You are on page 1of 143

T.C.

ERCĠYES ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI
TASAVVUF BĠLĠM DALI

GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE


ĠBADETLERE GETĠRĠLEN TASAVVUFÎ YORUMLAR

Hazırlayan
Ömer KAYA

DanıĢman
Dr. Öğr. Üyesi Mesut SANDIKÇI

Yüksek Lisans Tezi

Haziran – 2019
KAYSERĠ
T.C.
ERCĠYES ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI
TASAVVUF BĠLĠM DALI

GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE


ĠBADETLERE GETĠRĠLEN TASAVVUFÎ YORUMLAR

(Yüksek Lisans Tezi)

Hazırlayan
Ömer KAYA

DanıĢman
Dr. Öğr. Üyesi Mesut SANDIKÇI

Haziran – 2019
KAYSERĠ
i

BĠLĠMSEL ETĠĞE UYGUNLUK

Bu çalıĢmadaki tüm bilgilerin, akademik ve etik kurallara uygun bir Ģekilde elde
edildiğini beyan ederim. Aynı zamanda bu kural ve davranıĢların gerektirdiği gibi, bu
çalıĢmanın özünde olmayan tüm materyal ve sonuçları tam olarak aktardığımı ve
referans gösterdiğimi belirtirim.

Ömer KAYA
ii

YÖNERGEYE UYGUNLUK

“GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE ĠBADETLERE


GETĠRĠLEN TASAVVUFÎ YORUMLAR” adlı Yüksek Lisans tezi, Erciyes
Üniversitesi Lisansüstü Tez Önerisi ve Tez Yazma Yönergesi‟ne uygun olarak
hazırlanmıĢtır.

Hazırlayan DanıĢman
Ömer KAYA Dr. Öğr. Üyesi Mesut SANDIKÇI

Temel Ġslam Bilimleri Anabilim Dalı BaĢkanı


…………………….
iii

KABUL ONAY

Dr. Öğretim Üyesi Mesut SANDIKÇI danıĢmanlığında Ömer KAYA tarafından


hazırlanan “GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE ĠBADETLERE
GETĠRĠLEN TASAVVUFÎ YORUMLAR” adlı bu çalıĢma, jürimiz tarafından
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel Ġslam Bilimleri Anabilim Dalında
Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiĢtir.

/ / 2019

JÜRĠ:

DanıĢman : Dr. Öğr. Üyesi Mesut SANDIKÇI …………………

Üye : ………………………….……..……. …………………

Üye : ………………………………………. …………………

ONAY:
Bu tezin kabulü Enstitü Yönetim Kurulunun ………………. tarih ve ………………..
Sayılı kararı ile onaylanmıĢtır.

…………./………/……………
…………………..
Enstitü Müdürü
iv

ÖNSÖZ

Din, yaratılan ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (as)‟den günümüze kadar var
olan bir olgudur. Âdemoğlunun yaratılıĢ gayesi yaratıcısını tanımak ve O‟na gerektiği
gibi bir kul olmaktır. Allah Teâlâ Kur‟an-ı Kerim‟de insanın boĢ yere yaratılmadığını,
baĢıboĢ salıverilmeyeceğini ve ancak kendisine kulluk etmesi için yaratıldığını
buyurmaktadır.

Ġnsan bu dünyada kendisine akıl ve irâde nimeti verilen yegâne varlıktır. Bu nimet
sayesinde insan yaratılan tüm canlılar arasında farklı ve üstün bir konuma getirilmiĢ,
eĢref-i mahlûkat olarak kendisine birçok sorumluluk yüklenmiĢtir. Göklere, yere ve
dağlara teklif edilip de onların üstlenmediği ilahî emaneti insan yüklenmiĢtir.

Ġslam dîninin insana yüklendiği en önemli sorumluluk kulluk vazifesidir. Kulun bu


sorumluluğu yerine getirdiği alan ise ibadetlerdir. Ġbadet, yüce Allah‟a kulluk görevi
olarak yerine getirilen ve O‟nun hoĢnutluğunu kazanmayı sağlayan söz, davranıĢ ve
eylemlerin bütünüdür.

Ġslam dîni en temel olarak iman, Ġslam ve ihsan Ģeklinde üç boyutlu olarak ifade
edilmiĢtir. Ġbadetlerin ise Ġslam dininin özünü teĢkil eden iman esaslarından sonra ikinci
önemli halkayı oluĢturan Ġslam kavramı içinde ele alındığı görülmektedir. Ayrıca dînin
inanç ve amel olmak üzere insana bakan iki yönünden hareketle ibadetler dînin amelî
hükümlerinin dıĢa yansıması olarak da ifade edilebilir.

Ġslam dîni madde ve mânânın bir arada olduğu bir inanç sistemidir. Ġslam dîninin daha
iyi anlaĢılması özellikle de yaĢanması noktasında ibadetlerin gerek ahkâmının gerekse
de iç anlamının bilinmesi gerekmektedir. Ġbadetlerin asıl gayesinin anlaĢılması yalnızca
Ģekilsel olarak mümkün değildir.

Ġbadetlerin Ģekilsel olarak gözüken fıkhın çerçevesindeki zâhir kısmı olmakla birlikte,
manevî fayda ve sırları barındıran bâtınî bir tarafı da bulunmaktadır. Ġslam kültüründe
ibadetlerin derûnî yönlerine değinen, bu alanla ilgili en fazla söz söyleyen ve yorum
yapan mutasavvıflardır. Mutasavvıflar ibadetlerin daha çok bâtinî özellikleri, ruhu ve
özü üzerinde durmuĢ, sembolik olarak edâ edilen ibadetlere çeĢitli anlamlar
v

yüklemiĢlerdir. Her mutasavvıf içinde bulunduğu hâle ve makama göre gerek


ibadetlerin tanımı noktasında gerekse de ibadetler içinde yapılan ritüeller noktasında
farklı Ģekilde açıklamalar yapmıĢlardır. Mutasavvıfların ibadetlere yapmıĢ oldukları
îzâh ve açıklamalar ibadetleri bir takım Ģekiller, törenler, gelenekler, kuru, cansız ve
ruhsuz davranıĢ ve alıĢkanlıklar olmaktan çıkarmıĢ onları bir amacı ve gayesi bulunan
Ģuurlu ve hisli eylemler haline getirmiĢtir.

Tezimizin temel konusu mutasavvıfların ibadetlere yapmıĢ oldukları bâtınî yorumları


ortaya koymaktır. Ancak ibadetlerin kapsamının büyüklüğü sebebiyle tezimizde
temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri ele alınmıĢtır. Tezimiz giriĢ ve iki
bölümden oluĢmaktadır.

Mutasavıflar ibadetlerin zâhiri ahkâmından ziyâde bâtınî tarafı olarak ifade edilen ruhu
ve özü üzerinde durmuĢ, sembolik ritüleller barındıran ibadetlere çeĢitli anlamlar
yüklemiĢlerdir. Ġbadetlere yüklenen bu anlamların temelinde kulun Allah ile olan
irtibatında kalbine lütfedilen manevî tecellîler bulunmaktadır. Tasavvuf hal ilmidir ve
temeli Ģeriattır. Hal, manevi tecellîlerin dıĢa yansıması, amellerin mirası ve neticesidir.
Bu tecellîler tasavvuf lieratüründe bilginin özel bir formu olan marifet kavramı olarak
ifade edilmektedir. Ġbadetlere getirilen tasavvufî yorumların temeli marifet ve amel
iliĢkisine dayanmaktadır. Bu nedenle tezimizin birinci bölümünde tasavvufî açıdan
bilgi, zâhir-bâtın ve marifet-amel iliĢkisi konuları tezimizin kapsamı dâhilinde adı geçen
tasavvuf klasikleri esas alınarak ortaya konulmuĢtur.

Tezimizin ikinci bölümde ibadetlerle ilgili mutasavvıfların yapmıĢ oldukları tasavvufî


yorumlar tespit edilmiĢtir. Tespit edilen tasavvufî yorumlar derlenmiĢ, sonuç olarak elde
edilen veriler ıĢığında tasnif edilip yorumlanmıĢ, ibadetlerin manevî ve derûnî yönleri
ortaya konulmaya çalıĢılmıĢtır. ÇalıĢmamızın tasavvuf tarihi literatürüne az da olsa bir
katkı sağlamasını, özellikle konumuzla ilgili Gazâlî sonrası dönem ile ilgili yapılacak
çalıĢmalara yardımcı olmasını ümit etmekteyiz.

Yüksek Lisans ders döneminden tez hazırlama aĢamasına gelinceye kadar emeklerini
üzerimizden eksik etmeyen, değerli görüĢleriyle bizi yönlendiren saygı değer hocalarım
Prof. Dr. Osman Nuri KÜÇÜK ve Prof. Dr. M. Mustafa ÇAKMAKLIOĞLU‟na sonsuz
Ģükranlarımı sunarım. Tezimin değerlendirme aĢamasında sabır va samimiyetiyle bilgi,
vi

öneri ve yardımlarını esirgemeyen danıĢman hocam sayın Dr. Öğretim Üyesi Mesut
SANDIKÇI‟ya en kalbî duygularımla teĢekkürlerimi sunarım.

Gayret bizden Tevfik Allah‟tandır…

Ömer KAYA
Kayseri, Haziran 2019
vii

GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE ĠBADETLERE GETĠRĠLEN


TASAVVUFÎ YORUMLAR

Ömer KAYA

Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,


Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2019
DanıĢman: Dr. Öğr. Üyesi Mesut SANDIKÇI

ÖZET

Ġbadet, yüce Allah‟a kulluk görevi olarak yerine getirilen ve O‟nun hoĢnutluğunu
kazanmayı sağlayan söz, davranıĢ ve eylemlerin bütünüdür. Ġbadetlerin kendilerine özgü
bir Ģekli yapısı olmakla birlikte bir de manevî/bâtinî yönü vardır.

Ġbadetlerin daha iyi anlaĢılması ve tatbik edilmesi, kulun Allah ile olan iliĢkisini
güçlendirmesi, manevî ve ruhî tarafını geliĢtirmesi, ahlakî erdemleri kazandırması,
yaratılıĢ gaygesinin farkına vardırması ve Allah‟ın rızasını kazandırması bakımından
ibadetlerin bâtinî tarafının büyük bir önemi vardır. Ġbadetlerin edâ edilmesinde temel
amaç kulluk olmasına rağmen her ibadetin yerine getirilirken uyulması gereken zâhiri
Ģartlar farklılık göstermektir. Her bir zâhiri Ģart ise o ibadetin bâtınî hedefe ulaĢmasında
çeĢitli semboller ve remizler gizlemekte, farklı hikmetler ihtivâ etmektedir. Her bir
ibadetin kiĢide kazandırması beklenen ahlâkî değerler de farklılık göstermektedir.

Bugüne kadar Ġslam dîninin bâtinî tarafı hakkında en çok söz sözleyen ve yorum yapan
mutasavvıflardır. Tezimizde tasavvuf kültüründe Gazâlî öncesi yaĢamıĢ olan
mutasavvıfların temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri hakkında yapmıĢ
oldukları tasavvufî yorumlar tespit edilmiĢ, ibadetlerin manevi ve tasavvufi yönleri ele
alınmıĢtır.

Sonuç olarak mutasavvıflar tarafından yapılan îzâh ve açıklamalar ibadetleri bir takım
Ģekiller, törenler, gelenekler, kuru, cansız ve ruhsuz davranıĢ ve alıĢkanlıklar olmaktan
çıkarmıĢ onları bir amacı ve gayesi olan Ģuurlu ve hisli eylemler haline getirmiĢtir.

Anahtar Kelimeler: Zâhir, Bâtın, Ġlim, Bilgi, Ġbadet


viii

SUFISTIC INTERPRETATIONS MADE ABOUT WORSHIP WITH REGARD


TO SUFISM IN PRE-GHAZALI CLASSICS

Ömer KAYA

Erciyes University Institute of Social Sciences,


Master Thesis, June 2019
Consultant: Dr. Mesut SANDIKÇI

ABSTRACT

Worship refers to all behaviours, actions and practices performed as a duty of servitude
to the Almighty God in order to gain his satisfaction and gratitude. Worship has a
unique structure but also a spiritual aspect.

Worship‟s spiritual aspect has a great importance in terms of better understanding and
fulfilling religious duties, strengthening the relationship between the servant and God.
Although the main purpose of worshiping is servitude, the evident conditions that must
be obeyed in performing each worship are different. Each evident condition conceals
various symbols in achieving that goal of worship and contains different wisdoms. The
moral values that each worship is expected to gain in the person also differ.

It is the Sufis who have spoken and commented most about the batini side of the Islamic
religion to date. In our thesis, the sufi interpretations of the sufis who had lived in the
Sufi culture before the Ghazali were made about the cleansing, prayer, zakat, fasting
and pilgrimage worship are determined, and the spiritual and mystical aspects of the
worships were discussed.

As a result, the explanations and interpretations made by Sufis have made the worship a
more conscious, purposeful and sensible action rather than a number of shapes,
ceremonies, traditions, dry, dull and unspiritual habits and behaviors.

Keywords: Evident, Secret, Science, Knowledge, Worship


ix

ĠÇĠNDEKĠLER

GAZÂLÎ ÖNCESĠ TASAVVUF KLASĠKLERĠNDE


ĠBADETLERE GETĠRĠLEN TASAVVUFÎ YORUMLAR

BĠLĠMSEL ETĠĞE UYGUNLUK .................................................................................. i


YÖNERGEYE UYGUNLUK.........................................................................................ii
KABUL ONAY ...............................................................................................................iii
ÖNSÖZ ............................................................................................................................ iv
ÖZET.............................................................................................................................. vii
ABSTRACT ..................................................................................................................viii
ĠÇĠNDEKĠLER .............................................................................................................. ix
KISALTMALAR ........................................................................................................... xi

GĠRĠġ ............................................................................................................................... 1

BĠRĠNCĠ BÖLÜM
TASAVVUF VE BĠLGĠ
1.1. BĠLGĠ ..................................................................................................................... 4
1.2. TASAVVUFÎ AÇIDAN BĠLGĠ ............................................................................. 6
1.2.1. Zâhir-Bâtın ĠliĢkisi ......................................................................................... 10
1.2.2. Marifet-Amel ĠliĢkisi ..................................................................................... 23

ĠKĠNCĠ BÖLÜM
ĠBADETLERĠN TASAVVUFÎ YORUMLARI
2.1. TASAVVUF VE ĠBADET ................................................................................... 28
2.2. TEMĠZLĠK ........................................................................................................... 39
2.2.1. Abdest ............................................................................................................ 42
2.3. NAMAZ ............................................................................................................... 49
2.3.1. Hadesten Tahâret ........................................................................................... 61
2.3.2. Necâsetten Tahâret ......................................................................................... 62
2.3.3. Ġstikbâl-i Kıble .............................................................................................. 62
2.3.4. Vakit............................................................................................................... 63
x

2.3.5. Niyet............................................................................................................... 64
2.3.6. Ġftitah Tekbiri ................................................................................................. 66
2.3.7. Kıyam............................................................................................................. 68
2.3.8. Kıraat ............................................................................................................. 70
2.3.9. Rükû ............................................................................................................... 72
2.3.10. Secde ............................................................................................................ 73
2.3.11. Ka‟de-i Ahîre ............................................................................................... 74
2.3.12. Selam .......................................................................................................... 75
2.4. ORUÇ ................................................................................................................... 75
2.4.1. Açlık............................................................................................................... 90
2.5. ZEKÂT ................................................................................................................. 92
2.6. HAC.................................................................................................................... 101
2.6.1. Kâbe ve Harem ............................................................................................ 112
2.6.2. Ġhram ............................................................................................................ 115
2.6.3. Sa‟y .............................................................................................................. 116
2.6.4. Vakfe ............................................................................................................ 117
2.6.5. Tavaf ............................................................................................................ 118
2.6.6. ġeytan TaĢlama ............................................................................................ 118
2.6.7. Kurban ......................................................................................................... 119
2.5.8. Hz. Ġbrâhim Makamı .................................................................................... 120

SONUÇ ......................................................................................................................... 122

KAYNAKÇA ............................................................................................................... 126


xi

KISALTMALAR

as : Aleyhisselâm
b. : Bin
Bkz. : Bakınız
c. : Cilt
çev. : Çeviren
DĠA : Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi
Hz. : Hazret-i veya Hazretleri
ö. : ölüm, ölümü
kv : Kerremallahü Veche
ra : Radıyallâhuanh
s. : Sayfa
sav : Sallahlâhu aleyhi ve sellem
TDK : Türk Dil Kurumu
TDV : Türkiye Diyanet Vakfı
1

GĠRĠġ

1. Tezin Konusu, Amacı ve Önemi, Metodu

Tezin Konusu

Tezimizin konusu tasavvuf tarihi literatüründe ilk dönem tasavvuf klasikleri1 olarak
nitelendirilen ve Gazâlî öncesi dönemde kaleme alınan Hâris b. Esed el-Muhâsibî
(ö.243/857)‟nin er-Riâye li-Hukûkillah‟ı, Muhammed el-Hakîm et-Tirmizî
(ö.320/932)‟nin Hatmü‟l Evliya‟sı, Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378/988)‟nin el-
Lüma‟sı, Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.386/996)‟nin Kûtü‟l-Kulûb‟u, Ebû Bekir Muhammed
el-Kelâbâzî (ö.380/990)‟nin et-Ta‟arruf li-Mezhebi Ehli‟t-Tasavvuf‟u, Abdulkerim el-
KuĢeyrî (ö.465/1072)‟nin er-Risâle‟si, Ebu‟l-Hasen Ali b. Osman b. Ebî Ali el-Hucvirî
(ö.465/1072)‟nin KeĢfu‟l Mahcûb‟u ve Ebû Ġsmail Abdullah b. Ali el-Ensâri el-Herevî
(481/1089)‟nin Menâzilü‟s-Sâirîn‟i adlı eserlerini inceleyerek adı geçen tasavvuf
klasiklerinde mutasavvıfların ibadetler hakkında yapmıĢ oldukları tasavvufî yorumları
tespit ederek bunları ortaya koymak olacaktır.

Tezin Amacı ve Önemi

Allah Teâlâ “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”2
buyuruyor. Ġnsanın yaratılıĢ gayesi yaratıcısı olan Yüce Allah‟ı tanıyarak O‟na gerektiği
gibi bir kul olmasıdır. Kulluğun gereği ise üzerine düĢen vazifeyi en iyi Ģekilde
yapmaya gayret etmektir.

Ġslam dininde kulluğun gereği olan ibadet, Yüce Allah‟a kulluk görevi olarak yerine
getirilen ve O‟nun hoĢnutluğunu kazanmayı sağlayan söz, davranıĢ ve eylemlerin

1
Mustafa AĢkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul 2006, s. 66-94; Ethem Cebecioğlu,
Tasavvuf Klasikleri, Erkam Matbaacılık, Ġstanbul 2010, s. 9-163.
2
Zâriyât, 51/56.
2

bütünüdür.3 Dinin amelî hükümlerinin dıĢa yansıması olan ibadet, organlarla edâ
edilmesi bakımından Ģekilsel olarak bazı dînî ritüelleri kapsamakla birlikte özünde
amacı, gayesi, husûsiyeti ve derûnî bir anlamı da barındırmaktadır.

Ġslam dininin madde ve mânâyı bir arada barındıran ilahî bir inanç sistemi olduğundan
hareketle dinin gerek anlaĢılması gerekse de yaĢanması noktasında ibadetlerin Ģekilsel
olarak fıkhın çerçevesi dâhilindeki zâhir ahkâmının bilinmesinin yanı sıra insanın iç
dünyasına katması ve kazandırması gereken husûsiyetlerin belirlenmesi, amacının,
gayesinin, özünün ve derûnî/bâtinî taraflarının da ortaya konması büyük önem arz
etmektedir. Ġbâdetlerin Ģekilsel yönü dıĢındaki bâtinî tarafı hakkında ençok söz söyleyen
mutasavvıflardır.

