dili, ağır, dolu, derin, gizemli bir sessiz
liğe, h atta tanrısal bir iletişime açılan tinin (Zen tanrısı zdır) bir
boşluğu üzerinde durdurmak söz konusu değildir; belirtilen şey
s öylemi n içinde de, söylemin sonunda da gelişmemelidir; belirtil
miş olan şey donuktur, yapılabilecek tek şey yineleyip durmaktır
onu; bir koan (ya da ustasının önerdiği bir öykü) üzerinde çalışan
alıştırmacıya salık verilen de budur: onu bir anlamı varmışçası
na çözmek değil, (gene bir anlam olan) saçmalığını aynınsamak
bile değil, "diş düşüneeye dek" çiğnemektir. Böylece tüm Zen
(haykau yaln ızca yazınsal dalıdır onun) Dili durdurmaya, içimiz
de sürekli biçimde, uykumuzda bile (alıştırmacıların uyuması
belki de bu neden le engellenir) yayın yapan şu bir tür iç telsizi
kı rmaya, tinin ön lenmez gevezeliğini boşaltmaya, uyuşturmaya,
kurutınaya yönelik uçsuz bucaksız bir kılgı olarak belirir; bel
ki Zen'de sat ari diye adlandırılan ve Batılılar'ca ancak h afiften
hıristiyan s özcüklerle (esin, açımlama, sezgi ) çevrilebilen şey de
dilin ürküntü veren bir askıda-kalmasından, içimizde İ zgelerin
egemenliğine son veren beyazlıktan, kişiliğimizi oluşt uran şu iç
ezberin kesilmesin den başka bir şey değildir; bu dil-sizlik duru
mu bir kurtuluşsa, Buddhacı deneyde ikincil düşüncelerin (dü
şüncenin düşüncesi) h ızla çoğalması ya da, isterseniz, dmınama
casına fazladan gösterilenlerin eklenmesi -dilin elinde tuttuğu
ve örnekçesini oluşturduğu daire- bir tıkanma olarak belirdiği
içindir: dilin kusurlu sons uzluğunu kıransa, ters ine, ikinci düşün
cenin yok oluşudur. Öyle görünüyor ki, t üm bu deneylerde, dili
s öyleomezin gizems el sessizliği altında ezmek değil, onu ö'lçmek,
döndükçe şu sapiantılı simgeyle değiştirme oyununu getiren bu
sözsel topacı durdurmak söz konus udur. Kısacası , saldırılan şey
anlambilimsel işlem olarak simgedir.
76
Haykuda dil bizim tasarlayamayacağımız bir özenle sınır
lanır, çünkü söz konusu olan özlü olmak (yani gösterilenin yo
ğunluğunu azaltın adan göstereni kısaltmak) değil, tam tersine,
bu anlamın fışkırmamasını, içleşmemesini, içkinleşmemesini,
yerinden kopmamasını, eğretilemelerin sonsuzluğunda, simge
nin kürelerinde gelişigüzel dolaşmamasını sağlamak için anla
mın kökü üzerinde etkili olmaktır. Haykunun kısalığı biçimsel
değildir; hayku kısa bir biçime indirgenmiş zengin bir düşünce
değil, bir anda doğru biçimini bulan kısa bir olaydır. Dil ölçüsü
Batı'nın en becerernedİğİ şeydir; fazla uzuna ya da fazla kısaya
kaçtığı için değil, tüm sözbilimi gösterileni gösterenin geveze
dalgaları altında "sulandırarak" ya da biçimi içeriğin içkin b öl
gelerine doğru "derinleştirerek" her ikisini de oransızlaştırmayı
gerektirdiği için. Hiç kuşkusuz, haykunun tamlığında (hayku
hiçbir biçimde gerçeğin tamı tarnma çizilmesi deği ldir, göstere
nin gösterilenle denkleştirilmesi, genellikle anlamsal bağıntıdan
taşan ya da onu gözeneklendiren boşlukların, çapakların, aralık
Iarın silinmesidir) ezgisel birşeyler vardır (anlamların ezgisi, ille
de seslerin değil); hayku bir notanın arılığını, küreselliğini, hatta
boşluğunu taşır, belki de bu nedenle yankı biçiminde, iki kez
söylenir: bu çok g üzel sözü yalnız bir kez söylemek kusursuzlu
ğun şaşırtısına, çarpıcılığına, birdenbireliğine bir anlam vermek
olurdu; birkaç kez söylemekse, anlamın bulunacak olduğunu
varsaymak, derinliğe öykünmek; ikisi arasında, tekil de, derin
de olmayan bir yankı anlamın hiçliğinin altına bir çizgi çeker
yalnızca.
77
Olay
gibi, bize bir resim, bir küçük tablo iç çağrısı taşır gibi görünen
-Japon sanatında pek çoktur böyleleri- bir tür saltık vurgu olur
ya da saltık bir vurgudan (Zen'de her şeyin vurgusu nasılsa öy
le, boş ya da değil), hafif bir kıvrımdan başka bir şey değildir,
hızlı bir dokunuşla, yaşamın sayfası, dilin ipeği onunla tutulur.
