Professional Documents
Culture Documents
Buzdolabı ülkemizde
kullanılmaya başlamadan önce bir alaturka bir de alafranga dondurma vardı.
Alafranga dondurmaya “kalıp dondurma” da denirdi. Bu dondurma gerçekten de buz
kalıbı gibi kaskatı olurdu. Önce içine kar doldurulmuş bir fıçıya silindire benzer bir
kalıp yerleştirilir, bu kalıbın içine de dondurma malzemesi konurdu. Kar eridikçe yenisi
ilave edilerek malzemenin bu kalıpta donması sağlanırdı. Çikolatalı, çilekli ve kremalısı
yapılırdı. Alaturka dondurma ise buz katılığında değil, kar yumuşaklığında olurdu.
Kenarları oluk oluk, yaldızlı veya çiçekli, iç içe geçmiş küçük kayık tabaklarda yenirdi.
En çok kaymaklı ve vişneli türleri tercih edilirdi.
Bir sabah işinize giderken kırmızı ışıkta durdunuz ve aracınızı tekrar çalıştıramadınız.
Her insanın başına gelebilecek bu sıradan olay için iki ayrı olasılığı düşünelim. Birinci
olasılıkta arkadaki araçların şoförleri kızgınlıkla kornaya basıyor, siz de bir kazaya yol
açmamak için kan ter içinde bu durumdan kurtulmaya çalışıyorsunuz. İkinci olasılıkta,
arkanızdaki araçtan inen bir taksi şoförü, bekleyen araçlara işaret ederek onların yan
şeritten devam etmelerini sağlıyor. Araçlar sakince geçtikten sonra yanınıza geliyor,
birkaç yayayla birlikte aracınızın yol kenarına çekilmesine yardımcı oluyor. Ne siz ne
de bir başkası gergin ve telaşlı. İşte bu örnekte olduğu gibi bir toplumun gelişmişlik
düzeyini belirleyen asıl şey, insanlar arasındaki iletişim biçimidir.
Öykülerinde ağırlıklı olarak eski ile bağlarını koparmış, yeni ile de uyum sağlayamamış
bireyin, toplum içinde yalnızlaşmasını ve bir çöküşe doğru yol alışını anlatır. Bu, bir
anlamda topluma yabancılaşmış bireylerin kaçınılmaz yazgısıdır. Toplumu, aileyi
ayakta tutan iç dinamikler, ahlaki özellikler kaybolmuş, bunların yerini alması
düşünülen şeyler de bu boşlukları dolduramamıştır. Böylece toplumsal yapıda artık
hiçbir şeyi yerinde bulamayan birey, hastalıklı bir hâlde “ortalıkta dönüp
durmaktadır”. Bu yabancılaşmaya kimi bireyler çeşitli başkaldırı yöntemleriyle karşı
durmaya çalışırlar. Ama bu karşı koyuşlar, kişiyi, yanlış işleyen toplumsal yapı içinde
ezilmekten kurtaramaz. Birey, dramatik bir kurban olarak olumsuz şartlarda
yaşamanın bedelini ağır bir şekilde öder.
Sözcükler asi, uysal, renkli, soluk, yaramaz, çığırtkan ve sevecen olabilirler ama her
zaman çok değişkendirler. Taşıdıkları yalın anlamın ötesine geçip bambaşka şeyler
söyleyebiliyorlar; diziliş sıralarına göre farklı çağrışımlar yaratıyor, oturdukları yeri
beğenmiyorlar bazen, dikkat etmezsem susmaları gereken yerde sızlanıyorlar. Onları
kullanırken ince eleyip sık dokuyorum. Eğip büküyor, kesip biçiyorum. Güldüklerini,
ağladıklarını duyuyorum ama onlarla uğraşmaktan yılmıyorum. En başına buyruk
sözcükler elimin altında, dilimin ucunda, beynimin içinde ama büsbütün ele
geçiremiyorum onları. Onların sahibi olabilmek için yıllardır uğraşıyorum.
Çocukluğumuzda kaç kez duyduk kim bilir: “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?”
