You are on page 1of 7

Buzdolabının icadı, kuşkusuz dondurma yapımını da etkiledi.

Buzdolabı ülkemizde
kullanılmaya başlamadan önce bir alaturka bir de alafranga dondurma vardı.
Alafranga dondurmaya “kalıp dondurma” da denirdi. Bu dondurma gerçekten de buz
kalıbı gibi kaskatı olurdu. Önce içine kar doldurulmuş bir fıçıya silindire benzer bir
kalıp yerleştirilir, bu kalıbın içine de dondurma malzemesi konurdu. Kar eridikçe yenisi
ilave edilerek malzemenin bu kalıpta donması sağlanırdı. Çikolatalı, çilekli ve kremalısı
yapılırdı. Alaturka dondurma ise buz katılığında değil, kar yumuşaklığında olurdu.
Kenarları oluk oluk, yaldızlı veya çiçekli, iç içe geçmiş küçük kayık tabaklarda yenirdi.
En çok kaymaklı ve vişneli türleri tercih edilirdi.

Edebiyat dergilerinde sevmediğin, sıkılarak okuduğun yazılar hangisidir?” diye sorsalar


hiç düşünmeden, “Belli bir şiir kitabı üzerine yazılmış tanıtım yazılarıdır.” derim. Sorun
belki de bendedir ama bu tür yazıların neye göre yazıldığını anlayamıyorum. Tanıtımı
yapan iyi niyetli yazar, genellikle ilgili şairin söz konusu kitabındaki dizelerden esinle
bir şeyleri duyumsatmaya, şairin şiir dünyasına kendisi ile birlikte katılmaya çağırır
bizi. Kendince eklemeler de yapar o şiirlerde oluşturulmaya çabalanan etkileyici
havaya. Ama söz konusu kitap, okurca önceden okunmadığı, belki de tanıtıcı üzerine
aldığı işi gerektiği gibi yapmadığı için kitaba yönelik ilgi oluşturulamaz çoğu zaman.
Böylece okuyana eziyet eden, onu yoran, anlamsız ve sıkıcı bir metin ortaya çıkar.

Bir sabah işinize giderken kırmızı ışıkta durdunuz ve aracınızı tekrar çalıştıramadınız.
Her insanın başına gelebilecek bu sıradan olay için iki ayrı olasılığı düşünelim. Birinci
olasılıkta arkadaki araçların şoförleri kızgınlıkla kornaya basıyor, siz de bir kazaya yol
açmamak için kan ter içinde bu durumdan kurtulmaya çalışıyorsunuz. İkinci olasılıkta,
arkanızdaki araçtan inen bir taksi şoförü, bekleyen araçlara işaret ederek onların yan
şeritten devam etmelerini sağlıyor. Araçlar sakince geçtikten sonra yanınıza geliyor,
birkaç yayayla birlikte aracınızın yol kenarına çekilmesine yardımcı oluyor. Ne siz ne
de bir başkası gergin ve telaşlı. İşte bu örnekte olduğu gibi bir toplumun gelişmişlik
düzeyini belirleyen asıl şey, insanlar arasındaki iletişim biçimidir.

Öykülerinde ağırlıklı olarak eski ile bağlarını koparmış, yeni ile de uyum sağlayamamış
bireyin, toplum içinde yalnızlaşmasını ve bir çöküşe doğru yol alışını anlatır. Bu, bir
anlamda topluma yabancılaşmış bireylerin kaçınılmaz yazgısıdır. Toplumu, aileyi
ayakta tutan iç dinamikler, ahlaki özellikler kaybolmuş, bunların yerini alması
düşünülen şeyler de bu boşlukları dolduramamıştır. Böylece toplumsal yapıda artık
hiçbir şeyi yerinde bulamayan birey, hastalıklı bir hâlde “ortalıkta dönüp
durmaktadır”. Bu yabancılaşmaya kimi bireyler çeşitli başkaldırı yöntemleriyle karşı
durmaya çalışırlar. Ama bu karşı koyuşlar, kişiyi, yanlış işleyen toplumsal yapı içinde
ezilmekten kurtaramaz. Birey, dramatik bir kurban olarak olumsuz şartlarda
yaşamanın bedelini ağır bir şekilde öder.