Bir Batı türü olan betimlemenin tinsel karşılığı olan düşünü,
78
tanrısallık biçimlerinin ya da İncil anlatısının olumularının dö
kümüdür (l gnacio de Loyola'da, "düşünü" alıştırması özünden
betimseldir), haykuysa, tersine, öznesiz ve tanrısız bir doğaötesi
üzerinde eklemlendiğinden, Buddhacı Mu 'nun, Zen'in satorisi
nin karşılığıdır, satori de hiçbir bi çimde Tanrı'nın aydınlatıcı inişi
değil, "olgu karşısında uyanma", nesnenin töz değil, olay olarak
kavranması, dilin, serüvenin (serüveni özneden çok, dil yaşar)
donukluğuyla bitişik (bu donukluk geçmişe dönüktür, yeni den
kurulmuştur) geçmiş yüzüne ulaşmadır.
Bir yandan haykuların sayısı ve dağılım ı, öbür yandan herbi
rinin kısalığı ve kapanımı dünyayı bölüp sonsuzca sınıflandırır,
saltık parçalardan bir uzam, bi r tür anlamlama kalıtçısızlığı so
nucu hiçbir şeyin dolduramadığı, kuramadığı, yönlendiremediği ,
bitiremediği, hiçbir şeyin doldurmaması, kırmaması, yönlen
dirmemesi, bitirmemesi gereken bir olay tozu oluşturur gibidir.
Haykunun zamanı öznesizdir de ondan: okumanın haykuların
toplamından başka beni yoktur, bu ben, bi r sonsuz kırılma sonu
cu, okumanın yeridir yalnızca; Hua-Yen öğretisinin önerdiği bir
imgeye göre, haykuların ortak bedeninin bir mücevher örgüsü
olduğu söylenebilir, bu örgüde her mücevher ötekileri yansıtır,
böylece, kavramlacak merkez, bir ilk ışıma odağı olmadan, son
suza dek gider her şey (devindireni de, engelleyeni de bulun
mayan bu sıçrayışın, bu kökensiz panltılar oyununun bizim için
en doğru imgesi sözlük olabilir: (burada her sözcük ancak başka
sözcüklerle tanımlanabilir). Batıda, ayna temelinden özsevercil
bir nesnedir: insan aynayı ancak kendine bakmak için düşünür;
ama, öyle görünüyor ki, Doğu'da ayna boştur; simgelerin boşlu
ğunun simgesidir ("Kusursuz insanın tini ayna gibidir. Hiçbir şeyi
tutmaz, ama hiçbir şeyi de geri çe virmez. Alır, ama sak!amaz", der
bir Tao ustası; ayna ancak başka aynaları yakalar ve bu sonsuz
yansıma boşluğun ta kendisidir; boşluk da, bilindiği gibi, biçim
dir). Böylece hayku bize başımıza gelmemiş olanı anımsatır;
kökensiz bir yinelemeyi, nedensiz bir olayı, kişisiz bir belleği,
palarnarsız bir sözü tanırız onda.
Hayku konusunda söylediğimi burada, Japonya diye adlan
dırılan bu ülkede yolculuk ederken başa gelen her şey için söy-
79
ZEN BAHÇESi
insan fterede?
kayaların tdşınmastndtt,
tırintğın izinde,
yazı çalışmasında. "
leyebilirim. Çünkü orada, sokakta, bir kahvede, bir mağazada,
bir trende, her zaman bir şey gelir başa. Bu bir şey -kökensel
olarak bir serüvendir- sonsuz-küçük düzeyindedir; bir giysi uy
gunsuzluğu, bir ekin aykırılığı, bir davranış serbestliği, bir yol
tutarsızlığıdır, vb. Bu olayları n dökümünü yapmak Sisyphos'un
kine benzer bir girişim olur, çünkü bunlar ancak okundukları
anda, sokağın canlı yazısında parlar, Batılı da bunları ancak
uzaklığını n anlamıyla yükteyerek doğrudan dile getirebilir:
bunlardan h aykular oluşturmak gerekirdi, ama bu dil bizden
esirgenmiştir. E klenebilecek şey, bu küçücük serüvenierin (gün
boyunca yığılmaları bir tür aşk sarhoşluğu verir) hiçbir zaman