Tezimizde tasavvuf kültüründe önemli bir yere sahip olan ve kaleme alınan ilk eserler
olması hasebiyle yukarıda adı zikredilen tasavvuf klasiklerinde mutasavvıfların
temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetlerine yapmıĢ oldukları tasavvufî yorumlar
incelenip, yapılan yorumlar çerçevesinde mutasavvıfların gözünde ibadetlerin manevî
ve derûnî yönleri anlaĢılmaya çalıĢılacaktır. Ġbadetlerin Ģekilsel ve sembolik yönleri
üzerine atfedilen manevî ve derûnî tarafının zâhiri ve fıkhî tarafıyla olan iliĢkisini ortaya
koymaya gayret ederek ibadetlerin bir takım Ģekiller, törenler, gelenekler, kuru, cansız
ve ruhsuz davranıĢ ve alıĢkanlıklar olmaktan ziyâde mutasavvıfların ibadetleri bir amacı
ve gayesi bulunan Ģuurlu ve hisli eylemler haline nasıl getirdiklerini belirlemeyi
amaçlamaktayız.

Tezimizin Gazâlî öncesi dönemdeki mutasavvıfların ibadetlere bakıĢ açısını ortaya


koyarak bundan sonra ibadetler konusunda tasavvuf bilim dalında yapılacak
araĢtırmalara kapsamlı bir kaynak olacağı kanaatindeyiz.

Metodu

Tasavvuf tarihi literatüründe klasik olarak adlandırılan eserlerin çok olması ve bunların
tamamını tezimizde iĢlememizin mümkün olmaması sebebiyle çalıĢmamız yukarıda
adları verilen ve ilk dönem tasavvuf klasikleri olarak adlandırabileceğimiz eselerler ile
sınırlandırılmıĢtır.

3
Mustafa Sinanoğlu, “Ġbadet”, DĠA, c. 19, s. 233.
3

Tezimiz giriĢ ve iki bölümden oluĢmaktadır. Ġbadetlere getirilen tasavvufî yorumların


temeli marifet ve amel iliĢkisine dayanmaktadır. Bu nedenle birinci bölümde tezimizin
kapsamı dâhilinde adı geçen tasavvuf klasikleri esas alınarak tasavvufî açıdan bilgi,
zâhir-bâtın ve marifet-amel iliĢkisi, bunlar hakkında mutasavvıfların yapmıĢ oldukları
tanım ve yorumlar belirlenip tasnif edilecektir.

Ġbadetin, insanın Allah‟a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O‟nun hoĢnutluğunu


kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve davranıĢlar için kullanılan bir
kavram olduğundan hareketle ibadetlerin kapsamının büyüklüğünü de göz önüne alarak
tezimizin ikinci kısmı temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetleri ile
sınırlandırılmıĢtır. Bu bölümde mutasavvıfların adı geçen ibadetler hakkında yapmıĢ
oldukları tasavvufî yorumlar tespit edilecek, tespit edilen tasavvufî yorumlar derlenerek
tasnif edilecektir. Sonuç olarak elde edilen verilerin ıĢığında yorumlanmaya çalıĢılarak
ibadetlerin manevî ve derûnî yönleri ortaya konulmaya çalıĢılacaktır.

Tezimizin gerek birinci bölümünde gerekese de ikinci bölümünde adı geçen konular ile
ilgili mutasavvıfların yapmıĢ oldukları tanım ve yorumlara ait delil olarak göstermiĢ
oldukları Kur‟an-ı Kerim‟deki ayetler ve Hz. Peygamber (sas)‟e ait hadis-i Ģerifler ilgili
yerlerde verilecektir.
4

BĠRĠNCĠ BÖLÜM

TASAVVUF VE BĠLGĠ

1.1. BĠLGĠ

Bilgi, sözlükte bilen varlıkla (özne) bilinmesi istenen veya bilinen varlık (nesne)
arasındaki iliĢki ya da oluĢan süreç sonucunda elde edilen ürün;4 herhangi bir konuda
bilinen, zihince kavranmıĢ Ģey, mâlumat;5 insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve
ilkelerin bütünü, öğrenme, araĢtırma veya gözlem yoluyla elde edilen gerçek, insan
zekâsının çalıĢması sonucu ortaya çıkan düĢünce ürünü, genel olarak ve ilk sezi
durumunda zihnin kavradığı temel düĢünce, kurallardan yararlanarak kiĢinin veriye
yönelttiği anlam olarak ifade edilir.6

Ġslâmî terminolojide bilgi, genel olarak el-ilim ve el-ma‟rife terimleriyle ifade edilen
daha ziyâde bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki iliĢki, yahut bilme eyleminin belli
bir ifade Ģekline bürünmüĢ sonucu olarak anlaĢılmıĢtır. Bilgi, sonuç olarak bilinmiş
olduğu için mâlumat kelimesiyle de karĢılanır. Ayrıca bilenin yöneldiği konuyu bütün
yönleri ve alanları ile kuĢatmasına ihâta, onu tam olarak kavramasına vukuf, aynı
konuda derinleĢip uzmanlaĢmasına rüsuh denilmektedir. Bilginin kesinliğine yaklaĢtıran
durumları ifade etmek için yakîn; bilginin kesinliğinden uzaklaĢtıran ve emin
olunmayan durumları ifade etmek içinde zan, şek, vehim gibi terimler de kullanılır.
Bilginin zıddı olan bilgisizlik ise cehl kelimesi ile ifade edilir.7

4
A. Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş, Sentez Yayınları, Ġstanbul, 2006, s. 51; Hüseyin Subhi Erdem, “Bilgi”,
Felsefe Ansiklopedisi, Etik Yayınları, Ġstanbul 2004, c. II, s. 381.
5
Ġlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Lugatı Yayınları, Ġstanbul 2011, c. I, s. 374.
6
TDK Büyük Türkçe Sözlük, Web sayfası: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts (EriĢim
Ocak 2019).
7
Necip Taylan, “Bilgi”, Diyanet Ġslam Ansiklopedisi, Ġstanbul 1996, c. 6, s. 157.
5

Kur‟an-ı Kerim‟de ilim kökünden türeyen kelimeler isim, fiil ve mastar olarak yaklaĢık
750 ayette geçmektedir. Bu sayı hem bilgi hem de bilme faaliyetinin Kur‟anî mesaj
bakımından merkezliğini ortaya koymaktadır. Kur‟an-ı Kerim‟de ilim kelimesi daha
ziyâde ilahî bilgi veya vahiy anlamında kullanılmaktadır. Ancak gerek insanın
vahyedilmiĢ ilahî hakikat hakkındaki ilmi gerekse de doğrudan doğruya insanın bilme
melekesi olarak sahip olduğu dünyevî ilim kavramları da çeĢitli ayetlerde geçmektedir.8

Kur‟an-ı Kerim‟de bilginin kesinliği açısından ilme‟l-yakîn (kesin zihni bilgi), ayne‟l-
yakîn (kesin, açık seçik gözlem), hakka‟l-yakîn (kesin tecrübe, bilginin yaĢanarak
tahakuku) kavramları,9 bilginin kesinliği kavramının tersi ve emin olunmayan durumları
ifade etmek için zan, şek ve reyb kavramları,10 bilginin hissî veya aklî idrakle iliĢkisini
gösteren şuur, fehm ve fıkıh11 kavramları da geçmektedir.

Ġnsan bilgiyi elde etme, onu iĢleme ve kullanma, ona âit yorum ve çıkarım yapabilmesi
bakımından yaratılan tüm varlıklardan farklılık göstermekte, kendisine doğuĢtan verilen
bu yeteneği sayesinde onlardan ayrılarak ön plana çıkmaktadır. Bilgi, insanlığın atası
Hz. Âdem (as)‟dan bu yana insanoğlunun diğer varlıkları tanıma noktasında kullandığı
en büyük bağdır. Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de Allah Teâlâ Âdem (as)‟e bütün isimleri
öğrettiğini buyurmaktadır.12 Bu ayetten hareketle bilgi ve bilme eyleminin insanlık
kadar eskiye dayandığı ve insanın yaratılıĢından bu yana bilgi ve bilme eylemlerine
muhatap olduğu ortaya çıkmaktadır.

Aklını ve düĢünme yetisini kullanması sayesinde yaratılan varlıklar içerisinde en


müstesna yere sahip olan insanın tarihî perspektif içerisinde bakıldığında bilgi ve bilgi
kuramı üzerine tanımlama yapma çabasına daha ilk çağdan itibaren giriĢtiği
görülmektedir.13 Ġslam tarihine bakıldığında ise bilgi tanımlamaları Ġslâm‟ın ilk
döneminden hicretin 7. yüzyılına kadar olan bir süreye yayılmaktadır. Bu
tanımlamaların genel olarak Kur‟an ve hadis çerçevesinde yürütüldüğü

8
Ġlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul 2012, s. 69.
9
Bkz.Tekâsür, 102/5-7; Hâkka, 69/51.
10
Bkz. Bakara, 2/2; Âl-i Ġmrân, 3/9; Nisâ, 4/157; En‟âm, 6/116; Hûd, 11/62; Ġbrahim, 14/10; Necm,
53/28.
11
Bkz. Bakara, 2/154; Ġsrâ,17/44; Enbiyâ, 21/79.
12
Bakara, 2/31.
13
Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2014, s. 74.
6

gözlemlenmektedir. Bilginin tanımlanması, Kur‟anı anlama üzerine tefsir ve te‟vil


çalıĢmalarında, sahih hadis derlemelerinde, fıkıh üzerine müçtehidlerin eserlerinde,
gerek sünnî gerekse Ģiî âlimlerin eserlerinde, kelam, felsefe ve tasavvuf alanlarının yanı
sıra fen, gramer, dil ve edebiyat alanlarındaki sözlüklerde ve antolojilerde olmak üzere
son derece büyük bir alana yayılmıĢtır.14

Kaynağı, sınırı, kesinlik derecesi, her ilim dalı içerisindeki prensipleri, kullanmıĢ
oldukları metodlar ve sonuçlar, tahlil ve değerlendirilmesi kapsamında ayrı ayrı ele
alınan bilgi problemi ile ilgili Ġslam düĢünce tarihi boyunca geliĢtirilen düĢünceler,
öncelikle Kur‟ân-ı Kerîm‟in sunduğu perspektiflere sahip olmakla birlikte, çeĢitli fikir
akımlarının, insan, âlem ve Tanrı tasavvurlarının hâkimiyeti altında farklılık arzetmiĢtir.
Ġslam düĢüncesinde fizikle metafiziğin iç içe algılanıĢı, bilgi ile inancın birbiriyle yakın
iliĢkisi, insanın bilme eylemiyle ilâhî mesajın sahip olduğu otoritenin birlikte
değerlendiriliĢi, bilgi probleminin hem kelâmî hem felsefî hem de psikolojik muhtevalar
kazanmasına yol açmıĢtır. Kelamcılar bilginin imkânı meselesi üzerinde
yoğunlaĢmıĢlar, filozoflar ise epistemolojik meseleleri rasyonel psikoloji çerçevesinde
incelemiĢler, mutasavvıflar ise nazarî bilme eylemiyle kazanılmış (kesbî) bilgiye
karĢılık ledünnî (tasavvufî sezgi) bilgiye daha çok önem vermiĢlerdir. Ġslam düĢünce
tarihinin epistemoloji alanında sahip olduğu birikim içinde bu üç ana akımın mensupları
arasında cereyan eden fikrî tartıĢmalar da önemli bir yer tutmaktadır.15

1.2. TASAVVUFÎ AÇIDAN BĠLGĠ

Tasavvuf terminolojisinde bilgi ve ilim kavramı genellikle marifet kelimesiyle


iliĢkilendirilir. Mutasavvıflar bilgiyi bir rivâyetin aktarılması ya da zihnî çıkarıma
dayalı bir hüküm olarak görmekten ziyâde manevî aydınlanma ya da kalbe doğan yakîn
(kesinlik) derecesine dayalı bir tecrübe ile ortaya çıkan bir nur Ģeklinde tanımlar.
Mutasavvıflar bir rivâyetin aktarılması veya duyu organlarını kullanarak zihnî bir
çıkarım sayesinde elde edilen bilgileri, bilgi kaynakları kabul etmekle birlikte asıl bilgi
kaynağının bunlardan farklı olduğunu belirtirler. Tasavvufta bilgiye ulaĢma; naslar,
rivâyetler ve akıl gibi zâhir olarak adlandırılan yollarla değil bâtın olarak adlandırılan

14
S. Nakib Attas, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi (Çev. Mahmut Erol Kılıç), Ġnsan Yayınları,
Ġstanbul 1995, s. 171.
15
Taylan, “Bilgi”, DĠA, c. 6, s. 158-159.
7

manevî tecrübeler sayesinde kalbte ortaya çıkan haller ile elde edilir. Aynı zamanda
mutasavvıflar kalbi ilahî aĢk ve tecellînin merkezi olarak kabul ederler. Tasavvufa göre
bilgi yani marifet insanın sahip olduğu manevî hal ile alâkalıdır.16

Marifet kavramı ilim karĢılığında kullanılmakla beraber ilme göre daha özel bir anlam
ifade eder. Bu nedenle mutasavvıflar marifet kavramının açıklanmasında zâhir va bâtın
kavramlarını kullanarak marifet kavramının konumunu belirtme noktasında çeĢitli
açıklamalar yapmaktadırlar. Mutasavıflar tarafından bu yönde yapılan açıklamalara
bakıldığında bilginin kaynağı ve elde edilme yolları kelam ve felsefeden farklılık
göstermektedir. Bu farklılıkları dile getirme noktasında Hz. Peygamber (sas)‟e verilen
ilmin açıklanması baĢta olmak üzere her mutasavvıf kendi bakıĢ açısına, içinde
bulunduğu hal ve makama, kendine bahĢedilen feyzler nisbetinde ve yaĢadığı vaktin
durumuna göre çeĢitli Ģekillerde tanımlamalar yapmıĢ, içinde bulunduğu hâli dıĢa
yansıtmıĢtır. Yapılan bu tanımlamalara değinmeden önce Hz. Peygamber (sas)‟e verilen
ilim hakkında bahsetmek yerinde olacaktır.

Hz. Peygamber (sas)‟den rivâyet edildiğine göre kendisine üç çeĢit ilim verilmiĢtir:
Bunlar: İlm-i ahkâm, İlm-i sırr-ı kader ve İlm-i esrârdır.17

1.İlm-i ahkâm: Hz. Peygamber (sas)‟in avam ve havassa açıklamak zorunda olduğu,
emri ve nehyi bildiren ilimdir.

2.İlm-i sırr-ı kader: Hz. Peygamber (sas)‟in bazı havassından baĢkasına açıklaması
yasaklanmıĢ olan ilimdir. Huzeyfe b. Yeman (ra)‟ın bildiği, bütün fazilet ve
büyüklüğüne rağmen Hz. Ömer (ra)‟in bile kendisinden öğrenmeye çalıĢtığı nifak
bilgisi gibi. Hatta Hz. Ömer (ra), Hz. Huzeyfe (ra)‟ye “Ben de münafıklardan mıyım?”
diye zaman zaman sorduğu da rivayet edilmiĢtir. Hz. Ali (kv)‟den rivayet edilen “Allah
Rasulü bana benden başka kimsenin bilmediği yetmiş bab ilim öğretti” Ģeklinde
kasttettiği ilimde bu türdendir.18 Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), ashâb-ı kiramdan
birinin herhangi bir konuda dara düĢüp çözmese Ali b. Ebu Talib (kv)‟e baĢvurduklarını

16
Ġlhan Kutluer, “Ġlim”, DĠA, Ġstanbul 1996, c. 22, s. 112. Ayrıca bkz. Ebu‟l-Alâ Afifî, Tasavvuf İslâm‟da
Manevî Devrim (Çev. H. Ġbrahim Kaçar, Murat Sülün), Risale Yayınları, Ġstanbul 2004, s. 276.
17
Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî, el-Lüma‟(İslam Tasavvufu) (Çev. Süleyman Uludağ), Altınoluk Yayınları,
Ġstanbul 1996, s. 371.
18
Hilyetül Evliya, I,68; Heysemi, Mecmuau‟z-zevahid, IX, 113.
8

dile getirerek Hz. Ali (kv)‟nin ilmin bu konusunda sahâbi arasında özel bir yere sahip
olduğunu belirtmiĢtir.

3.İlm-i esrâr: Hz. Peygamber (sas)‟e has, sahâbeden hiç kimsenin bilmediği ilimdir. Bu
da Hz. Zeyd (ra) tarafından rivâyet edilen: “Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş
olsaydınız az güler, çok ağlardınız. Hanımlarınızla oynaşmazdınız, yataklarınızda rahat
yatamazdınız. Sahralara çıkar. Allah‟a yalvarırdınız. Allah‟a and olsun ki ben
yaprakları dökülen bir ağaç olmayı isterdim”19 hadîs-i Ģerifinde anlatılan ilimdir. Ebû
Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378) bu hadîs-i Ģerifin mânâsına Ģu ayet-i kerimeyi delil olarak
göstermiĢtir:“Ey peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et!”20 Ayette “bizim sana
öğrettiklerimizi tebliğ et” denilmemiĢ; “Sana indirileni” denilmiĢtir. Hz. Peygamber
(sas)‟in “Benim bildiklerimi bilseydiniz” ibaresinde geçen konular, eğer Hz. Peygamber
(sas)‟in tebliğe memur olduğu Ģeyler türünden olsaydı, Hz. Peygamber (sas)‟in onları
mutlaka tebliğ edeceği, insanların onu bilmeleri uygun olsaydı Hz. Peygamber (sas)‟in
Ģüphesiz onu halka öğreteceğini söylemiĢtir.21

Hucvirî (ö.465), ilmi, yaratıcı ve yaratılanın sahip olduğu ilim açısından değerlenmiĢtir.
Ona göre ilim iki türlürüdür. Birincisi Allah‟ın ilmidir. Ġlim Allah Teâlâ‟nın bir sıfatıdır,
O‟nun ile kâimdir22 ve O‟nun sıfatlarının ise nihâyeti yoktur. Allah, ilmi ile var olan
Ģeyleri de yok olan Ģeyleri de bilir. Kur‟an-ı Kerim‟de Ģöyle buyrulmaktadır: “Ve Allah
her şeyi bilendir”23, “De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar
da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.”24 Allah‟ın
ilmi parçalanamaz ve O‟ndan ayrılamaz. Fiillerindeki nizam O‟nun ilminin
delilerindendir. Çünkü muhkem ve mükemmel fiil fâilinin ilim sahibi olmasını
gerektirir.25

Ġkinci ise halkın ilmidir. Ġlim de insanın sıfatlarından biridir ve onunla kâimdir. Ġnsanın
sahip olduğu vasıfların bir nihâyeti olduğu gibi ilminin de bir nihâyeti ve sonu vardır.
Ġnsanın ilmi ancak kendisine verilen ömür nisbetinde yaĢadığı müddetçe vardır ve onun

19
Tirmizî, Sünen, Zühd, 37/9.
20
Mâide, 5/67.
21
Tûsî, el-Lüma‟, s. 371.
22
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 290.
23
Bakara, 2/282.
24
Kehf, 18/109.
25
Ebu‟l-Hasen Ali b. Osman b. Ebî Ali el-Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb (Hakikat Bilgisi) (Çev. Süleyman
Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul 1982, s. 91.
9

da belli bir sınırı bulunmaktadır.26 Kur‟an-ı Kerim‟de “Pek azı müstesna size ilimden
bir şey verilmemiştir”27 buyrulmaktadır. Ġnsanın ilmi Allah ile ilgili ve O‟nu tanıma ile
alâkalı olan kısmıdır.28 Ġnsan ilminin kemal dereceye ulaĢması Allah‟ın ilminin yanında
cahillikten baĢka bir Ģey değildir. Ġnsanın hiçbir Ģeyi bilmediğini bilmesi için çok Ģey
öğrenmesi gereklidir. Bu manada Ģöyle bir söz ĢöylenmiĢtir:

