You are on page 1of 461

OTORİTE - 33

MİLLET-İ MÜSELLEHA (ORDU MİLLET)| COLMAR VON DER GOLTZ


Yayına Hazırlayan İsmet Sarıbal
ISBN 978-605-030-214-1
Yayıncı Sertifika No 13267

 İsmet Sarıbal, 2016


Bu kitabın tüm hakları İsmet Sarıbal’a aittir.
İzinsiz kopyalanması hukuki açıdan sorumluluk doğurur.

Kapak Tasarımı Abdülmuttalip Çağlar

Baskı Notları
Birinci Baskı, Çankırı Karatekin Üniversitesi Yayınları, 2013
İkinci Baskı, Mayıs 2016

Baskı Kenan Ofset


Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 258 Topkapı-İSTANBUL
T (507) 899 27 28 (M. Coşkun)

OTORİTE KİTAP
LOTUS YAYIN GRUBU
Gelemiş Mahallesi Tömler Sokak No: 27 Kaş-Antalya
www.otoritekitap.com

OTORİTE KİTAP, LOTÜS Yayıncılık Reklamcılık Matbaa Bilgisayar Bilişim


ve İletişim Ticaret Limited Şirketi yayın markasıdır.
d
Bu çalışmanın yayını hususunda destek ve teşviklerini esirgemeyen Sayın
Hocam Prof. Dr. Ali İbrahim SAVAŞ’a minnettar ve müteşekkirim. Ayrıca eleşti-
ri ve tavsiyelerini zaman ayırıp benimle paylaşan kıymetli büyüğüm Fatih
GÜRSES’e, Galip ÇAĞ’a, Fatih CERRAHOĞLU’na, Tuğba ALKAN’a, Ebubekir
KEKLİK’e ve eşim Nagihan Ozar SARIBAL’a özel olarak borçlu ve minnettar
olduğumu belirtmek isterim. Bu manevi desteğin ortaya koyduğum doğrulara
ulaşmamda payları büyüktür, hata ve eksiklikler ise tamamıyla şahsıma aittir.

İsmet SARIBAL
Çankırı, 2016
İÇİNDEKİLER

d
Giriş ....................................................................................................................................................................................7
General Colmar Baron Von der Goltz .......................................................................................................... 15
Millet-i Müselleha.................................................................................................................................................... 19
İfade-i Mütercim ...................................................................................................................................................... 21
Mukaddime-i Müellif............................................................................................................................................. 25

Birinci Kısım
Asr-ı Hazır Orduları ............................................................................................................................................... 31
Birinci Fasıl
Milel-i Hazıra Ordularının Vücudunu Haklı Gösteren Esbâb........................................................ 31
İkinci Fasıl
İdare-i Harp ve Tensikat-ı Askeriye Memleketin Ahvâl-i Umumiyesine Tabidir
Mevadd-ı Tarihiye .................................................................................................................................................. 36
Üçüncü Fasıl
Orduların Aksamı.................................................................................................................................................... 47
Dördüncü Fasıl
Ordunun Suret-i Taksimi.................................................................................................................................... 52
Beşinci Fasıl
Heyet-i Zabitan ......................................................................................................................................................... 67

İkinci Kısım
Birinci Fasıl
Orduların Usul-i Sevk ve Tahriki
Kumandanlık .............................................................................................................................................................75
İkinci Fasıl
Karargâh-ı Umumîler ve Ümerası ................................................................................................................. 97
Üçüncü Fasıl
İdare-i Evâmir ........................................................................................................................................................ 115

Üçüncü Kısım
Harpte Muvaffakiyet Şerâ’iti.......................................................................................................................... 143

Dördüncü Kısım
Hareket ve Muharebe ........................................................................................................................................ 155
Birinci Fasıl
Mülahazat-ı Umumiye ....................................................................................................................................... 155
İkinci Fasıl
Hareket ve Muharebede Zabt u Rabt-ı Askerînin Ehemmiyeti ................................................ 165
Üçüncü Fasıl
Orduların İçtimaı .................................................................................................................................................. 173
Dördüncü Fasıl
Sefer Planı ................................................................................................................................................................. 187
Beşinci Fasıl
İstihbarat ve İstikşafat Hizmeti.................................................................................................................... 201
Altıncı Fasıl
Yürüyüşler, Seyahatler ve Konaklara Yerleşmek.............................................................................. 217
Yedinci Fasıl
Taarruz ve Müdafaa............................................................................................................................................ 250
Sekizinci Fasıl
Askeri Dağıtmak, Cem‘ Etmek ve Manevra Yapmak ....................................................................... 269
Dokuzuncu Fasıl
Muharebe .................................................................................................................................................................. 297
Onuncu Fasıl
Meydan Muharebesi........................................................................................................................................... 320
Onbirinci Fasıl
Takip, Muzafferiyyetten İstifade, Ricat ................................................................................................... 349
On ikinci Fasıl
Harekât-ı harbiye ve Muharebe Esnasında Tedâbîr ve Tertibatın
Yek-diğerlerini Muntazaman Takip Etmesi Beynlerinde Bir İrtibat-ı
Mantıkî Mevcut Bulunması.Kanun-ı İcabât .......................................................................................... 362
On Üçüncü Fasıl
İta-yı Karar, Sebat, Mesuliyeti Der-uhde Ederek Hod Be-hod Hareket,
İstiklal, Hareket-i Keyfiye ................................................................................................................................ 368
On dördüncü Fasıl
Harekât-ı Harbiye ve Muharebe Üzerine İcra-yı Nüfuz ve Tesir Eden
Ahval-i Mahsusa.................................................................................................................................................... 381
On beşinci Fasıl
Kalelerin Nüfuz ve Tesiri ................................................................................................................................. 392
On Altıncı Fasıl
Karaya Asker Çıkarmak.................................................................................................................................... 408

Beşinci Kısım
Esna-yı Harpte Orduların İaşesi ve Neferat ve Zahiresinin Tedarik Ve İstikmali ......... 412

Altıncı kısım
Maksad-ı Harbin İstihsali ................................................................................................................................ 441

Yedinci Kısım
Hâtime ..........................................................................................................................................................................449

Dizin .............................................................................................................................................................................456
GİRİŞ

XIX. yüzyılın ortalarında, yivli ateşli silahların ve kuyruktan dolma


yivli çelik topların gelişmesi askerî teknoloji devrimini ortaya çıkardı.
Devletlerin iç güvenliğine etkileri açısından bu askerî devrim iki aşamadan
geçti: İlk aşamada devletin halk üzerindeki denetimini sağlamlaştırdı.
Sonraki aşamada isyan eden unsurların da bu gelişmiş silahları kullanmaya
başlamaları devletin gücünü zayıflattı. Osmanlı Devleti bu yeni silahları
1860’larda temin etmeye başladı. Orduyu tamamen yeni silahlarla donatma
arzusu II. Abdülhamit iktidarı zamanında da devam etti. Bu arzu başlangıçta
devletin kendisini savunması ve taşrada iç güvenliğin sağlanması noktasında
başarı sağladı. Fakat 1890’lardan sonra Yemen, Doğu Anadolu ve Makedonya’
da çıkan olaylarda görüldüğü üzere isyancıların modern silahları kullanmaya
başlaması, devletin üstünlüğünü kaybetmesine neden oldu. Osmanlılar,
Jön Türk döneminden önce, II. Abdülhamit’ in savaştan kaçınmaya yönelik
dış politikası sayesinde, dışarıda ateşli silahlar devriminin etkisiyle
karşılaşmadı. Lakin taşradaki sorunların 1890’dan sonra giderek artması
askerî modernleşmeyi hiç bitmeyen bir mücadele haline getirdi.1
Askerî modernleşme, salt silah ithalatı ile çözüme kavuşturulacak
bir süreç değildi. Silahların taktikî açıdan kullanımı, birlik mevcutlarının
yeniden düzenlenmesi, askerî personelin eğitimi gibi temel problemler için
bu silahları savaş alanlarında tecrübe ederek başarı kazanmış kişilerin bilgi
ve deneyimlerine ihtiyaç vardı. Avrupa’ da silah teknolojisi alanında yaşanan
her yenilik ise tek bir ülkeyi işaret ediyordu: Prusya2. 1866’da Avusturya’yı,
1871’de ise Fransa’yı hezimete uğratan Prusya, Avrupa’nın göbeğinde güçlü
bir Alman birliği kurmayı başarmış ve Avrupa Kıtası üzerinde rakipsiz bir
politik hegemonya oluşturmuştu3. Bu nedenle 93 Harbi sonrası II. Abdülhamit,
gerek etkinliğini tamamen yitirmiş orduyu yeniden canlandırmak gerekse

1 Carter V.Findley, Modern Türkiye Tarihi (İslam, Milliyetçilik ve Modernlik 1789-2007), Timaş
Yayınları, İstanbul, 2011, s. 154.
2 Mesut Uyar, Hayrullah Gök, “Modern Alman Ordusunun Temelini Teşkil Eden Prusya Askeri
Sisteminin Kuruluşu ve Olgunlaşması”, http://koltukgenerali.blogspot.com/2007.05.5.html, e. t. 21.
03.2013
3 Jacques Pirenne, Büyük Dünya Tarihi, C.3, Çev. Nihat Önol, Meydan Gazetesi Yayınları, İstan-
bul, 1972, s. 1359.

7
Von der GOLTZ

güçlü bir müttefik kazanmak niyetiyle Prusya’nın desteğini sağlamaya


çalışacaktı.

Esasen Avrupa’daki siyasî konjonktür de bir Türk-Alman yakınlaşmasını


zorunlu kılmakta idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki koşullar ve Büyük Güçlerin
daha önceden belirlenmiş nüfuz alanları nedeniyle Alman yayılmacılığı farklı
bir boyut kazanmıştı. İngiltere, Fransa, Çarlık Rusya’sı gibi kolayca kolonyalist
bir imparatorluk kuramayacak olan Almanya etkisi altına alabileceği tek alan
olarak Osmanlı İmparatorluğu’ nu görüyordu. Hattı zatında üç kıta üzerinde
zengin kaynaklara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nda İngiltere, Fransa
ve Rusya’ya karşı belirgin bir düşmanlık vardı. Osmanlı yöneticileri ve
aydınları da Almanya’yı dost olarak görüyorlardı4. Batı’ya karşı konumunu
kuvvetlendirmek için halifeliği ve emperyalizme karşı mücadelede siyasal
İslâm’ı kullanacak olan II. Abdülhamit için hiç Müslüman sömürgesi olmayan
Almanya’nın dostluğunu kazanmak da şüphesiz önemliydi. Karşılıklı çıkarlar
iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. Kayzer II. Wilhelm, 1898 Ekim’inde İstanbul’a
resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. İlk defa Batılı bir hükümdar Osmanlı
İmparatorluğu’na ziyarette bulunuyordu. İstanbul’dan sonra Kudüs’e geçen
Kayzer Wilhelm, siyah bir atın üzerinde şehri gezdi ve Haçlıları mağlup eden
Selahaddin Eyyubi’nin türbesine çelenk koydu. Birinci Dünya Savaşı’nda
Almanya-Osmanlı ittifakına kadar gidecek olan ilişkilerin temellerini attı ve
kendini Müslüman halkların dostu ilan etti5.

Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirmek için Afrika ve


Asya’da olduğundan farklı yöntemleri kullanması gerekiyordu. Çünkü
Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllardır cihan egemenliği ideolojisi ile siyasî
varlığını devam ettirmiş bir devletti. Bu hususta verilecek ödünlerden
rahatsızlık duyan ve yabancılara kuşkuyla bakan bir yapıya sahipti6. Hiç
kuşku yok ki Kayzer Wilhelm’in ziyareti ve kendisini Müslüman halkların
dostu ilan etmesi Almanya’nın bu engeli aşması ve siyasî emellerine ulaşması
adına önemli bir araçtı. Türk-Alman yakınlaşmasının tesis edildiği bu
süreçte Almanya’nın kullandığı bir diğer etkili araç da Alman askerî yardım
misyonları olacaktı.

4 İlber Ortaylı, II. Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1981, s. 8.
5 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 53.
6 Ortaylı, aynı yer.

8
Millet-i Müselleha

Alman askerî yardım misyonunun daveti için ilk adım 1880 yılı mayıs
ayının başında II. Abdülhamit tarafından atıldı. II. Abdülhamit, eski bir
Fransız subayı olan askerî danışmanı Dreysee’ den Alman hükûmetine
askerî uzman talebinin iletilmesini istedi. Dreysee, Alman büyükelçisi Count
von Hatzfeld ile görüşerek II. Abdülhamit’ in isteğini iletti. İlk görüşmelerin
başlamasından iki yıl sonra Kahler Heyeti 11 Nisan 1882’de İstanbul’ a
geldi. Heyette Kurmay Albay Kaehler dışında Piyade Yüzbaşı Kamphövener,
Süvari Yüzbaşı Hobe, Topçu Yüzbaşı Ristow bulunuyordu. Osmanlı Devleti,
askerî okulların eğitim-öğretim faaliyetlerini denetlemek üzere bir uzman
gönderilmesini de istemiş; fakat bu talep reddedilmişti. Kaehler Heyeti’nin
gelmesinden sonra bu talep yenilendi. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı
Binbaşı Von der Goltz’u bu göreve atadı. 18 Haziran 1883’te İstanbul’a gelen
Von der Goltz 25 Ağustos 1883’te Alman imparatoru tarafından kendisine
verilen yetkiyle görevine başladı7.
Von der Goltz, Avusturya ve Fransa’ya karşı yapılan savaşlarda üstün
şekilde hizmet etmiş bir subaydı. 1870-1871 Fransız-Alman Savaşı’nın
tarihini etkili ve tarafsız bir dille yazmıştı. Osmanlı ordusundaki görevine
başlamadan önce tamamladığı Das Volk in Waffen – Millet-i Müselleha- adlı
eseri birçok Avrupa diline çevrilmişti. Hatta Fransız ordusundaki her subayın
bu kitaptan edinmesi zorunlu hâle getirilmişti8. Goltz, XX. yüzyılın topyekûn
savaş doktrini olacağı tahmin edilen bu iki eseriyle adından söz ettiren askerî
bir teorisyendi ve Almanya için önemli bir değerdi9.
Askeri Okullar Müfettişi olarak göreve başlayan Goltz, öncelikle
kendisinden önce gelen reform heyetinin çalışmalarını inceleyerek heyetin
artı ve eksilerini tespit etti. Goltz gelene kadar Alman reform heyetinin
çalışmaları, başta Gazi Osman Paşa olmak üzere Osmanlı subayları tarafından
engellenmeye çalışılmıştı. Goltz’a göre ne Osmanlı ordusunu sil baştan
düzenlemek ne de reformları bir an önce hayata geçirmek mümkündü. Goltz,
Türklerin Batı medeniyetini anlayacak yaratılışta olduklarını, sıradan bir
Türk’ün bile korkusuzluk, disiplin, özgüven ve otoriteye saygı gibi hasletlere
sahip olduğunu ve bunların geleneksel hayat tarzından ve İslam inancından

7 Jehuda L. Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Çev. Fahri Çeliker, Genelkurmay Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1977, s. 25-45.
8 Von der Goltz’un biyografisi için günümüz harflerine aktardığımız metnin girişinde bulunan Ebüz-
ziya Tevfik’in değerlendirmelerine bakılabilir. Ayrıca Goltz Paşa’nın biyografisi hakkında bakınız;
İbrahim Ulus, “Colmar Freiherr Von der Goltz (Goltz Paşa)’un Biyografisi”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl:
11, S. 21, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1986, s.73-83.
9 Feroze Yasemee, “Colmar Freiherr von der Goltz and the Rebirth of the Ottoman Empire”,
Diplomacy and Statecraft, 9:(2), 91-92.

9
Von der GOLTZ

kaynakladığını düşünmekteydi. Modern eğitimin yaygınlaşması ile çağdaş


uygarlığa uyum sağlamış seçkin bir zümrenin yani millî liderler olarak
nitelendirdiği subayların yetişmesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden
canlandırabileceğine inanmaktaydı10.
Von der Goltz, 1885’te Kaehler’in vefatı üzerine Alman reform heyetinin
başkanlığına getirildi. 1895’te görevine son verilene kadar heyet başkanlığına
devam etti. Von der Goltz bu süreçteki faaliyetlerini dört ana başlık altında
yürüttü: Genç subaylara Alman hayranlığı aşılamak, Osmanlıların Alman
silahlarını satın almalarını sağlamak, Sultan ve yöneticilerini Almanya’nın
safında tutmak ve istihbarat11. Bu faaliyetlerindeki başarısı belki de Türk-
Alman ilişkilerinin geleceğine Kayzer Wilhelm’in Türk-Alman ittifakının
simgesi olan ziyaretinden daha çok katkı sağlayacaktı12. Özellikle de
Osmanlı subayları üzerinde yarattığı Alman hayranlığı13 iki ülke ilişkilerinin
geleceğine yön verecekti.
Goltz – her ne kadar düşündüğü çoğu şeyi uygulayamadıysa da - orduda
ciddi reformlar gerçekleştirdi. Goltz’un göreve başladığı 1883-1884 öğretim
yılıyla birlikte, harp okulu ve diğer askerî okullardaki eğitime 1835’ten
bu yana tesir eden Fransız ekolü yerini Alman ekolüne bıraktı. 1885’ten
itibaren Alman tipi ders konuları, yöntemleri ve programları uygulamaya
konuldu. Von der Goltz, subayların daha nitelikli yetişmesini temin etmek
amacıyla erkân-ı harp sınıflarını kısm-ı fenni ve kısm-ı askerî olmak üzere
ikiye ayırdı14. Harp okulu ve harp akademisinin programlarındaki ağaç
kesimi ve gülle istifi gibi lüzumsuz dersleri kaldırdı. Kurmay subaylara arazi
seyahatleri yaptırdı. O zamana kadar yapılmamış olan Rumeli’nin 1/210.000
ve Anadolu’nun 1/200.000 oranındaki haritalarını Avusturya ve Rusyalıların
yaptıkları haritaları esas alarak tanzim etti. Harp okulu müfredatına Almanca
ve Rusça derslerinin girmesini sağladı ve öğrencilerin her iki dilden birisini
öğrenmelerini mecbur kıldı15. Goltz’un eğitim sistemindeki reformlarının

10 Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s.
354
11 Süleyman Kocabaş, Pancermenizmin Şarka Doğru Politikası Tarihte Türkler ve Almanlar, Vatan
Yayınları, İstanbul, 1988, s. 55.
12 Philip P.Graves, İngilizler ve Türkler, Çev. Yılmaz Tezkan, 21.Yüzyıl Yayınları, İstanbul, 1999, s.
41.
13 Ortaylı, a.g.e, s. 64.
14 Hayrullah Gök, Arşiv Belgelerinin Işığında Kara Harp Okulu Tarihi (1834-1883) , Hacettepe
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2005,
s. 157-158.
15 Kazım Karabekir, Türkiye’de ve Türk Ordusunda Almanlar, Yay. Haz. Orhan Hülagü-Ömer Hakan
Özalp, Emre Yayınları, İstanbul, 2001, s. 205-235.

10
Millet-i Müselleha

sonucu olarak ordu merkezi bulunan kentlerde birer harbiye kuruldu.


1904’ten sonra Şam, Bağdat, Erzincan, Edirne ve Manastır’da birer harbiye
açıldı16.
II. Abdülhamit, Goltz’un askerî harekât eğitimleri ve manevralarından
zamanla rahatsızlık ve şüphe duymaya başladı. Goltz, bu hususta
dostlarından birine yazdığı mektupta şöyle demişti : “Padişahın evhamı
yüzünden burada gerçekten iyi ordu kurulamaz… Atış eğitimleri zamanında
o kadar sinirleniyor ki, bazen istifamı verip onu kendi amacına kendi başına
ulaşmasını sağlamaya bırakmayı düşünüyorum… Askerî birliklerin yığınak
yapması gerektiğinde bunun arkasında bir darbe komplosu olabileceğinden
korkuyor. Belki de orduyu kuvvetlendirmekten ziyade, onu savaşa yaramaz
bir güç halinde tutmak istiyor… Padişahın kendi ordusunu kendine düşman
sayması yüzünden bütün girişimlerim sonuçsuz kalıyor. Kendi ordusunu,
Rusların, Bulgarların, İngilizlerin bir aradaki ordularından daha tehlikeli bir
düşman gibi görüyor.17”Goltz en nihayetinde sözleşmesi 1893’te bitmesine
rağmen iki yıl daha İstanbul’da kaldıktan sonra 1895’te görevinden ayrıldı
ve Almanya’ya döndü.

Von der Goltz, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra danışman sıfatıyla ikinci
kez Osmanlı ordusunda göreve getirildi. Goltz, 1909’un ekim ayı ortalarından
1910’un ocak ortalarına kadar Türkiye’de kaldığı üç ay içinde kapsamlı bir
program uyguladı: Kasım başlarında büyük bir tümen manevrası; Selanik,
Manastır, Serez ve Üsküp’te garnizon tatbikatı; birçok küçük tatbikat ve
atışlar; ocak ayı ortalarında İstanbul’da kapanış manevrası18. Trablusgarp
Savaşı ve Balkan Savaşı sürecinde -her ne kadar ordu ile irtibatını
kesmediyse de- İstanbul’a gelmedi. Goltz, son olarak I.Dünya Savaşı devam
ederken ilerlemiş yaşına rağmen tekrar göreve çağırıldı. Irak’taki 6. Ordu
Komutanlığı vazifesini sürdürürken tifüs hastalığına yakalandı ve 19 Nisan
1916’da Bağdat’ ta hayatını kaybetti19.
Von der Goltz, özü Sanayi Devrimi tarafından şekillenen Prusya askerî
sisteminin bir temsilcisiydi. Temel olarak Clausewitz’in görüşlerinin takipçisi
ve savunucusuydu. Goltz, muharebe sahasında yetişmiş uygulamaya dönük

16 İlhan Tekeli-Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu
ve Dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s. 81.
17 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yay. Haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2010, s. 346.
18 Wallach, a.g.e., s. 89-92.
19 Karabekir, a.g.e., s. 203-214.

11
Von der GOLTZ

bir asker olmayıp uygulamalardan doğan tecrübeleri teoriye uyarlayabilecek


kadar metodolojiye yatkın ve bunları etkili şekilde ifade edebilecek kadar da
edebi bir kişiliğe sahipti. Goltz, Millet-i Müselleha (Das volk in Waffen, Nation in
Arms) ile kendi birikim ve tecrübelerini aktarmaya çalışmıştı. Ana düşüncesi
askerler için bir kitap yazmak değil, topyekûn harp kavramı temelinde, millî
siyaseti belirleyenler için askerî gücün nasıl etkili kullanılacağını anlatmaktı.

Goltz’un Millet-i Müselleha kavramıyla ifade etmek istediği


“silahaltındaki halk” ve “halk ordusu” kavramıydı. Bu kavram ilk defa Fransız
İhtilali sonrası ortaya atılmıştı. İhtilal sonrası Fransa, o güne kadar başka bir
Avrupa ülkesinde görülmemiş büyüklükte, 850.000 kişiden oluşan bir ordu
meydana getirmişti. Askerlik zorunlu idi. Subaylar liyakatlerine göre terfi
ediyordu. İnandıkları bir dava etrafında birleşmiş Fransız yurttaş ordusu
karşısında askerlerinin yarısı serflerden oluşan, ait oldukları siyasal sisteme
bağlılık duygusu olmayan diğer imparatorluk orduları hüsrana uğramıştı20.
Fransızların bu başarısı diğer ülkelere rol model teşkil etti. XIX. yüzyılın
başından itibaren Avrupa’daki paralı askerlik esasına göre kurulmuş
imparatorluk orduları, yerlerini zorunlu askerlik esasına göre kurulan
millî vatandaş ordularına bırakmaya başladı. Bu ordular uluslaşmanın hem
sonucu hem de aracı oldu21.

Goltz, Millet-i Müselleha ile halkın militarize edilmesini kastetmiyordu.


Büyük ordulara da taraftar değildi. Teknolojinin gelişimiyle birlikte küçük,
profesyonel ve eğitimli orduların, büyük ve vasıfsız ordulara karşı üstünlük
sağlayacağına inanmaktaydı. Ancak henüz bu yol ayrımına gelinmediğini
düşünmekteydi. Yaşanması kuvvetle muhtemel bir dünya harbinin büyük
kuvvetlerle ve geniş alanlarda gerçekleşeceğini öngören Goltz, bir müddet
daha büyük orduların teşkiline devam edilmesi gerektiği kanaatindeydi.
Bununla birlikte büyük çapta profesyonel bir ordunun ülke ekonomisine
hatırı sayılır bir yük getireceğini de biliyordu. Goltz’a göre bu noktada
yapılacak iş profesyonel çekirdek kadronun vatandaş askerlerle (citizen
soldier) desteklenmesiydi. Bu da “silahaltındaki halk” demekti.

Millet-i Müselleha’nın önemi Goltz’un fikirlerinin Osmanlı askerî


elitleri arasında ne kadar kabul gördüğüyle ilgilidir. Hatırat ve askerî

20 Oral Sander, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, İmge Yayınları, Ankara, 2009, s. 168-169.
21 Ayşe Gül Altınay-Tanıl Bora, “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik” , Modern Türkiye’de Siyasi Düşün-
ce: Milliyetçilik, C.4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 140.

12
Millet-i Müselleha

okulların ders müfredatlarına bakılacak olursa Kazım Karabekir gibi bazı


entelektüel subaylar dışında Goltz’un adının pek anılmadığı görülür. Fakat
adının doğrudan verilmemesi Goltz’un fikirlerinin, Osmanlı askerî elitleri
üzerinde ahlaki ve felsefi açıdan bir tesiri olmadığını göstermez. Nitekim
bu hususta Hasan Ünder’ in yaptığı araştırma oldukça ilgi çekicidir. Ünder,
araştırmasında Atatürk’ün genç neslin eğitimine önem verdiğini ve bu
hususta özellikle Tarih ve Yurttaşlık Bilgisi dersleri üzerinde hassasiyetle
durduğunu belirtir. Bu bağlamda Medeni Bilgiler adı altında iki cilt halinde
yayınlanan ve Kemalizm’in ana kaynaklarından biri olarak gösterilen kitabın
Atatürk tarafından yazıldığını ya da yazdırıldığını kaynaklarıyla ortaya
koyar. Ünder, Medeni Bilgiler kitabının Askerlik Vazifesi başlıklı bölümünün
neredeyse tamamının Millet-i Müselleha’dan bazen kelimesi kelimesine,
bazen özetlenerek bazen de sadeleştirilerek alındığını örnekler göstererek
ispatlar22.
Goltz’un Türk-Alman ilişkilerinin seyrine önemli katkısı olmuştur
ve fikirleri -içerisinde cumhuriyetin kurucu kadrosunun da yer aldığı- son
dönem Osmanlı subayları üzerinde etkili olmuştur. Goltz, Türk siyasetine
Millet-i Müselleha ya da Ordu Millet olarak anılan kavramın yerleşmesini
de sağlamıştır. Fakat Millet-i Müselleha önemine rağmen bugüne kadar
ne Almanca aslından tercüme edilmiş ne de Osmanlıcasından günümüz
harflerine aktarılmıştır. Bu çalışmanın ortaya konulmasındaki temel etken
de bu noktada görülen eksiklik olmuştur.
Millet-i Müselleha günümüz harflerine aktarılırken metin üzerinde
herhangi bir sadeleştirme yapılmamış, metnin aslına sadık kalınmıştır.
Mümkün olduğunca okumayı zorlaştıran transkripsiyon işaretleri
kullanılmamıştır. Bu noktada orijinal metin içerisinde yer alan ve günümüzde
Türkçe imlaları kullanımda olan kelimeler Türk Dil Kurumu’nun Güncel
Türkçe Sözlüğü’ndeki imlaları esas alınarak verilmiştir. Metin içerisinde yer
alan özel isimler ve yer adları da Millet-i Müselleha’nın The Nation in Arms23
adıyla 1887 yılında yayınlanan İngilizce çevirisi esas alınarak verilmiştir.

22 Hasan Ünder, “30’ların Ders Kitaplarından ve Kemalizm’in Kaynaklarından Biri: Millet-i Müselle-
ha ve Medeni Bilgiler”, Tarih ve Toplum, Aralık 1999, S. 192, s. 46-56.
23 The Nation in Arms için bakınız; http://archive.org/details/nationinarms00ashwgoog, e.t. 21. 03.
2013.

13
14
General Colmar Baron Von der Goltz

Malumdur ki nizam-ı askerînin ihdasından beri saltanat-ı seniyye


ordularında muallim sıfatıyla vakt be-vakt Alman zabitanı istihdam
olunmuştur. Ez-cümle o tarihte yüzbaşı bulunan General Feld Mareşal Kont
Moltke 1835’ten 1839 senesine kadar Osmanlı Ordusu’nda erkân-ı harbiye
vezâ’ifini tatbik ve icra memuriyetiyle müstahdem bulunmuş idi.
Müşârun-ileyhin 1839 senesinde ordu-yı hümayunu terk ile Berlin’e
avdetine Nizip Vakası sebep olmuştur:
Sultan Mahmud-ı Sânî’nin evâhir-i saltanatına tesadüf eden o vaka, ordu
müşiri bulunan Çerkes Hafız Paşa’nın harekât-ı askeriyeyi, erkân-ı harbiye
zabitanının raportuna bedel, orduda bulundurduğu müneccimin zâyiçe
ahkâmına tevfik etmesinden ileri gelmiş idi. Yüzbaşı Moltke bir gün evvel
tanzim eylediği plan mûcebince Osmanlı Ordusu’nu hareket ettirmek istemiş
idi. Fakat Hafız Paşa’nın müneccimi tarafından talihin nuhûseti hakkında
best edilen ahkâm, planı hükümsüz bırakmış idi. Ne fayda ki İbrahim Paşa
ordusu nuhûset-i felekıyeyi, mutekitlerine havale ile talih-i harbi Moltke’nin
tahmin ettiği vakitte istikbale şitâb eylemiş ve binaenaleyh Moltke’nin planı
hükmünce bir gün evvel hareket hâlinde ordu-yı hümayunun bulunmaklığı
mukarrer olan mevkiyi tutmakla, Alman zabitinin bizim için temin eylediği
şahid-i muvaffakiyeti der-âğuş eylemek hasma müyesser olmuş idi.
İşte mahiyet-i askeriyesini bu vakadan tam 27 sene sonra Sadova ve
onu takip eden Fransa muharebelerinde göstermiş olan bu zat, fünûn-ı
harbiyenin derece-i ehemmiyyetini o tarihte takdire muvaffak olamayan
Hafız paşaların, falanların efkâr sahifelerine feda etmek istemediği için
Berlin’e avdet eylemiştir.
Üçüncü Napolyon zamanında her yerde olduğu gibi burada dahi Fransız
ordularının intizam ve mükemmeliyeti bir itikad-ı umumî hâlini bulmuş idi.
Çünkü Kırım, İtalya, Çin ve Meksika Seferleri muzafferiyeti Fransa ordularına
temin etmiş olduğu gibi, ekser zabitan-ı askerîmiz dahi Fransa mekâtib-i
askeriyesinde yetişmiş olduklarından, Almanya-Fransa Muharebesi’ne kadar
fünûn-ı harbiye ve intizamat-ı askeriyede Fransızların fevkinde hiçbir kavim

15
Von der GOLTZ

mutasavver olmadığını iddia ederler idi. Bu sebeple ordularımızda Sultan


Mahmud-ı Sânî devrinden kalmış veya mu’ahharen evâil-i Mecid Hânî’de
getirilmiş olan Prusyalı zabitler nazar-ı ehemmiyetten düşerek, Fransa’dan
muallim celbi modası meydan almış idi.
Vakıa Mirliva Aziz ve Ferik Faik Paşalar gibi Berlin’de, Viyana’da
tahsil etmiş bazı ümera-yı askeriyemiz bulunmakla beraber, Fransa’da
tahsil edenlere nispetle ekalliyyette kaldıkları cihetle Almanya intizamat-ı
askeriyesinin rüçhanını ispat şöyle dursun, iddiaya bile cesaret edemezlerdi.
Hatta Könnigratz namı verilen Sadova muzafferiyeti bile o zamanlar –
Fransız taraftarları indinde – Prusya ordularının intizamından ziyade iğneli
tüfeklerin tesir-i seriine hamlolunmuş idi. Fakat dört sene sonra Prusya
ordularının her hengâmede zaferden zafere nailiyetle Paris duvarlarına
kadar dayanması ve Metz gibi menî‘ü’l-menâl bir kalenin 35 günde 176.000
Fransızla beraber kabza-i teshîre geçmesi Fransa taraftarlarına bâdî-i sükût
olmuş idi.
Binaenaleyh 1870 ve 1871 seferinden sonra Alman maarif-i harbiyesinin
milel-i saire ve hassaten Fransa maarif-i harbiyesine faik olduğuna
memleketimizce itminan hâsıl olarak, müteveffa Blum Paşa, Nadir Paşa,
İskender Paşa ve Strecker Raşit Paşa gibi ordularımızda zaten müstahdem
bulunan Prusyalı zabitanın ehemmiyeti avdet eylemiş idi.
Nihayet Bulgaristan Muharebesi’nden sonra tensikat-ı askeriyemizi bu
asrın ilcâ’ât-ı harbiyesine tatbiken mevki-i icraya koymayı arzu buyuran zat-ı
şevket-simât-ı hazret-i padişahî yeniden hizmet-i saltanat-ı seniyyeye Alman
ordularından birkaç zabit daha davet eylemiştir ki onlar da müteveffa Miralay
Kaehler, Yüzbaşı Kamphövener, Süvari Yüzbaşısı Hobe, Topçu Yüzbaşısı
Ristow nam zatlar idi.
Mûmâ-ileyhümün ıslahat-ı askeriyemize dair tanzim ve takdim ettikleri
layihada irâ’e olunan tarz-ı tensikat hükmünce, maarif-i harbiyemize
müteallik olan tesisat-ı askeriyenin dahi ıslahı lüzumu tavsiye olunmuş
olduğundan, müessesat-ı mezkûrenin umumen teftişine memur olmak
üzere Prusya erkân-ı harbiye zabitanı miyânında gerek kudret-i kalemiye
ve gerek fünûn-ı harbiyedeki iktidarıyla bir mevki-i temayüz ihraz etmiş
olan Binbaşı Von Der Goltz davet buyurulmuş ve bunun üzerine Prusya
Harbiye Nezareti, müşârun-ileyhe ileride yine Prusya Ordusu’na dâhil olmak
istihkakını muhafazaten 1883 senesi Ağustosunda kaymakamlık rütbesi
tevcih eylemiştir.

16
Millet-i Müselleha

Colmar Baron Von der Goltz, Şarkî Prusya’da kâin Labiau civarında
Bilkenfeld nam mahalde 1843 senesi Ağustosunun 12’sinde tevellüt ederek,
1855 senesinde 13 yaşında olduğu hâlde mekteb-i harbiyeye duhul etmiş
ve 1861’de mülazım-ı sânîlik rütbesiyle Prusya Ordusu’nda 41’inci alaya
memur olmuştur.

1864 senesinden 1867 senesine kadar Erkân-ı Harbiye Mektebi’nde


ikmal-i tahsil ile iştigal etmekle beraber, 1866 senesinde açılan Avusturya
Muharebesi’nde alayıyla Bohemya dârü’l-harekâtı seferlerinde bulunarak,
sene-i mezkûre haziranının 27’nci günü Trautenau mevkiinde icra olunan
muharebede mecruh olmuştur.

Müşârun-ileyh meftûr olduğu istidad-ı fevkalade ve fünûn-ı askeriyedeki


malumat-ı mütenevviası hasebiyle 1866 senesinde Erkân-ı Harbiye
Dairesi’nin topoğrafya şubesine memur edilmiş ve 1870 Muharebesi’nin
zuhurunda erkân-ı harbiye zabiti olarak İkinci Ordu Kumandanlığı maiyetine
verilmiştir.

Yüzbaşı Von Der Goltz bu ordu ile beraber 1870 Ağustosunda vuku
bulan muharebelerin cümlesinde ve Metz Kalesi’nin muhasarasında ve
Orleans ile Le Mans Muharebeleri’nde hazır bulunduğundan, muharebat-ı
mezkûreyi mu’ahharen “Metz Kalesi’nin Sukutuna Kadar İkinci Ordunun
Harekât-ı Harbiyesi” ve “Le Mans’da Geçirilen 7 Gün” ve “İkinci Ordunun Loire
Havzasındaki Harekât-ı Harbiyesi” ve “Lion Gambetta ile Orduları” ünvanıyla
tahrir ve neşretmiş olduğu eserlerinde gayet mufassal ve vazıh bir surette
hikaye ve tasvir eylemiştir.

1871 seferinin hitamında yüzbaşı olduğu hâlde umum erkân-ı harbiye


heyetine dâhil olduğundan, heyet-i mezkûre tarafından Almanya-Fransa
Seferi hakkında yazılan eser-i meşhurun tahririne müşâreket eylemiştir.

Birçok müellefat-ı askeriyesiyle Avrupa mahâfil-i askeriyesinde


tanınmış olan bu zat, 1878 senesinde “Das Volk in Waffen” yani Millet-i
Müselleha namındaki eser-i güzînini telif ve neşrederek, şöhret-i ilmiye ve
kalemiyesini bir kat daha âlâ eylemiştir. Binaenaleyh müellifin bu eserde
gösterdiği maharet, muharebatın tatbik-i ameliyatına ait birçok teşrihât-ı
fenniyeden ibaret olduğundan, neşrini müteakip Avrupa’da mütedavil
elsinenin umumuna tercüme edilmiş ve hatta Fransız ordularında umum
zabitanın bu kitaptan birer tane edinmesi mecburiyet tahtına alınmıştır.

17
Von der GOLTZ

Binaenaleyh eser-i mezkûrun neşrini müteakip Yüzbaşı Baron Von der


Goltz uhdesine erkân-ı harbiye binbaşılığı tevcih olunduğu gibi, müteveffa
büyük imparatorun dahi hassaten mazhar-ı iltifatı olmuştur.

Binbaşı Von Der Goltz el-yevm Almanya İmparatoru bulunan İkinci


William’ın fünûn-ı harbiye muallimliğinde bulunduğu gibi, müteveffa
Frederick Charles’ın ehass-ı ehibbâsından ve müteveffa imparator Üçüncü
Frederick’in havass-ı mukarrebânından idi. Yalnız “Gambetta ve Orduları”
ünvanlı eserinde iltizam eylediği hak-gûluğu, Prens Bismark’ça mu’ahazeye
hamlolunmakla, müşârun-ileyh ile aralarında bazı mertebe beynûnet
hâsıl olarak, üç mâh kadar Berlin’den tebâ‘üde mecbur olmuş ise de gerek
İmparator William’ın teveccühü ve gerek o zaman veliaht bulunan Üçüncü
Frederick ile Prens Frederick Charles’ın sahabet ve himayeleri sayesinde
yine Berlin’e avdet ederek 1883 senesinde Devlet-i Osmaniye hizmet-i
askeriyesine memur olduğu zamana kadar erkân-ı harbiye dairesinde
istihdam olunmuştur.
Müşârun-ileyh mensup olduğu devlet ve milletin ordularından ba‘îd ve
bir devlet-i ecnebiye hizmet-i askeriyesinde müstahdem bulunduğu hâlde
dahi istihkak-ı askerîsini muhafaza eylemekte bulunmuş ve geçen 1887
senesinde mezunen Berlin’e azimetinde, müteveffa İmparator William’ın
yevm-i vilâdetine müsadif 20 mart-ı efrencîde huzuruna dâhil olduğu sırada,
bizzat imparator tarafından rütbesi miralaylığa terfi kılınmakla beraber,
Devlet-i Osmaniye ordularının intizam-ı maddî ve maneviyesine masruf olan
ikdamı takdir ve zat-ı hazret-i padişahî cânibinden mazhar olduğu emniyet
ve iltifattan dolayı tebrik edilmiştir. Geçen sene ise İmparator İkinci William
tarafından uhdesine generallik tevcih olunduğu gibi, Devlet-i Osmaniye
hizmet-i askeriyesinde bulundukça Almanya ordularında istihdam olunmuş
gibi hakk-ı tereffü‘den istifadesi müşârun-ileyh imparator tarafından irade-i
mahsusa ile temin kılınmıştır.
Mümessil-i Kitap , Ebüzziya Tevfik

18
Millet-i Müselleha

Millet-i Müselleha

Ekseriya münasip bir ünvan bulmak bir kitap yazmak kadar müşküldür.
Bu telifin muhteviyatı ne tabiyedir, ne sevkülceyştir ne de harbe dair kavait
ve zavâbıttır. Hâlbuki telif hitam bularak, pîş-i nazarda durduğu hâlde dahi
buna verilecek ünvanda mütereddit idim. Bu kitap öyle bir isimle müsemma
olmalıdır ki hem muhteviyatı nâtık olsun hem de maksadın haricinde fazla
bir fikre şumülü bulunmasın.

Kitabımın mevzusu “Millet-i Müselleha”nın tasrîh-i ahvali olduğu gibi


kâffe-i mübâhisi “Millet-i Müselleha”ya hitaben yazılmıştır : Öyle ise bu nam
ile yâd olunmaya kesb-i istihkak etmiştir.

Millet-i müselleha! Şairane ve şairane olmakla beraber şahane ve


binaenaleyh ciddi bir zamanda söylenilmiş bir sözdür :

“Prusya Ordusu müstakbelde Prusya millet-i müsellehası olacaktır” kavli


ki hükümdarımızın1 lisanından – 12 Kanunusani 1860’ta irat ettiği nutk-ı
resmi sırasında – sudûr etmiştir. O zamandan beri üç muharebe-i şedide de
fiilen sabit olmuştur. Binaenaleyh eser-i âcizanem bu hakikatin yani “Millet-i
Müselleha” kavlinin umum Almanların kalplerinde mahkûk bulunmaya
liyakatini teyit için yazılmıştır.

(Berlin kurbunda Freideneau– Mayıs 1883) Von Der Goltz

1 Bu nutku irat eden müteveffa İmparator Birinci Frederick William ise de o tarihte biraderi
Dördüncü Frederick’e niyabet etmekte idi. Zira kendisi 1861 senesi Teşrinievvelinin 18’inde
kâ‘id-i taht-ı hükümdarî olmuştur.

19
Von der GOLTZ

Millet-i müselleha

Asrımızın Usul ve Ahval-i Askeriyesi

Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felah

Hazır ol cenge eğer istersen sulh ü selâh

Müellifi

Ferikân-ı Kirâmdan Von der Goltz Paşa

_____________________________________________________

İrâde-i seniyye-i hazret-i padişahî ile tercüme ve tabedilmiştir


______________________________________________________

Aslı olan Almancadan

Mütercimi

müşârun-ileyhin muavinlerinden Almanya’da mavzer fabrikasına memur

Kolağası Mehmet Tahir Bey

Def‘a-i sâniye

Konstantiniyye

1305

Matbaa-i Ebüzziya

20
Millet-i Müselleha

İfade-i Mütercim

Âmâl ve ef‘âl-i celîle-i hümayunları saltanat-ı seniyyelerinin tevâfur-ı


şân ve iclâlini müntec vesaitin istikmaline münhasır olan velinimetimiz
padişahımız efendimiz hazretlerinin irâde-i isâbet-âde-i cenâb-ı şehriyâriyle
umum mekâtib-i askeriyenin ıslahına memur buyurulan Mekâtib-i Askeriye
Müfettiş-i Umumîsi Saadetli “Von der Goltz” Paşa hazretlerinin Almanya’da
iken yazmış oldukları “Das Volk in Waffen” yani “Millet-i Müselleha” namındaki
eser-i bergüzîdeleri ki müşârun-ileyhin gerek edebiyatta ve gerek âsâr-ı
askeriye tahrîrinde haiz oldukları iktidar-ı harikuladenin bir enmüzecidir,
umum Avrupa evrak-ı havadis ve resâ’il-i mevkûtesi arasında mübâhis-i
azîmeye sebep olmuş ve askerlik hakkında en yeni olarak ne yazmak
mümkün ise telif-i mebhûs-ı anhda münderic bulunduğu cihan-ı askerînin
her tarafında tasdik kılınmıştır.

Binaenaleyh böyle bir telif-i kâmilin lisan-ı Osmanîye dahi tercümesiyle


bi’t-temsil mevki-i istifade-i âmmeye konulması padişah-i me‘âl-i iktinâh
ve şehinşâh-ı asker-penâh efendimiz hazretleri taraflarından bu abd-i âcize
irade ve ihale buyurulmuştur ki bu suretle ihraz ettiğim şeref-i cihan-kıymeti
ilâ âhirü’l-ömr ferâmuş edemeyeceğim her sahib-i izan nezdinde müstağnî-i
delil ve burhan bulunmuştur.

Müellif-i müşârun-ileyhin yazmış oldukları mukaddimenin mütalaasın-


dan dahi müstefâd olacağı vechle bu eser, asker olmayanları ve askerlik
hakkında velev sathî olsun bir fikir hâsıl etmemiş olanları dahi müstefit
edecek surette ve bilhassa onların anlayacağı bir lisan-ı vuzuh ile yazılmıştır.

Aslı olan Almancasının iki sene zarfında üç defa ve Fransız lisanına dahi
iki defa tercüme edilmiş olması ve bâ-husus “Revue Des Duex Mondes” nam
mecmua-i meşhurenin bu babda yazmış olduğu bir mak­ale-i takriziyede
“Harbiye nazırı eğer vatanına gerçekten büyük bir hizmet ifa etmek isterse
bu kitaptan her zabite birer nüsha ita etmelidir.” cümlesini irat etmesi eserin
derece-i ehemmiyetini ispata kâfidir sanırız.

Zann-ı âcizanemizce askerlik hakkında bir fikir hâsıl etmek isteyen bir
adam birçok âsâr-ı askeriye tetebbü‘ne mecbur olduğu hâlde bu eseri baştan

21
Von der GOLTZ

âhirine kadar mütalaa ettikte sair kitaplara müracaata hâcet kalmaksızın


nail-i maksûd ve hatta fikr-i dakîk sahibi ise hikmet-i askeriyeyi dahi idraka
muvaffak olur.
Almanya’nın en muteber gazetesi olan “Kölnische Zeitung”un bu eser
hakkında yazdığı bir makale-i mufassalada dediği gibi, hakikaten insan kitabı
iptidasından intihasına kadar nazar-ı mütalaadan geçirdikten sonra “Şüphe
yoktur ki ahval-i harbiye mutlaka müellifin tarifi gibidir. Tarif eden zat ise bu
ahvale kemâliyle vâkıf olduğundan asr-ı hazır askerliğini anlamak isteyen her
şahıs bu kitabı mütalaa etmelidir.” kavli her kim olursa olsun lisanından bilâ
ihtiyar sâdır olur.
Hukuk ve menâfi‘-i mukaddesesini her bâr müdafaaya ve hîn-i hâcette
derhal silaha sarılarak meydan-ı kâr-zârda ispat-ı vücut etmeye kendini
mecbur bilen bir milletin cidden “Millet-i Müselleha” olmak için hangi esbâba
tevessül etmekliği lazım geldiğini ve ordularını asr-ı hazır mahsusat-ı
askeriyesine tevfikin suver ve resâ’ilini bu kitap tamamıyla izah etmekte
olmasından ve milletimiz ise bidayet-i zuhurundan beri askerlik ile nâm-
âver ve efradımızın ekseriyeti asker oğlu asker bulunmasından bu kitabın
mütalaasını Osmanlı olduğum ve bâ-husus asker bulunduğum haysiyetle
tavsiyeden asla geri duramam.
Osmanlıların şecaat-ı kâhirâneleri elsine-i akvam-ı âlemde mesel-i
saire ve kürre-i arzın üç kıta-i vâsiasında ecdadımız tarafından ihraz olunan
fütûhât ve Avrupa’nın kalpgâhına kadar isal-i şemşîr-i gazâ ile ibraz edilen
satvât bir vakitler kudret-i askeriyece olan kemâlimizin delâ’il-i bâhiresinden
olarak el-yevm dillerde dair olmasına göre Osmanlılar zaten tarih-i âlemde
namlarını bir “Millet-i Müselleha” olarak kaydettirmiş ve yâr ü ağyârın
tav‘an ve kerhan itiraf-gerdesi olan bu ünvan-ı şecaat ise kendilerinin “kılıcı
ekmeği” mesabesinde bulunmuştur. Binaenaleyh ecdadımızın kazanmış
oldukları şan-ı kahramanîyi “li-kulli zaman-ı meslek ve rical” mantûkunca
bulunduğumuz asrın fezâ’il-i askeriyesini iktisap etmekle muhafazaya
kudret-yâb olabileceğimizi ve bu hususu hükm-i zamanın bizlere tahsis ettiği
vezâ’ifin en mühimmi olarak telakkî etmekliğimiz lazım geldiğini tesellüm
etmeliyiz.
Yukarıda birkaç defa irat eylediğim gibi yine tekrar ederim ki tercümesini
der-uhde eylediğim bu eser silah arkadaşlarımın hakkıyla istifadesini kâfil
bir telif-i kâmil bulunmasından bu sayede mâ-hüve’l-maksûda, yani asrımızın
askerliği hassaten maarif-i harbiyeyi iktisaba mütevakkıf bulunduğu cihetle

22
Millet-i Müselleha

bu kitaptan o fikrin istihsaline zafer-yâb olacaklarından emin ve bu sebeple


şöyle bir hizmet-i mühimmeye sâye-i hazret-i şahanede muvaffakiyyetimden
dolayı hakikaten bahtiyar ve gâm-gîn bulunduğumu makam-ı tahdîs-i
nimette beyan ederim.

Fî Şaban sene 1302


Von der Goltz Paşa’nın Muavinlerinden ve Mekteb-i
Harbiye-i Şahane Erkân-ı Harbiye Sınıfları
Almanca Muallimlerinden Yüzbaşı
Mehmet Tahir

23
24
Mukaddime-i Müellif

Clausewitz’den sonra harbe dair yazı yazmaya kıyam eden bir askerî
muharriri Goethe’den sonra “Faust” ve Shakespeare’den sonra “Hamlet”
tahririne yeltenen bir şaire benzemek muhatarasında bulunur. Zira harbe dair
şayan-ı ehemmiyet her ne söylemek mümkün ise o koca askerî muharririn
muhallefat-ı kalemiyesinde bulunmamak kâbil değildir. Clausewitz, harbe
müteallik yazmış olduğu eseri kendisi nâ-tamam ve gayr-i mükemmel
addetmiş ise de müşârun-ileyhin imasını kendisinin dahi sair erbâb-ı ilm ve
faziletin hâline tabi olarak vücuda getirdiği eserin ma‘rız-ı müfekkiresinde
daima muallak bulunmuş olan hayalden pek aşağı kalmış olduğu itikadında
bulunmuş olmasına hamletmelidir. Binaenaleyh müşârun-ileyhin hayaline
muttali olmadığımız cihetle vücuda getirdiği eserin hakikaten nadirü’l-
emsal bir eser-i mükemmel olduğunu kabul etmek bizim için zaruriyât-ı
umurdandır.
Bunun için ben dahi fenn-i harbe dair yeni ve kavaid-i umumiyeye
müteallik başka bir şeyi yazmaktan sarf-ı nazar ederek nazar-ı dikkatimi
asrımız usul-i harbine hasr ile iktifa eyledim; bu kitap yalnız asr-ı hazır için
yazılmıştır.
Kavaid-i esasiye-i fenn-i harp her ne kadar ebedî ve daimî ise de kavaid-i
mezkûrenin meşgul olduğu ve her vakit nazar-ı dikkat ve ehemmiyete almaya
mecbur bulunduğu hâlât ve vukuat bir tebeddül ve teceddüd-i daimîye
tabidir. Harp, münasebat-ı beyne’l-milelin bir fiili bulunduğu cihetle ahval-i
milel ne türlü tebeddülata düçar olsa harbin dahi suret-i zâhiresi aynıyla o
tebeddülat ile müteessir olmaktan asla kurtulamaz. Ticarete turuk-ı cedide
feth ve küşat eden şimendifer ve telgraflar, harbe dahi o vakte kadar mesdûd
tuttuğu birtakım yollar açmış ve sanayiye daha mükemmel makineler
tehiyye eden fünûn, efrad-ı askeriyenin eline de tesiri pederlerinin rüyasına
bile girmemiş esliha-i cedide vermiştir. Binâberîn kavaid-i fenn-i harbin
suret-i tatbik ve istimali mütemadiyen tebeddül üzere olup her asrın, her
zamanın kendisine mahsus bir usul-i harbi var idi, dense becâdır.
1870 senesinde bizi muzafferiyet ve muvaffakiyete isal eden usul-i
harp bile bugün, yani on sene sonra bilâ tadil istikbal için nümune ittihaz

25
Von der GOLTZ

olunmaya şayan olmayıp bugünkü günde birtakım şerâ’it-i cedide zuhur


etmiş ve binaenaleyh bizi vesait-i cedide taharrîsine mecbur eylemiştir.

Sinîn-i ahîrede Avrupa düvel-i muazzamasının cümlesi, orduları


mevcudunun miktarını tezyit kaydında bulunduktan başka Fransız ve Rusya
misillü bazı devletler ordularında teşkilat ve tensikat-ı cedide icra ve bazıları
dahi Almanya gibi tensikat-ı mevcude dâhilinde harpte istimal olunacak
vesaiti mehmâ-emken teksir ile iktifa etmişlerdir.

Muharebat-ı ahîre başlıca beş büyük muharebe göstermektedir:


Könnigratz, Wörth, Vionville, St-Privat ve Sedan muharebeleri. Muharebat-ı
mezkûrede gördüğümüz kuva-yı cesimeye, müstakbelde vuku bulacak
muharebatın, azametçe tefevvuk edeceği şüpheden berîdir.

Könnigratz Muharebesi’nde Bohemya dârü’l-harekâtı dâhilinde bulunan


ordunun bütün mevcudu bir mevkide muharebe etmiş olduğu gibi St-Privat
Mevkii Muharebesi’nde dahi ordunun nısfından ziyadesi muharebeye iştirak
etmiş idi. Hususat-ı mezkûreyi ahval-i hazıraya nakil ve tatbik edecek olur
isek artık 10-15 kolordudan mürettep dehşetli bir ordunun bir kumandanın
emri altında olduğu hâlde yine kuvvetçe kendisine muadil bir düşman ile
tekabül ederek bir mevki üzerinde muharebeye tutuşması istib‘âd olunur
hâlâttan değildir. Mikyas-ı mezkûrda mürettep olan kuva-yı müthişe henüz
istimal olunmamıştır. Fakat bunların gerek iaşe-i asakir ve idare-i harekât ve
gerekse usul-i harp üzerine icra edecekleri tesir pek suhuletle anlaşılabilir.

Suni bir dârü’l-harekât tertibinin numunesini iptida Fransa Devleti


gösterdi. Bu numune henüz hâl-i infiradda olduğundan hâlât-ı istisnaiyesi
burada nazar-ı dikkate alınamaz. Mamafih ahval-i coğrafyaları müsait olan
memâlik usul-i mezkûreyi taklitten müstağni olmayıp bu babda bazı tesirat
dahi hissolunmuştur. Şimdiye kadar bertaraf edilmiş bir usul hükmünde
tutulan muhasara muharebesini sahra muharebesiyle daha ziyade mezc ve
rabt etmeye ve sahra muharebesinde ekseriya istihkâmata müracaat fikirleri
her tarafta baş göstermeye başladı. Hatta taarruz üzere bulunan orduya bile
ara sıra kazmaya müracaat etmesi tavsiye olunmaktadır.

Vesait-i mezkûre piyade askerinin istifadesini mucip olmakta iken


diğer taraftan süvariliğin terakkîsini mürevviç olan erbâb-ı iktidar, nefer
ile bârgîrin kuvve-i icraiyelerinin tezyit ve suver-i tatbikiyesinin tecdidiyle
müstakbelde süvari sınıfı için son muharebelerde olduğundan daha ziyade
faal bir vazife mukadder olacağını iddiada devam ediyorlar.

26
Millet-i Müselleha

Vakıa bu fikir ve iddiayı nazar-ı dikkat ve ehemmiyetten dûr etmemelidir.


Yeniden zuhur eden bir hususun tetkiki ondan daha az şayan-ı ehemmiyet
değildir. Bu husus ise piyade sınıfının muharebe esnasında münferit avcıları
kendi hâllerinde serbest bırakmayıp onlardan birkaç neferini bir kumanda
altına cem‘ ile silahlarını birkaç kişi tarafından tahrik olunan bir makine
misillü müttehit surette istimal emrinde kabul eylediği kaide-i esasiyedir.
Ondan başka bazı silahların tesiri dahi haylice tezyit olunmuştur.
Bu tesirin tezyidi keyfiyeti bilhassa Frankfurt Sulhu’ndan sonra orduda
bulunan erbâb-ı harbin zihinlerini işgal etmiş ve geçen on senenin neşriyat-ı
askeriyesinin kısm-ı azamı piyade ateşi tesirinin tezyidi meselesine münhasır
bulunmuştur. Mesele-i mezkûrenin ehemmiyeti derece-i ifrata isal olundu.
1870 senesi harbinin bidayetinde henüz yeni bulunan bu mesele harb-i
mezkûrun hîn-i devamında bi’l-amel hallolunmak üzere bulunup seferin
nihayetinde ise bu meseleye hallolunmuş nazarıyla bakılabilir idi. Hitam-ı
seferde Almanya orduları esliha-i cedidenin menzili ve isabeti ihtimaliyle
ülfet etmişler idi. Mamafih şayan-ı teessüf ve ehemmiyet olan zayiat hatırası
askerlerimizin fikr-i tetkik ve tecessüsünü münhasıran mesele-i mezkûreye
tevcih ve imale eyledi.
Ahval-i cedidenin fenn-i harp üzerine icra eylediği nüfuz, onu valideye
mahsus bir nazar ile görülmüş idi. Mülahazat-ı hikemiyeden sarf-ı nazar
edelim; muharebat-ı cesime maddesi henüz yakın vakitlerde mübâhis-i
mufassalaya sebebiyet vermişti.
Binaenaleyh benim de bu teşebbüsümün nazar-ı afv ile görüleceğini
memul ederim. İşbu teşebbüsümden başlıca maksadım şimdiye kadar
münhasıran muharebe usulüne verilmekte olan ehemmiyeti idare-i harekât-ı
cesime noktasına imale eylemektir.
Eserimin bazı fasılları asker olanlara malum olan şeyleri arz edecektir.
Belki mevzunun heyet-i umumiyesi kendilerince bazı faydayı mucip olabilir.
Zaten bu kitabın maksat ve gayesi ordunun hududu haricinde bulunanlara
harbin hâl ve esasına dair malumat ve izahat vermektir. Buna dair ahz-ı
malumat arzusu pek çok kereler beyan olunmuş ve ahval-i harbe dair
malumat iktibasının umum memleketin kuvve-i askeriyesince nef‘-i küllîsi
olacağı vâreste-i kayd-ı iştibâh bulunmuştur.
Bir gün gelecektir ki harbin şimdiki suver ve hâlâtı mahvolarak eşkal
ve âdât ve tertibatı tahavvül edecektir. Nazarımızı istikbale temdit eder isek

27
Von der GOLTZ

bugünkü milyonlardan mürekkep orduların saha-i âlemden mahvolduğu


bir zamanın geleceğini hissederiz. Bir İskender-i Cedit zuhur ederek
maiyetindeki ufak ve fakat cesur ve mu‘allem bir fırka ile o vakte kadar
tevessü etmek fikir ve dâ‘iyesiyle hudud-ı tabiîyeyi tecavüz ve kuvvet-i
dâhiliyeyi sarf ederek Çinlilerin yeşil bayraklı ordusu gibi bir kasabalılar
gürûhu hâline girmiş ve kuvvetten düşmüş olan akvamı önüne katarak sürüp
gidecektir.

Cesim orduların suret-i istimali hakkında söylenmiş olan kavait o vakit


bittabi hüküm ve itibardan ıskat olunmuş olacaktır. Lâkin yolun işbu nokta-i
inhirafına kadar daha hayli mesafe vardır. Şimdiki hâlde milel ve akvamın
kuvve-i askeriyeleri tezâyüd devrindedir, bu orduların bekası ise âtîdeki
mülahazat üzerine müessestir.

Bir insan vasıl-ı sinn-i kemâl ve en ziyade faal bulunduğu zaman istikbal
için bir sa‘y-ı nâ-mahdut sarf etmemelidir. Zira vücuda getirdiği eserin
asırlardan ziyade devamını arzu edecek olur ise eser-i mezkûrun asr-ı hazır
için olan derece-i ehemmiyetini tenkis ve izale etmek tehlikesinde bulunur.

Bundan başka bir de dârü’l-harp, Vasatî Avrupa’nın her tarafı mezru olan
bir kıt‘a-i arazi farz olunacaktır. Asya çöllerinde veya Afrika’nın hatt-ı istivâ
semtlerinde edilecek bir muharebe ile Almanya, Fransa, İtalya vesairede
edilen muharebat beyninde fark-ı küllî vardır.

Kavaidin izahat-ı umumiyesinden başlamak vazifesinden kendimi müstağnî


addederim. İzahat-ı mezkûre ekseriya fünûn-ı askeriyenin kısm-ı azamını
meşgul eder. Bu misillü izahattan maksat harbin, tabiyenin, sevkülceyşin
vesairenin tarifidir. Müellifîn ekseriya eski isimlere, bir de kendileri tarafından
beyan olunan hususâtı nâtık esâmî-i cedide ilave etmektedirler. Bi’l-farz ben
kendi lügat kitabımdan şu “Harp iki kavim veya iki politika fırkası miyânında
kanlı bir muharebeden ibaret olarak tarafeynden biri iradesini diğerine kabul
ettirmeye gayret ve diğeri âharın bu iradesini kabul etmemekte ısrar ve sebat
eder.” sözünü ifraz ve irat eylemiş olsam bununla kimse yeni bir şeyi öğrenmiş
olamaz. Binaenaleyh bu gibi hususatın bazıları malum farz olunacak ve
izahat-ı mahsusaya muhtaç bulunanlardan sarf-ı nazar edilecektir. Harpte
istimal olunan vesait: insan, bârgîr, silah ve yol misillü gayet sade şeylerden
ibaret bulunduğu cihetle harbi tarif dahi gayet sade sözler ile mümkün olup
birtakım cümel-i ıstılah-perdâzâneye asla lüzum görülmez. Schopenhauer
nam zat Almanya muharrirlerine şu ihtarda bulunmuştur:

28
Millet-i Müselleha

“İnsan mümkün olduğu kadar bir fikr-i âlî sahibi gibi düşünüp fakat
herkesin söylediği gibi söylemelidir kaidesini Almanya muharrirleri zihinlerine
yerleştirseler pek iyi olur.” Bu ihtar askerî muharrirleri hakkında dahi
yazılmıştır.

Ondan başka söyleyeceğim şeyleri ta esasından tutturarak kavaid-i


mantıkiye mûcebince tafsil etmeye dahi lüzum görmem. Ekseriya böyle dûr
ü dirâz tafsilatın neticesi pek sade ve herkesin malumu olan bir şey çıkar.
Binaenaleyh bu misillü bir nev‘ efkâr cimnastiğinden sarf-ı nazar ile ahval-i
mezkûreyi harbin tabiatına muvafık, yani gayr-i muntazam bir surette takip
ve tarif edecegim. Bu ahvalin mana-yı yek-diğerleriyle merbut ve muttasıl
bulundukları iddia olunabilir ise de ekseriya bunu ispat etmek müşküldür.

(Berlin) Von Der Goltz

29
30
Birinci Kısım
Asr-ı Hazır Orduları

Birinci Fasıl
Milel-i Hazıra Ordularının Vücudunu Haklı Gösteren Esbâb

Asr-ı hazırda fünûn ve sanayinin terakkiyatından nev‘-i benî beşerin mahv


ve izalesi maksad-ı merdûdu lehinde olarak istifadeye müsâra‘at kılınmakta
bulunduğu şikayâtı pek çok işitilmektedir. Bu misillü müştekîlerin fikrince
milel ve akvam ahlak-ı hasene ve fezâ’il-i insaniyede terakkî edecekleri yerde
bilakis cebr ve şiddette ilerlemekte ve her vakitten ziyade yek-diğerinin
mahvı esbâbını düşünmekte imişler. Lâkin bu iddia yalnız zâhiren doğrudur.
Bir milletin hayatı ziraat ve felahat ve ilm-i servet ve sanayi vasıtasıyla ne
derecede iktisab-ı letafet ve ulviyet eder ise bir harp esnasında o milletin
zayi edeceği şey dahi o nispette cesim olacağından elbette kendisini harbe
âmâde etmek üzere icap eden tedâbîri dahi ona göre ittihaz edeceğinde
şüphe yoktur. Bu fikir ve kavlimi cerh için ziraat ve serveti mükemmel ve
hâli gıbta-bahşâ-yı akvam ve milel bazı milletlerin harpte işe yaramadıkları
görülmüş olduğu itirazı irat olunabilir. Fakat milel-i merkûmede hükûmet
ve cemiyetin fesat ve inkıraz-ı dâhilîsi zâhirde nümâyân değil iken hakikatte
mevcut idi. Belki ahlak-ı millet büsbütün rehîn-i fesat olmuş iken zeka ve
dirayet henüz derecât-ı aliyede hüküm-fermâ idi. Sefahata muhabbet ve
ziynete meyl ve müdâvemet hissiyat-ı vazife-perverâne ve fedakârâneyi
ve hubb-ı vatanı çoktan beri izale etmiş olmalı ki iş görmek için milletin
kuvvet ve kudretten mahrumiyeti sabit olsun. Kaideten Yunanistan-ı
Kadîm’de ve Roma’da olduğu gibi servet-i umumiye kuvve-i askeriye ile el
ele vererek gitmelidir. Fakat İngiltere Devleti kabilinden olan hükûmetleri
müstesna add ile zikretmemeli. Çünkü devlet-i müşârun-ileyhânın kuvve-i
askeriyesi devletin tecârüb ve servet-i vesairesiyle asla mütenasip değildir.
İngiltere Devleti bahrın zîr-i muhafazasında ve kâffe-i menâfi‘i yine denizde
olduğundan yalnız müstemlekât muharebatına girişmek mecburiyetinde
bulunuyor. Muharebat-ı mezkûrede ise askerden ziyade kuvve-i nakdiye ile
iş görülmektedir. Para, İngilterenin en keskin ve en müessir silahıdır. Ondan

31
Von der GOLTZ

başka her devletinkinden daha kavî ve daha cesim bir kuvve-i bahriyeye
mâliktir. Mamafih mevkiinin kâffe-i fevâ’idiyle beraber yine saika-i zamana
tebaiyetle kuvve-i berriyesinin tezyit ve tensikine mecbur olacak veyahut
karada olan nüfuz ve kuvvetinin dereke dereke zeval ve inkırazını görecektir.
Asr-ı hazırda servet-i milliyeye mâlik milletlerin icabı hâlinde bütün
kuvvetlerini bilâ perva istimal edebilmek için tedarikât-ı harbiyelerini
gittikçe tezyit etmeleri bir emr-i tabiîdir. Kabineler muharebatı zamanı
geçti. Re’s-i kârda bulunan bir zatın veyahut memlekete hâkim bir fırkanın
bitap kalması artık kâfi olmayıp yek-diğerleriyle mübâreze eden milletlerin
kuvvetinden sakıt olmasına ve harpte devamda bî-iktidar kalmasına ihtiyaç
vardır.
Fransız milleti el-ân 1870 Muharebesi’ni tecviz etmemiş olduğunu iddia
ediyor. Lâkin harb-ı mezkûru ilan eden imparatorluk mevki-i iktidardan
sukut eder etmez harpte derece-i nihayeye kadar devama kıyam eden
yine bu millet idi! 1870 senesi Temmuzunda alelacele edilen ilan-ı harp
aleyhinde en şiddetli itirazı irat eden zat, eylülde ser-kâra geçip harbin en
şedit mürevviçlerinden olmak üzere orduları taht-ı idaresine aldı. Harp
bugünkü günde büsbütün milletlerin bir fiil-i lazımı hâline gelmiştir. Hatta
teşebbüsat-ı harbiyeden kalben müteneffir olanlar bile vatan muzaffer veya
mağlup olduğu zaman harbe hasr-ı nefs etmek vazifesini hisseder. Böyle
bir hissi ahlak-ı haseneden addetmeyen hiçbir kimse tasavvur olunamaz.
Müsademe-i menâfi‘, harbi intaç eder ise de böyle bir harpte ne raddeye kadar
devam edileceğini ancak milletlerin ağraz-ı nefsaniyesi tayin edebilir. Harp
makâsıd-ı siyasiyeyi istihsal zımnında politikaya hâdim olup fakat derece-i
sâniyede bazı makâsıdın ele geçirilmesi için düşmanı tamamen kuvvet ve
iktidardan ıskat etmek neticesini istihsale kadar ileriye gider. Binaenaleyh
netice-i mezkûrenin emel-i istihsali düşmanı kuvvetten ıskat zımnında
kâffe-i kuva-yı maddiye ve maneviyenin sarfını müstelzem olduğu cihetle
esna-yı harpte layıkıyla istimal olunabilecek bir hâle getirmek için kuva-yı
harbiyeyi hengâm-ı sulh ve asayişte tertip ve tensik ezher cihet muvafık-ı
hikmet ve maslahattır.
Bir millet hissiyat-ı insaniyete tebaiyetle işin nihayetine kadar gitmek
istemeyip de evvelden kendisine tayin eylediği hudut dâhilinde kalmak istese
bilahare harbe devama icbar edildiğini görür. Hiçbir düşman böyle bir hudut
ile harekât-ı hasmanesine set çekildiğini kabul etmez. Bilakis tarafeynden
biri diğerinin bi’l-ihtiyar harpten çekildiğini görse derhal her türlü kuvvetini
toplayarak düşmanına tefevvuk ve galebeye müsâra‘at eylemesi şüpheden
berîdir.

32
Millet-i Müselleha

Mukaddimede zikri sebk eden Clausewitz der ki :


“Muhibb-i insaniyet olan bazı kimseler düşmanını şiddetli cerîhalara düçar
etmeksizin sunî bir surette kuvvetten ıskat mümkün olarak fenn-i harbin gâye-i
maksûdu da budur diyebilir. Bu fikir her ne kadar ali ise de zımnında mündemiç
olan hatayı izale etmek lazımdır. Çünkü harp gibi tehlikeli işlerde merhamet ve
şefkatten neşet eden hatalar en fena hatalardır. Kuva-yı bedeniyenin istimali
kuva-yı zihniyenin iştirakine mâni olmadığı cihetle düşmanını itidal üzere
hareket eder gördüğü hâlde dereler gibi kan dökülmesine asla ehemmiyet
vermeyerek bütün kuvvetini sarf eden taraf mutlaka galebe eder. İşte bunun
mukabilinde olan düşman ef‘âl-i hunrîzânede bu dereceye kadar varıldığını
görür de artık itidale riayetin lüzumunu tasdik eder mi? Var kuvveti pazuya
vererek o da muharebede devam eder ki bu suretle tarafeynin şiddetini tadil
edecek hiçbir had mevcut kalmayıp eğer bir had mutasavver ise o da orduların
kuvvet ve maharetinin muvazenesinden ibaret bulunur.”
İşte bâlâdaki sözler ile mesele tamamıyla hallolundu. Ordular yetiştirmek
için akvamın sarfettikleri mesai kendileri için tahammülü nâ-kâbil bir bâr-ı
sekîl olduğu kaziyyesi ne derecede malum ve musaddak olsa dahi yine
hâl ve meseleyi tebdil edemez. Bu babda en evvel ricata başlayan kavim
nihayetü’l-emr re’y ve kuvvet ve nüfuz ve mevkiini kaybeder. Etrafında vaki
olacak sademâtın mesarifini çektikten sonra bu acı tecrübeden ibret-bîn
olarak diğerlerine takliden teçhizat-ı harbiyeye mübaşeret ve telafî-i mâ-fâta
müsâra‘at etmek ihtiyacını derk eyler. Avrupa’da ale’l-umum orduların feshi
hakkında vuku bulmakta olan teklifât asr-ı hazırda hayat-ı düvel politikasının
karabet-i milele müstenit olduğu hakikatini bilmemekten neşet ediyor.
Bügünkü günde her millette hüküm-fermâ olan iştirak-i menâfi‘ saikasıyla
birkaç kavim, eşhas misillü bir araya gelerek bazılarının hüsn-i niyetiyle
beraber yine bazılarında mevcut olan hırs-ı şan menba-ı münazaat oluyor.
Bizim bildiğimiz azemet-i milliye hırs-ı millîden kâbil-i infikâk olmadığı
cihetle harbi îkâ‘ edecek esbâb mefkûd olsa dahi tama‘ bizi yine silaha davet
eder. Artık o zaman sulh ve asayişe hükmedecek bir mahkeme bulunabilir
mi? Böyle bir şeye ancak kuva-yı harbiyesi sairlerine kat kat faik bulunan
düvel-i muazzama muvaffak olabilir idi. Fakat düvel-i muazzama dahi
muharebat yardımıyla teşekkül etmiş olduklarından harpten asla ayrılamaz.
Ondan başka milletlerin yek-diğerlerine olan adem-i emniyetleri
orduların feshi meselesinde vehm ve şüpheyi davet ediyor. Bu yolda bir
teklifi iptida 1800-1801 mevsim-i şitâsında Konsül Bonapart Avusturya ve
Prusya sefirlerine etmiş idi. Avusturya sefirinin âkılâne cevabı şu idi :

33
Von der GOLTZ

“Böyle bir şey Avusturya Devleti’nin canına minnettir. Lâkin müşkülat bu


hususta Berlin kabinesini ikna etmektedir.” İşte mesele ile’l-ebed bu noktada
kalacaktır. Her devlet diğer devletin birinci hatveyi atmasını talep edeceği
vesairlerinden şüphede bulunarak hiçbirisi bu ilk hatveyi atmayacağı cihetle
bilakis her biri de silahını mümkün mertebe daha ziyade keskin tutmaya
çalışacaktır.
Yalnız elinde kılıç olduğu hâlde istiklalini her anda müdafaaya müheyya
bulunan bir millet emin olabilir.
Vakıa kuva-yı harbiye için edilen mesârif-i fevkalade ile bilahare
milletlere bir zaaf-ı umumî târî ve kuvve-i harbiyenin dahi bi’t-tedric satvet
ve kuvveti zail olacağı mülahazası hatıra tebâdür edebilir. Bugünkü kuva-
yı harbiyenin tezâyüdü meselesi heyet-i askeriyeyi heyet-i ahali ile mezc
etmekle hallonulabilir ki bu suretle birincisi diğerine o kadar bâr olmaz ve
ikincisinin havassı birincisinde nümâyân olur. Hizmet-i askeriyenin umum
efrad-ı ahali üzerine tamimi bu babda büyük bir terakkî göstermiştir. Çünkü
bu usulün mevki-i icraya konulmasından beri orduda bulunan efrat suret-i
daimada olmayarak muvakkat bir surette işten ayrılmış ve bununla beraber
silah taşımaya muktedir efrad-ı ahalinin cümlesi lüzumu hâlinde orduda
hizmet etmek vazifesiyle tavzif edilmiştir.
Vakıa bu usul ile edilen fedakarlık evvelleri tasavvur edilemeyen bir
raddede tezâyüd etmiştir. Binaenaleyh bu meseleyi de nazar-ı hakikatten
imrar edelim : Eski usule nazaran fedakarlığın tenâkus eylediği tasdik
olunabilir. Çünkü düvel-i muazzamadan biri bir iş görmeye muktedir bir
orduyu usul-i kadîme vechle ücretli efrattan teşkile kıyam edecek olsa bu
babda ihtiyar edeceği mesârif pek dehşetli bir yekûn hâsıl eyler.
Heyet-i askeriyenin heyet-i hükûmet ve ahali mezcinden istihsal olunan
netice fedakârlığın tenâkusunu mucip olduğu gibi kâffe-i alâmât-ı mütehâlife
ile beraber yine ulûm ve maarifin terakkîsinden askerliğin hissesine isabet
eden fezâ’ilin esna-yı harpte muamele-i insaniyet-perverânenin tezâyüdüne
hizmet ettiği iddia olunabilir.
Düşmana vücudunun izalesiyle değil muzafferiyet üzerine olan ümidini
kat‘ ve mahv ile galebe olunuyor. Endişeye düçar olan kalpleri teskin için
şurasını beyan edelim ki “bir adam kalıncaya kadar muharebe etmek” sözü
yalnız cesaret ve şecaat ile muharebe edileceğini ifade ma‘rızında müstamel
ve fakat şiddetlice bir şive-i kelamdan ibarettir. Bir ordu muharebeye
girişmezden evvel yüzde yirmi nisbetinde adam kaybedinceye kadar
döğüşeceğini söyleyip temeddüh etse bu sözü kulaklara pek garip gelir.

34
Millet-i Müselleha

Mamafih bu ordu o miktar adam kaybedinceye kadar uğraşsa muharebede


belki lüzumundan ziyade devam etmiş olur. Ekseriya muzafferiyeti intaç için
tarafeynden birinin zayiat-ı mezkûrenin nısfına düçar olması kifayet eder.
Kuvve-i mevcudenin bir kısmının harap olması aksam-ı saireyi uğraşmaktan
vazgeçirdiği cihetle muharebe hitam bulmuş olur. Eslihanın tesiri ne derecede
kavî ve şedit olur ise o nispette tarafeyni ihâfe edeceğinden muharebenin
âlât-ı cehîmânesi kesb-i mükemmeliyet ettikçe ale’l-umum muharebatın
daha az kanlı olmakta bulunduğu meydana çıkıyor.
Bugünkü günde efvâh-ı cesime-i nâriyeden atılan bir mermi darbe-i
vâhide ile on yahut yirmi kişi telef etmekte olduğundan hâsıl ettiği tesir eski
zamanlarda bunun iki misli telefâta bais olacak tanelerin husule getirdiği
tesire muadil addolunabilir. Bunun gibi esliha-i sağîrenin tesiri dahi tezâyüd
etmiştir. Bugünkü tüfeklerin tesiri vaktiyle İsveç avcılarının tüfeklerini on
iki dakikada doldurduklarından dolayı on beş dakikada dolduran (asâkir-i
imparatoriyeye) karşı tefâhur ettikleri zamanlara nispeten elli veya yüz misli
tezâyüd etmiştir2.
Münferit muharebeler ezmine-i atîka muharebatına nazaran dehşetçe
pek faik ise de tesir-i manevîleri dahi ona göre fevkalade ziyade olduğundan
bu tesir-i manevî sayesinde muharebedeki zayiat-ı umumiyenin tenakus
eylediği görülür. Ne kadar cüret ve kuvvet gösterilmiş ve esliha tesiri ne
derecede ikmal edilmiş olur ise olsun ezmine-i cedide muharebatından
hiçbirisi Eylau ve Borodino Meydan Muharebeleri’nde vuku bulan telefat
kadar telefatı mucip olamamıştır.
Lâkin en kanlı muharebeler ezmine-i atîka muharebatı idi. Bu muhare-
belerde efrad-ı askeriye ellerinde balta veya Roma meçi olduğu hâlde boğaz
boğaza gelirler idi.
Binâberîn her ihtira-ı cedidin ve fünûnda vuku bulan yeni bir terakkînin
bugünkü günde fenn-i harbe hâdim olduğu fikri bizi ihâfe etmediği gibi bu
hâle nazarımızda ahlak-ı hasane ve fezâ’il-i insaniyenin tedennîsi alâmâtından
addolunmamalıdır. Bilakis vesait-i mezkûre ile netice-i muharebe pek çabuk
cilve-nüma-yı saha-i teyessür olmakla harp dahi çabuk resîde-i hadd-i hitam
olur. Bu ise en ziyade arzu olunacak birşeydir. Zira bugün harp kuvve-i
azîmesiyle hareket-i arz gibi bir devletin kâffe-i kuva-yı hayatiyesini kavrayıp
temellerinden sarsar.

2 Fusile ã repãtion denilen mükerrer ateşli tüfekler ise bu farkı bir kat daha artırmıştır.
(Li’t-tâbi‘)

35
İkinci Fasıl
İdare-i Harp ve Tensikat-ı Askeriye Memleketin Ahvâl-i
Umumiyesine Tabidir

Mevadd-ı Tarihiye

Asr-ı hazır cesim ordularının bütün kuvvetlerini sarf ederek muharebe


ettiklerini görmekle ülfet ettiğimizden harbin ve teşkilat-ı askeriyenin
ezmine-i atîkadan beri bu hâl-i tabiîyi haiz bulunmuş olduğunu zannedebiliriz.
Mamafih ikisi de daima memleketin derece-i terakkî-i umumîsine ve hatta
nazariyata, efkar-ı adliyeye ve zamanın akaid-i bâtılasına tabi idi.
Harb-i hazırda hâl-i hazarîye merbut münasebat-ı hukukiyenin icabında
külliyen ilgası hakkında tesis edilen kaide evvelki zamanlarda asla meriyü’l-
icra tutulmayıp muharebe suver ve âdât-ı muayyene dâhilinde icra olunarak
bir zaruret-i mübreme tazyiki olmadıkça âdât-ı mezkûre hududundan dışarı
çıkılmaz idi.
Bir vakitler oldu ki asker mahsulat ile mestûr tarla üzerinde yattığı hâlde
aç kalır ve ordugâhlar derûnunda pazar yerleri kurulur idi. Efrad-ı askeriye
bu pazarlarda et ve sebze mübayaa eder ve levazım-ı askeriye idaresi yalnız
askerin ekmek ve parasını mümkün mertebe vakit ve zamanıyla yetiştirmeye
çalışır idi.
Höffner nam zatın rivayetine nazaran 1806 sene-i miladiyesi
Teşrinievvelinin on ikinci gecesi Prusya askeri kesilmiş odun yığınları
yanında kondukları hâlde sabaha kadar soğuktan titremiş ve sabahleyin
yemek için tuz bulamamıştır. Nihayet soğuk askerin canına gâr etmekle
efrad-ı askeriyenin civardaki ağaçları kesmeye başladığını gördükten sonra
zabitan, zikrolunan odun yığınlarının müsaderesine karar vermiştir.
Yine mûmâ-ileyhin rivayetine göre sefer-i mezkûr esnasında Jena
şehri ambarları arpa ile memlû olduğu hâlde civarda bulunan Prusya
Ordusu bârgîrleri arpasız kalmış ve Fransızlar ilerilemek üzre iken ordu
kumandanları Weimar’da bulunan dukalık hükûmetinden mezkûr arpayı

36
Millet-i Müselleha

satıp satamayacağını sual etmeyi vazifeden addetmişler idi. Verilen cevabın


ne merkezde olduğunu bilemez isek de şurasını biliriz ki bu babdaki
muhaberat müddeti esnasında mezkûr ambarlar düşman eline geçmiş ve
Fransız bârgîrleri meselenin bi’l-amel hal ve tesviyesini der-uhde etmiştir.
Mamafih Weimar Dukalığı Levazım Reisi adi bir adam veya sahte bir alim
olmayıp Von Goethe nam zat olarak 3 vekil ve müşavir-i hükûmet idi. Kendini
görmüş olan bir zatın kavline nazaran mûmâ-ileyh uzun boylu yakışıklı bir
adam olarak daima saraya mahsus sırma işlemeli elbise giyer, saçları pudralı
gezer ve belinde daima bir selamlık kılıcı bulunur idi. Hâsılı bu zat yalnız
vükelaya mahsus olan tavır ve haysiyeti muhafaza ile iktifa ederek levazım
işine pek de ehemmiyet vermez idi.

Sefer-i mezkûr vekâyi‘inde olarak Clausewitz daha garip bir şey


yazmıştır. Auer-stadt Muharebesi akîbinde Prusya askeri iki gün aç açına
yürüdükten sonra üçüncü günü mamur bir karyeye muvasalat ettiklerinde
Prens Augustus şimdiki hâlde her tarafta icra olunduğu gibi açlıktan hayat
ile memat arasında bir hâle düçar olan ve derece-i nihayede bitap kalan
askeri için zahire tedarik edilmesini emretti. Köylüler bu emri haber alınca
yaygaraya başlamalarıyla ihtiyar bir miralay Prens Augustus’un huzuruna
çıkarak emr-i mezkûrdan dolayı prense birtakım serzenişlerde bulunduktan
sonra zahire tedariki zımnında Prusya Ordusu’nda hiçbir vakit böyle
haydutça bir usule müracaat edilmediğini ve böyle bir hareketin Prusya
Ordusu’nca bir leke olduğunu beyan eder. Bunun için orduya muvakkaten
kumanda eden General Kalkreuth akşam üstü şu emri ısdâr eyledi:

“Askere ekmek vermeli, ekmek bulunamaz ise ekmeğe mukabil


parasını vermeli!” Hâlbuki ortada ne ekmek arabası ve ne de orduda para
bulunduğundan Prens Augustus bu emri istimâ‘ edince demiş ki: “Bu ne
demektir bilir misiniz? Elinizde mevcut olmayan parayı askere veriniz, ta ki
hiçbir yerde bulunmayan ekmeği satın alsınlar!”

O zamanın vekâyi‘-i harbiyesine dair buna mümâsil daha birçok letâ’if


hikaye edilebilir ki bugün onların vukuuna inanılmadığı hâlde o vakitlerde
bu gibi hâlâtta şayan-ı istiğrâb hiçbir şey görülmez idi.

Âlem, Napolyon Bonapart’ın birçok muharebatını görmüş iken yine


orduda bu misillü hâlâtın vukuuna bakılır ise hâlât-ı mezkûrenin kısmen

3 Almanya meşâ‘ir-i şuarasından Von Goethe’dir.

37
Von der GOLTZ

bi’l-amel mühim olan nazariyat-ı mahsusaya ve kısmen dahi bi’l-rivaye


mukaddes hükmüne giren birtakım esaslara müstenit bulunduğuna kanaat
getirmek lazım gelir.

Mezkûr esasları bulmak pek müşkül değildir. Evvela eski devşirme


usulüyle, ücretli efrat istihdamı kaidesi mezc edilerek Fransa İhtilal-i
Kebîri’ne kadar bu usul ordular teşkili zımnında en âlâ bir tarik addolunmuş
idi. Ücret ile efrat istihdamı efrat ile hükümdar-ı memleket veya ordu
kumandanı arasında bir nev‘ mukavele münasebeti hâsıl etmiş ve bundan
dahi ambarlar vesâtatıyla iaşe-i asâkir usul-i mahsusası tahaddüs eylemiş
idi. Yalnız bu usul asr-ı sâbık fenn-i harbinin terakkîsine bir mâni-i kavî
bulunuyor idi. Çünkü usul-i mezkûre harekât-ı askeriyeyi dar bir hudut
dâhilinde bulundurduğundan orduları ambar ve fırınlara esir eder ve büyük
bir ağırlık taşımaya mecbur eyler idi. Bir istikamette olmak üzere yalnız
muayyen birkaç günlük yürüyüş icrası mümkün olarak daha ileriye bir
hatve atıldı mı, teşkil edilen rişte-i irtibat-ı sunî münkesir olur idi . Zira un
ve ekmek arabaları artık ambarlar ile ordu beynindeki ihtilatı muhafazaya
muvaffak olamaz idi.

Bunun üzerine bittabi yürüyüşe fasıla verilerek erzak vüruduna


ve yeni ambarlar tesis edilmesine intizar olunur ve hususat-ı mezkûre
kumandanın iradesi üzerinde bir bâr-ı sekîl gibi durur idi. Birinci derecede
olan kumandanlar fart-ı dirayetleriyle kendilerini rabıta-i mebhûs-ı anhâdan
âzâde kılabildiler ise de o vakit kumandanlarının ekserîsi usul-i mebsûtaya
riayette devam ederler idi. Çünkü bu usul orduların iaşesi emrinde en emin
bir usul idi. Ücretli efrattan mürekkep bir ordudan istihsal-i muvaffakiyet
ve efrad-ı askeriye beyninde zabt u rabt kaziyye-i mu‘tenâbihâsını ibkâ ve
muhafaza etmek ancak usul-i mezkûre sayesinde mümkün olabilir idi. Ondan
başka her neferin bir ücreti olarak bunu dahi kumandan olan zat hazine-i
harbiyeden veyahut – o zamanın tabirince – kendi hazinesinden tediyeye
mecbur olduğu cihetle orduda lâ-yenkati‘ cahilâne bir insan ve para hesabı
devam eder idi ki bu hâl şimdiki harplerde asla müşahede olunamaz. Buna
zamîme olmak üzere bir de ordunun bir kısmı dünyanın kâffe-i memâlikinden
toplanmış birtakım efrad-ı ecnebiyeden mürekkep bulunmasından hissiyat-ı
milliye efrad-ı askeriyenin henüz rabıta-i umumiyesi hâlini bulmamış idi.
Mezkûr rabıta yerine bazan hükümdar-ı memlekete olan sadakat kaim olur
idi. Binaenaleyh orduda zabt u rabt-ı askeriyenin idamesi müşkül bir keyfiyet
idi. Bütün ordular bir gûne yürüyüş nizamı almaksızın yanaşık kollar hâlinde
yürüyüş icra eder ve şayan-ı teessüf bir nizam ile konarlar idi.

38
Millet-i Müselleha

Lâkin efrad-ı merkûmeye şiddetle nezaret, firarlara mümanaat, askere


fırınlardan ekmek yetiştirmeye gayret ve ordugâhlarda pazar yerleri
kurdurmaya müsâra‘at ancak bu suretle mümkün idi. Mesârif-i külliye ile cem‘
edilmiş olan ordu, kumandanın bir emri üzerine kâffe-i aksamıyla beraber
birden hareket ettirilir ve kezâlik kumandan olan zatın bir kumandasıyla
istimal olunur idi.
Muntazam hatve ile ileriye doğru hareket eden saflardaki efradın
cümlesine birden iş gördürmek ve mevcut eslihanın cümlesini ateşe sokmak
maksadına mübtenî olan saflar tabiyesi ahval-i mezkûre ile şediden merbut
bulunuyor idi. Zira ücretli istihdam olunan efrad-ı askeriyeyi muharebe
esnasında bile zabitanın nazar-ı dikkati tahtında tutmak ancak bu usule tabiye
ile mümkün idi. İşte o zamanın fenn-i harbi bir silsile-i ahval-i mahsusadan
neşet ettiği cihetle hepsini esasından alt üst etmedikçe teferrüatının ıslahına
girişmek nâ-kâbil idi.
İlca-yı ahval ile fenn-i harbe ithal olunan şerâ’itten neşet eden nazariyatın
ehemmiyet-i nüfuz ve tesirini unutmayalım. Hatalı bir takım kavaid-i harbiye
orduları muzmahill ve hükûmâtı münkariz etti.
Müttefikîn Muharebatı’nda düvel-i müttefika ordularının düçar olduğu
zaafın sebeb-i küllîsi ale’l-umum Muharebe-i Heft-sâle’yi takip eden devirde
nazariyat ile müştegil birtakım sevkülceyş erbâbının, muharebenin kâffe-i
hâlâtında ilim ve fenne muvafık surette hareket etmek lazım geleceğine
dair vücuda getirdikleri bir kaide-i bâtılanın ezhân-ı âmmede yerleşmiş
bulunmasına isnat olunuyor. İşte bu hâlde nihayet muharebe esnasında kuva-
yı askeriyenin lüzumundan ziyade dağıtılması planların mufassalan tertibi,
kaleler kıymetinin ve coğrafya ve topoğrafya mesâ’il ve mülahazatın derece-i
ifratta takdiri ve harekâtın tertibinde kavaid-i hendeseye müracaat hususu,
velhâsıl kâffe-i harekâtın gayet ağır icra edilmesine bais olan arîz ve amîk
mütalaa kaide-i sakîmesi tevellüt ettiği gibi, bundan dahi düşmana kuvve-i
askeriyesinin mahv ve tahribiyle değil, gayet ince düşünülen manevraların
icrasıyla galebe etmek fikr-i bâtılı zuhur etmiş idi.
İşte bâlâdaki ifadâtımızdan o zamanlarda vuku bulan muharebeler
esnasında sık sık icra olunan sevkiyat hatt-ı harbin yan cânibinde veya saflar
arasında kollar veyahut kıtaat-ı sağîre-i askeriyeden mürettep zincirlerin
tabiyesi ve nümayişleri ve sahte hücumlar icrasının esbâbı kolaylıkla anlaşılır.
1805 senesinde netice-i muharebenin istihsali Moravia’da olmak lazım
gelir iken Prusya Ordusu’nun Franconia dâhilinde kâin ve Moravia’dan 50 mil

39
Von der GOLTZ

mesafede bulunan Yukarı Main’a doğru giderek güya (manevra kuvvetiyle)


Napolyon’u Rhine Nehri üzerine ricata mecbur etmeye teşebbüs eylemesi ve
Austerlitz Muharebesi’nden birkaç gün evvel Fransızların başlıca ordusunu
tehdit fikr-i vâhîsiyle Rusya’nın ibrâmı üzerine iki tabur piyade ve yüz nefer
süvariden mürettep bir müfrezenin Glatz’dan çıkarak huduta kadar gitmesi
dahi esbâb-ı mezkûreden neşet etmiş idi. O vakit ve belki bu ana kadar
imparatorlarını hareket-i muzafferânesi esnasında korkutmak için edilen
mezkûr tehdide dair bir Fransızın bir şey işitip işitmediğini ancak cenab-ı
hak bilir.
1806 Muharebesi’nde edilen hatalar dahi bu misillü esbâbdan zuhur
etti. Mağlubiyet ve inhizama Prusya askerinin fenalığı değil harp hakkında
husule gelen zayıf birtakım efkâr ve kavait sebep olmuştur.

1814 senesi seferinde Müttefikîn Ordusu’nun Rhin Nehri’ni tecavüzde


gösterdiği tereddüt ve atalette Bohemya Ordusu’nun Langres nam mürtefi
ovaya doğru ettiği harekette ulûm-ı riyâziye ile idare-i harp eden eski mektebin
bakıyye-i âsârı müşahede olunuyor idi. General Massenbach, Jena ve Auer-
stadt muharebelerinden sonra ricat ederek Rantova’da Prens Hohenlohe’yi
doğrudan doğruya Oder Nehri istikametinde gitmeyip kendisiyle düşman
arasında bir mâni bırakmak üzere şimale doğru harekete ikna ettiği zaman
mekteb-i mezkûrdan neşet eden generaller bu fikri alkışlamışlar idi! Hâlbuki
düşman henüz meydanda olmadığı gibi mâni addolunan şey dahi asla mâni
hükmünde tutulamaz idi. Bu hareketin neticesi ordunun Prenzlau mevkiinde
hezimetini mucip oldu. Fakat General Massenbach kendisiyle düşman
arasında bir mâni bırakmak hareketini o kadar ali bir surette tasvir etmiş
idi ki fenne karşı hata etmekten ise ordunun esbâb-ı necâtından sarf-ı nazar
etmeyi evla addeden, odur. Kendisini asla kabahatli görmemiş idi !

Muharebat-ı katiyenin en mühim zamanlarında bile muharebe edenler


farkına varmadığı hâlde alâ tarîkü’l-rivâye eslâftan ihlâfa vasıl olan nazariyat
ve âdât icra-yı tesirden asla hâlî olmamıştır. En metin fikir sahipleri bile
mazinin taht-ı tahakkümünde bulunuyorlar idi. Mevcut olan nazariyatın aksi
bir takım kavait ve nazariyat icat eden bu zatların icraatı zeka ve marifetleri
nispetinde bâdî-i mazarrat olur idi.

Askerlik alemi her ne zaman fenn-i harbin kavaid-i basitesinden inhiraf


ile basit olan bir şeye cebren ulviyet vermeye kıyam ve eşyanın kıymet-ı
tabiîiyesini ve kalb-i beşerin mukarrerat ve icraat üzerine olan tesirini nazar-ı
dikkatten dûr etmiş ise daima bu misillü yanlış zehablar tevlit etmiştir.

40
Millet-i Müselleha

Prusya’nın hezimet-i azîmesinden mukaddem Scharnhorst vukuatı


evvelden keşfetmiş gibi şu sözü söylemiş idi :

“Biz kavaid-i fenn-i harbi ahlak-ı askeriyeden daha ziyade takdir etmeye
başladık. Bu ise kâffe-i ezminede milel ve akvamın inhizamını mucip olmuştur.”

Şiddet-i hissiyat ve şevk ve gayret, ister ifa-yı vazife veya istihsal-i


şeref ve şan fikrine, isterse bir büyük zata olan muhabbet-i kalbiyeye veya
vatan hakkındaki hiss-i sadakate müstenit bulunsun, daima muvaffakiyet-i
harbiyeyi intaç eden fezâ’il-i askeriyeden ma‘dûd bulunur. İşte bu hissiyat
mâni-i hatî’ât olup fakat kuva-yı maddiye ve maneviyenin suret-i istimalini
unutmuş ve ahlak-ı mahsusa-i milliyesi bozulmuş bir millet ekseriya bu
hatalara düçar olabilir.

O vakitler ise hâl bu merkezde idi. Devr-i temeddünün mübâdîsindeki


zaaf her nev‘ hissiyat-ı amîkaya mâni idi.
Geçen asır sahte alimlerinin umur-ı muazzamayı ferâmuş ederek
teferruat ile iştigalini ve âdât ve itikadât-ı bâtılalarını bertaraf edip bir
inkılab-ı küllîye sebebiyet vermeye - ancak bir hadise-i tabiîye gibi kürre-i
arzı mütezelzil eden ve o vakte kadar mevcut olan ahvali kökünden sarsan
- bir vaka-i uzmâ muktedir olabildi.
O vaka ise Fransa İnkılab-ı Kebîri idi. İnkılab-ı mezkûr fenn-i harb-ı
hazırın fâtiha devridir ki inkılabât-ı cedîde-i içtimaiye ve şimdiki tarz idare-i
hükûmet ile tensik-i kuva-yı harbiyede kavâ‘id-i ceyyide zuhur edinceye
kadar devr-i mezkûr devam edecektir.
İnkılab-ı mezkûr o vakte kadar muharebeyi muharebe ile beslemek ve
topların sedası etrafa dehşet-endâz olduğu esnada hukuk-ı efrada riayeti
bertaraf ve askeri, bulunulan memleketin mahsulatıyla iaşe etmek hakkında
edilen tereddüt ve ihtirazları bir darbede mahveyledi.
Kura usulü, lüzumunda israf ile istihdam olunabilecek kadar efrad-ı
askeriye cem‘ ettiği gibi şimdiki muamelat-ı nakdiye ve ticariye dahi icabında
iane istikrazatının akdini teshil ederek bir küçük hazine yerine makâsıd-ı
harbiyenin hizmetine bir devletin bütün itibar-ı malîsini sarf için iktiza eden
teshilatı izhar eyledi.
İşte bu surette harp daha ziyade müteharrik bir hâle gelmiş ve
kumandan dahi ekmek ve un gailesinden kurtulmuştur. Sevkülceyş ve
tabiye fenleri şayan-ı hayret bir vechle terakkî ettigi gibi dârü’l-harekât

41
Von der GOLTZ

arazisinin hâli, orduların bi’l-zarure imtidat ve ittisâ‘ını ve kuvvetlerinin


inkısamını ve bu suretle kıtaat-ı askeriyeden her birinin daha müstakil bir
hâle gelmesini mucip oldu. Ücretli efrat istihdamı ve onun ile beraber firar
vukuatı korkusu dahi zail oldu. Ordu kollarının tefrik ve taksiminde o kadar
mahzur görülmemeye başlayıp, fakat vakt-i lazımında aksam-ı mezkûrenin
birleşmesini temin zımnında kolların ilerisinde pişdarlar ve kuvvetli süvari
müfrezelerinin sevk ve izamı usul ittihaz kılındı.
Saflar tabiyesi gayet mu‘allem efrad-ı askeriyeye muhtaç idi. Devr-i
inkılabın sarfına mecbur olduğu kuvve-i azîme ile lüzum-ı mezkûr mahvoldu.
Bunun yerine kura usulü daha az mu‘allem efrat yetiştirmeye başladı. Saflar
tabiyesi itibarından sakıt olarak onun yerine muharebenin küçük cemiyeti olan
kol kabul olundu. Kabul olunan kol, yanaşık bir nizamdan ibaret olduğundan
mezkûr kolun avcılar hattı vesâtatıyla muhafazası usulü ittihaz edilmemiş olsa
idi muharebe esnasında düşman ateşine tâb-âver-i mukavemet olamayarak
mahvolacağı bedîhi idi. Binaenaleyh o vakitten beri kollar ve avcılar yek-
diğerine kaviyyen merbut oldukları hâlde muharebeye başladılar. İkisi de
hatve-i muntazama ile ileriye doğru hareket eden dimdik saflardan bittabi
daha ziyade ibraz-ı maharet ettiler. Saflar, açık arazi taharrîsine mecbur iken
kollarda bu mahzur dahi bertaraf oldu. Muharebeler her nev‘ arazi üzerinde
hareket ve arazinin kâffe-i avârızından elden geldiği kadar istifadeye müsâra‘at
ettiler. Bu vechle milel ve akvamın bi’l-cümle kuvvetinin ve bir dârü’l-harekâtın
kâffe-i menâfi‘inin istimali muhtemel olduktan başka icabında her nasıl bir
arazi olursa olsun meydan-ı muharebe ittihaz etmek imkanı dahi hâsıl olmuş
idi. Yerine nısfı cehaletten ve nısf-ı diğeri zaaf-ı fikirden neşet eden bir usul-i
harp vaz‘ için perukalar zamanının mahveylediği kavaid-i harbiyenin esası
olan sadeliğini Fransa İnkılabı iade eyledi.
Büyük Frederick evvelki zamanların sunî ve mahdut vesaitiyle istihsal
olunabilecek netâyicin en büyük derecesini göstermiş ve devr-i cedide
bidayetinde bulunan Napolyon dahi harbin dağınık bir hâlde ne raddeye kadar
mazhar-ı muvaffakiyet olabileceğini ispat etmiştir. Bugünkü nazariyatımız
Napolyon’un o vakit vaz‘ eylediği kavaid-i harbiye üzerine müessestir.
Müşârun-ileyh âlem-i askerîye vaktiyle Büyük Frederick’ten öğrendiği ve fakat
mürur-ı zaman ile tekrar ferâmuş eylediği “Harpte kâffe-i teşebbüsat düşmanın
kuvvetini kesr ve tahrip maksadına mübtenî olarak bu maksadın husulüne ise en
katî hizmet eden şey muharebedir.” kaidesini ihtar eyledi.
İcab-ı hâle göre mütenevvi ve fakat daima ahalinin aşağı sınıflarına
bâr olan kura usulü yerine, Prusya Hükûmeti hizmet-i umumiyeyi ilan

42
Millet-i Müselleha

ederek kuradan daha ziyade muhassenatı şamil olan bir usul ihdas eyledi.
Usul-i mezkûrenin ihdasına sebebiyet veren fikr-i aslî hizmet-i askeriyeyi
umum ahali miyânında bir suret-i mütesaviye ve adilânede taksim etmek
idi. Hizmet-i askeriyenin tamimi umum efrad-ı milletin istimal-i eslihaya
alışmasına ve hizmet-i askeriyede esaslı bir terbiye almasına bais oldu.
Napolyon zamanında meçhul bulunan şimendiferler kuva-yı harbiyenin
fevkalade bir süratle içtimaını teshil etti. Eski zaman muharebelerinde bi’l-
mecburiye vukua gelmekte olan mukaddemat harbi bertaraf edip buna
mukabil hâl-i hazarîde tedarikat-ı lazime icrasını ve ordunun hâl-i hazarîden
hâl-i seferberîye serian geçebilmesi hususunu en mühim bir mesele hükmüne
koymuştur. Bugünkü esliha-i nâriyenin tesiri Napolyon devrinin muharebe
kollarını itibardan ıskat etmiş ise de bu kolların sürat-ı hareketi her nev‘
arazide hareket ile ülfet eden avcı hatlarına intikal eylemiştir. Ondan başka
esliha-i cedide kendilerinden evvelkinden pek ziyade işler talep edilmekte
olan avcıların mükemmel talim görmesini ve istimal-i eslihada kesb-i
maharet etmesini istilzam ediyor.
İşte umum ahali içinde ordular teşkil ve hâl-i hazarîde onları harp için
terbiye ve tehiyye ve zeka ve servet ve ticaretin arz eylediği kâffe-i esbâb
ile teçhiz ve hâl-i hazarîden bir müddet-i kalîle zarfında hâl-i seferberîye
geçmesini teshil eden bir nev‘ teşkilat itası için tuttuğumuz tarik ve meslek
budur.
Asr-ı hazır fenn-i harbinin zuhurâtı bu misillü orduların bekası ve onları
bilâ istisna makâsıd-ı harbiyede istimal esası üzerine müesses bulunuyor.
Tensikat-ı askeriye ondan daha az tabi değildir, tensikat-ı mezkûre
milletin ahval-i umumiyesiyle şiddetli bir rabıta ile merbut bulunur.
Evvelki zamanların parlak bir muharriri ve Scharnhorst’un dost ve
muavini bulunan Hannoverli Frederick Von Decken muhtelif milletlerin
barınmak hususunda tuttukları usulü bu babda mikyas addeylemiştir.
İhtiyarların, kadınlarla çocukların muharebeden istisna edilmeyerek
muharebeye iştirak etmeleri ancak bir mesken-i sabite mâlik olmayan
aşiretlerde görülür. Çünkü onların maişetleri cengaverânedir. Ondan başka
zayıf ve müdafaaya gayr-i muktedir olanları saklamak için bir melce’e mâlik
olmadıklarından ve bir hezimet vukuunda cümlesinin ta‘m-ı şemşîr-i intikam
olması mukarrer bulunduğundan hiçbir kimse kendisini vazife-i müdafaadan
müstağnî tutamaz.

43
Von der GOLTZ

Bir kavim bir mahalde yerleşti ve intizam-ı dâhilîsini temin etti mi,
o zaman ekseriya bekasını veya maişetini temin zımnında komşularıyla
mütemadiyen harp üzere bulunacak bir devir geçirir. İşte bu devir esnasında
silah taşımaya muktedir olan efrad-ı kavmin cümlesi gönüllü olarak
muharebeye gider. Erkek ve muharip kelimelerinin manası birdir. Her
kavmin kahramanlığı zamanı işbu tevessüü devrine tesadüf eder.
Milletin haricen emniyeti husule geldikten sonra hiref ve sanayi pek
çabuk terakkî ederek mal ve mülk muharebe hevesinden daha ziyade kesb-i
ehemmiyet etmeye başlar. “İstirahat ve sefahata muhabbet bir illet-i sâriye
misillü pek çabuk tevessü eder.”Müdafaa-i memleket vazifesi nüfusun bir
kısmına havale olunmakla buna mukabil kısm-ı mezkûru bazı imtiyazat-ı
mahsusaya ve şeref ve şana mazhar olur. Millet bir taraftan kesb-i zaaf
etmekte olduğunu ve diğer taraftan vücut ve bekasının kıymetini hissetmeye
başladığı zaman esliha-i mevcudenin ıslahına müsâra‘at olunur. İşte Milis
Orduları ve erbâb-ı zeametin cem‘ ettikleri asâkirden mürekkep fırkalar
devri bu zamana müsadiftir.
Teşkilat-ı askeriyede terakkî olundukça daimî ordu teşkil mecburiyeti
münasebat-ı hariciyeden neşet etmiştir. İmparator Augustus Roma hududunu
daimî surette muhafaza fikrini terviç ettiği günden itibaren Roma Ordusu
milis hâlinden çıkarak daimî bir ordu hâline girmiştir. Bu kabilden olan yeni
ordular zeamet usulünün harabezârı üzerinde teşekkül eden hükûmât-ı
müstakilenin kuvvet ve iktidarı sayesinde vücuda gelmiştir.
Daimî ordunun tensikatı, nev‘-i teşekkülüne nazaran suver-i muhtelife
üzere bulunabilir. Von Decken “En mükemmel daimî ordu bir kısmı ücretli
efrattan ve kısm-ı diğeri memleketten alınan neferattan mürekkep olan
ordudur.” demiş idi.
Müşârun-ileyh kitabını 1800 senesinde Hannover’de neşrettigi cihetle
o tarihte böyle bir fikirde bulunmak kâbil idi. Kendisi kitabını yazar iken o
zamanda tensikat-ı askeriyenin yegâne numunesi addolunan Prusya’nın
eski nahiye usulü gözlerinin önünde bulunuyor idi. Vakıa tensikat-ı mezkûre
mahirâne tertip edilmiş bir şey idi. Kendisi tensikatın ahval-i hükûmet ile
rabıtasına bir misal-i alenî olduğu cihetle ona dair burada birkaç söz daha
söylemek isterim :
Prusya Hükûmeti Almanya’da Habsburgların4 pîş-i azametinde
istiklalini muhafaza etmek için mutlaka büyük bir ordu müheyya tutmak

4 Avusturya hanedan-ı hükümdarîsidir. Li’t-tâbi‘

44
Millet-i Müselleha

mecburiyetinde bulunur idi. Lâkin fakir ve hiref ve sanayii o vakit kalîl olan bu
memleket öyle bir ordu teşkiline kıyam etse pek çok efrada işten el çektirilmiş
ve bunun neticesi memleketin zaaf-ı umumîsini müntec olmuş olur idi. Bu
mülahaza orduyu kısmen ücretli efrattan ve kısmen memleket ahalisinden
mürekkep olarak teşkil fikrini tevlit eyledi. Ordunun esası dünyanın birçok
memleketlerinde toplanmış olan ücretli efrattan teşekkül eylemekle bunlar
ölünceye kadar hizmet-i askeriyede kalıp bir arada yaşayarak daimî orduyu
teşkil ederler idi. Efrad-ı merkûme müddet-i medîde hizmet-i askeriye ile
meşgul bulunduklarından yeni gelen acemi efradın talimi emrinde pek
iyi muallimler idi. “Beyaz” grenadierler fevkalade bir itibara mazhar idi.
Hizmet-i askeriyede devam edemeyecek kadar ihtiyar ve alîl olduktan sonra
mezuniyet-i mahsusa üzerine memleketin her tarafına hicretle oralarda
ikamet ederek nüfusun tezâyüdünü mucip oldukları gibi hizmet-i askeriyede
bulundukları esnada bile ekseriya hariçte bir hizmet veya sanat ile meşgul
olurlar idi.

Bu suretle teşkil kılınan fırkaların mevcudu harp esnasında evlad-ı


memleket ile tezyit kılınır idi. Memleketten alınan efrat evvelleri hâl-i
hazarîde bir sene ve mu’ahharen yalnız talim görmek için üç ay hizmet-i
askeriyede kaldıktan sonra mesken ve me’vâlarına avdet ederler, fakat bu
sonraki usulün hükmü esnasında umumî talimlerde bulunmak üzere senede
4 veya 6 hafta kadar silahaltına davet olunurlar idi. Her alayın bir nahiye-i
askeriyesi var idi ki alay kendisine icap eden efradı – bugün olduğu gibi –
nizama muvafık bir surette o nahiyeden ahz eder idi. Nahiye-i askeriye
dâhilinde silk-i askerîye kayıt ve ithali mukarrer bulunan efrat, nahiyenin
ashâb-ı emlakı ve memurîn-i mülkiyesi nezdinde imtiyazat-ı mahsusada
müstefit olarak hâlleri yakın zamanlarda tasvir edildiği kadar fena değil idi.
Sureten yirmi sene müddet hizmet-i askeriye ile mükellef bulunuyorlar idi.
Fakat silahaltında geçirdikleri müddet takriben yirmi aydan ibaret bulunuyor
idi. Çünkü her sene ekalli on bir ay memleketlerinde geçirirler idi. Bu yerliler
bir nev‘ milisîden gayri bir şey teşkil etmeyip fakat eski askerler ile muhtelit
oldukları hâlde Muharebe-i Si-sâle’ye dayandılar. İşte Prusya gibi küçük bir
hükûmet yüzbinlerce kişiden mürekkep olan ve üç devlet-i muazzamaya
mukavemet eden bir orduyu ancak bu vechle teşkil edebilmişlerdir. Büyük
Frederick’in politikası dahi mahzâ bu usul sayesinde icra olunabiliyor idi.

Köylülerin hâlinden bede’ ile hükümdarın siyasiyât-ı aliyesine kadar


mümted olan bir silsele-i ahval Frederick zamanına en ziyade muvafık olan
ve fakat vücuduna lüzum gösteren esbâb zail ve ahval büsbütün mütehavvil

45
Von der GOLTZ

olduktan sonra yine o şekil ve surette kalarak memleketin izmihlalini mucip


olan tensikat-ı askeriyeyi vücuda getirdi.
O vakitten beri orduların terakkîsi emrinde bir hatve daha ileriye gittik.
Frederick Von Decken’in sözü artık muteber olmayıp ücretli efrat ile evlad-ı
vatanı karıştırarak ordu teşkil etmek usulüne lüzum kalmadığı gibi bugünkü
günde umum orduda teessüs eden rabıta-i ittihat askerliğin paraya mukabil
bir iş olmayıp belki vatan muhabbetiyle ifa edilir tabiî ve şerefli bir hizmet
olduğu itikadı gönüllerde yer tuttuğu cihetle Von Decken’in bâlâdaki kavli,
bu esas ve itikada nazaran, âdeta merdûdtur.
Memleketimiz hem ordu hizmetine ve hem de memleketin mamuriyetine
icap eden miktar efradı yetiştirmekte olduğundan ecnebilere ihtiyacımız
kalmadı. Fırkalarımızı efrad-ı merkûmeden teşkile muktedir olduğumuzdan
artık ücretli efrat istihdamına muhtaç değiliz.
Umum ahalinin hizmet-i askeriye ile mükellef olması esasına müstenit
olan tensikat-ı askeriyemiz asr-ı hazır devletlerinin idare-i esasiyesi nokta-i
nazariyesine her hâlde muvafıktır. Çünkü asr-ı hazır devletleri ahalinin her
ferdini müsâvâten himaye ve her birini aynı imtiyazata nail ettiği gibi bâr-ı
tekâlifi dahi hepsine bir suret-i mütesaviyede tahmil eder. Mütemeddün bir
milletin tensikatı, nasıl olmak lazım geleceğine dair bir numune göstermekte
ise de mevki-i icraya konulması esnasında zuhur eden bazı mahzurlar
derece-i mükemmeliyetini bittabi tenkis eder.
Askerî tensikatı yalnız münasebat-ı içtimaiyeye tabi değildir. Bunda
İngiltere’de olduğu gibi ahval-i coğrafya ve Şimalî Amerika’da olduğu misillü
ahval-i siyasiye dahi icra-yı tesir eder. Ondan başka bu meseleye beyne’l-
ümem bir mesele nazarıyla da bakılabilir. Ekseriya komşuların teşkilat-ı
askeriyesi bizim de teşkilatımızın tadiline sebep olur. Bundan fazla olarak
taklit hevesi pek çok tesirat göstermiştir.
Bâlâda meşrûh mülahazattan anlaşılacağı üzere tensikat-ı askeriye
fenn-i harp misillü bir tahavvül-i daimîye muhtaçtır. Binaenaleyh vaktinde
icra olunan ıslahat-ı askeriye bir mülkün askerliği üzerine büyük bir tesir
husule getirdiği bi’t-tecrübe sabittir. Napolyon’un “Tabiyeyi her on sene de
bir tebdil etmeli.” kavline biz de münasip vakitlerde tensikatı dahi tebdil
etmenin lüzumunu ilaveten ityân ederiz.
İcra edilecek tensikatın canlı olması matlup ise milletin ahval-i
umumiyesiyle mütenasip bir surette bulunmasına itina edilmelidir. Her iyi
tensikatta tabiat-ı milliye nümâyân olmalıdır.

46
Üçüncü Fasıl
Orduların Aksamı

İngiltere’den maada Avrupa düvel-i muazzaması tensikat-ı


askeriyelerine müşabih olan tensikat-ı askeriyemiz kâffe-i anasırında yek-
nesek bir ordu teşkil etmek hassasına mâlik olmakla sairlerine müreccahtır.
Muvazzaf orduya genç adamlar yetiştirir.
Bu usul fevka’l-had muvafık-ı hikmet ve maslahattır.
Orduya müteallik kâffe-i tertibatta tabiat-ı beşerin havassını nazar-ı
dikkate almak lazım gelir. En büyük zayiata muvazzaf ordu düçar olur.
Binaenaleyh muvazzaf ordunun efradı vatan uğrunda feda-yı canın umum
ordunun aksam-ı sairesi efradından ziyade kendisine mukadder olabileceğini
daima gözü önünde tutar. Muvazzaf ordu cidal ve muharebeye tutuşmakta
olduğundan harbin en ciddi meşakkat ve dehşetlerine hedef olmak tabiîdir.
Her ne kadar sinn-i kemâle vasıl olan insanların kuvve-i bedeniyesi daha
mükemmel olduğu ve binâberîn meşakk-ı seferiyeye onların daha ziyade
tahammül edebilecekleri iddia olunur ise de yine gençlerin ihtiyarlardan
ziyade tâb-âver olageldiği muhakkaktır.
Ömrühayattan ancak gençler suhuletle müfârakat edebilir. Onlar bizi
bu dünyaya rabt eden bin türlü revâbıt ile henüz merbut olmadıkları gibi
enfâs-ı hayatı hısset ile sarf ve istimal etmeye dahi alışmamışlardır. Hallini
arzu ettikleri muamma onların önünde henüz gayr-i münhal bir hâlde
duruyor. Dağın tepesine doğru çıkmakta iken öbür taraftaki yamacın ne
kadar alçak olduğunu görmüyor. Arbede-cûluk havassı kalplerine harp için
âdeta bir meyl ve heves ilkâ eder. Kemâle ermiş sinlere mahsus olan arzu-yı
istirahat ve sefahat onlardan uzaktır. Kalbi her nev‘ hüzün ve elem ve kasvet
ve gamdan hâlî olarak kemâl-i şevk ve meserret ile muharebeye girer. Vakıa
kalbin bu hâli o kanlı işe girişecek olanlara elzemdir. Bir milletin kuvvet ve
makdereti erbâb-ı şebâbda mahfuzdur.
Tensikat-ı askeriyemiz bir neferi otuzuncu yaşına kadar muvazzaf
orduda bulundurur. Eski muharrirler hizmet-i askeriye için lazım olan çağ

47
Von der GOLTZ

18 ile 24 yaşları arasındaki zaman olduğunu yazmışlar idi. Beden-i insan


bu zamanda meşakk-ı seferiyeye tahammül edecek derecede kesb-i kuvvet
etmiş ve neferin zihnini henüz gavâ’il-i dünyeviyeden hâlî bulunmuş olur.
Gençlere mahsus olan cüzî hiffet-meşreb, harpte iş görmeye hayli hizmet
eder. Gençlerden ve hususiyle sinleri bir dereceye kadar müsavi gençlerden
mürekkep olan bir muvazzaf ordu her orduya faik ve müreccahtır. Prusya’nın
eski ordusunda olduğu gibi on dört yaşında bir çocuğun yanında yirmi otuz
yaşında yerli ve hizmet-i askeriyede ihtiyarlamış altmış yetmiş yaşında ecnebi
efradı bir sırada bulunacak olur ise elbette ordunun iktidar-ı hakikîsi nâkıs
bulunur.
Sinde ilerlemiş adamların muharebede istihdamı ancak mesken ve
me’vâ hâl-i tehlikede bulunduğu ve evlat ve ıyâlin himayesi endişesi zuhur
ederek her ferdi müdafaa-i nefse icbar eylediği zaman olabilir. Ondan başka
yaşlı adamların hizmet-i askeriyelerini ikmal edip de memleketlerine avdet
ettiklerinde eski sanatıyla iştigale başlayıp ilan-ı harp tekrar kendilerini
sancak altına davet etmezden evvel havass-ı askeriyelerini zayi ettikleri bi’t-
tecrübe sabittir.
Bunlar ekseriya gavâ’il-i maişeti öğrendikten başka silahaltına gittikleri
zamanda arkalarında perişan bir hane bırakmaktadırlar. Bu ise vatan için
feda-yı can arzusunu asla tezyit etmez.
Zamanımızın kısa harplerinde neferatının tecrübe-dîde olması keyfiyeti
pek az ehemmiyeti haizdir. Esasen düşünülür ise tecrübenin faydası yalnız
seferde hüsn-i suretle tanzim-i maişet edebilmek hususuna münhasır
bulunuyor. Eski askerlerin fevkalade müfit olmaları, askerliği kendisine
sanat ittihaz etmiş efrattan veyahut yek-diğerini müteakip harplere girerek
müddet-i medîde hizmet-i askeriyede kalıp askerlik ile ülfet etmiş kıdemli
neferattan mürekkep ordular zamanına mahsus bir hassa-i askeriye
idi. Bu ordularda hizmet eden efrad-ı askeriye maişet-i medeniyeden
tamamıyla kat‘-ı rişte-i rabıta ederek vatanını silahaltında bulduğundan
harbi, hayatlarının maksat ve esası olarak telakkî eyler birer arbede-cû
hâline girerler idi. Vakıa bu misillü ahvalde saçlarını ağartmış olan efrad-ı
askeriyenin havass-ı cengaverîleri kemâle gelerek büyük işler görmeye
muktedir olacakları münker değil ise de usul-i mezkûrenin neşv ü nemâsı
bugünkü günde hemen muhal hâline gelmiştir.
Bununla beraber tecrübe, cesaret ve şecaat üzerine muzır bir tesir
icra eder. Cesur ve şeci muharipler mutlaka tehlike ve muhatarayı en az
tanıyanlardır.

48
Millet-i Müselleha

Neferat hakkında söylediğimiz şu mülahaza zabitan hakkında asla


muteber olamaz. Zabitanın esna-yı muharebede zuhuru mutlak olan yek-
diğerine muhalif vukuatın yeniliği karşısında hayran ve müteaccip kalmaları
asla caiz değildir. Onlar için tecrübenin kıymeti fevkaladedir. Tarih-i harp
mütalaası ancak kısmen tecrübe yerine kaim olabilir.
Saçları ağarmış general ve zabitler zamanımızda dahi eski şanlı, şerefli
makamlarını muhafaza etmişlerdir. Lâkin neferat âleminde eskilik kıymet ve
ehemmiyetten sakıt olmuştur.
Tensikat-ı askeriyemiz yaşlı adamları muvazzaf ordudan bi-hakkın
istisna ediyor. Vakıa bazı müstesnalar ancak düvel-i mücavire ile edilen
rekabetten ve nazar-ı dikkate almaya mecbur olduğumuz birtakım ahval-i
saireden neşet eylemektedir.
Devletin hangi sinne kadar hizmet-i askeriye talep edeceği kaziyyesi,
altında ezilmekte bulunduğu hâl-i buhranın ve zuhur eden muhataranın
derecesiyle tayin eder. Hâl-i hazarda tertip edilen şerâ’it mûcebince
düvel-i mütemeddüne hizmet-i askeriyeyi kırk yaşından daha ziyade isal
etmemişlerdir. Lâkin şiddet-i ihtiyaç istisnaata müsait olduğundan eskiden
ücretli efrattan tertip edilen ordular pek çok adamların on sene daha saf
dâhilinde eda-yı hizmete muktedir olduğunu ispat etmiştir.
Bugünkü usul-i harp ifa-yı hizmet-i askeriye emrinde müteaddit
dereceler irâ’e etmektedir.
Muvazzaf orduya since en yakın bulunan efrat, ister ihtiyat olarak
isterse muvazzaf efradı arasına karıştırılarak icabında muvazzaf orduya
takvît vermek veya muharebede istimal olunmak için lazım gelen kıtaat-ı
askeriyenin teşkiline daima memur olacaktır. Hâl-i hazarda hiçbir alay ve
tabura mensup olmayan bu nev‘ askere bittabi şimediferlerin, yolların ve
düşman memleketine girmiş olan ordunun hatt-ı ricatlarının muhafazası
vazifesi dahi tahmil olunur. Çünkü bu misillü mahallerde hizmet, muvazzaf
ve ihtiyat askerinin hizmetlerinden mürekkep bulunur. Orduya mukteza
olan nakliyatın münkati‘ olmaması için müteaddit kaleler, açık şehirler,
şimendifer istasyonları, ambarlar, hastahaneler, debboylar, köprüler ve
bir caddeyi seddeden mâniler vesairenin daima hüsn-i muhafaza edilmesi
lazım gelir. Bir büyük orduda muttasıl vuku bulduğu gibi araba kollarının
hareketi ve hasta ve mecruh olan veyahut iade-i sıhhat eden efradın ve harp
üserasının ve her nev‘ levazım-ı harbiye ile bârgîr ve sağîr nakliyatı birçok
efrad-ı muhafazanın istihdamına ihtiyaç gösterir. Zabt ve teshîr olunan

49
Von der GOLTZ

memleketlerde şiddetli bir idarenin vücudu lazım gelir. Hâlbuki ekseriya


askerin muaveneti olmaksızın bunu husule getirmek mümkün değildir.
Nakliyatın tatil veya kat‘ı zımnında edilen kıyamların ve efrad-ı müselleha
içtimaının ve ahalinin ihtilale meylinin önü alınması veyahut kuvve-i cebriye
istimaliyle mahv ve izalesi iktiza eder. Keşif ve tecessüs kolları çıkarılması
ekseriya ufak tefek muharebelere sebep olmakla kuvvetin tenakusunu mucip
olur. Binâberîn bunların mükellef bulundukları hizmetin asâkir-i muvazzafa
hizmetiyle olan farkı muharebelerin cesim olmaması ve bi’n-nisbe zayiatın
dahi az bulunmasıdır. Ondan başka memâlik-i mütemeddünde edilen
harplerde ordunun geri taraflarında meşgul olan kıtaat-ı askeriye nadiren
açıkta konmak mecburiyetinde kalacaklarından hizmetlerini yerleşmiş
bulundukları konaklardan dahi ifa edebilirler.
Kezâlik muhasara muharebelerinde bu misillü asâkir ihtiyata hüsn-i
suretle istihdam olunabilir, zira muharebat-ı mezkûrede hizmet her ne
kadar ağır ise de muntazam olup harekât-ı seriaya ve muharebede büyük
bir maharete ihtiyaç göstermez. Muvazzaf orduyu mehmâ-emken kuvvet-i
düşmanın izalesi emrinde istimal edebilmek ve binaenaleyh bu ordunun
izâ‘a-i kuvvet etmesine meydan verilmemek istenildiği zaman derece-i
sâniyede olan makâsıdın istihsali emrinde asâkir-i ihtiyata istihdam olunur.
Memleket dâhilinde mevcut olup da muhafazaları lazım olan kılâ‘ ve
mevâki‘-i müstahkemede bulunacak asâkir-i muhafazadan hareket, kuvvet ve
ciyâdet daha az talep olunur. Hatta düşman, memleketin hududunu tecavüz
etse bile kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkemenin yalnız bir kısmını tehdit ve ancak
birkaç kıt‘asını muhasara eder. Asayiş ve intizamın vikâyesi zımnında bazı
cesim veya mühim şehirlerin veyahut bazı eyaletlerin istilası elzem görünüyor
ise o zaman yalnız nakliyenin ve demiryolu mevkilerinin muhafazası hizmeti
kezâlik kılâ‘ ve mevâki‘e mahsus olan asâkir-i ihtiyatiyeye havale edilir.
Asâkir-i merkûme sınıfına müssince olan ve meşakk-ı seferiyeye tahammül
edemeyen efradın ithal edilebilmesi tabiîdir.
Mahbesler ve üsera muhafazası misillü, mu‘allem olmayan efrat ile dahi
ifa edilecek pek çok işler vardır. Müstahkem olmayan sevâhilin, geçitlerin
muhafazası Landsturm tabir olunan asâkir-i mustahfazaya ihale olunabilir.
Ordu levazımının idaresinde pek çok işler mevcut olduğu gibi idare-i umur-ı
sıhhıye dahi hayli efrad-ı askeriyeye muhtaçtır.
Bâlâda meşrûh ifadâttan anlaşılacağı üzere ordu hidemât-ı
mütenevviasında istihdam etmek ve bu suretle vatana olan borçlarını tediye

50
Millet-i Müselleha

ettirmek üzere orduya oldukça müssin olan veyahut hâl-i hazarda asla
silahaltında bulunmayan efradı celp ile onlardan istifade etmek mümkündür.

Sefere azimet eden ordu için icap eden efrad-ı cedidenin talimine ve
vakit ve zamanında zayiatın yerini doldurmak üzere orduya izamına memur
bulunan “asâkir-i ihtiyata” bu hâlden büsbütün müstesna addolunur. İşbu
ordu hizmetinin derecesi 1870 senesi harbinde görülmüştür. Almanya
Ordusu’nda vuku bulan her nev‘ zayiatın yerini doldurmak için mezkûr
orduya mu’ahharen 2.000 zabit ve 220.000 nefer gönderilmiş ve 1871
martı nihayetine doğru bu miktar asâkir daha memlekette talim ile meşgul
bulunmuş idi. Ahval-i istisnaiyede asâkir-i merkûme dahi makâsıd-ı sairede
istihdam olunabilir. Mesela, talim için ifa ettikleri hizmet kılâ‘ vesaire
muhafazası hizmetiyle mezc edilebilir. Lâkin vazife haricinde olan bu
hizmet mahzurdan sâlim olmayıp seferde bulunan orduya vaktinde asker
yetiştirmek hususunun zayi olması muhatarasını tevlit edebilir.

İşte umum ordu hizmet-i mahsusalarına nazaran bu misillü birtakım


aksama tefrik olunur ise de bu tefrik katî bir surette olmamalıdır. Çünkü bir
kısmın muvakkaten veya daimî olarak diğer bir maksatta istihdamı lüzumu
pek çok defa zuhur edebilir. Bugün alîl ve sakat olmayan her bir kimse,
kendisinde vatana eda-yı hizmet arzusu var ise harp esnasında orduya
nafi bir hizmette bulunabilir. Çünkü silahaltına alınmış bir ordunun haiz
bulunduğu vezâ’if ve hidemât mütenevvidir.

51
Dördüncü Fasıl

Ordunun Suret-i Taksimi

Ordunun münasip surette birtakım aksama taksimi gayet mühim


bir meseledir. Tensikat-ı askeriye heyet-i içtimaiyenin kâffe-i ahval ve
münasebatı üzerine bir tesir icra ve memurîn-i askeriye ve mülkiyenin
müştereken çalışmalarını icbar eylediği cihetle ordunun en münasip
yolda taksimi memleketin taksimat-ı idaresine ve tabir-i âharla taksimat-ı
siyasiyesine nazaran olur. İdare-i askeriye ve mülkiyenin bir arada bulunması
faydası ordunun her kısmını bir küçük memleketin ordusu misillü müstakil
kılmaktır. Böyle bir ordunun bulunduğu vilayet kendisine lazım olan efrat ve
hayvanatı tedarik eder. Ambarları ve debboyları o vilayet dâhilinde bulunur.
Ordunun kumandanı ve vilayetin memurîn-i aliyesi muayyen bir daire
dâhilinde müstakil olarak idare hakkında iktidar-ı kâfiye mâlik bulunurlar.
Binaenaleyh payitahtında bulunan makamât-ı aliyeye müracaat etmeksizin
idare hakkında lazım gelen tedabiri müzakereye ve verilen kararı icra etmeye
muktedirlerdir.

Ordu aksamının bu istiklali kâffe-i muamelatın hüsn-i suretle cereyanını


ve ordunun sefere hazırlanmasını teshil ettikten başka kumandanı dahi
mesuliyeti der-uhde ederek hareket etmeye alıştırır ki bu husus harp
esnasında fekvka’l-had haiz-i ehemmiyettir.

Ordunun her kısmı kendisine mahsus bir esasa mâlik olacağından


dâhilen kuvveti artar ve umum ordu makinesinin hareketini teshil ve
sadeliğini tezyit eder.

Umum ordunun müstakil aksama yani vilayetlere mahsus kolordulara


taksimi pek çok menâfi‘i şamil olduğu cihetle bundan bir çok seneler evvel
mevki-i icraya konulması tecrübe olunmuştur.

1870 Muharebesi’nin iptidasına kadar bu usul Fransa’da merdûd olduğu


hâlde Prusya’da daha 1790 senesinde bir Şarkî Prusya bir Silesian ve bir de
İhtiyat Kolordusu’nun teşkili teklif edilmiş idi.

52
Millet-i Müselleha

Vakıa bu faydalı usul o vakit mevki-i icraya konulmadı ise de 1813


senesinde mezkûr usul mevki-i icraya konmaya tekrar teşebbüs olundu.
Bu usul hükûmât-ı atîkanın kuvve-i harbiyelerinin suret-i taksimine bir
dereceye kadar müşabihtir. Hükûmât-ı mezkûrede akvam-ı tabiadan her
biri ordunun bir kısmını teşkil eder idi. (Fakat aksam-ı mezkûre efrad-ı
askeriye mevcudu cihetinden yek-diğerlerine müsavi değil idi. Bugün ise
bu müsavata ziyadesiyle ehemmiyet verilmektedir. ) Usul-i mezkûra bir
noktadan memleketin cümlesini idare etmeye muktedir olmayan büyük
devletler için tabiî olup yalnız hükûmetin sıhhati ber-kemâl bulunması ve
nüfuz-ı hükûmetinin her tarafta kaviyyen yerleşmiş olması şartına tabidir.
Bir hükûmet, emniyet üzere olmayıp da fesat ve ihtilaller zuhurundan
ihtiraza mecbur bulunur ise kâffe-i menâfi‘-i askeriyesiyle beraber yine
bazı müstakil ordu kısımlarını kendi memleketlerinde bırakmaya cesaret
edemez. Zira lehine olduğu gibi bir anda aleyhine çevirilebilecek bir silahı
bu suretle kendisi tedarik etmiş olur5. Rusya Devleti gerek Lehistan’dan
ve gerek Kafkasya’da efrat ve zabitanı kâmilen yerlilerden mürekkep olup
memleketlerinde askerî fabrikalarına, levazım-ı harbiyeye ve tersanelere
mâlik olacak ve icab-ı hâlde kendisi aleyhine silah-bedest olarak kıyam
edebilecek kolordular teşkiline hiçbir vakit teşebbüs etmez. Çünkü bu
usul-i muzırranın mevki-i icraya konulması Lehistan’da 1831 İhtilali’ne bais
olmuştur. İngiltere Devleti hizmet-i askeriyeyi tamim edeceği sırada sırf
İrlandalılardan ve Fransa hükûmeti dahi kâmilen Cezayirlilerden mürekkep
bir kolordu teşkiline elbette cesaret etmeyecektir.

Bundan dahi anlaşılıyor ki bir hükûmetin ahval-i dâhiliyesi muntazam


olur ise ordusunda da nizam ve intizam hüküm-fermâ olur.

Ordu

Avrupa ordularında birkaç kolordudan mürettep ordular tertibine


ihtiyaç vardır. Zira böyle olmadığı surette ordunun başkumandanı on sekiz
yirmi veya daha ziyade kolorduya birden kumanda etmek mecburiyetinde
kalacağından harekât ve muamelat-ı umumiye gayet atalet ile icra olunur idi.
Bir ordunun kaç kolordudan mürettep olması lazım geleceği keyfiyeti ahvale

5 Nitekim memleketlerinde kalmak şartıyla mukaddema teşekkül etmiş olan Boşnak


taburları 1878 Temmuzunda kâmilen Bosna erbâb-ı kıyamına iltihak eylemekle devletin
menâfi‘-i siyasiyesini rıhne-dâr etmeye sebep olmuştur.

53
Von der GOLTZ

veya orduya verilecek memuriyetin derece-i ehemmiyetine ve pek çok defa


orduya kumanda edecek zatın rütbesine, haysiyetine, şöhretine tabidir. Bazan
mütalaat-ı şahsıyenin bu babda büyük tesiri vardır. Yakın vakitte geçmiş olan
muharebeler esnasında bile kumandan sahib-i itibar ve iktidar bir zat olmak
mülâbesesiyle maiyetine ancak bir kolordu teşkiline kâfi verilen askere
(ordu) namı ita olunmuş idi.
Kaç kısımdan bir ordu teşkili lazım geleceği sualine Clausewitz eserinin
ikinci cildinde “Nizam-ı Harp” ser-levhası altında yazdığı mütalaat ile bu
babda verilebilecek cevapların hepsini beyan etmiştir.
Müşârun-ileyh “Ordunun aşağı kısımları ne kadar büyük olur ise
başkumandanın nüfuzu o nispette tenakus eder ve aksi hâlinde dahi aksi olur.”
sözünü pek doğru söylemiştir. Lâkin kolorduların mevcudu ve cesameti sulh
esnasında katî olarak tayin olunduğu cihetle mülahaza-i mezkûrenin bizce
o kadar ehemmiyeti olamaz. Clausewitz bir ordunun biri pişdar, üçü kısm-ı
küllî, ikisi dümdar ve ikisi meymene ve meysere olmak üzere sekiz kısma
taksimi en âlâ bir taksim olduğunu beyan etmiş ise de müşârun-ileyhin
murat eylediği aksam, mutlaka aksam-ı sağîreden ibarettir. Bizim bildiğimiz
sekiz kolordu sevk ve idaresi gayet müşkül bir ordu teşkil etmiş olur. Zaten
250.000 kişiden mürettep bir orduyu ağırlıklarıyla beraber idare etmeye
yalnız bir kumandan layık olduğu kadar muvaffak olamaz. Böyle bir ordunun
yayıldığı mesafe gayet cesim olacağından kumanda etmek hususu bittabi
kesb-i müşkülat eder.
Bâlâda söylediğimiz şeyin tecrübesini 1870 senesinde Fransızların
Rhin Ordusu görmüştür. Mezkûr ordu yedi kolordu ve bir hassa ordusundan,
yani mecmuu takriben yek-diğerlerine muadil sekiz kısımdan mürekkep
bulunuyor idi. Fakat bu heyet-i cesime Belfort ile Thionville arasında bir
mesafe-i azime üzerinde dağılmış olduğu cihetle cümlesinin bir kumandan
vesâtatıyla sevk ve idaresi muhal bulunduğu sabit olmuştur. Kolordu
kumandanları evâmirin vürudunu beklemek mecburiyetinde kalmış ve
imparatorun emirlerinin vürudu zamanına kadar zuhur eden birtakım
vekâyi‘-i harbiye evâmir-i mezkûreyi hükümsüz bırakmıştır. Daha ağustosun
beşinci günü orduyu üç müstakil kısma taksim ederek aksam-ı mezkûreyi
Mareşal Bazain, Mareşal Macmahon ve Mareşal Ganrobert kumandasına
tevdi eylemek lüzumu tahakkuk ederek imparator hepsine birden kumanda
etmeyi ve hassa ordusunun bizzat sevk ve idaresini der-uhde eyledi.
İmparator bu ordunun sevk ve idaresini birtakım mütalaat-ı zatiyeye mebni
der-uhde etmiş idi. Lâkin bu tedbir muvafık-ı maslahat değil idi. Umur-ı

54
Millet-i Müselleha

muazzama ile iştigal edecek bir zatın hususat-ı cüz’iye ile iştigali caiz olamaz
, zira bir iş ile meşgul olduğu sırada diğer iş köşe-i nisyânda kalır ve bundan
birtakım mazarratlar tevellüt eder.
Bidayet-i harpte Almanya’nın İkinci Ordusu yedi kolordudan mürekkep
bulunduğu cihetle ordunun başkumandanı makinanın cesametinden dolayı
sevk ve idaresinde bazı müşkülat hisseyledi.
Müşârun-ileyh ağustosun sekizinci günü ordunun cenahlarından birine
doğru gidip de diğeri nazar ve nüfuzundan ba‘îd kaldığı zaman bu keyfiyetin
farkına vardı. Vakıa Metz Kalesi önünde bir başkumandanın zîr-i idaresinde
olmak üzere sekiz kolordu içtima etmiş idi. Fakat burada askerin tûl-ı müddet
kalmaklığı muhakkak olmasından içtima-ı mebhûs-ı anhda bir mahzar yok
idi.
Pişdar, kısm-ı küllî, dümdar ve meymene ve meysereler için aksam-ı
mahsusaya mâlik bulunmak keyfiyeti bugünkü gün o kadar haiz-i ehemmiyet
değildir. Kolordular ekseriya her biri müstakil bir ordu gibi ve her birinin
kendisinden pişdarı olmak üzere ayrı yollardan hareket eder. Bütün bir
kolordunun birden pişdar veya dümdarlık hizmetine memur edilmesi
nadiren vukua gelir bir keyfiyettir.
1870 senesinde Almanya’nın ikinci derecesinde görüldüğü gibi büyük
orduların birkaç kademe üzere yürüyüş icra etmeleri arasıra vaki olarak
sene-i mezkûre ağustosunun 18’inci günü olduğu gibi dahi muharebe
esnasında bütün kolordular ihtiyat olarak hatt-ı harbin gerisinde kalabilir.
Lâkin harekât-ı cesime-i askeriye esnasında böyle bir tefrik ekseriya bî-fayda
ve lüzumdur.
Binaenaleyh işbu meseleyi hal için ordunun sevk ve idaresi ve erzak
ve cephaneyi bir mahalden yetiştirmek hususunda görülecek müşkülat bir
mikyas-ı muteber addolunmalıdır. Muharebat-ı ahîrede görülen tecrübeler
nazar-ı dikkat ve itibara alınır ise bir orduyu teşkil zımnında ekalli üç ve
azami altı kolordu kâfi bulunduğu neticesi meydana çıkar.
1870 senesinde Almanya’nın Üçüncü Ordusu’nda görüldüğü gibi
altı kol ordunun sevk ve idaresi o kadar müşkül değildir. Bir orduyu teşkil
zımnında lâ-ekall üç kolordu olmalıdır demiş idik. İki kolordudan mürekkep
bulunan ordunun bir kolordusu mutlaka birtakım aksama ifraz edilmiş ve
hutût-ı muvasalat ve muhaberesi münkesir bulunmuş olur. Nitekim 1870
senesi Kanunıevvelinde ve 1871 senesi Kanunısanisinde Birinci Ordu’da

55
Von der GOLTZ

görülmüştür. Nazariyatın verdiği tenbihata göre böyle zayıf bir ordunun


mutlaka kolordu misillü aksama tefriki lazım gelir. Lâkin bizdeki ahvale
nazaran bu tedbirde muvaffakiyet görülemez. Çünkü kumanda eden iki
generali bertaraf etmek mümkün değildir. Esna-yı sulhta mevcut kolordular
hengâm-ı harpte dahi mevcut olmak ve ancak onlara istinat edilmek lazım
gelir. Yalnız esna-yı sulhte bile cesim olmayan ve fırka veya livalara taksimi
mümkün olan aksam-ı askeriyenin âhar bir suretle tertip ve terkibi caiz ve
mümkün olabilir.
İşte ahval ve hususat-ı mezkûreye binaen bir ordunun ekalli üç ve azami
olarak altı kolordudan terkip edilmesi lazım geleceği fikir ve kararında sabit
kalırız.

Kolordu
Kolorduların teşkili zımnında hemen ale’l-umum 30.000 kişilik bir
kuvvet kâfi addolunmuştur. Her ne kadar kolordu kuvveti mürur-ı zaman
ile ve hemen tesadüfi olarak tayin edilmiş ise de kuvveti şerâ’it-i tabiîye-i
maslahata tamamıyla muvafıktır.
1795 senesinde Prusya’da ordunun kolordulara taksimi tecrübe
olunduğu hâlde mevki-i fiile konmamış idi. Fakat Fransa’nın düvel-i müttefika
ile olan birinci harbi esnasında bu keyfiyet Fransızlar tarafından mevki-i
icraya konulmuş ve bugünkü kolordular kuvvetinde olmak üzere müteaddit
müstakil ordular teşkil edilmiştir.
1792 senesinde Fransızlar 35.000 kişi kuvvetinde bir şimal, 28.000
nefer kuvvetinde bir merkez ve 17.400 nefer kuvvetinde bir Rhin Ordusu’na
mâlik idiler. Mu’ahharen buna bir de Samhre, Ardennes, Moselle Ordusu
munzam oldu. Mezkûr orduların başında bir başkumandan mevcut olmayıp
umumî kumanda hükûmetin elinde bulunuyor idi. Umumî kumanda birinci
konsülün ve mu’ahharen imparatorun eline geçtiği zaman bu ordular
itibarca birer derece tenezzül ederek kolordu namını aldılar ki bu tertip
Napolyon’un asâkir-i külliye ile ettiği muharebata pek muvafık idi. Mamafih
1805 senesine kadar Fransa’da general veya mareşallerin kumandasında
bulunan kolordulara pek çok defalar ordu namı verilmiş idi.
O vakitten beri umum ordunun kolordulara taksimi keyfiyeti hukûk-ı
mülkiyeden addolundu. Napolyon uzunca ve kendi fikrine muvafık bir
sulha mazhar ola idi , taksimat-ı mezkûreyi sulh zamanında dahi ibkâ eyler

56
Millet-i Müselleha

idi. Fakat böyle bir şeye mazhar olmadığı cihetle müşârun-ileyh her harp
zuhurunda umum orduyu kolordulara taksim ve istihsalini emel eylediği
makâsıda göre tertip ve terkip eder idi.
Prusya Hükûmeti istiklal muharebelerinde hâsıl ettiği tecrübeler
üzerine umum ordunun kolordulara taksimi usulünü vakt-i hazar için dahi
muteber tutarak birtakım tensikat-ı cedide ile mezkûr kolorduların kuvveti
şimdiki raddeye iblağ olundu.
Bugünkü usul üzere mücehhez ve sunûf-ı selâseden mürekkep bulunan
30.000 kişilik bir ordu bir cadde üzerinde yürüyüş icrasına muktedir olduğu
gibi, yine o hînde yürüyüş kolunun baş tarafına doğru hatt-ı harp açmaya
muvaffak olabilir. Piyadeler bir sırada dört ve süvariler üç nefer olarak hareket
ederek arabalar ile toplar birer hareket eder. Bu mikyas keyfi olmayıp bittabi
cadde ve yolların hâlinden neşet etmektedir. Araba müruruna müsait olan
yolların cümlesinde piyadeden dört veya süvariden üç nefer bir sırada olarak
hareket edebilir. Sunî ve daha vasi caddelerde kolların daha geniş olarak
yürümesi ve birkaç araba veya topun bir sırada hareket etmesi mümkün
olduğu der-kâr ise de yürüyüş esnasında yolun daraldığı bir mahalle
muvasalat olunduğu zaman sıraların arzını tekrar tenkis etmek ve bu tenkis
esnasında edilecek tevakkuf ile vukua gelecek izâ‘a-i vakt sebebiyle geniş
sıra ile edilen hareketle istihsal olunan menâfi‘i bittabi zayi eylemek lazım
geleceğinden, en iyisi kolun arzını yürüyüşe mübaşeret olunduğu mahalden
itibaren her yerden suhuletle geçilebilecek vechle tertip etmektir. Avrupa’nın
şebîke-i turuku ne zaman tebdil-i şekil ve hâl edecek olur ise kolların arzını
dahi tevsi etmek ancak o zaman mümkün olabilecektir. Lâkin terakkiyat-ı
medeniye ile beraber arazinin fiyat ve kıymeti dahi artmakta bulunduğu
cihetle yolların tevessüünü asla ümit etmemelidir. Ondan başka kolun arzını
tezyit etmeye bir sebep daha mâni olur. Mevsim-i sayfta hareket olunduğu
zaman sıraların arzı ziyade olacak olur ise sıraların vasatında hareket eden
efrad-ı askeriye toz ve sıcaktan fevka’l-gaye müteessir olurlar. Kolun ziyade
tevessüüne müsait olan ve yolun hâricinde bulunan arazi üzerinde az bir
mesafede pek rahat hareket olunur ise de böyle bir arazide hendek, çit,
buğday tarlaları vesaire bulunacağından efrad-ı askeriye pek çabuk yorulur.
İşte ahval-i mezkûreye binaen şimdiki yürüyüş usulü daha çok
zaman meri kalacak ve bu vechle gayet ağır olarak ileriye hareket eden
bir kolordunun yürüyüş kolunun nihayet kıt‘aları kol başından yirmi dört
kilometre, yani bir günlük mesafede bulunacaktır. Kolbaşı tarafında bir
muharebe zuhur edecek olur ise o hâlde kolun en gerisinden giden kıt‘alar

57
Von der GOLTZ

ahval-i adiyede muharebe meydanına vasıl olmazdan evvel bir hizmet daha
edasına mecbur bulunurlar. Bunların gerisinde yürüyenler var ise muharebe
meydanına vasıl oldukları zaman iş görülmüş bitmiş olur veyahut onlar iş
göremeyecek kadar yorgun bulunur. Mevsim-i sayfta hararet-i hava pek
şedit olmaz ise sabahleyin yürüyüşe bede’ edilerek otuz kilometre mesafe
kat‘etmek ve biraz tevakkuftan sonra muharebeye girmek mümkün olabilir.
Mevsim-i şitada bu keyfiyet asla mümkün olamaz. Çünkü memleketemizde
(yani Almanya’da) mevsim-i şitada (alafranga) saat sekizde sabah ve saat
dörtte akşam olmaktadır. Bunun için bir kolordu kuvvetinin mikyası kâffe-i
mevâsimin ihtiyacatıyla mütenasip olmalıdır. 40.000 kişilik bir ordu otuz iki
ve 50.000 kişilik bir kolordu dahi kırk kilometre tûlünde bir yürüyüş kolu
husule getirir.
Lâkin bir kolordu için bu hesaba kolordu için mukteza olan zahire ve
cephaneyi ve sıhhıyeye, köprücülüğe vesaireye lazım olan ecza ve edevatı
hâmil bulunan arabalar dâhil edilmemiştir. Yürüyüşün intizamını muhafaza
ve yürüyüş esnasında lüzumsuz tevakkufları men‘ etmek için icap eden
fasılalar dahi verildiği hâlde mezkûr arabalar kolunun tûlü takriben otuz
kilometre eder. Binaenaleyh Almanya kolordularında ağırlık kolunun
nihayetinde yürüyüş kolunun başına kadar iki günlük bir mesafe bulunur.
50.000 kişilik bir kolorduda bu mesafe üç günlük olacağından ağırlığın
nihayetinde bulunan arabalar yürüyüşe uzun bir fasıla verilmedigi hâlde kol
başına hemen bir vakit vasıl olamaz .
Bir kolordunun kuvveti 30.000 kişiyi tecavüz ettiği gibi mezkûr
kolorduyu hemen taksim ile ayrı yollardan ve bununla beraber her kolu ayrı
kumanda altında hareket ettirmek lazım gelir. Binaenaleyh bu taksimi daimî
olarak ibkâ etmeli, yani kolları küçük teşkil eylemelidir.
Daha zayıf olan kollarda yolların cümlesinden istifade gayr-i kâbil olmuş
olur. Hâlbuki ordularımızın cesameti ve hareketindeki müşkülat hasebiyle
bu keyfiyet pek mühimdir. Bu küçük kollardan ikisi yek-diğerini müteakip bir
cadde üzerinde hareket ettirilecek olsa bununla dahi büyük bir iş görülmüş
olmaz. Zira geriden hareket eden kolun başı daima birinci kolun arabaları
nihayetine çarpar ve kolun baş tarafından bir günlük mesafede bulunur
veyahut birinci kol ile arabalarının teşkil ettiği kolun arasına girmeye mecbur
olur. Bu ise birinci kolun nakliyesinden infikâkına netice verir.
Velhâsıl orduda büyük ve tabiî bir cüz’-ü tâmm bugünkü 30.000 kişiden
mürettep olan kolordudur. Miktar-ı mezkûru büsbütün muayyen bir miktar

58
Millet-i Müselleha

olarak addetmek lazım gelmez. Çünkü mesela piyadede dört nefer yerine altı
nefer yürütülecek ve kıtaat-ı askeriye beynindeki mesafeler tenkis edilecek
olur ise bir cadde üzerinde daha ziyade asker sevki mümkün olacağı âzâde-i
kayd-ı iştibahtır. Napolyon’un vakıa o zaman ziraati bugünkü derecede
olmayan arazi üzerinde pek çok kerre icra eylediği vechle, piyadeyi yolun
haricinde hareket ettirerek yolu dahi yalnız süvari, topçu ve nakliyeye
hasretmek mümkün olduğu gibi kolların nakliyesini muvakkaten terk ile iki
kolu bir biri arkasında yürütmek dahi kâbil ise de hususat-ı mezkûre hâlât-ı
istisnaiyeden addolunmalıdır.
Düşman dahi aynıyla bu hâlâta merbut bulunduğu cihetle bir günde
bizim kolordudan daha ziyade askeri muharebeye sokamaz. Binâberîn sırf
nazariyat nokta-i nazarından bakıldığı hâlde bir kolordu düşmanın yalnız
bir caddeden gelmesi mefrûz olmak şartıyla her nasıl bir kuvvete olursa
olsun tamam bir gün mukavemet edebilir. Vakıa ameliyatta bunun nadiren
hüküm ve ehemmiyeti olabilir. Çünkü müteaddit hutûtü’l-harekât mevcut
bulunduğu hâlde düşman elindeki kuvvetinin servetini sarf edebilmek için
elbette bahsolunan hutûtü’l-harekâttan istifadeye müsâra‘at edecektir.
Hususât-ı mezkûreden anlaşılır ki bir kolordunun ordu aksamından
birisinin muharebe veya hareket esnasında muhtaç bulunacağı kâffe-i vesaiti
müstakilen haiz olmaklığı lazımdır.
Binaenaleyh mezkûr kolordu sunûf-ı selâseden, yani piyade, süvari ve
topçudan mürekkep olduktan başka istihkâm askerine, köprücülük edevatına
ve erzak ve mühimmatını yetiştirecek bir levazım idaresine ve hastalar ile
mecruhlarına bakmak için iktiza eden vesaite, hatta yedek bârgîrlere mâlik
bulunmalıdır. Ondan başka başkumandan memlekette zayiata mukabil sevk
olunacak efrad-ı ihtiyatiye üzerine dahi amir-i müstakil olmalıdır.
İşte mütemeddün olan bir memlekette harp edecek olan bir kolorduya
ancak şerâ’it-i mezkûrenin husulünden sonra her nev‘ memuriyet verilebilir.
Bundan anlaşılır ki daha zayıf kolların teşkilinde âdeta büyük bir israf edilmiş
olur. Çünkü 15.000 kişi için teşkil edilecek olan idare heyetleri 20.000 kişilik
bir kolordunun idare heyetlerine hemen muadil bulunur.
Misal olmak üzere burada bir Almanya Ordusu’nun suret-i teşkilini
zikredelim : Mezkûr kolordu umum kumanda heyetinden, yani başkumandan
ile erkân-ı harbiyesi ve levazım sıhhıye ve divan-ı harp heyetlerinden iki
piyade fırkasıyla mezkûr iki fırkadan birisinin maiyetine verilen bir avcı
taburundan ve topçu, cephane ve nakliye kollarından mürettep bulunur.

59
Von der GOLTZ

Nakliye kolu dahi erzak ve cephane ve köprücülük ve sahra ekmekçileri ve


bârgîr ve seyyar hastahane kollarına münkasimdir.

İki piyade fırkasıyla topçu kolu “kısm-ı muharip” tabir olunan kısmı
teşkil ettiklerinden mülahazatımız başlıca onlara racidir. Aksam-ı saire bi’t-
tecrübe hissolunacak lüzuma nazaran teşkil olunur. Cephane kolları bir
muharebe gününe lazım gelen cephaneyi hâmil olarak, o miktar cephane
dahi bizzat askerin nezdinde bulunur. Binaenaleyh bu cephane, nizamı
üzere tamam bulunuyor ise iki günlük kanlı ve katî bir muharebe cephane
fikdânını asla hissettiremez. Erzak ve arpa, saman kolları efrat ve hayvanatı
beş gün iaşe edebilir. (Dikkat ile hesap olunduğu hâlde kolordunun beş erzak
kolu, efrat için dört günlük ve beş arpa, yem kolu hayvanat için yedi günlük
zahireyi hâmil bulunur. Hakikatte iki kol aynıyla bu hizmeti eda ettiğinden
arabalar layıkıyla yüklendiği hâlde efrat ve hayvanat için beş ve belki on
günlük zahireyi daima hâmil bulunabilir).

Seyyar hastahanesi kolu 2.400 neferi, yani bir günlük muharebede


mecruh olabilecek efradı istiap eder. Ekmekçi kolu bir arazi-i mezrua
üzerinde sanayi-i hususiyeden dahi istifade ederek askerin daima bir günlük
ekmeğini yetiştirebilir. Köprücülük kolu Spree Nehri misillü arzları vasat
derecede olan suları geçmek için kâfidir. Yedek bârgîrleri, iki yüz bârgîr ile
üssü’l-harekâttan kıyam ederek esna-yı sefer ve muharebede bârgîrce vuku
bulacak zayiatın yerini doldurmaya çalışır.

Piyade fırkalarına dair söylenecek birkaç söz vardır :

Piyade fırkaları sunûf-ı selâseden, yani piyade, süvari ve topçu


askerinden mürekkep oldukları ve yalnız idare ve mühimmat ve cephane
cihetiyle müstakil olmak üzere bir istihkâm, köprücü ve bir sıhhıye koluna
dahi mâlik bulundukları cihetle kendilerine birer küçük kolordu nazarıyla
bakılabilir.

Piyade fırkalarının teşkilinde istihsal olunan maksat aynıdır, yani bunda


dahi kıt‘a-i askeriye-i mezkûrenin müstakilen muharebeye girişebilmesi
hususu nazar-ı dikkat ve itinaya alınır. Bu husus bir fırkadan, yalnız
kolordunun müneffek bulunduğu zaman değil, hatta büyük bir hatt-ı harp
dâhilinde bulunduğu esnada dahi matluptur. Çünkü kolordu başkumandanı
ekseriya iki fırkadan bir hatt-ı harp teşkil ve her birine ayrıca bir meydan-ı
muharebe irâ’e ve tayin mecburiyetinde bulunur. Fırkaların dahi tarihçe
birer menşei vardır :

60
Millet-i Müselleha

Dük Ferdinand Brunswick “Muharebe-i Heft-sâle” hengâmında İngiltereli


, Brunswickli, Hessianlı ve Hannoverlilerden mürettep bulunan ordusunu
müteaddit fırkalara taksim etmiş idi. Vakıa bu taksim pek mütenasip idi.
Zira bir unsurdan olarak sunûf-ı selâseye mensup olan efrattan teşkil edilen
fırkalara, yine kendilerinden bir kumandan verilmiş ve bu suretle akvam-ı
muhtelife efradı kavmiyete nazaran ifraz edilerek müstakil fırkalar vücuda
getirilmiştir. Muhtelif fırkaların yek-diğerlerine emniyeti ve kumandanların
ittihad-ı efkârı harekât-ı askeriyeyi teshil ve bu suretle kumandanların
istiklalini tezyit eylediği nümâyân olmuştur.
Fransızlar müşârun-ileyh Ferdinand ile harp etmiş olduklarından
mu’ahharen cumhuriyet ordularında bu tertip görülmüştür. Çünkü
cumhuriyet orduları henüz kolordulara taksim olunabilecek raddede cesim
olmadıklarından fırkalara taksim edilmeleri münasip addolunmuştur.
Mezkûr fırkalar ekseriya dokuz tabur piyade 6-8 bölük süvari ve 6 bataryadan
mürekkep bulunarak müstakil kumandanlara ve kendilerine mahsus erkân-ı
harbiye ve yaverân, levazım ve mühendis heyetlerine mâlik idi. Velhâsıl
bu fırkalar nizamen 12.000 kişiden mürettep olmaları lazım gelir iken
mevcutları 5.000- 8.000 neferi asla geçmemiş olan müstakil birer küçük
ordu makamında idiler. Prusya Hükûmeti 1805 ve 1806 senelerinde (vakıa
ikballi bir zamanda değil ) taksimat-ı mezkûreyi kabul etmiş olduğundan, her
ne kadar istiklal muharebatı esnasında Prusya kolorduları livalara inkisam
etmek usulü çıkmış ve bu suretle fırkalara teşkili devrine muvakkaten bir
fasıla verilmiş ise de yine usul-i mezkûre ezmine-i cedideye intikal etmiştir.
Filhakika kâffe-i ahvale karşı durabilecek küçük ordu aksamına mâlik
olmak elbette kolordulara mâlik bulunmaktan daha ziyade mucib-i suhulettir.
Bir kolorduyu teşkil eden iki fırka ahval-i gayr-i müsaidde yek-diğerlerini
takip ederek bir cadde üzerinde hareket eder ise de ahval müsait ve yollar
mevcut olduğu hâlde ikiside ayrı yollardan hareket eyler.
Fransa muharebesinin hitamına doğru ki Almanya askeri büyük bir
mesafe üzerinde yayılmaya mecbur oluyor ve düşmanın cesareti tenakus
etmesinden dolayı şiddetli muharebeler vukuunu beklemediği hâlde her
tarafta kuvvetli bir düşmana tesadüf ediyor idi, ekseriya fırkaları dahi
taksim ederek livaların maiyetine süvari ve topçu vermek mecburiyeti
hâsıl olmuş idi. İşbu livalar ahval-i adiyede ancak fırkalara veya kolordulara
verilen memuriyetleri alır idi. Yalnız Dijon civarında mütehaşşid bulunan
Fransızların Vosges Ordusu karşısında mevki ahz eden Ketler Livası’nı der-
hatır etmek kâfidir. Lâkin o sırada düşmanın cüret ve gayreti tenakus etmiş

61
Von der GOLTZ

olmakla bu misillü ahval arasında tertibat-ı mezkûrenin icrası caiz olabilir


idi.
Bizim bugünkü fırkalarımız on iki taburdan mürettep iki piyade livası,
4 bataryadan müteşekkil bir topçu kolu, 4 bölükten mürekkep bir süvari
alayı ve maiyetinde köprücü nakliyesi dahi bulunan 2 istihkâm bölüğünden
teşekkül eder. Bütün bir alay süvarinin bir fırkası maiyetine verilmesi hususu
cây-ı itiraz olabilir. Fırka, kolordudan ayrılacak ise o zaman süvariye ait
kâffe-i hidemâtı yalnız 4 bölük süvari eda edemeyeceği gibi fırka kolordu
ile beraber bulunacak olur ise o vakit mezkûr 4 bölük süvari ziyade gelir.
Çünkü ileri karakollar hizmetinde bile ordunun cephesi önünde küllî süvari
bulunacağı cihetle fırkalar öyle çokça süvari çıkarmak mecburiyetinde
bulunamaz. İleride ekseriya vuku bulacağı gibi iki fırka yek-diğerini
müteakip bir cadde üzerinde hareket edecek olur ise ikinci fırkanın süvari
alayı hareket için layıkıyla mesafe bulamayarak ya iki fırka arasında hareket
eder ki o zaman hiçbir faydası olmaz veyahut birinci fırkanın ön tarafında
veyahut yan tarafında hareket ederek bu vechle irtibatı muhafaza etmekten
ziyade hususat-ı saireye hizmet etmiş olur.
Her fırka kumandanının maiyetinde bir miktar süvariye mâlik
bulunmaya arzu-keş olmaklığı tabiî ise de bugünkü günde sevkülceyş ve
tabiyenin en cesim cüz’-ü tâmmı kolordu bulunması haysiyetiyle bir fırkaya
icabında iki bölük süvari kifayet eder. Bir fırka müstakilen bir işe memur
edilecek olsa o zaman kendisine daha ziyade süvari lazım geleceği cihetle bu
süvarinin miktarı bir alaydan ziyade olmalıdır.
Bu iki piyade fırkasının yanında topçu kolu, kolordunun kısm-ı
sâlisi olup 6-8 bataryadan teşekkül eder. Mezkûr bataryalar kumandana
muharebeyi istediği istikamete tevcih edebilmek hususunda pek büyük bir
hizmet eda ve böyle uzun bir top hattı pek çabuk nüfuz ve tesirini icra eder.
Toplar her ne tarafta zuhur eder ve mermiyatıyla hücumu hazırlar ise piyade
efradı dahi o cihette hücum ve taarruza meyyal bulunur. Topların cephesi
bütün kolordunun cephesi istikametini irâ’e eder. Kolordu maiyetine verilen
topçu koluna başkumandandan maada kimsenin kumanda etmeye salahiyeti
olamaz. Mamafih iki piyade fırkası bu hâlden bir dereceye kadar müstağnî
olur, zira beher fırkaya kumanda eden zatın fırkasına kendi malı nazarıyla
bakarak nüfuzunu o vechle yürütmeye çalışması tabiîdir.
Kolordunun iki piyade fırkasına taksimi muvafık-ı maslahat olmadığı
şimdiye kadar pek çok defalar söylenmiş ve yazılmıştır. Clausewitz bu babda

62
Millet-i Müselleha

der ki : “Bir orduyu üç kısma taksim etmek kadar fena şey olamaz. Fakat iki
kısma taksim edilse bu da pek fena olur. Zira bu suretle kumandanın nüfuzu bî-
taraf hükmünde kalmış oluyor.” Vakıa bu söz kolorduya tamamıyla mutabıktır.
Çünkü kumandan olan zat ya nüfuzunun bî-taraf kılındığını istemeyerek
fırkalar beynindeki rabıtayı kesretmek veyahut rabıta-i mezkûreyi muhafaza
fikrinde ise kendi nüfuzunun bî-taraf kaldığını görmek mecburiyetinde
bulunur.
Lâkin bu usul taksimat bizde mürur-ı zaman ile husule gelmiş ve
hâl-i hazırdaki teşkilat-ı askeriyemiz ile şediden merbut bulunmuş olduğu
cihetle teşkilat-ı mezkûreyi ihlal etmeksizin bu taksimatı bertaraf edemeyiz.
Binaenaleyh şimdiki tensikat-ı askeriyemiz devam ettikçe kolordunun iki
fırkaya taksim edilmesine razı olmaya mecburuz. Bu taksim baki bulunduğu
müddetçe topçu kolu dahi daima kolordunun bir kısm-ı sâlis-i elzemi hâlinde
bulunacaktır. Mezkûr topçu kolunun fırkalar beyninde taksimi pek çok defa
teklif olunmuş ise de bu teklif mahzuru cihetiyle kabul olunamaz. Zira topçu
kolu fırkalar arasında taksim edildiği surette başkumandan vakt-i münasipte
bizzat muharebeye iştirak ederek bir nokta-i müntehabe üzerinde ziyade
vakit ibraz etmek için en âlâ bir vasıtadan mahrum edilmiş olur.

Süvari Fırkası
Ezmine-i cedidede ordunun büyük aksamından olarak başlı başına
harekât-ı askeriye icrasına memur olan kolordular değildir. Başkumandan
hesabını, kolordular ve süvari fırkaları ile icra eder. Evailde yalnız esna-
yı harpte teşkil edilen mezkûr süvari fırkaları şimdi hâl-i hazarda dahi
müctemi‘ bir surette bulunur veyahut talim zımnında muayyen vakitlerde bir
mahalde içtima eder. Kolorduda olduğu gibi süvari fırkasının kuvvetine dair
dahi bir mikyas-ı tabiî olmayıp bu husus ahval-i teşkilattan ve muamelat-ı
nazariyeden neşet ediyor. Süvari fırkasının kendisi gibi kuvveti dahi bir nev‘
eser-i sunîdir.
Süvari muharebesinde netice veren şey hücum yürüyüşüyle gelen
süvarilerin müsademesi olarak bunda dahi tesadüflerin medhal-i küllîsi
bulunduğu cihetle hücuma mübaşeret eden süvarinin muharebenin hâlât-ı
muhtelifesinden istifade ve mazarratına mukabele edebilecek vechle tertip
edilmesi lazım gelir. Binaenaleyh süvari yek-diğerlerine muavenet ederek
hücum eden birtakım kademelere taksim edilir. Süvariyi biri müsademe,
diğeri manevra ve üçüncüsü istinat olmak üzere kademe-i sülüseye taksim

63
Von der GOLTZ

etmek bu babda en âlâ bir mikyas addolunmuştur. Şiddetli bir müsademe


husule getirmek için dört bölükten mürettep yalnız bir alay kâfi olmayıp
üç alay birden sevk ve idare ise müşkül olduğundan kademeleri beheri
dörder bölükten mürettep iki alay, yani sekiz bölükten ibaret livalardan
teşkil etmek münasip görülmüştür. Hangi kademenin hücuma ve hangisinin
manevraya veyahut netice-i kat‘iyeyi istihsale veya bir mukabil hücumu def
etmeye memur olacağı evvelden tayin olunamayacağı cihetle kademelerin
kuvvetçe yek-diğerlerine muadil bulunmaları iktiza eder. Bugünkü günde
süvari tarafından iltizam edilen üç kademe tabiyesinin başlıca bir faydası
da bir kademeyi diğer bir kademenin vazife-i asliyesinde istihdam etmekte
mahzur görülmemesidir. Binaenaleyh ahvalden istifade zımnında büyük bir
serbestî husule gelmiş oluyor. Kaideten birinci kademe müsademe ve ikincisi
manevra kademesidir. Lâkin ekser hâlâtta hücum istikametini düşmandan
saklamak için birinci kademe ile manevra ve ikincisiyle müsademe icra edilir.
Üçüncü kademe bittabi vazife-i asliyesini muhafaza ederek ya muharebeye
netice verir veyahut bozgunluk vukuunda istinat makamında bulunur.
Kâffe-i milel-i mütemeddüne nezdinde usul ittihaz olunduğu vechle
süvari fırkalarının maiyetine bir miktar topçu verilmesi fevkalade faydalıdır.
Çünkü topçu süvarinin hareketini tehir eden mevâni‘i bertaraf ettikten başka
ateşiyle hücumu dahi teshil eder.
Buna binaen süvari fırkaları üç liva, yani her biri sekiz bölüğü şamil üç
kademeden ve bir yahut iki süvari bataryasından mürekkep bulunur.
Harpte büyük mikyasta mühim olan cüz’-ü tâmmlar kolordular ve
piyade ve süvari fırkalarıdır. Evailde orduya bir de bir topçu ihtiyatının elzem
bulunduğu itikat olunarak o zamanlar mezkûr ihtiyat topçusu bugün kolordu
topçusunun kumandana ettiği hizmetin aynını başkumandana ifa eder
idi. Lâkin mezkûr ihtiyatın istimali bütün sefer esnasında hemen iki güne
münhasır olmakla faydası olmayan böyle bir topçuyu ordunun arkasından
getirmek için çekilen zahmete mukabil görülen fayda kâfi addolunmadı.
Ondan başka başkumandan istediği zaman kolorduların topçu kollarını
birleştirerek muharebe esnasında büyük bir top hattı tertip edebilir. Şayet
mezkûr topçu kolları vakt-i muayyende netice-i kat‘iyeyi istihsal etmek
üzere hatt-ı harbin gerisinde tabiye edilmiş ise kendilerinden aynıyla ihtiyat
topçusundan edilen istifade hâsıl olabilir.
Ordunun sair taksimatının o kadar ehemmiyeti yoktur. Yoksa piyade
fırkaları her biri üç taburlu dört veya altı alaydan, dört taburlu üç alaydan
mürettep iki livaya mı taksim edileceği hususu şayan-ı ehemmiyet değildir.

64
Millet-i Müselleha

Mamafih bize kalır ise bu ikinci suret-i taksim daha ziyade muvafık-ı maslahat
olarak zaten Almanya’da hâl-i hazara mahsus mülahazat, fırkanın vech-i sânî
üzere taksimini istilzam eylemektedir.

Bir de ordunun en küçük aksamının bir mikyas-ı tabiîsini bulmak


şayan-ı ehemmiyet bir maddedir. Piyadede şimdiye kadar en küçük cüz’-ü
tâmm bir adamın sedasıyla idare edebileceği miktar neferattan mürekkep
bir kıt‘a-i askeriye olmak üzere itibar edildiğinden bu suretle 1.000 kişilik
bir tabur, cüz’-ü tâmm-ı asgar addolunarak bölüğün müstakil bir kıt‘a olması
muharebe için olmayıp ancak idare ve talim hususunda idi.

Bu babda en ziyade dikkat olunacak bir şey nasıl bir kıt‘a-i askeriye olursa
olsun, birdenbire düşman ateşiyle harap olmak tehlikesinde bulunmayarak
muharebe meydanına yanaşık nizamda olarak gelebileceği kaziyyesidir.
Taburun pek büyük bir hedef olup düşman mermiyatının daire-i tesiri
dâhiline girdiği gibi dört bölüğe ifraz olunmak mecburiyetinde kalacağı cümle
nezdinde malum ve musaddaktır. İşte bundan anlaşılır ki tabur en küçük cüz’-ü
tâmm olmayıp 250 kişilik bir bölük bu hâli kesb etmiştir. Lâkin bir kolorduda
bölüklerin adedi fevkalade ziyade olduğundan yüz bölüğe birden kumanda
etmek gayet müşkül ve yirmi beş taburu idare etmekten daha müte‘assirdir.
Bizzat alay kumandanı bile tabur rabıtası bertaraf edildiği hâlde münferit on
iki bölüğe kumanda etmekte müşkülat çeker. Binaenaleyh taburları ibkâ ve
anları cüz’-ü tâmm itibar etmek muvafık-ı maksat ve maslahat olarak yalnız
şurasını bilmelidir ki onların ibkâsı mahzâ kumandayı ve kıtaat-ı cesimenin
harekâtını teshil etmek maksadına mübtenîdir.

Süvaride en küçük cüz’-ü tâmm 150 neferlik bir süvari bölüğüdür ki bu


mikyas müteaddit tecrübeler neticesinden hâsıl olmuştur. 150 bârgîr ile o
miktar nefere bir zabit en cüzî teferruata varıncaya kadar nezaret edebilir.
Bu husus Şimalî Almanya’da bir çiftlik sahibinin münasip addeylediği usule
tamamıyla muvafıktır. Ticaret yüz elli nefer ile o nispette bârgîr ve araba
hayvanatının vücudunu istilzam ediyor ise o hâlde çiftlik sahibi ahır vesaireyi
tefrike mecbur olur.

Kezâlik edilen tecrübeler sayesinde topçuda altı toplu bir bataryanın


en küçük cüz’-ü tâmm olduğu istihraç edilmiştir. Evailde bir batarya 6-12
top arasında bir miktar top ile teşkil ediliyor ve daha evvelleri mesela :
Muharebe-i Heft-sâle esnasında bataryalar topçu parklarından lüzumu kadar
alınan toplar ile teşkil olunarak topların adetçe bir miktar-ı muayyeni yok idi.

65
Von der GOLTZ

Bâlâdaki mütalaattan anlaşılacağı üzere bugünkü günde Almanya’da


1.000 kişilik tabura 150 kişilik süvari bölüğü ve 6 toplu batarya en küçük
kıtaat-ı askeriyeyi teşkil ettiği gibi bir kolordu dahi iki piyade fırkası, bir
avcı taburu ve bir topçu kolu ile beraber 25 tabur piyade 8 bölük süvari
14 -16 batarya top yani 25.000 nefer piyade 1.200 nefer süvari 74 - 96 top
kuvvetindedir.

Ümera-yı askeriye ve istihkâm ve topçu efradı dahi dâhil-i hesap edilir


ise bâlâda beyan olunduğu vechle bir kolordunun tamam 30.000 muharipten
mürettep bulunduğu kabul olunabilir6.

Her biri sekiz bölükten mürekkep üç livayı şamil olan süvari fırkası 3.600
süvariden ve maiyetinde olan iki süvari bataryası 12 toptan mürekkeptir.

Seferber olan orduya müteallik bulunmayan askerin revâbıt-ı


cesimelerini lüzumuna göre teşkil etmek mümkündür.

İhtiyat asâkiri için seferber ordunun haiz olduğu taksimat-ı azamî pek
münasiptir. Binaenaleyh asâkir-i merkûmeyi fırkalara ve mümkün olur ise
kolordulara taksim etmelidir. Kılâ‘ ve mevâki‘de kalan asâkir için eğer asâkir-i
merkûmeden bir kısm-ı küllîsi mesela : Bir sahilin bir mevki-i müstahkemin
bir büyük kalenin veya bir eyaletin vesairenin muhafazasına memur ise
keza bâlâdaki usul taksim caiz olabilir. Mamafih küçük cüz’-ü tâmmları ibkâ
etmek lazımdır. Çünkü onlardan büyük kıt‘alar teşkil olunduğu hâlde yine
bir iş görmek için onları ifraz ve rabıtalarını kesretmek lüzumu tahakkuk
edeceği aşikârdır.

Ordularımızın terkip ve taksimine bu kadar mülahazat kâfi addolunur.

6 Kitaba rabt olunan bir plan, seferber kolordunun terkib-i aslîsini ve yürüyüş nizamını,
teferruatının izahıyla beraber irâ’e eder.

66
Beşinci Fasıl
Heyet-i Zabitan

“Prusya Ordusu’nun ruhu zabitanındadır.”


Rüchel’in bu sözü tarz-ı ifadesindeki garabetten dolayı belki o vakitler
istihfaf olunmuştur. Mamafih meali fevka’l-had mutabık-ı hakikattir. Ordunun
hâli heyet-i zabitanın hâliyle mütenasip olarak âlem-i siyasîde meşhut
olan hâl burada dahi aynıyla müşahade edilmektedir. Umur-ı aliyeyi idare
eden zevat, gayûr ve muktedir bulundukça millet dahi kuvvet ve iktidarını
muhafaza eder. En iyi asker fena zabitlerin elinde bulunacak olur ise hiçbir
vakit iyi bir ordu teşkil edemez.
Binaenaleyh zabitan, ahalinin en ali sınıflarından ahz ve tefrik olunmak
lazım geleceği aşikârdır. Çünkü sunûf-ı mebhûs-ı anhâ maişet-i adiyelerinde
bile sunûf-ı saire-i ahali üzerine bir nev‘ nüfuz icra eder. Prusya heyet-i
zabitanını vücuda getiren Büyük Frederick heyet-i mezkûreyi o zaman
en ziyade mütefennin bulunan zadegân sınfından teşkil etmiştir. Bu hâl
tebeddül ettikten sonra heyet-i zabitanın suret-i terkip ve teşkili dahi
değişti. Almanya’da zabitanın el-ân sunûf-ı aliyeden yetiştirilmesi lazım
gelir ise, sunûf-ı mezkûrenin elbette bugünkü günde heyet-i içtimaiye ve
siyasiyeyi idare etmekte bulunan mütefennin sınıflardan yetiştirilmesi iktiza
edeceği bedihidir. Tahsil-i ulûm ve fünûn havass-ı aliye ve maneviyenin esası
bulunduğu cihetle bu hususa atf-ı nazar-ı ehemmiyet ezher cihet elzem bir
keyfiyet ise bunda yalnız tahsil cihetine değil, belki terbiye ve hüsn-i ahlak
hususuna daha ziyade ehemmiyet vermek lazım gelir. Bir zabitten hizmeti
uğurunda menâfi‘-i şahsiyesini, kisb ü kârını ve refahiyet ve rahatını feda
etmeye daima hazır bulunması matluptur.
Binaenaleyh zabitan, ahalinin kendi menfaatlerinden ziyade menâfi‘-i
umumiyeye hizmete alışmış olan sınıflardan alınmalıdır. Bu sınıflarda çocuklar
pederlerinin hareketinden ibret alarak daha küçük yaşlarında iken vazife-
perverliğe meyl ve muhabbet ederler. Heyet-i zabitan mükemmeliyetinin en
büyük düşmanı şüphesiz hod-perestlik olduğundan, bu hasleti terviç eden
her bir meşguliyet heyet-i mezkûre mükemmeliyetinin düşmanıdır.