hiçbir özgün (Japon özgünlüğü bizim ilgimizi çekmez, çünkü
Japonya'nın özgünlüğünü oluşturan şeyden, çağcıllığından kop
muştur), hiçbir romansı (hiçbir konuda öyküler ya da berimler
oluşturulabilecek gevezeliklere el vermez) yanları bulunmadı
ğıdır; okumaya sundukları şey (orada bir okurum ben, konuk
değil) çizginin izsiz, marj sız, titreşimsiz doğruluğudur; bizde,
Batı'nın ölçüsüz özseverciliğinin sonucu, şişkin bir güvenin gös
tergelerinden başka bir şey olmayan nice davranışlar (giyimden
gülümsemeye), Japonlar'da basit geçme biçimleri, yolda beklen
mc dik bir şey çizme biçimleri olur; çünkü devinideki güven ve
b ağımsızlık "ben"in kesinlenmesine (bir " yeterlilik" duygusu
n a) göndermez artık, varolmanın yazısal bir biçimine gönderir
y alnız; öyle ki, Japon sokağının (ya da daha genel olarak kitleye
aı,;ık ye rin) her türlü bayağılığı süzülüp gitmiştir, yüzyıllık bir
"cstc tik"in ürünü gibi eaşturucu görüntüsü hiçbir zaman be
d enlerin tiyatrosallığına (bir isteriye) dayanmaz, bir kez daha,
�u alla prima yazıya dayanır; bu yazıda da taslak ve pişmanlık,
manevra ve düzeltme aynı biçimde olanaksızdır, çünkü çizgi
yazıcının kendi hakkında vermek isteyeceği elverişli imgeden
sıyrılmıştır, dile getirmez, yalnızca var eder. "Yürüdüğün zaman
yürümekle yetin", der bir Zen ustası: "Oturduğun zaman oturmak
la yetin. Ama sakın kararsızlığa düşme!": havada tuttuğu elinde
kaselerle dolu bir tepsi götüren genç bisikletli, ya da bir büyük
mağazanın yürüyen merdiveninin kuşatmaya çıkmış müşteriler
önünde alabildiğine derin, alabildiğine töremselleşmiş bir devi-
82
niyle eğilince her t ürlü köleseliikten uzaklaşan genç kız, ya da
uyumları bile bir resim olan üç deviniyle bilyalarını makinaya
sokan, ileriye iten ve t oplayan Paşenko oyuncusu, ya da kolasını
içmeden önce ellerini sileceği sıcak peçetenin plastik kılıfı nı
t öremsel (soğuk ve erkekçe) bir vuruşla attırtan züppe, sanki
her biri kendince bunu söylüyor bana: t üm bu olaylar haykunun
konularının ta kendileri.
83
Böyle
Bahar meltemi
Kayıkçı piposunu çiğniyor
Ya da şuna:
Dolunay
Ve hasır/arın üstünde
Bir çamın gölgesi.
Ya da şuna:
Balıkçının evinde
Kuru balık kokusu
Ve sıcak.
84
ya d a (ama son olarak değil, çünkü bu örnek ler sayın akla b itmez)
şuna:
Böyle ç izgiler (bu sözcük zamanı çizilmiş bir tür hafif bıçak izi
olan haykuya uyar) "yorumsuz görü" d iye adland ırılabilmiş şe
yi temellendirir. Bu görü (sözcük fazla Batılı) gerçekte tümüyle
yoksunlaştırıcıdır; yok olan anlam d eğil, bütün bir amaçlılık
düşüncesidir: hayku yazının kullanım biçimlerinden (bunlar da
nedensizd ir ya) hiçb irini yaramaz: (bir anlam durd urma uygu
lamasıyla) anlamsızdır, nasıl bilgi verir, nasıl d ile getirir, nasıl
oyalar? Aynı biçimd e, kimi Zen okulları ot urarak düşünüyü
Budd hasallığın elde edilmesine y önelik bir uygulama olarak
düşünürken, d aha başkaları bu amaçlılığı bile yad sır (oysa gö
rünüşte temel niteliktedir): "ancak oturur durumda kalmak için"
otur tmalıdır. Hayku da (en çağd aş, en toplumsal Japon yaşamına
damgasını vur an sayısız yazısal deviniler gibi) b öylece "yazmak
için" yazılmamış mıdır?