“İdrâkin derkinden ve kavranmasından âciz kalmak, idrâkin ta kendisidir.”29

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), ilimleri dokuz kısma ayırmıĢtır. Bunların dördü selef
devrinde bilinen sonradan çıkma olmayan ilimlerdir. Bu dört ilim Ģunlardır: Ġman ilmi,
Kur‟an ilmi, sünnet ve hadis ilmi, fetva ve ahkâm ilmi. Sonradan çıkan nahiv ve aruz
ilmi, fıkıhla ilgili cedel ve kıyas ilmi, felsefe kaynaklı akıl ilmi, hadislerin illetleri ve
senedlerin tesisi ilmi, zayıf hadislerin sebepleri, cerh ve ta‟dil ilmi erbâbı nezdinde
çeĢitli mevzuları içeren ilimler olarak görülmesine rağmen Ebû Talib el-Mekkî (ö.386)
bu ilimleri muhdes olarak görmüĢtür.30

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386) ayrıca sözü yedi kısıma ayırmıĢ, bunların içerisinde sadece
bir tanesinin ilim olduğunu diğer altısının ise boĢluğa dökülmüĢ lüzumsuz kelimeler
olarak tâbir etmiĢtir. “Her düşük şeyi bir toplayan, her sözü de bir nakleden vardır”
Arap atasözünden hareketle ilim bilmeyen ve ilimle cehaleti birbirinden ayırt edemeyen
kimselerin bunları topladığını söyler. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386)‟ye göre ilim olmayan
ve faydasız sözler Ģunlardır: Ġftira, hata, hafiflik, dıĢı parlak asılsız söz, zan ve
vesvesedir. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), bu altı sözü faydasız olarak nitelendirmiĢ ve
bunların Allah Teâlâ tarafından Kur‟an-ı Kerim‟de açıklanıp beyan edilmiĢ olduğunu,
dinin Ģahitleri kılınan ulemanın bunları çok iyi bilmesi gerektiğini vurgulamıĢtır. Bu altı
sözün dıĢında kalan sözün yedinci kısmını ise muhtevası Kur‟an nassı, sünnet, bu
ikisinin delâlet ettikleri ve ya bunlardan istinbât ile elde edilen bir hüküm, bu ikisinde
ismi ve mânâsı geçen söz ve fiillerle, icma‟ dairesinden çıkmayan tevilleri genel olarak
ilim kelimesiyle târif etmiĢtir.31

26
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 91.
27
Ġsrâ, 17/85.
28
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 92.
29
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 98.
30
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 120.
31
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 121.
10

Kapsayıcılık bakımından ilim kelimesi küllî olan bilgileri, marifet kelimesi ise cüzî
bilgileri ifade eder. Kelime manasından hareketle marifet tanıma ve tanıtma anlamlarına
gelmekle birlikte var olduğu bilinen Ģeyler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu nedenle
marifet kelimesi kendisinden önce bilmeme veya cehalet bulundurma vasfına sahiptir.
Ġlim ise kendisinden önce cehahet anlamı barındırmaz. Ayrıca ilim küllî-bileĢik
varlıkları, marifet cüzî-basit varlıkları idrak anlamında kullanılmaktadır. Bunun için
Allah‟a âlim denilirken, ârif denmemektedir. Ġlim kelimesi cehlin zıddı iken, marifetin
zıddı inkârdır. Ġlim Allah Teâlâ‟nın bir sıfatıdır. O‟nun ilminin bir sınırı ve hududu
yoktur. Marifet ise Allah Teâlâ nın kuluna nasip ettiği sınırlı ve cüzî bir bilgidir.
Bundan dolayı ilim kelimesinin etimolojik bakımdan kapsayıcılığı marifet kelimesinden
daha fazladır.32

Mutasavvıflar tasavvuf literatüründe marifet olarak adlandırılan ilim kavramının diğer


dinî ilimlerden farklılığını belirtmek noktasında gayret içinde oldukları gözükmektedir.
Bunun yanı sıra kendilerine bahĢedilen feyz ve manevî tecellîler, içinde bulundukları
hal ve makamlar doğrultusunda marifet alanı dâhilinde oldukça fazla görüĢ ve beyanda
bulundukları da gözlenmektedir. Mutasavvıflar ilim kavramını genel olarak ilm-i zâhir
ve ilm-i bâtın olarak tasnif etmiĢlerdir.

1.2.1. Zâhir-Bâtın ĠliĢkisi

Ġlm-i zâhir, akla, nakle, duyu organlarına ve dıĢ tecrübelere dayalı elde edilen bilgiler ile
kastedilen ilimdir. Ġlm-i bâtın ise marifet olarak adlandırılan keĢfe, ilhama ve iç
tecrübelere dayalı kiĢinin içinde bulunduğu hal ile ilgili bilgilerdir. EĢyanın zâhiri ile
ilgili bilgilere ilim, eĢyanın bâtını ve iç yüzünü keĢf etmek suretiyle elde edilen bilgilere
marifet denilmiĢtir. Zâhir ilmi elde ediliĢ yöntemi bakımından teorik bir bilgi, bâtın ilmi
ise pratik bilgidir. Dildeki ilim ve kalpteki ilim ya da akıl ilmi ve yakîn ilmi gibi farklı
adlar altında da birçok tasnif yapmıĢlardır. Mutasavvıfların ilim hakkında anlatmak
istedikleri taraf daha çok ilm-i bâtın denilen kısımdır. Mutasavvıflar ilm-i bâtın ile ilgili
ilm-i kalp, ilm-i hakikat, ilm-i ledünnî, ilm-i marifet, ilm-i yakîn, ilm-i irfan, ilm-i
tasavvuf, ilm-i esrâr gibi farklı birçok kavramlar da kullanmıĢtır.33

32
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 50; Taylan, “Bilgi”, DĠA, c. 6, s. 158; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 397.
33
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 399.
11

Mutasavvıfların yapmıĢ oldukları bu tasniflerin temel noktasında ilmin veya bilginin


rivâyet gibi aktarılma yoluyla ya da aklı ve zihni kullanarak dirâyet yoluyla elde edilen
bilginin dıĢında olduğudur. Nitekim duyu organları ve akıl tasavvuf dıĢındaki diğer
bilimler için bilgi kaynakları olarak görülmesine karĢın mutasavvıflar gözünde asıl bilgi
kaynağının feyz ve manevî tecellîler sonucunda kalpte meydana gelen ilhamlar
olduğudur. Onlara göre bilgi Allah Teâlâ‟ın kuluna sunmuĢ olduğu özel bir lütuftur.
Allah‟tan hakkiyle korkan müttakiler için bir de kapalı konulardan çıkıĢ var edilmiĢ ve
onlar, hiç ummadıkları yerden rızıklandırılmakla müjdelenmiĢlerdir.34 Ebû Talib el-
Mekkî (ö.386), bu ayetteki müjdelenen rızkın öğretilmeksizin bilme olarak anlaĢılan
ilahî ilham olduğunu ifade eder. Bu ise Allah katından verilen Tevfik-i ilahî olarak
kendini gösteren bir lütuftur.35 Allah Teâlâ, ilmi halka mübah kılmıĢ, marifeti ise
evliyasına tahsis etmiĢtir.36 Nitekim Ahmed b. Hanbel (ö.241) ilmin, öğretme
olmaksızın ilham yoluyla ancak yukarıdan geldiğini söylemiĢtir.37

Mutasavıflar marifetin konumunu ortaya koyma konusunda özellikle bir rivâyetin


aktarılması ya da zihnî çıkarıma dayalı bir hüküm olan zâhirî ilim ile manevî tecellîler
ile kalpte hâsıl olan bâtınî ilmin ifade edilmesinde yapmıĢ oldukları en genel tasvir Ģu
Ģekildedir: Ġlim iki türlüdür. Kesbî ilim ve vehbî ilim. Kesbî ilim tahsil ve telkin etmekle
elde edilir. Bununla helal, haram, iyiliği emir, kötülüğü nehiy gibi hususların arasını
ayırmak esas alınır. Kesbî ilim akıl yolu ile Ģeriatı bilmeyi hedef alan bir usûlün
mahsulüdür. Ġkincisi ise Allah‟ın kulun kalbine attığı vehbî ilimdir. Buna mârifet ya da
ledünnî ilim de denilir. Bu ilim vahy olunursa nebîlere, Ģayet ilham olursa hem enbiya,
hem de evliyaya mahsus olur.38 Bu ilim, Kur‟ân-ı Kerim‟de Ģu âyetler ile dile getirilir:
“Onlara biz öğretiriz”39, “Onu ancak âlimler anlar”40, “Allah Âdem‟e isimleri
öğretti.”41, Hz. Yusuf (as)‟un Ģu ifadesi de bu ilme delalet eder: “Bana Rabbim
öğretti”42, “Allah hâdiselerin tevilini sana öğretti”43, “Onların bilmediği şey, size
44
öğretildi.”

34
Talâk, 65/2.
35
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 276.
36
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 98.
37
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 37.
38
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, Ġstanbul 2004,
s. 305.
39
Tevbe, 9/100.
40
Ankebût, 29/43.
41
Bakara, 2/31.
42
Yusuf, 12/37.
12

Muhammed b. Fadl Belhi (ö.319) mutasavvıfların kastettiği ilmin (marifetin) konunumu


belirlemek için ilmi üç türe ayırarak ele almıĢtır. Bunlar; minallah, maallah ve billahtır.
Allah ile gelen ilim, minallahtır. Bu Allah‟tan gelen Ģeriat ilmidir. Bu ilim, Allah‟ın
kula olan emri ve teklifidir. Bu ilme zâhir ilmi de denir. Ġkincisi Allah ile beraber olan
ilim, maallahtır. Allah‟ın bütün velileri Allah‟ı bu ilimle tanımıĢlardır. Allah‟ın
tanıtması ve tanınması olmasaydı veliler Allah‟ı tanıyamazlardı. Çünkü Allah hakkında
marifete dâir bilgi elde etmenin illeti ve sebebi O‟nun hidayeti ve bildirmesi iledir.
Allah veli kullarına kendisini yine kendisi tanıtmıĢtır. Bu ilme marifet ilmi de denir.
Üçüncüsü, Allah ile beraber olan ilim, billahtır. Hakk‟a giden yoldaki makamlar ve
velilerin derecelerinin açıklanması hakkındaki ilimdir. Bu ilme tarikat ve seyr-i sülûk
ilmi de denir.45

Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), mutasavvıfların ve tasavvuf ilminin konumunu


hadis ve fıkıh ilmine göre belirleme noktasında Cibril hadisinden hareketle Ģu Ģekilde
ele almıĢtır. Ona göre din ilimleri üç türlüdür: Kur‟an ilmi, sünnet ilmi ve iman
hakikatleri ilmi.46 Bu üç ilim, üç grup (hadisçiler, fıkıhçılar ve tasavvuf erbabı) arasında
dönüp dolaĢır. Bu üç ilim, Allah‟ın ayetlerinden, Rasulü‟nün sünnetlerinden ve veli
kullarının kalplerine düĢen hikmetlerden oluĢur. Bunun da aslı Cebrail (as)‟in Hz.
Peygamber (sas)‟e “İslam, iman ve ihsanı sorduğu” hadîs-i Ģeriftir.47 Ġslam zâhirdir,
iman zâhir ve bâtındır. Ġhsan ise zâhirdir ve bâtının da hakikatidir. Ebû Nasr es-Serrac
et-Tûsî (ö.378), ilim ve amel konusunda bu üç grubun derecelerinin farklı olduklarını
dile getirir.48 Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de “Kendilerine ilim verilenler derece
derecedir”,49 “Her birinin yaptıkları işten dolayı dereceleri vardır”,50 “Bak nasıl
onların kimini kiminden üstün kıldık”,51 “Ki Allah, sizden iman edenleri yüceltisin ve
kendilerine ilim verilenlere ise dereceler ihsan etsin”52 buyrulmaktadır.

43
Yusuf, 12/6.
44
En‟âm, 6/91.
45
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 96.
46
Tûsî, el-Lüma‟, s. 372.
47
Buhârî, İman/1; Müslim, İman/1.
48
Tûsî, el-Lüma‟, s. 10.
49
Mücâdele, 58/11.
50
Ahkaf, 46/19.
51
Ġsrâ, 17/21.
52
Mücâdele, 58/11.
13

Ebu Muhammed Sehl (ö.283), âlime verilen üç türlü ilimden bahsetmiĢtir. Birincisi,
zâhir ehline sınır koymadan açıklanan zâhirî ilim, ikincisi ancak ehline açıklanabilecek
bâtınî ilim, üçüncüsü ise imanın hakiki esasını teĢkil eden, ne zâhiri ve ne de bâtınî ilme
ehil olanlara açıklanmayan Allah Teâlâ ve âlim arasındaki sır olan ilimlerdir.53

Tezimiz dâhilinde incelemiĢ olduğumuz tasavvuf klasiklerinde mutasavvıfların marifet


ile ilgili tanımlamalarının oldukça fazla ve çeĢitli oldukları görülmektir. Marifet
konusunda fikir beyan etmiĢ olan mutasavvıfların her birinin kendisine bahĢedilen
feyzler ve manevî tecellîler çervesinde konuĢmuĢ ve yaĢadığı vaktin içinde bulunduğu
hâle göre iĢaretler sunmuĢlardır.54 ġiblî (ö.290), marifetin evveli ve kaynağının Allah
Teâlâ olduğunu, ahirinin ise nihâyetinin olmadığını dile getirir. ġiblî (ö.290)‟nin
tarifinden hareketle mutasavvıfların marifet hakkında yapmıĢ oldukları tariflerinde son
derece fazla miktarda olmasının aĢikâr olacağıdır. Bu nedenle marifet hakkında yapılan
tanımların hepsini tezimiz dâhilinde sunma gayreti beyduhe olacağından bunlardan bir
kaçını aktarmakla yetineceğiz.

Ruveym (ö.303), marifeti ârif için bir ayna olarak görür. Oraya baktığı zaman
Mevlasının kendisine tecellî ettiğini görür.55 Muhammed b. Fadl (ö.319), marifeti Allah
Teâlâ ile olan kalbin hayatı olarak görür.56 Ġbrahim Rakkî (ö.320), marifeti vehmedilen
her Ģeyin haricinde olarak, Hakk‟ı olduğu gibi ispat etmek ve anlamak olarak ifade
eder.57 Eyüb Tayyib Samerrî (ö.?), marifetin peĢ peĢe gelen nur ve tecellîlerle Hakk‟ın
ruhlara ve sırlara doğuĢu olduğunu belirtir.58 Zunnûn el-Mısrî (ö.245), marifetin
hakikatini aralıksız olan nurlardaki latifeler ile halkın, esrar ve ruhlar üzerine muttali ve
vakıf olmaları olduğunu söyler.59 Ebu Bekir Zahrabadî‟ (ö.?)‟ye göre marifet bir
isimdir. Kalpte ta‟til ve teĢbih akidesinin bulunmasına mâni olan tâzim duygusunun
mevcudiyetidir.60 Faris Bağdadî (ö.340), marifeti, mâruf (olan Allah)‟u müĢâhede
halinde tamamen kendinden ayrılmaktır, Ģeklinde tanımlar.61

53
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb (Kalplerin Azığı) (Çev. Muharrem Tan), Ġz Yayıncılık, Ġstanbul
2004, c. III, s. 295.
54
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 121.
55
Abdulkerim el-KuĢeyrî, er-Risâle (Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul 2009, s. 400.
56
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 400.
57
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 130.
58
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 402.
59
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 407.
60
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 407; KuĢeyrî, er-Risâle, s. 84.
61
Ebû Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Ta‟arruf li-Mezhebi Ehli‟t-Tasavvuf (Doğuş Devrinde Tasavvuf)
(Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul 1992, s. 98
14

Yukarıda belirtilen tanımlamaların yanı sıra marifeti, Hakk‟ı tanımak, hakikati bilmek;62
Allah‟ın kadri hariç bütün kadr ve kıymetleri hakir bulmak, Allah‟ın kadri yanında
baĢka bir değer görmemek;63 önce ĢaĢkınlık, sonra kavuĢma, sonra muhtaç olma, sonra
da hayret;64 kalplerin Hakk Teâlâ‟nın öğrettiği incelikleri mütalağa etmesi; 65
esma ve
sıfatın kemâliyle Allah‟ın vahdaniyetinin kalpte ispatı66 Ģeklinde tanımlamalar da
yapılmıĢtır.

Ebu Said Harraz (ö.277)‟a göre marifet iki türlüdür. Biri Hakk vergisi, diğeri kulun
gayretiyle kazanılır.67 Marifet ister Hakk vergisi isterse de kulun gayreti ile elde edilmiĢ
olsun Allah katında en çok marifet sahibi olan ârif, Allah‟ın emir ve yasaklarına uyan,
Ģer‟î hükümlerin yerine getirilmesinde en çok çaba harcayan, Hz. Peygamber (sas)‟in
sünnetini koruyan ve sünnete en çok tabii olan kimsedir.68 Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297),
Hz. Peygamber (sas)‟in izini takip edenlerden baĢkası için Allah‟a giden bütün yolların
insanların yüzüne kapatılmıĢ olduğunu belirtir.69

Ġlmi bâtını talep etmek, ehli üzerine farzdır diyenler olduğu gibi, ilmin bu türü
Müslümanların avamından çok Allah Teâlâ‟nın bunun için seçtiği ve vazifelendirdiği
kalp ehli kimselere mahsustur diyenler de olmuĢtur.70 Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), zâhir
ulemasını, dünyanın ve mülkün ziyneti, bâtın ulemasını semânın ve melekût âleminin
ziyneti olarak nitelendirmiĢ, zâhir ulemasının dil ve haber ehli, bâtın ulemasının kalp ve
ayne‟l-yakîn ehli olduğunu söylemiĢtir. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), ulemaden birinin
Allah‟ın dili yarattığı zaman Ģöyle buyurduğunu rivâyet ettiğini bildirmiĢtir: “Bu benim
haberimin sığınağıdır. Eğer Beni tasdik ederse onu felaha erdiririm”. Kalbi yarattığı
zaman ise Ģöyle buyurduğunu rivâyet etmiĢtir: “Bu Benim nazar ettiğim yerdir. Eğer
yalnız Bana hâlis kılarsa, Ben de onu dost edirinim.”71

62
Tûsî, el-Lüma‟, s. 33.
63
Tûsî, el-Lüma‟, s. 330.
64
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 98.
65
Tûsî, el-Lüma‟, s. 35.
66
Tûsî, el-Lüma‟, s. 38.
67
Tûsî, el-Lüma‟, s. 33.
68
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 243.
69
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 117.
70
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 9.
71
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 94.
15

Vahyin muhatabı ve eĢref-i mahlûk72 olarak yaratılan insanın bilgiyi elde etme
noktasında kullanmıĢ olduğu kaynaklar Kur‟an-ı Kerim‟in çeĢitli ayetlerinde Allah
tarafından bildirilmiĢtir. YaratılıĢı bakımından insan hem bu dünyaya hem de
ahiret/Ģehâdet âlemine bakan bir yöne sahiptir. Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de biri gayb
diğeri Ģehâdet olmak üzere varlık âlemi iki kısımdır.73 Ġnsan gerek Ģehadet âlemi olarak
ifade edilen dünya hayatı ile ilgili gerekse de gayb âlemi olarak ifade edilen ahiret
hayatına ait bilgileri elde etme noktasında kullanmıĢ olduğu bilgi kaynaklarının iki
kısımda değerlendirilmesi uygun olacaktır.74 ġehâdet âlemi olarak tarif edilen insanın
içinde yaĢadığı dünya hayatı ile ilgili bilgi kaynakları; kendisine doğuĢtan verilen
duyular ve akıl tarafından elde edilen bilgi ve rivayet yoluyla kendisine aktarılan söz ve
haberlerdir. Akıl ve duyu organları yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı
olarak tanımlanan gayb âlemi ile ilgili bilgi kaynakları ise vahiy, ilham, hads75 ve
rüyadır. Hads dıĢındaki yukarıda belirtilen bütün bilgi kaynakları Kur‟an-ı Kerim‟deki
çeĢitli ayetlerde geçmektedir.76 Kur'ân-ı Kerim'de hads lafzı bulunmamakla beraber pek
çok âyetin hadse iĢaret ettiğini dile getirenler de vardır.77