67
Von der GOLTZ

Binaenaleyh heyet-i zabitanı, azası cemiyet arasında şerefçe yek-


diğerlerine muadil ve menfaatleri, vazifeleri müşterek ve birisinin
harekâtından hepsi mesul bir sınıf hâline koymak pek ziyade maslahata
muvafık idi. İşte bu suretle heyet-i zabitan şövalyeler cemiyetlerinin en
parlak zamanlarında mâlik oldukları birtakım hassalara mâlik olmuş olur.
Zabitin kalbi bir şevk-i manevî ile memlû olmalıdır, olmadığı takdirde
vazifesini hakkıyla ifaya muvaffak olamaz. Bu vazifenin neden ibaret olduğunu
bir kerre gözümüzün önüne getirelim! Hayatın tasavvur olunan en müşkül
bir hâli yani ölüm tehlikesi karşısında maiyetindeki askeri sevk ve idare ile
beraber onların üzerine olan nüfuz ve iktidarını muhafazaya mecburdur.
İşte bu hususa muvaffak olmak için pek ali hassaları haiz bulunmak lazım
gelip heyet-i zabitan misillü efradı pek kesîr olan bir heyetin her tarafında
bu hassaları bulmak kâbil değil ise de havass-ı matlube, kısm-ı azamı tahsil
ve terbiye ve ahalinin en ali zevatıyla mütemadiyen ihtilat sayesinde iktisap
olunabilir. Bu ise ancak heyet-i zabitanın heyet-i mahsusa ve mütemeyyize
olmasıyla mümkün olur.
Efrad-ı askeriye üzerine olan nüfuz ve iktidar, daha hâl-i hazarda
efrad-ı merkûmeyi terbiye ve talim esnasında fikir ve tabiatının havass-ı
hasenesini ibraz ederek iktisap olunmalıdır. Her şeyden evvel bu hassalar
efrad-ı askeriyenin daima refahiyet ve selametini iltizam emrinde nümâyân
olmalıdır. Zabitan, efrad-ı askeriyenin refahiyet ve istirahatini asla nazar-ı
dikkat ve itinaya almayarak yalnız emretmeye başladığı zaman heyet-i
zabitan nüfuzu ile beraber rehîn-i zeval ve inkıraz olmaya başlar. Her ne kadar
efrad-ı askeriye üzerine olan kumandaları mutantan ve şematet-kârâne bir
surette devam eder ise de yine zabt u rabt-ı askerî bâtınen kesb-i zaaf etmiş
bulunur. Orduda zabt u rabt-ı askerî kesb-i zaaf ettikçe idare-i müstebidâne
o nispette tezâyüd eder.
Zabitan, hâl-i hazardan ziyade esna-yı seferde efrad-ı askeriye üzerine
icra-yı nüfuza ve etvâr-ı aliye ile askere hüsn-i misal olmaya gayret etmelidir.
Bunun için zabit olan kimse ömrühayata ehemmiyet vermemelidir. Maksad-ı
muharebenin husulünü istilzam eden esbâb icbar etmediği hâlde bile yalnız
maiyetindeki askeri teşvik ve teşci için bazan hayatını tehlikeye koymalıdır.
Yani zabit olan kimse mücerred cesaret ve fedakarlık göstererek efrad-ı
askeriyenin hissiyat-ı aliye-i kalbiyesini ikaz edebilir ki büyük işler görmeye
muvaffak olmak dahi ancak hissiyyat-ı mezkûreyi ikaz ile mümkün olabilir.
İşte bunun içindir ki lüzum-ı hakikîye mebni heyet-i zabitanın bir devlet
içinde bir mevki ve makam-ı temayüzde bulunması elzemdir.

68
Millet-i Müselleha

Noblesse Oblige (şan-ı asalete muvafık hareket etmelidir). Cemiyet içinde


bir mevki-i mümtazda bulunmaya alışmış olam kimse, esna-yı harpte dahi
mümtaz işler görmeye meyyal olur ve bilakis tazyik altında ve ehemmiyetsiz
bir mevkide bulunmuş olanlar hiçbir vakit birdenbire meydana çıkarak
büyük işler göremezler. Esir daima cebân olur. Lâkin şayan-ı teessüf olan
esaret-i maişet, sair esaretlerden daha az şedit olmayıp insanda mevcut olan
hiss-i vakar ve emniyeti nez‘ ve izale eder. Vakarı iltizam ve nefsine itimat ise
en müşkül ahvalde bile muhafaza-i nüfuz ve iktidara medâr olageldiğinden
bir zabitte bulunması derece-i nihayede elzemdir.
Cemiyet içinde sınıf-ı askerîye verilen imtiyazat, faizi işler bir sermayeye
benzer. Hatta bir zabitin evân-ı şebâbında sunûf-ı saireye mensup olan akran
ve emsaline nazaran daha ziyade şeref ve itibara mazhar olması hususu bile
meydan-ı muharebede vatana pek büyük semereler husule getirir. Zabit sevk
ve emretmek vazifesiyle mükellef bulunduğu cihetle onun nefsinden dahi
mutmain bulunması ve makam ve mevkii ile mütefahhir olması lazımdır.
Mazhar olduğu şan ve şerefi biraz ifrat ile dahi tasavvur edecek olsa yine
zararı yoktur.
Bir zabit arazi sahibi tacir veya sanatkâr misillü servet ü sâmân kazanmak
ve daima bir memlekette kalmak ve ailesinin istikbalini temin etmek
hususlarına onlar kadar muvaffak olamayacağından bu zararlara mukabil
kendisinin zâhiren bazı imtiyazata mazhar edilmesi her hâlde muvafık-ı
hikmet ve hakkaniyettir. Fakat sunûf-ı sairenin nazar-ı hasedini celp eden
yine imtiyazat-ı zâhire-i mezkûredir. Hâlbuki imtiyazat-ı mezkûrenin büyük
fedakârlıklara karşı muhikk ve cüzî bir mükafattan ibaret bulunduğu asla
hatırdan çıkarmamak lazım gelir idi. Sunûf-ı saire efradından hiçbirisinden
her vakit feda-yı can ve hayata hazır ve müheyya bulunması talep edilmez.
Von Decken bundan seksen sene evvel zabitanın heyet-i devlet içindeki
münasebat ve ahvaline dair şu güzel sözleri söylemiştir :
“Hod-perestlik efratta husule geldikten sonra bütün sunûf ve cemiyâta
sirayet etmiştir. Bir sınıf diğerini ondan istihsal olunacak fevâ’idi nazaran
takdir eder ise de o maksada doğru meyl ve hareket ettiğini görmeyi talep
eyler. Mesela bir devlette hükümdar olan zat en evvel zadegân sınıfının
muavenetinden emin bulunduğu cihetle daima sınıf-ı mezkûru himaye eylediği
gibi ticaret ile me’lûf olan bir devlette dahi en ziyade tüccar kısmı mazhar-ı
itibar olur. Tüccar dahi kendi sınıfından gayri en muteber sınıf olmak üzre
ticaret-i bahriye ile meşgul ve idare-i sefâ’ine memur olan sınıfı addeder. Bir

69
Von der GOLTZ

sınıfın diğeri nezdinde derece-i itibarına başlıca mikyas, menâfi‘-i şahsıye ve


ihtiyacat-ı muhtelifedir.”
“Silah gürültüsünden sünûhât-ı şiiriye tevahhuş eylediği cihetle ashâb-ı
ulûm ve edebiyat askerliğe ibraz-ı buğz ve adavet eder. Erbâb-ı hükûmetten
olan bir zat sınıf-ı askerînin bais olduğu mesârif-i külliyeyi hesap ettiği zaman
kalbi havf ü dehşet ile müstevlî olur. Memurîn-i mülkiye ümera-yı askeriyeye
terkine mecbur bulundukları bir kısım iktidara nazar-ı haset ile bakarak efrad-ı
askeriyeyi ecnebi bir devletin tebaası nazarıyla görüp ana göre muamele
ederler. Ahlak dersi vermekle meşgul olanlar, zabitanın geçirdikleri eğlenceli
ömre hiddet ederler. Ömrünü süslenmekle geçirmek isteyen bazı tezyîn-
perestân, zabitlerin giydiği süslü elbiseye ve taktıkları meçe nazar-ı haset ile
bakarlar. Çiftlik sahipleri dahi oğullarını ve hizmetkârlarını silahaltına davet
eylediği eclden, sınıf-ı askerîyi kabahatli görerek hiçbir vakit affedemezler.”
“Lâkin birisi sû’-i nazarımızı celp edecek kadar bedbaht oldumu
mukaddema nazar-ı dikkate almadığımız en küçük kusur ve hatalarını bile
görmeye ve hidemât-ı sâbıkasını kâmilen ferâmuş etmeye meyyal bulunur.
Binaenaleyh bir sınıfa karşı hiss-i adavet peyda ettiğimiz gibi bu his en cüzî
şeyler ile kesb-i kuvvet ederek bâdî-i emrde sağir bir çay makamında iken
nihayet gayet cesim bir nehir hâline gelir.”
“İşte şu mülahazata binadır ki vakt-i hazar birçok zaman imtidat edip
de bir harp zuhuru ihtimali bertaraf oldu mu, ahali sınıf-ı askerînin vaktiyle
eda ettiği hidemât-ı cesimeyi ferâmuş ile askerî için edilen mesârif-i külliyeden
şikayete ve sınıf-ı mezkûrun lüzumsuzluğu mevcut olan bazı delâ’il-i zahire ile
ispata kıyam eder.”
Almanya’da hiç olmaz ise bugünkü hâl heyet-i zabitana müsaittir. Çünkü
müteaddit muzafferiyetler heyet-i mezkûrenin şan ve şerefini âlâ ve tezyit
ve sunûf-ı sairenin zabitan hakkındaki sû’-i teveccühünü tenkis etmiştir.
Mamafih uzun bir sulh ve asayiş zamanı gelecektir ki o vakit heyet-i zabitanın
ve efrad-ı askeriyenin müstefit oldukları imtiyazatın lüzumsuz olmayıp bilakis
nafi bulunduğu sunûf-ı saireye ihtar ve ispat lüzumu hâsıl olacaktır. Cemiyet
içinde tazyik altında yaşayan bir heyet-i zabitan, asayiş-perver ve mesai-küster
adamlar yetiştirebilir ise de muhibb-i harp ve cidâl şeci askerler yetiştiremez.
Cemiyet içindeki imtiyazatı olmamış olsa heyet-i zabitanın mevki ve itibarı
pek dûn bir mertebeye tenezzül eder idi; zira cemiyet-i medeniyede, kadr
ü itibara ve servet ü sâmâna nazaran birtakım derecata münkasim olarak
zabitlerimizin ekserîsi ise henüz kilise fareleri kadar fakirdir.

70
Millet-i Müselleha

Bundan başka zabit olan kimse de ihtiyarlığı zamanına kadar gençliğe


mahsus olan şevk ve gayreti baki olmalıdır. Zira onun memuriyeti esna-yı
hapte rahat ve selametini ve hayat ve şöhretini bâziçe-i dest-i talih etmektir.
Binaenaleyh havass-ı saireden başka bir de ümide meyyal ve ahvali pek fâci‘
görmeyen cüzî bir hiffet-meşrebe mâlik olması lazım geldiğinden uzun olan
ömrünü mihnet ve meşakkat içinde geçirmiş olanlar hiçbir vakit bu hassayı
muhafaza edemezler. Zabitanı fütursuz, kasvetsiz yaşatmak bir devlet için
menâfi‘inden neşet eder bir vazife-i mühimmedir. Köşede bucakta gaile-i
maişet ile uğraşan ve parlak bir sefalet yükünü sırtından artarak tekaüdlük
maaşıyla sakin bir köşede yaşayabilmek zamanına muntazır olan zabitandan
ne ordu ne de vatan istifade edebilir.
Muharebe esnasında askere kumanda eden zabitlere elzem olan şevk
ve gayreti bu adamlara nereden vermeli! Sıhhat-ı bedenin muhafazası dahi
nazar-ı ehemmiyete alınmalıdır. Elli altmış yaşında ve aile sahibi bir adamdan
hiçbir şey düşünmeksizin bölüklerinin önünde hendek ve çitleri atlayarak
rüzgar gibi gitmesi talep olunduğu zaman az bir şey talep edilmiş olmuyor.
Böyle bir fiil ve hareketi bir kerrede mükemmel beslenmiş tüccara, rahat
oturan ashâb-ı emlaka, fabrikacılara veya kezâlik o sinde bulunan ashâb-ı
varidata teklif eder iseniz görürsünüz ki bunlardan ekserîsi teklif-i mezkûrun
kendi sinlerinde olan adamlara edilmesi bir eser-i cinnet olduğunu cevaben
beyan ederler.
Zabit olan zat gençliginin şevk ve gayretinden birazını mesleğinin
nihayetine kadar muhafaza etmelidir. Fakat bunu muhafaza edebilmesi
ancak maişet-i ruzimerre tazyikinden biraz azade bulunmasına tevakkuf
eder. Kalbi nev‘a-mâ hissiyat-ı necâbetle memlû olmalıdır.
Devlet, heyet-i zabitana gailesiz ve şerefli bir mevki ita eder ise
istiklali lehinde muvafık-ı hikmet ve maslahat bir harekette bulunmuş olur.
Zira vatanın namus ve hürriyeti her sınıftan ziyade bu sınıfın gayret ve
mükemmeliyetiyle temin olunabilir.
Asr-ı hazırda Avrupa ordularında silk-i askerîden geriye çekilerek ancak
harp esnasında veya icabında talimler vukuunda silahaltına gelen zabitan
sınıfının ehemmiyeti gittikçe tezâyüd etmekte olup bazı ordularda bunlara
verilen isim muhtelif ise de maksat daima birdir.
Harp esnasında hâl-i seferberîye konulan ve üç dört misli tezâyüd eden
orduya mukteza miktar muvazzaf zabitanı besleyebilecek kadar hiçbir devlet
zengin değildir. Hususiyle Almanya’da böyle bir hâl asla mümkün olamaz.

71
Von der GOLTZ

Zira o zaman esna-yı harpte heyet-i zabitana zabit yetiştirecek olan sunûf-ı
mahsusanın hukukuna taarruz edilmiş olur.
Esna-yı seferde muvazzaf orduyu bile kâmilen muvazzaf zabitan ile
idare etmek mümkün olamaz. Umum ordunun seferber hâle konulması
esnasında pek çok zabitan büyük zabitan sınıfına nakledileceğinden,
ekseriya ilk muharebelerden sonra birçok bölükler redif zabitanının elinde
kalmış bulunur.
1870-1871 Harbi’nin hitamına doğru bölük eminleri pekçok defa
bölükleri kumanda etmişlerdir. Daha 1870 senesi Kanunıevvelinde Bavyera
piyade fırkalarından birisi o kadar perişan olmuş idi ki fırkanın cephesi
önünde yalnız bir nefer yüzbaşı görülebildi. Acaba harp bir veya iki sene
daha devam ede idi ne olacak idi? Suali kendi kendine vârid-i hatır oluyor!
Edilen tecrübeler neticesi olmak üzere ileride bir zaman gelecektir ki bu
misillü hâlâtta muvazzaf zabitan ancak kıtaat-ı cesime-i askeriyenin idare ve
kumandasına memur olarak kıtaat-ı sağîre kumandası ise tamamıyla redif ve
mustahfaz zabitanının elinde kalacaktır.
Lâkin uzun bir sefer esnasında zayiatın yerini doldurmak veyahut
düşmana miktar ve kuvvetçe tefevvuk etmek için kıtaat-ı cedide-i askeriye
teşkili lüzumu tahakkuk edeceğinden bu misillü bir ceht ve gayret-i fevkalade
esnasında muvazzaf zabitan hemen tükenmiş bulunacağı cihetle bittabi
kumanda umurunu silk-i askerîden çekilip köşe-i inzivada imrâr-ı evkât
eden zabitana havale etmek icap edecektir7. Bundan sonra seferde husul-i
muvaffakiyyet bu zabitanın derece-i liyakat ve gayretine vâbeste kalır. Zira iyi
zabitlere mâlik olan bir devlet iyi asker dahi bulmuş olur. Binâberîn heyet-i
zabitanın ehemmiyeti vâreste-i kayd-ı iştibah olup ehemmiyet-i mezkûreyi
dahi umuma tasdik ettirmek lazıme-i maslahattır.
Sulh ve asayiş esnasında muvazzaf zabit bulunmaya herkeste meyl
olmaz ise de ahalinin sunûf-ı aliyesine mensup ve gayûr olan her bir kimse
esna-yı harpte muvazzaf zabitlerin yerini tutabilecek vechle hazırlanmayı
bir vazife-i mukaddese bilmelidir.

7 Almanyada beher sene birkaç zabit miktar-ı münasip maaş ile açığa çıkarılır bunlar ek-
seriya tekaüdlüğe kesb-i istihkak etmiş zevattan olmayıp ya hizmetlerinde kusur görülerek
veyahut esbâb-ı saireye isnat edilerek hizmetlerinden istifaya mecbur edilirler. Binaenaleyh
bunlar Devlet-i Osmaniye’deki mütekaid zabitana teşbih edilemez. Devlet-i Osmaniye’de
esna-yı seferde muvazzaf ordu zabitanı kifayet etmediği hâlde redif zabitanına müracaat
olunur ve onların fikdânı hâlinde dahi Mekteb-i Harbiye-i Mülûkâne şakirdânından veya
alaylardaki çavuş ve başçavuşlardan derhâl zabit yetiştirilir. Li’l-mütercim

72
Millet-i Müselleha

Harpte kâffe-i hidemât bir sadelik kesb eylediği cihetle tahsili mükemmel
ve kuvve-i bedeniyesi dahi yerinde olup da müdafaa-i vatan vazife-i
mukaddesesine hasr-ı nefs etmeyi şiar-ı insaniyet-perverîden şümâr eden
her bir kimse muvazzaf zabitin hidemâtını ifaya muktedir olabilir. Meselenin
ifasına kemâl-i şevk ile müsâra‘at edileceğinden asla şüphe edilemez.
Zabit rütbesiyle hizmetten çekilmeyi mukteza-yı namus bir fiil add ile
iktifa etmeyerek bu hareketin ehemmiyeti ve o zabitin daima mazhar olacağı
şeref ve itibarı takdir etmelidir.
Sulh ve asayiş zamanında bile hizmetten çekilmiş zabitanın büyük bir
vazifesi vardır. Çünkü bunların bir ayağı daima ehemmiyetini adi neferden
ziyade takdir eyleyecekleri orduda ve diğer ayağı ahali içinde bulunacağından
ahali beyninde silk-i askerîye muhabbet ve silah istimaliyle ülfet hususlarını
neşr ve tamime en ziyade onlar muktedir ve binaenaleyh ordu menâfi‘inin
faal vekilleri olabilirler.
Hizmetten çekilmiş en cesim ve en mükemmel bir heyet-i zabitana
Almanya’nın mâlik bulunduğu şüphesizdir. Bu âdeta ötedenberi kalmış
bir âdet-i milliyedir. İşi esasen nazar-ı tetkikten geçirecek olur isek bizde
ahalinin hemen her ferdi muayyen bir askerlik devri geçirmekte olarak
çiftlik sahibi, fabrikacı, hâkim, memur vesaire meslek-i askerîden büsbütün
ba‘îd bir meslekte bulundukları hâlde redif veya mustahfaz hidemâtında
ifa-yı vazife ederek ötedenberi cây-gîr-i zamîrleri olan arzuya nail olmaya
teşebbüs ettikleri görülür. Bunlar arasıra bâ-şevk derûn-ı askerlik ile iştigal
ederler. Bu hâl ise vatan ve memleket için medâr-ı saadet ve iftihardır. Zira
bir gün olup da birkaç düşmana birden mukabele ve mukavemet etmesi
lazım gelir ise selametini ancak zabitanının fikdânını hissetmemekte bulacak
ve düşmanları acemi efrat toplayıp muharebe meydanına girmeye mecbur
oldukları zaman efrad-ı mu‘alleme toplamaya muvaffak olacaktır.
Zabitan hakkında talep ettiğimiz imtiyazat derecesinde küçük zabitan ve
efrad-ı askeriye için imtiyazat verilmesini istememekliğimiz bir nev‘ haksızlık
gibi görünür ise de küçük zabitan ve efrat orduda muvakkat bir müddet
kalmakta olduklarından onlar ile zabitanın hâli beyninde fark-ı küllî vardır.
Vazife-i askeriye zabitan indinde olduğu gibi onlar için yegâne meşguliyet ve
yegâne medâr-ı iftihar ve maişet olmaktan başka hizmetlerini henüz gamsız,
kasvetsiz olan genç yaşlarda icra ve ifa ederek hizmet-i askeriyenin cüzî olan
müddetinin hitamından sonra bir istikbal-i emin tesisine muvaffak olmak
ümidine mâliktirler. Bundan başka küçük zabit, hizmet-i askeriyede ibraz-ı

73
Von der GOLTZ

sadakat ve liyakat ederek başka yerde bulamayacağı bir ekmeği kazanmak


ümidinde bulunur.
Efrad-ı askeriyeye güzel bakmak mucib-i menâfi‘-i kesîre olduğunu
nazar-ı ehemmiyetten dûr etmeyerek, efrad-ı merkûmenin ihtiyacından
vâreste olmalarına ve silk-i askerîde olmayan akran ve emsallerinin hâline
baktıkları hâlde kendi hâllerini daha fena bulmamalarına gayret etmelidir.
Ordunun mükemmeliyet-i dâhiliyesine en ziyade hizmet eden şey hoşnûdî ve
memnuniyet olarak bu ise ancak hizmetin ve iaşenin bir suret-i muhikkâne
ve mutedilâne vaki olmasıyla husule gelebilir. Yoksa âdeta müsrifâne
bakılan ve bir hizmet ile işgal edilmeyen bir askerden büyük hizmetler
beklenemeyeceği gibi, hizmeti lüzumundan ziyade olmakla beraber aç kalan
askerden dahi hizmet beklenemez. Askerin silk-i askerîye mensubiyetiyle
iftihar ve meşguliyetine bâ-şevk derûn-ı muhabbet etmesi hususu ancak
kendisine güzel bakmak ile hâsıl olabilir.
Asker her şeyden evvel hasta veya mecruh olduğu zaman ihtiyaçta
bırakılmayıp kendisine bakılacağından ve telef olduğu vakit dahi
ailesinin devletçe muavenette bulunularak hâl-i zaruret ve sefalette
bırakılmayacağından emin olmalıdır. İşte bundan menba-ı şevk ve cesaret
olan hiss-i emniyet husule gelir.
Orduda küçük zabitan ve efrad-ı askeriye çabuk tebeddül ettiklerinden
heyet-i daimîyi ancak heyet-i zabitan teşkil ederek öteden beri meri olan âdâtı,
silk-i askerîye muhabbeti ve şevk ve gayreti heyet-i mezkûre idame eder. Ve
her sene sancak altına toplanan kura efradı onun elinden geçer. Ve bütün bir
Millet-i Müselleha onun nüfuz ve tesiri altında bulunur. Mahir ve mükemmel
zatların mühim zamanlarda orduya ettikleri hidemâtın hatırası mahzâ
heyet-i zabitan vesâtatıyla âtîde gelecek nesillere naklolunabilir. Zabitan ne
hâlde ise ordu dahi tıpkı o hâlde bulunur. Rüchel’in sözü, söylendiği vakitten
ziyade bugünkü günde muvafık-ı hakikattir. Heyet-i zabitanın kalbini imla
eden fikir ordunun dahi fikrinden ibaret bulunmuş olur.

74
İkinci Kısım
Birinci Fasıl

Orduların Usul-i Sevk ve Tahriki

Kumandanlık

Orduların usul-i sevk ve tahrikine kumandanlık ilmine dair söylenecek


şeyler orduların harekâtına ve muharebesine dair verilecek izahattan sonra
söylenebilir idi. Fakat bahs-i mezkûrun bazı mevadd ve hususatının bâlâda
güzerân eden heyet-i zabitan makalesine taalluk ve münasebeti bulunduğu
cihetle işbu bahse burada girişmeyi münasip gördük .

Tarih-i âlem bize kumandanlığın ehemmiyetine dair bir fikr-i âlî


vermektedir. Makedonyalıları, kendilerinden on kat daha kuvvetli bulunan
düşmana galebeye kâdir ve fakat İskender’den başka bir kumandanın
emri altında bulundukları takdirde mutlaka mağlup olmuş olacaklarına
zâhib görmekteyiz. Hannibal, Kartacalıları ara sıra cihanın en muazzam bir
millet-i askeriyesine galip etmiş ve Alziyakazalus (Alesia) ve Alexsandria
mevkilerindeki muvaffakiyet ve muzafferiyet ancak Sezar’ın fart-ı dirayet
ve zekası sayesinde cilve-nümâ-yı husul olabilmiş idi. Büyük Frederick en
iyi askeri muharebe meydanlarında telef olduğu veyahut hastahanelerde
mecruh olarak yattığı esnada mevcudu fevkalade bir surette tenakus eden
ordusunun nevâkızını isitikmal zımnında her taraftan ücretli efrat cem‘ine
mecbur olmuş iken yine bütün dünyaya mukavemet etti. Rossbaoh’da
mağlup olan Fransızlar bir Napolyon’un kumandası altına geçdikten
sonra muzafferâne ve galibâne bir surette bütün Avrupa kıt‘asını geşt ü
güzâr ettiler. Aristomeneslerin, Belisariusların, Narseslerin ve Astiasların
yaptıkları gibi büyük kumandanlar pek çok defa taht-ı tahakkümüne geçmiş
ve inkıraza yüz tutmuş milletlerin kuvve-i harbiyesine yeniden bir revnak
vermeye muvaffak olmuşlardır. Hatta ahlak-ı milliyesi fesada varmış olan
Devlet-i İraniye bile asr-ı mazi vasatlarına doğru Nadir Şah’ın İran tahtına
ku‘ûduyla beraber istila muharebatına Ağaz ve Tadilihi şehrine kadar pay-ı
tecavüz ve istilayı dirâz etmiştir. Ekseriya büyük kumandanın vefat veya
mazuletiyle akvamın şeref-i askerîsinin dahi bi’t-tedric mahv ve zail olduğu

75
Von der GOLTZ

görülmüştür. Nitekim Aloibiades8 kumandanlık vazifesinden çekildikten


sonra Atina orduları mahv ve perişan olmuş ve Hannibal’ın muavenetinden
mahrum kalan Kartac dahi bir müddet-i kalîle zarfında eyâdi-i düşmana
geçmiştir. Cihanın her tarafına hücum ve taarruz eden Moğol aşiretlerinin
Cengiz Han ve Timurlenk kumandanlığından mahrum kaldıktan sonra
fırka fırka mahv ve perişan oldukları nazar-ı ibretle görülmüştür. Gayet
muzafferâne bir surette devam eden harbin ortasında Mareşal Turenne’in
vefatı vukua gelmekle halefleri mağlubiyetten bin bela ile yakayı kurtarmış
ve o vakte kadar muzaffer bulunan orduyu fart-ı müşkülât ile Rhin Nehri’nin
öbür sahiline ricat ettirmeye muvaffak olabilmişlerdir. Büyük Frederick
“Zamanımın Tarihi” nam eserinde diyor ki : “İnsan Altıncı Charles’ın bidayet-i
saltanatının revnak ve satvetini gördükten sonra saltanatının nihayet
zamanlarında müşahade olunan âsâr-ı zeval ve inkıraza bakarak taaaccüp ve
istiğrâb etmemek mümkün değildir. Bunun sebebini ise ancak Prens Öjen’in
gaybûbetinde aramalıdır. Zira bu büyük zatın vefatından sonra kendisinin
yerini tutabilecek hiçbir kimse bulunamadı.” Hele şurası en ziyade dikkate
şayan hâlâttandır ki 1813 ve 1814 senelerinde idaresi altında olmayarak
muharebe eden Fransızlar hemen bilâ fasıla mağlubiyete düçar oldukları
hâlde impartorun ser-kâra geçmesiyle beraber tekrar galip ve muzaffer
olmaya başlamışlardır.
Tarih-i âlemden iktibas olunan tecârüb-i mezkûreden esbâb-ı
muvaffakiyetin hemen pek cüzî bir kısmı ordunun usul-i teşkiline tabi
bulunduğu anlaşılır.
Filhakika bugünkü günde bile kumandanın ehliyet ve liyakati zafer
ve muvaffakiyetin en mühim şerâ’itinden addolunabildiği gibi istikbalde
dahi zekâvet-i harikuladeye mâlik zevatın nüfuz ve iktidarı daima şayan-ı
ehemmiyet bulunacaktır. Mamafih ezmine-i sâbıkada ahvaline nazaran bu
babdaki ahval düçar-ı tahavvül olmuştur. Bugünkü günde kumandanlık
havass-ı celîlesinin nazar-ı dikkate çarpabileceği ve havass-ı mezkûreden
istifade mümkün olacağı bir mertebe-i bâlâya vusul için silsile-i merâtib-i
askeriyeyi kat‘ etmek zımnında havass-ı mahsusaya mâlik bulunmak lazım
gelir. Mükemmel bir kumandanı vücuda getiren şey ahlak-ı mükemmeledir
desek asla hata etmiş olmayız. Lâkin ahlak-ı mükemmele ashâbından olan
zevat ekseriya esna-yı sulh ve asayişte tefeyyüzlerini terviç etmekten ziyade
men‘ eden bir surette idare-i kelam ederler. Fransa İnkılab-ı Kebîri olmamış

8 Müşârun-ileyhin tercüme-i hâli Kitaphane-i Ebüzziya sırasında meşhur kumandanlar


ünvanlı cüzlerde neşrolunmuştur. Li’t-tâbi‘

76
Millet-i Müselleha

olsa idi hiç şüphe yoktur ki Napolyon Bonapart ve Carnot kaymakam veya
miralay rütbesiyle itmâm-ı meslek ve tekmil-i enfâs-ı hayat etmiş olurlar idi.
Büyük Frederick prens olarak dünyaya gelmemiş olsa idi mutlaka mülazımlık
rütbesinde iken açığa çıkarılır idi. Adolf Schmidt nam zat bir mukayese-i
tarihiyede der ki : “Veliaht Prens Frederick firara niyet ederek, niyeti meydana
çıkıp da 1729 senesinde taht-ı tevfike alındığı zaman pederinin emriyle idam
edilmiş olsa idi, tarih müşârun-ileyhi hiçbir işi şevk ve gayret ile yapmaz,
muannit, sefih ve hiçbir şeye yaramaz velhâsıl ahlak-ı pederinin tamamıyla
zıt ve mugayiri ahlak ile mütehallî bir prens olmak üzre yâd ve tavsif eder
idi.” Kumandanlar, etraflarında olan ahval ve münasebata tabi olmayarak
kumandanlık rütbesine nihayet orduların akvam tarafından az çok intihap
usulüyle efrad-ı askeriye toplandığı zamana kadar tereffü‘ etmeye muvaffak
olabilir idi. Bu misillü orduların kâffe-i ahvalinde henüz tabiî bir hâl hüküm-
fermâ bulunduğu cihetle bu gibi ahvalde kumandanın kuvvet ve iktidarı ve
tesir-i nüfuzu vasi bir saha-i fiil ve hareket bulabilir. Her şeyi tanzim ve tahdit
eden terakkiyat-ı medeniye ile beraber işbu saha-i fiil ve hareket hududu
tenakus eder. Nadir Şah mesleğine bir haydut çetesi sergerdeliğiyle başlamış
olduğu cihetle bugünkü Almanya’da zuhur etmiş olsa idi mutlaka şimdi
tımarhanede köşe-i güzîn olur idi.

Askerin kudret ve liyakati evvelki vakitlere nazaran bugün daha ziyade


kumandanların liyakat ve dirayetiyle merbut bulunuyor. Hangi orduda
kâffe-i ahval nizam ve intizam üzere bulunuyor ise ancak o ordunun başında
iyi generaller bulunduğu anlaşılır. Ve nerede himaye, iltimas ve fark-ı siyasiye
taraftarlığı zuhur eder ve istikamet ve sadakatten ziyade riya ve müdâhaneye
riayet olunur ise iyi generaller yetiştirmek orada kesb-i müşkülat eder.

Fena kumandanların zîr-i idaresinde bulunduklarından nâşî düçar-ı


mağlubiyet olan cesur ve kâr-güzâr orduların vekâyi‘i bugünkü günde gittikçe
tenakus etmektedir. Nasıl olabiliyor ki iyi asker yetiştirmiş olan generaller
fena çıksın? Nasıl olur ki hâl-i hazarda iyi bir ordu yetiştirmeye muvaffak
olan zevat esna-yı sefer ve harpte bir iş görmeye muvaffak olmasın? İnsanın
yed-i iktidarında olmayan vesait, iş gördüğü zaman zeka ve dirayet müstesna
tutulabilir ise de ale’l-umum iyi ordular ile iyi kumanda yek-diğerlerinden
infikâk kabul etmez şeyler nazarıyla görülmelidir.

Binâberîn bugün zevatın kumandan olarak büyük işler görebilmesi için


ne gibi havassa mâlik olması lazım geleceğini tahkik etmek elzem olduktan
başka mahir ve kâr-güzâr zabitlerin kumandanlığa kadar tereffü‘ etmeleri

77
Von der GOLTZ

için tensikat-ı askeriyede ne gibi esbâb ve şerâ’itin taharrîsi iktiza edeceğini


dahi nazar-ı dikkat ve ehemmiyete almak lazım gelir.

Kumandan olan zat hengâm-ı muhatarada kıtaat-ı askeriyeyi kendi


idaresine muvafık bir surette idareye mecbur olduğu cihetle insanlara
beğenilmekten ziyade onlara emir ve hüküm etmeye meyyal bir hilkat ve
tabiata mâlik olmalıdır. Hilkaten emir ve hükme meyyal olan kimselerden
en iyi muharipler yetiştiği malum olduğundan en iyi kumandanları tahtlar
üzerinde yani hükümdarlar arasında aramak lazım geleceği âzâde-i kayd-ı
beyandır9.

Sairlere emir ve hüküm etmek herşeyden evvel “metanete” müesses


olup hatta çocukların oyunları esnasında bile iradesini en ziyade bir metanet
ile ifadeye muktedir olan çocuğun oyuna riyaset eylediği görülmektedir.
Çocuklardan birtakımı bir hiss-i meveddet ve ittihat ile ve birtakımı
dahi kendi kuvvetlerine adem-i emniyet ile kendisine tabi olurlar. Bu
çocuklar sinn-i kemâle erdikleri zamanlarda dahi tamamıyla o hâl tekerrür
eylemektedir. Katî bir surette edilen bir teklif ve iddia nadiren düçar-ı itiraz
olur. Çünkü böyle bir iddiada tahakkümü ima eden bir şey vardır. İnsanlar
dahi emrine tebaiyetle arkasından gidecekleri zatın kendilerine amir
bulunmasını isterler. Zira emrine tabi bulundukları zatta eser-i sebat ve
tahakküm görülür ise o zaman kendi selametleri için bir nev‘ hiss-i emniyet
hâsıl ederek bununla dahi cesaret ve kâr-güzârlıkları tezâyüd eder. “Nefse
emniyet” olmadıkça kavî bir metanetin vücudu dahi mümkün olamaz. Bu
hâl dahi bir nev‘ suret-i vâhide irâ’e etmektedir ki muharip olan bundan
ziyadesiyle istifade eder. Zeka ve malumatları ziyade olan zevat âlem-i
seferberînin hudud-ı mahdudesi dâhilinde muvaffakiyatın tenakusuna
sebebiyet verir bir istikamet-i umumiyeye pek suhuletle tebaiyet edebilirler.
Zira bu misillü zevat tabiîyet-i ahvali lüzumundan ziyade tetkik ile mahâzîr
ve muhatarâtı herkesten ziyade görebileceklerinden “nefse emniyetin” katili
ve her nev‘ muvaffakiyetin düşman-ı canı olan tereddüt ve şüpheye zâhib
olurlar.

1806 senesi Teşrinievvelinin beşinci günü Erfurt şehrinde ve Prusya


Ordusu’nun karargâh-ı umumîsinde inikat eden bir meclis-i harpte
Scharnhorst şu kelam-ı meşhuru söyledi : “Harp esnasında yapılmakta

9 Müellifin bu kavline yalnız Selâtîn-i Osmaniye içinde on kadar şahid-i ali ikame ede-
biliriz. Li’t-tâbi‘

78
Millet-i Müselleha

olan işlerin hâl ve nev‘inden ziyade bu işlerin bir ittihad-ı tam ve bir kuvvet-i
münasibe ile icra edilmesi şayan-ı ehemmiyettir.” Müşârun-ileyhin ihtarı
tesirsiz kalıp her ne kadar meclis-i mezkûrda malumatlı ve dirayetli zevat
dahi bulunmuş ise de yine mevki-i icraya konulan şey ancak bazı tedâbîr-i
cüziyeden ibaret bulundu.

Malumat sahibi zevat en âlâ bir vasıta ve tedbir taharrîsiyle iştigal


ederek ekseriya vakit ve zamanında hâl ve maslahata muvafık bir tedbirin
mevki-i icraya konulması elzem bulunduğunu ferâmuş ederler. Sulh ve asayiş
zamanında en ziyade mazhar-ı itibar olan zeka ve dirayetin harp esnasında
“metanet” karşısında kıymetçe ne kadar tenezzül eylediği bi’l-cümle meclis-i
harpler neticesiyle müspettir. “Sulh ve asayiş zamanında metanet ve mesuliyeti
der-uhde cesareti o kadar tecrübeye konulmadığı cihetle bir zabitin kıymeti
yalnız dirayet ve malumatı cihetiyle takdir olunur. Fakat malumat ve dirayet
sahibi olan bir zabit metanet kuvvetine dahi mâlik olmaz ise harp esnasında
büyük işler göremez. İşte sulh esnasında istikbalde büyük işler görecekleri
zannolunan ve kendilerine tamamıyla emniyet edilen kumandanların harp
esnasında iş göremediklerini müşahade ederek aldanmak bundan neşet ediyor”.
Vakıa erbâb-ı malumatın ve tecrübe-dîde zevatın bir araya toplanmasıyla
büyük bir miktar zeka ve dirayet bir yere cem‘ edilmiş olur. Mamafih Büyük
Frederick generallerini harp meclisleri teşkil etmekten katiyen men‘ eylediği
zaman pek haklı idi. Zira insanları pek güzel tanıyan o büyük zat harp
meclislerinden “muhteriz ve mütereddit bir fırkanın” ekseriyetinden gayri
bir şey çıkmayacağını pekâlâ bilir idi. Meclis-i harpte müctemi‘ olan zeka ve
malumat her nev‘ harekât-ı harbiyede zuhuru melhuz olan mahâziri meydana
çıkararak meydan-ı muharebede her hareketin muhataralı bulunduğunu
ispat etmekten gayri bir iş görmez. Bununla ise başkumandanın metaneti
endişeye düşürülmüş ve zaafa düçar edilmiş olacağından “harp meclisi” sözü,
aks-ı sedası teslim veya inhizam olan meşum bir söz hükmüne girmiştir.

Meclis-i harp, daima takarrüp üzere bulunan bir muhataranın


hissolunması keyfiyetinden ve başkumandanın başkalarını dahi mesuliyete
müşterek kılmak arzusından neşet etmiştir. Binaenaleyh kumandanlık yalnız
malumat sahiplerine değil, belki bir sebat ve metanete ve nefsine emniyet-i
kâmileye mâlik olan zevata racidir.
Kavî bir metanete mâlik olmak vakıa sahibi için medâr-ı iftihar olabilir
ise de sahibinin saadetini daima temin etmez. Zira onun sahibi harikulade
bir bâr-ı mesuliyeti der-uhde eder. Mesuliyeti der-uhde cesaret ve hevesi
kumandana lazım ve fakat nadir olan havastan biridir. Pek çok adamlar

79
Von der GOLTZ

mesuliyeti başkasına raci bildikleri zaman bilâ teemmül ve mülahaza en fena


muhataralara atıldıkları hâlde mesuliyet kendilerine tahmil eylediği gibi o
anda mütereddit ve muhteriz olurlar. Mesuliyeti der-uhde etmek felaketli
zamanlarda kabahatli olmak demektir. Çocuklar bir kabahat işledikleri zaman
yek-diğerlerine “Bunu sen yaptın!” dedikleri gibi harp esnasında büyükler
dahi aynıyla bu sözü söylerler. Gözleri naaşlarla mestûr olan muharebe
meydanına tesadüf ettiği zaman kalpleri “Buna ben sebep olmadım.” sözüyle
müsterih olduğu kadar bir şeyden müsterih olmaz. İnsanların ekseriya
mesâ’ibin netâyicinden ziyade düçar olacakları mesuliyetten korkmaları
kalb-i beşerin en mühim hafâyâsındandır. Binaenaleyh mesuliyeti der-uhde
etmek cesareti cenab-ı hakkın bir ihsan-ı alisi olup bir makam-ı alide bulunan
bir kumandan ancak onun sayesinde büyük işler görebilir. Çünkü tecrübesi
veya malumatı kifayet etmeyecek olur ise bu babdaki nevâkısı ikmal edecek
muavinler daima bulunabilir.
Mesuliyeti der-uhde etmek cesareti, kumandan olan zatın mahsusatından
olması lazım gelen ve bütün vücuduna bir asalet ihsan eden bir ulviyet-i
kalpten neşet eder. Bu bir hiss-i ulvîdir ki kendisini mütekebbir olmamak
üzere âhâd-ı nâsa faik kılar. Hiss-i mezkûr hulkî olabildiği gibi terbiye ve tahsil
sayesinde kesbî dahi olabilir. Şedit tecrübeler iyi bir tabiatı âlâ ve terbiye
ederek kendisine şu cihan-ı fanide mazhar olunabilecek refahiyet ve saadeti
ve düçar olunabilecek sefalet ve felaketi talim edeceğinden böyle bir tecrübe
gören zat yeni bir felakete düçar olmak veya berîü’z-zimme iken müttehim
olmak veya halkın hükm-i zalimine uğramak veyahut hükümdarının gözünden
düşmek ve buğz ve nefretini celp etmek ihtimalatına bilâ havf alışır. Esaslı ve
mükemmel bir tahsil-i ilm ve hüner dahi asalet-i kalbiyeyi husule getirebilir.
Vakıa insanların ilmi ne kadar mahdut ve maksûr olduğunu tanıttırır ise de
diğer taraftan harbin hallolunamaz muammalardan mürekkep olmadığını ve
kuva-yı akliye-i adiye istimaliyle pekâlâ harp edilebileceğini öğretir. İdare-i
harpte vesait-i sihriye ile aydınlanmaya muhtaç hiçbir karanlık köşe yoktur.
Mamafih malumat, emniyeti tezyit ederek cehalet ise kuva-yı maneviyenin
rehîn-i fesat ve zeval olmasına birinci ve başlıca sebeptir. Elde bulunan alete
hükmetmek ve onunla felakete karşı bile mukavemet edebilmek hissi “nefse
emniyete” takvît verir. Hiss-i mezkûru bize “Başkalarının yaptığını sende
yapabilirsin.” sözünü telkin etmekte olduğundan emir ve idare etmeye olan
şevk ve hevesimiz bir kat daha tezâyüd eder.
Uluvv-ı cenap ister ise hulkî olsun ister ise terbiye veyahut tecrübe
sayesinde iktisap olunsun, efrad-ı askeriyenin kumandanlarında en ziyade
görmeyi arzu ve en ziyade takdir ettikleri bir hassadır. Muhatara ve felaketin

80
Millet-i Müselleha

icra edebileceği tesirat-ı muzırraya karşı metaneti temin eyledikten başka


sahil-i bahrda bulunan bir kaya üzerinde emvâc-ı bahrın çarpıldığı gibi
heyecan ve halecanın çarpılabileceği bir sekînet ita ve bir muvazenet-i
kalbiye ihsan eder ki işbu muvazenet-i kalbiye bir seyyâle-i berkiyye misillü
bütün orduya tesirat-ı hasenesini hissettirir.
“Kuvvet-i kalp yalnız şiddetli heyecanlar husule getirmekten ibaret
olmayıp belki en şedit heyecanlar esnasında muvazenet-i hissiyatı muhafaza
eylemek ve derûn-ı sadrdan hüküm-fermâ olan en cesim fırtınalara karşı yine
dağlar gibi dalgalar üzerinde hareket eden bir sefine pusulası ibresinin en cüzî
inhirafları bile göstermek iktidarını muhafaza ettiği gibi, fikir ve mülahazanın
iktidarını hıfz ve ispat eylemektir.”
Clausewitz’in tarif eylediği şu: “Kuvvet-i kalp” Bizim söylediğimiz uluvv-ı
cenabın hemen aynı olarak orduda neferden generala kadar herkesin kalbine
ilka-yı emniyet ve metanet eder.
Kumandan mesuliyeti der-uhde etmek için cesareti ve efkârın ulviyet
ve asaleti evvelkinden ziyade zamanımızın harplerinde lazım olup bunun
sebebi dahi ordu mevcudunun fevkalade tezâyüdü ve dârü’l-harekât
dâhilinde suver-i müteaddide üzere inkısamıdır. Başkumandandan aşağı
doğru silsile-i merâtib tenezzül ettikçe zabitan-ı askerîde adem-i emniyet
tezâyüd eder. Çünkü bir kıt‘a-i sağîre-i askeriyeye kumanda eden zabit
bulunduğu nokta-i nazardan ordunun harekât ve ahval-i umumiyesini derk
ve muhakemeye muktedir olamaz. Bu suretle yukarıdan aşağıya edilecek
müdahelât dahi o nispette tenakus eder. Bugünkü günde başkumandan
olan zat önünü almak iktidarı dâhilinde olmayan birtakım vukuattan
dolayı pek çok defa mesuliyet altında kalır. Yanlış haberlere ve muhtasar
telgrafnamelere istinat ederek ahval-i mahalliyeyi gözüyle görmeksizin bazı
teşebbüsata emir verebilir ki birçok fedakârlıklar vukuuyla beraber yine
teşebbüsat-ı mezkûre adem-i muvaffakiyeti intaç eder. İşte o zaman adem-i
muvaffakiyetten mütevellit mesuliyet ve bundan mütehassıl serzeniş ve
kabahat kâmilen başkumandana raci olur. Fransa Muharebesi’nde Rusya’dan
bu misillü pek çok emirler Lisaine, Loire ve Şimal ordularına gönderilmiş ve
her ne kadar evâmir-i mezkûrede hüsn-i netice istihsal edildi ise de yine bazı
tesadüflerin evâmir-i mezkûre sayesinde idbâr ve felaketler tevlit etmesi
ihtimalât-ı kaviyye dâhilinde bulunmuş idi. Başkumandan olan zat şan ve
şöhreti ve belki selamet ve hayatıyla tazminine mecbur olabileceği tehlikeli
bir oyun oynamakta olduğu daima tefekkür ve mülahaza eylemelidir.
Maiyetinde bulunan zabitana düşmana hücum ve taarruz etmek lüzumu

81
Von der GOLTZ

tahahkkuk ettiği ve kendisinden vakit ve zamanıyla emir vürut etmediği


hâlde asla düşünmeyip hemen taarruza mübaşeret etmelerini emir ve ihtar
ederek mesuliyetin büyük bir kısmını üstünden atan Fransız generali, harbi
ve insanları pek güzel tanıyor idi.
Mesafât-ı ba‘îdeden tesir eden esliha-i nâriyenin icadı zamanına kadar
muharebe meydanları bugün bir livaya mahsus talimhaneler cesamet ve
vüsatinde idi.
Hatta 1864 senesi harbinin muharebe meydanlarını gezen kimseler
mesafelerin azlığına ve harb-i mezkûr tarihinde zikrolunan şeylerin
birbirlerine olan fevkalade kurbiyetine taaccüp ve istiğrâb ederler.
Missunde’da, Oberselk ve Oeversee mevkilerinde dost ile düşman beynindeki
mesafenin bir taş menzili kadar bulunduğu görünüyor. Waterloo ve Hochkirch
muharebe meydanlarını ziyaret eden kimsenin bu hâl daha ziyade gözüne
çarpar. Bugünkü muharebenin dağınıklığı o vakitlerde malum olmadığından
zabitanın, kumandanın emeline irâs-ı mevâni‘ edecek teşebbüsat-ı hod-
serânede bulunmaları ihtimali pek mahdut idi. Muharebeye girişmezden
evvel düşmana o derece takarrüp olunur idi ki bugün bir asker düşmana o
kadar yaklaşacak olsa kendisini en şedit bir ateş içinde bulmuş olur.
Kumandan olan zat tertibatını icra etmezden ve bir karar verilmezden
evvel iki tarafın ahval ve mevâki‘ini görebilir idi. Büyük Frederick Kolin
Muharebesi’nden sonra icra-yı taarruza mecbur olduğu araziyi evvelden
kâmilen keşfetmemiş olduğundan dolayı nefsine itâb etmiş idi. Asr-ı hazır
muharebatında böyle bir şeyin icrasını arzu eden bir kumandan tertibatında
mutlaka geç kalmış olur. Büyük Frederick ile Napolyon asker taarruz ve hücum
edinceye kadar askerin harekâtını nazar-ı dikkat ile takip ederler idi. Lâkin
Büyük Frederick maiyetindeki ordu ekseriya 30.000 veya nihayet 50.000
kişiden mürettep idi. Vakıa Napolyon cesim kıtaat-ı askeriyeye kumanda
etmekte idiyse de kıtaat-ı mezkûre sık kollar hâlinde sıkıştırılmış bulunur
idi. Bugünkü günde meydan-ı muharebenin her tarafı görmeye müsait bir
nokta bulmak pek müşkül olur. Her hâlde cenahlar üzerinde bizzat icra-yı
tertibat edebilmek için bu‘d-ı mesafe pek ziyade bulunur. Ekseriya iyi bir
süvari vesâtatıyla irsal olunan bir emir, mürselün-ileyhe vasıl oluncaya kadar
emr-i mezkûrun sudûrunu icap ettiren hâlât tebeddül etmiş olur. Meydan-ı
muharebenin mevâki‘-i ba‘îdesinden vârid olan ahbâr ve işarât pek müphem
veyahut biri diğerine münâkıs bulunur. Kumandan dahi mesmû‘âta istinaden
ittihaz-ı tedâbîre mecbur olur. Bunun içindir ki bugünkü günde kumandan
olan zatın yüz veya elli seneden evvel olduğundan ziyade mesuliyeti der-

82
Millet-i Müselleha

uhde etmek cesaretine mâlik bulunması lazımdır.


Sebat ve metanetin en sadık ve en mürevviç dostu hırs-ı şan ve şöhret
bulunduğu cihetle kumandan olan kimse kuvvetli bir hırs-ı şan ve şöhrete
mâlik bulunmalıdır. Metanet-i kalbe ve havass-ı celîleye mâlik olan adamlar
emsal ve akran beyninde mazhar-ı şan ve herkesin faik olmak arzu-yı
derûnîsini haiz bulunmadıkları hâlde köşe-i nisyânda kalır. Bunlardan
bazıları mücerred tesadüfler sayesinde ve daha doğrusu zor ile havass-ı
hasanelerini ibraza mecbur edilmişlerdir. Cromwell ile Washington buna
iki şahid-i tarihî olarak ikame edilebilir. Hırs-ı şan ve şöhret ekseriya hırs-ı
hakikî olmayan ve yalnız menâfi‘-i zâhire peşinde dolaşan hırs ve tama‘
zannolunduğundan, bi-gayr-i hakkın gözden düşürülmüştür. Hırs-ı hakikî
mevcudiyetini hudud-ı mevtin ötesine kadar temdit etmek ve bir kısım lâ-
yemûtu beliyye-i mevt ve fenadan kurtarmak hakkında her insanın kalbinde
mevcut olan bir emelin suret-i zâhiresinden ibaret olarak bu müşevvik-i
manevî bulunmadığı takdirde sebat ve metanet bidayette ne kadar kavî ve
cüretli olarak nümâyân olsa bile bi’t-tedric kesb-i tenakus ve belki tamamıyla
intifa tehlikesinde bulunur.
Erbâb-ı istidat ve zekadan bazılarının bâdî-i emrde pek parlak
bulundukları hâlde sonraları şöhretlerini zayi ederek nisyânda kalmalarının
sebebi pek suhuletle anlaşılabilir. Mamafih zeka ve istidatlarının tükenmiş
olduğunu zannetmemelidir. Bu gibi adamlar ya kendilerine şeref ve şana
ehemmiyet vermemeyi talim eden bir felsefeye tebaiyet veyahut akranlarının
hasedine bakarak veya ihtimal ki suhuletle kazanılan muvaffakiyyâtı istisgâra
başlayarak muvaffakiyyat-ı cedide istihsali hevesini kaybetmişlerdir.
Bir hırs-ı şedit, bu misillü hatalardan muhafaza ederek muharrik çarkın
makineyi tahrik ettiği gibi, o dahi şevk ve gayreti daimî surette hareket
üzere bulundurur. Hırs olmadıkça büyük işler görmek muhaldir. Muhabbet-i
şeref ve şan onunla tev’em olarak muhabbet-i şeref ve şandan maksûd dahi
namını tarih indinde nisyândan kurtarmak, yani fevkalade işler görmektir.
Büyük Frederick Silesia’ya sevk-i asker ve memleket-i mezkûreyi memâlikine
zamîme ederek vatanına bir tarîk-i cedîd-i vüsat vücuda getirdigi zaman
kendisini tahrik ve teşvik eden şey hırs-ı şan ve şeref idi.
Felaket ve idbâr esnasında kumandan en şedit tecrübelere düçar
olacağından, her nev‘ darabât-ı tekdire ve mugâyir-i memul zuhurata
mukavemet edecek havassı haiz olmalıdır. Yoksa pek çok kaviyyü’l-kalp
adamlar vardır ki ümitleri boşuna çıktığı zaman rahat ve tefekkür ve
sabırlarını kaybederek düçar-ı endişe ve halecan olurlar. Tesir-i felaket ve

83
Von der GOLTZ

idbâra mukavemet edecek hassaya “ulviyyet-i kalp” namı verir ve tahayyül


ettiğimiz bir kumandanda bu hassanın bulunmasını arzu ederiz. Bundan
anlaşılılır ki birçok havass-ı aliye-i insaniye, birtakım havass-ı aliye-i askeriye
dahi teşkil eder.
Kumandanda vücudu lazım bulunan havass-ı saireden yalnız bahs ve
ehemmiyete şayan olanlarını zikredecegiz. Zira kumandanın ihtiyat, cesaret,
şecaat, teşebbüsata heves, besâlet, sebat, ümit vesair havassını her iyi askerin
haiz bulunması lazım olduğundan, bir kumandanın havass-ı mezkûreden
mahrum bulunması caiz olmadığı bir emr-i tabiîdir.
Kumandan olan zatın tabiat-ı beşerin esrarını esasen bilmesi lazımdır.
Çünkü bir ordu, cansız bir alet veyahut düşmanı mat edinceye kadar öteye
beriye tahrik edilecek satranç taşları kabilinden olmadığından, birçok tesirat
ahval-i ruha tabi olarak mizaç ve hissiyatına nazaran kıymeti tebeddül eder.
Felaket ve idbâr cesaret ve emniyetini izale ettiği gibi, en cüzî ve ehemmiyetsiz
bir muvaffakiyette ümidi canlandırır, sebatı kuvvetlendirir. Zaman olur ki o
asker iş görür iken insan tanıyamaz. Bir defa ordu tarafından ziyadesiyle
hissolunan bir tesir, diğer bir defada ordu tarafından asla hissolunmaksızın
orduya temas ederek geçer. Emirler ve mukabil emirler ve bir maksad-ı
zâhiri olmadığı hâlde oraya buraya yürüyüşler icrası ve gece yürüyüşleri
hususatının en âlâ orduyu ifsat eylediği pek çok kerreler söylenmiştir.
Mamafih 1871 senesi Kanunısanisinin birinci gününden onuncu
gününe kadar Werder Kolordusu’nda olduğu kadar hiçbir vakit oraya buraya
yürüyüşler ve gece yürüyüşleri icra edilmemiş ve boş yere intizar edilmiş
emirler verilmemiştir. Öyle iken orduda fesat ve inhilalden eser görülmedi!
Bu orduda efrad-ı askeriyenin kumandanlarına olan kemâl-i emniyetten nâşî
ittihad-ı dâhilî mahfuz kaldı. Efrad-ı askeriye zâhirde adem-i sebat nümâyân
olmakla beraber yine fena ellerin idaresinde olmadıklarını ve izale-i emniyete
bir sebep bulunmadığını hissediyor idi. Matlubat, ne nev‘ şeylerden ibaret
olduğu haiz-i ehemmiyet olmayarak belki matlubat-ı mezkûrenin kimin
tarafından ve ne yolda edildiği şayan-ı ehemmiyet olduğu cihetle bu babda
gösterilebilecek kavaidin kâffesi itibardan sakıt olur. Kumandan olan zat
efrad-ı askeriyenin hissiyat-ı kalbiyesini keşfetmeye muktedir olmalıdır ki
her vakitte kendisinden talep edeceği hizmetin derecesini takdir edebilsin.
Velhâsıl kumandan insanları tanımalıdır. Scharnhorst bile fenn-i harpte ilm-i
ahval-i ruha ait olan kısmın pek az malum bulunduğundan şikayet ve tarih-i
harbin başlıca faydası olarak bilinmesi güç ve fakat gayet nafi ve tasavvurat-ı
vasia ve cesime neticesi olan vekâyi‘in tetkik ve mütalaası, tahsili mümkün

84
Millet-i Müselleha

bulunan ilm-i ahval-i kalbin sınayi edilmekte bulunduğunu beyan ediyor.


Tarih-i harb-ı cedit, eski tarih-i harpten ziyade ilm-i ahval-i ruha müteallik
mesâ’ilden içtinap eden ebniyye-i atîka eşkalini hatıra getirir surette yalnız
vekâyi‘i zabt u kayd ve birtakım ahvalini mu’ahaze ile iktifa ederek, tarifi
murat olunan tasvirin elvân-ı asliyesinden asla bahsetmez. İşte bundan
neşet eder ki bazı iyi askerler ya kendi kuvve-i bedeniyelerine istinat ile
askerden kudreti haricinden iş isteyerek veyahut kendi nefislerine olan
adem-i emniyetlerine tatbik ile askerden ifasına muktedir olacağı miktar iş
talep etmeyerek hatada bulunurlar.
Harp esnasında askerin esirgenmesi hakkında konulan kavait zihinlerde
yerleştikten sonra, fena fena âdetler tevlit ve nihayet 1806 senesinde mukaddes
tutulan “Prusya askerinin fikri” gibi kuvvet peyda eder. Fikr-i mezkûr askeri
bulunduğu memlekette ta‘ayyüşten ve düşman ateşi karşısında yatmaktan
men‘ eder idi. (Harp oyununda ve erkân-ı harbiye seyahatlerinden mütevellit
bir mahzur ve muhatarayı burada zikretmeyi münasip gördük : Ve talimler
esnasında tarafeyn şerâ’it-i mütesaviyeye mâlik olmak üzere iki tarafta dahi
kuvve-i icraiye müsavi tutulur. Bu vechle o misillü mutavassıt icraatın katî
olduklarını zan ve itikada alışmış bulunuruz. Hâlbuki muharebede en büyük
muvaffakiyâtı intaç eden ve belki muvaffakiyete sebeb-i müstakil olan şey
ahval-i fevkaladedir.)
Her millet ve her ordu havas ve teşkilatına nazaran başka yolda sevk
ve idare olunmaya muhtaç olduğundan her kumandandan bi’t-tercih talep
edilecek bazı hassalar vardır. Kumandanlara mahsus havas her tarafta bir
olmak lazım ise de yine bazı kumandanlarda bir nev‘ havassın ve diğerlerinde
başka nev‘ havassın daha ziyade kavî ve metin bulunması iktiza eder.
Cenubîleri işler görmeye sevk eden hararet-i kalp, şimal askeri nezdinde
meçhul kaldığı gibi, şimal askerine hüsn-i tesir eden metanet-i sâkitâne
dahi cenup askerinin üzerine belki bir gûna tesir icra etmez. Milletinin ve
ordusunun ahlak ve âdâtını tanımak hususu kumandana doğru yolları irâ’e
eder. İnsanları tanımak hassası kendisine muradı vechle hizmet edecek
vasıtaları keşfettirir ve maiyetinde bulunanlara kuvvet ve meyillerine
mütenasip işler vermeyi öğretir.
Bununla ise pek çok iş görülmüş olur. Bi’l-cümle şerâ’it-i muvaffakiyetin
nısfı, icraata mütenasip ve layık adamlar bulmaktadır. Bu suretle kumandanda
mevcut olmayan havassa karşı ibraz-ı maharet ile bir muvazene husule
getirmek ve mevcut olan havassın kuvvetini iki kat etmek mümkün olacağı
aşikârdır.

85
Von der GOLTZ

Kumandan olan zat bugünkü günde denilebilecek derecede asla nazar-ı


dikkate alınmayan ve mamafih terbiye-i hazıra usulümüzün esasını teşkil
eden “tahayyül” hassasına mâlik olmalıdır. Hassa-i mezkûre delikanlının
gözü önüne şan ve şeref timsalleri getirerek, kendisini büyük adamların
mesleğine iktizaya tahrik ve teşvik eder. Vakıa en büyük faydası bu değildir.
Çünkü şiddetli bir hayalât hassası insanı kendi kuvvetlerini lüzumundan
ziyade takdir ve bu suretle birtakım hatalar irtikap etmesine sevkedebilir.
Fakat başka maksatlara mebni kumandanın ona ihtiyaçı vardır. Kumandan
kâffe-i teşebbüsatı ve yürüyüşleri esnasında kendi kuvvetinin hâl ve vaz‘ını
ve düşman ordusunun mevâki‘ ve tertibatını gözü önüne getirebilmeli. Evet!
yalnız bu kadar da değil. Ahval-i mezkûre şeklinin, iki veya üç gün sonra ne
suret kesbedeceğini dahi tahayyül edebilmelidir. Jomini nam zat bu hassayı
Napolyon’da vasfettikten sonra müşârun-ileyhin evâmir ve tertibatının sürat
ve hiffeti hassa-i mezkûreden neşet ettiğini beyan ediyor.
Müşârun-ileyh kolordu, fırka ve livalarının mevki ve vaz‘ını her anda
gözü önüne getirebilir idi. Binâberîn hiçbir şeyi unutmaz ve makâsıdına
hizmet edebilecek hiçbir vasıtayı nazar-ı dikkatinden kaçırmaz ve başkasının
bi’eyyi-hâl unutacağı şeyleri tefekkür ve mülahazadan hâlî kalmaz idi.
Velhâsıl müşârun-ileyh tahayyülat ve tefekküratta pek zengin idi. Bunun
ise en büyük hâdimi kuvve-i tahayyül olarak, kuvve-i mezkûre tarih-i harp
mütalaası esnasında dahi yazılan şeyden daha ziyade istifade edilmesini
temin ve tarihin pek muhtasar surette tarif eylediği hususatı zihinde tevsi
ile birtakım tecrübeler intaç eder.
Vakıa tarih mütalaasıyla terbiye olmamış gayr-i muntazam bir kuvve-i
tahayyül insanın gözü önüne tasavvuru veya mevhûm birtakım muhataralar
getirmek mahzurunu câmi‘ ise de cibânet-i tab‘ erbâbında mahzur-ı mezkûr
ancak kuvve-i tahayyülün fikdânından nâşî zuhur ederek, bundan dahi
neticesi birçok hatalı evâmir ve tertibat olan bin türlü tereddüt ve şüpheler
tevellüt eder. Kuvve-i harbiyeyi lüzumundan ziyade dağıtmak usul-i
merdûdesi, ekseriya kuvve-i tahayyülün fikdânından neşet eder. Kuvve-i
tahayyül bâlâdan gelen evâmirin ve emredilen tertibatın anlaşılmasını teshil
ve harita üzerinde arazinin mütalaası esnasında araziyi, olduğu vechle,
gözümüzün önüne getirerek suhuletle tanımaklığımıza hizmet ve muavenet
eder. Nazarî olan şeyler, amelî surete tahvil için tasavvur ettiğimizden ziyade
bize hizmet eyler.
Esna-yı harpte her şeyi tetkik ve mütalaaya vakit bulunsa, belki o
zaman hassa-i tahayyülden sarf-ı nazar ederek lazım olan şeyleri pergel ile

86
Millet-i Müselleha

harita üzerinde hesap etmek mümkün olur idi. Lâkin muharebenin hararet
ve heyecanı esnasındaki şekil ve sureti gözümüzün önüne getirmelidir. Bu
babda bazı tereddüt ve hataların zuhura gelmesini men‘ için kumandan olan
zat, kuvve-i muhayyilesini daima talim etmeye ve onu mütemadiyen hâl-i
yakzâda bulundurmaya çalışmalıdır.
Bir kumandan için lazım olan kuvve-i hafıza ehemmiyeti dahi ekseriya
istisgâr olunmaktadır.
Napolyon Bonapart zeka ve malumata mâlik ve fakat kuvve-i hafızadan
mahrum bir adamı esastan hâlî güzel bir haneye ve askersiz bir kaleye
teşbih eder idi. Muharebe düşmanın bize hazırladığı yahut hazırlamak üzere
bulunduğu birtakım ahval ile mütemadiyen uğraşmaktan ibaret olduğundan
ve bazı mü’ellim hâllerden kurtulmak için o anda vesait-i lazıme bulmak
ehem bulunduğundan, bu hususta evvelki zamanların o kabilden olan hâlât ve
vekâyi‘ini ve hatta tarih-i harpte mezkûr misalleri hatıra getirmek ziyadesiyle
mucib-i menfaat olur. İcada muktedir en iyi bir zihin bile mükemmel bir
kuvve-i hafızanın muavenet-i hakikiyesine mazhar olmadığı hâlde icatta
ibraz-ı atalet eder. Tecrübelerden istifade hususunu ancak kuvve-i hafıza
temin eder. Muharebede, zahirde pek ehemmiyetsiz olan ve fakat hakikatte
askerin selamet ve nekbeti üzerine büyük bir tesir gösteren bazı cüziyâtı
dahi nazar-ı dikkatten dûr etmemek lazım gelir. Bir karargâh-ı umumîde
yolunu şaşırmış bir nakliye neferinden ta yüz binlerce kişiden mürekkep
ordulara müteallik kâffe-i mesâ’ili halletmek ve her şeyi süratle ve maksada
muvafık bir surette tesviye eylemek icap eder. Buna muvaffak olmak için dahi
başkumandan mükemmel bir kuvve-i hafızaya mâlik bulunmalıdır. Kuvve-i
hafıza herşey için bir derecede bulunmayıp isimlere, eşhasa, vekâyi‘e, a‘dâd-ı
vesaireye nazaran birtakım derecat-ı mütenevvia gösterir. Vekâyi‘-i tarihiye
ve ahval-i coğrafyayı ihtar eden kuvve-i hafızadan başka, kumandana en
lazım olan kuvve-i hafıza, kendisine eşhası tahattür ettiren kuvvettir. Çünkü
bu vechle daima münasip mahal ve memuriyetlere münasip adamlar tayin
etmeye muvaffak olur.
Fikr-i icat tabirini biraz adi addettiğimizden, kumandan olan zatın
“kuvve-i ibdâ‘” tabir edeceğimiz hassaya dahi mâlik olması lazım olduğunu
der-miyân ederiz. Evvelden hiç düşünülmemiş fikirlere mâlik pek az adamlar
bulunabilir. Ricâl-i meşhûre-i Arap’tan Ukbe10 nam zatın “her şey evvelden

10 Müellifin Ukbe’den muradı Ukbe bin Nafi’dir ki Afrika’nın fatihi ve Tunus’da vaki Kirvan
şehrinin bânîsidir.

87
Von der GOLTZ

mevcut idi” sözü gerek âlem-i efkâr ve gerekse saha-i vekâyi‘de daima
muteberdir. Zamanımızda ekser adamlar ya kendilerine ırsen intikal eden
veya kendileri tarafından kazanılan şeyler ile iş görmektedir. Harpte ahval
ve vekâyi‘ yek-diğerine müşabih olmak üzere tekerrür eder ise de hiçbir
vakit aynı değildir. Esbâb ve kuva-yı muharrike adet ve miktarı müsavât ve
mutabakata müsaade etmeyecek derecede büyük olduğundan, kumandan
olan zat vaktiyle bir kerre istimal edilmiş olan vesaiti tekrar aynıyla istimal
edemeyerek hiç olmaz ise vesait-i mezkûrenin vech-i istimalinde büsbütün
yeni bir şey bulunacaktır. Bunun için kendi fikrinden bir şey icat ile zam ve
bu suretle daima ihdas üzere bulunan bir kuvve-i zihniyeye mâlik bulunarak
icada heves etmek lazım gelir.
Kuvve-i mezkûre zihni her günkü hâlât-ı adiye dairesinden çıkmaya
ve müstakilen hareket etmeye teşvik eder. Bununla kumandan hassa-i
mezkûreden mahrum bulunan hasmına tefevvuk ederek mutlaka kendisini
memulünün gayri bir hâle düçar ederek şaşırtır.
Kuvve-i ibdâ‘, metanet, hırs ve arzu-yı şeref ve şan ile ittihat eder ise
bunların imtizacından ef‘âle heves hassası tevellüt eder. İki kumandanda
mevcut hassalarını aynı aynına bir kuvvette olsa daha ziyade faal bulunan
kumandanın mazhar-ı zafer ve galebe olacağı sözü pek doğru söylemiştir.
Ef‘âle heves hassası ilerlemeye ziyadesiyle teşvik ve kuva-yı bedeniye
ve zihniyemizden büyük fedakârlıklar talep eder. Kavî bir sıhhat ve vücudun
enva-ı mihn ve meşakka tahammülü kumandan için derece-i nihayede
kıymettar havastandır. Vakıa vücutca hastalıklı meşhur generaller misal
olarak irat olunabilir ise de bu hâl kendilerinin harikulâde bir kuvvet-i
kalbiyeye mâlik bulunduklarını ve kuvve-i kalbiyelerinin bir kısmı imrâz-ı
bedeniyenin tazyiki altında bulunmamış olsa anları daha pek çok ziyade
işler görmeye muvaffak etmiş olacağını ispat eder. Torstenson nam zat
ordusuna sedye içinden kumanda ve pek parlak seferlere teşebbüs etmiştir.
Lâkin şurasını dahi biliriz ki müşârun-ileyh kırk yaşını biraz tecavüz
etmiş bulunduğu hâlde ilel ve imrâza tâb-âver-i mukavemet olamayarak
ordusunu ve muzaffariyetlerini hâlî üzre bırakarak fart-ı elem ve ızdırap
içinde imrâr-ı eyyam etmek için çiftliğine çekilmeye mecbur olmuştur. Bir

Müşârun-ileyh muttasıf olduğu cüret-i kahramanî ile Cibal-i Atlası aşarak Sus Nehri kenarı
ile şimdi coğrafyada Kanarya Adaları namıyla maruf olan (Cezayir-i Hâlidât) pîşgâhına
kadar varmıştır. Bu seferindedir ki râkib olduğu deveyi beher muhite sürerek su hayvanın
karnına kadar gelince “Ya rab şu derya-yı umman mâni olmasa ism-i celîlini aksa-yı
âleme kadar isal ederdim” demiştir. Müşârun-ileyh Yezid Bin Muaviye zamanında irtihal
eylemiştir. Li’t-tâbi‘

88
Millet-i Müselleha

nikris hastalığı İsveç Hükûmeti’ni bir generalden ve bir silsile muvaffakiyetli


muzafferiyetlerden mahrum etti.
Tabiat hakkını talep eder. Hastalıklı bir vücut içinde ruhun daima
ciyâdet ve letafet üzere bulunmaklığı mümkün olamayacağından, hastalık
ile uğraşan kumandan, şahsına bakmak için en ziyade hasr-ı nefs etmekliği
lazım gelen mevadd ve hususata imale-i nazar-ı dikkat ve ehemmiyete vakit
bulamaz.
Hele bugünkü günde sıhhat-ı bedeniye zabitana derece-i nihayede
lazımdır. Çünkü, asaletleri hasebiyle daha çabuk kat‘-ı merâtib edenler
müstesna olmak üzere, zabitan-ı askerî büyücek bir rütbeye nail oluncaya
kadar ihtiyarlamakta olduklarından ve Almanya Ordusu’nda hizmet-i
askeriye gayet meşakkatli bulunduğundan, büyük rütbeye nailiyeti temin
eden vakte kadar hizmete dayanabilmek için mutlaka kavî bir sıhhat-ı
bedeniyeye mâlik bulunmak icap eder.
Mesut bir hâl ve maişetin, zabitanın tefeyyüzünü işkâl değil belki teshil
eylediği zaten ale’l-umum heyet-i zabitan bahsinde söylenmiş olan sözler ile
ispat edilmiştir. Zabit, gailesiz bir maişete mâlik bulunur ise bu hâl kalbine
hiss-i istiklal ve emniyet ita edeceği gibi, vesait-i maişetini hüsn-i suretle
istimal eylediği hâlde sıhhat ve ciyâdet-i bedeniyenin muhafazasına dahi
hizmet eder. Servet ü sâmân ancak fikirleri vasat derecede olan adamlara
muhataralı olabilir.
Her askerde vücudu mefrûz olan cesaret ve şecaata dair dahi birkaç söz
söylemek isteriz :
Kumandan, hususî bir cesarete mâlik bulunmalıdır. Bugün herkesin
cesur olmadığı ve binaenaleyh cesaretin kendisinden büyük işler intizar
olunabilecek bir hassa-i aliye bulunmadığı biraz hak ile iddia olunuyor. Lâkin
“herkes cesurdur demek herkes ressam, musiki-şinas veya riyaziyûndandır
demek gibidir.”
Ezmine-i kadîme kahraman ilahları kendilerinden kavî olanların önünde
kaçmaktan asla hicap etmezler idi. Mamafih Olimp meclis-i kebîrinden asla
tard ve istisna edilmediler. Muharibîn, mahvını mucip olacağını bildiği
muhatarâta bile mukavemeti talep eden bugünkü cesaret vazife uğrunda
hayata asla ehemmiyet vermemeyi müstelzem olan terbiye-i diniye ve
efkâr-ı fedakârâneden neşet eder. Bunun içindir ki denizde büsbütün aciz
bulunacağını bilen bir asker, yine karada ve deniz üstünde vatanına sadakat
ile hizmet edeceğine yemin eder.

89
Von der GOLTZ

Hüsn-i terbiye vesâtatıyla vazifeye sadakat hakkında kalbimize ilka


olunan efkâr-ı aliye en korkak olanı bile nihayette cesur görünmeye ve
memat ve tehlike önünde korkusunu bertaraf etmeye mecbur eder. Rüfekası
tarafından “korkak ve miskin bir alçak” nazarıyla görülmek havfı nihayetü’l-
emr ölüm korkusundan eşedd bulunur.
Lâkin kumandana menfaat bahşolacak cesaret bu terbiye vesâtatıyla
iktisap olunan cesaret değildir. Kumandan olan zat büyük adamlara mahsus
olan hulkî cesaret hassa-i nadiresine mâlik bulunmalıdır. Hassa-i mezkûre
sahibine – kendisi onun vücudundan bî-haber iken – hizmet eder.
Hüsn-i namus ve izzet-i nefs ekser zevatı tehlike önünde sebat ettirmekte
olduğundan, müte‘ayyin bir kalpten neşet eden bir cesarete mâlik olanlardan
bunları tefrik etmek biraz güç olur. Mamafih onların kuvve-i maneviyelerinin
bir kısmı hafiyyen kendi cesaret ve mevkilerine ve şahıslarına ait hususata
matuf ve masruf bulunur. Fikirleri mutadın fevkinde kesb-i ibhâm eder.
Şu‘â‘ât-ı fikriyeleri fevkalade kesif tabakalar dâhilinde münkesir olduğundan
ifa-yı vazifede izhar-ı acz ettiklerine belki kendileri dahi taaccüp ve istiğrâb
ederler.
Hulkî cesaret kendini muhafaza için teşvikat-ı suniyeye muhtaç
olmayarak, ölümden korkmamak hâli kendisinde o kadar tabiîdir ki bu
hâl kendisinin kuva-yı fikriye ve maneviyesini sarfetmekten başka bilakis
daha büyük işler görmeye sevk eder. Çünkü bulunduğu hâlin îrâs eylediği
heyecanlar, kuvvetlerini tezyit eden bir tazyik-i dâhilîden ibaret kalır.
İşte bunun içindir ki en şiddetli bir tehlike zamanında herkes az çok
şaşkınlık ile iş görmekte iken parlak muhariplerin fikirlerinde daha ziyade
kuvvet bulduklarını ve icada daha ziyade muktedir olduklarını ma‘a’l-
istiğrâb görmekteyiz. Yalnız, “bir insanın nasıl cesaretsiz olabileceğine”
taaccüp eden bir cesaret, bir askeri sair arkadaşları miyânında mümtaz eder.
Bu Shakespeare’in Sezar’a söyledigi sözler ile tarif ettiği cesaretin aynıdır ki
o söz şudur :
“Mesmû‘um olan e‘âcibin en garibi, insanın her zî-rûh için mukadder ve
vakti eriştikte bi’eyyi-hâl vürudu mukarrer olan ölümden korkmasıdır.”
Cümlesinin ifası pek müşkül olan şerâ’itin kesret-i miktarına bakılınca
mükemmel kumandanların pek nadir olması sebebi suhuletle anlaşılır.
Zaten bu keyfiyet hiçbir vakit red ve inkar edilmemiştir. Büyük Frederick
mükemmel bir kumandanı “hayretimizi mucip” İtre de Raison bir Platonic

90
Millet-i Müselleha

Cumhuriyet, felyesofların Centrum Gravtatis, kimyagerlerin hacer ilmisi


hâlikin bir eseri muteberidir diyerek tavsif eder idi. Timurlenk’in nizamât-ı
askeriyesinde kumandanda ulviyyet-i kalp ile memzûc-ı asalet, zeka, cesaret,
şecaat, desise, metanet, tedbir, sebat, dûr-endîşlik hassalarının ittihadı talep
edilmiştir. Onosander generalin, ihtiyatkâr, müteyakkız, mutasarrıf, gayûr,
fikr-i ceyyid, alicenap, vasatü’l-sin, nutuk, reis-i aile ve mümkün ise sınıf-ı
zadegâna mensup olmasını talep ettiği vakit iyi ve vasat hâlde bir kumandanı
tarif etmiş ise de bâlâdaki hassalar ile ne İskender’i, Sezar’ı ve ne de Frederick
veya Napolyon’u tarif eyleyebilmiştir.
Ekseriya yek-diğerlerine münâkız olan mezkûr hassalar beyninde
muvazenet husulü bile güçtür. O ancak cenab-ı hakkın mümtaz kullarına
râygân ettiği fevkalade bir ihsandır.
Lâkin böyle fevkalade hassaları nefislerinde cem‘ etmiş büyük
kumandanların mükemmel adamlar olarak bize görünmeleri ve ilk
tesadüflerinde hüsn-i muameleleriyle kalbimizi teshîr etmeleri lazım
geldiği zannolunmaktadır. Mamafih ne büyük Frederick ve ne de Napolyon
ile görüşmüş olanlar bu babda bir meth ü senada bulunurlar. Cattenberg
nam zatın Büyük Frederick hakkında yazdığı mektuplar mütalaa edilir ise
müşârun-ileyh ile beraber kiraz yemek pek de hoş bir şey olmadığı anlaşılır11.
Ziyanın çok bulunduğu mahalde gölgenin dahi çok bulunacağı ifade-i
umumiyyesi bu babda bize kifayet etmez. İyice tetkik edildiği hâlde bir
kumandanın hususiyle bugünkü günde bir insana yakıştırılmayacak ve
efrad-ı nastan birisinde bulunması affedilmez bir kabahat addolunacak
birtakım hassalara mâlik bulunması lazım gelir.
“Merhametsizlik” olmayınca kuvve-i metanet ve sebat nadiren ibraz-ı
tesir edebilir. Asrımız ve müstakbel harplerinde muharebat-ı kat‘iyeden evvel
ve sonra külliyetli insanlar bir araya içtima ettiklerinden veya edeceklerinden
bu içtimadan bittabi birçok zaruret ve sefalet tevellüt eder. Ya yüzbinlerce
adamın harp ettiği muharebe meydanları! Onlar her nev‘ sefalet-i insaniyenin
makarr ve merkezi hâlindedir. Göze çarpan felaket ve sefaletin vukuu elzem
olduğu hakkında ne mütalaat-ı nazariyede bulunacak olsak yine o manzar-i
dehşet-fezânın îrâs eylediği tesir-i canhıraşın izalesine muvaffak olamaz.
Ekseriya bir hiss-i zayıfa mukavemete çalışmış olan ve lakırdı sırası geldikçe
kan içinde yüzmekten içtinap etmeyen kimseler bu manzar-i dilsizin

11 Cattenberg, Büyük Frederick’in ahval-i mahsusasını mektuplar suretinde tahrir ve


1790 senesinde neşretmiş bir Prusya zabitidir.

91
Von der GOLTZ

karşısında en ziyade rikket ve merhamete gelirler. Burada dahi insanı ancak


havass-ı mahsusa muhafaza eder. Havass-ı mezkûreden burada muhafaza
eden hassa ulviyyet-i hissiyata pek garip görünen selâbet veya tabir-i âharla
merhametsizlik hassasıdır. Ekseriya, büyük kumandanların insanlara nazar-ı
istihkar ile baktıklarından bahsederiz. Mamafih bu keyfiyet izahata muhtaçtır.
Burada bahsettiğimiz istihkar ancak makâsıd-ı aliye istihsali esnasında ayrı
ayrı fertlerin hayat ve selameti hakkında kumandanın kalbinde tevellüt
eden bir hiss-i istisgârdır. Hususî muaşeretlerinde Büyük Frederick’in ve
Napolyon’un dahi ibraz-ı şefkat ve merhamet ettikleri ara sıra görülmüştür.

Lâkin ekseriyet makâsıd-ı aliyeyi daima derk edemez. Hele fikri


etrafında zuhur eden ahval ve vekâyi‘ ile şediden meşgul olacak olur ise
makâsıd-ı mezkûreyi büsbütün gözden kaybeder. İşte o zaman kumandanın
sertliği burûdet-i kalp nazarıyla görülerek bizi kendisinden tenfîr ve
tebrîd eder. Rikket-i kalbe tabi olarak mecruhîne ibraz-ı âsâr-ı şefkat ve
merhamete veyahut merkez-i sefalet olan mahallerde tevakkufa kıyam eden
bir kumandan, iş görmek için en kıymettar vakitlerini boşuna sarfetmek
muhatarasında bulunur. Bununla beraber birçok telefat ve zayiata düçar
olan ve tâb ü tuvânı kesilmiş bulunan taburların üzerinden ancak onlardan
daha ne iş talep edebileceğini hesap etmek için kemâl-i itidal-i dem ile göz
gezdiren o adamdan bilâ ihtiyar ürkmekteyiz.

Zâhiren o kadar çirkin bir hissizlik olan adem-i terahhüm, harpte büyük
iş görmek istiyenler için elzem bir hassadır. Kumandan için tarihin hiçbir vakit
affedemeyeceği yalnız bir cinayet vardır o da mağlup olmaktır. Kaviyyü’l-kalp
bir kumandan onu asla fikrinden çıkarmaz. Etrafında bulunanların dil-gîrligi
kendisine ne kadar az tesir eder ise sertliği ve cebbarlığı dahi o nispette
tezâyüd eder.

Birinci derecede büyük kumandanlarda havass-ı insaniyeden başka


birde havass-ı fikriyenin adem-i mükemmeliyeti dahi göze çarpmaktadır.
Shakespeare’in korkaklığın vücutsuzluğunu ispat eden sözleri her şeyi talihe
isnat eden meslek-i felsefeye müstenittir. Ekserî kahramanlarda bu hassa
mevcut olarak zâhiren fikrin mahdudiyetini ibraz eylediği hâlde sebebi pek
suhuletle anlaşılır. Tecrübe kendilerine insanın evvelden keşfedemeyeceği ve
izalesine muktedir olmadığı bin türlü esbâb-ı cüz’iyenin tesir-i müşterekiyle
husule gelen kuvveti öğretmiş olacağından, bazı hâllerde muzafferiyet ve
hezimeti intaç eden, talihe olan fart-ı itikatları bundan neşet eylemiştir.
Burada zâhire münâkız bir keyfiyet vardır o da İskender-i Rûmî’den
Napolyon’a varıncaya kadar büyük kumandanlarda kendilerine en ziyade

92
Millet-i Müselleha

müşkül ahvalde bile mütezelzil olmayan bir sebat ve metanet hâsıl ettiren şey,
kendilerinin min-tarafillah memur bulunmalarına olan itikatlarıdır. Esasen
düşünüldüğü zaman itikad-ı mezkûr talihin ancak liyakatli ve cesur olanlara
daimî olarak sadık kaldığı ve Büyük Frederick’in “Sa sacree majeste le hazard”
tabiriyle tavsif eylediği talihin bize muavenet eylediği gibi, aleyhimizde dahi
bulunabileceğini ispat eder. Büyük kumandanlara min-tarafillah memur
bulunmak itikadını ita eden şey taraf-ı ileyhten müntehap oldukları itikadı
değil, belki kendilerinde hissettikleri fart-ı kuvvet ve makderettir.
İşte bu suretle sertliği anlamaya ve onu mazur görmeye ve fikirde
görülen noksanları başka bir şey olarak tanımaya başlarız. Bir kahramana
mahsus olan tabiatın birtakım teferruatı daha vardır ki her ne kadar daha
fena şeyler ise de yine zamanımız bile onları talep etmektedir.
Bugün İskender-i Rûmî veya Sezar gelecek olsa yine kumandanlığa olan
istidat ve liyakatini meydan-ı tecrübeye vaz‘ edinceye kadar mülazım-ı sânîlik
rütbesinden, generallik mertebesine kadar olan silsile-i merâtib-i askeriyeyi
kat‘ etmek mecburiyetinde bulunur. Bu uzun yol esnasında birtakımı gaile-i
maişetten ve birtakımı dahi vazife ve hizmetten neşet eden birçok kayaları
dolaşmak icap eder. İşte bu kayalara en ziyade çarpılan uluvv-ı fikre ve
asalet-i kalbe mâlik olan tabiatlarıdır. Sehavet ve rüfekaya müzâheret,
kesesinin ağzı açık olan pek çok zevatın bâdî-i idbârı olmuştur. Sadakat ve
muhabbet bazısını arkadaşının veya amirinin düçar olduğu felakete hissedar
etmiştir. Pek çok mükemmel zabitler, kendilerinden dûn rütbede olanlar
hakkında edilen muamelat-ı i‘tisâfkârâneye nazar-ı bî-kaydî ile bakmayarak
onları müdafaaya kıyam ettiklerinden, onların idbârıyla beraber kendileri de
mesleklerinden dûr ve mehcûr edilmişlerdir.
Bu misillü tehlikelerden vikâye-i nefs edebilmek için ihtiyatkârâne
yaşayarak arkadaşlar ile uzun uzadî ihtilat ve münasebetten içtinap etmek
lazım gelir. Heyet-i zabitan bahsinde, heyet-i mezkûrenin umumuna
en ziyade muzır olmak üzere tarif ettiğimiz bir hassanın burada faydası
olduğunu tasdike mecburuz. Hassa-i mezkûre ise hod-perestliktir. Hayf ki
hod-perestlikten içtinap mümkün değildir. Çünkü az çok hod-perestliği haiz
olmaksızın dünyada hiçbir kimse büyük işler görmeye muvaffak olamamıştır.
Mamafih burada adi işler ile bir de hilkaten büyük işler görmeye müstait olan
tabâyi‘-i aliye beyninde bir fark-ı müphem vardır.
Birinci kısım insanlarda hod-perestlik ancak nefs-i süflâsına münhasır
olan muhabbetinden ibaret bulunduğu hâlde ikinci kısımda bu his, zuhurunu
memul ettiği fırsatlarda dünyanın menfaatine olarak büyük işler görmek için

93
Von der GOLTZ

sarfolunmak üzere ihtiyaten hıfzedilen ve sahibi için malum bir kuvvetten


ibarettir ki bu kuvvetin vaktinden evvel cüz’iyât uğrunda sarf ve ifnâsı asla
caiz olamaz. Dünyanın meşâgil-i ruzimerresi endişelerine karşı bî-kayd
bulunmak hususu ekseriya tabâyi‘-i aliyeyi vaktinden evvel bitap kalmaktan
muhafaza eder. Lâkin bu hassa hoşa gidecek bir hassa değildir. Bunun içindir
ki meşâhir-i erbâb-ı harp, hiç değilse zamanımızda görülenler, gençlikleri
esnasında akran ve emsalleri miyânında pek sevgili değil idiler. Kendilerine
burûdet ve fart-ı mülahaza isnat olundu.

İhtilattan içtinap ederek eser-i burûdet ibraz etmek, ister bilerek isterse
bilmeyerek vukua gelsin, murûr-ı zaman ile tabiat-ı beşere hakikî hod-
perestlik hassası verdiği kâbil-i inkar değildir.
İşte bundan dolayıdır ki büyük kumandanlar ve büyük diplomatlarda
iktisab-ı servet ve yesâr için fevkalade bir hırs ve tama‘ görüle geldiğinden,
âhâd-ı nâs onlarda gördügü havass-ı aliyeye havass-ı saire-i hasene dahi
isnat ederek kendilerine perestiş etmek raddesinde bulunur iken zevat-ı
müşârun-ileyhümün mahrem-râzı olanlar halkın etvâr-ı pereştiş-kârânesine
bakarak kemâl-i rikkat ile izhar-ı işmi’zâz ederler. Fakat esasen zevat-ı
müşârun-ileyhümde görülen hâl yine büyüklüklerine bais olan hassa
netâyicinden olmak lazım gelir. Büsbütün bî-taraf ve menfaat-perestlikten
ari zevat kumandanlık makamına vasıl oluncaya kadar kat‘ edecekleri
mesafe-i ba‘îde esnasında mutlaka bir sadmeye uğrayarak yolda kalırlar.
Yukarıda söylediğimiz gibi arkadaşlık âleminde böylelerin ekseriyet üzere
bulunmasını arzu ederiz. Zaten en ali olan mevkilerde ancak bazıları su‘ûd
edebilirler.
Mamafih müstesnalarda görüldü, yani kuvvetlerini mütemadiyen
sarfettikleri hâlde asla bitap kalmayan zevat-ı aliye var idi ; lâkin bunlar
büyük adamlar arasında dahi nevâdirden ma‘dûttur.
Birinci derecede kumandanlarda makâsıd-ı tarihiyede olan emelleri,
namlarının şeref ve şanı muhabbetiyle daima memzûc bulunarak yek-
diğerlerinden asla ayrılmazlar. İşte bu da hubb-ı nefsin bir alamet-i
zâhiresidir ki Büyük Frederick Hohenfriedberg muharebe-i kat‘iyesinden
evvel Başvekili Podewils’e yazdığı mektupta pek güzel tarif etmiştir. Müşârun-
ileyh mektubunda der ki : “Benim hırs ve tama‘ım sülaleme mensup olarak
geçmiş olan krallardan daha ziyade kendi sülalemin büyüklüğüne hizmet
ve Avrupa tâcdârânı miyânında büyük bir ehemmiyyet kesbetmiş bulunmak
hususuna münhasırdır. Bu hususta ibraz-ı sebat ve metanet benim bir vazife-i

94
Millet-i Müselleha

zatiyem olarak, saadet ve hayatımı sarf ile, onun istihsaline çalışacağım. Artık
intihap edecek bir cihetim olmadığından, ya iktidar ve nüfuzumu muhafaza ve
âlâ edecegim veya olmadığı takdirde Prusyalı namıyla beraber mahv ve nâ-
bûd olduğunu göreceğim!” Bu kahraman hükümdar “Frederick’in büyüklüğü
olmadıkça Prusya’nın büyüklüğü olamaz” der idi ki bu sözleri söyler iken
kalbinde husule gelen hissiyat-ı aliyeyi nazar-ı dikkat ve mütalaaya alır isek,
büyük kahramanların cümlesini gösterdikleri ali hod-perestlikten dolayı
muaf ve mazur görürüz.
Fevkalade bir zeka ve istidada mâlik olan erbâb-ı harbin kendilerine
peyda-yı muhabbet ettirecek bazı havastan mahrum bulunduktan başka bir
de asayiş zamanında âdeta kendilerine nefret davet edecek bazı hassalara
dahi mâlik bulundukları tetkikat-ı tarihiye ile müspet olduğuna mebni
orduda genç ve müstait zabitanın terfii emrinde bu misillü hassalara bir
dereceye kadar iğmâz-ı ayn etmek lüzumu tahakkuk eder.
Ordudan infisali vukuunda yerine âharın tayini muhal derecesinde
hiçbir kimsenin mevcut olmadığı ve en iyi zabitler infisal ettikleri hâlde bile
ordunun bekası tabiî olduğu fikir ve esası her ne kadar âlâ ise de yine zekî
ve müstait zabitlerin mücerred bazı sevilmez hassalardan dolayı adem-i
tefeyyüzlerine sebep olmamalıdır.
Fransa miralaylarından Mösyö Desprels bundan iki sene mukaddem
neşreylediği eserinde gayet mahirâne bir surette icra eylediği tetkikat-ı
tarihiye ile büyük kumandanların kalplerinde merkûz olan havass-ı aliye ile
beraber alelade merhametsizlik, adem-i emniyet, haset, arzu-yı tahakküm,
hubb-ı nefs, endişe-i ikbal vesaire misillü ahlak-ı zamîmeye istidat mevcut
bulunduğunu ve binaenaleyh esna-yı hazarda şimdiki ahval ve ihtiyacına
nazaran terakkî ve tefeyyüze pek az müstait bulunduklarını ispat etmiştir.
Onların yerine şahsen muhabbet ve meveddeti câlib olanları tefeyyüz
ettirmek emeli pek çabuk tevessü eder. Binaenaleyh hüsn-i suretle idaresi
matlup olan bir orduda harpte ibraz-ı liyakat ve maharet hususuna müteallik
olmayan sair hassalara bir dereceye kadar iğmâz-ı ayn etmek lazımdır.
Huysuz mâ-dûnlar ve imtizaçsız arkadaşlardan sonraları pek büyük
generaller yetişmiştir.
Vakıa bazı hassalar vardır ki heyet-i zabitanın cemiyet-i medeniyye
arasında haiz olduğu mevki hasebiyle havass-ı mezkûreden sarf-ı nazar
etmek caiz olamaz ise de yine eda eyledikleri hidemât-ı mühimme ile havass-ı
zatiyelerinin noksanını setredenler hakkında müsamaha edilmesi lazımdır.

95
Von der GOLTZ

Ordunun revâbıt ve intizamını ihlal etmeksizin büyük adamları küçük


rütbelerden kurtarmak için başka çare yoktur. Mahsusen kumandanlar
taharrîsi nihayet bir Macks’ın ve Massenbachs’ın intihabını intaç ederek
bu sırada Rüchel dahi intihap olundu ise de bu intihaba bir eser-i tesadüf
nazarıyla bakılmamalıdır. Kuvvetli tabiatlara tarîk-i tefeyyüzü açık tutmak ve
onları kendi hâllerine bırakmak bu babda eslem-i tarîk olsa gerektir.
Cemiyet-i beşeriyenin sunûf-ı aliyesinde dünyaya gelenler askerlik
âleminin birçok avârız ve mevâni‘inden masûn ve mahfuz kalırlar. Âdet ve
nizam üzere yetişmekte olan bir zabiti daha ilk hatvelerinde feyz ve rifattan
men‘ edebilecek mevâni‘e, sülale-i hükümdarîden neşet eden zevat asla
tesadüf etmez. Mâ-fevklerin sû’-i teveccühü, akran ve emsalin kin ve hasedi,
maişet-i içtimaiye şerâ’itinin müşkülatı ve makamât-ı aliyede tanınmak
su‘ûbeti misillü hususat pek çok defa mesleğine kemâl-i ümit ile mübaşeret
etmiş bir zabiti tefeyyüzden men‘ etmiştir. Asalet ise bu misillü mevâni‘i
atlamaya yardım eder. Asalet, harîz-i şân ve mâlik-i ilm ve irfan bir zat için
güzel bir şeyin hediyesidir. Asalet, insanı pek erken emretmeye ve umur-ı
cesimede mesuliyeti der-uhde etmeye alıştırır. Serian terfi-i rütbe etmek
hükümdarzâdeleri ancak bir ihtiyarın nail olabileceği ve mamafih gençlik
kuvvetine muhtaç olan rütbelere daha genç yaşında iken mazhar eylediği
cihetle ezmine-i cedit tarih-i harbinde görülen meşâhir-i erbâb-ı harp silsilesi
ekseriyetinin sülale-i hükümdarâna mensup zevattan ibaret bulunduğuna
asla taaccüp ve istiğrâb olunmaz. Gustav Adolphus Bernhard Von Weimar,
Fehrbellin muzafferi bulunan Frederick William, Gonda, Turenne, Öjen,
Onikinci Charles, Büyük Frederick nam zatların cümlesi ya taht-ı hükûmette
veyahut onun karîbinde bulunurlar idi. Yalnız Fransa’nın Birinci Cumhuriyeti
kumandanlarının ekserîsi tabakât-ı süfliyye zulmetinden yetiştiler. Napolyon
Bonapart Korsikalı bir asilzâde familyaya mensup idi.
Bugünkü günde ordu ile millet, şey-i vâhid hükmüne girdiği cihetle
fevkalade cesim olan bâr-ı mesuliyeti hükümdar-ı memleket olan zatın
en iyi der-uhde edebilmesi bir emr-i tabiîdir. Binaenaleyh hükümdarı,
ordusunun dahi başkumandanı olan ve sülale-i hükümdarîye mensup zevatı
kumandanlık vazife-i mühimmesinin icap ettirdiği malumat ve maharet-i
iktisaba meyl ve rağbet eden bir millet en ziyade emin olabilir.

96
İkinci Fasıl
Karargâh-ı Umumîler ve Ümerası

Feld Mareşal Moltke der ki :


“Bir ordu karargâhının terkip ve tertibi fevkalade haiz-i ehemmiyet bir
madde olarak bu ehemmiyyet ise her zaman layıkı vechle takdir olunmaz. Bazı
kumandanlar vardır ki asla ihtar ve nasihata muhtaç olmayarak kendileri
düşünüp yine kendileri karar verdiklerinden, maiyetlerinde bulunan zevat,
yalnız hususat-ı mukarrerenin icrasına memur olurlar. Fakat bu misillü
kumandanlar kadr-ı evveldeki kevâkib kabilinden olduklarından, bunlardan
birkaç neferini vücuda getirmek her asrın kârı değildir.”
“Ekser hâlâtta bir kumandan iştişaresiz iş göremez. Az veya çok kişiden
ibaret bulunacak olan müsteşarlardan her biri malumat ve dirayetiyle ahvali
muhakemeye ve bir netice istihracına muktedir iseler de yine nihayetü’l-emr
re’y-i vâhid, hâkim ve nâfiz kalmalı ve silsile-i merâtib-i askeriye fikirlerinin
itaatını dahi husule getirmeye medâr olmalıdır. Her biri fikrini kumandanın
nazar-ı tetkik ve mukayesesine arza mecbur olarak, işbu arz keyfiyeti dahi
bu babda salahiyet-i mahsusayı haiz bir zat vesâtatıyla icra olunur. Bu zat
kumandan tarafından rütbe sırasınca intihap edilmeyerek en ziyade emniyet
eylediği bir zatı bu vazife ile muvazzaf kılar. Tavsiye edilen hususat her vakit en
âlâ tedâbîrinden olmayabilir. Fakat herkes re’y ve fikrini bir maksada hizmet
ve bir istikameti takip ederek beyan etmiş olduğu cihetle efkâr-ı mezkûrenin
cümlesi tetkik ve mütalaa edilerek bir netice-i hasene istihracı mümkün
olabilir. Başkumandanın müsteşara nispeten pek büyük bir vazifesi kalıyor ki o
da tavsiye olunan şeyin mesuliyet-i icrasını der-uhde etmektir.”
“Lâkin, bu kumandanın maiyetine yek-diğerinden müstakil birkaç kişi
veriniz! Bunlar ne kadar mu‘allem, ne kadar muktedir ve sahib-i dirayet olurlar
ise iş o nispette fenalaşır. Çünkü kumandan gâh birinin ve gâh diğerinin sözünü
dinleyerek muvafık-ı hâl ve maslahat bir tedbiri bir noktaya kadar icra ettikten
sonra bir diğerinin nasihati üzerine ondan mükemmel ve fakat başka yolda bir
tedbir icrasına teşebbüs ve bir üçüncünün ihtaratını istimâ‘ ve dördüncünün
bulacağı çareleri istimal etsin. Yüze karşı bir ile iddia olunabilir ki bu kumandan

97
Von der GOLTZ

en âlâ tedbirleri icra ederek hareket ettiği hâlde yine muharebeyi kaybeder.”
“Her karargâhta birtakım adamlar bulunur ki mevki-i mezkûreye konulan
her teşebbüste mevcut müşkülatı kemâl-i dikkat ile meydana çıkararak
hiçbir tasavvur ve teşebbüs sehm-i itirazlarına hedef kılmaktan sarf-ı nazar
edemezler. Ve teşebbüs edilen bir harekette bazı müşkülat zuhur eder etmez
hemen ‘Söylememiş mi idik? Bu müşkülatı biz evvelden haber verdik. Fakat
sözümüzü dinleyen olmadı.’ yollu tefevvühât ile harekât ve teşebbüsâtı tezyîfe
kıyam ederler. Bunlar daima haklı çıkarlar. Çünkü kendileri ne muayyen bir
teklifte bulunurlar ve ne de bir gûne icraatları vardır. Bu cihetle hâsıl olacak
her nev‘ netice onları tekzip etmez. İşte itirazât ile meşgul bu gibi zevat,
kumandanların harabını mucip adamlardır.”
“Fakat en bedbaht olan kumandan üzerinde daimî bir teftiş icra edilen
kumandandır ki her gün planlarından, niyyât ve tasavvurâtından cevap
vermek mecburiyetinde bulunuyor. Karargâhta hükûmet tarafından murahhas
bir memur veyahut karargâhın gerisinde hükûmet-i merkeziyeye merbut ve
kumandanı daimî bir istintak ile meşgul bir telgraf hattı bulunur ise artık
kumandan olan zat ne katî bir karar verebilir ve ne kendisinde istiklal kalır.
Hususat-ı mezkûrenin fikdânı hâlinde ise hiçbir vakit layıkıyla idare-i harekât-ı
harbiye mümkün olamaz.”
(Müşârun-ileyh işbu mülahazatı Avusturya’nın 1859 karargâh-ı
umumîsi hakkında irat ediyor. )
Bir karargâh-ı umumînin fena surette terekkübüyle husule gelen
sû’-i netayici mütalaa etmek için ecnebi tarih-i harplerinde misal aramaya
muhtaç değiliz. Zira vatanımız tarih-i harbinin buna bir misal-i mükemmel
irâ’e etmekte olduğunu ma’a’t-teessüf itiraz ederiz.
1806 sene-i miladiyesinde Prusya Ordusu’nun ser-kârında suret-i
terkibi ordunun hüsn-i idaresini muhal hükmünde bırakan bir karargâh-ı
umumî var idi. Clausewitz ordunun idaresine memur edilmiş bir “kongre”den
latife tarîkiyle bahsediyor. Vakıa mezkûr karargâh-ı umumînin bir kongreye
epey müşabih bulunduğu münker değildir. Dük Brunswick umum orduya
kumanda etmeye memur olmuş iken başlıca ordu tesmiye olunan bir kısım
kuvvetin doğrudan doğruya kumandası dahi yine müşârun-ileyhe ihale
kılınmış idi.
( Vakıa 1757 senesinde dahi buna müşabih bir hâl görülmüştür. Büyük
Frederick Bohemya’ya doğru hareket eden dört kolun umum kumandanı iken

98
Millet-i Müselleha

Dresd şehrinden hareket eden kolun dahi hususî kumandanı idi. Her hâl ve
kârında nüfuz ve iktidarını muhafaza edebilmekten emin olan bir Frederick
böyle bir şeyi der-uhde edebilir idi. Fakat maiyetinde Hohenlohe’dan birisi
bulunan ve müstakil olmayan bir Dük Brunswick’in böyle bir şeyi der-uhde
etmesi büyük bir cüret addolunsa sezâdır.
Ordunun diğer bir büyük kısmına kumanda eden Prens Hohenlohe,
gâh zikrolunan dükün yanında ve gâh maiyetinde bulunur idi. General
olarak kadr ü haysiyeti dükün itibar ve haysiyetine muadil olarak belki ordu
içinde kendisine daha ziyade itibar olunur idi. Kendisi bile orduda müstakil
bulunması ve nüfuzun kısm-ı azamını ele geçirmesi selamet-i vatana nafi
bulunduğuna mutekit olarak Erkân-ı Harbiye Reisi Von Massenbach dahi
bu itikadına kuvvet vermeye çalışır idi. Rüchel’in hâli dahi buna müşabih
idi. Bunlardan memul edilen muvaffakiyetleri temin zımnında ikisi için
müstakil ordular tertip olundu. Dükün başlıca ordusu nezdinde kral dahi
bulunuyor idi. Vakıa kral ancak huzuruyla ittihaz olunacak tedâbîrin daha
ziyade dikkat ve sürat ile icrasını istilzam niyetiyle gelmiş ise de müşârun-
ileyhin nüfuzu bittabi tevessü ettiğinden, Dük Brunswick, her yapacağı
hareketi kralın taht-ı riyasetinde inikat eden meclis-i meşveretin re’y ve
kararına tabi kılmış idi. Hükümdarın refakatinde ordunun en kıdemli erkân-ı
harbiye zabiti ve hakikî Erkân-ı Harbiye Re’isi olan General Paull bulunuyor
idi. Çünkü Erkân-ı Harbiye Reisi bulunan General Geusau harbiye nezaretine
ait umur-ı idareye dalmış olduğundan, ordunun sevk ve idaresi hususatıyla
asla iştigal etmez idi. Bundan başka kral Feld Mareşal Mouendorf’u dahi
yanına almış idi. Müşârun-ileyh seksen iki yaşında bir pîr bulunmakla
her ne kadar bilfiil kumanda etmeye muktedir değil ise de harpte pek çok
tecrübesi sebk etmiş olduğundan, nesâyih ve ihtarâtından istifade etmek
memul olunuyor idi. (Müşârun-ileyh Mouendorf 1805 senesinde bir ihtiyat
kolordusuna kumanda etmiş idi. ) Kezâlik Kral Üçüncü Frederick William’ın
ötedenberi hüsn-i teveccüh ve emniyetine mazhar bulunan General Zastrow
dahi karargâh-ı umumîye davet olunmuş idi. Ser-yaver Miralay Kleist haiz
bulunduğu mevki-i nüfuz ve iktidar hasebiyle bittabi karargâhta mevcut idi.
Başlıca ordunun ihtiyatına kumanda ettiğinden ekseriya kralın ve dükün
kurbunda bulunan General Kalckreuth dahi derece-i sâniyede bir nüfuz icra
etmekte idi. Müzakerat esnasında ve kararların itası hengamında diplomatlar
bile hazır bulunuyorlar idi!
Müzakerat esnasında Dük Brunswick’in tarafını iltizam eden ancak
müşârun-ileyhin erkân-ı harbiye reisi ve kıdem cihetiyle Paull’den ve hatta

99
Von der GOLTZ

Massenbach’tan bile genç bulunan ve orduya henüz yeni gelmiş olmak


hasebiyle müddet-i kalîle zarfında nüfuz-ı zatîsini tesir ettirmeye pek de
ümitvâr olmayan Scharnhorst bulunduğu cihetle başkumandanın tarafı,
azasının adet ve miktarca olan kılleti sebebiyle derece-i sâniyede bir nüfuz
icra edeceği muhakkak idi. Binaenaleyh kararlar, kralın kurenâsının fikir
ve re’yi mûcebince verilir idi. Dük Brunswick başkalarını sevk edeceği yere
bilakis kendisi sevk olunur ve Clausewitz’in beyanına göre müşârun-ileyh bu
hâle pek de münfail olmaz idi.
Mecliste malumatlı ve mükemmel askerler mefkûd değil idi. İçlerinden
Scharnhorst, Kleist ve Paull bile mu’ahharen tarihte birer nam ve ehemmiyet
kazanmışlardır. Mamafih bu mecliste vücuda getirilen şeyler hiçbir şey
vücuda getirmemekten daha fena idi. Yani mukarrerat-ı meclis adem-i
intizamı ve tereddüt ve endişeyi tezyit etmekten gayri bir iş görmemiştir.
Ordu idaresinin gayet meşum bir surette tertip ve terkibinin başlıca
sebebi ordunun idaresine memur olan zevatın her biri hakkında olan
mülahazata mebni ordu taksimatının ve memuriyetlerin her birinin ale’l-
infirâd hoşuna gidecek vechle tertip edilmesidir. Ser-kârda gayet müessir bir
kuvvet olmadıkça bu misillü mülahazatın en mühim hususatta bile zî-nüfuz
oldukları ma‘a’t-teessüf görülmektedir. Sefer-i mezkûr esnasında yirmi altı
yaşında olarak erkân-ı harbiye yüzbaşısı ve Prens August’un yaver-i harbi
bulunan Clausewitz haiz olduğu mevkiin adem-i ehemmiyetiyle beraber yine
ahval-i mezkûreyi gayet dikkat ile görerek muhakeme etmekte idi. Müşârun-
ileyh Clausewitz sene-i mezkûre eylülünün yirmi dokuzuncu günü Kontes
Marie Briihl’e yazdığı bir mektupta ahval-i mezkûreye dair şu suretle beyan-ı
efkâr ediyor : “Scharnhorst’un ne kadar müşkül ahval arasında iş görmeye
mecbur bulunduğu tasavvur olunur şey değildir. Orduda bir başkumandan, bir
erkân-ı harbiye reisi bulunacağı yerde üç başkumandan ile iki erkân-ı harbiye
reisi bulunduğu düşünülür ise müşkülat-ı mezkûre pek suhuletle anlaşılabilir.
Söylediğim zat kadar bu misillü müşkülata galebe edebilecek ömrümde henüz
hiçbir kimseye tesadüf etmedim desem mübalağa etmemiş olurum. Lâkin böyle
teşrifat mevâni‘ine ve efkâr-ı ecnebiye tesirat-ı mütemadiyesine maruz olan
bir zeka ve dirayetin ne kadar âsâr-ı hasenesi zayi olup gider! Yalnız şurası
muhakkaktır ki bu seferin neticesi vatanımız için meşum çıkacak olur ise
sebebini ancak teşrifat mülahazatı beliyyesinde aramalıdır. Çünkü hususat-ı
sairenin cümlesinde bu zaman Prusya kralı için gıbtaya şayan bir zamandır.”
Aşağıda karargâhlara dair bahis geçtikçe karargâhı, biri seferber
bulunan umum orduların sevk ve idaresine memur karargâh-ı umumî ve

100
Millet-i Müselleha

diğeri münferit orduları idare eden ordu karargâhları veya tabir-i âharla
ordu kumandası heyeti namıyla iki kısma tefrik ve bu tefriki muhafaza etmek
iktiza eder.
Esas maslahata bakılır ise bunların ikisi de bir şey olarak birisi için
söylenen şeyler ekseriya diğeri için dahi söylenmiş olur. Binaenaleyh bir
tefrik-i esasîden sarf-ı nazar eder ve bu tefriki icap eden yerde icra ile iktifa
eyleriz.
Karargâhın hüsn-i suretle tertip ve terkibi ve başkumandan ile erkân-ı
harbiyesi beyninde hüsn-i imtizaç husulü keyfiyetleri başkumandanda
bâlâda lüzumunu ispat ettiğimiz havass-ı fikriye ve kalbiyeden mefkûd
bulunanların yerine kaim olabilir. Bu babda kavaid-i muayyene ityân etmek
bittabi mümkün olamaz.
Başkumandan ile erkân-ı harbiye reisinin müttefikan ordunun
selametine çalışabilmelerini teshil eden esbâbının birincisi beynlerinde yek-
diğerinin zatına samimi riayeti istilzam eden bir muhabbet ve meveddet
bulunmasıdır. Bu iki zat beyninde ittifak ve meveddet olmaz ise kavaid-i
nazariyenin hiçbirisinden fayda bekleyemeyiz. Muhtelif tabiatların yek-
diğerlerini ikmal etmesi esasta müttefik bulunarak, ihtilafları ancak malumat
ve âmâlın bazı kısımlarında menûttur.
Erkân-ı harbiye reisi, başkumandana nazaran karargâh-ı umumîde
başka bir mevkide bulunur. Müşârun-ileyh karargâh-ı umumîde mevcut
zevatın cümlesi arasında münasip gördüğü adamları istediği hizmetlere
tayin etmek hak ve salahiyetine mâlik ve sevdiği adamları tayin etmeye
muktedir iken başkumandan mutlaka yalnız erkân-ı harbiye reisiyle iş
görmek mecburiyetinde olarak bir karışıklığa sebep olmaksızın erkân-ı
harbiye reisinin muavenetinden sarf-ı nazar edemez. Binaenaleyh erkân-ı
harbiye reisinin hüsn-i intihabı en ziyade şayan-ı ehemmiyet bir keyfiyettir.
Başkumandan ile erkân-ı harbiye reisi miyânında burûdet ve adem-i emniyet
vücudu umum ordu üzerine gayet fena tesirler husule getirir. Böyle burûdetin
vücudu ekseriya nadiren işâ‘a edileceğinden bir muvaffakiyetsizlik vukuunda
adem-i muvaffakiyet esbâbı menba-ı aslîsinde taharrî olunacağı yerde
büsbütün başka cihetlerde aranır. Yalnız büyük felaketlerden sonra münazaa
yolunda yazılan şeyler veyahut divan-ı harpler tahkikatı ahval-i dâhiliyeyi
biraz meydan-ı alaniyete çıkarır.
Trianon Davası’yla adem-i imtizaçları sabit olan Mareşal Bazaine
ile Erkân-ı Harbiye Reisi Jarras’ın hâli henüz yakında görülmüş bir misal

101
Von der GOLTZ

arzetmektedir. Müşârun-ileyhümânın arasındaki münasebat evvelleri pek


iyi idi.
Lâkin müşârun-ileyh Jarras imparator başkumandanlık ettiği müddetçe,
yani ilan-ı harpten 1870 senesi Ağustosunun on ikinci günü öğleden
sonraya kadar General Lebceuf’un maiyetinde erkân-ı harbiye reis-i sânîliği
memuriyetini haiz idi. Binaenaleyh müşârun-ileyh imparator tarafından
Bazaine ordusuna erkân-ı harbiye reisi memuriyetiyle izam olunduğu vakit
Mareşal Bazaine, kendisine muavenetten ziyade, maiyetinde bulunduğu
mareşalin etvâr ve harekâtını teftişe memur bir mu‘acciz nazarıyla baktı.
Ondan başka Jarras’a ordunun ahval-i mühimmesine dair malumat dahi
verilmemiş olduğundan, bu keyfiyet o anda mareşale muavenette bulunmasını
tas‘îb etmiş oldu. Binâberîn Mareşal Bazaine kendisini ordu umurundan
uzak tutarak büsbütün ehemmiyetsiz işler ile işgal etmiş ve kendisine ali bir
rütbeye haiz bir katip nazarıyla bakmıştır. Ahval-i mezkûrenin netâyicine pek
çok intizar olunmadı. Mareşal muhasaraya düçar olmamak için ağustosun
onikinci günü Metz’den Verdün’e harekete karar verdi. Fikir fena değil idi,
lâkin icrası tasavvurun fevkinde bir derecede esef-i iştimâl bulundu. Yürüyüş
emrini Bazaine kendisi vermiş ve yürüyüş istikameti olarak Mars La Tour,
Etain ve Verdün mevkilerini göstermiştir. Buna binaen dört caddenin hüsn-i
istimali mümkün bulunmuş iken bütün ordu gayet ağır olan nakliyesiyle
beraber Metz’den Gravolette’ye isal eden bir cadde üzerinde yürüyüşe
başlamış ve bu suretle birkaç günler dar olan Moselle Vadisi’nde sıkışmış
kalmıştır. Eğer bazı fırka kumandanlarının tedâbîr-i müstakilesi olmamış
olsa idi, karışıklık fevkalade bir dereceye vasıl olarak, ağustosun on altıncı
günü bile orduya hatt-ı harp açtırmak muhal olur idi.

“Birkaç saatlik bir meselenin bütün Fransa’nın ikbal ve idbârına


hükmeylediği bir an ve zamanca en esaslı tedâbîr-i ihtiyatiye ittihazı
müsamaha olundu.”

Bazen kabahati erkân-ı harbiye reisine atmaya çalışmış ve erkân-ı


harbiye reisi hareketin icrasına başlanıldığı dakikaya kadar harekete dair
büsbütün bî-haber bulunmuş olduğunu iddia etmiştir. Hangisinin haklı ve
hangisinin haksız olduğunu ve Bazen kasdi olarak Jarras ile istişare etmedi
mi , yoksa Jarras muamelat-ı sâbıkadan dil-gîr olarak iş vaktinde kendisini
kasden mi geriye çekti? Buralarını tefrik etmek ziyadesiyle müşküldür.
Mamafih ikisinin dahi hâli muvafık-ı maslahat değil idi. Hareket-i mezkûrenin
vukuunu hiçbirisi tecviz etmemeli idi. Çünkü hareket-i mezkûre ordunun

102
Millet-i Müselleha

inhizam ve izmihlaline sebep oldu, yani başkumandan ile erkân-ı harbiye


reisi miyânındaki burûdetin cezasını ordu çekmiş bulundu.

Bugünkü günde başkumandan her şeyini zatında cem‘ edemez. Birinci


derecede kumandanlar bile müstakil ve malumatlı muavinlere muhtaç olduğu
hâlde artık (kadr-ı evvel) kevâkibinden ma‘dûd olmayan kumandanların ne
kadar müzaheret ve muavenete muhtaç olacakları vâreste-i kayd-ı izahtır. Bir
orduyu idare etmek keyfiyeti bir kişi için pek büyük olmuştur. Ondan başka
mevâdd-ı fenniye mübâhisi gelir ki onlara malumat-ı hususiyenin vücudu
lazımdır.
İlm-i ahval-i ruh nokta-i nazarından dahi bakıldığı hâlde başkumandan
ile erkân-ı harbiye reisi miyânında samimi bir meveddet ve muhâdenet
bulunması elzem olduğu tahakkuk eder. Başkumandan, hüsn-i mesuliyet ile
daima biraz sıkılacağından kuvve-i mümeyyizesi bir dereceye kadar düçar-ı
tereddüt bulunur. Binaenaleyh kendisine kuvve-i müdrike ve mümeyyizesi
öyle bir his ile muzdarip olmayan ve ahvali kemâl-i revnak-ı fikr ile
muhakemeye muktedir olan bir zatı terfik etmek muhassenât-ı adîdeyi
şamil bir keyfiyet olarak, ikisinin heyecan ve endişeleri muvazenet peyda
edeceklerinden verecekleri kararlarda hissiyat-ı kalbiyeden neşet eden
mülahazatın defi pek sehl olur. Lâkin bu zatların beynindeki münasebet bir
“emniyet-i tâmme” üzerine müesses bulunmak lazım gelir.
İşte esbâb-ı mezkûreden dolayı başkumandan olan zat, velev kendisi
memleketin umum ordularının başkumandanı olmasa dahi yine maiyetine
verilecek erkân-ı harbiye reisini kendisi intihap etmek hak ve salahiyetini
mâlik bulunmalı ve hayatının en mühim bir devri esnasında kalben müteneffir
bulunduğu bir adama merbut olmak mecburiyetinde bulunmayacağından
emin olmalıdır. Başkumandanın hissiyat-ı kalbiyesi efkar ve harekâtına
büyük bir tesir icra eder. Hissiyat-ı mezkûrenin ekserîsi ise her gün kendisiyle
beraber çalışmaya ve onunla en mühim meseleleri halletmeye mecbur
olduğu zat ile ihtilattan tevellüt ve neşet eder.
Esna-yı seferde erkân-ı harbiye reisinin vezâ’if-i mahsusası hiçbir
nizam ve kanun ile tahdit edilmediği gibi vezâ’if-i mezkûreyi tahdit etmek
dahi mümkün olmadığını ma‘a’t-teessüf itiraf ederiz. Ahval-i zatiye, dirayet,
liyakat ve meyl ve heves bu babda mizan bulunur. Büyük Frederick ile
Napolyon’un erkân-ı harbiye reisleri yine kendileri idi. Mamafih Büyük
Frederick Winterfield’i ve Napolyon Berthier’i kaybettikleri vakit fikdânlarını
ziyadesiyle hissettiler.

103
Von der GOLTZ

Napolyon, mirlivaya yazdığı talimatı mektup suretinde olarak


yaverlerinden birine şu suretle imla eder idi : “Benim amcazâdem ! General
S……. H’a (A…..) mevkiinde zabtolunan düşman toplarını bir araya cem‘
etmesini emrediniz, levazım reisine bütün ambarları oraya nakletmesini
emrediniz. Mareşal M……h’a F…… civarını büyücek bir kuvvetle işgal etmesini
emrediniz, orada bir hastahane tesis ettiriniz. Ve ilâ âhir.”
Müşârun-ileyh bu vechle emirlerini muhtasar sözler ile beyan eder ve
Berthier dahi her bir emri tefrik ettikten sonra ayrı ayrı emirnameler kaleme
alarak icap edenlere gönderir idi. Mezkûr emirleri izah etmek lazım geldiği
tabiîdir. Napolyon’un kuvve-i hafızası mahal ve vekâyi‘ için pek mükemmel
olduğu hâlde esamî-i eşhası zihninde layıkıyla muhafaza edemez idi. Bu
keyfiyet Bourienne’in şehadetinden başka bizzat imparatorun mektuplarıyla
dahi müspettir. Pek çok defa şöyle sözlere tesadüf olunur.“V…… mevkiinde
kumanda eden General, A……. mevkiine gidip oranın kumandasını der-uhde
etme. K …. mevkiinde bulunan general orduya takarrüp etme ilâ âhir.” Bundan
Napolyon’un mevki-i mezkûrede hangi generallerin bulunduğuna vâkıf
olmadığı anlaşılabilir. İş hususunda ise hiçbir noksan görülmez idi. Binâberîn
Berthier’in memuriyeti erkân-ı harbiye riyasetinden ziyade rütbe-i aliye ile
bir kalem riyaseti idi denilebilir.
1870 senesinde Kral William erkân-ı harbiyesi reisi bulunan General
Von Moltke’ye ordunun harekâtına dair evâmirini şifahen vererek ba‘dehu
müşârun-ileyh Moltke kolordu kumandanlarına hitaben icap eden emirleri
ısdâr eder ve mezkûr emirler erkân-ı harp reisi tarafından mümzâ iken,
evâmir-i hükümdarî hükmünde bulunurlar idi.
Bir devlet-i mütemeddünenin hükümdar-ı meşrûtu harp esnasında
bile taht-ı hükûmete ku‘ûd etmiş bir general gibi, hükûmete dair umur-ı
siyasiye-i dâhiliye ve hariciye mesâ’ili ile meşgul bulunacağından, erkân-ı
harbiye reisine daha ziyade istiklal vermesi lazım gelir. Napolyon’un yaptığı
gibi ki müşârun-ileyhin hükûmeti dikkat ile nazar-ı mütalaaya alınır ise bir
askerî diktatörlükten gayrı bir şey bulunmadığı anlaşılır.
Lâkin bir orduda generallerden birisi başkumandanlığı ve diğeri
erkân-ı harbiye riyasetini der-uhde eder ise hâl büsbütün tebeddül eder. Bu
hâlde ikisi de bütün kuvvetlerini ordunun idaresine sarfedebileceklerinden,
erkân-ı harbiye reisinin bir dereceye kadar tahdid-i vezâ’ifi caiz olabilir.
Mamafih başkumandanın kuvvetini bi’t-tercih büyük kararlara, zuhuru
mutlak olan şüphelerin izalesine ve mütalaatında bir fikr-i müstakîm hâsıl

104
Millet-i Müselleha

etmeye sarfedeceği muhakkak olduğundan, kendisinin icraat hususatıyla


lüzumundan ziyade işgal edilmemesi lazım gelir. Çünkü zayıfü’l-kalp adamlar
ekseriya kalplerinde tevellüt eden endişelere galebe etmek maksadıyla
icraata karışmaya fevkalade münhemik bulunurlar. Vakıa meşguliyet
bir dereceye kadar endişe-i kalbi izale eder ise de böyle bir harekette
bulunan başkumandan, başını işin içine sokarak o anın levazımını unutmuş
bulunacağından deve kuşuna benzemiş olur. Bu vechle başkumandan olan
zat cüz’iyâta teveccüh etmek üzere nazar-ı dikkatini umur-ı mühimmeden
inhiraf ettirmek muhatarasında bulunur. Müşârun-ileyh erkân-ı harbiyesi
reisiyle ba‘de’l-müzakere muradını açık bir surette beyan ve usul-i icraata
umumî bir vechle ita-yı karar ettikten sonra evamirin icrası ve icap eden
teferrüatının tefekkür ve ilavesi keyfiyeti erkân-ı harbiye reisinin elinde
bulunur ise hepsinden âlâ olmuş olur. Zira başkumandan olan zat herşeyi
kendisi yazmaya kıyam eder ise tevlid-i efkâr zımnında zihninin muhtaç
bulunduğu vakit ve istirahatı gasp ve sirkat etmiş olur. Kendisi yazı
yazmaktan ziyade düşünmeye mecburdur. (Vakıa maiyetinde bulunan
asâkir mevcudunun bu babda dahl-i küllîsi vardır. Zeki ve müstakil bir
general kalîlü’l-miktar fırkalardan mürettep bir ordunun kumandanlığında
bulunacak olur ise işleri tesri etmek için bazı emirleri kendisi yazabilir. Lâkin
bu hâlde kendisi zâhirde bir ordunun başkumandanı ise de hakikatte bir
miktar askere kumandaya memur bir generalden başka bir şey değildir.)

(Bâlâda söylenen sözler bugünkü günde teşkili mutat olduğu üzere beş
yahut altı kolordunun ve birkaç süvari fırkasından mürekkep olan büyük
ordular hakkında carî ve muteberdir. )

Büyük ordularda erkân-ı harbiye reisi bile kendisini lüzumundan ziyade


umur-ı tahririye ile işgal etmekten içtinaba mecburdur. Zira her dakikada
istişareye muhtaç bulunan başkumandanın emrine muntazırdır. Zaten
umur-ı tahririye bir kerre başlandıktan sonra bir daha elden bırakılmamaya
muhtaç olduğundan, umur-ı mezkûrenin ikide birde başka işlerle iştigale
mecbur olmayan bir zata ihale kılınması iktiza eder. Bir erkân-ı harbiye reisi
hakkında “gayet kâr-güzârdır” denilecek olur ise bu söz şüphe-âmîz bir meth
ü senadan ibaret bulunur. Çünkü erkân-ı harbiye reisi bizzat iş görmekten
ziyade sairlerin işlerini idareye memur ve mecburdur.

Bazı tertibat ve hususî olarak mühim bulunan muharrirât ve harekât veya


muharebat-ı kat‘iye hakkında lazım gelen tedâbîrin ittihazı misillü umur-ı
mühimmeyi erkân-ı harbiye reisi bizzat tesviye eder. Umur-ı mühimme-i

105
Von der GOLTZ

mezkûre miyânında karargâh-ı umumî ve umum ordunun erkân-ı harbiye


riyasetiyle vuku bulacak muhaberat dahi dâhildir. Mamafih erkân-ı harbiye
reisi umur-ı ruzimerresinden mümkün olduğu kadarını başkalarına tahmil
etmeye çalışmalıdır.

Memuriyeti iki nev‘ olduğundan, bittabi ziyade zahmet ve meşakkati


muciptir, zira kendisi yukarıya doğru başkumandanın müsteşarı ve dost
ve muavini bulunduğu gibi, aşağıya doğru ekseriya anasır-ı muhtelifeden
mürettep bulunan bir heyet-i erkân-ı harbiyenin nâzım ve müdebbiridir.
Erkân-ı harbiye reisinin hâl ve efkârı başkumandan üzerine icra-yı tesir
ettiği gibi, erkân-ı harbiye heyeti dahi bu tesirden kurtulamaz. Erkân-ı
harbiye reisinin hâl ve tavrı ne surette ise, erkân-ı harbiye heyetinin dahi
o vechle bulunur. Erkân-ı harbiye heyeti hüsn-i surette tertip edilerek azası
miyânında hoşnûdî ve hüsn-i imtizaç mevcut ise evâmir makinesi dahi iki
kat emniyet ve sürat ve selamet üzere işler. Böyle bir heyetin riyasetinde
liyakatsiz bir zat bulunduğu hâlde tevellüdü mutlak olan adem-i hoşnûdî
ve ittihat, anasır-ı muhtelifeden mürettep olan heyet-i mezkûrenin her
tarafına sirayet ve heyet azası en mükemmel zevattan ibaret bulunsa dahi
yine kâffe-i umur ve mesâlihi ifsat eder. Bir ordunun karargâh-ı umumîsinde
ordunun en mükemmel zevatının müctemi‘ bulunmaması kanun-ı harp
mukteziyatındandır. Binaenaleyh her yerden ziyade burada her ferdin
yürekten çalışacağına hükmolunabilir.
Hizmet-i askeriye esnasında ekseriya gösterilen şiddetin burada o kadar
lüzumu olmayarak, karargâh umuruyla meşgul olan zevat yek-diğerlerine
karşı ne mertebelerde ibraz-ı meveddet ve nezaket ederler ise işler dahi
o nispette iyi gider. Dâhilde olan menba-ı ziyadan ise daima dışarıya, yani
orduya bir şu‘â‘ icra-yı tesir eder. Makam-ı alide hükmedecek adem-i hoşnûdî
veyahut tekâsül ve müsamaha, orduya dahi sirayet eyler. Yani hususat-ı
mezkûrenin ordunun sevk ve idaresi emrinde tesir-i küllîsi görülür.
Bâlâda erkân-ı harbiye reisinin iki türlü vazifesi olduğunu söylemiş idik.
Binaenaleyh reis, yalnız gayretli ve liyakatli bir zat olduktan başka bir de
etrafına bir cazibe neşreder hâl ve ahlakı haiz bulunmalıdır. Pek çok adamlar
vardır ki dünyada en tatlı ve en dostane bir muamele ile maiyetlerine en
büyük işler gördürmeye muvaffak olurlar. Bu misillü zevat, daima erkân-ı
harbiye riyasetine ber-istidad-ı kâmilî haiz bulunurlar. Orduda erkân-ı
harbiye reisinin, bir vazife-i muayyenesi olmadığı gibi, erkân-ı harbiye heyeti
azasının münferiden dahi vezâ’if-i muayyeneleri yoktur. Aza-yı mûmâ-
ileyhümün memuriyetine verilen serbestî menâfi‘-i kesîreyi muciptir. Sulh

106
Millet-i Müselleha

ve asayiş zamanında ordu revâbıtı olmadığı cihetle, ordu erkânı dahi keyfe-
me’t-tefak müteşekkil bulunur. Binaenaleyh erkân-ı harbiye zabitanı ve
yaverân memleketin her tarafından gelerek, ekseriya ne reislerini ve ne de
yek-diğerlerini tanırlar. Rütbe ve kıdem sırasıyla herkesin vazifesi evvelden
tayin kılınmış olsa elbette kâffe-i hidemâtın süratle tertip edilmesi menfaatini
şamil bulunur. Lâkin bu menfaat pek cüzîdir. Zira lazım gelen memuriyetlere
müstehak ve layık adamların tayin edilip edilmeyeceği şüphesinden neşet
eden mahzura galebe edemez. Biraz müddet boş vakit bulunacak olur ise o
hâlde memur olan zevat hem yek-diğerlerine alışır ve hem de kendilerine
münasip olan memuriyetleri bulmaya muvaffak olurlar. Binaenaleyh heyet-i
mezkûrenin silsile-i merâtibe tevfikan değil, belki aza-yı heyetin hüsn-i
imtizacını temin edecek vechle tertip edilmesi şayan-ı ehemmiyettir.
Erkân-ı harbiye reisini yalnız işinden değil, belki ordunun umur-ı
cüz’iye-i yevmiyesinden mümkün olduğu kadar kurtarmak lazım olarak, reis
karargâh-ı umumînin hâl ve tavrına daima nâzır bulunur ise de elli altmış
veya yetmiş zabit ve memurun biraraya gelmesiyle zuhur edecek birtakım
mesâ’il-i cüz’iye ile reisin her anda işgali asla caiz olamaz : Umum orduların
karargâh-ı umumîsinde zabitan ve memurîn-i mûmâ-ileyhümün miktarı beş
altı misli kadar tezâyüd eder. Ne kadar tasarruf ile davranabilir ise davranılsın
yine mutlaka bir çokta ağırlık bulunur.
Binaenaleyh her nev‘ istizanlar ve şübhât ve müşkülat müşârun-ileyhi
izaç etmemek için kendisi bir muavin veya vekile muhtaçtır.
İşbu mülahazadan karargâh-ı umumîde erkân-ı harbiye reisine vekalet
edecek bir zatın bulunması lazım olduğu anlaşılır. Bu zat ise şimdiki erkân-ı
harbiye reis-i sânîsi veya vekilidir.
1870 senesinde Fransa’nın Rhin Ordusu’nda erkân-ı harbiye reisinden
maada iki mirliva dahi bulunarak erkân-ı harbiye umurunu müştereken ifa
ve bu vechle reise muavenet ederler idi.
Umum orduların erkân-ı harbiye reis-i sânîsi ve kezâlik bir ordunun
erkân-ı harbiye reis-i sânîsi esna-yı seferde iştigal edecek pek çok umur ve
mesâlihe tesadüf eder. Çünkü bazı ahval ve hususat vardır ki her ne kadar
ordunun hâline katî bir tesir icra etmez ise de ahval-i mezkûre bir araya
geldiği takdirde yine tesir-i küllî gösterir. Zabitan ve efrad-ı askeriyenin
umur-ı zatiyesine dair her gün birçok mesâ’il zuhur edeceği tabiî ise de
bunlar ile uğraşmaya ne başkumandanın ve ne de erkân-ı harbiye reisinin
vakti olabilir. Erkân-ı harbiye reis-i sânîsinin vazifesi ordunun harekâtından

107
Von der GOLTZ

müstesna bulunan hidemât-ı dâhiliyedir. Yani zabitan ve efradın müsted‘iyât-ı


zatiyeleri, üsera, hastegân ve mecruhîn nakli ve nevâkısı ikmal ve bazı
müfrez memuriyetlere icap eden kimseleri izam vesaire misillü hususattan
ibarettir. Ondan başka evâmir makinesinin çarklarını hüsn-i idare ve tanzim
ve karargâh-ı umumî aklâmına mahsus olan kâffe-i umur ve vezâ’ife nezaret
etmek müşârun-ileyhin vezâ’ifinden maduttur.

Ekseriya erkân-ı harbiye reis-i sânîsi başkumandana bazı ihtaratta


bulunarak bu vechle dahi erkân-ı harbiye reisine eda-yı hizmet ve muavenet
etmiş olur.

Gayet mühim olan işbu aklâm hidemâtının daha ziyade tanzimi zımnında
“aklâm riyasetine” diğer bir zabit daha tayin olunur ise de kendisine “aklâm
reisi” ünvanının itası ne lazım ne de maslahata muvafıktır. Evâmirin hüsn-i
tertip ve tanzimi ne kadar mühim ise evâmir-i mezkûrenin sürat üzere
mahall-i maksûda irsali keyfiyeti dahi o nispette mühimdir. Bir emrin yanlış
irsal olunmasıyla veyahut cüzî bir sehv veya hata ile en büyük müşkülat ve en
büyük felaketler hâsıl olabilir. Bir emirname tarafının üzeri yanlış yazılması
bir kolorduyu büyük bir tereddüde ve iştibaha ve diğerini fena bir karışıklığa
düçar edebilir. Belki ekseriya maiyet zabitanının eser-i tekâsül olarak zuhur
eden bu misillü hataların kesret-i zuhuru bütün ordunun kumanda heyetine
olan emniyetinin zevaline sebep olur. Bu hizmete meyl ve hevesi olmayan
bir kimseyi icbar etmek güç olduğundan, bu hususta dahi silsile-i merâtibe
riayet lüzumunu bertaraf ederek, hizmet-i mezkûreye en ziyade layık olduğu
tebeyyün eden kimseyi hemen intihap ve tayin etmelidir. Umur-ı kalemiyeye
ve iyi yağlanmış bir kalem makinesine, heveskâr ve bir kumandan bir
muharebe kazandığı vakit ne kadar memnun olur ise dağ kadar yığılmış
evrakın muamelatını tesviye edince o derecede memnun kalan adamlar
hiçbir vakit eksik değildir. Yalnız oldukça harici ve şamatalı olan bu hizmetten,
zatına ziyade ehemmiyet vermek isteyen kimseleri uzak tutmak lazım gelir.
Çünkü bu makûle kimseler âleme nümâyiş için birtakım cüz’iyâtı en mühim
işlere takdim ve bu suretle cüz’iyât ile uğraşır iken umur-ı mühimmenin
tesviyesini men‘ ederler. Burada bulunacak memurlar işini sekînet-i kâmile
ile ifa ve zafere fürûşluktan içtinap eder zevattan ibaret olmalıdır.

Ordunun kuvvetine nazaran ekseriya beş altı zabitten mürekkep olan


erkân-ı harbiye heyetinin vazifesi ale’l-umûm yürüyüş, konmak ve muharebe
etmek hakkında olan yani ordunun harekât-ı umumiyesine müteallik
bulunan tertibatı icra etmektir.

108
Millet-i Müselleha

Kezâlik istidad-ı tabiîye muhtaç olan bir fenn-i mahsusa dahi evâmirin
tertibidir. Bu hizmet herkesin kârı değildir. En mükemmel efkâra mâlik olan
zevat, fikirlerini kâğıt üstünde açık bir surette ifadeye muktedir olamazlar.
Evâmirin esna-yı tahririnde onları ahval-i maziyeye rabt ve isnat etmek,
yani mütemadiyen kuvve-i hafıza ile çalışmak lazım geldiği cihetle hizmet-i
mezkûrenin daima erbâb-ı ihtisastan olan zevat uhdesinde ibkâsı lazımdır.
Bundan başka vaktin tazyikinden naşi evvelden malumat-ı mahsusa
hazırlayarak hizmet-i mezkûre ile müştegil bulunan erkân-ı harbiye zabitine
yardım etmek dahi ekseriya mümkün olamaz . Her anda tertibat-ı cedidenin
lüzumu tahakkuk edeceğinden, zabit-i mûmâ-ileyhin gece gündüz çalışmaya
hazır bulunması iktiza eder. İşte buradadır ki fikir ve kelamın açıklığıyla
beraber “kuvve-i kâr-güzârî” lazım olarak, binaenaleyh bu hizmeti der-
uhde eden zabitin birinci hassası “işinden yorulmamak” olmalıdır. Az bir
zaman zarfında reisin müsteşarı makamına geçtiğinden, ileride birtakım
uygunsuzlukları mucip olmamak için hizmet-i mezkûreye beyne’l-akran bir
nev‘ nüfuza mâlik bir zabit tayin olunmalıdır.
Ondan sonra düşmana dair ahbâr ve malumat istihsali hizmeti dahi
erkân-ı harbiye heyetinin vezâ’ifinden olduğundan, bu hizmete en ziyade
düşman memleketinin hâline, lisanına ve düşman ordusunun ahval ve
tensikatına vâkıf olan zabit müstehak olarak, kendisinde bir nev‘ “hassa-i
keşf” bulunması dahi lazım ise de bu hassayı tayin etmek güçtür. Mamafih
ahbâr ve malumat hizmetinde keşf-i esrar hassasından ziyade ikdam ve
gayret şayan-ı ehemmiyettir.
Ordunun harekâtına dair raport, jurnal ve mektuplar yazmak,
şimendifer ile telgraf muamelatına bakmak, düşman ile mutlaka edilecek
bazı muhaberatı icra etmek ve harp edilen memleketin idare-i mülkiyesiyle
muhabere eylemek, haritalara, kitaplara müteallik işleri görmek ve nihayet
her günün jurnalini tutmak vazifesi dahi erkân-ı harbiye kalemine aittir.
Bundan başka gerek ordu dâhilinde ve gerek düşman cihetinde
istikşafât-ı muhtelife icrası, bazı evâmir ve talimatın mahalline isali, bazı
sehvlerin izalesi ve evâmirin mevki-i icraya konulmasında edilecek nezarete
muavenet dahi erkân-ı harbiye vezâ’ifindendir.
Karargâh-ı umumîde yaverânın hizmeti ise hususat-ı şahsiye, terfi-i
rütbe, istida, nişan işleri ve kuvvet ve zayiat defterinin tutulması, efrat,
hayvanat ve esliha yetiştirilmesi ve gayr-i resmi zevat ile mukâleme
vezâ’ifinden ibarettir.

109
Von der GOLTZ

Meydan-ı muharebede yaverân ile erkân-ı harbiyenin vezâ’ifi bu


maksada binaen birleşeceğinden, iki sınıfın hizmetleri beyninde esasen bir
fark bulunmaz. Bu babda ekseriya bir zabitin istidat ve liyakati keyfiyeti
sınıfeynden hangisine mensup olduğu meselesinden daha ziyade nazar-ı
dikkat ve ehemmiyete alınır.
Bir karargâh-ı umumîde vazifeleri evâmir-i tahririyeyi başkumandanın
maiyetinde bulunan kumandanlara isalden ibaret olan birkaç nefer emir
zabitinin bulunması elzem olarak bu zabitler ise hîn-i intihabında sebat,
cesaret, yorulmamak ve nagehanî zuhur eden müşkülata galebe etmek için
metanet ve mekânet hassalarına mâlik bulunmalarına dikkat edilmelidir.
Düşman memleketi dâhilinde ve hususuyla ahali-i memleketin fesat ve
ihtilali esnasında yalnızca gitmek mutlaka zabitin cesur ve binici olmasına
ve iyi bir bârgîre mâlik bulunmasına menûttur.
Loir Seferi esnasında bir kış günü Prens Frederick Charles’ın emir
zabitlerinden birisi, bir günde ve hem de bârgîrini değiştirmeksizin
Orleans’dan Vierzon’a gidip gelmek için yirmi iki Alman mili mesafe kat‘
eylemiştir. Bu misillü gayretler Almanya ordularında pek çok görülmüştür.
O zaman İkinci Ordu karargâhı on Alman mili mesafeye kadar gönderilecek
emirleri doğrudan doğruya emir zabitleri vesâtatıyla göndermek ve daha
uzak mesafeler için menzil postası misillü vesâ’ite müracaat etmek münasip
olacağına karar vermiştir.
Karargâh-ı umumîler beyninde telgraf hattı mevcut olmaz ise muhabere
hizmeti her karargâh maiyetinde birkaç neferi bulunan “sefer avcıları”
vesâtatıyla icra olunur. Bunlar ekseriya arabalarla veya şimendiferle giderler.
Karargâh-ı umumîde mevcut vesait ve kuvânın kemâl-i serbestî ile istimal
olunabilmesi faydayı mucip ise de, yine bazı hususlarda usul-i dairesinde
istimali lazımdır ta ki telaşlı günlerde unutularak en lazım oldukları bir zaman
fikdânı hissolunmakla umum işlere îrâs-ı mazarrat etmesin. Binaenaleyh
karargâh-ı umumîyi teşkil eden ümeradan her birinin vezâ’if-ı umumîyesiyle
beraber yine münhasıran bir şeyi düşünmeye mecbur edilmeleri lazımdır. Bu
lüzumu anlamak için yalnız orduların düşmandan bî-haber kaldıkları hâlât-ı
kesîreyi der-hatır etmek kâfidir. Bunun ise başlıca sebebi tesirat-ı cesimenin
tabiatlar üzerine icra eylediği tazyik hasebiyle ileri karakollar hizmetine itina
etmek keyfiyetinin muvakkaten ferâmuş edilmesidir. Bu hâl ekseriya kanlı
muharebeler akîbinde vaki olur. Muharebat-ı ahîre bu hususa dair birçok
misaller irâ’e etmektedir. Bunun anlaşılması ise gayet suhuletlidir. Netice-i

110
Millet-i Müselleha

muharebe bütün zihinleri işgal ettiğinden, netice-i mezkûre hâsıl olduğu


gibi, o vakte kadar derece-i nihayede gerilmiş bulunan bi’l-cümle kuvvetlere
tabiî bir itaat âriz olur. Kıtaat-ı askeriye nail oldukları tâc-ı muzafferiyeti hıfz
ile istirahat etmeye kanaate meyyal bulunurlar. Vakit ise hissolunmayarak
mürur etmekte bulunur.

İşte o zaman gözler açılarak, düşmanın nazarlardan nihan olduğu ve


ordunun düşman ahvalinden bî-haber kaldığı anlaşılır. Karargâh-ı umumîde
dahi kıtaat-ı askeriyeden haber alınmadığından dolayı şikayetler işitilir. İyi
bârgîrlere mâlik binici birçok zabitler mevcut olduğu hâlde, onları süratle
izam ve bu suretle ordu ile düşman beynindeki boşluğu imla ederek istihsal-i
malumat çaresi unutulmuş bulunur. En mühim tertibatı icraya memur olan
zevat ise o sırada büsbütün başka bir şey ile meşgul bulunur. Kazanılan
muharebe meydanında birkaç erkân-ı harbiye veya kumanda heyetlerinin
içtimaıyla vekâyi‘-i maziye mübâhasesine girişileceğinden, âtîde yapılması
lazım gelen tedâbîrin tamamıyla hatırdan çıkarılacağı şüphesizdir.

İşte bu sırada pek ali bir rütbede olmayan bir zatın başkumandanı
düşmanın ahvalinden bî-haber bırakmamak vazifesiyle mükellef bulunması
fevkalade hüsn-i tesiri mucip olur. Kendisine erkân-ı harbiye ve yaverân
heyetlerinin bazı aksamı üzerine bir nüfuz-ı müstakil ita olunur ise bu sayede
askerin istikşafât hizmetine veya hizmet-i mezkûre ikmal edilmiş olur.

Esliha-i muavene vekillerine, yani başkumandana müsteşar makamında


bulunan topçu ve mühendis ümerasıyla, onların erkân-ı harbiyesine ve
kezâlik ordunun idaresi erkânından bulunan levazım reisi, ordu ser-tabibi,
jandarma kumandanı, ordu postahane nâzırı, telgraf şubeleri rü’esâsı ve
ambar ve menâzil ümerası vesaireye gelince işin esasına nazaran onların
memuriyetlerini daha muayyen bir surette tahdit ve irâ’e etmek mümkün
olabilir. Onlar için birtakım talimat-ı muayyene dahi ita olunabilir. Yalnız
levazım reisine verilecek talimat kendisinin daire-i iktidar ve mezuniyetini
serbest bırakmak suretinde bulunacağı gibi, ordu posta nâzırına ita olunan
talimat bilakis muayyen ve mahdut bulunur. Bu memuriyetlerin işleri turuk-ı
malume ve muayyene dâhilinde cereyan edildiği cihetle erkân-ı harbiye
hidemâtı misillü küll-i yevm nagehanî zuhur eden vekâyi‘ ve hâlât-ı mâniaya
tesadüf etmek muhatarasında bulunamazlar. Mamafih karargâh-ı umumînin
derece-i sâniyede olan şu‘bâtında dahi istiklale ve hod be-hod teşebbüsata
mezuniyetinin vücudu lazımdır. Çünkü harp her şubeyi bir kerre olsun
vekâyi‘-i nagah-zuhura tesadüf ettirir.

111
Von der GOLTZ

Topçu, mühendis, levazım ve sıhhıye memuriyetinin vezâ’ifi erkân-ı


harbiye vezâ’ifiyle pek çok temas noktaları irâ’e etmekte olarak, hatta bazı
kerre vezâ’if-i mezkûre yek-diğerleriyle ihtilat eder. Binaenaleyh erkân-ı
harbiye reisi kâffe-i şu‘bât umurunun hüsn-i hâlde cereyanına dikkat ve
nezaret eder. Ve bazan şu‘bât-ı mezkûreden biriyle veya birkaçıyla beraber
çalışmaya mecbur olur. Bu kabilden olarak ordunun levazımına dair
müzakere için erkân-ı harbiye reisinin mutlaka levazım reisini çağırmak
mecburiyetinde bulunması tabiîdir.
Ordugâhda iki memur daha vardır ki ber-mutat kendilerine o derecede
ehemmiyet verilmez ise de yine onların haiz oldukları memuriyetler şayan-ı
ehemmiyettir. Bunlardan birincisi karargâh-ı umumî kumandanıdır. Bir
karargâh-ı umumîde mevcut zabitan, neferat, hayvanat ve arabalardan
müteşekkil bir kıt‘a-i sağîre-i askeriyenin zabt u rabtı ve nizam ve intizamı
kendisinden mesul olarak, bu hizmet ise ilan-ı harp ile beraber karma
karışık bir hâlde cem‘ edilen bir heyetin intizamını muhafaza etmek güç
olmak hasebiyle, hayli müşkülat irâ’e eder. Her kıt‘a-i askeriyede mevcut
olan silsile-i merâtib revâbıtı burada mefkûd olduğu gibi, nakliye neferatının
ve arabaların vakit ve zamanıyla muvasalat edip etmedikleri veya şöyle ve
böyle yürüdükleri misillü zâhirde gayet ehemmiyetsiz şeylerden neticeleri
pek ciddî birtakım uygunsuzluklar zuhur edebilir.
Erkân-ı harbiye zabitanı, yaverân vesaire esna-yı seferde hususat-ı
zâtiyelerini ve hizmetkâr bârgîr ve sandıklarını düşünmeye pek az vakit
bulurlar. Bârgîrden indikleri gibi, kalem işleri kendilerini davet ettiğinden,
bazan yürüyüşe mübaşeret olunduğu esnada bu işlerden fâriğ olurlar. Ve bu
vechle hususat-ı zatiyelerine bakmak için bir dakika bile boş vakit bulamazlar.
Mamafih uzakça bir mesafeye süratle gitmek lazım geldiği esnada bir bârgîrin
topallaşması veya bir nalın kaybolması bütün gün için insanın keyfini
kaçırabileceği gibi, süratle işe mübaşeret lazım geldiği hengâmda eşya-
yı lazımeyi havi bir sandığın yanlış bir yere gönderildiği haberi de insanın
şevk ve gayretini iyice kesreder. Bu misillü adamlar “Şu eksiktir! Bu yoktur!”
diyerek şikayete başladıkları zaman dahi kendilerine imdat etmek nadiren
mümkün olacağından, şikayetlerine bittabi hiçbir taraftan havale-i sem‘-i
itibar olunmaz. “Bu misillü cüz’iyâtın öyle zamanlarda tesir ve ehemmiyeti
olmamalıdır” denilebilir. Ne çare ki insan olduğumuzdan, harp esnasında
dahi hilkatimiz değişmez. Bidayet-i seferde herkesin zihnini meşgul eden
ehemmiyet-i maksat bi’t-tedric zail olarak harp birkaç aylar imtidat ettiği
hâlde maişet-i yevmiyenin hiç hükmünde olan birtakım eziyetleri gittikçe
ehemmiyet ve tesirini artırır.

112
Millet-i Müselleha

Karargâh-ı umumînin, pederi makamına kaim olmaya ve herkesin umur-ı


zatiyesini düşünmeye muktedir olarak memnuniyet ve hoşnûdî mevâni‘i
bertaraf etmeye muvaffak olabilen bir karargâh-ı umumî kumandanı yalnız
karargâha değil, bütün orduya dahi pek büyük bir hizmet ibraz etmiş olur.
(Bu kumandanın maiyetinde karargâh karakolu, yani karargâh-ı umumîde
her nev‘ emir hizmetlerini ifaya memur bir kıt‘a-i sağîre kumandanı bulunur.
Karakol kumandanı, karargâh-ı umumî kumandanına pek iyi bir muavenette
bulunabilir.)
Yine ahval-i mezkûreden dolayı karargâh-ı umumî konakçısı dahi
mühim bir memurdur. Bu memuriyete matbah umurunu dahi hüsn-i tanzime
ve karargâh heyetinin midelerini düşünmeye muktedir bir zat tayin edilse
fena olmaz. Çünkü en cesur bir asker bile açlık ve susuzluğa mukavemet
edemez. Karargâh-ı umumîde ise az çok ehemmiyeti haiz bulunan zevatın
karınlarını düşünmeye vakit bulamayacakları bedihi olduğundan, bu
endişeyi üzerlerinden kaldırmak lazımdır. Hele başkumandan kendi nefsini
düşünmeye asla mecbur olmamalıdır.
Maiyeti, yolunun üzerinde tesadüf eden herbir taşı bertaraf etmeye
borçlu olduğu gibi, uşağı dahi kendisi gibi sanatında mahir bulunmalıdır.
Derece-i ifrata varan yorgunluklar vücudunu layıkıyla besleyen kimsenin
açlıkla uğraşmakta bulunan kimseden daha ziyade tahammül edeceği
vâreste-i lüzûm-ı ispat olduğundan, bu misillü cüz’iyâtı vakit ve zamanıyla
düşünmek gerektir. Yoksa bunlar en münasebetsiz bir zamanda zuhur ederek
haklarını talep etmeye kıyam ederler.
Fırka karargâhları ve fırka erkân-ı harbiye heyetleri gibi, daha aşağı
derecede olan heyetler hâl-i hazarîden beri mevcut bulunacağından, her
aza yapacağı işlere öteden beri alışmış bulunur. Mamafih bunlar dahi suret-i
umumiyede ordu karargâh-ı umumîsi gibi şu‘bâta inkısam ederler. Ne kadar
daha aşağı inilecek olur ise heyet azasından her birinin daire-i muamelatı
o nispette tevessü eder. Mesela ordumuzun tensikatı mûcebince yalnız bir
nefer erkân-ı harbiye zabitine mâlik olan fırkada o zabit, fırkanın kahyası
makamında olmalı ve her şey kendisinde müctemi‘ bulunmalıdır. Bunun
hizmeti bir karargâh-ı umumîde hem-rütbe bulunan refikinin hizmetinden
pek çok mütenevvi ve daha ziyade kâr-güzârlığa muhtaçtır. Çünkü bu zabit
fırkanın hem erkân-ı harbiye reisi ve reis-i sânîsi ve hem de erkân-ı harbiyesi
heyetidir.
Karargâhların hüsn-i suretle tanzimi ve seferin hitamına kadar yek-
diğerleriyle beraber çalışmaya mecbur bulunacak zevâtın hüsn-i intihabı

113
Von der GOLTZ

ve silsile-i merâtibe tevfiken layıkı vechle tertibi hususatı bir ordunun


muvaffakiyet ile sevk olmasını temin eder kavaid-i esasiyedendir.
Biz (Almanlar) karargâhların tertip ve teşkili meselesinde yakın
vakitlerde en iyi muvaffakiyetlere nail olmuşuz : 1806 tecrübesi boşuna
edilmedi. Lâkin muvaffakiyât-ı mezkûrenin başlıca sebebi dahi bir numune
karargâhı icat ve tertibine meyletmeyerek menkulat-ı tarihiye tesirini serbest
bırakmaklığımızdır. İşbu tesir birçok hususlarda olduğu gibi, bu babda dahi
netâyic-i hasene tevlit eyledi. Silezia Ordusu’nun 1813 karargâh-ı umumîsi,
ezmine-i cedide için bir misal ittihaz olunmuştur. Karargâh-ı mezkûr, idareyi
ellerine almış olan zevâtın beynlerindeki münasebat-ı zatiyelerinden
neşet etmiştir. Vatanın en fena ve buhranlı zamanlarında fikren müttehit
oldukları tebeyyün eden Blucher, Scharnhorst ve Gneisenau (mu’ahharen
yani Scharnhorst’un mecruhiyet ve vefatından sonra Blucher, Gneisenau,
Muffling) vatanın tahlisi hayal-i müştereki mevki-i hakikate çıktığı esnada
elbette hüsn-i âmîziş üzere çalışacakları bedihi idi.
Scharnhorst vefat ettikten sonra ittihat yine ber-devam oldu. 1864,
1866 ve 1870 muharebatında kevâkib-i selâse yine göründü. Başkumandan,
erkân-ı harbiye reisi ve reis-i sânîden mürekkep bir heyet-i müttehide ser-
kârda bulundu. Bu muharebelerde dahi asayiş zamanında beraber çalışmış
ve harp zuhurunda müttehidü’l-efkâr oldukları müsellem bulunmuş zevat
bir araya geldi. Vakıa bunların beyninde ihtilaf-ı efkâr büsbütün eksik değil
idi. Lâkin maksad-ı mukaddesi menâfi‘-i şahsiyelerine her hâlde tercih eden
böyle zevât-ı aliye beyninde arasıra ihtilaf-ı efkâr zuhuru bir emr-i tabiîdir.
Bununla beraber ihtilafât-ı mezkûre hiçbir vakit harice çıkmamış ve ordu
yahut maksad-ı ali onlardan zerre kadar mazarrat görmemiştir.

114
Üçüncü Fasıl

İdare-i Evâmir

Evâmiri maksada tamamıyla muvafık bir hâlde idare etmek müşkül bir
sanattır. Herkes müddet-i ömrü esnasında ne ve ne kadar emretmek lazım
geleceği değil, ancak nasıl emredileceği hususunun şayan-ı ehemmiyet
bulunduğunu öğrenir. Ebeveyn bu babda evlatları üzerinde en güzel bir
tecrübeyi icra ederler. İtaatın, emrin az veya çok muayyen ve katî bir surette
verilmesine tabi bulunduğunu bilirler. Ekseriya sedanın perdesi verilen emrin
tesirinde iştibahta bulunduğunu işrâb eylediğinden, en şiddetli sözler ve en
metin ifadeler ile beraber yine o zaman emre itaat edilmeyeceğinden emin
olmalıdır. Terbiye-i etfâlimizin kavaidi der ki : “İlca-yı ahval ile memnuiyetine
riayet edilmeyeceği evvelden keşfedilen hiçbir şeyi emretmemeli.”Lâkin
herşeyden evvel – bunu herkes de bilir –verilen emir açık olmalıdır ki emri
eden kimse ne yapması lazım geleceğini tamamıyla bilsin.

Emretmek için beyne’n-nâs devran eden kavaid-i mezkûre fevkinde


olarak fenn-i harbin başka kaideleri ve binaenaleyh daha ziyade bir ilm ve
vukufu yoktur.

Kavaid pek basit ise de harbin ahval-i müşkülesi esnasında icraları o


kadar kolay değildir.

Harpte her emir büyük bir mesuliyete merbut olarak eğer emirde bir
hata mevcut ise o hatayı ekseriya şedit bir ceza takip eder. Binaenaleyh
bu keyfiyet emir veren zatın kalbini endişe ile imla eyleceğinden, idare-i
evâmirde muvaffakiyetin dirayet ve zekadan ziyade metin bir tabiatın
müessir bulunduğunu suhuletle anlarız.

Hususât-ı mesrûdeden, esna-yı harpte ahval-i ciddiye hengâmında


evâmirin kesretinden ziyade fikdânından şikayet edileceği anlaşılır.
Evâmirin kesreti ekseriya menfi bir meali şamil olur. Felaket ihtimali zâhir
olduğu zaman bir emir ısdârı pek kolaydır. Çünkü emr-i mezkûr, ahvali zerre
kadar tebdil etmediği hâlde beri taraftan felaket-i mezkûrenin pîş-i nazar-ı
dikkate alınmış olduğunu ispat eder. Böyle vakitlerde bazı kâğıt oyunlarında

115
Von der GOLTZ

olageldiği üzere oyunun hitamına karîb fena kağıdı karşısındakine sürmeye


çalışıldığı gibi, ekseriya kabahati âhara tahmil ve isnat eylemek arzu-yı hafîsi
dahi icra-yı tesire başlar.
Velhâsıl esna-yı harpte kâffe-i evâmir bir esas-ı gayr-i emin üzerine
müessestir. Ahval-i düşmana dair malumata müstenittir. Hâlbuki malumat-ı
mezkûre hiçbir vakit mükemmel olamaz. Binâberîn “icrası gayr-i mümkün
olan bir şeyi emretmemeli” kaidesine itbâ‘ keyfiyeti müşkülata uğrar.
Nukât-ı mezkûre nazar-ı dikkate alınacak ve herkes ancak mesuliyet-i
tâmmesini der-uhde etmeye meyyal bulunduğu şeyleri emredecek ve yalnız
evâmir-i münfiye ısdârından sarf-ı nazar edilecek ve hiç kimse o esnada
lüzumuna tamamıyla emin bulunduğu şeylerden gayri bir şey emretmeyecek
olsa hayli iş görülmüş olur idi.
Bundan başka bir evâmirde ne dereceye kadar tafsilata girişilebileceğine
bir mikyas-ı sahih bulmak lazımdır.
Bu babda pek çok mülahazatı mevki-i bahse çekmek ve bir ordunun bütün
tensikatını nazar-ı mütalaadan geçirmek lazımdır. Biz (Almanlar) Fransa
generallerinin ordulara ve hususuyla Eylül Cumhuriyeti ordusuna ısdâr
eyledikleri “instructions” (talimatnameler) elimize geçtiği zaman ekseriya
tebessüm etmekten kendimizi geriye alamaz idik. Mareşal Chanzy’nin “La
deuxieme armee de la Loire” ( İkinci Loire Ordusu) nam eseri o misillü bir çok
talimatnameleri şamildir. Mezkûr emirnamelerde vukuat hikâye yolunda
nakl ve ihbar olunur : “Düşman bugün bizi mevkilerimizden tard etmeye çalıştı.
Yek-diğerlerini müteakip St. Laurent des Bois’in ilerisinde bulunan Poissy ve
Villorceau ilerisinde Gravant noktalarına taarruz ve hücum etmiştir. Üsera-yı
harbiyeden alınan malumata nazaran bu muharebeye düşmanın bütün ordusu
ve cesim bir topçu kolu iştirak etmiştir. Mamafih bizim taraf kemâl-i kuvvet ve
intizam ile mukavemet ederek düşmanı zayiat-ı külliyeye düçar ettikten sonra
mevkiimizi muhafazaya muvaffak olduk. Bu muvaffakiyet-i cedidenin herkesin
kalbine bi’t-tesir şevk ve ümidinin tezâyüdüne hizmet etmesi lazımdır. Çünkü
Almanlar yarında taarruza kıyam ederlerse mevkimizi müdafaaya ve bir defa
daha mukavemete mecburuz.”
İşte bu misillü ve daha uzun hikâye üç dört matbu sahife imla eden ve
birçok tafsilatı havi bulunan emirnamelerin mukaddimesini teşkil eder.
Bu gibi şeyler bizde hatır ve hayale gelmez. Mamafih evâmir-i mezkûre
Fransa’nın ezmine-i cedide generallerinin en mahirlerinden bulunan

116
Millet-i Müselleha

ve refakatinde erkân-ı harbiye reisi olarak en mükemmel bir zata mâlik


bulunmuş olan bir generalden sâdır olmuştur.
Bunun esbâbı ise ordunun tensikat-ı garibesinden başka şeyde
aramamalıdır. Çünkü bizde kendi kendisine anlaşılan bir şey orada asla
kendi kendisine anlaşılamadağından, mutlaka emrolunmaya muhtaç idi.
Generallerle zabitlerin bir kısmı hizmette henüz yeni idiler. Zira alelacele
cem‘ edilen ordularda mahzâ ihtiyac-ı umumî sırasında müdafaa-i vatana
muavenet zımnında ilk defa olarak kılıç çekmiş pek çok zevat-ı mutebere
mevcut bulunuyor idi. Binaenaleyh bu ordularda istiklal-i hareket, tecrübe
ve tedbir mefkûd idi. Başkumandan yalnız emretmekle iktifa edemeyerek
mutlaka tarif ve izah etmeye ve “instruction”ların can sıkacak derecede
mufassal olmasını göze aldırarak herkese yapacağı işi mümkün mertebe
sıhhat ve hakikate karin olarak söylemeye mecbur idi.
Bir Osmanlı paşasının Erzurum veya Bağdat asâkir-i redifesine, bir
Alman generalinin kendi askerine emir vereceği yolda bir emir veremeyeceği
şüphesizdir12. Ordunun havassı, derece-i terbiyesi, ahlak ve âdâtı vesairesi
bu babda rehber makamında bulunur.
Lâkin bizim ahvalimiz gibi olan ahvali nazar-ı mütalaaya alır isek o hâlde
bazı kavaid-i esasiye ityân ve irâ’esi mümkün olabilir. Kavaid-i mezkûreden
birincisi bir mâ-fevkin mâ-dûnuna, hiçbir vakit mâ-dûnun bulunduğu mevki
ve vaz‘da daha iyi görüp mütalaa edebileceği şeyi uzaktan emretmemesidir.
Bu vechle emirnameler sadelik kesb ettiği gibi, emri ahz eden kimse dahi
dirayet ve ferasetini layıkı vechle istimal edebilmek için serbest bir meydan
bulur. Kezâlik bir emr-i mahsus irsal olunmadığı hâlde icra edilmesi meşkûk
olmayan hususata dair dahi emirnameler göndermemelidir. Bu misillü
şeyleri âdet edinmekten dolayı mütemadiyen emretmekte muhataralı bir
şey mevcut olduğundan, kumandan olan zat hiçbir şeyin unutulmaması
hakkında olan merakını mütemadiyen emirler vererek değil icra-yı teftiş
ederek teskin etmelidir. Bir asker en cüzî bir şeyi bile bâlâdan vârid olacak
emre imtisalen icra etmeye alıştırılır ise bu asker emirler gelmediği zaman
hiçbir iş görmemeye dahi alıştırılmış bulunur.
Bizim harp esnasında verdiğimiz en âlâ ve en mühim emirler daima
pek muhtasar ve pek sade idi. (Âtîdeki misalleri daha iyi anlayabilmek için

12 Müellif-i kitap ahval-i hususiye-i askeriyemize tamamıyla vâkıf olmadığı bir zamanda
serdetmiş olduğu bu mülahazayı kitabını kendi lisanında tekrar tabettirdiği zaman muttasıf
olduğu fetanet ve hakkaniyet hasebiyle tashih etse gerektir. Li’t-tâbi‘

117
Von der GOLTZ

Metz şehri ve civarının her hangi haritasına istenirse müracaat etmek kifayet
eder.)
“Vârid olan haberlere nazaran düşmanın niyeti Le Point de Jour ile
Montigny La Grange arasında kâin mürtefi ovada birleşip mukavemet
etmektir.”
“Düşmanın dört taburu Oenivaax Ormanı’na doğru ilerilemiştir. “Zat-ı
hazret (kralî) On İkinci Kolordu ile Hassa Kolordusu’nu şayet düşman Briey
istikâmetinde gider ise kendisine St. Marie Aux chenes civarında yetişmek ve
şayet mürtefi ovada kalacak olur ise kendisine Amanvillers üzerinden taarruz
etmek için Batilly istikametinde yürütmek muvafık-ı maslahat olduğu fikrinde
bulunuyor.”

“Taarruz bir zamanda Birinci Ordu tarafından Vaux Ormanı ve Gravolette


cihetinden ve Dokuzuncu Kolordu tarafından Genivaux Ormanı ve Vernoville
aleyhinde ve cihet-i şimaliyeden dahi İkinci Ordu’nun sol cenahı vesâtayıtla
icra olunmak lazım gelir.”

İşte Gravolette ve St.Privat muharebe-i meşhuresinden evvel taarruz için


verilen emr-i katî bundan ibaret olarak hâlbuki bu taarruzu icra zımnında
200.000 kişi harekete gelmiştir. Emirname-i mezkûrda tertib-i asker
hususunun ve ittihaz olunacak tedâbîr-i ihtiyatiyenin ve yek-diğerleriyle
muhafaza-i iltisak ve revâbıta tedâbîrinin vesairenin vech ve suretinden
asla bahsolunmamıştır. Bunların kâffesi ordu kumandanlarıyla generallerin
dirayet ve malumatına havale olunmuştur.

Bâlâdaki misale taallük ve merbutiyeti olan icra emirnamelerinden


birini dahi zikredelim. İşbu emirname İkinci Ordu tarafından ısdâr edilmiştir:

“Düşman Leipzig (Metz civarında ve Amanvillers’in üç kilometre cihet-i


cenubiyesinde bir çifliktir) ile Vaux Ormanı arasında bulunuyor. Kendisine
bugün taarruz olunacaktır :

Amanvillers tarikiyle Hassa Kolordusu tarafından

La Folie tarikiyle Dokuzuncu Kolordu tarafından

Yedinci ve Sekizinci Kolordular cepheden

İstinat makamında ikinci hatta âtîdeki kolordular hareket edecektir :

On ikinci Kolordu St. Marie istikametinde

118
Millet-i Müselleha

Onuncu Kolordu St. Ail istikametinde

Üçüncü Kolordu Vernoville istikametinde

İkinci Kolordu Rejonville istikametinde”.

Bu emirnamede dahi elbette fazla olarak hiçbir söz söylenmemiştir.


Mamafih ahval-i mahsusada aşağılarda ehemmiyeti layıkıyla görülüp takdir
edilemeyecek bazı müfredatın bâlâdan emredilmesi gayr-i vaki değildir,
hatta 18 Ağustos taarruzu için daha evvel verilen bir emirname şu mealde
idi :

“Dokuzuncu Kolordu yürüyüşe mübaşeretle Vernoville ve La Folie


istikametinde olarak ilerileyecektir. Şayet düşman sağ cenahıyla orada
bulunuyor ise muharebeye şiddetli bir top atışıyla mübaşeret etmelidir.”

Emirname-i mezkûrda kumanda eden generale icraatın vech ve sureti


tarif edilmiştir. Zaten bunu istilzam edecek bir sebeb-i mahsus dahi var idi.
Kumanda heyet-i aliyesinin fikri (tertip olunan plan mûcebince) düşmanın
sağ cenahına icra edilecek çevirme hareketi hitam buluncaya kadar cepheye
ciddi ve katî bir surette taarruz etmemek olduğundan, iptida düşmana tesadüf
edecek olan kolorduya, düşmana tesadüfüyle beraber ciddi bir muharebeye
tutuşmayarak şiddetli bir top atışıyla harbe mübaşeret etmesi hususunun
tenbih edilmesi iktiza eder idi. Bu gibi hâlât pek çok zuhur edeceğinden,
başkumandan olan zat “kavaid-i fenne riayet edeceğim” diyerek bazı şeyleri
bizzat emretmekten geri durmamalıdır.

Müfredatta ne derecelere kadar varılabileceğine bir de kumandan olan


zatın haiz bulunduğu mevâki‘ dahi bir mikyas addolunabilir. Birçok müstakil
ve mahir generallerin kumandası altında bulunan ordu aksamından mürettep
cesim ordulara kumanda eden bir başkumandan maiyetinde bulunan
kumandanlara yalnız âmâl ve niyyâtını ihbar ile iktifa ve emretmediği
şeylerin icraatını dahi kumandanların maharet ve dirayetine havale eder.

Binâberîn bâlâda zikrolunan 18 Ağustos tarihli birinci emirnamede


kralın yalnız emel ve niyeti zikr ve ihbar edilmekten fazla bir söz
söylenmemiştir. Başkumandan her vakit istimal ve bir hâl-i nagah-zuhur
esnasında bizzat ve doğrudan doğruya işe müdahale edebilmek için ordunun
bir kısmını daima gözü önünde ve eli altında bulundurmak lazımdır. Çünkü
o misillü hâlâtta istimaline müsâra‘at edeceği işbu nokta-i askeriye bir sefine
dümenine müşabihtir ki dümen olmadıkça sefineyi idare etmek gayr-i kâbil

119
Von der GOLTZ

bulunur. Başkumandan maiyetinde bulunan bi’l-cümle kıtaat- askeriyeye


serbestî-i tam ita ederek elinde ihtiyat olmak üzere hiçbir kıt‘a-i askeriye
bulundurmadığı zaman ne gibi karışıklıkların tevellüt edebileceğine 1814
senesi Şubat günlerinde General Blucher’in bulunduğu hâl pek güzel bir
misal olabilir.

Napolyon Bonapart birdenbire Champaubert civarında zuhur edip de


bir kuvve-i faika ile General Olsuwief’e taarruz ettiği zaman General Blucher
Vertus’da kâin karargâh-ı umumîsinde bulunuyor idi. Lâkin orada bir iş
gördürebilecek birkaç nefer bile mevcut değil idi. La Bothicr Vakası’ndan
sonra Silesia Ordusu’nun peyda eylediği hüsn-i emniyyetten vesair bazı
ahval-i mahsusadan naşi ordu aksamının cümlesine birer müstakil vazife
verilmiş idi. Filhakika Blucher ile Gneisenau Napolyon’dan daha zayıf ve
süvariden mahrum olmalarından ve ova ise her cihetten Fransız Süvarisi
tarafından ihata olunduğundan Genereal Olsuwief’in mahvolduğunu ve
Napolyon’un bir kerre generali perişan ettikten sonra muzafferâne bir hâlde
Silesia Ordusu kollarının ta ortasında bulunacağını pek güzel bildikleri hâlde
hiçbirisi ne yardım ve ne de nasihat etmeye muktedir idiler. Çünkü harpte
süngülerin refakat ve ianesi olmadıkça ne muavenet ve ne de nasihatın
bir kıymet ve ehemmiyeti olabilir. Binaenaleyh Mareşal “İleri” (Blucher’in
bir lakabıdır) acı bir ye’s ile katî bir ricat icrasına ve Fere Champenoise’da
bulunan General Kleist’in kolordusuyla birleşmek ve bu vechle biraz asker
elde etmek hususuna karar vermeye mecbur oldu.

İmdi düşmana yakın ve karargâh-ı umumîden uzak bulunan ordu


aksamı yalnız başkumandanın âmâl ve niyyâtını bilerek başka bir meslek-i
mecburîye mâlik olmadıkları hâlde düşmandan uzak ve karargâh-ı umumîye
yakın bulunan ordu aksamı, bilakis başkumandanın doğrudan doğruya idaresi
altında bulunacaklarından, evâmir-i muayyene ahzetmek ve kendilerini bir
vesayete merbut bilmek hususlarına alışmaya mecburdurlar.

Onlar vazifelerin pek çok tebeddül edeceğini tefekkür ile mütesellî


olmalıdır. Kumandanın mevkii ne kadar aşağı ve maiyetinde bulunan kıt‘a-i
askeriyenin mevcudu umum ordu mevcuduna nazaran ne kadar kalîl olur
ise emirnamelerde dahi müfredat o nispette tezâyüd eder. Serbestî-i harekât
burada gittikçe darlaşan bir daire dâhilinde bulunur. Zira önümüzde,
arkamızda, sağımızda, solumuzda bulunan sair kıtaat-ı askeriyeyi nazar-ı
dikkate almaya mecbur olacağımızdan başka, müsademât ihtimalleri dahi
tezâyüd eder.

120
Millet-i Müselleha

Artık kumanda eden general nadiren, mesela maiyetinde bulunan


kolordu ile müfrez bulunup da fırkalarını tefrik ettiği zaman, mezkûr fırkalara
ordu başkumandanının kolordulara emrettiği surette emredebilir. Zira bi’l-
farz bir cadde üzerinde harekete niyet etse, elbette kolordusu aksamının
hangi sıra üzere hareket edeceğini ta‘yyün ve emretmeye ve fırka kumandanı
dahi her ne zaman fırkasıyla müstakil bir vazife der-uhde eder ve bu suretle
fırkasını küçük bir ordu gibi idare etmek salahiyetini haiz bulunur ise daima
o vechle harekete mecbur olur.

Bâlâda gördüğümüz gibi, fırka makâsıd-ı cesime-i harbiyenin en küçük


cüz’-ü tâmmı bulunduğu cihetle, fırka kumandanının evâmir ve tertibatı
o derece aşağıya doğru tesir eder ki her tabur, her batarya ve her süvari
bölüğü evâmir-i saireye ihtiyaç messetmemek üzere tutacakları mevâki‘i
fırka kumandanının emirnamesinden öğrenmiş olurlar. Filhakika muharebe
esnasında bu keyfiyet tebeddül ederek fırka kumandanı maiyetinde bulunan
kıtaat-ı askeriyeyi muharebenin makâsıd ve ihtiyacat-ı umumiyesine tevfiken
idareye sa‘y ve ihtimam eder.

1870 ve 1871 senesi muharebesinde idare-i evâmir hususu âdeta


bir amelî usul hükmüne girmiş ve bu usul kâffe-i ahvalde mahfuz kalarak
bugünkü günde numune ittihaz olunmaya şayan bulunmuştur. Harbin iptidaki
günleri esnasında karargâh-ı umumî orduyu (tıbkı dört sene mukaddem
Bohemya yürüyüş emri kısacık bir telgrafname ile verildiği yolda) gayet
muhtasar emirler ile idare eder idi. Mamafih erkân-ı harbiye heyetinin harb-i
mezkûr hakkında tertip ve telif eylediği eser, bu usulün her hâle nazaran kâfi
bulunmamış olduğunu ispat ediyor. Fakat biraz müddet sonra Almanya kuva-
yı harbiyesinin tevessüüne mümanaat edecek ve ordulardan birini müfrez
bırakıp kuvvetçe faik bir düşmanın taarruz ve hücumuna maruz kılacak
muhatara bertaraf olduktan sonra yalnız en yakın işleri emreden mezkûr kısa
emirler yerine “Directives” tabir olunan evâmir-i umumiye kaim olmuştur.
Her ne kadar işbu emirnamelere verilen “Directives” ismi güzel değil ve bir
Almanca lafz kulağa daha latif gelir ise de buna mukabil maddenin esası
fevkalade âlâdır. “Evâmir-i umumiye öyle emirlerdir ki bâlâdan aşağıya doğru
verilerek fakat o anda yapılacak işlere dair talimat-ı kat‘iyeden ziyade umumî
bir surette âmâl ve tasavvuratı mübeyyindir. Binaenaleyh âmâl ve tasavvurat-ı
mezkûre kıtaat-ı askeriye kumandanlarına hod be-hod verecekleri kararlarda
bir rehber makamında bulunur”. İşte erkân-ı harbiye heyetinin telif-gerdesi
olan eser-i mebhûs-ı anh “evâmir-i umumiyeyi” bâlâdaki sözler ile tarif ve

121
Von der GOLTZ

izah etmiştir. Bugünkü günde orduların fevkalade cesâmeti hasebiyle daima


kuva-yı müfreze ile maksad-ı vâhide hizmet edileceğinden serbestî-i hareketi
muhafaza eden ve mamafih kuvvetlerin müttehiden sa‘y ve gayretini temin
eyleyen o gibi talimat pek ziyade muvafık-ı maslahat olarak hele orduyu
uzaktan ve bir suret-i umumiyede idare etmeye mecbur bulunan büyük bir
karargâh-ı umumî için elzemdir.