Cevaptan çok, sorunun kendisi önemliydi sanki. Ortada derin bir ikilem varmış gibi
ciddiyetle yöneltilirdi soru. Her seferinde “Çok okuyan!” dememiz beklenirdi. Galiba
ilköğretimdeki öğretmenlerimiz, okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok
okumakla çok gezmek asla yan yana gelemezmiş gibi… Bense okumayı da gezmeyi de
tutkuyla seven biri olarak ikiye bölünürdüm. Hiçbir zaman ısınamadım bu yapay
ikileme, okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan, her kitabın bizi
başka bir yolculuğa çıkardığını düşündüğümden. Okuyarak gezmek, her kitabı başlı
başına bir serüven sayarak bir başka ortama, bir başka yaşama uzanan bir yolculuk
yapmak mümkündür çünkü. Gezerken de her insanı ve her hayatı bir kitap gibi
düşünerek dünyayı okumak da mümkün. Okumak ve gezmek aslında o kadar iç içe ki…
Hemen hepimiz yazılarımızda, yerli yersiz alıntılar yapmaktan, özellikle sözü, alçak
gönüllülükle yabancı ozanlara, çağdaş düşünürlere bırakmaktan fazlasıyla
hoşlanıyoruz. Kimi zaman bunu öyle abartıyoruz ki yazar olarak konuyla ilgili ne
düşündüğümüz anlaşılmıyor. Ayrıca aynı alıntıların değişik yazarlarca da kullanıldığını
görüyoruz. Böylece tekrarın tekrarı bir okuma, zaman kaybına, okuma ediminin
yavanlaşmasına yol açıyor. Bu nedenle kendi özgün düşüncemizi dayanaklarıyla
işlemeliyiz yazılarımızda. Yüzeysellikten olabildiğince kaçınmalıyız. Kendi
düşüncelerimizin de örneğin bir Valéry’ninki, Deleuze’ünki kadar önemli olduğuna
inanarak bir öz güven geliştirmeliyiz.
Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar karşıdan karşıya birbirinin üzerine abanır
gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa
sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda bu aralık renkten renge
giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur. Köşenin
başında durup bakarsanız her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz
sandıkları görürsünüz. Saksılarda al beyaz mor sardunya küpe çiçeği karanfil; gaz
sandıkları da öbek öbek yeşil fesleğenle dolu.
Bulunduğumuz yer denizden bin beş yüz metre kadar yüksekte idi. Akcedil; ay
iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların arasındaki seyrek binalar iğne topuzu
kadar ufaktı. Karşıda Burhaniye'nin arkasında yatan Madra dağları şekilsiz bir yığından
ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz, ta uzaklarda açıklı
koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası'na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından
geçerek, ufukta sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan
eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve biçimde, irili ufaklı dağlar ve
tepeler çeviriyordu. Arkamızda Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını
beyaz bulutlara uzatıyordu.
Giton, dolgun yüzlü, yanakları şişkin, dik bakışlı, kendine güvenir, omuzları geniş,
göbekli, bakışı sağlam, yürüyüşü sert biridir. Konuşurken de kendine pek güvenir,
fakat karşısındakini hemen hiç dinlemez. Ona sözlerini tekrar ettirir. Mendili
kocamandır, burnunu gürültüyle siler, uzağa tükürür, bağırarak hapşırır. Gündüz
uyur, derin derin, herkesin içinde de olsa horlayarak uyur. Yemekte, arabada yeri
herkesten çok yer kaplar. Gezintilerde hep ortadadır, o durunca durulur, yürüyünce
yürünülür. Ona uyar herkes, isterse konuşanın sözünü keser. Fakat onun sözü
kesilmez, o istediği kadar söyler ve söylediği kadar dinlenir. Herkes onun
düşüncesindedir. Verdiği haberler doğrudur. Oturunca koltuğa gömülür. Bacak
bacak üstüne atar, kaşlarını çatar, şapkasını birden arkaya atarsa, bu iddialı, kendini
beğenmiş, küstah bir alın ortaya çıkarıyor demektir. Öfkelidir, sabırsızdır, iddiacıdır,
şakacı, küstah, inatçı, gevşek, ahlak konusunda zayıftır. Kahkahalarla güler,
politikacıdır, gizli işleri vardır, kendini zeki, değerli sanır. Zengindir.
Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp, renklerine resimlerine doyamadığımız bu şeyin
adına ‘tabiat’ diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lübnan çamları yetişen
yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukardan bakan ve çağlayan döken, sonra
uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar
tabiatı, sağa döndüğümüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren, sola
baktığımızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı, iki taraça ile Toros
eteklerine doğru geniş, düz aylık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var.
İsviçre’deki dağ karşınızda, Riviera’daki kıyılar önünüzde, Macaristan’daki ova
arkanızdadır.”