Sözcükler asi, uysal, renkli, soluk, yaramaz, çığırtkan ve sevecen olabilirler ama her
zaman çok değişkendirler. Taşıdıkları yalın anlamın ötesine geçip bambaşka şeyler
söyleyebiliyorlar; diziliş sıralarına göre farklı çağrışımlar yaratıyor, oturdukları yeri
beğenmiyorlar bazen, dikkat etmezsem susmaları gereken yerde sızlanıyorlar. Onları
kullanırken ince eleyip sık dokuyorum. Eğip büküyor, kesip biçiyorum. Güldüklerini,
ağladıklarını duyuyorum ama onlarla uğraşmaktan yılmıyorum. En başına buyruk
sözcükler elimin altında, dilimin ucunda, beynimin içinde ama büsbütün ele
geçiremiyorum onları. Onların sahibi olabilmek için yıllardır uğraşıyorum.

Yaşam, gittikçe yoruyor hepimizi. Bu da zamanın gerektiği gibi kullanılmamasından


kaynaklanıyor. Öyle ki zamanında söylenmeyen her söz ve alınmayan her tavır,
saatinde kalkmayan her otobüs gittikçe yoruyor insanı. Her şey zamanında yapılsa,
her söz zamanında söylense, her tavır zamanında alınsa, otobüsler tam zamanında
kalksa yine de yorulur muyduk yaşamaktan? Zaman ilerledikçe mi aklımız eriyor?
Aklımız erdikçe mi yoruluyoruz yoksa? Yoruldukça durağanlaşıyor, heyecanımızı mı
yitiriyoruz? Şurası bir gerçek ki direnme gücünü yitiren insan yaşamda gözlemlediği
çirkinliklere karşı koyamaz.

Düşünen gençlerden umutluyum. Başarılı ürünler ortaya koyuyorlar, koyacaklar da.


Bir yandan Batı’daki birikimi özümseyecek, yorumlayacak; diğer yandan da kendi
dilimize, kendi kültürümüze ilişkin arayışları sürdürecekler. Bu arayışları, bizi biz yapan
ögelerden ödün vermeden, dünyanın her yerinde yaşananlara hem duyarlı olarak
hem de onlardan belli bir uzaklıkta durarak sürdürecekler. Eğer bundan vazgeçmez,
amaçlarına ulaşıncaya değin çaba gösterirlerse yanı başlarında, kendilerinden yıllar
önce yaşamış yol arkadaşları bulacaklar. Günümüzde doğrudan bir sonuca
ulaşamasalar bile, gelecekte bu yolda yürüyeceklere bugünden tutmuş oldukları ışıkla
umut verecekler.

Çocukluğumuzda kaç kez duyduk kim bilir: “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?”
Cevaptan çok, sorunun kendisi önemliydi sanki. Ortada derin bir ikilem varmış gibi
ciddiyetle yöneltilirdi soru. Her seferinde “Çok okuyan!” dememiz beklenirdi. Galiba
ilköğretimdeki öğretmenlerimiz, okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok
okumakla çok gezmek asla yan yana gelemezmiş gibi… Bense okumayı da gezmeyi de
tutkuyla seven biri olarak ikiye bölünürdüm. Hiçbir zaman ısınamadım bu yapay
ikileme, okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan, her kitabın bizi
başka bir yolculuğa çıkardığını düşündüğümden. Okuyarak gezmek, her kitabı başlı
başına bir serüven sayarak bir başka ortama, bir başka yaşama uzanan bir yolculuk
yapmak mümkündür çünkü. Gezerken de her insanı ve her hayatı bir kitap gibi
düşünerek dünyayı okumak da mümkün. Okumak ve gezmek aslında o kadar iç içe ki…

Hemen hepimiz yazılarımızda, yerli yersiz alıntılar yapmaktan, özellikle sözü, alçak
gönüllülükle yabancı ozanlara, çağdaş düşünürlere bırakmaktan fazlasıyla
hoşlanıyoruz. Kimi zaman bunu öyle abartıyoruz ki yazar olarak konuyla ilgili ne
düşündüğümüz anlaşılmıyor. Ayrıca aynı alıntıların değişik yazarlarca da kullanıldığını
görüyoruz. Böylece tekrarın tekrarı bir okuma, zaman kaybına, okuma ediminin
yavanlaşmasına yol açıyor. Bu nedenle kendi özgün düşüncemizi dayanaklarıyla
işlemeliyiz yazılarımızda. Yüzeysellikten olabildiğince kaçınmalıyız. Kendi
düşüncelerimizin de örneğin bir Valéry’ninki, Deleuze’ünki kadar önemli olduğuna
inanarak bir öz güven geliştirmeliyiz.

Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar karşıdan karşıya birbirinin üzerine abanır
gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa
sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda bu aralık renkten renge
giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur. Köşenin
başında durup bakarsanız her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz
sandıkları görürsünüz. Saksılarda al beyaz mor sardunya küpe çiçeği karanfil; gaz
sandıkları da öbek öbek yeşil fesleğenle dolu.

Daha da yaklaştıkça nihayet gördüğüm şeyin bir insan olduğunu anladım.Gördüğüm


kişinin karanlık arasında pek seçilmemekle birlikte dağınık saçları yırtık pırtık kalın bir
elbisesi vardı. Yüzü pek seçilmiyordu ancak onun esmer yüzlü çökmüş omuzları pek
kısa olmayan bir boyu tahminen 40-45 yaşlarında birinin olduğunu görebiliyordum.
Kendi kendine bir şeyler konuşuyor sorular soruyor sonra gülüyordu. Ben ise tüm bu
olanları görüyor ve duyuyor olmakla birlikte içimde biraz korku biraz endişe vardı.

Bulunduğumuz yer denizden bin beş yüz metre kadar yüksekte idi. Akcedil; ay
iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların arasındaki seyrek binalar iğne topuzu
kadar ufaktı. Karşıda Burhaniye'nin arkasında yatan Madra dağları şekilsiz bir yığından
ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz, ta uzaklarda açıklı
koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası'na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından
geçerek, ufukta sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan
eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve biçimde, irili ufaklı dağlar ve
tepeler çeviriyordu. Arkamızda Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını
beyaz bulutlara uzatıyordu.

İstanbul'da beklenmeyen bir şekilde nüfusun artması ve buna bağlı olarak


gecekonduların çoğalması altyapının kurulmasını zorlaştırmakta, su, yol gibi
sorunlar çözümsüz kalmaktadır. Kentlerin dokusunda önemli değişmeler
görülmektedir. İstanbul'un eski semtleri olan Beyoğlu, Sirkeci, Eminönü ve
Beyazıt'ta taş ve ara sokaklarda ahşap binalar, birbirlerini kesen dar sokak ve
caddeler yer almaktadır. Bakırköy, Caddebostan, Etiler, Nişantaşı, Levent gibi yeni
semtlerde çoğu kez doğrusal uzanış gösteren ve birbirlerini dik olarak kesen cadde
ve sokaklar vardır. Ataköy, Bahçeşehir gibi planlı olarak kurulan semtlerde daha
düzenli caddeler yer almakta, çok katlı binalar yapılmaktadır.
 
Nahçivan'daki Mümine Hatun Türbesi, çok köşeli Selçuklu türbe tipinin ve tuğla
işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Dıştan on köşeli, içten silindir biçimli bir yapısı
vardır. Saçak kısmında üç mukarnas sırası ve kufi yazı şeridi gövdeyi sarar. Bu Çini
harfli şeridin altından on kenar, silmelerle birbirlerinden ayrılır. Tuğla mozaik
yazıların süslediği silmeler, her biri değişik kompozisyonlar taşıyan panolar
biçimindeki yüzeyleri sınırlandırır. Sivri kemerli kapının üstüne, eseri yapan
Nahçivanlı Usta Acem-i ibn Ebu Bekr’in imza kitabesi konmuştur. Daha yukarıdaki
bir kitabeden de yapının 1187’sde tamamlandığı, okunur.
 