Günlük yaĢantımızı düzenleme, etrafımızda olan bitenleri anlamada insanın sahip


olduğu beĢ duyu organının içten ya da dıĢtan gelen her hangi bir etkenle uyarılması
sonucunda kiĢinin zihninde meydana gelen kavramların idrak edilip bilinen bir forma
sokulması noktasında duyular bilgi kaynağı olarak kabul edilebilir. Nitekim hem kelam
hem de felsefe açısından duyular bilgi kaynakları arasında kabul edilmektedir.78

72
Bakara, 2/31.
73
En„âm, 6/73; Tevbe, 9/94, 105; Ra„d, 13/9.
74
GülĢen Ökten, “Kur‟ana Göre Bilginin Kaynakları”, Necmettin Erbakan Üniversitesi Ġlâhiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı 39, 2015, s. 205.
75
Hads bir işin veya olayın sonucunu tahmin etme, ölçüp biçme; doğruluğundan emin olmadığı
beyanlarda bulunma; hızlı ilerleyiş, çabuk kavrayış gibi anlamlara gelmekle birlikte bir düşünce
konusunun doğrudan doğruya, kasıt ve ihtiyar olmaksızın birden bire kavranması, aklî sezgi olarak
tanımlanır. Hads ve ilham zaman zaman birbirlerinin yerlerine kullanımış kavramlardır. İlham ile elde
edilen bilgide ilahî bir lütuf devreye girmekte, hakikatın bilgisi doğrudan elde edilmektedir. Hads ise bir
tür iç deneyim ve rûhi tercrübedir. Kalp ile irtibatlı ancak elde edilen bilginin zemini akıldır. Kaynağı
ruhsal bir tecrübe bile olsa bu tecrübeyi işleyerek bilgiye dönüştüren akıldır. Ayrıca bkz.: Hayati,
Hökelekli, “Hads”, DĠA, Ġstanbul 1996, c. 15, s. 69; Ökten, Kur‟an‟a Göre Bilginin Kaynakları, s. 213.
76
Bkz. Hûd, 11/49; Yusuf, 12/102; Cin, 72/1; ġems, 91/8; Yusuf, 12/4, 5, 43, 100; Sâffât, 37/100-113;
Fetih, 48/27; Nahl, 16/78; Rûm, 30/24.
77
Ökten, Kur‟an‟a Göre Bilginin Kaynakları, s. 213.
78
Hanifi Özcan, Mâturidi‟de Bilgi Problemi, Marmara Ün. Ġlahiyat Fak. Yayınları, Ġstanbul 2005, s. 75;
Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2004, s. 103.
16

Ġnsanı diğer canlılardan ayıran, onu sorumlu kılan temyiz gücü, düĢünme ve anlama
melekesi olarak tanımlanan akıl79 insanın eĢya ve maddeleri kavramasında kullandığı
manevî bir kuvvet ve insan için en büyük nimettir.80 Akıl, insana iyiyi kötüden,
doğruyu yanlıĢtan ayırt edebilme gücü, bilme, anlama, kavrama, idrak etme,
yorumlama, düĢünme, denetleme, yargılama gibi kabiliyetler sunar. Kelam ilmi Ġslam
fırkaları ve mezhepleri içinde akla en büyük değeri veren ilimdir. Bu nedenle akılcı
(rasyonalist) bir yapıya sahiptir. Kelam ilminde akıl, hissin ve madde âleminin ötesinde
kalan hususları inceleyen tamamiyle nazarî ve metafizik olan akıldır. Kelam nassı akla
tabii kılarak aynileĢtirmiĢ ve hatta bazı durumlarda dinî akıldan ibaret görmüĢtür. Nakli
delilin kesinlik ifade etmesi için akla muhalif olmaması gerekir. Akıl, kelam ilmi
tarafından sadece bir bilgi kaynağı olmayıp aynı zamanda dînî ve ahlakî ölçü kabul
edilir. Akıl diğer bilgi kaynaklarının güvenilirliğini sağlamaktadır. Duyular aklın
kontrolü altında çalıĢıp, duyular sayesinde gelen bilgiler aklın süzgecinden geçirilirse
epistomolojik bir öneme kavuĢmuĢ olacaktır.81

Bilgiyi elde etme noktasında kullanılan duyu organları ve aklın sağlamıĢ olduğu bilgiler
ve bu bilgilerin kaynağı bir birinden farklıdır. Her duyu organı kendine has bir bilgi
üretir ve akıl sayesinde idrak edilerek zihinde bilinen bir forma dönüĢtürülür. Duyu
organları ve akıl Ģehâdet âlemi ile ilgili bilgi kaynakları arasında olması hasebiyle akıl
ve duyu organları ile elde edilen bilginin bir sınırı ve hududu vardır. Ancak vahiy,
ilham, ölüm, kabir, ahiret gibi gayb âlemi ile ilgili bilgi vermek noktasında akıl hep aciz
kalmaktadır. Bu konularda dinin bilgi kaynakları; vahiy olarak gönderilen Kur‟an-ı
Kerim ve haber olarak bize kadar ulaĢan Hz. Peygamber (sas)‟in sözleridir.

Tasavvuf literatüründe marifetullah olarak adlandırılan Allah‟ın varlığının ve birliğinin


bilinmesi ve O‟nun tanınması noktasında mutasavvıflar aklın acziyeti üzerinde ittifak
halindedirler. Âciz olan Ģeyler ancak kendi gibi âciz olan Ģeyler konusunda delil olur.
Allah için delil sadece Allah‟tır. Yani Allah‟ın var ve bir olduğunu gösteren delil yine
Allah‟ın kendisidir. Onlara göre akıl sahibi delile muhtaç olduğu gibi akıl da bu konuda
delile muhtaçtır. Çünkü akıl hadis ve mahlûktur. YaratılmıĢ olan bir Ģey sadece kendisi
gibi yaratılmıĢ olan Ģeyler konusunda delil olur. Akıl, insan için sadece kulluğun nasıl

79
Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, DĠA, Ġstanbul 1996, c. 2, s. 242.
80
Mehmet Vural, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011, s. 35.
81
Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yayınları, Ġstanbul 2009, s. 78-79; Özcan,
Mâturidi‟de Bilgi Problemi, s. 159.
17

yapılacağını temin eden bir âlet konumundadır. Kul bu âletle kendisine tanıtılanı tanır.
Akıl doğrudan doğruya ve bizzat Allah Teâlâ‟yı tanıyamaz. Akıl kendisini yaratanı
tanımak ve bilmek noktasında Allah‟ın lütfu hariç dâima aciz kalmaktadır.82 Onlara
göre Allah akılüstü bir varlık olduğundan O‟nu düĢünce ile kavramak ve tanımak
mümkün olmadığı gibi naklî bilgilerle tanımak da mümkün değildir. Mutasavvıflara
göre Allah‟ın varlığı aklî ve naklî delillerle ispata ihtiyaç bırakmayacak kadar aĢikârdır.
Buna “Bedahet delili” adı verilmektedir.83

Hz. Ali (kv), Allah‟ı Allah ile tanıdığını, Allah‟tan baĢkasını da O‟nun nuru ile
tanıdığını dile getirmiĢtir.84 Zunnûn el-Mısrî (ö.245) marifet-i ilahîye nasıl eriĢtiği
hakkında soru sorulduğunda Allah‟ı Allah sayesinde tanıdığını ifade ederek bunun
yaratıcısı olan Allah tarafından kendisine sunulan bir lütuf olduğunu, mâsivayı yani
Allah dıĢındaki Ģeyleri ise Hz. Peygamber (sas)‟den öğrendiğini dile getirmiĢtir.85 Ebu
Bekir Verrak (ö.280), yakîni, kalbin temeli olarak görmüĢtür. Ona göre iman yakîn ile
kemâle erer ve Allah Teâlâ yakîn ile tanınır. Akıl ancak Allah‟ın emir ne nehiylerini
idrak eder.86 Kelâbâzî (ö.380), marifetin husûle gelmesinin hiçbir sebebi olmadığını,
sebebin sadece Allah Teâlâ‟nın kendisini ârife târif ile bildirdiğini, ârifinde O‟nu bu
târif ile bilmiĢ ve tanımıĢ olduğunu söyler.87

Tasavvuf kültüründe gayb âlemi ile ilgili bilgilerin kaynağı Kur‟an-ı Kerim, Hz.
Peygamber (sas)‟in sünneti ve bâtınî bilginin edinildiği kalptir. Ebû Nasr es-Serrac et-
Tûsî (ö.378), her ilmin ya Allah‟ın kitabı Kur‟an-ı Kerim‟de ya Hz. Peygamber (sas)‟in
sünnetinde ya da kendilerine keĢif ve ilham verilen evliyaullahın kalplerinde mevcut
olduğunu söyleyerek mutasavvıflar tarafından ilim, ledunnî bilgi, marifet, yakîn, sır adı
ne olarak adlandırılmıĢ olursa olsun onların gözünde bâtınî bilginin kaynaklarının neler
olduğuna dair iĢaretler vermiĢtir.88

Mutasavvıflar Kur‟an-ı Kerim‟i ilimlerin kaynağı olarak görmüĢ ve onun ihâta ettiği
ilimlerin sayısı hakkında çeĢitli açıklamalarda da bulunmuĢlardır. Ebû Talib el-Mekkî

82
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 93-96.
83
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 93.
84
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 400.
85
Tûsî, el-Lüma‟,s. 105; KuĢeyrî, er-Risâle, s. 402.
86
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 265.
87
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 96.
88
Tûsî, el-Lüma‟, s. 3.
18

(ö.386), Kur‟an-ı Kerim‟in ihtiva ettiği ilimlerin sayısının en azı hakkıda söylenen
24800 ilim ihtiva ettiğini, ayrıca Kur‟an-ı Kerim‟in 77200 ilim ihtiva etiğini söylenler
de olduğunu belirtmiĢtir. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386)‟ye göre her ayetin dört ilmi vardır.
Bunlar; zâhir, bâtın, sınır ve zirvedir. Kur‟an‟daki her kelimenin bir ilme, her ilim de bir
sıfata tekabül ettiğini de dile getirilmiĢtir.89 Ebû Talib el-Mekkî (ö.386) bunların yanı
sıra ilmin hem muhkem hem de müteĢabihten ibâret olup, hakikat ehlinin Allah
Teâlâ‟nın tevfikine daha yakın oldukları için hakikati bulma konusunda zâhir
ulemasından daha baĢarılı olduğunu söylemiĢtir.90

Mutasavvıflar Kur‟an-ı Kerim‟in zâhiri mânâsı dıĢında içerisinde pek çok bâtınî mânâyı
ihtiva ettiğini söylerler. Mutasavıflara göre kiĢi sahip olduğu ya da kazandığı manevî
mertebelere göre bu mânâları anlayabilir. Dil kurallarına, kelimelerin anlamlarına, âyet
ve hadislerle ilgili rivayetlere, akıl ve duyu organları sayesinde elde edilen bilgilere
dayanarak ortaya konulan rivâyet ve dirâyet tefsiri olarak adlandırılan tefsirlerin dıĢında
mutasavvıflar da kendilerine has bir bilgi aracı olarak kabul ettikleri ilham ve mânevî
tecrübelerine göre Kur‟an‟ı yorumlamaya çalıĢmıĢlardır. Kalplerine doğan bâtinî
mânâları kapalı bir üslup, remiz ve iĢaretler yoluyla ifade etmiĢlerdir. Dinî literatürde
mutasavvıflar tarafından bu Ģekilde ortaya konulan tefsirlere iĢâri tefsir denilmiĢtir.
Ancak yapılan bu tefsir çalıĢmaları Kur‟an‟ın zâhiri manasıyla çeliĢtiği iddialarıyla
zaman zaman tenkide de uğramıĢtır. Bu nedenle yapılan bâtinî yorumların zâhiri
manayla çeliĢmemesi, bâtınî mananın kabul edilebilmesi için Ģu dört Ģartı taĢıması
gerektiği dile getirilmiĢtir:91

1.Bâtınî mânânın, Kur‟an lafzının zâhiri mânâsına aykırı olmaması,


2.Başka bir yerde bu mânânın doğruluğuna delil bulunması,
3.Bu mânâya şer‟î ve aklî bir muârızın bulunmaması,
4.Bâtınî mânânın tek mânâ olduğunu ileri sürülmemesi.

89
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 202.
90
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 28.
91
Süleyman AteĢ, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar NeĢriyat, Ġstanbul 1998, s. 19-21; Bir işari tefsirin
kabul edilmesi şartları arasında yukarıda verilen dört şartı taşıması dışında ek olarak iki şartı taşıması
gerektiği de söylenmiştir. Bunların birincisi; tefsir, Kur‟an‟ın lafzının muhtemel olamayacağı ölçüde
zayıf ve ona uzak olmamalıdır. Örneğin “Ve Süleyman (as), Davud (as)‟a vâris oldu” (Neml,27/19)
ayetinin tefsirinde, “İmam Ali‟nin ilimde, peygambere varis olduğunu” söylemek gibi. İkincisi; Tefsir
müslümanların zihinini karıştıracak şüpheler taşımamalıdır. Bkz. Hüseyin Güllüce, Kur‟ân Tefsiri
Açısından Mesnevi, Ötüken NeĢriyatYayınları, Ġstanbul1999, s. 32; Ġsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr
Yayınları, Ankara 2009, s. 347.
19

Kur‟an-ı Kerim‟de; “Hâlbuki onlar (duydukları haberi) Rasul‟e ve içlerinden işten


anlayan yetkili bir kimseye götürselerdi, onların arasından işten anlayanlar, onun ne
olduğunu bilirlerdi”92 buyrulmaktadır. Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), ayette geçen
“istinbât” kelimesinden maksadın ilmi bâtın yani tasavvuf olduğunu, mutasavvıfların
Kur‟an ve sünnetten bir takım istinbâtları bulunduğunu ifade eder. Ona göre ilim de,
Kur‟an da, Hz. Peygamber (sas)‟in hadîs-i Ģerifleri de, Ġslam da, zâhir ve bâtın olmak
üzere iki yönlüdür.93

Zâhir ilmi dünya mülküne mahsus, dünyevi bir ilim, bâtın ilmi ise melekût âleminin
ilmidir. Bâtın ilmi, ahiret azığıyla ilgili bir ilimdir. Dil, dünya mülküne ait zâhiri bir
uzuvdur. Kalpte olan ve lisanla açığa vurulmayan ilim bâtın ilmidir. Ġlim lisan ile
anlatıldığında ise zâhir olur. Bu nedenle dil, zâhir ilminin hazinesi; kalp ise bâtinî bir
varlık, melekût âleminin hazinesi ve bâtın ilminin kapısı olarak görülmüĢtür.94 Bâtın
ilminin, zâhir ilmine üstünlüğü melekût âleminin dünya mülkünü ihtiva eden âleme olan
üstünlüğü gibidir. Bâtın ilminin zâhir ilmine üstünlüğü kalbin dile olan üstünlüğüdür.
Hasan-ı Basrî (ö.110) Allah Resulü (sas)‟nün Ģöyle buyurduğunu rivayet eder : “İlim iki
türlüdür. Kalpte olan bâtın ilmi ki, asıl faydalı olan budur”.95

BiĢr b. Hars (ö.227) bize nakletti ki veya bize haber verdi ki Ģeklindeki ifadelerin dünya
ilminin kapıları olduğu söyler. Bu sebeple hadis rivâyet etmeyi ahiret azığı olarak
görmez.96 Halil b. Ahmed (ö.175) ilmin, kitaplığın ihtiva ettiği mâlumat olmadığını,
hakiki ilmin kalbin kavradığı bilgi olduğunu söyleyerek bâtın ilminin zâhir ilminden
üstün olduğunu dile getirmiĢtir.97 Ġbrahim Havvas (ö.291), rivâyet çokluğu ile ilim
olmayacağını, âlimin, ilmi az bile olsa ilme tabii olan, bilgisini tatbik eden ve sünnete
tabii olan kimselerden ibaret olduğunu belirtir.98 Ebu Yezid (ö.?), âlim olan kiĢinin
Allah‟ın Kitabı‟nı ezberleyen sonra da unuttuğu zaman cahil sayılan kimse olmadığını,
aksine âlimin, ilmini dilediği vakit ezberleme ve öğrenme olmaksızın Rabbinden alan
kimse olduğunu söyler.99

92
Nisâ, 4/83.
93
Tûsî, el-Lüma‟, s. 24.
94
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 269.
95
Dârimî, Mukaddime, 33; Ġbn Abdilber, Beyani‟l-Ġlm, 1/190-191; Ġbn Ebî ġeybe, el-Musannef, 8/133;
Münzirî, et-Terğîb ve‟t-Terhîb nr. 140; Zebidî, Ġthâfü‟s-Sâde, 1/349.
96
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 90.
97
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 58.
98
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 128.
99
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 410.
20

Mutasavvıflar bâtınî ilim olarak ifade edilen marifetin zâhiri ilme olan üstünlüğünü
birçok kere dile getirmiĢlerdir. Hz. Ömer (ra) vefat ettiği zaman Ġbni Mesud (ra)‟un
Ģöyle dediği rivâyet edilmiĢtir: “Zannederim onunla beraber ilmin onda dokuzu
gitmiştir.” Bunun üzerine çevresindekiler Ģöyle dediler: “Sahâbe‟nin büyük bir
ekseriyeti aramızda bulunurken nasıl böyle dersin?” Dedi ki: “İlim ile kastettiğim, sizin
murad ettiğiniz ilim değildir. Benim kastettiğim ilim marifet ilmidir.” Ġbn Mesud (ra) bu
sözüyle, mâlumat ile oluĢan ilmin hakiki ilim olmadığı ortaya çıkmaktadır. O, yine
marifet ilmini mâlumat ilminden on kat üstün görmüĢtür.100

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), zâhir ehli olarak adlandırılan kiĢilerin Kur‟an-ı Kerim‟in
zâhiri mânâsına dayanarak O‟nun zâhiri hükümlerini bildiklerini, bu hükümler zâhir
ilmine sahip olanlar bakımından huccet teĢkil ettiğini dile getirir. Kalbi ise imanla
nurlanmıĢ bir fakih olarak görür ve meselelere onunla bakılacağını söyler. Allah
Teâlâ‟nın gizli olan bâtınî hükmü de kalbin bâtınî ilmi sayesinde ortaya çıkar. Kalbin
bâtınî ilmi, imanın hakikatinden ibaret olup faydası da sadece bâtınî ilim ehline
mahsustur.101

Hal sahibi ve gönül ehli olarak ifade edilen tasavvuf erbabı bulundukları hal ve
makamlara göre Kur‟an-ı Kerim‟den ve Hz. Peygamber (sas)‟in hadîs-i Ģeriflerinin
zâhirinden, bâtini manalar, hikmetler, sırlar ve hükümler çıkarmıĢlardır. Zâhir ehlinin
hükümlerinde farlılık olabildiği gibi bâtın ehlinin hükümlerinde de farklılık olabilmekle
birlikte değiĢik fikirler de öne sürenler olmuĢtur. Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378),
zâhir ehlinin görüĢ ayrılığı yanlıĢ ve hatalı hükme götürmesine karĢın, bâtın ilmi
konusundaki farlılığın yanlıĢa götürmeyeceği, hal sahibinin ortaya koyduğu bu
hükümler, bâtın ilmindeki faziletler, güzellikler, yücelikler, haller, ahlak, makam ve
derecelerden kaynaklandığını söylemiĢtir. Ortaya konulan hükümlerdeki farklılıkların
Ģeriata, Kur‟an ve sünnettin hükümlerine karĢı olmaması gerektiği sufiler tarafından
açık bir Ģekilde defalarca ifade edilmiĢtir.102

Ġmanın, sevgi ve nefretin, iyi ve kötü duyguların, anlayıĢ, duyuĢ, seziĢ yeteneklerinin
kaynağı olduğu kabul edilen insanın manevî varlığının merkezi olan kalp103 tasavvuf