“Yine öyle iri kasketli ve iri belli, iri kara gözlü, kocaman gövdeli dağ gibi adamlar,
istasyonda buğday çuvallarını sırtlayacaktı. Bu sinsi yağmur kasımpatıları parlatmıştır.
İstasyon bahçesinde masalar, sandalyeler kalkmıştır. Yalnız o ihtiyar akasyalar.
Madeni ışıltılar yayarak uzanan raylar arasında kömür toplayan, burunlarını ve bol
pantolonlarını çekerek, esmer yüzlerinde beyaz dişlerini göstererek aniden gülüveren
çocuklar olacak mıydı? Bir fayton kiralamalıydı. O kemikleri çıkmış sıska atları, eski ve
buruşuk körüğü, iki yanında asılı asırlık kandilleri ve tütün sarısı bıyıklarını burup
mütevekkil bekleyen sürücüleri görmeliydi.”
Milly Buck şafak sökerken barakadan çıktı. Sundurmada durarak biran gökyüzüne
baktı. Şişman, çarpık bacaklı, uçları aşağı doğru kıvrık bıyıklı, avuçları nasır bağlamış
dört köşe elleri olan bir adamdı. Su rengindeki gözlerinde düşünceli bir ifade vardı.
Şapkasının altından fırlayan saçları dik dik ve dağınıktı. Bir yandan sundurmada
duruyor, bir yandan da gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokmaya çalışıyordu.
Kemerini çözdü. Tekrar bağladı. Aradan geçen yıllar zarfında Billy’nin göbeğinin ne
derece fark ettiğini kemerindeki yıpranmış deliklerden anlamak mümkündü. Havayı
iyice kontrol ettikten sonra birini işaret parmağıyla kapatıp kuvvetle sümkürerek
burun deliklerini sırayla temizledi. Sonra ellerini ovuşturarak ahıra doğru ilerledi.
Giton, dolgun yüzlü, yanakları şişkin, dik bakışlı, kendine güvenir, omuzları geniş,
göbekli, bakışı sağlam, yürüyüşü sert biridir. Konuşurken de kendine pek güvenir,
fakat karşısındakini hemen hiç dinlemez. Ona sözlerini tekrar ettirir. Mendili
kocamandır, burnunu gürültüyle siler, uzağa tükürür, bağırarak hapşırır. Gündüz uyur,
derin derin, herkesin içinde de olsa horlayarak uyur. Yemekte, arabada yeri herkesten
çok yer kaplar. Gezintilerde hep ortadadır, o durunca durulur, yürüyünce yürünülür.
Ona uyar herkes, isterse konuşanın sözünü keser. Fakat onun sözü kesilmez, o istediği
kadar söyler ve söylediği kadar dinlenir. Herkes onun düşüncesindedir. Verdiği
haberler doğrudur. Oturunca koltuğa gömülür. Bacak bacak üstüne atar, kaşlarını
çatar, şapkasını birden arkaya atarsa, bu iddialı, kendini beğenmiş, küstah bir alın
ortaya çıkarıyor demektir. Öfkelidir, sabırsızdır, iddiacıdır, şakacı, küstah, inatçı,
gevşek, ahlak konusunda zayıftır. Kahkahalarla güler, politikacıdır, gizli işleri vardır,
kendini zeki, değerli sanır. Zengindir.”
Küçük yüzü pek sevimli idi: Pırıldayan, genç, hemen hemen çocuk gözleri ve pembe
burnunun ucu görünüyordu. Vücudu, ipek gibi, tertemiz, sıcacık, güzel kokulu,
dokunulması ve öpülmesi zevkli bir küme, Ankara yapağısı içinde kayboluyordu.
Kulaklarının arasında canlı gözler üzerine bir kurdele gibi dümdüz yerleştirilmiş, siyah
bir takke omuzlara atılıvermiş kısa, siyah bir pelerin ve en son, bir yelpaze gibi
kımıldanıp duran sorguca benzer siyah bir kuyruk. İşte yeni kedimiz.
Sınavların yapıldığı okul, karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke ürke.
Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun öğrenci
giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur, taş duvarların arasından çıkan
aykırı yeşillikleri parlatmıştı. "Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış
olmayalım?" Hademe giyimli bir kadın, onlara doğru yürüdü taşlı yoldan. Bezgin, alışık
bakışlarıyla anne, kızın üstünden dışarı bir şeye bakıyordu. Anne, saygılı sordu:
"Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş." Hademe kadın ilgisiz, şöyle dedi:
"Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.’’