Bu yoldaki “evâmir-i umumiyenin” tarz-ı tahrir ve tertibine misal


olmak üzere burada Prens Frederick Charles’ın kumandası altında bulunan
ordunun -ki Paris muhasarasını ref‘ etmek üzre General d’Aureues de
Paladines’in kumandasında olan büyük Loire Ordusu’nu mağlup ve iki kısma
tefrik eylemiştir – Orleans ve Loire üzerindeki Beaujency muharebelerinden
sonra ahzeylediği “evâmir-i umumiyeyi” zikretmek kifayet eder : “Mağlup
olan Fransız Ordusu’nun bir kısmı yani sağ cenahı bu mağlubiyetten sonra
Birinci Loire Ordusu namıyla General Bourbaki’nin kumandası altında olarak
müstakil bir ordu hâline girip Bourges’a doğru çekilmiştir. Diğer kısım yani
İkinci Loire Ordusu General Chanzy’nin kumandası altında olarak o sırada
asâkir-i imdadiye-i cedide ahzeylediğinden, Prens Frederick Loire havzasında
bulunan bi’l-cümle Alman kuvvetlerini kendisi aleyhine tevcih edinceye kadar,
kendisini takip eden Grandük Mecklenberg, Beaujency civarında şiddetli bir
mukavemette bulunduğunu müteakip Loire gerisine ve mu’ahharen Sarine
Nehri’ne ve nihayette garba doğru ricat eylemiştir.”
İşbu vekâyi‘ esnasında General Von Moltke tarafından İkinci Ordu
Erkân-ı Harbiyesi Reisi General Von Stiehle’e mektup suretinde vârid olan
“evâmir-i umumiyenin” 12 Kanunıevvel tarihli olarak en mühim fıkrâtı şudur:
“Teşrinisaninin nihayet ve mâh-ı hâlin iptidaki günlerinde Paris’in
muhasarasını ref‘e kıyam eden düşmanın teşebbüsatını her istikametten men‘
etmeye muvaffak olduğumuzdan, şimdi teşebbüs-i mezkûra memur olarak
revâbıtı halel-pezîr olan düşman kollarını şiddetli bir takip ile uzun bir müddet
için iş görmek iktidarından ıskat etmek lazımdır.”
“Fikr-i senâverâneme kalır ise bu hususu vücuda getirmek için son
günlerde Grandük maiyetinde bulunan ordu kısmına karşı bulunmuş olan
düşman kolordularını kuva-yı kâfiye ile şediden takip ederek, onları mahv ü
perişan etmeye çalışmak iktiza eder.” “Diğer taraftan şurası dahi cây-ı inkar
değildir ki Paris’in zabtından evvel cenup ve garp istikametinde icra-yı
harekâta askerimiz kifayet etmeyecektir. Binaenaleyh harekâtı bir dereceye
kadar tahdit etmek menâfi‘-i saireden başka birde en sonraki harekât ve

122
Millet-i Müselleha

muharebatıyla bitap kalmış olan askerimizin bir kısmına yorgunluk almaya


fırsat vermesi gibi bir menfaat-ı cedideyi müstelzemdir.”
“Bir sebeb-i mücbir ve mahsus olmadıkça başlıca kuvvetlerin Orleans
civarında hazır tutulmasıyla bir istinat noktasına mâlik olabilecek olan İkinci
Ordu Cher-Tours-Bourges-Nevers hattını tecavüz etmemelidir.”
“Ordunun cihet-i garbiyesini Grandük Mecklenberg Schwerin’in
kumandasında olan ordu kısmı muhafazaya memur olacaktır. Şayet Conlie
mevkiinde icra olunan teşkilat-ı askeriye vücuda gelip de teşkil olunan kıt‘a
Loire Ordusu’na iltihak etmiş ve binaenaleyh mezkûr ordunun ricatta müşterek
bulunmuş ise o hâlde Paris’ten pek uzak olmayan Chartres mevki-i merkezîsinde
tertibat-ı mezkûrenin feshi veyahut kıtaat-ı askeriyeden bazılarının tebdili
mümkün olabilecektir.”
“Orleans şehrinin Bavyera Birinci Kolordusu’nun aksamıyla işgali hususu
hakkında başkumandanlık cânib-i alisinden şeref-sâdır olan evâmir kralın
ahkamı şimdilik işbu emirname ile ihlal edilmeyecektir.”
“Fikrime kalır ise General Bourbaki’nin kumandasında olarak Giens
vesaire tarikiyle Bourges ve hususuyla Nevers istikametinde azimet eden
düşman kolordularını (18’inci ve 15’inci Kolordulardır) daimî ve emin bir
nazar-ı dikkatten asla dûr etmemek iktiza eder.”
“Şayet mezkûr kolordular tekrar harekât-ı tecavüziyeye mübaşeret edecek
olur ise bu günlerde 60’ıncı ve 72’nci alaylar ile takviye edilmiş olan General
Zastrow’un imdat ve muavenete memur edilmesi mukarrer olduğundan,
mûmâ-ileyh general ile olan turuk-ı muvârede ve muhaberenizi temin ve
muhafaza eylemelerini halisane tavsiye ederim.”
İşte bi’l-cümle “evâmir-i umumiye” bu suretle tertip ve tahrir edilmiştir.
Evâmir-i mezkûre makam-ı vâlânın yani karargâh-ı umumînin âmâl ve
niyyâtını mübeyyin olarak fakat niyyât-ı mezkûreye tevfikan hareket etmek
hususunu ordu kumandanlarının maharet ve dirayetine havale etmektedir.
Yalnız bir orduya kumanda eden bir kumandan bu misillü evâmir-i
umumiyeyi nadiren ve mesela ancak kolordularından birisi müfrez bir vazife-i
mahsusayı haiz bulunarak kumanda eden generalin kendi başkumandanına
istizan etmeksizin bazı mühim kararlar vermeye mecbur olacağı muhakkak
bulunduğu zaman ita edebilir. Bu misillü hâlât kolordularından birisi,
taarruz etmek üzere ileriye hareket eden ordunun bir yanını düşmanın
taarruzatından muhafazaya veyahut mağlup olan düşman kollarını takibe

123
Von der GOLTZ

memur olduğu veyahut enhâr veya cibâl vesaire vesâtatıyla ordunun aksam-ı
sairesinden müneffek bulunduğu zaman zuhur eder.
“Evâmir-i umumiye” tertip ve tahriri esnasında ekseriya bazı hâlât-ı
muhtemeleyi nazar-ı dikkate almak iktiza eder. Vaktiyle muhtemelâtı nazar-ı
dikkate almak hususuna, tereddüdü müvellid bir hata nazarıyla bakılır
idi. Vakıa evâmiri öyle mütezelzil esaslara bina etmekte daima meşum bir
şey vardır. Düşman nazar-ı dikkate alınan hâlât-ı muhtemelenin büsbütün
haricinde bir harekette bulunabileceği cihetle, o zaman evvelden hatıra
getirilmeyen işbu hareket o vakit şüphe ve tereddütler tevlit eder.
Lâkin harpte bazı hâller zuhur eder ki mutlaka bazı tedâbîr-i kat‘iye
ittihazı elzem bulunmakta iken beri taraftan düşmanın ne hâl ve muamelede
bulunacağı ihtimalâtı arasında en iyi bir ihtimali kestirmek mümkün olamaz.
Karargâh-ı umumî tarafından ağustosun on sekizinci günü vuku bulacak
hareket-i taarruziyeye dair Batilly üzerine gönderilmesi mukarrer bulunan
iki kolordusu için İkinci Ordu’ya gönderilen emirnamede, biri düşmanın
Briey üzerine ricat etmesi ve diğeri Metz önünde ihrâz-ı mevki eylemesi
olmak üzere iki ihtimal göz önüne alınmış idi. Her ihtimale göre başka başka
tedâbîr ittihazı lazım geleceği ise tabiî bulunmuştur.
Bu lüzum, General Manteuffel ordusunda 1871 senesi Kanunısanisinin
24’üncü günü ordunun Besangon pîşgâhına muvasalat ettiği zaman daha
garip bir surette meydana çıktı. General Bourbaki Lisaine mevkii üzerine
ettiği taarruzda muvaffak olamayınca Yukarı Doubs Vadisi boyunca
hareket ve Besangon Kalesi’nin istihkâmâtı sayesine iltica etmiş ve General
Werder kendisini Doubs ile Orignon arasından takip eylemiş idi. General
Bourbaki cihet-i şimaliyede mevki tutarak İkinci ve Yedinci Kolordular dahi
karşısında ihrâz-ı mevki ettiler. Bourbaki’nin Besangon yanında tûl-ı müddet
kalamayacağı şüphesiz idi. Çünkü bir orduyu iaşe edecek zahire mefkûd
olduğundan, mûmâ-ileyh birkaç gün sonra istihkâmâtın himayesinden çıkmak
mecburiyetinde idi. Lâkin hangi cihetten ricat edecek? Cenup tarafında olan
hatt-ı hareketi Almanlar cânibinden seddedilmiş bulunduğu cihetle hatt-ı
hareket-i mezkûr ile İsviçre hududu arasından geçip gidebileceği gibi, bir de
ordusunu kurtarmak zımnında doğrudan doğruya Doubs’un iki sahilinden
ve cihet-i cenub-ı garbîden hücum ederek Almanların hatt-ı harbini yarmaya
cüret etmesi ihtimali dahi mevcut idi.

Ondan başka Bourbakin’in Dijon’da General Garibaldi ile birleşmek üzre


cihet-i şimalî-i garbîden ricata çalışması veyahut o anda en zayıf düşmanı

124
Millet-i Müselleha

bulunan General Werder’e tekrar mukabele etmesi muhtemel olduğu gibi,


nihayetinde ordusunu İsviçre hududu üzerine isal veyahut Besangon önünde
durarak Almanların taarruz ve hücumuna intizar etmesi dahi ihtimalât
dâhilinde bulunuyor idi.

Hâlât-ı mezkûrenin kâffesi muhtemel olduğuna ve her bir hâle karşı


tedâbir-i mahsusa ittihazı ve bâ-husus Dampierre civarında La Barru
karargâh-ı umumîsinde bulunan başkumandanın evâmir-i mahsusası vürut
edinceye kadar düşmana en yakın olan generaller ahval-i mezkûreye karşı
kendilerince bir karar-ı katî vermeleri iktiza ettiğine mebni her biri ekalli
altı nev‘ ihtimali şamil ve her ihtimale karşı ordunun ittihaz edeceği tedâbîri
nâtık birtakım “evâmir-i umumiyenin” ısdâr edilmesine hâcet messetmiş
idi. General Von Manteuffel her kumandana raci olmak üzere “evâmir-i
umumiye-i” mezkûreye şu sözler ile hitam vermiştir :

“Üç kolordunun yek-diğerlerine istinadı mümkün olmadığını ve belki de


muvafık-ı maslahat bulunmadığını ispat eden ahval-i hazıra arasında ahvalimiz
hakkında olan efkârı size bildirmeyi münasip gördüm. Siz dahi benden bir emir
alamadığnız ve mutlaka bir karar vermeye mecbur bulunduğunuz takdirde
harekâtınızı efkâr-ı senâverâneme tatbik ederek münasip gördüğünüz tedâbîri
ittihazda serbest bulunursunuz.”

Metz’de Mareşal Bazaine’in ordusu mahsur bulunduğu esnada dahi bu


vechle hareket etmek icap etmiş idi.

Ne birinci vakada ve ne de ikincisinde evâmir-i umumiye-i mezkûreden


mazarrat görüldü. Bilakis evâmir-i mezkûre fiil ve harekette müşterek
bulunanların cümlesinin müttehiden bir maksada çalışmalarını temin
etmiştir. Yalnız ihtimalât-ı mezkûre tadat olunduğu sırada onları kemâl-i
itina ile veya sunî bir vechle tefrik caiz olmayıp işbu tefrik tabiî bir hâlde
icra etmelidir ki düşmanın bir hareketi görüldüğü zaman emri ahz eden
kumandan ihtimalâttan hangisinin mevki-i fiile çıkmış olduğunu suhuletle
anlayabilsin.
Vakıa “evâmir-i umumiyenin” cümlesi daha aşağı mertebelerde kumanda
edenlerin müdebbir ve müstakilen harekete alışmış bulunmalarına menûttur.
Vaktiyle “talimatname” tabir olunan mufassal emirnamelerin şimdi
vücudu yoktur. Mezkûr talimatnameler faraziyat-ı malumeye müstenit bir
ef‘âl programından ibaret olarak teferrüatta adi emirnamelerden daha
ziyade ileriye gider idi.

125
Von der GOLTZ

Biz bugünkü günde “evâmir-i umumiyeden” başka bir de ordu


emirnameleri, kolordu emirnameleri, fırka emirnameleri vesaireyi biliriz.
İşbu emirnamelerin “evâmir-i umumiyeden” farkı, âmâl ve niyyâtı tasvir
etmeyip doğrudan doğruya tedâbîri tarif yani bir yürüyüşün veya bir hareket-i
taarruziye vesairenin istikametini irâ’e etmeleridir. Bunların alameti dahi
kumandan olan zatın kâffe-i ihtimalâta karşı değil, ancak o anda en ziyade
vukuu melhuz bulunan bir ihtimale karşı fikir ve iradesini beyan etmesi
olduğundan, şüphenin başladığı ve ilerisinin artık görülemediği noktada
mezkûr emirnamelere hitam vermek iktiza eder ise de “evâmir-i umumiye”
ile hususî emirnameler beynindeki hududu layıkı vechle tefrik etmek daima
mümkün olamayacağından bazı hâlât-ı istisnaiyesi vardır. Mamafih hâlât-ı
mezkûre pek nadirdir.

Emirnameler için dahi her ne kadar bunlar “evâmir-i umumiyeden” daha


ziyade muayyen ve müberhen bir surette yazılır ise de yine bir usul-i mahsus
tayini mümkün olamaz. Zira mezkûr emirnameler bir nev‘ tevekkül ile
yazılmakta olduğundan, onlara ahkamını tecavüz hâlinde ceza davet edilecek
bir kanunname nazarıyla bakmamalıdır. Pek çok defa mezkûr emirnamenin
yazılmasını mucip olan faraziyat mahvolduktan sonra emirname dahi hüküm
ve itibardan sâkıt olur.

“İmdi her emirname düşmana dair alınan ahbâr ve malumat ile bede’
eder.”Bu babda ihtiyatlı davranmak lazım olup şayet alınan malumata
tamamıyla emniyet edilebileceğinde kumandanın dahi cüzî şüphesi olacak
olur ise malumat-ı mezkûrenin nereden ve hangi taraftan alındığını
emirnameye yazmalıdır. Zira emirnameye, “Düşmana dair alınan malumata
nazaran ve ilâ âhir” bede’ edilecek olur ise emirnameyi ahzeden kimse
malumat-ı mezkûrenin tamamıyla muvafık-ı sıhhat olduğunu zan ve itikat
edebileceğinden pek çok hataların zuhuruna sebebiyet verilmiş olur.
Malumat-ı mezkûrenin menbaı zikredilir ise “Köylüler, casuslar, tecessüs
kolları vesaire vesâtatıyla alınan malumata göre” demek lazım gelir ki bu
hâlde her kıt‘a-i askeriye kumandanı malumat-ı mezkûreye ne dereceye
kadar emniyet edilebileceğini pek suhuletle anlayabileceğinden, bu keyfiyet
ya adem-i emniyetini veya ihtiyat-perverliğini daha ziyade ikaz veyahut
emniyetini tezyit etmiş olur.

Ondan başka yazılan emirnamede alınan haberler hangisi ve ahbâr-ı


mezkûreye nazaran tahminen tasavvur ve beyan olunan hâlât hangisi
olduğunu kat‘iyen tayin ve tefrik itmek icap eder.

126
Millet-i Müselleha

Ağustosun 18’inci günü ita olunan emirlere dair olan mütalaada


menfaati hasebiyle mazur tutulacağımızı ümit ederek “esprit d’escalier”mizi
istimal eder isek şayan-ı dikkat şu hususata tesadüf ederiz:

Ağustosun 18’inci günü Fransızlar hatt-ı harbinin yalnız Le Point du Jour


tepelerinde tabiye edilmiş bulunan sol cenahını görmek mümkün idi. Kezâlik
tecessüs kolları vesâtatıyla düşman ile daimî bir temasta bulunmak ancak bu
cihetten mümkün olabildiği gibi, düşmana dair ahbâr ve malumat dahi yalnız
bu kısımdan vârid olur idi. Hatt-ı harb-ı mezkûrun kısm-ı mütebâkîsinin ne
hâlde bulunduğu ve nereye kadar mümted olduğu meçhul olarak, sağ cenahı
nihayetine kadar görmek ise nâ-kâbil idi. Muharebenin sabahı karargâh-ı
umumî tarafından ordulara irsal olunan bir emirnamede düşmanın başlıca
kuvvetinin Metz önünde müctemi‘ ve hatt-ı harbinin Amanvillers’a kadar
mümted olduğuna delâ’il-i kaviyeden istidlal edilmiş bulunduğu yazılmış idi.
Fransızların sol cehahlarının müntehâsı Boncourt Tepelerinde bulunduğu
görülmüştür. Mezkûr tepeler ile Amanvillers arasındaki mesafe bir Alman
milinden ibaret olarak, burada çıplak sırtlar bir vadiye müntehî olur ki bugün
vadi-i mezkûrdan bir şimendifer hattı mürur eylemektedir. Fransızların sağ
cenahlarının işbu vadiye kadar mümted olduğu ve hatt-ı harbinin daha ziyade
mümted olmadığı farzı, her ne kadar mu’ahharen hatalı olduğu ve hatt-ı
harb-ı mezkûrun bir o kadar mesafe daha yani Roncourt’a kadar mümted
bulunduğu anlaşılmış ise de yine epey şayan-ı itibar idi. Zaten emirnamede
kanaat-ı kâmileden değil, yalnız bir istidlalden bahsolunmuştur. Lâkin
iptidadan pek açık olan bu husus gittikçe ibhâm edilmişdir. Çünkü bâlâda
zikrolunan emirnamede düşmanın mevzii La Point du Jour ile Montigny La
Orange arasındaki mürtefi ovada olarak gösterilmiş idi.

Filhakika emirname-i mezkûr iptidasında “alınan ahbâr ve malumata


nazaran kabul olunabilir ki” sözü yazılmış ise de işbu söz nihayette yazılan
“düşman orada ahz-ı mevki ile sebata niyet ediyor” sözüne raci olup yoksa “La
Point du Jour ile Montigny La Orange arasındaki mürtefi ovada” kelamıyla tarif
olunan mevziye ait değildir. Düşmanın sağ cenahının imtidadına dair habersiz
kalmış olan İkinci Ordu karargâh-ı umumîsinde emirname-i mezkûr meali
aynen kabul edilmiş ve sıhhatine kanaat getirilmiş olduğundan, generallere
ısdâr edilen emirnamelerde âdeten “Düşman Leipzig ile Vaux ormanı arasında
bulunur” deyü zikr ve ihtar edilmiş idi. İşte bidayet-i emrde farzdan ibaret
bulunan bir şey mu’ahharen muhakkak bir şey olarak tanılmaya başlamıştır.
Her ne kadar İkinci Ordu karargâh-ı umumîsinden Hassa Kolordusu’na
gönderilen icra emirnamesinde “Düşman Vaux ormanından itibaren Leipzig

127
Von der GOLTZ

üzerinden imtidat ederek nizam-ı harp almış gibi görünüyor” denilmiş ise de
yine iptidaki emirnameler ile düşmanın sağ cenahını Amanvillers civarında
aramak lazım geleceğine kanaat getirilmiş ve kâffe-i tedâbîr-i lazıme ona göre
ittihaz kılınmış idi. Hassa Kolordusu Amanvillers istikametinde hareket ile
oradan itibaren düşmanın her hâlde mevki-i mezkûrun cihet-i cenubiyesinde
bulunduğu zan ve itikat olunan sağ cenahı aleyhine bir çevirme hareketi
icrasına emir almış iken, düşmanın sağ cenahı hakikatte Amanvillers’ın
cihet-i şimaliyesinde epeyce bir mesafede bulunmakta olduğundan, mezkûr
ordu düşman hatt-ı harbinin hemen merkezine tesadüf etmiş olacak idi.
Emirnamelerde verilen malumat düşmana dair alınan malumat-ı sahihaya
tevfik edilmiş ve emirnamenin iptidasında şu vechle : “Düşmanın sol cenahı
La Point de Jour Tepelerinde nizam-ı harp hâlinde bulunuyor. Sağ cenahının
nereye kadar mümted olduğu el-ân meçhulümüzdür ilâ ahir” yazılmış olsa idi
o gün mevcut bulunan hatayı evvelden izale etmek mümkün olur idi.
Gerçi vekâyi‘in netâyicini gördükten sonra bu misillü hataları yâd ve
tadat iş esnasında mezkûr hataları görmekten daha kolaydır. Binaenaleyh
bizde buradaki ilmimizi “Esprit d’escalier” yani “merdiven başı efkârı” tabiriyle
tavsif etmiş idik. Bu misillü efkâr bize alelade bir mahkeme salonundan
çıkıp da merdivenden aşağı iner iken hatırımıza “Acaba mahkemede daha
âkılâne neler söyeleyebilir idik?” fikirlerinin gelmesinden ibarettir. Mamafih
tahkikât-ı dakîkadan mevki ve mahall-i mezkûrda hakikat-i hâli keşfetmiş
adamlar bulunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Muharebe günü öğleden evvel
Fransız nizam-ı harbini mufassalan tarif eden bir raportta şu “Düşmanın
sağ cenahı bir çalılıkla mestûr olduğundan, nihayetinin nereye kadar mümted
olduğu görülemiyor” sözü muharrer idi. “İşbu raport ikinci ordu karargâh-ı
umumîsi zabitanından biri tarafından yazılmıştır.”
İşte mülahazat-ı mezkûreden anlaşılacağı üzere emirnamelere
mukaddime olarak, düşmana dair yazılan malumata derece-i nihayede
sıhhat ve hakikate riayet etmelidir. Binaenaleyh mukaddimeyi teşkil eden bir
iki satırı kemâl-i dikkat ve itina ile yazmak lazım gelir.
Her emirnamenin ikinci kısmı başkumandanın niyyâtını büyük harfler
ile yazılmış olarak şamil buluncaktır. Niyyât-ı mezkûre doğrudan doğruya
düşmana dair alınan malumattan neşet eylediği cihetle malumat-ı mezkûre
akibetinde yazılması mukteza olduğu bedihîdir.
Başkumandanın veya bir kıt‘a-i askeriye kumandanının fikir ve emelini
gayet açık ve her nev‘ müphemattan ari olarak beyan etmesi lazım geleceği

128
Millet-i Müselleha

malum olduğundan, bu babda daha ziyade söz söylemek lüzumsuz görünüyor.


Mamafih tecrübe bize bu babda daha hayli şeyler öğretmektedir.
Evvela, gelecek saatler için kendi niyetimizi beyan etmek bir kere
müşkül bir keyfiyettir. Çünkü ahval-i muharebe o kadar meçhuldür ki insan
sabahleyin düşündüğü zaman öğleden evvel saatin dokuz veya onunda ne
gibi şeyler arzu edeceğini asla kestiremez.
Askerin işini teshil zımnında ertesi gün olan evâmir, ekseriya akşam
üstü verilmekte ise de yine o gece esnasında bazı ahval evâmir-i mezkûreyi
icap ettiren esbâbı tadil veya tebdil edebilir. Ekseriya ertesi sabah askerin
hareketine hazır bulunmak zımnında içtima edeceği mahallerden gayri
şey tayin olunamayacağından, bu keyfiyeti açık olarak ihtar etmelidir ki
kıtaat-ı askeriye kumandanları dahi işin alt tarafının müphem olduğunu ve
binaenaleyh vakitsiz düşmana temas ile onunla muharebeye tutuşmak iktiza
etmeyeceğini bilsinler.
Bazan dahi karargâh-ı umumînin emel ve niyeti o derecede vazıh ve
aşikâr bulunur ki artık anı tekraren acele ve muhtasar yazılmış emirnameler
ile ihtar ve tekide hâcet olmadığına hükmedilir. Niyet-i mezkûre gerek
karargâh-ı umumîde ve gerekse ordunun mehâfil-i aliyesinde defaat ile
mevki-i müzakereye çekilmiş olacağı cihetle herkesin ona kesb-i vukûf
etmiş olduğu zannolunur. Bununla beraber en mühim bir noktada niyet-i
mezkûrenin meçhul kalmak ihtimali mevcuttur. Bir kolordunun kendisinden
matlup olan vazife başka iken, vazife-i mezkûre hilafında bir harekette
bulunarak muharebenin hâlini değiştirdiği pek çok defa görülmüştür. Garba
doğru ricat eden Fransız Ordusu aksamının takibine memur olacakları itikat
olunmakta iken, Saksonyalılar ağustosun 18’inci günü şarka teveccüh ile
Fransızların sağ cenahları aleyhine bir çevirme hareketi icrasına memur
olmuştur. (İşbu hareket muharebe neticesinin istihsaline sebep olmuş idi. )
Başkumandanın niyeti müstakilen harekete memur olan generallerden
her biri nezdinde suret-i umumiyede malum bulunmak lazımdır.
Hatta 1870 senesi harbinde bazan liva ve fırka kumandanlarının hod
be-hod verdikleri kararlar ile başkumandanın asla hesabında olmayan
muharebelere sebebiyet verdikleri ve bütün ordunun hâlini başka bir
mesleğe ithal ettikleri görülmüştür. “Askerde iş görmek ve kumandanlarda
müstakilen hareket etmek hevesi mevcut oldukça bu misillü vukuat daima
tekerrür edecektir. Bu gibi vukuat ise ordunun bi’l-cümle kuvvetleri müttehiden
iş gördüğü ve fırsattan istifadesiz kalmak istenilmediği zaman zuhur

129
Von der GOLTZ

etmelidir.”Kezâlik daha aşağı kıtaat-ı askeriyeye kumanda eden zabitanın dahi


başkumandanın niyetine vâkıf bulunmaları lüzumu meydandadır. Niyet-i
mezkûrenin onlara ifhamıyla muhafaza-i esrar kaidesine halel getirilmesi
nadiren vaki olabilir.
Mamafih bu babdaki malumat yine rüteb-i aliyeyi haiz zevattan
mürekkep bir daire dâhilinde mahdut kalmak lazımdır ta ki tasmîmâtın
icrasına emir verildikten sonra şayet malumat-ı mezkûre düşmana ihbar
edilse bile işbu malumattan istifadesini temin edebilecek vakit ve zaman
geçmiş olabilsin.

Muharebeye isal eden harekât-ı kat‘iyeye mübaşeretten evvel olan vakit


ne kadar dar olur ise olsun, yine bir cümle ile başkumandanın fikir ve niyetini
bir defa daha bildirmek için birkaç dakika zaman nasıl olsa bulunur.

1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü başkumandanın fikri düşmanın


sağ cenahı aleyhine icrası mukarrer olan çevirme hareketi hitam bulmazdan
evvel düşmanın cephesine ciddi bir taarruz icra etmemek olduğundan, bu
husus umum ordu dâhilinde malum bulunmuş farz edilse dahi yine onu her
emirnamede tekraren zikr ve ityân faydadan hâlî olmaz idi. Filhakika biraz
sonra cephe üzerindeki muharebat evvelden emel ve tasavvur edildiğinden
daha ziyade bir ciddiyet ve ehemmiyet kesb etti. Hâlbuki düşmanın
mevki ve mevziini kıtaat-ı askeriyeye bildiren emirnamelerde taarruzun
suret-i icrası hakkında kumanda heyetinin fikir ve emeli zikredilmiş olsa
idi, mahzur-ı mezkûru evvelden bertaraf etmek mümkün olur idi. Zira
emrolunan hususatı vücuda getirmek mümkün olamadığı takdirde kıtaat-ı
askeriye kumandanlarına rehberlik edecek şey ancak başkumandanın fikir
ve emelidir. Binaenaleyh fikir ve emel her neden ibaret ise kıtaat-ı askeriye
kumandanları kolayca görebilmek için gözlerine çarpacak surette açık
bulunmalıdır.

Başkumandanın fikir ve emelini beyan eden fıkradan sonra “tedâbir-i


lazıme” fıkrası gelir, fıkra-i mezkûrenin mündericâtı her andaki ahvale
tabidir. Hâlât-ı münferide için ittihaz edilecek tedâbîre dair olan fikrimiz
füsûl-ı âtiyede ber-tafsil beyan olunacaktır.

“Tedâbir”in tadat ve ityânı sırasında alelade vakit ve mesafeyi nazar-ı


dikkat ve itinaya almalıdır. Bu babdaki hatî’ât mazeret kabul etmez gibi
görünüyor ise de yine en büyük kumandanlar bile bazan böyle hatalara
düçar olmuşlardır.” (Blume, Sevkülceyş, Sahife 143.) Harbi tanıyanlar

130
Millet-i Müselleha

bunun sebebini pek suhuletle anlarlar. Bir tedbir, muharebe meydanında


müzakere edilip ba‘dehû emr-i icrası tasavvur olunur. Lâkin o sırada yeni
bir takım raportlar vürut etmekle tasavvur edilen tedbirin icrası el-ân
mümkün olmadığı düşünülür. Kumandanlar gelirler, başkumandan onlar ile
görüşmeye mecburdur. İttihazı elzem olan diğer birtakım tedâbîr kendisini
işgal eder. Büyük bir süvari hücumunun cereyanı bütün nazar-ı dikkatini
celp eder. Bu sırada düşmanın bir taraftan ilerilemesi nazar-ı dikkatini
muvakkaten o tarafa davet ve sevk eder. Kıtaat-ı askeriye önünden geçip
sevgili başkumandanlarını kemâl-i şevk ve hararet ile selamlarlar. Makam-ı
teşekkürde olarak bunlara da birkaç söz söylemek lazım gelir. Ondan sonra
muharebenin intifasını görmek için diğer bir noktaya azimet olunur.

İşte son tüfek sadaları işitildiği zaman başkumandan henüz göndermemiş


olduğu emri der-hatır eder. Hemen emirnamenin altına imzasını vaz‘ ve bir
emir zabiti vesâtatıyla emirnameyi mahalline irsal eder. Fakat emirname
yazılıp imzalanıncaya kadar aradan birkaç saat geçmiş olduğu ve binaenaleyh
emirname tarihinin tebdili lazım geleceği ve emirnamede muharrer kıtaat-ı
askeriyenin beyan olunduğu vechle erkenden mahall-i maksûda vâsıl
olamayacakları hususâtı acele ile hatıra getirilmez. Bu misillü hâlâtta iş
emirnameleri ahz eden zevatın dirayetine muhavvel ve emirnamede iktiza
eden tadilatın icrası onların mehâmm-şinaslığından muntazar bulunur.
Mamafih hata edilmiş ve izalesi dahi gayr-i kâbil bulunmuştur. Mezkûr
emirnamelerin nasıl bir endişeli ve halecanlı zamanlarda yazıldığını pîş-i
nazara alan kimse mezkûr hataları mazur görür. Bununla beraber bu gibi
hatalar kesretle tekrar eder ve yanlışlık göze çarpacak vechle aşikâr bulunur
ise maiyetinin kumanda heyetine olan “emniyet”ini izale eder.

Emirnamede yazılan tedâbîrin “sıra”sına gelince ona dair dahi bazı


şeyler söylenebilir :

İşbu “sıra” hususu en ziyade tedâbîr-i münferidenin derece-i


ehemmiyetine tabi bulunur. En evvel zikrolunan tedbir zihinde en iyi
hıfzedileceğinden mukaddime olarak bazı tedâbîrin tahriri lüzumu mevcut
olmadığı takdirde en mühim olan tedâbîri başa getirmek iktiza eder. Ondan
sonra başlıca teşebbüsünün istinadı veya muayyeni makamında bulunacak
olan derece-i sâniye ve sâlisede bulunan tedâbîri sırasıyla zikretmelidir.

Şayet bu vechle tabiî bir sıra tertibi mümkün olamaz ise o hâlde en
ziyade ileriden giden kıt‘a-i askeriyeden ve mesela bir ordunun ilerisinden

131
Von der GOLTZ

hareket eden süvari kolundan başlamak iktiza eder. İşte zikr-i tedâbîrde böyle
en ziyade ileride bulunan kıt‘a-i askeriyeden bede’ edilir ise emirnameyi
mütalaa ve ahkâmını tetkik için haritaya müracaat olundukta tedâbîr-i
âtiyenin icrasında şayan-ı ehemmiyet bulunacak mevâki‘ ve tarîk vesaire
evvelden öğrenilmiş ve mevâki‘-i mezkûreye muvasalat olundukça onların
ahvaline itlâ‘ ve bu suretle tez elden bir fikr-i icmalî hâsıl edilmiş bulunur.
Süvariye ait olan mülahazat beyan olunduktan sonra ordunun pişdarına
ve ba‘dehû kısm-ı küllîsine ve nihayette canip-dârlarıyla kıtaat müfrezesine
nakl-i kelam olunur.
Bu vechle icraat sırasına tamamıyla mutabık bir sıra istihsal edilmiş
olacağından, emirnamenin anlaşılması hususunda büyük bir fayda istihsal
edilmiş bulunur.
Hiç kimse -ricat hakkında olan emirnamelerde olsun- kıtaat-ı askeriye
hakkında yazılan emirnamelerde vesait-i nakliye ve köprücü vesaire misillü
kollar için olan emirleri takdim veyahut ikisini mezc ve halt etmez. Vesait-i
nakliyeye ve köprücü ve cephaneci misillü kollara ait olan evâmir daima
nihayette gelmelidir.
Bir de şurasını nazar-ı dikkate almalıdır ki esna-yı harpte emirnameler
ahval-i müşküle arasında yazıldığı gibi anları okuyup anlamak dahi ahval-i
müşküle içinde vaki olur. Tarih-i harpte bir maddenin görülmediğine veya
diğer bir maddenin ferâmuş edildiğine dair itirafâta tesadüf ettiğimiz zaman,
o anda bu keyfiyeti şediden muhakemeye ve bir “Nasıl mümkün idi?” sözüyle
beyan-ı itiraza fevkalade meyyal bulunuruz. Lâkin bir generalin, vazifesini
ne kadar bilirse bilsin, daima müteyakkız ve müteharrik olamayacağı ve
herkeste olduğu gibi onun dahi kuva-yı bedeniyesinin bilahare yorgunluğa
mağlup olacağı hususları asla hatıra getirilmez.
Belki müzakerat, tertibat, raportlar ve jurnaller ahzı kendisini burûdet-i
şita ve nüzûl-ı berf ü bârân içinde gecenin geç vaktine kadar bârgîr üstünde
olarak uykusuz bırakmıştır. Tamamen esbâb-ı istirahattan mahrum olan
konak mahallinde biraz uykuya dalmış iken bir de makam-ı bâlâdan birtakım
evâmiri hâmil bir emir zabiti vasıl olarak kendisini kemâl-i zahmet ile
bulabildiği bir uykudan bîdâr ederek yeniden iş görmeye mecbur eder. Emir
zabitinin vüruduyla beraber gelen evâmiri okumak, icap eden tedâbîre karar
vermek ve aşağı doğru emirler ısdâr etmek lazımdır. Ekseriya böyle tacizler
bilâ lüzum dahi vaki olur. Kâffe-i aza-yı bedenin şiddetle talep ettikleri
böyle bir istirahattan insan pek güç ayrılabilir. Mumun fena ziyası yanında

132
Millet-i Müselleha

ve ocağın sönmek üzere bulunan ateşi veya hariçte ateş ışığı önünde belki
kezâlik acele ile yazılmış olan emirnameyi okuyup istihrac-ı meale bede’
olunur. Haritalar celp olunarak ekseriya onları yapabilmek için bin su‘ûbetle
bir masa buldurulur. Bu misillü ahvalde emirnameler ne kadar uzun, şamil
olduğu esâmi ne kadar ziyade, tertibatı ne derecede müsenna‘ olur ve başlıca
maddeler cüz’iyât ile ne kadar ziyade karıştırılmış bulunur ise hatalara, yanlış
anlamaya, mühimmi ehemme takdim etmeye ve daha sair bu misillü sehvlere
o nispette ziyade sebebiyet verilmiş olur. Bir de şurasını düşünmelidir ki -hiç
olmaz ise bizim orduda - rüteb-i aliyeyi ihraz etmiş zevatın cümlesi kuva-yı
fikriye ve bedeniyenin tenakusa yüz tuttuğu bir çağda bulunurlar.
Napolyon Bonapart kırk bir yaşında iken evvelki kuvvet ve cebbaretinin
fikdânından şikayet eder ve “Esb-süvar olarak en ufak bir yürüyüş beni
yormaktadır.” diye yazar idi. Büyük Frederick kırk beş yaşında iken muhibbi
bulunan D’Argens hissiyat-ı kalbiyesini şu suretle ifade eder idi : “Kuva-
yı bedeniyemin beni terk ve zaafım tezâyüd eylediği ve daha doğrusunu
söyeleyeyim bedbahtların medâr-ı tesellisi olan ümit bile bende zail olduğu bir
sinde Herkül’e mahsus birçok cesim işleri görmek mecburiyetindeyim.”Bizde
silsile-i merâtibin en büyük kısmı henüz önlerinde bulunan pek çok tabur
binbaşıları aynıyla bu sinde bulunuyorlar. O sinde yalnız birkaç alay
kumandanı mevcut olup hele bu sinde mirlivalar piyade sınıfında bile nadiren
tesadüf olunabilir. Lâkin idare-i harpte ehemmiyeti haiz rüteb-i askeriye asıl
bundan sonra bede’ eder. Altmış yaşında veya altmış yaşını tecavüz etmiş
zevatta mukarreratta sürat ve kuvve-i hafızada evvelki kudret mümkün değil
mevcut olamaz.
İşte hususat-ı mezkûreyi emirnamelerde dahi nazar-ı dikkat ve itinaya
almalı ve mezkûr emirnameler suhuletle anlaşılabilecek ve başlıca maddeleri
kolayca hıfzolunabilecek vechle tahrir ve tertip edilmelidir.
Bu hususu vücuda getirmek için ise evvela hareket ve muharebeye
dair olan tertibat ve evâmirden umur-ı saireyi tefrik etmelidir. Vakıa vesait-i
nakliyeye ve muhtelif levâzım ve araba kollarına ait evâmir ve tertibattan
sarf-ı nazar olunamaz. Çünkü cephane, erzak, hastahaneler ve sairenin nerede
bulunduğunu kıtaat-ı askeriyenin bilmesi elzemdir. Lâkin bu babda yalnız
mezkûr kollar vesairenin bulundukları nukâtı zikretmek ekseriya kifayet
eder. Bunlara ait sair tedâbîr ve tafsilatın ayrıca bir emirname ile beyan ve
işarı daha ziyade münasip olacağı der-kârdır. Bu vechle kıtaat-ı askeriyyenin
harekâtına dair başkumandanın efkârı ve tedâbîri her nev‘ libâs-ı teferruat
ve zevâ’idden mücerred olarak nazar-ı dikkate tamamıyla tesadüf eder.

133
Von der GOLTZ

Mesela General Chanzy’nin Kanunuevvel 9 tarihli emirnamesinde birçok


zabitan ve etibbânın nasp ve terfiini hikâye, yani bizim fikrimizce haftalık
ceride-i askeriyenin bir nüshasını kâmilen harekât-ı askeriyeye müteallik bir
emirnameye nakil ve derc etmesi emirnamesinde müfredata lüzumundan
ziyade girişerek muallimâne bir tavırda bulunmasından daha ziyade şayan-ı
takbîhtir. Müşârun-ileyh hususat-ı zatiyeye ait olan malumat-ı mezkûreden
sonra yine Marchenois Ormanı geçidinin suret-i istilasına dair bir emir yani
muharebe emrinin bir kısmını yazmış ve nihayette kumanda eden generallere
sık sık raportlar göndermeleri ihtarıyla emirnamesine hitam vermiştir.
Emirnamenin nihayetinde olan fıkrât-ı mezkûrenin ilk kıraatte değilse bile
sonraları nazar-ı dikkatten mestûr kalması ne kadar kolay olabilir.

Bir de bir şart dahi vardır ki emirnamelerde ifası her zaman elzemdir.
Bu şart ise ihbar ve istizan zımnında kumandanlar tarafından gönderilecek
muharreratın eline vasıl olabilmesi için başkumandanın bulunduğu mevkii
muayyen bir surette işar etmektedir.

Esna-yı harpte yazılacak her bir emirnamenin suret-i tertibi her kısım
inşaası iyân olan bir Yunan-ı kadîm mabedi misillü kâffe-i aksamı yek-
nazarda suhuletle görebilecek surette olmalıdır. İşte o zaman tasavvuratta
revnak ve icraatta sıhhat hâsıl olabilir. (Emirnamelerin tahriri esnasında
haritaların istimali dahi ehemmiyetsiz bir şey değildir. Evvela haritalardaki
esâmi kemâl-i dikkat ile yazılmış bulunmalı, sâniyen her orduda emirnameler
yazılır iken hangi haritalara müracaat olunduğu malum bulunmalıdır. Her
harita araziyi başka türlü gösterdikten başka isimlerin suret-i tahririnde dahi
tahallüf görülür. Emredenler ve emri ahz eyleyenler başka başka haritalar
istimal edecek olurlar ise bir ismi uzun uzadi taharrî ederek boşuna pek
çok vakit sarfedilmiş bulunur. 1870-1871 Harbi esnasında bir karargâh-ı
umumî maiyetinde bulunmuş olan müellif-i kitap, vârid olan bir raportta
zikrolunan bir çiftlik ismini harita üzerinde bulmak için bir gece uğraşmış
olduğunu hatırına getirmektedir. Nihayet bi’t-tesadüf eline başka bir harita
geçtiğinden mezkûr ismi bulmaya muvaffak olmuştur. Çünkü raportun
yazılması esnasında istimal edildiği muhtemel olan işbu haritada çiftliğin
ismi büyücek harfler ile yazılmış bulunur idi.)

Ahval-i harbiyenin mütalaa ve muhakemesinde haiz-i ehemmiyet bir


madde daha vardır ki ona dair dahi burada birkaç söz söylemeyi münasip
görmekteyiz. Madde-i mezkûr ise mesafenin idare-i evâmir üzerine olan
dahl ve tesiridir.

134
Millet-i Müselleha

Yakından olan tesir en ziyade müessir olduğundan yakında olan


muhataraya uzakta bulunan muhataradan daha ziyade ehemmiyyet verileceği
tabiat-ı maslahat mukteziyatındandır. İşte bundan dolayıdır ki muharebe
içinde bulunan bir kimse kendisinin bulunduğu mevkide muharebenin en
şiddetli bulunduğu ve kendisinin dârü’l-harekâtında ahvalin her yerden
ziyade müşkül olduğunu zan ve itikat eder. Bir taraftan uzakta bulunan
kimse kendi nefsinden talep edebileceğinden ziyade iş talep etmek hatasına
düşebilir. Çünkü kendisi emredecegi vezâ’ifi layıkıyla görür ise de vezâ’if-i
mezkûrenin icrasına hail olacak mevâni‘i göremez. Diğer taraftan tehlike
ve müşkülat içinde dönmeye ve iş görmeye mecbur olmamaklığın ahval-i
mahsusada fevâ’id-i kesîresi vardır.
Karar vermek cesaretinin bu‘d-ı mesafe ile mebsûten mütenasip
olduğu yani tehlikenin mesafesi ba‘îdleştikçe cesaret-i mezkûrenin dahi
tezâyüd eylediği bi’t-tecrübe sabittir. İnsan daima mahall-i ma‘rekenin bir
kısmını huzur-ı kalp ile görmeye ve muharebe içinde bulunanların doğrudan
doğruya tesiri altında bulunduklarından naşi en mühim zannedecekleri
bir hususun ehemmiyyeti derece-i sâniyede olduğunu layıkıyla anlamaya
muvaffak olduktan başka bu husus bir tarafta vuku bulan zararı diğer tarafta
istihsal olunacak muvaffakiyat ile tamir etmek zımnında iktiza eden vesaitin
bulunmasını teshil eder.
Binaenaleyh umum orduların sevk ve idaresine memur kumanda
heyetinin münferit ordular dârü’l-harekâtının biraz mesafe gerisinde
bulunması ziyadesiyle nafi olduğu şüphesizdir. Heyet-i mezkûre kâffe-i
ahvalde kuvve-i muharrike makamında bulunarak ordu veya kolordu
kumandanlarından birisi tereddüt ve şüpheye düçar olduğu zaman kendisi
için mesuliyeti der-uhde ve bi’l-cümle teşebbüsatın ehemmiyetini yek-
diğerlerine nazaran mukayese etmeye hazır bulunmalıdır. Binâberîn heyet-i
mezkûre düşmana karîb bulunan kıtaat-ı askeriyenin her günkü hâlinde
görülen şamatadan, rahatsızlıktan, endişeden uzak bulunarak kendisini
ihata eden hava-yı nesîmîde serin bir sükûnet hüküm-fermâ olmalıdır. Yalnız
netice-i kat‘iye istihsal olunduğu esnalarda mücerred tertibatını doğrudan
doğruya nüfuzunun tesiri altında icra etmek için muharebenin heyecanlı
olan daire-i cenk ve cidâline dâhil olması caiz olabilir.
Fakat bu keyfiyet kesretle vukua gelir ise o hâlde heyet-i mezkûre
umumiyet-i ahvali gözden kaybedeceği gibi muharebe meydanlarının sefalet
ve felaketi manzarası dahi verilecek kararlara gittikçe sû’-i tesir etmeye
başlar.

135
Von der GOLTZ

Gariptir ki 1870-1871 Seferi esnasında Almanya ordularının karargâh-ı


umumîsi Paris şehrini muhasara eden orduları harici hücumlara karşı
himayeye memur orduların muhatarâtına, eyalâtta bulunan orduların
muhataralarından daha ziyade ehemmiyet vermekte idi. Loire havzasında
General D’Aurelles de Paladines kumandası altında teşekkül eden ve bütün
Fransa’nın medâr-ı ümidi bulunmuş olan ordunun kuvvetine bidayet-i emrde
lüzumu derecede ehemmiyet verilmeyip ancak Coulmiers Muharebesi’nden
sonra kendisi “şayan-ı hürmet” tabiriyle tavsif ve kuvvetinin altmış bin ve
belki altmış binden mütecaviz kişiden mürettep bulunduğu tasdik ve itiraf
edilmiştir. O vakte kadar mezkûr ordunun mahv ve tahribi pek kolay bir
madde olduğu zan ve itikat olunmuş idi.

Kezâlik mezkûr orduya karşı hareket etmekte bulunan ordu kısımlarında


mezkûr ordu ile beynlerinde bulunan mesafenin tenakusu nispetinde
endişeler tezâyüd etmeye başlamıştır. Bidayet-i emrde gayet zayıf olarak
yek-diğerlerine merbut bulunan mezkûr ordu aksamına pek suhuletle galebe
çalınacağı zannedilmekte ve hedef-i harekât Bourges ile Tours’da aranmakta
iken mürur-ı zaman ile istihbarat, tasvirat ve mukarrerat bi’t-tedric tashih
edilmiştir.

Matlâbın istihsali hakkındaki şüpheler baş göstermeye başlamış olmakla


evvelden taarruz için yapılan planlar yanında bu sefer tedâfü‘î planlarına
dahi lüzum görülmüş ve mukaddema hedefü’l-harekât Loire Nehri’nin öbür
tarafında tayin edilmiş iken bu defa hedef-i mezkûr Loire Nehri sahilinde
tayin ile iktifa edilmiştir.

Vakıa mütebbassırâne davranmayı icap ettirecek esbâb dahi mefkûd


değil idi. (Loire Ordusu’na yazılıp bâlâda derc olunan evâmir-i umumiyeden
anlaşılacağı üzere ordunun bu vechle ihtiyatkârâne hareket etmesi karargâh-ı
umumîninde mazhar-ı tahsini olmuştur.) Her ne kadar mukabilde bulunan
düşman askeri kabiliyetçe mevki-i iktidardan ıskat edilen imparatorluk
askerinden pek geri idiyse de yine kanunuevvel ve kanunusani seferi
memulün fevkinde olarak bir ciddiyet ve ehemmiyet kesb eyledi.

Dârü’l-harekât-ı umumînin aksam-ı sairesinde dahi buna müşabih


hâller müşahede olunmuş idi.

Esasen bakıldığı zaman keyfiyet-i mezkûrede şayan-ı memuniyet bir


tamir-i mütekabil hâsıl oldu. İcraata memur olanların sezâvâr-ı takdir
görülen etvâr-ı mütebassırânesi felaket ihtimalatını tenkis etmekte iken

136
Millet-i Müselleha

diğer taraftan kumanda heyet-i aliyesinin âmâl-ı şedidesi iş görmek için


kıymeti gayr-i münker bir mehmîz makamında bulunuyor idi.

İmdi denilebilir ki en müsenna‘ ve en cüretkârâne planlar muhatara-i


muharebenin nüfuzu altında olmayan ve derûnunda mülahaza ve iştigale nafi
bulunan sükûnet hüküm-fermâ olan memlekette ve bir yeşil masa üstünde
tertip ve tanzim olunabilir. Başkumandanın ordu nezdinde bulunması ancak
muharebat-ı kat‘iye zamanında nafi olup burada dahi kumandayı en kıdemli
bulunan bir ordu kumandanı der-uhde edebilir .
1870-1871 senesinde telgraf hattı Versailles’den olduğu gibi Berlin’den
dahi Orleans, Vesoul ve Amiens mevkilerine icap eden evâmiri aynı süratle
isal edebilir idi. Binaenaleyh vaktiyle Viyana’nın sarayda mün‘akid meclis-i
harbinin idaresi gibi bugünkü ahval arasında yine payitahtta o misillü
bir heyet-i idare-i harp tesisi mümkün olabilir idi. (Biz burada Viyana’nın
ötedenberi mervî bulunan saray meclis-i harbini misal ittihaz ettik. Fakat bu
günlerde Avusturyalılar tarafından meclis-i mezkûrun – hiç olmaz ise yedi
senelik muharebatı esnasında – harekât-ı cesime-i harbiye üzerine hiçbir
gûna nüfuz icra etmemiş olduğu ve meclis-i mezkûrun ancak bir meclis-i
idare-i levazım-ı askeriyeden ibaret bulunduğu iddia olunuyor. Viyana daire-i
askeriyesi kütüphanesinin verdiği malumata müracaat oluna. Avusturya
ceride-i askeriyesinin 1879 senesi Mayıs nüshasında münderiçtir.)
Vakıa bizde bunun bir misalini gördük. Fransa Harbiye Nezareti’nin
tavır ve hareketinde bu hâlin aynı müşahede olundu. Nezaret-i müşârun-
ileyhâ ekseriya ordular ile telgraf hattından gayrı bir vasıta-i teması olmadığı
hâlde Tours ve Bordeaux şehirlerinde yeşil masa üzerinde sefer planları
tanzim ve ordu kumandanlarına irsal eder idi. Netâyic-i muharebatı iş odası
içinde idare etmek cinneti yalnız mağlubiyet ve hezimetlere sebebiyet verdi.
Gambetta ve de Freycinet’in tasavvurat-ı harbiyeleri meram ile iktidar
ve makâsıd ile vesait arasında görülen adem-i mütabakat illetiyle malül
bulunuyorlar idi. Bi’l-cümle planlarda genç cumhuriyet ordularının idaresi
hakkında mükemmel bir meleke ve malumat mefkûd bulunuyor idi.
Orduları kumanda eden heyet-i aliyenin muharebat meydanlarından
biraz mesafe uzakta bulunması her ne kadar iyi ise de mesafe-i mezkûrenin
ordular ile her nev‘ canlı bir temas-ı dâhilîyi mümteni kılacak raddede
büyük olması asla tecviz edilemez. Başkumandan olan zat her istediği anda
ordunun nabzını yoklayabilmelidir. Ordunun heyecan-ı dâhilîsini her anda
zuhur eden vekâyi‘in tesiratıyla büsbütün taciz olmayacak ve fakat daima o

137
Von der GOLTZ

anda ordudan talep edebileceği şeyleri anlayabilecek derecede hissetmelidir.


Karargâh-ı umumîlerin dârü’l-harekât dâhilinde bulunmaları onların
planlarıyla beraber daima saha-i hakikat üzerinde kalmaları neticesini tevlit
eder.
Ondan başka orduları kumanda eden heyet-i aliyenin yürüyüşler ve
ziyadesiyle dar bulunan konak mahallerinde askerin çekmekte bulunduğu
mihn ve meşakk-ı harbiyeyi biraz hissetmesi faydadan hâlî değildir. Bu
keyfiyet icrası muhal olan şeyleri talep etmek cinnetinden muhafaza eylediği
gibi uzaktan gayet cesim görülüp takarrüp olundukta cesâmet-i tabiîyesi
müşahade olunan bir mâniden hâsıl olacak lüzumsuz korkunun dahi
izalesine hizmet eder.
Harekât-ı cesimenin idaresinde görülen ahval, muharebatta dahi aynıyla
görülmektedir. Kıtaat-ı cesime-i askeriye kumandanlarına ateş hattına pek
takarrüp etmeleri tavsiye edilmesi ziyadesiyle haklıdır. Burada dahi mahall-i
muhatara ile arasında mevcut olacak mesafenin bir mikyas-ı hakikîsine
riayet etmek lazım gelir.
Clausewitz harp hakkında yazdığı eserin ikinci cildinde muharebatın
nokta-i ihtirakını ihata eden âfâk-ı muhtelifenin hâlini pek güzel bir surette
tarif etmiştir :
“Meydan-ı muharebeye gelen acemi bir kimseye refakat edelim! Muharebe
meydanına takarrüp olundukça topların gök gürlemek nev‘inden olan avazesi
güllelerin müthiş sedalarına mübeddel olarak aceminin nazar-ı dikkatini
kendisine celp eder. Gülleler yakınımızda olarak önümüze arkamıza düşmeye
başlıyor. Kumanda eden generalin maiyetiyle beraber bulunduğu tepeye
vasıl olmaya müsâra‘at ederiz. Burada güllelerin düşmesi o kadar yakın,
humbaraların patlaması o derece kesîrdir ki ciddiyet-i hayat gençliğe mahsus
olan tasvir-i hayal derûnuna sokulmaya başlar. Nagehan bildiklerimizden
birisi yere düşüverir. Humbaranın birisi cemiyetin ortasına düşüp bilâ ihtiyar
bir endişe ve heyecanı mucip olur. İşte bu andan itibaren herkes tamamıyla
sakin olmadığını ve zihninin tamamıyla rahat bulunmadığını hissetmeye
başlar. Şimdi henüz bir tiyatro oyunu gibi önümüzde dehşet-nisâr olan
muharebeye biraz daha sokulalım yani en yakın bulunan ferik paşaya kadar
gidelim! Burada gülle gülleyi takip ve kendi toplarımızın şemâtet-i müthişesi
büsbütün zihnimizi perişan etmektedir. Fırka kumandanından infikâk ile liva
kumandanının yanına gidelim! Cesaret ve besâleti herkes indinde musaddak
bulunan liva kumandanı ihtiyata riayeten bir tepeyi veya bir haneyi veyahut
bir takım ağaçları siper ittihaz ederek onların gerisine çekilmiş! Gittikçe

138
Millet-i Müselleha

tezâyüd eden tehlikenin bir alamet-i bâhiresi değil mi? Tane parçaları damlar,
tarlalar içinde enva-ı sedalar çıkararak tesadüf ettikleri yerleri tahrip eder ve
top gülleleri bütün istikametlerden gelir iken yanımızdan süratle geçer veya
başlarımızın üstünden aşar. Nihayet tüfek kurşunlarının kesretli bir ıslık sadası
kulağımızı muzdarip etmeye başlar. Biraz daha ilerileyelim de birkaç saatten
beri kemâl-i sabır ve mekânet ile uzun bir ateş muharebesi içinde bulunan
piyade askerinin yanına gidelim! Burada hava-yı nesîmî ıslıklar ile kulaktan
baştan ve candan kaç santimetre uzaktan mürur ettiklerini bildiren mermiyat
ile memlûdur. Fazla olarak mecruh ve sakat veya telef olanların manzara-i dil-
hirâşiyle hâsıl olan rikkat ve merhamet dahi zaten şiddetli çarpmakta bulunan
kalbimize darabât-ı mü’ellime icra etmektedir.”
Bâlâdaki tarif bugünkü günde dahi muvafık-ı sıhhat ve hakikat olarak
yalnız esliha-i hazıra menzillerinin daha ziyade olmasından dolayı tarif edilen
âfâk daha vasi bulunmaktadır. Kuvve-i müessirenin tezâyüdü nispetinde
tesirat dahi kesb-i şiddet etmiştir. Gayet seri bir surette atılan eslihamızın
yaylım ateşi yanında eski zamanların en kesif kurşun yağmuları bile pek
geride kalır.
Yukarıda dahi bi’l-münasebe söylediğimiz vechle tehlike ve muhatara
önünde müteessir olmayacak pek az adam vardır. Clausewitz’in fikrince
acemi kimse âfâk-ı mezkûreden her birine dâhil oldukça mutlaka burada
ziya-yı akıl ve fikrin başka birtakım vesait ile tahrik edilmekte ve şu‘â‘âtının
evvelden tasmîm edilmiş bir fiil ve hareket esnasında olduğundan başka
bir tarzda münkesir olmakta bulunduğunu hisseder. Muharebenin içerisine
ne kadar ziyade sokulur ise nabızları o nispette seri çarpmaya, efkârı daha
seri ve fakat muğlak bir vechle dalgalanmaya ve kuvve-i müfekkire ve
mülahazası o nispette şahsına ait mütalaat ve muhtemel olan fena-yı karîb
tevehhümâtıyla düçar-ı teşvîş olmaya başlar. Bu anda insan maddî olarak
kaybedebileceği şeylerin en kıymetlisi ömrühayat olduğundan bütün sa‘y ve
gayretini ve fikir ve mütalaasını onun muhafaza ve ibkâsı cihetine sarf eder
ve başka şey düşünmez.
Kumandan muharebenin suret-i cereyanı üzerine ne kadar nazar ve
tesir-i zihnîsi matlup ise müşârun-ileyhin o nispette muhatara-i ciddiyeden
uzak bulundurulması lazımdır. Kumandan için en âlâ mevki kendi ordusu
kollarının hutûtü’l-harekâtını ve düşmanın hatt-ı harbini layık-ı vechle
görmeye müsait olan mevki olup bu misillü mevâki‘ ise ekseriya büyük bir
mesafede ve düşmanın daire-i ateşi haricinde bulunabilir. Lâkin mevâki‘-i
mezkûrenin düşmanın ateşi dairesi haricinde olmalarından dolayı kabul

139
Von der GOLTZ

edilmemeleri pek sahte bir hırs-ı şöhret eseridir. Zira bir kumandan
muhatara ve tehlikeden korkmayarak askere ibret-bahş olmaya çalışır ise en
aşağı rütbede bir zabit kadar iş göremez. Lâkin revnak-ı fikir ve sükûnet
mülahaza ile kendisi yüzbinlerle kişinin velinimeti olabilir.
Ağustosun 31’inci ve eylülün birinci günleri Noisseville mevkiinde
vuku bulan muharebe esnasında Metz şehrini muhasara eden ordunun
karargâh-ı umumîsi Moselle Nehri vadisinin sol kenarı üzerinde kâin olup
gayet keskin olarak ileriye doğru çıkmış bir dağ kısmından ibaret olan ve
meydan-ı muharebeden mesafe-i ufku ile iki ve yollar dâhil-i hesap edildiği
hâlde üç Alman mili mesafesinde bulunan Horimont Tepesi’nde bulunuyor
idi. İptidadan oradan yalnız ilerideki araziyi suret-i umumiyede görmek
istenilmiştir ki rasat mevkiinin büyük dürbünü bu babda pek güzel bir
hizmet eda etmiştir. Lâkin biraz sonra başlayacak muharebe esnasında
karargâh-ı umumî için bundan âlâ bir nokta bulunamayacağı anlaşılmış
olduğundan, başkumandan maiyetiyle beraber mezkûr noktada kalarak icap
ettikçe zabitleri muharebe meydanına izam eder idi.
Metz şehrinin bütün etraf ve civarı, haneleri, varoşları, istihkâmâtı ve
Fransızların ordugâhları ile beraber Horimont Tepesi önünde bir resim
levhası gibi bulunuyor idi. Nehir vadisinin öbür tarafından düşmanın harekâtı
ve mahsur bulunan Fransız Ordusu’nun nizam-ı harp ahz ettikten sonra
açılıp taarruz için yürüyüşe bede’ etmesi pek güzel müşahade olunuyor idi.
Kezâlik ilerlemekte bulunan Alman kollarının yürüyüşünü dahi göz ile
takip etmek mümkün olduğundan insan iki tarafın harekâtını âdeta bir harp
oyunu seyreder gibi pek güzel muhakeme edebilir idi. Muharebenin hâli
pekâlâ görüldükten başka bir de düşmanın ittihaz ettiği tedâbîre nazaran ne
gibi harekâta teşebbüs etmek lazım geleceği suhuletle fark olunabilir idi.
İşte bunun içindir ki işbu muharebede kumanda heyet-i aliyesinin
evâmir ve tedâbîri ve muharebe meydanında kumanda eden generallerin
icraatı beyninde şayan-ı tebrik bir ittihat ve mütabakat görülmüştür.
Umum kuvvetin başkumandanı bulunan Prens Frederick Charles’ın
niyeti şeref-i muzafferiyeti kâmilen Noisseville mevkiinde muharebe eden
General Von Manteuffel’e terk etmek idi. Mamafih bu mülahaza-i zatiyesinden
sarf-ı nazar, yine müşârun-ileyhin Horimont Tepesi’nde kalması tamamıyla
muvafık-ı hâl ve maslahat bulunuyor idi. Çünkü karargâh-ı umumî, mevki-i
mezkûru terk etmiş ola idi muharebe meydanına olan medd-i nazarını ve
telgraf hatlarıyla olan irtibatını kaybettikten başka bir de birkaç mil mesafeyi

140
Millet-i Müselleha

kat‘ etmek yolunda edeceği yürüyüş esnasında dahi iş görmekten mu‘attel


bulunur idi.
Zaten muharebe esnasında tebdil-i mekanın ale’l-umum mazarratı
vardır, zira böyle bir tebdil-i mekan raport ve jurnallerin yanlış yerlere
gitmesine ve başkumandanı arayan kumandanların onu bulamamalarına
veyahut pek geç bulmalarına sebebiyet verir.
Bi’l-cümle tabiye hutûtü’l-harekâtını ve meydan-ı muharebenin kâffe-i
aksamını görmeye müsait olan bir noktanın karargâh-ı umumî için o
derecede fevkalade bir ehemmiyeti vardır ki karargâh-ı mezkûr mesafenin
cesâmetinden naşi bazı hususat-ı müteferri‘a görmeye muvaffak olmasa bile
yine esbâb-ı mücbire husule gelmedikçe mevki-i mezkûru terk etmeye razı
olmamalıdır. Vekâyi‘in suret-i cereyanı tebeddül ve muharebenin netâyic-i
kat‘iyesi esbâbı başka bir tarafa nakleder ise artık o zaman bulunulan
mevkiin dahi ehemmiyeti bittabi tenakus edeceğinden, mevki-i mezkûru
vakt-ı münasibinde terk ile daha elverişli bir noktaya gitmeye müsâra‘at
eylemelidir.
Ağustosun 31’inci ve eylülün birinci günleri Metz önünde vuku bulan
muharebe hengâmında, muharebe mevki-i mezkûr istihkâmâtından tebâ‘üd
etmiş ve Mareşal Bazaine Alman Ordusu’nun hatt-ı harbini yarmak için
ettiği tedbir nispetinde muvaffak olmuş olsa idi, tedbir-i mezkûra müracaat
lüzumu der-kâr bulunur ve Prens Frederick Charles meydan-ı muharebenin
başka bir mahalline azimette asla tereddüt etmez idi. (İstihkâmâtta mevcut
topların sükût etmesi bu tedbirin ittihazına bir işaret-i kat‘iye olur idi. Metz’in
şark cihetindeki istihkâmâtta bulunan toplar muharebeye iştirak etmekte
bulunduğundan Horimont Tepesi üzerinde bulunanlar muharebenin
asla tebdil-i mahal etmeyerek daire-i sâbıka dâhilinde temevvüc etmekte
olduğunu fark edebilirler idi. Pek güzel görülmekte olan duman hatlarına
bakarak cenahların imtidadı müşahade olunmakta idiyse de cephenin
ilerileyip gerilemesi layıkıyla fark olunamaz idi. Çünkü Alman karargâh-ı
umumîsinin bulunduğu noktadan vadinin öbür kenarında muharebe eden
Fransızları ve onların üzerinden Alman hatlarını görmek mümkün idi.)
Daha ehemmiyetsiz ahval esnasında intihab-ı mevki hakkında olan
nazariyat tebeddül eder. Bir kolorduya kumanda eden general ancak
başkumandanın mevkiinde bulunduğu yani kolordusuyla müfrez kaldığı
zaman o vechle hareket edebilir. Lâkin kolordusu hatt-ı harbin bir kısmını
teşkil ediyor ise o hâlde icabında serian bir harekete teşebbüs iktiza

141
Von der GOLTZ

edeceğinden, kolordu kumandanının kumanda ettiği askere biraz daha yakın


bulunması muhassenâtı mucip olacağı âzâde-i kayd-ı ihtardır.
Daha aşağı yani fırka, liva ve alay kumandanlıklarına inilir ise buralarda
muharebe ve tehlikeye daha yakın bulunmak lüzumu tezâyüd eder. Zira bu
misillü kumandanlardan muharebenin her tarafını görmekten ziyade her
düşen fırsatı ganimet bilerek icraatı tesri ve teşdit matluptur. Ondan başka
buralarda kumandanın askere doğrudan doğruya icra-yı nüfuzu semerât-ı
hasene husule getirir bir keyfiyettir. Nihayet aşağı rütbede olan zabit,
maiyetinin önünde olarak ateşe saldırıp efrad-ı askeriyeye hüsn-i misal olur.
Harpte her vakit olduğu gibi, burada dahi herşey ahvale tabidir.
Mamafih karargâh-ı umumî için hüsn-i suretle intihap olunan bir mevkiin,
ordunun sevk ve idaresine pek büyük dahl ve tesiri olduğunu asla hatırdan
çıkarmamalıdır. Binaenaleyh zâhirde pek az ehemmiyetli olan bu nokta
nazar-ı dikkatten uzak tutulur ise hata edilmiş olur.

142
Üçüncü Kısım
Harpte Muvaffakiyet Şerâ’iti

Harpte muvaffakiyetin esbâb ve şerâ’itini tadat edebilsek idare-i harp


fenn-i celîline en âlâ bir hizmet eda etmiş olur idik. Lâkin heyhât ki bu
babda bir nihayet bulmak mümkün olmadığından, yalnız en mühimlerinden
bazısını zikr ve tadat edebiliriz.
Bunlardan evvela asker olanlar indinde alelade menfur bulunan bir şeyi
yani politikayı zikredelim.
Mareşal Blucher Viyana Kongresi esnasında şöyle yazıyor idi : “Ah!
Politikacılar! Siz insanları teşhiste pek adisiniz Berlinlilerin dediği gibi biçare
Viyana Kongresi bir küçük kasaba panayırına müşabihtir ki herkes sığırlarını
satmak veya mübadele etmek için oraya getirir. Biz oraya mükemmel bir
tane getirmiş iken mukabilinde zayıf bir öküz aldık.”Hatta ihtiyar muharip,
politikacılara olan hiddetinden dolayı istifasını vermek istedi. Mamafih
müşârun-ileyhin hiddeti politikanın kâffe-i ahval-ı harbiyede ifa eylediği
nüfuzu ve vazife-i mühimmeyi asla tebdil edemedi.
Harp, politikanın silah-bedest olarak devamı olup, politikanın
suret-i idare-i harp üzerine bile icra-yı nüfuz eylemesi dahi bundan neşet
eylemektedir. Bu nüfuz takbîh olunacak ise politikanın bizzat kendisini
takbîh etmek daha muktezadır. Fena bir politika idare-i harpte dahi sû’-i
tesiratını gösterir.
Filhakika biz burada politikayı en mahdut manasıyla yani “harici
politika” namı altında bildiğimiz politika olarak anlayacak değiliz. Dâhili
politika dahi o nispette mühim olduğundan “politika” lafzını burada en vasi
manasıyla kabul edeceğiz.
Bir devletin hâl-i umumîsi, mizacı, kavânîn ve nizamâtı ve kuvve-i
maneviye ve maddiyesi politikaya tabi olduğu gibi, idare-i harp dahi hususat-ı
mezkûrenin taht-ı tesir ve nüfuzunda bulunur.
Clausewitz der ki :“Fransa İhtilal-i Kebîri’nin ef‘âl-i harikuladesi esbâbını
Fransızlar fenn-i harbinin vesait ve nazariyat-ı cedidesinden ziyade büsbütün

143
Von der GOLTZ

tebeddül ve tagayyür eden idare-i devlet ve memleket fenninde ve tabi hükûmet


ve hâl-i millette vesairede taharrî etmek iktiza eder. Hükûmât-ı sairenin
bütün bu şeyleri yanlış görmeleri ve vesait-i adiye ile kuva-yı faika ve galibeyi
muvazenette tutmak istemeleri, hâsılı bunların kâffesi politika hatalarından
ibaret idi.”
1875 senesinde Prusya Devleti’nin kavî müttefiklere istinat ederek
cesim ve mükemmel surette mücehhez bir ordu ile katî bir söz söylemek
için dârü’l-harekâtta ispat-ı vücut etmemesi bir hata-yı siyasî idi. Devlet-i
müşârun-ileyhânın ahval-i askeriyesinde bazı nevâkıs mevcut bulunmuş
olduğu musaddak olsa bile o zamanda kendisinin ahval-i umumiyesi o
derecede müsait idi ki kuva-yı harbiyesini hüsn-i istimal eylediği hâlde
mazhar-ı muvaffakiyet olacağı hemen şüphesiz bulunuyor idi. Prusya’nın o
zamanki hatalı politikası menâfi‘-i mezkûreyi bî-semere bırakdıktan başka
işbu hatanın sû’-i netâyici o anda daha ileriye vardı. Prusya Ordusu’nun
en zeki ve en mükemmel zevatı o zaman, bî-taraflık politikasının ebedî
tereddütlerine nihayet verilerek artık Prusya’nın sahne-i âlemde faal olarak
tekrar ispat-ı vücut edeceğini zan ve ümit etmiş olduklarından, ümitleri boşa
çıkınca hâsıl olan sû’-i tesiri, her vakitten ziyade tezâyüd-i ye’s ve fütûra bais
oldu. Pek çok kalpleri âsâr-ı meyusiyet ve bir hiss-i mahçubiyet ve nevmîdi
istila eyledi. Mahzâ ordunun şeref ve namusunu muhafaza için o günlerde
muharebe etmek elzem bulunduğu vâdîsinde olan fikir bütün ordu içinde
münteşir oldu. Bu babda en güzel bir fırsatın kaçırılmış olması fikri Prusya’da
harp taraftarânının endişesini tezyit etmiş ve 1806 senesinde vakitsiz olarak
zuhur eden beliyyenin meydana çıkmasına büyük bir sebep tehiyye etmiştir.
Fransa’da dahi 1870 senesinde hâl aynıyla böyle idi.
Fransa’nın nüfuzunu bütün Avrupa’da tekrar tahkim ve tezyit zımnında
1866 senesi harbi büyük bir fırsat iken fırsat-ı mezkûrenin kaçırılmış olması
fikir ve mülahazası Üçüncü Napolyon tarafından 1867 senesinde teskine
gayret edilmiş ve nihayet beliyye-i harbe sevk olunmuş olan efkâr-ı umumiye
heyecanının taharrük ve tezâyüdüne bais olmuştur. Politika fırsatlarından
adem-i istifade tarihinin iki vakası olan 1806 Prusyasıyla 1870 Fransası,
politikanın harp üzerine olan nüfuzunu pek güzel ispat ediyorlar.
Hatta 1806 senesinde Prusya hükûmetinin muhafaza-i istiklali zımnında
o vakte kadar makâsıd-ı sâlife-i harbiyeye mahsus olarak hazır tuttuğu
vesait-i adiye-i harbiyesiyle harbe dâhil olup milletin hâl-i aslîde ve bî-kayd
olarak seyirci olmasına razı olması ve milleti tehyice asla himmet etmemesi
dahi bir politika hatası idi. Vakıa vesait-i mezkûre o anda Almanya hududu

144
Millet-i Müselleha

dâhilinde içtima eden Fransızların muvazzaf ordusunun ilk hücumunu


tesirsiz bırakmaya kâfi idi ise de cûş ü hurûşa gelmiş olan bütün Fransız
kuvve-i milliyesinin taarruz ve iktihâm-ı şedidine asla mukavemet edemez
idi. Politika, Fransa’ya harikulade vesait ita etmiş ve idare-i harbe daha o vakte
kadar kimsenin hatır ve hayaline gelmemiş bir kuvvet ve şiddet vermiştir.
Buna mukabil Prusyalılar tarafından en evvel ittihazı lazım gelen başlıca
tedbir o vakte kadar misli sebk etmemiş bir yolda asâkir-i külliye cem‘ etmek
idi. Lâkin bu tedbirin mevki-i icraya konulabilmesi için “politika”nın harpten
çok zaman evvel milleti esna-yı harpte bi’l-cümle kuvvetlerin istimalini taht-ı
imkana alacak bir hâle ifrağ eylemesi lazım idi.
Zaten Clausewitz yazdığı eserde politika ile harp beyninde olan
münasebeti pek güzel tarif etmiştir. (Müşârun-ileyh “Harbe Dair” nam
eserinin üçüncü cildinin sekizinci kitabının altıncı faslına müracaat oluna.
Kezâlik Blume nam zatın Sevkülceyşi’nin yirmi beşinci sahifesine dahi
müracaat edilebilir.)
Bugünkü günde daha vasi bazı nukât-ı nazariye dahi mütalaa olunur.
Hâl-i hazırda harp politikanın nüfuzu altından büsbütün kurtulmamış ise
de ezmine-i sâlifeye nispeten tesir-i mezkûr bir sadelik kesb eylemiştir. Her
ne kadar Clausewitz müttefikîn harplerinden veyahut Avusturya’nın veraset
harbinden bahsediyor ise de biz bugün onlardan sarf-ı nazar edebiliriz.
Çünkü mezkûr harplerde düvel-i müttefike yek-diğerlerine miktar-ı
muayyen birer kuvvetle muavenet edeceklerine ahd ü peymân ettikleri gibi,
o vakitlerde bütün kuvvet ile taarruz olunmayıp yalnız kuvvetin bir kısmıyla
ileriye gidilir ve politika saha-i ahvale hüküm-fermâ olur idi. Bu misillü hâlât
şimdiki Avrupa’da hemen tasavvur bile olunamaz.
Hatta Rusya’nın 1877 senesinde Devlet-i Osmaniye’yi kuvvetinin “yalnız
bir kısmıyla” mağlup ve perişan etmek hakkındaki kasdı tamamıyla boşa
çıkmış idi.
1864 senesinde vuku bulan Almanya – Danimarka veyahut İngiltere’nin
Mısır Seferi misillü zayıf ve fakat muannit bir düşmanı mağlup etmek için
bir miktar-ı kalîl askerin kâfi olduğunu gösteren esfârı biz âdeta “icraat-ı
askeriye”den addederiz. Onlar nazar-ı dikkat ve ehemmiyetimizi pek cüzî
olarak celp ve davet edebilir. Şimdiki idare-i harp kavaid-i esasiyesini milel-i
muazzama harpleri üzerinde izah etmek lazım gelir. Avrupa’nın birinci
derecede olan devletlerinden ikisi harbe tutuşacak olur ise daha bidayet-i
emrde istihsal-i netice zımnında umum kuvve-i harbiyelerini sarfa mecbur

145
Von der GOLTZ

bulunurlar. Düvel-i müttefikanın gevşek harplerinde hüküm-fermâ bulunmuş


olan kâffe-i mülahazat-ı siyasiye burada itibardan sakıt olur. Mamafih yine
şayan-ı dikkat ve ehemmiyet bazı nukât mevcuttur.
Esbâb-ı harp, daima politikadan neşet etmekte olup hatta bundan sonra
zuhur-ı muharebat, mücerred menâfi‘-i cesime hatırı için mümkün olduğunu
bâlâda izah etmiş idik. Bununla beraber menâfi‘-i mezkûrenin pek garip
kıyafetlere girmekte olduğu bedihidir. Milletler beyninde ilan-ı husumet
edilmesi zâhirde cüz’iyât üzerine mebnidir.
1867 senesinde âlem büsbütün ehemmiyetsiz bir meseleden dolayı bir
harb-ı hunrîz manzarası temaşa edecek idi. Filhakika Hohenzollern Ailesi’nin
Madrid tahtına nâ-müzdlüğü, Fransız ve Alman misillü iki millet-i uzmâyı bir
hayat ve memat muharebesine tutuşturmaya diğer bir sebep değil idi. Lâkin
bu misillü hâlâtın kâffesinde hakikat madde şudur ki zâhirde görülen sebep
ancak sürekli bir delk ve temas ile husule gelen münaferet-i siyasiyenin bir
nikâbından ibarettir.
İşin hakikatini nazar-ı dikkat ve mütalaaya alır isek görürüz ki artık
zuhur-ı muharebatı mahzâ milletlerin münaferetleriyle mümkün kılacak
bir hâl-i aslîye takarrüp etmekteyiz. Fakat bu münaferet ve husumet sırf
hissî ve kalbî olmayıp belki en mühim aksamı itibar ve iktidar olan birtakım
menâfi‘-i mutasavvire ve muhayyilenin müsdemesinden ibarettir. İtibarın
ikisi de esbâb-ı siyasiyeden ma‘dûddur.
Bundan başka bir de harbin ne vechle icra olunacağı hususunda dahi
politikanın nüfuz-ı katîsi vardır.
Mesela 1866 senesinde bizim tarafımızdan politikaca âsâr-ı tereddüt
gösterilmiş olsa idi sene-i mezkûre vekâyi‘i yerine Avusturya ile Prusya
beyninde büsbütün başka bir hâl zuhur edebilir idi. Prusya Hükûmeti bir
kere zabt ve işgal ettiği Schleswig kıt‘asını iade etmemek mecburiyetinde
bulunur ve Avusturya’nın câlib-i emniyet bir teşebbüsüyle Almanya
hükûmât-ı sağîresinden maada Fransa Devleti bile aleyhimize tevcih-i
silah taaarruz edebilir idi. 1870 Seferi mütalaa olundukta aynıyla bu netice
istihraç olunabilir. O vakit ise vekâyi‘-i harbiyenin büsbütün başka bir suret
kesbetmiş bulunacağı suhuletle anlaşılır.
Ondan maada politika, düvel-i muharibe ile muharebede iştirak
etmedikleri hâlde netâyic-i harpte doğrudan doğruya alakadar bulunan
devletler beynindeki münasebatı dahi tanzim eder. Düvel-i mezkûrenin

146
Millet-i Müselleha

hulus veya adem-i hulusü pek mühim olup a‘mâl-ı harbiyeye ziyadesiyle mâni
olabileceği gibi, a‘mâl-ı mezkûrenin fevkalade revacına dahi hizmet edebilir.
Hususat-ı mezkûreden başka politika, ilan-ı harp zamanını dahi tayin eder ki
bunun hüsn-i suretle tayin ve intihabı fevkalade mühimdir. Velhâsıl “politika
bir devletin âlem-i harbe duhulü esnasındaki kâffe-i ahvalini” vücuda getirir
ki işbu ahval başkumandanın etvâr ve mukarrerâtına ve ordunun ahval-i
maneviyesine bile büyük bir tesir icra eder.
Zamanımızın herşeyi herc ü merc eden vekâyi‘-i harbiyesinin şiddeti
nazar-ı dikkate alınır ise topların seda-yı dehşet-fezâsı vasıl-ı sâmi‘a olur
olmaz politikanın ezmnine-i sâlifeye nispeten daha ziyade geriye çekileceğini
şüphesizdir. Asr-ı mazi harpleri esnasında muharebeye mübaşeret edilmiş
olduğu hâlde hemen her vakit taahhüdât-ı saire için ordularının bir kısmını
ihtiyat olarak elde tutmak ve muharebede bulunan kuvvetin tezyit veya
adem-i tezyidi hususunu politikanın karar ve tensibine menût bırakmak
devletlerin mutadı idi. (Ondan başka muharip bulunan devletler beyninde
münasebat-ı siyasiye dahi ekseriya devam üzere bulunur idi. Mesela
İngiltere’nin Petersburg Sefiri Muharebe-i Heft-sâle’nin devam ettiği
müddette asla memleketine çağrılmamış idi). Şimdi ise bidayet-i emrden
itibaren bütün kuvvet ve makderet mevdû‘-ı dest-i talih ve baht olduğundan
takdire tevfikan ya galebe etmek veya mağlup olmak lazımdır.
Muharip bulunan tarafeynden biri nezdinde idame-i harpten ziyade
akd-i müsalaha heves ve arzusu galebe ettiği ve harpte istihsal-i muvaffakiyyet
ümidi zail olduğu hissolunur olunmaz politika tekrar nüfuz-ı sâbıkını kazanır
ve tarafeyni münazaaya bir nihayet vermeye razı edecek münasebet-i
cedidenin tanzimine memur olur. Düvel-i sairenin nüfuzu dahi o zaman
baş göstermeye başlar. Çünkü ekseriya bu nüfuz galibin matlubatından ne
dereceye kadar ileri gidebileceğini ve mağlubun ne raddeye kadar fedakarlık
edeceğini tayin eder.
Seferin neticesi artık hilye-i şükûktan te‘arrî eden edvâr-ı ahîresinde
politika unsuruna nazaran unsur-ı askerî gittikçe geriye çekilmek üzere
bulunur. Ekseriya politikanın nüfuzu başkumandanın mukarrerâtında dahi
izhar-ı tesir eder. Mülahazat-ı siyasiye tarafeynden biri canibinden son
bir gayret ve diğeri tarafından nihayet bir vasıta-i tazyik addolunacak bir
muharebenin vukuuna daha sebebiyet verebilir ki sırf menâfi‘-i askeriye
nokta-i nazarından bakıldığı hâlde mezkûr muharebenin lüzumsuzluğuna
hükmolunur. Muharibeynden biri bu son gayreti belki kendi menâfi‘i için
elzem addeder. Zayıf bir hükûmet ümid-i zafer ve muvaffakiyeti zayi ettiği

147
Von der GOLTZ

hâlde bile mahzâ ahalisine akd-ı müsalaha lüzumunu layıkıyla tefhim için
böyle bir muharebe-i kat‘iyeye muhtaçtır. Bir harp nihayetinde politikanın ne
yolda netâyic-i garibe tevlit edeceğine 1871 senesi bir misal-i alenîdir. Sene-i
mezkûrede mütareke akdedilmiş bulunduğu hâlde Metz talimhanesinde
umumî düelloya hitam verildiği esnada henüz hiddet ve şiddetlerini teskin
edememiş olan iki hasmın düelloda devam etmelerine müsaade olunduğu
gibi dârü’l-harekâtın bir kısmında cenk ü cidâl devam etmekte idi.
Harp, daima politikanın hâdimidir. Yalnız mahv ve tahrip için bir harp,
bugünkü günde tasavvur olunamaz. Harbi ilan için ortada velev iki hükûmetin
rekabet-i nüfuzu vesaire misillü bir keyfiyet olsun, mutlaka devlete daimî
olarak zî-kıymet bir maksada müstenit bir sebep olmalıdır. Sebeb-i mezkûr
ise ancak nazariyat-ı siyasiyeden neşet edebilir.
Maksad-ı harp o kadar mühim ve milletlerin onu istihsal zımnında
sarfettikleri mesai ve himem o derecede müessirdir ki yalnız ondan dolayı
biz politikayı harpte şerâ’it-i muvaffakiyetin baş tarafına vaz‘ eder idik.
Buna pek çok esbâb daha inzimam etmekte olduğundan, bilâ tereddüt şu
sözü söyleyebiliriz : “İyi bir politika olmadıkça muvaffakiyetli bir harp etmek
muhtemel değildir.”
Başkumandan ile umur-ı siyasiyeyi idare eden diplomat, harbin politikaya
edebileceği en büyük hizmet “düşmanı tamamıyla kuvvet ve iktidardan ıskat
etmek” olduğu noktasını layıkıyla anlarlar ise bununla harbin ne ehemmiyeti
tenkis ve ne de istiklali tahdit edilmiş olur, belki kaide-i mezkûre politikaya
en vasi bir serbestî ita edeceği gibi kuva-yı harbiye istimaline dahi cesim bir
meydan hazırlamış bulunur.
Umur-ı siyasiye ve askeriyenin derece-i nihayede müttehit bulunmaları
elzem olduğu âzâde-i kayd-ı güftârdır. Binaenaleyh bu keyfiyet dahi bize
başkumandanlık ile politika riyaseti bir büyük hükümdarın zatında içtima
eden devletin en âlâ bir hâlde bulunduğunu ispat etmektedir.
Her iyi tensikat-ı askeriyenin muayyen bir tabiat-ı milliyeye mâlik
bulunacağını bâlâda söylemiş idik. Bu husus başkumandanın ve kıtaat-ı
askeriyenin muamelatında dahi nümâyân olmalıdır.
Sevkülceyş ve tabiye fenlerine dair kitap yazanlar millî bir sevkülceyş
ve tabiye tedrîsini asla nazar-ı dikkatten dûr etmemelidir. Çünkü böyle bir
sevkülceyş ve böyle bir tabiye fenni mensup bulunduğu milette fayda-bahş
olabilir.

148
Millet-i Müselleha

Bir insan ancak kendisine layık bulunan mevkiye geldiği zaman


mükemmel bir iş görmeye muvaffak olduğu gibi ordular dahi havass-ı
mahsusalarını ancak kendilerine mütenasip bir unsur içinde bulundukları
zaman izhar edebilirler. Düşmanın ateş püsküren bataryaları üzerine bî-perva
hatve-i mevzûne ile ilerileyen Prusya granadierleri Jena Muharebesi’nde
Fransız avcılarına karşı ateşlerine ne suretle mukabele edeceklerini
bilemeyerek cesaretlerini kaybettiler. Avrupa’nın yarısını muzafferâne geşt ü
güzâr etmiş olan Napolyon’un orduları İspanya İhtilali’yle başa çıkamamış idi!
1870 senesinde Fransızların avcı zincirlerinin mermiyat yağmuru
arasından muzafferâne ilerileyen ve ezmine-i cedidede bir askere verilebilen
en müşkül işleri gören piyade askerimiz Acheen, Ashanti veyahut Zululand
memâlikine nakledilse bulunacağı hâle tamamıyla hâkim oluncaya kadar
birtakım tecrübeler görmeye muhtaç olacağı aşikârdır.
Bizim (Almanların) bugünkü fenn-i harbimiz muharebat-ı kat‘iye
darbelerini yek-diğerine takip ettirmek yani cebbarâne bir taarruza tebaiyet
eylemekten ibarettir. Kâffe-i hesabât ve mütalaat-ı nazariyemiz ve talimat-ı
ameliyemiz kemâl-i sükût ile daima bir esas-ı taarruzîye bina edilmektedir.
Her nev‘ tesir ve ta‘vîk ve fırsata intizar ve hâl-i müdafaanın istirahat ve
sükûnetini indimizde menfûr olup heyet-i zabitanın müstakilen hareket
etmek ve hod be-hod karar vermek ve muvaffakiyat-ı müsbete arzu eylemek
yolunda terbiye edilmesi velhâsıl ahvalimizin cümlesi bizi iş görmeye sevk ve
teşvik eder. Kuvvet ve iktidarımız muharebe meydanında istihsal olunacak
muvaffakiyat-ı kat‘iyede mündemiçtir.
1870 senesinde gerek memleketin tabiatında ve gerekse kendi
ordumuzun ve düşmanımız ordusunun hâlinde böyle bir muharebenin
kâffe-i şerâ’it-i mütekaddimesi müctemi‘ bulunmuş olduğundan, parlak
muvaffakiyetlerimiz ondan neşet eylemiştir. Buna mümâsil bir hâl nerede
bulur isek orada ordugâh veya konak mahallerinde uzun uzadi beklemek
ve hâl-i müdafaada epeyce sürünmeye mecbur olacağımız bir hâlde
bulunduğumuzdan daha ziyade iş görebileceğimiz bedihidir.
Ezmine-i cedidede Osmanlılar ile İspanyalılar duvar, siper ve hendekler
arkasında ettikleri müdafaa-i mussirâne ile en parlak havass-ı askeriyelerini
izhar etmişlerdir. Her ordu havass-ı milliyesine yani nakliyatına, terbiyesine
suret-i maişet ve içinde yaşadığı memleketin hâline nazaran birtakım
hassalara mâlik bulunur. İşte bu ordu mezkûr hassaların sarf ve istimaline
müsait bulunmayacak diğer bir hâle nakledilecek olur ise gayret ve
himmetten bir fayda memul etmemelidir.

149
Von der GOLTZ

Fransa’nın Eylül Cumhuriyeti’nin bir suret-i müstacelede cem‘ ettiği


ordular 1870 senesinde Sarthe Nehri vadisinde bulunan çalılık, çiftlik, dağ
ve ormanlar içinde bize şayan-ı hürmet bir mukavemet gösterdikleri hâlde
Lisain mevzii üzerine açıktan ettikleri taarruzda pek az iş görebilmişlerdir.
Bâlâdan gelen emir ve Paris’in muhasarasını ref‘ etmek mülahazası ile
kendilerine cebren tahmil edilen hâl-i taarruzî için mezkûr ordularda liyakat
ve istidat mefkûd idi.
Kendi unsurunda bulunmadığını ve itiyat edilmeyen ahval arasında
ve mevâni‘-i meçhule karşısında muharebe ettiğini hissetmek gerek umum
askerin ve gerek efradın fikir ve ahlakına fena hâlde sû’-i tesir eder. İşte
bunun içindir ki bir orduya tahmil edilecek vazifenin mezkûr ordunun havas
ve evsafıyla mütenasip bulunması hususunu şerâ’it-i muvaffakiyetten biri
addeyledik. Başkumandan bu hususu icraya her yerde muvaffak olamaz
ise de ahvalin müsaadesi mertebesinde bazı mahâzîr-i maddiyesi olsa dahi
yine usul-i milliye-i harbin elden geldiği kadar daha ziyade istimaline sâ‘î
bulunmalıdır.
Netice-i harbin şayan-ı memnuniyet bir hâlde olması şerâ’it-i
mühimmesinden biri de “ordunun hüsn-i hâl-i dâhilîsi”dir. Her ordu
muharebeye esaslı bir heves ve şevk ile dâhil olur. Lâkin mu’ahharen birtakım
gevşekliklere ve tesiri esbâbının izahı pek müşkül bir tebeddülata düçar olur.
Zabt u rabt-ı askerî, heyecan-ı kalp, havf ve felaket veya şayan-ı dikkat gayr-i
müsait birtakım tesadüfler nüfuzu üzerine bir “hâkim-i mutlak” olamaz.
Kâmûs-ı askerîmizden kahramanlık yahut mevte nazar-ı istihkar ile bakmak
lügatini tayy edemeyeceğimiz gibi “havf ü dehşet” kelimesini dahi bertaraf
edemeyiz.
Gerek başkumandanda ve gerek umum askerde “muzaffer olmak emel-i
katîsi” bulunmak fevkalade haiz-i ehemmiyet bir keyfiyettir. Galibiyet ve
mağlubiyet verilmiş ve verilmemiş bir imtihan beynindeki fark-ı katî misillü
bir fark-ı katî ile tefrik olunamaz. İkisi beynindeki hudut ileri geri sürülmeye
ziyadesiyle müstaiddir. Mahall-i ma‘reke bulunmuş olan meydanı terk
etmek istemeyen asker, zarar ve ziyan-ı maddi kendi tarafında daha ziyade
olsa dahi yine muzaffer sayılır. Muzaffer olmak fikr-i muannidânesi orduda
mevcut olan fikr-i umumînin bir âyînesidir. Bir mazi-i mesut ve bir idare-i
mükemmeleye müsteniden orduda husule gelen hiss-i iftihar, en müşkül
ahval arasında bile muvaffakiyeti temin eder.
Esbâb-ı maneviye-i mezkûre ile beraber bir de esbâb-ı maddiye vardır.
Esbâb-ı maneviye ve maddiye de bir hüsn-i muvazenet vücudu askerin iş

150
Millet-i Müselleha

görmek hassasını tûl-ı müddet idame ve bu suretle ekseriya netice-i harbin


muvafık-ı emel ve arzu çıkmasını temin eder.
Şerâ’it ve esbâb-ı maddiyeden birincisi ve en mühimmi “miktar-ı
kâfi askerin” mevcut bulunmasıdır. Miktar ve mevcut cihetinden faik olan
taraf galibiyet ve muzafferiyeti istihsale bais olan şerâ’itin birincisini ifa
etmiş bulunur. Bir Fransız darb-ı meseli “yaver-i baht daima cesim süvari
bölükleridir” der. Tarih dahi bu sözü tasdik eder. Vaktiyle hutût ve sufûf
tabiyesinde müsademe ile netice-i muharebe istihsal edilen zamanlarda
bir müsademe, netice-i muharebeyi izhar etmekte idiyse de bugünkü
günde kuva-yı mevcude bir mübareze-i mütemadiye ile yek-diğerini ifnaya
sâ‘î bulunduklarından miktar-ı kâfi askerin bulunması hâl-i hazırda iki
kat daha ziyade kesb-i ehemmiyet etmiştir. Fazla asker mevcut bulunması
keyfiyeti düşmanı kendi kuvvetine muadil bir kuvvetle uğraştırıp kendisiyle
mübarezede bulunmayan fazla kısım ile dahi onun felaketine hâdim diğer bir
teşebbüste bulunmak imkan ve suhuletini ita eder.
Bir orduyu maharetle kumanda eden bir zat ya kendi mevcudunun zaafı
üzerine düşmanı aldatarak veya kendisini gayet müşkül ve bütün kuvvetinin
istimalini mucip bir harekette bulunmaya tahrik ve mecbur ederek kendi
ordusunun bir kısmıyla düşmanın umum kuvvetini oyalandırabilir. Bu
suretle tarafeynin kuvvetleri yek-diğerlerine muadil iken yine bir “fazla”
husule getirmek ve nukât-ı müntehabe üzerinde mezkûr fazlayı istimal ile
kendisinden pek güzel bir faiz almak mümkün olup düşman ise o sırada
sermayesini pek fena bir faize yatırmış bulunur. Burada ilm-i tedbîr-i menzil
haiz-i ehemmiyet bulunur. Yani biz burada şerâ’it-i muvaffakiyetten biri
olan “kuvvetin hüsn-i suretle tasarruf ve idare”sinden bahsediyoruz. Bu şart,
mefkûd bulunan vesaitin tamamıyla değil ise de bile kısmen yerini tutabilir.
Harpte miktar-ı askerin ehemmiyetinden bahsettiğimiz sırada bittabi
cesim ve fakat fena bir ordu ile küçük ve mamafih nizam ve intizamı
mükemmel bir orduyu mukayese etmeyip iş görmek liyakat ve istidadı
cihetiyle yek-diğerlerine muadil iki ordu farz etmekteyiz. Kesret-i asâkir
gayret ve şecaatin yerini pek az tutabileceği malum olduğundan “ordunun
miktarı değil, ancak orduda hüküm süren fikir haiz-i ehemmiyettir” sözüyle
mukabele edilmemiş olsa idi bu hususu kâle almaya bile lüzum görmez idik.
1870-1871 mevsim-i şitâsında icra olunan sefer hengâmında Fransız
cumhurunun miktarca iki üç misli faik ve fakat genç ve acemi bulunan
askerinin ötedenberi kesb-i meleke ve maharet etmiş olan Alman askerine

151
Von der GOLTZ

karşı bir iş görmemesi buna güzel bir misal olmuştur. Ondan başka cesim
ve fakat ta‘allüm ve terbiyesi noksan bulunan bir ordu, mu‘allem bir ordu ile
muharebeye tutuştuğu zaman miktarının cesâmeti kendisine bais-i müşkülat
olur. Yek-diğerlerine muadil olmayan a‘dâd ile muadele-i hesabiye vücuda
getirilemeyeceği gibi bir arslanın karşısında üç koç gören bir âkil hiçbir vakit
koçların galebe edeceğini kâle almak değil hayaline bile getiremez.
Clausewitz Büyük Frederick’in Kolin mevkiinde 30 bin kişi ile 50 bin
Avusturyalıya ve Büyük Napolyon’un 160 bin kişi ile 280 bin nefer müttefikîne
karşı başa çıkamadıklarını nazar-ı dikkat ve ibrete alarak bugünkü Avrupa’da
en mahir ve en zeki bir başkumandanın bile kuvvetçe kendisinin iki misli bir
düşmana pek güç galebe edeceğini beyan ettikten sonra diyor ki :
“İki misli bir kuvvetin en büyük kumandanlar karşısında bile mizan-ı
muvazenetini o derecede ihlal ettiğini gördüğümüz hâlde artık ahval-i adiye
arasında vukua gelen muharebat-ı cesime ve sağîrede ahval-i saireden sarf-ı
nazar yalnız iki mislini tecavüz etmemek üzere olan bir tefevvukun mutlaka
muzafferiyeti temin edeceğini tasdike mecburuz. Vakıa bazı geçit muharebeleri
tasavvur olunabilir ki on misli bir kuvvet geçidi müdafaa eden askere galebe
edemez. Lâkin bu misillü ahval hakikî muharebenin lakırdısı bile olamaz.”

O vakitten beri usul-i harp ahval-i mezkûrede bir tebeddül ve tahavvül


husule getirmediği cihetle Clausewitz’in bâlâdaki mülahazatını bugünkü
günde dahi kabul ve tasdike mecburuz.

Mülahazat-ı mezkûreden ise usul-i harb-i cedidin en metin bir kaidesi


olan “Bir nokta-i müntehabe üzerine mümkün olduğu kadar çok asker cem‘
etmelidir.” sözü meydana çıkar.

Teslih ve teçhiz dahi şerâ’it-i mühimme-i muvaffakiyetten ma‘dûddur.


En iyi asker yalnız mızrak ve kısa meç ile müsellah olduğu hâlde kuyruktan
dolar tüfek ve yivli toplara karşı mukavemet edemez. Ordunun emr-i teslih
ve teçhizi ve ahlak-ı umumiyesi arasında hiçbir vakit adem-i muvafakat
mevcut olamaz. Çünkü ordunun ahlakı zeka ve dirayeti şamil olduğundan,
emr-i teçhiz ve teslih bununla temin edilmiş olur. Lâkin vakitsiz ve
lüzumsuz hısset, fennî hatalar veyahut hod-bînlik ve vakar-ı sahte bir
kerre iyi addedilmiş olan silahın sonra fenalığını tasdike mâni olacağından,
zamanımızın terakkiyat-ı seriasına nazaran emr-i teçhiz ve teslihte pek
mühim bir tenezzüle sebebiyet verebilir. Askerin ale’l-umum emniyeti elinde
bulunan silaha merbut olduğu cihetle iyi ve zamana muvafık bir emr-i teslih

152
Millet-i Müselleha

ve teçhizin derece-i ehemmiyeti bir kat daha meydana çıkar. Asker bu babda
düçar-ı tekâsül olduğu ve karşısında bir şey yapmaya muktedir bulunmadığı
silaha bilâ ihtiyâr mağlup olacağı zan ve itikadına zâhib olur ise bundan daha
fena bir şey tasavvur olunamaz. Bu keyfiyet ise mağlubiyet ve hezimetleri
haklı göstereceği gibi askerde husule gelen böyle bir fikir kadar galebe ve
muvaffakiyete bir düşman tasavvur olunamaz.

Silah dediğimiz vakitte onu istimal etmeyi bilmek hususunu dahi dâhil-i
hesap edeceğimiz tabiîdir. Yoksa tesiri makinenin kıymet ve ehemmiyetiyle
asla mütenasip olamaz.

“Eşkal-i muharebe”nin bir ehemmiyet-i mahsusası vardır. Kuvve-i itiyat


ile eşkal-i mezkûre askerin etine, kanına işlediğinden muharebe esnasında
istimallerinden fayda-i memule görülmediği takdirde ümidin fevkinde olarak
askerde bir cesaretsizlik husulüne bais olur. “Eşkal-i muharebe” talimnameler
ile tayin ve tahdit olunur. Binaenaleyh mezkûr talimnamelerde tedrîs olunan
hususatın muvafık-ı maslahat olmasına begâyet dikkat ve itina edilmelidir.
Şayet manzara-i askeriyenin letafeti veya ötedenberi intikal edip gelen
âdâtın muhafazası mülahazaları galebe edecek olur ise asker ilk muharebe
tecrübeleri akîbinde emniyeti kaybederek kendisini daima bir emniyetsizlik
içinde hissedecektir.

“Harp, para, yine para, tekrar paraya muhtaçtır.” Kâffe-i vesait-i


mevcudeden istifade etmek mutadı olan harb-i hazırı idame eylemek
iane istikrazâtı usulüne müracaat etmeksizin kâbil olamaz. Bir devlet-i
muazzamanın seferber bulunan ordusunun mesârif-i yevmiyesi takriben
1 ½ - 2 milyon thalerdir. Dünyada hiçbir devlet yoktur ki harbi senelerce
temdit edebilecek derecede bir hazine cem‘ ve iddihâr edebilsin. Her devlet
ancak “itibar-ı malîsi” sayesinde harbe devam edebilir. Bunun için bi-hakkın
denebilir ki :
“Bir devletin itibar-ı malîsi mevcut kaldıkça o devletin mağlubiyetine
kat‘iyen hükmolunamaz”. Almanya Devleti bütün kuvvetini hâl-i seferberîye
vaz‘ edecek olsa bir buçuk milyon kişi silahaltına almış bulunur. Almanya’nın
nüfus-ı mevcudesi 46 milyon bulunduğu cihetle ileride icabında silah-bedest
olarak müdafaa-i vatana müsâra‘at edebilecek daha pek çok nüfus baki
kalıyor. (Scharnhorst, her on beş kişide bir kişinin silah taşımaya muktedir
olduğunu hesap edip 1759 senesinde Hannover hükûmetinin on beş kişide
bir kişi silaha altına almış olduğunu ve alaylar mevcudunun 1762 senesine
kadar mükemmel kaldığını beyan ediyor. Almanya Devleti bu kaideye tevfik-i

153
Von der GOLTZ

hareket edecek olsa üç milyon kişiyi silahaltına almış olur idi.) Düvel-i
muazzama-i saire nezdinde dahi ahval bu merkezde olduğundan, insan
diyebilir ki kâffe-i vesait-i maddiye tükenir de yine askere alınabilecek
nüfusun miktarı tükenmez. Daha silaha ve akçaya mâlik olan hükûmet henüz
kuvvet ve iktidardan sakıt olmamıştır.
Harpte derece-i nihayede devam etmeye muktedir olan devlet, esbâb-ı
muvaffakiyetin zî-kıymet olanlarından birine mâlik bulunmuş olur.
Vakıa bu bâbda yalnız paraya mâlik olmak keyfiyeti temin-i hâl etmeyip
parayı kolaylık ve güçlükle istimal edebilmek dahi dâ’î-i ehemmiyettir. Bir
harp esnasında deniz cihetindeki yolları açık bulunan devletler elbette
bidayet-i harpte bütün limanları seddedilen devletlerden daha ziyade suhulet
ile itibar-ı malîlerini istimal edebilirler. Ondan başka deniz tarafı kendilerine
açık bulunan devletler yeni ordular teşkil ve teslih için sanayi-i ecnebiyeden
daima istifade edebilirler. Eğer bu husus olmamış olsa idi Almanya - Fransa
harb-ı ahîri esnasında müdafaa-i milliye hükûmeti bütün dünyayı taaccüp ve
hayrette bırakan teşkilat-ı cesime-i askeriyeyi icra edebilir mi idi?
1814 senesinde Napolyon tıpkı bu hâlde bulunmuş olsa idi ahval
ve vekâyi‘ büsbütün başka bir renk kesb eder idi. Amerika’nın istiklal
harbi esnasında hükûmet-i cenubiye gayet mu‘allem ve muntazam askere
mâlik olmakla beraber mücerred deniz tarafından turuk-ı muvârede ve
muhaberelerinin inkıtaından naşi mağlup olmuşlardır. Donanmalar karada
bulunan ordulara muavenete muktedir olmasalar bile yine denize hâkim
bulunmak hususu büyük bir kuvvet bahşeder.
Servet-i umumiye devlete mühim bir kuvvet ita eder ise de bu servetten
semerât-ı hasene istihsali ancak milletin vakit ve zaman-ı münasipte
fedakârlık etmesine menût ve mütevakkıftır. Teehhürü hasebiyle vakt-ı
lazımında edilen tekâsülleri tamire muktedir olamayan fedakârlıkların
ehemmiyetsizliğini Kartaca Hükûmeti Hannibal’ın hâlinden öğrenmiş
ve hürriyetinin mahvıyla işbu hatasının cezasını çekmiştir. Muamelat-ı
harbiyede hiçbir vakit yek-diğerlerinden ayrılmaları caiz olmayan esbâb-ı
maddiye ve maneviye burada dahi müttehiden icra-yı nüfuz eder.
Bahsimize hitam vermek için kuva-yı harbiyenin hüsn-i istimalinden
neşet eden kâffe-i şerâ’it muvaffakiyeti zikr ve tadat eylemek iktiza eder
idi. Lâkin şerâ’it-i mezkûreyi kısm-ı âtîde harekât-ı harbiye ve muharebeye
dair olan hususât-ı muhtelifenin beyanı sırasında birer birer tarif ve izah
eylemeyi daha münasip görmekteyiz.

154
Dördüncü Kısım
Hareket ve Muharebe

Birinci Fasıl
Mülahazat-ı Umumiye

Hareket ve muharebe el-ân 1866, 1870 ve 1871 esfârı vekâyi‘ine


nazaran tetkik ve muhakeme edilmektedir. Zira 1877 ve 1878 Osmanlı ve
Rusya Muharebesi ahval-i fevkalade arasında vukua gelmiştir. Dârü’l-harbin
tabiatı ve memlekette bulunan menâbi‘-i tedarikât ile hutût-ı muvârede ve
muhaberenin köhneliği ve iki tarafın dahi layıkıyla hazırlanmış olmaması
gerek Balkan Şibh-i Cezîresi’nde ve gerek Asya-yı Osmanî’de fenn-i harbin
daha eski derecât-ı terakkîsini hatıra getirir birtakım vekâyi‘e bais olmuştur.
Mevâki‘-i müstahkemede uzun bir müddet intizar ve bu sırada düşmanın
hutût-ı ricati üzerine bazı teşebbüsât-ı tehditkârâneye ibtidâr hususâtı
Muharebe-i Heft-sâle hengâmını ihtar eylemektedir.
Harb-i mezkûr esnasında kesretle görülen inkıta-ı harekât ve icraat-ı
harbiyede adem-i irtibat kifayetinin esbâb-ı mahsusadan neşet eylediğini
nazar-ı dikkate aldığımız zaman, her tarafa şiddetle pây-endâz-ı tecavüz olan
harekât-ı harbiye ve bilâ fasıla yek-diğerini takip eden muharebat-ı kat‘iye,
düşmanın hududunu süratle tecavüz ederek kalp-gâhına kadar vusul ve
bu vechle cebren ve serian istihsal olunan bir sulh-ı mesut manzarası yine
kuvve-i muhayyilemizde baki ve mevcuttur. 1866 senesinde de 1870 de de
hâl bu merkezde idi. İstikbalde dahi bu hâlde bulunacağı memul-i kavîdir.
Ahval-i mezkûreden birtakım “kavaid-i esasiye” neşet etmektedir ki
her iyi bir kumanda heyeti, her yeni bir harbe kavaid-i mezkûreye tevfikan
hitam vermeye mâ’il ve sâ‘î bulunmalıdır. Mamafih bu keyfiyet muharebat-ı
âtiyenin suver ve eşkal-i zâhiresi muharebat-ı sâlifede görüldüğünün aynı
olmasını meşrut kılmaz.
1866 senesinde Prusya askerinin mükemmeliyet-i dâhiliyesi ve
eslihanın esliha-i hasma tefevvuk ve rüçhanı olmamış olsa idi Prusya
kumanda heyetinin her türlü maharet ve malumatıyla beraber yine vekâyi‘-i
harbiyenin büsbütün başka birtakım yollara dâhil olması muhtemel idi.

155
Von der GOLTZ

1870 seferinde ise seferin devr-i evvelinde elimizde bulunan asâkirin


miktarca düşman askerine faik olmasından ve devr-i sânîde dahi düşman
ordularının harp ve darpta maharet-i lazımeden mahrum bulunmasından
fevkalade istifade eyledik.
1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü Amanvillers hutût-ı müdafaası
üzerine edilen taarruzda 130 bin nefer Fransıza karşı 200 bin Alman
bulunmamış olsa idi o zaman istihsal olunan muvaffakiyeti ele geçirmek
epeyce müşkülleşir idi. General Werder’in Belfour Kalesi’ni muhasara eden
orduyu himaye zımnında Lisaine ve Allaine gerisinde ve dört Alman mili
tûlünde olarak tutmuş olduğu mevziye taarruz eden asker iyi ve mu‘allem bir
asker olmamış olsa idi 40 bin kişi ile üç misli kuvvetinde bulunan bir düşmana
karşı müdafaa etmeye cüret edilemez idi. Ancak müdâfi‘în karşısında bulunan
asker alelacele cem‘ edilmiş bir ordudan ibaret bulunduğu cihetle müdafaa
etmek mümkün olabilmiştir.
Bugün ise Fransa, Avusturya, İtalya ve Rusya devletleri terbiye-i askeriye
hususunda ileriye gitmiş olan Prusya’nın mesleğini kemâl-i dikkat ve sürat
ile takip etmişlerdir. Düvel-i müşârun-ileyhümâda askerin mükemmeliyet
ve intizamı gittikçe yek-diğerlerine takarrüp ederek şimdilik buna biraz
daha vakit lazım ise bile, nihayet yek-diğerlerine muadil bir dereceye vasıl
olacaklardır.
1866 senesinden evvel Prusya Ordusu’nu ve mâlik olduğu kuvveti
layıkıyla takdir etmek müşkül idi. Zira mezkûr ordu kendisini harice asla
göstermeyerek kışla meydanlarında talimhanelerde ve manevra arazisi
üzerinde terbiye olunmakta idi. İki cesim muharebe bütün dünyaya
askerimizin mükemmeliyetini göstermiş ve fakat bununla beraber
mükemmeliyet-i mezkûre esbâbına dahi vukûf hâsıl ettirmiştir. Artık
biz ahval-i askeriyemiz ile bir daha devletleri taaccüp ve istiğrâb içinde
bırakamayacağız. Belki onları usul-i harbimize karşı icra-yı tertibata hazır
bulacağız. Zaten Fransa Devleti’nin tensikat-ı askeriyemizden bazı şeyler
iktibas etmekle yine bizim geçenlerde ettiğimiz harbin aynını icraya asla
niyeti olmadığını ve kendisinin yine kendisine mahsus bir meslek dâhilinde
harp etmeye meyyal bulunduğunu me‘a’l-istiğrâb görmüyor muyuz?
Müdâfi‘în tarafından müdafaada metanet ve sebat ve vesait-i tedafüiyece
kesret ve servet gösterildiği takdirde buna mukabil en cüretli ve en kuvvetli
bir taarruz ve hücum semeresiz kalabilir.
Binaenaleyh geçen günkü düşmanlarımız bütün nazar-ı dikkat ve
himmetlerini şimdi maslahata muvafık bir teşkilat ve sanayi-i harbiyeyi

156
Millet-i Müselleha

fevkalade bir suret-i istimal ile tehiyye edilecek bir müdafaa-i musırrâne
nokta-i mu‘tenâbihâsına tevcih ve imale etmişlerdir. Bundan birkaç sene
evvel neşrolunup bir harb-ı müstakbelden bâhis olan bir Fransız kitabından
âtîdeki kelamı zikretmeyi münasip görürüz :
“Biz (Fransızlar) Almanlara memleketleri dâhilinde galebe edebilecek
derecede henüz kuvvetli değil ise de kendi memleketimiz dâhilinde onlara
suhuletle galebe edebiliriz.”
Fransa’da yeniden tesis edilmekte olan hutût-ı istihkâmiyeyi bâlâda bi’l-
münasebe zikretmiş idik. Son on sene içinde Fransa’nın hudud-ı şarkiyesi
sebebi mülahazat-ı harbiye ile pek suhuletle anlaşılabilir ancak bazı gedikleri
gösteren kılâ‘ ve istihkâmâttan mürettep bir zırh ile ihata olunmuştur. Cihet-i
şarkiye veya taraf-ı şimal-i şarkîden düşmanın tecavüzüne müsait olan bi’l-
cümle turuk ve me‘âbiri sedd ü bend etmek meselesi tamamıyla hallolunmaya
yaklaşmıştır.
Kılâ‘ ve mevâki‘e birçok asâkir-i muhafaza memur edilmesi
mecburiyetiyle orduya zaaf gelmesi ve bu sırada mesârif-i külliyeye dahi
ihtiyaç messetmesi tabiî bulunduğundan biz böyle bir teceddütte taklid-i
hareket etmesini Almanya Devleti’ne tavsiye edemeyiz. Mamafih hâl-i
tedafüi indlerinde mültezem ve servet-i milliyeleri bizimkinden mükemmel
olan düvel-i saireye muhafaza-i mülkleri için bu misillü tedâbîre tevessül
eylemelerini tavsiyeden geri duramayız.
Ezmine-i kadîmede dahi bu hâle müşabih hâller görmekteyiz. Romalılar
hudutlarını asırlarca kıymetten sakıt olmayan birtakım kılâ‘ ve istihkâmât
ile tahkim etmişler idi. Esbâb-ı hafiyyeleri daima bir olduğu için bu misillü
vekâyi‘ ve hâlât arasıra nümâyân olmaktadır. Bir memleketin fenne ve icab-ı
hâl ve maslahata muvafık bir surette müdafaa hâline vaz‘ olunması istihkâm
mühendislerine meleke ve maharetlerini göstermeye bir vesile ve fırsat
vermek maksadıyla olmayıp belki edilecek harbin hassa-i hareketini tenkis
eylemek içindir. Bir ordunun yaşayabilmek ve hususuyla levazım-ı sairesiyle
beraber cephanesini tedarik etmek için neye muhtaç bulunduğunu pekâlâ
biliriz. Yalnız orduları sevk ve tahrik etmek için değil levazım ve maişet ve
teçhizatını nakleylemek için dahi birçok yollara ve şimendifer hatlarına
mâlik bulunmak iktiza eder. Binâberîn zuhur edecek bir Almanya - Fransa
Muharebesi kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkeme etrafında bir silsile muharebattan
ibaret bulunmuş olur. Taarruz eden taraf hudut üzerinde tesis edilen kılâ‘
ve istihkâmât hattını kesre muvaffak olsa dahi müdâfi‘în geride bulunan bir

157
Von der GOLTZ

hatt-ı müdafaaya iltica ederek yine mütecavizin hürriyet-i hareketine sedd-i


mümanaat çıkabilir. Taraf-ı mütecaviz hutût-ı ricatiyle hudut üzerinde açtığı
gediğe merbut bulunacağından hâli ziyadesiyle kesb-i ehemmiyet eder.
Zira gayet ağır bir surette ilerilmekte bulunan bir orduyu dârü’l-harekât
olan arazinin menâbi‘inden iaşe etmek pek müşkül bir keyfiyettir. General
de Riwiere hudut üzerinde inşa edilen hutût-ı istihkâmiyeye dair Fransa
Meclis-i Mebusanı’na takdim ettiği layihada istihkâmât-ı mezkûre inşası
ileride Almanya ile vuku bulacak bir harpte Almanları hududu tecavüz eder
iken muayyen bir istikamet takibine mecbur etmek niyetine mebni vukua
geldiğini beyan etmiştir.
Müşârun-ileyhin bu sözünden dahi anlaşılıyor ki Fransızlar, Almanların
tefevvuku ancak müteharrik bir muharebe usulünde olduğunu ve ondan
başka Fransızların bu usulde bize pek çabuk yetişemeyeceklerini derk
etmişlerdir. Çünkü usul-i mezkûreye mâlik olmak için bi’l-cümle ümera ve
zabitanı bir maksad-ı muayyene nazaran terbiye ederek yetiştirmek iktiza
eder. Müstakilen hareket ve hod be-hod ittihaz-ı tedbir eylemek hususatı
usul-i mezkûrenin esası makamında olarak, bunları ise öyle derhâl zihinlere
yerleştirmek mümkün olmadığından, husulü birçok seneler sa‘y ve gayrete
mütevakkıftır. Binaenaleyh Fransızlar usul-i mezkûreyi tahsil zahmetinden
sarf-ı nazar ile Almanların unsurlarını ref‘ etmeye ve umumen yol ve köprüleri,
zabtı n­â-kâbil mevâki‘-i müstahkeme ile seddederek onları dar bir daire
dâhilinde muharebeye mecbur etmeye karar verdiler. İş bi’l-amel tecrübe
edilmedikçe yeniden tesis edilen mevâni‘-i mezkûreyi bertaraf etmek için
en âlâ bir çare bulmak emrinde fikirler yek-diğerlerine ziyadesiyle mübâyin
bulunacaktır. Birisi kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkeme dikenli gerdanlığına
uğramamak için Rhin Nehri üzerinde müdafaa hâlinde bulunulmasını
arzu eder. Diğeri doğrudan doğruya hücum edilmesini yani can sıkmakta
olan maddeyi bertaraf ederek müzakerata devam edilmesini iltizam eyler.
Bir üçüncü mevâki‘-i müstahkeme arasından tecavüz ve mürur edilerek
mevâki‘-i mezkûrenin zabt ve işgali geriden gelen asâkir-i ihtiyatiyeye terk
ve bu suretle bütün meselenin bertaraf edilmesini ister, bir dördüncü dahi
muhtasar bir muhasarayı kâfi ve bir beşinci, esaslı bir muhasarayı elzem
addetmektedir.
Filhakika vesait-i usul-i taarruziye, taarruz eden ordunun ahvaline ve
hatta kumandanlarının âmâl ve hevesâtına nazaran muhtelif bulunacaktır.
Mamafih harekât-ı harbiyede fasılalar, ilerlemek esnasında birdenbire
tevakkuflar mutlaka vukua gelecektir. Bunlar ise birçok vakit kaybettirdikten
başka müdâfi‘îne asâkir-i imdadiye celp ederek müdafaaya temdit eylemek

158
Millet-i Müselleha

ihtimal ve fırsatını dahi ita ve bu suretle tevakkufa bir sebeb-i diğer zuhur
etmiş olur. Bu misillü müessesat-ı istihkâmiye ile uğraşmaya mecbur olacak
bir usul-i harbin mutlaka muvakkat bir “sürünme” tabiatı ahz edeceğinden
asla şüphe yoktur.
Avrupa cihet-i şarkiyesinde - her ne kadar orada dahi müessesat-ı
cesime-i istihkâmiyeden bahsedilmekte ise de - şimdilik başka bir surette
bulunmaktadır. Orada vasi ovalar vekâyi‘-i harbiyenin tevkifi nâ-kâbil olan
terakkîsine küşâde bulunmaktadır.
Lâkin memâlikin vüsat-i cesimesi ve ona nispeten şebîke-i turukun
cüzî terakkîsi bir gün o misillü ahvali yani geriden olan hutût-ı ricat ile
bir rabıta husul veyahut harekât-ı harbiyeye mübaşeret edebilmek için
mevsim-i müsaide vusul buluncaya kadar muvakkat birtakım tatil harekâtı
mucip olacaktır. Şark tarafında bir muharebenin yalnız sefer ile vukuu gayr-i
mümkün olarak netice-i harbi istihsal bir sıra seferlerin vukuuna muhtaç
bulunacaktır13.
Binaenaleyh gelecek bir harp esnasında ordularımızın idaresine
memur heyet-i aliye evvelki gibi mahir, askerimizin cesaret ve şecaati
evvelki kadar mükemmel olsun, yine evvelki gibi süratle ilerlemeyi ve 1866
ve 1870 senelerinde süratle istihsal edilen netâyic-i hasenenin tekrar
sinîn-i mezkûrede olduğu gibi müddet-i kalîle zarfında istihsalini hatırımıza
getirmek bile caiz olmadığını layıkıyla anlamalıyız.
Kral Frederick, Lowositz Muharebesi’nde ihtiyar Feld Mareşal
Schwerin’e “Biz artık eski Avusturyalıları bulamıyoruz.” sözünü yazmaya nasıl
mecbur olduysa biz dahi ileride zuhur edecek bir harp bidayetinde “Biz artık
eski düşmanlarımızı bulamıyoruz” demeye mecbur olacağız. Filhakika ileride
zuhur edecek bir harbe yanlış tasavvurat ve faraziyat ile dâhil olmamak
için bu keyfiyeti layıkıyla anlamak muktezadır. Tahayyülât-ı nîk-bînânenin
arkasından mutlaka vehm ve tahayyülümüzü izale edecek vekâyi‘-i meşume
takip eder. Bu hâl ise vekâyi‘-i harbiyenin ağır ağır ilerlemesi tabiat-ı
maslahat iktizasından iken yine askerimizin kumanda heyetine olan
emniyetini izale etmiş olur. İleride iş pek ziyade müşkül olacak ve zahmet ve
meşakkate mukabil bidayet-i emrde istihsal edilecek mükâfat evvelki kadar
vasi olmayacaktır.

13 Vakıa bir harbi serian neticeye isal zımnında Almanya arzisi el-ân güzel bir dârü’l-
harekât arz etmekte ise de biz daima çalışmalıyız ki arazi-i mezkûre bir daha dârü’l-harekât
olmasın ve münazaatımız hududumuz haricinde hal ve fasl edilsin. Li’l-müellif

159
Von der GOLTZ

Harbin taharrük unsuruna mâni olan bir husus dahi cesim orduların
gittikçe tezâyüd-i miktarıdır. Milyonlarca kişiler bin kişiden mürettep
taburlar gibi suhuletle oraya, buraya sevk ve izam edilemez. Her şeyden
evvel onlar taburlar gibi her yerde taayyüş edemeyeceklerinden istimalleri
hâlinde tedâbîr-i mahsusa ittihazına lüzum vardır.
1866 Seferi hikâyâtındandır ki Feldzeugmeister Benedek’in kumandası
altında olarak Moravya’dan Bohemya’ya dâhil olan yalnız bir ordu kolunun
tûlü on beş Alman milinden daha aşağı değil imiş. Bir hatt-ı ufkî ile mesâha
edildiği zaman mezkûr kol Berlin’den Magdeburg’a, Stutgart’dan Anspach’a
yahut Würzburg’a ve Münih’ten Regensburg’a kadar varır idi. Mamafih
mezkûr kol, zaman-ı hazır yürüyüş kollarının cesâmetine nazaran pek büyük
değil idi. İşbu kol, üç kolordu ile bir süvari fırkasından yani bugünkü ordular
a‘dâdında pek büyük bir ehemmiyeti haiz olmayan 90 bin neferden mürekkep
bulunuyor idi. Ondan başka bu kadar mesafe üzerinde imtidat eylemesi dahi
askerin bir eser-i tekâsülü değil idi. Bâlâda bir kolordunun kuvvetine ve
terkibine dair yazmış olduğumuz mütalaattan mezkûr kol kadar bir kuvvette
bulunan askerin bir cadde üzerinde yürümesi hâlinde iyi hareket edebilmek
için mutlaka on beş mil imtidadında bir mesafeye muhtaç bulunduğu pek
güzel anlaşılmıştır.
Bu misal muharebat-ı cedidenin ne gibi mesafâta muhtaç olduğunu
pek vazıh surette irâ’e etmektedir. Lâkin bu misali daha ziyade mükemmel
ve muvazzah kılmak dahi mümkündür. Tecrübe olarak bugünkü Almanya
Ordusu’nu bir cadde üzerinde yola çıkaralım! Burada dahi alacağımız süvari
fırkalarından her biri 2/3 Alman mili tûlündedir. Ondan sonra kolordular
gelir. Yürüyüş üzerinde bulunan kolların bütün aralıklarını sıra sırayı,
araba arabayı bilâ fasıla takip edecek vechle kapatacak olsak bile yine on
sekiz kolordunun hepsini yürütmek için yüz Alman mili mesafeye muhtaç
bulunuruz. Bundan başka muvazzaf orduyu takip eden asâkir-i ihtiyatiyeyi
dahi dâhil-i hesap etmelidir. Bundan sonra orduların kumanda heyetleri ve
memurîn-i muhtelifesiyle arabaları ve kolordular beyninde münkasim değil
ise levazım-ı askeriye vesait-i nakliyesi ve memurîni ve daha birçok şeyler
orduyu takip eder. Bütün bu hesabı nazar-ı dikkat ve mütalaaya alır isek
yürüyüş kolunun başı Frankfurt Caddesi üzerinde kâin Mayence şehrine vasıl
olduğu esnada kolun nihayet sırası ancak Rusya hududu üzerinde bulunan
Eydtkuhnen mevkiinden müfârakat edebileceğini me‘a’l-istiğrâb müşahade
ederiz. Rhin Nehri’nden Rusya hududuna kadar mümted olan bütün cadde
asker, top ve arabalar ile işgal edilmiş bulunur idi. İşbu kolu gece gündüz

160
Millet-i Müselleha

devam etmek üzere bir şehir kapısından dışarıya çıkaracak olsak bütün
kolun dışarı çıkması için on beş günlük bir müddet iktiza eder idi.
Bu misillü cesim orduların bir araya geldikleri zaman bütün eyaletleri
doldurmaları tabiîdir. Avusturya’nın 1866 Ordusu konaklara yerleşmek için
bütün Moravya’yı (Margraviate’i) işgal etmiş ve cihet-i cenubiyede olarak en
geride yerleşmiş olan asker, en ileride bulunan asker ile birleşmek için dokuz
günlük bir yürüyüş icrasına mecbur bulunmuş idi.
1870 senesinde Rhin havzasında içtima eden Almanya’nın on altı
kolordusu yüz yirmi mil murabba‘ında gayet mahsüldar bir araziyi işgal
etmiş idi. Bugünkü günde bütün Almanya Ordusu’nu konaklara yerleştirmek
için her kasaba ve karye bilâ istisna konak mahalli ittihaz kılındığı hâlde yine
iki yüz mil murabba‘ında bir araziye ihtiyaç vardır.
Bugünkü cesim orduları bir hat üzere takip etmek lazım gelse hâsıl
olacak cephe dahi harikulade cesim olmuş olur idi. Fransız Ordusu Epinal’den
Verdun’a kadar varabilir idi. Kolordular yek-diğerlerinden rabıtaları gevşek
olarak bulunmayıp mevcut olan birçok müessesat-ı istihkâmiye sayesinde
yek-diğerlerine mükemmelen merbut oldukları hâlde bir sıra üzerinde
bulunurlar idi. Taarruz eden taraf seri ve nagah-zuhur hareketler ve çevirme
harekâtı ve gayr-i memul hücumlar icrası zımnında lazım gelen mesafeyi
bulmakta büyük zahmetler çekerek, nihayet efkâr-ı muhtelife zuhuruna bais
olan muharebat-ı mütekaddime ile düşman askerini bazı noktalara cem‘
etmeye ve diğer bazı noktaları harekât-ı taarruziyeye maruz bırakmaya
mecbur edildikten sonra iktiza eden serbest mesafe bulunabilir idi.
Hâl-i hazırda bidayet-i sefer harekâtının pek batî’ olacağını anlamak
için âdeta inanılmayacak derecede cesâmet kesb etmiş olan orduları hatıra
getirmek kâfidir.
Bu cesim orduların ordulara, asâkir-i ihtiyatiyeye ve derece-i sâniyede
olan vezâ’ifi ifaya memur ordu aksamına tefrik edilmesi işin müşkülatını
biraz tadil ve tenkis eylemekte olmakla beraber aksam-ı mezkûreden her
biri yine cesim ve idaresi müşkül bir hâlde kalmaktadır.
Ordunun yukarıda muvafık-ı maslahat bulduğumuz suret-i terkibini ele
alalım! Bâlâdaki mütalaata nazaran en kuvvetli bir ordu altı kolordu ve üç
süvari fırkasından mürettep bulunur idi. İşbu ordunun bir dârü’l-harekât
üzerinde içtimaı hâlinde askerin bir kısmı mesela iki kolordusu tefrik ve
cephenin gerisinde tabiye ve bir süvari fırkası başka tarafa izam edilse yine

161
Von der GOLTZ

ilerideki hatta dört kolordu kalmış bulunur. Bir kolordu layıkıyla hatt-ı harp
açmak için yarım Alman milinden biraz ziyade bir mesafeye muhtaçtır.
İşbu miktar Almanya - Fransa Harbi’nin muharebat-ı cesimesinde görülen
tecrübeler ile müspettir14.

Hesab-ı mezkûra nazaran en büyük kuvvette bulunan müfrez bir


ordunun cephesi iki Alman mili tûlünde bulunur. Lâkin cenahlar üzerinde
hattın intizam ve irtibatına halel gelir. Çünkü yan taraflarda bulunacak nukât-ı
hâkime hatt-ı harbe ithal edilir. Süvari fırkaları cenahlar üzerinde daha
serbest bulunarak cenahların sağ ve sol tarafları ilerisinde bulunurlar. Bunlar
dahi dâhil-i hesap edilir ise cephenin cesâmeti daha ziyade artar. Kezâlik
geride bulunan kolordular topçusu dahi hatt-ı harbe ithal edileceğinden
bu vesile ile de hatt-ı harbın tûlü tezâyüd etmiş olur. Her ne kadar esna-yı
harpte yürüyüş ve muharebe zayiatıyla kuva-yı askeriye tenâkus eder ise de
bu husus münhasıran piyadeye ait olarak top hatları ise hâl-i sâbıkı üzere
kalır15.

Binâberîn hâlât-ı adiyede en büyük ordumuz için iki buçuk Alman mili
ve üç kolordu ile bir veya iki süvari fırkasından mürekkep bulunan en küçük
ordumuz için dahi miktar-ı mezkûrun nısfı tûlünde bir cephe hâsıl olacağı
aşikârdır.

1870 senesi Ağustos’unun 18’inci günü Hassa ve Saksonya Ordularının 7,


8 ve 9’uncu Kolorduları yek-diğeri yanında muharebe ettiklerinden iki Alman
mili tûlünde bir hatt-ı harp teşkil etmişler idi. Akşam üstü hatt-ı mezkûrun
dâhiline bir de İkinci Kolordu ile Üçüncü ve Onuncu Alman kolordularının
bazı aksamı sokulmuş ise de saflar o vakte kadar düçar oldukları zayiat-ı
külliye ile aralıklar peyda etmiş olduğundan asâkir-i merkûmenin tabiyesi
zımnında mesafe-i lazıme bulunabilmiştir.

Lâkin muharebe günleri müstesnadır. Çünkü eyyâm-ı mezkûrede


kıtaat-ı askeriye yek-diğerlerine pek ziyade takarrüp eder. Hâlât-ı sairenin

14 Blume’nin Sevkülceyş kitabının 161 ve 162 sahifelerinde bir piyade taburunun hatt-ı
harb-ı adisi cephesi 200, saff-ı harp nizamında bulunan bir süvari alayının cephesi 300, bir
bataryanın 90, bir piyade fırkası topçu kolunun 400, bir topçu kolunun 700 metreyi ve bir
kolordunun umum topçusunun cephesi 1.500 metreyi mütecaviz bulunacağını beyan edi-
yor. Bu hesapça bir piyade fırkasının cephesi 1.500 ve bir kolordunun cephesi dahi 4.000
metre olmuş olur.
15 Vakıa o anda tamiri nâ-kâbil bazı top zayiatı dahi vukua gelir ise de beraberce getir-
ilen toplar miktarının azametine nazaran zayiat-ı mezkûre pek cüzî bir ehemmiyeti haizdir.

162
Millet-i Müselleha

hiçbirisinde ve hatta en sık konaklarda bile kolordular o derecede birbirlerine


takarrüp etmez. Mezkûr kolordular asâkiri orman, tarla, bataklık ve sulu
mahaller üzerinde yayılamayacakları gibi, bir düşman mevki-i müstahkemi
toplarının daire-i tesiri dâhilinde dahi barınamazlar. Binaenaleyh bazı
ahvalde dârü’l-harekât arazisinin şekil ve hâli pek çok müşkülatı mucip
olabilir.
Almanya - Fransa hududu iki taraf ordularının ancak layıkıyla
yayılmasına müsaade edecek kadar bir mesafeye mâliktir.
Mâhasal idare-i harb-i hazır kavaid-i esasiyesi seri bir netice istihsalini
ve binaenaleyh harbin iftitâhıyla beraber kanlı muharebelere girişilmesini
ne kadar talep eder ise etsin, yine bütün sefer gayet ağır bir mübârezeden
ibaret bulunmuş ve muharip olan ordular harita üzerinde takip edildikçe
ya yerlerinde kaldıkları veyahut kat‘ etmeye mecbur bulundukları mesafe-i
uzmâya nazaran pek az terakkî eyledikleri görülmüş olacaktır.
Ne zaman iki tarafın bütün kuvvetinin cem‘iyle bir buhran husule
getirilir ve tarafeynden biri mutlakü’l-zuhur olan bitaplığa düçar olur ise
cereyan-ı vekâyi‘ ancak o zaman kesb-i sürat edebilir. “Şurası muhakkaktır
ki unsur-ı harp bizim geçen muharebelerimizde mâlik bulunduğu hassa-i
taharrük ilcasıyla, bir harb-i âtîde pek çok şey kaybetmiş bulunacaktır.”
Harikülade cesim ordular manzarası, kumanda heyetinin vazifesi
evvelkinden kat kat ziyade müşkül bulunacağı hakkındaki müdde‘âyı pek
güzel ispat etmektedir. Bu misillü yürüyüş kollarına bu gibi vüsat-ı memâlike
ve öyle cesim cephelere nazaran ileride pek çok şeyler heyet-i mezkûrenin
nazar-ı dikkat ve idaresinde mestûr kalacağı aşikârdır. Hususât-ı mezkûre
mevcut bulunduğu cihetle orduları kumanda eden heyet onları kendisinden
içtinabı nâ-kâbil bir fenalık olarak kabul etmeye mecburdur. Pek hafif olan
ve vuku bulan şeylere pek kolay bir “sebebi anlaşılmaz” sözüyle itâle-i lisan
tariz eden fenn-i mu’ahaze bile bâlâdaki tarifat-ı mücmelemizi nazar-ı
dikkate almaya tenezzül edip de bugünkü orduların ahvaline nazaran onları
idarede hâsıl olan müşkülat-ı azimeyi idrak etse mu’ahezât ve tarizâtında
ziyadesiyle ihtiyatlı davranır idi. Ekser hâlâtta başkumandan ile emri altında
bulunan kıtaat-ı askeriyeyi rabt eden telgraf hattı zaman ve mesafeye galebe
edebilir ise de muharebede müstakilen hareket eden kumandanların efkâr
ve nazariyatı temzîc ve tevhide muktedir olamaz.
Yürüyüş üzere bulunan kuva-yı askeriyenin pek büyük bir mesafe
üzerinde yayılması hasebiyle aksam-ı münferidenin nagehanî düşmana

163
Von der GOLTZ

tesadüf etmek ihtimalatı tezâyüd edeceğinden, bir tarafta aksam-ı saireden


biri muharebeye giriştiği anda kendisine mücavir bulunan kısımlar derhâl
imdada şitâb etmeleriyle matlup olmayan bir mahalde ve memul edilmeyen
bir saatte katî bir muharebe vukua gelebilir. Binaenaleyh ordulara kumanda
eden heyet, harpte en mühim olan bir şeyde yani hareket ve muharebede
serbest bulunmayıp ekseriya başkasının iradesine ve talih ve tesadüfün
keyfine tabi bulunur. Bunun için ekseriya kendisine haberi vasıl olduğu
esnada kızışmış olan muharebeye bir “fait accompli” yani “olmuş bitmiş” bir
şey nazarıyla bakmaya mecbur bulunur.
İdare-i harb-i hazırı pek müşkül kılan şey, orduları kumanda eden
heyetin istediği zamanda bir muharebe-i kat‘iye icrasına muktedir olmaması
hususudur. “Pek çok defa başkumandanın en âlâ tasavvuratı mevâni‘e tesadüf
eder ve en doğru hesabâtı boşa çıkar.”
Başkumandanın emel ve iradesi, maiyetinde bulunan umum
kumandanların malumu olmalı ve itaat-ı askeriye o misillü mahzuratın
vukuuna mâni bulunmalıdır denilebilir. Lâkin esna-yı harpte her şeyi
evvelden emir veya nehy etmek mümkün olmadığı cihetle bir şu‘â‘-ı ziya
gelip de saha-i müzlimenin bir kısmını tenvir eylediği zaman kumanda eden
zevattan her biri iş görmeye mecburdur. Generaller ve zabitler yanlış bir
şeye teşebbüs etmek korkusuyla daima makam-ı bâlâdan vârid olacak emre
muntazır olur ise asıl fenalıkların en büyüğü o vakit vukua gelmiş olur. Çünkü
böyle bir hâlde bi’l-cümle müsait hâl ve tesadüfler kaçırılmış olur.
Hatta St-Privat ve Sedan muharebeleri misillü evvelden tasavvur ve
tehiyye edilmiş olan vekâyi‘-i nadire esnasında bile başkumandan ancak ordu
kollarını istediği istikametlerden tahrik ederek düşmana telâkî ettirmekte
serbest bulunabilir. Bundan ötesi için Mark Antony ile beraber “Ey felaket
mademki bir kere harekete geldin! Bundan böyle istediğin istikamette yürü
git!” sözünü söylemekten başka bir çaresi kalmaz.
Her nerede ki altı, sekiz, on kolordu ve bir o kadar yüzlerce top, orman,
kaya, dağ, vadi ve karyeler arasında muharebe eder ve barut dumanı kesîf
bulutlar hâlinde muharebeler üzerine çöker, orada bir iradenin hüküm-
fermâ olması ve bir gözün kâffe-i ahvali pîş-i dikkatte tutabilmesi mümkün
değildir. İdaresi fikr-i insana tahmil edilebilecek umur ve vezâ’ifin en
müşkülü bulunan bir büyük muharebenin cereyanı, harekât-ı askeriyeden
ziyade muhtelif fikir ve zekaların mahsulü olup kumanda heyet-i aliyesi ise
onlara, nihayet bir maksad-ı muayyene vusul için iktiza eden istikametleri
irâ’e etmekten gayri bir şeye muktedir olamaz.

164
İkinci Fasıl
Hareket ve Muharebede Zabt u Rabt-ı Askerînin Ehemmiyeti

Her kim bugünkü orduların cesâmetini göz önüne getirecek olsa


mutlaka hem de bi-hakkın nefsine “Acaba böyle cesîm cemiyetleri sevk ve idare
etmek nasıl mümkün olur?” sualini irat eder. Bu suale ise “Cemiyat-ı cesime-i
mezkûreyi sevk ve idare etmek ancak zabt u rabt-ı askerî ile mümkündür!”
sözüyle cevap verilir. Meselenin daha âlâ bir suret-i halli yoktur. Lâkin bu
zabt u rabt-ı askerî sözü o kadar manaları şamil ve o kadar gayr-i muayyendir
ki mutlaka daha yakından tetkik ve mütalaa olunmaya muhtaçtır.
Zabt u rabt-ı askerî denildiği zaman ale’l-umum bir kanun-ı şedit
istimaliyle istihsal ve ibkâ olunan hüsn-i hâl ve intizam anlaşılmakta ise
buna mukabil şiddet-i kanun ile hüsn-i hâl ve intizamın yek-diğerlerine
muadil olarak terakkî etmedikleri beyan olunabilir. Dünyada esfâr-ı ahîre
esnasında Almanya orduları kadar nizam ve intizam göstermiş hiçbir ordu
görülmemiştir. Mamafih işbu orduların nizamâtı, sefere azimet etmiş her
hangi bir ordunun olursa olsun, nizamâttan daha az şedit olduktan başka
ahkâmını tecavüz edenler hakkında dahi mümkün olduğu mertebede bir
suret-i insaniyet-perverânede tatbik ve icra kılınır idi. Ezmine-i atîka ve
cedide tarihi bize gayet şedit bir muamele ile adem-i intizamın el ele vererek
hiçbiri tenâkus etmemek üzere müddet-i medîde devam ettiklerine dair
pekçok misaller irâ’e eylemektedir.
1870 senesi (4 Eylül) Fransa Cumhuriyeti her itaatsiz nefer için bir
kurşun hazır tuttuğu gibi o vakitler cumhuriyet ordularında divan-ı harp
kararıyla idam edilen efrad-ı askeriye nevâdirden değil idi. Mamafih mezkûr
ordularda zabt u rabt-ı askerî gevşek idi, gevşek kaldı. Esasen düşünüldüğü
zaman bu keyfiyetin bir emr-i tabiî olduğu anlaşılır. Kavânîn ve nizamât
evvela ahval-i mevcudeden neşet ve ondan sonra ahval-i mezkûre üzerine
icra-yı tesire mübaşeret eder.
Diğer taraftan hüsn-i ahlak sahibi bir kavimde zabt u rabt-ı askerînin
dahi lâbüdd mevcut olacağı ve husus-ı mezkûr sadece ahlâk-ı milliyeden
neşet edeceği zan ve itikadına dahi zâhib olmamalıdır. Efrad-ı askeriyeden

165
Von der GOLTZ

talep edilen meşakk ve mihan pek ziyade olduğu cihetle elbette onlara
memnuniyet ile katlanamazlar. Vakıa bir millet-i mütemeddüne ordularında
cinayât vukuu bir kavm-ı bedevî cemiyetlerinde vuku bulduğu kadar vaki
olmaz. Lâkin zabt u rabt-ı askerî, askerden yalnız hidemât-ı mütenevvi‘anın
layıkıyla ifasını talep etmeyip düşmana galebe etmek için ömrühayatını
dahi feda eylemesini ve kendisinden fevkalade şeyler talep ederek onlar ile
âdeta ünsiyet peyda etmesini ve onlara gayr-i mütehavvil zaruriyât-ı tabiîye
nazarıyla bakmasını ister.
Zabt u rabt-ı askerîyi ve onun kuvvet ve iktidarını beyan ve izah için
meşhur Darwin’in16 “İnsanın Asıl ve Menşei” nam eserinde münderiç bulunan
sözü en güzel bir tarif addolunabilir : “Asâkir-i muntazamanın fark-ı gayr-i
muntazamaya olan tefevvuku, asâkir-i muntazamada her ferdin arkadaşlarına
olan emniyet ve istinadının neticesidir”. İşte zabt u rabt-ı askerînin en âlâ
vasıta-i müessiresi dahi işbu emniyet-i mutlaka olup zabt u rabt-ı askerî tabir
ettiğimiz bir hususu her şeyden daha iyi tefhim ve irâ’e etmektedir. Vakıa
icrası mutlaka elzem addolunacak evâmir-i aliyeyi icra ettirecek kadar şedit
bir kanun-ı askerîye dahi ihtiyaç olduğu bedihidir.
Scharnhorst der ki : “Hevesât-ı nefsaniye kuvveti, kanunun muaveneti
olmaksızın tahdit edilemez”. İtaatsizlik göründüğü yerde saati saatine ve
derece-i kâfiyede düçar-ı ceza ve ukûbet olmalıdır. Kanunun kâffe-i ahkâmını
harfiyyen tatbik ve icra etmek lazım olmadığı zehâbına sapmak pek büyük bir
eser-i belâhet olur idi. Ahkâm-ı kanuniyenin bi-temâmihâ tatbik ve icrası ise
zabt u rabt-ı askerînin esasıdır. Bu babda ta‘mîk-i fikir eylediği hâlde orduda
küçük büyük her kim olur ise olsun herkesin müsâvâten itaatına mecbur
olduğu istintaç olunur. İbret ve misal, söylenen veya yazılan kelamdan
daha müessirdir. Efrad-ı askeriye amirlerinin itaat ettiklerini görerek
ibret-bîn olacaklarından, kendileri dahi itaat ederler. Fakat askerin yalnız
amiri tarafından emrolunan bir şeyi o anda icra etmesi kâfi olmayıp itaat-ı
askeriyesi kâffe-i hidemât-ı askeriyeye karşı daimî ve gayr-i mütehavvil bir
hassa olmalıdır.
Asker indinde vezâif-i askeriyesinden daha ali ve daha mukaddes bir
şey bulunmamalıdır. Adi nefer vezâ’if ve hidemât-ı adiyeyi vezâ’if-i aliyeden
daha iyi anlar17.

16 Darwin İngiliz meşâhir-i tabiîyûnundan olarak insanın nesnastan neşet eylediği iddiasını
meydana koymuş ve o meslek erbâbına pîşvâ olmuştur vefatı 1882’dedir. Li’t-tâbi‘
17 İşte Alman Ordusu’nda bir zabitin mesleğine, bir nefere mahsus hidemât-ı adiyeden
bed’e ve mübaşeret eylemesinin kıymet ve ehemmiyeti bundan neşet etmektedir. Kend-

166
Millet-i Müselleha

Almanya Ordusu’nda eski zamandan beri hidemât-ı askeriyenin en cüzî


teferruatına varıncaya kadar icra edilmesi hususunda gösterilen fart-ı dikkat
ve ihtimam alâ tarîkü’l-rivaye gelmiş bir âdete veyahut semeresiz bir zafere
fürûşluğa mebni değildir. Bundan maksat efrad-ı askeriyeye dair malumat ve
iktidarları dâhilinde olmak üzere bir fikr-i vazife-perveri ita etmektir. Vakıa
bu dikkat ve ihtimam askerlik âleminin derece-i sâniyede olan teferrüatına
ve zîb ü ziynetine münhasır bırakılmayıp asıl askerin terbiye-i insaniyesi
cihetine masruf bulunmalıdır. Efrad-ı askeriyeyi taharet ve nezafete,
muhabbet-i nizam ve intizama, vakit ve zamanıyla iş görmeye, herşeyi
dikkat ve itina ile yapmaya, yalan söylememeye ve kendilerine derece-i
nihayede emniyet olunabilir vazife-şinas adamlar olmaya alıştırmalıdır. İşte
mükemmel bir zabt u rabt-ı askerîyi ancak bunlar vücuda getirebilir.

Şimdiye kadar idare-i levazımın bir kısmı yani efrad-ı askeriyenin iksâ
ve iaşesine dair olan umurun kıtaat-ı askeriye zabitanı uhdesinde kalmak
âdetine riayet olunmuştur. Bu husus mülahazat-ı tasarruf ve idareye müstenit
olmayıp mâ-fevk ve mâ-dûn arasındaki münasebeti daha ziyade samimi
kılmak ve mâ-fevkin nüfuzunu tezyit eylemek maksadına mübtenîdir.

Efrad-ı askeriye kışla dâhilinde daha müssin ve daha büyük bir rütbeyi
haiz zabitanın bağırıp çağırdığını her gün gördüğü hâlde yine bilhassa elbise
ambarındaki işleri, efrad-ı askeriye koğuşlarını, kiler ve matbahı küll-i yevm
ziyaret ve teftiş eden ve zabt u rabt-ı askerînin rükn ü esası ve askerin babası
bulunan yüzbaşıyı bi’t-tercih latife makamında “baba” lakabıyla yâd ederler.

Almanya Ordusu’nun bu hâl-i hususîsi ve hidemât-ı askeriyenin ifasında


görülen dikkat ve sadakat, asker arasında mükemmel bir hiss-i ittihat vücuda
getirmiştir. Şimdiye kadar kendisinde görülen kuvvet ve makderetin esası
dahi işbu hiss-i ittihattan başka bir şey değildir. Zabitan ve efrad-ı askeriye
miyânında nümâyân olan bu hiss-i ittihat dahi zabitan ve efradın umur-ı
ciddiyede beraber çalışmalarından neşet eylemiştir.

Silahaltında bulunan her bir nefer, bulunduğu kıt‘a-i askeriye zabiti


tarafından hiçbir hâl ve zamanda yalnız bırakılmayacağını ve mensup
olduğu kıt‘a-i askeriyenin menâfi‘-i müştereke itibarıyla bir aileye müşabih

isi ileride emredebilmek için evvela itaata alışmış bulunmalıdır. Yani sade ve neferin
anlayabileceği bir tarzda emretmeyi öğrenmelidir. Ondan başka ileride kendisinden uzak
kalacak olan umur-ı cüziyeye dahi kesb-i vukûf etmelidir. Çünkü ileride zabit olduğu zaman
efrad-ı askeriye kendisinin dirayet ve malumatına umur-ı cüz’iye-i mezkûrede göstereceği
ilm ve vukûfuna nazaran hükmederler.

167
Von der GOLTZ

olduğunu ve zaruret ve tehlike hengâmında ittihat ve rabıtasına asla halel


getirmeyeceğine tecrübe ile bileceğinden bundan Darwin’in bahsettiği ve
o büyük ahval insan âleminin asâkir-i muntazamanın sebeb-i tefevvukunu
kendisinde taharrî eylediği “emniyet” neşet eder. Nefer yanındaki arkadaşının
dahi aynıyla kendisi gibi hareket ettiğini ve amirlerinin kendisinin önünde
gittiklerini ve binaenaleyh kendisinin onları terk etmesi hiçbir vakit caiz ve
muvafık-ı namus olmayacağını bilerek kemâl-i sekînet ve metanet ile düşman
kurşunlarına karşı gider.
Hiss-i ittihattan neşet eden bu iktidar-ı dâhili, muharebenin heyecanı ve
karışıklığı emr-i teftiş ve nezareti mümteni kılarak nizam ve kanun ile temin
edilen intizam zail olduğu zaman bile baki ve ber-devamdır. İşte o zaman
askerin kalbinde namus ve vazifenin içtimaıyla sairlerinden geri kalmamak
kararı tevellüt eder.
Buna mebnidir ki muharebat-ı ahîremizde her kıt‘a-i askeriye menfaat-ı
umumiye için lazım addettiği veyahut fırsatı müsait gördüğü zaman bilâ
tereddüt ve bî-pervâ miktarça kendisine faik bir düşmana taarruz ve
hücumdan asla çekinmemiştir.
Mühim bir harekete cüret eden her bir general, topların sedası dağ
ve tepelerde mün‘akis olmaya başladığı anda civarda bulunan sair kıtaat-ı
askeriye kumandanlarının kendisine imdat ve muavenete yetişeceklerinden
ve şayet teşebbüs ettiği fiili başa çıkarmak için kendisinin kuvveti kâfi olmaz
ise arkadaşlarının fiil-i mezkûru ikmale sa‘y ve gayret edeceklerinden emin
bulunur idi. Avcı takımının başında bulunan en küçük zabite varıncaya kadar
bi’l-cümle zabitan ve ümera bu vechle düşünmeye ve iş görmeye muktedir
idiler. İşte kumanda heyet-i aliyesi muharebat-ı sağîre ve cesimenin
cereyanı üzerine olan nüfuzunun mahdut olmasıyla beraber yine emniyet
ile muharebat-ı mezkûreye girişebilir idi. Çünkü kendisi her ne kadar
yollar muhtelif ise de yine bir kere çoşa gelmiş olan bi’l-cümle kuvvetlerin
bir maksada doğru yani düşmana mülâkî olmak emeline müteveccih
bulunduklarını ve her bir kıt‘a-i askeriye kumandanının düşmana mülâkî
olduğu anda muharebeye iştirake sarf-ı gayret edeceğini pekâlâ biliyor idi.
Almanya Ordusu’nun zabt u rabt-ı askerîsi bu babda kendisine bir kefil-i
emin idi.
Demek ki orduları tahrik eden şey hakikaten zabt u rabt-ı askerîdir.
Orduların miktarı ne kadar ziyade olur ise zabt u rabt-ı askerî dahi o nispette
mükemmel olmalıdır. Bugünkü günde ise her vakitten ziyade ona ihtiyacımız
vardır. Lâkin kendisinin muhafaza-i kuvveti matlup ise o hâlde ona dair güzel

168
Millet-i Müselleha

bir fikir peyda eyleyecek ve kendisinin kâffe-i azasının gaye-i makâsıdı ifa-yı
vazifede sadakat ve hükümdar ve vatan hizmetinde fedakârlık olacak surette
bulunmasıdır.
Vakıa zabt u rabt-ı askerî âdât ve ahlak üzerine müesses ise de yine sırf
zâhirî bazı hususat vardır ki onların dahi nazar-ı dikkatte tutulması elzemdir.

Harp esnasında tahammül olunamaz birtakım hâllerin takat-ı beşerin


fevkinde mihnet ve meşakkatlerin ve zaruret ve ihtiyacın ve hususuyla
lüzumsuz iştikâlar ve zayiat-ı muhtelifenin en âlâ bir zabt u rabt-ı askerîyi
ihlal ve tahrip edebileceği malum olduğundan bu hususun zikr ve tafsilinden
sarf-ı nazar ederiz. Zabt u rabt-ı askerîyi muhafazanın başlıca şerâ’iti
teşkilat-ı askeriyede mündemiçtir.
Şerâ’it-i mezkûreden birincisi esna-yı harpte, hâl-i hazarîde mutad
olan revâbıtın hüsn-i muhafazasına dikkat ve itina eylemektir. Zira revâbıt-ı
mezkûrenin ihlali zabt u rabt-ı askerîye muzır olarak ondan tevellüt edecek
mazarrat bir kıt‘a-i askeriyeyi müteaddit kıtaat-ı müstakileye tefrikten
memul edilen menfaate her hâlde galebe eder18.
Zaten bir kıt‘a-i askeriyenin suret-i ta‘ayyüşü bir aile halkının vech-i
ta‘ayyüşüne müşabih olduğundan, taksim-i mezkûr asla caiz görülemez. Bizde
bir kumandanın kendi alayına, kendi taburuna ve bir yüzbaşının piyade veya
süvari bölüğüne olan emniyeti ve onun üzerine icra eylediği nüfuzu, ilan-ı
harp ile beraber dest-i idaresine tevdi kılınan bir yabancı kıt‘a-i askeriyeye
olan emniyetinden daha ziyade olması ve nüfuzu daha müessir bulunması
ordumuzun teşkilat-ı dâhiliyesi icabatındandır. Kezâlik efrad-ı askeriye dahi
evvelden beri tanıdıkları bir zabite, yeni gördükleri bir zabitten daha ziyade
şevk ile itaat ederler.
Binâberîn revâbıt-ı mevcudenin muhafaza ve ibkâsı o kadar lazımdır ki
istimal ve muharebe mülahazatı bu babda asla şayan-ı dikkat ve ehemmiyet
olamaz. Ale’l-umum kabul olunabilir ki üç taburdan mürettep bir alay
muharebe esnasında muhtelif alaylardan alınan üç taburdan teşkil edilmiş
ve bir miralayın kumandası altına verilmiş olan bir alaydan daha ziyade iş
görebilir.
Keyfi bir teşkilat ile muhtelif kolordular askeri dahi yek-diğerine

18 1864 Seferi bidayetinde Danimarka harbiye nazırının iki kat ziyade seferber taburlar
vücuda getirmek emeliyle mevcut taburları taksim etmesinin Danimarka Ordusu’na ne ka-
dar îrâs-ı mazarrat eylediği malumdur.

169
Von der GOLTZ

karışacak olur ise eyalât farkı dahi nazar-ı dikkate çarpar. Almanya’da kavmin
birisi hadîdâne, diğeri halimâne, öbürü şiddetli ve daha öbürü dostâne bir
muamele görmeyi ister. Birisini vaktinde edilen bir tekdir, diğerini dahi bir
meth ü sitayiş en ziyade teşvik ve tergîb eder. Berlinli veya Brendenburglu
ile Westfalyalı beyninde ve Şarkî Prusyalı ile Rhin Nehri mücaviri arasında
tabiat ve ahlakça pek büyük farklar vardır. Bir kıt‘a-i askeriyeyi kumanda
eden zat işbu farkları daha sulh ve asayiş zamanında öğrenmiş bulunmalıdır.
Her ferdin “damarına nasıl gireceğini” layıkıyla bilmelidir.
Sancak altındaki hizmet-i askeriyelerini ba‘de’l-ifa bir harp zuhurunda
tekrar silahaltına davet olunan efrad-ı askeriyenin vaktiyle terbiye-i
askeriyelerini almış oldukları kıtaat-ı askeriyeye ithal edilmeleri zabt u
rabt-ı askerîce muhassenât-ı adîdeyi mucip bir keyfiyettir. Çünkü onlar orada
kendilerine suhuletle emniyet edecekleri eski bildiklerini, arkadaşlarını
ve eski amirlerini ve vaktiyle alışmış olduklarından tekrar pek çabuk ülfet
edeceklerini ahval ve münasebatı bulmuş olacaklardır.
Ondan başka mensup oldukları kıt‘a-i askeriyenin şöhret ve saadetine
kendileri doğrudan doğruya iştirak ettiklerinden, ona mensubiyetiyle
müftehir bulunur. Velhâsıl orada kıtaat-ı saire ile bir hiss-i rekabet tevlit
eyleyen bir ittihat fikri hüküm-fermâ bulunur.
Vakıa bir orduyu seferber hâline vaz‘ etmek esnasında nazar-ı dikkate
alınması lazım olan birçok mülahazattan dolayı yeniden silahaltına davet
olunan her neferi evvelden mensup olduğu kıt‘a-i askeriyeye vermek her
yerde kâbil-i icra olamaz ise de bu hususu mümkün olduğu mertebede
tervice gayret eylemiştir.
Âdât-ı müntakile ve fikr-i ittihat ancak bir kıt‘a-i askeriyede zabitanın
kesretle tebeddül etmemesiyle husule gelebilir. Bu keyfiyet ale’l-husus
efrad-ı askeriyenin terbiyesine memur olan piyade, süvari bölükleri ve
batarya yüzbaşılarına racidir. Ondan başka kıtaat-ı askeriyenin mevcud-ı
hazarîsi dahi pek zayıf olmamalıdır. Bir kıt‘a-i askeriye âdât-ı müntakilesini
muhafaza edebilmek için mevcudu cihetinden mükemmel bulunmalıdır19.
Bununla beraber talim ve terbiye zımnında dahi birçok adamlara
muhtaç olup hâl-i hazarîde mevcutça zayıf bulunan bölük ve taburlar bilahare
istiklallerini kaybederler. Zira talim ve manevra esnasında seferî bölük ve
taburların ifa ettikleri vezâ’ifin ifasına muktedir olamayacaklarından birkaç

19 Blume’nin Sevkülceyş kitabı, askerin terbiyesine dair olan fasıl, sahife 67.

170
Millet-i Müselleha

kıt‘ayı bir araya getirerek zabitanından birinin kumandası altına vermek


çare-i menfuruna müracaat iktiza eder ki bu hâlin aynı Fransa’da vuku
bulmaktadır. Böyle bir hareket ile ise bizde her zabitin maiyetinde bulunan
askerin hâlinden mesul olması üzerine müesses bulunan talim ve terbiye
ve intizam mahvolur gider. Ve bu suretle zabitanın maiyetlerinde bulunan
askeri terbiye etmekte gördükleri menfaat-ı zatiye ve asker üzerine icra
ettikleri nüfuz ile beraber zabt u rabt-ı askerî dahi tenakus etmiş olur idi.

Zabt u rabt-ı askerînin bir nev‘ine daha ihtiyaç vardır, ahlâk üzerine
müesses olup bâlâda tarif ettiğimiz zabt u rabt-ı askerîye mukabil buna fikir
ve zeka üzerine müessestir diyebiliriz. Bir orduda fikir ve zeka bir suret-i
gayr-i muntazamada icra-yı tesir ediyor ise o orduyu hüsn-i idare etmek pek
güç olur. İşte alelacele cem‘ edilen orduların felaketine ekseriya bu keyfiyet
sebep olmuştur.

Hîn-i hâcette cem‘ edilen millî ve gönüllü efrattan mürettep ve kıtaat-ı


askeriye kumandanları arasında ekseriya zeki ve malumatlı adamlar eksik
olmamıştır. Ahalinin en ali adamlar olup hizmet-i askeriye ile o vakte kadar
muvazzaf bulunmayan zevat, zaruret esnasında vukua gelecek davete icabet
eylemeye mecburdurlar. Fransa’nın Eylül Cumhuriyeti ordularının en aşağı
rütbelerinde bile en ali sınıf-ı zâdegâna mensup zatlar pek çok idi. Vakıa
bu ordularda zeka ve malumat icra-yı tesir etmekte idi ise de bu malumat
mektepte suret-i mütesâviyede tahsil edilmiş muntazam bir malumat değil
idi. İşte bundan dolayı ef‘âlde ittihat dahi mefkûd bulunuyor idi.

Ef‘âlde ittihat ancak zabitan ve ümeranın mütesâviyen tahsil ve


terbiyesine mütevakkıftır. Fakat bununla zabitanın faaliyetini nizamât-ı
muayyene ile tahdit ve tanzim etmek lüzumu terviç eylediğim zannolunmasın.
Çünkü harp ve sefer öyle şeyleri çekemez. Mamafih vezâ’ifin vech ve suret-i
ifasında muayyen bir ittihat olmamalıdır. Bu ise bazı kavaid-i umumiyenin
tahsil ve ta‘allüm vesâtatıyla zabitanın zihnine tamamıyla yerleşmesi ile hâsıl
olabilir. Bunlar nizamnamelerde muamelat için esas noktaları nev‘inden
zikredilmeli. Nitekim ahval-i mahsusa-i harbiyede evâmir-i umumiyede
zikredilen nukât-ı esasiye gibi. Kıtaat-ı askeriye kumandanları bir tahsil-i
mükemmel görmelidir. Zira kendilerine verilecek vezâ’ifi cümlesi bir tarz
vesait ile olmayarak fakat nukât-ı esasiyeye müşabih kavaid ile ifaya mahzâ
tahsil-i mezkûr sayesinde muvaffak olabilir.

Hâl-i hazarîde verilen mesâ’il-i nazariyenin suret-i hâllerinde pek çok


ihtilafât görülmekte ise de mesâ’il-i mezkûre ancak bir imtihan maksadına
yani şüpheleri davet edecek bir esasa müsteniden tertip olunur. Harpte

171
Von der GOLTZ

ise bunların cümlesi daha sade bir hâl kesb eder. 1870 senesinde Almanya
Ordusu Rhin Nehri havzasında içtima ettiği zaman, o anda Fransa’ya
tecavüzü tensip etmeyecek hiçbir general bulunmaz idi. Kavî ve seri bir
taarruz ile ordumuzun düşman ordusuna nazaran olan mükemmeliyetinden
istifade etmek fikri hepimizin zihninde merkûz idi. Bu kaideyi ise biz mektep
havasıyla beraber teneffüs etmiş olduğumuzu itikat ederiz.

Zeka ve malumat cihetinden dahi zabt u rabt-ı askerî bu hâlde bulunacak


olur ise o zaman baş kumandan münferit kumandanlar istiklaline pek çok
şeyler bilâ endişe feda edebilir ve kendisinin bizzat müdahale edemediği
yerde yine vuku bulan şeyin her ne kadar kendisinin yapacağı bir hareketin
aynı olmaz ise bile ana müşabih ve bir maksada mebni bulunacağından emin
olur.

Terbiye-i fikriye ve zihniye müsavatı ancak umum zabitan cemiyet içinde


aynı derecede bulunduğu takdirde mümkün olabilir. Böyle bir terbiyenin
heyet-i zabitanı kısmen alaylardan yetişmiş ve kısmen mekteb-i harbiyeden
ve mekâtib-i askeriyeden neşet etmiş zevattan mürekkep bulunan ordularda
mefkûd olacağı aşikâr olup, böyle orduların ittihad-ı fiil ve hareketi tamamıyla
temin eylemekliği dahi hiçbir vakit mümkün olamaz.

172
Üçüncü Fasıl
Orduların İçtimaı

Her seferden evvel orduların içtimaı yani kuvve-i harbiyenin tehdit
altında bulunan hudut üzerinde toplanması vukua gelir. Ordular mevcudu
ne kadar tezâyüd eyler ise onların layıkıyla içtimaı meselesi dahi o nispette
ehemmiyet kesb etmektedir.
Almanya erkân-ı harbiyesi heyetinin Almanya – Fransa Seferi’ne dair
yazdığı kitap der ki : “Vaktiyle orduların içtimaı emrinde irtikap edilen kusur
ve hatalar hemen bütün sefer esnasında tamir olunamaz.”
Vehle-i ûlâda kelam-ı mezkûrun sıhhatı şüpheli görünebilir. Bilakis ilk
cenk ve muharebelerin neticesi daha mühim olduğu ve netâyic-i mezkûrenin
orduların içtimaında vukua gelen kusurları izale edebileceği zannolunabilir.
Vakıa tarih-i harpte bidayet-i sefer harekâtı gayet fena iken yalnız
muvaffakiyetli bir muharebe ile fenalıkların cümlesinin izale olunduğuna
ve seferin bir hüsn-i suret peyda eylediğine dair misaller eksik değildir. Bu
babda yalnız Büyük Frederick 1741 senesi nisanında icra eylediği birinci
seferdeki hâlini der-hatır etmek kâfidir. Feld Mareşal Neipperg’in genç krala
bulunduğu Yukarı Silesia dâhilinde nagehanî taarruz ederek Neisse Nehri
üzerinde icra eylediği geçit hareketiyle Frederick umum ricat hatlarından
mahrum ve ambarları ile topçu parkını tehdit ettikten sonra kendisini arkası
düşman memleketlerine müteveccih bulunduğu hâlde bir muharebeye
girişmeye mecbur etmiştir. Frederick bu muharebede muzaffer olmamış olsa
idi ordusuyla beraber mahvolup gider idi.
Bidayet-i sefer Avusturya için bundan parlak ve Prusya için bundan
daha meşum bir hâlde tasavvur olunamaz. Lâkin Mollwitz mevkiinde Prusya
piyadesinin daha âlâ olan ta‘allüm ve terbiyesi galebe etmekle ahval büsbütün
bir şekl-i âhar kesb eyledi. Bir darbe ile Frederick hâle hâkim oldu. Vekâyi‘-i
mezkûre sırasında münasebat-ı sevkülceyş büsbütün tesirsiz kalmış gibi
görünüyor. İnsan Czaslau, Hohenfriedberg ve Leuthen muharebelerini ve
onlara takaddüm eden ahvali düşündüğü zaman hep bir surette müteessir
olur.

173
Von der GOLTZ

Lâkin işbu misaller bilâ istisna eski zamanlara mensup bulunuyor. İdare-i
harb-ı cedidin hassalarından birisi de harekât ile muharebenin yek-diğerleri
üzerine bir tesir-i müşterek icra etmesi olduğundan, bugünkü günde dahi
mukaddemâtı fena bir hâlde icra olunan bir seferin yalnız kazanılmış bir
muharebe ile bir suret-i müsaade kesb etmesi muhal değil ise de ziyadesiyle
ba‘îdü’l-ihtimaldir. Ordunun taksimine, işgal eylediği mesafenin vüsat
ve cesâmetine ve bazı ordu aksamının istiklal-i hareketine nazaran daha
harekât-ı mütekaddime-i mezkûrenin bile ekseriya muharebata sebebiyet
verecekleri suhuletle anlaşılır. Zaten bazı muvaffakiyetli muharebeler
olmadıkça harekât-ı mezkûreden istifade etmek mümkün olamaz. Nitekim
Almanların Fransa’ya duhul ve tecavüzünü Weissembeurg, Wörth ve
Spicheren Meydan Muharebeleri takip etmiş idi.

Bugünkü günde hangi tarafın ahval-i sevkülceyşi daha mükemmel


bulunur ise ahval-ı tabiyesinin dahi daha mükemmel olduğuna bilâ tereddüt
hükmolunabilir. Yanlış bir surette icra edilen “ordular içtimaı”nın neticesi,
vücudu elzem addolunan bir mevkide kuvve-i lazımenin bulunmasıdır.
Binaenaleyh hâl-i umumîyi ıslah zımnında lazım addolunan muharebatı
muvaffakiyetle icra etmek dahi mümkün olamaz.

İşte ordular içtimaında vuku bulan kusurlar tesirinin pek ziyade imtidat
etmesinin sır ve hikmeti budur. Mezkûr kusurlar kuvvetçe yek-diğerlerine
muadil iki hasımdan birisinin ricata şitâb ve diğerinin ilerlemeye müsâra‘at
etmesini intaç eder. Avusturya’nın 1805 Seferi bu babda en güzel bir misal
olabilir. Avusturya’nın en iyi alaylarından mürettep olmak üzre 100 bin
kişiden mürekkep en kuvvetli ordusu, askerlikte şöhretini vikâye etmiş olan
Arşidük Charles’ın kumandası altında olarak, İtalya’ya izam olunmuş idi.
Çünkü kâffe-i alâ’ime nazaran 1796, 1797, 1799 ve 1800 seneleri seferlerinde
olduğu gibi bu seferde dahi netâyic-i kat‘iyenin zuhuruna bais muharebatın
yine İtalya’da vukua geleceği memul idi.

Napolyon Bonapart Boulogne’dan hareket ederek bir kuvve-i faika


ve süratli yol yürüyüşü ile Almanya arazisine dâhil olduğu zaman Arşidük
Ferdinand ile Mareşal Mack’in kumandası altında olarak Almanya’da yalnız
70 bin Avusturyalı bulunuyor idi. Bu keyfiyet ise Ulm vak‘a-i mü’ellime ve
meşhuresine sebebiyet verdi. Düvel-i müttefika ordusu İtalya’da kâin Caldiero
mevkiinde galip ve muzaffer olmakla beraber yine bu muzafferiyetlerinin
menfaati Ulm Vakası mazarratına tekabül edememiştir. Her ne kadar vuku
bulan kusur ve hatanın derhâl farkına varmış ve Arşidük Charles Almanya’ya

174
Millet-i Müselleha

izam olunmuş ise de müşârun-ileyhin oraya azimetinin netice-i sefer üzerine


bir gûna tesir icra etmesinin vakti geçmiş olduğundan Arşidük Avusturya’ya
nafi bir darbe icrasına muktedir olmazdan evvel Austerlitz muharebe-i
meşhuresi sefere nihayet vermiş idi.
Fransa Ordusu’nun 1870 senesi temmuzunda iki fırka olarak Metz
ilerisinde ve Alsace dâhilinde içtimaı Almanya’nın dâhiline doğru seri bir
taarruz icrası hesap ve mütalaasına nazaran vuku bulmuş idi. Hâlbuki öyle
bir taarruz için Fransız Ordusu’nda ne vesait-i lazıme ve ne de bir emel-i
ciddî var idi. İki ordu beynindeki mesafenin cesâmetinden naşi Almanların
ilk muharebeleri kazanmaları üzerine bu orduların birleşmesi elzem
addolunduğu cihetle, birleşebilmek için mezkûr ordular ricata mecbur
oldular. Bu ricatin neticesi ise Mareşal Macmahon’un Chalons’a kadar
geriye çekilmesine ve Mareşal Bazaine’in bir müddet-i kalîle zarfında
büsbütün ihtilattan mahrum kalarak Metz Kalesi’nde mahsur olmasına
bais oldu. Mareşal Bazaine’in büsbütün mahsur kalması Sedan üzerine
icra edilen harekete ve binaenaleyh Eylül 1 vaka-i meşumesine sebebiyet
verdi. Fransa’nın büyük harbin bütün devr-i evveli esnasında düçar olduğu
darabât-ı şedide ile “orduları içtimaı”nın beynindeki münasebet-i kaviyye
pek suhuletle keşfolunabilir.
Orduların içtimaı politikanın ikmal-ı muamelat ile sell-i seyf etmeye
karar verdiği zamana tesadüf eder. Binaenaleyh işbu içtima mülahazat-ı
askeriyeden başka bir de birtakım mülahazat-ı siyasiyeye tabi bulunur. Bir
de askeri iaşe etmek, konaklara yerleştirmek hususatı, ahval-i coğrafyayı
ve hutût-ı muvârede ve muhabereyi ve şebîke-i turuku nazar-ı dikkat ve
ehemmiyete almak iktiza eder.
Hiçbir devlet mütalaat-ı askeriye nokta-i nazarından nafi görüldüğü
hâlde bile yine daha bidayet-i seferde tehdit altında bulunan bir eyaleti
düşman eline terk etmeye kail olmaz. Vakıa fenn-i harp nazariyatı erbâbı daha
ali bir menfaat istihsali memul olduğu takdirde bu misillü fedakârlıkların
bilâ tereddüt icrasını tavsiye ederler.
İdare-i harp, henüz müstakil hükümdarların tamamıyla iradesi elinde
iken bu keyfiyet haiz olabilir idi ise de bugünkü günde bütün bir milletin
şecaat, kuvvet ve emniyeti ve itibar-ı mali-i millîsi pek büyük bir nüfuz icra
etmekte olduğundan, kaide-i mezkûreye riayet etmek mümkün olamaz.
Yalnız Almanya ile Fransa beyninde vuku bulacak bir sefer Rhin Nehri sol
sahilinin veyahut Almanya ile Rusya arasında zuhur eden bir harp Vistula

175
Von der GOLTZ

Nehri’ne kadar olan Prusya arazisinin tahliyesiyle bede’ ettiği hâlde efkâr-ı
ahalide hâsıl olacak tesir bir kere tasavvur edilsin!
Tedâbîr-i mezkûreyi asker olanlar nezdinde belki haklı gösterecek
olan esbâb halk indinde mestûr ve binaenaleyh meçhul kalacağından ahali
büyücek arazi kıt‘alarının bir lüzum-ı zâhirî olmadığı takdirde kendi askeri
tarafından tahliye ve terke ve düşmanın dest-i tecavüzüne teslim olunduğunu
görerek daimî bir heyecan ve endişe içinde bulunur. Bir eyalet bi’l-ihtiyar
terk olunduğu takdirde o mahallin kuvâ ve vesaitinden istifade etmek
hususundan dahi keff-i yed edilmiş olur. Düşman bu eyaleti işgal edecek olur
ise netice-i sefer müsait olduğu zaman bile yine akd-ı müsâlahadan evvel
eyaletin zabt ve istirdadı lazım gelir.
1806 sefer-i meşumundan sonra fenn-i harp nazariyatıyla müştegil
mu’ahazekârân, Prusya Ordusu’nun Ruslar ile birleşmek için bilâ tereddüt
Napolyon’un önünde Oder Nehri’ne kadar ricat etmesi lazım geleceğini iddia
ediyorlar idi.
Saksonya ittifaktan ayrılmış ve bu uzun ricat yürüyüş esnasında vukuu
mutlak olan firarlar ile ordunun mevcudu epeyce tenakus etmiş olsa dahi
yine Oder Nehri üzerinde mâlik olacakları kuvvet kendilerine müsait bir
hâlde bulunur idi. Vakıa burası pek doğrudur. Lâkin Napolyon Oder hattı
üzerinde icra ettiği taarruz esnasında mağlup olsa bile yine Prusya’nın en
âlâ eyaletleri düşman elinde bulunmuş olacağından, Prusya Ordusu bidayet-i
seferde bulunduğu hâle vasıl olabilmek için vaktiyle ricat ederek terk ettiği
kendi memleketini tekrar muzafferâne muharebeler ile zabt ve istila etmek
mecburiyetinde bulunur. Binaenaleyh mezkûr memleketleri daha bidayet-i
seferde muhafazaya çalışmak şayan-ı takbîh bir hareket olamaz. Latince
“beati possidentes” darb-ı meselinin hükmü harpte dahi cari ve muteberdir.
İşte bunun içindir ki Büyük Frederick 1757 senesinde Şarkî Prusya’yı
elinden geldiği kadar muhafazaya sa‘y etmiştir. Müşârun-ileyh Lusatia’da
yahut Bohemya’da icra eylediği esfâr-ı muhtelife esnasında Yukarı Silesia’nın
temin ve muhafazası keyfiyetini daima nazar-ı dikkatte tutmuştur.
1805 senesinde Prusya Ordusu Thuringian ve Franconia’da içtima
edip de bir kolordu Glatz ile Neisse mevkilerinde kaldığı zaman vukuat yek-
diğerlerinin aynı idi.
Hatta 1866 senesinde Bohemya’ya tecavüz edecek Prusya Ordusu’na
Gitschin mevkii suret-i kat‘iyede hedef-i istikamet olmak üzere tayin edilmiş
iken yine Prusya ordularından birisi orada içtima eyledi.

176
Millet-i Müselleha

“Orduların ilk içtimaı esnasında en evvel icrası lazım olan şerâ’itin biri
tehdit altında bulunan eyalâtın temin ve muhafazasıdır.”
Mamafih bunu “hudut”ların doğrudan doğruya “işgali” suretinde
anlamamalıdır. Ekseriya tehdit altında bulunan eyalete bir büyük ordunun
mücavir bulunması ve tahliye edilen eyalete tecavüzü tehlikeli addettirmesi
düşmanı tecavüz ve istiladan fâriğ kılabilir. Şayet hâl-i taarruzî ihtiyar
edilecek olsa zaten taarruz üzere bulunan ordunun harekâtıyla iki tarafta
bulunan eyalât temin edilmiş bulunur. Pek uzak bulunan memleketlere
düşman bile ancak pek az asker izam edebilir. Binaenaleyh dârü’l-harekâttan
uzak bulunan o misillü memleketlerin emr-i muhafazası asâkir-i ihtiyatiyeye,
mevâki‘ askerine ve asâkir-i mustahfazaya ihale olunabilir.

1795 senesinde Rusya ile Prusya arasında bir harp zuhuru kaviyyen
melhûz olmağla Harbiye Nâzırı Von Schroetter göl, tepe ve ormanları kesîr
olan Şarkî Prusya kıt‘asının muhafazasını bazı mevâki‘-i müstahkemeye
istinat etmek üzere 50-60 bin nefer Landsturm askerine havale etmeye karar
vermiş idi.

Seferber ordunun birinci vazifesi – hududu muhafaza etmekten


ibaret olan aksamı – ancak hâlât-ı istisnaiye-i fevkalade arasında umum
ordunun harekât-ı cesimesine karşı bî-taraf bulundurulabilir. Şayet aksam-ı
mezkûre Feld Mareşal Lehwald’ın Rusların hareketini tevkif eylediği gibi
düşman ordusunun hareketini men‘e veyahut 1805 Seferi’nde Mareşal
Massena’nın İtalya’da yaptığı gibi düşmanın büyük bir kuvvetini dârü’l-
harekâta yanaştırmamaya memur olurlar ise o zaman kendilerini kuvve-i
umumiyeden müfrez bırakmak caiz olabilir. O hâlde bunların müfrez
bırakılmasının neticesi edilen zahmete değer. Lâkin ahval-i sairede aksâm-ı
mezkûreyi istenilen anda bir nokta-i müntece üzerine serian celp edebilecek
vechle tabiye etmelidir.

1757 senesinde Büyük Frederick Bohemya’yı istila ettiği zaman


Schwerin Kolordusu hakkında böyle hareket edilmiş idi.

1866 seferinde Prusya Ordusu hareket-i taarruziyeye mübaşeret


eylediği esnada veliahtımızın20 kumandası altında bulunan ordu hakkında
dahi aynıyla muamele edilmiş idi.

20 Yani müteveffa İmparator Üçüncü Frederick.

177
Von der GOLTZ

“İmdi kendi memleketini temin ve muhafaza elzem olarak fakat bir vechle
hareket ve askeri bir surette taksim etmek lazım gelir ki darabât-ı kat‘iye
ve şedide icrası musammem olduğu zaman, umum kuvvetlerin müttehiden
hareket ve muamele etmesi temin edilmiş bulunsun.”

Hâl-i hazardan hâl-i seferberîye geçmek 1870 senesinde olduğu kadar


her vakit süratle icra olunamayacaktır. Tedarikât ne kadar tesri edilse yine
orduların içtimaı birçok günler imtidat eder. Birçok insan ve bârgîrlerin bir
mahalde cem‘i her vakit birçok müşkülat ile icra olunabilir. Bunları konaklara
yerleştirmek lazım olduktan başka iaşe meselesi dahi pekçok müşkülatı dâ‘î
bulunur.

Asker memleketten beraberce biraz zahire getirebilir ise de yine


orduların içtima eylediği memleket menâbi‘inden büsbütün sarf-ı nazar
edilemez. Kâffe-i hâlâtta askerin yerleştiği konaklarda bir müddet hüsn-i
kabul görerek güzelce beslenmesi ziyadesiyle faydalı bir keyfiyettir. Ondan
başka derhâl ambarlar tesis ve inşasına mübaşeret etmelidir. Külliyetli
zahire mübayaatı gerek orada ve gerek civar memleketlerde icra olunabilir.
Şimendiferler bilhassa asker nakline hasredilir. Hele mevâki‘-i mühimme
önünden geçerek orduların içtima mahallinden mürur eden nehirler pek
büyük bir teshilât irâ’e eder. Yollara, şimendifer hatlarına ve seyr-i sefâ’ine
müsait su ve kanallara mâlik olan bir memlekette orduların içtimaı elbette
fakir ve tenha bir memlekette olduğundan daha ziyade suhuletle icra
olunacağı ve öyle fakir bir memlekette orduların içtimaı zımnında tedâbîr-i
mahsusa ittihazı lazım geleceği umur-ı bedihiyedendir.

“Binâberîn orduların içtima edeceği memleketin ahval-i tabiîye ve


sınaîyesini kemâl-i dikkat ile nazar-ı ehemmiyet ve mütalaaya almak iktiza
eder.”

Bundan başka ileride askerin harekâtına mâni olacak geçitsiz nehirlere


veya yollardan mahrum dağlara mâlik olan bir memlekette dahi cesim
orduların içtimaı caiz olamaz. Lâkin bu misillü bir memleketten sevkülceyş
ve muhabere hutût-ı mühimmesinden hiçbirisi geçmediği cihetle bu misillü
memleketlerin ordular içtimaı bahsinde hiçbir ehemmiyeti olamaz.