100
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 39.
101
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 392.
102
Tûsî, el-Lüma‟, s 111.
103
Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c. II, s. 1558.
21

kültüründe keĢf ve ilham ile meydana gelen manevî ve iç tecrübeyle elde edilen en
genel anlamıyla marifet olarak adlandırılan bilginin kaynağıdır. Ebû Talib el-Mekkî
(ö.386), kalbi gayb hazinelerinden bir hazine olarak tarif etmiĢtir.104

Kur‟an-ı Kerim‟de kalp ile ilgili “Onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar
anlamazlar”,105 “Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru
olduğunu) bilmezler”,106 “Onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve
kulaklarına bir ağırlık veririz”,107 “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar;
gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler”,108 “(Sana karşı
çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri
ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki
kalpler kör olur”109 buyrulmaktadır. Yukarıda belirtilen ayetlerde kalbin vücutta kan
dolaĢımını sağlayan bir organın yapmıĢ olduğu fiziksel bir iĢlevden ziyâde, anlama,
bilme, kavrama ve düĢünme gibi manevî iĢlevlere sahip bir organ olarak
zikredilmektedir. Nitekim bu özelliklerin hepsi insanı diğer canlılardan ayıran temel
özelliklerdendir. Ġlahî hitâba muhatap olan insanın yaratıcısına karĢı olan yükümlük ve
sorumluluklarını yerine getirme noktasında kendisine doğuĢtan verilen, anlama, bilme,
kavrama ve düĢünme yetisine sahip aklını kullanması âĢikadır. Dinin, hayatın, bilincin,
aklın ve niyetin merkezinde olan ve yukarıdaki ayetlerde de belirtildiği gibi idrak etme,
bilme ve kavrama aracı olan kalp ilahî hitâba muhatap, yükümlü ve sorumlu
tutulmaktadır.110

Hz. Peygamber (sas) mümimin kalbini tarif ederken Ģöyle buyurmuĢlardır: “Onun kalbi
saf ve parlaktır”.111 Hz. Peygamber (sas)‟e “Hangi mümin daha üstündür?” diye
sorulunca Ģu Ģekilde karĢılık vermiĢtir: “Kalbi temiz olan her mümin”. Kalp
temizliğinden neyi kastettiği sorulunca ise verdiği karĢılık Ģöyle olmuĢtur: “O, öylesine
muttaki ve saftır ki, onda ne kötülük, ne haksızlık, ne kin, ne de hased bulunur.”112

104
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 394.
105
Tevbe, 9/87.
106
Tevbe, 9/93.
107
Ġsrâ, 17/46.
108
A‟râf, 7/179.
109
Hac, 22/46
110
Süleyman Uludağ, “Kalp”, DĠA, Ġstanbul 1996, c. 24, s. 229; Wiliam C.Chittick, Tasavvuf Kısa Bir
Giriş (Çev. Turan Koç), Ġz Yayıncılık, Ġstanbul 2008, s. 44.
111
Ġbni Hanbel, Müsned/III.
112
Hakîm et-Tirmizî, Hatmu‟l-Evliyâ (Veliliğin Sonu) (Çev. Salif Çift), Ġnsan Yayınları, Ġstanbul 2008, s.
138.
22

Ayrıca Hz. Peygamber (sas) baĢka bir hadîs-i Ģeriflerinde kalbi vasfederken Ģöyle
buyurmuĢtur: “Kalpler dört çeşittir: Bir kalp vardır ki içinde yalnızca ışık saçan bir
çerağ (kandil) vardır. Bu müminin kalbidir.”113 Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), müminin
kalbinde bulunan bu kandilin dünya hayatında zühd ile süslenmesi ve hevadan
uzaklaĢması ile yandığını, ayrıca kalbin içinde ıĢık saçan bu kandilin, kalbin gaybı
görmesini sağlayan yakîni imanın nuru olduğunu belirtir.114 Kelâbâzî (ö.380), Ġslam
nuru ile kalbi açılan, gönlünü Rabbine veren, kalbi ile Hakk‟ı müĢâhede eden, içi saf
olan, Rabbine sığınan, O‟na yakın olunca yanıp tutuĢan uzak kalınca feryat eden kiĢiye
mümin denildiğini belirtir.115

Bir kimse dünyayı terk eder, ona rağbet etmez ve ondan yüz çevirirse, Allah o kulun
sırrını ve ruhunu saf, kalbini nurlu kılar. Hz. Peygamber (sas) “İçine nur giren kalb
açılır ve genişler” buyurmuĢtur. Ya Resulullah, bunun alameti nedir? diye sorulunca,
“Yalan dünyadan uzaklaşmaya, ebedî olan ahiret yurduna gönül vermek ve gelmeden
evvel ölümü hazırlamaktır”116 diye cevap vermiĢtir. Hz. Peygamber (sas) dünyadan
uzaklaĢanların kalblerini Allah‟ın nurlandıracağını bu hadîis-i Ģerifiyle haber
vermiĢtir.117

Kalplerini Allah‟ın nuru ile nurlandırmak isteyen kulların, ruhlarını ve kalplerini meĢgul
edecek dünyevî meĢgalelerden, kötülük, kin, nefret, kıskançlık, kibir gibi kötü
huylardan arındırmaları gerekir. Kalp, erdem sahibi olmakla, tefekkürle ve Allah‟ı
zikirle uyanır, keskinleĢir.118 KiĢi ruhunu ve kalbini tezkiye ederek Allah ile manevî
olarak irtibat kurabilir. Bu irtibatın sağlıklı ve sıhhatli olabilmesi için kul önce maddî
temizlik unsurlarını yerine getirmeli daha sonra da manevî yönden temizlenme çabasına
girmelidir. Kalbin dünya ile ilgili her türlü duygu ve düĢünceden temizlenmesi uzun
uzadıya bir nefs mücâdelesini gerektirir. Nitekim kalp temiz olmadan marifet sahih
olmaz.119

113
Ġbni Hanbel, III/17.
114
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 328.
115
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 121.
116
Hâkim, Müstedrek, Rikâk, 20, c.4, s.346, h.no:7863.
117
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 55.
118
Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, TimaĢ Yayınları, Ġstanbul 2010, s. 23.
119
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 423.
23

1.2.2. Marifet-Amel ĠliĢkisi

KuĢeyrî (ö.465), insanda mevcut olan hususları tasavvuf açısından fiil, huy ve hâl olmak
üzere üç kısma ayırmıĢtır. Fiil, insanın kendi iradesiyle gerçekleĢtirmiĢ olduğu ibadet,
taat ve amellerdir. Huy, insana doğuĢtan verilen mücâhede ve riyâzet ile değiĢen
özelliklerdir. Hal ise manevî ve ruhî duygu ve heyecanların ifade edilmesidir. Yapılan
amelin temizliği nisbetinde saf olur ve baĢlangıçta insanın iradesi dıĢında meydana
gelir. Haller vecd, cezbe, sekr, istiğrak, kabz ve bast gibi dînî his ve heyecandan ibaret
tasavvufun hissiyat yönünü ifade eden mistik haller; marifet, ilham, irfan, keĢf, yakîn,
hakikat, firaset gibi bilgiye ulaştıran haller olarak ikiye ayrılır. Bu hallere sahip olan,
iradesiyle amel ve ibadet eden, kötü huylarını değiĢtiren ve güzel huylar edinen bir
kimsede önce vecd ve cezbe gibi mistik haller zuhur eder. Sonra bu hallerin içinde
marifet ve irfan adı verilen mistik bilgiler meydana gelir. Dini heyecan, manevî bir
tecrübe; irfan ise bu tecrübe ile öğrenilen manevî bilgilerdir. Ġrfan amelin içinden doğar.
Mistik haller ahlâka, ahlâk ise irâde ile yapılan amel, ibadet ve fiile dayanmaktadır. Fiil
ve ahlâka şeriat, hallere ise hal ilmi ya da ilm-i ahvâl olarak adlandırılan tasavvuf
denilir. Tasavvufun temeli Ģeriattır. Mistik haller, Ģeriatın yapılmasını istediği amel,
ibadet ve ahlâka dayanırsa bir değer ve anlam ifade eder. Aksi halde Ġslam tasavvufu ile
diğer mistik cereyanlar arasında bir fark kalmamıĢ olur. Bu duruma dikkat eden
mutasavvıflar Ģeriatla tasavvuf arasındaki sıkı irtibatı belirtme notsasında çok fazla söz
söylemiĢlerdir.120 Bunlardan bazıları Ģöyledir:

“Şeriat beden, tasavvuf ruhtur.


Şeriat lafız, tasavvuf mânâdır.
Şeriat şekil, tasavvuf muhtevâdır.
Şeriat deniz, tasavvuf denizdeki incidir.
Şeriat süt, tasavvuf sütten çıkan kaymaktır.
Şeriat ağaç, tasavvuf da bu ağaçta zuhûr eden meyvedir.
Şeriat temeldir, tasavvuf ise binadır. Temelsiz bina olmaz ama binasız temel olabilir.
Fakat temelden maksat da üzerine bina yapmaktır.
Şeriat ağacında bitmeyen hal, vecd ve marifet meyvelerine itibar edilemez. Onun için
şeriatsız tasavvuf düşünülemez. Fakat tasavvufsuz şeriat düşünülebilir. Zira bir ağaç

120
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 51.
24

meyve vermese de ağaçtır; ama bir meyvenin vücuda gelebilmesi için mutlaka bir
ağacın bulunmasına ihtiyaç vardır. Lakin ağacın kemâl hali de meyveli olma hâlidir.
Bundan dolayıdır ki, İslam‟da şeriat herkes için mecburi olduğu halde, tasavvuf ve
tarikat ihtiyaridir. Çünkü tasavvuf bir kemâl hâlidir. Buna herkesin gücü yetmez.”121

Mutasavvıflar Ģeriat ve tasavvuf arasındaki iliĢki ile ilgili olarak Ģeriat temeline dayanan
manevî tecrübe sayesinde elde edilmiĢ her türlü mistik bilginin doğruluğu ve kesinliği
noktasında dayandıkları iki temel kaynaktan bahsetmiĢlerdir. Bunlar Allah Teâlâ‟nın
ilahî kitabı Kur‟an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sas)‟in sünnetidir. Bu iki temel kaynağa
dayanmayan her türlü bilginin doğru olmadığı defaatle dile getirilmiĢtir. Sehl b.
Abdullah (ö.283)‟a göre Kitap ve sünnetin kabul etmediği her türlü vecd ve keĢif
bâtıldır.122 Ebu Süleyman Daranî (ö.215) hakikate ait bazı keĢfi bilgilerin, kırk gün
süreyle kalbini kapladığını ve iki Ģahid olmadan onların gönlüne girmesine izin
vermediğini belirtir. O iki Ģahid: Kitap ve sünnettir.123

Ebu Said Harraz (ö.277), zâhire muhalif olan her bâtının bâtıl olduğunu; 124 Ebu‟l-Abbas
Dineverî (ö.340), zâhir dili, bâtının hükmünü değiĢtirmeyeceğini; 125 Zunnûn el-Mısrî
(ö.245) müttaki olan kimsenin dıĢ yüzünü (zâhirini) Ģeriatın ahkâmına karĢı çıkmak ve
muarız olmakla, iç yüzünü (bâtınını) ise illetli (helal olması Ģüpheli) olan Ģeylerle
kirletmeyeceğini ve dâima Allah ile uygunluk mevkiinde bulunduğunu;126 Seriyyu‟s-
Sakâtî (ö.257), sufideki marifet nurunun takva nurunu söndürmeyeceğini, ondaki bâtınî
ilmin, ayetlerin ve hadislerin zâhiri manalarına zıt olmayacağını, sufinin sahip olduğu
kerametlerin Allah‟ın mahremiyet perdelerini yırtmasına sebep olmayacağını127
söyleyerek Ģeriatla tasavvuf arasında bir zıtlık bulunmadığını, Ģeriat ve hakikatın
arasındaki iliĢkinin birbirlerine muhalif olmadıklarını dile getirmiĢtir.

ġeriata ve vera„ esasına göre hareket etme, haramlardan uzak kalma tasavvufun hakiki
amel yönüdür. Marifet, bâtınî ilim ve kerametler de hakikat yönüdür. Hakiki bir

121
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 51.
122
Tûsî, el-Lüma‟, s. 105.
123
Tûsî, el-Lüma‟, s. 105; Ebu Sülemyan Darani‟den bu konu hakkıda Ģöyle bir rivayet daha vardır:” Nice
defalar sufiler taifesine mahsus bir nükte ve hikmet kabime düşer de Kitap ve Sünnet‟ten iki adil şahit
bunun doğruluğuna şahitlik etmedikçe, bunları günlerce kabul etmem” Bkz. KuĢeyrî, er-Risâle, s. 109.
124
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 125.
125
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 141.
126
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 201.
127
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 24.
25

tasavvufta hakikat unsuru, amel unsurunu hükümsüz hale getirmez.128 Fıkıhsız bir
tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fasıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zâhir ve
bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir. Ahmet Rifaî (ö.578), tarikatın, ayn-ı
Ģeriat, Ģeriatın da ayn-ı tarikat olup ve aralarındaki farkın lafızlardan ibâret olduğunu
dile getirmiĢtir.129 Ayrıca bu konu hakkında Ġbn Ata (ö.309)‟nın Ģöyle dediği rivâyet
edilmiĢtir: “Senden Allah ve sıfatları ile ilgili bir şey sorulursa onu ilim sahasında ara.
Eğer orada bulamazsan hikmet meydanında ara. Eğer orada da bulamazsan aradığın
şeyi tevhit akidesi ile ölç. Bu üç yerde de bulamazsan, öyle meseleyi götür şeytanın
yüzüne çarp”.130 Mutasavvıflar zâhir ve bâtın arasındaki uyum ve tutarlılığı ortaya
koymaya çalıĢmıĢlardır. Ġslam‟ın zâhiri hükümlerine ve temel esaslarına aykırı olan
herhangi bir bâtınî ilmi kabul etmemiĢlerdir. Bâtın iliminin zâhir ilminden daha üstün
olduğunu dile getirmekle beraber, bâtın ilminin dayanak ve temel esasının Kur‟an ve
sünnet olduğunu bildirmiĢlerdir.

Mutasavıflar kulun yapmıĢ olduğu ibadet ve amelleri zâhir ve bâtın olarak ifade
etmiĢlerdir. DıĢ organlarla yapılan ve gözle görülen abdest, namaz, zekât, oruç, hac gibi
ibadetlerle; had cezaları, boĢanma, köle azat etme, alıĢ-veriĢ, miras hukuku, kısas ve
benzeri ahkâm konuları zâhiri amellerdendir. Tasdik, iman, yakîn, sıdk, ihlas, marifet,
tevekkül, sevgi, rıza, zikir, Ģükür, inâbe, takva, murâkabe, düĢünce, itibar, havf ve reca,
sabır, kanaat, teslimiyet, tefviz-i umur, kurb, Ģevk, vecd, vecel, hüzün, nedm, hacel,
tâzim, iclal ve heybet gibi kalbî ameller, manevî hal ve makamlar batîni
amellerdendir.131

Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), zâhir ve bâtın amellerin her birinin kendine göre bir
ilmi, anlayıĢı, açıklaması, yorumu, her birinin sıhhatini kanıtlayan Kur‟an ve sünnetten
delilleri bulunduğunu ifade eder. Bunları bilene âlim, bilmeyene de câhil denilmiĢtir.
Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), ilm-i bâtın terimini bâtın organlarda meydana gelen
amellerin ilmi, ilm-i zâhir terimini ise dıĢ organlarda meydana gelen amelleri öğreten
bir ilim olarak ifade ederek ilim ve amel iliĢkisinin bağını ortaya koymaktadır. Kur‟an-ı
Kerim‟de “Allah size nimetlerin zâhir (görüneni) ve bâtınını (görünmeyenini) ihsan

128
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 24.
129
Tûsî, el-Lüma‟, s. 454.
130
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 127.
131
Tûsî, el-Lüma‟, s. 23, 549.
26

etmiştir”132 buyrulmaktadır. Zâhiri nimet, Allah‟ın zâhir organlardan zuhûruna imkân


verdiği taat ve ibadetler, bâtınî nimet ise Allah‟ın kalbe ihsanları ve kalbte meydana
gelmesini sağladığı manevî haldir. Bu nedenle Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378),
zâhiri ve bâtını bir birinden ayırmanın mümkün olmadığını, ancak birbirini tamamlayan
iki unsur olduğunu belirtir.133

Ulema insanın Allah hakkındaki sıhhatli bilgisine marifet derken, sufiler insanın Allah
ile olan sıhhatli muamelesine (hâline) marifet derler.134 Bu nedenle marifeti ilimden
üstün görmüĢlerdir. Sıhhatli hal için sıhhatli ilim gereklidir. Sıhhatli ilim sıhhatli hal
değildir. Nitekim Allah hakkında âlim olmayan, O‟nun hakında ârif olmaz. O‟nu
bilmeyen O‟nu tanımaz. Fakat ârif olmayan bir kimse âlim olabilir.135

Kalbin ve ruhun nefs ile mücâdelesindeki en önemli araçların baĢında yapılan ibadetler
gelmektedir. Ġbadetler kendi bünyeleri içerisinde hem maddî hem de manevî özellikleri
barındırmaktadırlar. Mutasavıflar ibadetlere çok fazla önem vermiĢ, zâhiri ahkâmından
ziyâde bâtınî tarafı olarak ifade edilen ruhu ve özü üzerinde durmuĢ, sembolik olarak
edâ edilen ibadetlere çeĢitli anlamlar yüklemiĢlerdir.136 Ġbadetlere yüklenen bu
anlamaların temelinde kulun Allah ile olan sıhhatli ilmi ve hâli, yaratıcısı olan Allah
tarafından kalbine lütfedilen manevî tecellîler bulunmaktadır.

KuĢreyrî (ö.465), ârifin Allah ile olan iliĢkisini nasıl sıhhatli hale getireceğini ve
marifetin nasıl hâsıl olduğunu Ģu Ģekilde dile getirir: “Kişi Hakk Subhânehu ve Teâlâ‟yı
önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hakk ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere
bulunur. Sonra kötü huylardan ve huylara ait âfetlerden temizlenerek arı hâle gelir.
Daha sonra Hakk‟ın kapısında uzun uzadıya bekler ve dâimi surette kalbi ile itikâf
halinde bulunur. Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak Allah Telâlâ‟dan güzel bir
teveccühe nâil olur. Allah onun bütün hallerinde sıdk üzere olmasını sağlar, o kimseden
nefsin hevâcis ve havâtırı kesilir, (nefs ona arzu izhar etmez hâle gelir), o kimse
kendisini Allah‟tan başkasına davet eden hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir.
Böylece kul; halka yabancı, nefsinin afetlerinden berî ve uzak olur. Allah‟tan başkası ile
sükûnet ve huzur bulma ve Hakk‟tan gayrisini mülâhaza etme durumundan temizlenir.
132
Lokman, 31/20.
133
Tûsî, el-Lüma‟, s. 24.
134
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 62.
135
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 398.
136
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 64.
27

Sırren ve rûhen Allah Teâlâ ile münacatı devam eder, her lahza Allah‟a dönüşü
tahakkuk ettirir. İlahî kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dâir olan
sırları Hakk Subhânehu ve Teâlâ‟nın târifi ve tâlimi ile alır. İşte o zaman böyle kimseye
ârif denir. Onun bu hâli ise marifet ismini alır.”137

Tasavvuf hal ilmidir ve temeli Ģeriattır. Hal, manevî tecellîlerin dıĢa yansıması,
amellerin mirası ve neticesidir. Ameli sağlıklı olandan baĢkası bu hallere varis
olamaz.138 Tasavvuf amel ve ilim olmak üzere iki yönlüdür. Ġbadet, taat, takva, vera‟ ve
ahlak adı da verilen “amel” tasavvufun baĢlangıç ve hareket noktasıdır. Marifet, irfan,
keĢf, hikmet, sır ve hakikat adı verilen “ilim” tasavvufun gayesidir. Zühd ve riyazet
esasına göre hareket eden mutasavvıfın kalp tasfiyesi neticesinde ruhuna, “marifet” adı
verilen manevî tecellîler doğar. Bu nedenle amel sebep, marifet ise amelin neticesidir.
ġeriata ve vera‟ esasına göre hareket etme, haramlardan uzak kalma tasavvufun amel
yönüdür. Marifet de baĢka bir yönüdür.139

Yapılan her ibadetin manevî yönden temizliği nispetinde kiĢiye Allah tarafından ihsan
verilir ve kiĢinin kalbinde manevî tecellîler ortaya çıkar. Bu tecellîler yapılan amelin
içinden doğar. Bu manevî tecellîler kiĢinin içinde bulunduğu hale, yapılan ibadet, amel
ve fiile dayanmaktadır. Bu tecellîlere tasavvuf literatüründe marifet denilmektedir.
Marifetin ortaya çıkması amele bağlıdır. Temizlik, namaz, oruç, zekât ve hac
ibadetlerinin edâ edilmesinde zâhirî Ģartlar olmakla birlikte ve bu Ģartlar her bir ibadet
için farklılık göstermektedir. Her bir Ģart o ibadetin bâtinî hedefe ulaĢmasında bir takım
hikmetler ve sırlar gizlemektedir. Bunların ortaya çıkması marifetle, marifet ise hal ile,
hal ise yapılan ibadetin saflığıyla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tassavvuf kültüründe
ilim ve amel birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak görülmektedir.