H aykuda silinip giden bizim k lasik (bin yıllık) yazınımızın
iki temel işlevid ir: bir yandan betimleme (kayıkçının piposu, ça
mın gölgesi, balık kokusu, kış yeli bctimlenmemiş, yani anlam
larla, alınacak derslerle süslenmemiş, bir gerçeğin ya d a bir d uy
gunun ortaya konulmasınd a belirti olarak görevlend irilmemiştir:
gerçeğe anlam vermeye yanaşılmamıştır; d aha d a iyisi: gerçek
artık gerçeğin anlamında bile yararlanamamaktadır), öte yandan
da tanım; tanım yazısal da olsa, d eviniye aktarılmak la kalmamış,
nesnenin temel nitelikte olmayan -ayrıksı- bir t ür çiçeklenişine
doğru saptırılmıştır. Bir Zen öyk ücülüğü çok güzel anlatır bunu:
bu öykücükte usta, tanım (yelpaze nedir.P) ödülünü işievin sessiz,
t ümd en devinisel örneklendirilmesine (yelpazeyi açmak) bile d e
ğil de bir d izi şaşırtıcı edim bulunmasına verir (yelpazeyi yeniden
kapatmak, boynunu kaşımak, yeniden açmak, listüne bir çö"rek koy up
ustaya sunmak). Hayku (sonund a her süreksiz çizgiye, b enim oku-
85
mama su nulduğu biçimiyle, Japon yaşamının her olayına böyle
diyorum), betimleme de, tanımlama da yapmayınca, saltık ve
tek bir belirtmeye dek incelir. Bu bud ur, bu b öyledir, der hayku,
böyledir. Daha da iyisi: Böylel der, öyle apansız, öyle kısa (titre
şimsiz, dönüşsüz) bir fırça vuruşuyla söyler ki, "dir" bile yasak
lanmış, geri dönmemesiye uzaklaştırılmış bir tanımın pişmanlığı
gibi fazla görünebilir. Anlam burada yalnızca bir "flash", bir ışık
sıyrığıdır: When the light of sense goes out, but with a flash that has
revealed the invisible world *, diyordu Shakespeare; ama haykunun
"flash"ı hiçbir şeyi aydınlatmaz, hiçbir şeyi ortaya çıkarmaz; çok
büyük bir özenle (Japon yordamınca), ama makineye film konul
madan çekilen bir fotoğrafınjfash 'ıdır. Ya da şöyle diyelim: hayku
(çizgi ) gösterilen şeyi her türlü nesne sınıflandırmasının boşlu
ğuna dönüştürecek ölçüde kendiliğinden (her türlü aracıdan,
bilginin, adın, hatta iyeliğin aracılığından yoksun) bir deviniyle,
yalnızca: bul diyerek parmağıyla herhangi bir şeyi (hayku konu
ayrımı yapmaz) gösteren bir çocuğun belirtİcİ devinisini yineler:
Zen anlayışına uygun olarak, ö"ze! hiçbir şey yok, der: olay hiçbir
türe göre adlandırılmaz, özgüllüğü çok kısa sürer: hayku, güzel
bir saç lülesi gibi kendi üzerine kıvrılır, göstergenin çizilmiş gibi
görünen izi silinir: hiçbir şey elde edilmemiştir, sözcüğün taşı
boşuna atılmıştır: anlamdan ne bir dalga kalır, ne bir akış.
" "Anlamın ışığı, görünmeyen dünyayı açığa vuran kısa bir parlamayla kaybolduğunda."
(ç. n.)
86
Kırtasiye*
87
aktarma ayrıntılarını da o denli boşlar:
burada çizgi karalamayı ve yeniden yaz
mayı yadsır (harf alla prima çizilcl iğine
göre), silginin ya da silgi yerini tutacak
araçların hiçbir yaratımı yoktu r (silgi,
silmek ya da, hiç değilse, doluluğu ha
fifletilmek, inceltilrnek istenen göste
rilenin belirge sel nesne si; ama, bizim
karşımızda, Doğu yanında, ayna boş
olduğuna göre, silgilere ne gerek var? ).
Araçlarda her şey, dönüşsüz ve kırılgan
b ir yazının çelişkisine yönelmiştir; bu
yazı, çelişkin bir biçimde, aynı zamanda
hem çentik, hem kaymadır: çokları açık
renk samanlada öğütülmüş pürtükle
rinde, ezilmiş otları, ot kökenierini bel
Ii e den binlerce çeşit kağıt; sayfaları,
yazı bir yüzey lüksü içinde devinecek
ve solmayı bilme ye cek biçimde, ikiye
katlanmış defterler, tersi ile yüzünün
düzdeğişmecesel geçirimi (bir boşlu
ğun üzerine yazılır): silinmiş yazılarının
üstüne yeniden yazı yazılmış kağıt,
silinmiş, b öylece de bir giz olmuş iz,
olanaksızdır. Fırçaya (hafiften ısiatılmış
bir mürekkep taşının üzerinden geçi
rilir) gelince, sanki parmakmışçasına
kendi devinileri vardır; ama bizim e ski
mürekkep kalemlerimiz yalnızca kalın
boyayı ya da çözülmeyi bilirken ve bun-
Harfin şatafatı
88
dan sonra kağıdı hep aynı yönde kazımaktan başka bir şey yapa
mazken, fırça kayabilir, bükülebilir, kalkabilir, çizgi, bir bakıma,
havanın oylumunda gerçekleşir, elin etsel, kaypak esnekliğini
taşır. Japon kökenli keçe kalem fırçanın yerini alır: bu kalem
kendisi de yazı kaleminden (çelik ya da kemik?) çıkmış kazı ka
leminin İ yileştirilmiş bir biçimi değildir, doğrudan düşünyazının
kalıtçısıdır. Her türlü Japon kağıdının kendisine gönderdiği bu
yazısal düşünceyi (her büyük mağazada, kırmızıyla çevrelenmiş
uzun zarflar üzerine armağanların dikey adresini yazan yazıcılar
vardır), çelişkin (en azından bizim için çelişkin) bir biçimde, yazı
makinesinde bile buluruz; bizimki yazıyı hemen t ecimsel ürüne
dönüştürmeye yönelir: metni daha yazıldığı anda basar; onların
ki, sayısız harfleriyle, tek bir cepheye harfler biçiminde sıralan
mamış, kasnaklara sarılmıştır, çizimi, sayfa boyunca dağılmış dü
şünyazısal kakmayı, tek sözcükle uzamı çağırır; böylece makina,
en azından gücül olarak, artık yalnız harfin estetik çalışması de
ğil de sayfanın her yanına, var gücümüzle, eğrilemesine atılmış
göstergenin silinip gitmesi olacak gerçek bir yazı sanatını uzatır.