Gökyüzünün açık güneşli olduğu bir ilkbahar günüydü. Öğleden sonra saat tam
beşe çeyrek kala arabamla Guercina’nın Pazar yerine geldim. Alan insan
kaynıyordu. Birden çanlar çalmaya sirenler ötmeye başladı. İlk kez gökten düşen bir
bombayı sonra bunun ardından on sekiz tane kadar olduğunu sayabildiğim savaş
uçaklarını gördüm. Bombaların patlaması anlatılamaz bir panik yarattı. Ben beş
milis askeriyle birlikte küçük bir tahta köprünün altına saklandım. Oldukça iyi
gizlendiğimiz yerden meydanda olup bitenleri kadınların erkeklerin çocukların ve
hatta hayvanların nasıl bir şaşkınlık ve korku içinde kaçıştıklarını dehşetle
görebiliyorduk…

Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti,


bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki,.. Mart
güneşi canlılığı ile çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor. Toprağın yeniden
gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltıları ile beraber insan iniltileri ve
hırıltıları ile dolu. Dün, neşeli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasını yan yana
gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuyor; diğer tarafta ise yaşlı
hastalar, yorgun iskeletlerin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar,
bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahkûmların sayısını, yaşayanların
toplamından çıkartmakta.
 
Milly Buck şafak sökerken barakadan çıktı. Sundurmada durarak biran gökyüzüne
baktı. Şişman, çarpık bacaklı, uçları aşağı doğru kıvrık bıyıklı, avuçları nasır bağlamış
dört köşe elleri olan bir adamdı. Su rengindeki gözlerinde düşünceli bir ifade vardı.
Şapkasının altından fırlayan saçları dik dik ve dağınıktı. Bir yandan sundurmada
duruyor, bir yandan da gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokmaya
çalışıyordu. Kemerini çözdü. Tekrar bağladı. Aradan geçen yıllar zarfında Billy’nin
göbeğinin ne derece fark ettiğini kemerindeki yıpranmış deliklerden anlamak
mümkündü. Havayı iyice kontrol ettikten sonra birini işaret parmağıyla kapatıp
kuvvetle sümkürerek burun deliklerini sırayla temizledi. Sonra ellerini ovuşturarak
ahıra doğru ilerledi.” John Steinbeck , “Kırmızı Midilli”den
 

Giton, dolgun yüzlü, yanakları şişkin, dik bakışlı, kendine güvenir, omuzları geniş,
göbekli, bakışı sağlam, yürüyüşü sert biridir. Konuşurken de kendine pek güvenir,
fakat karşısındakini hemen hiç dinlemez. Ona sözlerini tekrar ettirir. Mendili
kocamandır, burnunu gürültüyle siler, uzağa tükürür, bağırarak hapşırır. Gündüz
uyur, derin derin, herkesin içinde de olsa horlayarak uyur. Yemekte, arabada yeri
herkesten çok yer kaplar. Gezintilerde hep ortadadır, o durunca durulur, yürüyünce
yürünülür. Ona uyar herkes, isterse konuşanın sözünü keser. Fakat onun sözü
kesilmez, o istediği kadar söyler ve söylediği kadar dinlenir. Herkes onun
düşüncesindedir. Verdiği haberler doğrudur. Oturunca koltuğa gömülür. Bacak
bacak üstüne atar, kaşlarını çatar, şapkasını birden arkaya atarsa, bu iddialı, kendini
beğenmiş, küstah bir alın ortaya çıkarıyor demektir. Öfkelidir, sabırsızdır, iddiacıdır,
şakacı, küstah, inatçı, gevşek, ahlak konusunda zayıftır. Kahkahalarla güler,
politikacıdır, gizli işleri vardır, kendini zeki, değerli sanır. Zengindir.
Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp, renklerine resimlerine doyamadığımız bu şeyin
adına ‘tabiat’ diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lübnan çamları yetişen
yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukardan bakan ve çağlayan döken, sonra
uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar
tabiatı, sağa döndüğümüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren, sola
baktığımızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı, iki taraça ile Toros
eteklerine doğru geniş, düz aylık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var.
İsviçre’deki dağ karşınızda, Riviera’daki kıyılar önünüzde, Macaristan’daki ova
arkanızdadır.”

“Yine öyle iri kasketli ve iri belli, iri kara gözlü, kocaman gövdeli dağ gibi adamlar,
istasyonda buğday çuvallarını sırtlayacaktı. Bu sinsi yağmur kasımpatıları parlatmıştır.
İstasyon bahçesinde masalar, sandalyeler kalkmıştır. Yalnız o ihtiyar akasyalar.
Madeni ışıltılar yayarak uzanan raylar arasında kömür toplayan, burunlarını ve bol
pantolonlarını çekerek, esmer yüzlerinde beyaz dişlerini göstererek aniden gülüveren
çocuklar olacak mıydı? Bir fayton kiralamalıydı. O kemikleri çıkmış sıska atları, eski ve
buruşuk körüğü, iki yanında asılı asırlık kandilleri ve tütün sarısı bıyıklarını burup
mütevekkil bekleyen sürücüleri görmeliydi.”

Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti,


bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki,.. Mart
güneşi canlılığı ile çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor. Toprağın yeniden
gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltıları ile beraber insan iniltileri ve
hırıltıları ile dolu. Dün, neşeli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasını yan yana
gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuyor; diğer tarafta ise yaşlı
hastalar, yorgun iskeletlerin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar, bir
muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahkûmların sayısını, yaşayanların
toplamından çıkartmakta.”

Milly Buck şafak sökerken barakadan çıktı. Sundurmada durarak biran gökyüzüne
baktı. Şişman, çarpık bacaklı, uçları aşağı doğru kıvrık bıyıklı, avuçları nasır bağlamış
dört köşe elleri olan bir adamdı. Su rengindeki gözlerinde düşünceli bir ifade vardı.
Şapkasının altından fırlayan saçları dik dik ve dağınıktı. Bir yandan sundurmada
duruyor, bir yandan da gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokmaya çalışıyordu.
Kemerini çözdü. Tekrar bağladı. Aradan geçen yıllar zarfında Billy’nin göbeğinin ne
derece fark ettiğini kemerindeki yıpranmış deliklerden anlamak mümkündü. Havayı
iyice kontrol ettikten sonra birini işaret parmağıyla kapatıp kuvvetle sümkürerek
burun deliklerini sırayla temizledi. Sonra ellerini ovuşturarak ahıra doğru ilerledi.
Giton, dolgun yüzlü, yanakları şişkin, dik bakışlı, kendine güvenir, omuzları geniş,
göbekli, bakışı sağlam, yürüyüşü sert biridir. Konuşurken de kendine pek güvenir,
fakat karşısındakini hemen hiç dinlemez. Ona sözlerini tekrar ettirir. Mendili
kocamandır, burnunu gürültüyle siler, uzağa tükürür, bağırarak hapşırır. Gündüz uyur,
derin derin, herkesin içinde de olsa horlayarak uyur. Yemekte, arabada yeri herkesten
çok yer kaplar. Gezintilerde hep ortadadır, o durunca durulur, yürüyünce yürünülür.
Ona uyar herkes, isterse konuşanın sözünü keser. Fakat onun sözü kesilmez, o istediği
kadar söyler ve söylediği kadar dinlenir. Herkes onun düşüncesindedir. Verdiği
haberler doğrudur. Oturunca koltuğa gömülür. Bacak bacak üstüne atar, kaşlarını
çatar, şapkasını birden arkaya atarsa, bu iddialı, kendini beğenmiş, küstah bir alın
ortaya çıkarıyor demektir. Öfkelidir, sabırsızdır, iddiacıdır, şakacı, küstah, inatçı,
gevşek, ahlak konusunda zayıftır. Kahkahalarla güler, politikacıdır, gizli işleri vardır,
kendini zeki, değerli sanır. Zengindir.”

Küçük yüzü pek sevimli idi: Pırıldayan, genç, hemen hemen çocuk gözleri ve pembe
burnunun ucu görünüyordu. Vücudu, ipek gibi, tertemiz, sıcacık, güzel kokulu,
dokunulması ve öpülmesi zevkli bir küme, Ankara yapağısı içinde kayboluyordu.
Kulaklarının arasında canlı gözler üzerine bir kurdele gibi dümdüz yerleştirilmiş, siyah
bir takke omuzlara atılıvermiş kısa, siyah bir pelerin ve en son, bir yelpaze gibi
kımıldanıp duran sorguca benzer siyah bir kuyruk. İşte yeni kedimiz.

Sınavların yapıldığı okul, karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke ürke.
Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun öğrenci
giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur, taş duvarların arasından çıkan
aykırı yeşillikleri parlatmıştı. "Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış
olmayalım?" Hademe giyimli bir kadın, onlara doğru yürüdü taşlı yoldan. Bezgin, alışık
bakışlarıyla anne, kızın üstünden dışarı bir şeye bakıyordu. Anne, saygılı sordu:
"Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş." Hademe kadın ilgisiz, şöyle dedi:
"Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.’’

You might also like