137
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 398.
138
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 130.
139
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 24.
28

ĠKĠNCĠ BÖLÜM

ĠBADETLERĠN TASAVVUFÎ YORUMLARI

2.1. TASAVVUF VE ĠBADET

Allah Teâlâ insanın boĢ yere yaratılmadığını,140 baĢıboĢ bırakılmayacağını141 ve insanı


kendisine kulluk yapması142 için yarattığını buyurmaktadır. Ġnsanın yaratılmasındaki
amaç kendisini yaratan Allah‟a karĢı kulluk vazifesidir. Hz. Peygamber (sas) ve Cebrail
(as) arasında geçen Cibril hadisi Ģeklinde meĢhur olan hadîs-i Ģerif Ġslam dinini iman,
Ġslam ve ihsan Ģeklinde üç boyutlu ele alarak özlü bir tanım yapmıĢtır. Ġslam dininde
kulluğun bir göstergesi ve dıĢa yansıması olan ibadetler iman esaslarından sonra dinin
amelî boyutunu temsil eden Ġslam kavramı içerisinde yer almaktadır.

Ġslam dininde ibadetlerin Ģekilsel dînî ritüeller olarak dıĢa yansıyan zâhiri tarafı ile ilgili
hükümler fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir Ģekilde ele alınıp incelenmiĢtir. Ġbadetleri
sadece zâhiri yönleri bakımından tek taraflı Ģekle bağlı bir değerlendirmeye tabii tutmak
mümkün değildir. Ġbadetler kendi bünyeleri içerisinde hem maddî hem de manevî
özellikleri barındırmaktadırlar. Mutasavvıflar ibadetlerin mahalli olan beden ve onun
âzâlarındaki sûretinden ziyade bâtinî yönü, ruhu ve özü üzerinde durmuĢ, sembolik
ritüleller barındıran ibadetlere çeĢitli anlamlar yüklemiĢlerdir. Her mutasavvıf içinde
bulunduğu hâle ve makama göre gerek ibadetlerin tanımı noktasında gerekse de
ibadetlerin edâ edilmesi sırasında yapılan ritüeller noktasında farklı açıklamalar
yapmıĢlardır. Mutasavvıfların ibadetlere yapmıĢ oldukları îzah ve açıklamalar, ibadetleri
bir takım eylemlerin belli baĢlı kurallara uyarak gerçekleĢtirilen, alıĢkanlık ve âdet
haline getirilen Ģekilsel görünüĢün dıĢına çıkararak tasavvuf kültüründe kabul edilen ve

140
Mü‟minûn, 23/115.
141
Kıyamet, 5/36.
142
Zâriyât, 51/56.
29

mûteber olan gerçek ibadet özelliklerine sahip, gayesi olan, Ģuurlu, hisli ve heyecanlı
eylemler haline getirmiĢtir.143

Dinî literatürde ibadet kavramı genel ve özel olmak üzere iki Ģekilde ifade edilir. Genel
anlamda, Ġslam‟ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlü her bir mükellefin yaratıcısı
olan Allah‟ın rızasını ve hoĢnutluğunu kazanmak maksadıyla kendi iradesiyle yaptığı
davranıĢ, niyet, söz vb. her türlü eylemdir. Fert ve toplum yararına yapılan her olumlu
davranıĢ dînî ve manevî bir anlam kazanarak ibadet sayılır. Özel anlamda mükellefin
yaratıcısına sevgi, saygı ve boyun eğmesini simgeleyen, Ġslam‟ın temel Ģartlarını
oluĢturan namaz, oruç, zekât ve haccın yanı sıra kurban, itikâf, dua, Kur‟an okuma,
hayır ve infakta bulunma, adak, yemin, kefaret gibi özel bir takım dinî davranıĢları ifade
eder.144

Tasavvuf kültüründe ibadet kavramı kulun yaratıcıya vuslatı noktasında hem yapmıĢ
olduğu eylemler hem de kazanmıĢ olduğu hal ve makamlar ile birlikte değerlendirilip
Cibril hadisinde olduğu gibi üç boyutlu olarak ele alınarak ibadet, ubûdiyyet ve ubûdet
kavramları olarak ifade edilmiĢtir. Mutasavvıflar bu üç kavramı farklı açılardan tedrîci
bir aĢamaya tabii tutarak Ģekilden mânâya, mânâdan hakikate nasıl eriĢileceği hakkında
çeĢitli îzah ve yorumlarda bulunmuĢlardır.145

Bu kavramlar hakkında yapılan birinci tedricî değerlendirme kulun ilmî derecesine göre
yapılmıĢ, ibadetin ilme‟l- yakîn sahibi olan kiĢilere; ubûdiyyetin ayne‟l-yakîn sahibi
olan kiĢilere son olarak da ubûdetin Hakka‟l-yakîn sahibi kiĢiler için olduğu ifade
edilmiĢtir. Bu kavramlar hakkında yapılan baĢka bir tedricî değerlendirme ise Allah‟a
doğru yolculuk olarak adlandıran seyru sülûkte kulun manevî hal ve makamına göre
yapılmıĢtır. Yapılan bu sıralamada birinci dereceyi oluĢturan ibadet müminlerin avamı,
ikinci dereceyi oluĢturan ubûdiyyet müminlerin havâsı, üçüncü dereceyi oluĢturan
ubûdet ise havâsın havâsı içindir.146

143
Hucvirî, Keşfü‟l-Mahcûb, s. 64; M. Mustafa Çakmaklıoğlu, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu, Hitit Kitap
Yayınları, Ankara 2009, s. 21.
144
Abdullah Kahraman, Ahmet Yaman, Fahrettin Atar vd., İslam İbadet Esasları, EskiĢehir 2010, s. 4;
Ferhat Koca, “Ġbadet”, DĠA, c. 19, s. 240.
145
KuĢeyrî, er-Risâle, s.280-282.
146
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 282.
30

Ġbadetlerin Ģer‟î ahkâm içerisinde sınırları belirlenmiĢ ve fıkıh kitaplarında ayrıntılı


olarak ele alınmıĢtır. Bazı ibadetler beden uzuvları ile yapıldığından dıĢa yanısıyan
zâhiri bir tarafı bulunmaktadır. Ubûdiyyet, nefsin heva ve hevesine uymaktan sakınarak,
nefsi temennilerle oyalanmaktan kurtarıp Rabbinin emir ve hükümlerine riâyet ederek
nefsini kölelikten kurtarıp Allah‟a gerektiği gibi kul olmaktadır. Amel derecesinden hal
derecesine yükselmektir. Bu da elden çıkana sabredip, mevcut olan hükme rıza
göstermekle olur. Ubûdet Allah‟ı sevmek, Allah‟tan utanmak, korkmak ve Allah‟ı
yüceltmek için yapılan kulluktur. Ubûdiyyet ibadetten, ubûdet de ubûdiyyetten daha
üstün görülmüĢtür. Ġbadet beden ile yapılır ve Ģer‟î ahkâm yerine getirilir. Ubûdiyyet
ruh ile yapılır ve hükme razı olmayı gerektirir. Ubûdiyyet kader karĢısında irâdeyi terk
ederek amel derecesinden hal derecesine yükselmektir. Ubûdetin mahalli sır olarak
nitelendirilmiĢtir.147

Tasavvuf kültüründe kul ile kulluk arasındaki münâsebet önemli bir yer teĢkil
etmektedir. Kulun yaratıcısı olan Allah‟ı bilmesi ve O‟nu tanıması, yaratıcısı
karĢısındaki konumunu bilmesi açısından son derece önem arzetmektedir. Ġbni Abbas
Zâriyât suresinin 56. ayetindeki “bana kulluk etsinler” tabirini beni tanısınlar Ģeklinde
tefsir etmiĢtir.148 Kulluk Allah‟ın her dâim kulun Rabbi olduğunu, kulun da her dâim
O‟nun kulu olduğunu bilmesini gerektirir.149

Kulun yaratıcısı olan Allah‟a karĢı kulluk vazifelerini yerine getirmede üzerine
yüklenen ve yapmakla mükkellef olduğu bir takım eylemler vardır. Kulluk vazifesinin
îfâsı noktasında yapılması gereken hususlar Cibril hadisinde belirtilen hususların sırası
ile yerine getirilmesini zorunlu kılmaktadır. Cibril hadisinin birinci kısmında belirtilen
iman hakikatlerine iman eden kul, mümin ve Müslüman vasfını elde eder. Mümin ve
Müslüman vasfına hâiz olan kul hadis-i Ģerifin ikinci kısmında belirtilen kulluk
vazifelerinin dıĢa yansıması diyebileceğimiz eylemleri yerine getirerek ibadetlerin edâ
edilmesi noktasında üzerine düĢeni yapmıĢ olur. En sonunda ise yerine getirmiĢ olduğu
amelî hükümleri ihsan noktasında yapmaya gayret edecektir.

147
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, s.667; Tirmizî, Hatmu‟l Evliyâ, s. 72; KuĢeyrî, er-
Risâle, s. 280.
148
Tûsî, el-Lüma‟,s. 533.
149
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 280.
31

Ġlahî emirler doğrultusunda bir yaĢam sürdürmenin, sorumluluk bilinci içinde kendisine
yüklenen emir ve yasakları yerine getirmenin, yaratıcısı katında sevilen bir kul olmanın
ilk Ģartı iman hakikatidir. Kulun yapmıĢ olduğu amel ve ibadetlerin kabul olma Ģartının
ancak iman ile olacağı Kur‟an-ı Kerim‟de bildirilmiĢtir.150 Çünkü iman, amellerin
temeli olarak görülmüĢtür.151

Kulun imanını koruyarak onu somut hale getirme noktasında yapmıĢ olduğu ibadetlerin
nihâi amacı yaratıcısının hoĢnutluğunu kazanma çabasıdır. Kulluğun yaratıcıya karĢı
sevgi ve muhabbetle yapılması ona bir anlam kazandıracaktır. Bu da ancak Allah‟ı
tanıma yani marifetle mümkün olmaktadır.152

Mutasavvıflar kulluğun gereği yerine getirilmesi Ģer‟an zorunlu olan ibadetlerin fıkhın
çerçevesinde belirlenmiĢ Ģekilsel boyutu dıĢında daha çok manevî boyutu üzerinde
durmuĢlardır. Bu konu ile ilgili ele aldıkları kavramlar ve kavramlara yüklenen anlamlar
ibadetlerin Ģekilsel tarafından ziyâde bâtinî tarafı üzerinde yoğunlaĢarak ibadetlerin özü
ve ruhu üzerinde ağırlık kazanmıĢtır.

Ġbadetlerin Ģer‟î olarak belirlenmiĢ Ģartlarına riâyet edilerek edâ edilmesi bütün
müminlerin mükellef tutuldukları vazifelerdir. ġer‟î olarak emredilen hususları yerine
getirmek ve haramlardan sakınmak sayesinde kul ebedî cennet ile müjdelenmiĢ veya
ebedî cehennem ile korkutulmuĢtur. Tasavvuf kültüründe kulun mükellef tutularak
yapmıĢ olduğu ibadetlere bir karĢılık veya mükâfat umması mutasavvıflar tarafından
tenkîde sebep olmuĢtur. Çünkü ibadeti edâ etmek Allah‟ın bir lütfu ve kulu üzerindeki
bir hakkı olarak görülmüĢtür. Hatta kul yaratıcısının üzerindeki haklarını düĢünerek bu
ihsanı görmeyecek kadar kendinden geçmelidir. Kulun üzerine düĢen yapmıĢ olduğu
ibadete bir karĢılık beklemeden kulluk Ģuuru içerisinde vazifelerini yerine
getirmesidir.153 Kul yapmıĢ olduğu ibadet ve ameli görmekten ziyâde ameli yaratını
görmelidir. Ġbadeti, kendine hasretmekten ziyâde ona bu lütfu bağıĢlayan yaratıcıya
hasretmelidir. Kulun ibadeti kendinden bilmesi riya olarak addedilmiĢtir.154 Nasrabazî

150
Nur, 24/39.
151
Mekkî, Kûtu‟l-Kulûb, c. II, s. 264.
152
Tûsî, el-Lüma‟, s. 553.
153
Kelâbâzî, Ta‟aruf, s. 202.
154
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 281.
32

(ö.367), eksik yapıldığı için af ve mafiret talep ederek ibadetleri yerine getirmenin bir
karĢılık umarak yapmaktan daha iyi olduğunu söylemiĢtir.155

Ġbadet, amel ve taatler cehennemden kurtulmak ve cennete girmek için bir araçtır. Bu
niyetle yapılan ibadetler câiz olmakla birlikte asıl olan hiçbir karĢılık beklemeden, sırf
Allah rızası ve O‟nun hoĢnutluğunu kazanma niyeti ile yapılan ibadettir. Mutasavıflar
ibadetleri ve taatleri ile cennete gitmek kasdı ile yapmaktan ziyâde Allah‟a ulaĢma
noktasındaki önemine değinirler.156

Müslüman olmanın ilk Ģartı ve anahtarı olarak kabul edilen kelime-i Ģehadette Hz.
Peygamber (sas)‟in iki vasfı dile getirilir. Birincisi kulluk vasfı, ikincisi ise resül olma
vasfıdır. Hz. Peygamber (sas) hükümdar peygamber ile kul peygamber arasında
muhayyer bırakıldığını ve Cebrail (as)‟in Allah‟a karĢı tevazu göstermesi yolundaki
tavsiyesi üzerine kul peygamber olmayı tercih ettiğini buyurmuĢlardır.157 Kur‟an-ı
Kerim‟de gerek Hz. Peygamber (sas) hakkında gerekse de diğer peygamberler hakkında
geçen ibârelerde kul vasfı zikredilmektedir.158 Ebu Ali Dekkak (ö.405), insana verilen
en Ģerefli vasfın kulluk olduğunu ve kul olarak isimlendirildiğini, eğer bu isimden daha
üstün bir isim olması durumunda ise Hz. Peygamber (sas)‟in onunla isimlendirileceğini
söylemiĢtir.159

Kulun Allah‟a doğru manevî yükseliĢini ifade etme noktasında tasavvuf kültüründe
seyru sülûk olarak adlandırılan makamların ilki tevbe makamı, nihâi ve zirve makam ise
kulluk makamı olarak ifade edilmiĢtir.160

Mutasavvıflar insana verilen en önemli isim olarak kullanılan kul ismi hakkında Ģu Ģiiri
okurlar:

“Ey Amr sıçra da o ay yüzlüme git


Onu, gören de, işitende tanımaktadır.
Bana “O‟nun Kölesi” isminden başka ad verme,
Zîrâ bu isimlerin en şereflisidir.”161

155
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 282.
156
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 372.
157
Ahmed b. Hanbel, II/ 231.
158
Ġsrâ, 17/1; Necm, 53/10; Enbiya, 21/26; Sâd, 38/30, 40.
159
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 282.
160
Cebeciolu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, s. 10.
33

Mutasavvıflar ibadeti kul için bir nimet ve süs olarak görmüĢlerdir. Allah, kula ibadet
yapmayı nasip eder ve kul da Allah için ibadet yaparsa, yapmıĢ olduğu ibadet kendisi
için zâhiri bir zinet gibi olur. Ebu Hafs Haddâd (ö.260), ubûdiyyeti kulun ziyneti olarak
vasıflandırmıĢ, kulluğu terk eden kiĢinin bu süsten mahrum kalacağını söylemiĢtir.
Muhammed b. Ali Kettanî (ö.322), amelleri kulluk elbiseleri olarak niteleyerek,
Allah‟ın, kendisine yaklaĢmak isteyen kimselere Ģefkat ederek dâimi olarak bu elbise
içinde kalmalarını nasip ederken, cehennemlik kimselerden ise bu elbiseyi çıkarıp onları
bundan mahrum bırakacağını söylemiĢtir.162

Fıkıhta ibadetleri edâ etme noktasında bütün mükelleflerin üzerinde bağlayıcı ve


yapılması gerekli hükümleri yerine getirmede -azîmet- meĢakkat, zaruret ve ihtiyat gibi
sebeplerin hâsıl olması sebiyle kolaylık esası üzerine -ruhsat- bazı hükümler belli
sınırlarda hafiletilmiĢtir.163 Azîmet ve ruhsat açısından ibadetlere bir takım kolaylıklar
sağlayan durumlar hakkında mutasavvıflar kendileri dıĢındaki kiĢilerin bu hususlar
üzerine ibadet etmelerini câiz görmüĢlerdir. Bu kiĢiler bir takım sebeplerle veya
meĢguliyetlerle ibadetleri edâ etme noktasında dinin kendilerine sunmuĢ olduğu
kolaylığı kullanabilirler. Mutasavvıflar gerek azîmetle ibadet etme gerekse de ruhsatı
kullanıp ibadet etme noktasında Allah‟ın her iki durumu da sevdiğini belirtirler.
Kendilerini tamamen ibadet ve zühde vermiĢ mutasavvıflar için ruhsata sarılmak
dikkatsizlik ve gevĢeklik gibi hususları ortaya çıkarabileceğinden hoĢ görülmemiĢtir. Bu
nedenlerle mutasavvıflar ellerinden geldiğince azîmetle ibadetleri yapma gayreti
içerisinde olmuĢlardır.164

Yapılan ibadetlerin fazilet bakımından en üstün olanı farzlardır. Kulun manevî olarak
Allah‟a ulaĢıp hemhal olma noktasında öncelikle yerine getirmesi gereken iki durumdan
bahsedilmiĢtir. Birincisi kulun kendisine haram kılınan Ģeylerden uzak durması, ikincisi
ise kendisine farz kılınan Ģeyleri yerine getirmesidir. Kutsî bir hadîs-i Ģerifte Ģöyle
buyrulmuĢtur: “Kulum, üzerine farz olan ibadetleri yerine getirerek yaklaştığı kadar
hiçbir şeyle Bana yaklaşamaz. Kulum nâfile ibadetleri îfa ederek Bana o kadar çok
yaklaşır ki Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Bu kul

161
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 282.
162
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 281.
163
Hüseyin Algül, H. Yunus Apaydın, Ali Bardakoğlu vd., İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara 2006, c. I, s.178-179.
164
Tûsî, el-Lüma‟, s. 154.
34

bir şey isterse dileğini yerine getiririm, başı darda kaldığında onu korurum.”165 Süfyan
es-Servi (ö.161), insanların vusûle ulaĢamamalarının sebebini usûlü yitirmelerinden
kaynaklandığını, Ġbn Uyeyne (ö.198) ise kulların sırf usûlü yitirdiklerinden dolayı
vusûlden yani Allah‟a kavuĢmaktan mahrum kaldıklarını belirtir. Burada farz ve nâfile
ibadetler arasında sermaye-kâr iliĢkisi olarak bir benzetme yapılmıĢtır. Farz ibadetler
sermayeye, nâfile ibadetler ise kâra benzetilmiĢtir. Bu benzetmede kâr elde etmek için
farz olan ibadetleri gerektiği kadar sağlamlaĢtırmanın gerekliliği üzerinde durulmuĢtur.
Çünkü kâr elde etmenin yolu bir sermayeye sahip olmaktır.166