90
Yazılı Yüz
91
başarısız olarak, du yarlılık diyebileceğimiz şey). Hiç de bu yü
zey üstünde değil, ama onda kazılmış, çizilmiş olarak, gözlerin
ve ağzın titizlikle u zatılmı ş yarığı. Dosdoğru , dümdüz ve hiçbir
alt halkanın tu tmadığı (gözlerin halkası : Batı yüzünün özel
likle dışavurumcu değeri: yorgu nluk, hastalıklılık, kösnüllük)
gözkapağının karaladığı, çemberini çıkardığı gözler, doğru dan
doğru ya yüze açılır, yazının kara ve boş dibi, "mürekkep hak
kasının gecesi"ymişler gibi; ya da şu : yüz bir örtü gibi gözlerin
kara (ama hiç de "karanlık" olmayan) ku yusu na doğru çekilmiş
tir. Yazının temel gösterenlerine (sayfanın boşluğu na ve çizik
Ierin oyuğuna) indirgenince, yüz her türlü gösterileni, yani her
türlü dışavu ru msallığı kovar: bu yazı hiçbir şey yazmaz (ya da
hiç yazar); yalnızc a kendini hiçbir coşku ya, hiçbir anlama (etki
lenmezliğinkine, dışavuru msu zlu ğunkine bile) "elvermemek
le" (safça soru mlu sözcük) kalmaz, aynı zamanda hiçbir harfi
de kopya etmez: travesti (kadın rollerini erkekler oynadığına
göre) ayrı mların, doğruca fırça vuru şlarının, pahal ı öykünülerin
yardımıyla kadın gibi boyanmış bir delikanlı değil, arı bir gös
terendir, alt yanı (gerçek) ne gizl i (kıskançça maskelenmiş), ne
de el altından imzalanmıştır (Batılı travestilerin, bayağı eli ya
da koca ayağı şaşmaz bir biçimde hormon kökenli göğüslerini
yalanlayan etli bu tlu sarışınları n başına geldiği gibi, taşıyıcının
erkekliğine alayc ı bir göz kırpmayla): yalnızca uzaklaştırtlmıştır;
oyu ncu , yüzünde, kadıncılık oynamaz, onu kopya da etmez,
yalnızca belirtir onu ; yazı, Mallarme'nin dediği gibi, "düşün de
vinileri"nden olu şmu şsa, travesti burada kadınsallığın öykünüsü
değil, devinisidir; bu nun sonucu olarak, elli yaşında (çok ünlü
ve çok sayılan) bir oyu ncu nu n aşık ve ürkmüş bir genç kadı n
rolü oynadığını görmek hiçbir biçimde dikkat çekici, yani hiç
bir biçimde belirtili değildir (travestilik ediminin kendi başına
zor tasarlanıp zor katlanıldığı, kesinlikle aykırı oldu ğu Batı'da
tasarlanmaz bir şey); çünkü burada kadınsallık gibi gençlik de
çılgınca gerçekliği ardından koşulan doğal bir öz değildir; izge
nin incelmişliğinin, örgensel türden her türlü kopya (bir genç
kadının gerçek, fizik bedenini c anlandırmak) karşısında ilgisiz
kesinliğinin sonucu -ya da doğru lanması- tüm kadın gerçeğini
92
gösterenin ince kırınınası içinde so
ğurmak ve ortadan silmektir: Kadın
belirtilmiş, ama yansıtılmamıştır, bir
düşündür (bir doğa değil); bu niteli
ğiyle, saltık farklılığının sınıflandırı
cı düzenine ve gerçeğine getirilmiş
tir: Batı travestisi bir kadın olmak
ister, Doğu oyuncusu Kadın'ın gös - � � � 7C 8 :iW
!
;ıf;: ll 1<0 .rt it;> tJ. � Ji:
tergel erini düzenlemekten başka bir lfiD .:r. b JV A o � <:! �t:
-7 tL ı- . 1'1 fs1!
� 1J <: O) . Zl i'llf fri
amaç gütmez.
ı:: '7- � ' :g
.::L t.I. JfıJ
pjf
<:!
� �t...