Politikanın ordular içtimaına ne vechle icra-yı tesir eylediğini 1877


senesi irâ’e etmektedir. Rusya Devleti Romanya’nın muavenetinden emin
olduğu kadar Avusturya Devleti’nin müzâheretinden dahi emin olsa idi
cenup ordusunu Prut Nehri üzerinde cem‘ etmeye bedel, doğrudan doğruya

178
Millet-i Müselleha

Tuna Nehri sahilinde cem‘ eylemeye muktedir olur idi. İçtima-ı mezkûra
mâni olmak için Osmanlıların nehrin öbür sahiline tecavüz edeceklerinden
asla korkulmaz idi. Kendilerine emniyet edilemeyen komşuları ve tehlikenin
tehdidi altında bulunan müttefikleri, icabı hâlinde kendilerinin himaye
edileceğini vaat ile dâhil-i ittifak etmek istenilen mütereddit hükûmetleri ve
her nev‘ zarardan vikâyesi muvafık-ı hikmet ve maslahat görünen bî-taraf
araziyi düşünmek hususâtı her bir ordu içtima‘ında icra-yı tesir ve nüfuz
edecek sebeplerdir.
“Lâkin her şeyden evvel orduların merkez-i içtimaına isal eden
turuk-ı muvârede ve muhabere ve hususuyla şimendifer hatları şayan-ı
ehemmiyettir.”Muharip bulunan tarafeynden hangisi orduların içtimaını
daha evvel ikmal etmiş ise onun taraf diğere bir tefevvuk kazanmış olduğu
suhuletle anlaşılır. Çünkü hazır olan taraf daha evvel harekâta mübaşeret
etmeye ve iradesini hasmına cebren kabul ettirmeye muktedir olabilir.
Kuvveti hasmının kuvvetine karîb bir derecede bulunduğu takdirde, ilk
muharebatı dahi kazanıp manen müstefit olduktan başka hem ordusunun
emniyetini tezyide ve hem de sairlerin dahi emniyetini celbe muvaffak olur.
Velhâsıl kendisi bir meslek-i muamelat kabulüne mecbur olacağı yerde
öyle bir mesleği hasmına kabul ettirir. Harbin bidayetinde tefevvuku kendi
tarafında olacağından, bu hâli seferin nihayetine kadar muhafaza ve ondan
layıkı vechle istifade etmesi için yalnız onu layıkıyla anlamaya muktedir
olmalıdır.
İşte zamanımızın büyük ordularının hudut üzerinde içtima için
gösterdikleri rekabet-i fevkaladenin sebebi bu olup rekabet-i mezkûre ise
artık işini günler ile değil, saatler ile hesap etmektedir. Binaenaleyh orduların
hudut üzerine sevki esnasında mehmâ-emken birçok ve mümkün ise
dârü’l-harekât dâhiline isal eden bi’l-cümle şimendifer hatlarından istifade
etmelidir. Hatta orduların hudut üzerine içtimaı zımnında yapılacak tertibat
layihasında dahi en evvel bu husus-ı mühimmenin nazar-ı dikkat ve itinaya
alınması iktiza eder. Askerin içtimaı lazım olan hudut üzerine ne suretle sevk
ve cem‘ edileceği suali bittabi en evvel irat olunacak bir sualdir.
Ordular içtima‘ının serian icrasının ehemmiyeti tasdik olunduktan sonra
içtima-ı mezkûrun umum ordunun tedarikât-ı harbiyesiyle olan rabıta-i
kaviyyesi pek kolay anlaşılır. Hiçbir kıt‘a-i askeriye bulunduğu mahalden
doğrudan doğruya düşman üzerine hareket etmeye muktedir olmayıp evvela
efrad-ı müstebdele sancak altına cem‘ edilir ve bu suretle şayan-ı teessüf
karışıklıkların önünü almak matlup ise hareket-i mezkûrenin evvelden

179
Von der GOLTZ

tanzimi lazım gelir. Müşkülât muvazzaf alaylar tedarikât-ı harbiyesinde


değildir. Mezkûr alayların tedarikâtı pek suhuletle icra olunabilir. Müteaddit
heyetler ve teşkilat-ı mahsusa vücuda getirilir. Muvazzaf ordu ihtiyatı, kılâ‘
ve mevâki‘ asâkiri ve zayiata mukabil yetiştirilecek ihtiyat efradı düşünmek
lazım olduğu gibi, kumanda heyetlerini ve işgal edilecek eyalât vali ve
mutasarrıflarını tayin ve ambarlar mevâki‘inin teftiş heyetlerini ve merkez
kumandanlıklarını teşkil etmek ve her birinin maiyetine icabına göre şu‘bât-ı
muhtelifeye mensup erkân-ı harbiye zabitanından birer heyet vermek iktiza
eder. Tertibat-ı mezkûreye ordunun hâl-i seferberîye konulmasına mübaşeret
olunduğu günden itibaren bede’ edilir. Bi’l-cümle kollar ve nakliye kollarının
nevâkısı ikmal ve bârgîr ve arabalar yeniden tedarik olunur. Levazım idaresi,
zahire, ekmekçi, posta, telgraf, mesârif, divan-ı harp ve sıhhiye heyetleri
ve umur-ı mezhebiyeye memur heyet teşkil olunur. Her nev‘ komisyonlar
teşekkül eder. Efrad-ı askeriye telbîs ve teçhiz ve zabitan, memurîn ve asâkir
için bârgîrler tedarik, ambarlar tesis ve zahire mübayaa ve iddihâr olunur.
Düşmanın tehdidi altında bulunacak olan kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkemeye
asâkir-i kâfiye memur edildikten başka mezkûr kılâ‘ ve mevâki‘de birer
heyet teşkil ve her nev‘ tertibat-ı lazıme icra olunur. Sulh ve asayiş zamanına
mahsus olan umur-ı hükûmet ya ayrı bir şube-i idareye tefviz veyahut
heyet-i mecmuasıyla hükûmet-i askeriyeye devir ve teslim eylediği gibi,
evrak ve defâtir-i resmiye dahi müddet-i sefer esnasında mahfuz kalmak
için emin bir mahalde hıfzolunur. Muvazzaf ordunun muamelatına memur
bir kalem heyeti teşkil ve kâffe-i levazımı tedarik edilir. Efrat, hayvanat ve
levazım-ı mütenevvia şimendifer vesâtatıyla mahall-i matlubeye nakil ve isal
edilmelidir. Biraz sonra onların vesait-i nakliye-i muhtelife ile hududa doğru
sevk ve irsaline mübaşeret edilir. Tertibat ve tedarikât-ı mebhûs-ı anhânın
cümleten birkaç gün zarfında icrası lazımdır.

1870 senesi Temmuzunun 16’ncı gecesi tedarikât-ı harbiye emri


verildiği hâlde daha ağustosun dördüncü günü Fransa hududu tecavüz
edilmiş ve ilk muzafferiyetler kazanılmıştır. Bugün ise harekât-ı mezkûrede
daha ziyade sürat talep edilir. Tedarikât-ı harbiye bir iştir ki yalnız sulh ve
asayiş zamanında uzun ve dikkatli bir hazırlık ile iktifa etmeyerek tedarikât
emri verildiği anda dahi hükûmet ve idare makinelerinin bütün kuvvetlerini
sarf ile bilâ ârâm sa‘y ve gayret etmelerini talep eder. Hatta bütün milleti
bile heyecan ve gayrete getirir. Kâffe-i sunûf-ı ahali fevka’l-had müteessir
kalır. Velhâsıl bir ordunun hâl-i seferberîye vaz‘ olunduğu günler herkes
için büyük bir heyecan ve gayret günleridir. Miralay Blume bi-hakkın der ki

180
Millet-i Müselleha

: “Ahval-i hazırada bir ordunun hâl-i seferberîye vaz‘ı keyfiyeti umum idare-i
hükûmetin ve efkâr-ı ahalinin bir mehakkıdır21.”

Ordunun serian hâl-i seferberîye vaz‘ı zımnında icap eden tedarikât icra
edilmemiş ise başkumandanın planları muhayyilât hükmünde kalır. Bütün
bir milletin sevk ve gayreti bu noksanı bertaraf edemez.

Fransa’nın 1870 senesindeki hâli şayan-ı ibret olarak göz önünde


duruyor. Paris’de Almanya askerinin miktar ve mevcut cihetinden olan
tefevvuk ve rüçhanı malum olarak, bu tefevvuku cüret ve sürat ile tadil etmek
fikrine zehâb olunmuştur. Vakıa bu fikir pek iyi idi. Kulûb-ı ahâlide harp
için husule gelen şevk ve heves şedit ve cüretli işler talep etmekte idi. – İş
görmeye muktedir bir alay için güzel bir medâr-ı şevk ve gayret!–Lâkin fikr-i
mezkûru mevki-i fiile çıkarmak için herşeyden mukaddem orduların içtimaı
emrinde Almanlardan daha ziyade bir sürat göstermek lazım gelir idi. Bunun
yerine Fransızların tedarikâtında daha ilk günden itibaren karışıklıklar ve
fasılalar baş göstermeye başladı. Böyle bir hâl ile en cüretli planların bile
tesirsiz kalması iktiza eder. Makine hizmet görmemeye başlar.

Meyus kalmış olan Fransız kumandanlarının umum telgraf hatları


vesâtatıyla harbiye nezaretine ettikleri feryad-ı iştikâlar malumdur.

Marsilya fırka-i ihtiyatiyesi kumandanı harbiye nezaretine şu


telgrafnameyi çekmiştir.

“9.000 nefer asâkir-i ihtiyatiye buraya geldi. Bunları nereye sokacağımı


bilemiyorum. Onlardan kurtulmak için limanda bulunan sefâ’in-i nakliye ile
cümlesini Cezayir’e izam edeyim mi?”

Müddet-i medîde harbiye nezaretini ifa etmiş olan bir ordu erkân-ı
harbiyesi reisi kolordu kumandanlarından birine şöyle bir telgraf çekiyor :

“Teşkilatınızı ne dereceye kadar isal ettiniz? Fırkalarınız nerededir?


İmparator hazretleri bir an evvel Mareşal Macmahon ile birleşmekliğiniz için
teşkilatı tesri etmenizi emrediyor.”

Diğer bir general dahi şu suretle ref‘-i seda-yı iştikâ ediyor :

“Bana para gönderiniz ki askerimi iaşe edebileyim. Eyaletlerin


sandıklarında bir para yok. Kolordu sandığında dahi hiç yok.”

21 Mûmâ-ileyhin “Sevkülceyş” kitabı sahife 66.

181
Von der GOLTZ

Levazım-ı Askeriye Reisi dahi Paris’e şu telgrafnameyi keşîde ediyor :

“Metz’de ne şeker, ne kahve, ne pirinç, ne arak, ne toz, ne pastırma, ne


de peksimet vardır. Bana lâ-ekall bir milyon kadar ta‘ayyünü Thionville’e
gönderiniz.”

Üçüncü Kolordu Levazım Reisi ise mezkûr kolordunun hareketi


esnasında keşîde eylediği telgrafnamede diyor ki :
“Yanımda ne hastahane hademesi, ne hasta arabaları, ne idare memurları,
ne fırınlar, ne de nakliye vardır.”
İşte işler nihayete doğru hep bu hâlde gidiyor idi. İstical, hata, noksan ve
adem-i intizam Fransızlar tarafında hüküm-fermâ iken Almanlar tedarikât-ı
seferiyelerini kemâl-i sükûn ve intizam ile icra etmekte idiler. Fransızlar
tarafından herşeyi tamir zımnında tahayyül edilen taarruzun ilk hatvesi
atılmazdan evvel Almanlar hududu tecavüz ile memlekete duhul ettiler.
Binâberîn Fransızların Rhin Nehri’ni mürur ile Almanya-yı Cenubî’yi,
Almanya-yı Şimalî’den tefrik etmek hakkında olan fikir ve tasavvurları
büsbütün boşa çıktı.
Her ne zaman sulh ve asayiş vaktinde edilen tedarikât onlara tetâbuk
etmez ve meram ile iktidar yek-diğerleriyle mutabık olmaz ise tasavvurat-ı
harbiyenin netâyici daima böyle olacaktır.
Lâkin şurasını dahi bilmelidir ki “tehlike” yalnız tekâsül ve müsamahadan
neşet etmez. Orduları hâl-i seferberîye vaz‘ için düvel-i muazzamanın
gösterdikleri istical ve rekabet-i fevkaladenin matlubât-ı cesimesi dahi
muhatara ve tehlikeyi dâ‘îdir. En âlâ kuvvetler bile kendilerine ifası muhal bir
vazife verildiği zaman iş görmeye başlar. Böyle bir vazifenin önünde bulunmak
hissi ise revnak ve ciyâdet-i fikri ihlal eder. Ordunun hâl-i seferberîye vaz‘
olunduğu devre bir ciyâdet-i fikir ve beden ile bede’ ve mübaşeret etmeyen
taraf vazife-i mezkûre matlubâtına karşı iş görmeye muktedir olamaz.
Binaenaleyh ser-kârda bulunan zevat, fevkalade yorgunluktan ve büsbütün
boş oturmaktan begâyet içtinap eylemelidir. Netice istihsal olunduğu esnada
zaaf-ı asabdan târî olan heyecan kadar tehlikeli bir şey yoktur. Kasvetsiz
pederlerimiz böyle birşeyden henüz haberdar değil idiler. Maişet-i hazıranın
endişesi ve rahatsızlığı mezkûr hastalığı bir moda hastalığı hâline koymuştur.
Ordunun hâl-i seferberîye konulması esnasında kazanılan her saat, her
dakika ziyadesiyle zî-kıymet ise de yine vakit kazanmak emeliyle intizama
îrâs-ı mazarrat etmekten ihtiraz etmelidir.

182
Millet-i Müselleha

Orduların hudut üzerine içtimaı geriden tedarikât-ı harbiyeye merbut


olduğu gibi, ön taraftan dahi en evvel icra olunacak teşebbüsata dair olan
tasavvurat ve niyyât ile şediden merbut bulunmaktadır.
Hâl-i taarruzîye nazaran icra olunan bir ordu içtimaı 1870 senesi
Ağustosunda Fransızların tecrübe ettikleri gibi hâl-i tedafüi için pek mahzurlu
ve muzır olabilir. İlk ordular içtimaının kâffe-i matlubât ve ihtiyacâta kâfi
olması pek nadirdir. Vakıa bunda dahi düşmana icrası tasavvuru isnat olunan
hareketin dahl ve nüfuz-ı küllîsi olduğundan, yapılacak harekât planında
düşmanın niyyât-ı melhûzası dikkatle nazar-ı ehemmiyet ve mütalaaya
almalıdır.
Bugünkü günde birinci derecede iki devlet-i muazzama ordularının
hudut üzerinde içtimaı âdeta büyük bir kavmin nakl-i mekan etmesine
müşabihtir.
Devleteyn-i müşârun-ileyhümâdan her biri bir milyon insan ile
üçyüz bin bârgîr sevkettiği cihetle insan bütün ahalisini dar bir mesafeye
doldurmak için hududa doğru seyahate çıkmış bir küçük krallığın hareketini
görüyor gibi olur. Bugünkü vesait-i muvârede ve muhabere olmamış olsa idi
bu misillü cemiyât-ı azimeyi nakil ve iaşe etmek âdeta muhal olur idi. Bu
husus ancak Almanya ve Fransa devletleri misillü devletlerin seferber olan
bütün orduların bir zamanda nakletmeye kâfi şimendifer hutûtuna mâlik
bulunmalarından naşi mümkündür.
Bu kavim, askeri seyahatini ve ileriye, geriye hareket eden lâ-yü‘add
şimendifer katarlarının hizmetini taht-ı intizamda bulundurmak için ne
kadar büyük zahmetlere ve ne kadar dikkat ve itinalara muhtaç olduğu kendi
kendine anlaşılır. Bunun umur ve ameliyat-ı müstahzarası ise sulh ve asayiş
zamanında birçok zabitan ve memurîni ve birçok fen memurlarını işgal
etmektedir.
İmdi bu kadar mütalaat ve mülahazatı icap ettiren bir meselenin suret ve
netice-i hallini bulmak biraz müşküldür. Fakat buna mukabil orduların içtima-ı
sevkülceyşîsi kumanda heyet-i aliyesinin tamamıyla dest-i idaresinde bulunur
bir harekettir. Bu babdaki şerâ’it ve mülahazat mütenevvi ve müşkül ise de
harbin ekser hâlâtı gibi bu dahi evvelden edilmiş olan hesabât dairesi dâhilinden
çıkmaz. Harbin hemen kâffe-i ahvalinde hüküm süren “düşmana dair adem-i
vukûf ve malumat” seferin ilk hareketi olan işbu ordular içtimaı üzerine pek
cüzî bir nüfuz icra etmekte olduğundan, işbu hareket erkân-ı harbiye heyeti
tarafından tertip edilmeli ve hareket-i mezkûreden dolayı en ziyade erkân-ı

183
Von der GOLTZ

harbiye heyeti mesul tutulmalıdır. İşte bu hareket icra olunduktan sonradır ki


talih ve tesadüf cilve-nüma-yı saha-i cidâl olarak vekâyi‘in suret-i cereyanını
en zeki fikirlerin fehm ve idrakına mestûr bırakmaya sa‘y eder.
Son zamanlarda ordu içtimaının tecrübesi iki defa kemâl-i muvaffakiyet
ile icra olunmuştur.
Prusya Ordusu’nun 1866 senesinde hudut üzerinde vuku bulan içtimaı
bu misillü harekâta en âlâ bir nümûne ittihaz olunmaya şayandır. İşbu
hareket muvaffakiyetle ikmal olunduktan sonra herkese tamamıyla tabiî
ve zaten başka yolda icrası nâ-kâbil gibi göründü. Lâkin bidayet-i seferdeki
ahval, pîş-i tefekküre getirilir ise hareket-i mezkûrenin fevkaladeliği derhâl
tasdik olunur. Prusya’nın cihet-i garbiye ve cihet-i cenubiye-i garbiyesiyle
taraf-ı cenubîsinde düşman olarak üç fırka-i hükûmât bulunduğu gibi, kendi
memleketi birtakım parçalara münkasim olduktan başka hududu dahi
tasavvurun fevkinde gayr-i müsait bir hâlde bulunuyor ve ordusunun bir
kısmı müfrez olarak Schleswig Kıt‘ası’nda duruyor idi. Prusya Hükûmeti, 5
mayıstan 12 mayısa kadar olan müddet yani her hafta zarfında tedarikât-ı
seferiyesini ikmal ettiği esnada, Avusturya Devleti tedarikât-ı mezkûrede beş
hafta kadar bir takaddüm kazanmış idi.
Mamafih Prusya Ordusu haziranın beşinci günü Saksonya ve Silesia-
Bohemya hududu üzerinde müheyya bulunmuş ve Avusturya’ya karşı on
dört gün kadar bir takaddüm kazanmıştır. Bu hususun istihsali ancak bütün
kuvveti, başlıca düşman olan Avusturya aleyhine çevirmek karar-ı cüret-
perverânesinden ve dârü’l-harekâta isal eden beş adet şimendifer hattının
hüsn-i istimal ve bütün ordunun üç müstakil fırka olarak cem‘ edilmesinden
neşet etmiştir. Sefer-i mezkûr esnasında bazı kimseler tarafından asıl
bu tedbir takbîh edilmiş ise de yine tedbir-i mezkûr, tedâbîr-i sairenin
kâffesinden mühim idi. Kaybedilen vaktin kazanılmasına en ziyade bu tedbir
medâr idi. Çünkü üç içtima mahallinde bir içtima mahallinden daha ziyade
hutût-ı irtibat mevcut bulunacağı aşikârdır. Bu tedbir sayesinde en evvel
tehdit altında bulunan Mark ve Silesia eyaletleri temin ve ordunun iaşesi
teshil edilmiş olduğu gibi, ileriye hareketine müsait birçok güzel yollar ele
geçirilmiştir.
Saale Nehri’nden Neisse Nehri’ne kadar altmış mil imtidadında
bulunan ve Elbe Nehri’yle Oder Nehri’nin birçok gadairi tarafından kat‘
edilen bir hattın üzerinde aksamı yek-diğerlerinden müfrez bir ordu ile
kalarak düşmanı beklemek bilahare mucib-i idbâr ve felaket olur idi. Hâlin
işbu tehlikesini ancak ileriye doğru hareket ederek düşman memleketi

184
Millet-i Müselleha

dâhilinde içtima ile bertaraf etmek mümkün olabilir idi. Lâkin bu keyfiyet
daha evvelden hesaba çekilmiş idi. Her hâlde cüretli bir hareket olduğu zâhir
olan işbu hareketin icrası yine muvafık-ı tedbir ve hikmet olarak hareket-i
mezkûreden hâsıl olan netice ise bir baht veya tesadüf eseri olmayıp belki
vaktiyle tetkik edilmiş tedâbîr ve mülahazatın bir netice-i tabiîyesi idi.
Kuvve-i mülahazası pek âciz olan muharrirlerden birisi Prusya
Ordusu’nun o vakitteki içtimaını ve harekât-ı evveliyesini şu söz ile mu’ahaze
etmek istemiştir:“Prusyalıların erkân-ı harbiyesi heyeti tertibat-ı sevkülceyşte
vasat derecenin fevkine itila edememiştir22.”
Bu babdaki malumat ve neşriyatı şöhret-gîr-i âfâk olan bir zat dahi
kavl-i mezkûra âtîdeki sözler ile pek güzel bir cevap vermiştir :
“Kâffe-i ahvali pek müşkül olan harpte ma‘rız-ı müfekkirede muallak
bulunan hayale vusul gayet müşkül ise de harb-i mezkûr neticesinden anlaşıldığı
üzere vasat derecede olan tertibat dahi maksadın istihsaline kâfidir. Prusya
Ordusu’nun vakt-i lazımında hudut üzerinde içtimaı meselesi Prusya Erkân-ı
Harbiyesi tarafından hiçbir vakit gayet ali bir fikir eseri veya fevkalade derin
bir ilm ve vukûf neticesi nazarıyla görülmemiştir. Bu mesele, ancak bidayet-i
seferde görülen gayr-i müsait ve fakat elzem bir hâlin icbar etmesi üzerine
kemâl-i dirayet ile icra kılınmış bir tedbirden ibaret idi23.”
1870 senesinde Almanya Ordusu’nun içtimaı, evvela Fransa’nın nagehanî
ilan-ı harp etmesiyle beraber yine pek münasip bir cürete tebaiyetle içtima-ı
mezkûrun Rhin Nehri’nin öbür sahiline nakledilmesinden ve sâniyen Cenubî
Almanya’yı doğrudan doğruya muhafaza etmekten sarf-ı nazar ile umum
kuvvetin Palatinate (Pfalz) Kıt‘ası dâhilinde cem‘ edilmesinden dolayı şayan-ı
dikkattir. Bu hareketten daha doğru bir hareket tasavvur olunamaz. Çünkü
Saar Nehri sahilinde baş gösteren Almanya’nın cesim orduları, Fransa’yı ve
Paris şehrini bir derecede doğrudan doğruya tehdit ettiler, düşman artık
mühim birtakım teşebbüsata girişmeyi hatırına bile getiremez idi.
Harbin kâffe-i hâlâtı için olduğu gibi orduların içtimaı emrinde dahi
kavaid-i muayyene beyan etmek mümkün olamaz. Binaenaleyh yalnız
ordular içtimaı mukaddemâtının şerâ’itini nazar-ı tetkikten geçirebiliriz.
Bunlar her bir hâlde ya kısmen veya kâmilen başka bir tarzda icra-yı tesir
ve nüfuz ederler. Kâffe-i ahval-i hakikiyede bunların tatbiki için basiret-i

22 Avusturya ceride-i askeriyesinin 1867 senesi Şubat nüshasına müracaat oluna.


23 Prusya’nın haftalık cerîde-i askeriyesinin 1867 senesinde neşrolunan 18 numerolu
nüshasına müracaat oluna. Bend-i mezkûr Feld Mareşal Moltke’ye isnat olunmaktadır.

185
Von der GOLTZ

askeriye hassasına mâlik olmak lazım gelir. Mamafih ulûm-ı askeriyede iyi bir
tahsilin bu babda pek büyük bir yardımı vardır. Nazariyat-ı fenniye-i askeriye
hiç olmaz ise harekât-ı mütekaddimede ittihaz olunacak iyi ve doğru olan
tedbirleri herkese öğretmek için tedrîs ediliyor ise yine yalnız bu sebepten
dolayı nazariyat-ı mezkûre haiz-i ehemmiyyettir.

186
Dördüncü Fasıl

Sefer Planı

“Je n’ai jamais eu un plan d’operation” “Ben hiçbir vakit bir sefer planına
mâlik olmadım” kavli Napolyon Bonapart’ın lisanından sâdır olmuştur.
Bununla beraber bir sefer planına itikat bugüne kadar bakidir. Müteşekkir
bir milletin namlarına heyâkil rekziyle ibraz-ı hürmet eylediği büyük askerler
şan ve şereflerini asker kumandasında iktisap etmişler ise namlarına
rekzedilen heykellerin eline bir yalın kılıç verirler. Bilhassa erbâb-ı tefekkür
ve mülahaza addolunan kumandanların elinde ise kılıç yerine bir tomar
bulunur. İşte bu tomar zevat-ı müşârun-ileyhümânın hidemât-ı sâbıkalarının
esası addolunan “sefer planını” irâ’e etmektedir. Zevat-ı müşârun-ileyhümâ
hakkında düşmanı nerede ve nasıl mağlup edeceklerini evvelden hesap ve
keşfettikleri rivayet edilmektedir. Büyük Frederick hakkında yanlış olarak
tamam bir asır müddet hikâye olunur idi ki güya müşârun-ileyh mayısın
4’üncü günü Prag şehri civarına muvasalat ve 6’ncı günü Avusturyalıları
düçar-ı hezimet etmek istemiştir. Hele Könnigratz, Thionville, Metz ve Sedan
muharebatının Almanya Erkân-ı Harbiyesi’nin hesabât-ı evveliyesi neticesi
bulunduğuna hayli vakit itikat edilmiş idi.
Lâkin Almanya Erkân-ı Harbiyesi heyetinin 1870 Harbi hakkında
yazdığı kitap bu babda bize şu malumatı ita ediyor : “Bir seferin edvâr-ı
muhtelifesi esnasında evvelden tanzim ve tertip edilmiş bir sefer planının kâffe-i
teferruatıyla beraber mevki-i icraya konulduğuna ancak askerlikten bî-haber
olanlar itikat eder. Vakıa başkumandan olan zat maksad-ı aslîsini daima göz
önünde tutarak zuhur eden vekâyi‘ ile maksat ve emelini ferâmuş etmez ise de
maksad-ı mezkûru istihsal zımnında ihtiyar edeceği turuk ve vesaiti pek ilerisi
için hiçbir vakit kemâl-i sıhhat ile tayin edemez.”
İşbu kelam Napolyon Bonapart’ın sözüne takarrüp etmektedir. Evet,
hatta Napolyon’un bâlâdaki sözüyle aynı bu manayı murat etmiş olduğunu
bile iddia edebiliriz. İlk teşebbüsatın neden ibaret bulunacağını anlayabildiği
mertebede müşârun-ileyh onlar hakkında icap eden tedâbîri ittihaz eyler
idi. Napolyon cüretli olmakla beraber gayet dûr-endîş bir kumandan
bulunduğundan, bâlâdaki sözü ancak eski askerî “hükemâsının” zâhirde hayli

187
Von der GOLTZ

efkâr-ı dakîka ile memlû ve hakikatte istimalleri nâ-kâbil zafere fürûşâne


birtakım tedâbîr ve kavaidi muhtevî olarak tertip eyledikleri sefer planları
aleyhinde söylemiştir.
1805 senesi Teşrinisanisinin 3’üncü günü Dük Charles William Ferdinand
Von Brunswick’in Potsdam’da akd-i meşrût eden hükümdarân meclisine
takdim eylediği sefer planı bâlâda tarif ettiğimiz planlara güzel bir misaldir.
Napolyon Bonapart, Mareşal Mack’ı Ulm Kalesi’nde esir etmiş ve esbâb-ı
müdafaadan mahrum kalan Avusturya’nın kalp-gâhına kadar yürümek
niyetinde bulunmuş idi. Müşârun-ileyh Dük tanzim eylediği sefer planında
Avusturyalılar Tyrol’de sebat ettikçe İmparator Napolyon’un onların yanından
geçmeye cesaret edemeyeceğini ve binaenaleyh teveffuka mecbur olacağını
ispat etti. İşte o zaman Prusyalılar şimal cihetinden ve Avusturyalılar Füssen
tarîkiyle cenup tarafından ve müşârun-ileyhin gerisinden hücum ve taarruz
ederek, planda vukuu ispat olunduğu vechle Napolyon ricata mübaşeret
ettiği gibi, Ruslar takip edecekler idi. Neckar havzasında Dük, imparatorun
memleketiyle olan hatt-ı irtibatını kat‘ ederek, Napolyon’u ya serian Rhine
Nehri’ni geçmeye veyahut İsviçre arazisine iltica etmeye mecbur edecek
idi. İşbu şayan-ı memnuniyet vekâyi‘ (muhayyile) üzerine düvel-i müttefika
mevsim-i şitâda Wesel Nehri’nden Bodensee Gölü’ne kadar Rhine Nehri
vadisinde bir hat üzerinde bulunarak Napolyon’un Rhine Nehri’ni tekrar
geçmesine mümanaat edecekler idi. Bundan başka Prusya erkân-ı harbiyesi
reisi, Napolyon’u Flemenk ve İtalya cihetindeki müttefiklerin taarruzuna
dahi düçar etmek istemiştir. Velhâsıl bu vechle yani tertip edilen bir sefer
planı ahkâmı mûcebince Şimal Denizi’nden Bahr-ı Sefîd’e kadar arslanın
etrafına bir ağ çekilerek, arslan bu ağın içinde tutulacak idi.
Lâkin arslan bir muharebe ile o ağın içinden kurtulur ise ne yapmalı?
Bu itiraza mukabil Dük’ün pek kolay bir cevabı var idi : “Napolyon
muharebeyi kaybeder. Hem de mutlaka kaybedecektir.”Filhakika böyle
düşünülecek olur ise seferin bidayetinden nihayetine kadar olan harekât için
bir sefer planı örmek mümkündür. Lâkin Fransızların ricati yerine Viyana’ya
doğru yürüyüşleri ve hezimet ve mağlubiyetleri yerine Austerlitz mevkiindeki
muzafferiyet-i meşhureleri takip eylediğinden Dük Brunswick’in tertip
eylediği sefer planının hakikat ve mahiyeti yani zihinde vücuda getirilmiş
kuvvetsiz bir örümcek ağı olduğu meydan-ı sübût ve bedâhete çıktı.
Orduların içtimaından sonra bede’ eden harekât-ı harbiyenin iptidasıyla
beraber harbin kâffe-i hâlâtında hüküm-fermâ olan şüphe ve tereddüt icra-yı
nüfuza başlar.

188
Millet-i Müselleha

Ahval-i harbiye daima bidayet-i seferde tasavvur olunduğunun


tamamıyla aksi bir renk gösterir. Hâlbuki bundan tabiî bir şey yoktur.
“Kendi irademiz bir zaman sonra düşmanın irade-i müstakilesine tesadüf
eder.”Ahvalin suret-i cereyanını evvelden keşf ve hesap etmek isteyen
kimse bir malum ve bir meçhul kemmiyyetten bir netice istihracına mecbur
olacağından çıkaracağı netice mutlaka şüpheli olur. Tarafeynden hangisinin
kuvvetli olduğu anlaşıldıktan sonra hesaba biraz malumat girer. Çünkü o
zaman düşman niyyâtını ihlale çalıştığı vakit kendisini işbu niyyâtı cebren
çıkarmaya muktedir görebilir. Binaenaleyh hesabâtı için hasmından daha
kavî bir esasa mâlik olmuş olur.

Muharip bulunan tarafeynden her birinin böyle bir hâle nail olmaya
çalışacağı bedihi olduğundan, harbin pek basit bir kaidesine ittibâ‘ ederek
iki taraf düşman ile bir muharebe-i kat‘iye etmek sa‘y ve gayretinde bulunur.
Hele en ziyade katî bir karara mâlik olan ve kendisine daha ziyade emin
bulunan taraf işbu muharebenin vukuunu daha ziyade arzu eder. “Binaenaleyh
harekât-ı harbiye istikametinin ilk hedefi düşmanın başlıca olan kuvvetidir.”

Bu kaideden inhiraf eylediği hâlde netâyic-i muzırra ve vahîmenin


zuhur etmemesi pek nadir olarak 1877 senesi mevsim-i sayf seferi ise buna
en yeni bir misaldir . Ruslar bir kere Tuna Nehri’ni mürur ettikten sonra
kemâl-i sürat ile Balkan geçitlerine muvâsalat ve bir hatt-ı müdafaa teşkil
eden silsileyi tecavüz ettiler. Rusların işbu hareketlerine bakanlar İstanbul
yolunun Ruslara küşâde bulunduğunu ve mukaddema ancak birkaç aylar
zarfında istihsali mümkün olacağı tasavvur edilen maksadın iki hafta
zarfında istihsal edilebileceğini zannettiler. Lâkin muvaffakiyât-ı mezkûrenin
temini için daha pek çok iş var idi. Balkan silsilesinin şimal cihetinde
bulunan Osmanlı orduları henüz mağlup edilmediği cihetle netice-i sefere
Balkan silsilesinde birkaç geçidin zabtına değil belki mezkûr ordular ile vuku
bulacak müsademâtın neticesine tabi idi. Osmanlı orduları ilk nişane-i hayat
göstererek Ruslar, yanlarını tehdit etmek üzere Lom ile Plevne mevkilerinde
görünür görünmez, Ruslar o vakte kadar istihsal ettikleri muvaffakiyatı terke
ve evvelden müsamaha edilen şeye yani muharebe meydanı üzerinde istihsal-i
neticeye sa‘y ve gayrete mecbur oldular. Plevne mevkii zabt edilinceye kadar
Rusların bütün harekât-ı harbiyeleri düçar-ı atalet olmuştur.

Vakıa muharebede muzaffer olan taraf hasmının iradesini kendi


iradesine tabi kılar ise de onu hiçbir vakit tamamıyla izale edemez. Bir
darbe ile birden koca orduları saha-i dârü’l-harekâttan nâ-bedîd eden

189
Von der GOLTZ

Sedan Muharebesi misillü muharebat-ı kat‘iye vekâyi‘-i rüzgâr nevâdirinden


addolunsa sezâdır.

Mağlup olan tarafın iradesi daima az çok bir tesir-i nüfuz muhafaza
eder. Mareşal Macmahon, Wörth mevkiinde mağlup olmuş ve Chalons’ta
yeniden takviye edilen ordusunun nevâkısı küllî bulunmuş iken yine
iradesi, Almanların başlıca ordusunu Paris’e olan hareketinin terkiyle şimal
hududuna doğru harekete mecbur etmeye kifayet eylemiştir.

İşte bundan anlaşıldığına göre muvaffakiyetle kazanılmış muharebeler


bile tasavvuratın mevki-i icraya konulmasını “tamamıyla temin” edemez.
Muharebat-ı mezkûreden sonra dahi icraat-ı hususî o anda zuhura
gelmekte bulunan vekâyi‘in hâl ve suretine ve tesir veya aksi tesirlerin
husule getirdikleri karışıklıklara tabi bulunur. Bunlar da yeni muharebelere
sebebiyet verip bir darbe ile “kalaydoskop” denilen dürbün dâhilindeki
resmin tahavvülü gibi, her muharebe dahi tasvir-i vekâyi‘i tebdil ve tahvil
eder. Binaenaleyh başkumandan her gün ve ekseriya birkaç saatlik bir
müddet zarfında tertibatını hâlât ve vukuat-ı cedideye nazaran tadil etmek
mecburiyetinde bulunur. Tarih-i harp vekâyi‘-i mezkûrenin bir tasvir-i
mükemmelini pek nadir irâ’e edebilir. Bir sefer esnasında zuhur eden
vekâyi‘in kesreti hasebiyle tarih-i harp ekseriya mu’ahharen umumun nazar-ı
dikkatini celp etmiş olan vakalara ehemmiyet vererek ve fakat ehemmiyet-i
muvakkateyi haiz bulunmuş olan bir şeyi atlayarak bir hayal hükmünde
bırakır. Bir harpten sonra yalnız vuku bulan şeylerin tarihini yazmak ile iktifa
etmeyip ahval-i muhtelife esnasında murat edilmiş olan hâlât ve hususâtı
dahi yazmalıdır ki vücuda getirilen tarih-i harbin mütalaasından bir istifade
hâsıl olabilsin. Ahvale icra-yı tesir eden nüfuzların yek-diğerleriyle ihtilat
ve rabıtası tasavvur olunduğundan daha ziyadedir. Mu’ahharen kitaplarda
vekâyi‘i birkaç satır ile tarif edilen bir günün belki pek zengin bir tarihi var
idi.

Nazar-ı dikkate alınacak pek çok şeyler vardır. Bir tarafa muavenet
ve şevk ve gayreti derece-i ifrata varan diğer bir tarafın hareketini tadil
etmek lazım gelir ki cümlesi ileride lem‘a-nisâr olan hedefe doğru âzim ve
müteveccih bulunsun. Kâffe-i hâlât-ı cedide yeni birtakım planlar husulünü
istilzam ettiği cihetle bütün planlar arasından bir fikr-i müdîrin İngiltere’nin
tahtü’l-bahr mümted olan telgraf hattının târ-ı ahmeri gibi ne dereceye
kadar imtidat ettiğini bilmek başkumandan olan zatın dirayet ve zekavetine
muhavvel bir şeydir.

190
Millet-i Müselleha

Bu fikr-i müdîri nereden almalı?


Fikr-i mezkûr ahval-i umumiye-i harbiye ve siyasiyeden istihraç olunur.
Ekseriya ahval-i umumiye-i mezkûre pîş-i mülahazadan geçirildikten sonra
düşmanı idame-i harp şevk ve hevesinden vazgeçirmek için hangi maksadın
istihsali lazım oldığında dair bir fikir yani netice-i muayyene istinbât olunur.
Zayıf olan taraf bir zaman-ı muayyene kadar idame-i mukavemet
ile düşmanını bitap bırakacağını veyahut müttefikler kazanabileceğini
düşündüğü gibi, kavî bulunan taraf dahi hasmının ordularını perişan ettikten
sonra nereye kadar ilerlemesi iktiza edeceğini ve her sefer ve harbin illet-i
gâ’iyyesi olan bir müsalahaname-i müsait akdedebilmek zımnında payitahtı
mı, yoksa eyalât-ı merkeziyeyi mi veyahut bütün memleketi mi istila etmesi
lazım olduğunu tefekkür eder.
İşte bu mütalaat ile mütemadiyen tebeddül etmek üzere bulunan ahval
ve vekâyi‘ arasında asıl istihsali daima matlup olan hususâtın bir tasvirini
suret-i umumiyede resmetmek mümkün olabilir. Zayıf olan taraf kendisine
gelince veyahut dost ve müttefik bir devletin ordusu vasıl oluncaya kadar
felan veya filan hatt-ı müdafaaların gerisinde mukavemet edebileğini farz
eder. Faik bir kuvvete mâlik olan taraf ise ilk mağlubiyetinden sonra düşmanı
kendisine gayr-i müsait bulunan veyahut bu babda evvelden intihap olunan
memleketlere çekilmeye mecbur etmeyi düşünebilir. Lâkin bu babda nukât-ı
malumat-ı umumiye fevkinde bir şeyi sevkülceyş erbâbının en mâhiri olan
kimse bile söyleyemez. Müfredatta ancak en evvel yapılacak hareketler tayin
olunabilir.
“Hiçbir sefer planı düşmanın başlıca ordusuyla vuku bulacak ilk müsademe
ve muharebeyi takip eden hâlât-ı vekâyi‘den bir nev‘ emniyet ile bahsedemez.”
Teessüf olunur ki başkumandanların sefer planları nadiren tamamıyla
malum olur. Ekseriya zaruriyât-i siyasiye mezkûr planların intişarına mâni
bulunur. Binâberîn “Prusya Erkân-ı Harbiyesinin hatıratı” misillü âsâr, o
nispette zî-kıymet addolunmaya şayandır. Hatırat-ı mezkûre 1870 Seferi
esnasında Almanya ordularının harekât-ı harbiye-i iptidaiyesine esas
makamında bulunmuş idi24.
Hatırat-ı mezkûrede Almanya ile Fransa devletlerinin ahval-i coğrafya
ve siyasiyelerine dair olan malumattan ve kuvve-i askeriyelerinin

24 İşbu hatırat 1867-1869 mevsim-i şitâsında yazılmıştır. Erkân-ı harbiye heyetinin eser-i
telifi olan tarih-i harbin birinci cildinin 73’üncü sahifesine müracaat oluna.

191
Von der GOLTZ

mukayesesinden sonra üç ordunun hudut üzerinde içtimaı mu’ahharen


vukua geldiği gibi evvelden tarif edilmiş idi. Ondan başka makam-ı bâlâda
bulunan başkumandanın iştigal edeceği hususâtın cümlesi beyan ve hedef-i
aslî olarak Fransızların başlıca ordusunu bularak onun üzerine taarruz etmek
hususu ityân edilmiş idi. Mezkûr ordu her hâlde Alman ordusu cephesinin
yakınında farz olunabilir idi. Binaenaleyh Alman ordusunun meşhur olan
ağustos günlerinde icra eylediği manevralar esnasında takip ettiği ileri
yürüyüş hutûtü’l-harekâtını tayin etmek pek kolay idi. Hatırat-ı mezkûre
beyanına göre bundan ötesi için yalnız bir fikr-i müdîr malum olarak fikr-i
mezkûr dahi düşman ordularının Paris ile olan hutût-ı irtibatını kat‘ ile şimal
istikametinde ricata mecbur edilmelerinden ibaret bulunmuştur. Vakıa bu
fikir mevki-i icraya konulması en ziyade arzu olunan bir fikir olarak irâ’e
olunabilir. Bundan ötesini tayin etmek ise asla mümkün değil idi.
Ancak bir suret-i umumiyede beyan olunan fikr-i mezkûrun mevki-i
fiile çıkarılabileceğine bir dereceye kadar emniyet vermek mümkün olur idi.
Hâlbuki harekâtın teferruatına varıncaya kadar evvelden edilen hesabâtın her
noktasını saha-i fiile çıkarmak hiçbir vakit kâbil olamaz. Mareşal Bazaine’in
derûnuna iltica eylediği Metz Kalesi’nin cihet-i cenubiyesinde kâin Moselle
havzasına doğru ilerleyen iki Alman ordusunun ileri sevkülceyş yürüyüşünde
Üçüncü Ordu’nun Chalons üzerine vuku bulan hareketinde Sedan’a doğru
edilen yürüyüşte -velhâsıl kâffe-i harekâtta- düşmanı Fransa’nın kısm-ı asgarı
olan şimal tarafına tard ile beraber Fransız ordularını payitahttan mehcûr
ve Fransa’nın cenubî eyaletlerinin menâbi‘inden mahrum etmek maksadı
meşhut idi. Lâkin ahval-i istikbali keşfe muktedir bir kimse bile Mareşal
Bazaine’in Metz’de kalmaya karar vereceğini ve Mareşal Macmahon’un
kendisini kurtarmak yolunda icra ettiği hareket-i mecnûnâye teşebbüs
edeceğini evvelden keşfedemez idi.
Bu misillü kararlar hengâm-ı muhatarada kumandanların kalbini
dalgalandıran tereddüt ve endişelerin netice ve semeresidir. Bir tesadüf
veya hakikatte ehemmiyetsiz bir haber veyahut şevk ve gayreti veya ye’s
ve kedûreti mucip bir söz, mülahazat ve mukarrerata büsbütün başka bir
istikamet verebilir.
Numunesi bâlâda gösterilen sefer planında olduğu gibi ancak âkılâne
bir surette tahdit edilen sefer planları ahkâmının mevki-i fiile çıkması
mümkündür .Binâberîn bu misillü planlara “harekât-ı harbiye planı” veya
“sefer planı” namı verilmekten ise “harekât-ı harbiye layihası” ismi verilse
daha becâ ve münasip olduğu itikadındayız.

192
Millet-i Müselleha

“Harekât-ı harbiye layihası”nın bir emniyet ile hâkim bulunduğu


meydan pek mahdut olarak bugünkü günde ya düşmana taarruz veya
onun taarruzuna karşı müdafaa ve mukavemet edecek orduların içtimaı ve
ileriye hareketi hakkında icap eden tedâbîri şamil bulunur. İleride ordular
miktarı daha ziyade tekessür ve tahkim-i hudut tertibatı daha ziyade terakkî
ettiği zaman meydan-ı mezkûr bittabi daha mahdut olacak ve ordular daha
bidayet-i emrde yek-diğerleri karşısında bulunacaklarından harekât için
evvelki kadar mesafe bulunmayacaktır. Şimdiye kadar meçhul bulunan bir
hareket-i mütekaddime icrasına yani hutût-ı hududun kesr ve tecavüzüne
ihtiyaç messedecektir. Taarruz eden taraf bu hareketi düşmanın başlıca
ordusu civarında olmadığına kesb-i yakîn eylediği bir nokta üzerinde icra
etmeye mecbur bulunacaktır.
Çünkü düşmanın başlıca ordusunun vücudu kılâ‘ ve mevâki‘-i
müstahkemenin zabt ve teshîrini müşkül ve belki de mümteni kılar.
Binaenaleyh bu misillü bir hâlde “düşmanın başlıca kuvveti dolaşık bir yoldan
taharrî olunacaktır.”
Bunun için iki taraftan dahi hatt-ı harb-ı aslî üzerinde ileri, geri
hareketler ve bir taraftan hududun tecavüzü memul edilen ve diğer taraftan
dahi tecavüz edileceğinden korkulan noktalar üzerine kuva-yı cesime-i
askeriye içtimaları muharebat-ı âtiye-i hunrîzânenin mukaddematından
olacaktır. Harekât ise muharebat-ı mezkûrenin netâyicine tabi bulunacaktır.
Bir harekât-ı harbiye layihası mündericatına dair daha ziyade bir şey
söylemek müşküldür. Harbe bede’ olunduğu esnada bulunulan hâle nazaran
mündericat-ı mezkûre tebeddül edeceğinden layihada ancak hâl-i mezkûrun
suret-i neşet ve zuhuru beyan ve tarif olunabilir. O ise hemen her vakit bir
hâlde kalacaktır.
“Harekât-ı harbiye layihası ve ordular içtimaı tertibatı beraberce tanzim
olunmalıdır.”
En evvel ahval ve münasebat-ı siyasiyenin bir suret-i umumiyede beyan
ve izahı lazım gelir. Bunda ise ekseriya iki tarafın mâlik olduğu kuva-yı
askeriyenin muvazenesi meselesi dahi halledilmiş olur.
İşbu mülahazat-ı mütekaddimenin ise siyasetçe dahi müessir olacak
bir maksadı istihsal zımnında başlıca kuvvet ile düşmanın hangi kuvvetine
taarruz ve hangi kuvvetine karşı müdafaa veya hangi kuvvetini tarassut ile
iktifa etmek lazım geleceği neticesi istihraç olunur. Yalnız bir kuvvetin nazar-ı
mülahazaya alınmasını iktiza ettiren bir hâl nadiren zuhur eder.

193
Von der GOLTZ

Ekseriya müttefikler veya gayr-i emin komşular veyahut alenen ilan-ı


husumet eden düşmanlar yanında vücudu muhtemel bulunan hafî düşmanlar
nazar-ı dikkati davet ederler.
Almanya Devleti mevki-i coğrafîsi hasebiyle düvel-i muazzamanın
ortasında bulunduğundan bir harp zuhurunda nazar-ı dikkatini cihât-ı
muhtelifeye doğru tevcih ve imaleye mecburdur.
1868 Seferi’nde – zuhuru melhuz bulunmuş olan – Avusturya Devleti’nin
Fransa müttefiki nazarıyla görülmesi lazım bulunduğunu farz ederek sefer-i
mezkûrun hakikî bulunan planını itmam edelim . Sene-i mezkûrede Prusya
– Avusturya Muharebesi geçeli yalnız iki sene olduğu cihetle bu farz tabiî
olduktan başka böyle bir farz ile göstereceğimiz misalden daha ziyade
istifade olunur.
Fransa’nın karşısında Rhine Hattı mâlik olduğu kılâ‘ ve mevâki‘-i
müstahkemesiyle beraber faik bir düşmana karşı bile uzun bir müddet
mukavemete muktedir kavî bir hatt-ı müdafaa teşkil ediyor idi.
Avusturya cihetinde böyle bir hat mefkûd idi. Lâkin Fransa’ya karşı
kuvve-i gayr-i kâfiye ile edilecek bir müdafaanın neticesi Cenubî Almanya’nın
himayesiz kalmasına sebep olmuş olacağından Fransızlar Worms , Mannheim
yahut Speyer tarîkiyle Şimalî Almanya’nın Rhine cephesini dolaşarak 1806
senesinde Napolyon Bonapart’ın hüsn-i istimal ettiği büyük caddeyi tutup
Berlin’e kadar ilerleyebilirler idi.
Bu sırada ise bizim başlıca kuvvetimizin Avusturya’ya doğru icra eylediği
hareket-i taarruziye belki Olmütz mevki-i müstahkemi önünde veya Tuna
Nehri yanında düçar-ı atalet olur idi. Belki Avusturya orduları Fransızlara
istihsal-i muvaffakiyete vakit bırakmak zımnında daha bidayet-i emrde
oralara kada ricat ederler idi. Zaten Avusturyalılar harbe amade olmak
için birkaç hafta müddete muhtaç bulunuyorlar idi. Diğer taraftan Alman
ordularının Fransa toprağına tecavüzü hâlinde Fransızların, Avusturyalıların
hazır olmalarını beklemeyecekleri muhakkak idi. Çünkü Fransızların
hissiyat-ı milliyeleri buna mâni olur idi. Binâberîn kâffe-i hâlâtta bir netice-i
kat‘iyeyi Fransa cihetinde istihsale sa‘y etmek lazım gelir idi ki netice-i
mezkûrenin tesiri bütün hâl değiştirir ve belki de Avusturya’yı kının yarısına
kadar çektiği kılıcı tekrar der-niyâm etmeye mecbur eder idi. Ondan başka
Rusya’dan ihtirazı dahi Avusturya’yı hareketten men‘ edebilir idi.

194
Millet-i Müselleha

Binâberîn bu hâlde kuvvetin zayıf bir kısmını Avusturya’ya doğru sevk


ile asıl kuvve-i cesime ile Fransa’ya taarruz ederek kuvve-i faika ile bir büyük
meydan muharebesi aramak hususuna karar vermek lazım gelir idi.

İşte mülahazat-ı meşrûhadan anlaşılacağı üzere sair ahval-i siyasiyede


dahi başlıca kuvvetlerin hangi tarafa ve derece-i sâniyede olan kuvvetlerin
hangi cihete sevk edilmek lazım geleceği veyahut 1870 Seferi’nde olduğu
gibi “kuva-yı umumiyeyi” yalnız “bir düşman” aleyhine tevcih ve imale etmek
mi münasip olacağı meselesinin halli iktiza eder.

Layihada bu dereceye kadar terakkî olunduktan sonra orduların hudut


üzerine içtimaı hakkında icap eden tedâbîr ve tertibatın müzakeresine
mübaşeret olunur. Tertbat-ı mezkûreyi mümkün olduğu kadar daha evvel
ve hiç olmaz ise düşman ile bir zamanda ikmal etmek matlup ve mültezem
olacağı cihetle kuva-yı mevcude-i askeriyeyi ileride bir gûna izâ‘a-i vakte
veya dolaşık yollardan harekete mâni olacak vechle hudut üzerine isal
eden şimendifer hutûtuna taksim etmek lazımdır. Henüz elinizde bulunan
şimendifer mebde’leri size daha o vakit takribi bir hatt-ı içtima teşkil etmiş
olur. Bundan sonra her nev‘ mülahazat-ı siyasiye ve coğrafiye ve memleketin
ahval-i umumiye-i servet ve sınayii nazar-ı dikkate alınır. İşbu mülahazat ile
memleketin ahval-i umumiyesine nazaran hâl-i tedafüîyi iltizam ile düşmanı
beklemeyi mi veyahut her hâlde arzu olunacağı vechle hâl-i taarruziyeyi
mi iltizam etmek iktiza edeceğine hükmolunur. Hâl-i sânîde yani hâl-i
taarruzî iltizam olundukta hedef-i aslî hasmın başlıca kuvveti olduğu cihetle
düşmanın ordularını hudut üzerinde cem‘ için ittihaz eylediği tedâbîr bu
babda bir numune ve mikyas ittihaz olunabilir. İnsan zihninde kendisini
düşman hâline koyar da nefsi için icra ettiği tertibatı düşman tarafında dahi
icra ve düşman memleketinin şimendifer hatlarını güzelce tetkik ve mütalaa
eder ve tehdit altında bulunan eyalâtı ve ba‘dehû payitahtı himaye etmek
lüzumunu ve vücudu takdirinde hudut üzerinde bulunan kılâ‘ ve mevâki‘-i
müstahkemeyi nazar-ı dikkat ve mütalaaya alır ise düşmanın, ordularını
hududa sevk ve cem‘ yolunda icra edeceği tertibatı bir dereceye kadar sahih
olarak keşf ve tahmin edebilir. En fena bir hâlde bile nazar-ı dikkate alınması
iktiza eden ihtimalât yine gayet mahdut bulunur.

Düşmanın ordularını hudut üzerine ne yolda cem‘ eylediği takarrür


ettikten sonra hudut üzerinde icra-yı harekât mümkün olduğu takdirde
harekât-ı harbiye layihasında kendi ordularımızın hududun hangi kıt‘a-i
arazisi üzerinde içtimaı lazım geleceğine karar verilir.

195
Von der GOLTZ

İşte o zaman daha kat‘ı lazım gelen mesafât üzerinde bi’l-cümle


şimendifer hatlarını ve şubeleriyle hususî hatları istimal ederek şimendifer
vesâtatıyla olan nakliyat kıt‘a-i mezkûreye doğru ilerlemeye bede’ eder.
Nihayette asker yürüyüşler ve vesait ile matlup olan mahallere sevkolunur.
Bu sırada her ordu kısmına rahatça yerleşebilmek için icap eden mesafeyi
vermeye itina etmelidir. Ondan başka hâl-i tedafüî iltizam olunduğu
takdirde askerin mukavemete müsait bir mevzii serian tutabilmesi ve
bilakis hâl-i taarruzî mültezem olduğu zaman her kolordunun konak
mahallinden düşmana doğru isal eder ekallî bir büyük caddeye mâlik
olması nazar-ı dikkatten dûr edilmemelidir. Süvari fırkaları kâffe-i hâlâtta
ileriye sevkolunmalıdır. Çünkü aksi takdirde mezkûr fırkaları vazifeleri olan
hidemât-ı istikşafiyeye mübaşeret için asâkir-i sairenin arasından geçip
ilerilemek mecburiyetinde bulunurlar. Bu ise birtakım karışıklıkları mucip
olacağı gibi, süvari fırkaları asâkir-i sair arasından geçtiği müddetçe yolu
üzerinde bulunan kurâ ve kasabât zaten işgal edilmiş olacağından bittabi
konak mahallerinden mahrum kalırlar. Kaideten mezkûr fırkaların cümlesini
veya bir kısmını şimendifer vesâtatıyla ileriye isrâ lazımdır. Bu suretle bunlar
bittabi ordunun baş tarafında bulunmuş olurlar.
Şimendifer müntehâlarının ve üzerlerinde içtima mahalli dâhiline doğru
kısa yürüyüşler icra olunan caddelerin hâlinden, müfrez ordular hâlinde
olmak üzere umum kuva-yı harbiyenin suret-i tahşîdi bittabi nümâyân olur.
1870 Seferi’nde dahi hâl bu vechle oldu. Her hâlde bir orduyu daha
kavî ve diğerini daha zayıf kılmak ve bazı kolorduları bir tarafa ve diğeri
birtakımın dahi öbür tarafa zam ve ilave etmek için lüzumsuz ve vakti izâ‘a
eder ileri, geri harekâttan ihtiraz edilmelidir.
Buraya kadar beyan olunan tedâbîr orduların içtimaı emrinde
vuku bulacak şimendifer nakliyatı tertibatına esas addolunur. Lâkin
tertibat-ı mezkûre “harekât-ı harbiye layihası” makâsıdına nazaran tashih
edileceğinden, işbu tashihât dahi layihada derc ve ilave olunur.
Orduların serhat üzerine içtimaı emrinde iktiza eden vesait-i nakliyeye
dair olan hususata bir kere karar verildikten sonra layihaya ilaveten içtima
akîbinde vuku bulacak harekât-ı harbiyeye müteallik icap eden tedâbîr
ve tertibat derc olunabilir. Zira o zaman her gün serhat üzerinde tahrik
olunabilecek askerin miktarını hesap ve tayin etmek mümkün olur. Hesabât
ve faraziyat ianesiyle düşmanın tahrik edebileceği askerin miktarı ve icra
edeceği teşebbüsat ve ona karşı ittihazı lazım gelen tedâbîr ve tertibat
dahi bi’t-tahmin tayin olunabilir. Ondan başka ne zaman her nev‘ hâlât-ı

196
Millet-i Müselleha

nagah-zuhurun sû’-i tesirinden masûn bulunulacak derecede kuvvetli ve


bâ-husus ne vakit süratli harekâta mübaşeret etmek için kuvve-i kâfiyeye
mâlik bulunulacağı dahi tahmin edilebilir. Layihanın nihayetinde harekât-ı
mezkûreye verilecek başlıca istikametin hangi istikamet olacağı ilaveten
der-miyân olunur.
Ahval-i bahriye veyahut sevâhil müdafaası hususu icra-yı nüfuz
ettiği veyahut teşebbüsat-ı bahriyede bulunmak niyeti mevcut olduğu veya
düşmanın karaya asâkir çıkarmasından korkulduğu zaman başkaca birtakım
mülahazatın nazar-ı dikkate alınması iktiza eder. Kezâlik harekât-ı harbiye
layihasının tanzimi esnasında düşman hududunun hangi noktasından tecavüz
edileceğine karar vermelidir. Bu babda ağır toplara ihtiyaç messedeceğinden
onların hudut üzerine nakli dahi tedâbîr-i mahsusa ittihazına muhtaçtır.
Şayet mezkûr toplar sehven cenahlardan birine gönderilmiş ve hareket-i
tecavüziye icrasına ise bilakis diğer cenah üzerinde niyet edilmiş ise artık
onların vakit ve zamanıyla bir cenahtan diğer cenaha nakli kâbil olamaz25.
Binaenaleyh bu hususta daima müteyakkız bulunmalıdır. Yine o gibi
esbâba binaen harekât-ı harbiye layihası düşmanın kılâ‘-ı cesîmesinden
hangisinin muhasara edilmesi lazım geleceğine karar vermelidir. Hiçbir
devlet birinci derecede olan kılâ‘-ı cedidenin kâffesine birden taarruz etmeye
muktedir değildir. Çünkü kılâ‘-ı cesime-i mezkûreden birine taarruz için
istimal edilen vesait ol derecede cesimdir ki bir kere vesait-i mezkûre dârü’l-
harekâtın bir noktasına naklolundu mu, artık onu diğer bir noktaya nakil ve
isal etmek gayet müşkül bir keyfiyettir26.
Kaideten layiha-i mezkûre mündericatı kâmilen muhtelif ordular
erkân-ı harbiye heyetlerine tebliğ edilmez ise de yine mezkûr ordular
başkumandanlarının veya erkân-ı harbiye reislerinin bütün seferin hâli
üzerine icra-yı tesir edecek harekât-ı kat‘iyelerinde karanlıkta yürümeleri
için layiha mündericatına bir suret-i umumiyede kesb-i vukûf etmeleri
lazımdır.

25 Miralay Blume’nin fikrine nazaran etrafı istihkâmât ile muhat bir şehri şiddetli bir top
atışına tutarak teslime mecbur etmek memul olduğu zaman yine muvaffakiyeti münhasıran
sahra topçusundan beklemek nadiren mümkün olabilir. Sevkülceyş sahife 245.
26 İşbu harekât-ı harbiye layihasına bir de şimendifer katarlarının suret-i hareketine dair
olan tedâbîr ve seferber orduların terkibine ait malumat-ı umumiye düşmanın mevâki‘-i
mühimmesine, kuvvetine vesairesine dair icap eden malumat layihayı ikmal etmek üzere
derc ve ilave olunur. Ve malumat-ı mezkûre birkaç nüsha olarak tertip olunur.

197
Von der GOLTZ

Almanya erkân-ı harbiyesi hey’etinin 1870 Seferi’ne dair yazdığı


eserden anlaşıldığına göre Saar Nehri’ne doğru edilen ileri sevkülceyş
harekâtı ve nehr-i mezkûr ötesinde vuku bulan manevralar esnasında
dahi sehv ve hatalar eksik olmamıştır. Binâberîn sulh ve asayiş zamanında
intihap edilmeleri memul olan erkân-ı harbiye reislerini, harekât-ı harbiye
layihasının takdirinde olmaz ise bile müzakeresinde hazır bulundurmak
münasip olacağı zan ve itikattandır.

Karargâh-ı umumînin ilk “evâmir-i umumiye”si layiha-i mezkûre


ahkâmından neşet eylediği cihetle, esas-ı layiha malum olduğu zaman
evâmir-i mezkûrenin anlaşılması dahi daha kolay olur.

Bâlâdaki mülahazattan pek kolay anlaşılacağı üzere harekât-ı harbiye


layihası bir günde yapılabilir bir şey olmayıp peyderpey vücuda getirilir
ve şayet bir anda tertip edilecek olur ise mu’ahharen yine tashih ve ikmal
olunmaya muhtaç bir meseledir. Her ne kadar layiha-i mezkûrenin tertibinde
ahval mu’ahhare-i harbiyede olduğundan ziyade bir emniyet ile hareket
olunur ise de bunda dahi bazı mevâni‘e tesadüf olunur. Tedârikât-ı seferiye
ve orduların içtimaı emrinde şimendiferler vesâtatıyla icra edilen nakliyat
hususâtı, fikr-i esasî-i sevkülceyşî ile ziyadesiyle karışmakta olduğundan
fikr-i mezkûr artık sevkedilen askerin istikametlerini evâ’ilde olduğu kadar
muayyen bir surette tayin edemez.

Bununla bir taraftan vâhî birtakım hayallere zâhib olmak tehlikesi


tenakus ve diğer taraftan ise umur ve muamelattaki müşkülat fevkalade
tezâyüd etmiş oluyor. Harbin şekil ve suretini tahvil eden vekâyi‘-i münteceden
sonra yapılan harekât-ı harbiye layihalarında biraz daha serbestçe hareket
etmek mümkün olur. Orduların içtimaı hitama resîde olmuş, ordular harekete
gelmiş bulunduğu cihetle yalnız evâ’ilde olduğu misillü bazı mülahazat-ı
mahsusanın nazar-ı dikkate alınması iktiza eder.

Bir nokta-i esasiye daha vardır ki ona dahi atf-ı nazar-ı dikkat ve
ehemmiyet etmelidir :

Her ne kadar harekât-ı harbiye layihası müteaddit ihtimalâtı nazar-ı


dikkate alır ise de kâffe-i hâlâta nazaran tatbik olunabilecek tedâbîr
taharrîsinden içtinap etmelidir. Zira o misillü tedâbîr ekseriya bir vechle
bulunur ki herhangi hâl-i münferidede olur ise olsun tatbik olundukları
hâlde tesirlerinin mertebe-i kâfiyede olmadığı tebeyyün eder.

198
Millet-i Müselleha

1806 senesi Eylülün 25’inci günü Prusya orduları üç kısma münkasim


olarak Mühlhausen, Naumburg ve Saksonya’da kâin Freiberg mevkilerinde
bulunmakta iken Fransızlar, Cenubî Almanya dâhilinde gayet dağınık
konaklarda yerleşmiş bulunuyorlar idi. Dük Brunswick Fransız Ordusu’na
baskın tarîkiyle taarruz ederek içtimaına vakit vermeksizin onu mağlup ve
perişan etmeye karar verdi. Lâkin bu karar mühim birtakım mülahazat ile
pek çok düçar-ı mevâni‘ oldu. Diplomasi heyeti henüz sulhen bir suret-i itilaf
mümkün olduğu itikadında bulunduğundan harekât-ı hasmaneye bir yevm-i
muayyenden evvel mübaşeret olunmayacak idi. Lâkin bu sırada Napolyon
Bonapart’ın ef‘âl ve harekâtta fazl-i takaddüm ihrazıyla ilerlemekte olan
Prusya ordu kollarının sağ veya sol yanını dolaşarak mezkûr orduları
Bohemya dâhiline tard veya Elbe Nehri’nden tefrik etmesi muhtemel idi.

Binâberîn Prusya erkân-ı harbiyesi heyeti ordularını icabında serian


hâl-i tedafüîye geçmeye müsait bir hâle vaz‘ etmeye karar verdi. Hatta hatt-ı
müdafaayı düşmanın bu veyahut o taraftan zuhur ettiğine göre serian sağ
ve sola tebdil-i istikamet edilebilecek vechle intihap etmeyi bile düşündüler.
İşte bu mülahazata binaen iptida bi’l-cümle kuvvetleri Thuringian
Ormanı’nın şimal eteğinde cem‘ etmeye karar verdi. Bununla dahi
teşebbüsatta arzu olunan teehhür husule geldi. Şayet Napolyon daha evvel
harekât-ı hasmaneye mübaşeret edecek olur ise cebelin önünde bir müddet
mukavemet etmek mümkün olduğu gibi, imparator şayet Hessian caddesini
takip edecek olur ise Gotha ve Erfort tarîkiyle Eisenach ve Fulda üzerinden
ve eğer İmparator, Franconia’dan Saksonya’ya isal eden hattü’l-hareketi
takip eder ise Hof tarîkiyle ricat etmek mümkün olur idi. Nihayet Napolyon
hareket etmeyip de intizar üzere kalır ise cebel dâhilinden geçerek bir
taarruz-ı nagehanî icrası kâbil idi.
Filhakika tasavvur-ı mezkûr kâffe-i hâlât ve ihtimalâta karşı münasip
idi. Ama asıl zaafı dahi bundan neşet ediyor idi. Zira neticeli bir muvaffakiyet
istihsal edebilecek surette hiçbir hâl ve ihtimale karşı tedâbîr-i mahsusa ve
kat‘iye ittihaz edilmemiş idi. Müsait olarak zuhur eden yegâne fırsat dahi bu
suretle fevt edildi.
Kâffe-i ihtimalâtı nazar-ı dikkat ve mütalaaya aldıktan sonra en ziyade
sıhhate karîn olan ihtimali bilhassa der-pîş-i nazar ederek buna göre olan
niyete karar vermeli ve “niyet-i mezkûrenin en kuvvetli bir surette mevki-i
icraya konulmasını temin edecek kâffe-i esbâb ve vesaiti nazar-ı dikkat ve
mütalaaya almalıdır”.

199
Von der GOLTZ

Bâlâda zikrolunan misalde başlıca fikr-i müdîr : Cenubî Almanya’ya


doğru bir taarruz-ı nagehanî icra etmek idi. Her nev‘ vakit zayiatı taarruz-ı
mezkûru düçar-ı zaaf etmekte bulunmuş olduğundan, ondan begâyet içtinap
etmek lazım idi. Binâberîn bir harekât-ı harbiye layihası ancak kuva-yı
mevcudeyi ileride ve Bamberg istikametinde serian içtima etmek ve bu babda
en kısa yolları istimal eylemek meselesiyle iştigal edebilir idi. İhtiyata riayet
yalnız harekâtın süratinde, istikşafâtın hüsn-i icrasında ve içtima noktasının
nokta-i mezkûreye doğru âzim bulunan kolların düşmanın “aksamına”
tesadüf etmeyecek surette güzelce intihabında görülmek iktiza eder idi.

Muhatarât ve mahzurâtı ve ehemmiyetleri derece-i sâniyede olan


mevaddı nazar-ı dikkatten büsbütün dûr etmek caiz değil ise de hususat-ı
mezkûreyi takrir eden tasavvur ve niyetin mevki-i fiile çıkması emrinde
ittihaz edilen tedâbîri düçar-ı zaaf etmeyecek derecede düşünmelidir. İşte
pek doğru olan ve fakat ekseriya iyi takdir edilmeyen “evvelce mülahaza
sonra cesaret etmeli” darb-ı meseli burada tamamıyla makama muvafıktır.

Harbin kâ­ffe-i ahval-i esasiye ve kat‘iyesinde olduğu gibi harekât-ı


harbiye layihasında dahi daima bir cihet, cihât-ı saireye hâkim bulunmalıdır.
Buna tenezzül etmeyen kimse cümlesi şayan-ı dikkat görülen mevâdd ve
hususatın kesretinden naşi “asıl hedef ve maksadı” tefrik ve temyiz etmeye
muktedir olamaz : Kendisi mülahaza-perver ve müdekkik olabilir ise de
hiçbir vakit bir büyük kumandan olamaz.

200
Beşinci Fasıl
İstihbarat ve İstikşafat Hizmeti

Clausewitz’in dediği gibi esna-yı sefer ve harpte düşmana dair alınan


malumat kâffe-i efkâr ve muamelata esas bulunduğu cihetle işbu tetkikat
sırasında malumat-ı mezkûreyi dahi nazar-ı ehemmiyete almak iktiza eder.
Kendi mukarrerâtımız için düşmanın ne yapacağına dair olan malumattan
daha nafi nukât-ı nazar bulunamaz. Mamafih bununla efkâr ve harekâtımızı
düşmanın muamelatına tabi kılmak mecburiyetinde değiliz. Ancak işine
endişeli bir kalp ile mübaşeret eden kimse müdafaada bulunmak ile iktifa
eder. Kuvvetli bir karar daima müstakilen hareket ile iradeyi düşmana kerhen
ve hatta en ziyade müteessir olacağı mahalde kabul ettirmek neticesini
tevlit eyler. Lâkin buna muvaffak olmak için dahi evvela düşmanın niyyât ve
efkârına kesb-i vukûf etmek lazımdır.
İstihbarât-ı mükemmele hasma karşı büyük bir tefevvuk ita eder.
Hasmın efkâr ve niyyâtı daima bilinecek olsa velev daha zayıf bir kuvvet ile
olsun kendisine tefevvuk etmek mümkün olur idi27.
Bugünkü günde daha sulh ve asayiş zamanında düşmanın ordu
teşkilatına dair malumat-ı mükemmele istihsal edilmekte olduğundan harp
ve sefere oldukça mühim malumat ile dâhil olmaktayız. Bu husus zaten
erkân-ı harbiye heyetinin cümle vezâ’if-i mahsusasından bulunmaktadır.
Seferden mukaddem sıhhate muvaffak olarak düşmanın tahkik-i ahvali harp
esnasında vuku bulacak istihbarat ve tahkikata bir esas-ı lazım olup bâlâda
ispat olunduğu vechle düşmanın içtima zımnında icra edeceği harekât-ı
evveliyesine dair bir cehl-i mutlak içinde bulunulmuş olmaz. Ondan başka
asker nakliyatı başladığı esnada düşman memleketi tamamıyla mesdûd
bulunmayacağından, düşmana dair istihsal-ı malumat o sırada daima
mümkün olarak harekât-ı harbiye bede’ ettikten sonra ise tasvir-i aslî
gittikçe gözden nihan ve bir zulmet içinde mestûr olmaya başladığı zaman
ahval büsbütün bir şekl-i âhar peyda eder ki bu zamandan itibaren beher
gün malumat-ı cedide istihsaline ihtiyaç vardır.

27 Büyük Frederick “Kavaid-i Esasiye-i Fenn-i Harp”. Kitaphane-i Ebüzziya sırasında


müşârun-ileyhin mülahazat-ı siyasiye ve edebiye ve askeriyesi neşrolunmuştur.

201
Von der GOLTZ

İstihsal-i malumat zımnında istimal olunan vesait arasında askerin


kendi faaliyeti dâhilinde mâlik bulunduğu vesait cümlesine tercih olunmaya
sezâvârdır. Casus istihdamının kazandığı şöhret hakikate asla muvafık
değildir. Harb-i hazırda casuslardan istifade hususu pek az hâlâtta vakidir.

1870 Seferi esnasında Fransızlar Alman generallerinin her gün istihsal


ettikleri malumat-ı mükemmele esasına istinaden hareket ettiklerini
görmeleri üzerine Fransa’nın her tarafında bir eserini bulmak zehâbında
oldukları Prusyalılar, casusluğu aleyhinde ref‘-i seda-yı iştikâ ettiler. Bu
iştikâlar ise o vakit ki büyük milletin (Fransızların) ahval-i harbiyeye pek de
vâkıf bulunmamış olduklarını ispat etmektedir.

Hakikatte ordunun vasıta-i rüyeti olan “gözü” süvari askeridir.


Düşmanın tedâbîr ve niyyâtına en ziyade bu sınıfın faaliyet-i mütemadiyesi
kesb-i ilm-i vukûf edebilir. Sürati sayesinde sınıf-ı mezkûr vekâyi‘in önünü
almaya dahi muktedir olup yarın veya daha sonra ordunun tesadüf edeceği
hâlâtı bu günden keşfederiz. Süvari askerinin vazifesi düşmanın yürüyüş
kollarını, ordugâhını ve ileri karakollarını bularak onları daimî bir nezaret
altında tutmaktadır. Süvari askeri düşmanı lastik kuşak gibi ihata ederek
düşmanın kuvvet ve şiddet ile ilerlediği yerde çekilmeli ve düşmanın
çekilmesi esnasında yine ona yanaşıp takip etmeli ve düşmanı asla gözden
kaybetmemelidir.

Binaenaleyh süvarinin vereceği malumatın birinci faydası o ana mahsus


olması ve o anda en ziyade şayan-ı ehemmiyet malumattan bulunması olup
casuslar vesâtatıyla istihsal olunan malumattan farkı ise erbâb-ı maslahat
tarafından neşet etmiştir. Harb-i hazırda hizmet-i mezkûre için pek çok zeka
ve dirayet matlup ise de süvari zabitleri dahi şimdi işbu maksada nazaran
terbiye ve talim edilmektedir.

Bu husus bizi hizmet-i istikşafâta dair bazı mülahazat-ı umumiye


serdine mecbur etmektedir.

Ders kitapları güzel bir bârgîre mâlik yalnız bir nefer süvari zabitinin
maiyetinde birkaç cesur nefer olduğu hâlde düşmanın ileri karakolları
arasından geçip cenahlarından birini dolaşarak ahvalini tahkik zımnında
cephesine takarrüp veyahut kısm-ı küllîsinin gerisine doğru azimet etmesi
lazım geleceğinden pek çok bahsetmekdedirler. Bu misillü harekât-ı cüret-
perverâne doğrusu her vakit şayan-ı meth ü sitayiş ise de düşman dahi kendi

202
Millet-i Müselleha

süvarisini daima istimal edebileceğinden harekât-ı mezkûrenin icrası gayet


müşküldür. Harekât-ı mezkûre için fevkalade cesaret, fevkalade dirayet
ve fevkalade yaverî-i talihe mâlik olmak lazım gelir. Her ne kadar süvari
askeri bu misillü teşebbüsatta akran ve emsale tefevvuk ve temeyyüz etmek
arzusunda ise de biz hesabımızı hiçbir vakit buna isnat edemeyiz28.
Düşmana birçok noktalardan birden temas eylemek dahi gayet
mühimdir. Zira yalnız bir haber hiçbir vakit malumat-ı mükemmele ita
edemez. Daimî surette ihtarı lazım olan mesafât-ı azime bir kere mâni
bulunmaktadır. Lâkin muhtelif yirmi otuz noktadan vasıl olan malumat ile
istihsal arzu edilen tasvir vücuda gelir.
Raporların hüsn-i tahriri, emirnamelerin hüsn-i tahriri kadar müşkül
olarak bunlarda dahi ibhâmdan ari bir vuzuh esas addolunur. İşarâtın nasıl
ve ne yolda icra edileceğine dair dahi kavaid-i muayyene beyan olunamaz.
Harekât-ı cesime-i harbiyede bazı hâlât-ı nadire ve istisnaiyeden gayri
hâllerde ancak zabitan tarafından vârid olan raporlar ile iştigal olunduğu
cihetle raporu yazan zatın fikir ve mütalaasına emniyet için bu da bir sebeb-i
azim bulunmaktadır. Yalnız bazı hallerde o anda ve hem de istifsar edilen hâli
re’yü’l-ayn müşahade eden bir zattan serian bir rapor talep olunur. Düşman
ilk defa olarak göründüğü o vakte kadar mütemadiyen tecessüs ve nezaret
üzere bulunan süvariyi piyade ve topçu askeri takipe başladığı, istila tahtında
bulundukları zannolunan mevâzi‘in boş olduğu ve mühim geçitlerin serbest
bulunduğu tahakkuk eylediği mühim nehir hatları muhafazasız bulunduğu,
düşmanın yürüyüş istikametinde bir tebeddül-i nagehanî zuhur ettiği veya
top sadası bir tarafta müsademe vukuunu ihbar eylediği zaman geriden
gelen yürüyüş kolları kumandanlarına serian ita-yı malumat eden raporlar
daima geriye doğru gönderilir.
Başkumandan ileri doğru gönderdiği süvarinin haber verecek bir
şeyi olmadığını ve bir tarafta düşmanı keşfedemediğini veyahut diğer bir
cihette keşfettiğini bilmesi ekseriya menâfi‘i muciptir. Malumat-ı menfiyenin
malumat-ı müspeteye ikmal etmesiyle başkumandan olan zatın emniyeti
tezyit edeceğinden ihbar edilecek bundan daha mühim bir şey olmasa bile
başkumandana sıkça sıkça raporlar gönderilmesinin muhassenâtı olduğu
anlaşılır.

28 1870-1871 Seferi esnasında bazı münferit süvari zabitanının gayet muvaffakiyyetli


istikşafât icra ettiklerini tasdik ederiz. Lâkin o zaman bunların teşebbüsatı düşman süvaris-
inin mümanaatına pek az tesadüf etmiş olduğunu dahi ferâmuş etmemeliyiz. İstikbalde ise
bu hâl büsbütün başka surette bulunacaktır.

203
Von der GOLTZ

Süvaride dahi mesmû‘ât ve rivayâtın meşhudâtı ikmal ve tevsi edeceği


tabiîdir.
Ahali-i memleketin istintâk ve isticvâbı dahi bir madde-i mühimmedir.
Vesait-i muhabere ve muvârede bugünkü günde umumun fikr-i tecessüsünü
ve efrad-ı ahaliden her birinin vekâyi‘-i câriye üzerine olan merakını
fevkalade tezyit etmiş olduğundan, harekât-ı cesime-i harbiyeye dair ortada
daima birtakım rivayat ve şayiat devran etmekte bulunur. Bazı kerre harekât-ı
harbiyeyi işâ‘aya sebep olacak kâffe-i vesait-i malume kat‘ edildiği hâlde yine
hakikate müstenit birtakım rivayât-ı müphemenin nasıl şayi olduğuna insan
bir türlü akıl erdiremez.
Mareşal Macmahon’un mahsur bulunan Mareşal Bazaine’i kurtarmak
için vuku bulan hareketi haberini, henüz hareket-i mezkûre hâl-i bidayette
iken ve Sedan Muharebesi’ni takaddüm eden büyük muharebelerden
hiçbirisi henüz vuku bulmadığı esnada Metz havalisinde mütemekkin
bulunan ahali-i kurâ ve kasabât istima etmiş idi. Vakıa burada ahlak-ı milel
ve akvamda mevcut olan fark dahi nazar-ı dikkate alınmalıdır. Sâkit olan bir
Rus veya İngilizden malumat almak elbette hafif-meşreb ve geveze bulunan
bir İtalyan veya Fransızın ağzından söz almaktan daha güçtür. Mamafih
daima bazı malumat alınır. Bunda ise etrafta geşt ü güzâr eden tecessüs
kollarının malumat-ı mühimme itasına muktedir “hainler” tutmalarına asla
ihtiyaç yoktur. Çünkü her kimi tutup da istintâk altına alacak olur iseniz her
biri uzun bir istintâk beliyyesine nihayet vermek için mutlaka en ziyade
ehemmiyetsiz zanneylediği bazı şeyleri haber vermeye müsâra‘at eder. Lâkin
yüz ehemmiyetsiz şey biraraya getirildikte ehemmiyetli bir şey meydana
çıkarılmış olur.
Binaenaleyh bir memlekette ki hiçbir malumat alınmıyor, orada
harekât-ı harbiyenin dahi vuku bulmadığına hükmolunabilir. Bu hususu
nazar-ı dikkat ve ehemmiyetten dûr etmemelidir. Zira husus-ı mezkûre
emniyeti tezyit eder. Her tarafta, her köşede düşmanın vücudunu tasavvur
ile endişeye düşmek caiz olmayıp düşman şayet bir mahalde bulunuyor ise
mutlaka baş göstererek vücudunu bildireceğinden emin olmalıdır.
Raporlar içinde onları yazanların her nev‘ mütalaa ve mülahazası
müstesna tutulmalıdır. Çünkü raporlardan maksat yalnız ahval ve vukuatı
ihbardan ibaret olarak onların ehemmiyetini takdir ise alamât-ı münferideyi
maksad-ı umumîye rabt ile muhakemeye muktedir olan başkumandana aittir.
Raporları yazan kimselerin mütalaat ve ihtaratı her ne kadar bulunduğu
nokta-i nazara göre nafi olması muhtemel olmakla beraber bu mütalaat

204
Millet-i Müselleha

yüzünden ordunun menâfi‘-i umumiyesine muzır birtakım teşebbüsata


girişmek pek çok defa vukua gelmiştir.

1806 Seferi hengâmında Dük Brunswick evvelden gayet ihtiyatkârâne


olarak Thuringian Ormanı’ndan icrasını tasmîm eylediği geçit hareketine
mübaşeret eylediği esnada ileriyi keşfiçin Yüzbaşı Müflfing’i dağın öbür
tarafına gönderdi.

Yüzbaşı Fransızları Saksonya’ya doğru hareket üzere ve Fransızların


taht-ı işgalinde zannolunan Franconia dâhilindeki Saale Nehri civar ve
havalisini düşmandan hâlî bulmakla bu hâl mûmâ-ileyh indinde “akl-ı
selime” mugayir göründü. Çünkü bu hâl ile Napolyon Rhine Nehri cihetinde
olan hutût-ı ricatini muhafazasız bırakmış bulunuyor idi. Yüzbaşı Müffling
memuriyet-i istikşafiyesinden avdet ettikten sonra Dükü, Napolyon’un
hutût-ı ricati aleyhine bir hareket-i taarruziye icrasına teşvik edip bu vechle
Napolyon’a edilecek “güzel bir darbe” dahi evvelden vasf ve tarife başladı.
Vakıa bu babda yalnız süvarinin istimalini bir suret-i âkılânede tavsiye etmiş
idi. Lâkin böyle bir fırsat-ı haseneyi elden kaçırmak istemeyen ve mamafih
askerini dahi bir tehlikeye atmak arzusunda bulunan ve Müffling’den ziyade
mülahaza-perver olan Dük, süvariye bir miktar piyade ve topçu askeri dahi
terfikine karar verdi.

İşte bundan dolayıdır ki Teşrinievvelin 14’üncü günü vuku bulan iki


meydan muharebesi esnasında zaten kuvveti düşman kuvvetine nazaran
dûn bulunan Prusya Ordusu Fransızların hutût-ı ricati aleyhine boş boşuna
11.000 kişi sevk etmekle büsbütün zayıf düşmüş idi. Eyyâm-ı meşume-i
mezkûrede Prusya kumandanları tarafından edilen kusur ve hataların en
ağırı bulunan işbu hataya ancak raporuna ilave olarak kendi mülahazatını
dahi yazan Yüzbaşı Müffling sebebiyet vermişti.

Kezâlik yazılan raporlarda re’yü’l-ayn görülmüş şeyler ile menâbi‘-i


saireden istihsal edilen malumat kat‘iyen tayin ve tefrik edilmelidir. Rapor
yazılıp tekmil oldu mu o zaman onu yazan adam mevadd-ı mündericesinden
cümlesinin layıkıyla anlaşılıp anlaşılmayacağını teftiş için kendisini mezkûr
raporun mürselün-ileyhi farz ile yazdığı şeyleri tekrar okumalıdır.

Süvari askeri müsadere ettiği bazı eşya-yı mühimmeyi leffen


göndererek raporunu daha ziyade ikmal etmeye muktedirdir. Düşman
memleketinde henüz işgal edilmeyen kurâ ve kasabâta en evvel süvari askeri

205
Von der GOLTZ

dâhil olarak postahanelerde mektuplar, telgrafhanelerde telgrafnameler ve


ahalihanelerde otel ve lokantalarda gazeteler bulmaya muvaffak olur29.

İşte bunlar ahz-ı malumat için en âlâ vesaitten ma‘dûddur. Süvarinin


vesait-i mezkûreyi meydana çıkarmak hassasına mâlik bulunması lazım olup
bazı şeye alamet olabilecek en ehemmiyetsiz şeyleri bile nazar-ı dikkatinden
kaçırmamalıdır. Zaten gayûr olan her bir zabit bu hizmeti terviçte asla
zahmet çekmez. Çünkü her nefer bir şey keşfederek tefahür etmek hevesine
mâlik bulunduğu için bu babda yalnız neferatın urûk-ı şevk ve gayretlerini
tahrik etmek kifayet eder.
Çok şey görebilmek için süvari askeri büyük bir mesafe üzerinde
yayılmalıdır. Düşmanın bir cenahını dolaşabilir ise mensup olduğu ordunun
harekâtını daha ziyade setr ve ihfâ edeceğinden elbette müreccah olur. Lâkin
bu süvari şebîkesi düşmanın hücumuna mukavemet edemeyerek münkesir
olacak derecede ince dahi olmamalıdır. Buna mâni olmak için ise tecessüs
ve istikşaf kolları arkasından daima büyücek kuvvette süvari müfrezeleri
hareket etmelidir.
Düşman dahi aynıyla böyle düşünecek ve böyle hareket edecektir.
Binaenaleyh orduların ilerisinden giden süvari fırkalarının yek-diğerine pek
çabuk tesadüf etmeleri bir emr-i tabiî olduğundan serhat üzerinde içtima
eden ordular beynindeki mesafe ve arazinin avârızı mâni olmadığı yerde
harekât-ı harbiye-i umumiyeye bir sıra süvari muharebeleri takaddüm
eder. Ancak en evvel düşman süvarisine galebe çalmaya muktedir olan taraf
istikşafât-ı mükemmele icrasına muktedir olabilir. Ondan sonra münferit
zabitler ve birtakım küçük müfrezeler düşmana temas edebilir. Esasen
düşünülür ise ancak düşman süvarisine faik bir süvariden fayda istihsali
mümkündür30.
Yoksa düşman süvarisinden pek çabuk geriden gelen yürüyüş
kolları üzerine ref‘ edileceğinden muavenetten ziyade mazarratı görülür.
Çünkü artık ne mensup olduğu ordunun hareketini setr ve ne de düşman
ordusunun ahvalini tahkik edebilir. Bu keyfiyet ekseriya mevki-i müzakere
ve mübâhaseye çekilen “Ne miktar süvariye mâlik bulunmalı?” meselesinde
daima nazar-ı dikkate alınmalıdır. Düvel-i muazzama-i cedide tensikat-ı
askeriyelerinin pekçok mevaddı gibi bu miktar meselesi dahi kendileriyle

29 Loire Seferi esnasında bir Fransız telgrafhanesinde tutulan telgrafname müsveddeleri


defterinin İkinci Ordu erkân-ı harbiyesine bazı malumat verdiği malumdur.
30 Buradaki tefevvuk yalnız miktar cihetiyle değil belki miktar ve maharet cihetleriyle
olmalıdır.

206
Millet-i Müselleha

harp edilmesi melhuz olan devletler süvarisinin miktarına nazaran tayin


edilmektedir.
Son zamanlarda cesim süvari fırkaları tarafından düşman ordusunun
yanları ve hutût-ı ricati tarafında icra olunan ve yalnız istikşaf ile iktifa
etmeyerek asıl şimendifer ve telgraf hatlarıyla ambar ve debboyların
tahribi maksadına mebni teşebbüs edilen uzun meşiyyetlerden pek
çok bahsedilmektedir. Amerika’nın istiklal muharebesinde bu misillü
“teşebbüsat” pek çok görülmüş ve Stuart, Ashby, Morgan ve daha sair
kimselerin iştiharına sebebiyet vermiştir. İşbu usulü bizim âlem-i harbimize
nakletmek ister isek herşeyden evvel ekser memâlikin ve hususuyla Avrupa
memâlik-i garbiyesinin tabiat, ziraat ve vüsatini nazar-ı mütalaaya almalıdır.
Ondan sonra büsbütün başka bir hâlde olan tensikat-ı askeriye dahi nazar-ı
dikkate alınır. Amerika’da bir politika fırkası taraftarânından birisinin
keyfe-me’ttefak cem‘ ve teslih eylediği böyle bir süvari cemiyeti perişan
olduğu veyahut muhalif tarafından ihata olunmakla kendi kendine dağıldığı
zaman bu keyfiyetin o kadar ehemmiyeti olamaz idi. İş yalnız mukaddema
istihsal olunan muvaffakiyatın edilen fedakârlıklara tekabül etmesinde idi.
Lâkin tarih ve rivayât ile ordumuz heyetine şediden merbut bulunan ve bir
kere dağıldığı hâlde arbede-cû bir alay çiftçilerden mürettep bir cemiyet
kadar suhuletle vücuda getirilmesi mümkün olmayan alaylarımızdan birisi
mahvolacak olsa hâsıl olacak tesir büsbütün başka türlü olur.
“Teşebbüsat-ı”mezkûreye bir de Avrupa akvamının maarif-i askeriyede
ziyadesiyle terakkî etmeleri hususu dahi mâni olur. İş o türlü bir ihtiyaca
geldiği zaman memleketlerimiz ahalisinin kesretine mebnî gönüllü süvari
alayları tertip ile düşman süvarisinin o misillü harekât-ı taarruziyesine
mâni olmak mümkündür. Fransızların avcı süvarisi eyalât-ı garbiyede Alman
süvarisinin ordunun aksam-ı sairesinden müfrez kaldığını gördüğü gibi her
nev‘ harekâtına mâni olmaya gayret etmiştir.
Bizim umum dârü’l-harekâtımızda bu misillü cesur kıtaat-ı sağîre
desise ve sürat sayesinde kıtaat-ı cesimenin cebr ile görecekleri işten
ziyade iş görmeye muvaffak olabilir. Binaenaleyh yalnız Amerika süvari
kumandanlarının gösterdikleri arbede-cûluk hevesi bizim için şayan-ı
imtisal hususatındandır. Yoksa vech-i icraat bizde büsbütün başka bir surette
bulunmalıdır.
Bugünkü günde süvarimizin kısm-ı azamı mükemmel esliha-i nâriye ile
müsellahtır.

207
Von der GOLTZ

1870 Seferi esnasında dahi esliha-i mezkûreden mahrum değil idi.


Çünkü her nerede lüzumunu görür ise derhâl Chassepot tüfeklerine müracaat
eder idi. Lâkin şimdi asâkir-i merkûme bundan başka bir de esliha-i nâriye
istimalinde ve piyade olarak muharebe etmekte dahi mükemmel bir terbiye
almıştır. Bununla istiklali tezâyüd etmiş bulunuyor.
Baskınlara karşı kendisini daha iyi muhafazaya ve düşmanın hareketini
daha iyi tevkife ve evvelkinden ziyade düşmanı aldatmaya muktedir olduktan
başka ileriye doğru daha ziyade şiddetle hücum etmeye dahi muktedirdir.
Mamafih hayvandan yere inmiş bir süvarinin edeceği muharebeden pek çok
şey beklememelidir. Çünkü öyle bir süvari kıt‘ası ancak pek zayıf bir piyade
kıt‘asının yerini tutabilir. Süvari askeri, makamının daima eğer üzerinde
bulunduğuna ne kadar itimat ederse istikşafat ve ordunun harekâtını setr ve
ihfâ hizmeti o nispette kazanmış olur. Ümit ederiz ki bu fayda hiç olmaz ise bu
son on sene zarfında husule gelen müşkülat ile bir muvazenette bulunabilir.
Büyük Frederick’in “Harpte bir iyi süvari dahi sefere hâkim olabilir.” sözü
süvarinin muharebede ehemmiyeti zail olduğu nispette ehemmiyetten sakıt
olmuştur. Mamafih bugünkü günde dahi harekâta hâkim olmak için en âlâ
vasıta yine iyi ve külliyetli bir süvaridir. Bazı oyunlarda ilk hareketi ihraza
muvaffak olan kimse hasmına bir nev‘ tefevvuk kazandığı gibi, harpte dahi
mükemmel süvariye mâlik olan taraf hasmına karşı bir tefevvuk kazanmış
olur. Zira mükemmel süvariye mâlik olan taraf istikşafat ve tahkikatını daha
ziyade bir süratle icra ve kararını dahi ona göre ita edeceğinden harekât-ı
harbiyeye dahi hasmından evvel iptida edebilir.
Lâkin süvarinin mükemmel ve mâhir olması kâfi olmayıp kumanda
heyet-i aliyesi tarafından dahi hüsn-i suretle istimal edilmesi lazımdır.
Ekseriya süvariye isnat olunan bazı hatalar hakikatte heyet-i mezkûreye
racidir. Süvariye bir dereceye kadar serbestî-i hareket verilmekle
beraber yine kumandanın doğrudan doğruya eli altında bulunmaktan
kurtulmamalıdır. Evâ’ilde süvari askeri ya ihtiyat olarak veyahut düşmanı
takip için geriye bırakıldığı hâlde bugünkü günde daha harekât-ı harbiyenin
ilk teşebbüsatında süvariyi uzak mahallere sevk ve memur etmek meyl ve
hevesi gittikçe tezâyüd etmektedir. Bu ise bir sınıf askere ihtiyaç olduğu bir
zamanda o sınıftan mahrum kalmak mahzurunu şamil olduğundan süvari
fırkalarının ileriye doğru izamı ve kendisine gösterilecek istikametin intihabı
emrinde bir maksad-ı aslî bulunmalıdır. Lâkin başkumandan olan zat maksat
ve matlubunu yalnız kendisi bilmekle iktifa etmeyerek maksat ve meramını
süvariye dahi açıkça beyan ve tefhim etmelidir.

208
Millet-i Müselleha

İstikşafat hizmetinden istihsal olunacak netice süvariye verilen


memuriyetin nev‘ine ziyadesiyle tabi bulunur. Ekseriya emirnamelerde
“süvari askeri düşmanın kuvvet ve mevkiini keşf için ileriye izam olunacak”
yollu sözler yazılması bî-lüzumdur. Çünkü bununla süvari sınıfının herkesçe
malum olan vazifesi beyan olunmaktan gayri bir şey ifade edilmiş olmaz. Her
vakit olduğu gibi düşmanın “niyyâtını” tahkik etmesi vazifesi tahmil edilecek
olur ise başkumandan bununla süvariye ait vazife emretmekten başka bir şey
yapmış olmaz. Her iki hâlde kumanda heyetinin ifadesinde bir nev‘ tereddüt
ve iştibah hissolunmakta bulunduğundan bu tereddüt ve iştibah icraatta dahi
meşhut olur. Bunun en âlâsı süvariye, kumandan için o anda cevapları elzem
olan sualleri yani falan veya filan cihetten düşman ordugâhı meşhut mudur
? Falan veya filan mahaller istila olunmuş mu? 31 Malum olan bir şimendifer
hattı veya bir cadde üzerinde nakliyat-ı askeriye ve yürüyüşler vuku buluyor
mu? Vesaire misillü muayyen ve mahdut şeyleri irat etmektir. Dâ‘î-i iştibah
olmayan bu misillü sualler üzerine muayyen cevaplar vârid olacağından
kumandan olan zat malum ve aradan düşmanın kuvvet ve vaziyetine ve âmâl
ve niyyâtına dair bir tasvir-i mükemmel vücuda getirebilir.

İstihsal-i malumat için daha mühim bir vasıta ise muharebeler ve


meydan muharebeleridir. Bunlarda iki taraf uzun bir müddet devam eden
bir temasa geleceklerinden yek-diğerinin hâl ve kuvvetlerini pek suhuletle
keşfedebilirler. İstihsal-i malumat maksadıyla muharebelere girişildiği pek
çok vaki ise de bu hareket nadiren tecviz olunmuştur. Zira işbu muharebeler
esnasında menfaatin muzaffer olup da muharebe meydanına hâkim kalan
ve malumatını ikmal maksadıyla eline birçok vesait geçiren tarafta kalması
tabiîdir. Telef veya mecruh olan efrad-ı askeriyenin elbisesi kendisine
önündeki hangi kıtaat-ı askeriyenin bulunmuş olduğunu bildireceği gibi
efrad-ı meyyitenin üzerinde bulunacak cüzdanlar ve evrak-ı mütenevvia
dahi malumatını tevsi edebilir. Bazan düşmanın evrakını hâmil arabayı
ele geçirmesi dahi muhtemeldir. Velhâsıl düşmanın doğrudan doğruya
temas edilen kıtaatının hangi kıt‘alar olduğunu bildirmeye en âlâ vasıta
muharebedir.

Bazı hâllerde bu husus daha ileriye gider.

1870 senesi Teşrinisanisinin 24’üncü günü idam edilen Yüzbaşı Ogilvy


ki İrlandalı bir serseri idi. Tutulduğu zaman Gambetta tarafından yazılmış ve

31 Buradaki istila tabiri “occupation” tercümesidir ki bazı mütercimîn “işgal” lafzıyla ter-
cüme etmektedirler. Biz bu hususda dahi Kemal Bey Efendi’nin re’yine ittibâ‘ eyledik.

209
Von der GOLTZ

üzerinde bulunmuş olan bir tavsiyename Almanların İkinci Ordusu erkân-ı


harbiyesi o vakit Paris’i muhasaradan kurtarmak emeliyle Fontainbleau’ya
doğru ilerlemekte bulunan müdafaa-i milliye hükûmetinin âmâl ve niyyâtına
dair pek güzel malumat vermiştir. Takdirin bu misillü lu‘biyyâtını yürüyüşler
ve harekât-ı harbiyeden ziyade muharebenin tevlit eyleceği aşikârdır.
Vakıa muharebeler esnasında memul olduğundan daha az malumat
istihsal edildiği mücerreptir. Muharebenin hitamıyla beraber düşman askeri
geriye çekilerek gözden nihan olduğundan o vakte kadar istihsal olunan
rişte-i malumat dahi münkati olur. Bunun sebebi ise bâlâda dahi zikrolunduğu
vechle muharebenin bütün nazar-ı dikkati münhasıran kendi üzerine
celp ve davet etmesi ve muharebeye iştirak edenlerin cümleten fikirlerini
kendisine rabt eylemesidir. Lâkin muharebeye iştirak etmeyenler dahi kendi
yollarına sükûnetle devam edecekleri yerde vekâyi‘-i muharebenin nüfuz
ve tesiri cereyanına kapılarak işlerini ferâmuş ederler. Düşman bir süvari
fırkasının en mühim bir kısmına taarruz ederek kısm-ı mezkûru ricata
mecbur etse dahi fırka-i mezkûrenin ileriye çıkardığı karakolların kısm-ı
mezkûrun hareketine tebaiyet ile ricat etmesine bir sebeb-i muhikk yoktur.
Çünkü kısm-ı mezkûra taarruz eden düşman meşguliyet ve muharebe üzere
bulunacağından ahvalini keşfiçin bu husus-ı mezkûre karakollara pek güzel
bir fırsat olmuş olur.
Casus istihdamı tedârikât-ı seferiye zamanı esnasında nafi olabilir.
Çünkü o esnada turuk-ı adiye-i muhabere henüz mesdûd olmadığı gibi,
muharebat hengâmında olduğu misillü serian malumat almaya dahi ihtiyac-ı
şedit yoktur.
Harekât-ı harbiyede, muharebelerde ve meydan muharebelerinde
yalnız en yeni malumat şayan-ı ehemmiyet olarak bunu itaya ise casuslar
muktedir olamaz. Çünkü onlar hizmetinde bulundukları taraf ile telgraf
vesâtatıyla muhabere etmek iktidarından mahrum olduktan başka malumat-ı
şifahiye verecekleri vakit birçok dolaşık yollardan gelmek mecburiyetinde
bulundukları cihetle verecekleri malumat ile daima geç yetişmiş olurlar.
Harekât-ı harbiye düçar-ı atalet olduğu zamanlarda, muhasarada,
mevâzi‘-i müstahkeme için edilen muharebelerde ve müstahkem
ordugâhlarda evâ’ilde olduğu gibi eda-yı hizmete muvaffak olabilirler ki
evâ’ilde kavaid-i fenn-i harp düşman memleketinde muteberândan birisini
elde edinerek ve maiyetine hizmetkâr veya arabacı sıfatıyla bir casus vererek
düşmanın ordugâhı ortasına kadar göndermeyi tavsiye ediyor idi. Bu misillü
karışık tedbirlere bugün nadiren müracaat olunur.

210
Millet-i Müselleha

Düşmanın ahval-i umumiyesine, ahali ve ordunun veyahut ser-kârda


bulunan zevatın efkârına, teçhizatın derecesine ve umur-ı maliyesinin
hâline vesaireye dair dirayetli casuslar tarafından ara sıra gönderilecek
raporlar şayan-ı memnuniyet olabilir. Lâkin bu iki yüzli hizmet için tahsil
ve terbiyesi yolunda adamlar pek az bulunabilir. Bu misillü adamlar
emniyet-i şahsiyelerini temin için ekseriya muharip bulunan iki taraf ile
birden münasebet peyda ederler. Binaenaleyh kendilerinden ahz-ı malumat
olunduğu sırada düşmana dahi malumat-ı lazıme verilmiş olur.
En cüzî teferruatına kadar düşmanın sefer planını başkumandana
takdim etmek için akşam üstü kan tere batmış bir atı koşturarak ordugâha
süratle geldiğini hikâyelerde gördüğümüz casusların, esna-yı harpte sefer
planının kıymet ve mahiyetini anladığımızdan beri sırf hayali birer müşahhas
hikâye olduklarını pekâlâ takdir eyledik.

İstihsal-i malumat için olan vesait-i mühimmeden biri de matbuattır.


Fakat bu vasıta payitahtın en mühim olan evrak-ı havadisi olmayıp belki
ehemmiyetsiz bulunan evrak-ı havadis-i mahalliyedir. Vakıa en iyi ahz-ı
malumat eden bir gazetenin dahi kendi tarafının ahvalini tamamıyla neşr
ve işâ‘a edemeyeceği tabiî ise de burada dahi en cüzî şeylerden şayan-ı
ehemmiyet malumat istihsali usulüne müracaat etmek lüzumu tahakkuk
eder. Ekseriya ahval ve hususat-ı saire bir dereceye kadar malumat vermiştir
ki düşmana dair alınacak malumat-ı mükemmele tasvirini henüz setretmekte
bulunmuş olan nikâb-ı hafifi ref‘ ile hakikati meydana çıkarmak için cüzî bir
rüzgârın vezânına yani biraz malumat daha ahzına ihtiyaç vardır.

Mesela gazetenin birinde bir büyük kumandanın bulunduğu mahal


zikrolunur veyahut muharriri tarafından mensup olduğu kıt‘a-i askeriyenin
ismi ve bulunduğu mahal zikredilmiş bir mektup neşr ve ahval-i askeriye,
alaylar ve kumandanlar sıhhatı vechle zikredilerek bir muharebe hikâye
edilir. Bunlardan her biri hâl-i münferitte bulunduğu takdirde malumat-ı
mükemmele ita etmez ise de her biri maksada isal eden zincirin birer
halkasını teşkil edebilir. Buna müsâdere edilen mekâtîb, üsera-yı harbiye,
yerliler ve seyyahlar tarafından serd edilen ifadât münzam olacak olur ise
şayan-ı emniyet ve ehemmiyet malumat ve netâyic istihsal edilmiş olur.
Esna-yı harpte kendi vatanımız matbuatına ihtiyatkârâne davranmak hususu
ne kadar tavsiye edilse sezâdır. İstihsal-i havadis merakı eğerçe efkâr-ı
umumiye-i memleket nazar-ı mülahazaya alınarak büsbütün men‘ edilmez
ise de yine mümkün olduğu kadar bu yolda neşriyatı men‘e çalışmalıdır.
Birtakım adamlara istihsal ve işâ‘a-i havadis fırsatı verileceğine memleketin

211
Von der GOLTZ

kesb-i vukûf etmesinde bir be’s olmayan havadisin neşrini emin ve sadık
adamlara ihale eylemek evlâ ve uhrâdır32.
Kral Frederick vaktiyle ordusunun muhbirliğini kendisi der-uhde
eylediği gibi General Scharnhorst dahi kendisine şayan-ı meth ve sitayiş
kahramanlıkları ve ahval-i saire-i harbiyeyi neşr için karargâh-ı umumîde
bir ceride-i askeriyenin tesisini tavsiye eylemiş idi. Vakıa matbuata adem-i
emniyet ile bakmak kâfi olmayıp belki matbuatı devlete nafi olan yollara
sevk etmek lazımdır.
Münasebat-ı beyne’l-milel harp esnasında bile muhafaza-i vücut için
iktiza eden vesaiti bulmaya daima muvaffak olabilmiştir. Menâfi‘-i ticariyenin
kuvvet ve iktidarı ehemmiyyetini nazar-ı dikkatten dûr etmelidir. Bizim için
pek de şayan-ı memnuniyet olmayan bir darb-ı mesel Almanların para için
herşeyi yapacağını söyler. Kazanç ümidi, izalesi asla memul olunmayan
bazı müşkülata galebe eder. Âlem-i ticaretin daima malumat-ı hususiye-i
mükemmele almakta olduğuna tamamıyla vâkıf olan Napolyon Bonapart,
teşebbüs eylediği seferden evvel 1806 senesi Eylülünün üçüncü günü Erkân-ı
Harbiyesi Reisi Mareşal Berthier’e Rusya’daki ahvali anlamak için Augsburg
ve Nuremberg şehirleri tüccarına Rusya’dan vârid olan mektupları tutup
açmasını emreylemiştir. Telgraf ise her nev‘ muhaberâta, evâ’ilde tasavvur
olunduğundan ziyade, teshilât vermekte ve dolaşık yollardan muharebe
mahzurunu tamamıyla izale etmektedir.
1871 senesi şubatının birinci günü General Von Manteuffel, Pontarlier
tarîkiyle Jura cibâline ricat eden Şark Ordusu’nun dümdarıyla şiddetli bir
muharebe üzere iken o gün öğleden evvel İsviçre Hükûmeti tarafından
Berlin’de mukim sefirine keşîde edilen bir telgrafname ile Fransız Ordusu’nun
İsviçre arazisine tecavüz ve iltica eylediği bildirilmiştir. Mezkûr telgrafname
meali derhâl General Von Manteuffel’in Dampierre 33 civarında kâin La Barre
mevkiindeki karargâh-ı sabıkına işar olunmuş ise de müşârun-ileyhi orada
bulamadığından menzil postası vesâtatıyla ve buz tutmuş yollardan on iki
mil mesafede olup karargâh-ı umumî-i cedit ittihaz edilen Pontarlier’ye
gönderilmiş ve mezkûr telgrafname şubatın ikinci gecesi mahall-i mezkûra
vasıl olmuştur.

32 Miralay Blume Sevkülceyş kitabının 126’ncı sahifesinde der ki : “Yek-diğerine zıt


birtakım menâfi‘i muvazenette tutmak için en âlâ vasıta erkân-ı harbiye heyet-i umumi-
yesinin düşmandan saklamak istemediği havadisi bir suret-i muntazamada olarak
neşretmesidir.”
33 Besançon şehrinin cihet-i cenubî-i garbîsindedir.

212
Millet-i Müselleha

İşte bu telgrafname düşmanın terk-i muharebe eylediğine birinci


bir tasdikname-i resmî idi. Hâlbuki gecenin yarısına kadar yaylım ateşi ve
topların sedası dağlar ve vadilerde aks-endâz olmakta ber-devam idi. Bu
vechle birçok haberler bî-taraf memleketler içinden mürur ederek dârü’l-
harekâta vasıl olmuştur. Memâlik-i hariciyede ve dârü’l-harekâttan ba‘îd
bulunan sefaret ve şehbenderhaneler bu vechle vatanlarına büyük hizmetler
eda edebilirler. Binâberîn beyne’l-milel teati olunan muhaberât-ı telgrafiyeyi
dikkat ile teftiş etmelidir.
Bir dârü’l-harekât dâhilinde bazan düşmanın telgraf muhaberâtından
dahi istifade olunabilir. Loire Seferi esnasında bazı delâ’ilden Fransız fen
memurlarının Alman hatlarına birtakım aletler rabt ile Alman hatları
vesâtatıyla vuku bulan muhaberâtı kıraat eyledikleri anlaşılmış olduğundan
biraz sonra Almanlar dahi aynı vasıtayı kemâl-i muvaffakiyet ile istimal
etmişlerdir. Mesela balon ile istikşafat, balon postası, ayna telgrafı, tahtü’l-
arz telgraf, güvercin postası, köpek postası, suya salıverilen şişeler vesaire
gibi daha sanatlı vasıtalar istimali sahra muharebesinden ziyade muhasara
muharebelerinde vukua gelmektedir. Sahra muharebesi ilerde dahi bu
misillü vesaiti istimale vakit ve fırsat vermeyecek derecede müteharrik
bulunacağından ancak harekâta bir fasıla verildiği veya bir mütareke
akdolunduğu zamanlarda bu misillü vesaite müracaat mümkün olacaktır.
Kendi ordumuz dâhilinde bir askerî muhabir heyetinin tesisi dahi
şayan-ı ehemmiyet bir maddedir. Çünkü bazı kere bir hâl olur ki kıtaat-ı
askeriyede ahval-i düşmana dair bir fikr-i mükemmel hâsıl edecek malumat-ı
mütenevvia mevcut iken başkumandan en lazım olan malumattan mahrum
kalmış bulunur.
Ondan başka kıtaat-ı askeriye zabitanı için gördükleri şeyin makam-ı
bâlâda şayan-ı ehemmiyet olup olmadığını kestirmek pek müşkül olur. Bir
de ekseriya kıtaat-ı askeriye zabitanı, başkumandanın herşeye vâkıf olduğu
fikr-i vâhîsine zâhib olarak, kendisinin ihbar edeceği şeyi kumandanın
menâbi‘-i saireden çoktan öğrenmiş olduğunu zanneder. Doğrudan doğruya
ihbar-ı ahvale memur olmayanlarda ise daima bir nev‘ ihtiraz ve harîs-i ikbal
olmak ile itham edilmek vâhimesi ihbarata mâni bulunur.
Ondan başka zaten herkes kendi nefsiyle ve kendi daire-i vazifesiyle
meşgul bulunacağından kendisine vârid olan haberlerden derhâl kendisi
istifadeye müsâra‘atla ihbar-ı mezkûreyi mâ-fevkine işar eylemeyi ferâmuş
eder. Ahval-i harbiye ne kadar şedit olur ise ihbarat dahi o nispette az

213
Von der GOLTZ

bulunur. Çünkü ihbarat için kimse de vakit olmaz. Tarih-i harpte pek çok
vakalar zikrolunur ki vekâyi‘-i mezkûre esnasında başkumandan maiyetinde
bulunan kumandanların işarâtına şediden muntazır olmuş iken hiçbir gûna
malumat ahzına muvaffak olamamış ve hâlbuki kumandanların cümlesi
malumat-ı lazımeye mâlik bulunmuş oldukları hâlde onları işar etmeye vakit
bulamamışlardır.

Hâsılı “her kumandan muhtaç olduğu malumatın istihsaline bizzat


kendisi gayret etmelidir.” sözü bir kaide hükmünde tutulabilir. Lâkin bununla
her kumandanın kendi tarafından düşmana kadar tecessüs kolları ve
zabitler izam etmesi lazım geleceği anlaşılmasın. Kendisi yalnız sairlerinden
mütevârid malumattan hüsn-i istifade etmek yolunu bilmelidir. Binaenaleyh
hey’ât ve kıtaat-ı muhtelife beyninde tesis edilen vesait-i muhaberenin
hüsn-i ibkâ ve idamesine sarf-ı gayret etmelidir. Başkumandan daima
erkân-ı harbiyesi zabitanından bazılarını kolordular nezdine ve kolordu
kumandanları dahi kendi taraflarından yine birtakım zabitleri pişdarlar, ileri
karakolları ve ileride bulunan süvarinin yanına izam etmelidir. Başkumandan
ile erkân-ı harbiye reisi vekâyi‘-i harbiye ilcâsıyla endişe içinde bulundukları
esnada istihbarat makinesi düçar-ı atalet olmamak için işbu hizmete ayrıca
bir zabitin memur edilmesi lazım geleceğini bâlâda mufassalan beyan
olunmuştur.

Münferit ve münfasıl haberler muvaffakiyet istihsaline kâfi olmayıp


istihsal-i muvaffakiyet ekseriya birçok haberleri birleştirerek onlardan
hüsn-i istifade hususuna tabi bulunur.

Vakıa vârid olan haberleri birleştirerek mukayese etmek ve onları


nazar-ı tetkikten geçirmek müşkül bir meseledir. Safî altın taneleri ekseriya
cesim kum yığınları içinde bulunur. İstihbarat hizmeti fevkalade bir ceht ve
gayrete muhtaçtır. Metz Kalesi’ni muhasara eden ordu eline geçirdiği balon
postaları içinde ipek kâğıdından kesilmiş ufak parçalar üzerinde yazılmış
binlerce mektupları tuttuğu zaman vehle-i ûlâda mekâtîb-i mezkûrenin
şayan-ı ehemmiyet olarak hiçbir şeyi havi bulunmadıkları zannolunmuş
idi. Mekâtîb-i mezkûrenin irsalinden evvel cümlesinin hükûmet tarafından
nazar-ı teftişten imrar edilmiş olduğu bedihi idi. Lâkin mezkûr mektuplar
sıraya vaz‘ olunduğu ve mektupları yazanların esamisi ve mahall-i ikametleri
mukayese edildiği zaman daire-i istihkâmât dâhilinde bulunan düşman
ordugâhının şekil ve nizamına dair malumat-ı mükemmele istihsal ve
mahsurînin efkârına dair dahi netâyic-i mühimme istihraç edilmiştir.

214
Millet-i Müselleha

İstihbaratın emr-i teftişi onların hakikatini tetkik ile iktifa etmeyerek her
birini ehemmiyetlerine nazaran sıraya dahi vaz‘ eylemelidir. Sulh ve asayiş
esnasında ahval-i düşmana dair istihsal olunup beraberce getirilen malumat,
memâlik-i ecnebiyede bulunan sefaret ve konsoloshaneler vesâtatıyla bi’t-
tedric ikmal edilmekte bulunur. Ondan sonra malumat-ı mezkûre birden bire
kesilir. Onların yerine dahi gazeteler ve her nev‘ istihbarat kaim olur. Casuslar
efkâr-ı umumiyeye dair malumat verip başkumandanın tevsi-i malumatına
hizmet ettikleri gibi bazan düşmanın niyyâtına dair malumat ita ve ekseriya
mesmuatlarına bir de kendileri tarafından bazı mütalaat ilave ederler. Lâkin
kâffe-i istihbarat ancak kıtaat-ı askeriye ve hususuyla süvari tarafından
verilen malumata isnat edildiği zaman kesb-i ehemmiyet edebilir. Malumat-ı
mezkûre istihbarat-ı mütekaddimenin sıhhat veya adem-i sıhhatini tasdik
ve istihbarat-ı mezkûreye ne dereceye kadar itimat etmek lazım geleceğini
tayin eder.
Mamafih icrası en müşkül bir mesele kalıyor, bu mesele ise istihbarattan
hüsn-i suretle istifade eylemek hususudur. Tarih-i harp ekseriya bize en
mühim olanlarını nakil ve hikâye etmektedir. Fakat insan istihbarat-ı
mezkûrenin muharebede muhat bulundukları heyecanları der-hatır
etmeyerek mütalaa edecek olur ise sehv ve hatanın nasıl irtikap edilebilmiş
olmasına âdeta istiğrâb eder.
Lâkin o sırada vârid olan birçok yanlış, karışık ve müphem haberler
hatıra getirilir ise bütün bu karışıklığın içinden doğruyu tefrik etmek ne
kadar müşkül olduğu suhuletle anlaşılır. Başkumandan, vârid olan haberlerin
karışıklığı arasında bir karar vermek ister ise mutlaka ihtimalât kanununa
rabt-ı fikir eylemesi iktiza eder. Düşman tarafında hâl ve maslahata muvafık bir
hareketin vücudunu dahi farz ve tasavvur etmelidir. Lâkin zâhirde muhakkak
görünen ihtimalâta itikatta musirren sebat ve ihtimalât-ı mezkûrenin aksini
ispat eden delâ’il ve hâlâta atf-ı nazar-ı ehemmiyet etmekte inat edecek olur
ise yine yanlış fikirlere zâhib ve birçok sehv ve hataları mürtekip olmuş olur.
Harpte evvelce gayr-i muhtemel zannolunan hâlât ve vukuatın pek çok zuhur
eylediği görülmüştür. Binaenaleyh hâlât ve vukuat-ı mezkûreyi muhtemel
addederek onları asla nazar-ı dikkatten dûr etmemeli ve şayet onları tasdik
edecek alamet tekessür edecek olur ise onların vuku bulacağına âdeta itikat
eylemelidir. Binâberîn muvafık-ı maslahat bir netice istihraç edilinceye kadar
bir taraftan fikrin sebatı ve diğer taraftan elastisitesi bulunmak iktiza eder.
Fakat bunlardan birinin diğerine ne zaman galebe etmesi lazım geleceğine
dair kavaid-i muayyene beyan olunamaz.

215
Von der GOLTZ

Başkumandan olan zat herşeyden evvel kendisince bir kanaat hâsıl


ederek alâ’im-i saire zuhur ile tevlit edecekleri tereddüt ve şüphe kanaat-i
mezkûreye galebe ettikçe yani ondan daha âlâ bir karar ve kanaat hâsıl
olmayınca ondan asla vazgeçmemelidir.

Düşmanın havass-ı milliyesi, düşman ordusunu kumanda eden zatın hâl


ve şânı ve o anda düşman ordusunda hükmü mefrûz olan efkâr-ı umumiye
ve daha sairenin cümlesi nazar-ı dikkat ve ehemmiyyete alınmaya şayan
şeylerdir. Çünkü onlar daima kendi nüfuzlarını icradan asla hâlî kalmazlar.
Bin türlü şeyleri tefekkür etmek lazım olmakla beraber yine mukarreratta
tereddüt etmemek icap eder. Tecrübe ve muamelat yanında bir de hutût
ve zevâyâdan bir tasvir vücuda getiren kuvve-i muhayyilenin ve havass-ı
insaniyeye kesb-i vukûf eden bir şiddet-i nazarın dahi lüzumu vardır.
Bir tabip teşhis-i emrâzı hastanın ahval-i umumiye-i bedeniye ve
ruhiyesinden istinbât ederek alâ’im-i münferideden istihraç etmediği gibi,
başkumandan olan zat dahi ahval-i düşmana dair olan kâffe-i alâ’imden bir
fikr-i mahsus istihracına muktedir olmalıdır. Bu babda fevkalade bir istidat
fıtrî bir şey olarak tahsil ve tecrübe nazar-ı askerîyi terviç edebilir ise de
hiçbir vakit onu vücuda getiremez.

216
Altıncı Fasıl
Yürüyüşler, Seyahatler ve Konaklara Yerleşmek

“Uzanmış ve aralıkları açılmış sıralar ile ve kol nizamı üzere dağ ve vadileri
aşarak ormandan geçen eğri, büğrü caddeyi takip ettiğimiz ve mûsîka ve şarkı
sedası havayı istila eylediği esnada kalbim inbisâta gelerek meserretli ümit ve
hülyalar ile memlû bulunur. Vakıa yürüyüş üzere bulunan bir asker kolunun
manzara-i müruru hakikaten insana gayet latif bir surette tesir eder. Fakat
bunda resm-i geçitlerimizden bahsetmiyoruz. Burada nazara isabet eden şey
resm-i geçitlerde olduğu gibi, dimdik saflar olmayıp aralıkları açık sıralardan
mürettep bulunan kol dâhilindeki efrattan her biri havass-ı mahsusasıyla
meşhut ve sükûnetle ileriye doğru hareket eden kol dâhilinde hayatın ali ve
mütenevvi birer manzarası nümâyân olur. Her nefer taze ormanın yeşil
ağaçları arasında elbisesiyle şaşaa-nisâr olur ve nefer gözden nihan olduktan
sonra dahi silahı vadinin kenarlarından büyük bir irtifaa kadar terfi edip de
uzak mesafede bulunanlara bir ordunun hareket-i mestûresini ilam eden bir
toz bulutu arasından parlar. Hatta silah ve ağırlığıyla beraber dağ ve tepeleri
aşan kolların ettikleri gayret neticesi olan yorgunluk bile tasvirin hüsn-i
manzarasına başka bir letafet ilave eder. Yalnız küçük bir kıt‘a-i askeriye
efradının bir araya toplanarak uzun ve zahmetli bir seyahate teşebbüs
etmeleri ve nihayette binlerce muhatarâtı câmi‘ bulunan dârü’l-harekâta vasıl
olmaları ve cümlesinin bir fikr-i mukaddese tebaiyet eylemeleri mülahazası bu
manzaraya kalbimizi fevkalade müteessir kılan bir suret vermektedir.”
İşte General Clausewitz bir asker yürüyüşünü genç yaşında yazdığı bir
mektupta ber-vech-i bâlâ tarif ve tavsif etmiştir ki kendisi gibi hissetmeye
muktedir olanların tarif-i mezkûrun letafet ve hakikatini tasdik edeceğinde
şüphe yoktur.
Hissiyat-ı şairâne ile memlû bir kalp bile güzel bir mûsîka havasıyla bir
köy veya kasaba dâhilinden parlak asker kollarının mürurunu ve ahalinin
onları temaşa için pencerelere koştuğunu ve bir büyük kalabalığın sokaklarda
içtima ile geçen bir askeri bir muhabbet ve meserret ile alkışladığını görür ise
mutlaka müteessir olur. Kalb-i beşerdeki heves-i seyahat uyanarak nazar-ı

217
Von der GOLTZ

temaşa önünde yeniden yeniye arz-ı vücut eden memleketler dahi kuvve-i
muhayyileyi tahrik eder. Çünkü gençlikte mahal ve mekan ve suret-i maişet
memnuniyetle değiştirilir.
Lâkin bir yürüyüş gününde böyle meserretli fasılalar pek nadir
olduğundan böyle onunla letafetini insan güzel bir ata binip de kolların yan
tarafı hizasında oynatarak gittiği zaman sıralar arasına girerek mâşiyen
süründüğü vakitten daha iyi his ve takdir edebilir.
Büyük ordu aksamının yürüyüş hareketinde atalet ve yorgunluk
havass-ı tabiîyeden madûddur. Mûsîkanın sedası münkati‘ olduğu zaman
efrad-ı askeriyeye takarrüp edilecek olur ise bunların farkına varılır. Yoksa
Clausewitz’in bulunduğu mesafeden bunları görmek mümkün olamaz.
Burada bir biçare nefer sırtında ağır bir çanta olduğu ve tüfeğini omuzuna
atmış bulunduğu hâlde geride kalmamak için var kuvvetini sarfeder. Biz bile
kendisine baktığımız vakit ayağını vuran çizmenin kendisine verdiği zahmet
ve ızdırabı der-hatır ederek bilâ ihtiyar ayağımızda bir sızı hissederiz. Orada
diğer birini görürüz ki alnından su gibi ter akar ve çehresinin gerilmiş olan
hutûtu bitap kaldığını irâ’e eder. Vakt be-vakt bitap kalan neferattan birisi
yolun kenarına getirilir ve biçare orada bayılarak yığılır kalır. Saatten saate
kolun yürüyüşü gittikçe ağırlık peyda ederek insan, bârgîr ve arabalar
artık göz ve ağız açmaya müsaade etmeyen bir toz ile mestûr bulunur.
Şems merhametsiz bir hâlde şu‘â‘ât-ı hareretini mütemadiyen yolun yan
tarafında bulunan cebel sırtlarına isal ettiğinden oralardan münakis olan
şu‘â‘ât tahammül olunamaz bir hararet husule getirir. Yalnız kolun baş
tarafı daha biraz ciyâdet ile ilerilemekte olarak kolbaşının gerisine doğru ne
kadar gidilir ise o nispette insan ve hayvanların yorgunluğa dayanmayarak
âdeta sürünmek kabîlinden yürüdükleri görülür. Burada şarkı sedası dahi
işitilmez. Yürüyüş kolu ne kadar uzun olur, yanında top ve ağır esbâb-ı
nakliye ne kadar ziyade bulunur ise hareket o nispette ağırlık peyda, fasıla o
derecede ziyade zuhur eder ve bilâ ihtiyar teveffuklar husule gelir. Yürüyüş
kolunu teşkil eden askerin miktarı ne derecede az olur ise yürüyüşte suhulet
ve rahat o nispette tezâyüd eder ve ileriye daha süratle gidilir.
Harp ve seferi yalnız ders kitaplarında mütalaa etmiş olan bir
kumandanın fikri ve kuvve-i muhayyilesi büyük yürüyüş kollarının
hareketindeki ağırlığı anlamaya her şeyden ziyade muhtaçtır. Çünkü öyle bir
kumandan fikrinde ve harita üzerinde serian verdiği bir karar mûcebince
yürüyüş kollarını hiçbir fasıla zuhur etmeksizin oraya buraya sevk eder. Onları

218
Millet-i Müselleha

mühim noktalar üzerine isal ve nukât-ı mezkûreyi düşmanın vürudundan


evvel ihraz ve nizam-ı harp ahz ettirerek düşmana taarruz eyler. Lâkin bu
tasvir-i muhayyeli bir kerede saha-i hakikate nakledecek olur isek o zaman
fiilin, fikri öyle memnuniyet ile takip etmediğini ve fikirden daima geride
kaldığını görürüz.
Yürüyüş kolları insanın bütün sabır ve şevkini ifnâ ettirecek bir ağırlık
ile ilerlemekte ve arzu olunan hedefe düşmandan evvel vasıl olamamak
tehlikesinin her dakikada tezâyüd eylediğini zannettirmekte bulunur.
İnsan düşmanı maiyetindeki askeri gördüğü gibi göremeyeceğinden,
hayalhanesinde düşmana daima kanatlar vererek onun devlere mahsus
cesim hatveler ile ileriye doğru koşmakta olduğunu tasavvur eder.
O zaman yürüyüş emrinin geç verilmiş ve kat‘ı lazım gelen mesafenin
ehemmiyeti layıkıyla takdir edilmemiş olduğu tahakkuk eder. Lâkin
tecrübesiz kumandanın kalbinde bu sırada alev-rîz-i iştigal olan sabırsızlık
ateşi o külliyetli cemiyetin kalbine dahi ilkâ edecek hiçbir vasıta bulunamaz.
Büyük bir ağırlık yüklenmiş olan silah-endâz, bârgîrin üstünden ve yüksekten
kendisine nutuk irat eden kimseye bir nazar-ı bî-kaydî ile bakar ve onun
doğrudan doğruya nazarı altında bulunduğu esnada yürüyüşüne biraz sürat
verir ise de kumandanının nazarından kaybolduktan sonra yine evvelki gibi
ağır ağır yürümeye başlar. Çünkü bu misillü tahrikât ve teşvikâtın cümlesine
havale-i sem‘-i itibar ederek zabitin her teşviki üzerine yürüyüşünü tesri
edecek olur ise kuvvetini pek çabuk ifnâ etmiş olacağını bi’t-tecrübe bilir.
Bütün bu cesim heyeti kaplumbağa yürüyüşünden vazgeçirmek pek müşkül
bir keyfiyet olarak yalnız topların seda-yı dehşet-fezası – onu istimâ‘ eden
asker iyi bir asker olacak olur ise – hatveyi tesri edebilir.
Yürüyüş süratinde görülen ihtilafât ziyadesiyle şayan-ı dikkat ve
mütalaadır. İşbu ihtilafâtı her vakit askerin milliyet veya tabiatına isnat etmek
caiz olamaz. İki veya üç milden ibaret bir mesafeyi kat‘ için icra edilecek
bir yürüyüş harita üzerinde pek ehemmiyetsiz görüldüğü hâlde hakikatte
kuva-yı bedeniyeyi ifnâ edercesine yorgunluk îrâs etmekle beraber, diğer bir
vakitte dahi bu mesafenin iki misli kat‘ olunur da hiçbir mahzur ve mazarrat
görülmez. Bu babda ise rüzgar, hava, yollar, askerin ahval-i dâhiliyesi, harekât
ve vekâyi‘-i maziyenin tesir-i mu’ahharı34 ve ahval-i harbiyenin cümlesinden

34 Mesela Almanların İkinci Ordusu’nun Metz’den Loire’a doğru icra eylediği yürüyüşte
vekâyi‘-i maziyenin tesir-i mu’ahharı müşahade olunmuştur. Her ne kadar bu hareket
esnasında icra olunan yürüyüşler pek büyük olmayıp hava latif ve yollar muntazam
bulunmuş ise de yine yürüyüşte birçok vakit zayi olduğu görülmüştür. Çünkü yürüyüş

219
Von der GOLTZ

ziyade işbu yürüyüşlerde elzem olan meleke ve nihayet yürüyüşü talep eden
kumandanın nüfuzu büyük bir tesir-i icra eder sebeplerdir. Üç mil mesafeyi
kat‘ etmek bir günlük iş olup asker işbu mesafeyi hâlât-ı adiyede altı ve hâlât-ı
fevkalade arasında dahi sekiz veya on saat zarfında kat‘ edebilir.
Mamafih Napolyon Bonapart’ın St. Bernard’tan icra eylediği geçit
hareketi esnasında günde tıpkı o kadar mesafeyi dağlık bir araziden kat‘
etmek ve hem de bu yürüyüşe yek-diğerini müteakip tamam yedi gün devam
etmek üzere bir yürüyüş icra ettirdiğini görmekteyiz.
Yürüyüşe müsait arazi üzerinde günde beş altı veya yedi mil mesafe kat‘
etmek Napolyon indinde fevkalade şeylerden değil idi.
1806 senesinde Mareşal Murat süvarisiyle Prusyalıları takip eylediği
zaman haftalarca günde dörder Alman mili mesafeden ziyade kat‘ etmiştir35.
Esfâr-ı cedidede bazı münferit günlerde bu misillü ve bundan daha
mühim yürüyüşler pek çok defalar icra olunmuştur.
1870 senesi Kanunuevvelinin 16’ıncı günü öğleden sonra Almanların
Dokuzuncu Kolordusu Blois ile Vendom arasında kâin La Chapelle Vondomise
civarında harekete hazır bulunuyor idi.
Almanların Loir üzerindeki mevzilerinin tehdit altında bulunduğu
haberi vârid olmakla her ne kadar asker La Chapelle civarına vasıl oluncaya
kadar iki Alman mili kat‘ etmiş ve orada saatlerce yağmur altında ve çamurlu
tarlalarda kalmış ise de yine Prens Frederick Charles, zulmet-i leylin
hululüyle beraber mezkûr kolorduyu dokuz Alman mili mesafede bulunan
Orleans istikametinde hareket ettirmiştir. Orleans’a isal eden yollar gayet
fena ve üzerleri yeniden getirilen taş yığınlarıyla mestûr bulunduğu gibi,
İkinci Ordu’yu takip üzere bulunarak yolda tesadüf edilen arabalar dahi
ileriye harekete hayli mâni olmuş iken yine kolordu zayiat-ı mühimmeye
düçar olmaksızın ertesi günü öğle vakti Orleans’a vasıl olmuştur. Binâberîn

üzere bulunan kıtaat-ı askeriyenin cümlesi Metz Kalesi’nin tesliminden evvel pek çok
meşâkk ve metâ‘ibe düçar olmuş ve hayli zahmet ve zaruret çekmişler idi. Mu’ahharen
icra olunan yürüyüşler her ne kadar daha ziyade mucib-i ta‘ab ve meşakkat bulunmuş ise
de efrad-ı askeriye biraz istirahat etmiş ve meşiyyete tekrar alışmış olduklarından evvelki
kadar zayiat verilmeyerek yürüyüşe devam olunmuştur.
35 Mareşal Murat iptida Jena Muharebesi meydanından General Hohenlohe’yi
Prenzlau’ya ve ba‘dehû General Blucher’i Lübeck’e kadar takip etmiş ve ondan sonra
Posen tarîkiyle Varşova’ya azimet ve şehr-i mezkûru zabt ve işgal eylemiştir. Müşârun-
ileyh birçok mâh zarfında 188 Alman mili mesafe kat‘ etmiştir.

220
Millet-i Müselleha

mezkûr ordu 10 ½ - 11 Alman mili mesafeyi 33-36 saat zarfında kat‘ etmiş
idi. Lâkin bu zaman içinde gece istirahatı ve La Chapelle’de edilen tevakkuf
dahi dâhildir. Yürüyüşte beraber bulunmuş olan bir tabur yürüyüş esnasında
hiçbir nefer zayi etmediğinden dolayı müftehir bulunmuş ve 4000 bârgîrden
yalnız 13 bârgîr telef olmuş idi36.

Bundan âlâ bir yürüyüş hemen hiçbir vakit icra olunmamıştır. General
Suwarow 1799 senesi Haziran’ında Alexandria civarından kıyam ederek
Tidone’ya kadar gitmiş ve 36 saat zarfında 11 Alman mili mesafe kat‘
eylemişdir. Mareşal Junot 1808 senesinde Lizbon’a doğru icra eylediği seferde
Salamanca’dan kıyam ederek Ciudad Rodrigo tarîkiyle Alcantara geçmiş ve
35 Alman milinden ibaret bulunan bir mesafeyi beş yürüyüşte kat‘ eylemiştir.
Lizbon’a olan hareketine dahi aynıyla devam etmiş ise de ordusu meşâkk
ve metâ‘ibe tahammül edemeyerek zayiat-ı külliyeye düçar ve binaenaleyh
perişan olmuştur. Ezmine-i atîka ahval-i harbiyesinden misaller intihap ve
zikrinden sarf-ı nazar ederiz. Çünkü ahval-i mezkûre hakkında bize kadar
vasıl olan nakliyat-ı mu’ahazât cedide-i tarihiyeye mukavemet edemez.

Zaten yürüyüşlerde vasatî bir miktar mesafenin kat‘ edilmesi imkanına


istinat edildiği zaman ne kadar sehvler irtikap edilebileceğini ispat için
bâlâdaki misaller dahi kifayet eder. Çünkü saha-i la‘b pek vasi bulunmaktadır.

36 1870 senesi Teşrinisanisinin 4’üncü gününden 16’ncı gününe kadar piyade On


Dördüncü Alayı dahi Metz’den Paris’e doğru şayan-ı ehemmiyet bir yürüyüş icra etmiştir.
İşbu alayı İkinci Kolordu’nun kısm-ı azamı şimendifer ile naklolunan nakliye topçu ve-
saire kolları refakatinde bulunup 13 gün zarfında 42 Alman mili mesafe kat‘ eylemiştir.
Mezkûr alayın kuvve-i mecmuası 2.547 neferden ibaret bulunmuş iken bütün bu müddet
esnasında hasta vesaire olarak vuku bulan zayiatı 126 neferden ibaret bulunmuştur. Bu-
nunla beraber mezkûr alayın ağustosun 18’inci gününden beri Metz pîşgâhında bulunmuş
ve yürüyüş için lazım gelen melekeyi hemen kaybetmiş olduğunu nazar-ı dikkat ve müla-
hazaya almalıdır.

Almanların Onuncu Kolordusu Vionville Muharebesi meydanına vasıl olmak için


ağustosun 16’ncı günü 5 ve İkinci Kolordu Gravelotte Muharebesi meydanına vasıl ol-
mak için dahi Ağustosun 18’ inci günü 5-6 Alman mili mesafe kat‘ eylemiştir. 18’inci Pi-
yade Fırkası 1871 senesi Kanunusanisinin 26’ncı günü Le Mans’dan Orleans’a doğru icra
eylediği yürüyüş esnasında St.Calais’den Moree’ye kadar beş buçuk Alman mili kat‘ eylediği
gibi, Jura Seferi esnasında dahi İkinci Kolordu’nun topçu kolu On Dördüncü bölüğüyle be-
raber 1871 senesi Kanunusanisinin 29’uncu günü gayet derin bir kar üstünden yürüyerek
Poligny’den Champognole tarîkiyle Nozeroy’a azimet etmiş ve öyle karlı havada bir cebel
silsilesi aşarak 5 ½ Alman mili mesafe kat‘ eylemiştir. Bunun gibi daha birçok misaller zikr
ve iradı mümkündür.

221
Von der GOLTZ

Daha iyi yürüyüş icra eden bir ordunun hasmına ne kadar tefevvuk
edeceği, mezkûr ordu kumandanının düşmandan daha evvel asâkir-i külliye
cem‘ ile taarruz edebileceği hususuyla dahi müspettir. İşte “düşmanı çizme
ile dövmeli” darb-ı meselinin manası budur. Muharebe esnasında vaktinde
yetişmiş cüzî bir muavenet pek büyük işler görebilir. Lâkin müşkül bir
yürüyüşün uzun müddeti esnasında bu mümkün olamaz. Yorulmuş ve
bitap kalmış bir yürüyüş kolunun tedâbîr-i cebriyye ve zecriyye istimaliyle
dahi ileriye götürülmesi pek müşkül olur. Bir kerre birkaç yüz nefer yolun
kenarında olan hendeklere yattı mı, artık mucâzât etmek imkânı kalkmış
olacağı gibi, geriye yürümek istemeyenler için dahi düşüp geriye kalmakta
bir muhatara olmaz. Zor bir yürüyüş icrasına mübaşeret eden bir askerin
iyiliğine, fenalığına geride bıraktığı döküntünün az veya çok olmasına
nazaran pek doğru olarak hükmedilebilir.

Bir askerin zabt u rabt-ı askerîsi yürüyüşte gösterdiği gayret ile


anlaşılabilir. Efrattan her birinin gösterecekleri gayretin ne derecede icra-
yı tesir edebileceği birçok misaller ile müspet olarak hakikatte iyi olmayan
orduların birkaç mağlubiyete düçar olduktan sonra yürüyüşlerde şayan-ı
hayret bir gayret ve sürat peyda eyledikleri pek çok defalar görülmüştür. Bu
misillü hâlâtta takip üzere bulunan düşman korkusu ve muhafaza-i hayat
hiss-i tabiîsi efrad-ı askeriyeden her birinin derece-i tahammül ve sebatını
tezyit ve bu vechle bütün ordunun gayret ve metanetini fevkalade âlâ eder.

Efrad-ı askeriyeyi sulh ve asayiş zamanında fakat muvafık-ı maslahat


bir surette olmak üzere meşiyyete alıştırmak iktiza eder. Zaten hizmet-i
umumiyesi kemâl-i gayret ve itina ile ifa olunan ordularda işbu meşiyyet
talimi kesretle icra olunmakta bulunan hidemât-ı seferiye ameliyatı ve
talim ve nişan mahallerine vuku bulan azimetler sırasında kendi kendine
icra edilmekte bulunur. Mamafih mücerred efrad-ı askeriyeyi meşiyyete
alıştırmak için büyücek mesafeler kat‘ etmek üzere icrası iktiza eden
yürüyüşlerden asla sarf-ı nazar olunmamalıdır.

Vakıa sulh ve asayiş zamanında elimizde bulunan efrad-ı askeriyenin aynı


harp esnasında elde bulunmaması millî ordularımız tensikatı iktizasından
ise de yine askeri meşâkk-ı meşiyyete alıştırmanın bir faydası olmadığı
hakkındaki müdde‘âyı asla haklı gösteremez. Her ne kadar istibdal olarak
maişet-i sâbıkasına avdet eden bir nefer bir dereceye kadar makine gibi
öğrendiği ef‘âl-i ameliye iktidarını kaybedebilir ise de uzun ve meşakkatli
yürüyüşlerin yâd-dâştını daima muhafaza eder. Evvelden fevkalade bir

222
Millet-i Müselleha

şey olmadığı bi’t-tecrübe öğrenilmiş olan bir ta‘b ve meşakkate tahammül


etmek büsbütün hâli meçhul bir zahmete dayanmaktan daha kolaydır. Sulh
ve asayiş zamanında güç ameliyatlardan ve uzun yürüyüşlerden büsbütün
feragat edilecek olur ise ordu tabiat-ı beşerin bir zarar görmeksizin ne kadar
zahmet ve meşakkate tahammül edebileceği hakkındaki mikyas-ı tabiîyi
büsbütün unutmuş olur. Binaenaleyh ordudan edilecek matlubât seneden
seneye tenkîs edilir.
Zabitan ve neferat yavaş yavaş vasat derecede bir zahmeti fevkalade bir
şey nazarıyla görmeye alışıp nihayette ehemmiyetsiz bir işe, failine mucip
olacağı cüzî bir zahmetten dolayı fevkalade nazarıyla bakmaya başlanır.
Mesela mevsim-i sayf ortasında icra olunan zahmetli hidemât-ı seferiye
ameliyatı esnasında şayan-ı teessüf bir vaka zuhur ettiği ve genç bir asker
güneş çarpması veyahut meşâkk-ı meşiyyet tesiriyle fevt olduğu zaman, pek
çok kimseler bu misillü zahmetli ameliyatın külliyen ilgası zımnında ref‘-i
seda-yı kıyam ederler de her neferi tecrübekâr etmek ne kadar lazım bir
şey olduğunu asla der-hatır etmezler. Tecrübe, efrad-ı askeriyeyi mutlakü’l-
zuhur olan meşâkk-ı seferiyeye karşı henüz acemi olduğu zamana nispeten
pek büyük bir cesaretle sevk eder. Ve onları her nev‘ mezâhime daha ziyade
mütehammil kılar. Şayet sulh ve asayiş zamanında “şayan-ı teessüf bir
vakaya” sebebiyet verebilecek her nev‘ umur ve teşebbüsattan sarf-ı nazar
edilir ise orduya karşı pek büyük bir merhametsizlik gösterilmiş olur. Çünkü
bu suretle ordu zayıf ve meşâkk-ı seferiyeye gayr-i mütehammil bir hâle
getirilmiş olacağından, metâ‘ib-i sefer içinde zayiat iki kat tezâyüd eder.
Evâ’ilde içtima zımnında icra olunan ve efrad-ı askeriyeyi meşiyyete
alıştırmak için pek güzel bir fırsat ita eden harekât-ı harbiye-i mütekaddime
bugünkü günde mevcut değildir. Ekseriya şimendifer istasyonlarından
doğruca düşman üzerine gidilmektedir. Binaenaleyh harekât-ı harbiyeye
mübaşeret etmezden evvel askeri meşiyyete alıştırmak için ne vakit ne de
fırsat olduğundan, bidayette askerden edilecek matlubât pek mühim olmaz.
Almanların Dokuzuncu Kolordusu ağustos ayında Palatinate (Pfalz) Kıt‘ası
dâhilinde icra eylediği büyük yürüyüşü – ki bâlâda zikri geçmişti – harekât-ı
seferiyenin bidayeti zamanında icra etmiş olsa idi kuvve-i mevcudesinin
sülüsünü ve belki de nısfını kaybetmiş olur idi.
Yürüyüşleri hüsn-i suretle tanzim etmenin ehemmiyeti tabiîdir. Lâkin
yürüyüş hakkındaki tertibatın teferruat ve tafsilatına girişmek bizi pek
uzağa sevk eder. Zaten bizim buradaki maksadımız ancak yürüyüşlerin

223
Von der GOLTZ

harekât-ı cesimede olan nüfuz ve tesirini bir suret-i umumiyede beyan ve


izah etmektir37.
Yürüyüş esnasında neferât-ı askeriye kat‘ına mecbur oldukları bir
mesafenin uzunluğundan ziyade müsellah ve sırtlarında çanta olduğu hâlde
imrâr edecekleri vaktin ziyadeliğinden yorulurlar. İyi bir piyade neferi için
günde üç, dört, beş veya altı Alman mili mesafe kat‘ etmek fevkalade bir iş
değildir. İnsan gençliğinde imtihan tatilleri zamanında dağların içerisine
doğru ettiği seyahatleri der-hatır eder ise bunu pek güzel anlar. Bir günde
mâşiyen on Alman mili mesafe kat‘ edebileceğini sâ‘îler, Arnavutlar,
İspanyollardan başka Almanların esnaf çırakları ve istibdal olmuş askerî
neferleri dahi ispat etmişlerdir. Lâkin hafif elbise ile ve serbest ve rahat
olarak yol yürümek, elbette üniforma ve silah ve çanta ile sıra dâhilinde
yürümekten daha kolay olduğundan, neferin bu tecemmülâtın sıkleti altında
ancak kat‘ına mecbur bulunduğu mesafeyi ikmal edinceye kadar kalması
iktiza eder. Her nev‘ lüzumsuz tevakkuf ve intizarlardan begâyet içtinap
olunmalıdır. Bundan birçok tertibat-ı mütenevvia neşet eder. Bir büyük
ordugâhtan hareket ve azimet edileceği zaman kolun baş tarafında hareket
edecek olan kıtaat-ı askeriye, kıtaat-ı saireden birkaç saat evvel harekete
mecbur olacağından, kıtaat-ı mezkûrenin hareketi hengâmında umum askeri
yürüyüşe müheyya kılmak bir büyük haksızlık olmuş olur. Mesela asker gece
vakti köylere dağılmış ve vaktiyle icrası mutad olduğu gibi umum askerin bir
içtima mahallinde toplanması matlup olur ise o hâlde bir kolorduda yürüyüş
kolunun nihayetinde hareket edecek olan kıtaat-ı askeriyenin beş veya altı
saat kadar mezkûr içtima mahallinde kalmaları iktiza eder idi. Binaenaleyh
kıtaat-ı mezkûrenin gece konaklarının mevki ve vaziyetine nazaran evvela
küçük küçük cemiyetler hâlinde içtima ederek bir büyük nehrin gadîrleri bi’t-
tedric cesim bir nehir hâsıl ettiği gibi, büyük caddeye isal eden yan yollardan
hareket ederek bi’t-tedric yürüyüş koluna dâhil olmaları lazımdır.
Yürüyüş tertibatında gösterilecek dikkat ve gayretin dahi askerin
ahval-i umumiyesi üzerine büyük bir tesiri vardır. Neferin fikr-i basiti indinde
“lüzumsuz” görülen her bir ta‘b ve meşakkat canını sıkar ve kendisini hiddete
getirir. Lüzumunu tasdik eylediği ta‘b ve meşakkate ise velev daha şedit olsun
kemâl-i sabır ve memnuniyet ile tahammül eder. Onun bu babdaki hissi ise
pek doğru olarak hiçbir kaide-i muayyeneye tabi değildir. Mesela, Blucher’in

37 Yürüyüş tertibatına dair malumat almak arzusunda bulunan zevata en yeni eserlerden
olan Meckel’in Tabiye’sindeki “Yürüyüşler” ünvanlı bahse müracaat etmelerini tavsiye ed-
eriz. Sahife 148-177.Miralay Blume’nin “Sevkülceyş”i ise bu yürüyüşlerin ancak harekât-ı
cesimede olan ehemmiyetinden bahsetmektedir. Sahife 81-90.

224
Millet-i Müselleha

“Düşmandan ziyade gece yürüyüşlerinden hazer etmelidir.” kavl-i meşhurunun


bu misillü daha birçok akvâl-i saire gibi mecruh bulunduğunu bâlâda işrâb
etmiş idik. Mehtapta iyi yollar üstünde asker gündüz yürüyüşündeki süratin
aynıyla hareket edebilir. Ahval-i gayr-i müsaide arasından bile iyi bir askerin
hiçbir zarar göstermeksizin gece yürüyüşleri icra eylediği pekçok vaki
olmuştur. Büyük Frederick ile Büyük Napolyon’un seferleri bu babda pek çok
misaller irâ’e eder.
Kanunusani’nin 16’ncı gecesi Dokuzuncu Kolordu dört beş mil mesafe
kat‘ etmek için zulmet-i leylin hululüyle beraber yürüyüşe başlamıştır.
General Werder’in maiyetinde bulunan askerin bu babdaki gayreti bâlâda
zikrolunmuş ve daha küçük kıtaat-ı askeriyenin yürüyüşlerde ne gibi
gayretler ibraz edebileceğini ise Binbaşı Bernard’ın maiyetinde bulunan
“Chasseurs des Vosges” avcılarıyla şimendifer köprüsünü tahrip maksadıyla
Lamarche’dan Toul civarında kâin Fontenoy’a kadar icra eylediği yürüyüş
pek güzel ispat etmiştir. Mûmâ-ileyh Bernard ekseriya tarla, orman ve
dağlardan geçmek üzere maiyetinde bulunan 1.100 nefer ile 1871 senesi
Kanunusanisinin 19’uncu gecesi gayet fena yollardan ve derin kar içinden
hareket ettiği hâlde 40 kilometre mesafe kat‘ ettikten sonra ertesi gece mola
etmiş ve düşmanın takarrübü haberini almakla 21’inci gece maiyetinde 300
nefer olduğu hâlde 35 kilometre ve 22’inci gece dahi 60 kilometre mesafe
kat‘ eylemiştir. Bundan maada mezkûr gecede köprünün muhafazasında
bulunan bir Alman müfrezesini perişan ederek uzun bir ameliyat icrasından
sonra dahi köprüyü tahrip etmiştir.
Bununla beraber, yürüyüş esnasında ve ahval-i gayr-i müsaide arasında
incimâd etmiş bulunan Moselle Nehri’ni iki defa geçmeye mecbur olmuştur.
Düşmandan ziyade korkulacak bir şey var ise oda askeri mütemadiyen
uykudan mahrum etmek keyfiyetidir ki askerin zâd u zahiresi gayr-i
mükemmel ve kat‘ edilecek mesafe cesim olur ise keyfiyet-i mezkûrenin büyük
büyük mazarratları görülür. Nitekim 1806 Seferi’nde General Blucher’in
ordusunda ma‘a-ziyadetin görülmüştür. Yine sefer-i mezkûrda L’estocgs’un
Kolordusu kış esnası olduğu hâlde pek çok gece yürüyüşleri icra ettiği hâlde
harekât-ı harbiyede olan kuvvet ve maharetini asla kaybetmemiştir. Mezkûr
kolordu şubatın 2’inci günü akşam üstünden, mâh-ı mezkûrun sekizinci
gecesine kadar olan müddet yani 5 ½ gün zarfında ekserîsi kar ile mestûr
bulunan yan yollardan, kısm-ı azamı gece yürüşüyle olmak üzere 20 Alman
mili mesafe kat‘ eylemiştir38.

38 Her nev‘ dolaşmak hareketleri ve konak ve içtima mahallerine olan azimetler bu hesapta
dâhil değildir.

225
Von der GOLTZ

Bununla beraber mezkûr kolordu şubatın sekizinci günü Eylau


muharebe-i meşhuresi meydanına azimet için bir yürüyüş icra etmiş ve
netice-i muharebenin istihsaline başlıca sebep olmuştur.

Gece yürüyüşünü el-ân âlem-i askerîde bir günah addettiren ve öteden


beri rivayât ile kalbimize nüfuz eden ihtirazın n­­­â-bemahal bulunduğunu
izah etmek iktiza eder. Esfâr-ı müstakbelede cesim ordular dar bir daire
dâhilinde hareket ve birkaç kolordu bir cadde üzerinde yürümeye mecbur
olacağından, gece yürüyüşlerine müracaat etmeksizin iş görmek mümkün
olamayacaktır.

Lâkin askerin uykusuz kalmamasına dikkat etmek her hâlde elzemdir.


Çünkü asker meşâkk ve metâ‘ib-i seferiye esnasında ona ziyadesiyle
muhtaçtır. Binaenaleyh gece yürüyüşlerinden ziyade askerin geç vakte kadar
uykusuz kalmasına sebep olan geç verilir emirlerden içtinap olunmalıdır.

Sabahleyin pek erken yürüyüşe başlamak dahi aynıyla muzırdır.


Vaktiyle sabaha yakın hareket ederek akşam olmazdan evvel mahall-i
maksûda varmak, şafaktan sonra hareket edip de akşamdan sonra dahi biraz
yürümeye mecbur olmaktan daha iyi olduğu kaide hükmünde tutulur idi.

Birinci hâlde kimsenin layıkı vechle istirahat etmemiş olduğu ve ikinci


hâlde ise konak mahalline biraz zahmet ile muvasalat ile edilmiş bulunduğu
anlaşılır39.
Yürüyüş esnasında nizam ve intizamın vikâyesi yürüyüşü teshil
ettiği cihetle vikâye-i intizam hususuna atf-ı nazar-ı ehemmiyet için
nizamsızlıkların zuhuruna muntazır olmamalıdır. Lâkin bu nizam ve intizam
hususu daima efrad-ı askeriyenin yürüyüşünü teshil maksadına mübtenî
olmalı yoksa neferata bâr olacak lüzumsuz ve vâhî birtakım tedâbîr ittihazı
asla caiz olmaz. Ağırlığın vesairenin geriden gelmesi misillü tedâbîr hâlât-ı
fevkalade arasında caiz olabilir. Lâkin bu usulü daimî olarak muhafaza
etmek mümkün değil ise onu askere asla tanıttırmamalı. Çünkü onunla asker
hissedeceği rahatı ondan mahrum kaldığı zaman kemâl-i tahassür ile der-
hatır eder.

39 Meckel, hâlât-ı fevkalade tesiri olmadıkça kıtaat-ı cesime-i askeriyeyi mevsim-i say-
fte alafranga saat altı ve mevsim-i şitâda saat sekizden evvel hareket ettirmemek lazım
geleceğini kaide olarak beyan ediyor. Çünkü münferit piyade veya süvari bölüğü veya-
hut bir batarya yürüyüşe mübaşeret etmezden evvel mensup oldukları tabur ve alay ile
birleşmeye ve ondan sonra kolordu veya fırkalarının aksam-ı cesimesine iltihaka mecbur
olduklarından bittabi daha erken davrancaklardır.

226
Millet-i Müselleha

Ders kitaplarında yürüyüş kolunun temin ve muhafazası hususuna


dair pek çok bahisler cereyan etmekte ise de hakikat-ı hâlde yürüyüş üzere
bulunan bir asker muharebeye gitmekde olduğundan ve binaenaleyh
muharebeye daima hazır bulunduğundan böyle bir muhafazaya pek az
muhtaç olur. Bu muhafazanın tabir-i sahihi “istikşaf”tır. Düşman taharrî
edilmekte ve ahvaline dair haber almaya gayret olunmakta olup ileriden
hareket eden süvari fırkalarının bu hizmeti ifaya sa‘y ettiklerini biliriz.
Hareket üzere bulunan yürüyüş kollarının ilerisinde ber-mutad bir de
sunûf-ı selâseden mürettep “pişdar” kolu hareket eder. Bununla asıl yürüyüş
kolu dâhilinde asayiş ve sükûnet temin edilmiş olur. Zira ileride pişdar
bulunmayacak olur ise kolun ilerisinde bir tüfek sedası işitilir veya bir
tevakkuf husule gelir veyahut düşmanın yakında bulunduğu haberi alınır
ise endişe ve heyecan bütün yürüyüş kolunu istila eder. Zabitan ve efrat bir
nev‘ şaşkınlığa düçar olacaklarından yürüyüşte bittabi bir tevakkuf hâsıl
olur. Hâlbuki yarım saat ileriden bir pişdar hareket edecek olur ise yürüyüş
esnasında zuhur edecek kâffe-i hâlât-ı muzırrayı bertaraf etmeye gayret
edeceğinden, yürüyüş kolunda tabiî bir hiss-i emniyet ve rahat husule gelir.
Yürüyüş kolunda bulunan asker, gayret nöbeti kendisine gelmek için evvela
pişdarın galebesine muktedir olamayacağı bir mâniye tesadüf etmesi lazım
geleceğini bilir.
Lâkin pişdar kolu zayıf bulunmalıdır. Evâ’ilde kuvve-i mevcudenin bir
sülüs veya bir rub‘unu ifraz ile pişdar teşkil etmek kaide hükmünde tutulur
idi. Fakat bu tedbir pek vâhîdir. Çünkü başkumandan olan zat bu suretle
kuvve-i umumiyesinden büyük bir kısım ayırmış ve kendi nüfuzu yanında
bir nüfuz-ı müstakil daha vücuda getirmiş olur.
Yürüyüş kolunun ilerisinden süvari fırkaları hareket ettiği zaman bile
yeni pişdar kolunun kısm-ı azamı süvariden mürettep olmalıdır. Çünkü
ileride bulunan fırkalar ile mütemadi bir muhaberede bulunmaya ve
onlardan alınan malumatı süratle yürüyüş kolu kumandanına isal etmeye
ancak süvari muktedir olabilir. (Sarp dağlarda veya sık ormanlarda ve
yollardan mahrum arazi üzerinde külliyetli süvarinin hareketine mâni olan
geçit vesairede pişdar-ı avcı münhasıran piyadeden teşkil olunur.) Bir miktar
topçuya ise daima lüzum vardır. Zira düşmanın yolumuzun üzerinde vücuda
getirdiği bir mâninin hakikaten mevâni‘-i ciddiyeden olup olmadığını ancak
topçu askeri keşfedebilir.
Bârgîrden yere inmiş ve elinde karabina ile ilerilemekte bulunmuş olan
bir süvariyi bile bir barikat arkasında veyahut bir köy veya orman kenarında

227
Von der GOLTZ

mevki almış cesur bir miktar düşman askeri pek suhuletle def‘ ve tard
edebileceği muhakkak iken topçunun iyi nişanlanmış bir iki şarapneli veya
güllesi oradaki askeri pek çabuk kaçırır. Ondan başka ilerlemekte olan bir
düşmanı tevaffuka ve hatt-ı harp açmaya mecbur edecek iktidar en ziyade
süratle gidip ileride mevki ahz eden bir bataryaya mahsustur. Pişdar kolu
pek az piyadeye muhtaçtır. Evvelleri geriden gelen kısm-ı küllî kolunun hatt-ı
harp açması emrinde icap eden vakti kazandırmak için pişdar nezdinde
külliyetli piyade bulunması lazım olduğuna itikat edilir idi. “Fakat esfâr-ı
cedide kısm-ı küllînin ekseriya ancak ilerisinde bulunan ve kuvvetçe faik bir
düşman ile uğraşmakta olan pişdara alelacele ve kısım kısım kuvve-i imdadiye
göndermek lüzumu hâsıl olmasından dolayı müddet-i matlube zarfında hatt-ı
harp açmaya muvaffak olmadığını defaat ile göstermiştir.” Bu hâl pek tabiî
idi. Pişdarın tesadüf ettiği mâninin kavî veya zayıf olduğu vehle-i ûlâda
kestirilemez. Fakat her böyle bir şüpheye düçar olduğu zaman durup nizam-ı
harp almaya teşebbüs edecek pişdar kumandanı yürüyüş kolunun hareketine
mütemadiyen mâni olmuş olacağından başka tesadüf edilen mâninin
ehemmiyetsiz olduğu tahakkuk ettiği takdirde dahi acı acı tekdire düçar olur.
Her iyi asker fevkalade ihtiraz ve mülahazadan dolayı tekdir olunmaktan ise
cüret ve cesaretten dolayı söz işitmeyi daha ziyade sever. Şayet teşebbüste
şahid-i muvaffakiyet cilve-nüma-yı zuhur olmadığı takdirde hiç olmaz ise
Kral Birinci Fransuva’ya iktifâ’en “Tout est perdu forsl’honneur” “namustan
gayri herşey kayboldu” sözünü söyleyerek müteselli olabilir. İkinci hâlde ise
bu gayr-i mümkündür.

Ondan başka harekâta mail bir orduda sefer akîbinde hiçbir vakit cüret-
perver ve mail-i teşebbüsat olup fakat bir defa büyük bir ihtiyatsızlıkta
bulunmuş olmakla ittihâm olunan bir general istifaya mecbur edilmez. Fakat
âlim ve mülahaza-perver olmakla beraber gayet muhteriz tanılan bir general
hizmetinden affedilmek muhatarasında daha ziyade bulunur. Binâberîn her
cesur pişdar kumandanının şüpheli hâllerde tereddüt göstermeyerek derhâl
taarruza karar vereceğini bilmelidir. Maiyetinde bulunan süvari ve topçudan
başka şayet yanında bir alay veyahut bütün bir liva piyade bulunacak olur
ise muharebeye girişmeye büyük bir sebep mevcut bulunmuş olur. Öyle bir
kuvvetin başında bulunduğu hâlde birkaç nefer düşman tarafından edilen
ateşe aldanarak tevakkuf etmiş veyahut düşmana güzel bir darbede bulunmak
için bir güzel fırsatı kaybetmiş yollu sözlerin aleyhinde söylendiğini kim arzu
eder? Aleyhinde öyle sözler söyletmekten ise cesaret etmek evlâdır!

228
Millet-i Müselleha

Bir muharebede henüz yalnız süvari ile topçu girişmiş bulunduğu zaman
o muharebeye nihayet vermek pek kolaydır. Bataryaların tabiye olundukları
mevki düşmandan pek uzak olduğu gibi süvari dahi mâlik olduğu sürat
sayesinde istediği zaman düşman ile temastan kurtulabilir. Lâkin bir kere
piyade askeri muharebeye girdi mi, artık ateşi kestirmek ve muharebeye
nihayet vermek müşkül bir mesele olur. Her nefere ayrı ayrı ateş kes!
kumandası vermek mümkün değildir. Bir tarafta ateş kestirildiği esnada diğer
tarafta yeniden ateşe başlanır. Civarda bulunan askerden dolayı işaret istimali
nadiren mümkün olabilir. Bizim taraf avcıları ateş kestiği yerde artık bir gûna
mukavemet görmeyen düşman hâlden istifade ile ilerlemeye çalışır ve tekrar
ateşe başlanmasına mecburiyet verir. İş kaideten her taraftan bi’t-tedric
kızışır ve kumandanlar nihayette ahvalin mecra-yı mahsusunda cereyanına
müsaade etmekten gayri çare bulamaz. Muharebeye girişmiş olan piyadenin
kuvveti ne kadar ziyade olur ise ateş kestirerek muharebeye nihayet vermek
dahi o nispette imkândan ba‘îd bulunur. Bir pişdar kumandanı bi’l-farz yalnız
bir tabur piyadeye mâlik bulunacak olur ise kendisine bir mâniye tesadüf
ettiği zaman fırka veya kolordu kumandanına icap eden kararı vermeye vakit
bırakmak için durmak daha kolay olur. Hiç kimse kendisinden ufak tefek
muharebeler etmeye muktedir ve fakat kuvvetli bir düşman karşısında âciz
olan böyle bir kuvve-i kalîle ile kendisine faik bir düşmana taarruz etmesini
talep etmez. İleriye hareket olunduğu esnada pişdarı teşkil eden süvari
fırkasıyla iki batarya ve pişdar refakatinde bulunan piyade mâniyi bertaraf
ederek ilerlemeye muktedir olmadığı yerde mâni-i mezkûru bertaraf etmek
için ciddi bir muharebeye girişmek lüzumu tahakkuk eder ve buna dahi
kısm-ı küllî kumandanı en âlâ bir karar verebilir. Mülahazât-ı meşrûhada
bir fırkada ve bir kolordu da bile ileriden hareket eden süvarinin gerisinden
pişdar olarak yalnız bir tabur piyade kâfi olacağı anlaşılır. Bu tabur pişdar
olmakla beraber ileriden hareket eden topçu bataryalarının, mezkûr
bataryalar süvari bataryası olup da süvari ile beraber hareket etmedikleri
hâlde muhafızı makamında bulunur.

Pişdara memuriyet-i mahsusa verilmiş ve onun vesâtatıyla mühim bir


noktanın istilası evvelden malum ve mukarrer bulunacak olur ise o hâlde
pişdar kuvvetinin tezyidi ve kendisinin ciddi bir muharebeye girişmeye
muktedir olacak vechle terkibi lazım geleceği bir emr-i tabiîdir.
Bizde bir fırka pişdarını üç taburdan mürettep bir alay piyade ve üç
süvari bölüğü ve bir batarya ile köprücülük edevatına mâlik bir istihkâm
bölüğü ve bir sıhhiye kolundan ve bir kolordunun pişdarını dahi altı

229
Von der GOLTZ

taburdan mürettep bir piyade livasıyla bir veya iki süvari alayı ve iki batarya
ile levazım-ı saireden teşkil etmek âdet hükmüne girmiştir40.

Ders kitapları bu misillü pişdarları numune olarak göstermekle


beraber bunların hem istikşaf ve hem de memuriyet-i mahsusa hizmetini
ifa ve icabında müstakilen muharebe etmeye muktedir bulunduklarını
beyan etmektedir. Ondan başka mezkûr pişdarın ifrazıyla yürüyüş kolunun
mevcudu tenakus ve bu suretle yürüyüşü kesb-i suhulet etmiş olur. Ve’l-
hâsıl mezkûr pişdarlara “her hâle karşı pişdar” namı verilerek buna göre
numune ittihaz edilmeleri caiz olur. Lâkin ahval-i harbiye teşkilat-ı esasiye-i
mezkûrenin daimî surette bir hâlde kalmasına ve misal-i mezkûrdan inhiraf
edilmemesine müsaade edecek derecede sabit bir surette kalmaz. Mezkûr
kaideli pişdarların bir mahzur-ı alenîsi daha vardır ki o da onları teşkil için
bir fırkadan bir liva ve bir kolordudan bir fırkanın birden ifraz edilmesidir.
Ondan başka kumandanın hürriyet-i hareketine ve muharebenin vuku veya
adem-i vukuu üzerine olan hükm-i müstakiline ziyade mâni olan şey bâlâda
gösterilen misaller mûcebince tertip edilen pişdarlardır.

Hatt-ı harp açmak için vakit kazanmak zımnında en kolay tarîk süvariyi
ziyade mesafe ileriden hareket ettirmektir. Bu suretle düşmanın takarrübü
haberi pek erken alınacağından, nerede hatt-ı harp açılacağına dair vakit
ve zamanıyla bir karar-ı kat‘î verilebilir. İcabında hatt-ı harp açmak için
iktiza eden vakti kazanmak maksadıyla ileriye gönderilecek birkaç batarya
vesâtatıyla şiddetli ateş ederek düşmanı hatt-ı harp açmaya mecbur etmeye
çalışmak kuvvetli bir piyade pişdarı muharebesine girişmekten daha âlâdır.
Sevk olunan bataryalar kısm-ı küllîyi hiçbir şeye mecbur etmedikleri hâlde
kuvvetli bir piyade pişdarı kısm-ı küllîyi katî bir muharebeye girişmeye
mecbur edebilir.

Ricat esnasında icra olunan yürüyüşlerde muharebe mecburiyetinden


tahlis-i girîbâna sa‘y edileceği cihetle hâl büsbütün başka bir tarzda
bulunur. Burada kısm-ı küllî mütemadiyen ilerleyerek hareketine asla fasıla
vermediği hâlde düşmanın takibine mâni olmak için arasıra durup düşmanı
işgal edebilecek kuvvetli bir dümdara ihtiyaç vardır. Lâkin dümdarlarda
dahi musırrâne bir surette bir muharebeye girişmek muzırdır. Çünkü böyle
bir muharebe ricat hareketini müşkülata ve yürüyüş kolunu zayiata düçar

40 İşbu iki süvari alayı kısm-ı küllî nezdinde bırakılan birkaç bölük müstesna olmak üzere
birleştirilerek bir liva teşkil olunur.

230
Millet-i Müselleha

edeceği gibi kısm-ı küllîyi dahi kendisine imdat için geriye dönmeye yani
maksadının büsbütün hilafında bir harekette bulunmaya mecbur edebilir41.
Binaenaleyh dümdarda dahi topçu sınıfı mühim bir vazifeyi haiz
bulunacak ve belki de dümdarın başlıca sınıfını teşkil edecektir. Onun
uzak mesafeye giden ve fevkalade bir surette icra-yı tesir eden mermiyatı
düşmanı uzakta tutmak için en âlâ bir vasıtadır. Zaten dümdardan maksat
dahi budur42.
Binaenaleyh kısm-ı küllî refakatinde bulunan topçu kolundan ziyadece
miktar bataryalar tefrik ile dümdarın maiyetine memur edilmek iktiza eder43.
Pişdar ve dümdar hakkında olan nukât-ı esasiyenin tetkiki sırasında
beyan olunan mülahazât, her bir yürüyüş kolu dâhilinde sunûf-ı muhtelifenin
bulunacakları “sıraya” dair dahi bir mikyas addolunabilir. Süvariden sonra
daima bir kısım topçu yani mukaddemât-ı muharebede daima istimal olunan
sınıfın hareket etmesi iktiza eder. Lâkin kuvvetli bir düşmanın ileriden
hareket eden süvariyi bozarak ricata mecbur etmek ve bu sırada yürüyüş
üzere olup himayesiz kalan bataryaları zabt eylemek muhatarasından dolayı
süvarinin arkasından ve top bataryaları ilerisinden cüzî olsun bir miktar
piyade askeri sevk etmek kaide hükmünde tutulmaktadır.
Filhakika mevcut olan bataryaların cümlesi birden ileriden hareket
ettirilmez. Çünkü böyle olsa geriden gelen piyade askeri muharebe meydanına
pek geç varır idi. Yürüyüş kolu dâhilinde olduğu hâlde yedi kilometrelik bir
mesafe istiap eden bir kolordu topçu kolu bittabi bir fırka dâhilinde hareket
ettirilemez. Çünkü onun gerisinden hareket eden piyadenin bir buçuk
saat sonra muharebe meydanına vasıl olması lazım gelir idi ki bu hâlde
başkumandan onun vusulüne değin kuvve-i mevcudesinin nısfıyla düşmana
mukavemet etmek mecburiyetinde kalmış olur. Binaenaleyh kolordu yalnız
bir caddeden hareket ediyor ise topçu kolu iki fırka arasında hareket ettirilir44.

41 Bir dümdar ancak zulmet-i leylin hululünden sonra ciddi bir muharebeye girişebilir.
Çünkü o zaman düşman mâlik olduğu tefevvuktan istifadeye muktedir olamaz. Lâkin
bulunduğumuz arzlarda karanlığın birden bire basmadığı ve binaenaleyh düşmanın tüfek
ziyası sayesinde daha pek çok iş görebileceğini hatırdan çıkarmamalıdır.
42 Bataryalar bu sırada ne kadar sebat ederlerse vazifelerini o nispette iyi ifa etmiş
olurlar. Fakat bu sırada birkaç top zayi etmek muhatarasına hiçbir vakit ehemmiyet verme-
melidir. Yani bu husus bataryaların vaktinden evvel ricat etmesine asla sebep olmamalıdır.
43 Şayet bazı bataryaların dümdar nezdinde lüzumu kalmayacak olur ise mezkûr batar-
yalar süratli bir yürüyüş ile daima kısm-ı küllî topçu koluna iltihak edebilirler yani onlar
yürüyüş emrinde asla mutazarrır olmazlar.
44 Bu babda kitabın nihayetinde bulunan zeyle dahi müracaat olunabilir.

231
Von der GOLTZ

Buraya kadar doğrudan doğruya düşman istikametinde icra olunan


yürüyüşlerden bahsettik. Binaenaleyh düşmanın mevzii veyahut kolların
başı önünde icra olunan yürüyüşlere dair dahi birkaç söz söyleyeceğiz. Biz
bu misillü yürüyüşlere “yan yürüyüşü” namı vermekteyiz. Mezkûr yürüyüşler
müşkül ve muhataralı teşebbüsat olmak üzere şöhret almışlardır. Lâkin
tarih-i harp bize yan yürüyüşler ile nazariyatta caiz gösterilmeyen derecede
birtakım teşebbüsata girişmek mümkün olduğunu ispat etmektedir. Büyük
Frederick Prag civarında bir yan yürüyüş ile Avusturyalıların sağ cenahını
dolaşmış ve Kolin mevkiinde Avusturyalıların hatt-ı harp cephesi boyunca
bir yan yürüyüş icra etmiştir.

Evâ’ilde ordular bir kere nizam-ı harp aldıktan sonra onların tahriki
pek müşkül idi. Çünkü onların nizam-ı harbini bozmak caiz olmaz idi.
Binaenaleyh düşmanın yan yürüyüşünün farkına varıp da bir mukabil
hücum icra etmesinden asla korkulmaz idi. Zaten Büyük Frederick o misillü
bir hücum ve taarruza uğramaktan hiçbir vakit ihtiraz etmez idi. Lâkin bu
hâller şimdiki zamanlardan külliyyen tebeddül etmiştir. Şimdi ordunun her
kısmı müstakil bulunduğu cihetle yan yürüyüşü icra eden düşman kolları
üzerine bir mukabil hücum icrası onlar için daha kolay bulunuyor. Mamafih
bugünkü günde dahi hatt-ı harp açmış büyücek bir ordu kısmını evvelden
mukarrer olmayan bir istikamette tahrik eylemek hayli müşkülatı dâ‘î bir
keyfiyet olarak ya iş görmek için icap eden vakit geçmiş veyahut kumandan
olan zatın hücum-ı mezkûru icra için iktiza eden vaktin geçip geçmemiş
olduğu hususunda tereddüt ve şüpheye düşerek teşebbüs-i mezkûrdan sarf-ı
nazar etmesinden dolayı ele geçen bu fırsat kaçırılmış olur. Şayet düşman
ordusunun kâffe-i aksamı yan yürüyüşü icra etmez de bir kısmı yürüyüş
üzere iken kısm-ı diğeri tevakkuf edecek olur ise45 taarruz esnasında yürüyüş
üzere bulunan ve tevakkuf eden kısımlar arasında kalmak ve bu suretle
fena bir hâle düçar olmak endişesi dahi nümâyân olur. İşte bu sebeptendir
ki büyük manevralar esnasında bile düşmanın daire-i nazarı dâhilinde yan
yürüyüşlerinin kemâl-i muvaffakiyet ile icra olunduğunu görmekteyiz.

Fakat yan yürüyüş icra olunur iken düşman dahi hareket üzere bulunur
ise muhataranın daha büyük olduğu aşikârdır. O zaman ya yürüyüş kolunu
düşmanın kol başlarından daha uzak mesafede tutmaya veyahut kendisiyle
yan yürüyüşünü icra etmeyen kıtaat-ı saire ile muharebeye tutuşarak nazar-ı
dikkatini kâmilen kıtaat-ı mezkûreye münhasır kılmaya gayret etmelidir.

45 Mesela bir ihata hücumunun mukaddemesinde olduğu gibi.

232
Millet-i Müselleha

İleriye doğru icra olunan sevkülceyş yürüyüşü esnasında düşmana


bir rub‘-ı mil uzakta veya yakında tesadüf edilmesi ve burada veya orada
hatt-ı harp açmaya mecbur bulunulması hususlarının kaideten ehemmiyeti
yokdur. Yan yürüyüşü esnasında göz önünde daima tevakkufa veya
muharebeye mecbur olmaksızın yanına varılması arzu olunur bir hedef
mevcut olduğundan düşmanın her nev‘ taarruz ve mümanaatı o nispette
arzu edilmez. Düşmana bir nev‘ endişe ile bakılmakta olduğundan nihayet
gayet müşkül bir iş ifa edildiğine itikat hâsıl olur.

Ondan başka arkadan veyahut yandan gelen bir muhatarayı doğrudan


doğruya cepheden gelen bir muhataradan daha büyük bilmek tabiat-ı beşer
mukteziyatından olarak yürüyüş kolu dâhilinde bulunan nefer kendisine
kumanda eden zevatın düşmanı cepheleri ilerisinde bildiklerini zannettiği
hâlde düşmanın birdenbire yan taraftan zuhuruyla beraber yürüyüş kolunun
bir baskına uğradığı itikadına zehâb ile askerin kumandanlarına olan
emniyeti mütezelzil olur. Nefer tarafından bile yan yürüyüşü olduğu bilinen
yan yürüyüşleri pek suhuletle icra olunur.

1870 Seferi esnasında Paris ve Metz şehirlerinin muhasara hatları


dâhilinde içtima zımnında icra olunan müteaddit yan yürüyüşleri buna bir
delil-i kâfidir. Mezkûr yürüyüşler istihkâmât arasında ve gerisinde bulunan
düşmana nazaran cümlesi yan yürüyüşleri idi. Mamafih her nefer yürüyüş
esnasında ancak istihkâmât cihetinden düçar-ı taarruz olacağını bildiğinden
bununla hâlin müşkülatı tenakus etmiş bulunuyor idi. Muhasara hattına
muvazi olarak tehdit edilen noktaya doğru bir yürüyüş icra olunur ve hatta
tedâbîr-i mahsusa-i ihtiyatiye dahi ittihaz edilmez idi46.
Yürüyüş üzere iken birdenbire düşman tarafından hücum ve taarruza
düçar olup da tebdil-i istikamete mecbur olan bir kolordunun hatt-ı harbı
küçük büyük muhtelif birçok aralıklar göstermek üzere üç Alman mili tûlunda
bulunur. Lâkin düşmanın taarruzu hiçbir vakit kolorduyu bulunduğu cadde
üzerinde yüz sağa ve yüz sola ittirecek derecede nagehanî olamayacağından,
yürüyüş kolunun yan tarafında bir mevki ahzetmek için daima lüzumu
kadar vakit bulunacaktır. Böyle bir mevkiye askeri cem‘ etmek ileride
intihap edilmiş bir mevkiye celp etmekten daha kolaydır. Çünkü bu misillü
bir mevkiye isal edecek yollar daha kısa olur. Bir kolordu yürüyüş kolunun

46 Mezkûr hatlarda mesela Noisseville Muharebesi esnasında istihkâmâtın himayesine


pek az müracaat olunur idi. Çünkü muharebe meydanına daha ziyade asker getirebilmek
için istihkâmâtta yalnız ileri karakolları bulundurulur idi.

233
Von der GOLTZ

nihayetinde bulunan kıtaat-ı askeriye kolun başına kadar 14 kilometrelik bir


mesafe kat‘ etmeye mecbur oldukları hâlde 3 kilometre kadar yan taraftan
intihap olunan bir mevkiye vusul için ise yalnız 11 kilometrelik47 mesafe kat‘
ederler48.
Yalnız yürüyüş kolundan mesela cibâlde tesadüf edilen dar geçitlerde
olduğu gibi yan tarafa doğru hatt-ı harp açmaya arazinin müsaadesi olmaz
ise o zaman hâl biraz fenalaşır. Lâkin aynı arazi yan yürüyüşü aleyhinde icra
olunacak taarruzlardan dahi muhafaza eder. Çünkü öyle bir arazi üzerinde
düşman yan tarafından icra-yı taarruz için yol bulamaz.
Kavaid-i fenn-i harp yan yürüyüşünü düşmana karşı sevk olunan ayrıca
bir kıt‘a-i askeriye ile temin ve yürüyüşün kıt‘a-i mezkûrenin yan tarafında
icra edilmesini tavsiye etmektedir. Lâkin böyle bir kıt‘a-i askeriyenin
vücudu ekseriya icra olunan hareket üzerine düşmanın nazar-ı dikkat ve
ehemmiyetini davet etmiş olur. Ondan başka kıt‘a-i mezkûre düşmana
nazaran daima zayıf bulunacağından düşmanı tevkife mecbur edecek yerde
bilakis onu taarruza teşvik ve tahrik eder. Binaenaleyh mesafe veya arazinin
az çok müsaadesi olan mahallerde bu tedbirden sarf-ı nazar ile süvari
vesâtatıyla düşmanı tecessüs etmekle iktifa eylemelidir. Yürüyüşün temini
zımnında ifraz olunan kıt‘a-i askeriyeyi tekrar celp etmek ekseriya müşkül
olacağından, bütün yürüyüş düçar-ı teehhür olur.
1866 Seferi esnasında Feld Mareşal Benedek’in Moravya’dan Elbe
Nehri’nin kısm-ı bâlâsına doğru icra eylediği “mâhirâne tertip edilmiş yan
yürüyüşü” esnasında yürüyüşü temin zımnında Glatz Kontluğu’na doğru
İkinci Kolordu ile İkinci Süvari Fırkası’nı ifraz etmiş ve bununla bütün
hareketin düçar-ı teehhür olmasına sebebiyet vermiştir.
Napolyon Bonapart zamanında bir nizam-ı harbın oldukça büyücek
bir umka mâlik olması şerâ’it-i muvaffakiyetten addolunur idi. Fakat bir
yan yürüyüşü icra olunur iken düşmanın nagehanî vuku bulan bir taarruzu
üzerine yan tarafa doğru nizam-ı harp alındığı zaman bu umku bulmak
nadiren mümkün olabilir. Lâkin bugünkü günde esliha-i nâriyemizin tesiri
bir hatt-ı rakîkaya bile büyük bir kuvve-i mukavemet ita etmekte olduğundan
umk-ı mezkûrdan sarf-ı nazar dahi olunabilir.