Hz. Peygamber (sas) ibadetin en hayırlısının az da olsa devamlı olanı olduğunu beyan
etmiĢ,167 Hz. AiĢe (ra)‟ye Hz. Peygamber (sas)‟in ameli hakkında soru sorulduğunda ise
O (sas)‟nun amelinin devamlı olduğunu ve amelini en güzel Ģekilde yaptığını
söylemiĢtir.168 Ġbadetlerin faziletleri hakkında ya da hangi ibadetin daha üstün olduğunu
belirleme noktasında mutasavvıfların yapmıĢ oldukları yorumlara baktığımızda görüĢ
birliğinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Ancak ibadetlerin faziletleri hakkında
yapılan bazı yorumlar ibnu‟l-vakt169 olarak tâbir edilen mutasavvıfların bu yönüne
nispetle yapılmıĢtır. Muzaffer Kırmısînî (ö.?), kiĢinin en faziletli amelinin mevcut
zamanı korumak olduğunu bunun da emredilen hususlarda kusur iĢlememek ve haddi
tecavüz etmemekle mümkün olduğunu söyler.170 Ebu Abdullah Mağribi (ö.299),
vakitleri Allah‟ın emrine uygun olarak değerlerdirmeyi amellerin en faziletlileri olarak
görür.171

Ġbadetlerin en faziletli olanını beyan etmede Hasen (ö.?), haramlara dikkat çekerek
insanların yaptığı en iyi ibadetin Allah‟ın yasakladıklarını terk etmek olduğunu
söyler.172 Seleften bir zat tefekküre dikkat çekerek ibadetlerin en faziletlisini güzel
görüĢ olduğunu belirtir.173 Said b. Cübeyre (ö.95), insanların en ibadetperverini tarif

165
Müsned, VI, 256; Buhârî, Rikak/38.
166
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 61; c. III, s. 330.
167
Tûsî, el-Lüma‟, s. 497.
168
Buhârî, Savm/64, Rikak/18; Müslim, Müsafirun/227; Ebu Davûd, Tatavvu‟/27; Ġbni Hanbel, IV/109
VI/43, 55, 174, 189.
169
Tasavvuf kültüründe ibnu‟l-vakt tabiri sûfinin içinde bulunduğu zaman dilimi içerisinde kendisini için
en hayırlı olan iĢ ile meĢgul olarak kendisinden istenen ya da beklenilenleri yerine getirmesidir.
170
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 136.
171
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 125.
172
Muhâsibî, er-Riâye (Nefs Muhasebesinin Temelleri) (çev. ġahin Filiz, Hülya Küçük), Ġnsan Yayınları,
Ġstanbul 2009, s. 195.
173
Mekkî, Kûtu‟l-Kulûb, c. I, s. 272.
35

ederken o kiĢinin günahlarından hırpalanan ve günahlarını hatırladığında gayrete gelen


kiĢi olduğunu belirtir.174

Mutasavvıfların ibadetleri Cibril hadisinin Ġslam kısmında belirtilen namaz, oruç, zekât
ve hac ile sınırlı görmemiĢ, ibadetleri daha kapsamlı olarak ele alıp
değerlendirmiĢlerdir. Kur‟an okumayı, Allah‟ı tesbih eden zikirleri, O‟nun iyilik, nimet
ve ihsanlarının sürekliliğini düĢünmeyi de ibadet olarak görmüĢlerdir.175 Tasavvuf
kültüründe ilk dönemden itibaren günün belli vakitlerinde farz namazların dıĢında bir
takım vird adı verilen ve yapılması tavsiye edilen ibadetler de mevcuttur.176

Muttasavvıflar zâhiri olarak amellerin ve ibadetlerin çok sayıda yapılmasından ziyâde


yapılan amellerin ve ibadetlerin kaliteli olmasını gaye edinirler. Bu nedenle ibadetlerin
manevî olarak kiĢiye kazandırması gereken hususlar üzerinde dururlar. Bu hususların
elde edilmesinde kul, kalbinden gafleti atıp, dünveyî ve maddî kaygılardan sıyrılıp,
nefsini terbiye edip, onun esaretinden kurtularak yaratıcısının emrine girmeye gayret
etmelidir.177

Allah‟a gerektiği gibi bir kul olmak için nefsi terbiye etmede tasavvufî bir eğitim aracı
olarak kullanılan zikrin önemli bir yeri vardır. Zikrin en önemli özelliği kulu gafletten
koruyarak seyru sülûkunda dâima Hakk‟ı hatırlamada bir araç olarak görülmesidir.
Zâhiri olarak bakıldığında namaz, oruç, zekât, hac ve diğer ibadetlerin bir takım Ģekilsel
özellikleri olmakla birlikte yaratıcıyı anma ve hatırlama noktasında içsel bir zikir yönü
de mevcuttur. Bu nedenle Ģekil ibadetlerin dıĢ yüzü, zikir ise ibadetlerin özü
konumundadır. Tasavvufî gelenekte zikir kavramı lisanın zikri, kalbin zikri ve sırrın
zikri Ģeklinde sistematik ve tedrîci bir Ģekilde ifade edilmiĢtir. MürĢidi öğrencisinin
bulunduğu hal ve makama göre onun kalbine en uygun zirkri/virdi verir. Bu zikir sâlikin
gaflet uykusundan uyanmasına, kalbinin dünyaya karĢı olan duygulara rağbetinin

174
Muhâsibî er-Riâye, s. 209.
175
Mekkî, Kûtu‟l-Kulûb, c. I, s. 61.
176
Ebu Talip el-Mekkî‟nin Kûtu‟l-Kulûb adlı eserinin birinci cildinde bulunan ilk 15 faslın içerisinde
gündüzün ve gecenin belli vakitleri içerisindeki özel zaman dilimleri belirtilerek bu zaman dilimleri
içerisinde yapılması gereken namaz, Kur‟an okuma, tesbih, dua, zikir vb. türlerin, bunların nasıl ve ne
kadar yapılacağı hakkında bilgiler ayrıntılı olarak işlenmiştir.
177
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 488; Tirmizî, Hatmu‟l Evliyâ, s. 72.
36

azalmasına, Allah‟a karĢı sevgisinin artmasına yardımcı olarak psikolojik hâlinin


değiĢerek onun huzur bulmasına neden olur.178

Mutasavvıflar zâhiri ve lisan ile yapılan zikirden ziyade, hal ve kalp ile yapılan zikri
daha üstün görürler. Bu hal üzerine zikre devam etmek çok fazla nâfile namaz
kılmaktan daha iyi bir haldir.179 Kulun kalbinde olan bu durumun Allah katındaki
değerini ifade etme noktasında Hz. Peygamber (sas)‟in Ģu hadîs-i Ģerifi dikkat
çekmektedir: “Allah sizin bedenlerinize ve mallarınıza bakmaz. O, sadece kalplerinize
ve amellerinize bakar.”180 buyurmuĢlardır. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) ashâb-ı kirâma;
“Hz. Ebu Bekir sizi faziletçe niçin geçti, bilir misiniz?”diye sorunca, ashâbı “Niçin?”
diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) Ģöyle cevap verdi: “O, sizi namazı çok
kılarak, orucu bol tutarak geçmedi. Onun üstünlüğü, kalbinde duyduğu saygı iledir. Bu
da Allah‟ı yüceltmek ve ta‟zim etmekle olur.”181

Mutasavvıflar ameline güvenmenin kiĢiyi felakete götürebileceğini belirterek kiĢinin


nefsine karĢı uyanık olma hususunda uyarılarda da bulunmuĢlardır. Kur‟an-ı Kerim‟de
nefsin kötülüğü çokça emrettiği buyrulmaktadır.182 Sâlikin yapmıĢ olduğu taat ve
ibadetlerde nefsinin arzularına kapılmaması ve uyanık olması gerekmektedir. Çünkü
nefis yapılan amel ve ibadeti beğenerek, onlara riya ve nîfak karıĢtırabilir. KiĢi nefsinin
yapısı gereği yapmıĢ olduğu ibadeti güzel görerek, yaptıklarına karĢı sevap beklentisinin
içinde olabilir. Sâlike düĢen hâlininin zayıflığını bilerek amelini küçük görmesidir.
Belaların en çetini kendini görmek ve ameline güvenmektir.183

Mutasavvıflar yapılan ibadetin ve taatin öneminden ziyade Allah‟ın bir lütfü olarak
ibadet yapmaya nâil olunmayı daha büyük bir nimet olarak görmektedir.184 Allah
tarafından kuluna verilen nimet ve lütufları hatırlamak, nimeti sunanı tanımak,
Ģükretmek olarak vasıflandırılmıĢtır. ġükür dil ile yapılan bir fiil olarak görülmeyip kalp
ile bilmeyi ifade eden bir fiil olarak görülmüĢtür. Hz. Ömer (ra)‟in Hz. Peygamber

178
Selçuk Aydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi Vakfı Yayınları, Ġstanbul 2008, s. 126;
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, s. 728; Mehmet Kasım Özgen, Tasavvuf Felsesinde
Zikir Kavramı, MuĢ Alparslan Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aralık 2013, c. 1, s. 2.
179
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 488.
180
Müslim, Birr/32; Ġbni Mâce, Zühd/9; Ġbni Hanbel, II/285, 535.
181
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, s. 667.
182
Yusuf, 12/53.
183
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 204; Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Menâzilü‟s-Sâirîn (Çev.
Abdurrezzak Tek), Emin Yayınları, Bursa 2008, s. 247.
184
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 331.
37

(sas)‟e “Hangi malları edinelim?” diye sormuĢ olduğu soruya “Sizden biri, zikreden bir
dil ve şükreden bir kalp edinsin”185 buyurarak Ģükretmeyi dünyada mal kazanıp
biriktirmekten ziyâde ahirete dâir biriktirilecek bir mal olarak nitelemiĢtir.186 Kur‟an-ı
Kerim‟de “Zikretmek ve şükretmek isteyenlere gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren
O‟dur”187 ayettinde geçen zikir kelimesi kalbî amelleri, Ģükür kelimesi uzuvlar
vasıtasıyla olan bütün amelleri ihtiva eder Ģeklinde tefsir edilmiĢtir.188

Mutasavvıfların ibadetler ile ilgili üzerinde durdukları kavramlardan biride duâdır.


Bazılarına göre duâ bir ibadet olarak görülmüĢtür. Hz. Peygamber (sas) “Duâ ibadetin
özü ve iliğidir”189 buyurmuĢtur. Kur‟an-ı Kerim‟de “Gizlice ve tazarru yolu ile
Rabbinize duâ ediniz”,190 “Bana duâ ediniz, kabul edeyim”191 buyrularak kulun duâ
yapması gerektiği bildirilmektedir. Ayrıca “Onlar ellerini kapalı tutuyorlar”192 buyruğu
ise “Ellerini duâ için bize uzatmıyorlar” Ģeklinde tefsir edilerek duâyı etmeyi terk
edenler kötülenmiĢtir. Duâ Allah‟ın kulu üzerindeki haklarından biri olarak
görülmüĢtür. Kul yaratıcısı olan Allah‟a ihtiyaç hâlini açığa vurarak fakr içinde duâsını
yapıp duâsı kabul edilmese dahi dahi üzerindeki hakkını yerine getirmiĢ olacaktır.
Ġbadet gözüyle bakılan duâyı terk etmek hoĢ görülmemiĢtir. Kulun duâ yapmasına izin
verilmesi onun her hangi bir ihsana nâil olmasından daha hayırlı görülmüĢtür. Ebu
Hazm A‟rac (ö.120) “Duâ yapmaktan mahrum kalmam, duânın kabul edilmesinden
mahrum olmamdan daha çok zoruma gider” diyerek duâ etmenin önemini vurgulamıĢtr.
Sevgiliye duyulan özlem olarak tabir edilen duâ, halkın lisanında, zâhidin fiilinde, ârifin
hâlinde orataya çıkar. Kabul edilme ihtimali en fazla olan duânın hal ile yapılan duâ
olduğu söylenir. Çünkü duânın gafletten uzak kalp huzuru içinde yapılması duânın
âdâbıdır.193 Hz. Peygamber (sas)‟in Ģöyle buyurduğu rivayet edilmiĢtir: “Allah Teâla,
kalbi gaflet içinde bulunan kulun duâsını kabul etmez”.194

185
Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 9/9; Ġbni Mâce, Nikâh/5; Ġbni Hanbel, V/278, 282, 366.
186
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 240.
187
Furkan, 26/625.
188
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s.74; c. II, s. 246.
189
Tirmizî, Daavat, I; Aclûni, I, s. 403.
190
A‟raf, 7/55.
191
Mü‟min, 40/60.
192
Tevbe, 9/67.
193
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 352-358.
194
Tirmizî; Hâkim; Irakî, el-Muğnî, I/309.
38

Kulun Allah‟a ulaĢma niyetiyle yapmıĢ olduğu ibadetlerde kendisini bu hedefe


ulaĢtırması yolunda dikkat etmesi gereken bir diğer önemli husus da yapılan amelin
gizli mi yoksa baĢkalarına örnek olmak amacıyla açıktan mı yapılması hususudur.
Örnek olmak maksadıyla yapılan amelin daha üstün olduğunu söyleyenler delil olarak
açıktan ameli teĢvik açısından Hz. Peygamber (sas)‟in Ģu hadîs-i Ģerifini
göstermektedikler: “Kim güzel bir yol açar ve bu yoldan gidilirse, bu yolu açan kişiye
hem kendi sevabı hem de kıyamete değin o yoldan gidenlerin sevabı verilir”.195 Kur‟an-ı
Kerim‟de hem gizli hem de açıktan yapılan amel övülmüĢtür.196 Ancak sadaka bahsinde
bu durumun gizli yapılmasının daha iyi olduğu buyrulmuĢtur.197 Ameli gizli yapmanın
daha faziletli olduğunu söyleyenler ise ameli terk etmek ya da hiç yapmamaktansa
açıktan yapmanın daha iyi olduğunu ancak açıktan amel iĢleyenlerin riyaya düĢme
tehlikesiyle karĢı karĢıya kalacaklarını belirterek ameli gizli yapmayı daha ihtiyatlı bir
davranıĢ olarak görmüĢlerdir. Bu sayede kalp Ģöhret, övünme, beklenti içinde olma gibi
baĢka düĢüncelerden uzak durabilecektir. Hasan, baĢkasına örnek olmak için amelini
açıktan yapan kiĢiyi boğulan birilerine acıyıp onları kurtarmak isteyen fakat onlar
tarafından boğulmaya kalkıĢılan kiĢiye benzetmiĢtir. Seleften bir zat ise bir amelin acele
etme, gözde büyütmeme ve gizleme ile tamama ereceğini söylemiĢtir.198

Yaratılan her canlının bu dünya hayatında bir sorumluluğu bulunmakatır. Bu


sorumluluğun nihai noktası ise ölümdür. Mümin ölünceye kadar Allah‟a kulluk
vazifesini sürdürme ve ibadetlere devam etme hususunda mükellef tutulmuĢtur. Kur‟an-
ı Kerim‟de “Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine itaat et.”199 buyrulmaktadır. Buradaki
yakîn kelimesi ölüm anlamında tefsir edilmiĢtir.200 Kul, Allah‟a karĢı kulluk vazifesinin
ve sorumluğunun gereklerini yerine getirmesi noktasında hangi Ģekilde ve durumda
olursa olsun kulluk vazifesini kendisine ölüm gelinceye kadar sürdürmek zorunda
olduğunu bilmesi gerekir.

195
Tirmizî, Ġlim, 4.
196
Bakara, 2/274.
197
Bakara, 2/271.
198
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 214, 426; KuĢeyrî, er-Risâle, s. 368-369.
199
Hicr,15/99.
200
Muhâsibî, er-Riâye, s. 204.
39

2.2. TEMĠZLĠK

Ġslam dininde temizlik, dinin temel unsurlarından biri olarak görülmüĢ ve temizlik
kavramı oldukça geniĢ kapsamda ele alınmıĢtır. Ġnsanın gerek bu dünyaya bakan zâhiri
tarafı gerekse de diğer âleme bakan bâtınî tarafından hareketle temizlik kavramı Ġslam
dininde hem maddî hem de manevî olarak değerlendirilmiĢtir. Ġslam âlimleri temizliği
maddî, hükmî ve manevî temizlik olmak üzere birbirini tamamlayan üç safhaya
ayırmıĢlardır. Maddî temizlik baĢta beden ve elbise olmak üzere çevrenin de maddî
kirlerden temizlenmesi olarak tarif edilmiĢ, genel olarak ibadetler için ön Ģart olarak
kabul edilmiĢ ve yapılacak olan ibadete hazırlık olarak nitelendirilmiĢtir. Kimi zaman
ise bir ibadet olarak görülmüĢtür. Hükmî temizlik Ġslam dinine mensup kiĢilerde
abdestsizlik ya da cünüplük neticesinde meydana geldiği kabul edilen manevî kirlilik
hâlinin giderilmesi için alınan abdest ve gusül olarak belirtilmiĢtir. Manevî temizlik ise
kiĢinin uzuvlarını, gıybet, haram, yalan söyleme gibi günahlardan; kalbini haset, kin,
nefret, gösteriĢ gibi kötü huy ve hastalıklardan, benlik duygusundan, mâsivadan
temizleyerek Allah‟ın huzuruna safiyet ve arılıkla çıkacak hâle gelmesi olarak
belirtilmiĢtir.201

Ġslam dininde maddî, hükmî ve manevî temizlik arasında sıkı bir bağ vardır. Belirtilen
bu temizlik çeĢitleri birbirini tamamlayan unsurlardır. Ġslam dininin önem verdiği
temizlik, zâhiri temizliği ihmal etmemekle birlikte kiĢinin manevî yönden temiz olma
hâlidir. KiĢinin manevî olarak kendini temizleyebilmesi için maddî ve hükmî temizlik
Ģartlarına riâyet etmesi gereklidir. Ġslam dininin en önemli ibadeti olan ve kulun Allah‟a
en yakın durumda bulunmasını sağlayan namaz ibadetinin yapılabilmesi için temiz yani
abdestli olması farz kılınmıĢtır. Nitekim Hz. Peygamber (sas) temizlik ile ilgili “Allah
temizliksiz bir namazı kabul etmez”202 buyurarak, namaz için abdest almanın bir
zorunluluk arz ettiğini ve namaz için gerekli olan temizlik Ģartlarını yerine getirmeyen
kiĢinin namazının kabul olmayacağını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) hem
maddî ve hem de hükmî temizlik ile namaz arasındaki sağlam bağı vurgulayarak Ģöyle
buyurmuĢtur: “Namazın anahtarı temizliktir.”203

201
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 84.
202
Buhârî, Vudu‟/2; Müslim, Taharet/1; Ebu Davûd, Taharet/31; Tirmizî Taharet/1; Nesa‟î, Taharet/103,
Zekât/48; Ġbni Mâce, Taharet/2; Dârimî, Vudu‟/21; Ġbni Hanbel, II/20, 39, 51, 73, V/74, 75.
203
Ebu Davûd, Salat/73, Taharet/31; Tirmizî, Mevakît/62, Taharet/3; Ġbni Mâce, Taharet/3; Dârimî,
Vudu‟u/22; Ġbni Hanbel, I/123, III/340.
40

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), imanı amellerin temeli olarak görmüĢ204 ve kulun yapmıĢ
olduğu amel ve ibadetlerin kabul olma Ģartının ancak iman ile olacağını bildirilmiĢtir.205
Hz. Peygamber (sas) “Temizlik imanın yarısıdır”206 buyurarak temizlik ile imanın
birlikteliğinin önemini ortaya koymuĢtur.