Bununla birlikte, bu gösterge J:. 1 � ' l:;t a M
•
.:e- -c
ler cafcaflı oldukları için değil (öyle -c �r ...: i �
-. 0) 9Jl -c:"
� O) �
rr llll t...
olmadıklarını düşünmek zor değil), � 8){ -Jı:: l:;t t.I. . tr:.
l!lt � 4'1: ı.ı. '5 7C •
-yazı olarak, "düşünün devinileri" O) L- -, � .::r · =
:sc ))1 ::ıt A. � J;{ --ı-
olduklarından- düşünsel oldukları c • l 3-' o -. ı- :;;-
tı .__ � .::L 1� r.ıı ı:;t ..( t..,
için, aşırı oldukları ölçüde, bedeni � -. • v .ıs & 7 ";1 '/J�
-c:" lJt L- I!ıti -5 0) - ? l,.,
her türlü dışavurumsallıktan arıtır O) JW -,
i!l L- l1J• L- §j t,ı:
l!!" P.
� ııt -. flt _A
lar: denilebilir ki, gösterge işlevi göre
göre, anlamı bitkin düşürürler. Gös Bu Batılı konferansrı, Ko be
tergeyle duyarsızlığın (daha önce de Şinbtın 'ca anılır anılmaz,
laponlaşıverir, Japon taş
söyledik, aktörel, anlatımsal olduğu
basımcılığı gözlerini uzatır,
na göre, yerine uymayan bir sözcük)
gtizbebeğini karattır.
Asya tiyatroso na damgasını vuran bu
birleşimi böyle açıklanır. Bu da ölüm
karşısında belirli bir tutuma gelir.
E tkilenmez ya da duyarsız değil de
(bu da bir anlamdır gene) sudan
çıkmış, anlamdan arınmış bir yüz ta
sarlamak, üretmek, ölüme bir yanıt
verme biçimidir. Şu 13 Eylül 1912
fotoğrafına bakın: Port-Arthur'de
93
Ölecek/er, bunu biliyorlar,
94
ama bu giirim
in iiyor
95
Rusları yenmiş olan general Nogi, karısıyla birlikte fotoğrafını
çektirmiştir; imparatorları öldüğünden, ertesi gün intihar etmeye
karar verm işlerdir; demek ki, biliy orlar; o, sakalı, şapkası, süsleri
püsleri içinde yitip gitmiştir, nerdeyse yüzü yoktur; ama karısı
nın yüzü olduğu gibi ortadadır: Duyarsız mı? Budala m ı? Köylü
mü? Saygın mı? Travesti oyuncu için olduğu gibi, onun için de
hiçbir sıfat olanaklı değildir, yakın ölümün görkemi değil de, ter
sine, Ölüm 'ün, anlam olarak Ölüm'ün anlam bağışıklığı yükleınİ
kovm uştur. General Nogi'nin karısı Ölüm'ün anlam olduğuna,
ikisinin aynı zamanda birbirini kovduğuna ve böylece, yüzle bile
olsa "bundan sözetmek" gerekmediğine karar vermiştir.
96
Milyonlarca Beden
97
ile bireyin, beden le ırkın yen i bir eytişiminde sağurulur (Japon
ya'ya gelişin bize tek ve engin bir biçim de gösterdiği şey nice
liğin niteliği değiştirm esi, küçük memurun büyük bir çeşitliliğe
dönüşümü olduğuna göre, sözcüğün t am anlamıyla eytişimden
sözedilebilir). Bulgu başdöndürücüdür: sokaklar, mağazalar, bar
lar, sin emalar, tren ler, yüzlerio ve b edenierin uçsuz bucaksız
sözlüğünü açar, b urada her beden (her sözcük) yalnızca kendini
söyler, gene de b ir sınıfa gönderir; böylece insan aynı zamanda
hem bir karşılaşmanın (k ırılganlıkla, benzersizlikle), hem de diz
ginlenemeyen dizginlen diğine göre, düşünsel sevinç kaynağı bir
türün (kedimsi, köylü, bir kırmızı elma gibi yuvarlak, yaban ıl,
J apon, aydı n, uyumuş, düşçül, ışıltılı, düşünceli) aydın lanmasın ın
hazzına ulaşılır. İ nsan bu yüz milyon beden lik (bu saymanlık
"ruh" saymanlığına yeğlenecektir) halkın içine dalınca, sonuçta
arı bir yinelemeden (yurttaşları karşısında Fransız'ın durumu
dur bu) ve her türlü farklılıktan yoksun, tek sınıftan (Avrupa'da
gördüğümüzü san dığımız biçimiyle küçük m emur Japon'un
durumudur bu) başka bir şey olmayan saltık çeşitliliğin çifte
düzlüğünden kurtulur. Bununla birlikte, başka an lamsal büt ün
lerde olduğu gibi burada da dizge kaçak noktalarıyla değer taşır:
bir t ür kendin i benimsetir, oysa bireyleri hiçbir zaman yan yana
bulunmamıştır; genel yerin önünüze serdiği, bu açıdan t ümceyi
an dıran her kalabalıkta, yeni, ama gücü] olarak yindenmiş be
d en lerin tekil, ama tan ıdık göstergelerini kavrarsın ız; belli bir
sahnede, hiçbir zaman ayn ı anda iki uyumuş ya da iki ışıltılı kişi
yokt ur, bununla birlikte her ikisi de bir bilgiye ulaşır: yaygın ör
ne ğin oyunu bozulmuş, ama an laşılırlık korunmuştur. Ya da -iz
genin öteki kaçağı- beklenmedik düzen lemeler bulgulanır: düz
ve karmakarışık, züppe ve ün iversiteli, vb. dizide yeni çıkışlar,
aynı zamanda hem açık, hem t ükenmez daHanmalar oluşturun
ca, yaband ia dişi üst üste gelir. Sanki J aponya beden lerini de
nesnelerini uydurduğu eytişime uydurur: büyük bir mağazada
mendil bölümün e bakın: sayınakla bitmeyecek kadar çokt urlar,
hiçbiri ötekilere benzemez, gene de hiçbir biçimde diziye hoşgö
rüsüzlük gösterilmemiş, düzen hiçbir biçimde bozulmamıştır. Ya
da haykular: ne kadar hayku vardır Japonya'nın tarihinde? Hepsi
1 00
de aynı şeyi: mevsimi, bitki ört üsünü, denizi, köyü, insan görün
t üsünü söyler, gene de herbiri kendince indirgenmez bir olaydır.