47 Buradaki mevziin arzı dört kilometre hesap edilmiş olduğundan kolun nihayetinde
bulunan kıt‘alar yalnız mevziin cenahına vasıl olmak mecburiyetinde bulunurlar.
48 Lâkin kolun başı veya nihayeti hizasında bir mevzi ahz ve intihap edilecek olur ise
yürüyüş bittabi daha uzun olur. Mamafih bu hâl nadiren zuhur eder.

234
Millet-i Müselleha

Binâberîn yan yürüyüşleri hakkında mevcut olan havf ve endişeye


gece yürüyüşlerinden edilen korkunun aynı nazarıyla bakarak öteden
beri bu yürüyüşler hakkında cây-gîr-i zamîr olan endişeye galebe etmeye
çalışmalıdır. Bunun için ileride iki ordu yek-diğerine yakın olarak bir hatt-ı
hudut üzerinde içtima ederler ise ihtimal-i muvaffakiyet kuvvetini bir
noktaya en evvel cem‘ edebilen tarafta bulunur. Bu içtimaın husule gelmesi
ise ancak cüretli ve süratli yan yürüyüşleri sayesinde olabilir. Bu hâl hususiyle
gerisinde düşmanın yayılmış bulunduğu mevâki‘-i müstahkeme zincirine
tesadüf olunduğu zamanlarda zuhur edecektir.

Vakıa yan yürüyüşlerde bazı tedâbîr-i ihtiyatiye ittihazına lüzum vardır.


Aralıkları azaltarak ve kolun cephesini tevsi ederek yürüyüş kolunun tûlunü
tenkîs etmek her hâlde faydalı olur. Ordunun ağırlığı ve esbâb-ı nakliyesi
dahi düşman yakın olduğu zaman kolun gerisinden hareket ettirilmeyerek
kolun düşmana müteveccih olmayan yanına muvazi bulunan yollardan
hareket ettirilir. Düşmanın nazarı tahtında icra olunacak yan yürüyüşleri için
zulmet-i leylden dahi pek güzel istifade olunabilir. Şayet yan yürüyüşü bütün
bir ordu tarafından icra olunuyor ise o hâlde icabında büyücek bir kuvvet
ile yan tarafa doğru nizam-ı harp ahz edilebilmesi hususuna begâyet dikkat
etmelidir. Böyle bir hâlde ise iki kol orduyu fakat mümkün olduğu mertebede
yek-diğerine yakın olmak üzre bir cadde üzerinde yürütmek caizdir49.
İşte yan yürüyüşleri hakkında söylenecek şeyler bundan ibarettir.

General Clausewitz der ki : “Yürüyüşlerin nüfuz-ı muharrebi bir derecede


büyüktür ki muharebe yanında yürüyüşleri ayrı bir cevher-i müessir addetmek
iktiza eder.” Burası hakikaten pek doğrudur. Çünkü yürüyüş esnasında
tedâbîr-i ihtiyatiyeye ne derecede tevessül edilir ise edilsin yine binlerce
kişiler yürüyüş meşakkına tahammül edemeyerek terk-i hayat-ı müstear
ederler.

Napolyon Bonapart 1812 senesinde Rusya’ya ettiği hareket esnasında


yalnız 70 Alman mili 50 mesafe kat‘ etmiş iken 52 gün zarfında hastalık ve
döküntü ile 100.000 kişi kadar kaybetmiştir. Bunun başlıca sebebi ise orduda
zabt u rabt-ı askerînin fenalığı idi. Lâkin bu sebep olmasa dahi yürüyüş

49 1866 senesi Haziranında Prusya’nın İkinci Ordusu’nun Bohemya’ya duhulü esnasında


Avusturyalıların kol başları önünden yan yürüyüşü icra eden sol cenahın gerisinden Altıncı
Kolordu beşinciyi takip ediyor idi. Mezkûr iki kolordunun muvakkaten General Steinmetz’in
kumandası altına verilmiş olduğu malumdur.
50 Hatt-ı müstakîm olarak hesap edilmiştir.

235
Von der GOLTZ

esnasındaki zayiatı fevkalade olur idi. Yürüyüş kollarından ayrılan neferat


telef olmasa bile sefer için her hâlde zayi edilmiş olur. Ordunun gerisinde
bulunan hastahaneleri ve debboy mevâki‘ini doldurarak orada bir bâr-ı sekîl
olurlar51.
Bir kolordu bir gün zarfında yürüyüş kolunun tûlü kadar bir mesafeden
ziyade mesafe kat‘ etmek ister ise başkumandan olan zat yürüyüşten istihsali
memul olan fevâ’idin yürüyüş esnasında vukua gelecek zayiata tekabül edip
edemeyeceğini daima tefekkür ve hesap etmelidir. Savuşmak üzere bulunan
bir düşmana yetişmek için Avrupa’nın şarkî dârü’l-harekâtlarında zuhuru
melhûz olan süratli yol yürüyüşleri menâfi‘-i maddiye nokta-i nazarından
bakıldığı hâlde ordu üzerine bir hezimet kadar icra-yı sû’-i tesir eder. Manevî
bir sû’-i tesir dahi eksik olmaz. Bu sû’-i tesir ise büyük bir kuvveti lüzumsuz
yere israf etmiş olmak mülahazasından tevellüt eder.

Yürüyüşler yanında bugünkü günde “seyahatler” dahi şayan-ı ehemmiyet


bulunmaktadır. Evâ’ilde işbu seyahatler ancak bahren icra olunabilir idi.
Herşeyi daire-i imkâna getirmek turuk ve vesaitine vâkıf olan Napolyon
Bonapart 1805 ve 1806 senelerinde Hassa Ordusu’nu ve 1814 senesinde dahi
İspanya’dan avdet eden askerini arabalar ile nakletmiştir. Asâkir-i merkûme
bu suretle yevmî on Alman mili mesafe kat‘ etti. Zamanımızda ise re’yü’l-
ayn müşahade ettiğimiz vechle serhat üzerine vuku bulan içtima zamanında
milyonlarca insanlar demiryolu katarları ile hududa nakledilmektedir.

Bir kere harbe mübaşeret olundu mu artık demiryolları vesâtatıyla


külliyetli asker nakliyatı kesb-i müşkülat etmeye başlar. Her nev‘ nakliyat
şimendifer hatlarının cümlesini işgal ettiği gibi efrad-ı ihtiyatiyenin silahaltına
davet olmasıyla dahi şimendiferler memurîn ve hademesinin mevcudu
tenakus etmiş bulunur. İçtima devrinde sarf olunan fevkalade sa‘y ve gayret
üzerine bittabi bir kesel hâsıl olur. Şimendifere müteallik eşya ve edevat her
tarafa dağılmış bulunur. Düşmanın kurbiyyeti endişeyi tezyit eylediğinden
şimendiferler memul olunduğu kadar iş göremez olur. Binâberîn onlar ile
tehdit altında bulunmayan eyalâttan asâkir-i imdadiye celp etmek muharebe

51 1870 Seferi esnasında Prens Frederick Charles İkinci Ordu’dan geride kalan ve il-
erilemekte muktedir olmadıklarını beyan eden neferâtı hutût-ı ricat üzerindeki mevâki‘e
göndererek onlardan hem asâkir-i muhafaza teşkil etmiş ve hem de mevâki‘-i mezkûre
için ordudan işe yarayacak efradın ifrazı misillü bir mahzuru bertaraf eylemiştir. Bu usulün
muhassenâtı görüldü. Çünkü biraz sonra efrad-ı merkûme mevâki‘-i mezkûrede kesretli
nöbetlerden usanarak ekserîsi bir an evvel mensup oldukları kıtaat-ı askeriye nezdine
azimet arzusunda bulunmuşlardır.

236
Millet-i Müselleha

üzere bulunan ordunun cephesine veya gerisine doğru asker nakletmekten


daha kolay bulunur. Lâkin şimendiferlerin süratinden dolayı dolaşık yollardan
gitmek hususundan ihtiraz edilmeyeceği cihetle yine istenildiği zaman bir
mahalden asâkir-i külliye alarak diğer bir mahalle nakletmek mümkündür.
Bunun başlıca faydası müdafaa üzere olup nakliyatını memleketi dâhilinde
icra eden tarafa ait olur.
Loire Seferi esnasında 1870 senesi Teşrinievvelinin 17’inci günü
sabahleyin saat 7’den Teşrinievvelin 28’inci günü akşam 9 saat 20 dakikaya
kadar Fransızların Onbeşinci Kolordusu’ndan müfrez 28.000 nefer piyade
askeri Soloque dâhilinde kâin Salbris’ten Vierzon ve Tours tarîkiyle
Blois civarındaki Mer ile Vendome’a gönderilmiş yani Loire Nehri’nin sol
sahilinden sağ sahiline geçirilmiş iken Almanlar işbu hareketin farkına
varamamışlardır. Mezkûr askeri Teşrinievvel’in 29’uncu günü sabahleyin
saat sekizde 16 batarya top, iki alay süvari ve cephane kolları vesaire takip
etmiştir.
Sene-i mezkûre Teşrinisani’sinde sunûf-ı selâseden mürettep 40.000
kişi General Crouzat’ın kumandası altında olarak 88 adet şimendifer katarına
râkiben Doubs üzerinde kâin Besançon şehrinden Loire üzerinde bulunan
Gien şehrine azimet etmiş ve bu mesafeyi üç günde kat‘ eylemiştir. Bu
harekete dair haberler dahi Alman ordusuna ancak mezkûr kolordu mahall-i
maksûda muvasalat ettikten sonra vasıl olmuştur. Bazı Fransızların askerî
katarları Loire Seferi esnasında yek-diğerini on dakika fasıla ile ve bazan
süratli olarak takip ederler idi.
Buna mukabil 1870 senesi Kanunıevveli nihayetine doğru General
Bourbaki’nin ordusunu Loire Nehri’nin kısm-ı ulyâsı tarafından Doubs
Vadisi’ne süratle nakletmek için edilen teşebbüste tedârikât-ı lazımenin
fikdânından ve idarenin adem-i ittihadından naşi muvaffakiyet hâsıl
olamamıştır. İki kolordu ile bir fırkadan mürettep olan ihtiyat ordusunu
şimendiferlere irkâb için yedi gün ve yol için üç gün sarf edilmiş olmakla
bu seyahatte tamam on gün vakit geçirilmiş idi. Hâlbuki bidayet-i emrde bu
seyahatin müddet-i mezkûrenin nısfı zarfında icra olunabileceği zannedilmiş
idi. Orduyu takip eden bir kolordu ise Tours’dan Doubs Nehri’nin kısm-ı
ulyâsına ve Belfort civarına muvasalat için kanunusaninin 4’üncü gününden
16’ıncı gününe kadar olan bir müddeti sarfetmeye mecbur olmuş idi. Çünkü
o sırada demiryol hatları levazım ve erzak nakliyatıyla büsbütün meşgul
olduğundan katarların hareketinde bi’l-mecburiye fasılalar husule gelmekte
idi.

237
Von der GOLTZ

Yalnız bir hattan ibaret olan ve Doubs Nehri vadisini takip eden
şimendifer ile icra-yı nakliyatta ısrar edileceğine ara sıra yürüyüşlere
müracaat edilmiş olsa idi daha iyi olur idi. Hatt-ı mezkûr üzerinde bulunan
istasyonların darlığı menkulatın ihracını tas‘îb ettiği gibi nehir ile cebel
sırtı arasındaki dar mesafede alelacele icap eden hat şubeleri ve vagonları
yerleştirmeye mahsus hatlar tesisi dahi mümkün değil idi.
Hele düşman memleketi dâhilinde harekât-ı taarruziye icrasıyla meşgul
bir ordu cesim asker nakliyatını daha az hatıra getirmelidir. Kendisi ele
geçirdiği şimendifer hatlarını tamire muvaffak olsa bile onlar vesâtatıyla
ancak zahire, cephane ve efrad-ı ihtiyatiye nakliyatı icra edebilir52.
Şimendifer ile seyahatin yürüyüşlere nazaran olan fayda-i azimesi
şundan anlaşılabilir ki yürüyüş üzere bulunan bir asker adi bir günde üç
mil mesafe kat‘ eylediği hâlde, bir şimendifer katarı vasat derecede bir
sürat ile 24 saat zarfında doksan mil mesafe kat‘ eder. Vakıa şimendifer
ile azimet eden asker geceler rahat yüzü görmeyeceğinden mâşiyen giden
askerden daha ziyade zahmet çeker. Lâkin şurasını dahi düşünülmelidir ki
demiryoluyla naklolunan asker katardan çıktıktan sonra vasat derecede bir
yürüyüş daha icrasına muktedir bulunur ve vagonlarda uzun bir müddet
oturmaktan usanmış olduğundan bu yürüyüşü âdeta bir memnuniyet ile
icra eder. Büyücek kıtaat-ı askeriyenin şimendifer vesâtatıyla naklinde

52 Almanya-Fransa Muharebesi esnasında Almanların düşman memleketinde


şimendiferlerden istifade ettiklerine dair emsile-i âtiye zikr ve ityân olunabilir. 1870 sen-
esi nihayetine doğru Fransa’nın şimal hududu üzerindeki kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkemeyi
muhasara ile meşgul bulunan 14’üncü Piyade Fırkası kanunusaninin yedinci gününden
14’üncü gününe kadar olan müddet zarfında şimendifer vesâtatıyla oradan Seine Nehri
havzasında kâin Chatillon’a nakledilmiştir. Kanunusaninin 14’üncü günü mezkûr fırkanın
kısm-ı muharibi Chatillon’da içtima etmiş idi. Ondan sonra Strassburg mevkiinin su-
kutundan sonra Hassa Mustahfız Fırkası Paris Ordusu’na naklolundu. Mezkur fırka
teşrinievvelin yedinci günü harekete mübaşeret ile Frouard Hattı ziyadesiyle işgal edilmiş
bulunduğu cihetle ancak teşrinievvelin 10’uncu gününden 19’uncu gününe kadar olan
müddet zarfında Nanteuil’e muvasalat edebilmiştir. 2’nci Kolordu dahi Metz’den Paris’e
aynıyla bu suretle naklolundu. On tabur piyade, bir süvari bölüğü, dört batarya top, bir
istihkâm bölüğü, bir sıhhiye kolu bir ekmekçi kolu, bir seyyar hastahane, bir zahîre kolu ve
120 arabadan mürekkep bulunan üçüncü fırka bu seyahati teşrinisaninin üçüncü gününden
sekizinci gününe kadar olan müddet zarfında 24 şimendifer katarı üzerinde icra eylemiştir.

Dördüncü piyade fırkası teşrinievvelin 16’ıncı günü öğle vakti Pont-a Mousson nam
mahalde ameliyat-ı irkâbiyeye mübaşeret etmiş ve teşrinisaninin 6’ıncı günü mezkûr
fırkanın kısm-ı muharibiyle sıhhiye kolu ve seyyar hastahanesiyle sair lazım olan kolları
Lonjumeau etrafında toplanmış idi. Kolordunun bir kısmı mâşiyen Paris’e doğru azimet
etmiş idi.

238
Millet-i Müselleha

olan müşkülat bir mahalden kalkıp diğer mahalle azimetten ziyade askeri
bindirmek ve levazım-ı mütenevviayı yüklemek ve tekrar şimendiferden
çıkarmak hususunda neşet eder.
Ondan başka avdet üzere bulunan şimendifer katarları için mahsus
hatlara mâlik olmayan demiryollarda katarların hareketinde birçok tevakkuf
ve fasılalar hâsıl olacağından, mezkûr hatlara çift hatlara mahsus olan
emniyet ile bakılmayacağı gibi çift hatlardan memul olan hizmetler dahi
onlardan beklenemez.
Tek hatlı demiryolunun en büyük hizmeti yevmî on, çift hatlı
demiryolunun dahi yevmî onsekiz katar olduğuna hükmedilebilir. Miralay
Blume 1870-1871 Seferi tecrübelerine istinaden erkâm-ı mezkûre yerine
sekiz ile on iki rakamlarının kabul edilmesi daha münasip olacağını beyan
ediyor. Vakıa bu hesapça pek büyük bir emniyet ile hareket olunabilir. Çünkü
erkâm-ı mezkûre 1870 Seferi’nde Fransız nakliyatında şikayâtı mucip olan
bazı şimendiferlerin hareketine muadildir.
Ahval her nerede müsaade eder ise şimendiferler ile nakliyat mâşiyen
olan yürüyüşlere tercih olunmalıdır. Çünkü mâşiyen olan yürüyüşler
esnasında vukua gelen zayiat şimendifer nakliyatında vaki olmaz. Mamafih
kâffe-i ahvalde hedef-i maksûda hangi usul ile daha evvel vusul müyesser
olabileceğini hesap etmek iktiza eder. Bir kolordu kâffe-i levazımıyla beraber
naklolunabilmek için tek hatlı olan demiryolunda on bir ve çift hatlı olan
demiryolunda yedi günlük bir müddete muhtaçtır. Mezkûr kolordu mâşiyen
gidecek olur ise on bir günde otuz ve yedi günde yirmi mil mesafe kat‘
edebilir. Binâberîn şimendifer ile kat‘ olunacak mesafe daha büyük olur ise
şimendifer ile naklolunmakta bütün kolordu vakit kazanmış olur. Lâkin pek
çok defa bir kısım kuvvetin serian bir mahalle nakli matlup olur ise o hâlde
kısm-ı mezkûr şimendifer ile izam olunur ve kısm-ı mütebaki kendisini
mâşiyen takip eder53.
Bu iki usul-i sevki maslahata muvafık bir surette mezc etmek dahi
münasiptir. O hâlde piyade askeri demiryolu ile hareket eder ve topçu, süvari
ve nakliye kollarıyla, muhtelif erzak cephane vesaire kolları fakat mutaddan
ziyade mesafe kat‘ etmek üzere yol yürüyüşüyle hareket ederler. Mahall-i
maksûdda edilecek istimale nazaran piyade ile beraber bir miktar süvari
ve topçu dahi sevk olunabilir. Diğer taraftan yol yürüyüşüyle hareket eden

53 Meckel’in “Tabiye”sinin 23’üncü sahifesinde buna dair şayan-ı dikkat müteaddit mis-
aller zikr ve ityân olunmuştur.

239
Von der GOLTZ

sunûf-ı sairenin temin ve muhafazası zımnında bir miktar piyadenin terfiki


her hâlde münasip olur.
Şimendiferlerin askerin iaşesi ve kuva-yı askeriyenin nakli hususunda
der-kâr olan ehemmiyet-i fevkaladesi düşman memleketine tecavüz eden bir
ordunun evvel-i emrde orada mevcut şimendifer hatlarını zabta çalışmasına
daima sebebiyet verecektir. Ordunun ilerlemesiyle beraber şimendifer
hatlarının tamirine dahi gayret olunur.
1870 senesinde Metz Kalesi’ni dolaşmak için Remilli’den Pont-a
Mousson’a kadar inşa olunan demiryolu gibi makâsıd-ı mahsusaya mebni
şimendifer inşasına ileride daha büyük bir mikyasta teşebbüs olunacaktır.
Hele muhasara muharebesi için şimendiferlerin vücudu elzemdir. Çünkü
muhasara için bugünkü günde lazım olan topları adi yollardan bir büyük
mesafeye nakletmek mümkün olamaz. Topların sıklet-i fevkaladesinden
sarf-ı nazar, muhasara levazımı o kadar çoktur ki yirmi Alman mili üzerinde
fasılasız bir nakliye hattı tesisi iktiza edecek olsa 20.000 bârgîre ihtiyaç
vardır. Ondan başka büyük bir kalenin muhasarasında yevmî üç yüz elli
binden dört yüz bin kilograma kadar cephane sarf olunur.
Binâberîn burada şimendifer istimali “Condito nsine qua non” yani ifası
elzem bir şart hükmündedir. Çünkü bu misillü eskâl hiçbir vakit adi yollardan
arabalar ile naklolunamaz54.

54 Esna-yı harpte şimendiferlerin istimali için erkâm-ı âtiye mikyas makamında tutula-
bilir. Bir şimendifer katarı bir piyade taburu veya bir süvari bölüğünden biraz ziyade is-
tiap edebilir. Binaenaleyh dört bölükten mürettep bulunan bir süvari alayı veya bir batarya
veyahut bir cephane veya saire kolu için üç katar hesap etmek lazımdır. Bir kolordu bütün
levazımıyla beraber doksan katar, bir piyade fırkası nakliyesiz yirmi, bir süvari fırkası na-
kliyesiz kezâlik yirmi katara muhtaçtır. Bunlar malum olduktan sonra bir ordu kısmının
naklolunmak için kaç günlük vakte muhtaç olduğu suhuletle hesap olunabilir.

Mesela bâlâda zikrolunduğu gibi tek hatlı demiryollarında yevmî sekiz ve çift hatlılarda
on iki katarın hareketi farz edilir ise o hâlde bir kolordu birinci hat üzerinde kâmilen naklol-
unmak için on bir ve ikinci hatta dahi yedi buçuk güne muhtaç bulunur. Piyade ve süvari
fırkası dahi birinci hat üzerinde 2 ½ ve ikinci hat üzerinde 1 2/3 günde naklolunabilir. Bunda
bir de bir katarın hareket mahallinden maksûd olan mahalle vasıl olmak için sarfeylediği
zaman zammedilir ise nakli matlup olan ordu kısmının bir mahalden diğer mahalle azimet
için sarf edeceği zaman meydana çıkmış olur. Bir askerî katarı saatte azami olarak dört
Alman mili mesafe kat‘ etmekte olduğundan zikrolunan kıtaat-ı askeriyenin yüz Alman
milinden ibaret bir mesafeyi kat‘ için muhtaç oldukları müddet ber-vech-i âtî irâ’e olunur.

Kıtaat-ı askeriye Tek hat üzerinde Çift hat üzerinde


Bir kolordu 12 gün 8 ½ gün
Bir kolordunun pişdarı (zeyle müracaat) 2 ½ gün 2 gün
Piyade veya süvari fırkası 3 ½ gün 2 2/3 gün

240
Millet-i Müselleha

Seyr-i sefâ’inin terakkîsiyle beraber yine askerin bahren nakli hususu


demiryoluyla olan nakline nazaran büyük bir terakkî gösterememiştir55.
Vakıa sürat-i sefâ’in vasat derecede bir şimendifer süratine takarrüp
etmektedir. Lâkin hiçbir devlet bütün ordularını nakle kâfi bir sefâ’in-i nakliye
donanması bulundurmaya muktedir değildir. Yalnız bir kolordu için sulh ve
asayiş zamanında dahi yalnız Fransa Devleti bir sefâ’in-i nakliye filosuna
mâlik bulunmakta olduğundan düvel-i sairenin cümlesi esna-yı seferde
nakliyat-ı hususiyeye mahsus bulunan ticaret, posta vesaire vapurlarına
müracaata mecburdurlar. Fakat burada dahi büyük bir mahzur zuhur eder.
Bu mahzur ise mezkur vapurları asker almaya muktedir bir hâle koymak için
derûnlarında izâ‘a-i vakti mucip birtakım tertibat-ı inşaiye icrasına hâcet
mess etmesidir. Masalar ve uzun iskemleler yaptırmak, elbise ağaçları rekz
ve hastahane ve matbahlar vesaire tesis etmek iktiza eder. Yükletmek ve
karaya çıkarmak müşküldür. Her biri mesela bir tabur asker istiabına kâfi
olan büyük vapurların güverteleri ekseriya pek yüksek olduğundan, bârgîr
ve arabaları ancak makine vesâtatıyla yukarıya çıkarmak mümkün olabilir.
Bahr-ı Baltık’da âmed-şod eden vapurlar misillü küçük vapurlarda ise askeri
yerleştirmek için yer bulunmaz.
Bir piyade fırkasını müstakilen hareket edebilmek için kendisine elzem
olan esbâb-ı nakliye ve zahire vesaire kollarıyla nakletmek hususunda o
misillü vapurlardan elli kıt‘asına lüzum vardır. Hâlbuki Bahr-ı Muhît-i Atlasî’de
âmed-şod eden cesim vapurların o miktarı bütün bir kolorduyu istiaba kâfi

Almanya ve Fransa seferinden alınıp bâlâda irat olunan misallerden anlaşılacağı


üzere şimendiferlerin gösterilen derece-i hizmeti fevkalade bir surette tezyit olunabilir.
Miralay Blume’nin Sevkülceyş kitabının “Seferde Şimendiferler” faslına müracaat oluna
sahife 91-95. Kezâlik Meckel’in tabiyesine dahi müracaat edilebilir. Sahife 21-25.
55 Fakat burada yalnız Avrupa ahval ve münasebatından bahsolunmakta bulunduğu
der-hatır edilmelidir. Şimalî Amerika Harbi esnasında askerin bahren nakli hususu büyük
bir ehemmiyeti haiz bulunmuştur. MacClellan’ın kumandası altında olup 80.000 kişi kuv-
vetinde bulunan Potomac Ordusu 1862 senesi martının 17’nci gününe kadar olan müddet
zarfında Potomac Nehri üzerinde kâin Alexandria mevkiinde sefâ’ine râkiben James River
Nehri üzerinde bulunan Munroe Kalesi’ne azimet etmiştir. Amerikalıların vesait-i nakliyede
el-ân servet ve müşkülat-ı fenniyeye galebe etmek için haiz oldukları kudret bu keyfiyeti
mümkün kılabilmiştir. Avrupada sefâ’in ile icra olunan asker nakliyatının en mühimmi düv-
el-i müttefika tarafından 1854 senesi Eylülü iptidasında Varna ile Baltschik’tan Kırım Şibh-i
Cezîresi’ne icra edilen nakliyattır.

Sene-i mezkûrede 63.000 nefer ve 207 pare top 330 kıt‘a sefine üzerinde Kırım’a
naklolunmuştur. Mamafih bu nakliyatın tedarikatını layıkıyla icra zımnında vaktin müsait
olması ve esna-yı râhda müşkülat ve mevâni‘e tesadüf etmek muhatarasının bulunmaması
nakliyat-ı mezkûrenin icrasını teshil etmiş idi.

241
Von der GOLTZ

bulunur. Askeri karaya çıkarmak için limanlara müracaat olunmadığı zaman


yalnız bir vapur askerin karaya çıkmasına müsait 300-400 metre ve bir
kolorduyu hâmil bir nakliye donanması takriben üç dört mil tûlunda bir
sahile muhtaçtır. Lâkin askerin karaya çıkmasına müsait böyle bir mesafe-i
tavîle pek nadir bulunacağından ve belki de hiç bulunamayacağından,
askerin karaya ihracı hususu peyderpey icra olunur. Bunun için dahi bittabi
ufak sefineler ve az derin olmakla beraber yine su içinde yürümeye müsait
olmayan mahallerden geçmek için küçük sandal ve mavnalara ihtiyaç vardır.
Havanın hâl ve tebeddülü burada her nev‘ hesabâtı itibardan ıskat eder.
Çünkü havanın fenalığı askerin karaya çıkmasına büsbütün mâni olabileceği
gibi şiddetli bir fırtına dahi bir felakete sebep olabilir. Hele cesim nakliye
filolarının düşmanın taarruzuna ne kadar maruz bulundukları malum olarak
meşum torpiller ise tehlike ve muhatarayı bir kat daha tezyit eder. Bunun
için bahren asker nakliyatını rahatça icra edebilmek ancak bahra tamamıyla
hâkim bulunmaya tevakkuf eder. Zaten bu misillü vesait ile nakledilmekte
olan ordu aksamının usul-i harb-i ceditte suret-i umumiyede ehemmiyeti
pek azdır.
Ondan başka nakliyat-ı bahriyenin mesârifi fevkalade ziyade olduğundan
mevki-i umumîsinden ve mâlik olduğu servet ile sahibi bulunduğu cesim
beylik ve tüccar vapurlarının kesretinden naşi yalnız İngiltere Devleti
nakliyat-ı bahriye icrasına ve askerini bahrın öbür tarafında muvaffakiyet ile
istimal etmeye muvaffak olabilir. Düvel-i sairenin ise nakliyat için başka çare
bulamadıkları vakit yani hâlât-ı istisnaiyede bu usule müracaat etmeleri caiz
olabilir. Düvel-i mezkûre arasında vesait-i nakliye-i bahriye emrinde Fransa
Devleti birinciliği haiz bulunmaktadır56.
Piyade askerinin nakli zımnında nehirlerde olan seyr-i sefâ’inden
ziyadesiyle istifade olunabilir. Fakat nehir üzerinde işleyen sefâ’ini herşeyden
evvel askerin zahiresini nakil için istimal etmelidir. Büyük Frederick
Bohemya’ya doğru icra eylediği esfâr-ı muhtelife esnasında Elbe Nehri’ni
başlıca hatt-ı irtibat addeder idi.
1870 senesi Temmuzunda Almanların İkinci Ordusu daha içtima
zamanında altı vapur ve mezkûr vapurlara merbuten seyredecek birçok

56 1871 senesi Şubatında Fransızların 18.000 nefer ve 10 batarya top kuvvetinde bulu-
nan 22’nci Kolordusu şimalî dârü’l-harekâtta bulunduğu hâlde sefâ’ine irkâb olunarak bir
müddet-i kalîle zarfında Cherbourg’a nakl olunmuştur. 1878 senesi Temmuzunun 16’ncı
günü 49 Osmanlı taburu Antivari (Bar) Limanı’nda sefâ’ine irkâb olunarak mâh-ı mezkûrun
19’uncu günü Meriç mansıbında karaya çıkmıştır.

242
Millet-i Müselleha

mavnalardan mürekkep bir filo teşkil etmiş ve bu filonun vazifesi Rhine Nehri
üzerinde Worms, Mayens, Bingen mevkileri arasından müteharrik ambar
hizmetini ifa etmekten ibaret bulunmuş idi. Sefâ’in-i mezkûre, hududunu pek
çabuk seddeden Flemenk’den mübayaa ve Rhine Nehri’nin kısm-ı süflâsına
mücavir olan memleketlerde ve bizzat içtima vuku bulan memleketler ile
Coblense, Cologne ve Wesel kalelerinde iştira olunan zehâyir ile imla edilir
idi. Alman orduları Fransa memâlikine süratle tecavüze başladığı esnada
sefâ’in-i mezkûrenin hâmil oldukları zahire Bingen ve Worms kalelerinde
tesis edilen cesim ambarlara nakil ve teslim edilmiştir.
Yürüyüş ve seyahat meselesine şediden merbut bir mesele vardır ki
o da askerin “konaklara yerleşmesi” meselesidir. Zahmetli bir yürüyüşten
sonra iyi bir konak mahalli bulmaya muvaffak olan bir asker pek suhuletle
yorgunluğunu alır ve ertesi gün için lazım olan kuvveti kazanır. Hâlbuki kırda
ve hava ile rüzgarın şiddetine maruz kalsa belki yürüyüşe devam iktidarını
kaybetmiş olur. Binaenaleyh yürüyüş zayiatına düçar olamamak için en âlâ
çare askeri münasip surette kondurmaya çalışmaktır. Terakkiyat-ı medeniye
bizi bir hâle getirmiştir ki artık ormana konak ve kamere şems nazarıyla
bakamıyoruz.
Şayet ilan-ı harbın zuhuruyla beraber asker ordugâhlarda cem‘ edilmiş
olsa bu asker muharebesiz mahvolmuş olur.
Yalnız 1870 senesi Ağustosunun ilk günlerinde askerimizin yağmur
altında ne kadar zahmet çekmiş olduğunu der-hatır etmek kâfidir. Ahvalin
ilcâ ettiği zamanlarda geceleri açıkta geçirmekten ihtiraz olunmaz ise de
yine bu hâl bir mahzur-ı azim olmaktan kurtulamaz. Binâberîn istikbalde
dahi askeri mümkün olduğu mertebede konaklarda daha ziyade bırakmaya
gayret olunacaktır. Hele bu husus bidayet-i seferde daima elzem bulunacaktır.
Çünkü bu sırada orduda tanzime muhtaç pek çok hâller mevcut olduğu gibi
bu cesim cemiyeti teşkil eden efrat arasında dahi pek çok kimseleri yavaş
yavaş âlem-i askerî ve seferberîye alıştırmaya ihtiyaç messedecektir.
En fena konak en âlâ bir ordugâha müreccahtır. Mamafih fena konaklar
dahi ordu ahvali üzerine icra-yı sû’-i tesir eder bir mazarrattır. Bu misillü
konaklardan ihtiraz rahata alışmış olmaklığın değil belki mülahazat-ı
âkılânenin bir neticesidir.
Seferi tanıyanlar bir ordu akıntısına mecra olan bir mahalde vesait-i
maişetin ne kadar çabuk tükendiğini pekâlâ bilirler. Dükkanlar boşanır veya
kapanır. Zahire tükenir. Ve hariçten zahire vürudu dahi münkati‘ olur. Ziyade

243
Von der GOLTZ

dolmuş olan konaklarda gündüzün rahat etmek gece vakti uyku uyumak
mümkün olamaz. Binânerîn askeri büyük bir mesafe üzerinde taksim etmek
lazımdır. Bu babda ise ahalinin serveti, iştigalâtı, suret-i maişeti bir mikyas
addolunabilir. Ahalisi münhasıran ziraat ile meşgul olan ovalık memleketlerde
askerin rahatça yerleştirilmesi mümkün ise ahaliden bir nefs başına askerden
bir neferi hesap olunur. Fabrikaları ziyade olan mahaller, keten dokumak ile
meşgul köy ve kasabalar, maadine mücavir karyeler ve büyük şehirler bittabi
bu kaideden müstesna bulunur. Bir milyon nüfusa mâlik olan Berlin şehrine
bir milyon asker yerleştirmek hiçbir vakit mümkün olmadığı hâlde adi bir
köyde nüfusundan ziyade asker yerleştirmek mümkündür. Ahval-i adiyede
bir kolordu konaklara yerleşmek için bi-hesap takribi 8 -10 Alman mili
murabba‘ında bir araziye muhtaçtır. Bu ise bir kolordunun yürüyüş kolunun
nakliyesiz olarak tûlünden ibarettir.

Filhakika açıkta konmak askeri tekrar hareket ettirmek hususunu teshil


eder. Açıkta konmuş bir askere hareket emri verildikten bir çeyrek saat
sonra asker harekete başlayabilir. Şayet askeri geniş bir cephe ile yürütmek
lazım gelir de yürüyüş kolu teşkiline hâcet messetmez ise o hâlde pek çok
vakit kazanılmış olur. Çünkü yürüyüş kolu teşkil zımnında peyderpey köyler
ve kasabalardan vürut edecek kıtaat-ı askeriye dahi kola dâhil olmak için
icap eden tertibatı yapmak mecburiyetinde bulunurlar. Ondan başka açıkta
konulduğu zaman konak mahallerine azimet ve avdet zımnında sarf olunan
vakit dahi kazanılmış bulunur. Lâkin bütün bu menâfi‘ ancak pek müstacel ve
müstesna vakitlerde ordugâhların mahzurunu izale edebilir.
Açıkta konmak mahzurlarından birisi de düşmanın konaklara yerleşmiş
olan askerden açıkta konmuş olan bir askeri daha evvel keşfedebilmisedir.
Gece vakti ordugâh ateşlerinin ziyası birkaç mil mesafe uzaktan müşahade
olunabilir. Gündüzün ve hususuyla akşam üstü derece-i kâfiyede mürtefi olan
noktalardan yine o miktar mesafeden ordugâhdan çıkan duman bulutları
görülebilir57.
Mamafih askerin fevkalade bir ızdıraba düçar olmasından ihtirazen
fevkalade sebepler olmadıkça asker ateş yakmaktan men‘ edilemez.

57 Teşrinisaninin nihayetine doğru şems guruba takarrüp ettiği esnada Pitteiviers


Kasabası kilisesinin çan kulesinden Orleans pîşgâhında kâin Gidy ve Cercottes civarında
ordugâh kurmuş bulunan Fransızların ordugâhından çıkan duman bulutları pek güzel rüy-
et edilebilir idi. Hâlbuki mezkûr ordugâh beş Alman mili uzakta bulunur idi.

244
Millet-i Müselleha

Napolyon Bonapart 1812 senesinde Vistula Nehri’nden Niemen Nehri’ne


kadar icra eylediği ileri sevkülceyş yürüyüşü esnasında “büyük ordu”yu
mütemadiyen açıkta kondurmuştur. İşte müşârun-ileyhin kumandası altında
bulunan orduların harekette gösterdikleri fevkalade sürat ve fakat bununla
da beraber yürüyüş zayiat-ı külliyesi dahi bundan neşet etmiştir. Bunun aksi
olarak bir hata dahi 1806 Seferi’nde icra olunmuştur :
Sefer-i mezkûr esnasında düçar-ı mağlubiyet olarak ricat eden Prusya
Ordusu mahzâ iaşe-i asâkir endişesine tebaiyetle askeri köylere ve şehirlere
o kadar dağınık bir hâlde kondurmuştur ki karye ve şehirler beynindeki
mesafât-ı cesimeden naşi yürüyüşler fevkalade tezâyüd etmiş ve asker gece
istirahatten hemen büsbütün mahrum kalmış idi.
Seferde ordu ile beraber miktar-ı küllî çadır taşımak ya ordunun umum
ağırlığını fevkalade tezyit veyahut her nefere lüzumundan ziyade bir bâr
tahmil eylediği cihetle evâ’ilde istimal olunan çadır ordugâhlardan büsbütün
sarf-ı nazar edilmiştir.
Bugünkü günde harekât-ı harbiyeye mübaşeret olunduktan sonra askeri
kondurmak için yalnız bir çare vardır : O da yürüyüşüne hitam verildiği anda
askeri kondurmak için olan kavaid-i mahsusaya ve askeri hanelere taksim
etmeye mahsus cetvellere istatistik mülahazatına riayet etmeksizin varılması
mümkün olan kurâ ve kasabâta yerleştirmekten ibarettir. Bir karyeye
muvasalat eden bir kıt‘a-i askeriye en münasip bildiği bir surette yerleşir.
Karye dâhilinde yerleşmek için yer bulamayıp da açıkta kalanlar karyenin
haricinde kendilerine çalıdan veya samandan kuleler inşa eder veyahut
bahçeler duvarlarından istifade ile mezkûr duvarlara tahtalar, kapı kanatları
vesaire dayayarak kendilerine bir melca’ vücuda getirirler. Bu misillü konaklar
için “köy ordugâhı” namı verilmiştir ki doğrusu müsemmasına pek mutabıktır.
Evâ’ilde istirahat üzere bulunan askerin temin ve muhafazası mülahazasıyla
ordugâhlar elzem addolunarak, ordugâhda olmayan bir askerin düşman
tarafından düçar-ı taarruz olduğu zaman vakit ve zamanıyla nizam-ı harp
ahz edemeyeceği zannolunur idi. Ondan başka konak mahallerinin pek
dağınık ve yek-diğerlerinden pek uzak bulunacağına itikat edilir idi. Lâkin
konak mahallerinde sıkça olarak yerleşmek öğrenildikten ve nizam-ı harb-ı
aslîye ehemmiyet vermemeye başlanıldıktan sonra bu endişe ve ihtiraz dahi
lüzumsuz görülmüştür. Bir karyenin yanında konup da tamam-ı düşmanın
taarruzu vukuunda karyenin istilasına müsâra‘at etmek kâffe-i kavaid-i akıl
ve hikmete mugayirdir. Karyeyi oraya muvasalat ile beraber istila etmek her
hâlde daha iyidir. Karye dâhilinde dahi haricinde olduğu gibi asker teyakkuz

245
Von der GOLTZ

üzere ve muharebeye hazır tutulabilir. Kıtaat-ı münferide büyük hanelerde


ve büyücek hane havlılarında müctemi‘ olarak bulunurlar. Her bir kıt‘a-i
askeriye kendisini müdafaaya hazırlamaya ve müdafaa için icap eden tedâbîr
ve tertibatı icra etmeye her hâlde vakit bulacağından, düşmanın taarruzu
vukuunun vakti geceyi dışarda geçirip de taarruz olunduğu zaman karanlık
içinde karyeye iltica ettiği zamanda daha ziyade herkes yerinde bulunmuş
olur.
Yalnız şurasına dikkat olunmalıdır ki asker daha bidayet-i emrde malum
bir tabiye nizamına tatbiken konaklara yerleşmiş ve her kıt‘a-i askeriye
icabında müdafaasına memur olacağı karyede konmuş bulunur. Muharebat-ı
kat‘iyeden evvel asâkir-i külliye dar bir daire dâhilinde cem‘ edildiği ve artık
çalı ve saman kulübelerinden sarf-ı nazar etmek kâbil olmadığı zaman bile
yine askerin mümkün olduğu miktarını civar köylere yerleştirmeye sa‘y
etmelidir. Bunun faydası ise yalnız askerin tebeddülât-ı havaiyeden muzdarip
olmaması olmayıp belki karyeler dâhilinde me’kûlâtın tabhını teshil edecek
matbah edevatı dahi bulabilmesidir. Bu ise açıkta edevat-ı lazıme noksan
bulunduğu zaman pek müşkül ve hele şiddetli bir rüzgar esnasında gayr-i
mümkündür.
Mesela bizim Brandenburg eyaletimiz dâhilinde bulunan kumluk
ovalar sulh ve asayiş zamanında icra olunan manevralar esnasında bile
ovalardan kopan tozlar tabh edilen et‘imeyi yenmez bir hâle koymaktadır.
Ondan başka en ziyade işgal edilmiş bir köyde bile zahire kollarından ve
erzak arabalarından ahz olunan erzaka ilave edilecek yine bir miktar erzak
bulunmak tabiîdir. Binaenaleyh iyi konmak faydasına bir de iyi beslenmek
faydası münzam olmaktadır.
1870-1871 Seferi mevsim-i şitâsında Alman askeri muharebeler
esnasında bile geceleri layıkıyla istirahat etmek için mücavir köy ve çiftliklere
iltica etmekten ihtiraz etmezler idi. Beaugency civarında Le Mans kurbunda
ve Lisaine mevziinde iş böyle oldu. Bi’l-farz Beaugency civarında olduğu gibi
köylerden birinde geceyi geçiren bir kıt‘a-i askeriye baskına düçar olup da bir
miktar zayiata uğrasa dahi yine bu zayiat mahzuru, zayiat endişesiyle bütün
orduyu açıkta kondurmaktan tevellüt edecek mazarrat ve zayiata nispeten
hiç hükmündedir. Mevsim ne kadar şedit ve hava ne derecede fena olur ise
askeri köy ordugâhlarına ve dar yürüyüş konaklarına yerleştirmek lüzumu o
nispette tezâyüd eder. Fena havada “lüzumsuz” olarak açıkta geçirilmiş birkaç
gece bir mağlubiyet kadar sû’-i tesir edebileceği gibi her hâlde münferit
gece yürüyüşlerinden daha muzırdır. En müşkül şey bârgîrleri ve hususuyla

246
Millet-i Müselleha

süvari kıtaat-ı cesimesi bârgîrlerini yerleştirmektir. Zahire vesaire kollarıyla


esbâb-ı nakliye kollarının efrat ve hayvanatı arabaların yanında bir dereceye
kadar barınabilir.
Her kıt‘a-i askeriye kendisine konak mahalli olarak gösterilen köye
bir nev‘ muhabbet gösterip sahib-i muvakkatı olmak hakkına istinaden her
mu‘accize veya yeni gelene bir nazar-ı buğz ile bakar. Bir büyücek kasabada
muhtelif mahalleler kıtaat-ı askeriye arasında taksim olunduğu gibi erkân-ı
harbiye heyeti büyücek kıtaat-ı askeriyeye işgal edecekleri araziyi evvelden
tayin ve irâ’e eylemelidir. Yoksa böyle yapılmayacak olur ise mutlaka
birtakım münazaalar zuhur eder. Konmak ve taayyüş etmek hususlarında
hod-perestlik mutlaka hüküm-fermâ bulunur. Binaenaleyh başkumandan
kolordulara, kolordu kumandanı fırkalara ve kolordu topçusuna esbâb-ı
nakliyeye ve erzak vesaire kollarına derûnunda yerleşip yayılabilecekleri
daireyi tayin ve tahdit eylemiştir. Fakat bu babda yalnız hutût-ı hududun
gösterilmesi kâfi olmayıp muhtelif mahallerin hangi kıtaat-ı askeriyeye
mensup olduğu dahi zikredilmelidir.
Devâ’ir-i mezkûreye verilecek şekil ve suret ahvale tabidir. Herşeyden
evvel icrası musammem olan harekât-ı harbiyeyi der-pîş-i nazar mütalaa
etmelidir. Harekât-ı harbiye esnasında hatt-ı hareket ittihaz olunan
caddelerin iki tarafında mümted yürüyüş kolu umkunda olmak üzere
ince arazi parçaları bi’t-tercih konak mahalli ittihaz olunur. Lisan-ı askerî
tabirince kıtaat-ı askeriye arazi-i mezkûre dâhilinde “kademe” usulüyle
yerleştirilir. Bir kolordunun nihayetinde hareket eden kıtaat-ı askeriyenin
yürüyüş kolunun başından üç Alman mili mesafe geride yerleştirilmesi pek
münasip olur. Çünkü kıtaat-ı mezkûre yürüyüşe mübaşeret olunduğu zaman
yürüyüş koluna iltihak edebilmek için o nispette bir mesafede bulunmaya
muhtaçtır.
Sağ veya sol tarafa doğru ne derece yayılabileceği hususu yolların ve
köylerin hâline tabidir.
Bir kıt‘a-i askeriyeyi ordunun hatt-ı hareketi olan caddeden sağ veya
sol tarafta bir mil mesafeden daha ziyade uzakta yerleştirmeye kıyam edilse
kıt‘a-i mezkûreye âdeta bir hareket-i yevmiye daha tahmil edilmiş olur.
Binaenaleyh yan taraflara doğru o kadar ziyade yayılmaktan ise askerin
yerleştirilmesi için yürüyüş kolunun “ilerisi” hizasında mesafe aramak evlâ
ve ensebdir. Başlıca caddeden yarım mil mesafeden daha ziyade yan tarafına
doğru yayılmak nadiren vaki olur. Her ne kadar bu mesafe dâhilinde rahatça
yerleşmek için icap eden mahal bulunmaz ise de bu misillü bir geceyi geçirmek

247
Von der GOLTZ

için kâfidir. Şayet bir mütareke akdolunur veya harekâta bir fasıla verilir de
konak mahallinde daha ziyade müddet kalınacağı tebeyyün eder ise o hâlde
daha ziyade yayılmak mümkün olabilir. Bu hâlde ise konak mahallerini şamil
olan arazinin murabba‘î veya dairevî bir şekilde olması tavsiye olunur. Çünkü
bu şekilde bir arazide ortada bulunacak olan karargâh-ı umumî her kıt‘a-i
askeriye ile suhuletle muhabere edebilir. Ondan başka konak mahalli ittihaz
olunan arazide bir müdafaada bulunmak matlup olur ise kıtaat-ı muhtelife-i
askeriyeyi suhuletle cem‘ etmek faydası dahi nümâyân olur58.
Münferit kurâ ve kasabâtta hane ve ahırlardan layıkıyla istifade etmek
için sunûf-ı selâse karışık olarak kondurulmalıdır. Bundan ise hareket-i
umumiyeye mübaşeret olunduğu zaman ahz olunan yürüyüş nizamının
muhafaza edilemeyeceği tahakkuk etmektedir59.
Binaenaleyh konak mahallerinin hâl ve vaz‘ına nazaran kıtaat-ı askeriye-i
cesime dairesi dâhilinde sunûf-ı selâseden mürettep birtakım kıtaat-ı sağîre
yerleşmiş bulunacaktır. Mesela kolordular ve fırkalar dâhilinde bir miktar
süvari ve topçu ile beraber livalar yerleşir ve bunlar yürüyüş esnasında
dahi beraber kalır. Başkumandan olan zat yalnız topçusu koluna asâkir-i
saire ile karıştırmaya gayret ederek mezkûr kolun bir arada olarak yürüyüp
konmasına dikkat eder.
Burada dahi kıtaat-ı münferideyi lüzumsuz yere yürütmekten mümkün
olduğu kadar içtinap etmelidir. Çünkü her hareketin neticesi muharebe
neticesi gibi sırf kuvvetten ibaret bulunur. Revâbıt-ı esasiyede tabiye nizam-ı
aslîsini daima iadeye çalışmak gayretinden sarf-ı nazar etmek asla caiz değil
ise de bu keyfiyeti harekete mecbur olan kıtaat-ı askeriyenin fevkalade zahmet
ve meşakkate düçar olmayacağı münasip zamanlarda icraya sa‘y etmelidir.
Yürüyüş ve konaklara yerleşmek hususunda bâlâda serd eylediğimiz
mütalaat ve mülahazat, mesela Napolyon’un 1812 senesinde icra eylediği
yürüyüş misillü orduların taraf ve mahal-i meskûnesi mefkûd olan vasi çöller
içinde icra ettikleri yürüyüşlere raci değildir. Bu misillü yürüyüşler esnasında
askeri hânelere yerleştirmek veyahut mahal-i meskûnesi tedarik edilecek
zâd u zahîre ile beslemek asla mümkün olamayıp her hâlde ordugâhlara
müracaat etmek iktiza eder. Ordugâhlar ise böyle bir beyâbânda ve havanın
fenalığı esnasında asker üzerine fevkalade bir sû’-i tesir icra edeceğinden

58 Daha gerilerde esbâb-ı nakliye ve erzak vesaire kolları yerleşir.


59 Yürüyüş nizam-ı aslîsi kitabın nihayetine ilave olunan zeylde mükemmel irâ’e
olunmuştur.

248
Millet-i Müselleha

bu gibi hâllarde vesait-i fevkaladeye ve mesela ordu ile beraber çadırlar


taşımaya ve harekât-ı harbiyenin bir fasılası hengâmında büyük mikyasta
barakalar inşasına ne dereceye kadar müracaat etmek lazım geleceği ayrıca
mülahaza olunacak bir şeydir60.
İmdi bu misillü hâllerde askerin muharebe etmek iktidarını muhafaza
etmeye begâyet itina olunmak lazımdır. Çünkü münbit ve mahsüldar ve
ahalisi kesîr olmayan bir memlekette ziyade asker bulunacak olur ise
kendisiyle beraber getirdiği erzakı yemeye mecbur olacağından buralarda
erzak arabalarını yürüyüş kolunun nihayetinde yürütmek asla caiz olamaz.
Yollar fena olduğu vakitlerde bu arabalara yürüyüş kolunun başına hiçbir
zaman vaktinde vasıl olamayacaklarından arabaları birtakım kısımlara
tefrik ve her kısmı icap eden kıtaat-ı askeriyeye terfik etmek lazımdır. Bu
gibi hâllerde kavaid-i umumiyeden edilecek bu yoldaki inhirafların faydası
ezher cihet aşikâr bulunmaktadır.
Bir kumandan ve hususuyla erkân-ı harbiye heyeti dirayet, maharet ve
tecrübe-dîdeliğini en ziyade şu yürüyüş ile konaklara yerleşmek hususundaki
tertibatta ibraz edebilir. Esna-yı seferde muharebeden evvel yürüyüşler icra
olunduğu cihetle yürüyüş meşâkk ve metâ‘ibini tadil edecek esbâbı taharrî
ve ihzarda ne derecede sarf-ı efkâr edilse sezâdır.
İşte burada askerin ne suretle yürüyüş icra eylediğini öğrenmiş
olduğumuzdan şimdi askerin mütemadiyen tebeddül üzere bulunan
makâsıd-ı harbiyede ne suretle istimal olunduğunu görelim. Bunun için ise
evvela harbin usul-i asliyesi tabir olunan esasları nazar-ı tetkik ve mütalaadan
imrâr etmekliğimiz iktiza eder.

60 Bunun için hudut üzerinde bulunan şimendifer müntehâlarında ve büyük kalelerde


külliyetli baraka levazımının iddihârı lazım gelir. Çünkü en ziyade harekât-ı harbiyenin ipdi-
taki günlerde askerin meşâkk-ı seferiyeden muzdarip olmaması lazımdır. Zaten peyderpey
vürut edecek askerin kesreti mutlaka açıkta kalmaya mecbur edecektir.

249
Yedinci Fasıl

Taarruz ve Müdafaa

Esna-yı harpte “taarruz ve müdafaa” meselesi fenn-i harp nazariyatı


erbâbının daima en ziyade sevdikleri bu meseledir. Çünkü bu usullerden
hangisinin kuvvetli olduğu suali ne kadar cazibeli ise edilen harbe isnat
olunan bin türlü ahval ve esbâb-ı muhtelifeye nazaran cevaplar dahi o
nispette mütenevvi bulunur. General Clausewitz der ki: “Harpte usul-i
müdafaa usul-i taarruziyeden daha kavîdir.” Miralay Blume dahi bunun aksi
olarak der ki : “Taarruz-ı sevkülceyş usul-i harbin en müessir suretidir.” Bu
maddeye dair edilen mübâhasât ekseriya mezkûr usullerden her hangi
birini olursa olsun iltizam, muharip olanların elinde imiş gibi bir mana işrâb
etmektedir. Hâlbuki bu hiçbir vakit olmuş bir şey değildir. Ahval, tarafeyn-i
muharebeynden her birini daha harbe mübaşeret ettiği esnada ya taarruz
veya müdafaa usulünü iltizama mecbur etmektedir. Binaenaleyh iki hâlin
dahi menâfi‘ ve mahâzîrini mukayese etmekten ise ahval-i mezkûrenin
matlubatından bahsetmek evlâdır. Zâten bu mukayesenin münasip olması
bile şüpheli bir keyfiyettir.

Ekseriya bunlar “taarruz-ı sevkülceyşî”, “taarruz-ı tabiyevî”, “müdafaa-i


sevkülceyşî”, “müdafaa-i tabiyevî” aksamına taksim edilmektedir. Esasen
düşünülür ise bunların ikisi de birdir. Taarruz-ı sevkülceyşî taarruzun
heyet-i umumiyesini yani düşmana galebe için icra olunan harekât-ı harbiye
ile muharebeyi beyan eder. Taarruz-ı tabiyevî ise yalnız müfrez ve mahdut
bir muharebe meydanında taarruzun suret-i icrasını tarif edildiğinden
işbu taarruz-ı sevkülceyşînin nihayet bulduğu bir nokta makamında
bulunmaktadır.

Müdafaa-i sevkülceyşî tedâbîr-i tedafüiyenin heyet-i umumiyesinden


ibaret olup müdafaa-i tabiyevî ise müntehab bir mevki üzerinde düşman
tarafından gelen hücuma mukavemetten ibarettir. Her ne kadar bunların
beyninde esasen bir fark yok ise de taarruz ve müdafaanın hangi hâl-i
hususîsi murat edilmiş olduğu suhuletle anlaşılmak için esâmî-i mezkûreyi
mübâhis-i âtiyede istimal etmek münasip görülür.

250
Millet-i Müselleha

Yeni muharrirlerden birisi taarruz-ı sevkülceyşîye (ilca’ât-ı tarihiyeye


tabi bulunan) taarruzun takaddüm etmesi lazım olduğunu bi-hakkın beyan
etmiştir. Müdafaada dahi hâl böyledir. Taarruz ekser hâlâtta ale’l-umum
milletin efkâr-ı taarruziye ve müdafaa dahi efkâr-ı tedafüiyesine müstenit
bulunur. Binâberîn “unsur-ı tarihî” menşe olup ona merbut olan “unsur-ı
askerî” ise bir neticeden ibarettir.
1877 senesinde Osmanlıların daha bidayet-i emrde hâl-i tedafüîyi
iltizam eylemelerine hiçbir kimse taaccup ve istiğrâb etmemiştir. Hatta
hâl-i mezkûrun esbâb-ı sevkülceyşi bile hatıra getirilmedi. Çünkü Devlet-i
Osmaniye o sırada öteden beri gelen ahval neticesi olarak hâl-i tedafüiyede
bulunmayı mürecceh addetmekte iken Rusya Devleti Panslavizm fırkasının
tazyikine ittibâ‘en61 hâl-i ta‘arruzîyi iltizam etmiş idi. Binaenaleyh daha
muharebeden evvel ilca’ât-ı tarihiye muharip olan tarafın harbin hangi
hâlini iltizam etmesi lazım geleceğini irâ’e etmektedir. Tarih ve politikaca
mütecaviz olan devletler gaye-i emelleri olan hususatı hudutları haricinde
aramakta olduklarından bittabi hâl-i taarruzîyi iltizam ederler. Hâllerinden
hoşnut olacak derecede tevsi-i memâlik etmiş olanlar ise müdafaa ile iktifa
ederler.
Bunun hâlât-ı istisnaiyesi gayr-i vaki değildir. Bazı hatî’ât-ı askeriye
esasen mütecaviz olan bir devleti bir müddet için hâl-i tedafüîde bulunmaya
mecbur edebilir. İptida küçük olduğu hâlde gittikçe büyüyerek fevkalade bir
cesamet peyda eden devletlerin cümlesi vaktiyle Roma’nın ve Prusya’nın
geçirdikleri devirler gibi birkaç hükûmetin ittifakına karşı sırf müdafaa
ile iktifa etmeye mecbur olacakları bir devir geçirmeleri ahval-i maziye ile
müspet bir keyfiyettir.
İki tarafın dahi hâl-i taarruzîyi iltizam ile muharebe etmesi ancak
kuvvetleri yek-diğerine muadil ve tensikat-ı askeriyeleri yek-diğerlerinin aynı
olan iki devlet arasında zuhur edebilir. Çünkü yalnız tedarikat-ı seferiyede
birkaç günlük bir teehhür geç kalmış olan tarafa evvel-i emrde hâl-i tedafüîyi
iltizam eylemeyi icbar etmektedir.
Birinci Napolyon icra eylediği seri ve cüretli taarruzî muharebelerle
hâl-i taarruzînin her hâlde müdafaaya müreccah olduğu fikrinin hüküm-
fermâ olmasına sebebiyet vermiştir. Lâkin esliha-i nâriyenin son zamanlarda
vuku bulan terakkiyat-ı fevkaladesi tabiye nokta-i nazarından olarak fikr-i
mezkûrun aksini ispat etmektedir. Âtîde izah edeceğimiz bir taarruz-ı

61 Daha doğrusu “tazyikine ittibâ‘” namına’ olarak. Li’t-tabi‘

251
Von der GOLTZ

sevkülceyşîye ancak kendisini taarruz-ı tabiyevîye rabt ile icra etmek


mümkün olduğundan taarruz-ı tabiyevîde mevcut olan mahzurâtın bittabi
taarruz-ı sevkülceyşîye dahi icra-yı sû’-i tesir etmesi muhakkaktır.
Fikr-i mezkûra nazaran her türlü ahvalin tesiriyle hâl-i tedafüîde
bulunmaya icbar edilen tarafın doğrudan doğruya müstefit olması iktiza eder
idi. Mamafih bu fikir hâl-i tedafüîye bir büyük kuvvet isnat edilmek misillü
bir hata-yı azimi şamildir. Filhakika bugünkü günde hâl-i müdafaada bulunan
taraf elinde olan esliha-i mükemmele ile hatt-ı müdafaasının ilerisinde
bulunan araziyi bin metre mesafeye kadar şediden süpürmektedir. Taarruz
eden asker ise kaval tüfekler zamanında olduğundan on kat daha vasi ve daha
muharrib bir daire içinden mürur etmeye muhtaçtır. Müdafaada bulunan
taraf avârız-ı araziden inşa edilen hutût-ı istihkâmiyeden ve her nev‘ vesait-i
tedafüiyeden istifade edip kemâl-i sükûn içinde ve hücumu reddetmeye
müheyya bir hâlde bulunur. Müdâfi‘în çelik toplarından mütemadiyen ateş
püskürtmekte iken taarruz edilen asker bin türlü müşkülat arasında biraz
ileriyebilmek için arasıra toplarının ateşini kesmeye mecburdur. Ondan
başka taarruz üzere bulunan asker zayiata ve tehlikeye düçar olmaktan gayri
bir de yorgunluk zahmetini çeker. Hâl-i müdafaada ahval daha sade bulunur.
Askerin kumandası bir zat elinde kalabilir ve başkumandan olan zat yanında
o kadar çok müstakil kumandanlar göremez. Taarruzda olduğu gibi ilerlemek
esnasında kuvve-i askeriye birtakım aksama ayrılmadığı, dağılmadığı ve
yek-diğerlerine karışmadığı, istikametler değiştirilmediği ve bazı mahalde
ilerileyip diğer tarafta ricat olunmadığı ve yalnız bir hatt-ı muayyen üzerinde
bulunduğu cihetle hâl-i müdafaada bulunan taraf erzak ve cephane ve efrad-ı
ihtiyatiyeyi daha suhuletle celp ve cem‘ edebilir.
Hâl-i tedafüînin tabiye fevâ’idinden başka birtakım faydaları daha
vardır. Esbâb-ı maişet ve efrat ve hayvanat-ı ihtiyatiye celbi ve bir ordunun
muhtaç bulunduğu kâffe-i levazımının istihzarı daha kolaydır. Çünkü hâl-i
müdafaada bulunan taraf debboy ve ambarlarından uzak bulunmadığı gibi
ekseriya onlara doğru ricat eder ve hutût-ı muvârede ve muhaberesinin
tûlü taraf-ı mütecavizde olduğu gibi nâ-mütenâhî bulunmaz. Ondan başka
müdafaada bulunan taraf daha ziyade bir kuvvetten istifade edebilir.
Zira taarruz üzere bulunan tarafın beraber getiremeyeceği kadar asker
istimaline muktedirdir. Dârü’l-harekât dâhilinde bulunan kılâ‘ ve mevâki‘-i
müstahkeme asâkir-i muhafazası hâl-i tedafüîde bulunan taraf için pek
büyük ehemmiyeti haizdir. Zira kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkeme-i mezkûre hiç
olmaz ise tarassut için düşmanın bir kısmını kendilerine doğru cezbederler.
Taarruz üzere bulunan taraf ise kendi memleketi dâhilinde bulunan kılâ‘ ve

252
Millet-i Müselleha

mevâki‘-i müstahkemeyi muhafazasız bırakamayacağından ve bir mağlubiyet


üzerine ricat mecburiyetini mülahaza ettiğinden, mevâki‘-i mezkûrede olan
asâkir-i muhafazasını yanına celp edemez. Zaten asâkir-i muhafaza düşman
memleketinde harekât-ı taarruziye icrasına ekseriya müstait bulunmaz.
Hâl-i tedafüîde bulunan taraf bu misillü askeri mevâki‘-i müstahkemede
ve istihkâmât dâhilinde istimal edebileceği gibi ahali-i memleketten bir
kısmını dahi silahaltına davet edebildiği hâlde taraf-ı mütearrız bu hususu
kendi maksadına hizmet ettiremez. Ziyade yaşlı bulunan şehirli ve köylü
kendi hanesini müdafaa için silaha sarılır ise de düşman memleketi dâhiline
tecavüz eden bir ordunun hudud-ı istilasını tevsi için asla sarılmaz.
Usul-i taarruziyenin daha ziyade gayrete muhtaç ve daha ziyade zayiatı
mucip olduğu muhakkaktır. Usul-i mezkûrenin birinci mahzuru ileriye doğru
hareket ettiği nispette kuvve-i askeriyenin usul-i tedafüiyeye nazaran düçar-ı
zaaf olmasıdır.
Taarruz eden taraf iptida düşman memleketine duhul ile onu istila
etmeye mecbur olduğundan az çok mükemmel bir hudut istihkâmâtı
hattından mürur ve istihkâmât-ı mezkûreden bir takımını muhasara
veyahut mütemadiyen tarassut etmek mecburiyetinde bulunur. Bunların
ikisi dahi kuva-yı askeriyenin sarfını istilzam eder. İleriye gittiği nispette
hutût-ı irtibatının tûl ve miktarı dahi tezâyüd ve menâfi‘i tenakus eder.
Ordu beher gün gerisinde bulunan ambar vesaire mevâki‘ini muhafaza
etmek için birtakım müfrezeler terkine mecbur olacağı gibi zayiata mukabil
efrad-ı ihtiyatiye celbi o nispette kesb-i müşkülat etmeye başlar. Taarruz
üzere bulunan ordular ilkbaharda düşen taze kar gibi erirler. Yüz binlerce
kişiler ile düşman hududu tecavüz eylediği hâlde birkaç ay sonra düşman
memleketinin ortasında yalnız birkaç bin kişi ile muharebeye devam olunur.
1805 senesi Teşrinievvelinde 200.000 kişi ile Almanya dârü’l-harekâtına
vasıl olan Napolyon Bonapart kuva-yı askeriyesini kemâl-i tasarruf ile idare
etmeyi bildiği hâlde dahi yine kanunuevvelin ikinci günü Austerlitz’de
vuku bulan muharebe-i meşhure için 80.000 neferden ziyade asker cem‘ine
muvaffak olamamıştır.
Ondan sonra taarruz üzere bulunan taraf ordunun efkâr-ı umumiyesini
hâl-i iptidai üzere muhafaza etmekte dahi müşkülat çeker. İlk muzafferiyetler
ile maksat istihsal edilmiş ve arzu olunan menfaat kazanılmış gibi
görüneceğinden muvaffakiyatı idame ve kazanılmış olan menâfi‘i muhafaza
zımnında mütemadiyen vesait ve kuva-yı cedide sarfı lüzumunu bu babda

253
Von der GOLTZ

fedakârlık edecek olanlara tefhim etmek pek güç olur. Müdafaa üzere
bulunan taraf büsbütün başka bir hâlde bulunur. Düşman, hududu tecavüz
ve gittikçe takarrüp edip de tehlike ve muhatara iyân olduğu nispette müdâfi‘
için dahi menâbi‘-i cedide küşat olunur. Fevkalade bir surette asker toplamak
silah ve para celp etmek için ittihaz olunacak tedâbîri herkes tasdik eder.
Harbin vekâyi‘-i iptidaiyesi felaketli olsa bile ordunun gerisinde cesur ve
vatan-perver bir millet bulunduğu zaman hâl-i müdafaa pek büyük işler
gösterebilir. Amerika’nın muharebe-i istiklali esnasında Hükûmet-i Şimaliye
ve Almanya-Fransa Harbi’nin devr-i sânîsinde Fransa Hükûmeti bu babda
pek güzel misaller irâ’e etmişlerdir.
Lâkin usul-i müdafaanın haiz bulunduğu bütün bu menâfi‘e mukabil
usul-i taarruziyede ordunun kuva-yı maddiye ve maneviyesini tahrik iktidarı
müdafaa usulünde olduğuna nispeten pek çok ziyadedir. İşte bu iktidara
mebnidir ki muzafferiyyetlerin kısm-ı azamı taarruz eden tarafta bulunur.
Zaten taarruz eden taraf işin iptidasından itibaren bir hedef-i maluma
doğru hareket eder. Taraf-ı mezkûr bidayet-i emrde kendisine bir hedef
intihap eylediği cihetle kâffe-i kuva-yı maneviye ve fikriyesi bir istikamet-i
muayyeneye mâlik bulunur. Ahvalin icbarı ise kuva-yı mezkûrenin daha
ziyade semeredâr olmasına hizmet eder. Zaten usul-i taarruzun usul-i
tedafüîye daha ziyade faal bulunması bir menfaat addolunabilir. Çünkü yek-
diğerlerine muadil olan iki hasımdan hangisi daha ziyade faal bulunur ise
onun muzaffer olacağı vâreste-i kayd-ı iştibâhtır.

Müdafaada bulunan taraf darbeye karşı siper almak için darbenin


vürudunu bekler ve düşmanın kâffe-i ef‘âl ve harekâtını kemâl-i dikkat ile
teftiş edip ona göre muamele etmek mecburiyetinde bulunur. Binaenaleyh
müdâfi‘înde mütearrızîndeki şevk kadar bir şevk bulunmak nâ-kâbildir.
Bunun için ahval ve harekâta hâkim ve umum askere sirayeti muhakkak
bulunan işbu hâkimiyet-i haseneye mâlik bulunan mütearrız harikulade
işler görmeye muvaffak olur. İleriye doğru hareket eden bir ordunun
hâliyle düşmanın vüruduna intizar eden bir ordunun heves-i teşebbüsat-
perverânesi tehyîc olunduğundan müdafaadan ziyade hâl-i taarruzîde
tevessü edecek meydan bulur. Çünkü usul-i taarruz daha ziyade vesaiti
istimal eder. Başkumandan olan zat tarafından yalnız umumî istikametlerin
gösterildiğini biliriz. Maiyetinde bulunan kumandanlar ise ahz ettikleri
evâmiri icraya ve evâmir-i mezkûreden mümkün mertebe istifade etmeye
gayret ederler. (Bunlardan her biri ve hatta en küçüğü bile talih kendisini
bir nokta-i müntece üzerinde bulundurduğu zaman oynanan facianın başlıca

254
Millet-i Müselleha

şahsı olabilir.) Bir mil tûlunda bir hatt-ı müdafaa suret-i umumiyede ne
kadar mükemmel intihap olunsa dahi yine mutlaka zayıf bir noktaya mâlik
bulunabilir.

İşte mezkûr nokta üzerinde gayret ve kuvvetini sarf eden ve bir


muvaffakiyete nail olan kimse o günün kahramanı olur. Bu ihtimal hasebiyledir
ki taarruz eden ordu daima bir büyük gayrete mâlik bulunur. Kuva-yı faalenin
kesretiyle muvaffakiyet ihtimalatının miktarı dahi tekessür eder. Müdâfi‘înin
hatlarına girmeye muvaffak olan bir uç, taarruz üzere bulunan ordunun
henüz yek-diğerlerine merbut olmayan aksamı için bir mıknatıs makamında
bulunur. Bendin münkesir olduğu bir mahalde açılan gediği daha ziyade tevsi
etmek için bütün suların oraya hücum etmesi gibi emvâc-ı muharibîn dahi
cesurâne edilmiş bir darbe ile açılan gedik mahalline doğru hücum ederler.
Bundan başka taarruzun iki cihetten ehemmiyeti vardır. Muvaffakiyet ile icra
edilmiş bir müdafaa düşmanın o anda bizden daha kuvvetli bulunmamış
olduğunu ve muvaffakiyetle icra olunan bir taarruz ise bizim düşmana her
hâlde faik bulunduğumuzu ispat eder.

Harp, tesirat-ı maddiyenin nüfuzu altında bulunduğu kadar tesirat-ı


ahval-i ruhiyenin nüfuzu altında dahi o kadar bulunur. İnsan yalnız kendisini
vakt-ı zuhurunu bilmediği bir tehlike ve muhataraya muntazır bir hâlde farz
ve tasavvur eder ise müdafaa üzere olup düşmanın taarruzuna muntazır
bulunan bir ordunun hâlini suhuletle anlayabilir. Hâl-i müdafaa unsur-ı
müşevvikten mahrum olduğundan kuva-yı mevcudeyi tahrik edeceğine
bilakis kayd u bend eder ve adi bir nefere bile mensup olduğu ordunun
ve maiyetinde bulunduğu kumandanın ahvale hâkim olmayıp ahvalin zîr-i
hükmünde bulundukları hissini ilkâ eyler. Bir nâkil-i kavî olan “faaliyet”
hassasına mâlik değildir. Ondan başka hâl-i müdafaada ancak bütün hatt-ı
müdafaayı muhafaza etmekle encamın hayırlı olabileceği mülahazası dahi
endişenin tevellüdüne hizmet eder. Düşman hatt-ı müdafaanın altı kısımdan
bir kısmını zabt ettikten sonra beş kısmını muhafaza edebilmiş olmak asla
fayda vermez. Hatta düşman için hatt-ı mezkûrun yalnız bir yana hâkim
olduktan sonra bütün hattı bilâ fasıla darp edebilir.
1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü dahi akşama kadar bir mil
tûlunda olan cephesini muhafazaya muktedir olan düşmanın bir yanını zapta
muvaffak olan birkaç tabur cepheden hareket eden asker ile bi’l-ittihat hatt-ı
mezkûr cenahının küçük bir kısmını tahrip etmeye muvaffak olduklarından,
netice-i muharebenin husulüne sebep olmuşlardır. Meşum bir fark vardır ki

255
Von der GOLTZ

o da hâl-i müdafaada bulunan tarafın ancak hatt-ı müdafaanın kâffe-i nukâtı


üzerinde galip olduğu zaman muzaffer olmuş olması ve hâlbuki taarruz
eden tarafın yalnız bir nokta üzerinde muzaffer olmasıyla galebe etmiş
sayılmasıdır.
Müdafaa-i sevkülceyşîden ziyade birçok defalar methedilen müdafaa-i
tabiyevîye ait olan işbu hakikat, nehirlerin ve cebel silsilelerinin ilanihaye
müdafaa edilememesi sebebini dahi izah etmektedir. Ne Tuna ve ne de Rhine
Nehri, orduların ileriye hareketine mâni olabilmişlerdir. Geçit noktası ittihaz
edileceği melhuz olan mahallerde bırakılan aksam-ı askeriyenin müfrez
kalması bir kere muhataralı bir şeydir. Fakat bu muhataradan ziyade aksam-ı
mezkûreden her birinin mücaviri bulunan kıt‘a-i askeriyenin süratle bir
ricati vukuunda kendisinin muavenetsiz kalarak mahvolacağına itikat etmesi
bir kat daha muhataralıdır. Vakt-i münasipte icra edilmiş bir ricata mukabil
âdeta “mükâfat” verilmekte olduğundan bu keyfiyet gayret-i müdafaayı
ziyadesiyle kesr ve tenkîs eder. Mağlubiyet akîbinde kumandanları münazaa
ettiren bir şair, kumandanların ağzından şu : “Sizin adamlarınız en evvel
kaçmaya başladı!” – “Hiç kimse sebat etmedi. Telaş ve firar-ı umumî oldu!” –
“Hayır efendim! Firara sizin cenahınızdan başlandı.” sözlerini söylettiği zaman
gözleri önüne mutlaka uzun bir cephe üzerinde vukua gelen bir müdafaa
muharebesi getirmiştir.
1878 mevsim-i şitâsında Balkan’ı kemâl-i şecaat ve cesaret ile müdafaa
eden asker yine bir nokta üzerinde düçar-ı felaket olmuştur. Jomini silsile-i
cibâli “Aşılması nâ-kâbil olmakla beraber yine aşıla bilen mevâni‘dir.” kelamıyla
tarif ve tavsif ediyor.
Binâberîn General Clausewitz’in dediği gibi : Hâl-i müdafaa iki usulden
daha kuvvetli olanı bulunsun ve kuvve-i kalîlenin araziye ve vesait-i suniyeye
istinaden onun sayesinde hiç olmaz ise düşmanın def‘ine muvaffak olacağı
muhakkak olsun yine usul-i taarruziye daha büyük bir kuvvete mâliktir.
Vakıa usul-i taarruziyenin vazifesi henüz şu on sene içinde bile pek büyük
müşkülat kesb etmiştir. İstikbâlde hâl-i tedafüî üzere bulunacak olan
düşmanın kemâl-i emniyet ile mevâki‘-i müstahkemenin toplarına istinat
ederek sağdan ve soldan bir taarruz vukuuna muntazır bulunan asâkir-i
külliyesini mağlup ve perişan etmek için harikulade gayret ve himmet
sarfına ihtiyaç messedecektir. Başkumandan olan zat gayet dûr-endîşâne
mülahaza etmeye mecbur olduğu gibi evâ’ile nispeten daha ziyade cesaret
göstermeye dahi mecbur bulunacaktır. Doğrudan doğruya düşman üzerine
taarruz veyahut düşmanın yanlarını dolaşmayı tecrübe etmekle istikbalde
bir iş görülmeyecektir.

256
Millet-i Müselleha

Düşmanı aldatmak için muharebeler ile karışık manevralar icra ve


cesim müstakil topçu muharebelerine teşebbüs ve bir noktadan bir kuvve-i
cesime alarak serian diğer bir noktaya nakletmek meydan muharebelerini
hazırladıktan sonra en ziyade tasavvur olunabilen cesaret ile mezkûr
muharebeleri icra etmek iktiza edecektir. Şimdiye kadar beş veya altı
kolordunun düşmanın cephesini işgal ve bir kolordunun hatt-ı müdafaanın
yanına taarruz etmesi kâfi idi ise istikbalde icra olunacak muharebat-ı
kat‘iyede belki hâl bunun aksi bir şekil ve suret peyda edecektir. En evvel
zuhur edecek bir harpte bazı vakitler idrak olunacaktır ki kuva-yı mevcudenin
kâffesi muharebat-ı sâlifede asla tesadüf edilemeyen harikulade bir gayret
sarfına mecbur olacaklardır.
Mamafih hususat-ı mezkûre usul-i taarruz ve müdafaa hakkında olan
mülahazat-ı umumiyeyi asla tebdil edemez. Zira mülahazat-ı umumiye
esbâb-ı hariciyeden olmayıp tabiat-ı beşer hafâyâsından neşet eden esbâb-ı
dâhiliyeye müstenittir. Her zuhur eden müşkül-i cedit, taarruz eden tarafın bir
fikr-i cedit kazanmasına, kendisinde bir kuvve-i cedide uyanmasına, kuvve-i
müfekkiresinin teşeddüdüne, heves-i teşebbüsatının tezâyüdüne hizmet
edecek yani kendisinden ziyadesini talep eylemekle beraber kendisine daha
ziyade şey dahi ihsan etmiş olacaktır. Muavenet-i talih ve takdir ile hâl-i
taarruzîyi iltizam eden asker mesut ve bahtiyardır.
Kâffe-i muharebatın gaye-i emeli yani düşman kuvve-i askeriyesinin
harbe devam iktidarından ıskatı hususu ancak usul-i taarruziye ile istihsal
olunabilir. Usul-i müdafaayı müdafaa eden kimseler hâl-i müdafaanın
muvakkat bir şey olduğu ve hâl-i müdafaada bulunan tarafın dahi nihayette
hâl-i taarruzîye geçebileceğini ve mütearrız tarafından icra edilip reddine
muvaffak olunan bir darbeye mukabil bir darbe ile cevap verebileceğini
ve bu hususu hiçbir vakit nazar-ı dikkatinden dûr tutmayacağını beyan
etmektedirler. Bu ise tabir-i âharla müdafaada bulunan taraf dahi mütearrız
olmak ister ve fakat yalnız muvaffakiyet ile taarruza başlayabileceği vakt-i
münasibini bekler demektir.
Bununla ise hâl-i müdafaanın harpte bir usul-i müstakile olmaya haklı
bulunmadığı ve hâl-i mezkûrun muvakkat bir şey olduğu ispat edilmiş olur.
Bir adama birisi hücum etse de o adam kendisine tevcih olunan
darbelere siper almak ile iktifa etse onun kavga ettiğini hiç kimse iddia
edemez. Bunun için hâl-i müdafaa üzere bulunan taraf hakkında dahi “harp
ediyor” denilemez. Belki kendisi o harbin “mahkûmu” hükmünde olur.
“Harp etmek taarruz etmek demektir.”

257
Von der GOLTZ

Mülahazat-ı umumiye-i mezkûreye istinaden taarruzun hüsn-i suretle


icrası şerâ’itini izah edebiliriz.
Vakıa usul-i taarruziye kuva-yı maneviye ve maddiyenin daha ziyade
istihlâkını ve efkârın daha ziyade sarfını müstevcib olduğu muhakkak
bulunduğundan hâl-i taarruzîyi iltizam eden ordu, mevcut hususunda
hasmına faik olmaz ve hususat-ı sairede hasmına muadil bulunur ise o
ordunun mutlaka kâffe-i kuvâsını tahrik ve sarfa mecbur olacağı bedihidir.
Muntazam olmayan ordulara mezkûr ordular ne kadar kesîr olur ise olsunlar
yine bazı memuriyetler tevdi olunamaz. Mesela dolaşmak veya manevra icra
etmek ile zabt ve teshîrleri kâbil olmayan müstahkem mahallerin hücum
ile zabt ve işgali bu kabîldendir. Çünkü mahall-i mezkûreyi cesur, mu‘allem
ve muharebe için iyi terbiye edilmiş bir asker hücum ile zabt edebilir. Böyle
mu‘allem asker mevcut olmayan yerde hücumu tekrar etmek faydasızdır.
Zira her sadme kuvvetsiz bulunacağı cihetle hiçbirisi kesr-i mukavemete
muvaffak olamaz. Fransızların 1871 senesi Kanunusanisinin 15,16 ve 17’nci
günleri Lisaine mevzii üzerine icra ettikleri hücumlar bu babda pek çok
misaller irâ’e etmektedir.
Ondan başka bugünkü hücumda şerâ’it-i muvaffakiyetin hemen birincisi
iyi zabitlere mâlik olmak bulunduğu cihetle ancak tecrübe-dîde, zeki, cesur
ve kendi kendine harekete muktedir bir heyet-i zabitana mâlik olan bir
ordu taarruzda muvaffak olabilir. Böyle bir ordunun her uzvunun heves-i
teşebbüsat ve şevk ve gayret ile mütehassıs olması iktiza eder.
Taarruzun kuvve-i müstakilesi daha bidayet-i emrde mütemadiyen
tenakusa başladığı cihetle taarruzda muvaffakiyyet şerâ’itinden biri de efrat
ve hayvanat ve levazım-ı saire-i ihtiyatiye hususunun hüsn-i suretle tanzim
edilmiş bulunmasıdır.
Ordular için hem de taarruzda cidden iş görmeye muktedir bir ihtiyat
bulundurulmalıdır. Binâberîn taarruz üzere bulunan taraf hem sulh ve asayiş
zamanında iyi terbiye edilmiş bir orduya ve hem de millî olmakla beraber
teşkilat-ı muntazamaya mâlik diğer bir orduya muhtaçtır. Bunlardan ancak
birincisi icap eden kuvveti ibraza muktedir olarak, ikincisi ise kuvve-i
mezkûrenin idamesine hizmet eder.
Anasır-ı taarruz muamelat ve harekâtta sürat ve devamdan ibarettir.
Hedef-i maksûda muvasalat edinceye kadar onun için hiçbir fasıla-i harekât
caiz olamaz. Her nev‘ fasıla muhataralı olur. Çünkü fasıla-i mezkûre
fevkalade bir sa‘y ve gayretten sonra zuhura geldiği cihetle mutlaka

258
Millet-i Müselleha

fevkalade bir gevşeklik zuhuruna sebebiyet verir. Bir defa düçar-ı atalet
olan harekât-ı taarruziyeye tekrar mübaşeret, harekât-ı harbiye esnasında
pek müşkül ve hele muharebe hengâmında fasıla sebebiyle ifâte edilen
şeyi miktar-ı kâfi kuvvet ile tamir edecek kadar kuvve-i imdadiye vürut
etmez ise hemen gayr-i kâbil olur. Binaenaleyh bi’l-ihtiyar vukua gelen bir
fasılayı ancak kuvve-i imdadiye vürudu ümidi haklı gösterebilir. Hücum ile
zabtı nâ-kâbil olan mevâzî‘ ve mevâki‘i dolaşmak ve tehdit etmek emrinde
icra edilecek en cüretli teşebbüsat yine bir zaman-ı münasibe intizar ile
imrâr-ı vaktten daha âlâdır. Zira hiç memul olunmadığı hâlde, düşmanının
kendisine taarruza cesaret etmediğini gören bir hasım, hâl-i tedafüîde iken
birden bire hâl-i taarruzîye geçebilir. Ondan başka hâl-i müdafaada bulunan
tarafın muharebeyi tehiyye eylediği mahalde muharebeye tutuşmamak dahi
taarruz eden tarafın menâfi‘i iktizasındandır. Bunun için müdafaada bulunan
düşmanı başka meydanlara celp etmeye yani kendi hareketiyle müdâfi‘îni
dahi cebren hareket ettirmeye daima sa‘y etmelidir. Böyle bir hâlde ise usul-i
taarruz her hâlde usul-i müdafaaya galip ve faik olur.
Kaideten bir hücum ve taarruz ne kadar şedit olur ise mucip olacağı
telefat ve zayiat bazı noktalar üzerinde ziyade olsa dahi yine bi’n-nisbe az
olur. Hususuyla taarruz-ı tabiyevîde istimal-i sürat lazımdır. Büyük Frederick
kavaid-i esasiye-i fenn-i harp nam eserinde der ki : “Bunun içindir ki bir
hücum ne kadar şiddetli olur ise mucip olacağı telefat ve zayiat o nispette kalîl
olur.”
Taarruz üzere bulunan taraf kuvvetinin bi’t-tedric tenakusu
keyfiyeti vesait-i umumiye-i harbiyenin hüsn-i suretle idaresini istilzam
eyleyeceğinden, bir taarruz ve hücum bir zaman içinde daima yalnız bir
hedefe mâlik bulunarak sair hedefleri ise muvakkaten nazar-ı dikkatten dûr
etmelidir. Kâffe-i kuva-yı maddiye ve maneviyeyi o yegâne hedefin istihsali
uğrunda istimal eylemelidir.
Bir taarruz-ı tabiyevînin icrası esnasında kesr ve tahribi murat edilen
nokta üzerinde behemahâl düşmana faik olmak lazım geldiğini daima der-
hatır etmelidir ki düşman bir daha o nokta üzerindeki mağlubiyeti tamir
edecek iktidardan mahrum kalsın. Bu husus hâsıl olduktan sonra mucib-i
muvaffakiyât olacak umur-ı saireyi nazar-ı dikkate almalıdır. Bir taarruz-ı
sevkülceyşîde ise bütün kuvve-i tahribiyeyi mağlubiyetleriyle bizim tarafı
hâlin ilerisine hâkim kılacak ordu aksamına tevcih etmek iktiza eder.
Lâkin taarruz-ı sevkülceyşîde hedefin intihabı sırasında daha başka
mülahazat lazımdır. Evvela bütün seferi birden tekmil etmek mi, yoksa

259
Von der GOLTZ

onu taksim ile müteaddit hedefler intihap ederek bu hedefleri göz önüne
aldıktan sonra yine bir ve büyük hedef ve maksada müteveccih olacak birkaç
sevkülceyş taarruzlarının birden icrası mı münasip olacağı düşünülmelidir.
Her bir sevkülceyş-i taarruzînin tûl ve imtidadı elde mevcut olan vesaite
nazaran hesap edilmelidir. Bu babda âkılâne bir itidal, başkumandanın
birinci fazileti addolunabilir. Napolyon Bonapart’ın 1812 senesinde bu
fazilete mâlik olmaması kendisinin felaket ve inhizamına sebebiyet vermiş
idi.
1812 senesi Ağustosunun nıfs-ı ahîrinde Smolensk’ten Moskova’ya
doğru hareket-i taarruziyeye devam edilmesi en tehlikeli bir hareket-i cüret-
perverâne idi. Müşârun-ileyhin teşebbüsüne netice verecek olan işbu hareket
1813 senesi ilkbaharında icra edilecek bir sefer-i sânîye tahsis olunmak ve
mevsim-i şitâ sefer-i mezkûr için icap eden tedarikat-ı harbiyenin icrasına
hasredilmek lazım gelir idi. Napolyon Bonapart bütün seferi bilâ fasıla bir
hareket ile ikmal etmeye karar verdiği zaman kendi zekasına lüzumundan
ziyade emniyet etmiştir. Buna mukabil İskender-i Rûmî Asya’yı zabt ve
istila eylediği vakit istihsali her hâlde mümkün bulunmuş olan ehdâf-ı
ba‘îdeyi müdebbirâne bir surette tefrik ve seferi taksim ile âkılâne bir itidal
göstermiştir.
Müşârun-ileyh, Asya’nın dâhiline tecavüz etmezden evvel Asya-yı Suğra
sevâhilini ve hatt-ı Mısrıye’yi zapt ederek ibraz-ı âsâr-ı dirayet edip hatt-ı
ricatini temin ve ordusunu takviye ve bir kuvve-i bahriye cem‘ ettikten sonra
meçhulü olan memâlik-i şarkiyeye doğru teveccüh eyledi. Müşârun-ileyh
bu vechle Xenophons’un düçar olduğu felaketten kurtulmuş ve bunun için
dessâs ve dûr-endîş olan Romalılar ecânib arasında “büyük” olarak ancak
kendisinin zuhur ettiğini tasdik etmişlerdir. Bu misillü müdebbirâne itidali
1870-1871 Seferi’nde Almanya erkân-ı harbiyesi heyeti dahi ibraz ederek
Paris’in muhasarası esnasında her şeyden evvel payitahtı zabt ve teshîr ve
bu zabtı tamamıyla temin etmek emeliyle Fransa eyalâtına doğru hareket-i
taarruziyenin daha ziyade temdidine rıza göstermemiştir. Bu sırada
karargâh-ı umumîden vârid olan evâmir-i umumiye şu mealde idi:
“Ahval-i umumiye bizi bir galebe ve muzafferiyetten sonra düşmanı
takipte ancak başlıca kuvvetini perişan ve tekrar içtimaını uzunca bir müddet
için gayr-i mümkün etmek derecesinden ziyade ileriye gitmemekliğe mecbur
etmektedir. Biz kendisini Lille, Havre ve Bourges şehirleri misillü nihayet istinat
noktalarına kadar takip edeceğimiz gibi Normandiya, Britanya yahut Vendee
gibi ba‘îd olan eyaletlerini dahi daimi surette işgal etmek istemeyiz. Hatta

260
Millet-i Müselleha

başlıca kuvvetlerimizi birkaç mühim sevkülceyş noktalarına cem‘ edebilmek


için Dieppe ve Tours misillü yed-i zabtımızda bulunan bazı nukâtı tahliye
etmeyi bile niyet ediyoruz.”
İşte evâmir-i mezkûrede beyan olunan fikre nazaran Paris şehri teslime
mecbur edilip muhasara ordusu serbest kaldıktan vesair orduları takviye
etmek mümkün olduktan sonra lüzum-ı kavîsi görüldüğü hâlde eyalât-ı
sairenin zabt ve istilasına teşebbüs edilecek idi. Eğer bu itidale riayet
edilmeyip de kuva-yı harbiye lüzumundan ziyade öteye beriye dağıtılmış
olsa idi parlak muzafferiyyetlerden sonra belki ricata mecbur bulunur ve
belki de maksad-ı aslî bile düçar-ı muhatara olur idi. Binâberîn hareket-i
taarruziyenin istihsalini murat eylediği hedefe doğru bilâ ârâm gitmesi lazım
olmakla beraber yine hedef-i mezkûru pek uzaklarda taharrî etmeyip kuva-
yı askeriyenin müsaadesi mertebesinde yayılmalıdır. İtidal-i ihtiyarî, ricat-i
ıztırarîden muhafaza eder.
Taarruz eden taraf yanlarını ve ricat hatlarını birtakım kavî müfrezeler
sevkiyle muhafazaya sa‘y etmeyip ancak ileriye doğru şedit darbeler vurarak
onları temine çalışmalıdır. Ehemmiyeti derece-i sâniyede olan hususat için
her nev‘ kuvvet ifraz ve tefriki kendisi için muzırdır. Düşman mukabilinde
bulunan orduya memleketinden izam edilmekte olan efrad-ı ihtiyatiye ve
levazım-ı mütenevvia-i harbiyenin suhuletle vürudunu temin zımnında ordu
ile menâbi‘-i memleket beynindeki hutût-ı irtibatın hüsn-i suretle temini
elzem idüği aşikârdır. Napolyon Bonapart bu babda dûr-endîşlik ve ihtiyat-
perverliğin bir numunesi idi. Müşârun-ileyh taarruz üzere bulunan ordunun
mütemadiyen vürut edecek kuvve-i muaveneye muhtaç bulunduğunu pekâlâ
bildiği cihetle gerisinde ambar vesaire hatları tesis zımnında bütün zeka ve
gayretini sarf eder idi.
1812 Seferi’nde dahi bu babda hiçbir eser-i tekâsül göstermedi. Lâkin
tedarikat-ı cesimesi, galebesi nâ-kâbil birtakım mevâni‘e galebe etmeye
muktedir olamadı.
Taarruz ne kadar mükemmel, emin ve layıklı tertip edilmiş bulunur
ise bu hassalara ihtiyat-perverlik dahi münzam olduğu takdirde ihtimal-i
muvaffakiyet o nispette tezâyüd eder. Muvaffakiyetli mütearrızlar, yalnız
düşmana ibraz-ı tahakküm ile işlerinin nısfını görmüş bulunmuşlardır.
Bazan mesela Mareşal Junot’un 1807 senesinde Lizbon’a doğru icra
ettiği yürüyüş veyahut General Diebitsch 1829 senesinde Balkan silsile-i
cibâlini aşmak üzere icra ettiği geçit hareketi esnasında olduğu gibi hareket-i

261
Von der GOLTZ

taarruziyenin tesiri ahalinin ve düşman ordusunun mahkûm olduğu nüfuz-ı


manevîde bulunur. Ekseriya dahi düşman ordusunun tereddüt ve ihtirazı
veyahut mâhir bir politikanın muavenetini matlup olan maksadın istihsaline
kifayet eder.
Hâl-i müdafaa hâl-i taarruzîye nispeten ordunun havass-ı
umumiyesinden pek az şey talep eder. Burada efrad-ı askeriye hâl-i taarruzîde
olduğundan ziyade emir ile hareket eder bir makine hükmünde bulunur.
Çünkü müdâfi‘înin mevkii tayin vazifesi irâ’e olunmuştur. Kendisinden yalnız
kuvvetli bir ateş ve mevkiinde metanet ve sebat talep edilmektedir ki böyle
bir vazifeyi genç ve acemi bir muharip bile ifa edebilir. Kendisinde hod be-
hod hareket, meyl-i teşebbüsat ve bir şiddet-i nazar nadiren talep olunur.
Zabitandan bir miktarının bu hassalara mâlik olması kifayet eder. Vakıa zabt
u rabt-ı askerî hususunda pek çok şey talep edilir ise de hâl-i müdafaada
bulunan bir orduda zabt u rabt-ı askerînin muhafaza ve idamesi taarruz
üzere bulunan bir orduda olduğundan pek ziyade kolaydır.
Binaenaleyh pek muntazam olmayan ordular ve serian cem‘ edilen fırak-ı
askeriye kuvvetli bir hareket-i taarruziye icrasına muktedir olmadıkları hâlde
müdafaada yine iyi iş görebilirler. Hâl-i taarruzî ile hâl-i müdafaa beynindeki
fark o kadar büyüktür ki bir asker bir hâlden diğer hâle naklolunduğu zaman
tanılmaz bir hâle gelir.
Anasır-ı taarruz sürat ve cebr ve anasır-ı müdafaa ise metanet ve sebattır.
Hâl-i taarruzî üzere bulunan ordu netice-i seferi şedit ve seri darbelerde
taharrî etmekte iken müdâfi‘în netice-i mezkûreyi mürur-ı zamandan ve
mukavemetin sıkça olarak teceddüdünden bekler. Yek-diğeri gerisinde olup
her defada müdâfi‘înin bütün kuvvetiyle müdafaa edilen hutût-ı müdafaa
onlara büyük bir kuvvet ita eder.
1812 Seferi’nde görüldüğü gibi dârü’l-harekâtın imtidad-ı cesimi
müdâfi‘înin bâ‘is-i istifadesi olur. Müdafi‘în gayet mu‘allem ve sulh esnasında
iyi yetiştirilmiş askere muhtaç olmayıp ancak menâfi‘-i harbiyeyi tecdit ve
teksîr zımnında bir kuvve-i nakdiyeye ve millî bir istikraza ihtiyacı vardır. Bir
memleketin ordunun muhtaç olduğu kâffe-i levazımı bir zaman-ı muayyen
zarfında yetiştirebilmesi nadirü’l-vuku olduğundan, müdafaada galebe
etmek niyetinde olan bir devletin gerisinde dost olarak kendisine hududunu
açık bırakmış bir devlet veyahut bir deniz bulunması elzemdir. Böyle bir hâlde
bulunmayan bir devlet müdafaada ancak sanayi-i mahalliyesinin ordunun
levazımını yetiştirebildiği bir müddet kadar mukavemette sebat edebilir.
Fakat paranın dahi gittikçe azalmakta bulunacağını der-hatır etmelidir.

262
Millet-i Müselleha

Taarruz üzere bulunan taraf memleketi dâhilinde olan kılâ‘ı ancak


hutût-ı irtibatının tesisi ve ambar ve debboylarının temini emrinde istimal
edebildiği hâlde, müdâfi‘în kendi kalelerini bir cenahlarına istinat noktası
ittihaz ederek veya kalelerin tesirini seferber ordu ile cem‘ ve yahut kaleler
vesâtatıyla düşmanı seferber orduya ilhak etmezden evvel düçar-ı zaaf
eyleyerek kalelerinden büyük bir fayda görebilir.

Ondan başka taraf-ı müdâfi‘ başlıca kuvvetinin düşman üzerine büyük bir
cazibe icra etmekte olduğunu layıkıyla bilmelidir. Bu kuvvet yalnız gerisinde
bulunan memleketi değil hatta mağlup olmadıkça etrafında bulunan bütün
araziyi temin ve muhafaza eder. Binâberîn büyük ordular harekât-ı harbiyeye
mübaşeret ettiği zamandan itibaren müdâfi‘în dahi memleketin her tarafını
muhafaza emeliyle birtakım müfrezeler tefrikinden ihtiraz etmelidir.

Hâl-i taarruzînin daima harekete meyyal olduğunu bâlâda görmüş


olduğumuzdan taraf-ı müdâfi‘ ahz-ı mevzi ettiği ve muharebeyi tehiyye eylediği
nokta üzerinde mutlaka düçar-ı taarruz olacağına asla hükmetmemelidir.
Bu hususu ancak fevkalade müsait ahval-i coğrafya vücuda getirebilir.
Binâberîn taraf-ı müdâfi‘ dahi kendi hareketini nazar-ı dikkate alarak kuva-
yı askeriyyesini serian bir noktadan diğer bir noktaya nakil ve isale hazır
bulunmalıdır. Bunun için kendisini yalnız bir hatt-ı irtibata merbut kılmayıp
icabında hatt-ı mezkûru suhuletle tebdil edebilmelidir. Kendisi ekseriya
memleketi dâhilinde muharebe edeceğinden ve bugünkü günde garbî ve
vasatî Avrupa’nın her tarafı şimendifer hutûtuyla maktu bulunduğundan bu
babda pek büyük müşkülata tesadüf etmeyeceği der-kârdır.

Muharebe için dahi yalnız bir noktanın tehiyyesi caiz olmayıp hiç
olmazsa sair mahallerde dahi birkaç başlıca istinat noktası bulunmalıdır ki
taraf-ı mütecaviz o noktalara vasıl olduğu zaman mükemmel bir mukavemete
tesadüf etsin. Bu husus Fransa’da pek güzel surette nazar-ı dikkat ve itinaya
alınmış ve memleketin şimal-i şarkîsi mükemmelen tehiyye edilmiş bir
muharebe meydanı addolunabilir. Orada muharip ordular yek-diğerlerine
tesadüf ettikleri günden itibaren mevcut olan kılâ‘ ve istihkâmât arasında
gece vakti yeni birtakım sahra istihkâmâtının zuhur ettiğini müşahade
edeceklerdir.

Taraf-ı mütearrız harekât-ı harbiye esnasında hod be-hod hareketi


iltizam etmiş olduğundan taraf-ı müdâfi‘ bir nokta-i müntehabe üzerine
düşmandan daha evvel vasıl olamamak muhatarasında bulunur. Binâberîn
düşmanın hareketini tehire sa‘y etmek taraf-ı müdâfi‘ için mühim bir

263
Von der GOLTZ

vazife olmuş olur. Bu ise düşmanı âmâl ve niyyâtı arasında taciz edecek
mukabil taarruzlar ile mümkün olabilir ise de bu misillü teşebbüsat
daima müşkül bir keyfiyettir. Zira teşebbüsat-ı mezkûre için düşmana dair
malumat-ı mükemmeleye ve asâkir-i müdafaayı lüzumundan ziyade ileriye
götürmeyecek âkılâne ve müdirâne idareye muhtaçtır. Bu misillü mukabil
taarruzlar ekseriya muvaffakiyeti intaç eder ise de düşman akıllı olup da
şaşırmayacak olur ise müdâfi‘înin fikrini derhâl anlayıp başlıca kuvvetlerini
oraya toplayarak katî bir muharebeye girişmeye icbar edebilir. Binaenaleyh
biraz ziyade ileriye varmış bir mukabil mutaarrız canibinden arzu olunan ve
taraf-ı müdâfi‘ canibinden orada vukuu asla istenilmeyen ve hazırlanmayan
katî bir muharebeyi intaç edebilir.
Bununla ise taraf-ı müdâfi‘ o yönünün nısfını kaybetmiş olur. Taraf-ı
mütearrızın harekâtını yanları üzerinde ahz-ı mevki ile tehdit etmek daha
az muhataralıdır. Müdâfi‘ başlıca kuvvetiyle nokta-i müntece addeylediği
tarafa doğru azimet eylediği esnada ordunun bazı kısımlarını düşmanın yan
tarafında vaki mevâzî‘-i mezkûrede bilâ muhatara bırakabilir. Çünkü aksam-ı
mezkûre ciddî bir taarruza düçar olmazdan evvel onları ordunun pîşinde
hareket ettirmek kolaydır.
İşte mütalaat-ı mezkûreden anlaşılır ki müdâfi‘ kendi faaliyetini
hiçbir vakit müdafaa mürevviclerinin iddiaları gibi sırf bir müdafaaya
hasretmeyerek, müdafaaya hareket ve muharebeye meyyal bir unsur zam
ve ilave etmelidir. Bu unsur ise düşman tard olunup da kendisini tamamıyla
mağlup etmek için üzerine taarruza kıyam olunduğu zaman tamamıyla hâkim
olur. İşte bu sırada müdafaa nikâbını büsbütün ref‘ ederek hâl-i taarruzîye
geçmek zamanı gelmiş bulunur.
Hâl-i taarruzî ve tedafüînin aslına ve suret-i icrasına dair izahat-ı
umumiye vermiş olduğumuzdan şimdi dahi erbâb-ı fen nazarından en
müşkül bir mesele addolunan ikisinin mezc ve terkibine dair birkaç söz
söyleyelim :
Hâl-i taarruzînin fevâ’idi en ziyade harekâtta ve hâl-i tedafüîninki dahi
muharebede olduğundan sevkülceyşte taarruz ve tabiyede müdafaa üzere
bulunmak en âlâ bir şey olduğuna hükmedilmişdir. Bu kaideye binaen
düşman memleketine tecavüz ile, düşmanın behemahâl elden çıkarmamaya
çalışacağı bazı nukâtı zapt ve düşmanı muharebeye mecbur ettikten sonra
hâl-i tedafüîyi iltizam ederek düşmanı daha ziyade müşkül ve zayiat-ı
külliyeyi mucip olan “hâl-i taarruzî” ve “muharebat-ı tedafüiye” pek kolay

264
Millet-i Müselleha

düşünülür ise icrası gayet müşkül ve emsali tarih-i harpte hemen hiç sebk
etmemiş bir şeydir.
Bâlâda orduların hudut üzerine içtimaına dair verdiğimiz malumattan
anlaşılacağı üzere bugünkü günde ordular içtimaı akîbinde düşmanın
mukavemetine tesadüf etmeksizin ileriye doğru harekât-ı mühimme icrası
mümkün değildir. Binâberîn harekât-ı taarruziye akîbinde muharebat-ı
taarruziyeye dahi girişmek lâbüddür. Şayet taarruz üzere bulunan ordu
o anda hâl-i tedafüîye geçecek olur ise o vakte kadar hasmından kemâl-i
meşakkat ilen nez‘ eylediği hürriyet-i sevkülceyşîyi tekrar düşmana iade ve
tabir-i âharla kendisinin başlıca tefevvuk ve rüçhanını kaybetmeye mecbur
olur. Bir hâlden diğer hâle birdenbire geçmek hususu askere dahi icra-yı
sû’-i tesir etmekten geri kalmaz. Ondan başka başkumandan hiçbir vakit
muharebe-i kat‘iyenin şekil ve zamanını evvelden tayin etmeye muktedir
değildir. Ale’l-umum muharebeler gibi meydan muharebeleri dahi doğrudan
doğruya harekât-ı harbiyeden neşet eylediği cihetle ileriye doğru tecavüz
üzere bulunan orduların düşmana tesadüf ettikleri yerde taarruz etmeleri
bir emr-i tabiîdir.
Muharebe ise o zaman kâffe-i kıtaat-ı askeriye üzerine bir cazibe icra
edeceğinden onlara hâl-i tedafüîyi iltizam ettirmek ekseriya mümkün olamaz.
Binaenaleyh taarruz-ı sevkülceyşî bittabi taarruz-ı tabiyevîyi icap ettirir.
Taarruz-ı tabiyevî olmaz ise taarruz-ı sevkülceyşînin icrası mümkün değildir.
Zira taarruz-ı sevkülceyşîye kuvvet veren kendisini ikmal eden ve netâyicini
istihsal eyleyen ancak taarruz-ı tabiyevîdir. Taarruz-ı sevkülceyşî tohumu
saçar taarruz-ı tabiyevî dahi mahsülatı toplar. En zayıf bir düşman bile bir
taarruz-ı sevkülceyşî altında muztarr kalır ise yine kendi mağlubiyetini
tasdik etmezden evvel meydan-ı muharebe üzerinde talih-i harbe müracaat
eylemeyi elzem addeder. Şayet taraf-ı mütearrız bu sırada hâl-i müdafaada
olan fevâ’idden istifade azmiyle hâl-i mezkûru iltizam edecek olur ise serian
bir netice istihsali hususunu düçar-ı teehhür etmiş olur. Çünkü o vakte kadar
intizar ve müdafaa üzere bulunan taraf o sırada hâl-i taarruzîyi iltizamda
bir fayda tasavvur edemeyeceğinden bittabi hâl-i müdafaada sabit-kadem
bulunur.
Filhakika bazı hâller zuhur eder ki taraf-ı müdâfi‘ tesiri altından
kurtulamadığı bir meyusiyet veya icbar ilcâsıyla birden bire taarruz-ı
tabiyevîye geçer ve o vakte kadar taarruz üzere bulunan düşmanı hâl-i
tedafüîyi iltizam etmeye mecbur eder. Bu hâl mesela müdâfi‘în taraf-ı

265
Von der GOLTZ

mütecavizin tazyikiyle bir mevki-i müstahkeme iltica eyledikten sonra


muhasaradan kurtulup dışarı çıkmaya çalıştığı vakit zuhur eder. Muhasara
eden taraf-ı mütecaviz o zaman kendisini müdafaaya hazırlamaya muktedir
bir müdâfi‘ hâlini alır. Almanlar Paris ve Metz şehirleri önünde bu hâlde
bulundular. Ondan başka politikaca gayet mühim bir şeyi kurtarmak için
bazan müdafaa-i sevkülceyşi, taarruz-ı sevkülceyşiye tahvil etmeye mecbur
olduğu ve bu anda taraf-ı mütearrızın dahi müdafaa-i tabiyevîyi iltizam
eylediği gayr-i vaki değildir.
1870-1871 Seferi mevsim-i şitâsında payitahtın sukutu ve bunun
neticesi olarak bütün Fransa eyaletlerinin terk-i mukavemeti muhakkak
göründüğü sırada Paris şehrinin muhasarasını ref‘ etmek kasdıyla gelen
Fransız ordularına karşı Almanlar pek çok tedafüî muharebeler icrasına
mecbur olmuşlar idi. Lâkin muharebat-ı mezkûrede dahi muzafferâne bir
hareket-i taarruziye ile ileriye giden ordulara fikr-i taarruzînin ne kadar
yerleşmiş olduğu görülmüştür. Çünkü muharebat-ı mezkûrede ordularımız
hemen her tarafta harekât-ı taarruziye icra etmekte devam ederek ancak
zaruret-i fevkalade messettikçe müdafaa ile iktifa ederler idi. Taarruz-ı
sevkülceyşî ile taarruz-ı tabiyevî, yek-diğerlerine infikak kabul etmez surette
merbutturlar. Müdafaa-i sevkülceyşî ve müdafaa-i tabiyevîde dahi hâl
aynıyla böyledir. Harekât-ı harbiye esnasında müdafaa üzere bulunan taraf
muharebe meydanlarında da yine ekseriya müdafaa hâlinde bulunur. İleriye
doğru müteveccih olan harekât-ı harbiye içinden muharebeye mürur eden
taraf-ı mütearrız kendisini tazyik etmekte olduğundan taraf-ı müdâfi‘ artık
“örs” olmaktan vazgeçip bir kerrede kendisi “çekiç” olabilmek için üzerindeki
bâr-ı mahkûmiyeti atmaya pek az fırsat bulabilir.
İşte bu gibi hâllerde bir tarafın kendisini mahkûm addetmeye alışmasının
ne demek olduğu tamamıyla meydana çıkar. Hatta mahkûmiyete alışmış olan
taraf düşmanına faik olsa bile yine müdafaayı iltizam ve müdafaada zayiat-ı
külliyeye düçar olmaksızın sebat edebilir ise kendisini bahtiyar addeder.
1870 senesi Ağustosunun 16’ncı günü Vionville mevkiinde muharebe
eden Fransızlar bu babda güzel bir misal olabilir. Kendileri on iki günden
beri müdafaa-i sevkülceyşî üzere bulunup ağustosun 6’ncı ve 14’üncü
günleri düçar-ı taarruz olduklarından kuvvetçe düşmanlarına kat kat faik
bulundukları hâlde yine bu yeni muharebede dahi mevzilerinde müdafaa
etmeyi tercih eylemişler idi. Hâl-i taarruzîden serian hâl-i müdafaaya
ve kezâlik müdafaadan taarruza geçmeye muktedir olan bir ordu, hâl-i
müdafaayı iltizam etmeyip daha seferin bidayetinde harekât-ı taarruziyeye

266
Millet-i Müselleha

mübaşeret eder. Vakıa bu tebdil-i hâlin ancak muharebe meydanı üzerinde


vukuu söylenir. Çünkü nazariyata muvafık bir usul-i müdafaaya göre düşmanı
tard ve def‘ eyledikten sonra bir taarruz-ı mukabil icrası için hâl-i taarruzîye
geçmek iktiza eder.
Filhakika Mareşal Moreau Hohenlinden, General Bülow Deunewitz
ve Napolyon Bonapart Dresden ve Austerlitz mevkilerinde vuku bulan
muharebelerde meydan-ı muharebede hâl-i tedafüîden hâl-i taarruzîye
geçmek mümkün olduğunu ispat etmişlerdir62.
Lâkin bu misaller işin aksini ispat eden misallerin kesret-i miktarına
nazaran hiç hükmündedir.
Her hangi ordunun olursa olsun müdafaa-i iptidaiyesi bir ihtiyaca mebni
olacak olur ise o ordu mutlaka ileride dahi müdafaa üzere kalır. Düşman tard
ve def‘ edildikten sonra kendisinin daha büyük bir kuvvet cem‘ ederek tekrar
avdet ve taarruz etmeyeceğini veyahut def‘iyle işe nihayet verildiği daima
şüphe tahtında bulunur. Ondan başka vakitsiz hâl-i taarruzîye geçmekle
istihsal olunan fevâ’idi muhataraya koymak endişesi her vakit mevcut
olacağından taraf-ı müdâfi‘ elinde emniyetle tuttuğu bir şeyi kaybetmemek
için mevziini muhafaza etmekle iktifa eder. Elinde bir muzafferiyet olduğu
cihetle muvaffakiyatını tevsiye sa‘y etmez. Zaten düşmanın teşebbüsatından
tamamıyla sarf-ı nazar eylediğinden hiçbir vakit emniyet üzere bulunamaz.
Ancak bu emniyeti bi’t-tedric yani ertesi günü sabahleyin muharebe
meydanını düşmandan hâlî bulup da müteaccip ve hayran olduğu zaman
kazanabilir. Bugünkü muharebe meydanlarının fevkalade vüsati muharebede
zuhura gelen tebeddülatın farkına varılmasını müşkül kılmaktadır63.

Binâberîn muharebe meydanında hâl-i müdafaa, hâl-i taarruzîye ancak


cepheye veya cenahlara veyahut Waterloo ve Könnigratz Muharebelerinde
olduğu gibi düşmanın yanlarına karşı bir kuvve-i imdadiye vürut ettiği
zaman tebeddül edebilecektir.

62 Deunewitz’de General Bülow bütün kuvveti gelinceye kadar hâl-i müdafaada kalarak
ba‘dehû taarruza geçmeyi evvelden tasavvur etmiş idi. Austerlitz’de dahi müdafaa düşmanı
iğfal için zâhirî bir hareket ve taarruz ise evvelden karar-gîr olmuş bir keyfiyet idi.
63 Cesur bir mütearrıza karşı hatta faik bir kuvvetle bile vakt-ı münasibinde mukabil hü-
cum icrasının ne kadar güç olduğunu Silezia Ordusu Laon mevkiinde ispat etmiştir. Her ne
kadar General York ve General Kleist 1814 senesi Martının 10’uncu gecesi Athies mevkii
civarında Fransızların sağ cenahı aleyhine muvaffakiyetli bir hücum icra etmişler ise de
yine martın onuncu günü Napolyon Bonapart’ın mahv ve izmihlaline sebebiyet verebilecek
olan bir mukabil hücum icra olunamamıştır.

267
Von der GOLTZ

Müdafaa-i sevkülceyşî hâl-i taarruzîye geçtiği esnada harekât-ı harbiyede


bir fasıla zuhur eder. Taarruz üzere bulunmuş olan taraf bitap kaldığını ve
daha ileriye gitmeye muktedir olmadığını hisseder. Ve taraf-ı müdâfi‘ dahi
mahkûm olmak hissini kaybedip kuvvetinin tezâyüdünü müşahade ederek
emniyetini artırır. Binaenaleyh bir hâlden diğer hâle geçmek hazırlıkları
hafâyâ-yı harbiyeye vâkıf olmayan kimselerin farkına vardıkları zamandan
çok evvel başlar. Napolyon Bonapart’ın büyük ordusu Rusya’ya vasıl oluncaya
kadar mahvolmuş idi ise de ordunun bu izmihlali ancak enkazı ricata
başlayıp da Rusların kendilerini takibe müsâra‘at ettikleri zaman müşahade
olunabilmiştir.

268
Sekizinci Fasıl
Askeri Dağıtmak, Cem‘ Etmek ve Manevra Yapmak

“Kıtaat-ı cesime-i askeriyenin her ne suretle olur ise olsun bir mahalde
yığılması büyük bir mazarrattır. Eğer asker bu suretle içtimaı doğrudan
doğruya muharebeye isal edecek ise o zaman hem caiz ve hem de elzemdir.
Düşman muvacehesinde bu içtimadan çıkmak muhataralı olduğu gibi onda
ziyade müddet kalmak dahi gayr-i mümkündür.”

“İyi bir erkân-ı harbiyenin müşkül bir vazifesi askerin vakit ve zamanıyla
içtimaı ihtimalini muhafaza etmekle beraber kıtaat-ı askeriyeyi dağınık bir
hâlde bulundurmaktır.”

“Bunun için kavaid-i umumiye beyan olunamaz. Çünkü mesele daima


başka bir renkte bulunacaktır.”

Bâlâda cümleleri bahsimize esas olmak üzere irat eyledik. Cümel-i


mezkûrenin tecrübeye müsteniden söylendiği melhuz olduğundan onların
teşrih ve izahına girişecek değiliz. Kıtaat-ı cesime-i askeriyenin bir mahalde
yığılması hususunun muzır olduğu inkâr edildiği anda askerin dağıtılması ve
toplanması hakkında söylenebilecek pek çok şeyler ehemmiyetten sakıt olur.
Lâkin bizzat muharebede bulunmuş olan bir kimse ordu aksam-ı cesimesinin
yek-diğerlerine takarrübünün bir tazyik-i tahammülsüz gibi hissolunduğu ve
aksam-ı mezkûrenin yek-diğerlerinden infikakı zamanında âdeta bir ferah ile
nefes alındığını ve her kıt‘a-i askeriyenin serbestçe hareket edebilmek için
aksam-ı saireden infikaka ne kadar hasret-keş bulunduğunu pekâlâ anlar.

Biz burada asâkir-i külliyenin bir arada toplanmasında askerin dağınık


bir hâlde bulunmasına nazaran daha kolay zuhur ve intişar eden ilel-i sâriye
misillü felaketlerden sarf-ı nazar ile yalnız konaklara yerleşmek için icap
eden mahal ve mesafenin fikdânı, memleketin mevcut olan zâd u zahiresinin
müddet-i kalîle zarfında ekl ve ifnâsı, içecek suyun nedreti 64 vesait-i

64 Bu husus 1870 Seferi’nde Metz Kalesi önünde bulunan Almanlara hayli ızdırap vermiş
idi.

269
Von der GOLTZ

nakliyenin vakit ve zamanıyla gelememesi, her noktası asker ile işgal edilmiş
yol ve caddeler üzerinde hastegân ve mecruhînin rahatça naklinin adem-i
imkânı, fena havalarda yolların bozulması, yürüyüş üzere bulunan veyahut
ileriye, geriye hareket ettirilen asker kollarının esna-yı râhda yek-diğerlerine
tesadüfü ve yüz binlerce kişiler çekirge sürüsü gibi bir memleketin içinden
mürur ettiği zaman arkalarında bıraktıkları âsâr-ı harabî misillü mazarrat
ve mahzurat-ı adiyeden bahsetmek isteriz. Toz, duman ve yangın kokusu
hava-yı nesîmiyi teşkil eder. En ileride hareket edenler bir az rahatça
yürüyebilirler. Lâkin askerin müruru yek-diğerini müteakip iki üç veya dört
gün imtidat edecek olur ise o zaman nihayette hareket edenleri âdeta bir çöl
istikbal eder. İşte kuva-yı cesimenin içtimaı hususuna fevkalade bir lüzum
ve zaruret zuhur etmedikçe müracaat edilmemesi lazım geleceğini yalnız
ahval-i mezkûre pek güzel ispat etmektedir.
Herşeyden evvel bir ordu yaşamak ister, bunun için yemeli, içmeli,
istirahat etmeli ve hareket edebilmelidir.

Bu ise ancak askerin dağınık bulunduğu zamanda mümkün olabilir.


Büyük bir mesafe dâhilinde, küçük bir mesafe dâhilinde olduğuna nispeten
daha ziyade mahall-i meskûne, daha ziyade servet mevcut olduğu gibi
içeriye ve dışarıya isal eden şimendifer hatları ve caddeler dahi daha
ziyadedir. Binaenaleyh kuva-yı askeriyeyi mümkün olduğu kadar dağınık
bir hâlde bulundurmak iktiza eder. Askerin içtimaı, bâlâda yürüyüş
faslında kolorduların konaklara yerleşebilmesi için tayin ettiğimiz mesafe-i
asgarîden kolordulara daha az mesafe verildiği zamandan itibaren
mahzurat-ı meşrûhayı câmi‘ bulunur. Ancak düşman takarrüp ettiği zaman
ordu kollarını cem‘ etmeye mübaşeret eylemelidir. Bunda ise aldanmamaya
ve yanlış tahmin ve hesap etmemeye gayret etmelidir. Meselenin halli pek
sade birtakım mevaddın nazar-ı dikkate alınmasına menûttur. Mevadd-ı
mezkûre dahi zaman, mesafe, yürüyüş kollarının umku ve askerin yürüyüşte
olan derece-i iktidarı hususatından ibarettir. Her ne kadar bunlar pek basit
görünüyor ise de yine ekseriya meselenin halli müşkül bulunur. Zira mesele-i
mezkûreyi hal için birtakım havass-ı maneviyeye serian karar vermek
hassasına, fikrin ciyâdetine ve inatsız kanaate ve kumanda ile ef‘âlde kuvvet
ve cürete mâlik olmak iktiza eder.

Şayet hareket esnasında muharebeye girişileceği evvelden keşfedilir


ise o zaman geriden gelen kıtaat-ı askeriyeyi yürüyüş kolunun başına doğru
yanaştırmak ve bu husus için baş tarafını bir müddet tevkif etmek lazım
gelir. İşte bu harekete “kol yanaştırmak” tabir olunur . Lâkin bu sırada sair

270
Millet-i Müselleha

yol ve caddeler üzerinde hareket eden kıtaat-ı askeriye dahi celp edilir
ki buna da “orduların aralıklarını yanaştırmak” denilir. Büyük meydan
muharebelerinden evvel düşman ordusuyla müsademe etmezden birkaç
gün mukaddem mezkûr aralıkları yanaştırmak hususu icra olunur. Eğer
bir cadde üzerinde yalnız bir kolordu hareket ediyor ise o zaman mezkûr
kolorduda kol yanaştırmak hareketi bir gün zarfında icra olunabileceği gibi,
iki veya üç kolordu hareket ediyor ise o hâlde muharebeyi takaddüm eden
nihayet iki veya üç gün esnasında yürüyüş kolunda kol yanaştırmak hareketi
vukua gelir.

Yürüyüş üzere bulunan ve malum olduğu üzere araba kolları dâhil-i


hesap olmaksızın tamam üç mil tûlünde olan bir kol orduda65 kol yanaştırmak
için beş ila altı saatlik bir müddete ihtiyaç vardır. Esbâb-ı nakliyesi beraber
geliyor ise o vakit bu zamanın iki misli lazımdır. Lâkin yürüyüş kolunun başı
bu esnada asla hareket etmemelidir. Şayet kolun başı yürümeye mecbur
bulunur ise en geriden gelen kıtaat-ı askeriyenin zahmet ve meşakkati
tahammül olunamaz bir dereceye isal edebilir.

Ekseriya cüzî bir yürüyüşten sonra düşmana tesadüf olunup kol


yanaştırmak iktiza eder. Yürüyüş esnasında kat‘ olunan mesafe iki milden
ibaret ise kolordunun nihayet taburunun muharebe meydanına vasıl olmak
için kat‘ edeceği mesafe beş milden ibaret olur. Sabahleyin bizden üç mil
mesafe uzakta bulunan ve bize doğru hareket etmeyen bir düşmana artık o
gün dahi taarruz etmek mümkün olamayacağından, yürüyüş kolunun başı ile
düşman mevziinin pîşgâhına muvasalat etmekle iktifa eylemelidir. Yürüyüş
kolunun kol yanaştırması ve taarruza mübaşeret etmesi ertesi günü vukua
gelir. Mamafih yürüyüş kolunun bir kısmı kol yanaştırmış ve hatt-ı harp
açmaya muvaffak olmuş bulunur. Ve geriden gelen kıtaat-ı sairenin muharebe
esnasında peyderpey vürut etmek üzere bulunacağı muhakkak olur ise yine
düşmana taarruz olunabilir. Lâkin bu suretle umum kuvvetin istimalinden
sarf-ı nazar edilmiş olur. Bu ise pek büyük bir mahzurdur.

Hususat-ı mezkûreden bunun aksi olarak düşman ile aramızda üç


milden ziyade mesafe bulunduğu hâlde düşman önünde rahatça ricat
edebileceğimiz dahi anlaşılmaktadır. Şayet düşmanın yürüyüş kolunun başı
gece vakti bizden iki mil uzakta bulunmuş ise kendisinden kurtulmak ve
ciddî bir muharebeye girişmek ihtimalini izale etmek için yalnız iki mil daha
geriye yürümek iktiza eder. Bu sırada düşman kolordusunun en başında

65 Tamam-ı kuvvetiyle 24 kilometre tûlündedir.

271
Von der GOLTZ

yürüyen kıtaatı geriye çektiğimiz mevziye vasıl olmak için dört ve en geriden
hareket eden kıtaat-ı askeriyesi belki yedi mil mesafe kat‘ına mecbur olur.

Fakat yedi mil mesafe yürümüş olan askerden bizim korkumuz olamaz.
Çünkü onlar kuvvetlerini sarf ve ifnâ etmiş ve bitap kalmışlardır. Ondan
başka şayet düşman şafaktan evvel hareket edip de iki misli bir yürüyüş
icra etmemiş ise mezkûr mesafeyi kat‘ edinceye kadar icra edeceği yürüyüş
gecenin hululüne kadar imtidat eder. Mevsim-i şitâda yolların fenalığı ve karın
kesreti bulunduğu bir zamanda düşmanın her nev‘ taarruzat-ı cedidesinden
masûn olmak için bu kadar mesafeye dahi lüzum yoktur.

Bâlâdaki hesabımız tatbikat ve ameliyatta dahi doğru çıkmak için


sabahleyin bulunduğumuz noktadan geriye doğru suhuletle hareket
edebilmekliğimiz lazımdır. Bunun için müteaddit yol ve caddelere mâlik
olmak veyahut arîz bir nizam ile hareket edebilmek iktiza eder. Bu babda
kolordunun kuvvetinin dahi nüfuz ve ehemmiyyeti vardır. Elimizde bir
kolordu olup da geriye hareket etmek için kol yanaştırmak lazım gelse,
bâlâda ileriye yürüyüş esnasında kol yanaştırmak hareketinde gördüğümüz
gibi beş, altı saatlik bir müddet lazımdır66.
Düşman bir günlük yürüyüş mesafede bulunup da derhâl hareket ve
takibe mübaşeret edecek olsa yürüyüş kolunun başında bulunan kıtaat-ı
askeriyesi bizim kolumuz nihayetinden hareket eden kıtaat-ı askeriyeye
henüz mevki-i sabıklarını terk etmek üzere iken mülâkî olurlar. Kıtaat-ı
mezkûre artık muharebe etmeksizin oradan savuşamaz. Lâkin kolordunun
gerisinden esbâb-ı nakliye dahi mevcut olup da onunda o cadde üzerinde
yürütülmesi icap eder ise bütün kolordunun hareketi düçar-ı atalet olur.
Çünkü esb­âb-ı nakliye kolu bir günlük yürüyüş tûlünde bulunduğu cihetle
düşmanın muvasalatı esnasında henüz yerinden kımıldanmamış bulunur.
Vakıa bütün bu mülahazata kavaid-i hesabiye nazarıyla bakmamalıdır.
Kolorduların tam kuvvette bulunması nadir olup ekseriya birtakım
müfrezeler tefrik ve oraya buraya sevk ve izam etmiş bulunurlar. Esbâb-ı
nakliyenin cümlesi hiçbir vakit bir yerde bulunmayıp bunların bazı kısımları
ekseriya mesafât-ı ba‘îdede meşgul olurlar. Ondan başka bir kolordunun
esbâb-ı nakliye ile beraber yalnız bir cadde üzerinde yürümesi nadirü’l-
vuku hâlâttandır. Kolordunun böyle yalnız bir yoldan hareket etmesi

66 Miralay Blume bir kolordunun üç mil mesafe kat‘ etmek veyahut kol yanaştırarak bir
kol teşkil eylemek için beş saate muhtaç olunduğunu beyan ediyor. Sevkülceyş – sahife
84.

272
Millet-i Müselleha

mecburiyetiyle müracaat olunacak bir geçidini vesaireyi mürur etmek lazım


olduğu zaman vaki olur.
Mamafih bu misillü ileriye veya geriye doğru hareket esnasında nazar-ı
itinaya alınacak hususata dair bir fikir ita etmektedir. Ondan başka bu misillü
kolorduların satranç tahtası üzerinde taşların tahrik olunduğu gibi hareket
ettirilemeyeceği ve bilakis zaman ve mesafeden gayri her ordu kısmının
bir mahalden diğer mahalle azimet için sarfedeceği zamanı ve bir de bütün
kuvve-i askeriyenin muharebeye hazırlanmak için kol yanaştırmak veyahut
içtima hâlinde bulunduğu takdirde yürüyüş nizamını almak yolunda sarf
edeceği vakti dahi hesap etmek lazım olduğunu öğretmektedir. Birbirlerine
düşman olan kıtaat-ı cesîme-i askeriye yek-diğerlerine takarrüp ettikleri
vakit mıknatıs ile demir beyninde husule geldiği gibi, aralarında bir cazibe
hâsıl olduğu malum olup bir kolordu kendisinden bir günlük yürüyüşe veya
daha az bir mesafede bulunan bir kolordunun hareketini men‘e ve kendisini
tedâbîr-i tedafüiye ittihazına mecbur etmeye muktedir olduğundan “kaideten
yek-diğerine ziyade takarrüp etmiş olan aksam-ı cesime-i askeriyenin muharebe
etmeksizin ayrılıp çekilmeleri caiz olamaz.” Binaenaleyh muharebeyi daha işin
iptidasından göze aldırmalıdır. Ancak yek-diğerine düşman olan iki kolordu
dahi hattü’l-harekete muvazi olarak kademe nizamında konmuş bulunur ve
ricat üzere bulunan kolordunun kâffe-i aksamı ertesi sabah birden harekete
muktedir olur ve düşmanın ona mülâkî olması mümteni bulunur ise o zaman
muharebe etmeksizin geriye çekilmek mümkün olabilir.
Kolorduların yürüyüş kollarının fevkalade umku hasebiyle bir günde
bir cadde üzerinde hareket eden iki kolorduyu bir gün zarfında ileriye
doğru cem‘ etmek mümkün olamaz. Şayet bir kolordunun baş tarafında bir
muharebe zuhur edecek olsa ikinci kolordunun nihayet kıtaat-ı askeriyesi
muharebe meydanına muvasalat etmek için iki günlük bir yürüyüş icrasına
mecbur olurlar.
Biz burada kolorduyu tekmil esbâb-ı nakliyesiyle hesap etmiyoruz.
Zira esbâb-ı nakliyenin bir kısmı esna-yı râhda daima bertaraf edilebilir.
İki kolordu yek-diğerine muvazi caddeler üzerinde ayrı ayrı hareket etse
ve bu caddeler yek-diğerinden üç mil kadar uzak dahi bulunmuş olsa yine
zikrolunan kolorduları bir araya cem‘ etmek daha kolaydır. Çünkü bir
kolordunun baş tarafında zuhur eden bir muharebenin meydanına vasıl
olmak için iki kolordununda nihayetinde yürüyen efrat en ziyade 4 1/3 mil
mesafe kat‘ına mecbur olurlar. Hatta üç kolordu her biri diğerinden üç mil
uzakta bulunan ve fakat birbirlerine muvazi olan caddelerden hareket edecek

273
Von der GOLTZ

olsalar yine üçü dahi ortada hareket eden kolordunun baş tarafında bir gün
içinde cem‘ olabilirler. Yalnız içtima yan tarafta hareket eden kolordulardan
birinin baş tarafında vukua gelecek olur ise o zaman iki günlük yürüyüş
icrasına hâcet messetmiş olur. Mezkûr üç kolorduyu bir cadde üzerinde yek-
diğerini müteakip olarak yürütecek olur isek birinci kolun baş tarafına doğru
kol yanaştırmak hareketini icra etmeleri için üç günlük bir müddete ihtiyaç
vardır67.

1866 Seferi’nde Feldzeugmeister Benedek, kumandası altında bulunan


cesim yürüyüş kolunda kol yanaştırmak için dört günlük bir müddete muhtaç
olmuştur.

Müteaddit kolorduları bir noktada cem‘ etmek için en suhuletli tarîk,


mezkûr kolorduları o noktaya isal eden hutûtü’l-harekât-ı mütekâribe
üzerinde yürütmektir. Sabahleyin altı mil tûlünde bir hatt-ı müstakîm üzere
bulunmuş olan bir ordu, yine o günde cephesi vasatının üç mil ilerisinde
bulunan bir muharebeye hazır olur. Fakat mezkûr kolorduların dar konaklara
yerleşmiş veyahut dar bir daire dâhilinde açıkta konmuş olması ve her birinin
mahall-i ma‘rekeye isal eder bir caddeye mâlik bulunması iktiza eder. Basit
bir hesab-ı hendesî ile istihraç olunabileceği vechle en uzakta bulunan bir
nefer ancak 4-5 mil mesafe yürümeye mecbur olur. Hâlbuki topların sedası
dehşet-âver-i sımâh olmaya başladığı zaman her neferden böyle bir gayret
talep olunabilir.

Mamafih ordu sabahleyin bir hatt-ı müstakîm üzere bulunmayıp da


muharebe meydanına nazaran bir kavis şeklinde olacak olur ise içtima
hususu bittabi kesb-i suhulet etmiş olur. Könnigratz Muharebesi’ni takaddüm
eden akşam bize bu babda pek güzel bir misal irâ’e etmektedir.

1866 senesi Haziranının 30’uncu akşam üstü Bohemya’ya ayrı ayrı


olarak girmiş olan iki Prusya Ordusu yek-diğerlerinden ancak kuvvetlice
bir yevmiye yürüyüşü mesafede oldukları hâlde Gitschin mevkii civarında
ve Elbe Nehri’nin kısm-ı ulyâsı üzerinde kâin Arnau ile Gradlitz mevkileri

67 Sulh ve asayiş zamanında icra olunan manevralarda aksam-ı askeriye nezdinde


esbâb-ı nakliyeden başka kıtaat-ı askeriyenin ağırlık arabaları dahi mefkûd bulunduğu ve
aksam-ı askeriyenin kuvveti hemen mevcud-ı seferînin nısfı raddesinde olduğu cihetle mez-
kûr manevralarda hususat-ı mezbûreden husule gelen müşkülat kâle bile alınmadığından
harp oyunu ve ameliyat seyahatleri vesaire esnasında büyük yürüyüş umklarından kuva-yı
askeriyenin istimali emrinde husule gelen müşkülat ve su‘ûbâtı daima nazar-ı dikkat ve
mülahazaya almak iktiza eder.

274
Millet-i Müselleha

arasında bulunuyorlar idi. Avusturyalılar ise o günün akşamı Könnigratz’a


doğru ricata başlamış olduklarından, ordularımız ancak bir nokta üzerinde
içtima edebilirler idi. Lâkin bu hareketten bi’l-ihtiyar sarf-ı nazar edilerek
yalnız düşmana biraz daha yaklaşmak ile iktifa edilmiştir.

Binâberîn mezkûr ordular temmuzun 2’nci günü Simidar, Miletin,


Koniginhof mevkilerinden Gradlitz’e kadar beş Alman mili tûlünde bir kavis
teşkil ederek Könnigtraz’ın cihet-i şimal-i garbîsinde kâin Bistritz mevkii
civarında tecemmü etmiş olan düşmanı ihata etmiş idi. Bu mevziden hareket
ile mahal-i içtima-ı umumî olan Könnigtraz meydanında içtima etmek
mümkün bulunmuş olduğunu temmuzun 3’üncü günü pek parlak bir surette
ispat etmiştir. Scharnhorst’un vaktinde bir eser-i i‘tizâl addolunan “Orduyu
ahz-ı mevzi olunduğu sırada toplu bulundurmayıp fakat muharebe için
toplu bulundurmalıdır.” sözü burada hem iyi anlaşılmış ve hem de kemâl-i
maharetle icra olunmuştur.

Eğer bütün Prusya orduları Miletin ile Horsitz mevkileri civarında ve


bir daire-i mahdude dâhilinde cem‘ edilmiş olsa idi askeri düşmana sevk
ve isal için müteaddit yollar bulmak muhal olarak temmuzun 3’üncü günü
kolorduları yek-diğerlerini müteakip sevk etmek mecburiyeti hâsıl olur idi
ki bu suretle içtima kesif yani kuva-yı askeriyenin cümlesini birden istimal
etmek fevâ’idi mahv ve zail olur idi. Yalnız birkaç yürüyüş kolunun fevkalade
derinliğinden naşi ordunun bir kısmı mutlaka muharebe meydanına vasıl
olamaz idi. “Büyük orduları kol yanaştırmaya nispeten aralık yanaştırmak
ile cem‘ etmek daha suhuletlidir. Fakat ordu aksam-ı muhtelifesini matlup
olan bir arzda olarak hedef-i maksûda isal eden müteaddit caddeler üzerinde
yürütmek ile içtima keyfiyeti en ziyade suhuletli olur.”

Buna dair manevralar bahsinde bazı şeyler söyeleyeceğiz. Lâkin


evvel-i emrde “manevra” kelimesine verdiğimiz ehemmiyete dair birkaç
söz söyleyelim. Massenbach’ın manevralar icrasıyla düşmanı ricata mecbur
etmeyi düşündüğü zamanlar geçti. Biz de General Clausewitz ile hem-
efkâr olarak insan kanı dökmeksizin düşmana galebe etmek fikrinde olan
başkumandanlara asla ehemmiyet vermeyiz. Hangi kavî düşman vardır
ki tehdidâttan korksun? Düşmanın darbesiz icra edeceği manevralar bize
tiyatro sahnesi kahramanlarının sahte mudarebeleri gibi görünüyor. Onların
hiddet ve gazap irâ’e eder tavırlarıyla beraber yine bir kimsenin hayatı
tehlikede olduğundan endişe etmez. Çünkü kılıçlarının kör olduğunu bilirler.
General Massenbach, büyük kralın biraderi olup indinde bir kahraman olan

275
Von der GOLTZ

Prens Henry’e karşı bir ziyafette irat eylediği şu : “Cüretli yürüyüşler ile
talihi okşamakta idi. Dyrrhachium mevkiinde muharebe eden Sezar’dan daha
bahtiyar, Rocroi mevkiinde muharebe eden Conde’den daha büyük olarak namı
ilelebet ferâmuş edilmeyecek olan Berwick gibi muzafferiyeti muharebesiz
istihsal eyledi.” sözleriyle müşârun-ileyh prense ilanihaye baki kalacak bir
heykel rekzediyor zannetmiştir. Bu cümle kulağımıza pek şüpheli bir methiye
gibi geliyor. Muharebesiz kazanılan muzafferiyetlerin kıymeti ancak zayıf bir
düşmanın gayet gevşek davrandığı vakitler nispetinde muteber olabilir.
Binaenaleyh manevra denildiği zaman biz sunî değil hatta cüretli
yürüyüşler bile anlamayıp ancak bir nokta üzerinde düşmana faik asker
cem‘ ile onu mahv ve münhezim etmek hedef-i vâhidini takip eden harekât-ı
harbiyenin terkib-i umumîsini anlarız. Her manevranın neticesi faydalı bir
muharebe olmak lazım geleceğinden, bu cihetle manevra kelimesi dahi
münasebetsiz olan manasını kaybetmektedir.
Ordu aksamının içtimaı kol yanaştırmak usulüne nisbeten aralık
yanaştırmak ile daha suhuletli olduğuna mebni en evvel ihata manevrasına
dair bazı mülahazatın serd ve ityânı iktiza eder.
İhata zımnında icra olunan harekât-ı harbiyenin ezmine-i cedide
harplerinde büyük bir itibar kazanması bu usule ancak daha bidayet-i emrde
düşmana faik olan tarafın müracaat etmiş olması sayesindedir. Harekât-ı
mezkûreye düşmanın cephesinden bede’ ile cenahları üzerinde daha ziyade
temdid-i hat etmek iktidarından ve kumandanların dirayet ve liyakati
ve askerin besâlet ve şecaati sayesinde daha ziyade temdid-i hat etmek
ve bu suretle düşmana tefevvuk eylemek emniyetinden dolayı müracaat
edilmektedir. Zayıf olan taraf kuva-yı harbiyesini daha ziyade toplu bir hâlde
bulundurarak ihata hareketi karşısında kuvvetini dağıtmaktan ihtiraz eder.
İhata hareketinin en büyük menfaati harekât-ı mezkûre hüsn-i suretle
icra kılındığı hâlde bütün düşman ordusunu veyahut mezkûr ordunun bir
kısmını muharebe meydanında iki ateş arasında bırakmasıdır. Scharnhorst’un
âsârında şu cümle vardır:“Birkaç taraftan düçar-ı taarruz olan bir askere
mağlup olmuş nazarıyla bakmalıdır.”
Vakıa bu söz harfiyen doğru diye telakkî olunamaz ise de yine muhtelif
istikametlerden gelen hasımların arasında kalan bir ordunun mutlaka
kuva-yı harbiyesini mezkûr istikametlere doğru dağıtmaya yani bir kuvve-i
dâfi‘a-i merkeziye vücuda getirmeye mecbur iken hasımları her taraftan bir
noktaya doğru müteveccih yani kuvve-i cazibe-i merkeziyeye tabi bulunmuş
olacakları hakikatine müstenit bulunmaktadır.

276
Millet-i Müselleha

Müfrez ve müstakil kolordular vesâtatıyla ihata manevraları icrasının


fevâ’idinden biri de mesafenin ittisâ‘ıdır. Her şeyden evvel kuva-yı askeriye
muharebeye daha seri bir surette müheyya kılınabilir. Daha bidayet-i emrde
kuva-yı mezkûreyi müfrez kısımlar olarak cem‘ etmek mümkün olduğu gibi,
iki ve üç mahalle, bir mahalle nispeten daha ziyade şimendifer hatlarının
isal ettiği bir emr-i bedihi olduğundan, müteaddit yollar istimali imkânı
harekât-ı harbiyeyi elbette teshil etmiş olur. Askeri iaşe etmek ve konaklara
yerleştirmek için daha ziyade mahal-i meskûne ve daha ziyade zâd u zahire
bulunacağı tabiîdir. Askerin bir hedef üzerinde cem‘i dahi daha suhuletli olur.
İhata manevraları düşmanın hutût-ı ricatini tehdit edeceğinden düşman
üzerine büyük bir tesir icra eder. Mağlubiyeti hâlinde hutût-ı ricatlarından
veyahut mühimmat ve zahiresini isal eden yollardan mahrum olmak
ihtimalinin endişesi mutlaka kendisini bî-huzur eder.
Düşmanın iki cenahını birden dolaşmak mümkün olmadığı takdirde
ihatası hâlinde en ziyade tesirini mucip olacak olan yalnız bir cenahı
aleyhinde bir çevirme hareketi icrasına gayret etmelidir. Bu cenahın sağ
veya sol cenah mı olduğunu ahval-i umumiye göstermiş olur. Muvaffakiyetli
bir netice istihsali yalnız orada ümit olunabilir. Bazı defa sade bir çevirme
hareketi düşmanı planlarından vazgeçirmeye ve mevzilerini terk ettirmeye
kifayet edebilir. Lâkin bir kolordunun tutmuş olduğu istikametlerden neşet
edecek bir tehdit nadiren kâfi olduğundan mutlaka düşmanın nazarında
kıymettar bir hedefi göz önüne alarak onu tehdide ibtidâr lazım geleceği
aşikârdır.
1806 senesi Teşrinievvelinde Saale Nehri vadisinde bulunan Prusya
Ordusu aleyhinde icra edilen çevirme hareketinin başlıca tesir-i muharribi,
ordunun gerisinde bulunan Naumburg ambarının düşman eline geçmesinden
neşet etmiştir. Mezkûr ambarın düşman eline geçmesi haberi her tarafa
intişar etmiş ve zayiin ehemmiyetini herkes anlamış olduğundan henüz bir
meydan muharebesi vukua gelmezden evvel Prusya Ordusu’nun mağlup
olduğu fikr-i meşumu her tarafa sirayet etmiş idi.
İki cenahtan icra olunan ihata manevrası bir kuvve-i kâfiye ile mürâfakatta
olduğu hâlde mutlaka tesirini icra eder. Bu manevra ile düşman her taraftan
ihata olunmak ve hürriyet-i hareketini kaybetmek muhatarasında bulunacağı
gibi sahnenin geri tarafında dahi ihata muharebesi ve esaret hayal-i müthişi
ru-nümâ olur. Ekseriya ahvalin muhatarası mübalağalı bir surette tahayyül
olunur. Mamafih esna-yı harpte bazı muhayyel fenalıkların ahali-i memleket
ve efrad-ı askeriye üzerine icra edecekleri tesir-i manevîden naşi hakikî
fenalıklar hâlini kesb eyledikleri bi’t-tecrübe sabittir.

277
Von der GOLTZ

İhata manevraları hakkında ibraz olunacak bir endişe var ise o da


müfrez ve fakat bir maksada müteveccihen hareket üzere bulunan kolordular
üzerine düşmanın icra-yı taarruza müsâra‘at ve bu kolorduları takip ettikleri
hedefe muvasalat etmezden evvel perişan etmesi ihtimaldir.
Vakıa bu muhataranın vücudu inkâr olunamaz ise de onu tadil edecek
pek çok esbâb vardır. Esbâb-ı mezkûreden birincisi bütün hareketin muayyen
olması hususudur. Kâffe-i kıtaat-ı askeriye kumandanları, teşebbüs-i
umumînin muvaffakiyetine ancak cümlesinin hiçbir mâni önünde tevakkuf
etmeyerek ileriye hareket etmekle hizmet edebileceklerini pekâlâ bilirler.
Bununla ise ittihad-ı ef‘âl husule gelmiş ve ondan inhiraf etmek müşkül
bulunmuş olur.
Prens Frederick Charles, Le Mans civarında bulunan General Chanzy’nin
ordusu aleyhinde bir ihata hareketi icrasına mübaşeret ettiği zaman 1871
senesi Kanunusanisinin 6’ncı günü her kolorduya ilerlemek için takip edeceği
caddeyi irâ’e ile iktifa etmiştir.
Biraz müddet sonra düşmana tesadüf olunmakla kolordulardan
her biri iftirâk esnasında yek-diğerlerine doğrudan doğruya muavenet
etmeye muktedir olmaksızın birtakım muharebelere girişmeye mecbur
olmuşlardır. Mamafih asla tevakkuf etmeyerek mütemadiyen ilerilemek
zımnında kanunusaninin sekizinci günü kolordulara hitaben bir emirname-i
umumî ısdâr kılındı. Emirname-i mezkûr şu söz ile hitam buluyor idi :
“Başlıca nokta-i nazarımız şu olmalıdır ki kolordulardan her biri ne kadar
seri ve katî bir surette Le Mans’a doğru ilerlemeye muvaffak olur ise yürüyüş
istikametlerimizin arasında düşman kıtaat-ı müfrezesi o nispette şaşkınlığa
düçar olacaklardır.”Merkeze müteveccih ihata harekât-ı harbiyesinin
bir neticesi dahi her kolordunun ilerlemesinin diğer kolorduların dahi
ilerlemesini terviç etmesidir. Binaenaleyh mezkûr kolordular yek-diğerlerine
ne derecede takarrüp etmiş bulunurlar ise birbirlerine edecekleri muavenet
o nispette müessir olur. Bu muavenet bi’t-tedric bir nokta ve bir muharebe
meydanı üzerinde müttehit bir hareket mübeddel olur.
Kâffe-i harekâtın hüsn-i suretle icrası matlup ise o hâlde hedefin hüsn-i
suretle intihabı iktiza eder. Hedef-i mezkûr şebîke-i turuk ile mütenasip bir
hâlde bulunarak şebîke teşkil eden bi’l-cümle caddeler ve yollar ise mahall-i
içtima-ı umumîye isal etmelidir. Şayet Le Mans’a doğru icra olunan harekât-ı
harbiyede olduğu gibi takip edilen istikametler büyücek bir şehre müntehî
bulunuyor ise bu hâl ekseriya vaki olur. Çünkü büyücek şehirler daima birçok

278
Millet-i Müselleha

hutût-ı muvâsala ve muvâredenin merkez noktası makamında bulunurlar.


Eğer tertibat-ı umumiyesi sade olur ve ahval-i umumiye-i harbiyeden
neşet etmiş bulunur ise o hâlde derece-i sâniyede olan kumandanlar
başkumandandan muvakkaten bir emir alamazlar ise bile hod be-hod faydalı
bir surette hareket edebilirler. Başkumandan ile ordunun yürüyüş kolları
arasında idame-i muhaberat kesb-i müşkülat eylediği zaman bu husus
ziyadesiyle şayan-ı ehemmiyyettir. Ondan başka mahal-i içtima düşmanın
istilası altında bulunan arazinin pek de içerisinde olmamalıdır. Çünkü bu
hâlde bir mahal-i içtima intihap eylediği zaman mahal-i mezkûra muvasalat
etmezden evvel düşmanın bütün kuvvetine tesadüf etmek muhatarası
mevcut bulunmuş olur.
1866 senesi Haziranının 22’nci günü Prusya erkân-ı harbiyesi heyeti
Bohemya’ya tecavüz edilmesini emrettiği zaman Dresden, Görlitz, Neisse
civarında bulunan ve kırk Alman mili bir mesafe istiap etmiş olan üç ordusuna
mahall-i içtima olarak Gitschin mevkii havalisini irâ’e eylemiştir. Avusturya
Ordusu’nun kumandanı Feldzeugmeister Benedek’in müfrez bulunan
mezkûr ordulardan her birini ayrı ayrı mağlup ve perişan etmek niyetiyle
bütün kuvvetini müstashiben ve Elbe Nehri’nin kısm-ı ulyâsına müteveccihen
Moravya’dan hareket etmiş idi. Mamafih Prusyalılar tarafından cüret ile
tasmîm edilen içtima vukua geldi. Böyle iken Prusya ordularının hareket-i
meşrûhası hedef-i sehm-i itiraz ve mu’ahaze olmaktan kurtulamadı.
Jomini mektebine mensup bir askerî muharriri o zaman demiş idi ki:
“Prusyalılar icra ettikleri mukaddemât-ı sefer ile kavaid-i harbiyenin cümlesini
cüretli bir surette ihlal ettiler.” Bir diğeri de şöyle söylüyor : “Prusyalılar hiç
hâcet olmadığı hâlde bir uçurumun kenarında yürüyorlar idi. Onları uçurumun
içerisine düşürmek için düşmanlarının bir darbesi kâfi idi. Düşman bu darbeyi
yapmadı. Prusyalıları bir inhizam ve mağlubiyetten hakiki bir mucize
kurtardı. Yoksa bulundukları ahval arasında bir hezimete düçar ola idiler
bu hezimetleri âdeta felaket-i azimî şeklini alır idi.” Daha yakın zamanlarda
Fransa’nın neşriyat-ı askeriyesinde dahi bu misillü şeyler okunmakta idi.
Lâkin harb-i mezkûr daha yakından tetkik edilecek olur ise ledünniyâtına
vâkıf olmayanların onun harekât-ı harbiyesinin cüret-perverâne birtakım
harekâtından ibaret bulunmuş olduğu hakkında peyda eyledikleri itikad-ı
bâtıl derhâl mahv ve zail olur.
Avusturyalılar yürüyüşe mübaşeret etmezden evvel Moravya Eyaleti
dâhilinde kâin Weisskirchen, Wildenschwert, Gros-Meseritsch, Lundenburg
şehirleri arasında bulunuyorlar idi. Böyle bir mesafe dâhilinde umum orduya

279
Von der GOLTZ

kol yanaştırmak için 9-10 günlük bir zamana ihtiyaç var idi. Hakikatte vukua
geldiği gibi mahall-i içtima Elbe Nehri’nin kısm-ı ulyâsına nakledilir ise bu
müddet 13 güne baliğ olur.
Avusturya Ordusu Haziranın 18’inci günü hareket ettiği hâlde Elbe
Nehri’nin kısm-ı ulyâsına ancak mâh-ı mezkûrun 30’uncu günü muvasalat
edebilir idi. Hâlbuki Prusyalılar Dresden ile Naisse’den Gitschin’e azimet
ve muvasalat için en ziyade sekiz yevmiye yürüyüşü icrasına mecbur idiler.
Binaenaleyh onlar dahi haziranın 30’uncu günü içtima hareketlerini tekmil
etmeye muvaffak olurlar idi. Bugüne kadar ise kendilerine Avusturyalıların
bazı kolordularının mukavemet göstermeleri muhtemel olabilir idi ise de
umum Avusturya Ordusu’nun mukavemetine tesadüf etmeleri mümkün değil
idi. Fakat müfrez bulunan Prusya ordularından her biri 125.000-140.000 kişi
kuvvetinde bulunmuş olduklarından kuvvetçe Avusturya kolordularından
herhangi birine olursa olsun faik bulunuyorlar idi. “Binaenaleyh burada iş
cüret-perverâne bir teşebbüs ve eser-i belâhet değil idi.” Teşebbüsün mazhar-ı
muvaffakiyet olacağını düşmanın başlıca kuvvetinin vürudundan evvel ele
geçirilmesi mümkün olan bir hedefin intihabı temin etmekde idi. Vakıa o
vakit Avusturya Ordusu’nun hâli bugünkü kadar layıkıyla bilinmeyip mezkûr
ordunun büyük bir kısmına Bohemya’nın şimal tarafında tesadüf edileceği –
yanlış olarak – zannolunmuş idi. Arazinin avârız-ı cesimesine tesadüf etmek
mümkün idi. Mamafih seferde emniyet-i mükemmele dâhilinde hareket
etmek isteyen kimse hedef ve maksadına pek güç muvasalat edebilir68.
Devr-i tehlike ve muhatara ekseriya birkaç güne münhasır bulunur. Bu
günler ise müfrez yürüyüş kollarının umum orduya îrâs-ı zarar etmeksizin
düşmanın büyücek bir kuvveti önünde savuşabilecek derecede yek-
diğerlerinden uzak olmadıkları ve yek-diğerlerine muavenet edebilecek
raddede yakın dahi bulunmadıkları zamandan ibarettir.
Mezkûr kollardan birisi mağlup dahi olsa yine dârü’l-harekâttan
büsbütün nâ-büd olmaz. Bugünkü tesir-i esliha ve usul-i harp 1814 senesi
Şubatının onuncu günü Napolyon Bonapart’ın aksam-ı müfrezesi arasına
girerek taarruz etmesiyle Silezia Ordusu’nun düçar olduğu hezimet-i seria
ve külliyeyi mümteni kılmaktadır. Düçar-ı mağlubiyet olan bir kol, muzaffer
olan düşmanı kendisinin yakasını bırakıp da diğer bir kola teveccüh ettiği
gibi yine takip edebilir. Binâberîn sair kolların ilerlemesine yardım etmeye
daima muktedir olabilecektir.

68 Almanya haftalık ceride-i askeriyesinin 1867 senesinde neşrolunan 18’inci numero-


suna müracaat oluna.

280
Millet-i Müselleha

Vakıa ihata manevralarını icra için müfrez kolordu kumandanlarının


bir suret-i mütesaviyede mâhir olmaları muktezadır. Çünkü böyle bir
manevra esnasında başkumandanın vazifesi ancak hedef-i aslîyi irâ’eye ve
kavaid-i umumiyeyi beyan ve işara münhasır olup işin kısm-ı mütebakisi
kolordulara kumanda eden zevatın gayret ve dirayetine muhavvel kalmış
bulunur. Binaenaleyh bu kumandanlar büyük bir istiklale mâlik olmalıdır.
İşte mevadd-ı meşrûhadan anlaşılacağı üzere cüretli ihata manevraları ve
bir merkez noktasına müteveccih harekât-ı harbiye icrası her ordunun kârı
değildir.

Müdafaa üzere bulunan tarafın ihata manevralarına karşı istimal


edebileceği müessir bir vasıta-i mütekabile ancak “muharebe” olabilir.
Muharebe ise iki taraftan asker içtimaını istilzam eylediğinden manevralarda
bir fasıla husule ve muharebe meydanında bir içtima vukua gelir. Şayet taraf-ı
müdâfi‘ burada kendisini ihata-i tabiyevîden kurtarmaya muvaffak olur
ise ihata-i sevkülceyşîden dahi kendisini kurtarmış olur. Jena ve Auerstadt
muharebât-ı meşhûresini takaddüm eden harekât-ı harbiye bu babda güzel
bir misal arzetmekdedir: Napolyon Bonapart Saale Nehri’nin gerisinde
ve Jena ile Weimar mevkileri civarında bulunan Prusya ve Saksonyalıları
tamamıyla ihata etmiş idi.

1806 senesi Teşrinievvelinin 12’nci günü Napolyon’un süvarisi


Navmenburg şehrini zabt ve istila eyledi. Mâh-ı mezkûrun onüçüncü günü
dahi Mareşal Davoust bütün bir kolorduyla oraya ve Kösen mevkii civarına
muvasalat eyledi. Elbe Nehri’ne doğru olan tarîk ve Prusya Ordusu’nun
payitahtı yani kalpgâh-ı hükûmet bulunan Berlin şehriyle olan hatt-ı irtibatı
münkati olmuş idi. Lâkin bütün Prusya kuvvetinin Saale Nehri gerisinde
bulunduğu ancak o gün malum olmakla Napolyon Bonapart o vakte kadar
aramak üzere bulunduğu meydan muharebesi için iktiza eden tedâbîr ve
tertibatın ittihazına müsâra‘at eyledi. Bu muharebede Mareşal Davoust
Kolordusu’nun hazır bulunması elzem addolunduğu cihetle müşârun-
ileyh mareşal Fransız Ordusu’nun kısm-ı küllîsi Jena ve Dornburg tarîkiyle
Prusyalıların cephesine doğru hareket etmekte iken Kösen mevkiinden
garba doğru inhiraf ederek düşmana geriden taarruz etmek emrini aldı.

İşte teşrinievvelin ondördüncü günü vuku bulan “çifte muharebe” bu


hâlde icra olundu. İhata manevrası bütün Prusya Ordusu’na bir meyusiyet
ilkâ ederek büyük bir tesir göstermiştir. Lâkin muharebe ile beraber bu ihata
manevrası dahi nihayet bulmuş idi.

281
Von der GOLTZ

Mareşal Davoust, Elbe Nehri istikametinde kazanmış olduğu mesafeyi


terk etmeye mecbur olup Fransız Ordusu dahi akşam üstü muharebe
meydanlarının daha ötesine doğru ilerleyemedi. Prusya Ordusu ise bütün
gece yürümeye mecbur oldu. Vakıa Prusyalılar o gece pek fena istikametler
intihap etmişler ise de ertesi günü bu istikametleri tadil etmek mümkün idi.
General Clausewitz bu muharebeye dair yazdığı gayet mükemmel bir risalede
teşrinievvelin 15’inci ve 16’ncı günleri Wittenberg ile Dessau tarîkiyle ricat
etmek henüz mümkün ve Berlin tarîkinin henüz açık bulunmuş olduğunu
ispat etmiştir69.

Yalnız bu hâlden istifade için noksan mülahaza var idi. Düşman


merkezinin ihata manevrası icra etmesi ve cenahların daha ziyade yan
taraftan bir kavis resmeylemesi pek nadir vukua gelir bir keyfiyet olarak
ancak böyle bir hâlde muharebe ile ihata manevrasını ihlal ve izale edemez.
İhata manevrasını tatil için ekseriya durarak mukavemet etmek kâfi olur.

Fransızlar 1870 senesi Ağustosunun altıncı günü düçar oldukları


mağlubiyetlerden sonra hududu terk ile ricata başladıkları zaman Metz
Kalesi’ne doğru ricat eden kısm-ı küllî İkinci Alman Ordusu’nun Pont a
Mousson’a ve Üçüncü Ordu’nun Nancy’e kadar ilerilemesi ve Birinci Ordu’nun
kendisini takip etmesi üzerine büsbütün ihata olunmuş idi. Lâkin kısm-ı
küllî-i mezkûr Nied French’e muvasalatında tevakkuf etmekle ağustosun
onuncu günü akşam üstü ileriye çıkarılan Alman süvari tecessüs kolları
kendisini muharebeye hazır buldular. Vakıa Fransızların bu hareketlerinin
tesir-i hakikîsi pek ehemmiyetsiz oldu. Çünkü ertesi yani ağustosun onbirinci
günü mevziini terk ile ricata devam ettiler. Almanlar keşşâfları sayesinde
mâh-ı mezkûrun 12’nci günü keyfiyeti istihbar ettiler ise de bu sırada ikinci
ordunun Faulquemont Hattı üzerine tebdil-i istikamet etmesi zımnında icap
eden tertibat-ı evveliyeye ibtidâr kılınmış idi. Binâberîn Fransızlar Nied
mevziinde daha ziyade sebat etmiş olsa idiler ihata-i külliyeden kurtulmuş
olurlar idi.

İkinci Ordu’nun süvarisiyle pişdarı mutlaka garba doğru ilerlemekte


devam ederler idi. Ricata devam olundukta bunların arasından cebren
geçmek her hâlde mümkün olur idi.

69 Vakıa Fransızlar ittihaz ettikleri tedâbîrden daha başka türlü tedbir ittihaz edebilirler
idi. “Çifte Muharebe”den evvel Fransız Ordusu’nun çektiği meşâkk ve metâ‘ib mezkûr or-
duda tesirde hâlî kalmıştır.

282
Millet-i Müselleha

Hatta karargâh-ı umumîlerden birisinde Üçüncü Ordu’nun bir kısmının


celbi bile tezekkür edilmiş idi. Bunun için Metz önünde vuku bulan muharebat
daha ziyade kesb-i ciddiyet etmiş olsa idi Üçüncü Ordu’nun ihata manevrası
mutlaka ihlal edilmiş olur idi. Bâlâda gösterilen hâlde ihata manevrası büyük
bir kuvvetle icra olunduğu cihetle irâ’e olunan misalden istifade hususu dahi
o nispette büyüktür. Müdafaa üzere bulunan düşmana taarruz eden ancak
başta veya cenahta bulunan kolordular iken ihata manevrasını bütün ordular
icra etmekte idi.

Bunun için esna-yı sefer ve harpte harekât-ı harbiye icrasıyla meşgul


bulunan taraf ihata edilmekte bulunduğunu hissettiği gibi durup düşmanı
muharebe etmeye mecbur etmekten âlâ bir çareye tevessül edemez.
Muharebe kâffe-i kuva-yı harbiyeyi bir noktaya cem‘ eder. Çünkü onun
netice-i sefer üzerine olan tesiri o kadar büyüktür ki düşman mahzâ ihata
manevrasını ikmal etmek hatırı için muharebe meydanı üzerinde cesim
kolordularından mahrum kalmayı asla tecviz etmez.

Binaenaleyh taraf-ı mütearrızın en büyük kuvveti ihata manevralarında


ise taraf-ı müdâfi‘ dahi onların karşısında büsbütün mukabeleden âciz
değildir. Gayretle iş görecek olur ise düşmana en müessir harekât-ı
mütekabile icrasına muktedirdir.

Harekât-ı mütekabile-i mezkûrenin hangi istikametten icra olunacağı


hususu ahvale tabi olup ihata manevrasının bir veya iki cenah üzerinde icra
olunduğuna nazaran istikamet-i mezkûre dahi tahallüf eder.

Birinci hâlde serian cem‘ edilen kuvvet ile düşman kuva-yı askeriyesinin
en tehlikeli olan yani daha doğrusu ihata manevrasını icra etmek üzere
bulunan kısmına taarruz etmelidir. Şayet bu darbe kifayet etmese bile yine
manevranın devamını ihlal ve ihata olunan tarafın hürriyet-i hareketini
iade eder. Lâkin cepheye doğru ilerlemekte bulunan düşman kollarına karşı
edilecek taarruzda muvaffak olunamaz ise hâl iki kat ziyade fenalaşmış olur.
Zira o sırada düşman ihata manevrasına devam etmiş ve mezkûr manevra
daha ziyade müessir bir hâle gelmiştir. Vakıa muvaffakiyet hâlinde burada
büyük bir netice istihsal olunabilir. Çünkü düşman ordusunun bir kısmı
mağlup ve diğer kısmı ondan ve hutût-ı irtibattan müneffek olmuş olur.

Eğer ihata manevrası iki cihetten vukua gelecek olur ise o zaman ihata
edilen tarafın işi ziyadesiyle kesb-i müşkülat eder. Burada dahi düşmanın
cenahlarından biri aleyhine cüretli bir taarruz icrası işin içinde bir tadil

283
Von der GOLTZ

husule getirebilir. Şayet Feldzeugmeister Benedek Bohemya’nın şimal


tarafında tesadüf edeceği şeyleri düşünerek bulup da Olmütz’den hareketle
Neisse üzerinde sol cenahımızın müntehâsına taarruz etmiş olsa idi belki
seferi kazanamaz idi. Lâkin ilk muharebe meydanlarını Bohemya yerine
Silesia’ya nakletmiş olur idi.

Mamafih bu gibi teşebbüsat için yalnız himmet ve gayret kâfi olmayıp


daha bidayet-i emrde bu misillü teşebbüsata muvafık ve mütenasip bir
hâlde bulunmak iktiza eder. Benedek, Olmütz civarında bulunduğu zaman
Prusyalıların resmettikleri kavs-i daire dâhilinde bulunmayıp cenahlarından
birinin re’si karşısında bulunuyor idi. Bir kere düşmanın teşkil ettiği kavis
dâhiline girildi mi o sırada düşman mutlaka kuvvet veya maharetçe faik
bulunacağından ihatadan kurtulmak bir kat daha güçleşir vakıa düşmanın
merkezi aleyhine bir taarruz icra ederek düşmanın kuvvetini her biri ihata
manevrasıyla meşgul olmak hasebiyle hutût-ı irtibat-ı tabiîden mahrum
kalmış iki kısma tefrik etmek mümkün ise de bu taarruz esnasında düşmanın
teşkil ettiği daireyi kapayarak taarruz eden orduyu dairenin ortasında
mahvetmesi muhatarası mevcuttur.

Bu gibi hâlât arasında ekseriya elde bulunan kuvveti iki veya birkaç türlü
istimal ederek bir defa sağa ve başka defa sola imale ile muhtelif düşmanlara
taarruz ve kuvvetli darbeler ile düşmanın müfrez bulunan kuvvetlerinin
birleşmesine mümanaat ederek nihayet bir meydan muharebesi tesirini
verecek müteaddit münferit galebeler istihsaline gayret etmek bâdî-i necât
olabilir.

Napolyon Bonapart 1814 senesi Şubatında bu yolda hareket etti.


Büyük Frederick dahi bir ordu ile hem Rossbach’da Fransızları ve hem de
Leuthen mevkiinde Avusturyalıları bozmuştur. Başkumandanların ikisi de
mâlik bulundukları “dâhilî hutûtü’l-harekât” tabir olunan hutûtu kemâl-i
muvaffakiyet ile istimal etmiştir70.

Lâkin bu hutûtü’l-harekât-ı dâhilîyi ale’l-ımiyyâ sitayişte bulunmak


dahi caiz değildir. Çünkü hutût-ı mezkûrenin dâhilî kısmında bulunan ordu
kısmının hâli daima muhataralıdır.

70 General Jomini dâhilî hutûtü’l-harekâtı şu suretle tarif ediyor : “Hutûtü’l-harekât-ı


dâhilî, bir ordunun düşmanın müteaddit hutûtü’l-harekâtına karşı gelmek ve mamafih
muhtelif kolorduları düşmanın büyük bir kuvvetine tesadüf etmezden evvel yek-diğerlerine
yaklaştırmak ve hareketlerini birleştirmek mümkün olmak üzere intihap eylediği hutûtü’l-
harekâta tesmiye olunur.”

284
Millet-i Müselleha

Büyük Frederick 1757 senesi mevsim-i harîfinde ve Napolyon


Bonapart’ın 1814 Şubatındaki hâli dahi böyle idi. Bu babda bir fayda var
ise o da muhtelif düşman arasında oraya buraya harekete mâni bir sebep
mevcut olduğu zaman muhataranın büsbütün tezâyüd etmesidir. Bir kale
duvarları yanında mahsur bulunan bir ordunun dahi dâhilî hutûtü’l-harekâta
mâlik bulunduğuna hükmolunabilir. Mamafih mezkûr ordunun iyi bir hâlde
bulunduğuna hükmedilemez.

Düşmanın müfrez kolları arasında muvaffakiyetle mekik gibi hareket


edebilmek için evvela mesafât-ı münasibenin vücudu lazımdır. Düşmanın
kolorduları pek uzak bulunuyorlar ise onlardan birini muharebeye mecbur
etmek müşkül olacağı gibi diğerleri de bi’l-zarure nazardan kaybedeceğinden
mezkûr kolorduların bilâ fasıla hareket etmeleri tabiî hükmünü bulur. Fakat
onlarda heves-i teşebbüsatın kılleti muhakkak olur ise o zaman hâllerine
terk olunabilirler.

Büyük Frederick 1757 senesinde Avusturyalılardan vazgeçerek


Fransızlara teveccüh ettiği zaman böyle yapmış idi. Lâkin Avusturyalılar da
bu sırada gösterdikleri fart-ı rehavet ile beraber yine Silesia Eyaleti’ni ve
Breslau şehrini zabt ve istila etmişler ve Frederick mu’ahharen muharebe
ederek onları istirdat etmeye mecbur olmuştur. Fakat düşman kolorduları
beynindeki mesafe az olur ise o hâlde diğerlerinin muavenetini men‘ ile
onlardan birini mağlup etmek pek güç olur. Bu hâl vaki olduğu anda ise
“hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” üzerinde hareket etmek faydası muharebede ihata
olunmak mahzuruna tebeddül eder.

Binaenaleyh “hutûtü’l-harekât-ı dâhilî”yi hüsn-i suretle istimal


edebilmek için vasat derecede mesafâtın vücudu lazımdır. Bu mesafeler
ber-vechle olmalıdır ki düşmanın kolordularından birine taarruz olunduğu
zaman diğerleri vaktinde muavenet etmeye muktedir olmamalı ve mamafih
mezkûr kolordulardan hiçbirisi nazardan kaybedilmemelidir. Müfrez kollar
beynindeki mesafe iki yevmiye yürüyüşünden daha az olacak olur ise mezkûr
kollardan hiçbirini müfrez olarak mağlup etmek mümkün olmayacağı kaide
olarak bilinmelidir.

İşte ahval-i mezkûreye binaen “hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” üzerinde iş


görmek vakti pek mahduttur. Pek erken hareket olunur ise tesirsiz ve hava’î bir
darbe icra etmiş olmak muhatarası mevcut olduğu gibi geç hareket olunduğu
takdirde dahi esna-yı muharebede mütemadiyen tecemmü‘ üzere bulunan
düşman kolları arasına uğramak tehlikesi meydanda bulunur. Bu hâl ise bir

285
Von der GOLTZ

karar hususunu ziyadesiyle güçleştirir. Düşman, süvarisini hüsn-i suretle


istimal eylediği hâlde takarrüp üzere bulunan hasımlardan hangisine daha
evvel teveccüh etmek lazım geleceği hususunda büyük bir tereddüt hâsıl olur.
Lâkin kâffe-i ahval malumat-ı seriayı istilzam eylediği yerde iştibahtan ari bir
fikre mâlik olmak iki kat daha ziyade lazım olduğundan “hutûtü’l-harekât-ı
dâhilî”yi ancak büyük bir sebat ve metanete mâlik olan kumandanlar hüsn-i
suretle istimal edebilirler. Metanet-i fikriyesi olmayanlar derhâl tereddüt ve
iştibaha düçar olurlar. Vakt-i münasibi bulup bulmadığı ve hakiki düşmanı
intihap edip etmediği şüphesi daha bidayet-i emrde harekâtına mümanaat
üzere bulunur.

Hatta Napolyon Silesia Ordusu’nun müfrez kolları arasında parlak bir


takım manevralar icrasına sebebiyet veren Mareşal Marmont bile şubatın
onuncu ve on beşinci günlerinde Fransızların vuku bulan muvaffakiyatından
birkaç gün evvel vakt-i münasibin geçmiş olduğuna itikat ile Napolyon’a
harekât-ı mezkûreden sarf-ı nazar etmesini tavsiye eylemiş idi. Demek ki o bile
teşebbüsü tasavvur eder ve fakat icra etmez idi. Mamafih Marmont gayet mâhir
bir kumandan idi. Bidayet-i emrde “hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” üzerinde hareket
ederek vakt-i münasibinde düşmana taarruz etmek tasavvur edilmekte iken
münasip bulunmadığı veyahut kaçırıldığı hâlde mutlaka müdafaaya düşmek
ve bir mevzi-i merkezî ahz etmek mecburiyeti husule gelir.

Böyle bir mevzi kendisinden ilerlemekte olan düşmanların hepsine


doğru bir suret-i mütesaviyede mukavemet etmek ve kezâlik öyle bir
muvaffakiyetle her tarafa taarruz etmek mümkün olduğu beyanıyla sitayiş
edilmektedir. Lâkin bu sitayiş pek şüphelidir.

Orduları mevâzî‘-i merkeziyeye sevk eden şey ya ahval-i harbiyeye dair


fikdân-ı malumattan veyahut – hem de ekseriya – başkumandan olan zatın
bir karar-ı kat‘î vermekte ibraz-ı tereddüt etmesinden neşet eder. Bu suretle
mevâzî‘-i mezkûrenin yalnız ikinci menfaati yani her istikamete doğru
suhuletle taarruz edebilmek imkânı elde kalmış oluyor.

İşte “hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” üzerinde harekât-ı harbiyeyi


muvaffakiyetle icraya mâni esbâb-ı asliye her zamanda mevcut bulunmuş
olduğu gibi, zamanımızda esbâb-ı mezkûreye birtakım esbâb-ı mahsusa dahi
inzimam eylemiştir.
“Hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” üzerinde hareket eden bir ordu ancak “bir
muzafferiyet-i mükemmele” istihsaliyle müstefit olabilir. Zira bugünkü günde

286
Millet-i Müselleha

öyle bir hâlde bulunan bir ordu düşmanı takip etmeyi büsbütün hatırından
çıkarmalıdır. Kendisi başka hasımlara dahi teveccüh mecburiyetindedir.
Zaten bugünkü günde seri ve katî darbeler ile nail-i muvaffakiyet olmak
hususuna güvenilmeyeceğini bâlâda söylemiş idik. Büyük Frederick ile
Napolyon Bonapart’ın muvaffakiyetleri, kumandanların istiklallerinin henüz
şimdiki kadar tevessü ve terakkî etmemiş olduğu bir zamana müsadiftir.
Binaenaleyh o zamanlar, kollardan birini perişan etmekle hem-civarı olan
sair kolların hepsini şaşkınlığa ve hasmın bi’l-cümle tertibatını bir hâl-i
teşvişe düçar etmek mümkün idi. Bugünkü günde ise bu hâl mümkün değildir.
Düşman generallerinin cümlesinin nokta-i merkeziyeye doğru musırrâne ve
sebatkârâne bir surette ilerlemekte gayret edeceklerini bilmelidir. Şimdiki
ordularımızın kuvve-i cesîmesi dahi “hutûtü’l-harekât-ı dâhilî” istimalini
müşkül kılmaktadır. Zira hutûtü’l-harekât-ı dâhilîyi hüsn-i istimal edebilmek
için serian içtima ve askerin bir noktadan diğer noktaya kemâl-i sürat ile sevk
ve izam edilmesine ihtiyaç vardır. Bu husus bir veya iki ordu ile pek kolay icra
olunabilir ise de on veya oniki kolordu ile öyle suhuletle icra olunamaz. Bu
misillü kuva-yı cesîme hutûtü’l-harekât-ı dâhilî üzerinde kendilerine verilen
hürriyet-i hareketten daha büyük bir hürriyet-i harekete yani layıkıyla
hareket edebilmek için daha vasi bir mesafeye muhtaçtır.
Hutûtü’l-harekât-ı dâhilînin bir faydası var ise o da kolorduların
yek-diğerlerine yakın olması ve başkumandanın nüfuzunun daha büyük
bulunmasıdır. Kendisi aleyhinde ihata veya merkezî bir manevra icrasıyla
meşgul bulunan düşmandan daha ziyade askerini eli altında bulundurmuş
olacağı gibi derece-i sâniyede olan kumandanların mütesaviyen mâhir
olmalarına dahi buralarda o derecede hâcet yoktur. Düşmanın muvakkaten
tarassut ve nezaret altında tutulması matlup olan aksamına karşı
sevk olunacak askerin kumandasına memur edilmek için bir iki mâhir
kumandanın mevcut bulunması kâfidir. Napolyon Bonapart, Montmirail
ve Chateau Thierry Muharebelerinde General Sacken ve General York’u
mağlup ve perişan ettiği esnada General Blucher’i uzak tutmak için yalnız
Mareşal Marmont’un muavenetine muhtaç olmuştur. Lâkin buna nispeten
başkumandanlıktan talep edilecek hususat daha büyüktür. Kuvvetli
düşmanlar ortasında bulunduğu zaman muzafferiyet ve muvaffakiyete ancak
sebat ve metanet, fevkalade bir gayret ve şecî‘âne bir cüret isal edebilir.
Velhâsıl denilebilir ki hutûtü’l-harekât-ı dâhilî üzerinde muvaffakiyetle
bir müdafaa icrası ihata veya merkezî bir taarruz icrasından daha müşküldür.
Vakıa biz bu neticeyi iki hasmın kuvvetini ve gayretlerini ve kumandada
olan maharetlerini müsavi farz eden birtakım faraziyat-ı mahsusaya istinat

287
Von der GOLTZ

etmeyip ancak tarafeynden birinin taarruzuna mübaşeret etmesi mutlaka


kendisinde bir kuvve-i zâ’ide ve hasmına nazaran bir tefevvuk hisseylediği
zaman vaki olduğu hakikatinden istihraç eylemekteyiz.
Tarafeyn-i muharebeyn “muvazi cepheler” ile yek-diğerlerine tesadüf
edecek olurlar ise o zaman iş hangi tarafın bir nokta üzerine en evvel kuva-
yı cesime cem‘ ve hangisinin bu hususu daha ziyade gayret ve maharet ile
icra edeceği meselesinde kalır. İşte burada mutlaka harekât ile istihsal-i
tefevvuka gayret etmek mukteza olup işin kısm-ı mütebakisi ise muharebeye
ait bir keyfiyettir. Düşmanın merkezi aleyhine bir hareket-i taarruziyeye
kıyam olunduğu zaman burada dahi bir ihataya düçar olmak ve ilk harekât-ı
taarruziye ile beraber taarruzun iftitâhından haberdar edilerek düşmanın
cenahlarından merkeze doğru şitâbân olan kolorduları kendi cenahlarımız
karşısında görmek muhatarası mevcuttur. Binaenaleyh daima daha küçük
bir muvaffakiyetle iktifa ederek gerek içtima ve gerekse taarruzu düşmanın
cenahlarından biri aleyhine icra eylemelidir. Eğer bu cenah bozulur ise
o hâlde düşman ordusunun aksam-ı sairesi aleyhinde ihata manevraları
icrasına bede’ ve mübaşeret olunabilir.
Düşmanın cenah-ı sevkülceyşîsi aleyhine bir taarruz icrası daima
düşmanı hoşuna gitmeyen ve evvelce takarrür etmeyen bir istikamet üzerinde
içtimaya mecbur etmek faydasını câmi‘dir. Bizim bâlâda Feldzeugmeister
Benedek için Olmütz’den Neisse’ye doğru tasavvur ettiğimiz ileri yürüyüş
planı aynı tesiri göstermiş olur idi.
Henüz Dresden ile Neisse arasında bulunmuş olan Prusya kuva-yı
harbiyesinin içtimaı birçok müşkülatı dâ‘î olur idi. Lâkin bu gibi teşebbüsatın
büyük bir mikyasta icrasını ancak ahval-i mahsusa mümkün kılabilir.
Bunun daha iyisi taraf-ı müdâfi‘in şayet düşmanın yanlarından birinde
bir mevzi ahz etmiş bulunur ise taraf-ı mütearrızın bir cenahına taarruz
etmesi ve taraf-ı mütearrızı önünden geçmeye mecbur eylemesidir. Vakıa
kuvvetli olan bir ordu böyle bir çareye müracaat etmeyip düşmanın âdeta
yolunu seddetmekle iktifa eder ise de zayıf olan taraf bu çareye muvaffakiyetle
müracaat edebilir.
Mesela çocuklar sokakta kavga ederler de dövülenlerden birinin
hasmı geçerken üzerine bağteten hücum etmek niyetiyle bir köşe başında
gizlendiğini tasavvur eder isek düşmanın bir yanı üzerinde tutulan mevziin
bir tasvir-i mükemmelini göstermiş oluruz. Vakıa buna yan üzerinde tabiyevî
bir mevzi namı vereceğimiz tabiîdir. Lâkin böyle bir tasvir tevessü eden

288
Millet-i Müselleha

ahval-i sevkülceyşîye dahi naklolunabilir. Düşmanın yanı üzerinde olan


bir mevzi, düşmanın hattü’l-hareketi olan caddeyi seddetmez ise de ona
muvazi ve hâkim bulunur. Napolyon Bonapart 1806 senesi Teşrinievvelinde
Franconia’dan Hof, Schleiz ve Saalfeld tarîkiyle Saksonya’ya tecavüz üzere
bulunduğu zaman Jena civarında ve Saale Nehri gerisinde duran Prusya
Ordusu, müşârun-ileyhin ordusunun yanı üzerinde bir mevzi ahzetmiş
idi. General Clausewitz mevzi-i mezkûr hakkında der ki : “Saale Nehri’nin
gerisinde ahzolunan mevzi düşmanın yanı üzerinde tutulan mevzilerin en
âlâlarından bulunmuş olduğu cihetle bir muharebe vukuunda ahval-i mevziden
pek çok fevâ’id istihsali memul ve muntazar idi.”

Müşârun-ileyh bu sözüne izahat-ı âtiyeyi rabtediyor : “Düşmanın yanı


üzerinde tutulan bir mevziin birinci şartı düşmanın kendisinin önünden
geçememesi ve kendisine hürmete mecbur olmasıdır. Bu şartın husulü
fevkalade müşkül iken mevzi-i mezkûr onu câmi‘ idi. Çünkü Fransızlar Saale
ile Bohemya arasında hatt-ı irtibat olarak öyle dar bir araziye mâlik idiler ve
bu arazi dahi Saale Nehri’ne nispeten öyle sapa bulunuyor idi ki Fransızların
Saale Nehri gerisinde bulunan Prusya Ordusu’yla müsademe etmeksizin ileriye
gitmeleri muhal idi. Düşmanın yanı üzerinde ahz olunan bir mevziin ikinci
şartı muharebede bile kendisinden istifade edilebilmesi ve tutulmasının çekilen
zahmete değmesidir.”

“Saale Nehri vadisi ise cibal arasında her taraftan dağ ve tepeler ile muhat
bir çukurdan ibaret olduğundan düşman onu ancak müfrez kollar ile mürur
edebilir idi. Nehrin sol sahili boyunca ordumuzun her nev‘ harekât-ı harbiyeyi
kemâl-i muvaffakiyetle icrasına müsait mürtefi ve düz bir ova bulunmaktadır.
Ordumuzun bazı aksam-ı sağîresi bizzat Saale Vadisi’ni taht-ı istilada tutup
müddet-i medîde mukavemet eylediği esnada ordunun kısm-ı küllîsini mevzi-i
merkezîden çıkarıp düşmanın en ziyade faydalı görünen bir kısmı aleyhine
icra-yı taarruz edebilir idi71. Düşman ancak hatt-ı harp açmaya müsait bir
arazi üzerinde ve gerisi Saale Nehri vadisi uçurumlarına müteveccih olduğu ve
kezâlik gerisinde Bohemya krallığı ve Voigt memleketine doğru çekilebilmek
için yegâne hatt-ı ricatı yan tarafında bulunduğu hâlde muharebe ediyor idi.”

71 Teessüf olunur ki bâlâda mevâzi‘-i merkeziye hakkında beyan eylediğimiz mahzurat


burada dahi müşahade olundu. Ne zaman ve ne istikamette taarruz etmek lazım geleceği
hakkında edilen tereddütler o kadar vakit sürmüş idi ki nihayet taarruz zamanı geçmiş
olduğundan ricata karar verilmiş ve ricat üzere iken düşmanın sehm-i takibinden kurtu-
lamayarak bütün ordu münhezim ve perişan olmuştur.

289
Von der GOLTZ

Düşmanın yan tarafında ahz edilen bir mevzi düşmanı memulü hilâfında
olarak istemediği ve her hâlde hoşuna gitmeyecek bir istikamette hatt-ı harp
açmaya ve bir mahalde muharebeye girişmeye mecbur eder. Düşman hatt-ı
hareketi olan caddeyi terk ile bittabi hutût-ı irtibat-ı tabiîsinden ayrılarak
yan tarafa doğru ve muharibine nazaran kendisine gayr-i müsait ahval-i
umumiye arasında hatt-ı harp açarak muharebeye girişir ve bir dereceye
kadar bilmeyerek bir yan yürüyüşü icrasına başlamış iken yürüyüşün
ortasında tevkif edildiğini görerek mütehayyir kalır. Evvelden takarrür
eden bir yan yürüyüşü esnasında ancak düşman muvacehesine tesadüf
olunduğu zaman bir caddeden suret-i umumiyede istikameti ona muvazi
olan diğer bir caddeye nakl-i hareket edilir. Burada hutût-ı irtibattan infikaka
mecburiyet olmadığı hâlde bi’l-mecburiye bir yan mevziine karşı hatt-ı harp
açan taraf mutlaka hutût-ı irtibatını kaybetmiş olur. Binaenaleyh taarruzda
muvaffakiyet hâsıl olmadığı hâlde ricat etmek ziyadesiyle güçleşmiş bulunur.
Lâkin yan tarafta ahz edilen mevzilerin müsait olması için birtakım
şerâ’itin vücudu daha lazımdır. Düşman oldukça geniş bir cephe ile vürut
ettiği cihetle eğer yan tarafta vaki mevzii erkenden keşfedecek olur ise
yürüyüş kolları başlarına başka bir istikamet göstererek mevziin kendisi
için ihzar eylediği mazarrattan tahlîs-i girîbân edebilir. Ve eğer yan tarafta
vaki bir mevziin önünden düşman bir cadde üzerinden geçmeye mecbur
olur ise o mevziin hâli fevkalade âlâdır. Bu ise düşman bir büyük nehri geçip
de gerisinde yalnız bir köprü bulunduğu zaman vaki olur. Burada düşman
memnuniyetle yolundan inhiraf dahi edemez. Ondan başka bir yan mevzii
dahi ilerlemekte bulunan düşmana kendi yanını maruz bırakmış olur.
Binaenaleyh yan tarafta vaki bir mevziin düşmana maruz olan cenahı
ya avârız-ı arazi ile mahfuz bulunmalı veyahut düşmanın her nev‘ ihata
hareketini mümteni kılacak surette geriye doğru bükülmüş olmalıdır. Bir de
ahz ettiğimiz mevziin daha kavî olması için önünde bulunacak mâni, düşman
mevziin önünden mürur eder iken kendisine doğru icra edeceğimiz harekât-ı
taarruziyeye mâni olmayacak surette bulunmalıdır. Bu hususu daima nazar-ı
itinada tutmak lazım gelir. Çünkü evvelden mevcut olan niyetten başka birde
bazan bir dikkatsizlik eseri harekât-ı taarruziyeye başlanmasına sebebiyet
verebilir.
Bu kadar şerâ’itin birden içtimaı nadiren vaki olduğundan 1871 senesi
Kanunusanisinde Belfort Kalesi’ne doğru hareket eden General Bourbaki’nin
ordusuna karşı General Werder’in Vesoul civarında ahz eylediği mevzi ile
1877 senesi mevsim-i sayfinde ilk defa olarak Balkan silsile-i cibâlini tecavüz

290
Millet-i Müselleha

eden Ruslara karşı Gazi Osman Paşa hazretlerinin tuttuğu mevzi gibi müessir
yan mevziler müstesnalardan addolunabilir.
Burada dahi muvaffakiyeti intaç eden şey mevziin hâli olmayıp o
mevzide bulunan askerin kesretidir. Zayıf bir düşman istediği kadar bir
tarafta mevzi tutsun, bununla ancak düşmanın kendisini bir kuvve-i kâfiye ile
tarassut altında tutarak yine hedef-i maksûda doğru müsterihen ilerlemesine
sebebiyet verebilir. Yoksa düşmanı, hedefine doğru isal eden istikametten
hiçbir vakit inhiraf ettiremez.
Prens Frederick Charles 1871 senesi Kanunusanisinin altıncı günü Le
Mans’a doğru ilerilediği esnada General Curten’in kumandası altında olan
Fransız fırkası St.Amand civarında Prensin yan ve hemen geri tarafında zuhur
etmiş ise de teşebbüs edilen hareketi birgün için olsun tehir edememiştir. Bu
da mezkûr fırkadan asla korkulmadığından neşet etmiştir.
Nerede vakit kazanmak veyahut kendi tedâbîr-i kat‘iyemizi ittihaz
etmezden evvel düşmanın niyyâtını bir dereceye kadar layıkıyla anlamak
matlup olur ise orada düşmanın yan tarafında muvakkaten bir mevzi ahzı
caizdir. Maksat istihsal olunup da düşman dahi hatt-ı harp açmış bulunur
ise düçar-ı taarruz olmazdan evvel mevzi-i mezkûru terk etmek iktiza eder.
İşte General Werder’in Vesoul civarındaki mevziinden maksat bu olduğu
gibi 1806 senesinde Saale Nehri gerisinde mevzi tutmuş bulunan Prusyalılar
bu vechle hareket etmiş olsa idiler Napolyon Bonapart’ın ihatasından
kurtulmuş ve 1870 senesi Ağustosunda Nied mevziini tutmuş bulunan
Fransızlar kavaid-i mezkûreye tebaiyet eylemiş bulunsa idiler Almanların
ihata manevralarını ihlal etmiş olurlar idi. Mamafih böyle bir şey için
derece-i nihayede mukavemet etmek ve mevzii terk için dahi vakt-i münasibi
fevt etmemek iktiza eder. Binaenaleyh bu hareket daima muhataralı bir
keyfiyettir.
Bir de yan tarafında vaki bir mevziye tesadüf eden hutût-ı irtibat-ı
tabiîsini kaybettiği gibi mevzi-i mezkûru istila eden taraf dahi hutût-ı
mezkûreyi kaybeder. Mevzi tutmuş olan taraf, mevziden çıkıp düşman
aleyhine manevra çevirmek için büyük bir hürriyet-i harekete mâlik olmaya
yani kendi memleketi dâhilinde veyahut düşmanın memleketinin kendisinin
tamamıyla dest-i tahakküm ve istilasında bulunan bir kısmının içerisinde
bulunmaya muhtaçtır.
Esna-yı sefer ve harpte icra olunan manevralarda daima efrad-ı
ihtiyatiye mühimmat-ı harbiye ve zâd u zahire gelen ve üzerinde hastegân

291
Von der GOLTZ

ve mecruhîn geriye gönderilen ve kezâlik bir hezimet vukuunda ricat için


istimali mukarrer olan cadde ve şimendifer hatlarını nazar-ı dikkat ve
mütalaaya almak iktiza eder. Lâkin “hutût-ı irtibat” ve “tabiî hutût-ı ricat”
hakkında olan işbu mülahazatın gayretle idare olunan bir harpte büyük bir
tesir icra eylemesi asla caiz değildir. Hutût-ı mezkûreyi ancak bizim niyyât-ı
mukarreremiz yani düşmanın mahv ve ifnâsı hususuna mâni olmayacak bir
derecede nazar-ı dikkat ve mülahazaya almak caiz olabilir. Taarruz etmek
istediği hâlde ekseriya ricattan bahseden bir asker memleketinde kalsa daha
iyi eder. Muzaffer olan taraf düşmanı mağlup ve perişan etmekle beraber
hutût-ı irtibat ve hutût-ı ricatini dahi temin etmiş olarak ve mağlup olan taraf
ise en müşkül ahval arasında bile kendi hutût-ı irtibat ve ricatine vasıl olmakla
muvaffak olur. Çünkü hezimet-i mağlubiyet, mağlup olan tarafa kanatlar
verdiği hâlde muzaffer olan taraf saha-i muzafferiyatı üzerinde istirahat eder.
Zorndorf’ta muharebe eden Ruslar Drewitzer nam mahalden Klein Camin’e
kadar Prusyalıların sol cenahını dolaşmak üzere icra eyledikleri cüretli bir
yürüyüş ile büsbütün elden çıkarmış oldukları yegâne hatt-ı ricati tekrar ele
geçirmeye muvaffak olmuşlardır.
Büyük Frederick, Hochkirch mevkiinde münhezim olduktan sonra
kendisini ihata etmek isteyen iki Avusturya cenahı arasından yürüyerek
Klein Bautzen mevkiine kadar azimet ve hutût-ı irtibatını tekrar tesis etmek
için Görlitz mevkiinde bir yan yürüyüşü icra etmiştir. Binaenaleyh bir
kumandanın gözü geride, imdat ve vesait-i ricat üzerinde değil daima ileride
bulunmak iktiza eder.
Vakıa ordu gibi bir vücudun hayat damarları mesabesinde olan hutût-ı
irtibatın gayr-i tabiî bir surette bulunması hiçbir vakit hoşa gidecek şey
değildir. Hutût-ı mezkûre ahz olunan mevzi cephesinin vasatî gerisinde ve
cepheye nazaran takriben amudî bir vaziyette bulunacak olur ise en âlâ bir
hâlde bulunmuş olur.
Böyle bir hâlde hutût-ı irtibat düşmanın taarruzatına karşı en ziyade
mahfuz olduğu gibi kâffe-i kıtaat-ı askeriyeye dahi yakın bulunmuş olur.
Muvârede hususu suhuletle ve serbestçe icra olunur. Ondan başka onlara
taarruz etmek isteyen bir düşman cenahlardan birini gayet uzaktan dolaşmak
mecburiyetinde bulunur. Hutût-ı irtibat cepheye nispeten mail bir vaziyette
bulunacak olur ise o hâlde cenahlardan birinin zahire ve mühimmat-ı harbiye
celbinde diğerine nispeten daha ziyade zahmet çekmesi ve düşmanın dahi
bir cenahtan mevziin gerisine doğru daha suhuletle teşebbüsat-ı hasmânede
bulunabilmesi mahzurunu şamil olur. Hutût-ı irtibat cenahlardan ve

292
Millet-i Müselleha

yanlardan birine merbut bulunacak olur ise en fena bir hâlde bulunmuş
olur. Zira o zaman ordunun hutût-ı mezkûreyi muhafaza etmesi mümkünsüz
olarak, onların muhafazası zımnında tedâbîr-i mahsusa ittihazına ihtiyaç
messeder. Tedâbîr-i mezkûre ise faydasız bir kuvvet sarfını istilzam eyler.
Cesim bir ordunun yalnız bir cadde üzerinde hareket ettirilmesi fevkalade
nadir hâllerde vaki olarak biz memâlik-i mütemeddünede her kolorduya bir
cadde göstermeyi tercih etmekteyiz.
İşte mezkûr kolordunun efrad-ı ihtiyatiyesi ve her nev‘ mühimmatı
memleketten çıkararak kolorduyu bu cadde üzerinde takip eder ve bu
cadde daimî bir hatt-ı irtibat hükmüne girer. Binaenaleyh ordular pek cesim
olmadığı ve ahval dahi müsait bulunduğu zaman her kolordu yalnız kendisi
tarafından istimal olunmak üzere bir hatt-ı irtibata mâlik bulunur72.
Yalnız düşman memleketinin içerisine ziyade girilecek olur ise hutût-ı
irtibat-ı mezkûr bütün ordu için bir şimendifer hattına tebeddül edebilir.
Çünkü aynı istikamette giden ve yek-diğerlerine muvazi bulunan müteaddit
şimendifer hatları bulmak nadiren mümkün olabilir.
Ordunun gerisinde bulunan hutût-ı irtibat üzerinde âmed ve şod
hususunda tedâbîr-i mütenevvia ittihazı lazım olduğuna ve tedâbîr-i mezkûre
dahi bir müddet için ittihaz eylediğine binaen hutût-ı mezkûrenin tebdili
kolay bir şey değildir. Hatta buna teşebbüs edilse bile yine icrası için uzunca
bir müddete ihtiyaç vardır. İşte harekât-ı harbiye esnasında bu hususu daima
nazar-ı dikkat ve itinada tutmalıdır. İki kolordu, ordunun cephesi ilerisinde
tekâtu‘ ettikleri hâlde hutût-ı irtibatlarını tebdil etmeyecek olur ise hutût-ı
mezkûre dahi bittabi tekâtu‘ ederler. Hâlbuki yürüyüş üzere bulunan nakliye
ve mühimmat kollarının esna-yı râhda tekâtu‘ etmeleri daima birtakım hata
ve karışıklıkların zuhuruna sebebiyet verir. Ordunun ileri tarafında hareket
eden kolordularda yürüyüş tertibatında vuku bulan tadilat hutût-ı irtibat
üzerinde her zaman vakt-i münasibinde malum olmaz ki nakliye kollarının
yollarını şaşırmaları hususu men‘ edilsin. Her ne zaman harekât-ı harbiyede
bir fasıla zuhur edecek olur ise başkumandan derhâl bir cenahtan diğer
cenaha kadar kolorduların tertib-i aslîsini bildirmelidir. Ekseriya icra olunan
manevralar buna güzel bir fırsat ita eder. Mamafih her vakit bir nev‘ endişe
ile tertib-i aslîye sarılmaya dahi hâcet yoktur. Rahatsızlık henüz ciddî bir
mahzur değildir.

72 Zaten kendisine ait levazımı yine kendisi düşünmeye ve levazım hususunda ancak
tedâbîr-i umumiye için başkumandanlığa müracaata mecbur olan kolorduların istiklallerine
bu usul pek muvâfıktır.

293
Von der GOLTZ

Bugünkü günde asker ancak mühimmat hususunda hutût-ı irtibata


merbut bulunmak mecburiyetindedir. Çünkü mühimmat-ı mezkûre kendi
memleketimizden ve şimendifer vesâtatıyla celp edilmektedir. Ahval-i
sairede hürriyet-i hareket pek mükemmel bulunmaktadır. Bunun için evâ’ilde
netâyic-i kat‘iyeye bile sebebiyet veren hutût-ı ricat ve irtibat aleyhinde
edilecek tehdidât ve ihata harekâtının evâ’ilde olduğu kadar bir tesiri olamaz.
Hele yalnız bir hatt-ı irtibatın hendese usulüyle kat‘ edilmesinin bugün
nadiren bir tesir ve ehemmiyeti olabilir.
Kezâlik hatt-ı ricat-ı tabiînin mevzi cephesine amudî bir tarzda
bulunması hepsinden âlâdır. Çünkü ricata mecbur olan bir ordu en ziyade bu
istikameti takip eder. Böyle hâllerde askeri idare etmek pek güç olduğundan
bundan gayri her bir istikamet mahzurdan sâlim olamaz. Vakıa bu mahzur
gördüğümüz gibi bir ordunun selametini muhatarada bırakacak kadar büyük
değildir. Hutût-ı irtibat ve hutût-ı ricat bir olabilir ise de bir olmaları elzem
bir keyfiyet değildir. Hutût-ı irtibat kuvvetin menba-ı aslîsine ve hutût-ı ricat
dahi muvakkaten istihsal-i kuvvet olabilecek bir menbaa isal eder.
“Arazi” muharip bulunan iki taraf üzerine dahi teferruatıyla icra-yı tesir
etmekte olduğundan büyük orduların harekât-ı harbiyesinde pek büyük bir
ehemmiyeti haiz olamaz. Zira düşmanın geçmiş olduğu bir yerden geçmekliği
bir nev‘ gayret-i askeriye eseri addetmekteyiz. Bu babda en ziyade icra-yı tesir
eden şey şebîke-i turuktur. Harp, cesim şebîke-i turuka derece-i nihayede
merbut bulunmaktadır. Müdafaa üzere bulunan taraf esna-yı ricatte yol ve
köprüleri tahrip ederek araziden istifade edebilir.
General Von Zastrow 1870 senesi Kanunuevvelinin yirminci günü
Almanların İkinci Ordusu’na imdat için Auxerre’den hareket ile Loire
Nehri’nin kısm-ı ulyâsına doğru azimet eylediği zaman bütün yolları
öyle harap bir hâlde bulmuş idi ki teşebbüsünde muvaffak olması kâbil
olamayacağını zannedebilir idi.
Lâkin bu misillü tahrip ameliyatı için ziyade vakit lazım olduğu cihetle
alelacele edilen tahribata galebe etmeye bugün itiyat hâsıl olmuştur.
Mamafih önündeki arazi üzerinde hareket edememek mahzuruna tesadüf
etmemek için taarruz eden taraf şiddetle ilerileyerek müdâfi‘înin yakasını
asla bırakmamalıdır.
Harekât-ı harbiye, orduların mümkün mertebe daha ziyade caddeler
üzerinde sevk edilmesi hasebiyle cesim bir arz ile bede’ eder. Hatta münasip
olduğu zamanlar kolordular bile yan tarafta vaki yolları istimal ederek
birtakım aksama tefrik olunurlar. Her nerede süvari askeri istikbal üzere

294
Millet-i Müselleha

gelen veyahut bir yerde mevzi tutarak ordumuzun vürudunu bekleyen


düşmanı keşfederler ise orada yürüyüş kolları dahi derhal yek-diğerlerine
yanaşır ve manevraların icrasına mübaşeret olunur. Bir ihata manevrası
veyahut kuvve-i külliyenin bir cenahı dolaşması veyahut doğrudan doğruya
düşmanın merkezi aleyhinde taarruz etmesi harekâtının mukaddemâtına
teşebbüs edilir. Düşman yine aynı vesait ile mukabele eder. İhatadan kurtulur.
İstikamet veya cephesini tebdil ve yan tarafta bir mevzi ahz ve biraz sonra
o mevziden muharebe esnasında istihsal edeceği fevâ’id kendisine şüpheli
görünmekle tekrar mevzii terk eder. Kendisi takip olunur ise de takipten
kurtulmak için ricat eder. Ve mamafih gittikçe muharebeye daha ziyade
giriştiğini görür. Kıtaat-ı askeriye gittikçe yek-diğerlerine yaklaşır.
Artık her nev‘ esbâb-ı rahatı arzu olunduğu derecede bulmak imkansız
olur. En lüzumu olan kısmından maada esbâb-ı nakliyenin cümlesi geride
bırakılır. Esbâb-ı nakliye-i mezkûre lüzumunda suhuletle celp edilebilecek
surette icap eden noktalarda yerleştirilir. İşte o zamandan itibaren en
ileriden hareket eden kolorduların gerisindeki yollar serbest kalacağından
diğer kolordular kendilerini takip ve şayet bir muharebe zuhur eder ise yine
o günde onlara muavenet etmek iktidarını kesbederler. Bazan olabilir ki bir
istikamette giden yollar üzerinde iki “ordu” hareket üzere bulunur. Birinci
ordunun vazifesi belki cesim bir ihata manevrası icra etmektir. Burada
düşmana memulün fevkinde bir kuvvetle tesadüf olundukta o vakte kadar
istihsal edilen fevâ’idi elden çıkarmamak için mezkûr orduya muavenet
zımnında geride hazır tutulmuş bir ihtiyat ordusunun izamı iktiza eder.
İleride bulunan ordu, geriden bir ihtiyat ordusunun vürudunu istihbar eder
etmez mezkûr ordunun hareketi düçar-ı teehhür olmamak için esbâb-ı
nakliyesini derhâl yollardan bertaraf ederek cenahlarından birine isal
eden hutût-ı irtibat üzerine izam ve orada onları kademe usulüyle taksim
eder ki esbâb-ı nakliye-i mezkûre icabında yine kolorduya suhuletle mülâkî
olabilir. Veyahut esbâb-ı nakliyeyi ileriye doğru celp edip daha ileriye hareket
etmemek ve oralarda kalmak mukarrer olduğu zaman zahireyi hâmil olan
nakliye arabalarının hamûlesini ambarlara boşaltır veya doğrudan doğruya
kıtaat-ı askeriye nezdinde bulunan ve bu sırada ziyadece yükletilmesi lazım
gelen arabalara tahmil eder ve esbâb-ı nakliyeyi dolaşık yollardan büsbütün
geriye gönderir. Bu misillü hâllerde yolları serbest kılmak ve ordu kollarının
yürüyüşü için mahal bırakmak için her ne vasıta istimal edilecek olur ise
caizdir. Köy konakları gittikçe adi ordugâhlar hâline girer. Bu misillü ahvalin
uzun bir müddet devam etmeyeceği tabiîdir. Çünkü bu derecede yek-diğerine
yaklaşmış olan tarafeyn-i muharebeyn muharebe etmeksizin birbirlerinin
yakasını salıvermezler.

295
Von der GOLTZ

Muharebe ukde-i müşkülatı fesheder. Mağlup olan taraf oradan


savuşmaya ve taraf-ı galip dahi ona yetişmeye sa‘y eder. Lâkin ilerlemek
için bulunduğu daire-i mahdude dâhilinden çıkarak askerini yine müteaddit
yollar bulacağı bir mesafe dâhilinde dağıtmak mecburiyetindedir. Nakliye
ve saire kolları celp olunur. Asker o vakte kadar fena yaşamış olduğundan
kendisini geniş konaklara yerleştirmek iktizadır. Lâkin düşman bir defa
dahi kendisini toplamış ve durmuş olur ise yine askerin içtimaı ve bir diğer
muharebe takip eder.
İşte bu vechle orduların harekâtı mütemadî bir “dağılmak ve içtima
etmek” suretini arz eder. Bu iki hâl için dahi vakt-i münasibin kemâl-i sıhhat
ile intihabı lazımdır. Çünkü vakt-i münasibinden evvel içtima edilecek olur
ise ya biraz sonra tekrar dağılmak veyahut bir mesafe-i mahdude dâhilinde
kalıp az yollar üzerinde yürüyüşe devam etmek mecburiyeti hâsıl olur ise ya
cephenin lüzumundan ziyade uzamasından veyahut yürüyüş kolları umkunun
fevkalade tezâyüd etmesinden dolayı fevâ’id-i içtima kaybedilmiş olur. Her
kim uzun bir müddet içtima hâlinde kalır ise o kimse ordunun yaşayabilmek
için mesafeye muhtaç olduğunu ferâmuş etmiş olur. Vakt-i münasibinden
daha geç içtima eden veyahut vakt-i mezkûrdan daha erken dağılan bir ordu
dahi aksam-ı müfrezesini düçar-ı hezimet etmek muhatarasında harekât-ı
harbiyeyi muharebeye rabt için kavaid-i mahsusa yoktur, en sade vasıta
manevralardır. Çünkü iş sanat ve marifet göstermekte değil düşmanı mağlup
ve perişan etmektedir. Meseleyi hal için en âlâ vasıta elde bir pergel olduğu
hâlde haritayı kemâl-i dikkat ile mütalaa etmektir. Muharebe bi’l-cümle
kuvvetlerin içtimaını istilzam eder.
Lâkin şurası hiçbir vakit hatırdan çıkarılmamalıdır ki her içtima
asker için mahrumiyet ve müşkülatı dâ‘î, zâd u zahire noksanını ve asker
yerleştirmek için icap eden mahal ve mesafenin fikdânını mü’eddî ve nihayet
ilel-i sâriyenin tezâyüdünü muciptir.
Binaenaleyh askerin dağınık hâlde bulunması müreccah olarak yalnız
bu hâlde bulunan bi’l-cümle kıtaat-ı askeriyenin bir istikamette hareket
etmesine yani cümlesinin bir hedef-i umumîye müteveccih olmasına dikkat
etmelidir.
Harpte, bi’l-cümle kuvvetlerin müctemi‘ bulunmasına değil kuva-yı
mezkûrenin müttehiden iş görmesine itina olunmalıdır.

296
Dokuzuncu Fasıl

Muharebe

General Clausewitz 1806 senesi Teşrinievvelinde Saale Nehri gerisinde


bir yan mevzii tutmuş olan Prusyalıların hâlini bize gayet iyi bir hâl olarak
gösterdiği ve Napolyon Bonapart’ın Saale Nehriyle Bohemya hududu
arasından icra eylediği yürüyüşü gayet cüretli bir hareket olarak tarif
eylediği zaman kendi kendimize “İmparator hangi esbâba mebni bu misillü
ahvale sokulmuş ve bu ahval içinden muzafferâne çıkmaya ne suretle muvaffak
olabilmiş?” sualini irat ederiz. Bu sualin cevabı pek sadedir73.

Askerinin, düşmanına nazaran daha kesîr ve tecrübede ve muharebe


harekâtında daha faik bulunması ve kendi kuvvetine emin olması
kendisine her hangi bir hâl içinde olursa olsun düşman ile vuku bulacak bir
muharebeden muzaffer çıkacağına dair bir itikat vermiş idi. Böyle bir itikat,
sevkülceyşte pek çok şeylere cüret edilmesini teshil eder.

Muharebede düşmandan kuvvetli olduktan sonra ister hatt-ı ricat yan


tarafta bulunsun ve geri tarafında bir nehir veya bir hudut olsun ister ise
muharebeye yanlış bir cephe ile girişsin veyahut irtibatı gayr-i müsait bir
hâlde bulunsun bunların hiçbirisi haiz-i ehemmiyet olamaz. İdare-i harpte
muharebenin nüfuz ve tesir-i galibi kâffe-i tecârüb ve her seferin tarihi ile
müspettir.

Biz burada muayyen bir muharebeden bahsetmeyip ancak umumî bir


surette muharebeden bahsetmekte yani muharebeyi yakından tetkik için
ale’l-umum muharebeyi göz önüne almaktayız.

“L’arme a feu tout, le reste ce n’est rien!”74 sözü kendisine kuvvetini daima
cesim kıt‘ada tek süngü ile hücumunda aramış olduğu isnat olunan Napolyon
Bonapart’ın lisan-ı hamasetinden sâdır olmuştur. Eğer bugünkü günde bir

73 Müşârun-ileyh Bonapart kâffe-i ahval içinde edilecek “muharebede” düşmanına faik


olduğuna kanaat-ı kâmile hâsıl eylemiş idi.
74 Yani “herşeyi yapan esliha-i nâriyedir, bakisi bir şey değildir.”

297
Von der GOLTZ

tüfek kurşunuyla bin metreden ziyade ve bir top mermisiyle bu miktarın iki
veya üç misli bir mesafeye kadar yine mühim bir tesir icra edilmekte olduğu
düşünülür ise kelam-ı mezkûrun sıhhat ve hakikatine asla şüphe edilemez.

Bugünkü muharebelere düşman üzerine mütemadiyen endaht


olunan miktar-ı küllî mermiyat netice vermektedir. Vakıa arazinin
kurşunlar ile mestûr olduğundan ve muharebe meydanının mermiyat ile
süpürüldüğünden bahsolunduğu zaman biraz mübalağaya zehâb edilmekte
ise de yine hâl hemen buna müşabihtir. Çünkü muharebenin en şiddetli ve
yakın bulunduğu bir mahalde hiç kimsenin uzunca bir müddet ayak üstünde
ve sipersiz durması veyahut esb-süvâr olarak arz-ı vücut etmesi mümkün
değildir. Yalnız ömründen usanmış bir kimse böyle bir şeye cüret edebilir.
Çünkü malumdur ki mevt kendisine nazar-ı hakaret ile bakanları almaya
tenezzül etmez. Bugünkü piyade muharebesinde kesif avcı cemiyetleri takım
takım bir zincir teşkil ederek ve yere upuzun yatarak tarafeynden biri ricat
edinceye kadar yek-diğerlerine bilâ fasıla bir mermiyat nehri icra ettirirler.
Mitralyözler ile edilen tecrübelerin semeredâr olamaması bugünkü usul-i
muharebenin bir alamet-i fârikasıdır.

Erbâb-ı harbe sual edilse bir ekin makinesi tohum tanelerini serptiği
gibi mütemadiyen mermiyat serpecek makinelere mâlik olmak arzusunda
bulunduklarını beyan ederler. Mamafih süngü ile hücum hakkında öteden
beri mevcut olan ve General Suwarow tarafından “Kurşun şaşkındır. Lâkin
süngü fatîndir.” sözüyle tarif edilen itikat boş olmayıp süngü ile hücumun el-
ân büyük bir ehemmiyeti vardır. Esliha-i nâriye düşmanı zayiata düçar eder.
Süngü yani yaklaşmak ise îrâs edeceği havf ve dehşet ile zayiat-ı mezkûrenin
tesirini tezyit eder. Muharebeden maksat düşmanı mahvetmekten ziyade
cüret ve cesaretini kesreylemek olduğundan bunların ikisi de el ele gitmelidir.
Düşmana ümid-i muvaffakiyeti kat‘ ettirmekle beraber muzafferiyete nail
olunmuş bulunulur.

Hâlbuki kendisine takarrüp edilmedikten sonra bir mesafe-i


muayyenden ne kadar şiddetli ateş edilir ise edilsin düşmana kat‘-ı ümit
ettirmek mümkün olamaz. Lâkin kendisine doğru takarrüp olunmaya başladı
mı düşmana icra eylediği ateşin şiddeti ne kadar olur ise olsun yine boğazına
sarılmaktan sarf-ı nazar edilmeyeceği gösterilmiş ve bu suretle tehlike gözü
önüne getirilmiş olur. Şayet son bir muvaffakiyet üzerine şiddetli ve mütemadi
bir hücum icra edilecek olur ise düşman ekseriya kendisini mağlup bilerek

298
Millet-i Müselleha

ricata müsâra‘at eder. İşte bu hücuma her ne kadar – süngünün onda büyük
bir işi yok ise de – süngü ile hücum derler75.

Bu süngü ile hücumun en büyük bir tesiri var ise o da düşmana


kendisinin mermiyat yağmurundan korkmayarak ilerleyen bir askerin
büsbütün takarrübünü bekleyecek olur ise esliha-i câriha ile dahi kendisini
yaman bir hâle koyacağı fikrini vermesidir. Ölüm korkusu kalbini istila
eylemekle kendisini firara teşvik eder.
Rusya Ordusu’nda bugünkü günde dahi süngünün kuvve-i i‘câz-kârânesi
talim edilmektedir. Mamafih yanaşık kollar hâlinde süngü ile hücumu tavsiye
eden muharrirîn-i mutebere bu babda işin pek ilerisine varmış oluyorlar.
Bu hücumlar ancak karışıklık veyahut ilerisini görememek gibi düşmanın
layıkıyla ateş etmesine mâni olduğu vakitlerde olabilir. Kesif ormanlara
edilen veyahut gece vakti icra olunan hücumlarda ağaç ve yaprakların
içerisine veyahut karanlığa boş boşuna tüfek atmaktan ise yanaşık kollar
hâlinde hücum etmek elbette daha âlâdır. Ahval-i sairenin cümlesinde
avcıya dağılmak lüzumu vardır. Avcı hâlinde bulunan bir askerin hücumu
daha ziyade şecaat ve cesareti ispat eder. Çünkü böyle bir askerde her nefer
serbest bulunur ve yanaşık nizamlarda olduğu gibi sairlerin hareketine
ittibâ‘en ileriye sürüklenmiş olmaz. Bir askerin süngü ile hücuma müstait
olup olmadığını felan kaide-i harbiye tayin etmeyip belki umum askerin
görmüş olduğu derece-i terbiyenin kuvvet ve iktidarı tayin eder.
Vakıa avcıya dağılmak hareketinin vakt-i münasibinden evvel icrası asla
caiz olamaz. Avcı cemiyetlerine dağılmış olan bir asker elden çıkarılmış ve
zabitanın o asker üzerine olan tesir-i nüfuzu haylice tenakus etmiş bulunur,
idaresi güçleşir. Yanaşık nizamda bulunan bir taburu kumanda ile istenildiği
gibi sağa, sola, ileri, geri hareket ettirmek mümkün olup avcıya dağılmış
bir bölüğü – her ne kadar kendisi kuvvetçe taburun rub‘una muadil ise de
– yine o vechle suhuletle hareket ettirmek kâbil olamaz. Avcı muharebesi
esnasında avcı hattının daha ziyade ilerlemesi için imdat zımnında geriden
yanaşık nizamda olarak gelen kıtaat-ı askeriye medâr-ı teşvik olurlar.
Çünkü ileriye gitmek emri zabitan tarafından verilmiş ve kıtaat-ı mezkûre
yanaşık nizamda bulunmak hasebiyle henüz zabitanın eli altından çıkmamış
olduklarından zabitan evâmir-i lazımeyi ancak kıtaat-ı mezkûre vesâtatıyla
tebliğ edebilmiştir. Onlar ir­ade-i zabitanın âlâtı makamındadır.

75 Vakıa köy ve orman muharebelerinde asker boğaz boğaza geleceğinden süngünün


istimali ziyadedir.

299
Von der GOLTZ

1870 Seferi’nin kısm-ı evveli esnasında ziyade mesafeye icra-yı tesir


eden esliha-i nâriyenin hâline tamamıyla kesb-i vukûf edilmemiş bulunduğu
cihetle bizim taraftan iğneli tüfeğin mesafe-i tesirine kadar yanaşık kollar
hâlinde giderek ba‘dehû kıtaat-ı askeriyeyi tefrik etmek ve avcı muharebesi
için ava yayılmak hususu pek çok defalar tecrübe edilmiştir. Bu tecrübeler
zayiat-ı mühimmeye sebebiyet verdi. Zaten bu zayiata düçar olmak muhakkak
idi. Çünkü piyademiz muharebe meydanında yüzlerce metre mesafe kat‘
eylediği esnada kendisi hiçbir tüfek atmadığı hâlde düşmanın yağmur gibi
gelen kurşunlarına hedef olur idi. Bu misillü ahvalde Fransızlar kemâl-i
sükût üzere bulunup güzel nişan alıyorlar idi. Lâkin Almanlar bu hâle pek
çabuk bir çare buldular. İlerlemekte bulunan kolların önünden gayet dağınık
bir avcı hattı sevk eylediklerinden mezkûr hat düşman ateşine hedef olunur
geriden gelen kıtaat-ı askeriye bilâ zahmet ileriye doğru hareket ederler idi.
Ondan başka seferin kısm-ı sânîsinde muharebeye başlamak için topçunun
vürudunu beklemek âdet hükmüne girmiş idi.
İşte hücumların bu devri esnasında icra olunan hücumlar pek cüzî
bir zayiat ile mucib-i muvaffakiyyet olmuştur ki mezkûr hücumlar ağustos
ayında Wörth, Schpren ve Metz’de icra oluna idiler binlerce kişilerin telefine
sebebiyet verirler idi.
İşte bu kabîlden olarak Orleans Meydan Muharebesi’nin ilk günü Üçüncü
Kolordu’nun Chilleurs aux Bois Tepelerine ve Dokuzuncu Kolordu’nun Le
Mans pîşgâhında bulunan Plateau d’Auvours üzerine icra ettikleri hücumlar
pek cüzî zayiata bais olmuşlardır.
Zayiat-ı külliyeye düçar olmamak için istikbalde dahi bu sade vesaitten
başka bir vasıta istimali lazım olmayacaktır. Ale’l-umum piyade sınıfının
eslihası o vakitten beri her yerde müsavi bir hâle gelmiş olacağından zayiat-ı
mezkûre bi’n-nisbe daha az olacaktır. Mamafih zayiata düçar olmamak
esbâbını pek ziyade düşünen kimse nihayet lazım olan zayiata tahammül
etmeyi ferâmuş eder.
Ava yayılmadan evvel düşmana ne dereceye kadar takarrüp etmek lazım
geleceği hususu arazinin hâline ve ahval-i mahsusaya tabi bir meseledir. Avcı
hattı ileriye gitmek için daima geriden yanaşık nizamda olarak gelen asâkir-i
imdadiyenin teşvikine muhtaç olduğundan hatt-ı mezkûrun daha iptidadan
düşman mevziinden olan bu‘d-ı mesafesi avcı hattına imdat olarak taze asker
gönderilebilecek raddeden ziyade durmaya mecbur etmeyecek kadar bir
mesafe olmalıdır. Ondan başka avcı hattı buğday tarlası, çalılık, orman, bahçe

300
Millet-i Müselleha

veya köyler içinden mürur ettiği zaman pek çok neferat, zabitanın gözünden
nihân olur. Çünkü zabitan maiyetlerinde bulunan askeri sırada oldukları gibi
daimî bir nezaret altında tutmaya muvaffak olamaz.
İşte bunun için dahi pek büyük mesafeleri avcı hâlinde olarak kat‘
etmekten içtinap etmeli ve bu hususta lazım gelen itidale riayet etmelidir.
Yakın vakitlerde bütün avcı cemiyetleri üzerine bir nüfuz-ı kâmil icra
etmek ve adem-i intizamı intizama tahvil eylemek hususu tecrübe ve buna
muvaffak olmak için evvel-i emrde avcı cemiyetlerini kesif bir hâle tahvil
ile mümkün olacağı zannedilmiştir. Bizim avcı zincirlerimiz zaten Büyük
Frederick’in piyade saflarına müşabihtir. Mezkûr saflardan bir farkları var
ise o da hatve-i mevzûne ile ileriye doğru gitmemeleri ve ayak üstünde
olmayarak yatmış oldukları hâlde ateş etmelidir.76
Ondan başka bizim avcı hatlarımız bir hatt-ı müstakîm üzere hareket
etmeyi terk ile kendilerine himaye ve menfaat veren mevâni‘-i araziden
istifade ederler.
Bununla beraber yüz sene evvel olduğu gibi ateşi kumanda ile idare
ve tanzim etmeye gayret olunuyor. Fakat bu meselenin halli o vakit olduğu
gibi bugünkü günde dahi yine müyesser değildir. Çünkü süratle edilen ateş
esnasında karışıklık, dağınık bulunmak hâli ve edilen ateşin gürültüsü
tezâyüd etmiş olduğundan insan, sesini işittirmeye muvaffak olamayacağı
gibi muharebenin kalb-i beşere ilkâ ettiği heyecan her vakitten ziyade bütün
zeka ve nazar-ı dikkatinizi o nokta-i hâ’ileye celp ve itidal-i deminizi yine
kendisine hasretmiştir.
Cephanenin sarfı hususunu dest-i idare ve iktidarda tutmak arzusu
tabiîdir. Çünkü cephane sarfında israf derecesine varılır ise geriden cephane
yetiştirmek pek müşkül olduğu gibi cephanesini tamamıyla sarf ve ifnâ eden
bir asker dahi bir kuvve-i meyyite hükmüne girer77.

76 El-ân mükemmel bir nezarete muhip bazı muharrirler bu hususa mümanaat etmek
isterler. Bu bir münazaadır ki bizi nihayette Mollwitz’e kadar götürür. Fakat sulh esnasında
icra olunan manevralarda bu nezaretin mümkün olmasıyla mütesellî olmaya mecburdur-
lar. Çünkü muharebe esnasında bu nezaret kendi kendine adem-i imkân dairesine gir-
er. Mamafih bir fikirde olanlar itiyat kuvvetini layıkıyla tefekkür etmezler. Zira yanlış bir
oyundan mu’ahharen ahval-i ciddiyede şaşkınlık hâsıl olmak neticesi tevellüt eder.
77 Son muharebelerin tecrübesi cephane yetiştirmek hususunda ittihaz edilen tedâbîr
sayesinde cephanesiz kalan bir kıt‘a-i askeriyenin kendisine mücavir olan kıtaattan istim-
dat onlardan cephane alması hususunun bir tarafta zuhur eden cephane fikdânının diğer
tarafın muavenetiyle bertaraf edilebileceğini ispat etmiştir. Fakat umumî bir cephane mah-

301
Von der GOLTZ

Ondan başka esliha-i nâriyenin ber-isabet, emniyet-i muhtemelesine


nazaran bir hesab-ı ihtimalî ile ileride bulunan bir hedefe mütemadiyen
endaht edilen birçok mermiyat ile isabet etmek hususu hesap edilebilir ise
de münferiden atılan mermiyat ile hesap etmek mümkün olamaz. Bununla
beraber hesabât-ı mezkûre hiçbir vakit karîn-i sıhhat olamayacağından
avcıların cümlesini bir mesafeden ateş ettirmeyip bir kısmına nişan
derecelerinden büyük bir dereceden ve diğerine dahi küçük bir dereceden
ateş ettirmelidir ki bu surette dâhilinde düşmana tesir edilmesi muhakkak
olan bir mesafe-i muayyenenin her tarafı mermiyat ile mestûr kalsın. Bir
de muharebenin bidayetinde endaht edilecek mermiyat, endaht tesirini
bir dereceye kadar irâ’e edeceğinden birkaç menzil tecrübe olunduktan
sonra menzilin en doğrusunu bulmak kolay olur. Lâkin bu misillü tecârübün
neticesi hiçbir vakit emin olamayacağından muharebede birçok insanları
sağa ve sola istenildiği gibi çevirilebilir büyük ve canlı bir kurşun tulumbası
gibi kumanda ile kullanmak fikir ve itikadında bulunanlar ziyadesiyle
hata etmiş olurlar. Bu husus esna-yı sulhta icra olunan hidemât-ı seferiye
ameliyatında zâhiren kâbil gibi görünmektedir. Çünkü adi bir neferin zihni
hedefin irâ’esiyle “ateş” kumandası beyninde güzerân eden müddet zarfında
gözünü ve silahını hedefe tevcih etmeye hakikaten muktedir olacak derecede
seri değildir78.

rumiyeti asla zuhur etmemiştir.


78 Nişan talimhanelerinde kumanda ile icra ettirilen yaylım ateşlerinden istihsal olunan
netice silahın hüsn-i suretle istimal olunduğu ve ahval-i müsaide içinde bulunduğu za-
man nasıl bir tesir hâsıl edebileceğini ispat etmektedir. Lâkin muharebe esnasında istihsal
olunacak tesiri bununla mukayese etmek büyük bir hata olur. Nişan talimlerinde efrad-ı
askeriye tehlike ve muharebenin heyecanıyla şaşırmış olmadıkları ve talim için güzel hava
ve ahval-i adiye intihap olunduğu hususatından sarf-ı nazar, mezkûr talimlerde bütün
nazar-ı dikkati üzerine ateş edeceği nişan tahtasına masruf ve müteveccihtir. Muharebe
esnasında neferin fikrini zihnini zabt ve istila eden tesirat-ı mütenevvia ve meşhudât-ı
muhtelife burada mevcut değildir.

Wolff tesmiye edilen Baron Lüdinghausen mükemmelen yazdığı Hassa İkinci Piyade
Alayı Tarihi’nin 234’üncü sahifesinde Dördüncü Bölük’ün nişancı çavuşu Schulz’un, St-
Privat Muharebesi’nde şaşırmış olan neferatın eski usul iğneli tüfeğinin dört yüz hatve-
lik kertesiyle ateş ettiklerini görerek hemen efradın nişan derecelerini sahihen müsâra‘at
eylediğini makam-ı meth ü senada beyan ediyor. Bu sade keyfiyet bir zabitin tehlike
ortasında askerin nişan derecelerini tashih edecek kadar itidal-i dem ve kuvve-i mülahaza
muhafaza ettiğini ispat ile doğrusu ya fevkalade bir şey göstermekte ise de yine muharebe
esnasında aksam-ı askeriyenin ale’l-umum iyi nişan alacağına emin olmalıdır.

Talimhanelerde istihsal olunan neticeleri muharebe esnasında istihsal etmek için efrad-ı
askeriyenin nişan derecesini mesafeye tamamıyla muvafık bir hâlde bulundurmasına, he-
defi gayet iyi nişanlamasına, silahın iyi bir hâlde olmasına, iyi sıkılmasına ve daha birçok

302
Millet-i Müselleha

Nefer zabitin sesini işitir işitmez barut dumanına doğru ateş eder ve
ekseriya ateş ettikten sonra kurşunun ne tarafa gitmesi lazım geleceğini
düşünür. Hatta malumatlı ve daha çabuk düşünmeye alışmış bir adam bile
söylenen şeyi işittiği hâlde yine muhatabından ne söylediğini sual edebilir.
Muhatabı sözünü ikinci defa tekrar etmezden evvel o söylenen şeyi hatırına
getirir. Demek ki bunda da kuvve-i sâmi‘a tesirinin zihnine intikal keyfiyeti
betâ’etle vukua gelmiştir. Hiçbir muhatara içinde bulunmayan bir adam için
güç olan şey muharebenin şiddetli heyecanı içinde olan bir adam için icrası
muhal bir şey hükmüne girer.
Binâberîn istihsali arzu olunan tesirin yalnız pek cüzî bir kısmıyla iktifa
etmelidir. Kıtaat-ı askeriye zabitanı ateşin bidayeti esnasında maiyetlerinde
olan asker üzerine bir dereceye kadar icra-yı nüfuz edebilirler. Bu
nüfuzun bir eseri muharebenin ahval-i âtiyesinde dahi muhafaza edilmiş
bulunur. Ondan sonra asker nişan almaya ve ateşlerinden bir netice-i
hasene hâsıl olup olmayacağını muhakeme etmeyi öğrenir. Binâberîn
muharebat-ı müstakbelede mermiyat hüzmelerinin evâ’ile nispeten nukât-ı
mühimmeye daha ziyade isabet edeceklerini zan ve tahmin etmek her
hâlde caizdir. “Taarruz eden ve harekât-ı harbiyesiyle bir hedef-i muayyene
müteveccih bulunan taraf nukât-ı mühimme-i mezkûreyi müdâfi‘înden daha
iyi göreceğinden, ateş muharebesinde müdâfi‘înin daha müsait bir hâlde
bulunduğunu zannetmek hatalıdır.”
Muharebede ancak ateş cereyanları netice vermekte olduğu cihetle
hangi taraf bütün silahlarını bir vakitte ve müttehit bir surette istimal
edebilir ise o taraf muvaffakiyet için büyük bir ümit beslemiş olur. Fakat
bu hususu tamamıyla fiile getirmek gayr-i mümkündür. İleriye hareket
esnasında galebesi iktiza eden muhtelif mevkiler için kuvvetten bir kısmının
geride bırakılmakta olduğunu bâlâda görmüş idik. Ondan başka memulün
gayri olan bazı hâlât zuhuru takdirinde yine ihtiyat olarak bir miktar askere
mâlik bulunmak iktiza eder. Bütün kuvvet ancak peyder pey muharebeye
dâhil olur. Lâkin şurasını bilmelidir ki kuvve-i askeriyenin peyderpey istimali
bugünkü usul-i harbin bir menfaati değil, belki çâr ü nâçâr iltizam edilen bir
mahzurudur.
İşte muharebeye girişir iken bu hususu nazar-ı dikkat ve mütalaaya
almalıdır. Kuvve-i askeriyenin peyderpey sarfı keyfiyeti ekseriya muharebeye
cidden girişilmemiş olmasından neşet etmiştir. Aşağı derecelerde

şeylere muhtaç olduğundan bâlâdaki vaka gayet müşkül ve zikre şayan bir şey gösterildiği
hâlde bundan büsbütün sarf-ı nazar etmek lazım gelir.

303
Von der GOLTZ

kumandanların heves-i teşebbüsatı ve başkumandanın endişesi kıtaat-ı


askeriyeyi muharebe meydanına vasıl oldukları gibi parça parça muharebeye
sokmuştur. Pek çok kere bunun gayri bir harekette bulunmak dahi mümkün
değil idi. Çünkü düşman ile nagehanî bir surette temas edilmiş ve bu temas
artık düşünmeye vakit bırakmayacak derecede kesb-i şiddet eylemiştir.
Lâkin her nerede ahval müsait olacak olur ise muharebeden evvel daima
askeri muntazaman bir içtima nizamına koyduktan sonra kavaid-i harbiye
mûcebince hatt-ı harp açtırmak ve mümkün ise her kıt‘a-i askeriyeyi en
ziyade suhuletle takip edebileceği istikamet üzerine vaz‘ etmek lazımdır.
Muharebeye hüsn-i suretle girişildiği zaman bütün kuvvetin değil ise bile
kısm-ı azamının bir vakitte ve müttehit bir surette istimali temin edilmiş
olur. Bu ise hem telefatın olmamasını ve hem de muharebeden evvel sarf
edilen vaktin kazanılmasını bais olur. İstikbalde muharebeye girişmek için
daha ziyade vakit sarfına mecburiyet hâsıl olur ise kuvve-i askeriyenin bi’t-
tedric sarfı hususu dahi düçar-ı tadilat olur.

Muharebeye girişmek için bazı mukaddemat ve tedarikat icrası lâbüdd


olduğundan ileride dahi muharebe müddeti belki tenakus etmez ise umum
sefer daha az bir müddet zarfında hitam bulmuş olacaktır. Çünkü yek-
diğerleri beynindeki münasebet ancak bir hedefin tahribi hususundan ibaret
olan birtakım münferit darbeler yerine, kuva-yı cesimenin müttehiden icra
edecekleri tarrâka-i şedide kaim olacaktır.

Hatta muharebe düşman ile nagehanî bir tesadüften dahi zuhur etse
yine kuvvetin bir kısmıyla düşmanı oyalandırıp muharebeye ne yolda devam
edileceği güzelce tetkik ve mütalaa olunduktan sonra elde bulunan kuva-yı
harbiyeyi kavaid-i mahsusaya tevfiken istimal eylemek mümkün olacaktır.

Burada bi’l-münasebe piyade muharebesine dair söylediğimiz şeyler


ordunun umumuna dahi racidir. Muharebeye kavaid-i mahsusaya tevfiken
girişilmesiyle sunûf-ı selâsenin müttehiden iş görmeleri esbâbı tehiyye
edilmiş olur.

Topçu, piyade sınıfının infikakı asla caiz olmayan bir refiki olarak piyade
askerinin geçemediği yerlerde kendisine yol açar ve muharebeyi tehiyye
eylediği gibi, en iyi kuvvetleri bile tahribe muktedir olan mevâni‘-i kaviyye
önünde piyade sınıfını himaye ve onu bî-lüzum zayiattan muhafaza ve ricati
vukuunda dahi ateşiyle ricatini teshil eder. Düşman kendi topçusunu yine
bu vechle istimal edeceğinden, piyade muharebesinden evvel alelade bir top
muharebesi vukua gelir, düşman bataryalarının sükûtuyla mağlubiyetleri

304
Millet-i Müselleha

nümâyân olmaya başladığı vakit piyade taarruzu bede’ edip topçu dahi
kendisi doğrudan doğruya muharebeye girişmeksizin mermiyatıyla piyadeye
muavenet eder. Uzaktan düşman topçusuna mukabele ile kendi piyadesinin
nukât-ı müstahkemeye takarrübünde düçar olabileceği felaketlerin önünü
almaya çalışır. Tüfek kurşunu bir bahçe duvarını delemez. Bu duvarın
mazgalları gerisinde duran bir piyade askeri manevra meydanında
bulunduğu vakit gibi kemâl-i sekînet ve emniyet ile düşmanına karşı kurşun
yağmurunu yağdırabilir. Bu misillü ahval arasında dünyanın en iyi bir piyade
askeri bitap ü takat kalarak mahv veya perişan olabilir.
Hatta böyle bir mâniye hücum eden piyade askeri ne derecede cesur ve
şeci olur ise kendi harabını dahi o nispette terviç etmiş olur.
Piyadeyi böyle bir felaketten muhafaza için topçunun muaveneti
lazımdır. Hatta topçunun humbara ve şarapnelleri maddi büyük bir zayiata
sebebiyet vermese bile yine müdâfi‘îni siperler arkasında gizlenmeye ve
oradan ne tarafa olduğunu görmeksizin ale’l-ımiyyâ ateş etmeye mecbur
olurlar. Muharebede topçu mermiyatıyla düçar-ı zarar olmayan bir piyadeye
karşı edilen taarruz ile müddet-i medîde topçu ateşinin tesiri altında düçar-ı
zayiat olan bir piyade aleyhinde icra edilen taarruz beynindeki farkı görmüş
olan kimse bu farkı hiçbir vakit ferâmuş etmez. Yalnız birkaç humbaranın
düşmanın siperler arkasında bulunan piyade sınıflarına düşmesi o anda
nüfuz ve ehemmiyeti irâ’e eder.
Piyade muharebesi cidden kızıştığı gibi düşmanın top muharebesi
esnasında sükûta varmış olan topları dahi yine meydana çıkıp düşmanın
yed-i zabtına geçmek muhatarasını asla düşünmeyerek kendi piyadesiyle
beraber mevzilerde derece-i nihayede sebat ve mukavemet ederler. İşin
nihayetinde düşmanın hücumunu ret için piyadeye muavenet veyahut
mağlup olan müdâfi‘înin ricatini himaye ve teshil ederler.
Topçu sınıfının gördüğü iş katî değildir. Çünkü piyadenin hücumunu
beklemeksizin yalnız uzaktan atılan top mermiyatından korkarak mevzilerini
terk etmeye ancak hâli gayet fena bir düşman razı olabilir. Mamafih topçunun
gördüğü iş pek büyüktür. Piyade sınıfı artık topçunun muavenetinden asla
sarf-ı nazar edemez.
General Seydlitz, Kolin, Rossbach ve Zorndorf Muharebelerinde taarruz
ve hücum ettiği vakitte olduğu gibi süvari sınıfı şimdi dahi muharebenin
ef‘âl-i kat‘iyesine iştirak etmek ister. Muharebat-ı ahîrede vuku bulan cesim
piyade muharebelerinin bazı vukuatı bu ümidi tevlit eylemiştir. Muharebat-ı

305
Von der GOLTZ

mezkûrede pek çok defalar avcı cemiyetlerinin düşmanın ateşi tesiriyle


eridiği ve gittikçe seyrekleştiği ve düşmanı ihata emeliyle bi’t-tedric yayılarak
dağıldığı müşahede olunmuştur. Kesif buğday tarlaları veya çalılık arasından
yürümek veyahut uzun bir müddet tarlalardan yürüyüş ve manevralar icra
ettikten sonra insanın nefesini kesen jimnastik hatvesiyle bir tepeye çıkmak
ile kuvvetler bitap kalmakta idi. Cephane eksilmekte idi. Pek çok zabitler
telef ve kumanda hususu büsbütün zayi olmuştur. İşte bu manzarayı nazar-ı
dikkat ile temaşa eden bazı kimselerin zihnine şu sual vârid oluyor idi : “Ya
şimdi düşmanın külliyetli bir süvarisi birden bire avcı hattının yan tarafından
zuhur edip de muharebe meydanını süpürmeye başlasa hâl nasıl olur?”Böyle
bir süvari piyadenin muharebe meydanı üzerinde kalmış olan enkazını pek
suhuletle süpürüp mahvedebilir idi! Vakta ki Vionville Muharebesi günü
hitama resîde olup da hurşid-i cihan-tâb guruba teveccüh etti ve muharebe
meydanı üzerinde ilerlemiş olan piyadeden eser görülmeyerek merkeze
mensup olup yüz pare toptan mütecaviz bulunan cesim topçu kolu ortada
himayesiz kaldı. İşte o zaman böyle bir sual zihinlere vârid olarak mucib-i
endişe olmuş idi. Bu bataryalara cidden taarruz ve hücum edecek bir
süvariyi tevkif edebilmek muhal görünmekte idi. İşte henüz elde bulunan
süvarimizi düşmana hücum ettirmekliğimiz esbâbından birisi de bu keyfiyet
bulunmuştur.
Filhakika zamanımızın her büyük meydan muharebesi bu misillü vakalar
irâ’e eder. Fakat vekâyi‘-i mezkûreyi insan düşman tarafında görmezden evvel
kendi tarafında müşahede eder. Çünkü muharibeyn beynindeki mesafât yek-
diğerlerinin hâlini tamamıyla görebilmesine mümanaat edecek kadar vasidir.
Ondan başka zaaf dahi zâhirde, hakikatte olduğundan daha ziyade görünür.
1870 senesinde Fransa süvari bölükleri ava yayılmış bulunan Alman
piyadesine derece-i nihayede bir şecaat ve cesaret ile hücum ettikleri hâlde
yine küçük küçük avcı cemiyetlerinin ateşi tesiriyle bir suret-i hakirânede
perişan olmuşlardır. Bu süvari cemiyeti piyade eslihasının daire-i tesiri
dâhilinde sebat edemeyecek raddede büyük bir hedef arz eylemekte
olarak hücuma kalkıncaya kadar kendisini mermiyat hüzmelerine boğacak
olan topçunun şarapnellerinden dahi tahaffuz etmek mecburiyetindedir.
Binâberîn süvari askeri, arkasında sığınabileceği bir sipere muvaffak
olamaz ise selametini uzaklarda aramaktan gayri bir çare bulamaz. Zabitleri
muharebe meydanında ahval-i muharebeyi anlamak niyetiyle ale’l-umum
esb-süvâr bir zabitin ilerleyebileceği bir mesafeye kadar ileriye doğru gitse
bile yine ahval-i muharebeden pek az şey görebilirler. Düşmanın âsâr-ı zaaf
ibrazına başladığı hususu ancak en ileride bulunan avcı hattının hâlinde

306
Millet-i Müselleha

farkına varılabilir. Kumandanlar o hattın suret-i hareketinden bir buhranın


karîbü’l-zuhur olduğunu anlayabilirler.
İşte bu sırada süvari generalleri serian bölükleri nezdine avdet ve onları
takrib ederler ise de bu esnada yine biraz vakit geçmiş olduğundan süvarinin
hücumu için iktiza eden vakt-i münasibi pek suhuletle kaçırabilirler. Hareket
üzerinde bulunan süvari cemiyetleri pek çabuk göze çarpar. Süratli ile gelen
bir süvari fırkası ilerleyen bir kol gibi bir toz dumanı husule getireceğinden
ilerisi biraz ziyadece görünen bir arazi üzerinde düşmanın kâffe-i
mermiyatını derhâl kendi üzerine celp etmiş olur. Çünkü düşman pek iyi bilir
ki ilerlemekte olan süvariyi mahv için birkaç dakikalık bir müddete ihtiyaç
olduğundan böyle bir işin ehemmiyetinden vazgeçmeyerek bir müddet-i
kalîle için ehdâf-ı saireye ateş etmekten me‘a’l-memnuniye sarf-ı nazar eder.
Topçu, ilerileyen süvari daire-i tesiri dâhiline girdiği anda ateşe
mübaşeret edebileceği gibi piyade dahi mermiyatı süvarinin başlarından
aşmamak üzere 700 ve 800 metre mesafeden ateşini idareye muktedir
olabilir. Ve süratli ateş icra ederek bir dakika zarfında ilerileyen süvari üzerine
lâ-yü‘add mermiyat gönderebilir. Muharebe-i Heft-sâle’den beri bârgîrler
iyileşmiş olduğundan süratli olarak daha büyük mesafe kat‘ına muktedir
iseler de bârgîr kuvvetinin bu tezâyüdü piyade eslihası tesirinin tezâyüdüyle
asla beraber gidememiştir. Ondan başka evâ’ilde yanaşık nizamda bulunan
piyade cemiyetleri süvarinin hücumuna düçar olup da perişan olduğu zaman,
piyadenin kuvve-i mukavemeti dahi mahv ve münkesir olur idi. Bugünkü
günde ise piyade sınıfı muharebeye ava yayılmak ile bede’ ve mübaşeret
ettiğinden, her küçük bir cemiyet işe yarar bir kıt‘a-i mükemmele teşkil
etmekte ve münferit bir avcı neferi bile yanında miktar-ı kâfi fişek bulunduğu
zaman kendisini müdafaasız ve âciz addeylememektedir.
Piyade sınıfının süvariye nazaran olan hâli büsbütün tebeddül etmiştir.
Sedlic, Ziten, Derize, Kesler nam generaller vaktiyle düşmana 800 hatveye
gelinceye kadar takarrüp etmeye ve kendileri talim üzere bulunan bir piyade
livasını temaşa eder gibi nazardan geçirmek için o miktar mesafenin nısfı
kadar daha ilerisine vararak düşman piyadesine dikkat ile piyade safları
düçar-ı tezelzül olduğu esnada hemen üzerlerine hücum etmeye muvaffak
olurlar idi. İş yalnız piyade saflarının bir tarafından bir gedik açmakta
bulunup ondan sonra bütün muharebe hattını düşürmek pek suhuletli idi.
Bugün ise süvari vesâtatıyla böyle bir muvaffakiyet istihsali pek müşküldür.
Süvarinin hücumuna uğramış bir piyadeyi bile bertaraf etmek mümkün
olmayıp ancak ateşini bir müddet-i muvakkate için tatil etmek kâbil olabilir.

307
Von der GOLTZ

Süvari askeri hücumlarını tekrar ederek piyadenin üzerine şiddetli bir baskın
tesiri husule getirmek emelinde bulunarak birinci hattı düşman piyadesinin
bütün nazar-ı dikkatini üzerine celp ve kaldırdığı cesim toz dumanıyla
arkasından gelen sair süvari hatlarını setretmeye çalışır. Bu suretle arkadan
gelen kademeler düşman hiç memul etmediği hâlde, düşmanın yanında zuhur
etmiş ve hücum eden süvari bir dereceye kadar zayiat-ı cüz’iyeye düçar olmuş
olur. Ondan başka dalgalı veya tepeler ile mestûr bir arazi kendisi için her
taraftan esliha-i nâriye taht-ı tesirinde bulunan düz bir araziden daha ziyade
müsait olarak kendisine hiç memul olunmadığı zamanlarda hücumlarını
icra etmek iktidarını ita eder. Lâkin işbu ahval-i müsaite bile piyade esliha-i
nâriyesi tesiriyle ender olarak bir muvazenet husule getirebilir.
Süvariyi muharebe esnasında piyade kadar ateşe arz-ı vücut edebilecek
bir raddede terakkî ettirmek, kendisinden dahi muvaffakiyat-ı cesime
istihsaline kâfi olacağı sözleri pek çok işitilmektedir. Lâkin bu talepte büyük
bir “haksızlık” mevcut bulunduğu unutulmaktadır.
General Clausewitz, Prenzlau Muharebesi’nde Fransız süvarisinin Prens
August’un granadirlerleri aleyhine icra ettikleri semeresiz hücumları ber-
tafsil tarif eyledikten sonra diyor ki : “Bu vesile ile bir süvarinin kendisini
öldürtmemeye gayret etmesi süvarinin tabiatı iktizasından bulunduğuna bir
kanaat-ı kâmile hâsıl ettim.” Bârgîre mâlik olmak hususu nefere en ziyade
sıkıldığı bir zamanda tahlîs-i girîbân etmek vasıtasını ita etmekte olduğundan,
merkûm neferin bu vasıtaya müracaat etmemesi tasavvur olunamaz. Piyade
askeri bile bârgîrlere mâlik olsa bazı kere mahall-i ma‘rekeden savuşur gider
idi. Lâkin piyade askeri düşmanın kendisine faik olduğunu gördüğü zaman
bile yine onun daire-i tesirinden savuşmaya muktedir olamaz. Bizi bihakkın
bir taaccup ve istiğrâba düçar eden piyadenin şayan-ı hayret mukavemet
ve müdafaasının kısm-ı azamı mukavemet etmediği hâlde mahvolacağını
bildiğinden neşet etmektedir.
Ölümden kurtulmak için bârgîrden istifade etmek hissiyat-ı beşer
indinde o kadar tabiî birşeydir ki esbâb ve maksat firar-ber olduğu hâlde
yine piyade olarak firar eden kimseyi esb-süvâr olarak firar eden kimseden
daha ziyade takip etmekteyiz.
Şair-i meşhur Schiller Friedland’lı Wallenstein’a âtîdeki sözleri pekâlâ
söyletebilir:
Atımın sürat-i reftârı beni kurtardı
Bannier’in zorlu süvarilerinin destinden

308
Millet-i Müselleha

Şair-i müşârun-ileyh bu sözleri söylettiği zaman kahramanının


nazarımızdan düşeceğinden asla endişe etmiyor idi. Kahramanına şöyle bir
söz söyletmiş olsa idi kulağımıza ne kadar başka bir yolda akseder idi :
Tabanı kaldırarak koşmak ile kurtuldum
Bannier’in zorlu süvarilerinin destinden

Yaya olarak düşman elinden kurtulmak daha ziyade dayanıklılığa,


kuvvet-i bedeniyeye ve sürat-i intikale muhtaç olduğu hâlde yine şu sözler
ile kahramanını manen mahvetmiş olur idi. Esb-süvâr olarak firar eden
Wallenstein’a indimizde bir kahraman kaldığı hâlde piyade olarak firar etmiş
olsa idi nazarımızda bir korkak, bir alçak bulunur ve onun firarıyla beraber
tiyatro perdesini indirmekten başka çare bulunmaz idi.
Muharebede süvari muvaffakiyata nail olabilir. Lâkin bu sınıfın
muvaffakiyat-ı mezkûresi muharebenin usul-i icrasını değiştirmeye
muktedir bir cevher olacak derecede kesretli olup olmayacağını bize ancak
tecrübe gösterebilecektir. Biz ise her askerin hakkı olduğu vechle yalnız bir
taraftan karar verir ve deriz ki : Alman piyadesinin düşman süvarisinden
hiçbir korkusu olamaz. Bakalım bizim süvarimiz düşman piyadesini ihâfe
edebilecek midir?
Külliyetli süvarinin sadmesi en ziyade düşmanın yanı üzerinde müessir
bulunur. Çünkü burada daha az ateşe tesadüf edeceği gibi ricata mecbur
eylediği düşman süvarisi dahi kendisine düşman piyadesinin ateşine karşı
bir siper makamında bulunur. Mesafenin cesametinden dolayı düşmanın
yanına hücum etmek mümkün olamaz ise o zaman cenahlarından birine
mailen bir hücum icrasına gayret eylemelidir.

Musırrâne bir surette icra olunan bir avcı muharebesi esnasında süvari
askeri kendi piyadesi arasından geçerek düşmanın cephesine hücum edebilir.
Barut dumanının sayesinde ileriye varabileceğinden, düşmana âdeta bir
baskın suretiyle mülâkî olur. Ahval-i kat‘iye esnasında süvarinin bir hücumu
neticesi muvaffakiyet olmasa dahi yine büyük bir hizmet eda edebilir. Çünkü
bu hücum ile düşmanın ateşini bir müddet tatil ve kendi piyadesine o vakte
kadar yanına varmaya muvaffak olamadığı düşmanın üzerine atılmak fırsatını
ita eder. Fakat piyade askeri bu sırada ekseriya vaki olduğu gibi önündeki
manzarayı temaşa ile durup kalacağı yerde serian geçen bu an-ı fırsattan
bi’l-istifade hemen süvari ile beraber hareket ve süvarinin arkasından ileriye
doğru mesafe kazanmaya gayret etmelidir. Mamafih bu misillü bir harekette

309
Von der GOLTZ

zayiat daima küllî olacaktır. Süvari sınıfı muharebede nail-i muvaffakiyet


olmak arzusunda ise bu zayiatı hiçbir vakit hatırına getirmemelidir. Fakat
bununla beraber süvarinin bir gün zarfında ciddî olarak bir kerreden ziyade
hücum etmemesi yine muvaffakiyat-ı mezkûre şerâ’itindendir.

Tehlikeye atılacak şey pek büyük olduğundan, süvari kumandanları


hücuma karar vermekte ve hücum zamanını intihap etmekte büyük müşkülat
çekerler.

Süvari askeri düşmanın süvarisine karşı daima emin ve mühim


hizmetler edasına muktedir olarak muharebenin daha bidayetinde düşman
hatt-ı harbinin keşfini teshil zımnında hatt-ı mezkûrun ilerisinde bulunan
süvariyi def‘ ve tard etmeye sa‘y eder. Bundan başka bugünkü günde
süvari askeri piyade olarak muharebe etmeye dahi muktedir olduğundan
ve yanında süvari topçusu mevcut bulunduğundan, düşmanın cenahları
önünden ilerleyerek hutûtü’l-harekâtına taarruz edebileceği cihetle daha
büyük hizmetler eda edebilir.

Ekseriya vukua geldiği gibi muharebenin bidayetinde topçu bataryaları


kemâl-i sürat ve cüretle ilerleyecek olur ise süvari askeri bunlara taarruz ile
pek güzel muvaffakiyetlere nail olabilir.

1870 senesi Ağustosunun 16’ncı günleri Alman bataryalarının pek çok


kere icra ettikleri gibi düşman bataryaları bağteten icrasına başladıkları ateş
ile bir nev‘ baskınlara kıyam eder ise hiç şüphe yoktur ki Alman süvarisi onları
büyük ve emin bir ganimet bilerek ve düçar olacağı zayiata asla ehemmiyet
vermeyerek kendilerine taarruz ve hücum edecektir. Şimdi biraz da ahval-i
arazinin muharebe üzerine olan nüfuz ve tesirinden bahsetmekliğimiz lazım
gelir ise de bu bahiste teferruat ve tafsilata girişecek değiliz. Çünkü tafsilata
girişmek ne maksadımıza muvafık ne de ona bu sahifelerimiz müsaittir.

Arazinin muharebe üzerine olan tesiri bugünkü günde bir dereceye


kadar tenakus etmiştir. Çünkü bâlâda defaat ile zikrettiğimiz vechle netice-i
muharebe artık bir nizam-ı harb-i muayyenin muhafazasıyla istihsal
olunamaz. Başlıca sınıfa göre ayağı nereye basılır ise bir piyade neferi dahi
silahıyla beraber oraya gidebilir. Cibâl-i mürtefia bile kendisini muharebe
etmekten tamamıyla men‘ edememektedir.

Pek çok hâlâtta harekât-ı harbiyede olduğu gibi muharebede dahi


arazinin tesir ve nüfuzu iki taraf içinde müsavi bulunur. Kesif ormanlarda ve
uçurumlu ve dağlık arazide mütearrizîn icra-yı taarruz için kuva-yı cesime

310
Millet-i Müselleha

istimal edemeyeceği gibi müdâfi‘în dahi istimal edemez. Lâkin ekseriya


menâfi‘-i arazi yalnız bir tarafta bulunur. Muharebe meydanını intihap ise
taraf-ı müdâfi‘ elinde olduğundan, tabiî böyle bir arazi dahi kendi cihetinden
bulunur.

Mamafih herşeyden evvel yolların hâl ve miktarı muharebe üzerine


icra-yı tesir eylemektedir. Ondan sonra ikinci nokta-i nazar olarak arazinin
kendi silahımıza ne mertebe müsait olduğunu ve düşman silahına ne derece
mâni bulunduğu hususunu nazar-ı mütalaaya almak iktiza eder. Bugünkü
mevâzi‘in kuvveti artık mevziin cephesi ilerisinde bulunan su mecralarında,
vadilerde, dik bayırlarda olmayıp ancak arazinin az çok eslihanın tesirine
müsait olup olmamasındadır.

Tatlı meyilde bayırları şamil mürtefi düzlükleri mevzi için bulunabilecek


noktaların en kuvvetlisi olarak tanıdığımız cihetle elbette bunları dik sırtlara
merbut olan cibâl zirvelerine tercih etmekliğimiz tabiîdir. Topun menzili
olan mesafeden daha vasi bulunan nehir vadilerinden veya tepeler arasında
vaki tarlalık arazide muharebenin hâli ber-vechle olur ki taraf-ı mütearrız
kendi topçusundan istifade edemeksizin piyadesini sırtdan aşağı indirerek
vadi içinden mukâbil sırtlara hücum ettirmek mecburiyetinde bulunur.

Burada vukua gelen muharebede hiçbir muvâzenet olmaz. Çünkü


müdafaa tarafında topçu piyade ile bi’l-ittihat taarruz eden tarafın piyadesine
ateş etmekte bulunur. Bu misillü vadiler, bunlardan daha az vasi olup düşmana
bir sırttan endaht eylediği mermiyat ile sırt üzerinde piyadesine yol açmaya
müsaade eden vadilerden fevkalade mühimdir. Çünkü bu ikinci vadide
muharebenin neticesine artık arazisinin ve mevziin hali tesir etmeyerek
hangi tarafta topçu daha ziyade bulunur ise hâl o tarafa müsait bulunur.
Eğer intihap olunan muharebe meydanı düşmanı başlıca silahlarından birini
istimal etmekten men‘ ve bu tarafın iki silahını birden istimal eylemeye
müsaade edecek surette bulunacak olur ise bununla düşmanın asker
ziyadeliğiyle hemen istihsal-i muvazenet edemeyeceği raddede bir tefevvuk
husule gelmiş olur. Lâkin bunda dahi bir şartın mevcut olması elzemdir.
Bu şart ise düşmanın menâfi‘-i azimesinden her hangi birinin olursa olsun
muhafazası için taarruza mecbur olmasıdır. Bu şart olmadığı hâlde düşman
kavî ve nafi olan mevzileri dolaşarak veyahut ihata ederek onları müdafaa
indinde olan fevâ’idden mahrum eder.

Ziyade mürtefi noktalar ve cibâl üzerinde kâin karyeler vesaire misillü


uzaktan göze çarparak kavî bir mevzi veya bir nokta-i istinat olduklarını

311
Von der GOLTZ

zannettiren nukât düşmanın ateşini en tabiî bir surette kendilerine celp


etmek mahzurunu şamildir. Bu ise onların derece-i sebat ve mukavemetini
haylice tenkîs eder. Bu gibi noktalar taarruz eden tarafın umumen top ve
tüfeklerinin hedefi olacağından, derûnunda bulunan asâkir-i muhafaza
memul ettikleri himaye yerine zayiatının gittikçe serian tezâyüd etmekte
olduğunu görürler. Bazı fevâ’idi arz eden ve fakat pek de göze çarpmayan
arazi intihap edilse daha iyi hareket edilmiş olur.

Bu keyfiyet bizi istihkâmât-ı suniye bahsine isal etmektedir. İstihkâmât-ı


suniyenin kıymeti inkâr olunamaz ise de bu kıymet yine birtakım şerâ’ite
tabidir. Müdafaa zımnında tahkim edilen karye kenarları, tepelerde hafr
ve inşa edilen avcı hendekleri, mükemmel barikatlar vesair tertibat-ı
istihkâmiye arkalarında bulunan piyade askerini düşmanın kurşunlarına
karşı bir dereceye kadar muhafaza ettiklerinden, askerin dikkat ve sükûnet
ile ateş etmesine sebebiyet verirler. Lâkin buna mukâbil bu misillü tertibat
yine düşmanın nazar-ı dikkatini celp ve kendisini muharebenin heyecanı
arasında belki hatırına getirmeyeceği topçu muharebesi tertibatında
bulunmaya teşvik eder. Göze çarpan her bir hedef taarruz eden taraf için
bais-i menfaat olarak kumanda hususunu teshil ve mesafeyi takdir etmeye
muavenet eylediğinden bu vechle taarruz eden tarafın siperler arkasında
bulunan asker ile muvazenette olmasına hizmet eder. Avcı hendeklerini
çimen, buğday başakları veya adi ot ile setrederek civarda bulunan araziye
benzetmeye itina edilmeyecek olur ise mezkûr hendeklerde zayiat bir kat
daha tezâyüd eder.

Bir muharebe mahallinin intihabı, muayenesi ve tehiyyesi esnasında


meseleyi daima ateş ile muharebe nokta-i nazarından tetkik etmeye gayret
etmelidir.

İkinci derecede bir de asâkir-i mevcudenin yed-i vâhid ile idare


olunabilmesi hususu nazar-ı dikkate alınmalıdır. Eğer askerin bir kısmı
arazinin mevâni‘i hasebiyle başkumandanın doğrudan doğruya idaresi
altından çıkacak olur ise büyük bir mahzur husule gelmiş olur. Fakat askerin
hâl ve terbiyesi bu babda büyük bir tesir gösterir. Kıtaat-ı askeriye müstakilen
harekete alışmış bulunur ve derece-i sâniyede kıtaata kumanda eden zevat
sahib-i dirayet ve mâlik-i heves-i teşebbüsat bulunacak olur ise bu mahzur
haylice tenkîs edilmiş olur.
Nihayetinde bir de şunu söyleyelim ki araziye nazaran kuvve-i
askeriyenin taksimi keyfiyeti dahi askerin tavır ve hâli üzerine büyük bir

312
Millet-i Müselleha

tesir icra eder. İlca-yı ahval ile dağılarak yek-diğerlerinden müfrez olarak
muharebe etmeye mecbur bulunan ve mamafih birinin mağlubiyetiyle
yine müteessir olan kıtaat-ı askeriyenin ne kadar gayr-i müsait bir hâlde
bulundukları bâlâda ber-tafsil-i beyan ve izah edilmiştir. Her muhataralı
bir inkısam yine bu gibi neticeler tevlit eder. Lâkin bazı kere bu hâl tesirat-ı
hasene dahi gösterebilir. Burada bir vaka-i tarihiyeyi zikretmekliğimize
müsaade buyurulsun : Feld Mareşal Moltke henüz genç iken Nizip muharebe-i
meşhuresinden evvel Osmanlı başkumandanına ordusunu arkası Fırat
Nehri’ne mukabil olmak üzerine tabiye etmesini ihtar ve tavsiye etmiş idi. Bu
husus muharebede her hâle karşı amelî bir çare bulmak lüzumuna dair en âlâ
bir misal bulunmaktadır. Çünkü yek-diğerine karşı gelmiş olan iki ordunun
hâli nazar-ı dikkatten geçirildikten sonra hangi ordu daha ziyade sebat ve
mukavemet gösterecek olur ise nesîm-i zafer ve galibiyetin ondan tarafa
vezân olacağına hükmolunabilir idi. Hâlbuki istihsal-i sebat ve mukavemet
için taraf-ı ricati kat‘ ve seddetmekten âlâ bir çare yoktur79.
İspanyalı Cortez dahi askerine ye’sten mütevellit bir cesaret vermek
için sefinelerini ihrak etmiştir80.
Böyle bir tesir bir geçidi veya bir nehiri mürur ettikten sonra kendisini
düşmanın bütün kuvveti önünde gören her pişdar kolunda müşahede
olunacaktır. Burada en adi bir nefer bile ricatin felaket ile murâfık olduğunu

79 Hayfa ki Feld Mareşal Moltke’nin bu ihtarına tatbik-i harekete bedel müneccim başı
tarafından verilen zâyiçe ahkâmına itimat edilmiş ve bu suretle Osmanlı Ordusu’ndan rug-
erdân olan şahid-i zaferi Mısır fırkası kumandanı der-âgûş eylemiştir.
80 Mûmâ-ileyh Fernan Cortez İspanyalı bir kaptan olarak birçok sefâ’in-i harbiye ile
Amerika’ya azimet ve Meksika Kıt‘ası’nı istila etmiştir. Meksika’yı istilası esnasında yerli
ahali hakkında irtikap eylediği mezâlim-i vahşiyâne meşhurdur. Kendisi 1485 sene-i mi-
ladisinde tevellüt 1547 senesinde vefat etmiştir. (Meşâhir-i kahramanân-ı İslam’dan Tarık
Bin Ziyad dahi bu vechle hareket etmiş idi. Müşârûn-ileyh maiyetinde bulunan on iki bin
nefer Berber askeriyle doksan iki sene-i hicriyesinde İspanya’ya hücum eylediği esnada
İspanyolların cesim bir ordusunun neferini istihbar etmekle sahilde bulunan sefinelerini
ihrak ve askerini muharebeden gayri tarîk-i necât olmadığını ifhâm etmiştir. Müşârûn-ileyh
İspanyollar ile sekiz gün mütemadiyen muharebe ettikten sonra askerinin pây-ı sebatı
mütezelzil olduğunu görmesiyle atının dizginini çekerek ve üzengiye dayanıp yükselerek
bülend-seda ile “Ey gâziyân-ı mağrib-i zemin ve ey şüce‘ân-ı selimîn nereye gidersiniz
ve âkılâne hangi mahalle firar etmek istersiniz. Zira önünüz düşman arkanız deryadır.
Size lazım gelen nusret-i mev‘ûde-i ilahîden istimdat ve şecaat-i fıtriyenize istinat ile
tâb-ı takaddüm meydan-ı kâr-zâr olmaktır. Ey süvariler benim hareketime taklit ediniz.”
[Düstûrü’l-mücahidîn nam eser-i muteberden me’hûzdur] sözlerini söyledikten sonra esb-i
sabâ-reftârını sufûf-ı düşmana sürmüş ve asker dahi kendisini takip etmiş olduğundan
mazhar-ı galebe olmuş ve İspanya kralının ser-maktû‘unu cânib-i halifeye irsal eylemiştir.
Li’l-mütercim

313
Von der GOLTZ

ve geriden gelen kısm-ı küllî askerinin peyderpey vüruduyla hâlin bi’t-tedric


eyileneceğini bilir. Bu ise mukavemette sebatı fevkalade tezyit eder. Hâlbuki
düşman öyle bir müşevvik-i mücbire mâlik değildir. Vakıa düşmanı yine
nehre döktüğü hâlde ne kadar büyük bir menfaate nail olacağını bilir ise de
beka-yı vücudu bu hareketin muvaffakiyetine merbut olmadığından istihsal-i
maksat yolunda lüzumu kadar gayret görülemez. İşte nehirleri müdafaada
muvaffakiyetin pek nadir zuhur etmesi askerin büyük bir hat üzerinde
yayılmasından başka bir de esbâb-ı mezkûreden neşet eder. Dünyada mevcut
mevâni‘-i tabiîyenin en büyüklerinden biri olan Tuna Nehri’nin aşağı kısmı
muhtelif Devlet-i Osmaniye-Rusya Muharebeleri esnasında yirmi defadan
ziyade müdafaa ordularının gözü önünde mürur eylemiştir.
Mevâzi‘-i müstahkemede dahi tesir-i manevî şayan-ı ehemmiyet olarak
ekseriya bu tesir mevziin ehemmiyet-i maddiyesinden bâlâter bulunur.
İstihkâmâta karşı sevk olunan bir askerin kalbi muzdarip olur. Çünkü her
nev‘ cesaret ve metaneti kesre muktedir mevâni‘-i kaviyyeye tesadüf etmek
endişesinde bulunur81.

Taraf-ı müdâfi‘ kendi zaaf hâlini bilerek istihkâmâtının kuvvetini


mübalağa ile işâ‘a etmeye daima meyyal olup bu hususta ahval-i harbe vâkıf
olmayanlar kendisine büyük bir hizmet eda ederler. Ameliyat-ı istihkâmiyeye
daima bir merak ile bakar bir gazete muharriri inşa olunan vesair kimseler
tarafından ziyaret edilmesi müşkül bulunan istihkâmâtı gördü mü o anda
gördüğü şeyleri ehemmiyetini izam ve hakikat onun kuvve-i muhayyilesinin
ianesiyle fevkalade bir cesamet ve ehemmiyet peyda eder.
Loire Seferi’nde muharebe edenler, Fransız ve hatta İngiliz ve Alman
gazetelerinde bile işâ‘a olunan ve işâ‘ası tesirden hâli dahi kalmayan Orleans
müstahkem ordugâhı, ağır sefâ’in topları bataryaları, demir parmaklıkları,
tel şebîkeleri, ikili üçlü istihkâm hatları, lağımlar ve daha birçok mahûf

81 1870-1871 Seferi esnasında Fransızlar “Cercottes” karyesinin cihet-i şimalisindeki


medhal üzerinde ve şose yolun bir inhiraf noktası gerisinde gayet kavî bir “barikat” yapmışlar
idi. Kanunuevvelin dördüncü günü vuku bulan Orleans Muharebesi’nde Almanların
Dokuzuncu Kolordusu’nun bütün topçusu o gün mezkûr barikadı kendilerine hedef itti-
haz etmiş olduklarından mezkûr barikatın gerisindeki mevtalar muharebe meydanında
olduğundan ziyade sık yatıyorlar idi. Kanunuevvelin beşinci günü sabahleyin Magdeburg
silah-endazlarından birisi barikat yanına gelip de ve barikadın siperleriyle yan taraflarında
hafrolunan hendekleri gözden geçirdikten sonra yerde yatan Fransız cenazelerine hitaben
demiş ki : “Görüyorsunuz ya siperler arkasında durmak ve toprağa gömülmek dahi hiçbir
işinize yaramadı!” Lâkin adi bir nefer tecrübenin bu hakikatine vâkıf oluncaya kadar hayli
vakte muhtaçtır.

314
Millet-i Müselleha

şeylerin gazetelerde ve efvâh-ı nâsdaki tariflerini pekâlâ der-hatır edebilir.


Binaenaleyh düşmanı bir nokta-i muayyeneye taarruzdan vazgeçirmek için
mevâzi‘-i müstahkeme şayiatının icra ettikleri tesir-i manevîden pekâlâ
istifade olunabilir.
Orleans’ın82 cihet-i cenubiyesinde mevcut bulunan istihkâmât bu
maksada mebni tesis edilmiş idi. Çünkü Alman ordusu garbe doğru azimet
ettikten sonra şehir derûnunda terk edilen zayıf bir kuvvet ile istihkâmât-ı
mezkûreyi cidden müdafaa etmek hatıra bile gelmez idi.
Araziden veya istihkâmâttan hüsn-i istifade bir muharebe esnasında iki
misli tezâyüd eden kuva-yı askeriyenin tasarruf ile idaresi hususuna büyük
bir medâr olur. Bir mevziin tabiî olarak gayet metin bulunan nukâtına bir
miktar-ı kalîl asâkir-i muhafaza terk edilip kuvvetin fazla kısmı sırf tedafüî
olan makâsıda istimal olunur. Kuva-yı askeriyenin bu vechle hüsn-i tasarruf
ve idaresi hususunun mübalağa edilerek işi hısset derecesine vardırmak asla
caiz değildir. Bu tasarruf ve idare keyfiyeti ancak mühimmi gayr-i mühimden
tefrik ederek gayr-i mühim için hısset ve mühim olan şey için dahi sehâvet
ibrazından ibarettir. İşte bu suretle muharebenin bir netice-i müsaide
istihsalini ümit ettiren bir fiiline kuvve-i kâfiye ile mübaşeret etmek iktidarı
dahi temin edilmiş olur.
“Kuvvetli ihtiyatlar”ın lüzumu ve faydasından pek çok bahsedilmektedir.
Bu keyfiyet ale’l-umum kuva-yı harbiyenin peyderpey istimali nazariyatıyla
şediden merbut bulunduğu cihetle ona dokunmaya gelmez. İşte bunun
içindir ki asayiş zamanında icra olunan manevralarda külliyetli bir piyadenin
taarruz eylediği ve mamafih bu sırada ancak cüzî bir kısmının silah istimal
ettiği müşahede edilmektedir. Mütebakisinin cümlesi arkadan tranpet ve
hurra sedalarıyla ilerlemekte bulunur. Sanki bunlar ile düşmanı kaçırmak
mümkün imiş! Her nev‘ ihtiyat bir kuvve-i meyyite teşkil eder83.
Avcı hattının gerisinde yürüyen neferler düşmana hiçbir zarar
etmeyerek kendi taraflarına dahi bir faydaları olsa olsa ancak avcı hattına
yakın olmakla mezkûr hatta bulunan arkadaşlarının cesaretini artırmalıdır.

82 Orleans şehri Fransa’da Loire Eyaleti’nin merkezi olup Paris’ten 161 kilometre me-
safede ve 52.157 nüfusu şamildir. Şehr-i mezkûr meşhur Jan Dark’ın ser-güzeştiyle ve
1427-1429 senesinde İngilizlerin vuku bulan muhasarasıyla şöhret-gîrdir. Li’l-mütercim
83 Bunlardan maksat iptida-yı muharebede avcı hattını peyder pey beslemek için
geride yanaşık nizamda olarak hazır tutulan küçük küçük cemiyetler olmayıp geride
başkumandanın muharebe esnasında zihnine gelecek fikirleri fiile çıkarmak emeliyle eli
altında tuttuğu ordu aksam-ı cesimesidir.

315
Von der GOLTZ

Bi’l-cümle kuvvetlerin müttehiden istimali en büyük bir tesiri husule getirdiği


cihetle ale’l-umum ihtiyatlar tefriki hatalı görünebilir. Lâkin muharebede
hiçbir vakit eksik olmayan tesadüfât ve hâlât-ı gayr-i memulede çare-sâz
olmak için mezkûr ihtiyatlara her hâlde ihtiyaç vardır. Ahval henüz gayr-i
muayyen olup da memulün fevkinde birçok hâlâtın zuhuruna intizar edilir
ise o zaman ihtiyatları daha kuvvetlice icra etmek bittabi lazımdır. Ahval ne
derecede daha emin görünür ve düşmanın hâli ne raddede daha iyi bilinir ise
ihtiyatları dahi o nispette daha zayıf kılmak mümkündür. Hatta bazı hâller
tasavvur olunabilir ki o hâllerde ihtiyatlardan büsbütün sarf-ı nazar edilebilir.
Bu hâller ise düşmanın kuvveti tamamıyla malum olduğu ve bütün kuvveti
hatt-ı harp açmış bulunduğu zaman zuhur eder. Vakıa bu misillü hakikatte
hiçbir vakit zuhur etmeyeceğinden ihtiyatsız muharebeye girişmeye hiçbir
vakit cüret etmemelidir.
Lâkin şurası muhakkaktır ki “kuvvetli ihtiyatlar” maksada muvafık
olanlar dahi olmayıp belki bulunulan hâlin muktezasına nazaran teşkil
edilen ihtiyatlardır. “Kuvvetli ihtiyatlar” bir hüsn-i tasarruf ve idarenin
neticesi olmayıp belki bir sû’-i tasarruf ve idarenin neticesidir. Onlar kuvvetin
bir israf ve taksimini irâ’e ederek muharebede istihsal-i netice etmeleri
muhtemel iken istimal olunmadıklarından hiçbir semere-i müfîde husule
getirmemişlerdir.
“Muharebenin ertesi günü için taze asker saklayan generaller hemen
her vakit mağlup olurlar. Faydalı göründüğü zaman nihayet nefere varıncaya
kadar kuvvetin hepsini muharebeye sokmalıdır. Çünkü muharebeyi kazanmış
olan bir muzaffer ertesi günü hiçbir mâninin galebesine mecbur olmaz. Yalnız
muzafferiyetlerine edilen itikat kendine yeni muzafferiyetler istihzar eder84”.
Büyük kumandanların ve mesela Napolyon Bonapart’ın kuvvetli
ihtiyatların hüsn-i istimali emrinde ibraz ettiği maharet sitayiş olunmuş
ise bu sitayiş ancak zevat-ı müşârûn-ileyhümün ellerinde bulunan vesait-i
harbiyeyi ahvale muvafık bir surette hüsn-i tasarruf ve idare eylemiş
olmalarına racidir. Onlar düşmanı kuvvetin bir kısmıyla semeresiz bir
muharebeye daldırıp diğer taraftan tasarruf sayesinde ellerinde kalan
kuvvet ile aslî olan muharebe planlarının icrasına sa‘y ve gayret ederler idi.
Burada artık “ihtiyat”ın lakırdısı olamaz. Çünkü muharebenin iptidasında
muharebeye sokulmayıp geride bırakılmış olan kıtaat-ı cesime-i askeriyenin
vech-i istimali daha bidayet-i emrde takarrür etmiş idi.

84 Napolyon Bonapart’ın bir kelamıdır.

316
Millet-i Müselleha

Bir muharebede mühim olan şey ef‘âl ve harekât-ı münferidenin hüsn-i


imtizacıyla müttehit bir hareket-i umumiye husule getirilmeleridir. Vakıa
bunun böyle olması tabiat-ı emr mukteziyatından bulunduğuna atfolunabilir
ise de yine muharebat-ı cedidede tarihin gösterdiği vechle bu hâl hakikatte
tamamıyla vaki olmadığından pek çok muharebelerde mefkûd idi. Piyade
askeri tesadüf eylediği bir mâni-i kavî önünde vücudunu ve ifnâ ettikten
sonra kendisine muavenet için topçu celp olundu. Netice-i kat‘iye istihsal
etmek için muharebeye taze asker bir zamanda sevk olundu ki o zamanda
muharebe üzere bulunan asker artık bitap kalmış ve netice-i mezkûre
istihsali hususuna pek az yardım edebilecek ve belki hiç yardım edemeyecek
bir hâle gelmiş idi. Tamamen süvarinin hücumuyla iş görülecek zaman
geldiği vakit süvariye haber gönderilir. Hâlbuki bu haber hücum zamanının
takarrübü anında gönderilmek iktiza eder idi. Bunda mefkûd olan şey itidal-i
dem değil adem-i ihtiyat idi. İhtiyat-perverlik ise tecrübe ve itiyadın ve en
büyük heyecanlar arasında bile kemâl-i metanet ile mülahazaya müsaade
eden bir sükûn-ı kalpten neşet eder. Vakıa muharebenin ortasında bulunarak
hem bütün nazar-ı dikkati o anda vukua gelen şeylere sarf etmek ve hem
de yine âtîyi nazar-ı dikkatte tutarak yapılacak şeyleri düşünmek ve onları
hazırlamak pek müşkül bir keyfiyet olduğu vâreste-i kayd-ı itiraz ise de
yine kumandanlığın asıl vazifesi budur. Esfâr-ı cedidemizde pek çok kere
muharebenin bir tesadüften neşet eylediğini ve kıtaat-ı askeriyenin muharebe
meydanına vasıl oldukları anda muharebeye girdiğini, gayretlerin boş yere
sarfolunduğunu ve bir hareket-i müttehidenin fikdânı hasebiyle bî-lüzum
zayiat-ı külliyenin vukua geldiğini görmüş isek de bu sırada hâsıl ettiğimiz
tecrübeler semeresiz kalmamıştır. Muharebat-ı müstakbelde muharebe
daha iyi tehiyye edilecek, maksat daha iyi tayin olunacak, muharebeye daha
ziyade dikkat ve ihtimam ile girişilecek, sunûf-ı selâse daha ziyade bir ittihat
ile hareket edecek ve bütün bir kuvvetleri bir anda muharebe meydanına
dökerek netice-i kat‘iyye istihsal olunacaktır85.

85 Mükerreren atılır tüfekler ihtiraıyla piyade ateşinin tezâyüd-i tesiri muharebenin hâlini
asla değiştirmeyecektir. Muharebe hâlinin tebeddülü ancak barut yerine diğer bir kuvve-
i dâfi‘anın icadıyla vukua gelebilecektir. Fünûn ve sınayiin terakkiyat-ı mütemadiyesine
bakıldığı zaman barutun artık vaktini geçirmiş ve modadan düşmüş bir alet olduğuna ve
istimali ancak henüz kendisinden daha iyi bir şey bulunmadığından naşi meri olduğuna
hükmedilebilir. Lâkin barutun bertaraf edilmesi hususuna asrımızın bir mesele-i fenniyesi
nazarıyla bakılmalıdır. Barut gibi kuvvetli bir seda çıkarmayarak ve o kadar duman hâsıl
etmeyerek yine mermi üzerine bir tesir-i şedit icra edecek diğer bir vasıta-i dâfi‘a keşfine
muvaffak olunur ise hiç şüphe yoktur ki usul-i muharebede şimdiki hâlde layıkıyla takdir
edilmesi gayr-i kâbil tebeddülat-ı cesime vukua gelecektir.
Bâlâdaki mülahaza dumansız barutun zuhurundan evvel söylenmiş bir sözdür ki kailinin
ihtiraât-ı müstakbele hakkındaki kuvve-i keşfiyesini gösterir. Li’t-tâbi‘

317
Von der GOLTZ

Bundan başka bir de muharebenin makâsıd-ı muhtelifesinden ve her


maksada nazaran başka bir usul-i muharebe iltizam etmek lüzumundan
dahi pek çok bahsedilmektedir. Başlıca, ikinci derecede, sahte, düşmanı
oyalamak için olan veyahut katî bulunan muharebelerden söz açılmaktadır
ki bunların bazısında düşman mahv ve bazısında düçar-ı tezelzül edilir ve
diğer birisinde iğfal ve dördüncüsünde düşmanın hareketi tevkif olunur.
Bir de istikşaf muharebeleri şayan-ı ehemmiyet bulunup bunlarda ancak
düşmanın ahvalini anlamak için kendisiyle muharebeye girişilir. Hâlbuki bu
malumatı evvelden edinmek iktiza eder idi. Muharebenin kâffe-i hâlâtını
burada birer tadat eylemek bizi pek uzağa götürür idi. Tabiyeye dair olan
kitaplar bu babda malumat-ı mufassalayı şamildir. Esasen düşünülür ise her
muharebede maksad-ı tabiî düşmanı mahvetmektir.
Bu vechle muharebede her maksadın suhuletli bir tarîk ile istihsal ve
lüzumsuz vakit izaasından içtinap edilmiş olur idi. Ricat üzere bulunan bir
fırkaya geriye doğru mesafe kazanmayı teshile memur bir dümdar kumandanı
bu vazifeyi ancak ilerlemekte bulunan düşmanı katî bir surette mağlup
ve perişan etmekle hüsn-i suretle ifa edebilir. Lâkin bunun için ekseriya
lazım gelen kuvvetten mahrum olduğundan, kendisini kuvvetli göstermeye
çalışması ve binaenaleyh bütün topçusunu birden istimal etmekle beraber
düşmanın, önünde büyük bir kuvvet bulunduğunu zan ile muharebeye
girişmekten içtinap etmesi veyahut muharebeye hazırlanmak için hatt-ı harp
açmaya mübaşeret eylemesi zımnında piyadesini vasi bir hat üzere tabiye
etmesi iktiza eder. Düşmanın muharebe tertibatını gördüğü ve hatt-ı harp
açtığı müşahade olunduğu gibi kendisiyle muharebeye girişmeyerek hemen
ricata müsâra‘at etmelidir. Bir meydan muharebesi esnasında başkumandan
düşmanın bir cenahı aleyhinde bir ihata manevrası icra edinceye kadar
düşmanı oyalandırmak için düşman ordusunun kuvvetli olan cephesine karşı
sürdüğü bir kolordu, mezkûr ordu ile muharebeye girişdiği hâlde büyük bir
iş görmeye muktedir olamayacağından düşman ile ciddî bir muharebeye
girişmekten içtinap etmelidir. Kendisini geri tutup düşmana mütemadiyen
top atarak ve dağılmış olan piyadeyi göstererek taarruza kıyam eylediği hâlde
kendisine ciddî bir suretle mukabele eyleyeceğini işrâb etmelidir. İşte mevcut
kuvvetin hâli ve ifa edilecek vazife beynindeki münasebet iltizam olunacak
usul-i muharebeyi tabiî bir vechle tayin ve irâ’e eder. Düşmanı oyalamak
veyahut nümayiş göstermek için muharebeler emretmek hiçbir vakit
mümkün değildir. Çünkü muharebenin bu suretlerden birisiyle icra olunup
olunamayacağı hususu düşmanın dahi fikir ve emeline tabi bir keyfiyettir.
Bütün bu esamî ve taksimat bir nev‘ muhatarayı şamildir. Derece-i sâniyede

318
Millet-i Müselleha

olan muharebelerden birinin veya diğerinin icrasını mültezem gören bir


adam pek çabuk gevşekliğe de düçar olarak nîm tedbirler icrasına meyyal
bulunabilir. Her hâlde muharebe etmek ve elde bulunan eslihayı layıkıyla
istimal eylemek lazım olarak yalnız galebeyi temin edecek kuvvet ve esbâb
mefkûd bulunduğu zaman katî bir muharebeye girişmekten içtinap etmek
iktiza edeceği âzâde-i kayd-ı beyandır.

319
Onuncu Fasıl
Meydan Muharebesi

Harpte daima en ziyade mühim bulunmuş ve ileride dahi bulunacak


olan şey “meydan muharebesidir.” Kendisi o esnada muallak bulunan kâffe-i
mesâ’ili bir anda fasleden bir fiil-i müntecden ibarettir. “Meydan muharebesi”
kâffe-i müşkülat ukdesini kesr ve şikest eden İskender’in kılıcıdır. Her
muharebe ile yeni bir devr-i sefer bede’ eder. Pek çok defalar 1866 senesinde
Könnigratz86 Meydan Muharebesi’nin yaptığı gibi yalnız bir meydan
muharebesi sefere büsbütün hâtime çekmiştir.
Meydan muharebesi etmeksizin hiçbir fenn-i harbin nail-i muzafferiyet
olmaya muktedir olmadığını artık pekâlâ biliriz. En zayıf bir düşman bile
yalnız tertibat-ı sevkülceyşîden korkarak teslim-i silah etmez. Tertibat-ı
mezkûrede fevkalade bir zeka âsârı keşfetse bile yine etrafında örülmekte
olan şebîkeyi kuvve-i cebriye ile yırtmaya ve bu vechle kaybetmiş olduğu
muvazeneti iade etmeye gayret edeceği şüphesizdir.
Taarruz eden taraf bir meydan muharebesi arayacağı, hâl-i müdafaada
bulunan ordu dahi meydan muharebesinden ilanihaye kurtulamayacağını
ra‘nâ bileceği cihetle kendisini bu muharebeye elinden geldiği kadar
hazırlamaya çalışır. Kendisi muharebeye muntazır olduğundan başka ahval
kendisine müsait bir şekil ve suret peyda ettiği zaman muharebenin vukuuna
âdeta hasret-keş bulunur. Zaten bulunduğu hâlden daha iyi bir hâle gelmek
ve taarruz eden tarafın kendisi üzerinde bir bâr-ı sekîl gibi duran tazyikinden
kurtulmak için bundan başka çaresi de yoktur. Mareşal Daun’un87 Kolin88
Muharebesi’ndeki hâli mahall-i ma‘rekede şahid-i muzafferiyetin o vakte
kadar nigâh-ı iltifatına asla mazhar etmediği – sırf müdafaada bulunan
– tarafın kucağına bazan bir demet çiçek atmaya tenezzül ettiğini ispat
etmektedir.

86 Könnigratz, Avusturya’nın Bohemya Eyaleti dâhilinde bir mevki olup 1866 Seferi’nde
mevki-i mezkûr civarında Prusyalılar ile Avusturyalılar beyninde büyük bir meydan mu-
harebesi vukua gelmiş ve Prusyalılar galebe etmişlerdir. Li’l-mütercim
87 Mareşal Daun Avusturya kumandanlarındandır.
88 Kolin mevkii Avusturya dâhilinde altı bin nüfusu şamil bir kasabadır. Mareşal Daun
1757 senesinde mevki-i mezkûr civarında Prusya Kralı İkinci Frederick’e galebe etmiş idi.

320
Millet-i Müselleha

İşte bundan anlaşılacağı üzere “meydan muharebesi” daima kâffe-i


vekâyi‘-i harbiye etrafında devreder bir mihver bulunacaktır.
Solferino’da89160.000 Avusturyalı 150.000 asâkir-i müttefikaya,
Gravolette-St. Privat’ta 90 200.000 Alman 130.000 Fransız’a, Könnigratz’da
221.000 Prusyalı 219.000 Avusturyalı ve Saksonyalıya ve Leipzig91 Meydan
Muharebesi’nde 220.0000 nefer asâkir-i müttefika 150.000 Fransıza
karşı muharebe etmiş ise müstakbelde zuhur edecek seferlerin meydan
muharebelerinde 300.000-400.000 neferden mürettep orduların yek-
diğerleriyle tekabül edeceklerine asla şüphe yoktur. Düvel-i muazzama yirmi
veya daha ziyade kolorduyu sefere izam ederler ise bir günde takdir-i milel
için edilecek meydan muharebesinde mezkûr kolorduların kısm-ı azamının
muharebe meydanında bulunmayacağını tasdik edecek bir sebep var mıdır?
Bu misillü ahvalde muharebe meydanının ne şekil ve surete gireceğini
irâ’e için Gravolette, Könnigratz, Leipzig muharebe meydanları bile bir tasvir-i
mükemmel olamazlar. O zaman yalnız askerin fevkalade kesretinden değil
esliha-i cedidenin şiddet-i tesirinden ve ondan mütevellit usul-i tabiyeden
naşi muharebe meydanı tebdil-i suret edecektir. Nazariyat kitapları bir
mesafe-i mahdude ve hatt-ı harpte umk-ı lazıme ve bu suretle dahi icap eden
şiddet ve kuvvete mazhar olmak için kısa bir cephe tavsiye etmekte ise de
ameliyat, mükemmel olan esliha-i hafife ve sekîlenin cümlesini muharebede
hüsn-i istimal edebilmek için hatt-ı harp cephesinin gittikçe temdidini icbar
eylemektedir. Ameliyat burada cihet-i akvâ bulunduğu münasebetle gayet
uzun hatt-ı harp cepheleri ileride kaide hükmüne girecektir.
1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü taarruz cephesi pek büyük değil
idi. Hatta sağ cenah üzerinde askerden ziyade mesafenin kılletinden şikayet
edilebilir idi. İstikbalde ise bunun iki misli kuvvetinde bir ordunun bir
mahalle gelmesi melhuz olduğundan mezkûr cephe tûlünün iki misli kadar
tezâyüd edeceği artık ihtimalât-ı kaviyye sırasına girmiştir. 3 ila 4 Alman mili
tûlünde olan hatt-ı harpler üzerinde artık kolordular değil ordular yan yana

89 İtalya’da Pisa Sicilya Eyaleti’nde bir karyedir. İşbu karye civarında 1857 senesinde
Fransızlar Avusturyalılara galebe etmişlerdir.
90 Gravolette, Fransa’da Metz Eyaleti dâhilinde kâin Correze Nahiyesi’nde bir karyedir
ki 1870-1871 Seferi’nde Fransa ile Almanlar beyninde vuku bulan muharebatın en kanlısı
burada vukua gelmiştir. (1870 Ağustos 18)
91 Saksonya krallığı dâhilinde bir şehirdir ki civarında İsveç kralı Gustav’dır ki 1635 sen-
esinden 1642 senesine kadar imparator askeri üzerine müteaddit galebelere nail olmuş ve
yine bunun civarında ve 1813 senesinde Fransızlar ile düvel-i müttefika miyânında büyük
bir muharebe vukua gelmiştir. Şehrin nüfusu 127.387’dir. Li’l-mütercim

321
Von der GOLTZ

durup muharebe edeceklerdir. Vakıa böyle cesim muharebeler daha seferin


bidayetinde vukua gelmeyecektir.
Hudut üzerinde ve uzun bir hat üstünde içtima eden ordular yek-
diğerlerine pek yakın bulunacaklarından o sırada onları müttehiden hareket
ettirmek ve cümlesini bir maksada mebni olarak bir muharebe meydanı
üzerinde cem‘ etmek için iktiza eden harekât-ı harbiyeyi icra zımnında lazım
olan mahal ve mesafe bulunmaz. Müstahkem bir hudut üzerinde muharebeye
her noktadan birden mübaşeret edileceğinden seferin bidayetinde evvela
muhtelif ordular miyânında mukaddeme muharebeleri vukua gelecektir.
Yalnız bu sırada bir netice-i kat‘iye istihsali gittikçe uzadığı ve bir taraftan
gedik açmaya muvaffak olunamadığı zaman muharebeler bi’t-tedric tevessü
etmeye başlar. Çünkü bu sırada iki taraf dahi düşman ile harbe tutuşmuş
olan aksam-ı askeriyesini muharebat-ı cüz’iyeden kurtararak bir muharebe-i
kat‘iye vukuunu arzu eylediği noktaya doğru elinden geldiği kadar daha
ziyade asker sevk ve cem‘ine meyyal bulunur. O vakit hususuyla taraf-ı müdâfi‘
ileriye doğru bir mesafe kazanmaya muvaffak olur ise daha bu mukaddemat
devrinde katî bir meydan muharebesi vukua gelir. Meydan muharebesi bu
sırada vukua gelmez ise o zaman hatt-ı müdafaada gedik açmak hareketi icra
olunduğu esnada taraf-ı müdâfi‘ kâffe-i imdatlarını kendisine celp için vakit
kazanmış ve taraf-ı mütearrızın dahi kâffe-i kuvâ ve mesaisi gedik mahalline
doğru teveccüh etmiş bulunur.
Müstakbelin bu muharebat-ı mileli bizim için henüz birçok
halledilmemiş muammaları şamil bir ebü’l-hevldir. Erbâb-ı fünûn, kumanda
heyet-i aliyesinin nüfuzunu tezyit vesaitini bulmaya çalışır. Bu nüfuzu “saflar
tabiyesi” zamanında bulunduğu dereceye iade etmek mümkün olsa bugünkü
harbin esrar-âmîz ve mucib-i endişe olan cihetleri de zail olur idi.
Kumanda idaresi için telefon ve telgraf ve iştikşaf için dahi balonlar
tavsiye edilmektedir. Lâkin bir muharebe esnasında hüküm-fermâ olan
heyecan ve halecan, sükûn ve vakte muhtaç bulunan bu vesaite pek az
icra-yı tesir ettirdiğinden bir meydan muharebesi esnasında kumanda
heyetinin irsal-i evâmir için en yegâne vasıtası yine emir zabitlerinden ibaret
kalmaktadır. Başkumandan umumî muharebe meydanında münferiden
muharebe eden orduların ahvaline dair muharebe esnasında ancak
malumat-ı sathiye istihsal edebilir. Binaenaleyh bâlâda dahi söylediğimiz
vechle kendisi bir kerre fırtına koptuktan sonra onu idare etmekten ziyade
o fırtınayı îkâ‘a muktedir olabilir. Vakıa ileride cenab-ı hakkın bir ihsan-ı
fevkaladesi olan zekaya mâlik bir zat zuhur ederek müstakbeldeki meydan

322
Millet-i Müselleha

muharebesini kendisinin unsuru addedecektir. Lâkin şimdilik biz bir mesele


önünde bulunmaktayız. Bu mesele, sulh ve asayiş zamanında hiçbir talim
ve manevra onunla iştigal etmediği cihetle, büsbütün müşkül bir mesele
bulunmaktadır.

Hatta en büyük manevralar bile mülahazat-ı tasarruf ve idareye binaen


bir kolordunun münferiden manevra icrasıyla iktifa eder ki bu husus harpte
zuhura gelen mukteziyata nispeten pek küçük bir tecrübeden ibaret kalır.
Ameliyat-ı nazariye dahi bundan ziyade bir şey öğretmez. Çünkü onun
vazifesi usul-i harbin kavaid-i esasiyesini bir suret-i umumiyede talim
etmektir. Burada ikmale ihtiyaç vardır. Küçük orduların “manevra icra etmesi
ve büyük orduların nazariyat vesâtatıyla tahrik edilmesi” arzu olunur. Çünkü
hiçbir kimse mu‘allem olarak doğmamıştır.

Düşman ordularının harekât-ı harbiyesi esnasında hemen büsbütün


tesadüfi olarak zuhur eden bir meydan muharebesiyle iki taraf daha evvelden
yek-diğeri karşısında bulunup birbirlerinin hâlini keşf ve muharebenin
suret-i icrasına dair mükemmel bir program tertip eyledikten sonra
beynlerinde zuhur eden bir meydan muharebesi arasında büyük bir fark
vardır. Böyle bir muharebeyi tabiye sahibi Meckel “evvelden takarrür eden
meydan muharebesi” sözüyle pek güzel tarif etmiştir. Bu nev‘ muharebenin
bugünkü günde müstesna ve tesadüfi meydan muharebelerinin kaide
hükmünde bulunması asrımız harb-ı müteharrikinin ve münferit aksam-ı
askeriye ile kumandanlarının haiz oldukları istiklalin tabiatı iktizasındandır.

“Evvelden mukarrer olan bir muharebeyi” idare etmek ale’l-umum daha


kolay olur ise de taraf-ı mütearrız onda büyük müşkülata tesadüf eder. Çünkü
müdafaada bulunan düşman dahi kendisini hazırlamış ve hâl-i müdafaayı
iltizam ettiği takdirde kendisine gayet müsait bir mevzi intihap ve elinden
geldiği kadar onun tahkimine ihtimam etmiştir. Tesadüfi muharebede ise
başkumandanın vazifesi ziyadesiyle güçleşir. Kendisini hazırlamaya vakit
bulamamış olduğundan o sırada tedbirler icadına mecbur olur. Önünde bir
hâle tesadüf etmiş ve o hâle nazaran muameleye mecbur olmuş olduğundan
düşmana dair malumat-ı lazıme almaksızın ve düşmanın hâliyle bulunduğu
havaliye vâkıf olmaksızın birtakım mühim kararlar itasına mecbur bulunur.

Askerin vazifesi ise bunda bi’n-nisbe kolaydır. Çünkü düşmanı evvelden


hazırlanmış ve hâl-i müdafaaya vaz‘ edilmiş mevâki‘de bulmaz. Menâfi‘-i

323
Von der GOLTZ

arazi iki taraf için dahi hemen müsavi bir hâlde bulunur92. Şimdi “tesadüfi
meydan muharebesi”nin suret-i cereyanını takip edelim.
Düşman bir akşam evvel mevzilerini terk ve tahliye ile hangi maksada
mebni olduğunu henüz bilemediğimiz harekât-ı harbiyeye yeniden
mübaşeret eylediğinden, biz dahi kendisine yeni bir hatt-ı müdafaaya azimet
niyeti istinat ve kendisinden evvel hatt-ı mezkûra muvasalat etmeyi ümit
ederiz. Kendisine daha evvel mülâkî olmak mümkün ise pek de muhtemel
addolunmuyor. İşte başkumandan bu tahminata istinaden emrini ita eder.
Evâmir-i mezkûre serian ileriye varılmasını nâtık olur. Çünkü kaybedilecek
vakit yoktur. Mamafih evâmir-i mezkûre muharebeden henüz bahsetmiyor.
Onlar yalnız düşmana yetişmek karar-ı umumîsini beyan ederler. Bu işaret
derece-i sâniyede olan kumandanlara kâfidir.
İştikşafat ve aksam-ı askeriyenin yek-diğerlerine muaveneti hususunda
ittihaz edilen bazı tertibat-ı mahsusa ertesi günlerde zuhura gelecek vekâyi‘
hakkında olan merakı tezyit eder.
Dağların tepeleri tulû‘ eden şems-i cihan-tâbın şu‘â‘âtıyla ziyadâr
olduğu esnada süvari– mutaddan biraz daha erken olarak – yola çıkar. Bunu
kolorduların yürüyüş kolları takip ederler. Bir müddet hiçbir vakaya tesadüf
edilmeksizin hareket olunur. Asker beyninde düşmanın mesafe kazanmak
için geceden istifade ettiği rivayeti devrana başladığı esnada ileriden ilk
haberler vasıl olur. O sırada birkaç tüfek sedası dahi işitilir. Düşmanın küçük
ve kemâl-i süratle geriye çekilen ve çalılıklar, evler ve ağaçlar arkasında
gözden nihân olan ileri karakollarına tesadüf edilmiştir.
Ortalık bir daha sükûta vararak bir müddet sonra tekrar canlanır.
Raportlar sık sık gelmeye başlar. Şimdi keşif kolları veyahut ileri karakolları
olmayıp bir yürüyüş kolu ve belki de bir ordugâh keşfolunmuştur. Güzel
bir darbe icra etmek fırsatı kendi kendine arz-ı dîdâr etmiş ve düşman
kuvvetlerinden müfrez kalan bir kısmını makhûran ricata mecbur veyahut
büsbütün mahv ve perişan etmek imkânı gelmiştir. Pişdar kumandanı çukur

92 Bundan anlaşılır ki bir mütearrız sevkülceyşi daima müdâfi‘îni harekete ve yek-diğerini


müteakip birtakım tesadüfi meydan muharebelerine mecbur etmeye çalışmalıdır. “Tesadüfî
meydan muharebesi” denildiği zaman muharebeye girişilip girişilmeyeceğini hususunu
ale’l-ımıyyâ bir “tesadüf ve talihe” havale etmek iktiza edeceği anlaşılmasın bununla yalnız
“muharebenin ne zaman vukua geleceği evvelden bilinememek” anlaşılmalıdır. Kuvvetli
bir taarruz sevkülceyşî iktizasından olduğu gibi düşmana tesadüf olunduğu yerde kendi-
sine taarruz etmek kararı taarruz ordusunu mutlaka “tesadüfi meydan muharebelerine”
mülâkî eder.

324
Millet-i Müselleha

bir mahalde içtima etmiş olan süvarinin nezdine azimet eder. Bunların
önünde bulunan tepenin üzerinden düşman askeri görülebilir imiş. Bunun
için pişdar kumandanı hemen süvari ümerasını beraber alarak tepeye
çıkar ve orada onlar ile o anda ittihazı lazım gelen tedâbîri müzakere eder.
İleriye doğru yürüyüşe mübaşeret olundu. Düşmana taarruz etmek lazım
geleceği herkesçe malum olduğundan bu fırsatı kaçırmamak lüzumunda
bütün fikirler müttehittir. Emir zabitlerinden birisi süratle avdet ederek
pişdar bataryasının ileriye sevk olunması emrini getirir. Batarya kumandanı
zaten vazifesi iktizasından olarak mürtefi bir noktadan batarya mevkiini
daha evvelden keşf ve tayin etmiş olduğundan toplarını piyadenin yanından
serian geçirir. Askeri bataryalara yol vermek için yolun biraz yan tarafına
doğru çekilir.
Diğer taraftan bir de süvari bataryası yetişir. İkisi birden ahz-ı mevki
etmiş olduklarından yek-diğerini serian takip eder birkaç top sedası işitilir.
Düşman hakikaten bir baskına düçar olmuş ve tertibatta muvaffakiyet
husule gelmiştir. Suikatçılarda muharebe hevesi demeyelim de şikâr hevesi
uyanır. Kıtaat-ı askeriye yürüyüşlerini tesri etmek emrini alırlar. En ileride
bulunan tabur gayret ile yürümüş olduğundan toz ile mestûr olduğu ve
kumandanı baş tarafında bulunduğu hâlde bu tarafa doğru gelir tamam
vaktinde yetişir. Çünkü o vakte kadar yalnız süvarinin himayesi altında
olarak mükemmel surette iş görmüş olan bataryalar piyadenin ateşine
maruz olmaya başlamıştır.
Kumandan bu tabura topçunun cenahını himaye ve mümkün olduğu
kadar düşmanı teb‘îd etmek yolunda bir emr-i mühim verir. Tabur kumandanı
her ne kadar o vakte kadar vuku bulan şeylerin pek azına vâkıf olduğu hâlde
yine kumandana birçok sualler irat olunduğunu ve kumandanın bir heyecan
içinde bulunduğunu görerek daha ziyade bir şey sormaya cesaret edemez.
Kendi bölüklerine hat açtırdıktan sonra onları neferatın başından aşan
kurşunların geldikleri istikamete doğru hareket ettirir. Bu istical arasında
daha âlâ bir hedef irâ’e edemez ise hemen ileride bulunan bir orman, bir
tepe veya bir çiftliği istikamet-i hedef olarak irâ’e eder. O anda bir “kumanda
sözleri” israfı zuhur eder.
Alelade umumî kumanda yanlışlık zuhur edeceğinden bütün zihinler
buna masruf kalarak her kafadan bir ses işitilmeye başlar.
Bu esnada düşmana biraz daha takarrüp edilmiş olduğundan düşmanın
ateşi gittikçe kesb-i şiddet eder. Çünkü karşısındaki düşmanın hedef

325
Von der GOLTZ

istikameti olan mahallere daha ziyade asker sevk edip yerleştirmiştir. Telefat
ve zayiat bir anda kesb-i cesamet eder. Lâkin bu hâle karşı, mülahazat-ı
dûr-â-dûrda bulunmak dahi muhal hükmüne girmiş ve binaenaleyh iş artık
mümkün olduğu mertebede daha çabuk ileriye varmaya münhasır kalmış
olmakla ava yayılmış olan bölükler şiddetli bir muharebenin tesiriyle
eriyerek ileriye doğru şitâb edip düşmanı o mahallerden def‘ ve tard ederler.
Lâkin düşman daha birkaç yerden baş gösterdikten başka bir bataryası dahi
ilerlemekte olan piyadeye ateş etmeye başlar.
Birinci taburun akîbinde meydan-ı kâr-zâra vasıl olan ikinci tabur,
topçunun diğer cenahını himaye etmek emrini alır. Bunun düçar olacağı
hâllerin bâlâda sebk eden muharebede kendisine refakat ettiğimiz taburun
düçar olduğu hâllerden hiçbir farkı yoktur. Alayından iki taburun müfrez
olarak şiddetli bir muharebeye giriştiğini gören miralay endişeye düşerek
hiç olmaz ise iki taburu bir arada tutmak için eli altında kalmış diğer iki
taburun birisiyle ileriye doğru varır. Biraz sonra pişdarın bütün piyadesi (biz
burada pişdarın kuvvetini ders kitaplarında kabul edilen vech ve tertibine
nazaran farz ederiz) şiddetli bir muharebeye girişmiş bulunur. Düşman
evvelden zannolunduğundan ziyade kuvvetli olarak onun tarafından birkaç
batarya top ateşe devam ediyorlar.
Kumandanların bulunduğu tepe üzerinde bir hareket müşahade olundu.
Başkumandan oraya vasıl olmuş idi. İptidadan yüzünden adem-i hoşnudî
âsârı görünüyor zannolunur. Lâkin kendisine naklolunan esbâb-ı münasibeyi
istimâ‘ eyledikten sonra o vakte kadar yapılan şeyleri tasdik eder. Zaten vuku
bulan şeyi değiştirmek vakti dahi geçmiştir. Herşeyden evvel o esnada biraz
düçar-ı tezelzül olan muvazeneti iade etmek lazımdır.
Topçu kumandanı dahi oraya yetişmiş olduğundan kısm-ı küllînin
topları hemen oraya celp olunur. Bunlar dahi piyadenin ilerisine şitâbân olur.
Biraz müddetten beri düşman tarafında yeni bir hâl görülmeye başladı. Ufku
tahdit eden ormanın üzerinden donuk bir kır renginde semaya doğru bir şey
kalkmış idi. Kimi bunu bir bulut ve kimisi dahi toz dumanı zannettiler. Lâkin
biraz sonra şüphe ve tereddüt büsbütün zail oldu. Görünen şey bir yürüyüş
kolunun husule getirdiği toz dumanı idi. Şimdi dahi yürüyüş üzere bulunan
kolun bir fırka yahut bir kolordudan hangisi olduğu hususunda mübâhase
cereyan eder. Başkumandan civarında bulunan kendi kolordularına malumat
verilmesini münasip görür. Derhal yaverler kurşun kalem ile yazılmış ufak
pusulalar veyahut evâmir-i şifahiyeyi hâmilen oradan kemâl-i sürat ile her
tarafa doğru koşup giderler.

326
Millet-i Müselleha

Gelelim başkumandana!
Kendisi sabahleyin yola çıktığı vakit umur-ı kalemiyeye devam olunması
için karargâh-ı umumîyi eski mahallinde bırakmış idi. Yeni karargâh-ı
umumîye ancak öğle vakti nakledilecek idi. O gün ileriye doğru vuku bulan
yürüyüşlere dair raporlar vüruduna kemâl-i iştiyak ile intizar edilir ise de bir
meydan muharebesinin vukuuna henüz intizar olunmaz. Bu sırada uzaktan
top sedası işitilmekte olduğu rivayeti çıkar. Top sedası bir müddet fasıla
verdikten sonra yeniden işitilmeye başlar. Bu top gürültüsünün neye delalet
edebileceği hususu üzerine mübâhase olunur. Ekseriya topların bizim
taraftan yoksa düşman tarafından mı atıldığı hususunda şüphe edilir.
İşsiz birkaç zabit şehri ihata eden tepelere çıkıp avdetlerinde tüfek
ateşinin dahi pekâlâ farkedilebildiğini, muharebenin gittikçe tevessüü
melhuz olduğunu ve zannedildiğinden ziyade ciddî bulunduğunu ihbar
ve temin ederler. Nihayet bir rapor vasıl olur. Lâkin bu rapor muharebeye
tutuşmuş olan kolordunun pişdarı tarafından düşmanın henüz zayıf olan ileri
kıt‘alarına tesadüf olunduğunu zannettiği zaman gönderilmiş bir rapordur.
Binâberîn muhteviyatı, düşmanın ricata mecbur edilmekle şimdi
takibine gayret olunacak zayıf birtakım müfrezelereden bahsetmektedir.
Demek ki iş – bu rapora nazaran verilen manaya göre – yalnız derece-i
sâniyede adi bir muharebeden ibaret olduğundan tertibat-ı cedideye
teşebbüs etmeye mahal yoktur. Herkes kesb-i sükûn eder. Bir müddet için
herkes başka şey düşünmeye başlar. Lâkin az bir müddetten sonra kolordu
kumandanının düşmanın hâlini bizzat keşfettikten sonra irsal eylediği rapor
vasıl olur. Bu rapor düşmanın kıtaat-ı cesimesinden bahsedip fakat ihtiyata
riayeten düşmanın kuvveti faik olup olmadığı hususunu müphem bırakarak
nihayette kolordunun bütün kuvvetiyle düşmana taarruz edileceğini beyan
ediyor. İş gittikçe kesb-i ciddiyet etmiş ve top ateşinin şiddeti artmakta
olduğu haber verilmiştir. Diğer bir kolordu erkân-ı harbiyesi zabitlerinden
o sırada karargâh-ı umumîde bulunan biriyle mensup olduğu kolorduya,
muharebede bulunan kolorduya serian muavenet emrini şamil bir emirname
gönderilir. Bu muavenetinin lazım olup olmadığı henüz meçhul ise de bu
hususun nazar-ı dikkate alınmasını ihtiyat-perverlik her hâlde tavsiye eder.
Kumanda heyet-i aliyesi maiyetinde bulunan zabitlerden biri esb-süvâr
olarak kemâl-i sürat ile muharebe meydanına doğru azimet eder.
Bu sırada muharebe gürültüsü gittikçe işitilmeye ve yaklaşmaya
başlar. Herkes bârgîrini ister, yeni karargâh-ı umumîye gitmek kararından

327
Von der GOLTZ

vazgeçilir. Muharebe meydanından başka gûna malumat gelmez. Bu ise


daima manidar bir keyfiyettir. Nihayet uzun bir müddetten sonra bir süvari
emir çavuşu gelir ise de kendisi doğrudan doğruya muharebe içinde bulunan
kıt‘a-i askeriyeden gelmeyip henüz muharebeye iştirak etmemiş bir kıt‘a
tarafından gönderilmiştir. Kıt‘a-i mezkûre muharebeye girişmiş ve her hâlde
imdat ve muavenetine muhtaç kalmış bulunan askere muavenet zımnında
serian muharebe meydanına azimet için mukaddema kendisine irâ’e edilen
istikameti terk eylediğini ve keyfiyetten aksam-ı saire-i askeriyenin dahi
haberdar edilmiş olduğunu işar ediyor. “Muharebe meydanı” sözü büyük bir
tesir icra eder.
Başkumandan esb-süvâr olarak top gürültüsü istikametine doğru
serian azimetle bir müddet sonra yürüyüş üzere bulunan kıtaat-ı askeriyeye
tesadüf eder. Kıtaat-ı mezkûre ciddi bir sükûnet ile muharebe meydanına
doğru süratle hareket ederler. Herkes kendisini bekleyen ahval için
kuvvetlerini toplamaya sa‘y eder. Nihayet başkumandan ile maiyetinin
görünmesi bu sükûtu ihlal ederek asker saflarından şiddetli bir hurra
sedası etrafa aks-endaz olur. Biraz sonra ilk yaralılar gelmeye başlar. Ondan
sonra muharebenin bu ilk ganimeti kemâl-i emniyet içinde bulundurmak
isteniliyor imiş gibi ekseriya lüzumundan ziyade asâkir-i muhafaza ile ihata
edilmiş bir esir kafilesine tesadüf olunur. Bunları daha uzun bir kafile takip
edip peyderpey gelen yaralıların miktarı dahi gittikçe ziyadeleşir. Civarda
bulunan tepelerden hepsinin hedef-i istikameti “muharebe meydanı” olmak
üzere birtakım kolların aşağı doğru indikleri müşahade olunur. Şimdi büyük
caddeden inhiraf ile muharebe meydanına isal eden bir vadiye girilir.

Yakında bulunan ciddi bir muharebenin vukuu alametleri eksik değildir.


Gittikçe ziyade esirler gelmeye başlar. Yolun iki tarafında yaralıları sarmak
için icap eden mahaller tesis edilmiş ve seyyar hastahaneler ile sıhhiye
kolları fevkalade bir meşguliyete dalmıştır. Birçok mecruhlar atların yanına
gelir veya getirilir. Esbâb-ı nakliye muhafaza tahtında olmak üzere serbest
kalan mahalleri iştial etmiştir.

Muharebe meydanından fevkalade bir sürat ve istical ile koşup gelen


zabitler tarafından aranılan cephane kollarının arkasından bağırılır. Topun
derin sedasıyla tüfeklerin çatırtısı burada imtizaç ederek artık muntazam
ve mütemadi bir kavrulma husule getirir. Sağda bulunan dağın yamacındaki
ormanın üzerinden düşmanın şarapnel mermileri ve humbaraları uçup
gidiyorlar. Onların beyaz renkte olan dumanları semaya doğru amudî bir

328
Millet-i Müselleha

surette su‘ûd ederler. Oraya vasıl olan başkumandan ile erkân-ı harbiyesini
her taraftan hurra sedaları istikbal eder. Mecruh bulunan bir büyük zabitten
hemen pek az malumat alınabilir. Çünkü söylediği birkaç sözü anlamak pek
güç olur.

Birkaç dakika sonra küçük süvari cemiyeti birkaç saat evvel muharebeyi
açan bataryaların bulunmuş oldukları tepeye gelip durur. Yerde yatan ölü ve
yaralıların kesret-i miktarı muharebenin burada ne kadar şiddetli bulunmuş
olduğunu gösterir. Biraz daha ileriye varılınca başkumandanın gözü önünde
muharebe manzarası kendisini arz eder. Uzun topçu hatları birbirlerine
mütemadiyen ateş ederek yek-diğerleri karşısında bulunuyorlar. Düşmanın
bulunduğu tepelerin yamaçları hizasından hareket eden ince barut dumanı
hatları piyadenin avcı zincirlerini irâ’e ederler. Bu hatlar gâh ileriye ve
gâh geriye doğru hareket ederler. Ötede bazı kıtaat-ı askeriyenin yanaşık
nizamda olarak arazinin bir mânisi arkasında veya çukur bir mahalde
sığındığı görülür. Düşman tarafından cephenin boyunca birtakım kıtaat-ı
askeriye hareket eder.

Muharebe meydanı üzerine çökmüş olan toz, barut dumanı ve yanmakta


bulunan çiftlikhanelerin dumanı sebeb-i hareketin anlaşılmasına haylûlet
eder. Uzak bir mesafede yanaşık nizamda cemiyetler müşahede olunur.
Cenahların nihayetini görmek mümkün değil ise de efvâh-ı nâriyenin sedası
mezkûr cenahların ufk-ı meriyeden daha ziyade mümtet olduklarını ilam
ederler. Celp edilen bir kumandan o vakte kadar kendisinin malumat hâsıl
edebildiği mertebe güzerân olan vekâyi‘e dair başkumandana malumat verir.

Artık şüphe kalmadı. Önümüzde olan şey adi bir muharebe olmayıp
âdeta katî bir “meydan muharebesidir.”
Böyle bir hâlde herhangi başkumandan olursa olsun muharebenin
âtîsi için bir suret-i umumiyede bir karar-ı katî itasına muvaffak olur ise
o kumandan mazhar-ı tefevvuk olmuş olur. Bu husus harbi tanımayanlara
göründüğü kadar kolay değildir.
Başkumandan harekât-ı umumiyenin bin türlü teferruatına karar
vermek mecburiyetindedir. Burada bir asker kolu rabıtasız ve intizamsız
hareket ettiğinden onu durdurmak icap eder. Ötede bir diğer kısım asker
mühim bir noktadan çekilmeye başladığı cihetle kendisine imdat göndermek
lazım olur. Diğer birisi imdat talep eder. Öbürü cephanesi kalmadığını haber
verir. Daha öteki dahi yanlarından birisinin tehdit edildiğini ihbar eder. Süvari

329
Von der GOLTZ

kumandanı vakt-ı münasibin gelmiş olduğuna hükmettiğini beyan ile piyade


muharebesine iştirak etmesine emir verilip verilmeyeceğini sorar. Topçu
kumandanı mevkilerini tebdil niyetinde olup bu mevâki‘ tebeddülünün
kumanda heyetinin efkârına muvafık olup olmadığını sual eder.
Velhâsıl bunun gibi ve bundan ehemmiyetsiz olarak birçok sualler
başkumandanı derece-i nihayede bir tazyik altında tuttuğu cihetle müşârun-
ileyh lâ-yu‘add birtakım teferruata karar verdiği esnada hareketin umumuna
vereceği istikameti nazar-ı dikkatten dûr tutmak muhatarasında bulunur.
Bu hâllerden emin olması için başkumandan olan zatın fikri mukarrerat-ı
cesimeden birisiyle meşgul bulunarak kâffe-i teferruat ve tertibat verilen
karara tabi ve merbut olmalıdır. Bu suretle bi’l-cümle tedâbîr ve tertibat bir
maksada müteveccih bulunmuş ve bu vechle meydan-ı kâr-zârda bulunan
bi’l-cümle kuvvetler bir kumanda altında bulunup bir nüfuzun taht-ı tesirinde
hareket etmiş olurlar.
Düşman askerinde ittihat mefkûd ve başkumandanları dahi makâsıd-ı
umumiyeyi nazar-ı dikkatten dûr ederek teferruat ile meşgul olacağı zaman
bunların kavî ve müttehit olan hareketleri o anda galebe edecektir.
İşte cenab-ı hakkın ihsanı olarak başkumandanlık hasletini haiz olan
bir kumandan ile adi tecrübe-dîde bir kumandan beynindeki fark en ziyade
burada nümâyân olur. Birincisi bazı cüz’iyatta hata ve bazı aksam-ı askeriyeye
yanlış bir istikamet irâ’e edebilir ise de yine bir suret-i umumiyede karar
vermekte büyük bir meleke ve maharet ibraz eder.
Fransızların “bon general ordinaire” tabir ettikleri adi iyi kumandan
belki her tabura, her bataryaya , her süvari alayına her birinin usul-i
muharebesine tevfiken talimat-ı mükemmele verebilir ise de yine heyet-i
umumiyenin hareket ve muamelesinde bir rabıta-i dâhiliye mevcut olmaz.
Her kıt‘a-i askeriye kendi daire-i malumatı dâhilinde iyi hareket eder ise de
yine biri sağa ve diğeri sola doğru iş görmekte bulunur. Orduda kumanda
heyet-i aliyesinin inzimam-ı muaveneti olmaksızın ittihad-ı muameleyi
temin edecek bir zeka ve dirayet ruhu mevcut olmaz ise kuva-yı harbiyenin
inkisamı mahzur-ı menfuru mutlaka zuhur eder.

Ale’l-umum sefere, muvafık-ı hâl ve maslahat bir surette ve emniyetli


tertibat ile bede’ ve mübaşeret olunmuş ise meydan muharebesi fikri harekât-ı
evveliyeyi takaddüm eden efkâr ve mülahazattan tevellüt eder. Malumdur ki
(Almanya–Fransa Muharebesi. Almanya erkân-ı harbiyesi heyetinin tarih-i
harp şubesi tarafından yazılmıştır. Sahife 73.) 1870 Seferi’nin bidayetinde

330
Millet-i Müselleha

bütün orduların harekât-ı iptidaiyesi Fransızları şimale doğru ricata mecbur


ederek Paris ile olan hatt-ı irtibatlarından ayırmak fikrine müstenit idi.

Lâkin 1870 senesi Ağustosunun 16’ıncı günü Almanlar Vionville


civarında bâlâda tarif eylediğimiz hâl gibi bir hâlde bulundular. Burada
Meuse Nehri’ne doğru edilen yürüyüş esnasında bir meydan muharebesine
girişileceği memul edilir idi. Fakat bu muharebenin nehr-i mezkûr civarında
ve ağustosun 16’ncı değil 17’nci günü vuku bulacağı zannolunuyor idi.
Çünkü şehr-i mezkûrun 14’inci günü Metz Kalesi’ne ricat ve ilticaya mecbur
edilen Fransızların yevm-i mezkûru takip eden gece ve onu müteakip
olan ağustosun 15’inci gününde geriye doğru büyük bir mesafe kazanmış
oldukları zannedilmekte idi.

Lâkin İkinci Ordu’nun sağ cenahında hareket eden Üçüncü Kolordu


daha ağustosun 16’ncı günü düşmana tesadüf eyledi. Fransızlar lüzumsuz
birtakım vakit zayiatından dolayı Metz Kalesi’ne ümit olunduğundan daha
ziyade yakın bulunuyorlar idi.

Muharebe bir “tesadüften” zuhur etti. Kolordu kumandanı umum


Alman ordularında hüküm-fermâ olan fikr-i aslîye ittibâ‘en sol cenahına
Metz Kalesi’ne doğru bir çevirme hareketi icra ve Verdün tarîkini düşmana
seddetmek üzere Metz istikametinde hareket ettirerek düşmana taarruz
etmeye karar verdi. Verdün tarîkinin seddiyle düşmanın garbe doğru
olan hatt-ı ricati (yani Paris ile olan irtibatı) kat‘ edilmiş olacak idi. Lâkin
düşman zannolunduğundan ziyade kuvvetli bulunup yavaş yavaş adetçe olan
tefevvukunu tesir ettirmeye başlamış idi. Düşman ile muharebeye tutuşmuş
olan kolordu öğleden sonra şiddetli bir muharebe içinde bulunduğu hâlde
ancak sabahleyin elinde bulunmuş olan menâfi‘i muhafaza edebiliyor idi.

Ordunun başkumandanı bulunan Prens Frederick Charles fikr-i asli-i


sevkülceyşîyi tabiyeye dahi nakil yani düşmanın tarîk-i ricatini doğrudan
doğruya seddetmeye karar vermiş olduğundan, Üçüncü Kolordu bulunduğu
mevâki‘de mukavemet etmek ve başkumandanın sol cenahtan yürüyüş
üzere bulunduğunu bildiği Onuncu Kolordu dahi düşmanın sağ cenahına
taarruz ve bu vechle mümkün olduğu kadar Fransızları geriye doğru yani
yine Metz Kalesi’ne ricata mecbur etmek emrini aldı. Lâkin bu harekâtı
icra için mevcut olan kuvvetin kifayeti müsteb‘ad olduğu tahakkuk etmeye
ve Fransızların fevkalade olan kuvvetleri altında âdeta ezilmek melhuz
bulunduğu anlaşılmağa başlayınca birinci karara bir ikinci karar daha
inzimam eyledi. Bu karar ise vesait-i mevcudenin adem-i kifayetiyle beraber

331
Von der GOLTZ

yine mütemadi hücumât-ı taarruziyye icrasıyla düşmana kendi zaafımızı


bildirmemek hususundan ibaret idi93.

Kırıla kırıla ufak cemiyetler hâline gelmiş ve kuvvet ve cephanesi


tükenmiş taburların içinde bulunan bazı tecrübe-dîde neferler mütemadiyen
ilerlemek ve düşmana bir an nefes aldırmamak emri geldiği zaman mutlaka
başlarını sallamışlardır. Ya süvari bölüklerine zulmet-i leylin hululüyle beraber
hususiyle görünür bir hedef dahi olmadığı hâlde hücum emri verildiği zaman
iyi mektep görmüş süvari zabitleri acaba ne kadar mütehayyir olmuşlardır.
Mamafih bu tedbirler muvafık-ı maslahat olarak yegâne tedbirler idi.
Tedâbîr-i mezkûre düşmanı iğfal ve kendisini mütemadiyen işgal ederek ne
kuvvet-i hakikisine dair ve ne de necat ve selametinin ne derecede fedakârlık
ile olur ise olsun garbe doğru ricata menût bulunduğunu anlamaya vakit
bırakmak fikrine merbut idiler.

İşte buradadır ki Fransızlar tarafında bulunan “bon general ordinaire”ine


karşı Almanlar tarafında bir büyük kumandan bulunuyor idi. Bu kumandan
düşmanın cereyan-ı fikrine hâkim olmaya ve bu vechle düşman ordusu
kuvvetlerini tamamıyla tesirsiz bırakmaya muvaffak olmuştur. İşte seferin
imparatorluk için olan cereyanında bir nokta-i inhiraf teşkil etmiş bulunan
yevm-i mezkûrda 120.000 Fransızın 60.000 Almanı mağlup edememesinin
muamması bu suretle halledilmiş oluyor94.

Meydan muharebesinde “her tarafın yek-diğerinden korkması” kaide-i


atîkası el-ân caridir. Bu korku hissine en evvel galebe ederek hâle hâkim
olmaya muktedir olan taraf şüphesiz muzaffer dahi olur. Çünkü kâffe-i
kuvâya faik bir kuvvet vardır o ise kalb-i beşeri heyecanda bırakan kuvvettir
ki ya havf ve endişe veyahut fahr ve metanettir.

Mamafih başkumandan tarafından karar verilen bir fikrin ale’l-


umum karar verilebilecek fikirlerin en âlâsı bulunması asla lazım gelmez.
Bütün meseleyi hücre-i iştigalde bir daha nazar-ı tetkik ve mütalaadan
geçirmek mümkün olsa pek çok hâller için daha iyi fikirler bulunabilir idi.
Lâkin maslahata az çok muvafık olan bir tedbir her hâlde kâfi olarak yalnız
başkumandan daha iyi bir tedbiri düşününceye kadar tedbir-i mezkûrun
icrasına fart-ı gayretle ihtimam ve en cüzî tertibatı bile tedbir-i mezkûru

93 Başkumandanın malumatı olmaksızın Onuncu Kolordu’nun bazı aksamı Dokuzuncu


Kolordu’nun muharebesine iştirak etmiş bulunuyor idi.
94 Bu adetlerin derece-i ehemmiyetini anlamak için Clausewitz’in 171’inci sahifede mün-
deric olan sözlerine müracaat oluna.

332
Millet-i Müselleha

terviç edecek surette ittihaza itina etmek iktiza eder. Ahvale nazaran tahallüf
etmesi tabiî olan bazı tertibat için ise ale’l-umum muharebede muteber olan
kavaid-i asliyeyi der-pîş-i nazar mülahaza etmek kifayet eder.
Evvelden musammem ve mukarrer olan “meydan muharebe”sinde iş
başka türlü bulunur.
Başkumandanlık tarafından vârid olan emre imtisalen aksam-ı askeriye
içtima etmişlerdir. “Meydan Muharebe”sinden evvel icra olunan muharebat-ı
cüz’iye-i mütekaddimede düşmanın ileri karakolları birinci avcı hendekleri
hattına ve sunî olarak tahkim edilen mahallere ricat ettirilmiştir ki düşmanın
daha kuvvetli bulunan kıtaatı onları himayeleri altına alırlar. Orduların
yek-diğerleriyle olan temasları gittikçe tezâyüd eder. Şimdi kılıçları bağlı
iki hasım gibi karşı karşıya durup birbirlerine bakıyorlar. Tarafeynden biri
daha kemâl-i gayret ve istical ile hatlarını tahkim etmeye çalışmakta ve
diğeri mesafât-ı ba‘îdeden menzil yürüyüşüyle şitâbân olan ordu aksamının
vüruduna kemâl-i iştiyak ile intizar etmektedir. Nihayet herşey hazırlandı.
Tecessüs ve keşif kolları daha önünde bile bir temas-ı mütemadi üzere
bulunuyorlar idi. Muharebeye vakt-i münasipten daha evvel şurû‘ etmemek
için temastan husule gelen piyade muharebelerini men‘ etmek hususunda
pek büyük zahmetler çekilmiş idi. Gece vakti semaya doğru aks-i ziya ettiren
ateşler düşmanın hâlâ pek yakın bulunduğunu ilam ederler. Başkumandanlar
karargâh-ı umumîsini hatt-ı harbin cephesine naklederler. Son geceyi belki
ordugâhların birinde geçirirler. Herkes gelmek üzere bulunan yevm-i
müntecin takarrübünü his ile kendisini hazırlamaya çalışır. Tarafeynden her
biri kuvvet ve imtidad-ı harp hususunda düşmana dair oldukça malumat
almıştır. Vakıa başlıca kuvvetler henüz kemâl-i dikkat ile geride bırakılır
ve mümkün olduğu mertebe düşmanın nazarından gizli tutulur. Mamafih
onların taksimatını tahminen keşfetmeye çalışılır.
Nihayet yek-diğerleriyle o kadar yakından temas etmiş bulunan
orduların bu temasından elzem hükmüne girmiş olan “muharebe”ye bede’ ve
mübaşeret olunması emri verilir. Muharebeye hâkim olacak olan fikr-i müdîr
daha evvelden karar-gîr olmuştur. Fikr-i mezkûr mukaddema icra olunan
istikşafattan müstahsal netâyice ve ordunun en mâhir zevatından müteşekkil
bir mahfel-i mahsus müzakeratıyla tetkikat-ı amîka-i evveliyeye müstenit
bulunur. Bütün harbin, icrasında hüküm-fermâ olan fikr-i aslîye bir irtibat-ı
mantıkî ile merbut olacağı ise vâreste-i kayd-ı tezkârdır. Orduyu kumanda
eden heyet mâhir ve tecrübe-dîde ise esbâb-ı muharebenin mükemmelen
tehiyye edilmiş bulunacağı bedihi olup binaenaleyh kuva-yı harbiye hüsn-i
suretle hesap edilmiş ve efrad-ı askeriye şeci ve cesur bulunmuş olur ise bir

333
Von der GOLTZ

hüsn-i netice istihsaline kemâl-i emniyet ile intizar olunabilir. Lâkin başlıca
nokta-i müntece büsbütün başka yerdedir.
Hiçbir muharebe evvelden tasavvur edildiği vechle güzerân etmez. Bu
muharebelerden her biri birtakım hâlât-ı fevka’l-memul izhar ve her birinin
suret-i cereyanı istenildiğinin gayri birtakım ahval-i mahsusa ibraz eder.
Binaenaleyh burada kumanda heyetinin en büyük vazifesi mukarreratı terk
ile ihtiraata müracaat ve nazariyatta doğru görülen hususattan sarf-ı nazar
ve onun icap ettirdiği tedâbîr-i mahsusayı ittihaza sâlih olan vakt-i münasibi
layıkıyla bulup intihap etmektir. Bu keyfiyet pek müşküldür. Muharebenin
suret-i cereyanı üzerine insan mukaddema kuvve-i muhayyilesinde husule
getirdiği tasvirden öyle kolaylıkla ayrılamaz. 1806 senesi Teşrinievvelinin
onuncu günü vuku bulan Saalfeld Meydan Muharebesi vekâyi‘-i âtiyeyi
evvelden tasvir etmek ne kadar muhataralı bir keyfiyet olduğunu ispat
etmiştir.
Prens Louis Ferdinand95 teşrinievvelin 9’uncu günü Rudolstadt civarında
bulunup Prusyalıların başlıca ordusunun pişdar kolu gelip kendisinin yerini
tuttuğu gibi Neustadt tarîkiyle Mittel-Poellnitz’de bütün ordusunu bir
mevziye yerleştirmeye karar vermiş olan Prens Hohenlohe ile birleşmeye
emir almış idi96.
O zamanlarda dağlar arasından geçmek üzere Rudolstadt’tan doğrudan
doğruya Neustadt’a isal edecek hiçbir yol bulunmadığından çâr ü nâçâr
Saalfeld tarîkiyle gitmek ve Saale Nehri üzerinde olan köprüden istifade
etmek lazım gelir idi. Hâlbuki Fransızlar bu köprüye pek yakın bulunmuş
olduklarından şayet köprü Fransız yedine düşmüş olsa Prens Louis
Ferdinand’ın Prens Hohenlohe ile olan irtibatı büsbütün münkati olur idi.
Binaenaleyh Prens Louis Ferdinand teşrinievvelin onuncu günü Saalfeld’e
doğru ilerilediği zaman pek iyi hareket etmiş idi. Saalfeld’e muvasalatında
orada tevakkuf etmesi dahi pek münasip idi. Çünkü Prusya’nın başlıca
ordusunun pişdar kolu henüz vürut etmemiş ve kendisi aldığı emre imtisalen
ona intizar etmek mecburiyetinde bulunmuş idi. Saale Nehri vadisinde ahz
olunan ve birçok kimseler tarafından zemm ve takbih edilen şayan-ı dikkat
mevzinin tutulması tabiî ve maslahata muvafık idi97.

95 Prens Louis Ferdinand 9.000 nefer kuvvetinde bulunan bir pişdar kolu kumandanı idi.
96 Mevziye yerleşmek hususunda olan bu niyetten daha teşrinievvelin 9’uncu günü sarf-ı
nazar edilmiş ise de ne çare ki bu keyfiyet vakit ve zamanıyla Prens Hohenlohe’a ihbar
edilememiştir.
97 Tabiyece pek fena icra edilen bazı tertibat-ı müteferria müstesna olmak üzere.

334
Millet-i Müselleha

Lâkin Prens mevziyi tuttuktan sonra ahval-i âtiye için zihninde tahayyül
ettiği tasvirden katî ve müntec bir zamanda bir türlü ayrılamadı. Kalbi,
Fransızları geçidin önünde şiddetli bir sadme ile ricata mecbur etmek şevk ve
gayretiyle memlû olup Fransızlara böyle parlak bir surette galebe ettikten ve
başlıca ordunun vürudunu gördükten sonra Poellnitz’de ordu ile birleşmek
için azimete niyet etmiş idi.
Filhakika ahval, müşârun-ileyhin tasavvuru vechle güzerân etmiş ola
idi bu hareket pek parlak bir muzafferiyeti intaç eder idi. Lâkin Fransızlar
tedbir ve ihtiyata riayet ederek orman ve dağlardan çıkıp taarruz etmeye
asla teşebbüs etmediler. Dağların tepelerinden aşağıda bulunan Prens ve
askerinin zaafını pekâlâ müşahade ediyorlar idi. Binaenaleyh kendisini
dağ yolları vesâtatıyla ihataya ve büyük bir kuvvet ile Prensi büsbütün
Saale Nehri’ne doğru tazyik için evvela sağ cenahı aleyhinde bir çevirme
hareketi icrasına başladılar. İşte bu sırada Prens için, tasavvur ettiği şeylerin
fiile çıkmayacağını anlayıp evvelden karar verdiği plandan sarf-ı nazar ile
ya Saale nehrinin öbür sahiline geçmek veyahut tekrar Rudolstadt’a avdet
etmek vakti gelmiş idi. Çünkü ancak bu suretler ile tehlikeden kurtulabilir
idi. Lâkin müşârun-ileyh artık serbest bulunmayıp evvelki tasavvuratının
dest-i teshîrinde bulunmuş olduğundan vakt-i münasip güzerân ederek
Fransızların hücumuyla askeri perişan olmuş ve kendisi dahi meydan-ı kâr-
zârda kahramanâne bir yolda terk-i can etmiş ve bu suretle vatanın birçok
güzel ümitlerini dahi kendisiyle beraber mezara götürmüştür.
Müşârun-ileyhin hâli evvelden tasavvur ve tehiyye edilen bir meydan
muharebesi esnasında mukaddema zihinde takarrür eden tasavvurat ve
mülahazattan asla inhiraf etmemeye çalışmak hususunun ne dereceye kadar
muzır olduğunu ispata kâfi bir misal addolunmaya şayandır.
Vionville Meydan Muharebesi’nden iki gün sonra yani 1870 senesi
Ağustosunun 18’inci günü vuku bulan muharebe evvelden tasmîm edilmiş
bir meydan muharebesi idi. Bu muharebe dahi evvelden matlup edildiğinden
daha başka bir surette cereyan etti. Düşmanın sağ cenahı zannolunan
mahalde bulunmuyor idi. Binaenaleyh cenah-ı mezkûr aleyhine icrası karar-
gîr olan çevirme hareketi hitam buluncaya kadar düşmanın cephesine karşı
ciddi bir taarruzda bulunmamak niyeti Dokuzuncu Kolordu’nun vakitsiz
olarak derin ve bir katî muharebeye tutuşmasından dolayı büsbütün boşa
çıktı. Bunun için bu muharebede eski plan kısmen erkân-ı harbiye heyeti ve
kısmen derece-i sâniyede olan kumandanlar tarafından tadil edilmiş oldu.
Tadilat-ı mezkûre iktizasınca umumen ordu tarafından düşmanın cephesine

335
Von der GOLTZ

daha ciddi bir taarruz icra ve ihata manevrası daha ziyade şimale doğru
temdit edilerek maksad-ı aslî turuk-ı cedide ile istihsal olundu. Matlup ve
müsammem bir meydan muharebesinde başkumandanın arîz ve amîk
mütalaa ile bir fikr-i müdîr istihzar etmesi lazım ise de muharebenin vekâyi‘-i
hakikiyesi cereyanını mütemadi bir nazar-ı tetkikten geçirmesine fikr-i
mezkûr mâni olmamalıdır. Böyle hâllerde daha işin bidayetinde serian karar
vermek hassasına o kadar ihtiyaç olmayıp belki lüzumu nadiren hissolunur.
Ahval-i meşrûhadan münfehim olacağı üzere tesadüfi meydan
muharebesiyle müsammem bir meydan muharebesinin başkumandanın
dirayet ve zekasından talep edecekleri hususat muhtelif olduğundan
başkumandan olan zatın hususat-ı mezkûrenin birinde fevkalade ibraz-ı
dirayet eylediği hâlde diğerinde layıkıyla eda-yı vazife edememesi hâlât-ı
muhtemeledendir.
Ezmine-i ahîrede vukua gelen cesim meydan muharebelerine bir
cenah aleyhinde icra olunan ihata taarruzları netice vermiştir. Bu husus
Büyük Frederick’in hatt-ı harb-ı mail ile icra ettiği taarruzların fikri
üzerine müessestir ki bu fikir kâffe-i muharebat mukaddemelerinde hâkim
bulunmalıdır. Elde bulunan bütün ordu ile düşmanın bütün kuvvetine
taarruz edilmeyip kuvvetin yalnız bir kısmına taarruz etmeye gayret olunur.
Taarruz eden taraf bir nokta üzerinde düşmana faik bir kuvvetle taarruz
eylediği hâlde ekseriya muzaffer olduğu cihetle bu fikir en doğru bir fikir
addolunmalıdır. Taarruzun kâffe-i envaından fikr-i mezkûr bir veya diğer
suretle nümâyân olur. Yalnız asr-ı mazide olduğu gibi düşmanın kendisine
taarruz edilmeyecek bir kısmını işgal etmeyerek hâlî üzere bırakmak asla
caiz değildir. Kendisini tevkif etmek için cidden taarruza lüzum hâsıl olur.
Orduların hareket hassası ve kumandanların istiklali bugünkü günde bir
derecede tezâyüd etmiştir ki artık müdafaa ordusunun bir nısfı mağlup
olmakta iken diğer nısfının seyirci olarak kalacağını asla memul etmemelidir.
İkisini dahi bir anda işgal etmek lazımdır. Vaktiyle bu maksadın istihsali
zımnında istimal olunan ve onların sayesinde maksadın istihsalini dahi
temin eden nümâyişler ve sahte taarruzlar şimdi pek eskimiş olduklarından
kaideten istihsal-i maksada kifayet edemezler. Muharebelerin mukaddematı
uzun bir müddet sürdüğü gibi böyle vesait-i zayıfa ile icra olunacak iğfalatın
devamına müsaade etmeyecek derecede olarak istikşafat hizmeti terakkî
etmiş ve erkân-ı harbiye heyetinin harekât-ı harbiyeyi mütalaada olan iktidarı
tevessü eylemiştir. Düşmanı iğfal etmek için meydan muharebesinin devr-i
evvelini teşkil eden muharebat-ı mütekaddime bir suret-i mütesaviyede

336
Millet-i Müselleha

ciddi olmak lazım olarak bu babda en büyük işi gören sınıf topçu sınıfıdır.
Taarruz eden taraf canibinden teşebbüs edilecek şiddetli bir top muharebesi
piyade sınıfının sadmesini istihzar ve teshil etmekle beraber nukât-ı saireye
doğru icra olunan harekât-ı harbiyeyi dahi setr ve temin edebilir. Bu top
muharebesine bakarak düşmanın bize isnat edeceği ve ona göre iyi veya fena
tedâbîr ittihazına mübaşeret eyleyeceği fikir ve niyeti bizzat muharebenin
tesir ve nüfuzundan neşet etmeyip büsbütün başka gûna esbâbdan neşet
eylemektedir.

Bu babda hâl-i sevkülceyşî, düşmanın âdâtı, tesadüfât, mukaddema


ahz olunan ahbar ve malumat, hutût-ı ricate ve ordunun aksam-ı sairesiyle
irtibat-ı mülahazatı bir tesir-i küllî icra ederler. İşte bu kemmiyyât en zeki bir
adama bile öyle bir heyecan esnasında neticesi pek kolay yanlış çıkacak bir
ihtimalât hesabı yaptırabilir.

Bu sırada taraf-ı mütearrız cihetinde darbe-i kat‘iye tedarikatı icra


edilmekte bulunur. Ordunun aksam-ı cesimesi ya mevâni‘-i arazi veyahut
ileride müşte‘il bulunan bir nâ’ire-i muharebe ile düşmanın nazarından
mestûr olarak üzerinde darbe-i kat‘iye icrası müsammem olan noktaya
doğru hareket ederler. Muharebe meydanını kaplayan barut dumanı ve
muharebenin şiddetli gürültüsü karar-ı katî vermiş olan mütearrızın ciddi
müttefikleri olarak görünmeksizin düşmanın mevziine takarrüp etmek için
kendisine muavenet ederler. İstikbalde dahi hedef-i aslî düşmanın cenahı
veya yanı olacaktır. Çünkü düşmana karşı en ziyade oralarda bir tefevvuk
istihsal olunabilir.

Mamafih 1870 Seferi muharebatına nispeten bu babda bazı tebeddülatın


zuhur etmesi şüphesizdir. Sefer-i mezkûr esnasında pek çok neticeler
ordunun bi’n-nisbe zayıf bulunan bir kısmı tarafından düşmanın yanı
aleyhinde icra olunan taarruzlar sayesinde istihsal olunmuştur. İstikbalde
bu hususun lakırdısı olamaz. Taraf-ı müdâfi‘ cenahlarını daha ziyade kuvvetli
yapmayı ve kıtaat-ı ihtiyatiyeyi hüsn-i suretle istimal ederek yanlarını temin
eylemeyi öğrenmiş bulunacaktır. İhata manevrasıyla dar ve zayıf bir yana
tesadüf ederek düşmanın bütün hatt-ı harbini düşürmek hususu artık
ümit edilemez. Belki burada dahi fakat başka bir tarzda olmak üzere cephe
muharebelerinin vukuu memul-i kavîdir. Vakıa taraf-ı müdâfi‘ için yine bir
mahzur mevcut olacaktır. O mahzur ise hiç hazırlanılmayan ve istenilmeyen
bir mahalde muharebeyi kabul etmeye mecbur olmasıdır.

337
Von der GOLTZ

Ondan başka muharebeye istediği bir kısm-ı askerîyi pek uzak mesafeden
celp etmek mecburiyetinde bulunacağı gibi taraf-ı mütearrız karar ve
tertibatıyla kendisinden evvel davranmış olacaktır. Lâkin bununla beraber
taraf-ı mütearrız dahi ordusunun bir kısmıyla değil, belki bütün kuvvetiyle
düşmanın yanı veya cenahı karşısında ispat-ı vücut etmek mecburiyetinde
bulunmuş olur.
Şimdiye kadar üç dört veya beş kolordu düşmanın cephesini tevkif ve
bir veya nısf-ı kolordu cenahlarından birini ihata etmiş ise bundan sonra
birinci hareket için ekalliyet ve ikinci hareket için ekseriyetin istimali yani
bu babdaki tertibatın ber-akis edilmesi lazım gelecektir.
Fakat bu keyfiyetin zikr ve tarifi icrasından daha kolaydır. Evvela
müdâfi‘in cephesine karşı hareket edecek olan kolordular adedinin azlığı
ekseriya düçar-ı tazyik ve müşkülat olacaktır. Çünkü bunlar kendilerine
kuvvetçe faik bir düşman ile uğraşmaya mecbur bulunacaklardır. İhata
manevrasına teşebbüs eden kolordular ise düşmanın mukabil taarruzuna
düçar olmak muhatara-i daimesinde bulunurlar. Her ne kadar bu mukabil
taarruzun icrası taraf-ı müdâfi‘ için haylice müşkül bir hareket ise de taraf-ı
mütearrız başkumandanı düşmanın böyle bir harekete teşebbüsü ihtimalini
daima der-pîş-i nazar mütalaa edeceğinden bu husus sebat ve metanetini
epey mütezelzil eder.
Sâniyen: İhata manevrası icra etmekte bulunan ordu aksam-ı cesimesini
karışıklık îkâ‘ etmeksizin mahdut bir mesafe dâhilinde hareket ettirmek pek
müşkül bir keyfiyettir. Bu manevrada herşey saat gibi işlemelidir. İşte bu
manevra muharebat-ı ahîrede olduğundan ziyade yanaşık nizamda bulunan
ordu aksam-ı cesimesini müttehiden hareket ettirmek için meleke ve
maharet ibraz etmek emrinde güzel bir fırsattır. Biz bu babda bir nev‘ “yek-
cihetî”den henüz kurtulamamışızdır. Biz yalnız esna-yı seferde en rahat ve
binaenaleyh kaide hükmünde olan şeyi yani ince ve üç Alman mili tûlündeki
yürüyüş kollarını kâbilü’l-icra addetmişiz.
Prens Frederick Charles 1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü
sabahleyin ordusuna bu kaideden inhiraf etmeyi emreylediği zaman, bu
inhirafın nâ-kâbil-i icra olduğunu ispat zımnında pek çok kişiler ref‘-i seda-
yı iştika ve itiraz etmişler idi. Hatta bu inihiraf,seferden sonra bile bazı
taraflardan düçar-ı takbih olmuştur.
İşte inhiraf-ı mebhûsün anh istikbalin hüsn-i kabul edeceği bir
teceddütün birinci vakası olmuştur. Prens Frederick Charles kumandası

338
Millet-i Müselleha

altında bulunan ordu altı kolordu ve iki süvari fırkası kuvvetinde olarak
sabahleyin cephesiyle Metz’den Mars La Toure tarîkiyle Verdün’e isal
eden caddeye karşı bulunup sağ cenahı önünde Rezonville ve sol cenahı
pîşgâhında Hannonville karyeleri bulunduğu hâlde 1 ½ Alman milinde bir
mesafe üzerinde durmuş idi. Bu ordu şimale doğru hareket ederek ba‘dehû
münasip bulduğuna göre ya sağa veya sola doğru tebdil-i istikamet edecek
idi. Çünkü rastgeleceği düşmana hangi tarafta tesadüf edeceğinden henüz
şüpheli idi. İleriye yürüyüş bir mil veya iki mil tûlünde olabileceği gibi sol
cenah için hakikatte üç milden daha ziyade mümted idi. Başkumandan olan
zat ordugâhta içtima eden kolordular yürüyüş nizamına vaz‘ ve yek-diğeri
arkasına rabt edilir ve mu’ahharen bunları muharebe nizamına vaz‘ etmek
lazım gelir ise bütün gün bu tertibat ile geçmiş ve askerin bütün bir kısmı
vakit ve zamanıyla muharebe meydanına vasıl olamamış bulunacağını
evvelden anlamış olduğundan, âtîdeki emirname-i umumîyi tahrir ve ısdâr
eylemiştir : “İleriye yürüyüş uzun yürüyüş kolları hâlinde icra olunmayarak
yanaşık fırkalar hâlinde icra olunacak ve kolordu topçusu fırkalar arasında
hareket ettirilecektir.” Her ne kadar bu emir kolorduların cümlesi tarafından
icra edilmemiş ve bazı tevakkuf ve temaslar zuhur etmiş ise de üç Alman
mili bu‘dunda bulunan muharebe meydanında ikinci ordunun bir gün
zarfında içtima etmesi yine emr-i mezkûr sayesinde vukua gelebilmiştir.
Emr-i mezkûrun zamanımız muahazesine düçar olması mücerred harekât-ı
cesime-i harbiye için dar yürüyüş kolları istimalini tavsiye eden ve kusursuz
addolunan kaide-i kadîmeye mugayir bulunmasından neşet etmiştir. Vakıa
bu kaide ahval-i adiye için pek doğru ise de bazı hâlât-ı istisnaiyede kaide-i
mezkûreden inhiraf etmekten hazer etmemelidir. Bu misillü hâlât-ı istisnaiye
müstakbeldeki muharebatta ve onlardan evvel icra olunan harekât-ı harbiye
esnasında pek çok defa zuhur edecektir.
Büyük Frederick bir gece yürüyüş icra ettikten sonra 1757 senesi
mayısının 6’ıncı günü sabahleyin 65.000 kişiden mürettep bir orduyu yanaşık
nizamda olarak Prag şehri civarında Avusturyalıların mevzisi karşısında
bulunan Jarosik Tepelerine cem‘ etmiş ve ondan sonra bütün bu kuvvet ile
yanaşık nizamda olarak mevâni‘i 1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü
Prens Fredrik Charles’ın mürur ettiği arazinin mevâni‘inden dûn kalmayan
bir araziden 1 ½ Alman mili kadar sola doğru hareket ederek öğle vaktine
doğru düşmanın ihata olunan sağ cenahına karşı katî bir taarruz icra etmek
üzere kuvve-i mezkûreye hatt-ı harp açtırmıştır. Napolyon Bonapart dahi
pek çok defalar mevcudu, bir kolordu mevcudunu mütecaviz bir kuvvet
ile sabahleyin hareket ederek bir istikameti takip etmiş iyi bir yürüyüş

339
Von der GOLTZ

icra ettikten sonra öğle vaktine doğru bütün kuvvet ile düşmana taarruza
muvaffak olmuştur. Prusyalıların eski “resm-i geçit tabiyesi” bile 20,25,28
taburu yanaşık nizamda ve bir istikamette olarak sevk ile onlara bir nokta
üzerinde müttehiden iş gördürmeye muvaffak olabilmişlerdir. Bunların
cümlesi yeniden lazım olacaktır. Müstakbelde cesim kolorduları bir nokta-i
müntece üzerinde vakit ve zamanıyla cem‘ etmek pek çok kereler ancak
yürüyüş kolları arzının tezyidiyle tûlünün tenkîsi, süvari ve topçusunun
caddeler üzerinde ve piyadenin caddelerin yan taraflarından hareket
ettirilmesi ve ağustosun 18’inci günü tasmîm eylediği vechle bir ordunun
ileride içtimaı fevkalade bir hâl zuhurunda fevkalade vesaite müracaat
lazımdır. Genişçe bir cadde üzerinde nısf-ı takım ile kol nizamında yürümek
ve bu suretle bir fırkanın yürüyüş kolu tûlünü yarım ve bir kolordu yürüyüş
kolunun tûlünü dahi bir buçuk Alman miline tenzil etmek her hâlde mümkün
olabilir98.
Taarruz eden taraf nikâb-ı leylden istifade etmeye dahi muktedir
olarak zulmet-i leyl sayesinde tedarikatını düşmanın nazar-ı tecessüsünden
setreylediği gibi düşman mevzisine gündüzün büyük bir zayiata düçar
olması muhakkak bir dereceye kadar takarrüp etmeye dahi muvaffak olabilir.
Taarruz eden taraf düşmana takarrüp için ateş içinden kat‘ etmeye mecbur
olacağı mesafeyi ihtisar emrinde elinde bulunan kâffe-i vesaiti istimal
etmelidir. Buna zayiattan içtinap etmekten ziyade mevzi üzerine edilecek
sadme-i kat‘iyenin kuvvet ve şiddetini evvelden düçar-ı zaaf etmemek için
gayret olunmalıdır.
1870 senesi Eylülünün birinci yani Nevasil Meydan Muharebesi’nin
ikinci günü Fransızların gece vakti ağustosun otuz birinci günü vuku bulan
muharebe esnasında iki taraf muamelat-ı harbiyesinin hedefi bulunmuş
olan karyelere bi’l-hücum zabt etmeye çalışmış oldukları haberi vasıl oldu.
İşte o zaman Prens Frederick Charles birinci defa olarak “ileride esliha-i
hazıranın şiddetinden naşi gündüzün zabt ve teshîri gayr-i kâbil olmayan
mevâki‘-i müstahkemeyi gece vakti zabt ederek ertesi günler onlar içinde sebat
ve mukavemet etmek lazım geleceği” fikrini beyan eyledi. Her hâlde gece,
bir muharebeyi hazırlamak için iktiza eden ve ekseriya mahdut bulunan
müddeti temdide hizmet edebilir. Vakıa bütün bu tedâbîr-i cebriyenin
harekât-ı harbiye esnasında istimali ancak lüzumunda caizdir. Çünkü bu
misillü tedbirler askeri ziyade yorarak kuvvetin kendisinden tamamıyla
istifade etmek istenilen bir kısmını mu‘attel bırakır. Birkaç günler imtidat

98 Meckel’in Tabiyesi’nin 182’inci sahifesine müracaat oluna.

340
Millet-i Müselleha

eden meydan muharebeleri geceleri icra olunan harekât-ı harbiyeden


nadiren mahrum bulunacaklardır.
Düşmanın cenah ve yanı aleyhine icra edilecek bir fiil-i katî, müdâfi‘înin
cephesine karşı icra olunacak hareket-i taarruziye ile mürafakat ve
mutabakatta olmalıdır. Orduların istiap ettikleri mesafât-ı azime ve yek-
diğerlerinin yanında icra-yı nüfuz eden kumandanların kesretinden naşi bu
harekette muvaffakiyet ancak tertibatın mükemmelen tanzimine menûttur.
Mamafih taraf-ı müdafaa irtikab-ı hatî’âta vakit ve meydan bırakılmak
için harekât-ı mütekaddime-i taarruziye akîbinde sadme-i kat‘iyenin icrasına
kıyam etmemek lazım geleceği gibi, harekât-ı mütekaddime-i taarruziye pek
çok uzattığı hâlde düşman harekât-ı mezkûrede ciddiyet olmadığını anlamaya
muvaffak olarak onların tesiri zail olacağından dolayı mukaddemat-ı
muharebenin dahi lüzumundan ziyade uzamasına cevaz verilemez. Bir
çeyrek saat az veya ziyade bir vakit büyük bir ehemmiyeti haiz ve netice-i
muharebenin zuhuruna bais olabilir. Darbe-i kat‘iye icrasının vakti geldiği
yakinen anlaşıldığı zaman düşmana tebdil-i istikamete vakit bırakmaksızın
hemen darbe-i mezkûrenin serian icrasına teşebbüs etmelidir. Ondan
başka bir de cenah üzerinde harekât-ı kat‘iyeye teşebbüs olunduğu sırada
düşmanın cephesi aleyhinde icra olunan harekât-ı taarruziyenin düçar-ı zaaf
olmayıp bilakis kuvvet bulmasına dikkat etmelidir.
Muharebe meydanında icra olunacak ihata manevrasının muharebeden
evvel icra olunan ihata manevralarından ziyade hutût-ı ricattan tebâ‘üdü
mucip olacağı mülahazasını başkumandan olan zat terk etmelidir. Çünkü
böyle bir mülahazaya karar vermek ve iş görmek iktidarını haylice tenkîs
etmiş olur. Binaenaleyh başkumandanın fikir ve nazarı daima ileriye doğru
müteveccih olmalıdır. “Önünde bulunan düşmanı mağlup eden taraf hutût-ı
ricatini en iyi temin etmiş olur.” Muharebe kâffe-i ahvale bir derecede hâkimdir
ki kuvve-i icraiyeyi tenkîse medâr olacağı her nev‘ şüpheler muharebe
esnasında sükûta mecbur olur. Kuva-yı cesime-i harbiyeyi bir sadme icrası
zımnında ileriye sevk eden bir iyi erkân-ı harbiye heyeti kuva-yı mezkûrenin
hutût-ı ricata nazaran nasıl bir vaziyet kesb edeceğini asla düşünmeyerek
daima sevk olunan kuvvetin hangi istikametten en çabuk ve en emin bir
surette istihsal-i maksada muvaffak olabileceğini tefekkür eder.
1870 senesi Ağustosunun 18’inci günü büyük bir meydan muharebesi
icra olunduğu ve Fransızların sağ cenahı aleyhinde ihata manevrası yapıldığı
esnada orduda istikameti değişmiş bir cephe ile muharebe edilmekte ve
bütün hutût-ı ricattan tebâ‘üd edilmiş bulunulmakta olduğu hiç kimsenin

341
Von der GOLTZ

hatırına gelmemiş idi. Çünkü kâffe-i inzar-ı dikkat geriye ve ricata doğru
değil ileride icra olunan harekât-ı taarruziyeye ve zafer ve galebeye doğru
müteveccih bulunuyor idi. İşte bunun içindir ki taarruz pek şiddetli bir
surette vukua geldi. Zaten her vakit böyle olmak lazım gelir.
Bir meydan muharebesinin tarifi sırasında bilmeyerek bir “taarruzî
muharebe” tarifine dalmışız. Zaten hangi Alman askeri başka türlü yapabilir
idi. Lâkin hubb-ı intizam “muharebe-i tedafüiye”den dahi bahsedilmesini
istilzam etmektedir.
Taarruz eden taraf daima cepheden ihtiraz eder. Çünkü taraf-ı müdâfi‘in
kuvveti cephede bulunduğundan taraf-ı mezkûr bu kuvvetine layıkıyla vâkıf
bulunmalıdır. Müdafaa tarafı cepheyi ileride bulunan arazinin her tarafını
kuvvetli ateş içinde bırakacak surette tertip etmiş ise bütün bir meydan
muharebesi günü ihtiyatlara müracaattan sarf-ı nazar edebilir. Binaenaleyh
düşmanın cephe veyahut üzerinde diğer bir muharebe meydanı taharrî
edeceğini bilerek bu ihtiyatları oralarda hazır tutmalıdır.
Yanlar taraf-ı müdâfi‘ için “Achilles’in topukları”dır99.
Lâkin ekseriya ahval yanlardan birinin bi’t-tercih daha ziyade veyahut
büsbütün tehdit olunduğunu gösterir. İşte elde bulunan ihtiyatlar bu yan
üzerine sevk olunmalıdır.
Emr-i müdafaa düçar-ı atalet olmamak için mümkün mertebe şiddet
ile mukavemet ve muharebe etmek iktiza eder. Zaten müdafaa sözünde bir
kere kumandanların efkâr ve mukarreratını zapt eden kurşun gibi bir sıklet
vardır.
Ezmine-i cedide muharebelerinde ihata tehdidi altında bulunan cenahı,
mevziyi temdit ile himaye etmek pek çok defalar tecrübe ve gayret edilmiş ise
de mevzinin bu vechle temdidi münasebetiyle cenah-ı mezkûr gittikçe kesb-i
zaaf ederek nihayet bu temdide mukabil olarak yalnız daha ziyade bir mesafe
ileriye doğru ihata manevrası temdide mecbur olan düşman tarafından
bütün mevzi suhuletle düşürülebilmiştir. Cenahların himayesi müteharrik
ordu aksamı vesâtatıyla daha suhuletle icra olunacağına mutekittir, bu

99 Achilles, Truva muharebe-i atîkası kahramanlarından biri olup şeyhü’l-şuara meşhur


Homeros tarafından menkul eş‘ârda tavsif olunmuş ve kâffe-i elsine-i garbiyenin bazı
teşbihatında numune-i cesaret ve şecaat olarak gösterilmekte bulunmuştur. Bâlâda mez-
kûr “Achilles’in topukları” sözü bir şeyin en ziyade müteessir olacağı tarafı demektir ki
Homeros’un rivayetine nazaran Achilles ancak topuklarından cerîhadâr olabilir vücudunun
başka bir tarafına hiçbir silah tesir etmez imiş. Li’l-mütercim

342
Millet-i Müselleha

kollar bulundukları araziye merbut olmayıp ihata manevrasını icra etmekte


bulunan düşmana mukabele ve ona mukavemet etmelidir.
Lisaine Meydan Muharebesi esnasında Almanlar mevzi-i tedafüîlerinin
sağ cenahları istikametinde ve dört kilometre mesafede olarak müstakil bir
müfreze bulundurarak mezkûr müfrezeye dahi 1871 senesi Kanunusanisinin
onaltıncı günü sabahleyin erkenden taarruz eden düşmanın yanı aleyhine
bir mukabil taarruz icrasına emir vermişler idi. Fransızlar dahi büyücek
kuvvetler ile oraya gelmiş olduklarından bu niyetin mevki-i fiile çıkmasına
mâni olmuşlar ise de yine bu husus bu yolda bir müdafaaya pek güzel bir
misal olabilir. Bu misal, intizar olunduğu hâlde vukua gelmeyen bir meydan
muharebesi planına dâhildir.
1870 senesi seferinin bidayetinde Almanların İkinci Ordusu Marnheim
civarında bir muharebe meydanı intihap ve şayet Fransızlar daha evvel hâl-i
taarruzîye iltizam ederler ise onlara burada intizar eylemeye niyet ettiler.
Dört kolordu cepheyi teşkil edip birer kolordu sağ ve sol cenahlarda yanları
himaye için manevra icra edecek ve bir kolordu dahi umum ihtiyatı teşkil
eyleyecek idi. Taraf-ı müdâfi‘ ne kadar müteharrik olur ve kendisini evvelki
mahalle ne derecede az merbut bulundurur ise o nispette kuvvetli bulunur.
Hareket ve faaliyet esna-yı seferde miknet ve kuvvete mübeddel olur.
Taraf-ı müdâfi‘ harekât-ı harbiye esnasında olduğu gibi muharebe
meydanında dahi düşmanın ihata manevrası icra etmesi için cepheden icra
edeceği taarruzlara pek suhuletle mukabele ederek taarruzat-ı mezkûreyi
semeresiz bırakabilir. Vakıa böyle bir şey için ziyade metanet, ciyâdet-i fikir
ve müsait vakitleri tefrik zımnında şiddetli bir sürat-i intikale ihtiyaç vardır.
Çünkü bu misillü bir mukabil taarruz müdâfi‘îni bir daire-i ateşin ta ortasına
ilkâ eder.
Lâkin müşkül olan bir şey müşkül olmak ile beraber yine muhal değildir.
1870 senesi Ağustosunun on sekizinci günü Fransızların Hassa Ordusu’nu
Fransızların sol değil sağ cenahları gerisinde bir ihtiyat olarak farz ve St.Privat
Tepelerinde bir Napolyon Bonapart’ın bulunduğunu kabul eder isek Prusya
Hassa Kolordusu’nun taarruzu düçar-ı atalet olduğu ve Saksonyalıların ihata
manevrası henüz bir tesir göstermemiş bulunduğu esnada taraf-ı müdâfi‘in
Fransızların St.Marie aux Chenes istikametinde ve şiddet-i muharebe ile
mevcutları ziyadesiyle tenakus etmiş, kuvvetleri tükenmiş olan taburlarımız
aleyhinde bir mukabil hücum icra etmeleri Fransızlar için muvaffakiyat-ı
azimeyi bâdî olur idi.