Ya da düşünyazısal göstergeler: saymaca, ama sınırlı, bu nedenle
de anıınsanabilir (alfabe) bir sesbilgisel düzene uymadıklarına
göre, mantıksal olarak sınıflandırılamazlar, gene de sözlüklerde
sınıflandırılırlar, burada -yazı ve sınıflandırmada bedenin hay
ranlık verici varlığı- göstergelerin tipiernesini belirleyen şey dü
şünharfin çizimi için zorunlu devinilerin sayısı ve düzenidir. Be
denler de öyle: t üm Japonlar (tüm Asyalılar değil) genel (uzaktan
sanıldığı gibi toplam değil) bir beden oluşturur, gene de her biri,
düzensizliğe düşmeden, sonu gelmez bir düzene doğru akan bir
sınıfa yollayan farklı bedenierin geniş oymağıdır; tek sözcükle:
son anda mantıksal bir dizge gibi açıktırlar. Bu eytişimin sonu
cu -ya da amacı- şudur: Japon bedeni bireyselliğinin sonuna dek
gider (çömezin ciddi ve sıradan sorusuna tuhaf ve şaşırtıcı bir
yanıt b ulduğu zaman Zen ustasının yaptığı gibi), ama bu birey
sellik Batılı anlamda anşılamaz: her türlü "isteri"den arınmıştır,
bireyi özgün, ötekilerden seçilen, tüm Batı'yı etkisinde tutan şu
yükselme sıtmasına tut ulmuş bir beden yapmayı amaçlamaz. Bi
reysellik burada kapanım, tiyatro, aşma, utku değildir; bedenden
bedene, ayrıcalıksız olarak, kırılıp yansımış bir farktır yalnızca.
Bu nedenle, burada güzellik Batı yaklaşımıyla, erişilmez bir te
killikle; şurada burada yeniden belirir, bedenin büyük dizimine
yerleşmiş olarak, farktan farka koşar.
101
Gözkapağı
• Sözcüğün Fransızca karşılığı bride aynı zamanda "gemlenmiş" anlamına gelir. (ç. n.)
102
yazılmış olduğundan , uzamı tüm yuzun uzamıdır. Batılı göz,
göz çukurunda korunan ateşinin etse), cinsel, tutkusal bir dışa
doğru ışıdığı düşünülen koca bir odaksal ve gizli ruh söylenbili
mine bağlanır; ama Japon yüzünün hiçbir ruhsal derecelen mesi
yoktur; tümüyle canlı, hatta fazla canlıdır (Doğu donmuşluğu
söylencesine karşın), çünkü yapıbilimi "derinlemesine", yan i
bir içsellik eksenine göre okunamaz; örnekçesi yontusal değil,
yazısaldır: iki çizgisiyle basitçe, doğrudan yazılmış yumuşak,
kırılgan , sıkı bir kumaştır (ipektir, elbette); " yaşam" gözlerin
ışığında değildir, bir kurnsaila yarıklarının gizsiz bağıntısındadır:
söylendiğine göre, hazzın boş biçimi olan bu açıklıkta, bu fark
ta, bu baygınlıktadır. Bu denli az biçimsel öğeyle, uykuya iniş
(tren lerde ve akşam metrolarında n ice yüzler üzerinde gözlem
leyebiliriz bunu) hafif bir işlem olarak kalır; cilt kıvrılmadan, göz
"ağırlaşamaz"; yüzün yavaş yavaş bulduğu, ilerleyen bir birimin
ölçülü basamaklarında dolaşır yalnızca: eğilmiş gözler, kapanmış
gözler, "uyumuş" gözler, gözkapaktarın ın bir eğilişinde kapalı
bir çizgi ki hiç bitmez.
1 03
Porselen gözkapağmın aşağısında, geniş bir kara damla;
1 06
düzenlenmiştir: bir renk dizisi vardır -mavi-kırmızı-ak kask
lar- ama bu renkler, bizimkilerin tersine, tarihsel hiçbir şeye
göndermez; esinli bir fışkırma gibi değil, dümdüz bir türnce gibi
gerçekleştirilmiş bir edimler sözdizimi vardır (devirmek, sö"kmek,
sürüklemek, yığmak); ölü zamanlara belirtİcİ bir yeniden dönme
vardır (düzenli bir koşuyla geride dinlenıneye gitmek, yorgunluk
gidermeye bir biçim vermek). Tüm bu nlar bir topluluk yazısının
değil, bir kitle yazısının üretimine katkıda bulunur (deviniler
birbirlerini bütünler, kişiler birbirlerine yardım etmez); kısacası,
göstergenin en aşırı gözüpekliği, savaşçıların uyumla söylediği
sloganların, Dava'yı, eylemin (kendisi için ya da kendisine karşı
savaşılan şeyin) Özne'sini değil -böylesi bir kez daha sözü bir
mantığın anlatımı, bir hakkın güvencesi yapmak olurdu- yalnız
ca bu eylemi haber verdiği bazı bazı kabul edilir ("Zengakurenler
dö"vüşecekler "), eylem böylece dil -Frigyalı başlığıyla bir Mars il
yalı kız gibi, savaşın dışında ve yu karısında kalan tanrı- yoluyla
kılıflanmış, yönetilmiş, doğrulanmış, suçsuzlaştırılmı ş değildir
artık, salt bir ses alıştırmasıyla iki katına çıkarılmıştır, bu da yal
nızca şiddetin oylumu na bir devini, bir kas daha ekler.
1 07
Öğrenciler
Göstergeler Odası
1 10
Sanki yüzyıllardır süregelen bir teknik görü nümün ya da göste
rinin arı bir anlamlılık içinde oluşmasını sağlıyor, sarp, boş, bir
kırık gibi. Göstergeler İ mparatorluğu mu? Evet, bu göstergelerin
boş, töremin de tanrısız olduğunu dü şünmek koşuluyla. Göster
geler odasına (Mallarme konutuydu), yani, orada, kentsel, evsel,
kırsal, her görünü me bakın ve nasıl yapıldığını daha iyi görmek
için, ona örnek olarak Şikidai koridorunu verin: ışıkla döşenmi ş,
boşlukla çerçevetenmiştir ve hiçbir şeyi çerçevelemez; dekorlan
mı ştır kuşkusuz, ama öyle dekorlanmıştır ki her türlü betileyim
(çiçekler, ağaçlar, kuşlar, hayvanlar) kaldırılmış, uçundurulmuş,
görüşü n karşısından uzağa götürülmü ştü r, hiçbir mobilyaya (ge
nellikle pek devingen olmayan, sü rmesi için her şey yapılan bir
malı belirttiğine göre, çok aykırı bir sözcü k: bizde, mobilyada bir
taşınmaz iççağrısı vardır, oysa Japonya'da, ev çoğu kez bozulur,
taşınır bir öğeden azıcık fazla bir şeydir ancak) yer yoktur; ü lkü
sel Japon evinde olduğu gibi, mobilyasız (ya da mobilyaları azal
tılmış) koridorda, en küçü k iyeliği belirtecek hiçbir yer yoktur:
ne iskemle, ne yatak, ne masa, bedenin kendisinden yola çıkarak
kendini bir u zarnın öznesi (ya da efendisi) olarak kuracağı hiçbir
yer: merkez yadsınmı ştır (evcil bir yerin iyesi olan, her yanda kol
tuğuyla, yarağıyla rahat Batılı insan için yakıcı yoksunluk). Mer
kezsiz olunca, uzam da tersine çevrilebilir: Şikidai koridorunu
tersine çevirebilirsiniz, yukarıyla aşağının, sağla solun sonuçsuz
bir evriliminden başka hiçbir şey olmayacaktır: içerik dönü şsü z
olarak kovulmuştur: ister yü rüyüp geçin, ister döşemeye (ya da,
resmi tersine çevirirseniz, tavana) oturun, kavranacak hiçbir şey
yoktur.
lll
Resimler
1 13
Tokyo planı XVIII. yüzyıl sonu-XIX. y üzyıl başı. Cenevre, Nicolas
Bouvier belgesi
Tofu ku-ji tapınağının bahçesi, Kyoto, kuruluşu 1236 (foto Fukui Asa
hido, Kyoto)
1 14
bulduğum Mken yitimi, bu resim benim için onun gijrkemli ve jlçülü
i belirgesi.
(RB)
"Kağıt kukla önünde" oğlan ve kız çocuklar, Bir resim kukladır bu,
profesyonel bir iiykücü şekerleme kavanozlarıyla sokak kiişesinde bisikletinin se
petine y erleştirir bunları. Tokyo 1951 (foto Werner Bischof)
1 15
Bu kitapta kültürel bir bütün Oaponya) bir göstergeler
ISBN 978-975-363-526-5
9 789753 635264