343
Von der GOLTZ

Mamafih ekseriya edildiği gibi bu misillü bazı hâlâttan ihata manevrası


aleyhinde bir kaide-i umumiye-i itiraziye istihraç etmek pek büyük bir
hata olur. Bugünkü günde muharebe esnasında düşmanın yanlardan birini
dolaşmak gayret ve emeli büsbütün tabiî bir hâl olduğu düşünülmeksizin
“ihata cinneti” aleyhinde pek çok kereler takbih-âmîz sözler söylenmektedir.
Ondan başka bu manevra ordumuzun teşkilat-ı esasiyesi ruhunda
mündemiçtir. Bir kıt‘a-i askeriye düşmana tesadüf edip de hatt-ı harp açtıktan
sonra düşmanın hatt-ı harbini yarmaya muvaffak olamaz ise mutlaka olduğu
yerde durup muharebe etmek mecburiyetinde kalır. Onun civarında bulunan
diğer bir kıt‘a-i askeriye muharebe meydanına vasıl olarak bu yolda düşmana
galebe etmek pek güç olacağını gördüğünden ve bu kıt‘anın kumandanı
istiklale, hod be-hod harekete ve işi güzelce tetkik ve mütalaa ettikten sonra
mesuliyeti der-uhde ederek ifa-yı vazifeye alışmış ve bu yolda terbiye edilmiş
olduğundan kendisine daha ziyade sürat ve suhulet ile ilerlemeye müsait
yolları kendisi ayrıca olarak taharrî eder.
İşte bundan düşmanın yanına doğru bir temas-ı mütemadi ile gittikçe
kesb-i imtidat eden bir ihata hareketi husule gelir. Lâkin Noisseville, Beaune,
La Rolande, Beaugency, Lisaine ve mevâki‘-i saire muharebeleri, sırf cephevî
bir taarruzdan ne kadar az ümid-i muvaffakiyyet mevcut olabileceğini pekâlâ
ispat etmektedir. Neticeleri ihata taarruzu ile istihsal edilen büyük meydan
muharebelerinde ihata manevrası icra-yı tesir edinceye kadar güzerân eden
müddet esnasındaki ahvali der-pîş-i nazar dikkat edecek olur isek yine bu
fikir ve kanaati kazanmış oluruz. Spicheren, Wörth, St.Privat vesair meydan
muharebeleri taarruz-ı cephevîyi bize zayiat-ı külliyeye bais olmakla beraber
netice-i kat‘iye istihsaline kâfi olmayan semeresiz bir mücadele olarak
irâ’e etmektedir. Tesir-i esliha muharebeye netice verir ise de bu tesirin
tezâyüdüne ihata manevrası kadar hiçbir şey hizmet edemez. Çünkü ihata
manevrası düşmanı muharebe meydanının dar bir mesafesi dâhilinde ortaya
alıp mıkrazvârî gelen mermiyat cereyanları arasında bırakır. Sedan misillü
“muhasara edici” bir meydan muharebesi ise bu tesir-i mâhîyi fevkalade bir
derecede ibraz eder. Miralay Blume müdafaa ve taarruz bahsine hitam vermek
için pek doğru olarak şu sözü söylemişdir : “Bi’l-cümle kuva-yı harbiyemizin
bir zamanda hareket ile düşmanın yan ve cephesi aleyhinde ihata usulünde
bir taarruz icra eylemesi hâl-i taarruzînin hâl-i tedafüîye karşı nail-i galebe ve
muvaffakiyet olmasına en âlâ bir tarîk ve vasıtadır100”.

100 Miralay Bulume’nin “Sevkülceyş” nam eserinin 170’inci sahifesine müracaat oluna.

344
Millet-i Müselleha

Vakıa pek zayıf olan ihata taarruzları istikbalde mutlaka tesirsiz


kalacağı gibi daha kuvvetli olan taarruzları mevzinin cenahları istikametinde
tabiye edilen müstakil kolorduların mâhirâne bir hareketiyle veyahut taraf-ı
müdâfi‘in cenahı gerisinde hazır tutulmuş bir ihtiyat kolordusu vesâtatıyla
men‘ ve tedbirsiz taarruzlar dahi şiddetli bir mukabil taarruz ile mücazât
edilebilecektir.
Bununla beraber ihtiyat manevrası ve ona olan meyl ve inhimak ret
ve cerh olunamaz. Bazı muharrirlerin tavsiye ettikleri gibi ittihaz edilecek
bir meslek ve iltizam olunacak bir usul-i terbiye ile askerimizi düşmanın
cephesi önüne getirip ilanihaye orada muharebe ettirecek olsak galebât
ve muzafferiyât yerine mutlaka mağlubiyet ve hezimetlere nail olmuş olur.
İhata manevrası aleyhinde edilen bu itirazatta, esna-yı muharebede kuva-
yı askeriyeyi dağılmış ve tabiye cüz’ü-tâmmlarının yek-diğerlerine karışmış
olduklarını görmek endişesinden başka bir de her bir büyük seferden sonra
tabiyede tebeddülat-ı kat‘iye lüzumu fikir ve itikat müphemi mevcuttur.
Ekseriya nazar-ı dikkate çarpmış bir hâl dahi buna isnat olunabilir. Şöyle
ki, muzaffer olan taraf seferi takip eden sulh ve asayiş esnasında mağlubun
hatlarını kabul ve taklide ve kendisinde mevcut bulunmuş olan muhassenâtı
köşe-i müsamahada bulundurmaya bir inhimak gösterir. Muzafferiyeti
istihsale hizmet eden esbâbın aksi, mahzâ onların aksi olduğu için iltizam
edilmektedir. Maiyetinde bulunan her zabite kendi dirayet ve zekasına
muvafık hareket etmek için büyük bir müsaade vererek ibraz-ı kuvvet etmiş
olan bir taraf, sefer akîbinde ıslahat-ı askeriyesine zabitlerin tahdid-i istiklal
ve mezuniyetleriyle mübaşeret eder.
Birisi muharebe esnasında muhtelif kumanda heyetleri yek-diğerlerine
merbut olmayarak ve fakat her biri bir maksad-ı aslîye hizmet ettiği cihetle
nail-i muzafferiyet olmuş iken sulh zamanında birtakım tertibat-ı vâhiye ve
kavaid-i teşrifatiye ihdasına kıyam ve diğer biri dahi muzafferiyeti ancak
kuva-yı harbiyeyi esirgememek sayesinde istihsal etmiş iken zayiattan içtinap
kavaidi taharrîsine başlar. Bir başkası da muharebe esnasında bir netice-i
kat‘iye istihsal olunacağı sırada süvarinin pek cüzî bir iş görebildiğini defaat
ile müşahede etmiş olduğundan istikbalde vücud-ı nâzenîn-i muzafferiyetin
mutlaka kuvvetli bir süvarinin hecematıyla dest-i iğtinama geçeceğini
tahayyül eder. Nihayet birisi de hengâm-ı seferde hasmının istihkâm üstüne
istihkâm yapmak için tâb ü tüvânını tükettiğini görmüş olduğundan sıkı sıkı
kazmaya müracaat edilmesini vaaz ve nasihat etmektedir.
Her bir şeyin ve hatta en iyi bir şeyin bile kendisine mahsus birtakım
mahzurları vardır. İşte “mücedditler tecdit” için bu misillü mahzurlara

345
Von der GOLTZ

sarılmakta ve banyonun suyu ile beraber içindeki çocuğu dahi sokağa


dökmektedir. Veyahut kendileri o nev‘ adamlardandır ki muvaffak olmadıkları
her bir şeyde yalnız meydana çıkarılmaya muhtaç ve muvaffakiyet-i
müstakileyi temine kâfi bir kuvvet-i cedide keşfederler. Bu heyecanlı ve
endişeli cinnet kuvve-i mümeyyizelerinin bütün serbestî ve bî-tarafîsini
kaybettirdiği cihetle harbe dair neticeleri mutlaka hezimet ve mağlubiyetten
gayri şey olmayan birtakım karışık ve safsatalı kavaid ihdas ederler.
Cesim harpler ekseriya usul-i harpte bazı teceddüdatı istilzam ederler
ise de teceddüdat-ı mezkûreyi bi’l-iltizam taharrî etmek asla caiz değildir.
Bu teceddüdat birtakım esbâb-ı basiteden neşet ile kendilerini cebren kabul
ettirirler. Vakıa ihata taarruzunda muharebenin muzafferiyet için “yegâne”
değil ancak “en müessir” bir vasıtası görülmelidir. Bazı hâlât zuhur edebilir ki
mevâni‘-i tabiîye veya suniye bir ihata manevrasının icrasına büsbütün mâni
bulunur. “Set istihkâmâtı” arasında tesis edilen mevâzi‘-i müstahkemeyi
dolaşmak ve ihata etmek mümkün değildir. Bununla beraber mevâzi‘-i
mezkûreyi zabt etmek lazımdır.
“Cepheye karşı taarruz” bazı ahvalde kendisinden içtinap olunmaz bir
hareket bulunur. Lâkin bununla “bütün cepheye” yine “ciddiyet-i kâmile” ile
taarruz etmek lazım geleceği anlaşılmasın. Çünkü böyle bir hareket ile her
nev‘ usul-i harbin en esaslı kaidesi olan “kuvvetin kısm-ı azamını bir nokta-i
müntece üzerine sevk etmek” kaidesine daha bidayet-i emirde halel getirilmiş
olur idi. Her hangi taraf her cihetten aynı surette “kuvvetli” bulunur ise o
taraf mutlaka her cihetten bir suret-i mütesaviyede “zayıf” bulunur.
Binaenaleyh asıl ciddî taarruz bir cenaha hasr ile cepheyi işgal yani
daha zayıf bir kuvvet ile düçar-ı taarruz etmelidir. Çünkü cephe üzerinde
düşmanın hatt-ı harbini yarmak menfaatinden sarf-ı nazar dahi edilebilir.
Darbe-i kat‘iye icrasına memur olacak askeri düşmana bildirmeksizin intihap
olunan cenah karşısına muharebeden evvel sevk ve cem‘ etmek nadiren
mümkün olabilir. Bunun için bu keyfiyet ekseriya muharebe esnasında vukua
gelir. Hücum ve sadmeyi hazırlayan topçu taarruzu topların dumanıyla
hatt-ı harp gerisinde icra olunan harekât-ı harbiyeyi dahi setreder. Birçok
top bataryaları düşmanın bütün hatt-ı harp cephesi karşısında şiddetli bir
ateşe başlamadıktan sonra darbe-i kat‘iye için asker cem‘ine asla teşebbüs
etmemelidir. Hatt-ı harbi karşısında bulunan ordu aksamı ne derecede
cephesine takarrüp edecek olur ise düşmanın nazar-ı dikkati dahi cephesi
ilerisinde vukua gelen hâlâta o nispette masruf ve münhasır bulunur.
Binaenaleyh düşmana asıl tehdit olunan noktadan nazar-ı dikkatini
çevirmek için icra olunan bu sahte taarruzun katî bir taarruz olduğunu

346
Millet-i Müselleha

inandırmak daha suhuletli olur. Lâkin bununla düşmanı iğfale memur olan
askerin muhatarası dahi tezâyüd etmiş olur. Onlar düşmanın yakınında
bulunduklarından düşman kendi tarafından mukabil taarruzlara kıyam
ederek cephe muharebesine evvelden tasmîm verebilir. Böyle bir hâlde
taarruz eden tarafa hemen kazmaya müracaat ile siperler inşa ve onların
arkasında müdâfi‘înin mukabil taarruzlarına mukavemet etmek tavsiye
edilmektedir. Bu vasıta tehlikelidir. Çünkü bu tertibat-ı tedafüiyeyi müşahede
eden düşman taarruz-ı katînin o nokta üzerinde vuku bulmayacağını derhâl
anladı. Mamafih bu çareye büsbütün nazar-ı istihkar ile bakmamalıdır. Belki
asker büyük bir boş mesafe kat‘ etmeye mecbur olmaksızın son hücumu icra
edebilmek için buna bir ikinci defa dahi müracaat etmek iktiza eder.
Hareket ve manevra icrası taraf-ı müdâfi‘e bir cenah aleyhinde icra
olunan taarruz ve gerekse bir ihata taarruzu esnasında pek büyük bir hizmet
edebilir. Kendisi hâle pek çabuk vâkıf olduğu takdirde tehdit edilmeyen
cenah üzerinden ilerleyip cephesi karşısında bulunan düşmanı düşürmeye
ve içtima üzere bulunan düşman kollarının hareketlerini tatile mecbur ve
onları karışıklığa düçar edebilir.
Harekât-ı taarruziye düçar-ı zaaf olduğu esnada düçar-ı taarruz olan
cenahı üzerinde aynıyla hareket ederek parlak muvaffakiyetlere dahi nail
olması muhtemeldir. Lâkin bunun için ihata taarruzuna karşı icra edilen
mukabil taarruzda olduğu gibi büyük bir metanet ve büyük bir kuvvet
lazımdır.
Bir cenaha icra olunan taarruz mazhar-ı muvaffakiyet olduğu takdirde
muharebenin cereyan-ı âtîsi esnasında ekseriya bir ihata taarruzuna
mübeddel olur. Zira düşmanı düşürmek şevk ve emeli düşmanın mağlup
olan cenahının merkeze doğru çekilerek himaye ve irtibat istihsali zımnında
gösterdiği emel kadar tabiîdir. Bu vechle ise taarruz eden taraf ihata
manevrası için evvelden bulamamış olduğu mahal ve mesafeyi bulmuş olur.
Bunun içindir ki müstakbelde zuhur edecek meydan muharebelerinde
dahi cenah üzerine taarruz, merkez aleyhine taarruzdan daha ziyade vuku
bulacaktır. Merkez aleyhine icra olunan taarruz mazhar-ı muvaffakiyet olduğu
takdirde neticesi düşmanı yarıp perişan etmek ise de muharebe meydanında
hatt-ı müdafaa cephesinin metanet-i tabiîyesinden naşi pek çok müşkülata
galebe etmek mecburiyetinde bulunur. Hücum eden tarafın ilerilediği
nispette düşman tarafından ihata edileceği bedihi olup bu hâl ise şimdiki
eslihanın menziline nazaran Napolyon Bonapart’ın zamanında olduğundan
pek çok ziyade muhataralıdır. Her hâlde düşmanın hatt-ı harbi yarıldığı

347
Von der GOLTZ

zaman açılacak gedik oldukça vasi olmalı ve o sırada düşmanın cenahları


layıkıyla işgal edilmiş bulunmalıdır. Bu misillü bir taarruz düşmanın hatt-ı
harbine odun yarmaya mahsus bir kama sokmaya teşbih edilmekte ise de
bugünkü günde bu teşbihin hüküm ve kıymeti olamaz. Çünkü odun yarmaya
mahsus olan kama pek az geniş olduğundan müdâfi‘înin mikrazvârî olan
ateşi arasında kalarak pek çabuk parçalanıp mahvolabilir.
Cepheden olarak düşmanın hatt-ı harbini yarmak iyi askere ve kan
dökülmekten asla ihtiraz etmeyen mükemmel bir sebat ve metanete
muhtaçtır.
Bundan sonra bu nev‘ bir taarruza hiçbir vakit bir sadme-i kat‘iye
nazarıyla bakılamaz. Belki ona arasıra düçar-ı tatil olarak taze askerin
yetişmesiyle tekrar teşebbüs edilen uzun bir “gedik açmak” ameliyatı
nazarıyla bakılabilir. Ameliyat esnasında vukua gelen fasılalarda ise ileriye
doğru kazanılan her bir hatveyi ameliyat-ı istihkamiye ile temin etmek yani
mevzi üzerine getirmek iktiza eder. Binaenaleyh müstakbelde cesim cephe
muharebeleri ale’l-umum bu şekilde nümâyân olacak ve birkaç günler
imtidat edecektir. Bu muharebeler esnasında ise ne derecede zayiat vukua
geleceği anlaşılabilir.
1870 seferinin Ağustosunun 14’üncü gününden 18’inci gününe kadar
görülen vekâyi‘ misillü müstakbelde birçok vekâyi‘in yek-diğerlerini takip ile
bir silsile teşkil etmeleri akrab ihtimaldir.
Lâkin buhran ne kadar şiddetli olur ise içinden muvaffakiyetle çıkacak
tarafın istihsal eylediği semerât dahi o nispette mühim olmalıdır. Böyle bir
buhranın icap ettireceği fedakârlığın fevkalade cesametiyle beraber her
hâlde işin bidayetinde ve daha sonraları daima cesim ve katî bir meydan
muharebesine karar vermek ve onu taharrî etmek elzem olup harpte ise
böyle katî bir meydan muharebesine muzafferâne bir surette hitam vermek
için kâffe-i kuva-yı maddiye ve maneviyeyi ortaya koymak kadar hakîmâne
bir kaide olamaz. Muharebe meydanında muzaffer olan bir ordu bütün
dârü’l-harekât üzerinde dahi muzaffer olmuş olur. Böyle bir muzafferiyet
hâlinde bütün şüpheler birdenbire zail olup o anda ahvale hâkim olursunuz.

348
Onbirinci Fasıl
Takip, Muzafferiyyetten İstifade, Ricat

Biri hâl-i taarruz üzere bulunan ve diğeri müdafaa hâlinde olan iki
ordu muharebe esnasında hatt-ı ricatlerinden tebâ‘üde mecbur olmaları
fenn-i harbe dair ortaya atılan hatalı birtakım nazariyatın bize ekseriya
inandırdıkları kadar büyük bir ehemmiyeti haiz bir keyfiyet değildir.
Hususiyle bugünkü günde cesim orduların hassa-i teharrükü muvakkaten
terk olunan hutût-ı ricati tekrar ele geçirmeyi ziyadesiyle teshil eder. Zaten
hutût-ı ricattan müneffek bulunmak muhatarası ancak bir hezimet akîbinde
düşmanın takibi vukuunda tehlikeli olabilir. Muharebenin akîbinde takip ise
muharebat-ı ahîrede asla vukua gelmediği bi’t-tecrübe sabit olduktan başka
kaideten dahi vukua gelmemesi meydan muharebelerinin hâl ve tabiatından
neşet etmektedir.
Meydan muharebelerinin mesafât-ı cesimesi, umumî muharebenin
müteaddit muharebelerine ve meydan muharebelerine inkisamı, esliha-i
hazıra menzili hasebiyle dost ile düşman beyninde bulunan bu‘d ve mesafenin
cesameti, nezarete ber-vechle mâni olur ki muharebe-i kat‘iye vuku bulan
günün akşam üstü başkumandan hâlin suret-i umumiyede neye müncer
olduğunu pek güç anlayabilir. Vakitsiz mübaşeret edilecek bir takip ile bir
mukabil taarruzu davet etmek ihtirazı ve muzafferiyeti tevsi gayretinde
iken onu büsbütün elden çıkarmak endişesi daima baş gösterecektir. Bir
muzafferiyete mazhar olmuş bulunmak his ve memnuniyetiyle muharebe
meydanından ayrılmak kâfidir. İşin ne hâle müncer olduğu ancak mağlup
olan tarafın ricati tamam olduktan sonra layıkıyla anlaşılır.
Binaenaleyh “ahval-i adiye” sırasında muharebeden sonra ancak ertesi
günü sabahleyin başkumandanlık canibinden tertibat-ı cedide ittihaz
olunabileceği anlaşılabilir. Lâkin o zaman dahi düşmanı doğrudan doğruya
takip vakti geçmiş bulunur. Ondan başka muharebe akîbinde bir takip
hareketi tertip etmeye ancak başkumandanlığın iktidarı vardır.
Her bir muharebe fevkalade bir heyecana ve kuva-yı maddiye ve
maneviyenin derece-i nihayede bir yorgunluğuna bâdî olduğundan “akîb-i

349
Von der GOLTZ

muvaffekiyette bir atalet zuhuru tabiî bir neticedir.” Muzafferiyet istihsal


olunduktan sonra başka fedakârlıklar ihtiyarı bir emr-i fuzûlî olduğu veyahut
daha ziyade istihsal edilecek muvaffakiyatın ihtiyar olunacak fedakârlık ile
mütenasip olamayacağı his ve itikadı hüküm-fermâ olmaya başlar.
“Hatt-ı harpte yek-diğeri yanında duran kolordulardan her biri takibin
lüzumunu hissetse bile bu takibe diğer bir kolordunun başlamasına muntazır
olur.”Çünkü bâlâda dahi söylemiş olduğumuz vechle kendisinin en ziyade
mihnet ve meşakkate uğradığı ve en şiddetli bir muharebe içinde bulunmuş
olduğu itikadında bulunur ve her biri en büyük bir muhatara geçirmiş
olduğunu zanneder.
Bir ihata taarruzunun şekli ise ihatada muvaffakiyyet husulü takdirinde
bir merkez noktasına müteveccihen manevra icrasıyla meşgul olacak olan
kıtaat-ı askeriyeyi yek-diğerlerine karıştıracağı şüphesiz olup en muhtelif
cüz’ü-tâmmlar bir “kalaydoskop” dâhilindeki eşkal misillü yek-diğerleriyle
ihtilat ederler. Asker muharebe esnasında ne kadar ziyade şecaat ile harp
etmiş ve ne derecede ziyade ilerlemiş bulunur ise bu karışıklık keyfiyeti dahi
o nispette ziyade olur. Muharebenin hitamı zamanında birinci hat üzerinde
yanaşık nizamda olarak yalnız bir emre muntazır kıtaat-ı askeriyeye nadiren
tesadüf olunabilir. Henüz muharebeye girmemiş taze kıtaat-ı askeriye ise o
esnada ancak hâlât-ı istisnaiyede orada ispat-ı vücut edebilir. Daha ziyade
geride bulunan kıtaat ise takip edebilmek için ahval-i muharebeden pek az
şey görebilir.
Muharebe meydanından doğrudan doğruya icra olunan parlak takip
hareketlerine dair en yeni misaller ale’l-umum Napolyon Bonapart devrine
müsadiftir. Büyük Frederick devri bu hususlarda pek fakir olarak Mollwitz,
Hohenfriedberg ve Czaslau muharebelerinde takip hareketi icra olunmadığı
gibi Rossbach ve Leuthen muharebelerinden sonra bu hareket icra olunmuş
ise de bizim tasavvur ettiğimiz derece-i vasiada vukua gelmemiştir. Büyük
Frederick’in hasımları Kolin, Hochkirch ve Kunersdorf muharebelerinden
sonra kendisinin savuşmasına mâni olamamışlardır. Bunun sebebinin bir
kısmı ancak bütün ordunun yanaşık olmasında iş görmeye kâfi bir kuvvet
gören o vakitteki nizam-ı harbin münasebetsizliği idi. Zira takip için bütün
orduyu harekete getirmek pek müşkül bir keyfiyet olur idi. Sebebin bir kısmı
dahi idare-i harp hakkında o vakitler mevcut bulunmuş olan efkâr-ı batılaya
racidir. O vakitler henüz şimdiki gibi müdebbirâne hareket etmek ve kâffe-i
teşebbüsatın serian ve mantıka muvafık bir surette cereyanının fevkalade
derece-i ehemmiyeti bilinmeyip şövalyeliğe mahsus bir tevekküle tebaiyet

350
Millet-i Müselleha

edilir ve her ne kadar bazı kereler pek kanlı muharebeler dahi vuku bulmuş
ise de yine zamanımızda olduğu gibi işe askerlik sanatına mahsus bir dikkat
ve ciddiyet-i kâmile verilmez idi.
General Clausewitz bu babda der ki :

“Evvelki muharebeler bir esas-ı mahduda mübteni ve dar bir mesafe


dâhilinde müteharrik olarak pek çok şeylerde olduğu gibi takipte dahi cüzî
bir şey ile iktifa etmek bir âdet-i meriye hükmüne girmiş idi. Muzafferiyet
kumandanlar için en esaslı bir madde bulunmuş olduğundan, düşmanın kuva-
yı asliyesini izale etmek emr-i ehemmine pek az sarf-ı fikir edilir idi. Düşmanın
kuva-yı asliyesini mahv ve izale onların nazarında başlıca çare değil harbin
müteaddit çarelerinden biri olduğundan, sefere hitam vermek için yegâne çare
bu olduğunu hatırlarına bile getirmezler idi.”

“Binaenaleyh hasımları kendi kılıcını yere eğdiği gibi onlar da kılıçlarını


kınlara sokmaya o nispette müheyya idiler. Muharebe meydanında bir netice-i
kat‘iye husule geldiği gibi harbe hitam vermek onların indinde âdeta bir emr-i
tabiî olarak ondan öteye dökülecek bir kan indlerinde lüzumsuz bir zulm ve
itisaf eseri idi.”

“Bu hikmet-i bâtıla bi’l-cümle harekât-ı harbiyelerinin esasını teşkil


etmemiş ise bile hiç olmaz ise kendilerine muharebeye devam için kuvvetlerinin
tükenmiş olduğunu inandıracak bir nokta-i nazar teşkil ve bu nokta-i nazar
fikir ve hareketlerini teshîr eyler idi.”

Bu hâl Napolyon Bonapart’ın zuhuruyla beraber tebeddül etti. O vakit


harpte kuva-yı askeriyenin suret-i tabiîyede istimaline mübaşeret olunarak
ordular aksamının kumandanları daha büyük bir muhtariyete nail olmuş
ve imparator düşmanlarının mahv ve izalesi hususunu maksad-ı aslî ittihaz
eylemiş idi. Müşârun-ileyh muzafferiyatını fasılasız, mütarekesiz şiddetli bir
takip ile ikmal eder idi.

1806 senesinde ise bu takiplerin en parlak bulunan birini icra etti.


Çünkü bir taraftan Lübeck ve diğer taraftan Vistula Nehri’ne kadar ileriye
tecavüzü firar üzere bulunan ordular enkazı aleyhinde âdeta merhametsizce
bir şikâr hareketi idi.

Bu babda Napolyon Bonapart’tan kendisinin en şiddetli düşmanı


olup Lübeck’e kadar bilâ merhamet takip ve ifnâsına sa‘y eylediği General
Blucher kadar hiçbir kimse ders almamıştır. General Blucher bu sırada

351
Von der GOLTZ

Napolyon’dan gördüğü şiddet ve itisaftan mu’ahharen derece-i kâfiyede


olarak ahz-ı intikama muvaffak olmuştur. Katzbach Muharebesi’nden sonra
icra olunan takip Napolyon Bonapart’ın en âlâ icraat-ı harbiyesi idâdında
olarak imparatorun muharebesi olan Waterloo muharebe-i meşhuresinin
Fransızlar için bir hezimet-i kâmileye mübeddel olması dahi ancak General
Blucher’in muharebe akîbinde izâ‘a-i vakt etmeksizin takibe mübaşeret
etmesinden neşet eylemesi tesadüfat-ı garibedendir.

Lâkin şurasını dahi ferâmuş etmemeliyiz ki o devirde usul-i harp kavaid-i


atîkadan kurtulmuş bulunduğu hâlde esliha-i atîkadan asla kurtulamamış idi.
Binâberîn muharebeler pek yakın bir mesafeden icra olunur idi.
Bugünkü günde muzaffer olan bir piyade zayiat-ı külliyeye düçar olduktan
sonra düşman mevzisine cebren duhul ettiği zaman, düşmandan mevzi
derûnunda bırakmış olduğu maktûlîn ve mecruhînden başka nadiren bir
eser bulabilir. Uzakta bulunan bir sıra tepelerden veya bir orman kenarından
veyahut bir karyeden edilen ateşi ve ricat hareketini setreden topçunun
ameliyatını gördükte düşmanın hangi istikametten savuştuğunu ancak o
vakit anlayabilir. Karyeler civarında daha yakından muharebe edilir ise de
bu misillü muharebelere askerin pek cüzî bir kısmı iştirak eder.
Bugünkü günde dahi ancak insan ve bârgîr kuvvetiyle takip olunabilir.
Ricati setre ve takip eden askerin hareketini men‘e çalışan topçunun tesiri
ise evâ’ilde olduğuna nispeten üç misli daha ziyade olduğu gibi ricata mecbur
edilen düşmana yetişmek için kat‘ olunacak mesafe dahi üç misli ziyadedir.
Mevâzi‘-i asliyeden ateş ile düşmana yetişmek mümkün olduğu müddetçe
ateşin tesirinden layıkıyla istifade etmek için asla hareket olunmaz. Gerek bu
hâl gerekse bütün piyadenin ava yayılmış bulunması ve ihata taarruzlarının
yek-diğerlerine karışması keyfiyetleri Könnigratz Muharebesi’nden sonra
Avusturya’nın mağlup olan ordusunun üç mil tûlünde bir yan yürüyüş ile
Pardubitz Köprüsü’nden savuşmaya muvaffak olması esbâbını ve 1870 ve
1871 seferlerinde takip hareketinin asla icra olunmamasının sır ve hikmetini
pekâlâ izah ederler.
Lâkin şurasını dahi inkâr olunamaz ki muharebede muvaffakiyetten
doğrudan doğruya istifade etmeye mâni bir sebeb-i âhar daha mevcut
bulunmuştur. Biz esfâr-ı âhîrede başkumandanlığın istihsal-i maksat
emrinde münasip görüp emreylediği teşebbüsat-ı cesimeyi fevkalade bir
gayret ile icra etmişizdir. Efkâr-ı sevkülceyşî Metz, Sedan ve Paris vakalarında
cüz’iyâtına varıncaya kadar mevki-i fiile getirilmiş ve bu icraattan fevk-i

352
Millet-i Müselleha

mâ-yetesavver netâyic ve muvaffakiyat istihsal edilmiştir. Lâkin bizim


usul-i harbimiz alicenabâne bir sükûnet tabiatına mâlik bulunmuş ve bu
tabiat muzafferiyetten sonra Napolyon Bonapart’ta görüldüğü gibi kin ve
gareze mübeddel olmamıştır. Müşârun-ileyhin kalbi düşmanları hakkında
kin ve adavet ile memlû ve muzafferiyetten istifade zımnında icra eylediği
şiddetli ve zalimâne takipler bu hissin neticesi bulunmuştur. En büyük
başkumandanların yüreklerinde bile hüküm süren mahv ve tahrip hiss-i
şeytanîsidir ki kendilerini “bizzat” muharebeye iştirak etmeye ve takibatı
derece-i nihayeye isal eylemeye teşvik eder idi. Bize ise esfâr-ı ahîre esnasında
hiss-i insaniyet en katî zamanlarda ve daha ziyade muvaffakiyet istihsali
melhuz olan vakitlerde bile “artık elverir!” sözünü söylemiştir. Hissiyat-ı
mezkûre yerine kin ve adaveti ikame edecek olur isek âtîdeki harplerde
muharebe akîbinde doğrudan doğruya parlak bir takip icrası nadiren vukua
gelir ise de yine vukuu büsbütün muhal olmaz.
Katzbach Meydan Muharebesi’nden sonra General Blucher’in
emirnamesi şu mealde idi : “Galebe etmek kâfi olmayıp galebeden istifade
yolunu dahi bilmek iktiza eder. Biz düşmanı yakından takip etmeyecek olur isek
düşman bittabi durup bize tekrar mukavemet edeceğinden, bir muharebeden
cüret ve cesaret ile iş görüldüğü zaman her ne derecede muvaffakiyet istihsali
mümkün ise o dereceye kadar istihsaline gayret etmeliyiz.” İşte müşârun-ileyh
Blucher’in şu sözleri takip hareketinin tabiat ve ehemmiyetini pek güzel tarif
ve izah etmektedir. Kazanılmış bir meydan muharebesinden muzafferiyet
taçları toplamak kolay olduğu kadar hiçbir yerde kolay değildir. Çünkü
düşman o sırada hiss-i zaafa mağlup olarak tahlisi mümkün olan şeyi tahlis
etmek için muvakkaten mukavemeti terk eder.
Vakıa bu hissi “muzafferiyet” sözüyle tavsif ettiğimiz her vakadan sonra
ricat üzere bulunan düşmanın kalbini istila etmez. Biz Almanlar, kavaid-i
fen tarafından her muharebeden sonra kalplerde husulü talep olunan hisse
Fransızların yazdıkları tarih-i harplerde “victoire” sözüyle tavsif ettikleri her
bir vakadan sonra mâlik olmuş olsa idik memleketimize büsbütün meyus
olarak avdet etmiş olur idik. Muzafferiyet ile muzafferiyet arasında – her
ne kadar bu kelimeye daima bir mana verilmekte ise de – yine pek büyük
fark vardır. Yanımızda şimdi düşman ordusunun adi bir ricatla inhizam-ı
küllîsi miyânındaki derecâtın her birine ayrıca bir nam vermeye muktedir
bulunmuş olan yeni bir Bülow mevcut değildir101.

101 General Bülow Prusya generallerinden olup Leipzig ve Waterloo muharebat-ı


meşhuresinde ibraz-ı gayret ve maharet eylemiştir. Li’l-mütercim

353
Von der GOLTZ

Pek çok kere düşman mahall-i ma‘rekeden ricata mecbur edilmiş


değil belki yalnız teşvik olunmuş iken yine âdet-i kadîmeye ittibâ‘en hem
de bihakkın olmak üzere “galebe edildiği” söylenmektedir. Fakat bu misillü
muzafferiyetlerden sonra takip hareketi ekseriya muharebe-i kat‘iyeyi
tecditten gayri bir manaya gelmez.
Bu babda ancak ricata bede’ eden orduda hiss-i mağlubiyetin ne
dereceye kadar tesir ve nüfuz eylemiş olduğu hususu bir mikyas-ı muteber
addolunabilir. Ne zaman ki bu his adi bir nefere kadar intikal eylemiş ise
ancak o zaman takip hareketine netâyic hissine istihzar etmiş olur. Napolyon
Bonapart bile muzaffer olmuş iken yine Grosse-Goerschen ve hatta Bautzen
Muharebesi’nden sonra dahi takibe muktedir olamamıştır.
Ancak parlak ve aşikâr muzafferiyetlerden sonra takip hareketinden
bahsolunabilir.
Lâkin burada dahi tertibat-ı mahsusa ittihazına ihtiyaç vardır. Esfâr-ı
ahîrede istimal olunduğu vechle tahrirî emirnameler vesâtatıyla takip emri
vermek daima tesirsiz kalacaktır. Mezkûr emirnameleri yazan başkumandan
karargâh-ı umumîye avdet edip emirnameyi mahalline isale memur olan
emir zabitleri dahi esb-süvâr olarak gecenin karanlığına dalıp giderler.
Zabitan-ı mûmâ-ileyhüm muharebeden sonra husule gelen karışıklıkta pek
müşkül olan erkân-ı harbiye heyetlerini buluncaya kadar birçok taharriyâtta
bulunmaya mecbur olurlar. Kolordu kumandanı maiyetinde bulunan
fırkalardan en ileride olan fırkanın kumandanına bir emr-i cedit irsal ederek
elinden geldiği mertebede vazifesini ifa eder. Bir emir zabiti daha zulmet-i
leyle dalarak koşar gider. Tulû‘-ı şems ile beraber emirname pişdar koluna
vasıl olur. Pişdar kolu ise o sırada fart-ı meşakla tedarik edebildiği biraz odun
ve erzak ile yemek pişirmek saddında iken birdenbire hareket ile takibe
mecbur olur. Lâkin emirnamenin biraz eskimiş olan tarihi bu hareketin
tesirini tenkîs eder.
Binaenaleyh bu emirden husule gelen yegâne tesir kaideten ileri
karakollarında bulunan süvari bölüklerinin evvelden mutasavvver
olduğundan daha erken rahatlarını bozmaktan ve onları düşmanın arkasından
sevk etmekten gayri bir şey olamaz. Süvari bölükleri ileride bulunan birinci
bir mâniye kadar gidip orada düşmanın geride kalmış olan perakende askeri,
harap köprüler veya sair mâniler kendilerini durmaya mecbur ederler. Biraz
sonra ordunun kısm-ı küllîsi vasıl olarak mevâni‘i bertaraf eder. Ahval-i
müsaidede kaideten bir yevmiye yürüyüşü kadar ileriye varılarak ba‘dehû

354
Millet-i Müselleha

tevakkuf olunur. Filhakika düşmanın geride kalmış olan askerine taarruz


edilmiş ve bir miktar ganâ’im-i harbiye dahi ele geçirilmiş ise de muharrib
bir takip icra olunamamıştır.

Bâlâda tarif eylediğimiz şey bir tasvir-i muhayyel olmayıp esna-yı harp
ve seferde pek çok kere nümâyân olan bir tasvir-i hakikidir. Takip hareketine
ciddi bir kuvvet veren şey ancak harbe mahsus bir kin ve garezdir. Bizzat işe
iştirak etmek lazım olup binaenaleyh muharebe akîbinde başkumandanın
bizzat tertibat-ı lazıme icrasına teşebbüs etmesi iktiza eder. Başkumandan
bizzat elde bulunmuş olan taze taburları veya süvari cemiyetlerini takibe
sevk ve kendisi zulmet-i leyl içinde onlara refakat ederek hâl ve hareketlerini
mütemadiyen teftiş edecek olur ise takip hareketinden ancak o zaman
netâyic-i hasene intizar olunabilir.

Mağlup olan askere kendisinden asla memul edilmeyen bir yürüyüş


iktidarını ita eden esbâbı pekâlâ biliriz102.

Muzaffer olan tarafta esbâb-ı muharrike-i mezkûre mefkûd olduğundan


burada kuvve-i muharrike bâlâdan gelmelidir, yoksa düşmana yetişmek
hiçbir vakit mümkün olamaz.

Yalnız kuva-yı harbiyenin sarf ve istimalinde hüsn-i tasarruf edilmiş ve


muzafferiyetin istihsali dahi pek müşkül bulunmamış olduğu zaman takip
için icap eden vesait mevcut olabilir. Muharebeye sokulmamış olan kuvvetler
muharebenin hitamına doğru müheyya bulunmalıdır. O anda vukua gelen
ve henüz gelmekte bulunan hâlâtı tefekkür ve mülahaza ile endişe üzere
bulunan başkumandan bu hususu pek suhuletle nazar-ı dikkatinden dûr
edebilir. Yakın zamanlarda bu gibi hâllerde istihbarat hizmetini ifaya memur
bir zabitin tayini teklif olunduğu gibi bu misillü nihayet için rüteb-i aliden
birini haiz bir erkân-ı harbiye zabitinin tayini lüzumu beyan ve hususun bilâ
ihmal mevki-i icraya konulması teklif edilmiştir.

Filhakika böyle bir tedbir muvafık-ı maslahat olabilir. Lâkin bu zabitin


kolorduların idaresi üzerine hiçbir nüfuzu olmayacağı cihetle onun ihtaratı
ancak başkumandan tarafından mesmu olup da mevki-i fiile çıkarıldığı
takdirde bais-i istifade olabilecektir. Binâberîn takip için lazım gelen kâffe-i
tertibat ve harekâtın hakiki manivelası yine başkumandandan ibaret
bulunmuş kalmış olur.

102 262’nci sahifeye müracaat oluna.

355
Von der GOLTZ

Takipte asıl iş görecek sınıf süvari sınıfı olduğundan, takip esnasında


süvari kumandanları başkumandanın en mühim muavinleridir. Bâlâdan
emir gelmediği hâlde mesuliyeti der-uhde ederek takibe müsâra‘at hususu
en ziyade süvari sınıfına bir vazife olarak tahmil edilebilir. Bugünkü günde
meydan muharebesi esnasında süvari sınıfının istihsal-i muvaffakiyatına
karşı birçok mevâni‘ mevcut ise de muharebenin hitamıyla mevâni‘-i mezkûre
dahi zail olur. Düşman piyadesinin kuvvet ve intizamı düçar-ı inkisar olmuş
ve cephanesi tükenmiş olduğu gibi umumî ricata tebaiyet lüzumu dahi onu
ricat hengâmında muvakkaten siper ittihaz eylediği mevâni‘i terke mecbur
etmektedir.

Binaenaleyh burada ricat üzere bulunan cemiyetler aleyhinde icra


olunacak cesim süvari hücumları muvaffakiyat-ı azimeyi mucip olabilir.
Mamafih düşmanın ricat hareketini setreden topçuyu dahi izale etmek iktiza
eder.

Bunun için takip hareketinde birçok bataryalar dahi mevcut olmalıdır.


Hatt-ı harbin gerisinde tevkif edilmiş bulunan süvari fırkalarının süvari
topları ekseriya çoktan muharebeye azimet etmiş bulunacağından, bu
topların muharebedeki mevkilerinden iade ve cephanelerinin tecdit edilmesi
veyahut ihtiyat olmak üzere birkaç bataryanın el altında hazır bulundurulması
iktiza eder. Bütün bu tedâbîr ve tertibatı evvelden düşünmek lazımdır. Zira
onlara daha sonra teşebbüs edilecek olur ise fiiliyat ve icraat vakt-i münasibi
kaçırılmış bulunur.

Piyade askeri zaten düşmana temas üzere ise ava yayılmış bulunduğu
cihetle layıkıyla idaresi müşkül olarak civarda yanaşık kol nizamında bazı
kıtaata tesadüf etmek dahi mümkün ise de bunlar nadiren bir cüz’ü-tâmma
mensup bulunurlar. Hâlbuki cesim cüz’ü-tâmmların daima daha şiddetli bir
tesir icra eyledikleri öteden beri malumdur.

Mamafih burada iş kuvvetten ziyade sürate mütevakkıf olarak en


yakında ele geçirilebilecek kıtaat-ı askeriyeyi her nerede ve nasıl bulunur ise
bulunsunlar revâbıt-ı esasiyelerine asla bakmaksızın derhâl kumanda altına
alarak maksada hizmet ettirmek zamanı gelmiş sayılır.

Düşman yalnız bir caddede takip olunduğu zaman elinde biraz daha taze
asker bulunduğu hâlde mezkûr caddeyi daima seddedebileceğinden, takip
hareketine münasip bir arzda olarak bede’ ve mübaşeret etmek lazımdır.

356
Millet-i Müselleha

Muzafferiyetten “bir istifade-i muvakkate” ve “bir istifade-i umumiye”


istihsali el ele gitmelidir.

Esfâr-ı ahîrede muharebe meydanından doğrudan doğruya icra olunmuş


mükemmel takip hareketleri pek az zuhura gelmiş ise de muzafferiyetten
parlak surette istifade etmek hususu yine mefkûd bulunmamıştır. Lâkin bu
istifade başka bir şekil ve surette nümâyân olarak teşebbüsat-ı cedideyi hitam
bulan muharebe ile rabt etmek hususundan ibaret idi. Muharebe-i mezkûre
derhâl mesele-i sevkülceyşîde bir kemmiyyet-i cedide addolunarak ona göre
hesabât-ı cedideye mübaşeret edilir idi. Bunun netâyici doğrudan doğruya
icra olunan takibin neticeleri gibi serî‘ü’l-zuhur olmamakla beraber daha
mühim idiler. Zaten onlar daima bir ehemmiyet-i azimeyi haiz bulunacaktır.
Galip olan taraf, muharebe akîbinde istihsali mümkün olan fevâ’idden sarf-ı
nazar etse bile bu muharebe ile kendisi ahval-i sevkülceyşîde daha kuvvetli
ve hasmı daha zayıf olması hususundan fevâ’id-i kesîre iktitaf etmiş olur.
İktitaf eylediği fevâ’id ise muharebede muzaffer olduktan sonra kendisinde
hisseylediği serbestî-i hareket, nefsine olan emniyetinin tezâyüdü ve düşmana
faik bulunmak his ve itikadı ve mukarreratta emniyet hususatından neşet
edecek muvaffakiyattır. Ertesi sabah dahi bir iş görülmeksizin geçirilmiş
olsa yine o günün akşamı daha büyük makâsıdın istihsali yolunda harekât-ı
cesime-i harbiyeye yeniden ve hem de daha büyük bir cesaret ve metanet ile
mübaşeret edilmiş olduğu görülür.

Bu nev‘ muzafferiyetten istifadenin en güzel misali 1870 senesi


Ağustosunun 19’uncu yani Gravolette–St.Privat cesim meydan muharebesinin
ertesi günü görülmüştür. Burada dahi vukuatın netice-i umumiyesi
anlaşılıncaya kadar birkaç saatler mürur etti. Kalenin civarı mâni olmamış
olsa idi bile yine bir takibin vakti çoktan geçmiş idi. Lâkin öğle vaktine doğru
evâmir-i cedide neşrolundu. Evâmir-i mezkûre ise muharebe akîbinde zuhur
eden netâyicden değil, istikbal için iktiza eden makâsıddan bâhis idi. Ordunun
bir kısmı mağlup olan düşmanı Metz Kalesi’nde muhasaraya ve diğer kısmı
derhâl garba doğru azimete memur olmuş ve yeni bir ordu teşkil edilerek
müstakil bir kumandan altına verilmiş ve kumanda ve idare-i levazım ve
saire için iktiza eden kâffe-i şu‘bât-ı idare yeniden teşkil ve kendisine terfik
edilmiştir. Binaenaleyh maksûd olan harb-ı umumînin tervici emrinde bir
gün bile zayi edilmedi. Vakıa muzafferiyetten istifade için eslem tarîk bu idi.

Muzaffer olan taraf muharebenin hitamıyla beraber menâfi‘-i


azimesini düşünebilir. Çünkü bu sırada iradesi düşmanın iradesine asla

357
Von der GOLTZ

tabi olmadığından istihsalini emel eylediği makâsıda doğru hiçbir mâniye


tesadüf etmeksizin hareket edebilir. Böyle bir hâl-i müsaidin zuhuru anlaşılır
anlaşılmaz bir saatinin bile ziyaı caiz olamaz. Kazanılmış bir muharebeyi
takip eden zamanda herkes istihsal olunan muvaffakiyet meserretiyle esna-
yı harp ve seferde istikbalin maziden ziyade ehemmiyetli olduğuna ferâmuş
eder. Hâlbuki başkumandanın en ziyade ibraz-ı kâr-güzârî etmesi lazım
gelen zaman bu zamandır. Bir meydan muharebesinden sonra muzafferiyeti
ilan için yaylım ateşi icra ettirerek ve mutantan resm-i âyinler ederek
istihsalinden dolayı mesrûr bulunduğu muzafferiyetin fevâ’idini kaybetmiş
bazı başkumandanlar vardır.

Mağlup olan taraf ise büsbütün başka bir hâlde bulunur. Kendisi
menâfi‘-i azimesini düşünmek hususunda muvakkaten sarf-ı nazar etmeye
ve herşeyden evvel hâlini temin eylemeye kendisini mecbur görür. İşte o
sırada onun en ziyade tesirini mucip olan zaaf dahi bundan neşet etmektedir.
Ricat demek o vakte kadar takip edilen bir maksad-ı harbiyeden sarf-ı nazar
ve tarîk-i selamet ve emniyeti taharrî etmek demektir103.

Taraf-ı mağlup, topçusunun himayesine sığınarak muharebe


meydanından çekilmiştir. Gross-Goerschen Muharebesi’nden sonra olduğu
gibi muzaffer olan düşmana karşı kesîr ve mükemmel bir süvari sevk
edebildiği hâlde kendisinin bu hareketi ziyade teshil edilmiş bulunur. Burada
bütün mesai düşman ile kendisi arasında mümkün mertebe ziyade bir
mesafe kazanmak hususunda masruftur ki düşman yakından olarak tazyik-i
mütemadide bulunamasın. Takip eden düşmandan bir mesafe kazanmak için
en âlâ çare birçok bataryalara mâlik bir dümdar olduğunu zaten biliriz. Lâkin
düşman kuvvetçe faik bulunduğu cihetle cebren olarak kendisinden bir
şey istihsal etmek nadiren mümkün olabilir. Bunun için düşmanı aldatmak
zımnında fırsat düştükçe iğfalata müracaat icap eder. Pek çok kere bir hata-yı
esasî olarak zemm ve takbih olunarak “hutût-ı mütebâ‘ide üzere ricat” burada
düşmanı iğfal için en iyi bir vasıta addolunabilir104.

Düşman ne taraftan daha ziyade kuvvetle takip edeceğini layıkıyla


anlayamaz ise takip hareketi dahi düçar-ı atalet olur ve kendisi bu suretle

103 Vakıa daha müsait ahvale intizar için ihtiyarî olarak icra edilen ricat bu cümleye dâhil
değildir. Biz yalnız ricat-i ıztırârîden bahsediyoruz.
104 Hutût-ı mütebâ‘ide üzere ricat ettikten ve düşmanı iğfal eyledikten sonra tekrar hutût-ı
mütekâribe ile içtima filhakika bazı ahvalde gayet nafi bir hareket ise de 1806 Seferi’nde
Prusya Ordusu bu hareketten mazarrat-ı azime görmüştür. Li’l-mütercim.

358
Millet-i Müselleha

iğfal edilmiş bulunur. Müteaddit istikametlerden vârid olan ahbar ve


malumatın içinden çıkıp bir netice istihraç etmek, mağlubîn bir caddeden
ricat eylediği zaman vârid olan ahbardan bir netice istihsalinden fevkalade
ziyade müşkül olur. Malumdur ki Fransızların Büyük Loire Ordusu 1770
senesi Kanunuevvelinde ikinci Orleans Meydan Muharebesi’nden sonra
hutût-ı mütebâ‘ide üzere olarak bir ricat hareketi icra eylemiştir. Muzaffer
olan Almanlar bu ordunun ta ortasına kadar tecavüz ve Orleans şehrini zabt
ve teshîr ettikleri zaman düşmanı cenuba doğru ve Vierzon istikametinde
olarak önlerinde buldular .
Orleans’a, Fransızların 15,16 ve 18’inci Kolordularına mensup esirler
getirildi. Lâkin düşmana Loire Nehri’nin akıntısı istikametinde olarak
Boaugency mevkii civarında dahi tesadüf olunmuş ve düşmanın 15,16 ve
17’nci Kolordularının o istikametten savuşmuş ve kuvvetli imdatlar dahi
almış oldukları işitilmiştir. Loire Nehri’nin menbaına doğru olan istikamette
Vierzon civarında dahi kuvvetli bir düşmana tesadüf olunmuş ve cumhuriyetin
15,16,18 ve 20’nci Kolordularına mensup adamlara rastgelmiştir. Velhâsıl
düşmanın bütün kolorduları yek-diğerlerine karışmış zannolunabilir idi.
Binâberîn takibin hangi istikametten icra olunmak lazım geleceği sualine
cevap vermek pek müşkül bir keyfiyet bulunmuştur. Almanlar muzaffer
olmakla beraber yine hâlleri fevkalade müşkülat içinde idi. General Chanzy’nin
Beaugency mevkiindeki mukavemeti evvelden tasavvur olunduğundan
ziyade bir ciddiyet ve ehemmiyet kesb ettiği anda dahi mukaddema Bourges
ve Nevers istikametinde ilerlemek hususunda verilen karardan sarf-ı nazar
etmek lazım geldi. Lâkin bu sırada General Bourbaki taarruzdan kurtulmaya
ve yeni imdat almış olan ordusunu Fransa’nın cihet-i şarkiyesi istikametinde
hareket ettirmeye muvaffak olmuştur.
Hutût-ı mütebâ‘ide üzerinde icra olunan ricat hareketi geriye yürüyüş
icra eden askeri müteaddit caddeler üzerine getireceğinden ricatini
ziyadesiyle teshil eder. Filhakika bu hareketin daima bir mahzur-ı azimi
vardır. Çünkü daha biraz evvel vuku bulan meydan muharebesi kuvve-i
mevcudenin düşmana faik bulunmadığını ispat etmiş iken yine bu hareketi
icra için kuvve-i mevcudenin taksimine teşebbüs edilir. Binaenaleyh
muvaffakiyyetli bir mukavemeti hatıra bile getirmemelidir. Lâkin ricat
esnasında ekseriya muharebe etmek matlup olmayıp muharebeden mehmâ-
emken içtinap edileceğinden “kuvve-i mevcudenin bir arada bulunmasına
dahi ihtiyaç olmayıp” inkisamın kâffe-i fevâ’idden bihakkın ve hem de
mükemmelen istifade olunabilir. Düşman takibinden sarf-ı nazar eyledikten

359
Von der GOLTZ

sonra tekrar içtima etmek hususunun nazar-ı dikkat ve ehemmiyetten asla


uzak tutulamayacağı bedihidir.
Orleans Muharebesi’nden sonra hutût-ı mütebâ‘ide üzere ricati emreden
General d’Aurelle de Paladines dahi mu’ahharen umum kuvvetin Sauldre
Havzası’nda içtimaına karar vermiş idi. Vakıa General bu içtimaya Sauldre
Havzası’nda değil belki Cher veya Indre Havzası’nda muvaffak olabilir idi.
Kendisini bu içtimayı fiile getirmekten ancak o sırada kumandanlıktan
infisâli men‘ etmiştir.
Prusya kralı Büyük Frederick dahi hutût-ı mütebâ‘ide üzere ricati defaat
ile istimal etmiş ve fakat 1757 senesinde bu hareketi muvaffakiyet ile icra
edememiştir.
Her ne zaman ricat esnasında muharebe etmek memul bulunur ise o
zaman bütün kuvveti bir arada tutmak iktiza eder. Lâkin istikametten ricat
olunduğu esnada bile düşmanı aldatmak mümkün olabilir. Caddenin yan
tarafında alınacak mevâzi‘ düşmanı kendilerine doğru celp ve yanlış bir
istikamette olarak hatt-ı harp açmaya mecbur edebilir ki bu suretle her
nev‘ ricat harekâtının esas-ı mühimmi bulunan “vakit” kazanılmış olur.
Menzilleri ziyade olan esliha-i nâriye bu misillü teşebbüsatı teshil eder. Uzak
bir mesafeden düşmana doğru icra edilecek bir mermiyat yağmuru düşmanı
teveffuka ve belki de kolbaşı hizasında içtimaya mecbur ederek, kendisinin
bu hâline sebebiyet veren asker bu sırada ricat için epey bir vakit ve fırsat
bulmuş olur. Ricat eden asker mâhir ve cüretli olur ise vakit kazanma için
yan tarafta vaki mevâzi‘in her nev‘ini hüsn-i suretle istimal edebilir.
Bir ricat hareketinin istikamet-i evveliyesi ale’l-umum ve bi’l-mecburiye
iltizam edilmiş bir istikamettir. Çünkü mağlup olan asker düşman elinden en
çabuk kurtulmak için kendisine en ziyade müsait olan yolları intihap eder.
Herşeyden evvel askeri cem‘ ve kendisini biraz tanzim etmesi lazım gelir.
Başkumandan geriye doğru akın akın gelen askeri bir kere cem‘ ettikten
sonra bi’l-mecburiye iltizam edilen istikameti, istikamet-i tabiîyeye tebdil
edebilir.
Bu istikamet kendisini en yakın bulunan imdatlara veyahut en yakın bir
mâninin veya bir kalenin himayesi altına isal eder. Ricat üzere olan askeri
melcâ’ına mehmâ-emken daha çabuk isale gayret etmelidir. Zira mağlup olan
orduları uzun ricatlar kadar düçar-ı felaket eden hiçbir şey yoktur. Kısa bir
ricat nadiren zayiat-ı külliyeye sebebiyet verir. Mütemadi vuku bulan ricatlar
esnasında mutlaka zuhur eden vaktin uzunluğu, yorgunluk ve meyusiyet

360
Millet-i Müselleha

muzaffer olan tarafın dest-i iğtinamına toplar, esirler, esbâb-ı nakliye ve


birçok zahire terk ve teslim eder.
Ondan sonra mağlup olan taraf için selameti düşünmek hususunda
mümkün mertebe daha evvel sarf-ı nazarla yine makâsıd-ı umumiyeyi der-
pîş-i nazar-ı dikkat etmek zamanı gelir. Muamelat-ı harbiyede kendisi için
bir nokta-i inhiraf husule getirecek şey en ziyade – velevki derece-i sâniyede
bir ehemmiyeti haiz olsun – muvaffakiyetli bir muharebedir. Mağlubiyet
ve hezimet tesirini ancak bir galibiyet ve muvaffakiyet izale edebilir.
Binaenaleyh mağlup olan ordu, kendisinde tekrar kuvvet hisseder etmez
böyle bir muvaffakiyeti taharrî etmelidir. Burada iş, kazanılacak muharebenin
makâsıd-ı umumiye-i harbiyeye muvafık olup olmadığı hususunda değil ancak
her ne fedakârlık olur ise olsun bir muharebe kazanmaktadır. Bunun için
burada tasdik-gerde-i umum olan kavaid-i harbiyeden inhiraf ve düşmanın
başlıca ordusundan yüz çevirerek ikinci derecede bir kuvvette olan ordu
aksamından birisine teveccüh edilir ise bu hareket asla takbih olunamaz.
Çünkü ikinci derecede kuvvette bir ordu kısmına teveccüh etmesi ancak onu
mağlup edebilmek ümidinden neşet etmiş bir teşebbüstür. Büyük Frederick
1757 senesi ağustosunda Avusturya’nın Zittau mevkii civarında bulunan
başlıca ordusunu General Bevern’in mütereddit tarassudu altında bırakarak
kendisi bizzat daha az ehemmiyetli ve daha az faal bulunan düşman aleyhine
yani imparatorluk ordusuyla Fransızlara karşı teveccüh ettiği zaman bu
vechle hareket etmiş idi. Müşârun-ileyh tabiyevî bir muvaffakiyeti en kolay
istihsal edebileceği bir yeri aramakta ve muvaffakiyet-i mezkûreyi semeratı
için değil belki icra edeceği tesirat-ı maneviye için arzu etmekte idi.
Ricat eden bir ordunun düçar-ı zaaf olan kuva-yı maneviyesini
canlandırmak için her nev‘ vesaite müracaattan sarf-ı nazar etmemeli
ve bu hususta tekâsül ve müsamahadan begâyet içtinap eylemelidir. İşte
başkumandanın ve umum heyet-i zabitanın nüfuzu en ziyade böyle ricat
esnasında nümâyân olabilir. Çünkü ricat hareketi heyet-i zabitanın ve
hatta umum ordunun mehakkıdır. Herşey yolunda gider iken biz heyet-i
mezkûrenin kıymetini izam ve sırf ahval-i müsaideden neşet eden bazı
muvaffakiyatı onların maharet ve cesaretine haml ve isnat ederiz. Her ferdin
sebat, cesaret ve hamiyeti ve bütün bir ordunun zabt u rabt-ı askerîsi ve şecaat
ve mahareti ancak felaket ve idbârlar akîbinde tamamıyla nümâyân olabilir.
İşte böyle yerlerde ahvalin himaye-i umumiyesi sayesinde kesb-i ehemmiyet
etmiş olan zevat ile kuvvet, nasihat ve kararı bizzat ihdasa muktedir olan
zevat tamamıyla tefrik olunabilir.

361
On ikinci Fasıl

Harekât-ı harbiye ve Muharebe Esnasında Tedâbîr ve Tertibatın


Yek-diğerlerini Muntazaman Takip Etmesi Beynlerinde Bir İrtibat-ı
Mantıkî Mevcut Bulunması

Kanun-ı İcabât

Takip hakkında söylediğimiz şeylerden dahi anlaşılacağı üzere en büyük


kuvvet harekât-ı sevkülceyşî, manevra ve muharebelerin bilâ fasıla yek-
diğerlerini takip etmelerindedir. Esfâr-ı ahîrede düşmanlarımızı en ziyade
ihâfe eden şey dahi bu idi.
Prusyalılar 1866 senesinde gösterdikleri “maymunlara mahsus bir
sürat-i hareket” en büyük fezâ’il-i askeriyeden biri idi. Harp ve seferde
tatil vakitleri olamaz. Harekât-ı harbiye ve muharebe esnasında tedâbîr ve
tertibatın yek-diğerlerini takip etmesi ve beynlerinde bir irtibat-ı mantıkî
mevcut bulunması hususunda birinci Napolyon’un 1806 ve 1814 seferleriyle
bizim 1866 ve 1870 seferlerimiz bu babda taklidi nâ-kâbil numunelerdir.
Darabâtın sürat-i tekerrürü onların ehemmiyetini fevkalade tezyit eder.
Çünkü darbelerden her birinin tesiratı yalnız bir ana mahsus olmayıp hayli
müddet devam eder. Zirve-i cebelden koparak aşağı doğru inen bir kartopu
yuvarlandığı müddetçe büyür ve kuvveti tezâyüd eder. Muvaffakiyat-ı harbiye
dahi bu kanuna tabidir.
Teşebbüsat-ı harbiyenin bilâ fasıla devamı başkumandanın büyük bir
gayret ve fikrinin büyük bir inbisâtını istilzam eder. Me‘a’t-teessüf tasdik
olunabilir ki sefer devam ettiği müddetçe başkumandan için bir saat bile
huzur ve rahat mevcut olmadığı gibi üzerinde bir bâr-ı sekîl gibi duran
mesuliyet hissi dahi bir saat olsun zail olmaz. Gece gündüze müsavidir. O bile
müstesna değildir.
Ahval-i harbiyeyi bir nazar-ı mu’ahazekârâne ile takip ve temaşa eden
kimse her nev‘ tereddüt aleyhinde itâle-i lisan itiraza hazırdır; çünkü kendisi

362
Millet-i Müselleha

muamelat-ı mezkûreye merbut olan muharebatta bizzat bulunmaz ve her


anda zuhur eden şüpehâtı his ve teferrüs etmez. “Demir tavında dövülür”
darb-ı meseli sofrada dahi bir kaide-i harbiyeyi mütemadiyen cereyan üzere
bulunduracak bir gayret-i fevkaladeye mâlik olması yani ne düşmana ve ne
de kendi nefsine rahat verip daima şöhret ve izamına hâdim olan ve hiçbir
vakit huzûzât-ı nefsaniyeye mail bulunmayan bir şevk ve himmet sahibi
bulunması lazımdır ki böyle şevk ve gayret İskender-i Rûmî’de müşahade
olunmuştur. Ezmine-i cedide meşhur kumandanlardan kalbi daima bir
sabırsızlığa müptela olanların cümlesinden evvel Napolyon Bonapart’ı
zikretmek lazım gelir. Diplomatlardan biri müşârun-ileyh Napolyon hakkında
bihakkın olarak şu sözü söylemiştir. Napolyon’u günde on dört saat uyutmak
için çare bulamayınca dünya hiçbir vakit rahat yüzü göremez. Müşârun-ileyh
günün yarısını hayvan üstünde veya araba içinde geçirir ve cesim ordusu
hakkında icap eden tertibatı ittihaz ettikten sonra yaver-i harplerine on,
oniki, on dört veya daha ziyade uzunca mektuplar imla eder imiş yalnız bu
tahrirât işi kalemde meleke ve maharet peyda etmiş bir adamı bile bütün gün
işgale kâfi idi105.
Müşârun-ileyh 1806 senesi Teşrinievvelinin 30’uncu günü sabahleyin
saat 2 tarihiyle Gera’dan İmparatoriçe Josephine’e şu suretle yazıyor idi :
“Sıhhatim fevkalade âlâdır. Yola çıktığım günden beri kendimi gittikçe daha
kuvvetli hissediyorum. Bununla beraber kendim küll-i yevm bârgîr, araba veya
sair bir suretle on ila on iki mil mesafe kat‘ etmekteyim106.”
“Saat sekizde uykuya yatıp gece yarısı yataktan kalkmaktayım. Bazı kere
senin o sırada henüz istirahata varmamış olduğun hatırıma gelir.”
Muamelat-ı harbiyenin irtibat ve sürati şerâ’itinin en alisi başkumandan
olan zatın bölye bilâ ârâm çalışmasıdır.
Bu gayret en ziyade bidayet-i harpte lazımdır. İşte o zaman bu gayret
düşmanı beht ve hayrete düçar eden darbeler tevlit eder ki düşmanı bir
kere şaşkınlığa düçar eyledikten sonra kendisini büsbütün perişan etmek
için aklını başına toplamasına vakit bırakmamak kifayet eder. 1806 Seferi
harekât-ı harbiyesinin bidayeti esnasında Napolyon Bonapart teşrinievvelin
sekizinci günü Mareşal Murat’a yazdığı mektupta diyor ki : “Bu zaman seferin

105 Müşârun-ileyhin 1806 Eylül 30 tarihli muhaberesi bazısı oldukça uzun olmak üzere
onyedi adet tahrirâttan ibarettir.
106 Burada Alman mili murat olunmuştur. Napolyon’un sözü “Vingt a vingt lieues cing” yani
yirmi ila yirmi beş mildir.

363
Von der GOLTZ

en mühim bir zamanıdır. Prusyalılar bizim yapacağımız şeyleri asla memul


etmiyorlar. Onlar tereddüt veya bir gün zayi ederler ise büyük felaketlere
uğrayacaklarına asla şüphe etmesinler.”
İşte müşârun-ileyh bu zamandan itibaren Prusya ordularını mahv
ve perişan edince ve kendisi Vistula Nehri kenarına vasıl oluncaya kadar
bir saat bile rahata varmadı. Böyle hâllerde ancak kuva-yı bedeniyenin
fevkalade olan hudud-ı tabiîyesi bir tevakkufu emredebilir. Lâkin kuva-yı
bedeniye hududunun derece-i nihayesi pek geç zuhur eder. Çünkü insanlar
ile bârgîrler pek çok zahmet ve meşakkate tahammül ederler. Şurası hiçbir
vakit unutulmamalıdır ki vakt-i mütebakiye ile vakt-i münasibinde icra
olunan bir darbe-i şedide bütün bir sefer yorgunluklarının ve belki birkaç
seneler devam edecek bir makalenin önünü alabilir. Esna-yı sefer ve harpte
bugün icrası mümkün olan hiçbir şey ertesi güne talik etmemelidir.
Lâkin bu sırada askerin dahi bilâ fasıla çalışması lazım olduğu cihetle
askerin yalnız vücutça yorgunluğa değil meşâkk-ı seferiyenin uzun bir
devrinin nihayetine doğru kalben dahi ye’s ve fütûra düçar olması muhakkak
olarak bu ye’s ve fütûr ise iş görmek hevesini ziyadesiyle izale ve adi bir
nefere varıncaya kadar kâffe-i tabakat-ı askeriyeye sû’-i tesir eder.
Bir sıra muharebe meydanlarından geçmiş bir ordu en mu‘allem ve
en cesur zabitan ve efradını kaybetmiş bulunur. Çünkü mevt bi’t-tercih en
iyi adamları alıp götürür. Böyle adamların en ileride gittikleri cihetle en
evvel kurşun tanesinin hedefi olurlar. Ondan başka bunlar ilel ve imraz
tesiriyle dahi telef olup giderler. Çünkü şevk ve hâhiş ile iş görenler ve daima
mahal ve mevki-i muayyeninde ispat-ı vücut ederek en büyük muhatara
ve meşakkatleri der-uhde etmeye hazır bulunanlar elbette geride kalan
ve nefesini esirgemeye meyyal bulunan kimselerden vücudunun daire-i
tahammülünü daha evvel tecavüz ve kuva-yı bedeniyesini daha çabuk sarf
etmiş olur.
İşte ağır bir harp esnasında ordunun kuvvet ve liyakati bu vechle bi’t-
tedric tenezzül ettiği cihetle istimal olunması nispette kuvveti tezâyüd eden
mıknatısa asla teşbih edilemez. Seferin uzaması ordunun yalnız tecrübesini
ve maharet-i zâhiresini artırmış olur. Her nev‘ zaruret ve meşakkatler,
mihnetli yürüyüşler ve rutubetli ordugâhlara az müddet için me‘a’l-
memnuniye tahammül olunur ise de aylarca tahammül edilemez. Bunlar
heves-i harbi fevkalade tadil ve teskin eder. Tabâyi‘-i fevkalade ashabı olan
bazı zevat bu misillü şeylerin tesiratından masûn kalabilir ise de fenn-i harp

364
Millet-i Müselleha

nazariyatının istihsal-i netice için istinat etmeye mecbur olduğu o cemm-i


gafîr insanı masûn kalamaz.
Harbi tanımayan kimseler bu hususa karşı suhuletle gözlerini
kapayabilir. Böyle kimseler hayalhanelerinde gittikçe şevk ve cesaretleri
artmakta bulunan “eski askerlerin” bir muharebe meydanından diğerine
azimet ve gittikçe tezâyüd eden bir suhuletle muzafferiyyet taçları iktitaf
ettiklerini müşahade ederler. Lâkin muharebe her günlük bir iş hâline girdiği,
tehlike ve muhatara daimî surette mevcut bulunmak ile artık usanç vermeye
başladığı, mâşiyen çamurlar içinde yürünüldüğü ve rutubetli çimenler
üzerinde yatıldığı zaman mümkün değildir ki insan bilâ fasıla daima aynı
şevk ve gayrete mâlik bir kahraman kalabilsin. Pislik kâffe-i muhayyelat-ı
şairânenin tehlikeli bir düşmanıdır. Hengâm-ı harpte hayal ve hakikat yek-
diğerlerinden pek uzak mesafede bulunurlar.

Muharebeye ilk defa olarak azimet eden acemi bir delikanlının


muhayyelat-ı şairânesi saha-i hakikatte asla müşahade olunamaz. Onun daima
hâlât-ı aliyesini tahayyül eylediği muharebeler ve meydan muharebeleri öyle
bir zamana tesadüf ederler ki bu zamanda gayret derece-i nihayeyi bulmuş
ve herkes bitap kalmıştır. Hâlbuki bu bitaplık kalb-i beşere öyle bir sû’-i tesir
icra eder ki âdeta vekâyi‘-i azimenin hududunu fark etmeye bile meydan
vermez. Derece-i nihayeye vasıl olan yorgunluk kâffe-i hissiyat-ı beşeri bir
derecede istila eder ki artık hissiyat-ı mezkûre hiçbir şey ile müteessir olmaz
bir hâle gelir. Tarih-i harbin bize hikâye eylediğine nazaran Jena muharebesi
meydanından Prezlau’a doğru ricat üzere bulunan ihtiyar granadierler
mücerred meşâkk-ı meşiyyete daha uzun bir müddet tahammül etmek
mecburiyetinden kurtulmak için yek-diğerlerinin göğsüne tüfeği dayayarak
birbirlerini telef etmişlerdir. İmdi meşâkk-ı seferiye ölüm korkusuna bile
galebe ettikten sonra mümkünmüdür ki acemi bir muharibin efkârı ve
muhayyelat-ı şairânesine galebe etmesin! İlk harplerinden avdet edenlerin
ağzından şu “muharebeye azimet ile hayallerimizden birini kaybetmiş olduk”
sözü pek çok defalar işitilmiştir.

Binaenaleyh bir delikanlı dahi muharebe etmek ve iş görmek heves-i


kâmiliyle muharebeye gitsin, âlem-i seferberî gözleri önünde hâlâ şairâne
bir taç ile tezyin edilmiş olunsun, kendisi muhatara ve arbedelere hasret-
keş olsun ve hatta mestî-i muhayyelatı izale eden tesirata galebe etmeye bile
muvaffak olsun, imtidad-ı mihn ve meşâkk nihayet usanç getirir. Arkasında
iki üç veya oniki meydan muharebesi bırakdıktan sonra herşey gözüne başka
türlü görünmeye başlar. İşte o zaman vekâyi‘e ve ser-güzeştlere olan hasret

365
Von der GOLTZ

ve iştiyakı muntafî olur. Bir şan ve şeref hazinesi iddihâr ve bütün ömür için
güzel bir yadigar istihzar ve ölüm tehlikesi zamanında bile sadakat ile ifa-
yı hizmet etmiş olduğu hissine mâlik bulunmuş saadeti istihsal olunmuştur.
Ka‘r-ı kalpte bilâ ihtiyar bunların cümlesini sâlimen memlekete getirmek
arzusu harekete gelir. Muvaffakiyet ile geçirilmiş bir seferin nihayeti
zamanında artık vatan için ölmek hevesi hiç kimsede kalmaz. Kumandanlar
dahi hıfzedilecek haklı bir şöhret-i askeriye kazanmış olduklarından seferin
nihayet günlerinde ilk muzafferiyyet taçlarına doğru el uzattıkları zamanda
olduğu kadar cüretli olmamaları bir emr-i tabiîdir.

1870-1871 senesinde bir ordunun “galebe ede ede nihayet usanç


getirebileceğinden” bahsolunur idi. Bu söz biraz latife-âmîz görünüyor ise
de tahtında bir hakikat mestûrdur. Orduyu teşkil eden cemiyet-i azime
muvaffakiyetli bir seferden bile nihayet usanç getirir. Milel-i mütemeddüne
kendi terakkiyat-ı asayiş-perverânelerini ihlal eden harp misillü bir hâl-i
müstesnadan pek çabuk usanırlar. İşte bunun içindir ki milel-i mütemeddüne-i
kadîme milel-i bedeviyeden daima havf ve ihtiraz ederler idi. Çünkü harp
milel-i bedeviyenin maişet-i adiyeleri üzerine büyük bir tesir icra etmez.

Bu usanç muvaffakiyetli harplerde zuhur eder ise de artık inhizam ve


ricatlar esnasında muharebe hevesinin ne derecede çabuk muntafî olacağı
daima mülahaza ile anlaşılabilir.

Mamafih muamelat-ı harbiyenin silsile-i irtibatı asla ihlal


olunamamalıdır! Bunun için başkumandan olan zatın kendi ordusu üzerine
büyük bir nüfuza mâlik olmaması zabitan ve ümeranın gayûr ve sabit-kadem
zevat bulunması ve askerin derin bir hiss-i vazife-perverâneye mâlik olması
iktiza eder107.

Teşebbüsat-ı mühimme için birinci şart zî-nüfuz bir adamın teşebbüsat-ı


mezkûreyi talep etmeye cesaret edebilmesidir. Tarih-i harbin bize verdiği
malumata nazaran fevkalade işler talep etmeye cesaret edenler harikulade
işler görenlerden daha nadirdir. Muamelat-ı harbiyenin silsile-i irtibatı takip
gibi bilhassa başkumandanın dest-i iktidarında bulunmaktadır.

107 Zabitanın bu nüfuzu kısmen kendi zatlarından ve kısmen dahi maiyetlerinde olan
askerin ahlakına layıkıyla vâkıf bulunmalarından neşet eder. Ekseriya nazar-ı dikkate
alınmayan bu husus cüzî bir zabit neferat üzerine icra-yı nüfuza bede’ ettiği gibi nümâyân
olur. Mâ-dûn mâ-fevkin kendisini şahsen tanımadığını gördüğü zaman mahzun olacağı
gibi amir dahi mâ-dûnun kendisinin nezdinde şahsen malum olduğunu bildiği zaman kend-
isine daha iyi itaat edeceğinden emin olmalıdır. Binaenaleyh zabitan ve efrat miyânında
mu‘ârefe-i şahsiye faydalı bir rabıtadır.

366
Millet-i Müselleha

Muamelat-ı harbiyenin makâsıd-ı asliyesi bir suret-i mantıkiyede


irtibatı kuvve-i mümeyyizeden neşet eder. Bu irtibat başkumandanın bir
müşaviri tarafından muamelat-ı harbiyeye pekâlâ ithal olabilir. Mamafih
bu irtibat bugünkü günde ale’l-umum ahval-i harbiyeye hâkim bulunan
“kanun-ı icabât”tan dahi neşet edebilir. Sakin bir fikre mâlik olan kimsenin
nazarında bu husus asla mestûr kalmaz. Asr-ı hazır cesim orduları hâl-i
seferberîde bulundukları zaman milel ve akvâmı bir derecede tazyik ederler
ki bu tazyikten bir an evvel kurtulmak âdeta bir muhafaza-i hayat meselesi
hükmüne girer. Tarafeyn-i muharebeynden her biri önünde bir hedef görür
ki hedef-i mezkûra muvasalat edebilir ise bununla sulhu temin edebileceğine
mutekit bulunur. İşte bu hedefe en az bir zaman zarfında vasıl olabilmek için
kuvvetin bütün sıkletini ona tevcih etmek lazım gelir. Mamafih bu kuvvetin
daima o istikameti takip edemeyeceği bedihi olup ahval-i harbiye istikamet-i
mezkûreden bazı inhirafâtı icap ettirir. Her yeni bir hâl kendisinden en ziyade
faydalı ve en çabuk bir surette kurtulmaya ihtiyaç gösteren yeni bir müşküldür.
Bu müşkülün bertaraf edilmesi bittabi tedâbîr düşünmek tebeddülüne bais
ve bizim dahi ona göre ittihaz-ı tedâbîre mecbur olmaklığımıza bâdî olur.

Binaenaleyh ilerlediğimiz, düşmanı tazyik ettiğimiz, kendisini ihata veya


kendisine taarruz eylediğimiz müddetçe kendimiz için dahi mütemadiyen
halli lazım birtakım mesâ’il-i cedide ihdas ve ihzar etmekteyiz. İşte ahvalin
fevkalade bir cebr ve tazyiki vukua gelmediği takdirde bilâ fasıla ilerleyen
bu davayı kat‘ etmek asla caiz olamaz. Boşuna geçirilmiş bir gün hiç olmaz
ise paraca birkaç milyon ziyaına sebebiyet verir. Lâkin orduyu kumanda
eden heyetin maksad-ı aslîyi daima nazar-ı dikkati önünde tutarak her
gün müracaat etmeye mecbur olduğu vesaitten maksad-ı mezkûru terviç
etmeyecek hiçbir vasıtayı iltizam etmemeye gayret eylemesi elzemdir.

Muharebe esnasında düşmana taarruz olunduğu veyahut ricata mecbur


edildiği istikametin ahval-i umumiye-i sevkülceyşîye nazaran düşmanın
hangi istikametten geriye doğru tazyiki matlup ise o istikamet olması
ziyadesiyle nafidir. Hatta muharebe yalnız bir tabur veya bir süvari bölüğüyle
vukua gelse bu suretle hareket olunduğu hâlde yine maksad-ı umumîye
doğru cüzî bir hatve atılmış bulunur. Hâlbuki en kanlı bir muharebenin bile
tertibat-ı mezkûre-i sevkülceyşîye muvafakat etmediği hâlde böyle bir netice
tevlit edemeyeceği der-kâr bulunmuştur.

367
On Üçüncü Fasıl
İta-yı Karar, Sebat, Mesuliyeti Der-uhde Ederek Hod Be-hod
Hareket, İstiklal, Hareket-i Keyfiye

Harpte herşeyden evvel muharebe etmek, galebe ve muzafferiyyetten


sonra düşmanı şiddetle takip eylemek ve ileriye harekette hiçbir fasıla vukuu
caiz olmamak ve buna mümâsil kavaid-i esasiyenin bugünkü günde her
zabite malum oldukları farzolunabilir. Bu gibi şeyleri herkes bilir.
Bununla beraber kavaid-i mezkûreye pek çok defa riayet olunmadığı
meşhut ise bu adem-i riayet en evvel lüzumu tasdik olunan şeyin icrasına
ibraz-ı gayret edilmemekten neşet eder. Asayiş zamanında vuku bulan
manevralarda icrası lazım olan şeyleri bilmek esasen talep olunan bir şey
olarak hâlbuki muharebe esnasında bunu fark etmek mevzu olan meseleyi
halletmek için ilk hatveyi atmak demektir. Pek çok kereler müşkülat-ı
zatiyenin galebesi, mâ-dûnda bulunanların muhalefeti ve haysiyet ve itibar
sahibi müsteşarların nüfuzu bazı iyi bir kararın icrasına mâni ve diğer bir
fena kararın mevki-i icraya konulmasına sebep olurlar. Kıtaat-ı askeriyenin
harekâtı ve düşmanın nüfuzu dahi bazan bu misillü hatalı karar vermek
hususuna sebep olabilir.
Lâkin karar vermek hususuna icra-yı tesir ve nüfuz eden birtakım
esbâb-ı mahsusa daha vardır. Bazı adamlar vardır ki bir kere verdikleri bir
kararı mevki-i fiile çıkarmak için fevkalade bir gayret ibraz ettikleri hâlde
karar vermekte ziyadesiyle mütereddit bulunurlar.
Dirayet ve zekası vasat derecede olan bir kimse için müteaddit hüküm
ve mütalaalar istimâ‘ ettikten sonra “kendisinin ne fikirde bulunduğunu”
anlamak pek müşkül olur. Fikr-i istiklale alışmış olduğu için ahkam ve
mütalaat-ı mezkûreye bilâ ihtiyar yabancı bir fikir karışır. Dirayet ve zekaları
fevkalade olan zevatta dahi bu kusur, fakat bir sebep üzerine zuhur eder.
Bu misillü zevatın fikirleri hassa-i kanaatten mahrum olduğundan şerâ’it-i
mütekaddimeden birçok matlubat-ı azimede bulunurlar. Taarruz etmek
isterler fakat taarruz için icra olunan tedarikatı kâfi görmezler. Muharebe

368
Millet-i Müselleha

etmek arzusunda bulunurlar fakat muharebeyi takaddüm eden tertibat


hakkında zihinlerinde muayyen bir tasvir vücuda getirirler. Lâkin ahval-i
harbiye arzu olunduğu kadar müsait bir surette zuhur etmediği cihetle
ahval-i gayr-i müsaide içinde taharrî-i selamet için serian bir karar vermek
iktidarından mahrum bulunurlar. Bunların bütün mülahazat-ı endişe-
perverâneleriyle her hâlde ciddi ve kavaid-i umumiye-i musaddakanın
tatbikine mâni birer hâl-i müstesna hükmüne girer. Şurasını iyice bilmelidir ki
esna-yı harpte “hayal” hiçbir vakit mevki-i fiile çıkmaz, arzu olunan şey hiçbir
vakit tamamıyla istihsal olunmaz, ahval evvelden tasavvur olunduğundan
büsbütün başka bir şekil ve suret kesbeder. Binaenaleyh nîm-müsait ahval
arasında dahi en mühim kararları vermek ihtiyacı messedecektir.
Bir karar-ı katî vermek için yalnız metanet-i tabiat kifayet etmeyerek
şu dünya-yı fânide her şeyin ve her fiil-i beşerin gayr-i mükemmel olduğunu
bi’t-tecrübe öğrenmiş bulunmak dahi lazımdır. Maksadın istihsaliyle iktifa
etmelidir. Amma o maksat evvelden ümit olunan turuk ve vesait ile istihsal
edilememiş de başka yollar ile istihsal olunmuş! Zararı yok. Dünyada hiçbir
insan gençlikte tasavvur eylediği yegâne tarz-ı saadet ile mesut olmamıştır.
İnsan mesut olsun da başka bir yoldan olsun be’s yoktur. Mesut olduğu
kâfidir.
“Kanaat karar vermek hususunu terviç ve teshil eder.”
Verilecek karar-ı basite maksada muvafık ve ameliyata mutabık bir sual
ile meydana çıkarılabilir. Jena Meydan Muharebesi kumandanları Fransızlara
mukavemet etmek lüzumu hissettikleri zaman “hangi mevzi nazariyat-ı
ilmiyeye en ziyade muvafıktır?” sualini irat ettikten sonra birtakım hayali
mevzilere daldılar ki filhakika buldukları mevziler bir istikşaf seyahati için
numume ittihaz olunmaya layık şeyler olduğu hâlde harbin husule getirdiği
icabât-ı ahvale asla mutabık değil idi.
Her hangi yolda olursa olsun bir karar verileceği zaman bir fikr-i selimin
irat edeceği sualler şudur : Düşman ne yapmak istiyor? – Kendisine en ziyade
tesir edebilecek şey nedir? – İşte biz onu yapalım! Düşmana en muzır olduğu
tasdik olunan bir şeyin sanata, nazariyata muvafık olup olmadığı hususunun
asla ehemmiyeti yoktur. Ahvali asla nazar-ı dikkate almayarak mutlaka en
sevgili fikrlerimizin icrasına çalışmalıdır. Kendi tasavvurat-ı muhayyelelerini
her tarafa götüren erbâb-ı tabiye ve sevkülceyşin kumandalarına pek de
emniyet olunamaz. Hele tasavvurat-ı nazariyeleri kristallenerek meslek
hâlini alacak olur ise mazarratları büsbütün tezâyüd eder. Harpte hiçbir

369
Von der GOLTZ

hakikat yoktur ki selamet ancak onun dairesi dâhilinde bulunsun. Ahval-i


mahsusaya nazaran herşey doğru ve yine herşey yanlış olabilir.
Vakıa düşmana en ziyade müteessir olacağı bir şey yapmak kararı verilir
iken kâffe-i mesai ile beraber geçirilmesi muhal bir şeyi talep etmeye kadar
mümted olması caiz değil ise de mucâz olan bir hududun derece-i nihayesine
kadar varılmasında be’s yoktur. Esna-yı harpte muvafık-ı akıl olan hiçbir
şeyin bir kere tecrübe etmeksizin muhal olduğuna hükmetmemeli ve imkâna
itikat olunan her bir şeyin icrasına teşebbüs etmekten içtinap eylememelidir.
Pek çok defa kaideten bir sualin iradına vaktin müsaadesi olmaz. Bazan
dahi endişe ve heyecan buna mâni olur. Muharebe ve meydan muharebeleri
esnasında ekseriya muamelat fikrin bir mülahaza-i amîkasından ziyade o
andaki ahkamından neşet eder. İşte iyi kumandanlarda görerek en ziyade
hayran olduğumuz şey düşünmeye vakit bulamadıkları hâlde o anda
doğruya isabet etmeleri kaziyyesidir. Biz böyle kumandanların bu hassasına
“fekvalâde zeka” nazar-ı askerî veya “selamet-i fikir” namı vermekteyiz. Bu
hassa ahvalin mecmuunu ve teferruatını birden görebilmek hassasıdır.
Hiss-i tabiîden mütevellit bu fiilde en ziyade şayan-ı meth ve takdir
bir şey var ise o da hiss-i mezkûra tebaiyet emrinde gösterilen cesaret-i
maneviyedir. Mamafih onlara emniyet etmekliğimiz için hayli sebepler
mevcuttur. Çünkü bunların cesaretinde bütün dirayet, tecrübe, malumat ve
kuvvet-i tabiat hassaları nümâyân yani kendileri de farkında olmadıkları
hâlde bütün kuva-yı maneviye ve ahlakiyeleri zâhir olur. Rûh-ı askerî bir kere
kemâl-i hürriyet ile nefsimizde zuhur etmekle zâhirî şeylere aldanarak çabuk
yanlış neticelere vasıl olan fart-ı mülahazadan daha iyi ve daha çabuk râh-ı
müstakîmi bulmaya muvaffak olur. Bu misillü mukarrerat-ı seria izahattan
vareste olarak tarihin kendilerini tezyin için onlara isnat eylediği esbâbı dahi
memnuniyetle çekemezler. Büyük kumandanların harekâtı bize bu babda
şayan-ı imtisal olarak Büyük Frederick, Luten Meydan Muharebesi’nde
Avusturyalıların sol cenahına taarruz etmek kararını gayet cüzî birtakım
esbâbdan istihraç eylediğini beyan ediyor ise de biz müşârun-ileyhin
sözüne itimat edecek olur isek karar-ı mezkûrda hayretimizi celp etmiş
olan hususatın cümlesi zail olmuş olur. Lâkin hakikat şudur ki müşârun-
ileyh mesleke muvafık bir surette mülahaza etmeksizin yalnız düşmanın
manzarasının kendisinde husule getirdiği tesir sebebiyle düşmanın hâlini
yek-nazarda keşfetmeye muktedir olmuştur.
Evvelden verilmiş bir kararı mu’ahharen uzun uzadıya düşünerek ıslah
etmek daima müşkül bir keyfiyettir. Çünkü karar-ı mezkûr insanın bütün

370
Millet-i Müselleha

kuvve-i muhaddişesinin tamamıyla zâhir olduğu bir anın mahsulüdür. İngiliz


üdeba-yı meşhûresinden Shakespeare kararın, kalbin dâhilî bir renginden
ibaret olunduğunu “Native hue” bahsediyor. Zira müşârun-ileyh bunun bir
tesir-i harici ilcâsıyla hâsıl olmadığını en âlâ bilir idi.
Karar-ı aslîye mu’ahharen edilecek mülahazat-ı amîkadan terettüb
edilebilecek muhatara, karar-ı mezkûrun muhafaza ve ifası zımnında
bazı tedâbîr-i mahsusa ittihazını istilzam etmektedir. Evâmir ve tertibatta
mu’ahharen karar-ı mezkûru düçar-ı tezelzül edebilecek her nev‘ hususattan
içtinap etmek iktiza eder. Bi’l-cümle nîm-tedbirlerin mahzuru mücerred
nısfen karar-ı mezkûrdan ve nısfen dahi karar-ı mezkûr aleyhinde vukua
gelen mülahazat-ı mu’ahharadan tevellüt ettiklerinden neşet etmektedir.
Ekseriya sırf zâhirî olan bazı hâlât büyük bir tesir icra eder, her kim
dâhilinde katî bir surette muharebe etmek niyetiyle bir mevzi tutacak olur ise
mevzi-i mezkûrun ilerisinde bulunan bir mahalli büyücek bir kuvvet ile istila
ettiği hâlde hiçbir vakit iyi etmiş olmaz. Çünkü düşman mahall-i mezkûrda
bulunan askeri tazyik edecek olur ise ya karar-ı aslîde sebat ile mezkûr askeri
hâline terk etmek veyahut askeri o kurtarmak için kararı bozmak lazım gelir.
Hâlbuki mahall-i mezkûr zayıf bir kuvvet ile istila edilir ise böyle bir mahzur
zuhur etmez. Birkaç bölüğün hâli hiçbir vakit başkumandanın mukarreratına
icra-yı nüfuz edemez. Lâkin bir alayın bir livanın hâli bir dereceye kadar icra-
yı nüfuz eder. Kuva-yı askeriyenin bir arada bulundurulmasına en zâhir bir
sebep var ise o da kuva-yı mezkûre bir arada bulunduğu hâlde başkumandanın
kendi nefsiyle nifaka düşmek muhatarasında bulunmamasıdır. Bir kolorduyu
ordusundan ifraz ile müstakilen harekete memur etmeyen bir başkumandan
mezkûr kolordunun harekât-ı müstakilesi tesiriyle kendi mukarreratından
şaşırmak muhatarasında bulunmaz. Binâberîn vasat derecede bir fikir ve
dirayete mâlik olan ve zayıfü’l-kalp bulunan bir kumandana kuvvetlerini
mehmâ-emken bir arada tutmaya çalışması tavsiye olunur.
Karar vermek hususunu en ziyade düçar-ı ızdırap eden şey harekât-ı
harbiye ortasında birdenbire zuhur eden bir “muharebe-i nagehanidir” hatta
vukuu memul edilen bir muharebe bile icra edeceği tesir ile kararı mütezelzil
kılmaya sâlih olarak bunun için muharebe-i mezkûrenin nazar-ı dikkatte
tutulmakta bulunan menâfi‘-i asliyeye mugayir olmasına dahi hâcet yoktur.
1871 senesi Kanunuevvelinin 9’uncu günü vuku bulan Villersexel Muharebesi
bu babda mükemmel bir misal olabilir. Vesoul civarında bulunan ve ahval-i
harbiyyeye tamamıyla kesb-i vukûf etmiş olan General Werder Fransızları,
Oignon Nehri boyunca Belfort’a azimet etmek için önünden geçtikleri sırada

371
Von der GOLTZ

maiyetinde bulunan askerin bir kısmını Villersexel üzerine icra edeceği


bir taarruz ile durdurmaya ve kısm-ı küllîyi bu sırada Lisaine üzerine sevk
ile orada Fransızların yolunu seddetmeye karar vermiş idi. Mu’ahharen
vukua gelen hâlât bu programa tamamıyla mutabık çıktı. Fransızlar
Villersexel mevkiine gelmiş olduklarından kanunusaninin dokuzuncu gecesi
Villersexel’e doğru azimet eden Alman tecessüs kolları mahall-i mezkûru
düşmanın kuvvetli bir kısmıyla istila edilmiş buldular. General Werder’in
kolordusuna mensup Dördüncü İhtiyat Fırkası azimet ederek pişdar kolu
düşmanı ale’s-sabah kasabadan tard etmiş ve düşmanın 500 neferini esir
eylemiştir. Bu vekâyi‘ arzu olunduğu vechle ve belki arzu olunduğundan
daha ziyade muvaffakiyetle cereyan etti. Aillevans Tepelerinde bulunan
General Werder Villersexel civarında bulunan Almanlar karşısındaki
düşman miktarının gittikçe tezâyüd eylediğini müşahade etmiş olduğundan
Fransızların yürüyüşünü tevkif ve kendilerini şarka doğru hareketten men‘
ile cihet-i şimaliye istikametinde hatt-ı harp açmaya mecbur etmek maksadı
husule gelmiş göründü.
Binaenaleyh evvelki karar mûcebince Lisaine’e azimet etmek vakit ve
zamanı gelmiş idi. Hâlbuki bunun yerine bütün kolordunun o günün akşamı
ve gecesi esnasında toplandığını ve hatta kanunusaninin 10’uncu günü
sabahleyin Villersexel civarında kâin Aillevans ve Longevelle tarafından
muharebeye hazır bulunduğunu görüyoruz. İşte bu hâlin muharebenin
maksadına tamamıyla vâkıf bulunan kumandan üzerine bile nasıl bir cazibe
icra eylediğini pekâlâ göstermekle biz de bir tabiye meselesi zuhur ettiği
vakit mesâ’il-i sairenin cümlesini geride bırakarak yegâne hâkim misillü
ortada kalacağını zaten söylemiş idik108.
Burada bir misali zikrolunan ve kuva-yı harbiyenin hâliyle meşrût
hükmüne giren hâlât-ı istisnaiye hem nadirü’l-vuku ve hem de vaki oldukları
takdirde bile tanınmaları müşküldür109.

108 362’nci sahifeye müracaat oluna.


109 General Werder’in muharebeyi tatil ile azimetine bais olan sebep Lisaine’nin üzerinde
bir muharebe vermek hususunda mukaddema verilen karar değil idi. Zira düşmanın külli-
yen mağlup olması matlup olup bu mağlubiyetin nerede ve hangi mahalde vukua geleceği
hususunun asla ehemmiyeti yok idi. Lâkin Villersexel’de arazi Fransızların kuvvetlerinin
tefevvukundan istifade etmelerine müsait olduğundan ve iki taraf dahi bütün kuvvetleriyle
muharebeye tutuşmuş bulunduğundan netice-i muharebenin Almanlar için şayan-ı mem-
nuniyet bir surette çıkmasında her hâlde şüphe olunabilir idi. Hâlbuki Lisaine’de edilecek
muharebede mazhar-ı muvaffakiyet olmak ümitleri fevkalade ziyade idi.

372
Millet-i Müselleha

Girişilmiş olan bir muharebenin yarısına geldikten sonra daha mühim


bazı menâfi‘in mülahazasıyla muharebeyi tatil etmek caiz olup olmadığı sualine
cevap vermek pek müşküldür. Muharebeyi bu yolda tatil etmek bir cihetten
daha müşküldür ki biz bilâ ihtiyâr muharebeden feragat etmiş bulunduğumuz
hâlde düşman bir nev‘ hakk-ı zâhirîye istinaden şeref-i muzafferiyetin kendi
tarafında kaldığını iddia edecektir. İşte böyle bir hâl arasında başkumandan
olan zatın “sebat ve metaneti” bir buhran içine gark olur.
Vekâyi‘-i harbiyenin ahval-i müsaidesi arasında başkumandanın “sebat
ve metaneti” düçar-ı tezelzül olabildiği hâlde artık ahval-i meşume ve gayr-i
müsaide zuhurunda bu hususun ne derecelerde ziyade rû-nümâ olabileceği
suhuletle anlaşılabilir. İnsan bilâ ihtiyar mesleğinden inhiraf eder. Mamafih
fikr-i selim sahibi olan bir adam için burada dahi bir tarîk-i necât vardır.
Meseleye yine büyük ve basit bir nokta-i nazardan bakıvermelidir110.
Bidayet-i emirde arzu olunan şey ve istihsaline gayret edilen maksad-ı
aslî der-hatır edildikten sonra derece-i sâniyede olan vekâyi‘in cümlesini
başlıca bir meslek ve istikamete tabi kılmalıdır.
İkinci Ordu’ya mensup bazı aksamın Meuse Nehri’ne doğru 111 icra
eyledikleri ileri sevkülceyş yürüyüşü esnasında 1870 senesi Ağustosunun
16’ıncı günü Vionville civarında şiddetli bir mukavemete tesadüf ettikleri
haberi vasıl oldukta Pont-a-Mousson’da bulunan General Von Molkte İkinci
Ordu başkumandasına şu tahrirâtı irsal eylemiştir:
“Bizim fikrimize nazaran sefere nihayet vermek için düşmanın Metz’den
ricat eden başlıca kuvvetini cihet-i şimaliyeye doğru tard etmek iktiza eder.
Bugün Üçüncü Kolordu, önünde ne kadar ziyade miktarda düşmana tesadüf
eder ve ne derecede müşkülat çeker ise düşmanın kuva-yı mezkûresine karşı
yarın 10’uncu 3’üncü 9’uncu 8’inci 7’nci ve hatta 12’nci Kolordu bile izam
olunduğu zaman istihsal edilebilecek muvaffakiyet o nispette büyük olur.”
İşte burada bütün buhran ortasında maksad-ı aslî nazar-ı dikkat önünde
tutulmuş yani bütün seferin icrası zımnında tertip edilen aslî plandan maksat
düşmanı Paris üzerine olan hatt-ı ricatinden ayırarak şimale doğru ricata
mecbur etmek bulunduğu zikredilmiştir112.

110 Clausewitz.
111 Meuse Nehri 804 kilometre tûlünde bir nehirdir ki Fransa’da nub‘ân ederek Verdun,
Sedan, Mezir, Namur, Liege, Maasbracht, Rotterdam şehirlerini saky ettikten sonra Bahr-ı
Şimali’ye mansıb olur. Li’l-mütercim.
112 222’nci sahifeye müracaat oluna.

373
Von der GOLTZ

İşte hâlât-ı gayr-i memule zuhur etmiş olmakla beraber yine nokta-i
nazar-ı aslîden bakarak karar-ı sevabı bulmak mümkün olabilmiştir. Eğer
fikir, ahval-i muharebeye, düşmanın miktarına veya bu ve şu kolordunun istila
eylediği mevziye ziyade dalmış olsa idi nokta-i nazar-ı mezkûru kaybetmek
ve karar-ı sevabı bulamamak muhtemel idi.

“Makâsıd-ı azime” harbin ruhu olduğundan acaba onların nazariyat ve


kavaidi kâffe-i ihtimalat dâhilinde istihraç edilen birçok müşkülat-ı cüz’iye
altında medfûn kalacak olsa fenn-i harbin bütün kavaid ve nazariyatından ne
istifade hâsıl olabilir?113” Harekât-ı harbiye esnasında verilen kararlardan bir
tesir-i kâfi görmek matlup olduğu hâlde mukarrerat-ı mezkûrenin gayet vazıh
bir surette yazılmış emirnameler ile ifadesi lüzumunu bâlâda söylemiş idik.

Muharebe meydanında ise verilen kararın fazla olarak bir de


başkumandanın metanet ve nüfuzuna müstenit olması iktiza eder.
Başkumandanın vechinde, gördüğü işe kendisinin tamamıyla emin olduğu ve
işini iyi gördüğüne mutekit bulunduğu okunabilmelidir. Tertibat-ı hasenesi
mazhar-ı muvaffakiyet olmak için kendisinin bu emniyeti ibraz etmesi
lazımdır. Nüfuz-ı şahsî, hulkî bir hassa değil ise pek güç tahsil olunabilir. Bazı
mükemmel adamlar ahval ve münasebatta bir fikr-i selime mâlik oldukları
ve yapacakları şeyi pek iyi bildikleri hâlde bir nüfuz hassasından mahrum
bulunurlar. İşte hulkî olan hassa-i nüfuz ve hükûmet asıl böyle yerlerde
nümâyân olur.114
Tabiat-ı beşerin tetkiki bize bu babda bazı malumat ita eder. “Nefer
düşman önünde talim mahallinde olduğu gibi bir makine hâlinde bulunmaz.
Bu hâl gerek neferde ve gerekse kumandanlarda daima meşhuttur115.
Riyakârâne takınılan bir çehre-i emniyet bile bais-i istifadedir. Hâlbuki
düşünülmeyerek ağızdan kaçırılan cüzî bir şüphe ve endişe sözü pek büyük
zararlara sebebiyet verebilir. Ahval-i âlemi kendilerine mahsus bir tarzda
muhakeme etmelerinden dolayı saha-i felsefiyatta itibarını kaybetmiş olan
zümre-i hoşbinân muharebe esnasında tekrar istirdad-ı itibar eder.
Gerek bize ve gerek bir şakirde âtîdeki sözler mükemmel bir hoca
olabilir :

113 General Clausewitz 1806 senesi Teşrinievvelinin 12’nci günü Weimar civarında kâin
Tennstedt konak mahallinden yazdığı bir mektup.
114 76’ncı sahife ile onu takip eden sahifelere müracaat oluna.
115 Scharnhorst, Muhtıra-i Zabitan, üçüncü cildin 282 ve 283’üncü sahifeleri.

374
Millet-i Müselleha

Elbette siz de cesaret mahrumiyeti ibraz etmeyeceksiniz


Bir kere de nefsinize tamamıyla emniyet eder iseniz
Sair kimseler dahi size emniyet ederler.

Bu söz gerek bir askere ve gerek ilm-i tebabet tahsiliyle müştagil bir
şakirde fevkalade lazımdır. Nefse olan bu emniyetten emir ve kumanda
etmek için pek güzel bir tarz tevellüt eder.
Filhakika muharebede iyi bir kumandan olmak için harekât-ı harbiye
ve manevralarda kesb-i meleke ve maharet etmiş bulunmak dahi lazımdır.
Vakıa bunların kâmilen taht-ı nüfuz ve tahakkümünde kalmak iyi değil ise
de onları büsbütün nazar-ı dikkatten dûr etmek dahi asla caiz değildir. Zira
bu babda vukua gelecek bir müsamahanın cezası pek çabuk görülür. Ondan
başka bir de kumanda etmeye alışmış bulunmak lazımdır.
Hengâm-ı harpte kâffe-i mukarreratın en şedit düşmanı hiss-i mesuliyet
bulunduğu cihetle kaideten mukarreratta en zengin adamlar hiçbir mesuliyet
altında bulunmayan adamlardır. Genç yaşımızda esb-süvâr olarak bir erkân-ı
harbiye heyetiyle beraber gezdiğimiz zaman en büyük şeylere kemâl-i
süratle karar verir ve en ağır kararların icrasını der-uhde etmeye müheyya
bulunuruz. Pek çok defalar tasmîm olunan şeyin pek doğru olduğu bi’t-tecrübe
sabit olduğu cihetle insan kendini büyük bir kumandan olmak için yalnız bir
mareşallik asasına muhtaç zannediyor. Lâkin kaide-i ihtiyat-perverî bize “bir
hâl bir mesuliyet” içinde Napolyon’a layık ef‘âlde bi’l-amel bulunmadıktan
sonra nefsimizde bir Napolyon’un vücudunu hissetmemekliğimizi tavsiye
etmektedir. Bâr-ı mesuliyet bir darbede herşeyi tebdil eder. İnsan o anda
harbe başka bir nazar ile bakmaya başlar. Bâr-ı mesuliyet insanın nazarını
ber-vechle tebdil eder ki tabiatın en latif bir gününde bir adamın gözleri
önüne sarımtırak bir kırmızı cam getirildiği zaman bir an evvel gayet güzel
gördüğü havanın birdenbire tebeddül ettiğini ve saha-i tabiat fevkinde cesîm
bir fırtına alâ’imini müşahade eylediği gibi o anda ahval-i harbiyeyi büsbütün
başka bir renkte görmeye başlar.
Bâr-ı mesuliyet her tarafta bir suret-i mütesaviyede icra-yı tesir
etmeyerek bu tesir silsile-i merâtib-i askeriye derecatının tereffü‘üyle
beraber tezâyüd eder. En aşağı mertebede gayet cüzî bir tazyik ile bede’
eder. Bu hâl hususiyle bizim ordumuzun zabitan heyetinde nümâyân olur.
Zira bizde heyet-i zabitan efradının cemiyet-i medeniye nokta-i nazarından

375
Von der GOLTZ

olarak hukuk ve imtiyazatça cümlesi müsavi olduğu gibi bütün heyeti


erbâb-ı zekadan mürettep bir sınıf zâdegân teşkil etmektedir ki bu cemiyette
mülazımların en cüretli adamlar olduğuna asla şüphe yoktur. Çünkü onlar
mareşalliğe mahsus olan bâr-ı mesuliyete asla vâkıf olmadıkları hâlde ileride
mareşal olmak hak ve istidadını kendilerinde hissederler. Bunlar aşağıdan
yukarıya doğru icra-yı tesir eder bir kuvvet teşkil ederek merâtib-i saire dahi
mâ-fevklerinde olan merâtibe nazaran yine bu hâlde olduğundan, bu suretle
bütün ordunun hareket ve faaliyetine büyük bir kuvvet verilmiş oluyor.
Aşağı derecede bulunan zabitanın “istiklali” hiçbir şey ile tazmin edilmez bir
kuvvet husule getirmektedir. Her zabit kendi kendisine çalıştığı zaman işlerin
kuvve-i muharrikenin yukarıdan icra-yı tesir etmesine intizar olunduğuna
nazaran daha mükemmel hareket edeceği kolaylıkla anlaşılabilir. Bir orduda
yalnız emrolunan şeyi icra etmek âdet hükmüne girmiş bulunur ise o
ordunun her nev‘ fiil ve hareketinde bir nev‘ atalet âsârı müşahade kılınır ki
her ne zaman hâlât-ı gayr-i memule zuhur edecek olur ise ümera ve zabitan
hâlât-ı mezkûre hakkında kumandanlığın fikir ve re’yini anlamaya muntazır
olacaklarından, muamelat-ı harbiyede mutlaka birtakım fasılalar zuhur eder.
1870 senesinde Fransız Ordusu’nun bazı harekât-ı harbiyesinde görülen
adem-i irtibat aşağı tabakalarda bulunan ümera ve zabitanda istiklalin
fikdânı hususundan gayri bir şeye hamlolunamaz. Cesim ordularımıza iyi bir
idare ve kumanda vermek emr-i müşkülünü vücuda getirmek için bâlâdan
icra olunan tahrikatının müessir olması zımnında iktiza eden hususatın aşağı
tabakalarda bulunan ümera ve zabitan tarafından hazırlanması mutlaka
lazım bir keyfiyettir. Biz geçen muharebede karargâh-ı umumîden mersûl
evâmir, ordu veya kolordulara vasıl olduğu esnada evâmir-i mezkûre ahkamı
mukaddematının icra edilmiş bulunduğunu pek çok defalar müşahade
etmişizdir.
“Mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod hareket” hassa-i istiklalin
husulüne hizmet ve orduları zî-kuvvet eder. Biz bir kaide-i esasiyeye
tamamıyla mutekit olduğumuzda pek haklıyız. Bu kaide ise “bir zabitin bazı
eser-i tekâsül ve müsamahası müşahade olunduğu zaman ‘bana bu babda
bir şey emrolunmamış idi’ sözüyle beyan-ı mazeret edememesidir”. Daha
ziyade iş görmek fırsatı zâhir olduğu zaman bir itaat-i mutlaka ve hatta
emrolunan şeyi tamamıyla icra dahi bize kifayet etmez. General Clausewitz
yalnız resmen emrolunan şeyi icra ile iktifa eden kimseleri vasat derecede
adamlardan addediyor. Biz ise buna vazifeyi tamamıyla bilmemek namını
veririz. Büyük Frederick her zabitin hiç olmaz ise üst tarafındaki en yakın

376
Millet-i Müselleha

bir rütbeye hazırlanmasını talep eder idi. Çünkü mesuliyeti der-uhde ederek
hod be-hod hareket ve istiklal hassaları ancak bu suretle vücuda gelmiş olur.
Bir kolordu bede’ olunan yürüyüşe sabahleyin erkenden devam
etmeye emir alır. Lâkin bu sırada ordunun bir cenahının memulün fevkinde
olarak düşman ile müsademe etmiş olduğu haberi vasıl olur. Karargâh-ı
umumînin eski caddeyi terk ile muharebe meydanına isal eden yollara
inhiraf etmesi ihtimalât dâhilinde bulunuyor ise de bu babda henüz bir emir
vürut etmemişdir. İşte bu sırada kolordu kumandanı maiyetinde bulunan
kolorduyu ertesi sabah dolaşık yollardan gitmeye ve vakit zayi etmeye
mecbur olmamak üzere tebeddül eden istikametten hareket edebilecek bir
hâle koymaya karar verir. İşte buna mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod
hareket etmek derler.
Tesadüfî muharebe tarifinde bataryalarını yürüyüş kolundan çıkararak
ilerletmiş ve bu suretle bir emir vürudunu beklemeksizin başkumandanın
arzusunu yerine getirmiş olan topçu kumandasının hareketi dahi “inisiyatif”
yani mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod hareket idi. Tarassut eylediği
düşmanın çekilmekte olduğunun farkına varan ve düşmanın kaçırılmasının
orduya ne derecede muzır olacağını ra‘nâ derk ve iz‘ân eden pişdar
kumandanı düşmana taarruz ettiği zaman yine bu hassaya ittibâ‘ etmiş olur.
Mesuliyeti der-uhde hod be-hod hareket hassası ekseriya olduğu gibi her
nerede olur ise olsun taarruz ve hücum etmek hususu zannolunmamalıdır.
Bir rütbe-i aliye ashabından ve fünûn-ı askeriyede temeyyüz etmiş erbâb-ı
harpten bulunan bir zatın “bir taarruz dahi mesuliyeti der-uhde ederek hod
be-hod hareket hassasının fikdânına delalet edebilir” sözü ziyadesiyle hakikate
muvafıktır. Bu keyfiyet bir pişdar kolunda, kolun kumandanı mücerred ne
yapacağına dair bir karar-ı katî ve muayyen vermediği hâlde düşamana
taarruza kıyam eylediği zaman vaki olur.
Mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod hareket, mâ-dûnda bulunan
bir zabitin kendi dirayet ve malumatına istinaden mâ-fevkinde bulunan
kumandanların maksadını terviç etmek üzere bilâ istizan iltizam eylediği fiil
ve hareketten ibaret bulunur.
Filhakika bu hareketin başkumandanın niyyâtını kat‘ ve artık tebdili
gayr-i mümkün olarak husule getirdiği işler ile kendisinin hürriyet-i
hareketini ihlal ederek bazı kere kumanda heyetini izaç edebileceği gayr-i
münker değildir. Kumanda tabakat-ı aliyesinde mesuliyeti der-uhde ederek
bir tedbirin icrasına mübaşeret olunmazdan evvel tedbir-i mezkûrun kâffe-i

377
Von der GOLTZ

menâfi‘ ve mahazîrinin hâdde-i tetkik ve mütalaadan imrar edilmesine


ihtiyaç vardır. Çünkü burada karar verilen bir tedbirin icrası zımnında sevk
olunacak bir ordu kısmının düçar olacağı hâl bütün orduyu müteessir edecek
derecede büyüktür. Hâlbuki aşağı tabakalarda bulunan bir zabitin mesuliyeti
der-uhde ederek mevki-i fiile çıkaracağı bir tedbirin neticesi her ne olur ise
olsun ordu üzerine bâlâdaki nispette icra-yı tesir edemez. Lâkin zabitanın
mesuliyeti der-uhde ederek icra ettikleri harekâtın bazı münasebetsiz
neticeler tevlit eylediği hususu nazar-ı dikkate alınarak ale’l-umum ümera
ve zabitanın derece-i istiklalini ref‘ ve ilga etmeye kıyam etmek kadar büyük
bir hata olamaz. Çünkü bu suretle bir münasebetsizliğin önüne set çekmek
için berîden maksadı mürevviç yüz adet muharrik iptal edilmiş olur.
Zaten bunlar olmasa bile yine “mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod
hareket”in pek çok düşmanları vardır. Bunlar ise atalet-i fikir, müsamaha,
mücerred fikri yormamak için bazı şeylerin vukuuna müsaade, düşünmeksizin
makine gibi iş görmek, mesuliyet korkusu, pek çok kimselerin cereyan-ı
vekâyi‘e kapılarak tebaiyet etmek için hissettikleri ihtiyaç ve hod be-hod
iş görmeye kıyam edileceği yerde vekâyi‘-i mezkûrenin size iş görmeyi
vazife hükmüne getirmesine intizar keyfiyetleridir. İşte kuva-yı menfiye
ve mezkûre her nev‘ gayûrâne iş görmek hassasını düçar-ı atalet eder.
Binaenaleyh hassa-i istiklalî yunarak ve tahdit ederek hususat-ı mezkûre bir
kat daha terviç edilecek olur ise ordunun bütün hayatı itfâ edilmiş ve asker
kumandanın meramına göre her türlü şekle girmeye müstait ve fakat büyük
işler görmek için vücudu elzem olan bir muharrikten mahrum yumuşak bir
madde hâline girmiş olur.
Mesuliyeti der-uhde ederek iş görmek hassasını ordudan izale eylemek
pek kolaydır. Fakat bu hassa bir kere zail olduktan sonra iadesi gayet müşkül
ve belki de gayr-i mümkündür. Mesuliyeti der-uhde ederek hareket etmek
hassasından mütevellit bazı mahzuratın önünü almak için yalnız bir çare
vardır. O da zabitanı malumatça ber-tesviyede bulunabilecekleri bir surette
yetiştirmektir. Bu çare kâfi olduktan başka hassa-i istiklale dahi îrâs-ı
mazarrat etmez116.
Müte’ehhirîn-i felasifeden bir zat der ki : “Teessüf ederim ki bir şeyi pek
geç anlamaya muvaffak oldum. Bu şey ise hiçbirşey yapmamak pek çok hâllerde
yapılacak şeylerin en müessiri, en ucuzu, en az muhataralısı belki en iyisi ve en
ziyade akla muvafık olanıdır.” Bu sözün maişet-i adiye için büyük bir hikmeti

116 198’inci sahifeye müracaat oluna.

378
Millet-i Müselleha

câmi‘ olması muhtemel ise de askerlik âleminde onun külliyen def‘i icap
eder. Asker mütemadiyen meşgul olmalıdır. Kendisi yaptığı şeyin mazhar-ı
takdir olacağından veyahut hiç olmaz ise düçar-ı takbih edilmeyeceğinden
emin olduktan sonra kemâl-i memnuniyet ile çalışır.

Bunun için kumanda heyet-i aliyesi mâ-dûnda bulunan ümera


ve zabitanın harekât-ı istiklalkârânelerini pek çok defalar bir nazar-ı
alicenabâne ile görüvermelidir117.

1870 Seferi’nde Almanya ordularının kumanda heyetleri bazı vukuat-ı


gayr-i memule zuhurunda sebepleriyle uzun uzadıya iştigale asla inhimak
etmeyerek vukuat-ı mezkûreyi olmuş bitmiş şeyler add ile hesabâtına ithal
ediverir idi. Bu suretle maiyetinde olan kâffe-i zabitanda istiklal-perverâne
harekete cesaret ve teşebbüs eylediği bir şeyde emniyet husulüne hizmet
etmiştir. Çünkü her zabit hod be-hod teşebbüs eylediği harekette yalnız
bırakılmayacağından ve icabında bâlâdan mazhar-ı muavenet olacağından
emin idi. Bu suretle bütün ordunun kuvveti taz‘îf edilmiş bulunuyor idi.

Bir başkumandanın kendisinden istizan etmeksizin meşum bir


muharebeye tutuşmuş olan maiyeti kumandanlarından birini kendi hâline
terketmesi kadar eblehâne bir hareket olamaz. Çünkü fevkalade bir lüzum ve
zaruret olmadıkça velev kendi hatasıyla bir felakete düçar olan maiyetini bilâ
ihtiyar imdatsız bırakan başkumandan kendi ordusu aleyhinde muharebe
etmiş olur.

Hareket-i istiklal-perverâneye müsaade eden kimse “hareket-i keyfiye”ye


asla müsaade etmiş olmaz. Bunların ikisi beynindeki hudut gayr-i muayyen
gibi görünüyor ise de edilen hareketin maksadı nazar-ı dikkate alındığı gibi
bunların ikisine tebaiyet edilmiş olduğu derhâl meydana çıkar. Bu babda
verilecek hüküm husule gelen muvaffakiyete nazaran değil maksad-ı mezkûra
nazaran verilmelidir. Çünkü muvaffakiyet ekseriya bir tesadüften neşet

117 Bu husus sulh ve asayiş zamanında dahi lazımdır. Zaten sulh ve asayiş zamanında
icra olunan manevralarda kâffe-i harekâtın muntazaman ve eşkal-ı latife husule getirecek
surette cereyanı matlup olduğundan belki lüzumundan fazla emirler verilmek âdet hük-
mündedir. Hareket-i istiklal-perverânesiyle bir kıt‘a-i askeriyenin şekl-i latifini ihlal eden
bir zabit belki düçar-ı takbih ve tekdir olur. Bunun içindir ki bu zabit asayiş zamanında
tecrübelerine istinat ederek bir işe mübaşeret etmezden evvel bâlâdan bir emir vüruduna
intizar etmeyi tercih etmeye başlar ve bu hâl gittikçe âdet hükmünü alır. Binaenaleyh aşağı
tabakalarda bulunan ümera ve zabitan her nerede istiklalden mahrum olacak olur ise
harekât-ı harbiyenin tevlit edebilecekleri sû’-i netâyicin bütün mesuliyeti tabakat-ı ulyâda
bulunanlara ait olacağı bî-iştibahtır.

379
Von der GOLTZ

edebilir. “Hareket-i keyfiye” daima hod-perestlikten neşet edip hiçbir vakit


menâfi‘-i umumiyeyi mülahazadan neşet etmez. İstiklali mazur gösteren
şey daima makâsıd-ı aliyeyi terviç eylediği veyahut onları terviç etmek
istediğidir. Bu husus mefkûd olduğu yerde ve mahzâ iktidar-ı zatîye istinat
edilerek kendi hesabına iş görüldüğü mahalde mutlaka “hareket-i keyfiye”ye
ittibâ‘ edilmiş olur. General Von Manstein’in Kolin Meydan Muharebesi’nde
icra eylediği taarruz bir “hareket-i keyfiye” idi. Çünkü taarruz-ı mezkûrun
makâsıd-ı umumiyeye zerre kadar hizmet etmediğini ve ancak generalin
tezâyüd-i şan ve şöhretine hâdim bulunduğunu anlamak pek kolay idi.

“İstiklal” ve “hareket-i keyfiye” ekseriya zannolunduğu gibi birbirlerine


asla karîn değildir. Birincisi maksat uğrunda şahsı, ikincisi ise şahıs uğrunda
maksadı düçar-ı muhatara eder. Bunların ikisi de yek-diğerlerine gayet zıt
bulundukları cihetle birisinin terakkîsine çalışmak ve diğerlerinin izalesine
gayret etmek pek kolay olur.

Karar vermek hassası fiil ve muamelenin muharriki, sebat ve metanet


onun mürevviç ve muhafızı ve mesuliyeti der-uhde ederek hod be-hod
hareket onun kuvve-i namiyesi ve hassa-i istiklal dahi kendisini fasılalara
uğratmayacak hamisidir. Bu hassalar mevcut olduğu yerde “hareket-i keyfiye”
mevcut bulunamaz. Çünkü havass-ı mezkûre bir fikr-i haseneden ve hareket-i
keyfiye ise bir fikr-i seyyi’eden neşet eder.

380
On dördüncü Fasıl

Harekât-ı Harbiye ve Muharebe Üzerine İcra-yı Nüfuz ve Tesir Eden


Ahval-i Mahsusa

Mevâsim-i muhtelifeye nazaran bir tabiye veya sevkülceyş kitabı


yazmak henüz hiç kimsenin hatırına gelmemiş ise de onların şimdiye değin
dûr u dirâz mevki-i bahse çekilmiş olan “arazi”nin ehemmiyeti derecesinde
ehemmiyetleri vardır.

Yağmurlu, çiğli bir havanın tesiriyle toprak bir kadem derinliğe kadar
yumuşadığı ve topçu ile süvariyi caddenin haricinde yürütmek gayr-i mümkün
olduğu zaman harekât-ı harbiyenin, askeri kuru bir topraktan yürütüldüğü
zamana nispeten başka tarzda olacağına asla şüphe yoktur. Muharebeler
daha az katî olacağı gibi imtidatları dahi tezâyüd eder. Seri takipler icrası
mümkün olmadığı gibi şiddetli bir taarruz icrası dahi gayr-i mümkün
bulunur. Hâl-i müdafaanın kuvveti tezâyüd eder. İyi askerin tabiyedeki
meleke ve maharetinden tamamıyla istifade olunamayacağı misillü fena bir
asker dahi onu sabit-kadem olarak beklemeye ve onunla mübareze etmeye
cesaret eder. Anasırın bu nüfuz ve tesirinden dolayı planları tahdit veyahut
kumanda heyetiyle askerin gayret ve ikdamını iki misli etmek iktiza eder.

Bunun gibi bizim arzımız mevâsimin husule getirdiği muhtelif “imtidad-ı


eyyam” dahi idare-i harp üzerine icra-yı nüfuz eder. Harp işlerinin kısm-ı
azamı gündüzün icra olunmak lazım gelerek biz bu babda şafak vaktini dahi
dâhil-i hesap etmekteyiz118.

Günün uzunluğunun mevsim-i sayfta sabahleyin alafranga saat ikiden


akşam saat ona ve mevsim-i şitada dahi sabahleyin saat yediden akşam saat
beşe kadar güzerân eden müddet itibar etmeliyiz. Birincisinde gün yirmi
saat ve ikincisinde on saatten ibaret bulunmuş olur. Lâkin şurasını dahi
nazar-ı dikkate almalıdır ki muharebenin tesiri yalnız vaktin ilerilemesiyle
beraber ilerlemeyerek mütemadi bir tezâyüd hassasına mâliktir. Mesela altı

118 274’üncü sahifede münderic birinci hâşiyeye müracaat oluna.

381
Von der GOLTZ

saat zarfında nîm bir surette kazanılan bir muzafferiyet, muharebe etmeye
müsait iki saat daha mevcut olsa idi düşmanın külliyen inhizamına bais
olabilir idi.
Mevsim-i şitada yürüyüşler daima ziyade mucib-i mihnet ve ızdırap
bulunurlar. Buna yalnız yolların fenalığı ve nüzul eden berf değil havanın
şiddet-i bürûdeti dahi sebebiyet vermektedir. Soğuk, efrad-ı askeriyenin
kuvvetini tenkîs ve yorgunluklarını tezyit eder. İnsan daha uzun bir uykuya
muhtaç olduğundan konak mahalline erkence muvasalat olunduğu hâlde yine
ertesi sabah harekete mübaşeret ve bir müddet teehhür eder. Ondan başka
bütün askeri hanelerde ve mahfuz yerlerde yerleştirmek elzem olduğundan
asker memleketin içinde ve büyük mesafeler dâhilinde dağılmaya mecbur
olur. Her içtima için ziyade vakit lazım olduğundan bu hâlin mahzuru ise
kış günlerinde daha ziyade hissolunur. Mesafât-ı ba‘îdeden bir içtima-ı seri
vukuu ve uzaktan kolbaşı hizasında içtima edildikten sonra muharebeye
girmek hususu mümkün olamaz. Ordu aksamını dağıtmak emrinde daha
ziyade ihtiyatkârâne davranmaya ve aksam-ı askeriyeyi mümkün mertebe
yek-diğerlerine daha yakın tutmaya gayret etmek lazımdır. Bu husus ise yine
askerin layıkıyla konaklara yerleştirmek hususuna muzırdır. Soğuk, neferat-ı
askeriyeyi ziyade acıktıracağından askeri daha iyi beslemek lazım gelir. Sıcak
yemek elzem bir ihtiyaç hükmüne girer.

Mevsim-i şitada harekât-ı harbiye müşkülatının tezâyüdü ve iş zamanının


tenakusu hasebiyle mevsim-i mezkûrda uzun bir müddet uğraşmayı icap
ettiren ve arızalı bir arazide icra edilen muharebeleri nihayete erdirmek
hemen gayr-i kâbil bulunur. Kar ile mestûr ovaların üzerine çöken sabah
dumanı asker için geceyi ekseriya temdit eder. Le Mans muharebatı günleri
bu misillü ahval içinde kendisine müsait bir arazide yerleşmiş olan musırr
ve muannit bir düşmanı oradan tard etmek ne derecede müşkül olduğunu
pekâlâ ispat ederler. Muharebeler pek geç başlar. Kar avcı hatlarının
ilerlemesine mâni olduğu gibi erkenden hulul eden akşam karanlığı dahi
muzafferiyet husule gelmek ve düşman sufûfu perişan olmak üzere iken
muharebeye nihayet vermiş idi. Kış gecesinin uzunluğu düşmana, kendiye
tekrar nizam vererek, yeni mevziler ahz ve imdatlar celp ederek ertesi sabah
icra edeceği mukavemeti hazırlamak imkân ve iktidarını veriyor. Fransız
Ordusu’nda husule gelmeye bede’ eden hâl-i perişanî pek çok kereler
zuhura gelen fasılalar sayesinde teehhür ederek o kadar sürat ile terakkî
edememiş idi. Bu esnada Almanlar tarafından yedi gün zarfında görülen
iş mevsim-i sayf ortasında üç dört gün içinde görülebilir ve muvaffakiyet

382
Millet-i Müselleha

dahi olduğunun iki misli büyük olur idi. General Wellington tarafından119
Waterloo 120 Meydan Muharebesi’nde söylenip ve ondan sonra darb-ı mesel
hükmünde kalmış olan şu “Ya gece olmasını veyahut Prusyalıların vürut
etmesini isterim.” sözü ile müşârun-ileyh muharebe esnasında imtidad-ı
yevmin fevkalade ehemmiyeti pek güzel ifade ve ispat etmiştir. St-Privat
Meydan Muharebesi’nde muharebeye müsait bir saat daha vakit olmuş olsa
idi muzafferiyet iki misli bir derecede bulunur idi. Fakat bu muharebenin
vukuunu ağustosun 18’inci günü yerine Kanunuevvelin 18’inci günü farz
edecek olur isek muharebenin gündüz saat on ikide başlayabilmesine bile
şüphe vardır. Mamafih muharebenin bu saatte başlamış olduğunu farz ve
kabul edecek olur isek muharebenin nihayeti tamamıyla Prusya Hassa
Ordusu’nun St-Privat karyesine icra eylediği taarruz düçar-ı atalet olduğu
esnaya tesadüf eder idi. Binaenaleyh ertesi sabah bu taarruza yeniden
başlamak iktiza eder idi ki bu sırada Mareşal Bazaine dahi geceden istifade
ederek henüz muharebeye sokmamış olduğu ihtiyatlarını tehdit olunan
cenahın imdadına göndermeye muvaffak ve bu suretle Fransızların Almanlar
tarafından düçar-ı taarruz olan cenahı kesb-i kuvvet etmiş olmakla bu hâlde
muharebenin cereyan-ı âtîsinin ne şekilde rû-nümâ olacağı halle şayan bir
mesele hükmünde bulunur idi.

General Von Stiehle, Kunersdorf Muharebesi’ne dair yazdığı makale-i


mükemmelede121 muharebe-i mezkûrede zuhura gelen mağlubiyetin
esbâbını tadat eylediği sırada sebeplerden biri olmak üzere “bir yaz gününün
şiddet-i hararetini ve gündüzün ziyade imtidadını” gösteriyor.

Mûmâ-ileyh ilaveten diyor ki :

“Torgau ve Kunersdorf Muharebeleri birincisi ağustosta veyahut ikincisi


teşrinisanide vuku bulsa idi neticeleri ne kadar müşabih olur idi. Kunersdorf’da
zulmet-i leyl saat beşte hulul etmiş olsa idi Rusların geceden bilâ istifade ricat
veyahut Judenbergen’de (Cibâl-i Yehud) içtima etmeleri karîbü’l-ihtimal idi. O
zaman General Von Wunsch’un manevrası icra-yı tesir eder (General Wunsch

119 General Wellington İngilizlerin meşhur bir kumandanı olup 1815 senesinde Bonapart
aleyhinde ittifak eden devletler ordularının başkumandanlığını der-uhde ederek Waterloo
muharebe-i meşhuresini kazanmıştır. Müşârun-ileyh 1769 senesinde tevellüt edip 1852
senesinde vefat etmiştir. Li’l-mütercim
120 Waterloo, Belçika’da Brabant Eyaleti dâhilinde bir karye olup 1815 senesinde
civarında Napolyon Bonapart’ın mağlubiyetiyle şöhret-şi‘âr olmuştur.
121 Almanya haftalık ceride-i askeriyesinin 1760 senesi şuhûr-ı sülüse-i evvelîsi cild-i ev-
velinin ilavesine müracaat oluna.

383
Von der GOLTZ

kralın emri üzerine muharebe esnasında Rusların geri taraftan olarak Lebus
mevkiinde Oder Nehri üzerinde kâin Frankfurt şehrine doğru azimet ve şehr-i
mezkûru zapt ve teshîr eyledikten sonra düşmanın ricat eden askerine nehr-i
mezkûr üzerinde gemilerden inşa edilmiş bulunan köprüleri seddetmiştir.) ve
kral dahi ayın onüçüncü günü sabahleyin Grundhaide’nin hâkim tepelerinden
dünkü günün nîm kazanılmış muzafferiyetinden mütevellit bir şevk ve gayret
ile taarruz ve hücumunu tekrar eyler idi.”
Kunersdorf Meydan Muharebesi’nde zulmet-i leylin hululünde Büyük
Frederick’in muharebeye devam etmemiş olacağı muhakkak bulunduğu gibi
Torgau Muharebesi’nde dahi General Zieten ağustos ayı olmak hasebiyle
o esnada mevcut olan aydınlık olmamış olsa idi Schafteich civarında kâin
Siptitz Tepelerini zabt etmeye muvaffak ve hele zabt ettikten sonra onlarda
sebat etmeye asla muktedir olamaz idi.
Binâberîn evvelden tasmîm edilmiş bir meydan muharebesinin icrasında
imtidad-ı yevm büyük bir ehemmiyeti haiz bir kemmiyyettir. Muharebenin
geç vakit başlaması ancak nîm muvaffakiyetlerin husulüne bais olur. Katî
bir netice istihsaline gayret olunduğu zaman muharebeye geç başlamak
hususu mazarrat-ı azimeyi mucip olabileceği gibi nîm muvaffakiyetler ile
iktifa veyahut yalnız öyle nîm bir muvaffakiyete kâfi derecede bir kuvvet
hissolunduğu takdirde bais-i menfaat olabilir.
Mevsim, ordunun mizacı üzerine dahi bir nev‘ nüfuz icra eder. İlkbaharın
latif bir gününün sabah saatlerinde mevsim-i sayfın hararetli günlerinde
veyahut bulanık yağmurlu günlerde hareket olunduğuna nazaran elbette
şevk ve gayret ile yürünülür.
“Hava”nın ordunun ahval-i sıhhiyesi üzerine ne derecede bir nüfuz icra
eylediği vâreste-i kayd-ı izahtır. Buna bir de esbâb-ı maişet zarureti inzimam
edecek olur ise her şeyi tahrip eder bir kuvvet husule gelebiliir. Hele bu
misillü tesirat hususuyla cebrî istirahatlerde ve mesela konaklarda ve bu
kabîl ahvalde fevkalade bir nüfuz-ı muzır icra ederler.
1870 senesinde Metz önünde bulunan Alman Ordusu’nun kumanda
heyeti bu nokta üzerine maiyetinin nazar-ı dikkatini celp ederek büyük
bir eser-i ihtiyat-perverî ibraz etmiştir. Heyet-i mezkûre ısdâr eylediği
emirnamelerde pek çok kere efrad-ı askeriyenin muhasara hattı dâhilinde
ameliyat-ı muhtelife ile işgal edilmesi lüzumunu zikretmiştir.
Bunlardan eylülün dokuzuncu günü ısdâr olunan bir emirnamede şu
ihtar var idi :

384
Millet-i Müselleha

“Şimdi bütün mesaimiz, mütemadiyen devam eden fena havaların


ordumuz için bir felaket-i umumiyeye sebebiyet vermemesi noktasına masruf
bulunmalıdır.”
“Bunun için her mebyetten, her mahall-i mahfûzdan istifade etmeye
çalışmalıdır ki bu suretle ileri karakollarımız sık sık tebdil olunabilsin ve nöbet
beklemiş olan efrad-ı askeriye bir dam altında ve bir ateş karşısında elbise ve
eşyalarını kurutabilsinler.”
“Askeri muntazam ve kâfi bir surette beslemek gayret ile iş görmek
– üseranın ifadesiyle dahi müspet olduğu üzere – düşmanın dahi bizden
daha fena bir hâlde bulunduğuna itikat etmek ile bu müşkülata dahi galebe
edeceğimiz aşikârdır”.
Hareket, ale’l-umum fena havaların sû’-i tesiratını tenkîs eder. Kendisi
nazar ve fikre arz eylediği tebeddülat ile mizaca hüsn-i tesir eder. Uzun bir
istirahatten sonra icra olunan her yürüyüşün tabiata bir ciyâdet verdiği
müspet olduğu gibi ahval-i sıhhiye mülahazatı dahi ekseriya tebdil-i havayı
icap ettirirler. İlel-i sâriye daha az bir suhuletle tevessü ettiği gibi vücudun
muntazam bir surette faal ve müteharrik olması dahi ahval-i sıhhiyenin
iyiliğine yardım eder.
Muhasara muharebelerinde yağmur suları kuru hendekleri sulu
hendeklere tahvil ettiği ve soğuk dahi toprağı kazma ve küreğe mukavemet
edecek derecede takviye eylediği zaman fena havaların ne kadar büyük
ehemmiyeti haiz oldukları mevsim-i şitada icra edilen muhasara muharebeleri
tarihiyle müspet olarak bu babda yalnız Sivastopol ve Belfort muhasaralarını
zikr ve ihtar kâfidir.
Bir mevsim-i şita seferi bir ordu için gayet meşakkatli bir iş olarak
şayet ahval dahi bir suret-i mahsusada gayr-i müsait olacak olur ise askerin
muhafaza-i hayatı her nev‘ harekât-ı harbiyeyi unutturabilir ve hatta
kumandanların yegâne meşguliyeti hâline girebilir.
Bu babda iktiza eden tedâbîrin bir derece-i kâfiyede ittihazı ne
mertebede mühim ise tedâbîr-i mezkûrenin vakit ve zamanıyla mevki-i fiile
çıkarılması dahi o nispette mühimdir. Tedâbîr-i ihtiyatiye-i mezkûreyi ancak
ihtiyaç zuhurunda düşünmeye kıyam eden kimse ittihaz-ı tedbirde pek geç
davranmış olur.
Her hâlde esna-yı harpte orduların tezâyüdüyle beraber “mesele-i
sıhhiye” ehemmiyeti dahi tezâyüd eder. Bir orduda yevmî birçok katarlar

385
Von der GOLTZ

dolusu hastegân geriye doğru izam olunduğu ve onların yerini tutacak pek
az efrat geldiği ve kuvve-i muharribe karşısında kâffe-i vesaitin tesirsiz
kaldığı görüldüğü zaman insanın kalbini bir nev‘ havf ve dehşet istila
eder. “Bahtü’n-nasr’ın” Kudüs-i Şerîf önündeki ordusu bilâ ihtiyar insanın
hatırına gelir. İlel ve emrazın mucip olduğu zayiat hemen inanılamayacak bir
derecede olarak nihayet kâffe-i muvaffakiyatı düçar-ı muhatara edebileceği
yalnız bir misalden anlaşılabilir. Fransa memâlikine tecavüz etmiş olan
Alman Ordusu’nun ahval-i sıhhiyesi oldukça iyi idi. Hiçbir illet-i sâriye zuhur
etmedi. Mamafih bütün seferin müddeti esnasında 400.000 nefer hastegân
hastahaneleri ziyaret etmiştir122.
Geçenlerde erbâb-ı tetkikten bir zat sefer esnasında hastahaneyi ziyaret
etmiş bir neferin, ordudan müneffek olduğu zamanın miktar-ı vasatîsini
hesap ve taharrî ederek yirmi günden ibaret olduğunu bulmuştur.

Binaenaleyh bundan kuvvetçe zuhur eden “açık” mükemmel on iki


kolordunun dört hafta müddet harekât-ı harbiyeye iştirak etmemesine
muadil idi.

Bu infisâh-ı tabiînin önüne set çekmek için elden gelen vesaite müracaat
etmek lazım gelir. Muharebe edilen memleketin iklimi ve havası tedâbîr-i
muhtelife ittihazını istilzam eder. Memâlik-i şarkiyede edilen bir harp
esnasında büsbütün başka yolda tedâbîre ihtiyaç messedeceği ve askerin
muhafaza-i sıhhati dahi Alman veya Fransa toprağında edilen bir muharebe
esnasında olduğuna nazaran daha ziyade bir ehemmiyet kesb eyleyeceği
vâreste-i kayd-ı gümândır.

Harp esnasında “asker mevcudunun” mütemadiyen tenakusu dahi


mühim bir meseledir. Bidayet-i seferde 1.000 nefer silah-endazdan mürettep
olan bir tabur seferin nihayetinde 300 nefere tenezzül eder. Kolordular,
kuvvetlerinin mevcud-ı aslîlerine nazaran zayıf fırkalar, fırkalar dahi zayıf
livalar hâlini bulurlar. Bununla beraber, bir kolordunun namı yine kolordu
kalarak kendisinden bidayet-i seferde talep olunan şeyler yine matlup olur.
Erkân-ı harbiye heyetleri kolordu ve fırkalar ile hesaplarını yürütmeye
daima münhemik olduklarından, kıtaat-ı askeriye-i mezkûreden seferin
bidayetinde talep ettikleri şeyleri seferin nihayetine doğru dahi talep etmeye
meyyal bulunurlar. Bu keyfiyet ise kısmen muayyen cüz’ü-tâmmların asla
tebeddül etmediklerinden neşet etmektedir. Karargâh-ı umumîler, kumanda

122 100.000 nefer mecruhîn bu hesapta dâhil değildir.

386
Millet-i Müselleha

heyetleri, topların adedi 123 ve esbâb-ı nakliye daima hâl-i sabıkta kalırlar. Asıl
muharrib bir tenakus başlıca piyade sınıfından nümâyân olur. Bu tenakus
süvari ve topçu sınıflarında o derecede mühim değildir. Bu vechle düçar-ı zaaf
olan piyade askeri ke-mâ fi’s-sâbık mükemmel bir kolordunun icap ettirdiği
muhafaza, emniyet vesair için iktiza eden hidemâtı ifaya mecbur bulunur.
Hatta hidemât-ı mezkûre ile sefer bidayetinde olduğundan ziyade mevcudu
tenakus etmek üzere olur. Başlıca sınıfın ehemmiyeti bu vechle gittikçe
tenakus ederek topçunun ehemmiyeti ise bilakis gittikçe tezâyüd eder. Daha
Büyük Frederick bile piyadesinin mütemadiyen düçar olduğu zaafa karşı bir
muvazenet husule getirmek için topçusunun tezyidi lüzumunu derk etmiş
idi. Müşârun-ileyh 1758 senesi mevsim-i şitasında Mösyö Fouguet’e yazdığı
bir mektupta bu babda şu vechle beyan-ı efkâr ediyor :
“Piyademizin mütemadiyen düçar olduğu zaafa karşı bir ilaç olmak üzere
topçumuzun miktarını haylice tezyit ettim. Harp imtidat ettikçe piyade sınıfını
teşkil eden anasır gittikçe fenalaşmaktadır.”
Lâkin topçunun miktarı esna-yı harpte tezyit edilmeyip de bidayet-i
harpte bulunduğu hâl-i aslîsinde kalacak olsa bile yine piyade sınıfı 25.000
neferden mürettep kolordularının 25.000’den 15.000, 12.000, 10.000 ve
belki de 7.000 nefere tenezzül ettiğini görerek bilahare vazifesinin topçu
sınıfını himaye ve muhafaza raddesine tenezzül ettiğini müşahade edecektir.
Bu kuvvet zayiatı ve harp için bidayet-i emrde gösterilen fevkalade şevk
ve gayretin tenakusu sayesinde harp büsbütün tebdil-i şekil ve hâl eder124.
Kıtaat-ı cesime-i askeriye kuvvetinin tenakusuyla kıtaat-ı mezkûrenin
nev‘an-mâ kıtaat-ı sağîre hâline gelmesi Bonapart gibi mâhir bir kumandana
süratli manevralar yapmak, düşman üzerine baskınlar ve memulün fevkinde
tertibat icrası bir noktada birdenbire zuhur ederek tekrar kaybolmak
iktidarını verir ise de yine bâlâda meşrûh ahval ale’l-umum muharebelerin
sürat ve kuvvetini tenkîs ederler. Düşmanın mahv ve izalesinden ziyade
ricatına sebebiyet verilir. Muharebeler birçok şematat husule getiren, pek çok
barut sarfını istilzam eden ve mamafih muharebe meydanını cenazelerden
hâlî bırakan ve nihayet hiçbir netice husule getirmeksizin hitam bulan top
muharebeleri hâline girerler. Filhakika idare-i harpte zuhur eden tebeddülat
nazar-ı vatanda mestûr kalır. Çünkü harekât ve muamelatta pek az kuvvet

123 Muharebe esnasında düşman eline geçmiş bulunması muhtemel olan toplar dâhil-i
hesap olmamak üzere.
124 On ikinci faslın iptidaki sahifelerine müracaat oluna.

387
Von der GOLTZ

ibraz olunduğu hissi muharebeye iştirak edenlerde vukuat-ı harbiyeyi


mutantan tarifat ile büyük göstermeye çalışmak ihtiyaçını ikaz eder. Harp
ne kadar müddet ziyade imtidat edecek olur ise tarif-i vekâyi‘de o nispette
tarîk-i mübalağaya sülûk edildiği cihetle memlekette oturanlar okudukları
gazetelerde daima parlak hareketler tarifatını mütalaa ile memnun ve mesrûr
olurlar. Lisaine Muharebesi’nde General Werder’in bütün kolordusunun üç
gün devam eden meydan muharebesi esnasındaki tekmil zayiatı Vionville
Meydan Muharebesi’nde üç kolordunun üç livasından her birinin sekiz saat
zarfında düçar oldukları zayiata muadil, 5.000 nefer kuvvetinde bulunan
38’inci Liva’nın uğradığı zayiattan daha az ve 16’ıncı Piyade Alayı’nın bir
saat zarfında verdiği zayiata tamamıyla müsavi iken yine evrâk-ı havadiste
Lisaine Meydan Muharebesi Vionville Meydan Muharebesi kadar dehşetli
ve kanlı olarak tarif edilmiştir. Bunun sebebi ise iki meydan muharebesi
arasında uzunca aylar geçmiş ve ordudan daha az gayret talebine ve görülen
iş ile daha kolay hoşnut olmaya alışmış bulunulmasıdır.

Harekât-ı harbiyeyi re’yü’l-ayn temaşa eden kimse muamelat-ı harbiyede


gittikçe bir gevşeklik husule geldiğini mutlaka müşahade eder. Bu bir hâldir
ki mutlaka nazar-ı itinada tutulmaya şayan olup ordunun böyle bir hâli
esnasında şevk ve gayretini ikaza muktedir bir zat zî-nüfuz bulunmayacak
olur ise kuva-yı harbiyenin istimalinde hâl-i mezkûrun daima dâhil-i hesap
edilmesi lüzumu hâsıl olur.

Loire Seferi esnasında Prens Frederick Charles’ın 1870 senesi


Kanunuevvelinin 10’uncu günü neşreylediği bir emirname bu babda pek
güzel bir misal olarak hususiyle bu misillü hâlât-ı istisnaiyeye nadiren atf-ı
nazar edileceğinden burada zikr ve ityânı münasip görülmüştür :

Emirname-i mezkûr diyor ki :

“Eyyam-ı ahîre muharebatı ve düşmanın gittikçe miktarını tezâyüd


ettiği topçusuyla bizi açık sahrada mağlup etmek üzere vukua gelen gayret-i
mükerreresi beni maiyetimde bulunan generallere 2.000 metreden öteye icra
olunan tesirsiz ateşi tahdit etmelerini tavsiye etmeye mecbur etmiştir. Çünkü
cephane yetiştirilmesi hususunda ne kadar tedâbîr-i müessire ittihazına
müsâra‘at edilecek olsa yine cephane cihetinde düçar-ı müzayaka olmaklığımız
melhuz ve muhtemeldir.”

“Düşman ke-mâ fi’s-sâbık hareket eder de arasıra bize icra-yı taarruza


teşebbüs edecek olursa ateşimiz arazinin kâffe-i fevâ’idinden istifadeye

388
Millet-i Müselleha

muktedirdir. Topçu ateşinin süratli ateş olmasına ancak en ziyade bir tesir icra
etmesi muhakkak olduğu zaman müsaade edilmelidir.”.
“Bilakis ekseriya vaki olduğu gibi düşman cephemizin karşısında ahz-ı
mevki ile yalnız top ateşi icra ederek taarruzumuza muntazır olacak olur ise
o zaman cephemize düşmanın cenahı, bir rub‘-ı milden ziyade olmamak üzere
bir mesafeden ihata olunduğu sırada pek az top ateşi icra etmesi tavsiye olunur.
İşte şiddetli bir top ateşi asıl düşmanın cenahı aleyhinde icra olunmalıdır ki
düşman bizim ihata manevramıza karşı mukabil taarruzlar icrasına teşebbüs
etsin.”
“Bu vechle icra olunan bir ihata manevrası esnasında süvarimizi dahi
süvari topçusuyla bi’l-ittifak düşman arasında bir karışıklık îkâ‘ etmek için
düşmanın ta gerisine bir çevirme hareketi icrasına muvaffak olabilir.”
“Düşmanın mukabil taarruzları bu vechle ret ve düşman zayiata düçar
edildikten sonra kendisini ricata mecbur etmek için piyadelerimiz taarruzu
bede’ eder.”
“İşte bu suretle askerimizi yoran faydasız zayiata ve külliyetli cephane
sarfiyatına sebebiyet veren birtakım neticesiz muharebelerden içtinap edilmiş
olur.”
Bu emirnamede sunûf-ı selâsenin istimali hakkında tavsiye edilen
kavaid-i mahsusa ve zayıf olan piyadeyi istimal ile beraber mehmâ-emken
esirgemek hususu bu misillü muharebelerin cümlesinde şayan-ı imtisal bir
numune olsa sezâdır.
Askerin muharebedeki hâline kendisiyle uğraştığı düşmanın “havass-ı
mahsusa”sı dahi epey bir nüfuz icra eder. Uzun bir müddet “fena” bir düşman
ile uğraşmış olan en âlâ bir ordunun maharetçe olan kıymeti tenakus eder.
1870 senesinden evvel Fransız askeri Cezayir’de, Asya-yı Şarkî’de ve
Meksika’da gördüğü tecârüb-i harbiye ile mağrur ve müftehir iken Almanlara
karşı edilen muharebede tecârüb-i mezkûreden mustahsal netâyic-i
hasene ibrazına asla muvaffak olamadı. Bahr-ı Muhît’in öbür tarafında
edilen askerî seyahatler Avrupa ahval ve münasebatına nazaran kıymetsiz
muharebat-ı sağîre ameliyatından ibaret bulunmuş olduğu ve buna mukabil
Fransız askerinin muharebat-ı mezkûrede tekâsül ve müsamahaya alışmış
bulunduğu meydana çıkmıştır. Ondan başka bu asker muzaferriyât ile ciddî
bir mukavemetin nasıl olduğunu ve düşman aleyhinde kuru, mütemadi ve bir
maksada hâdim bir muamele-i harbiyenin ne vechle icra olunacağını ferâmuş

389
Von der GOLTZ

etmiştir. Bir de gayet cüzî fedakârlıklar ile istihsal-i muzafferiyete muvaffak


olan bir askerin gittikçe fedakârlıktan ihtiraza başlayacağı dahi ale’l-umûm
askerin havass-ı mahsusasındandır. Muharebeler ne derecede nadir düşer
ise her nefer nefsine o nispette ziyade kıymet vermeye başlayacağı ve
binaenaleyh vatan uğrunda feda-yı can şevkinin o nispette tenakus edeceği
umur-ı bedihidendir.
Vionville ve St-Privat meydan muharebeleri gibi bir mahv-ı umumîyi
intaç eden vekâyi‘-i müthişe ve hunrîzâne herkese kendi nefsinin kıymetini
unutturmuş idi. Vekâyi‘-i mezkûre hengâmında husule gelen harikulade
heyecan, kâffe-i kuvânın derece-i nihayede inbisatına, fedakârlık etmek
meserretinin tezâyüdüne ve mevte nazar-ı istihkar ile bakmak hususuna
sebebiyet vermiş idi. Mu’ahharen muharebeye daha az bir gayret ile devam
etmeye başlandığı sırada muamelat-ı harbiyede dahi ale’l-umum bir gevşeklik
rû-nümâ olmaya başlamıştır. Birkaç aylar müddetçe önümüzde Eylül
Cumhuriyeti’nin125 gayr-i mu‘allem askerini gördüğümüz ve mutedilâne bir
gayret ile muzafferiyat-ı mükemmele istihsal etmeye başladığımız esnada biz
de muamelat-ı harbiyemizde âsâr- tekâsül göstermeye başlamış idik. Lâkin
biraz sonra düşman ordusunda ciddî bir kuvvet ve kendisine müsait ahval
sebebiyle Le Mans’da hakikî bir mukavemet müşahade olunduğu zaman
askerimiz epey bir zahmet ve meşakkate düçar oldu. Burada dahi askerimizin
sebata muvaffak olması kuvvet-i dâhiliyesinin derece-i fevkaladesine en
güzel bir delil ve ispattır.
Bir orduya verilecek en müşkül bir vazife var ise o da kuvve-i
maneviyesini kısmen izâ‘a etmiş olan bir sefere hitam verir vermez diğer bir
sefere mübaşeret ve burada taze düşmana tesadüf etmektir.
Napolyon Bonapart’ın 1806 senesi mevsim-i harîfinde Prusyalılarla
Saksonyalılar aleyhinde icra eylediği harekât-ı harbiye fevkalade
muvaffakiyetli bir surette cereyan eylediği hâlde yine müşârun-ileyh mevsim-i
şita esnasında Vistula Nehri havzasında Rusların General L’Estocq’un
kumandası altında ve henüz muharebeye girmemiş olan kolordusuna tesadüf
eylediği zaman harekât-ı mezkûrede ıztırarî bir durgunluk husule gelmiş idi.
1870 senesinde imparatorluğa karşı parlak bir surette icra ettiğimiz
sefere hitam verdikten sonra, Cumhuriyet aleyhinde ikinci bir sefere dâhil
olduğumuz sırada biraz canımız sıkılmış idi126.

125 Yani şimdiki cumhurun.


126 O vakitler mehâfil-i askeriyede Gambetta ile ef‘âli aleyhinde edilen itirazâtın menşei
dahi işte bu can sıkıntısı idi.

390
Millet-i Müselleha

Muharebe meydanında bütün kuvvet uzun uzadıya mübareze ederek


bitap kalmış olduğu esnada taze asker zuhurunun nasıl bir tesir icra eylediği
tarih-i harbin kâffe-i sahâ’ifinde muharrir ve mahkî bir keyfiyettir. Dârü’l-harp
üzerinde yeni düşmanlar zuhurunun tesiri dahi bundan az müessir değildir.
Filhakika bu sırada herşey ikinci seferi istikbal hususunda kalbimizde
mevcut olan hissiyata tabi bulunur. İkinci sefer, ordunun muzafferiyet
taçları üzerinde istirahata meylettiği esnada bağteten zuhur eder ise onu
muvaffakiyet ile icra etmek biraz müşkülce olur. Şayet düşmanın birisine
galebe ettikten sonra diğerine teveccüh etmek hususu daha işin bidayetinde
malum ve mukarrer bulunacak olur ise o zaman ikinci sefer için bir dereceye
kadar tedarikat-ı lazıme icra edilmiş bulunur. Bundan başka birinci seferin
mucip olduğu zayiat derecesinin dahi bu babda hayli tesiri vardır.
1805 senesinde Napolyon Bonapart’ın ordusu gibi cüzî fedakarlıklar ile
büyük muvaffakiyetler istihsal eden bir ordu tecrübeleriyle bir kuvvet kesb
etmiş olur. Lâkin bir kuvvet ile bir cihette kanlı bir sefer icra ettikten sonra
yine o kuvveti şevk ve gayret ile diğer bir seferde istimal etmek mümkün
olacağına itikat etmek ale’l-umum bir eser-i gaflettir. Birinci seferde bir
muzafferiyet bile kuvveti düçar-ı zaaf etmiş harp için olan şevk ve hevesi
söndürmüş ve ordunun hararet-i şan ve şerefini teskin eylemiştir.

391
On beşinci Fasıl

Kalelerin Nüfuz ve Tesiri

Kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkemeye taarruz veya onları müdafaa için


edilen muharebe, bahsimize ancak ale’l-umum harekât-ı cesime-i harbiyeye
taallükü derecede dâhil bulunacaktır.

Muhasara ve müdafaa istikbalde bir sıra topçu muharebeleri hâline


girecektir ki bunlarda tarafeyn-i muharebeyn yek-diğerlerine binlerce
kental127 demir fırlatmak ve cesim barut hakları sayesinde mermilerini
lağımlar misillü tesir ettirerek mahal-i ma‘reke toprağını alt üst edecekler
ve bütün tabyaları tahrip eyleyeceklerdir. Taraf-ı mütearrız üzerinde bir
muvaffakiyet istihsalini ümit eylediği ve caddeleriyle şimendifer hatlarının
vaziyetine nazaran ağır muhasara toplarını karşısına getirmeye muktedir
olacağı düşmanın cephesi mukabilinde bütün topçusuna hatt-ı harp
açtıracaktır128.

Taraf-ı müdâfi‘ mevkiin siperleri gerisinde gittikçe bir ızdırap hissederek


ve mevkii ihata eden düşmanın top ateşine pek ziyade maruz bulunduğunu
görerek o dahi açık sahraya çıkıp ileride bulunan kaleler veyahut harp
için mahsusan tesis ettiği istihkâmlar arasındaki mesafe üzerinde bütün
topçusuna hatt-ı harp açtırıp ve bu babda mahsusan tesis ve inşa eylediği
batarya mevkilerine yerleşip top muharebesine başlayacaktır129.

Netice-i muhasara bu muharebenin neticesine tabi olacaktır.

Taraf-ı mütearrız mağlup olur ve ihtiyatta bulunan toplarını celp


edemeyerek muharebeyi tamir edemez ise memleketten vesait-i cedide
gelinceye kadar muhasara bir fasılaya düçar olarak adi bir abluka hâline
girer. Lâkin bilakis taraf-ı müdâfi‘ mağlup olacak olur ise kendisi büsbütün

127 Bir kental elli kıyye-i cedideye muadildir.


128 286 ve 287’nci sahifelere müracaat oluna.
129 Silistre, Sivastapol ve hatta Belfort’ta dahi büyük bir ehemmiyet ihraz etmiş olan
istihkâmât-ı muvakkate, kendilerini daha ziyade tahkim ve tamir için iktiza eden vakit bu-
lunmayacak olur ise yeni toplara mümkün değil mukavemet edemez.

392
Millet-i Müselleha

mahvolduğunu beklemeyerek henüz elinde kalmış olan toplarını emin bir


mahalle nakletmeye müsâra‘at edecektir. Kendisi düşmana hafr hendeklerini
mevkiye doğru gittikçe ilerletmesine müsaade ile düşman istihkâmâtın
önünde ve dar bir mesafe dâhilinde toplanmaya mecbur olacak derecede
ileriye vardığı zamana kadar topçu muharebesinden sarf-ı nazar eder. Ondan
başka taraf-ı mütearrız için dahi burada - hiç olmaz ise az bir mesafeden
olsun – ihata etmek fevâ’idi zail olmuş bulunur. Çünkü bu sırada taraf-ı
müdâfi‘ yan tarafta vaki yani koltuk cephelerinden pek güzel istifade etmeye
başlar. Mamafih taraf-ı müdâfi‘ birinci top muharebesini kaybetmiş ise bu
sırada mütemadiyen top zayiatına düçar olduğu cihetle ikincisini nadiren
kazanabilecektir.
İkinci top muharebesinden itibaren kalenin sukutu bir “zaman meselesi”
hükmünde bulunur. Filhakika taraf-ı mütearrız mühendisi top ve lağımlar
vesâtatıyla açılan gediğe muhâcimînin vüruduna müsaade etmeye müdafaa
mühendisini mecbur edebilir ise de keyfiyeti suret-i umumiyede düşünecek
olur isek bir mevki-i müstahkeme hariçten imdat vürut etmediği gibi mevki-i
mezkûrun mutlaka sukut edeceğine hükm-i katî verebiliriz.
Bugünkü günde topçunun tesir-i muhribini izam etmeye meyledilir.
İyi tesis edilmiş kaleler ve bir kaya içinde kesilmiş ve önlerindeki arazi
hafr hendeklerinin tesisine mâni bir hâlde olan istihkâmlar el-ân bir mâni-i
kavî hükmünde bulunup fevk-i mâ-yetesavver bir eser-i mukavemet ibraz
edebilir ise de kaideten mevâki‘-i müstahkeme için edilen muharebenin
netice-i kat‘iyesi “topçu kuvvetinin tefevvukuna” tabi bulunmaktadır.
Bu hâl kalelerin harekât-ı cesime-i harbiyede olan ehemmiyeti üzerine
büyük bir nüfuz icra etmektedir.
Bugünkü günde ehemmiyetli kale 300,400,500 ve belki daha ziyade ağır
çapta toplara mâliktir. Taraf-ı mütearrız bu top miktarına tefevvuk etmeye
mecbur değildir. Çünkü taraf-ı müdâfi‘ birkaç cepheyi birden toplar ile
teçhiz etmeye ve hele bazı cephelerinde daha ziyade miktarda top tabiyesine
mecbur olduğu hâlde taraf-ı mütearrız kendi bataryalarını yalnız bir
cephenin karşısında cem‘ edebilir. Ondan başka taraf-ı mütearrız serbestî-i
hareketi ve bataryalarını tesis edeceği mahaller için bir hakk-ı intihabı
haizdir ki bu husus kendisinin kuvvetini haylice tezyit eder. Mamafih taraf-ı
mütearrız dahi muhasaraya muvaffakiyet ümidiyle mübaşeret edebilmek
için mutlaka ağır çapta olarak yüzlerce toplar celbine mecbur olarak biz ise
bir muhasara ameliyatının ne derecede müşkülat-ı fevkalade tevlit eylediğini

393
Von der GOLTZ

ve mütearrızın muhasara ameliyat-ı mukaddemesini fevkalade bir tasarruf


ile icraya ve bu babdaki kararı dûr u dirâz mütalaa ve mülahazadan sonra
itaya mecbur bulunduğunu pekâlâ biliriz130.

İstikbalde ale’l-umûm muhasarasına teşebbüs edilecek kaleler ancak


akd-i müsalaha için elde edilmesi elzem olan ve bir de ileriye doğru hareket
eden orduya mesafe kazanmak maksadıyla bertaraf edilmesi lazım bulunan
kalelerdir. Sivastapol muhasarasına sebebiyet veren hâlât misillü hâlât-ı
istisnaiye nadiren zuhur edecektir. Zira İngiltere Devleti Rusya’nın deniz
donanmasının merkezini mahviçin Sivastapol’un muhasarasına teşebbüs
etmiş idi.

Bundan anlaşılıyor ki mevâki‘-i müstahkemenin ifa edebilecekleri iki


vazife-i tabiîyeden birincisi mahall-i mühimmeyi temin ve ikincisi hutût-ı
muvârede ve muharebeyi seddetmektir. Ondan başka nehir geçitleri dahi ber-
vechle istihkâmât ile tahkim olunur ki istihkâmât-ı mezkûreye mâlik olan
taraf nehrin iki sahiline dahi hâkim bulunur. Bir de orduya veya donanmaya
lazım olan tersane misillü müessesat-ı mühimme dahi istihkâmât vesâtatıyla
düşmanın taarruzatına karşı temin edilir. Çünkü müessesat-ı mezkûre hâli
üzere bırakılacak olsa düşman tarafından tahrip olunmak ihtimali vardır.
Merkez-i hükûmetten ba‘îd olarak düşmanın tecavüzüne ziyade maruz
bulunan ve fakat ahval-i umumiyeleriyle büyücek bir kuvvetin oraya izamını
mümteni kılan eyalât dâhilinde dahi mevâki‘-i cesime-i müstahkeme tesis
olunur. Mevâki‘ sayesinde ordu olmasa dahi eyalet-i mezkûreyi elden
çıkarmamak emniyeti husule gelir. Königsberg Kalesi elde olduğu müddetçe
Şarkî Prusya Eyaleti elden çıkmaz ve çıktığı hâlde dahi mevki-i mezkûrun
zabt ve teshîriyle bütün eyaletin istirdadı teshil edilmiş olur idi. Diğer bir
dârü’l-harekât üzerinde bulunan bu misillü kılâ‘ı düşmana cebren terk
ettirmek ancak düşman düçar-ı zaaf olduğu zaman mümkün olabilir.

Nitekim 1878 senesinde İstanbul önünde bulunan Ruslar, kılâ‘-ı


erba‘anın tahliyesine Osmanlıları mecbur etmişler idi.

Nazariyat ekseriya kıt‘alara harekât-ı cesime-i harbiye meselesinde


pek büyük bir ehemmiyet atfetmekte ve bu suretle kaleler bütün harekât-ı
harbiyenin bir müşterek sâmiti addeylemektedir. Kaleler orduların hudut
üzerinde içtimaında istinat noktaları, ileriye sevkülceyş yürüyüşü esnasında
üssü’l-harekât ve mukâbil taarruz icrasına mahsus kapılar addolunduğu gibi,

130 229’uncu sahifeye müracaat oluna.

394
Millet-i Müselleha

düşmanın yan tarafında vaki oldukları hâlde icra edecekleri tesirden dahi
birçok bahsolunur.
Orduların hudut üzerinde emr-i içtimaının kalelerde bir istinat noktası
bulduğu bir derecede sahihtir. Çünkü düşman kaleler vesâtatıyla set ve
himaye olunan nukâtı ele geçirmeye muvaffak olsa emr-i içtimaı elbette
daha ziyade suhuletle ihlal edebilir. Kalelerde terk olunan kuvvetli asâkir-i
muhafaza ilan-ı harp ile beraber şimendifer köprüleri ve sairenin istila ve
muhafazası zımnında mahsus müfrezeler izam edebilir. Bu kaleler sayesinde
hududu mütemadiyen nezaret altında tutmak için icap eden nokta ve hududa
mücavir olan memâlik ahalisine içtima ile telbîs ve teçhiz olunacakları emin
bir mahal tehiyye edilmiş olur. Orduların içtimaı esnasında serian tesisi
iktiza eden ambarlar dahi kalelerde tesis ve inşa edilir.
Velhâsıl derece-i sâniyede olarak bu misillü bir silsile-i fevâ’id asla
eksik olmayacaktır. Lâkin askerin karaya çıkarılması ve memleket dâhilinde
yayılması esnasında kalelerin gösterdikleri eser-i himaye pek mahduttur.
Filhakika düşman bir kalenin yakınında karaya çıkan askerin karaya çıkmak
ameliyatını ihlale teşebbüs edemeyeceği gibi, vürut eden ordunun doğrudan
doğruya bir kaleye yanaşarak karaya çıkan aksamı düşmanın taarruzundan
tamamıyla emin olabilir. Lâkin kalelerin bu fevâ’idinden ordunun bi’n-nisbe
ancak cüzî bir kısmı istifade edebilir. Kalenin biraz ötesinde düşmanın
şimendifer hutûtunun tahribine teşebbüs etmesi daima mümkündür.
Evâ’ilde ordular erzak ve cephanelerini yalnız birkaç ambardan almaya
mecbur olduklarından, o vakitlerde kalelerin “üssü’l-harekât” olarak pek
büyük kıymet ve ehemmiyetleri var idi.
1806 senesinde Naumburg mevkii bir kale olmuş olsa idi Napolyon
Bonapart’ın ihata manevrası Saale Nehri havzasında bulunan Prusya
Ordusu üzerine öyle muharrib bir tesir icra edemez idi. Çünkü Naumburg
mevkiinin Napolyon’un eline düşmesiyle beraber Prusya Ordusu’nun mâlik
olduğu yegâne ambar dahi düşman eline geçmiş bulundu. Bugünkü günde
ise orduların gerisinde kalan bütün memleket levazım-ı harbiye ile mestûr
bulunduğu cihetle böyle bir kalenin düşman eline geçmesi ve binaenaleyh
böyle bir levazım mevkiinin muhafazası dahi o kadar büyük bir ehemmiyeti
haiz olamaz. Buna binaen kalenin “üssü’l-harekât” olmak hususundaki
ehemmiyeti mahdut olmuştur. Kalelerin üssü’l-harekât olmak emrinde bir
ehemmiyeti haiz olmaları bugünkü günde ancak ordular içtimaının bi’t-
tesadüf gayet dar bir mesafe dâhilinde vuku bulduğu vakitlerde ve mesela bir

395
Von der GOLTZ

devlet-i bahriye, düvel-i ecnebiye sevâhilinde müstahkem limanlar zabt edip


de bütün teşebbüsat-ı âtiye harbiyesini mezkûr limanlara istinat ettirdiği
zaman mümkün olabilir.

Kalelerin “düşmana karşı icra edilecek mukabil taarruzlarda mükemmel


huruç kapıları” olduğunu layıkıyla ispat etmek dahi müşküldür. İstihkâmât
manevraları teshil etmez. Bir ordu mukabil taarruz icra etmek için açık bir
arazide daha iyi hareket edebilir. Şayet dar bir arazide veyahut düşmanın
az bir miktar asker ile suhuletle seddedebileceği silsile-i cibâl arasında vaki
bir geçitten geçip taarruz etmek mecburiyetinde ise o hâlde mezkûr geçidi
düşmandan evvel zabt etmeye teşebbüs ve gayret etmesi iktiza eder.

İşte Fransızlar dahi birinci derecede bir kale inşasıyla meşhur ‘Trouee de
Belfort’” Belfor Geçiti’ni bu vechle temin etmişler idi. Lâkin yol ve caddeleri
kesir olan memâlik-i mütemeddünede düşmanın yolunu “seddetmek”
hususunun dahi kendisine mahsus müşkülatı vardır. Birkaç ufak kale
inşasıyla iktifa ederek cesim müstahkem ordugâhlar tesisi mesârifinden
içtinap edilebilir idi. Belfort Kalesi hâl-i hazırıyla dahi ancak bahse çekilmiş
bulunan bir noktanın temini emrinde hizmet etmektedir.

Kalelerin “düşmanın yan tarafında vaki olarak icra edecekleri tesir”


meselesi daha ziyade şübhâtı şamildir. Tesir-i mezkûr hakkındaki fikrin esası
muhasara olunmayan bir kale kumandanının asâkir-i muhafazayı başka
mahallerde diğer gûnâ teşebbüsatta istimal edebileceği zan ve itikadıdır.
Bu fikre nazaran düşman hutût-ı irtibatının muhafazası zımnında kuva-yı
mahsusa ifraz edemedikten sonra hutût-ı mezkûreyi bir kalenin civarından
geçirmeye cesaret edemez.

Her kumandan bu fikrin sıhhat ve hakikati tasdik ve bunca mesârif ile


vücuda gelen ve birçok asker ile muhafaza olunan bir kaleden istifade etmek
ancak düşman o kaleyi muhasara etmeksizin yakınından geçmeye teşebbüs
ettiği zaman aleyhinde icra edeceği harekât-ı taarruziye ile düşmanı kalenin
muhasarasına mecbur edebileceğini ve bu vechle kalenin inşasına esas
ittihaz olunan maksada muvafık bir hizmet görmüş olacağını tefekkür eder.
Lâkin bu fikrin vücuda gelmesine bazı esbâb-ı mühimme ve cüz’iye mâni
bulunmaktadır.

İlan-ı harp esnasında bir kalede o kadar görülecek iş vardır ki


derûnunda bulunan asker-i muhafazanın umumen işe sarılması iktiza eder.
Esna-yı sulh ve asayişte en âlâ bir kale bile müdafaaya hazır değildir. Kalenin

396
Millet-i Müselleha

civarını tethîr, siperleri top teçhizatına muvafık bir surette tertip ve tanzim,
hendekleri tahliye, kapı ve köprüleri temin için mevâni‘-i muhtelife celp ve
tedarik, geçit, yol ve raylı yollar tesis, birtakım mahalleri tahkim, nukât-ı
müfreze cephane imal, levazım-ı muhtelife tedarik ve ekseriya mesâha-i
sathiyeleri hektarlar ile mesâha olunan mahfuz mahaller inşa etmek lazım
gelir. Ondan başka ambar ve debboy ve hastahaneler tesis etmek ve fazla
olarak harîke karşı iktiza eden tertibatı evvelden icra etmek iktiza eder.
Herbir kale sulh esnasında bertaraf edilmesi bir harp zuhuruna ta‘lîk edilen
birtakım nevâkısı şamildir.

Velhâsıl bütün bu işler seferin nihayetine kadar tekmil edilemeyen bir


ameliyatı vücuda getirip daima yapılacak ve yapılması arzu olunacak pek çok
şeyler kalır. Fransızlar bize Metz’de ve Paris’te bütün muhasara esnasında
üzerinde çalıştıkları hâlde yine ikmaline muvaffak olamadıkları istihkâmlar
teslim etmişlerdir.

Bugünkü günde kaleler o kadar vasidir ki bir kalenin bazı aksamında


bulunan asâkir-i muhafaza hemen hiç hükmünde bulunur. Asâkir-i merkûme
bir mesafe-i vasia dâhilinde ber-vechle dağılır ki her nokta üzerindeki
kuvvet âdeta zayıf bulunur. Her taraftan takvît arzuları zuhur etmeye başlar.
Uzun hatlar üzerinde icra olunacak nöbet ve ileri karakollar hizmeti kuvve-i
mevcudeyi fevkalade bir surette işgal eder.

Kumandan olan zat bütün nazar-ı dikkatini bir muhasaranın iptidası


hengâmında mükemmel bir surette hazır bulunmak nokta-i mu‘tenâbihâsına
sarfetmelidir. Kendisi daima haricen bazı teşebbüsat icrası vaktinin henüz
gelmediği fikrinde bulunacağı gibi, vakt-i münasibin geldiğini gördüğü
zaman dahi teşebbüsat-ı mutasavvare için kuvvetinin kâfi olmadığı itikadına
düşecektir.

Harice izam olunan müfrezeler henüz avdet etmezden evvel düşmanın


gelip kaleyi muhasara etmesi ve bu suretle mezkûr müfrezelerin kaleye
avdete muvaffak olamaması ihtimalinin endişesi uzak mesafelere müfrezeler
izamı hususuna daima mâni bulunacaktır. Hâlbuki kalenin yakınında da
ekseriya şayan-ı taarruz bir hedef bulunmaz.

Mamafih kâffe-i ahvalde bu misillü teşebbüsat müşkülat-ı azimeye


tesadüf eder. Şayet mezkûr müfrezeler düşmanın esbâb-ı nakliyesi mevkifi
veya hutût-ı irtibatının münkesir bir noktası vesaire misillü bir hedef-i
muayyene mâlik olmazlar ise memuriyetleri pek kolay boşa çıkabilir.

397
Von der GOLTZ

Zahmete değecek bir ganimet aramak için kaleden dışarı çıkmak pek kolay
bir şey değildir. Çünkü izam olunacak müfrezelerin maiyetinde pek az süvari
bulunacağı cihetle istikşafat hizmeti bittabi düçar-ı su‘ûbât olur. Kumandan
“karanlıkta aranmak” kabîlinden hareket etmeye mecburdur. Bir de düşmanın,
dışarıya çıkmış olan müfrezeleri mahvetmek maksadıyla serian kuvve-i faika
celp edip edemeyeceği hususu layıkıyla bilinmek için ekseriya harice dair
iktiza eden malumat mefkûd bulunur. Ondan başka mezkûr müfrezeler
yalnız bir nokta üzerine ricata mecbur olduklarından hâlleri büsbütün
fenalaşabilir. Harice izam olunan müfreze kollarından kuvvetlice bulunan bir
kolun mahvı hususunun kaleye karşı edilecek bir taarruz-ı ciddî esnasında
kalenin mukavemete adem-i iktidarını intaç edebileceği dahi ayrıca nazar-ı
mülahazaya alınmaya şayan bir keyfiyettir. Hele bir ziya‘ın kale dâhilinde
bulunan asâkir-i muhafaza üzerine bir sû’-i tesir-i manevî icra edeceğinde asla
şüphe yoktur. Şayet kaleden harice izam edilen müfrezeler sahrada bulunan
ve yine kendi ordularına mensup olan kıtaat-ı askeriyeye tesadüf ve onlara
temas edecek olurlar ise kıtaat-ı mezkûrenin muharebesine iştirak etmiş
bulunacaklarından, mukarrer olan memuriyetlerinden büsbütün başka bir
memuriyet der-uhde etmiş olurlar. Onlar bu memuriyet-i cedideyi kaideten
me‘a’l-memnuniye kabul ederler’. Lâkin kale kumandanının müfrezeyi teşkil
eden asker kadar asker kaybetmiş olacağı bedihidir. General Rolland 1871
senesinde maiyetinde Millî Hassa Taburları’nı Şark Ordusu’na imdat için
Belfort’a doğru izam eylediği zaman böyle bir hâle düçar olmuş idi. Çünkü
mezkûr taburlar bir daha avdet etmediler. Daima biraz esaret kokusu veren
kala içindeki mahbusiyetten kurtulmak arzusu tabiî bir şey olduğundan, her
bâr nazar-ı dikkatte tutulması lazımdır.

Kaideye muvafık bir taarruzun vukuu kale kumandanının başı


ucunda asılmış “Democles’in meçi”131 gibi olarak kendisini hariçte icra-yı
teşebbüsattan daima men‘ etmekte bulunur. Ne zaman artık bir taarruz ve
muhasaranın vukua gelmeyeceğini muhakkak olarak anlar ve düşmanın
muhasara vesait ve edevatını dağıtmış olduğunu ve vesait-i cedide celp ve
cem‘ine muktedir olmadığını istihbar edecek olur ise o zaman kale kumandanı
için teşebbüsat-ı hariciyeye başlamak vakti gelmiş olur ise de bu malumatı
nadiren istihsal edebilir. “Kaleler, onların dâhilinde bulunan askeri muhafaza
ve himaye ederler ise de yine bu askeri bulunduğu mahalle merbut tutarlar.”
Cesur bir mütearrız hiçbir zarar görmeksizin kalenin civarından geçmeye ve
hutût-ı irtibatını kalenin mutedil bir mesafe uzağından geçirmeye muvaffak

131 Alman lisanında durûbdandır.

398
Millet-i Müselleha

olabilir. Kalelerin, hutût-ı irtibatın yan tarafta vaki olmak ile icra eyledikleri
tesir ekseriya pek büyük bir tesir değildir. Vakıa ahval-i istisnaiye zuhur
edebilir. Bu da kale dâhilinde kumandanın her hâlde bir iş ile meşgul etmeye
mecbur olacağı büyücek bir kuvvet bulunur veyahut seferber olan aksâm-ı
askeriyeden kendi kumandası altında olmayanlardan biri hilâf-ı memul
olarak kaleye iltica eder ise vaki olabilir132.

1870-1871 Seferi esnasında Langres Kalesi133 Alman ordusunun


gerisinde bulunuyor idi. Mezkûr kale dâhilinde 17.000 nefer asâkir-i muhafaza
mevcut bulunmuş ve bu miktarın nısfı kadar bir asker tarafından tehdit veya
muhasara edilmemiş iken yine kendisinden birkaç mil mesafe uzak iki Alman
ordusunun hutût-ı irtibatını hiçbir vakit ciddî bir surette zarar-dîde etmeye
muvaffak olamamıştır. Filhakika Langres kalesinin esna-yı seferde Alman
ordusunu bî-huzur ve izaç eden hususatın menşei bulunmuş olduğuna dair
pek çok bahisler edilmiş ve yazılmış ise de mübâhis-i mezkûre vuku bulan
şeylerden ziyade vukuundan korkulan şeylere müstenit bulunmuştur.

Langres Kalesi yakınında biri 1870 senesi Teşrinisansinin 19’uncu günü


Seine Nehri üzerinde vaki Chatillon mevkiine edilen baskın ve diğeri dahi
1871 senesi Kanunusanisinin 21’inci günü Fontenoy köprüsünün ber-heva
edilmesi olmak üzere iki defa vuku bulan taciz Langres Kalesi tarafından
icra olunmayıp Fransızların müstakilâne hareket eden seyyar taraftarânı
vesâtatıyla icra edilmiştir. Mamafih kalenin ne kumandanına ve ne de askerine
boş durdular diye serzeniş edilemez. Burada dahi kuva-yı rabıta-i tabiîye
icra-yı hükm etmekte idi. Harice doğru sunûf-ı selâseden mürettep büyücek
bir kuvvet ile icra olunan yegâne teşebbüs 1870 senesi Kanunuevvelinin
16’ıncı günü Longeau mevkii134 civarında müfrezenin inhizamı ve müfreze
kumandanının telefiyle hitam bulmuş idi. Vakıa muhasara olunmayan her
bir kale kumandanı boş durmayıp faaliyet-i taarruziye ile askerinden hüsn-i
semere istihsaline arzu-keş bulunacağı bedihi ise de içlerinden böyle bir
şeye fırsat-ı hasene bulanlar ve hususiyle böyle bir harekete teşebbüs için
cesarete mâlik olanlar pek az kişiler olacaktır.

132 Muvakkaten bir kaleye iltica eden bu misillü aksam-ı askeriye ekseriya kale dâhilinde
daimî surette mahpus kalmaya asla heves etmezler.
133 Langres şehri Fransa’da Haute-Marne Sancağı’nın merkezi olup 10.376 nüfusu
şamildir. Li’l-mütercim.
134 Haute-Marne Sancağı dâhilinde 417 nüfusu şamil küçük bir kasabadır. Li’l-mütercim.

399
Von der GOLTZ

İşte bu suretle her seferde yalnız birkaç tanesi bir ehemmiyet kesb ettiği
hâlde pek çok kalelerin teçhiz edildiğini göreceğiz. Asr-ı hazıra muvafık olmak
üzere ehemmiyeti derece-i sâniyede bulunan bir kalenin asâkir-i muhafazası
takriben 25.000-30.000 neferden ibaret bulunduğundan bu misillü beş
kalenin âdeta büyük bir orduyu bel‘ edeceğinde asla şüphe edilemez. Bunun
için pek çok büyük kalelerin vücuduna bais-i zaaf bir hâl nazarıyla bakabiliriz.
Kalelerde bulunan asâkir-i muhafazaya daima bir miktar asâkir-i muvazzafa
dahi karıştırılacağı ayrıca şayan-ı dikkattir135.
Doğrudan doğruya harekât-ı harbiye dairesi dâhilinde bulunan
mevâki‘-i müstahkemenin düşman ile uğraşmakta olan orduya pek büyük
faydası olabilir, hele kalelere en ziyade isnat edilmekte bulunan bir fayda
fevâ’id-i sairesinin cümlesinden daha ziyade cây-ı iştibahtır. Bu fayda ise
açıkta mağlup olan bir ordunun kalelerin zîr-i himayesine iltica ederek
orada kendisine yeniden kuvvet ve intizam verdikten sonra tekrar düşmana
taarruz edebilmesidir. Bu fayda muhayyel birşeydir. Çünkü programın kısm-ı
ahîri daima icrasız kalacaktır.
Muharebatta mağlup olduktan sonra bir kaleye iltica eden büyük
orduların daima mahvoldukları Alesia’dan136 Metz muhasarasına kadar
vukua gelen muhasaraları nakil ve hikâye eden tarihin rivayâtıyla dahi
müspet bir keyfiyettir. Bunun sebebi bir kere düşmanın kendisine faik
bulunduğunu re’yü’l-ayn müşahade etmiş olan bir ordunun kalenin topları
gerisinde melcâ’ bulduğu hissinden mütevvellit bir sû’-i tesir-i manevîdir.
Ondan sonra mevâki‘-i müstahkeme dâhilinde bulunan büyük bir ordunun
ordugâhında serbestî-i hareketin pek mahdut olduğu dahi nazar-ı dikkate
alınmalıdır. Birçok haneler, bahçeler, duvar ve çitler ve enva-ı eşcâr ve nebâtât
istihkâmât dâhilinde bulunan mahalli imla eder. Aksam-ı askeriye az çok
dar sokaklar ile iktifa etmeye mecburdur. Muharebe için mevâki‘-i lazımeye

135 Mamafih kuvve-i mevcudenin tasarruf ile idaresi mülahazasına riayeten mevcut bu-
lunan büyük kalelerin izalesi dahi tecviz edilmez. Ve bunların izalesine kolaylıkla karar
verilemez. Ahval-i siyasiye tebeddülatı mukaddema izale edilen bir mevki-i müstahkemin
ehemmiyetini tekrar iade edebiliriz. Ondan başka bir seferin fevka’l-memul bir suret-i
cereyanı mevki-i mezkûra evvelden hatıra bile gelmeyen derecede bir ehemmiyet verdire-
bilir. Bazı nukât-ı mühimme vardır ki onların daima düşmana mestûr tutulması lazım gelir.
Çünkü düşman bir fırsat bulsa derhal onların zabtına teşebbüs eder. Binaenaleyh düşman
tarafından bir muhasara vukuu memul olmadığı vakit bile yine nukât-ı mezkûre üzerinde
mevcut bulunan kılâ‘ ve mevâki‘-i müstahkemenin ibkâsı lazım gelir.
136 Fransa’da Cote d’azur Eyaleti dâhilinde bir karyedir ki Romalılar zamanında meşhur
Kayser, Gol kavminin reisi bulunan Vercingetorix ile 52’inci sene-i miladîde karye-i mez-
kûre civarında şiddetli bir muharebe ederek Vercingetoriz’i mağlup ve o cihette bulunan
Galya arazisini teshîr etmiştir.Li’t-tâbi‘

400
Millet-i Müselleha

dağılmaları keyfiyeti pek ağır bir surette vukua gelir. Muhasara eden ordu
için istihsaline gayret edilecek bir iş vardır. O da gedik açılması mukarrer
olan tarafta mahsurînden evvel askerin cem‘ine muvaffak olabilmek için
nukât-ı lazımede tarassut mevkileri tesis etmektir. Vakıa muhasara ordusu
kale etrafında daha uzun yollardan hareket etmeye mecbur ise de buna
mukabil bilâ mâni hareket edebilmek için mahsurîne nispeten daha ziyade
yollara mâlik bulunur.
Muhasirîn askeri bulunduğu mahallerde pek az bir mukavemete
mecburdur. Düşman muhasara hattını yarmaya teşebbüs edecek olsa
muhasara hattından düşmanın istikametinin iki tarafına doğru vürut eden
asâkir-i imdadiyenin hutûtü’l-harekâtı düşmana gayr-i müsait bir vaz‘da
yani yanlarına amud bir hâlde bulunur. Muhasara ordusunun içeriden hattı
yarmak için hücum eden mahsurîne karşı pek ince bir hatt-ı harp arzeylediği
bir mahzur olarak der-miyân olunuyor ise de mahzur-ı mezkûr hakikatte
zâhirî bir mahzurdan ibarettir. Mahsurînin taarruzuna uğrayan kısm-ı
askerîye mücavir bulunan aksam-ı saire, kısm-ı mezkûrun tabiî ihtiyaçları
olarak hizasında bulunmaları ise elbette gerisinde bulunmalarından daha
iyidir. Filhakika muhasara ordusu bir kere tehdit olunan noktada içtima etti
mi, artık kale etrafındaki mevâzi‘in kısm-ı azamının pek zayıf bir kuvvet ile
hasredilmiş olacağı şüphesiz olarak mevâzi‘in bu zayıf aksamı üzerinde bir
noktayı yarmak pek suhuletli olur ise de mahsurîn ordusu dahi önünde açık
yollar bulunan tarafta değil muharebe meydanında içtima etmiş bulunur.
Mahsurîn ordusu açık kalmış olan taraflara nakledinceye kadar hasmı dahi
dikkatli bulunduğu hâlde derhâl o tarafa naklederek mahsurîn ile tekabül
edebilir. Esliha-i nâriyenin tesiri ise en zayıf bir hattı bile çekinerek geçmeye
müsait olmadığından, hatt-ı mezkûr mukavemet ettiği sırada kuvve-i
imdadiye yetişmek için daima vakit bulunabilir137.
Mahsur olan bir ordu kaleden çıkıp kurtulmak için ahvalin kendisine ne
zaman ve ne mekanda müsait olacağına nadiren hükmedebilir. Sehv ve hata
zuhuru daima melhuz ve muhtemel bulunmaktadır.

137 Filhakika mahsurîn ordusu birkaç kol ile yarmaya niyet etmediği nukâta taarruz ederek
muhasirîn ordusunu oraya celp ettikten sonra bütün ordu ile hattın diğer bir noktasında
tarîk-i necât ve selameti taharrî edebilir ise de hasmı ekseriya bu manevrayı vakit ve
zamanıyla derk ve teyakkun ederek boşa çıkarabilir. Ordunun kısm-ı azamıyla düşmana
taarruz ile kendisini muhasara hattının bir noktası üzerince içtimaya mecbur ettikten sonra
ihtiyat olarak tutulmuş bir kol ile hattın diğer bir noktasını yarmaya teşebbüs ederek mu-
vaffakiyyet istihsaline daha ziyade ihtimal vardır. Lâkin bu vechle ordunun yalnız bir kısmı
kurtarılmış olur.

401
Von der GOLTZ

Muhasara hattını yarmak için icra olunan birinci taarruz mazhar-ı


muvaffakiyet olacak olur ise yine ordunun iki yanları üzerinde düşman
kendisine refakat etmekte bulunur. Trenlerini ve esbâb-ı nakliyesini içeriden
çıkarmaya asla muvaffak olmayacağı bedihi olarak onlarsız ise hareket-i
harbiye icrası iktidarını pek çabuk zayi etmiş bulunur.
Ordunun bazı enkazı, bazı aksamı açık sahrada iş görmeye muktedir bir
hâlde kurtulabilir ise de bütün ordu o hâlde kurtulamaz.
Bir orduyu siperlerin arkasına getirmek pek kolay ise de hariçten imdat
gelmedikçe onu tekrar dışarı çıkarmak pek müşkül olur.
Bir kalede mahsur olan zayıf kollar düşmanın bi’n-nisbe pek büyük
bir kuvveti tarafından muhasara edilmiş bulunsalar bile, yine büyük
kuvvetlerden daha kolay tarîk-i selameti bulabilirler. Bunun için Scharnhorst
tarafından şöyle ki : General Hammerstein maiyetinde 1.800 nefer bulunduğu
hâlde kendisini muhasara eden 20.000 kişilik bir ordunun muhasara hattını
yararak Menin Kalesi’nden138kurtulmaya muvaffak olmuştur139.
Harekât-ı harbiye icrasıyla meşgul bulunan ordu ile kale beynindeki
kâffe-i münasebatta mezkûr ordu “hiçbir vakit kaleye ilticaya mecbur
edilmemeyi” kendisine bir kaide-i esasiye ittihaz etmelidir. Hatta böyle bir
ordu için bir kaleden mürur bile muhataralıdır. Çünkü istemediği hâlde
mezkûr kalede kalmaya mecbur olabilir. Mamafih bir sahil değiştirmek
manevrası misillü bir hareket esnasında kaleden istifade etmekten sarf-ı
nazar edilemez ise de bu gibi hâlâtta ordunun duhulünde o kadar mahzur
yoktur.
Açık sahrada harekât-ı harbiye icrasına memur olan bir ordu bir kaleye
yalnız “istinat” ile iktifa etse pek iyi etmiş olur. Çünkü bu suretle hürriyet-i
hareketini muhafaza etmiş bulunur. Düşman açık yol bulsa dahi yine bir
ordu ile bir kale arasından geçmeye cüret edemez. Binaenaleyh bu vechle
mevcut olan kuvvet ile âhar suretle elde tutulamayacak olan vasi cephelerin
elde tutulması imkânı hâsıl olur. Birinci derecede bir kale kendisini ihata
eden ve iki üç mil katarında bulunan istihkâmât hattıyla dört ila beş mil
arzında bir cepheyi setredebilir. Ondan başka bir kaleye istinat etmiş olan

138 Menin Belçika dâhilinde Lys Nehri’yle Fransa memâlikinden tefrik edilmiş müstahkem
bir şehirdir ki 2.500 nüfusu şamildir. Li’l-mütercim.
139 Muhasara hattını yarmak ihtimali üzerine mahsur bulunan ordu kuvvetinin icra eylediği
nüfuza dair malumat-ı mufassala ahzetmek arzusunda bulunanlar Miralay Blume’nin
“Sevkülceyş” nam eserinin 249’uncu sahifesine müracaat edebilirler.

402
Millet-i Müselleha

bir ordu cenahlarından yalnız birinin ihata olunmak ihtimali dâhilinde


bulunmasından naşi dahi istifade edeceği gibi ihtiyatlarını dahi daha
bidayet-i emrden itibaren hazır bir hâlde bulundurabilir. Eğer arazi üzerinde
bazı istinat noktalarına tesadüf edilecek olur ise birtakım fevâ’id daha
husule gelmiş bulunur. Nehir veya vadiler mevki-i müstahkem istikametinde
içtima ettikleri zaman ordu dahi müteaddit mevziler istimal ederek müstefit
olabilir. Bu hâlde cenahlarından biri daima kaleye müstenit bulunmak üzere
kalenin etrafında âdeta bir çark hareketi icra eder ve ordu bu vechle daima
kalenin himayesi altında kalır.

Biraz mesafe gerisinde cesim bir mevki-i müstahkemi gören bir ordu
kendisine faik bir düşman ile daha kolaylık ile muharebeye girişebilir. Zira
mağlup olacak olur ise ricati pek az zaman imtidat edeceğinden zayiatı dahi
bi’n-nisbe o kadar külliyetli olmaz. Kaleden mürur edip de kaleyi önünde
bulunduracak olur ise takip üzere bulunan düşman, ordunun kale derûnunda
ne miktar asker bıraktığına hiçbir vakit layıkıyla vâkıf olamayacağından
kalenin önünde kaleyi tarassut etmek üzere büyücek bir kuvvet bırakmaya
mecbur olarak kuvve-i umumiyesini düçar-ı zaaf etmiş olur.

İşte bu vechle dârü’l-harekât dâhilinde bulunan bir kale seferber


orduya bazı hidemât-ı hasene eda edebilir. Metz Kalesi’nin yakın bulunması
hususu Spicheren Muharebesi’nden sonra Moselle Havzası’na doğru ricat
eden Rhine Ordusu’na Nied-Française mevkiinin gerisinde bilâ muhatara
tevakkuf etmeye müsaade etmiştir. Burada ahz olunan mevziden daha
ziyade istifade etmek için yalnız daha ziyade sebat etmek lazım geliyor idi.
Kezâlik yine Metz Kalesi Mareşal Bazaine’e ağustosun 14’üncü günü vuku
bulan muharebeye girişmeye müsaade etmiştir. Almanlar kendisinden evvel
nehir hattına muvasalat ettikleri hâlde müşârun-ileyh yine Metz Kalesi’nin
himayesi sayesinde askerini Moselle Nehri’nin öbür sahiline nakletmeye ve
yine ağustosun 15’inci ve 18’inci günlerinde sol cenahını Metz Kalesi’ne isnat
ederek St-Privat muharebe-i azimesinden sonra mağlup olan sağ cenahını
geriye çekerek kurtarmaya muvaffak olmuştur.

Osman Paşa hazretlerinin maiyetinde pek de kuvvetli bulunmayan


ordusunun serian ve mâhirâne bir surette Plevne etrafında inşa olunan
istihkâmât olmamış olsa idi hakikaten gördüğü fevkalade işleri görememiş
bulunacağı bî-iştibahtı. Lâkin iki hâlde dahi yine Metz ve Plevne vakalarında
dahi kumandanlar kaleden ayrılarak kurtulmak için iğtinamı gayet güç olan
fırsatı iğtinam edemediklerinden bâdî-i emrde ordularına medâr-ı necât

403
Von der GOLTZ

ve selamet olan mevâki‘-i müstahkeme, nihayetü’l-emr yine orduları için


sebeb-i felaket olmuştur.
Bugünkü günde bir kaleyi bir istihkâmât hattıyla ihata etmek
elzem addolunmakta ise de bu keyfiyet yeni bir şey değildir. Müstahkem
ordugâhlar fikri pek eski olarak daha Babilliler, Kartacalılar ve Bizanslılar
açık sahrada edilen muharebede nail-i zafer olamayacaklarını derk ettikleri
zaman mukavemeti temdit için ordularını nüfus-ı kesîreyi şamil şehirlerin
surları dâhilinde cem‘ ederler idi. Yalnız endaht makineleri menzilinin
tebeddülünden naşi o vakit ile bugünkü hâl beynindeki fark, mesafâtın kesb-i
cesamet etmesi hususundan ibaret bulunmaktadır. Cadde veya demiryollarını
set ve müdafaa için hutût-ı istihkâmiye ve istihkâmât-ı müctemi‘a tesis ve
inşa edilmesi daha yeni bir fikir olarak kabul olunabilir. Bu vasıta ile dahi on
binlerce asâkir-i muhafazaya ihtiyaç görmeksizin taarruz eden düşman tevkif
olunabilir. İstihkâmât arasında bulunan muharebe meydanını muhafaza veya
müdafaaya ihtiyaç olmadığı gibi istihkâmât-ı mezkûre gerisinde muhafazası
elzem bir şehir suru dahi bulunmadığı hâlde yine bir büyük kalede olduğu
misillü burada da düşmanın müruruna mümanaat etmek mümkündür.
Filhakika bu misillü hutût bir zaaf ile malüldür. Zira müteaddit kumandanlar,
müteaddit asâkir-i muhafaza yek-diğerleri yanında iş görmekte olarak
muharebenin neticesi onlardan birinin hareketine tabi değilse bile yine
menfaat-ı umumiye her birinin bir suret-i mütesaviyede gayûrâne iş
görmelerini istilzam etmektedir. Bir nokta üzerinde bir hata veya bir felaket
zuhuru ihtimali tezâyüd eder. Bunlardan birisi böyle bir hata veya felaket
neticesi olarak düşmanın yed-i zabtına geçecek olsa tekmil-i istihkâmât
mecma‘ı veya hattının kıymeti büsbütün mahvolmazsa bile mutlaka haylice
tenakus eder. Uzun bir cephe üzerinde icra olunan müdafaaya dair bâlâda
söylediğimiz şeyler buraya dahi tamamıyla tatbik olunabilir.
Açık sahrada harekât-ı harbiye icra eden ordu istihkâmât ile daha
yakından kesb-i münasebet edecek olur ise muhatara ve tehlike tenkîs
olunabilir. O zaman istihkâmât-ı mezkûre müfrez olmaktan kurtularak bu
vechle mukaddema mevcut olan hatt-ı istihkâmât kendileri arasında boş
bulunan yerlerde tesis edilen sahra istihkâmlarıyla beraber düçar-ı taarruz
olmuş bir büyük mevki-i müstahkemin cephesi hâlini kesb ederler. İstihkâmât
arasındaki muharebe meydanında muharebeye memur edilen asker, sahra
muharebesi etmekten fâriğ olmayacağı gibi, ihata veya muhasara olunmak
tehlikesi dahi onlar için mevcut değildir. Yalnız bir muhatara kalır ki o da
kaleye istinat sayesinde istihsal ettiği faydaya mağrur olarak ordunun bir
“müdafaa-i mutlaka”ya lüzumundan ziyade dalmasıdır.

404
Millet-i Müselleha

Bu misillü hutût-ı istihkâmiye veya istihkâmât-ı müctemi‘aya edilecek


taarruz orduları ve başkumandanların meyl ve tabiatlarına nazaran muhtelif
surette icra olunacağı bâlâda zikrolunmuş idi140.

İstihkâmât-ı mezkûreyi uzaktan ber-heva etmeye müsait bir vasıta


icat oluncaya kadar onları kuvve-i cebriye ile zabt için yegâne çare toplar
olduğuna asla şüphe yoktur. Harb-ı ahîrin nihayetinde Salin civarındaki
dağlarda bulunan müstahkem köşklere edilen top ateşi neticesinin dahi
ispat eylediği vechle gayet kavî olan istihkâmât aleyhinde sahra toplarıyla
icra olunan ateşte pek büyük bir muvaffakiyet memul olunamaz. Filhakika
mevâki‘-i cesime-i müstahkeme önünde olduğu gibi burada o kadar külliyetli
ağır çapta toplara ihtiyaç yoktur. Lâkin ağır çapta yalnız bir topun kendisine
lazım olan cephane ile beraber nakli zımnında kırk re’s araba bârgîrine lüzum
olduğu tefekkür edilecek olur ise burada dahi müşkülatın cüzî olmadığı
suhuletle anlaşılır. Bir kaleye karşı elli pare topu nakletmek için bittabi esb-
süvâr bulunacak olan muhafaza memurlarının bârgîrleri dahi dâhil-i hesap
edildiği hâlde iki bin re’sten ziyade bârgîre ihtiyaç messedeceği aşikârdır. Bu
miktar muhasara toplarını elde etmiş olan bir ordunun üzerine aldığı yük
pek ağır olarak bununla hareket-i taarruziye dahi haylice düçar-ı su‘ûbet
olur. Cüretli kumandanlar bu misillü hâllerde topçunun muavenetinden
sarf-ı nazarla o anda el altında mevcut bulunmuş olan vesait ile kaleye
taarruz ve hücum etmişler ise de bunlar böyle bir hücumda maiyetlerinde
bulunan askerden harikulade bir fedakarlık ve kahramanlık talep etmiş
olurlar. Filhakika bölye bir fedakarlık ve kahramanlık askerden bazı
kere talep olunabilir ise de bu talep kaide hükmüne ithal edilemez. Zaten
ezmine-i cedide millî ordularının bir aile maişetine teşbih olunabilen usul-i
maişetleri, çılgınlık derecesine karîn olan böyle bir cesaret ve fedakârlığın
askerden talep edilmesine mânidir. Hücum emreden ile onu icraya memur
olan zevât rütbece yek-diğerlerinden pek uzak bulunur eşhas olduğundan
ve bir kale pişgahında mesafenin darlığı hasebiyle hücum için ancak küçük
cüz’ü-tâmmlar istimal olunabileceğinden karargâh-ı umumîden vârid olan
bir emir tahriri kolordular karargâh-ı umumîlerinden ve fırka ve livalar
erkân-ı harbiyeleri elinden geçtikten sonra nihayetinde emri icraya memur
olan pişdar piyade alayının elinde “musırrâne” bir surette icra olunan bir
hücum nail-i muvaffakiyet olamaz ise pek büyük zayiatı mucip olur. Bir
piyade alayı 1.300 veya 1.500 nefer zayiat verdikten sonra artık o alayın

140 179’uncu ve 180’inci sahifelere müracaat oluna.

405
Von der GOLTZ

bütün sefer esnasında hiç hükmü olamaz. Çünkü zayiat-ı mezkûrenin yerini
tutmak için kendisine geriden gönderilecek efrad-ı askeriye acemi efrattan
ibaret bulunmuş olur. Fazla olarak efrad-ı askeriyenin hücum tertibatını icra
etmiş olan zata yani kendi kumandanlarına kendisi belki büsbütün berîü’z-
zimme bulunduğu hâlde emniyetleri zail olur.
Bizim bir kerre zihinlere yerleşmiş olan efkâr-ı mevcudemize nazaran
bir istihkâma hücum eder iken mağlup ve perişan olmak açık sahrada
münhezim olmaktan daha az şereflidir. İstihkâma edilen hücumlarda bir
muhatara vardır ki o da hücumda muvaffakiyet hâsıl olmayacağı anlaşıldıktan
ve namus-ı askerîyi kurtaracak kadar gayrette bulunduktan sonra hücumdan
sarf-ı nazar etmeye mecbur olmaktır. Öyle olduktan sonra acaba neticesi
ikbal ve tesadüfe tabi bulunan ve şayet icrasında muvaffakiyet hâsıl olmaz
ise onu emreden kimseye yanındaki kimseler nezdinde “insan kasabı” ve
efkâr-ı umumiye yanında “ahmak” namı verdirecek böyle bir teşebbüse
memnuniyetle girişecek hangi kumandan vardır?
Topçu tarafından bir tahrib-i esasî ikmal edilmezden evvel kale ve
tabyalara hücum etmeyi ancak Arnavut rü’esası kendi maiyetlerinde olan
Arnavutlar ile veyahut bulundukları ordunun tabiatı iktizasından olarak
bugün bir alayı mahvederek yarın yine bir cesaret şöhretiyle beraber diğer bir
alayın kumandasını der-uhde edebileceğinden emin olan kimseler yapabilir.
Bu misillü ahval mevcut olmayan yerlerde ise revâbıt-ı kıtaattan sarf-ı nazar
ile hücum kolunu muhtelif kıt‘alardan teşkil ve kumandasını teşne-i şan ve
şöhret cesur bir zabite tevdi etmek belki iyi olur. Bu gibi hâllerde büyük bir
kıt‘a-i askeriye kumandanının hücumu bizzat idare etmesi netâyic-i hasene
tevlit edebilir.
Tabyalar arasındaki fasıla sahra istihkâmâtıyla imla edilmiş bulunur ise
taarruz eden taraf yalnız tabyalar dâhilinde değil onlar arasında dahi taraf-ı
müdâfi‘in ağır çapta toplar tabiye eylediğini göreceğinden taarruzu esnasında
kendisi dahi siperler inşasına ve gece vakti mesafe kazanarak gündüzün
kazandığı mesafenin müdafaasına mecbur olur. Bu suretle nısfen büyük bir
kale önünde ve nısfen dahi açık sahrada edilen uzunca bir muharebe husule
gelir ki bu muharebede netice topçu ve piyade ateşinin hüsn-i surette istimal
ve idaresine ve herşeyden evvel asker ile kumandanların gayret ve sebatına
tabi bulunur.
Her ordu pek de mucib-i inşirah olmayan bu misillü muharebattan
içtinap edeceği cihetle sedd-i tarîk için tesis ve inşa olunan bu gibi istihkâm

406
Millet-i Müselleha

hutût ve mecma‘ları ancak açık sahrada harekât-ı harbiye icra eden ordular
arazinin mevâni‘inden ve turuk-ı muvârede ve muhaberenin istikametinden
naşi onların önünde tevakkuf etmeye mecbur bulundukları zaman bais-i nef‘
ve fayda olabilirler.
Bunun için bunların istimali pek mahduttur. Derece-i sâniyede olan
dârü’l-harekâtları elde tutmakta dahi bunlar pek çok işe yaramazlar. Çünkü
düşman sefere muvaffakiyetle hitam verdiği zaman birkaç adet cebel
tabyasının tahliyesine diplomasi tarîkiyle dahi icbar edebilir.
Hutût-ı istihkâmiyenin lüzumundan ziyade imtidadı bir hiss-i zaaftan
neşet eder. Kalbinde bir fikr-i taarruzî taşıyan bir millet istihkâmât emrinde
pek kanaatkâr olur. Necat ve selametini siper ve hendekler arkasında arayan
kimse mutlaka kendisinde zaaf hissetmektedir. Çünkü böyle bir kimse
gittikçe müdafaa-i mutlaka ile iktifaya başalayacağından, müdafaası ne kadar
imtidat eder ise etsin, neticesi inhizam ve mağlubiyetten ibaret olur.

407
On Altıncı Fasıl
Karaya Asker Çıkarmak

Kırım Şibh-i Cezîresi’nde ecnebî bir sahilde karaya çıkmış olan ordular
memleketin kuvve-i askeriyesine galebeye muvaffak olmuşlar ise bunun
sebebi taarruz eden tarafın deniz vesâtatıyla olan hutût-ı muvârede ve
muhaberesinin kâffe-i müşkülat ile beraber yine müdafaa tarafının kendi
memleketi dâhilindeki hutût-ı muvârede ve muhaberesinden daha iyi
bulunmuş olmasıdır. Rusya’nın 1854 senesindeki şimendifer hatları bugünkü
kadar kesîr olsa idi 120.000 nefer Osmanlı, Fransız, İngiliz ve Sardunyalılar
uzun bir müddet orada sebat edemezler idi. İstiklal Muharebesi esnasında
Amerika Cemâhîr-i Müttefikası ordularının hükûmât-ı cenûbiye sahillerinde
karaya asker çıkarmak hususunda istihsal eylediği muvaffakiyatın başlıca
sebebi memâlik-i mezkûrede bir limanın zabt ve teshîriyle erbâb-ı ihtilalin
servet ve kuvveti dahi elden gitmiş bulunması ve nüfusu gayet seyrek olan
memlekette taze ordular cem‘ ile zayi edilen şeyi istirdat etmek gayr-i
mümkün olması idi.
Vasatî Avrupa’da edilecek bir harpte ahval büsbütün bir şekl-i âhar
irâ’e eder. Herşeyden evvel burada iki devlet-i muazzama beyninde edilecek
bir harpte tarafeynin kuvvetleri yek-diğerine o kadar müsavi olur ki hiçbir
taraf sevâhil-i ba‘îdede meşkûkü’l-netice teşebbüsatta bulunmak için bir
kolordusundan bile mahrum olmaya asla kail olamaz.
1870 senesi mevsim-i sayfında Fransızlar dahi bunu pek çabuk anlamış
olduklarından Almanya sevâhilinde karaya asker çıkarmak hususunda tertip
ettikleri planlar ilcâ-yı ahval tesiriyle büsbütün hükümden sakıt olmuştur.
Sefer-i mezkûr hakkında Almanya erkân-ı harbiyesi heyet-i umumiyesi
tarafından tertip ve tanzim olunan planda şu vechle beyan-ı efkâr ediliyor:
“Daha bidayet-i seferde yalnız Şimalî Almanya cihetinde mâlik olduğumuz
kuvvetlerin tefevvukundan istifade etmek pek müphem bir keyfiyet olduğu
aşikârdır.”
“Fransızlar Şimal Denizi sevâhiline veyahut Cenubî Almanya eyaletlerine
doğru bazı teşebbüsatta bulunacak olurlar ise bu tefevvukumuz bir kat

408
Millet-i Müselleha

daha tezâyüd eder. Şimal Denizi sevâhilinin müdafaasına lazım gelen kuvvet
memleket dâhilinde terk edilmiştir.”
Burada beyan olunan mülahazat Vasatî Avrupa’nın her seferinde cari ve
muteber bulunacaktır.
Karaya asker dökmekten hâsıl olacak menfaat, bir kısmını ifraz ve
izamdan orduya hâsıl olan mahzur ile nadiren muvazenette bulunabilir.
Karaya çıkmış olan bir asker parlak muvaffakiyetlere nail olarak yayılmaktan
ve donanma tarafından sahil üzerinde bir sıra nukât-ı mühimme zabt
edilmedikten sonra hiçbir vakit hürriyet-i harekete tamamıyla mâlik olamaz.
Yalnız teşebbüsata mail bir cüret ve bir baskın icra edercesine süratle ileriye
yürüyüş bu noksanı izale edebilir ise de buna dahi süvarinin fikdânı mâni
bulunur. Ecnebî bir sahilde karaya çıkmış olan bir ordu kâffe-i istikametlere
doğru istikşafat-ı serî‘a icra ve uzak mesafelerde şimendifer hatlarını tahrip
ve her taraftan akın akın gelen müdâfi‘înin hareketini tevkif edebilmek için
en ziyade süvari sınıfına muhtaçtır. Lâkin sefâ’in vesâtatıyla bârgîr nakli ve
onların karaya ihracı insan ve levazım-ı saire nakil ve ihracından bittabi daha
müşkül olduğu cihetle karaya çıkmış olan ordu elbette süvari sınıfından
mahrum bulunur.
Avrupa düvel-i muazzamasının teşkilat-ı harbiyesi ber-vechle
mükemmeldir ki bütün muvazzaf ve ihtiyat orduları hudut üzerinde veya
düşman memâliki dâhilinde bulunacak olsa yine düşmanın karaya asker
dökmek hususundaki teşebbüsatına karşı kendisine faik bir kuvvetin
serian celp ve cem‘i mümkündür. Orduları ikmal için tehiyye edilmekte olan
efrad-ı askeriye ihtiyat merkezlerinden henüz ayrılmadıkları cihetle derhâl
bu işe memur edilebilir. Memleket dâhilinde olup düşmanın sahra ordusu
tarafından tehdit edilmeyen cesim kaleler mükemmel kıtaat-ı cesime-i
askeriye verebilir. Gönüllü efrat toplamak asâkir-i mustahfazayı silah altına
almak kaziyyesinin tamam vakti olduğundan tehdit edilen memleketin
müdafaasında pek güzel istimal olunabilir. İş görmek iktidarlarına hiçbir
mâni haylûlet etmeyen telgraf ve şimendiferler en ba‘îd eyaletlerden kuva-
yı askeriye celp ederler. Filhakika taraf-ı mütearrız dahi karaya çıkmaya
memur bir ikinci kol daha celbine muktedir ise de bu kol vasıl oluncaya kadar
epey vakit mürur edeceğinden o vakte kadar birinci kolun netice-i seferi
hâsıl olmuş bulunur. İşte bâlâdaki mülahazattan anlaşılacağı üzere karaya
asker dökmek ve sevâhil zabt ve teshîr etmek hususatı müşkülat-ı azimeye
tesadüf ettikten başka ale’l-umum pek ehemmiyetli bir tesir icra etmeleri
dahi memul edilemez. Bundan müstebân olur ki teşebbüsat-ı mezkûre ancak

409
Von der GOLTZ

gayet müsait şerâ’it-i mütekaddime mevcut bulunduğu zaman mümkün


olabilir.
Bunun için herşeyden evvel fazla bir kuvvete mâlik bulunmak lazım gelir.
Almanya Devleti şark ve garp cihetinden olmak üzere iki devlet-i muazzama
tarafından düçar-ı taarruz olsa onların ordu ve donanmaları sevâhilimiz
üzerinde bizi oldukça endişeye düşürebilecek bir teşebbüste bulunmak için
iktiza eden vesaiti istihzar edebilir. Karaya çıkmış olan ordunun harekâtını
müttefikeynden birinin sahra ordusunun harekât-ı harbiyesiyle rabt ve ilsâk
etmek imkanı dahi mevcuttur. İhtimal-i muvaffakiyet bu suretle bir kat daha
tezâyüd etmiş olur.
1870 Seferi esnasında Danimarka Hükûmeti Fransa ile müttefik olsa idi
Fransa Hükûmeti pek kolay vasıl olabileceği Danimarka sahiline bir kısım
asker dökerek oradan Danimarka Ordusu’yla müttefiken Elbe Nehri’nin
kısm-ı süflasına doğru bir taarruz ve tecavüz icra etmeyi hatırına getirebilir
idi. Ahval-i sairede fevkalade hissolunan süvari eksikliği Danimarka
süvarisiyle bertaraf olur idi. Ondan başka Müteffikîn Ordusu kuvvetçe dahi
haiz-i ehemmiyet bir raddeye vasıl olabilerek de bütün Danimarka memâliki
kendisine üssü’l-harekât makamında bulunur idi. Lâkin bu misillü ahvalde
de karaya asker dökmek teşebbüsü tebdil-i şekil ve hâl ederek düşman
ordusunun bir kısmı bahren seyahatler vesâtatıyla ayrıca içtima hâsıl etmiş
olur idi.
Düşman memleketinde biraz kuvvet kazanabilmek için evvela sevâhili
oldukça kâfi bir arzda zabt etmek bir eser-i ihtiyât-perverî olur. Sevâhil-i
mezkûreye yakın bulunan bir cezîre, karaya asker dökmek ve askerin cem‘
olmak hareketini teshil edebilir ise de böyle bir cezîrenin zabtı esnasında
düşman memâlikinde nagehanî bir taarruz icrası nef‘ ve faydası kaybedilmiş
olur. Taraf-ı müdâfi‘ tedarikat-ı harbiyesini icra ve ikmal için vakit kazanır.
Bundan anlaşılır ki sahilden bede’ ile memleketin ta içerisinde bulunan
ehemmiyetli hedefler veyahut düşmanın doğrudan doğruya payitahtı
aleyhinde büyük mikyasta teşebbüsat icrası ancak uzun bir harpten naşi
düçar-ı taarruz olan devlet bitap kalmış ve hududu tecavüz eden düşman
ordularını tevkif edebilmek için insan, bârgîr ve esliha misillü esbâb-ı
harbiyesi tamamıyla tükenmiş bulunduğu zaman mümkün olabilir.
Filhakika bidayet-i seferde ve ordular hudut üzerine icra edecekleri
içtimaı henüz ikmal edememiş bulundukları esnada böyle bir teşebbüse
mübaşeret mümkündür. Prusya Erkân-ı Harbiyesi Heyet-i Umumiyesi

410
Millet-i Müselleha

tarafından yazılan 1870 - 1871 Seferi tarihi bu babda şu vechle beyan-ı


mütalaa ediyor :141

“Fransızlar tarafından Almanya sevâhilinde karaya asker dökmek


teşebbüsü niyette var idi ise mutlaka seferin devr-i evvelinde vuku bulması
lazım gelir idi. Çünkü biz Fransız toprağına tecavüz ettiğimiz anda Fransızlar
kendi kendilerine bu gibi teşebbüsat-ı cesimeden sarf-ı nazar ederler idi.”

İçtima esnasında düşman sevâhilinde karaya asker dökmek teşebbüsatı


ciddî bir taarruzdan ziyade içtimaı ihlal ve ahali-i memleketi düçar-ı endişe
ve heyecan etmek için edilen bir baskından ma‘dûd olabilir.

Düşman henüz huduttan pek uzak bilindiği esnada sevâhilin bir


noktasında kendisinin birdenbire zuhuru efkâr-ı umumiye üzerine bittabi
büyük bir tesir icra eder. Kırk veya elli bin kişiden mürettep bir ordunun
Bahr-ı Baltık sevâhilinin Berlin’e en yakın bulunan bir noktasında ve mesela
Oder Nehri mansıblarında karaya çıktığını farz edelim142.

Mezkûr ordu Berlin şehrine muvasalat için beş altı güne muhtaç
olacağından, kendisine karşı bir kuvve-i faika sevk etmek için müddet-i
mezkûre kifayet eder.

Binaenaleyh karaya asker dökmek teşebbüsatı “nüfusu kesîr ve ahval-i


askeriyyesi muntazam” bir devlet için muhatarat-ı ciddiye olmaktan ziyade
esbâb-ı ihâfeden ma‘dûd olabilir.

141 Tarih-i mezkûrun birinci cildinin 82’nci sahifesine müracaat oluna.


142 Mutlaka orada karaya çıkmaktaki müşkülattan sarf-ı nazar ederiz.

411
Beşinci Kısım
Esna-yı Harpte Orduların İaşesi ve Neferat ve Zahiresinin Tedarik Ve
İstikmali

Esna-yı harpte ordunun esbâb-ı maişetiyle uğraşmaktan mahfuz


olmayan kimseler Napolyon Bonapart’ın canı sıkılarak söylediği şu : “Bana
esbâb-ı maişetten bahsetmeyiniz!” sözünü der-hatır edebilirler. Mamafih
imparatorun esfâr-ı muhtelifesindeki tedâbîr ve tertibatı nazar-ı tetkik ve
mütalaadan imrar edilecek olur ise işin zâhirde göründüğü gibi olmadığı
derhâl meydan-ı sübûta çıkar. Müşârun-ileyh ordularının iaşesi emrinde
ittihaz eylediği tedâbîr ve tertibatta şayan-ı hayret fevkalade bir itina ve
dikkat sarfeder idi. Filhakika müşârun-ileyh bu babda bir meslek-i muayyene
tebaiyet etmeyerek maiyetindeki cemiyât-ı askeriyeyi iaşe için icap eden
esbâb ve vesaiti bulduğu yerde ahz eder ve hatta beliyye-i harp tesiriyle
en ziyade düçar-ı fakr ü sefalet olan memleketlerde bile alacağı zahireye
mukabil külliyetli para vermek mevâ‘idiyle veya nahiye memurlarını taltif
veyahut icabında tehdit ve kuvve-i cebriye istimal ederek muhtaç olduğu
erzakı tedarik etmeye muvaffak olur idi. Kendi erzak tedarik etmek için –
yine müşârun-ileyhin sözlerini kullanarak söyleyelim – ordunun hattü’l-
harekâtı olan caddenin iki tarafını kan ve ateşe gark eder idi. Bir kere
ayağını yere vurarak ordular vücuda getirmek yolunu bildiği gibi düz olan
avcının üzerinde hububat tarlaları vücuda getirmeye dahi muktedir idi.
Lâkin herşeyden ziyade müşârun-ileyh gerisinde hutût-ı irtibatın tesisinde
fevkalade bir maharet ibraz eder idi ki hutût-ı mezkûre üzerinde mübayaat
kafileler, memleket dâhilinde erzak cem‘i, ambarlar tesisi ve ahâli hakkında
icra edilen muamelat-ı cebriye, askerine lazım olan erzakın tedarik ve
istihzarına hizmet ederler idi.
Rusya’da buna muvaffak olamadı. Çünkü burada ahval “insana” galip
çıktı. Binâberîn müşârun-ileyhin bâlâda zikrolunan sözü bir kumandanın
ordunun esbâb-ı maişetiyle uğraşmaması lazım geleceği değil belki esbâb-ı
maişet mülahazatının askerin sevk ve idaresi mülahazatına galip olmayarak
ona nazaran ikinci derecede kalması lazım olduğunu beyan ve ifhâm eder.
Harbin makâsıd-ı aliyesinin ekmek tedariki endişesiyle düçar-ı sürat olması

412
Millet-i Müselleha

asla caiz olmadığı cihetle erzak tedariki için ele geçen her menbadan
istifadeye müsâra‘at etmek iktiza eder. (İşte Napolyon Bonapart’ın söylediği
sözün mânası budur.)

Orduların kendilerini beslemek için muhtaç oldukları şeyleri


bulundukları memleketten ahz etmek hukûk-ı harbi gayet eskidir. Hazreti
Musa (a.m) Arz-ı Mev‘ûd’a izam ettiği memurlara “Emin ve mütesellî
olunuz ve memleketin ismâr ve mahsülatından istifade ediniz!” kelamıyla
memleketten erzak tedariki usulünü tavsiye eylemiştir. Daha Muharebe-i Si-
sâle esnasında bu usul Almanya’ya bâdî-i felaket olacak bir raddede terakkî
etmiş idi. Mu’ahharen hükûmet ve ordu terakkiyatının icra ettikleri nüfuz-ı
garip tesiriyle usul-i mezkûre bi’t-tedric mahv ve zail olmuştur143.
Fransa İnkılab-ı Kebîri idare-i hükûmet ve muhafaza-i hukûk hakkında
refakatinde getirdiği – büsbütün başka yolda - nazariyat ile usul-i mezkûrun
tekrar ihyasına muvaffak olmuştur. Nazariyat-ı mezkûre taht-ı zabt ve istilada
bulunan memâlikin bi’l-cümle vesait ve kuvâsının galip tarafından serbestçe
istimaline cevaz ve mesag vermiştir.

İşte bu vechle “memleketten yaşamak” fikri idare-i harbe tekrar avdet


etmiş ve bugünkü günde bir suretle zihnimize yerleşmiştir ki biz ordunun
arkasından gelen zahireye âdeta dârü’l-harekât ittihaz olunan memleket
dâhilinde zahire büsbütün tükendikten sonra kendisine müracaat edilecek
bir ihtiyat zahiresi nazarıyla bakmaktayız.

Zaman-ı hazırda asıl bu cihette bir inkılap vukua gelmektedir ki


muharebat-ı âtiyede bu keyfiyet 1870-1871 Seferi’nde nümâyân olduğundan
daha ziyade meydana çıkacaktır.

“Memleketten yaşamak” denildiği zaman bittabi “düşman memleketi”


murat edilir. Yoksa kendi memleketimizden yaşamak bu usule merbut olan
en büyük fevâ’idi mahv ve izale eder. Evâ’ilde ordunun daha serbest ve
daha ziyade müteharrik olmasına bir fayda nazarıyla bakılmadığı cihetle
dârü’l-harekât dâhilinde erzak cem‘ ve tedarikiyle beraber yine ambarlar
usulü muhafaza ve ibkâ ve menâbi‘-i düşmanın düçar-ı zaaf olarak kendi
memleketleri servetinin tezâyüd etmesinde nef‘ ve fayda taharrî olunur idi.

Hatta Büyük Frederick gerek 1756 ve gerekse 1757 seferinde cesim istila
seferleri için serbestî-i hareketine mâlik olmayı asla der-hatır etmeksizin

143 22’nci sahifeye müracaat oluna.

413
Von der GOLTZ

ordusunu düşman memleketi menâbi‘inden beslemeye karar vermiş idi.


Müşârun-ileyh bu tedbir ile kendi memleketinde vermeye mecbur olduğu
para kadar para vermeye mecbur olmaksızın askerini bir müddet beslemeyi
niyet etmiş idi. Velhâsıl müşârun-ileyhin emeli parayı cebinde bırakmak,
zaten pek de vasi olmayan hazinesini esirgemek ve bu suretle harbi uzun
bir vakit temdit edebilmek imkânını istihsal etmek idi. Filhakika Frederick
tarafından irsal olunan emirnameler üzerine vürut eden zahirenin miktarı
küçük orduların mevcuduna verilen paranın azlığına nazaran pek külliyetli
idi144.
Bazı vakitler oldu ki hazineden bir ‘Thaler” ve memleketten bir çuval
un bile çıkmaksıznın ordu beslenmeye muvaffak olmuştur. On yedinci asırda
esna-yı harpte meccânen beslenmek hususu kaide-i umumiye hükmünde
bulunarak ne Mansfeld145 ve ne de Christian Von Brunswick ve Wallenstein,146
ordularını beslemek için bir hazine-i mahsusaya mâlik değil idiler. Onlar
“harp harbi beslemelidir” kaidesini tamamıyla mevki-i icraya vaz‘ ederler idi.

Ordular teşkil eden efrat ve yevmiye sarf olunan paralar, milyonlar ile
sayılmaya başladığı günden beri ise bu hâl büsbütün değişmiştir147.
Ordunun bir memleketten serian müruru esnasında veyahut erzak
cem‘i usulüyle tedarik olunan zahire tasarruf-ı nukûd hususuna pek büyük
bir tesir icra etmez. Aksam-ı askeriye muvakkaten komşularının masrafına
olarak yiyip içseler bile bununla yine levazım-ı askeriye idaresi tatil-i
muamelat ve hazine-i devlet muvakkaten olsun sedd-i bab-ı te’diyât edemez.
Böyle cesim insan cemiyetlerinin beslenmesi hususunda daima nazar-ı
dikkatte tutulacak ihtiyat-perverlik, memleket içinde orada burada bir
şey bulunup bulunmayacağını beklemeye vakit olmayacağı gibi buna göre
hesabın yürütülmesi dahi mümkün olmadığından, her gün bütün ordu için
iktiza eden levazım-ı maişetin hazine-i devlet tarafından istihzar ve istikmali
zaruriyât-ı umurdandır. Bir aile azasından biri veya diğeri misafir olarak
yabancı sofrasına gittiği zaman bile büyük bir hane idaresi mütemadiyen
müsavat üzere cereyan eylediği gibi bir orduda dahi kolordulardan biri veya

144 Zira o zamanlarda erzak tedariki hakkında bugün mevcut olan usul meriyyü’l-istimal
değil idi.
145 Şarlken zamanında gelmiş bir Alman generali olup 1517 senesinde tevellüt ve 1604
senesinde vefat etmiştir. Li’l-mütercim
146 Meşhur generallerden olup 1583 senesinde Bohemya’da tevellüt ve 1634 senesinde
vefat etmiştir. Li’l-mütercim
147 174’üncü sahifeye müracaat oluna.

414
Millet-i Müselleha

diğeri muvakkaten geriden gelecek levazıma muhtaç olmasa bile yine neferat
ve hayvanatın cümlesi için mukteza olan zâd u zahireyi bilâ fasıla göndermek
ve yetiştirmek lazımdır. Bunun neticesi ekseriya şu olabilir ki asker bir
müddet daha ziyade israf ve safa ile yaşar yani iki kat yemiş bulunur.

Düşman memleketi dâhilinde muvakkat bir vergi tarhı usulüyle yüz bin
frankı bile cem‘ etmek ne kadar müşkül olduğunu herkes bilir. Hâlbuki yüz
bin frank bir cesim ordunun mesârif-i yevmiyesinin ancak ellide bir kısmıdır.

Ordunun düşmanın münbit ve mahsüldar memâlikinden kifayet


mertebede erzak bulması ve “her nereye muvasalat etse” geçerken kendisini
beslemeye muvaffak olması makâsıd-ı harbiyenin bilâ mâni takip edilebilmesi
nokta-i mu‘tenâbihâsı için fevkalade mühim bir keyfiyettir. Mamafih bu
keyfiyetin maliye-i devlete bir fayda îrâs edeceğine pek de inanamayız.

Biz düşman memleketi mahsülatından yaşıyor isek o zaman düşmanın


kendi memleketimizde olmadığı ve hususuyla memleketimizin muharip
orduların vücuduyla muzdarip ve müte’ellim bulunmadığı anlaşılır.
Memâlikin bir kısmı aksam-ı cesime-i askeriyenin taht-ı istilasında
bulunduğu zamana kadar itibar-ı malîsi ve vergi almak iktidarı tenakus etmiş
bulunmaz. İşte düşman memleketi mahsülatından taayyüş etmekte olan
nef‘ ve fevâ’ideyi bu noktada aramalıdır. Fakat harbi düşman memleketine
naklederek, düşmanı teslim-i silaha mecbur edebilmek hakkında on yedinci
ve on sekizinci asırlarda meri bulunmuş olan fikir, bugünkü günde hüküm ve
itibardan haylice sakıt olmuştur. Bâlâda dahi söylediğimiz vechle bugünkü
günde bir milletin muharebede müddet-i medîde sebat edebilmesi harbin,
hududun bu veya o tarafında bulunmasına değil ancak o milletin beyne’l-
milel mâlik bulunduğu itibar-ı maliyesi derecesine tabidir148.

“Düşman memleketinden yaşamak” fikri, bir diğer cihetten dahi düçar-ı


tadil olmaktadır. Bizim 1870 senesinde Fransa’ya götürdüğümüz asker
kadar Napolyon Bonapart 1812 senesinde Rusya’ya bile götürmemiş idi.
Müstakbelde 1870 senesinde görülen miktara dahi tefevvuk olunacaktır.
Herşeyi çekirge gibi ekl ü bel‘ ederek mürur eden bu cesim insan sürüleri
hanelerde dağılmış bulunan erzak ile ancak bir müddet-i kalîle zarfında
taayyüş edebileceklerdir. Hiç memul etmediği zaman dört, beş veya altı
bin kişiyi beslemeye mecbur edilen bir küçük kasaba hatıra getirilsin! Bu
kasaba belki askeri bir iki veya üç gün suhuletle iaşeye muktedir olabilir

148 174’üncü ve 175’inci sahifelere müracaat oluna.

415
Von der GOLTZ

ise de haftalarca mümkün değil muktedir olamaz. Askerin kendisine tayin


olunan hanenin kiler ve matbahındaki idaresi kaide-i tasarrufa pek de
muvafık değildir. Pek çok şeyler celp ve istimal olunur da onlardan lüzumu
derecesinde istifade olunmadığından burada erzak-ı mevcude iki misli bir
sürat ile tükenir. İşte bu suretle biz kavaid-i ihtiyatkârâneye derece-i ifratta
riayetimizden veyahut idare-i harbi lüzumsuz bir derecede tahdit etmek
istediğimizden değil ancak ilcâ-yı ihtiyaç ve zaruret ile askeri ambarlardan
iaşe etmek usulüne avdet etmekteyiz. Şu kadar var ki bugünkü günde bir
“ambarlar usulünden” bahsetmek yanlış olur idi. Çünkü bizim bugünkü günde
iaşe-i asâkir için tuttuğumuz usulün birinci alamet-i fârikası “usulsüzlük”
veya “mesleksizlik”tir.
“Ambar usulünün” hassa-i mahsusası orduları nukât-ı muayyeneye rabt
etmek olarak ordular dahi nukât-ı mezkûreden hoşnutsuzluk ile ve ancak
birkaç yürüyüşlük mesafeye kadar ayrılır idi. Biraz tefekkür edilecek olur
ise bugünkü günde bu hâlin mevcut olmadığı ve zamanımız usul-i iaşesiyle
Büyük Frederick zamanındaki usul-i iaşe beyninde bir vech-i müşâbehet
var ise o da “ambar” kelimesinden ibaret bulunduğu tayin eder. Bu fark
efkâr-ı cedideden ziyade devletin idare-i maliyesinde tutulan usul-i cedideye
müessestir. Büyük Frederick borsada istikrazât akdine muktedir olsa ve
Muharebe-i Heft-sâle’ye onsekiz milyon yerine, yüz seksen milyon thaler
ve lüzumunda birkaç istikraz daha akdedebilmek ümidiyle başlaya bilse idi
bittabi kendisi de bizim bugünkü günde hareket ettiğimiz gibi hareket eder
ve usul-i idare-i harbi dahi büsbütün başka bir şekil ve suret irâ’e eyler idi.
Dolu bir hazine bir kolordu ve başkumandanın yanında umur-ı maliyede
mâhir bir zat, bir kumandan kıymetini kesb edebilir. Çünkü para ordunun
kâffe-i ihtiyacatı için bir asa-yı mucizekârâne makamındadır. Bugünkü
günde bizim kâffe-i kuva-yı maddiyenin bilâ inkıta sarf ve istimalini istilzam
eden idare-i harbimiz, ordunun muhtaç olduğu mebâliği râygân kılan iane
istikrazâtı olmamış olsa, hatıra bile getirilemez idi.
Hâl-i hazırda orduların fevkalade bir surette tezâyüdü muntazam bir
iaşe-i asâkirin temini lüzumu ihtarâtına ihtiyaç bırakmamaktadır. Orduların
hudut üzerinde içtimaı esnasında hududa mücavir memâlikte vukua gelen
fevkalade tezâyüd-i nüfus, asayiş zamanındaki derece-i nüfus ile bir gûna bir
mukayeseye bile müsaade etmez149.

149 211’inci ve 212’nci sahifelere müracaat oluna.

416
Millet-i Müselleha

Her ne kadar lüzumu raddede sarf etmekte bir mâni görünmüyor ise
de yine iaşe-i asâkir meselesi kuvve-i muhayyilesi harita üzerinde cüretli
seferler icra ve her nev‘ mevâni‘e, ibraz-ı adavet eden hülya-perverânın
hoşlanmayacakları derecede mühim bulunmaktadır.

General Clausewitz der ki :

“İaşe-i asâkir meselesi her ne suretle tesviye edilir ise edilsin daima o kadar
müşküldür ki tedâbîr ittihazı emrinde mutlaka büyük bir tesir icra ve en ziyade
mâhirâne tasavvur olunan tertibata muhalefet ederek parlak muzafferiyet ve
muvaffakiyetler takip olunması lazım geleceği zaman erzak tedarikiyle iştigal
edilmesine mecbur eylemektedir.”

Almanya-Fransa Muharebesi pek zengin bir memleket dâhilinde icra


olundu. Levazım-ı askeriye idaresi kavaid-i mahsusaya derece-i ifratta riayet
etmeksizin kâffe-i vesait-i nafianın sarf ve istimaline gayret ve ihtimam etmiş
iken yine bazı kere – filhakika imtidadı pek az olan – vakitler zuhur etmiştir
ki bu vakitlerde asker zaruret çekmiştir. Evâ’ilde vukua gelen esfâr ve
muharebatı nazar-ı mütalaadan geçirir isek 1870 Seferi esnasında zaruretin
hiçbir vakit aksam-ı askeriyenin sevk ve tahrikine mâni olabilecek bir raddeye
kadar tezâyüd etmemiş olmasını âdeta bir muzafferiyet addedebiliriz.

İşte ahval ve şerâ’it-i müsaade mevcut olduğu hâlde bile levazım-ı


askeriye idaresinin tesadüf edeceği müşkülat-ı azime bâlâdaki sözümüz ile
tasdik edilmiş bulunur.

Pfalzich (Palatine) dâhilinde vukua gelen içtima esnasında hududa


evvela zahire kolları gönderilmeyip de askerin daha evvel gönderilmesi
mahzur ve mazarratı meydan-ı bedâhete çıkmıştır. Lâkin Fransa’nın birden
bire ilan-ı harp etmesinden dolayı düşmanın seri ve kavî bir taarruza kıyam
edeceği melhuz olmakla bu vechle hareket olunması münasip görülmüş idi.
Zahire kolları geride kaldıktan başka levazım-ı askeriye idaresi tarafından
ordunun içtima dairesi dâhiline erzak isaline memur olan kontratçılar
dahi külliyetli zahire mübayaa ve ihzar etmiş iken şimendifer hatlarından
cümlesinin asker nakliyatıyla meşgul olması hasebiyle zahirelerini mahall-i
matlubeye isale muvaffak olmamamışlar idi. Lâkin tüccar-ı merkûmeye
zahireye mukabil olan emânın, zahirenin mahal-i matlubeye isal olunması
akîbinde tediyesi mev‘ûd olmakla, tüccar dahi bittabi daha pahalı bulunan ve
binaenaleyh kendilerine daha büyük bir kâr bırakacak olan zahire nev‘inin
isaline ve daha ucuz cinslerinin muvakkaten tehirine gayret ve müsâra‘at

417
Von der GOLTZ

etmiş olduklarından, daire-i içtima dâhilinde bir cins erzaktan lüzumundan


fazla bulunduğu hâlde diğer cinsten yana zaruret çekilmekte idi.

Pfalzich (Palatine)150Kıt‘ası gayet münbit ve mahsüldar ve ahalisi


nihayet mertebede fedakâr iken yine burada bile “memleketten yaşamak”
usul-i taayyüşünün ezmine-i cedide ordularının içtimaı hengâmında kâfi
olmadığı anlaşılmıştır. Erzak müteahhitleri ve levazım-ı askeriye memurları
mübayaatı en ziyade hududa mücavir olan memleketlerde icra ettikleri
cihetle hanelerde mevcut zâd u zahîrenin orduyu beslemeye kifayet etmediği
büsbütün tahakkuk etmiştir.
Fransa memâlikine doğru serian başlamış ve bir şiddet-i fevkalade
ile devam etmekte bulunmuş olan harekât-ı harbiye esnasında dahi erzak
kollarının askere lazım olan zâd u zahireyi her vakit yetiştirebilecekleri
hakkındaki itikadın pek yanlış bir itikat olduğunu meydana çıkarmış idi.
Asker ile erzak kolları miyânında bir rişte-i irtibat olmak üzere küçük trenler
ve kâfileler teşkiline lüzum hâsıl olmuş idi. Ondan başka ordu ile beraber
hareket eden sığır sürülerini askere asla zahmet vermeksizin ekmekçi
efradı marifetiyle kestirip daima taze et yetiştirmek mümkün olmadığı
dahi anlaşıldı. Çünkü ekmekçi kolunun göreceği işe dair öteden beri mevcut
bulunan efkâr ile aldanılmış idi. Hele cesim sığır sürülerinin esna-yı nakilde
iyice beslenmeleri mümkün olmamasıyla onların naklinde acı tecrübeler
görüldü. İdare-i levazım-ı askeriyede filhakika kâfi derecede memurîn
mevcut idi amma amele mefkûd idi. Bir de 1870 Seferi’nde me’kûlât hıfzı
sanatının idare-i harb-i hazırın terakkîsine muadil bir derecede bulunmadığı
ve bir şöhret-i tarihiye kazanmış olan sucuğun ordunun ihtiyacat-ı hazırasına
artık kifayet etmediği görülmüştür. Nihayet istikbaldeki harplerde ordulara
mükemmel hutût-ı irtibat vücuda getirmek için icrasını ümit ettiğimiz kadar,
hutût-ı irtibat tesisinden ve hususuyla şimendifer inşaatında vesair bu
misillü tertibatta derece-i kâfiyede iş görülmemiştir.
İşte nukât-ı mezkûre güzelce nazar-ı mütalaadan geçirildikten sonra
terakkiyat-ı müstakbelenin hangi istikamette vukua geleceği ve iaşe-i asâkir
keyfiyetinin ne şekil ve surete gireceği anlaşılabilir.

150 Pfalzich yahut Palatine namı eski Germanya İmparatorluğu aksamından iki hükûmete
verilir idi ki bunların memâliki Bavyera dâhilinde ve Rhine Nehri havzasında idi. Bugün
Palatine Kıt‘ası şu vechle taksim olunmuştur: Birincisi Bavyera krallığının Rhine Nehri
havzasında bulunan Palatine Eyaleti olarak 241.254 nüfusu şamil ve makarr-ı eyalet
Speyer şehridir. İkincisi öbür Pfalzich yahut Yukarı Palatine eyaletidir ki 503.761 nüfusu
müştemil ve makarr-ı idaresi Ratisbon şehridir. Li’l-mütercim

418
Millet-i Müselleha

En âlâ ve askerin en ziyade sevdiği me’kûlât taze olan me’kûlâttır. Asker


ona alışmış olduğundan en ziyade onunla telzîz-i damak eder. Vakıa münasip
suretle değiştirilerek askere yedirilecek olur ise en ziyade sıhhate muvafık
olan me’kûlât da budur. Her nev‘ kuru sebze ile beraber151 taze sığır ve koyun
eti, pirinç, patates lahana turşusu, çavdar ekmeği me’kûlât-ı saireye tercih
olunmalıdır. “Hafifçe” tuzlanmış ve is üzerinde kurutulmuş pastırma dahi
verilebilir152.
Lâkin taze me’kûlâtın bir mahzuru vardır ki o da bi’n-nisbe pek çok
mahal istiap etmesi, pek çabuk bozulması, muhafazasıyla ve pişirilmesinin
güç olmasıdır. Yalnız üç günlük taze me’kûlâtı beraber taşımak isteyen
bir nefer ekmek yerine adi peksimet almış olsa yine torbasını tamamıyla
doldurmuş bulunur. Artık bu kadar şeyler ile beraber hayli müddet seyahat
etmiş olan o gibi et, pastırma vesairenin ne hâl ve şekil peyda edeceği
suhuletle anlaşılabilir. Bidayet-i emrde me’kûlâtın muhafazası hususunda
gösterilen dikkat ve itina harbin heyecan ve endişesi arasında gittikçe
tenakus eder. Şu‘â‘ât-ı şems layıkıyla neşr-i hararet ve toz dahi torba veya
çantalara nüfuz eder ise içindeki et mutlaka bozulur. Bu terakkînin nihayeti
ise birçok şeyleri atmak mecburiyetidir. Yemeği pişirmek için saatler lazım
olduğundan pek çok kere rüzgar ile yağmur taam tabhına mâni olduğu
veyahut ordugâh üzerine ve matbah çukurlarına toz bulutları getirdiği
zaman ekseriya nefer, belki ziyade taze olduğundan dolayı pişmek bilmeyen
ve bütün edilen gayret ile beraber yine çiğ ve sert kalan etten ve ekle şayan
bir raddeye gelemeyen sebzeden canı sıkılarak vazgeçer. Harp esnasında
ne kadar vakitler olur ki yemek kaplarında su henüz kaynamağa başladığı
esnada birden bire hareket işareti verildiğinden derhâl yola çıkmak lazım
gelir. Eğer rahat rahat yemek pişirmeye vakit olmayacak ise taze me’kûlât
tabhına asla teşebbüs etmemelidir.
Bunun için sunî olarak hazırlanmış bulunan me’kûlât büyük bir hizmet
eder. Bu misillü me’kûlât hem az mahal istiap edeceğinden ve hem de taze
me’kûlâta nazaran sıkletçe dahi daha hafif bulunacağından nefer daha büyük
bir yük taşımaya mecbur olmaksızın daha ziyade me’kûlâtı hâmil olabilir153.

151 Taamın çabuk pişirilmesi için bu sebzeyi daima doğranmış olarak vermeye gayret
etmelidir.
152 Birkaç aylar fıçılarda durmuş olan tuzlu etin ecza-yı gıda’iyesi tuzlu suya geçmiş
olacağından et kısmı mevadd-ı gıda’iyeden büsbütün mahrum kalır.
153 Tenekeden kutular içinde mahfuz üç günlük taze me’kûlât icap eden peksimet ile
beraber 855 ve üç günlük kavurma misillü evvelden hazırlanmış olan me’kûlât kezâlik üç
günlük peksimat ile beraber takriben 630 gram sıkletindedir.

419
Von der GOLTZ

Bir avuç döğülmüş kahve veyahut tazyik olunmuş sebzeden bir çantaya
bir iki tomar şey atılacak olur ise hiçbir sıkleti mucip olmayacağı gibi nefere
zaruret vaktinde güzel bir gıda olur. Bunlar için yalnız sıcak suya ihtiyaç
vardır. Çünkü tuz veya saire misillü ilave edilecek şeylerin cümlesi içinde
bulunmaktadır. Bunları pişirmek için birkaç dakikalık müddetten ziyade
vakte ihtiyaç olmadığı gibi bir maharet-i mahsusaya mâlik olmaya dahi hâcet
yoktur. Me’kûlât hem temiz kalır ve hem de bozulmaz. Mahsusen yapılmış
olan bu misillü me’kûlât daima teneke kutular veya sair emniyetli zarflar
içinde olarak tevzi edildiği cihetle onları uzun uzadıya sarıp bağlamaya dahi
hâcet messetmez. Tenekelerde mahfuz et, et ile karışık olarak imal olunan
peksimet, tazyik olunmuş sebze tayini vesaire gıda’iyece dahi taze me’kûlâta
haylice tefevvuk eder. Me’kûlât-ı mahfuzanın fevkalade bir suhuletle nakil
ve istimal hususu me’kûlât-ı mezkûreyi istikbalde zuhur edecek harplerde
elzem hükmüne koymaktadır. Me’kûlât-ı mezkûre nefere bulunduğu
memlekette kendisini iaşeye kâfi erzak bulamadığı zaman birkaç günler
çantasından geçinmek iktidarını verir. İstikbalde ise kuva-yı cesimenin
içtimaı veya hutût-ı muvâredenin düşman mevâki‘-i müstahkemesinin taht-ı
hükmünde bulunduğu veyahut muharebe meydanına vasıl olmak için bir
silsile-i istihkâmât arasından geçmeye muvaffak olmuş iken esbâb-ı nakliyeyi
beraberce getirmek muvakkaten olsun mümkün olmadığı zaman bu keyfiyet
büyük ve katî bir ehemmiyeti haiz olacaktır.
Bu misillü zamanlarda bâlâda zikrolunan cemiyât-ı cesimeyi artık
taze ekmek, peksimet, taze et, pirinç veyahut kahve ile iaşe etmek kâbil
olamayacaktır.
Bârgîrler için dahi sunî imal olunmuş yemler daha ziyade muvaffakiyetle
istimal olunacak ve bu yemler süvari sınıfına mesafât-ı ba‘îdeye doğru cüretli
hareketler icrasına müsaade edecektir. Oldukça büyücek bir müddet için
esbâb-ı nakliyeye ihtiyaçtan kurtaran vasıta-i girân-kıymetten istikbalde
mümkün olduğu mertebede istifadeye çalışmak iktiza eder. Çünkü bu surette
esbâb-ı tefevvuktan biri mündemiç bulunmaktadır. Me’kûlât-ı mahfuzanın
o zamanki mükemmeliyyetiyle beraber 1870 senesinde ne derecede bir
tesir icra eylediği yalnız ordunun talebi üzerine kendisine kırk milyon tayin
gönderilmesiyle müspet bir keyfiyettir.
Me’kûlât-ı mahfuza pahalı olduktan başka müddet-i medîde tenâvül
edildikleri hâlde bıkkınlık getirdikleri gibi her tarafta suhuletle tedarik
edilmeleri dahi mümkün değildir. Esna-yı sulh ve asayişte sanayi-i memleketi
seferber bir ordunun bu babdaki levazım-ı azimesini imal ve ihzar yolunda

420
Millet-i Müselleha

istihdam etmek bittabi mümkün olamayacağından, bizim idare-i levazım-ı


askeriyemiz, mahzâ bunun için bir hükûmet fabrikası bulundurmasında pek
büyük isabet etmiştir. Mezkûr fabrika Almanya’nın Fransa’da bulunmuş olan
istila ordusunun başkumandanlığı tarafından vuku bulan bir teklif üzerine
tesis edilmiştir154.
Mamafih büsbütün me’kûlât-ı mahfuza ile iktifa etmek dahi büyük bir
hata olur. Çünkü me’kûlât-ı mahfuza hiçbir vakit ve hatta uzunca bir müddet
için bile taze me’kûlâtın yerini tutamaz. Lâkin me’kûlât-ı mezkûre seferin ilk
devri esnasında ve kuva-yı cesimenin hudut üzerinde içtimaı hengâmında
ve bir de “katî zamanlarda” fevkalade bir ehemmiyyeti haiz bulunmaktadır.
Acaba Birinci Napolyon 1812 senesinde veyahut 1814 senesinin buhranlı
günlerinde askerini iaşe etmek için bu misillü vesaite mâlik olmak yolunda
neler vermez idi?

“Zâd u zahirenin tedariki” hususu bittabi memleketlerin nukûd, dâd u


sited ve turuk-ı muvâredenin ahvaline nazaran muhtelif bir surette vukua
gelir. Biz burada bu veya o memlekette tedarik-i erzak emrinde meriyyü’l-
icra olan kavaid-i hususiyeden ve bunlara ait olmak üzere sahifelerimizi
lüzumundan ziyade imla edecek tafsilattan tecrit ile ancak Avrupa düvel-i
muazzama-i mütemeddünesinden birisinde bu babda ittihazı iktiza eden bir
meslek-i umumînin tarifine gayret edeceğiz.

Bir ordunun veya bir kolordunun levazım-ı askeriye idareleri daha


bidayet-i seferde efrad-ı hususiyeye yani tüccar ve müteahhidîne müracaattan
asla kurtulamaz. Bunun başlıca sebebi ise levazım memurlarının esna-yı
sulh ve asayişte muayyen ve mahdut bir hizmet ile meşgul olarak piyasa
ahvalini tamamıyla tanımaya ve piyasaya “hâkim” olabilmek için tüccar ile
münasebat-ı mütemadiyede bulunmaya muvaffak olmamalarından ileri gelir.
Çünkü bu hâl hâsıl olmak için levazım memurlarından her birinin külliyyetli
olarak mal alır satar birer tacir olmaları iktiza eder idi. Bir ordunun muhtaç
bulunduğu zahîrenin külliyetli olarak nerede bulunabileceği ancak müstait
ve mâhir bir tacir bilebilir.

154 Bu fabrika levazım memurlarına bir mektep olarak dahi hükûmeti müstefit edebilir
idi. 1870 Seferi esnasında me’kûlât-ı mahfuza imali ve hatta sığır kesmek hususunda
iktiza eden malumat pek mefkûd bulunuyor idi. Hele şurası muhakkaktır ki öküzün nasıl
kesildiğini ömürlerinde görmemiş bazı levazım memurları selh-hâne müdürlüğü vazifesini
der-uhde etmeye mecbur olmuşlardır.

421
Von der GOLTZ

1870 senesi seferinde Fransız Ordusu levazımat-ı askeriye idaresinin


bir mahzuru var idi ki o da idare-i mezkûre büyük bir idare makinesine
mâlik bulunmuş ise de yine münhasıran mezkûr makineye müracaat
mecburiyetinde bulunarak memurîn-i milliyeden bile mazhar-ı muavenet
olamamasıdır. Bu âdet âdeta ferâmuş edilmiş idi. Büyük bir müzayaka içinde
kalmış olan bir kolordu kumandanının memurîn-i mülkiyenin inzimam-ı
muavenetiyle pazar yerleri kurdurarak en tabiî ve en ziyade muvafık-ı
maslahat bir tedbire müracaat etmesi harpten sonra neşriyat-ı askeriye
tarafından şediden takbih ve muahaze ve bu keyfiyet Fransız Ordusu’nda
adem-i nizam ve intizamın ne derecede hüküm sürmüş olduğuna bir delil
olmak üzere zikr ve ityân edilmiştir. Bugün ise Fransa efkâr-ı umumîsi işi daha
iyi anlamış bulunuyor. Zâd u zahîre mesâlihi kemâl-i dikkat ve ehemmiyetle
tanzim edilmiş bulunduğu cihetle ileride zuhur edecek harplerde Fransız
Ordusu dahi memurîn-i mülkiyenin ve tüccarın muavenetine kesretle
müracaat edecektir.
Lâkin esna-yı seferde levazım-ı askeriye için tüccara müracaat etmek
musammem ise bu müracaat hususunun seferden evvel kavaid-i mahsusa
tahtında olarak tanzimi iktiza eder.
Şimdiye kadar ilan-ı harp akîbinde beher ordu kısmının155 levazım
idarelerinin ekseriya bildikleri olan müteahhitler ile akd-i mukavelât
eylemeleri âdet hükmünde bulunarak bu işe ancak uzun bir tecrübe ile kesb-i
maharet etmiş olan erbâb-ı ticaret girişir idi. Yoksa bir acemi böyle nazik bir
işe girişecek olsa pek çabuk izhar-ı âsâr-ı iflas eder idi. Devâ’ir-i levazım ile
akd-i mukavelâta girişen erbâb-ı ticaret zehâyir-i mütenevvi‘a piyasasında
iktisap ettikleri hüküm ve nüfuzdan emin oldukları gibi barut ve kurşuna
olan ihtiyaç misillü zehâyir-i mütenevvi‘anın dahi sefer üzerinde bulunan
ordulara irsali elzem olduğunu pek güzel bildikleri cihetle devâ’ir-i levazime
satacakları zahireye mukabil istedikleri kadar para talep edebileceklerini
bilirler. Zira esna-yı sulh ve asayiş paranın hüsn-i suretle ve kemâl-i tasarruf
ile idaresi başlıca bir mesele iken hengâm-ı harpte bu tasarruf keyfiyeti
büsbütün hükümden sakıt olduğu cihetle zahire fiyatı o anda iki misline
bâliğ olur. Ondan başka müteahhitler dahi her vakit ellerinde bulunan peşin
paradan fevkalade ziyade bir peşin paraya muhtaç olduklarından ve harpte
herşeyden ziyade para denilen şey pahalı olduğundan tüccar ne suretle olur
ise olsun ellerine para geçirmeye çalışarak zaten meslekleri iktizası olmak
üzere daima kaide-i ihtiyat-perverîye riayet ettikleri cihetle zahire fiyatına

155 Kolordu.

422
Millet-i Müselleha

daha bidayet-i emrde yüzde yirmi beş kadar bir zam icra ederler. Buna bir
de pek de ehemmiyetsiz olmayan mesârif-i saire ve ara sıra vukua gelen
zayiat ve istihsali matlup olan güzelce bir temettü zam ve ilave edilir ise
artık devletin hengâm-ı harpte erzak için kıymetten yüzde elli kadar ziyade
bir para vermeye mecbur olmasına asla taaccüp edilmez. Müteahhidîn-i
erzak, levazım daireleriyle bu vechle akd-i mukavelât eyledikten sonra
kolordular nezdine kendi taraflarından birer memur-ı mahsus gönderirler
idi. Müteahhidînden her biri zahire alınabilecek piyasaların en iyilerini
yalnız kendisi bildiğine veyahut hiç olmaz ise sairleri gibi vâkıf bulunduğuna
mutekit iken nihayette bir mahalde birkaç neferînin içtima eylediklerinden
iki ticarethane tarafından müşteri toplamaya memur edilip yek-diğerlerinden
ziyade iş görmeye çalışan iki tacir gibi müteahhidîn-i merkûme vekilleri
arasında mübayaat hususunda şiddetli bir müsabaka zuhur eder. Devlet
kendi eliyle kendisine en muhataralı bir müsabakayı vücuda getirir idi. Hele
müteahhitlerin bütün bu vekil ve memurlarından her birinin zevk ve safa
ile geçinmeye çalıacakları dahi işin ehemmiyet-i cesimesine nazaran pek
suhuletle anlaşılabilir.
Binaenaleyh şehir ve kasabaların en mükemmel otellerini o vakte kadar
oralarda yüzleri hiç görülmemiş birtakım eşhas imla etmekte bulunduğundan
herşeye mütehammil olan biçare masraf pusulasına yeni birtakım sıkletlerin
tahmil olunacağında asla şüphe yoktur. Levazım dairelerine teslim olunacak
şey tamamıyla mübayaa ve cem‘ olundu mu o zaman iş mübayaa olunan eşyayı
dârü’l-harekâta nakletmek cihetinde kalır. Zira ihtiyat-perver olan memurîn-i
askeriye ancak orada icra-yı te’diyât ederler. Bunun için şimendifer hatları
asker nakliyatından biraz kurtulduğu gibi müsabakaya burada yeniden
bede’ olunur. Artık bu misillü ahval arasında akd-i mukavelât ve mukavelât-ı
mezkûre ahkamının icrası üzerine edilecek teftişatın ne derecede büyük
mevâni‘e düçar olacağı ednâ bir mülahaza ile anlaşılabilir.
1870 senesinde Almanya ile Fransa beyninde zuhur eden harp
esnasında dahi cari olarak kâffe-i mahazîrîni izhar ve ispat etmiş olan
ahvalin müstakbelde yine böyle bir derecede rû-nümâ olması asla tecviz
edilemez. Herşeyden evvel hususî tüccar ile müteahhitlerin faaliyetini her an
teftiş olunabilecek ve onların muamelatını umur-ı harbiyeyi taciz etmeyecek
bir daire dâhilinde tutmaya çalışılacaktır. Bunları artık ordudan daima uzak
tutmak lazımdır.
İhtiyacatın ve bununla beraber müşkülatın fevkalade tezâyüdü
esnasında bu babda bir çare olmak üzere istikbalde harpte istihdam

423
Von der GOLTZ

edilemeyecek memurîni memleket dâhilinde bulunan mevâki‘-i mühimmeye


bi’l-izam daha hengâm-ı asayişte mübayaat-ı cesimeye memur etmek
iktiza eder. Lâkin memurîn-i merkûme muamelat-ı mühimmelerine daha
iyi hazırlanmak yolunda vakit ve fırsat bulmaları için kendilerine serbestî
verilmek ve kendileri birtakım umur-ı cüz’iye meşgalesinden kurtarılmak
lazımdır. Eğer bu vechle memurlar tayin etmek mümkün olamaz ise o hâlde
tüccar-ı mutebereden birkaç kişiyi mübayaat-ı külliye icrasına memur etmek
lazım geleceği bî-iştibah olarak fakat bununla suistimalat kapısı açılacağı
hakkında mevcut olan itikad-ı umumî ale’l-umum sıhhat ve hakikate mübtenî
değildir. Müracaat olunacak eski ticarethanelerin fiyatları lüzumundan ziyade
tezyit etmeleri asla memul edilemez. Bu misillü ticarethaneler hakkında
bu yolda edilecek bir zan, onların reislerine “öteden beri hırsızdır” demeye
benzer. Taahhüt ile iş gören tüccar, suistimalâta kıyam eylediği zaman âlem-i
ticarette şediden mesul tutulur.
Filhakika levazım idaresinin büyük memurları, memurîn-i saire misillü
umur-ı kalemiye ile iştigale alışmış olduklarından bu gibi tüccarı daima
ticarete mahsus bir teftiş ve nezaret altında tutmak kolay bir şey değildir.
Lâkin buna çare olmak üzere levazım idaresi namus ve şereflerine muhip ve
beyne’l-tüccar temeyyüze hasret-keş bazı tüccar-ı mutebereden bir komisyon
teşkil ederek bu komisyon azası dahi devlet tarafından alacakları bir miktar
maaşa mukabil levazım idaresine kâffe-i muamelat ve mübayaatta muavenet
etmeyi der-uhde ederler. Efkâr-ı umumiye nezdinde daima biraz “maznûn”
bulunan ordu levazımı müteahhitliğiyle iştigal etmek arzusunda olmayan
kimseler ilan-ı harp zuhurundan sonra orduya edilecek her nev‘ muavenet
umum vatana bir hizmet addolunduğu cihetle böyle “fen müsteşarı” sıfatıyla
levazım idaresi hizmetine girmeye daima müheyya bulunacakları şüpheden
âzâdedir. İşte âlem-i ticarette iktisab-ı nam ve nüfuz etmiş olan bu misillü
zevat, mahall-i muhtelifeye izam olunacak memurları ve idare ve nezaret
için icap eden vesaiti herkesten iyi bilirler.
Erzak mübayaası zımnında her ne zaman memâlik-i ecnebiye
piyasalarına müracaat edilir ise bu müracaat ile ekseriya düşmana dahi
dolayısıyla bir zarar îrâs edilmiş olur.
Fransa Hükûmeti Belçika ile olan hutût-ı irtibatından mahrum olduğu
zaman biz kuvve-i nakdiye ile İngiltere piyasalarını meşgul etmeye muvaffak
olsa idik 1870 ve 1871 senelerinde Gambetta’nın gösterdiği mukavemet
o kadar uzun bir müddet imtidat edemez idi. Lâkin ecnebî piyasalarıyla
edilecek muamelat dahi bir suret-i muntazamada olarak evvelden tanzim
edilmelidir. Harb-i âhîr esnasında bizim büyük müteahhitlerimizin Londra,

424
Millet-i Müselleha

Antwerp, Rotterdam şehirleriyle Avusturya ve Macaristan’ın büyük ticaret


merkezlerinde neticesinde zararı hazine-i devlete ait bir müsabakaya
girişmişler idi.
Bu muamelatta dahi levazım idaresi maiyetinde tüccardan bulunacak
müsteşarların pek büyük faydası görülebilir. Lâkin bu tüccar ile vakit ve
zamanıyla kesb-i münasebet ve onlara tayin-i vazife ve hizmet etmek
lazımdır. Yoksa bu hususa harbin ilanıyla beraber teşebbüs edilecek olur ise
pek geç davranılmış olur.
Velhâsıl müstakbelde zuhur edecek harplerde harekât-ı harbiye için
tanzim edilen plana müşabih olmak üzere iaşe-i asâkir emr-i mühimmi
için vasi bir plan tertip edilmesi ve bu planın gerek mübayaat ve gerekse
miktar-ı küllî zehâyirin nakliyatı emrinde ittihazı iktiza eden tedâbîri şamil
bulunması elzemdir.
Her kolorduda zaten sulh esnasında suret-i mükemmelede mevcut
olarak mevâki‘-i cesime-i askeriyede müheyya bulunan ambarlar bu babda
pek büyük bir hizmet eda edebilir. Bi’l-farz mezkûr ambarlarda mevcut-ı
hazarîye nazaran üç, dört, beş veya altı aylık erzak bulunacak olur ise bu
erzakın hâl-i seferberîde bulunan orduya epey bir müddet kifayet edeceği
bedihidir. Hiç olmaz ise bu erzak bütün bir kolorduyu birkaç gün iaşe edebilir.
Mezkûr ambarların idaresi156 elbette bu sırada tüccar ile münasebatta
bulunmuş olacağından istediği zaman külliyetli zahire mübayaasına muvaffak
olabilir. Bununla beraber idare-i mezkûrenin tüccar ile olan muamelatı bir
daireye veya eyalete münhasır kalarak diğer bir kolordu levazım idaresinin
daire-i muamelatına tecavüz etmeyeceğinden, bu vechle şimdiye kadar
müteahhitler miyânında zuhur etmekte bulunan rekabet ve müsabakaya
mahal kalmaksızın rekabet-i mezkûreden mütevellit mazarratın önü alınmış
olur. Asayiş zamanında imla edilen bu ambarlar harp esnasında debboyların
neferatça vukua gelen zayiata karşı neferat yetiştirdiği gibi, seferber bulunan
orduya mütemadiyen erzak yetiştirecek ihtiyat ambarları hâline girer.
Lâkin bu ambarların idaresi ancak muayyen ve sulh hengâmında daima
medâr-ı iştigal ve muamelat bulunmuş olan bazı levazımın istihzarına
muvaffak olabilir. Çünkü tüccar ile olan derece-i münasebatı ancak buna
kifayet eder. İdâre-i mezkûre memâlik-i ba‘îde ve hatta memâlik-i ecnebiyede
kıymeti ziyade olan eşyanın celp ve istihzarına muktedir olamaz.157

156 Levazım memurîni .


157 Sığır, me’kûlât-ı mahfuza vesairenin tedarikine dahi bu idare muktedir değildir.

425
Von der GOLTZ

Bu misillü hâlât daima vekillerine ve tüccar şirketlerine müracaat


lüzumu tahakkuk edecektir158.
Mübayaat için kullanılan tüccar vekillerinden başka bir de
memâlik-i ecnebiyeden mübayaa olunan eşyanın nakli zımnında nakliyat
müteahhitleriyle iş görecek ayrıca memurlar tayini lazımdır. Bazı hâlât-ı
mahsusada âdet-i kadîme vechle umumî müteahhitlere müracaat etmek dahi
faydalı olabilir. Bu âdet pek iyi ise de bu misillü müteahhitleri evvelki gibi
dârü’l-harekâta kadar erzak isaline mecbur etmeyerek vazifelerini yalnız
ihtiyat ve iddihâr ambarlarına erzak yetiştirmek hususuna hasreylemelidir.

Ordunun daima erzak alacağı menâbi‘in bu veya âhar bir suretle büyük
bir mikyasta olarak imlası temin edildikten sonra dârü’l-harekâta mahsus
olarak bazı tedâbîr-i hususiyeye teşebbüs etmek lazım gelir.

Ordunun hudut üzerinde içtimaı meselesinin müsaadesi derecede daha


işin bidayetinde şimendifer hatları üzerinde asker nakline mahsus katarlar
arasına erzak katarları sokmaya çalışmalıdır. Bi’t-tecrübe sabittir ki bu vechle
hareket olunduğu hâlde asker nakline mahsus katarlar sürat-i harekette
müşkülat görülmeksizin askere icap eden haylice erzakı dahi nakletmiş
bulunur. Binaenaleyh askere seyahat esnasında beraberce taşıyarak dârü’l-
içtimaya getirecekleri birkaç günlük zahire verilmesi her hâlde mümkündür.
Üçten altı gününe kadar erzakın bu babda riayet olunacak mikyas-ı sahih
bulunduğuna hükmedilebilir. Burada dahi me’kûlât-ı mahfuzanın en
ziyade işe yarayacağı aşikârdır. Vakıa me’kûlât-ı mezkûre kıtaat-ı cesime-i
askeriyenin daima nezdinde bulunması iktiza eder. Çünkü ordunun hâl-i
seferberîye girmesi esnasında husule gelen heyecan içinde mevâki‘-i
sağîre-i askeriyede elde bulunan vesait-i nakdiye-i mahdude ile me’kûlât-ı
mezkûrenin tedarik ve mübayaası pek müşkül olur. Kıtaat-ı cesime-i askeriye
bu misillü me’kûlâtı imal ve tedarik için ne mertebede gayret gösterecek olur
ise o nispette daha çabuk olarak kendilerine icap eden me’kûlât-ı mahfuzayı
hazırlamış olurlar159.
Şimendiferden çıkıldıktan sonra beraberce getirilmiş olan erzak ücret
ile tutulmuş veyahut ahaliden toplanmış arabalara tahmil edilerek ordunun

158 Mezkûr şirketler vesâtatıyla vukua gelen iaşeye “şirket vesâtatıyla iaşe” namı verilir.
159 İyi imal edilmiş me’kûlât-ı mahfuza senelerce bozulmaz ise de yine lezzetli kalmaları
için ara sıra sarfiyat ve ikmal suretiyle tazelendirilmeleri iktiza eder. Etin içinde mevcut olan
yağ kısımları mürur-ı zaman ile daima az çok bozulmaya müsait olduğundan böyle bir eti
yemekten neferat pek çabuk bıkkınlık getirir.

426
Millet-i Müselleha

arkasından hareket ettirilir. Vakıa ordu ile beraber hareket eden bakkal
arabaları yerine her kıt‘a-i cesime-i askeriye kendisinin malı olarak güzel
bârgîrler koşulu ve maksada muvafık iyi ve hafif arabalara mâlik olsa elbette
daha iyi olur. Çünkü bu misillü arabalar daha iyi hareket edecekleri gibi
yürüyüşte ara sıra fasılalar zuhuruna sebebiyet vermez ve bir de daha ziyade
iş görürler.
Bu vechle asker birkaç gün için her nev‘ ihtiyaçtan vâreste olarak dârü’l-
içtimaya vasıl olmuş olur160.
Kıtaat-ı askeriyeye erzak buldukları yerde mübayaa etmeye emir
vermeli ve hatta bu hususa kendilerini mecbur eylemelidir. Şayet bir
mahalde pek ziyade erzak bulunacak olur ise o anda ambarlar tesisi
zımnında bu hâlden istifadeye müsâra‘at etmelidir. Trenler ve nakliye kolları
henüz muvasalat etmemiş bulunacağından, tesis edilmek üzere bulunan
yeni ambarlara zehâyirin nakli zımnında ücret ile tutulmuş veyahut ahaliden
toplanmış olan arabaları istimal etmek iktiza eder. Mu’ahharen bu arabalara
ihtiyaç kalmayacak olur ise onları ordunun gerisinde icra olunacak nakliyat
hizmetine terketmelidir. Böyle oradan, buradan cem‘ edilen gayr-i muntazam
araba parkının bir iyiliği vardır ki o da vücudunun ihtiyacat-ı hakikiye-i
harbiye nezdinde elzem olmamasıdır. Kendisinden muvakkaten elden geldiği
mertebede istifade olunduktan sonra lüzumu kalmadığı hâlde hemen olduğu
yerde terkolunur. Pek çok defa diğer bir kıt‘a-i askeriye bu parkın enkazını
ele geçirerek onlardan istifadeye muvaffak olur. Harb-i âhîr esnasında
muntazam araba parkları mevcut bulunmadığı cihetle İkinci Ordu’nun idare-i
levazımı bu vechle cem‘ edilmiş gayr-i muntazam araba parklarına pek çok
kere müracaat etmiş ve onlardan ziyadesiyle istifade eylemiştir. Mezkûr
ordunun levazım idaresi daha bidayet-i emrde her kolordu için ahaliden
cem‘ edilmiş dört yüz arabadan mürettep birer park tesis ve mu’ahharen
birkaç defalar bu tedbire müracaat etmiştir.
Ondan başka idare-i levazım-ı askeriye refakatinde tecrübe-dîde tacir
veya tacir vekilleri olmak üzere mebâliğ-i külliyeyi hâmil memurlar izam ve
yeni tesis edilen ambarlar için icap eden zahireyi mübayaa eder idi. İdare-i
mezkûre bu memurları turuk-ı muvâredenin müsaadesi mertebesinde
dârü’l-içtimaya mücavir olan memleketlere gönderir ve şayet şimendifer
hatları mevcut bulunmaz ise sefâ’in vesâtatıyla icra-yı nakliyat ettirir idi.

160 Efrad-ı askeriyeyi yerleşmiş oldukları hane sahipleri tarafından nakde mukabil bir
müddet olsun iaşe etmek mümkün olur ise bu çareye dahi müracaat etmelidir.

427
Von der GOLTZ

Spree Nehri 161 üzerinde seyahat eden küçük bir mavna bin kental162 zahireyi
hâmil olabilir. Sekiz yüz bin nefer ve üç yüz bin bârgîrden mürettep cesim bir
asr-ı hazır ordusu, kuru ot ve saman dâhil-i hesap olmamak üzere üç hafta
zarfında iki milyon kental163 zahire ve yem sarf eder. Bu miktar zahirenin
nakline o misillü merâkibden iki bin kıt‘anın lazım olacağı şüphesizdir.
1870 senesinde dârü’l-içtima ile merbut olan nehir ve kanallar üzerinde
yani Rhine, 164Main 165 nehirleriyle Ludvig Kanalı ve Tuna Nehri’nin kısm-ı
ulyâsı ve Moselle Nehri166 üzerinde bu miktar sefâ’in mevcut bulunmuş ise
de yine onlardan imkân mertebesinde istifade olunmamıştır. Gemi çeken
vapurlar nehren vuku bulan bu misillü nakliyatı tesri ve teshil edebilirler167.
Ordu ile beraber hareket eden ekmekçi kolları sarfiyat-ı yevmiyeye
mukabil ekmek yetiştirmeye muktedir olamayacaklarından yerli ekmekçi
esnafına müracaat etmek iktiza edecektir. Bunun için yerli ekmekçilere dakîk
verilerek yalnız pişirme parası tediye veyahut dakîk tedariki ve ekmek tabhı
tamamıyla kendilerine havale edilerek levazım dairesi tarafından yalnız icap
eden mebâliğ tesviye olunur168.
Sığır nakliyatında pek çok zarar ve mahzurlar nümâyân olduğu cihetle
sığırı bulunulan mahalde mübayaa etmek lazımdır. 1870 senesinde bazı
vakitler beslenmemekten dolayı sığırların o kadar zayıfladığı görülmüşdür
ki bir sığırda yüzde 41 kadar et ve yüzde 59 nispetinde kemik zuhur eder
idi. Sığırın uzak mahallerden celbi lazım gelir ise mutlaka tedâbir-i mahsusa

161 Spree Nehri Almanya dâhilinde cereyan ve Almanya’nın payitahtı olan Berlin şehrini
iskâ eder. Li’l-mütercim Sadullah Paşa – Berlin vasfındaki manzûmesinden :

Bir Spree var ki sanki cûdur


Katran gibi bir siyah sudur.
162 Elli bin kilogram.
163 Yüz milyon kilogram.
164 Rhine Nehri, Alp Dağlarından nub‘ân ederek Constance Gölü’nden mürur ve Schaf-
fhausen Çağlayanı’nı teşkil ettikten sonra Bonn, Mainz, Koblenz, Cologne, Utrecht, Veley-
de şehirlerinden geçerek Şimal Denizi’ne mansıb olur. Mecrasının tûlü 1300 kilometredir.
Li’l-mütercim
165 Main Nehri Almanya’da cereyan edip Rhine Nehri’ne mansıb olur. Mecrasının tûlü
450 kilometredir. Li’l-mütercim.
166 Moselle Nehri Fransa ve Almanya memâliki dâhilinde cereyan ederek Rhine Nehri’ne
mansıb olur. Menbaından mansıbına kadar olan tûlü 505 kilometredir. Li’l-mütercim
167 Mamafih bu babda 288,289 sahifelere müracaat oluna.
168 İkinci Ordu’nun levazım idaresi bu hususta pek çok defa kadınlar istihdam etmiş ve
ziyadesiyle istifade eylemiştir. Zaten harp esnasında böyle işler için erkekten ziyade kadın
bulmak daha kolaydır.

428
Millet-i Müselleha

ittihazına teşebbüs etmek iktiza eder. İhtiyaç hâsıl olan mahallerde ve hususiyle
şimendifer istasyonlarında nadiren ahırlar bulunacağından kurulması
kolay ahır barakalarının beraber getirilmesi ve kasap kolunun sanata
vâkıf efrattan tertip edilmesi ziyadesiyle lazım bir keyfiyettir. Ondan başka
büyücek sığır sürülerinin “uzun bir müddet” bir arada bulundurulmamasına
fevka’l-gaye dikkat etmelidir. Zira aksi hâlinde ilel-i sâriye-i mütenevvianın
zuhuruna sebebiyet verilmiş olur. Sığır sürülerini aksam-ı sağîreye tefrik
ve kıtaat-ı askeriye ile muhtelif kollara tevzi eylemek daha ziyade muvafık-ı
maslahat olacağı âzâde-i kayd-ı beyandır. Filhakika kıtaat-ı askeriye dârü’l-
harekât üzerinde sığır bulamadıkları zaman müracaat etmek üzere mahall-i
münasibede birkaç sığır debboyunun tesisi elbette lazımdır.

Ordu ve kolordular dahi kendi daireleri için umum ordu levazım


dairesinin ittihaz eylediği tedâbîrin aynını ittihaz ederler. Askeri
şimendiferden çıkarmaya giden erkân-ı harbiye zabitlerinin refakatinde
levazım memurları dahi bulunur.

Aksam-ı askeriye gibi harekât-ı harbiyenin bidayeti esnasında ambarlar


dahi harekete geleceklerinden, yine bâlâda meşrûh vesait ve tedâbîrin
kâffesine müracaat etmek iktiza eder. Meselenin başlıca esası işe yarayacak
yollar feth ve küşadına müstenit bulunur. Bu yolların en mühimleri dârü’l-
harekât üzerinde mevcut şimendifer hatları olduğundan hutût-ı mezkûrenin
derhâl istimaline ve elden geldiği kadar birtakım şube hatlarının tesis ve
inşasına gayret etmelidir. Civarda bulunan madenlerin araba parklarını
alarak küçük hatlar tesisi emrinde son zamanlarda haylice bir terakkî meşhut
olmuştur. Düz ve fakat şimendifer hatlarından ve şose yollarından mahrum
bulunan memleketlerde iyi ağaç traversleri istimal ile tramvay hatları tesis
ederek pek çok istifade olunabilir.

Diğer taraftan iyi şose üzerinde ahmâl ve iskâlin nakli zımnında


buhar kuvvetinin dahi büyük bir medârı olur. Ahmâl ve iskâl arabalarından
mürettep katarları lokomotiflere çektirmek usulü ileride pek çok istimal
edilecektir. Erbâb-ı fennimizin kuva-yı ihtiraiyesi için burada daha pek
büyük bir meydan vardır. Ordunun gerisinde bulunan bi’l-cümle ambar ve
debboy mevkii memurları her nev‘ vesait-i nakliye ve araba parkları celp ve
istihzarına sâ‘î olarak ileriye doğru varıldığı nispette aletin dahi müteharrik
ve idaresi daha sehl olmak lazım gelir. Bu teznîbâtın nihayet orduya en
ziyade mülâsık olan kısmı iyi bârgîrler koşulu erzak arabaları kollarından
ibaret bulunur.

429
Von der GOLTZ

Şimdi orduda vukua gelen sarfiyat-ı mütemadiyeye mukabil erzak


yetiştirmeye mahsus olan hizmeti bir suret-i umumiyede nazar-ı tetkik ve
teftişten imrar edecek olur isek nazar-ı dikkatimize şu tarif maruz olur: 169
Ordunun gerisinde ve bütün eyaletler dâhilinde dağılmış olduğu
hâlde kolordulara erzak yetiştirmeye mahsus olan “ihtiyat ambarları”
mevcut bulunarak kendilerine vârid olan erzakı icabına göre şimendiferler
vesâtatıyla ileride bulunan cesim ambar mevkilerine veyahut “umumî veya
iddihâr ambarlarına” doğru irsal ederler. Erzakın bir kısmı gönderildiği
gibi ikinci kısmı, mesela iki günlük erzak suret-i mahsusada yerleştirilerek
gönderilmek için hazır tutulur.
Umumî ambarlar için ordunun gerisinden bir hayli mesafede olarak
düşmanın taarruz ve tasallutundan tamamıyla emin olan ve kendi
memleketimiz dâhilinde bulunan mühim şimendifer telâki noktaları170intihap
olunmalıdır.
Ondan başka umumî ambar mevâki‘i ittihaz olunan mahaller erzak
vesaire nakliyatı esnasında husule gelecek fevkalade bir kalabalığın
hareketine mâni olmayacak bir hâlde bulunmalıdır.
Dar sokaklara mâlik şehirler veya kapıları dar olan kaleler bu hususta
pek nafi değildir. Zira bu hizmet-i mühimmenin hüsn-i suretle cereyanı için
pek çok serbest ve açık meydan lazım olmadığı gibi cesim ebniyenin dahi
fevkalade bir faydası vardır. İşte ordular için umumî ambarlar bu misillü
mahallerde tesis ederek buralara yalnız ihtiyat ambarları tarafından
gönderilen değil hatta tüccar vekilleri tarafından mübayaa edilen ve
hükûmet fabrikaları cânibinden irsal olunan zehâyir ve erzak dahi iddihâr
olunur. Umumî anbâr mevkilerinde sığır cem‘ edileceği gibi ekmek fırınları
ve mütenevvi destgâhlarda tesis edilir. Bu ambarlara daima beş altı günlük
zahire iddihâr etmelidir.
İşte erzak, mevâki‘den şimendiferlerin nihayet bulduğu mahallere
kadar naklolunarak, şimendifer hatlarının nihayet bulmaya veyahut emniyet
mefkûd olmaya başladığı yerlerden itibaren “mevkif ambarları” tesis olunur
ki bunlar için bittabi mümkün olduğu mertebede vasi ve iyi bir mevkide kâin
şimendifer istasyonları istimal olunmalıdır. Bu ambarlarda dahi her zaman
iki veya üç günlük zahire bulunmak lazım geldiğinden, umumî ambarlardan

169 Bu babda Meckel’in Tabiye’sinin 25’inci sahifesine müracaat oluna.


170 Mümkün olduğu zaman seyr-i sefâ’ine müsait nehirler kenarında dahi tesis olunabilir.

430
Millet-i Müselleha

işbu ambarlara sevk olunmak üzere daima bir miktar erzakın yola çıkarılmış
bulunması iktiza eder ki bu vechle iki nokta miyânında bir günlük kadar
erzakın daima yolda bulunduğu kabul olunabilir.

Mevkif ambarlarına peyderpey vürut eden erzak kâffe-i vesait-i


mümküne ile orduya irsal ve isal olunur. Şayet ordu bunlardan pek uzak
bir mesafede bulunacak olur ise o zaman orduya erzak isal eden caddeler
üzerinde “mutavassıt ambarlar” tesis olunur. Kolorduların erzak ve
nakliye kolları mensup oldukları aksam-ı askeriyeye icap eden erzakı alıp
getirmek için mezkûr ambar mevkilerinde içtima ederler. Mamafih bu kollar
kaideten ordunun konak mahalline veya ordugâhına kadar gitmeyerek,
ordu ile ambarlar arasında tesis olunan mevâki‘e azimet edilir ki mevâki‘-i
mezkûrede yevmî boşanan arabalar geriye ve ordunun ihtiyacatına nazaran
erzak ile doldurulan arabalar dahi orduya doğru ileriye hareket ederler.
Mamafih bu nakliye kollarını aksam-ı münferidesi yüklerini boşatmak için
alay, tabur vesairenin yanına gidecek kadar taksim etmek caiz olmadığından
kıtaat-ı sağîre-i askeriye, askere lazım olan erzakı almak için esbâb-ı nakliye
kollarının umumî mahall-i içtimaına azimet edecek kendilerine mahsus
birkaç arabaya mâlik bulunmaları iktiza eder. Ekseriya müşkülat asıl bu
meselede olarak ordunun yakınlığı hasebiyle hareket düçar-ı müşkülat olur.
Ahaliden cem‘ edilen memleket arabaları bir nezaret-i mükemmele tahtında
bulunmadıklarından pek az iş görürler. Orduya mahsus araba kolları her
nev‘ vesaite tercih olunur ise de bunlar da bakkal arabalarının terki misillü
ağırlığın ber-vechle tahfifi mümkün olmadığı takdirde mutlaka “ağırlığın”
tezâyüdüne sebep olurlar. Fransız Ordusu, alaylara mahsus olmak üzere
birtakım küçük araba kollarına mâliktir ki arabalar gayet kuvvetli yapılmış ve
iyi bârgîr koşulmuş ve havi oldukları gayet büyük iki tekerlek ile hendekleri
ve mevâki‘-i saireyi pek suhuletle aşmakta olduklarından muharebede istimal
olunmaya ziyadesiyle elverişli bulundukları mertebe-i sübûta varmıştır. İşte
bu küçük ve müteharrik olan trenler doğrudan doğruya kıtaat-ı askeriyenin
malı oldukları cihetle orduları, bir müddet için levazım-ı umumiye idaresine
müracaat misillü bir vasıtaya ve idare-i mezkûrenin hareketi ve bir mahalden
diğer mahalle nakli gayet düşvâr bulunan cesim parklarına muhtaç olmaktan
âzâde kılmakta ve bu vechle orduların bir müddet-i muvakkate için istiklalini
temin eylemektedir.

Şimendiferler veya sair nakliye kolları vesâtatıyla vürut eden erzak


ve eşyanın arabalardan çıkarılmasında dahi birtakım müşkülat mevcut
olduğu bi’t-tecrübe sabittir. İstasyonların civarında erzak ve eşyayı iddihâr

431
Von der GOLTZ

etmeye müsait vasi ve mahfuz mahaller ekseriya bulunamaz. Bu keyfiyet pek


ehemmiyyetsiz görünüyor ise de bilakis fevkalade bir ehemmiyeti haizdir.
1870 senesinde Strassburg’dan Frouard’a ve Bingen mevkiinden Metz
Kalesi’ne isal eden şimendifer hatları boyunca yığılmış olan külliyyetli zahire,
tesir-i bârân ile mahv ve harap olmuş idi. Ekseriya hatları ve arabaları serbest
bırakmak için katarlarda bulunan zahireyi boşaltmak lüzumu hâsıl olmuş
idi. Bunun için beraberce çadır veyahut çözülür , yapılır barakalar getirilmesi
elzem olarak, mamafih yerden gelen rutubet ve ekseriya semadan nüzul eden
bârân kadar muzır olduğundan rutubetin ve suyun müruruna mâni örtüler
bulundurmak dahi fevkalade lazımdır.
Ondan başka iş görecek adamlar dahi azdır. Ambar mevkilerinde bulunan
asker dahi büsbütün nöbet ve muhafızlık hizmetleriyle meşgul bulunacağı
gibi, asıl ordu dahi derece-i sâniyede olan makâsıd uğrunda kendisinden
kuvvet ifrazından bihakkın ihtiraz etmekte bulunur. Bir de seferber bulunan
efrad-ı askeriye birtakım adi işler ile uğraşmayı asla sevmez. Çünkü nefer,
kendisinin orada bulunması o misillü işler için değil ancak muharebe için
olduğunu pekâlâ bilir. Bununla beraber efrad-ı askeriyenin o misillü işlerde
adem-i maharetleri dahi büyük bir tesir göstermekte olduğundan, kıtaat-ı
askeriye tarafından bu gibi işlere memur edilen neferattan pek büyük bir
istifade hâsıl olamamaktadır. Bilakis ücret ile cem‘ edilen bir hamal bölüğü
1870 senesinde Nancy mevkiinden Ars sur Moselle mevkiine isal eden
hattın tahliyesi emrinde pek güzel iş görmüştür. İşte evvelden düşünülerek
mükemmelen tehiyye ve tanzim edilecek vesaitten biri dahi budur.
Bâlâda zikrettiğimiz hususat, bir asr-ı hazır ordusunun gerisinde vuku
bulan ve ordunun nevâkısını ikmal zımnında icra olunan hidemâtı bir suret-i
umumiyede tarif eder. Yoksa bu hizmet büsbütün bâlâda mezkûr hâlât
hududu dâhilinde mahdut değildir.
Külliyyetli zahîreyi hâmil şimendifer katarları ve umumî ambarlar
mevâki‘i civarında hazır tutulan ve vapurlar ile çekilen mavna ve kayık
donanmaları “müteharrik ambarlar” teşkil ederler. Ordunun harekâtında
bir eser-i atalet zuhura gelir ve bu sırada geriden zahire nakliyatı münkati
olmayarak devam edecek olur ise erzakça bittabi bir kesret-i fevkalade zuhur
ederek mutavassıt ambarlar bi’t-tedric umumî ambarlar hâline girerler.
Kıtaat-ı askeriye nezdinde neferatın gelip erzak almaları için birtakım küçük
tevzi ambarları tesis olunur.
Esbâb-ı nakliye-i muntazamadan başka bir de lüzumu olan mahalde
cem‘ edilerek kendilerine ihtiyaç kalmayan yerde alâ eyy-i hâle terk olunan

432
Millet-i Müselleha

esbâb-ı nakliye-i gayr-i muntazama dahi istimal olunur. Kıtaat-ı askeriye


ambarlardan aldıkları erzaktan başka memleket dâhilinde mevcut olan
vesait-i maişetten dahi istifade eder ve nefer konak ittihaz eylediği hane
sahibinin sofrasına oturur ve hanenin kilerini ara sıra taharrî ile kendisine
lazım olan şeyleri alır. Ele geçirilmesi mümkün olan bi’l-cümle erzak vesaire
ya müsadere veyahut mübayaa olunur. Bazan bir mahalde erzak bulmak
zâhiren gayr-i mümkün görüldüğü ve muamelat-ı cebriyenin bile onu
bulmaya tesiri olmayacağı anlaşıldığı hâlde para kuvvetiyle yine bir miktar
şey bulmak kâbildir.
1870 senesi Teşrinisanisinin evâhirine doğru İkinci Ordu’nun levazım
dairesi, Orleans şehrinin cihet-i şimaliyesinde kâin olarak, teşrinievvelin
bidayetinden beri askerin cevelangâhı olmaktan naşi artık erzak tedarikine
iktidarı tamamıyla zail olduğu tahakkuk eden Beauce Kasabası’nda pazar
yerleri kurdurarak ali fiyatlar ilan etmekle memleket dâhilinde zahire değil,
zahireyi istiap edecek kaplar mefkûd olduğu meydana çıkmıştır. Köylüler
torba gibi dikilmiş pencere perdeleri, çarşaflar, kanape ve iskemle örtüleri,
sepetler ve sandıklar içinde ordunun muhtaç bulunduğu arpayı pazara
getirmiş ve nihayet pazarlara o kadar hububat gelmeye başladı ki bilahare
hububat-ı mezkûrenin fiyatları dahi tenezzül etmiştir.
Bir ordu levazımı umur ve muamelatının başlıca hassası serbestî-i
muamelat olmalarıdır. Bunda bir meslek-i mahsusa harfiyyen riayet etmek
caiz olmayarak icap eden vesaiti arîz ve amîk tefekkür ve mülahaza ve ele
geçen kâffe-i vesaitten istifadeye müsâra‘at etmelidir. Bu hususta parayı
esirgememek lazım olduğu gibi, iaşe-i asâkire hizmet edebilecek bi’l-
cümle idarelerden ve hatta efrattan dahi istifadeye gayretten asla ihtiraz
etmemelidir. En iyi teşkil edilmiş bir idare-i levazım-ı askeriye “yalnız” kendi
memurlarıyla iş görmeye kıyam edecek olsa mutlaka vazifesini ifa etmeye
muvaffak olamaz.
Dârü’l-harekâtta bulunan bir ordunun levazımını “fontlar” ile hesap
ettikten sonra, levazım-ı mezkûrenin orduya vusulünü en mükemmel
tedâbîr ile temin eden kimse erzakın bozulması muhatarasını bertaraf etmiş
bulunur ise de orduyu yine ihtiyaç ve zarurette bırakmış olur. Harpte aksam-ı
askeriyenin istimaline olduğu gibi bu işte dahi en mükemmel olan en ve iyi
düşünülmüş bulunan tedâbîr ve tertibat muvaffakiyeti tamamıyla temin
edemez. Orduyu zarurette bırakmamak matlup ise levazım ve ihtiyacatın iki
üç misli erzak tehiyye edilmelidir. Miktarca iki üç misli erzak lazım olduğu
gibi hassaca dahi iki üç misli olmalıdır denilebilir. Yalnız memleketten tedarik

433
Von der GOLTZ

edebileceği erzaka istinat eden kimse en zengin bir memlekette bile açlıktan
telef olur. Bunun gibi yalnız geride bulunan ambarlardan vürut edecek erzaka
güvenen taraf dahi geride şimendifer hatlarından mürettep mükemmel
hutût-ı irtibata, muntazam esbâb-ı nakliyeye ve gerisinde gayet zengin bir
memlekete mâlik olsa dahi yine pek az muvaffakiyet istihsal edebilir. Bu
hizmete bi’l-cümle vesait muavenet etmelidir. Yani düşman memleketinde
cebren zahire tedariki ve suver-i muhtelife vesâtatıyla mübayaat icrası, kendi
memleketimiz ve dârü’l-harekât dâhilinde kıtaat-ı askeriye tarafından icra
edilen mübayaat, memleket dâhilinde vergi usulüyle cem‘-i erzak, tüccar
vekilleri veya müteahhitler vesâtatıyla temin-i mübayaat, şimendiferlerden
nehir ve kanallar ve şoselerden hüsn-i istifade, ambar mevâki‘i arabaları,
erzak ve nakliye kolları, kıtaat-ı askeriye nezdinde bulunan arabalar ve
serian temdit edilmiş şimendifer ve tramvay hatları vesaire misillü hususatın
cümlesine müracaat etmelidir. Ondan başka kıtaat-ı askeriye maiyetine
verilmiş olan ekmekçi kollarıyla asayiş zamanında mevcut olarak harp
zuhurunda tevsi edilen ekmek fırınları, yeniden inşa olunan sahra fırınları
ve hususî veya şirket tarafından tesis edilen fırınların hepsinden birden
istifadeye çalışmalıdır.

Esna-yı harpte vesait-i mezkûrenin cümlesinden istifade etmek katiyen


musammem olur ve ordunun seferber hâline vaz‘ı esnasında güzerân olan az
vakit zarfında icrası gayr-i mümkün bulunan tedâbîr ve tertibat daha sulh ve
asayiş zamanında tehiyye edilir ise işte ancak o zaman orduya kumanda eden
heyet-i aliye, ef‘âl ve harekâtta mütemadiyen terakkîye meyyal bulunmakla
beraber, asr-ı hazır cesim ordularının iaşesine muktedir ve muvaffak olabilir.
“Zarurete tahammül etmek askerin en güzel ahlakından biri olarak bu ahlak
mevcut olmadıkça hiçbir ordu hakikaten efkâr-ı askeriyeye mâlik bulunmuş
olmaz. Lâkin bu zaruretin fena tesis edilmiş bir meslek-i idare veya ihtiyacatın
hısset-perverâne bir surette hesabının neticesi değil ancak muvakkat olması ve
icbâr-ı ahval ile husule gelmiş bulunması iktiza eder171”.

Mamafih askerin iaşesi hakkında ittihaz edilen tedâbîrin müessir


olması için ordunun kumanda heyetiyle levazım idaresi miyânında bir
hüsn-i imtizaç mevcut bulunmak lazımdır. Bu hâl 1870 senesi seferinde
Fransızlar tarafında mefkûd idi. Kumandanlar harekât-ı askeriye hakkında
olan tertibata karar verdikten sonra aksam-ı askeriyenin iaşesi meselesini
bildiği gibi tesviye etmek için tamamıyla levazım idaresine terk ve havale
ederler idi. Levazım memurları rüteb-i aliyeyi haiz zevattan bulunmuş iken

171 Clausewitz: “Harbe Dair” ünvanlı eserinin ikinci cildi.

434
Millet-i Müselleha

yine kendileriyle generaller miyânında vücudu elzem bulunan hüsn-i imtizaç


mefkûd bulunuyor idi. Başkumandan olan zatın vesait-i taayyüşü nazar-ı
dikkate almaksızın harekât-ı harbiye hakkındaki tertibata karar vermesi
ve ba‘dehû levazım reisiyle arîz ve amîk müzakere eylemesi pek iyi bir
şeydir. Levazım reisi muhal olan şeyi mümkün kılmaya çalışmak hususunu
mesleğine esas ittihaz etmesi iktiza eder. Bu ise ancak kendisi kumanda
heyeti ve ambar mevâki‘i memurîni tarafından mazhar-ı muavenet olduğu
zaman mümkün olabilir.

Ordunun levazım reisi başkumandan olan zatın hüsn-i teveccüh ve


emniyetini kazanmış bir zat olmalıdır. Bunun için burada dahi levazım
riyasetine tayin olunacak zatın hüsn-i intihabı meselesi büyük bir ehemmiyeti
haizdir. Mahzâ kendi zat ve memuriyetlerine bir ehemmiyet-i mahsusa
vermek dâ‘iyesiyle îkâ‘-ı müşkülat eden adamları böyle bir memuriyete
tayin etmek pek tehlikeli olarak bu misillü adamlar gerek sulh ve gerek harp
esnasında umur ve muamelat üzerine fevkalade bir sû’-i tesir icra eder ve
ahlak ve tabiatlarından mutazarrır olan orduların sebeb-i felaketi olurlar.
Massenbach’ın en büyük kusuru bu ahlaka meyyal bulunması olarak bunun
içindir ki müşârun-ileyh 1806 senesinde zuhur eden hezimet ve felaketin
başlıca müsebbiplerinden addolunmuştur.
Bir ordunun levazım riyasetinde yalnız tecrübe-dîde ve vazifesine
sadık bir zatın bulunması kâfi değildir. Vesaiti tutulabilecek yerden tutmaya
ve herşeye münasip bir çare bulmaya muktedir zeki ve dirayetli bir kimse
olmalıdır. Ondan başka bu zat rüteb-i aliyeyi haiz ümera-yı askeriye ile ihtilat
ederek bu nüfuzu kazanmış bulunmalıdır. Velhâsıl hem kendisini sevdirmeye
ve hem de bir metanet-i zatiye göstermeye muktedir olan bir zat bu misillü
bir memuriyette büyük işler görmeye muktedir olabilir.
Askerin iaşesi zımnında ordunun gerisinde ittihaz olunan tedâbîr
derece-i kâfiyede bulunacak olur ise tedâbîr-i mezkûre askerin emr-i teçhiz ve
teslihi hususatıyla cephanenin nakline dahi kifayet eder. Çünkü naklolunacak
mevâdd ve eşyanın miktar ve sıkleti nokta-i nazarından bakıldığı hâlde efrat
ve hayvanata icap eden zahirenin sıklet ve miktarına nazaran bunlar hiç
hükmünde kalır.
1870-1871 senesinde görülen tecârübden anlaşıldığı üzere
şimendiferlerin umum debboylardan getireceği cephaneyi aksam-ı askeriyeye
yetiştirmek için başka gûna vesait-i nakliyeye hâcet olmayıp kolorduların
boş kalan arabaları bu babda pek güzel kifayet eder. Mamafih şimendifer

435
Von der GOLTZ

hatları münkati olduğu yerde birden bire şaşkınlığa ve cephaneden yana


zarurete düçar olmamak için mutlaka bir de sahra cephane parkı teşkilini
kaide-i ihtiyat-perverî bize tavsiye etmektedir bu parkı ayrıca bârgîrlere
muhtaç olmaksızın dârü’l-harekâta kadar getirmek ekseriya mümkün olarak
bu babda yolun boyunca memleketten toplanan veya esbâb-ı nakliye-i gayr-i
muntazamadan orduca işleri hitam bulan kollardan alınan veyahut icabı
hâlinde bârgîr debboylarından ahzedilen hayvanat pekâlâ istimal olunabilir.
Askerin elbisesi maddesine gelince uzun bir müddet imtidat eden bir sefer
esnasında kıtaat-ı askeriye-i mühimme kendilerine mahsus destgâhlara
mâlik oldukları hâlde bu babdaki zaruret ve ihtiyaç mahzâ ittihaz edilen
tedâbîr ve tertibatın müttehit olmamasından neşet edebilir. Biz şimdiye kadar
memlekette nefere verilmiş iyi bir elbisenin bütün seferin hitamına kadar
dayanabileceği ümidiyle bu nev‘ mülahazaları pek suhuletle bertaraf eder
idik. Lâkin bu ümidin pek batıl olduğu daha Fransa Almanya Muharebesi
hengâmında kısmen tahakkuk etmiş idi. Elbise ve ayakkaplarının fenalığı
hususuyla Loire Seferi esnasında âdeta netâyic-i vahime tevlit etmek üzere idi.

1870 senesi Kanunuevvel ayında mevsim-i şitanın fevkalade burûdetle


beraber oradaki çamurlu yollar üzerinde yalın ayak veya ağaçtan mamul
kunduralar ile veyahut ayaklarında keten pantolonlar olarak pek çok Alman
neferleri müşahade olunmuştur.

Teşrinisaninin vasatından beri icra olunan cebrî yürüyüşlerden sonra


Grandük Mecklenburg’un kolordusunda bölüklerin mevcutları pek zayıf
iken yine beher bölükte kırk neferden ziyade kundurasız asker var idi. O
sırada ikinci ordunun erkân-ı harbiye reisi karargâh-ı umumîye yazdığı bir
tahriratın nihayetinde bu babda şu vechle beyan-ı efkâr ediyor:

“Velhâsıl askerin ayakkaplarının tamir kabul etmez bir hâle geldiğini


görüyorum. Ele geçirilecek ilk istirahat günleri esnasında bu fenalığın mehmâ-
emken tamirine çalışacağımız bedihidir. Kolorduların bir çok elbisesi, mesela
Onuncu Kolordu’nun ki Lagny mevkiinde bulunduğu gibi mahal-i muhtelifede
hazır duruyor ise de onları getirmeye henüz bir vakit ve çare bulunamadı172.”

Filhakika mezkûr Onuncu Kolordu Le Mans muzafferiyetinden sonra


kanunusanide şehr-i mezkûrdan mürur eylediği esnada hâl ve kıyafeti
vaktiyle Paris önünde bulunmuş olan General York’un kolordusunun hâlini
tamamıyla andırmakta idi. Bütün kolordunun içinde nizama muvafık

172 Lagny mevkii Paris pîşgâhındadır.

436
Millet-i Müselleha

giyinmiş hemen hiçbir nefer bulunmuyor idi. Sıralarda birçok sivil elbisesi
müşahade olunmakta idi. Bir Prusya iğneli tüfeğinin kurşununu pek kolay
celbe müstait olan Fransızların mahut kırmızı pantalonlarına varıncaya kadar
ele geçen elbise istimal olunmuş idi. Her nefer üzerinde, m esela pirinçten
olan tezyinatın yarısı dökülmüş bir şapka gibi, ancak hangi kıt‘a-i askeriyeye
mensup olduğunu bildirecek birer şey bırakmış idi. Neferat-ı askeriyenin
askerce tavır ve hareketleri ve ciyâdet-i bedeniyeleriyle elbiselerinin
pejmürdeliği arasındaki tezat göze çarpmakta idi.
Efrad-ı askeriye pek iyi beslenmiş bulunuyor idi. Lâkin harekât-ı
harbiyenin imtidadı hâlinde elbisece olan zaruret mucib-i endişe bir suret
peyda edebiliyor idi. Zira bu hâlin mürur-ı zaman ile nizam ve intizam ve
zabt u rabt-ı askerî üzerine fena bir aks-i tesir icra eylemesi dahi kâbil-i inkar
değildir.
Kıtaat-ı sağîre-i askeriyenin kendilerine mahsus küçük birer levazım
idaresine mâlik olmaları yani bazı levazımı kendilerinin tedarik edebilmeleri
hususunun fevâ’idini bâlâda söylemiş idik173. Esna-yı harpte cesim
merkez destgâhlarının tesisi fevka’l-hadd elzem olarak bu babda düşman
memleketinin sanayiinden dahi istifade etmek mümkündür.
1871 senesi mevsim-i baharında Tours mevkiinde bulunan Onuncu
Kolordu bu vechle hareket etmiş idi.
Tedâbîr ve tertibat-ı mezkûreye mürafakatta olarak mecruhîn ve
hastegân tedavi ve iaşesi meselesiyle iştigal etmek iktiza eder. Bunları iptida
seyyar hastahaneler alarak birkaç gün muhafaza ettikten sonra ordunun
gerisinden gelen ve daima ordu ile beraber ileriye hareket etmek üzere
geride daimî sahra hastahaneleri tesis etmekte bulunan sıhhiye heyetine
teslim eder.
Burada meselenin başlıca esası yolculuk etmeye muktedir olan mecruhîn
ve hastegânı geride daha sâkin ve daha emin bulunan mahallere nakletmektir.
Hutût-ı irtibatın boyunca vürut eden veyahut yalnız oradan mürur üzere
bulunan hastegâna muvakkaten bakmak için mevkif hastahaneleri tesis
olunduğu gibi seyyar hastahane ve sıhhiye kolları dahi tedaviye muhtaç olan
efradı peyder pey memleketimiz dâhilinde bulunan büyük hastahanelere
nakledecek şimendifer hatlarıyla mütemadi bir münasebet üzere
bulunmalıdır. Bu babda ittihaz olunacak tedâbîr-i hasenenin vücudu ve ilel

173 192’nci sahifeye müracaat oluna.

437
Von der GOLTZ

ve imraza düçar olunduğu zaman serian bir muavenete mazhariyet itikadı


tehlike ve muhatara zamanında efrad-ı askeriyenin cesaret ve şecaatini
artırır. Efrad-ı askeriyeden kesb-i ber’-i tam ederek yine mensup oldukları
aksam-ı askeriyeye gönderilecek olanlar için ayrıca içtima mahalleri tesisine
dahi himmet etmelidir. Bi’l-cümle hastegân ve bir sebeple ordudan müneffek
olarak geride bulunanlar üzerine edilecek bir nezaret-i şedide ve mütemadiye
sayesinde düşman karşısında ordu mevcudunun nafile yere tenakusu emr-i
muzırrının izalesine fevkalade bir medâr-ı müessirdir.
1870 Seferi esnasında hutût-ı irtibat üzerinde tesis edilen mevâki‘de
hasta bârgîrleri için cesim debboylar yapılmış ve bu vechle aksi hâlinde telef
ve ziyaı muhakkak olan birçok hayvanat tedavi edilerek kurtarılmıştır.
Ordunun gerisinde cereyan eden bu ahval-i muhtelifeye nasıl bir nezaret-i
şedide lazım olduğu ve bu babda ne gibi dikkatli tertibat ve teşkilata ihtiyaç
bulunduğu pek kolay anlaşılabilir. Taht-ı istilaya alınan düşman memleketi
dâhilinde bir idare-i örfiye tesisi, ambar, hastahane ve debboyların tanzim ve
muhafazası, bi’l-cümle hutût-ı irtibat üzerinde bazı nukât-ı mühimmeyi işgal
ve yolların iki tarafında bulunan araziye derece-i emniyetin icap ettirdiğine
nazaran ve karakollar ya müfrezeler ikâme ederek ambar ve debboylara
mahsus olan hutût-ı lazımenin vücuda getirilmesi hususatı umum nakliye,
muhafaza ve şimendifer hidemâtı hakkındaki tertibat ile birlikte olarak
gitmelidir. Karargâh-ı umumî “hutûtü’l-mühimmat müfettişliği” namıyla
hususat-ı mezkûreye ve şimendifere ait mesâlihe nezaret edecek ayrıca
bir heyet teşkil etmelidir. Beher ordu için böyle bir heyet-i teftişiye mevcut
bulunacağı gibi, kolordu da dahi kolordunun hutûtü’l-harekâtı üzerinde
kendisine mahsus olan ambar ve debboy mevâki‘ine nezaret edecek birer
mevâki‘ kumandanı bulunmalıdır. Ordunun hizmetinde bulunan şimendifer
hatlarının mebde’ ve münteha noktaları ayrıca nazar-ı dikkat ve itinaya
alınarak o misillü noktalar üzerinde şube hatları tesisi ve daha kuvvetlice bir
müfreze-i mahsusa ikâmesi iktiza eder. Burada yapılacak tertibat dahi bittabi
ordunun ihtiyacatına ve dârü’l-harekât olan arazinin ahval-i mahsusa-i
asliyesine nazaran icra olunur.
1870 senesinde Almanlar tarafından Fransa’da vukua geldiği gibi,
düşman memleketinin büyücek kısımları istila olunmuş ise o hâlde o misillü
aksam-ı memâlike idare-i askeriye ve mülkiyeyi der-uhde etmek üzere
birtakım valiler nasb ve tayin olunmalıdır174.

174 Meckel’in Tabiye’sinin 25’inci sahifesi ambar ve debboy hutûtu ve şimendifer ile olan

438
Millet-i Müselleha

Orduya peyder pey yetiştirilmek üzere sefer esnasında silah altına


alınarak terbiye edilecek efrad-ı cedidenin ne derecede mühim olduğunu
sefer esnasında yalnız bir ordudan ayrılmış olan ve bâlâda zikr ve hikâye
olunan miktar hastegân pekâlâ izah ve ispat etmektedir175.
Bunun için orduya peyder pey yetiştirilecek efrad-ı ihtiyatiye hakkında
ittihaz olunacak tertibat dahi sefer esnasında ihdas olunmayıp sulh
hengâmında efrad-ı merkûme mevâki‘i mevcut değil ise bu babdaki tertibat
hiç olmaz ise kâğıt üzerinde olarak hazır bulunmalıdır. Orduları mevcut
cüz’ü-tâmmların neferat miktarı ikmal olunarak takvît etmek mütemadiyen
yeni cüz’ü-tâmmlar ilavesiyle ikmale gayret etmek meslek-i muzırrı asr-ı
hazır cesim ordularının cümlesinde bertaraf edilmiş olup yalnız Amerika
Hükûmât-ı Şimâliyesi orduları istiklal muharebatı esnasında bu meslek-i
nâ-hemvârın sû’-i tesiratından haylice zarar-dîde olmuştur. Muharebat-ı
mezkûre esnasında hâlâ tantanalı isimlerini hâmil oldukları hâlde hakikatte
zayıf bulunan kadroların ne kadar faydasız ve kıymetsiz oldukları tamamıyla
meydana çıkmıştır176.
Bu hususta en ziyade muvafık-ı hâl ve maslahat olan şey mezkûr
kadroların mevcudunu hadd-i nizamîsine iblâğ eyledikten sonra fazla
kalacak efrad-ı askeriye ile yeni ve taze aksam-ı askeriye teşkil etmektir.
Sefer üzerinde bulunan orduda mevcudun tenakusu o kadar seridir ki
işe esasen bakıldığı zaman harekât-ı harbiyenin iptidasıyla beraber artık
seferin nihayetine kadar devam edecek olan efrad-ı ihtiyatiyenin sevkine
ihtiyaç hâsıl olacağı aşikârdır. Mamafih hâlâtta efrad-ı cedide celp etmeksizin
zayiatın yüzde olarak evvelden mukarrer olan zayiat miktarı hududunu
tecavüz etmesini asla tecviz etmemelidir. Efrad-ı ihtiyatiyede mürettep
bulunan bu imdatların mümkün olduğu kadar daha ziyade bir süratle mahall-i
matluba vusulü için icap eder ise en şiddetli tedâbîre müracaat etmek iktiza
eder. Ekseriya pek de sâkin olmayan düşman memleketinin ortasında tesis
edilen mevâki‘de yeniden vürut eden asâkir-i imdadiye gayet aziz bir misafir
olduğundan, onları istemedikleri hâlde bile alıkoymaya gayret olunacağı
gibi, müzayakaya düçar olan bir mevki kumandanı ise onları pek suhuletle
tevkif ve kendi maiyetinde istihdam edebilir.

nakliyat hakkında icra olunacak tertibata dair malumat-ı mufassala ita etmektedir.
175 Dördüncü kısmın ondördüncü faslına müracaat oluna.
176 Yine dördüncü kısmın ondördüncü faslına müracaat edilmesi tavsiye olunur.

439
Von der GOLTZ

Harp ve sefer esnasında bir ordu hiçbir vakit doymak bilmez ve arzdan
kuvvet alan Antaeus gibi vatandan yeni bir kuvvet almadıkça kuvvetini
muhafaza edemeyen ve mütemadiyen beslenmeye muhtaç bulunan bir deve
benzer177.
Bu teşbih iki cihetten muteber olabilir. Ordunun kuvve-i maneviyesi
hubb-ı vatandan ve kuvve-i maddiyesi dahi vatanın ordunun selameti için
her nev‘ fedakarlığa hazır bulunmasından ve ordunun vatan ile emniyetli bir
surette mütemadiyen münasebet üzere bulunabilmesinden neşet eder.
Burada irat eylediğimiz izahat, ezmine-i cedidede ordudan edilecek
matlubat tezâyüd etmiş ise, matlubat-ı mezkûrenin ifasını teshil edecek
esbâb ve vesaitin dahi o nispette tekessür etmiş olduğunu pekâlâ ispat
etmektedir. Ordular artık bir hatta merbut olmadıkları gibi netice-i hâlleri
dahi kuvvetleri menbalarından birinin kazanılmasına veya kaybedilmesine
tabi değildir. Zira şimdiki orduların gerisinde bulunan bütün memleketler ve
hatta telgraf ve şimendifer hatları mevcut kaldıkça bütün kendi memleketleri
dahi onlar için bir üssü’l-harekât teşkil etmektedir.

177 Antaeus eski Yunanlıların esâtîrinde arzın oğlu olarak Herkül tarafından telef edilmiştir.
Herkül bu dev ile ettiği müsâra‘ada devin ayağı yere dokundukça yeni bir kuvvet almakta
olduğunu derk etmekle kendisini büsbütün yerden kaldırarak bu vechle telef etmeye mu-
vaffak olmuş idi.Li’l-mütercim.

440
Altıncı kısım
Maksad-ı Harbin İstihsali

En evvel zuhur edecek bir harbe fart-ı heyecan ve endişe ile intizar
etmekteyiz. Bu harbin şimdiye kadar emsali nâ-malum bir şiddet ve
kuvve-i muharribe ile saha-nümâ-yı dehşet olacağını herkes daha şimdiden
hissetmektedir. Bu harp artık orduların adi bir muharebesi olmayıp bütün
iki milletin yek-diğere karşı seferber olmasından ibaret bulunacaktır. Yek-
diğerlerini mahv ve tahrip için kâffe-i kuva-yı maddiye ve maneviye cem‘ ve
tarafeynden dahi mevcut olan bütün zeka ve malumat sarf edilecektir. Ordular
gibi onların da harp ve seferinden husule gelecek felaket ve nekbet dahi pek
azim olacağı ve hiç şüphe yok ki istikbaldeki harplerin dehşet ve ciddiyeti,
eski zamanların eğlenceye mail olan şövalyelerinin derece-i nihayede olarak
hoşuna gitmeyecek bir raddede bulunacaktır. Harbi intaç eden esbâb-ı
tabiîye ve iki millet arasındaki husumet ve adavet ne derecede ziyade olur
ise o nispette daha ziyade kuvvet istimal ve sarfedilecektir. Orduyu teşkil
eden ve hayatın kıymetini takdir etmeyi öğrenmiş olan insan cemiyetleri
harpten ne kadar mütevahhiş olsa bile yine onları bazı ahvalde harbin elzem
olduğu ve ahval-i mezkûre zuhurunda kendisinden içtinap etmek mümkün
olmadığı hissi harbe sevk edecektir. Bir milletin münferit bir insan gibi
kendisine mukadder olan hizmet-i hayatı esnasında ifasına borçlu olduğu
bir vazife bulunduğu hiss-i hafîsi daima icra-yı tesir ve nüfuz eder. Milletler
terakkiyat-ı medeniyeleri mesâ’ilinin halli esnasında yek-diğerleriyle temasa
gelerek çarpışırlar. 1870 senesinde Fransızların tehdidatına karşı dünyanın
en ziyade asayiş-perver bir memleketinde harp için fevkalade kuvvetli
bir meyl ve teveccüh cereyanı husule getiren şey ne idi? Elbette asırlarca
imtidat eden Almanya’nın ittihadı hayal-i kadîmini saha-i hakikate çıkarmak
ve memleketin ecnebî ordularına ve ecnebî nüfuzlarına mütemadiyen
cevelangâh olduğu bir devr-i tarihîye büsbütün nihayet vermek zamanının
gelmiş olduğu hiss-i umumîsinden başka bir şey değil idi. Acaba 1870 senesi
Temmuzunun 15’inci gününden sonra Almanya’nın kendisine cebren teklif
olunan harpten ihtiraz edeceğini kim söyleyebilir idi. En sade fikirlere
mâlik olanlar bile istikbalde Avrupa’nın göbeğinde sulh ve asayişi hâmi bir
siper misillü bulunabilmek ve umum milel ve akvamın hürmet ve riayetini

441
Von der GOLTZ

kazanmak için vatanın bütün kuvvetlerini sarfetmek zamanı geldiğine dair


bir vukûf-ı müpheme mâlik idiler.
Bu misillü muharrikler milel ve akvamı bi’l-cümle kuvvetlerini ortaya
koymaya mecbur ettiğini zaman zannolunur ki harpler ancak tarafeynden
birinin mahvıyla veyahut ikisinin dahi bitap kalmasıyla hitam bulabilir.
Filhakika hissiyat-ı vatan-perverânenin tezâyüdü ve kavaid-i ümemin
politika dairesi dâhilinde saha-i hakikate çıkması düvel ve hükûmâtın kuvve-i
mukavemetini şayan-ı dikkat bir surette tezyit ve âlâ eylemiştir. Biz Loire
Havzası’nda bulunduğumuz esnada hiçbir Fransız bizim hakk-ı istiklaliye
müstenit memleketi oraya kadar yed-i zabtımızda tutacağımızdan ve onu
oraya kadar zamîme-i memâlik edeceğimizden korkmadığı gibi, bunu hiçbir
Alman dahi hatırına getirmemiştir. Hele bütün Fransa’nın tamamıyla zabt ve
istilası büsbütün muhal idi. İttihad-ı millî memleketten bazı büyük kısımların
cebren nez‘ine mâni olarak muzaffer olan taraf bile mağlup olan memleketin
inkisam-ı cebrîsinden âtî için birçok esbâb-ı harp istihzar edilmiş olacağını
pekâlâ bilir. Binaenaleyh memleket kaybetmek korkusu bir derece-i
muayyeneye münhasır olarak düşman ancak ihtlilaf-ı cinsiyet sebebiyle
ahalisi hükûmet-i merkeziyeye samimî bir surette merbut olmayan eyaletleri
zabt ve bu vechle taraf-ı mağlubun bir dereceye kadar kuvvetini tenkîs ile
iktifa eder. Hudut üzerinde vaki olup muhtelit bir ahaliye mâlik olan memâlik
dahi istila olunmak muhatarasında bulunur. Zira onların revâbıt-ı milliyesi
meşkûk olup iki taraftan dahi iddia-yı mensubiyet edilmek kâbildir. Düşmanın
zabt ile elinde tutacağı memâlik hakkındaki endişe burada da mevcut olarak
bundan ötesine gidilmeyeceği gibi, bir devleti hasmının idaresini kabule icbar
etmek dahi evâ’ile nispeten pek ziyade güçleşmiştir. Fransa hükûmetinin
imparatorluk ordularının mahvolmasıyla beraber yine mukavemet etmesi
zımnında husule gelen muharrik hususat-ı mezkûreye vukûftan neşet
etmiştir. Gambetta mukavemet hakkındaki planlarında muvaffak olmayıp
da muhakemeye çekildiği zaman teşebbüs eylediği mukavemeti nihayet bir
netice-i muvaffakiyete isal etmeye muktedir olacağına kendisinin mutekit
bulunmuş olup olmadığına dair aza-yı mahkeme tarafından vuku bulan bir
suale şu vechle cevap vermiştir:
“Elbette mutekit idim. El-ân ona itikadım vardır. Ben şunu bilirim ki esir
bir hükûmet bulunmuş olan Paris Hükûmeti hakkı olduğu ve fakat yegâne
istihkakı bulunduğu vechle yalnız Paris şehrinin teslimine dair düşman ile
müzakere edip de bütün memleketin teslimine karar vererek Fransa’nın
kollarını bağlamamış olsa idi memleket mevcut olan ve tezyidi her hâlde

442
Millet-i Müselleha

mümkün bulunan vesait ile nihayet düşmanın def‘ ve tardına muvaffak olur
idi. Avrupa’da hiçbir millet yoktur ki bir kere memleketinde yabancı görmemiş
bir müddet vücuduna tahammül ettikten sonra nihayetü’l-emr memleketten
dışarıya tard etmemiş bulunsun.”
Bu husus Romalıların hiçbir vakit hîn-i felakette akd-i müsalaha etmemek
hakkındaki kaide-i esasiyelerine müşabih olarak cihan imparatorluğu dahi
işte bu kaide sayesinde vücut bulabilmiştir.
Tarafeynden dahi bir suret-i mütesaviyede olarak ısrar ve sebat
olunduğu zaman harbin resîde-i hadd-i hitam olması ancak umumî bir
harabı ve sefalet-i kuva-yı maddiyeyi ve uzun bir müddet imtidat eden elem
ve ızdırabat kuva-yı maneviyeyi tamamıyla bitap bıraktığı zaman hatıra
getirilebilir.
Filhakika büyük bir adamın idaresi altında bulunan musırr bir milletin
silah-bedest olarak irademizi kabul ettirmek için düşman memâlikini
kâmilen istila ederek ahali üzerine senelerce imtidat eder bir tazyik icrası
mümkün olacağı hatıra tebâdür edebilir.
Bununla beraber işin derece-i nihayesine kadar gidilmesi pek nâdir
hâlâtta vaki olabilir. Hele mütemeddün ve zî-servet bir millet ile edilen
harpte bu husus belki hiçbir vakit mümkün olamaz. Umumî bir yorgunluk
husulünden evvel bir zaman gelir ki mağlup olan taraf harekât-ı hasmaneye
devamdan ziyade akd-i müsalahaya meyyal ve arzu-keş bulunur.
Lâkin bu zaman vürudunu tayin etmek için mağlup olan milletin
havass-ı mahsusa-i milliyesinden başka daha birtakım şeyleri nazar-ı
dikkate almak lazım gelir. Kesîr ve zengin bir şehirli takımı mevcut olduğu
ve ticaret ve sanayinin ziyade müterakkî olan memleketlerde ahali üzerine
bir tazyik icrası her yerden ziyade kolay olacağı gibi bu tazyik dahi her
yerde olduğundan ziyade burada icra-yı tesir eder. Çünkü muzaffer ve
külliyetli düşman askerinin vücudundan en ziyade müteessir olan bu
misillü memleketlerdir. Ondan başka bu sınıf ahalinin arzularını mevki-i
fiile çıkartmak için daha ziyade turuk ve vesaite mâlik oldukları dahi nazar-ı
dikkate alınmaya şayan bir keyfiyettir. Bu sınıf gazetelere ita-yı efkâr ederek
efkâr-ı umumiye üzerine suhuletle bir nüfuz icra ve derece-i ifratta bulunan
harp taraftarlarını ıskat veyahut onların nüfuzunu büsbütün izale etmeye
muktedirdir. Her nerede fikir ve emeli mahzâ iktisab-ı servete münhasır bir
şehirli takımı müterakkî bulunacak olur ise orada hükûmet mutlaka zayıf
olur. Çünkü birkaç mağlubiyyetten sonra bütün muvaffakiyet ümitlerinin

443
Von der GOLTZ

zail olduğuna herkesten evvel inanmaya münhemik ve iktisab-ı servet ile


ondan müstahsal hazûzât-ı nefsaniyeyi temin eden bir asayiş-perverânenin
avdetine herkesten ziyade onlar hasret-keş bulunur.
Lâkin yalnız bir sınıf-ı muteberân ve bir de köylüler mevcut olan ve
şehirli erbâb-ı ticaret ve sanayi sınıfı ya mefkûd veyahut mevcut olduğu
hâlde nüfuz ve iktidardan mahrum olan bir devletin hâli büsbütün başka
türlü bulunur. Sınıf-ı muteberân ister zadegân ve ister ise zengin maliye
erbâbından müteşekkil bulunsun düşmanın doğrudan doğruya icra edeceği
tazyikten kurtulmak için mutlaka bir çare bularak, emval ve emlakın bir
kısmından göreceği zarar kendisini müteessir etmeyecek kadar cüzî olur.
Diğer taraftan ordusunun vücudundan en ziyade muzdarip ve zarar-dîde
olan köylüler harbin hitamını arzu ettikleri hâlde bu arzunun mevki-i fiile
çıkmasını terviç edebilecek kadar iktidara mâlik değildirler.
Bundan layıkıyla anlaşılabilir ki vekâyi‘in cereyan-ı tabiîsine bir büyük
adamın nüfuz-ı fevkaladesi mukabele etmeyecek olur ise Fransa, Almanya,
İtalya ve Avusturya gibi memâlik-i müterakkiyede, Lehistan ve Rusya’da
olduğundan daha ziyade suhuletle bir tazyik icra olunabilir. Filhakika yalnız
hâl-i seferînin imtidadı hasebiyle iki taraf dahi müte’ellim ve muzdarip
olacağı cây-ı inkar olmayıp bu hususun ise iki tarafın metanet ve sebatı
üzerine büyük bir tesir icra edeceği vâreste-i kayd-ı iştibahtır.
Bu meselede usul-i idare-i hükûmetin dahi fevkalade bir dahl ve tesiri
vardır. Müstakilen idare-i hükûmet eden bir hükümdar-ı zî-iktidar fevkalade
bir metanet ve satvet-i askeriye ibraz edebilir. Fakat müşârun-ileyhin
efkâr ve etvârı üzerine icra-yı nüfuz eder adamlar ne kadar az bulunur ise
mesuliyet-i zatiye o nispette kendisine bir bâr-ı azim olur. Binaenaleyh kâffe-i
ahval müşârun-ileyhin mesuliyeti der-uhde etmek hususunda tabiatının
mâlik olduğu havassa tabi bulunur. Bir meclis-i mebusan dahi fevkalade bir
sulh arzusu veyahut derece-i nihayede bir harp ve cidâl hevesinin kanunu
olabilir. Zira meclis-i mezkûrda kâffe-i mukarrerat ekseriyeti ve binaenaleyh
kuvvet ve iktidarı kazanmış olan fırkanın re’y ve fikrine tabi bulunmaktadır.
İddialarına nazaran milletin arzusuna tevfik-i hareketten gayri bir şey
yapmayan birkaç mutaassıp, bir hükümdarın çoktan beri hitama eriştirmiş
olacağı bir harbi ilanihaye temdit edebilir. Zira hükümdar olan zat, bir fırka-i
siyasiyeye mensup birkaç şahıstan ziyade kendisine tabi bulunan milletin
arzusuna tevfik-i hareket etmek emelindedir. Satvet-i askeriyeyi en ziyade
meydana koymaya muktedir olan kimse ise tehlike ve muhatara zamanında
idare-i hükûmete geçirilmiş bir diktatördür. Çünkü kendisi müstakil bir

444
Millet-i Müselleha

hükümdarın iktidarına mâlik olduğu gibi ef‘âl ve harekâttan tevellüt edecek


mesuliyet dahi kâmilen kendisini re’s-i kâra geçirenler veya kendisine o
iktidarı verenlere ait bulunur.

Heves-i harp birtakım esbâba daha tabidir. Bunlar da devletin o andaki


hâli, efkâr-ı umumiye, tecârüb-i maziyenin derecesi, müessesat-ı mevcudeye
olan emniyet veya adem-i emniyet, ümit olunan bazı şeylerin saha-i hakikate
çıkmaması misillü şeylerdir. Düşmanın kendi tefevvukunu ispat için ibraz
eylediği tarz-ı muamele dahi mukavemetin kesb-i sükûn veya iştidâdına
sebebiyet verebilir. Bir mağlubiyet ne kadar ziyade memul edilmiyor
idiyse zuhuru o nispette müessir olur: 1806 senesinde Jena ve Auerstadt
mevkilerinde ordunun mahvı hususunun Prusya’yı fevkalade bir surette
şaşkınlığa düçar etmesi harbin zuhurundan evvel vekâyi‘-i mezkûrenin
saha-nümâ-yı zuhur olması büsbütün istiap edilmiş bulunmasından neşet
etmiştir.

İşte izahat-ı mebhûsadan anlaşılacağı üzere maksad-ı harbi istihsal


zımnında düşmanın bütün memleketini zabt ve istila etmeye ekseriya lüzum
ve mecburiyet görülmez.

Prusya Kralı Büyük Frederick 1757 senesinde Bohemya’da Avusturya


Ordusu’na karşı kazanılacak bir muharebe-i kat‘iyenin bütün meseleyi
hal ve tesviye edeceği itikadında bulunduğu ve bu muharebeyi Pharsalus
Muharebesi’ne teşbih edildiği zaman pek haklı idi178.

Theodore Von Bernhardt nam zat sefer-i mezkûrdan bahsedildiği sırada


diyor ki :

“Prag şehri civarında vukua gelecek böyle bir mağlubiyet filhakika


Avusturya’nın bütün kuvve-i mukavemetini hakikî ve katî bir surette kesr
ve izale etmez idiyse de ne ahval ve efkâr-ı umumiye ve ne de Avusturya
hükûmetinin mülahazat-ı mahsusası veya Avusturya’yı teşkil eden akvamın
veyahut sunûf-ı hâkimenin bu harbin maksadına olan derece-i meyl ve
teveccühü Prusya’nın düşmanlarının nihayete kadar kahramanâne bir surette
mukavemet eylemesine müsait idi.” Büyük Frederick muvaffakiyetin manevî
muharriklerini muasırlarından daha iyi ve Napolyon Bonapart kadar hesaba
katmasını bilir idi. Müşârun-ileyh Napolyon kadar “Ce que c’est que la terreur”

178 Pharsalus kadîm Teselya Kıtası’nda bir şehir olarak Roma general ve diktatörlerinden
Sezar milattan kırk üç sene evvel yine Roma generallerinden olan Pompei’yi şehr-i mezkûr
civarında mağlup ve perişan etmiştir. Li’l-mütercim

445
Von der GOLTZ

(havf ü dehşetin ne olduğuna) vâkıf idi. Austerlitz Meydan Muharebesi’nde


Napolyon Bonapart’ın ümit ettiği vechle müşârun-ileyh dahi vurmak
niyetinde olduğu darbe-i şedideden mütevellit mehlikanın akd-i müsalahayı
intaç edeceğini ümit etmekte haklı idi.

Tertibatın cesamet ve azameti nokta-i nazarından bakıldığı hâlde


müşârun-ileyhin icra eylediği sefer-i mezkûr, düşmanı tahrip ve mahviçin
ezmine-i cedidede teşebbüs edilen muharebat-ı cesimeye muadildir.

Düşmanın tahribi denildiği zaman Napolyon Bonapart zamanına


nazaran bugünkü günde başka bir şey anlaşılması milel ve akvam-ı hazıranın
başka bir hâl kesb etmiş olmasından ve hususiyle “bir milleti yek-vücut ve
nâ-kâbil-i inkisam bir hâle ifrağ eden” hissiyat-ı vatan-perverânenin uyanmış
bulunmasından neşet etmektedir.
Maksad-ı harbi istihsal zımnında teşebbüs edilecek tedâbîrin birincisi
düşmanın esbâb-ı metineye müstenit olan “galebe etmek ümidini” izale yani
muvazzaf ordularını perişan eylemektir. İşte bu vechle büyük bir nokta ele
geçirilmiş olur ki zayıf bir milletin karşısında arzu edilen müsalahayı istihsal
için yalnız bu husus kifayet edebilir. Düşmanın, talih-i harbin kendi tarafına
avdet etmesi ümidini kat‘ suretiyle dahi maksada vüsul için ikinci bir hatve
atılmış olur. Buna ise herşeyden evvel payitahtın zabt veyahut kendisine
yeni bir kuvvet vermeye en ziyade müstait olan nukât veya memâliki ihraz
ve surları altında ordularının hareketini tevfike muktedir ve memur olan
mevâki‘-i müstahkemeyi teshîr ederek muvaffak olunabilir.
İşbu merkeze geldikten sonra politika kemâl-i şiddet ile müdahale ve
düşmanın hariçten bir imdada mazhar olmak ümidini büsbütün kat‘ eder.
Nihayet son bir çareye müracaat olunur ki bu da düşman memâlikinin en
zengin ve mamur bulunan aksamını ihraz veyahut hariç ile olan kâffe-i
vesait-i muvârede ve münasebetini kat‘ etmek şartıyla bütün memleketi
istila ederek mağlup olan taraf üzerine icra-yı tazyik etmektir. İşte bu son
çareye harbin “Ultim a ratio” hükm-i ahîri denilir.
Ona göre kendimizde mevcut kuvveti anlamak ve ittihazı lazım gelecek
tedâbîr ve tertibatı keşf ve hesap etmek için düşmanın ne mertebede bir
satvet-i harbiye ibraz edebileceğini evvelden düşünmeye hakkımız vardır.
Mamafih bu mülahazat hiçbir vakit bizi kuvvetli bir devlete karşı, kuvvetimizin
yalnız bir kısmını sevk etmek misillü bir hataya zâhib etmemelidir. Düşmanın

446
Millet-i Müselleha

sebat ve ısrarını hangi tesadüf, hangi nüfuz-ı şahsî ve hangi inkılabâtın belki
iki misli tezyit edeceğini evvelden keşfetmek hiçbir vakit mümkün olamaz.

Düvel-i müttefikanın birinci seferleri esnasında irtikap eyledikleri


başlıca hata işte bu babda aldanmaları idi. Hatta edilecek harpte kâffe-i
vesait-i harbiyenin istimaline lüzum olmayacağına dair kanaat-ı kâmile
getirilse bile yine maksadı suhuletle istihsal için bütün kuvveti meydana
çıkarmalıdır. Muharebe meydanlarında muzafferiyeti kazanmak için bütün
kuvveti meydana çıkarmak ihtiyaç hâsıl olmayacak olan fazla askerin,
tefevvukunuzun düşmanın fikri üzerine icra eylediği tesir-i manevînin
tezâyüdüne hizmet edeceğinde asla şüphe yoktur. Bunun aksi derece-i
ifratta iltizam olunarak kuva-yı harbiyenin sarf ve istimalinde hısset ile
davranabilecek olur ise o hâlde bidayette zayıf bulunan düşmanın sebat
ve ısrarının tezâyüdüne ve binaenaleyh seferin daha ziyade bir müddet
uzamasına sebebiyet verilmiş olur.

Binaenaleyh istikbalde kendisine az çok akran nazarıyla bakılacak


bir düşman ile harbe girişileceği zaman kâffe-i ahvalde icra olunacak
tertibatı maksad-ı harbi istihsal zımnında icabında işin derece-i nihayesine
varılabilecek derecede vasi yapmaya himmet etmelidir. Beri taraftan
hakikatte bütün kuva-yı harbiyeyi istimale mecbur olmayacağımızı kendi
kendimize ümit edebiliriz.

447
448
Yedinci Kısım
Hâtime

Bu cihan-ı fânide milel ve akvam, ni‘am-ı dünyeviye istihsaline sâ‘î


ve âtîde gelecek ahfâd ve ensâl için rahat, refahiyet ve itibar dâhilinde
yaşamaya müsait bir mahal ve mesafe kazanmaya arzu-keş bulunarak zeka-
yı ali ashabından birtakım zevatın delaletiyle ihtiyacat-ı yevmiye hududunu
tecavüz ederek medenî, tarihî ve siyasî bir hayali mevki-i hakikate çıkarmaya
çalıştığı müddetçe dünyada harp denilen şey eksik olmayacaktır. Harbin
nev‘-i benî beşer üzerine ıslah veya ifsat suretiylemi tesir eylediği hususunda
münakaşa etmekte ne fayda vardır. Filhakika pek çok kere “harbin hâsıl ettiği
tezelzül-i azim ile hava-yı nesimîyi tasfiye eden fırtınaya müşabih olduğu”
hakkında irat olunan söz ancak bazı şerâ’it tahtında olarak kabul olunabilir.
Otuz senelik muharebe Almanya’yı çöle ifrağ ve memleketin ahlakını
derece-i nihayede ifsat etmiş idi. On iki seneden beri memleketimizde
gördüğümüz hâlât harbin tasfiye etmek hassasına inanmaklığımızı pek
müşkül kılmaktadır. Beri taraftan Prusya amîk bir zevalden sonra silaha
sarılarak harbe kıyam eylediği zamanı dahi Prusya’nın en parlak bir devri
olarak telakkî etmekteyiz. Filhakika ondan evvel zuhur eden “felaket” bir
fırtına gibi hayat-ı memleketi atalete düçar eden fesat havayı izale etmiş idi.
Harplerin netâyic-i maneviyesi yine kendilerinin vech-i zuhuruna,
suret-i cereyanına ve müsadif oldukları zamana nazaran daima muhtelif
bulunacaktır. Bu babda mukadder olan şeyi kabul etmekliğimiz icap eder.
Fakat bu hususta muhakkak bir şey var ise o da şudur : “Esfar ve muharebat
mukadder olarak milel ve akvamın ondan hiçbir vakit içtinap edemeyecekleri
bir hâldedir. Bu dünya-yı fânide insanlar için daimî bir sulh ve asayiş asla
müyesser olmamıştır.”
Binaenaleyh Machiavelli’nin “hükümdarların usul-i harbi bilmeleri kâfi
olarak akvamın bu ilme asla muhtaç olmadıkları” vâdisinde söylediği söz
bugünkü günde asla muteber olamaz179.

179 Machiavelli Floransa üdeba-yı mü’errihîninden meşhur bir zat olup 1469 senesinde

449
Von der GOLTZ

Milel ve akvam-ı hazıra, esliha-i lazıme imal etmeyi bilmeli, onları


kullanmak için pazularına kuvvet vermeye çalışmalı ve vatan uğrunda
edecekleri muharebe esnasında düçar olacakları şedâ’id ve meşakka
tahammül edebilmek için kalplerine metanet vermeye gayret etmelidir.
Harbe dair ilm ve vukûf peyda etmek müşkül bir mesele değildir.
“Lâkin idare-i harbin kendisi pek müşküldür. Buna asla şüphe yoktur.
Müşkülat, idare-i harbin kavaid-i hakikiyesini layıkıyla görmek için fevkalade
ziyade bir malumata veyahut pek ali bir zekaya ihtiyaç olduğu hususuna
mebni değildir. Buna her zeki ve harbe dair az çok malumata mâlik olan bir
kimse muvaffak olabilir. Hatta kavaid-i mezkûrenin harita veya kâğıt üzerinde
tatbik ve mükemmel bir harekât-ı harbiye planı tertibi dahi pek müşkül bir şey
olmayıp müşkülat asıl takarrür eden kavaid ve tertibata icraatta dahi sadık
kalmaktadır.”
İşte General Clausewitz bize bu yolda fikir vermektedir.
Bu babda lazım olan bütün ilim burada tarifine çalışmış olduğumuz
basit muharrikleri hüsn-i istimal etmek, manevî muharrikleri bilmek, ahlak-ı
beşeri güzelce tanımak, akıl ve hikmete muvafık bir hedef ve maksat intihap
ile ona doğru mütemadiyen meyl ve teveccüh eylemekten ibarettir. Esfâr ve
muharebat-ı sâlife mütalaası bir dereceye kadar mahrum bulunduğunuz
tecrübenin yerine kaim olabilir.
“Bilmek” ile icra etmek beynindeki mesafe pek büyük ise bunun başlıca
sebebi, el altında bulunan aletin yani ordunun ahz eylediği tesire tebaiyet
etmesi ve tehlike ortasında veya düşmanın tasavvuratımız hilafındaki
harekâtı karşısında planlarımızın icrasını teshil eylemesi için kuvvetli bir
kolun idaresi altında bulunmaya muhtaç olmasıdır. General Clausewitz
harekât ve muamelat-ı harbiyenin heyet-i mecmuasını “gayet ziyade bir delk
ve temasa mâlik olmasından dolayı kâğıt üzerinde kendisine pek suhuletle
gördürülen işleri hakikatte gördürülmesi pek müşkül olan karışık bir makineye”
teşbih etmektir.
Aksam-ı askeriyenin hareketi saban önünde bulunan öküzlerin ağır ağır
hareketine müşabihtir. İnsan bu öküzlere baktığı vakit vehle-i ûlâda onları
kullanmak ve istenilen istikamette yürütmek pek kolay olduğunu zanneder.
Filhakika erbâbı için bu iş pek kolaydır. Lâkin bir kere saban ile çift sürmek
usulünü bilmeyen bir kimse sabanı eline alsın, evvelden sürünürcesine

tevellüt ederek 1530 senesinde vefat etmiştir.

450
Millet-i Müselleha

giden sabanın fevkalade bir sürat peyda eylediği görülür. İlm-i hendesede
ne kadar vasi malumatınız olur ise olsun, takip edeceğiniz hedefi ne kadar
iyi görebilirseniz görünüz, yine tarla üzerinde resmetmek istediğiniz hatt-ı
müstakîm akla gelmez birtakım münhaniyâtı havi bir hattan ibaret olarak
çıkar.
Münazaat-ı şahsiye, şayan-ı teessüf tesadüfat, sehv ve hatalar, muharebe
heyecanı ve birden bire sizi ya uç-ı bâlâ-yı ikbale veyahut ka‘r-ı nâ-yâb-ı
felaket ve idbâra sevk edebilecek vekâyi‘in önünde bulunmak hissi misillü
hâlâtın cümlesi erbâb-ı harpten olan bir adamı öyle bir ızdırap ve endişeye
düşürür ki bunun tesirat-ı fevkaladesini ancak böyle bir hâlde bulunmuş
olan bir adam layıkıyla bilebilir.

En büyük ümitler veren ve harp için malumat-ı lazımeye mâlik


bulunan bazı adamlar kumandanlık vazife-i müşkülesini der-uhde etmeye
heves ile beraber birçok gayretlerden sonra mevâni‘-i azimeye galebe
edemediklerinden meyusü’l-kalp olarak işten çekilmeye mecbur olmuştur.

Usul-i harbin kâffe-i kavaidini birden ihata etmeye iktidar kesb


edildikten ve bir tefsir-i muteber sayesinde meşhur kumandanların
kavaid-i harbiyesi öğrenildikten sonra insanın kalbinde bilâ ihtiyar kendi
kuvvetini tecrübe etmek ve bir kere bizzat Bonapart’ın Marengo’daki180 ve
Büyük Fredrik’in Rossbach,181 Leuthen ve Liegnitz mevkilerindeki hâlinde
bulunmak arzusu tevellüt eder. Lâkin nazarımız tarihin vekâyi‘-i sâlifesine
ve istihkaka mebni kumandanlık asasını arzu ederek ona nail olduktan sonra
harpte muvaffak olamamalarıyla muasırları indinde cani ve ahlâf nazarında
kıymetsiz adamlar hükmüne giren bedbaht generallere atfedilecek olur ise,
bu emeli cidden haiz olan kimseler en ziyade düçar-ı dehşet olarak bir hatve
geriye çekilirler.

Kendi felaketine hizmet edebilecek olan bu misillü ağır bir mesuliyeti


kendisine tahmil eyleyen mevadd-ı harbiye ve askeriyedeki malumatın insan
için kıymeti var mı? Suali vârid olabilir. Biz bu suale cevaben “şüphesiz büyük
bir kıymeti vardır!” deriz.

180 Marengo İtalya Krallığı dâhilinde bir karye olarak Napolyon Bonapart 1800 sene-i
miladisi Haziranının 14’üncü günü karye-i mezkûre civarında Avusturyalılar ile ettiği mu-
harebe-i meşhurede muzaffer olmuş ve bu cihetten karye-i mezkûre bir şöhret-i tarihiye
kazanmıştır. Li’l-mütercim.
181 Rossbach, Saksonya dâhilinde bir karyedir ki Büyük Frederick 1757 senesinde karye-
i mezkûre civarında Fransa generallerinden Prens de Soubis’i bozmuştur.

451
Von der GOLTZ

Hakikaten efkâr-ı askeriyeye mâlik bir adam varmıdır ki başkumandanlık


asası kendisine teklif olunduğu zaman yüzünden saadet ve hayatını
mahvedeceğini bildiği hâlde bile biraz tereddütten sonra kabul etmesin.
Bu rütbenin mükafatı “pek büyüktür.” Şuara ile erbâb-ı sanata meşâkk-âlûd
olan mesleklerinin müntehasına bir vech-i besîm irâ’e eden mükafatın aynı
yani “ibka-yı nam”dır. Bu kelimede kendisine mukavemet nâ-kâbil bir cazibe
vardır. Bahtiyar bir asker ismini nisyan ve ferâmûşîden kurtarmış olur.
Bunun içindir ki dünya durdukça Napolyon Bonapart ile Büyük Frederick’in
lakırdısı olacaktır.

“Lâkin bir şahsın ibka-yı nam etmesi için bu kadar insan cemiyetlerini
enva-ı mihn ve meşakka uğratmak caiz midir? Bir meşhur başkumandanın
şeref ve şanı uğrunda meydan-ı kâr-zârda terk-i hayat eden binlerce kimselerin
isimleri asla yâd olunmaz. Bunlar mükafatsız kalıyorlar.”Bir fikr-i mahdut
sahibi işi bu yolda mülahaza ve muhakeme edebilir ise de biz bu misillü
şeylere büsbütün başka bir nazar ile bakarız.

“En büyük bir başkumandan bile mu‘allem, sadık ve cesur muavinlere


muhtaç bulunduğu cihetle onun kazandığı şan ve şerefte onlar dahi müşterektir”.

Mezarların açılması mümkün olsa da İskender-i Rûmî ile beraber


Granicus’dan 182 mürur etmiş bir asker bugünkü günde önümüze çıkacak
olsa kendisi adi bir nefer olsa bile yine bize bizzat İskender-i Rûmî’yi
görüyoruz gibi gelir. Hannibal’ın 183 ordusunda bulunarak Alp Dağları’ndan
geçmiş Kartacalı adi bir nefer bize meşhur Roma düşmanının bir cüzü gibi
görünmez mi? Hatıra-i ahfâdda en adi bir nefer bile büyük başkumandanın
şeref ve şanına müşârik bulunur.

Hatıra-i ahlâf her nev‘ ihtilaf-ı rütbe ve mevkiden sarf-ı nazar ile büyük
işlere olan hayretiyle mezkûr işlerde iştirak edenlerin cümlesine ve en
aşağı rütbede olanlara bile ibraz-ı hürmet eder. Bugün mezardan Leuthen
Muharebesi’nde bulunmuş bir granadier çıkacak olsa kendisine nazar-ı
hürmet ve hayret ile bakmaz ve kendisinin onunla beraber yaşamış olan
sair askerler gibi birçok neferat-ı askeriye mevcut bulunduğunu unutur mu

182 Granicus Asya-yı Suğra dâhilinde ufak bir nehir olup civarında İskender-i Rûmî İran
hükümdarı Dara’yı bozmuştur. Li’l-mütercim
183 Hannibal Kartacalı meşhur bir kumandandır ki Trebia, Trasimene, Cannae mevkiler-
inde Romalıları bozmuş ve fakat nihayette Zama mevkiinde Afrikalı Scipio nam general
ile ettiği muharebede mağlup olmuştur. Müşârun-ileyh kable’l-milat 247 senesinde tevellüt
edip 183’de vefat etmiştir. Li’l-mütercim

452
Millet-i Müselleha

idik? Mesut bir tesadüf kendisi vatanın büyük bir vakasına iştirak ettirmiş
olduğundan bu husus nazarımızda kendisine bir asalet vermektedir. Bunun
için kendisinin bizzat görmüş olduğu hizmetleri asla sual etmeyiz. İşte bu
suretle bizden sonra gelecek ahfâd ve ensâl dahi Kral William ile beraber
Avusturya ve Fransa aleyhinde sefere azimet ederek Almanya ittihadının
vücuda gelmesine hizmet eden kimseleri gıbta-kârâne bir surette tahattur
edeceklerdir. En meçhul ve ismi asla yâd olunmaz ve asker olmadığı hâlde
ancak yaşamak için yaşayacak ve yiyip içmek için çalışacak adi bir neferin
bile cenab-ı hakkın ihsanı olan bir zeka-yı harikuladeye mâlik meşhur bir
başkumandanın ef‘âlinin muavini ve şan ve şerefinin müşâriki olması onun
için kâfi bir mükafattır. Kendisi bir kere dünyada en ali adamlar ile beraber
bulunmuş ve bir teşebbüste muavenet ederek onlara muadil olmuştur. En
basit bir fikre mâlik bir adam bile insanı ahval-i adiye-i yevmiye fevkine
çıkaran ve kendisini âlâ eden bu hayata mâlik olacaktır. “Bir kalbe mâlik olan
kimse muhariplik sanatı için kalbinin şiddetle çarptığını ve bu sanata hayran
olduğunu mutlaka hisseder.”
Vatanı müdafaa etmek vatanın şükranına mazhar olmak demek
olup böyle bir fiil-i hayırda bulunanlar kendi isim ve mevcudiyetlerini
hükümdarlarının, başkumandanlarının ve milletlerinin şan ve şerefiyle mezc
etmiş olur.
Kuvve-i kâhire-i seyf ile vücuda gelerek iktisab-ı kudret ve şevket eden
devletler bu cihan-ı fânide herşeyde görüldüğü gibi kendilerine mahsus bir
müddet-i hayata mâliktirler. Devletlerin hâli insanların hâline müşabihtir.
Onlarda vücuda gelip büyürler, neşv ü nema bulurlar ve nihayette inkıraza
yüz tutarak mahv ve nâ-bûd olurlar. Lâkin takdirin verdiği zamanı ef‘âl-i
layıka ile imla etmek ilkbahardan ziyade yaşayan solmuş çiçekler gibi
müddet-i hayatı uzatmaktan daha hayırlıdır. Hiçbir müverrih şimdiye kadar
onlardan ziyade yaşamış olduklarından dolayı Çinlileri Romalılara veya eski
Yunanlılara tercih etmemiştir. Fâni bir büyüklük için çalıştığı hissi iş görmek
hevesini asla izale etmemelidir. Bir millet, namı ilelebet baki olduktan ve
kendisi nev‘-i benî beşerin terakkîsine büyük hizmetler eda eyledikten sonra
mahvolup da diğer milel ve akvama karışacak olsa bile yine o millet derecede
yaşamış demektir. Siz ise bu milletin yaptığı işlere ve icra eylediği fütûhâta
iştirak etmiş iseniz tarih size de ebedî bir şöhret temin eder.
Biz, bugünkü Almanlar şayan-ı gıbta bir hâlde bulunmaktayız. Genç
imparatorluğun necm-i şevketi vera-yı ufuktan henüz tulû‘ etmiş olduğu
cihetle bütün mesleki daha önünde bulunmaktadır. Semtü’l-re’se doğru

453
Von der GOLTZ

su‘ûd etmek üzere mesafe kat‘ etmek, semtü’l-re’s noktasına vusülden sonra
aşağı doğru inmekten elbette daha latiftir. Vücut bulmak üzere iken uzun bir
müddet yaşayacağını temin eden bir sebebe mâlik bir devlet bulunmuş ise o
da mutlaka Avrupa düvel-i muazzamasının ortasında duran müttehit ve zî-
şevket Almanya Devleti’dir.
Filhakika bu hâlin tehlikeli olduğunu söylemekte hak var ise de kuvvet ve
kâr-güzarlığı daima teyakkuz üzere bulunduracak şey dahi işte bu tehlikedir.
Vakıa vatanımız kazanmış olduğu muzafferiyet taçları üzerinde
istirahata vararak emniyet ve itibarının ilelebet temin edilmiş bulunduğu ve
komşularının göründükleri kadar bedhah olmadıkları hülyasına kapılacak
olsa az bir zaman zarfında bittabi komşularının dest-i zabt ve iğtinamına
düçar olur idi. Hepsinin mücaviri olmakla biraz onların tevssüüne dahi bir
mâni teşkil etmekte olduğundan ve hudutları üzerinde nakliyat tarîkiyle
veyahut fikr-i endişe ve fesad-perverâneleriyle husule gelmiş bir hassadan
naşi merkez sıkletlerini Almanya’nın haricinde gören birtakım akvama mâlik
bulunduğundan ve hududu dahi mevâni‘-i tabiîyenin müdafaası altında
olmadığından Avrupa’da zuhur edecek kâffe-i inkılabatın zarar ve ziyanını
kendisi çekmeye mecbur olur idi. Lâkin insanların bütün dûr-endîşlik ve
ihtiyat-perverlikleriyle beraber yine iş bu mertebeye vasıl olmayacaktır.
Kuvvetli bir kol ve keskin bir kılıç Avrupa’nın kalpgâhını himaye ve müdafaaya
muktedir olacaktır.
Mamafih hâlâ terakkiyata muhtaç bulunduğumuzu itiraf etmeye
borçluyuz. Parolamız “ileri” olmalıdır. Millî ordumuzun tensikat ve teşkilatının
ikmaline mütemadiyen çalışmak daha uzun bir müddet için hikmet-i
siyasiyemizin esası bulunacaktır. Harpte herşeyi kendisine tabi kılan kuva-
yı maneviyenin tezyidi bu ikmalât ile mürafakatta gitmelidir. Mevcut olan
şeyi muhafaza değil tezyit etmek lazımdır diyoruz. “Zira kuva-yı maneviye
daima hareket üzere olup hâl-i atalette bulunamaz. Binaenaleyh su‘ûda sâ‘î
bulunmaz ise mutlaka tenezzül başlayıp nihayet düçar-ı zaaf olur184.” Bunun
için istirahat vaktinin henüz gelmemiş olduğunu ve Almanya’nın vücut ve
azametinin katiyen temini için cesim bir muharebenin zuhur edeceği haber-i
mütekaddiminin, erbâb-ı garez ve tama‘ birtakım ahmakların zihinlerinde
husule gelmiş bir hayal-i vâhî olmayıp bu muharebenin bir gün mutlaka
biri, tefevvukunu sairlere katî bir surette kabul ve tasdik ettirmek emelinde
bulunmak üzere milletler arasında zuhur eden bütün muharebeler gibi

184 Scharnhorst Nisan 1806.

454
Millet-i Müselleha

ciddî ve şiddetli bir surette zuhur edeceğini anlamaklığımız ve büyütmekte


olduğumuz nesillere dahi anlatmaklığımız elzemdir.
İşte bu his ve mülahaza efkârımızın esasını teşkil etmelidir. Göstereceği-
miz misaller, söyleyeceğimiz sözler, yazacağımız şeyler dahi daima hü-
kümdara sadakat, vatana muhabbet, en acı felaketlerde dahi sebat, en
büyük fedakarlıklara memnuniyetle tahammül hissiyatı kalbimizde ve
çocuklarımızın kalplerinde mütemadiyen âlâ edecek surette bulunmalıdır.
O vakit muharebe-i müstakbelede muzafferiyet-i kat‘iye daima ve el-ân bir
“millet-i müselleha” bulunmuş olan Alman milleti tarafında kalacağından
emin olmalıyız.

455
DİZİN

A Avrupa 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 110, 117,


Almanya 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 110, 122, 127, 140, 141, 142, 146, 152, 156,
117, 122, 127, 140, 141, 142, 146, 152, 160, 161, 162, 163, 167, 192, 194, 202,
156, 160, 161, 162, 163, 167, 192, 194, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 233, 235,
202, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 233, 236, 237, 240, 243, 244, 246, 247, 275,
235, 236, 237, 240, 243, 244, 246, 247, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 315, 321,
275, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 315, 331, 338, 339, 340, 342, 363, 372, 384,
321, 331, 338, 339, 340, 342, 363, 372, 386, 398, 399, 414, 436, 442, 455
384, 386, 398, 399, 414, 436, 442, 455 Avusturya 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 110,
Alsace 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 110, 117, 117, 122, 127, 140, 141, 142, 146, 152,
122, 127, 140, 141, 142, 146, 152, 156, 156, 160, 161, 162, 163, 167, 192, 194,
160, 161, 162, 163, 167, 175, 192, 194, 202, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 233,
202, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 233, 235, 236, 237, 240, 243, 244, 246, 247,
235, 236, 237, 240, 243, 244, 246, 247, 275, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 315,
275, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 315, 321, 331, 338, 339, 340, 342, 363, 372,
321, 331, 338, 339, 340, 342, 363, 372, 384, 386, 398, 399, 414, 436, 442, 455
384, 386, 398, 399, 414, 436, 442, 455
Amerika 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 46, 110, B
117, 122, 127, 140, 141, 142, 146, 152, Balkan 11, 155, 189, 256, 261, 290
156, 160, 161, 162, 163, 167, 192, 194, Bazain 11, 54, 155, 189, 256, 261, 290
202, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 233, Belçika 11, 155, 189, 256, 261, 290,
235, 236, 237, 240, 243, 244, 246, 247, 424
275, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 315, Belfort 11, 54, 155, 189, 256, 261, 290
321, 331, 338, 339, 340, 342, 363, 372, Benedek 11, 155, 189, 256, 261, 274,
384, 386, 398, 399, 414, 436, 442, 455 290
Auer-stadt 7, 8, 9, 10, 13, 15, 16, 40, Blucher 11, 114, 155, 189, 256, 261,
110, 117, 122, 127, 140, 141, 142, 146, 290
152, 156, 160, 161, 162, 163, 167, 192, Bohemya 11, 155, 189, 256, 261, 290,
194, 202, 207, 213, 220, 221, 224, 225, 414
233, 235, 236, 237, 240, 243, 244, 246, Bonapart 11, 87, 155, 189, 256, 261,
247, 275, 279, 282, 306, 309, 310, 314, 290
315, 321, 331, 338, 339, 340, 342, 363, Bosna 11, 53, 155, 189, 256, 261, 290
372, 384, 386, 398, 399, 414, 436, 442, Bourbaki 11, 124, 155, 189, 237, 256,
455 261, 290
Briihl 11, 100, 155, 189, 256, 261, 290
Brunswick 11, 61, 155, 189, 256, 261, H
290 Habsburg 45
Bülow 11, 155, 189, 256, 261, 267, Hannibal 75
290
Büyük Frederick 11, 42, 155, 189, 256, I
261, 290 II. Abdülhamit 7, 15, 28, 156, 174, 177,
188, 321, 444, 451
C İngiltere 8, 15, 28, 156, 174, 177, 188,
Carnot 77 321, 444, 451
Casus 77, 210 İskender 15, 28, 75, 156, 174, 177,
Cattenberg 77, 91 188, 321, 444, 451
Cengiz Han 76, 77 İspanya 15, 28, 150, 156, 174, 177,
Chanzy 77, 116, 278 188, 321, 444, 451
Clausewitz 25, 77 İsviçre 15, 28, 125, 156, 174, 177, 188,
Cortez 77, 313 321, 444, 451
İtalya 15, 28, 156, 174, 177, 188, 321,
D 444, 451
Darwin 166, 168
Daun 166, 168, 320 J
Devlet-i İraniye 75, 166, 168 Jarras 102, 103
Devlet-i Osmaniye 166, 168, 251 Jena 40, 102, 103
Diebitsch 166, 168, 261 Junot 102, 103, 261

F K
Fransa 7, 8, 9, 12, 15, 16, 17, 26, 28, Katzbach 352, 353
38, 41, 42, 53, 56, 61, 77, 81, 95, 96, Kleist 100, 352, 353
102, 107, 116, 117, 136, 137, 144, 145, Kolin 352, 353, 380
147, 150, 154, 156, 157, 158, 162, 163, Könnigratz 26, 352, 353
166, 171, 172, 173, 174, 175, 180, 181, Kunersdorf 352, 353, 383
183, 185, 191, 192, 194, 195, 202, 238,
241, 242, 243, 254, 260, 263, 266, 279, L
306, 315, 321, 330, 359, 373, 386, 399, Lebceuf 102
400, 402, 410, 413, 415, 417, 418, 421, Lehistan 53, 102
422, 423, 424, 428, 436, 438, 442, 444, Lehwald 102, 177
451, 453 Louis Ferdinand 102, 334

G M
Ganrobert 54 Machiavelli 174, 188, 449
Gneisenau 54, 114 Mack 174, 188
Gravolette 54, 102 Macmahon 54, 174, 175, 181, 188,
Grenadier 54 190, 192, 204
Manteuffel 125, 174, 188 Schiller 26, 164, 302, 308, 383, 390,
Marmont 174, 188, 286 403
Mars La Tour 102, 174, 188 Sedan 26, 164, 302, 383, 390, 403
Massenbach 40, 174, 188 Seydlitz 26, 164, 302, 305, 383, 390,
Meckel 174, 188, 226 403
Metz 102, 174, 188 Sezar 26, 90, 164, 302, 383, 390, 403
Moğol 76, 174, 188 Spicheren 26, 164, 174, 302, 383, 390,
Moltke 15, 174, 188 403
Moreau 174, 188, 267 Stiehle 26, 122, 164, 302, 383, 390,
Mouendorf 99, 174, 188 403
St-Privat 26, 164, 302, 383, 390, 403
N
Nadir Şah 75, 77 T
Napolyon 15, 75, 77 Thionville 39, 42, 54, 64, 127, 141,
Neipperg 75, 77, 173 149, 162, 177, 229, 246, 248, 251, 252,
Nizip 75, 77, 313 313, 318, 323, 345, 369, 372, 381, 406
Timurlenk 39, 42, 64, 76, 127, 141,
O 149, 162, 177, 229, 246, 248, 251, 252,
Olsuwief 120 313, 318, 323, 345, 369, 372, 381, 406
Osmanlı 10, 120 Turenne 39, 42, 64, 76, 127, 141, 149,
Osmanlı Devleti 7, 120 162, 177, 229, 246, 248, 251, 252, 313,
Osman Paşa 403 318, 323, 345, 369, 372, 381, 406

P U
Panslavizm 251 Ukbe 88
Paris 181, 251
Paull 100, 251 V
Plevne 251, 403 Vionville 26, 221, 266, 306, 331, 335,
Prusya 7, 251 373, 388, 390
Prut 178, 251 Viyana Kongresi 26, 143, 221, 266,
306, 331, 335, 373, 388, 390
R Von Decken 26, 43, 221, 266, 306, 331,
Romanya 178 335, 373, 388, 390
Rüchel 67, 178 Von Goethe 26, 37, 221, 266, 306, 331,
Rusya 8, 178 335, 373, 388, 390
Von Manstein 26, 221, 266, 306, 331,
S 335, 373, 380, 388, 390
Sadova 15, 26, 164, 302, 383, 390, 403 Von Schroetter 26, 177, 221, 266, 306,
Scharnhorst 26, 41, 164, 302, 383, 331, 335, 373, 388, 390
390, 403 Von Stiehle 26, 221, 266, 306, 331,
335, 373, 383, 388, 390
Von Zastrow 26, 221, 266, 294, 306,
331, 335, 373, 388, 390

W
Waterloo 82, 267, 352, 353, 383
Weissembeurg 82, 174, 267, 352, 353,
383
Wellington 82, 267, 352, 353, 383
Werder 82, 125, 267, 352, 353, 383
Wörth 26, 82, 267, 352, 353, 383

You might also like