Mutasavvıflar tarafından temizlik kavramı genel olarak zâhiri ve bâtınî olarak ele
alınmıĢtır. Zâhiri temizlik ile daha çok bedenin ve çevrenin temizliği bâtinî temizlik ile
de kalbin temizliği kastedilir. Mutasavvıflar daima zâhirde temizlik, bâtında tevhid
üzeredirler.207

Maddî ve hükmî temizliğin sahih olması için Ġslam dininde kullanılan madde sudur.
Hangi suyun temizlik maddesi olarak kullanılıp kullanılmacayağı fıkıh kitaplarında
ayrıntılı olarak iĢlenmiĢtir. Suyun insan üzerindeki en büyük nimetlerden biri olmakla
birlikte hem temiz olan bir madde, hem de zâhiri temizlik için kullanılan temizleyici bir
madde olduğu Kur‟an-ı Kerim‟de bildirilmektedir.208 Tasavvuf kültüründe manevî
temizlik kalp ile yapılır. Kalp temizliği için de has ve saf tevhid gereklidir.209 Zâhirdeki
temizlik su ile bâtındaki temizlik ise tevbe ve Hakk‟ın dergâhına rucû‟ etmekle olur.
Mutasavvıflar zâhir olarak hizmeti maksat edinenlerin zâhiri temizliğe, Allah‟a ulaĢmak
isteyenlerin ise bâtınî temizliğe riâyet etmelerinin gerekliliği üzerinde dururlar. Bu
nedenle mutasavvıflar müritlerine Hakka yöneldikleri zaman hem zâhirde hem de
bâtında temiz olma hallerine devam etmelerini emretmiĢlerdir.210

Ġslam dinin gayesi diyebileceğimiz manevî temizlik sayesinde kul yaratıcısı olan Allah‟ı
daha iyi tanıyabilir. Kul, ruhunu ve kalbini tezkiye ederek Allah ile manevî olarak
irtibat kurabilir. O‟na gerektiği gibi itaat ve ibadet edebilir. Allah ile kul arasında böyle
bir manevî irtibatın kurulması için gerekli olan maddî/zâhiri temizlik Ģartlarının yerine
getirilmesi gereklidir. Bu sebeple maddî ve hükmî olarak gerekli olan temizlik

204
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 264.
205
Nur, 24/39.
206
Müslim, Taharet/1; Tirmizi, Da‟avat/86; Dârimi, Vudu‟/2; Ġbni Hanbel, IV/260, V/342, 343, 344, 363,
370, 372.
207
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 425.
208
Enfal, 8/11; Furkan, 25/49.
209
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 426.
210
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 429.
41

hükümlerini yerine getirmeyen bir kulun Allah ile irtibatının geliĢmesi düĢünülemez.
Kalp temiz olmadan marifet sahih olmaz.211

Hz. Peygamber (sas) bir hadîs-i Ģeriflerinde Ģöyle buyurmuĢlardır : “Daima abdestli ol
ki, muhafız (melek)ın seni sevsin”.212 Zâhirdeki temizliğine dikkat eden kimseleri
meleklerin de sevdiği bu hadîs-i Ģeriften anlaĢılmaktadır. Allah Teâlâ “Muhakkak ki,
Allah tevbe edenleri sever, temizliğe ihtimam gösterenleri sever.”213 buyurmaktadır. Bu
ayette bâtınında tevhid üzerinde bulunanları Allah‟ın da sevdiği anlaĢılmaktadır.214

Zâhiri yönden temizlik, Ġslam‟da asıl olan ruh ve kalp temizliği için birer vasıtadır.
Beden, elbise ve çevre temizliği olarak ifade edilen zâhiri temizlik ve kulun ruh, kalp ve
zihin temizliği olarak ifade edilen bâtinî temizlik birbirini tamamlayan kiĢiyi Hakk
Teâlâ‟ya yaklaĢma yolunda ayrı ayrı düĢünülmesi imkânsız olan zorunluluklardandır.
Ebu Hafs Haddâd (ö.260), bedene ait dıĢ terbiyedeki güzelliğin ruha ait iç terbiyedeki
güzelliğin aynası olduğunu söylerek insandaki dıĢ temizlik ile kalp temizliğinin birbiri
ile alâkalı olduğunu belirtmiĢtir.215 Hasan-ı Basrî (ö.110), “Ey elbisesine sarılıp örtünen
(Resul), kalk ve (insanları) uyar ve sadece Rabbini yücelt, elbiseni temiz tut, murdar
şeylerden uzak dur”216 ayetindeki “elbiseni temiz tut” emrini huyunu güzelleştir
Ģeklinde tefsir etmiĢtir.217 Ayrıca Kelâbâzî (ö.380) “Temizlenmek isteyen adamlar var,
şüphesiz ki Allah temiz olanları sever.”218 ayetinde belirtilen Allah‟ın sevdiği kullarının
Suffa ehli olduğu ve onların vasıflarının ise kalblerinin saf ve nurlu olması Ģeklinde
tefsir etmiĢtir.219

Allah Teâlâ“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen,


onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir”220 ayetiyle Hz. Peygamber
(sas)‟in müslümanları manevî yönden temizleme görevi olduğunu beyan etmiĢtir.

211
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 423.
212
Aclûnî, KeĢfu‟l Hafâ, II, 214.
213
Bakara, 2/222.
214
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 426.
215
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 113.
216
Müddesir, 74/1-5.
217
KuĢeyr‟î, er-Risâle, s. 332.
218
Tevbe, 9/108.
219
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 55.
220
Cum‟a, 62/2.
42

2.2.1. Abdest

Türkçe‟de dinî temizliği ifade etmek için kullanılan abdest Farsça‟da âb (su) ve dest (el)
kelimelerinden oluĢan el suyu anlamına gelen birleĢik bir kelimedir. Abdest, Arapça‟da,
güzellik ve temizlik manasına gelen vudû‟ kelimesiyle ifade edilir. Dinî bir terim olarak
abdest belli uzuvları usûlüne uygun olarak su ile yıkamak ve bazı uzuvları da
meshetmek Ģeklinde tanımlanır. Abdest almayı gerektiren durumlara hades-i asgar
(küçük kirlilik), bu durumlar için alınan abdeste tahâret-i suğrâ (küçük temizlik): gusül
yapmayı gerektiren durumlara da hades-i ekber (büyük kirlilik), bu durumlar için alınan
abdeste de tahâret-i kübrâ (büyük temizlik) adı verilir.221

Abdestin Ģer‟î ahkâmını “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman
yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınızı mesh edip topuklara kadar
ayaklarınızı yıkayın”222 ayeti belirler. Bu ayette belirtilen organların yıkanması abdestin
zâhiri tarafına yöneliktir.

Abdest, baĢta Ġslam dinindeki en önemli ibadetlerden biri olan namaz olmak üzere bir
takım ibadet ve amellerin edâ edilmesinden önce mutlaka yapılması gereken dinî
temizliktir. Hz. Peygamber (sas) namazın kabul olunması için abdest almanın
zorunluğunu bildirmiĢtir.223 Ġslam dininde zâhiri temizlik için kullanılan madde hem
temiz hem de temizleyici özelliği olan mutlak temiz sudur.224

Abdest ve temizlik konusunda mutasavvıflar zâhiri temizliğe riâyet konusunda son


derece titiz davranmıĢlar ve bu konu hakkında birçok edepten bahsetmiĢlerdir. Bu
konudaki ilk edep farz, sünnet, müstehap, mendup ve fazilet bakımından gerekli olan
dinî bilgileri öğrenmektir. Belirtilen ayrıntıların hepsinin bilinmesi ise ancak bir
araĢtırma ve inceleme sayesinde elde edilecektir. Bu sayede Kur‟an‟a ve sünnete uygun
ihtimam ve ihtiyatlı bir yaklaĢım sergilenecektir. Celâcilî Basrî, tevhidin imanı, imanın
Ģeriatı, Ģeriatın da edebi gerektirdiğini, edebi olmayanın Ģeriatı, Ģeriatı olmayanın imanı,
imanı olmayanın da tevhidi olmayacağını söyleyerek Cibril hadisinde belirtilen Ġslam
dininin özünü ve temelini teĢkil eden iman, Ġslam ve ihsan boyutlarının edep ile ile ilgili

221
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s.195; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basım ve Yayınevi,
Ġstanbul 1991, s. 80; Abdulkadir ġener, “Abdest”, DĠA, c. 1, s. 68.
222
Mâide, 5/5-6.
223
Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/57, II/51.
224
Enfâl, 8/11; Furkan, 25/49.
43

olan bağını ve gerekliliğini dile getirmiĢtir. Bütün bu hususlara dikkat eden


mutasavvıflar yapılan amel, ibadet ve taatlerin hepsini ihtiyat ve dikkatle yapma
konusunda son derece titiz davranmıĢlardır. Çünkü mutasavvıflar ruhsata sarılmayı
kendileri dıĢındaki kiĢiler için bir özür kabul ederken kendileri için azîmetle ibadete
sarılmayı zorunlu görüp gevĢeklik ve özrü kabul etmezler.225

Mutasavvıfların abdest hakkında belirttikleri bir diğer edep ise gerek yolculuk esnasında
gerekse de diğer zamanlarda dâima abdestli olmayı âdet haline getirmeleridir. Bu
konudaki mutasavvıfların temel dayanağı“Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de
bir an ileri gedebilirler”226 ayetinde belirtilen ölüm vaktinin ne zaman geleceğinin
bilinmemesidir. Bu nedenle mutasavvıflar ölümü tattıkları zaman Allah‟a kavuĢma
noktasında O‟nun huzuruna abdestli çıkmayı arzu etmeleridir.227

Mutasavvıfların abdest hakkında belirttikleri bir diğer edep ise abdestsiz uykuya
dalmamak ve uyanır uyanmaz abdest almaktır.228 Bu durum hakkında yapılan bir
rivâyette abdestli bir Ģekilde uyuyan bir kulun ruhunun arĢa yükseleceği, rüyasının sâdık
olacağı, abdestsiz uyuduğu takdirde ruhunun bu hedefe ulaĢamayacağı ve gördüklerinin
de saçma sapan düĢlerden öteye gitmeyeceği, eğer abdestli olarak uyursa kula gece
ibadet yapmıĢ gibi sevap yazılacağı, uykusunun da kendisi için bir sadaka olacağı,
uykusunda böyle bir vasfa sahip kimselerin gece ibadete kalkıp, gaflet ve dalgınlıktan
kurtulamayan birçok insanı geçeceği ifade edilmiĢtir. Ayrıca bu konuda Ģöyle bir hadîs-i
Ģerifte rivayet edilmiĢtir:“Âlimin uykusu ibadet, nefesi tesbihtir.”229

Mutasavvıfların abdest hakkında belirttikleri bir diğer edep ise abdest üstüne abdest
almaktır.230 Ayrıca kılınacak her vakit namazı girmeden önce müstakil olarak abdest
almak tavsiye edilmiĢtir. Bu namazın güzelce edâ edilmesini sağlar.231 Ali b. Hüseyin
(ra)‟in Ģöyle dediği rivâyet edilir: “Beş vakit namaz vakitlerinde abdesti tam alarak özen
gösteren kimse için dünyada geçim derdi olmaz. Namaz için abdest aldığında da ona
selam olur.”232

225
Tûsî, el-Lüma‟, s. 153; KuĢeyrî, er-Risâle, s. 372.
226
A‟râf ,7/34.
227
Tûsî, el-Lüma‟, s. 154.
228
Tûsî, el-Lüma‟, s. 153.
229
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 127.
230
Tûsî, el-Lüma‟, s. 153.
231
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 154.
232
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 330.
44

Abdest ile kul hem zâhiri olarak temizlenirken hem de bâtınî olarak temizlenir. Kulun
organları ile iĢlemiĢ olduğu hata ve günahların abdest ile affolunup bağıĢlanacağının
müjdesini Hz. Peygamber (sas) Ģu hadîs-i Ģerifleri ile bildirmiĢtir: “Mümin kulun,
abdestinin dokunduğu yerlerle (işlediği) günahlar affolunur”, “Kul, elini yıkadığı
zaman, Allah bu organların işlediği günahları affeder”233 demiĢ ve diğer abdest
mahallerini de saymıĢtır.234

Kulun Allah‟a vuslatı noktasında kalbini ve zihnini her türlü dünyevî ve uhrevî duygu
ve düĢünceden temizlemesi gerekir. Kalbe ve zihne gelen bu türlü duygu ve düĢünceler
vuslat noktasında bir engeldir. Bu engelin giderilmesi için zâhiren de olsa abdest
alınmasının gerekliliği konusunda değinen Bâyezid-i Bistâmi (ö.234) Ģöyle demiĢtir:
“Ne zaman dünya düşüncesi gönlümden geçse, abdest alırım, ahiret düşüncesi geçince
de gusül yaparım. Çünkü bunlar muhdestir (veya muhdesedir, hades yeridir). Ahiret,
gaybet mahallidir (kendinden geçme yeridir. O halde) ahiretle rahatlık bulmak
cünüplüktür. Onun için hadesten tehâret ve cenabetlikten ise gusül yapmak farz
olur.”235 ġiblî (ö.290), hiçbir zaman temizliğin âdâbını terk etmediğini bu yüzden de
bâtınında ucb ve kendini beğenme halinin meydana gelmediğini söyleyerek kalbinde
nefsine ait kötü huyların mevcut omadığını belirtmiĢtir.236

Tasavvuf kültüründe esas olarak kabul edilen temizlik bâtinî temizliktir. Bâtınî temizlik
ruh temizliği, kalp temizliği, sır temizliği gibi ifadelerle dile getirilmiĢtir Ancak zâhiri
ve bâtınî temizlik birbirlerini tamamlayan iki unsur olarak görülmüĢ ve bâtinî temizlik
noktasında zâhiri temizliğin gerekliliği dile getirilmiĢtir. Hucvirî (ö.465), zâhirde
yapılan temizliğin sır ve ruh temizliğine uygun olması gerektiğini söyleyerek maddî
temizlik ve bâtınî temizlik arasındaki iliĢkinin birbirini tamamlayan boyutuna dikkat
çekmiĢtir.237

ġiblî (ö.290) bir gün camiye gitmek için tahâret yapmıĢ ama hâtiften bir sesin: “Zâhirini
yıkadın, fakat kalp safası nerede?” dediğini iĢitmiĢ. Bunun üzerine ġiblî (ö.290) geri
dönüp bütün mülkünü ve mirasını bağıĢlayarak bir sene boyunca namazın kılınmasını
câiz kılan bir elbise miktarından baĢka Ģey edinmediğini, sonra da Cüneyd-i Bağdâdî
233
Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/330.
234
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 428.
235
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 428.
236
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 428.
237
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
45

(ö.297)‟in yanına geldiğini, Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297)‟in ona yapmıĢ olduğu temizliği
faydalı bulduğunu ve “Allah seni daima temiz kılsın” Ģeklinde duâ ettiğini söylemiĢtir.
ġibli (ö.290) kalp safasına ermek için sahip olduğu mülkünü ve mirasını infak ederek
kalbini meĢgul edecek maddi unsarlardan kendisi temizlemiĢ, bâtınî temizlik ile zâhiri
temizliğin birbiri ile olan sıkı bağına ve zâhiri temizliğin bâtınî temizlik için bir araç
olduğuna dikkat çekmiĢtir.238

Bâtinî temizlik için bir araç konumunda olan zâhiri temizliğin özellikle de abdestin
gerek farz olan rükünlarına gerekse de sünnet olan rükunlarına mutasavvıflar tarafından
bir takım bâtınî anlamlar yüklenmiĢtir. Abdest alırken yıkanan her bir âzâdan sonra bazı
duâlar okunur. Okunan her bir duâ, hem zâhiri hem de bâtınî temizliğe iĢaret eden
semboller ve iĢaretler taĢır:

KiĢi istincayı bitirdikten sonra “Allahım! Sen‟den iyilik ve bereket niyaz eder, kötülük
ve helaktan da Sana sığınırım”239 diye duâ eder. Ġstinca yapılırken zâhirdeki kirlerden
kurtuluĢa ermek talep edildiği gibi bâtın ve kalp ile mâsivayı sevmekten kurtuluĢa
ermek de hedef alınır.240

KiĢi abdest almaya ellerini yıkayarak baĢlar. “Allahım! Sen‟den iyilik ve bereket niyaz
eder, kötülük ve helaktan Sana sığınırm”241 diye duâ eder. Eller yıkandığı zaman kalbin
de dünya sevgisinden yıkanması gerekir.242

Ağız yıkanırken “Allahım! Kitabının tilavetini ve zikrini bolca yababilmem için bana
yardım et”243 diye duâ eder. Ağza su konulması, kiĢinin ağzından mâsiva zikrinin
tahliye edilmesini gerektirmektedir.244

Burun yıkanırken “Allahım! Hz. Muhammed (sas)‟e salât et ve bana cennet kokunu
varet. Allahım! Cehennem kokularından ve ahiret yurdunun kötüsünden Sana

238
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 428.
239
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 301.
240
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
241
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 301.
242
Hucvirî Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
243
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
244
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
46

sığınırım”245 diye duâ eder. Abdest alan Ģahsın Ģehvetin kokusunu kendisine haram
kılması gerekir.246

Yüz yıkanırken “Allahım! Dostlarının yüzlerinin ağırdığı gün yüzümü ağart ve


düşmanlarının yüzlerinin karardığı gün yüzümü karartma”247 diye duâ eder. Yüz
yıkandığı zaman kiĢinin alıĢık olduğu ve ünsiyet ettiği Ģeylerin tümünden yüz çevirmesi
ve Hakk‟a yönelmesi îcâb eder.248

Sağ kol yıkarken “Allahım! Amel defterimi sağ elime ver ve beni kolay bir hesapla
sorgula”, sol kol yıkarken “Allahım! Amel defterimi sol elime vermenden veya
ardımdan uzatmandan Sana sığınırım”249 diye duâ eder. Kollar yıkandığı zaman bütün
nasip ve hazlardan tasarrufun kesilmesi gerekir.250

BaĢını mesh ederken “Allahım! Beni merhametinle ört, bereketlerini üzerime indir ve
Senin gölgen dışında hiçbir gölgenin olmadığı gün, Arş‟ının altında gölgelendir”,
kulaklar mesh edilirken “Allahım! Beni sözü işitip en güzeline uyanlardan kıl ve
Allahım! İyilerle beraber cennet dellalının sesini işittir” ve boynu mesh ederken
“Allahım! Boynumu ateşten azat et! Zincirler ve kelepçelerden Sana sığınırım”251 diye
duâ eder. BaĢı meshettiğinde kulun iĢlerini Hakk‟a teslim etmesi lazımdır.252

Sağ ayağını yıkarken “Allahım! Ayağımı diğer müminlerin ayaklarıyla beraber Sırat
üzerinde sabit kıl”, sol ayağını yıkarken “Allahım! Münafıkların ayklarının kaydıkları
gün Sırattan kaydırma”253 diye duâ eder. Ayağını yıkayınca her iki temizliğin de hâsıl
olması için Allah Teâla‟nın emretmiĢ olduğu Hak‟tan gayri bir yerde ikamete niyet
etmez.254

Abdestin bitmesinin ardından Kelime-i Ģehadet getirmek ve Allah‟a hamd ve sena ile
ilgili bir takım duâlar okumak da tavsiye edilmiĢtir. Abdestini tüm bu duâlarla
tamamlayan kiĢinin abdestinin mühürlenip ArĢın altına yükseltileceği rivâyet edilir.255

245
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
246
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
247
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
248
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
249
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
250
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
251
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
252
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
253
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 302.
254
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
255
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
47

Yukarıda abdest alırken yıkanan her bir uzuv ile ilgili okunması tasviye edilen duâlar ve
yıkanan uzuv ile yapılan yorumlar Ģeriatın zâhiri tarafının bâtinî taraf ile olan bağını
ortaya koymaktadır. Nasıl iman, zâhirde dil ile ikrar bâtında kalp ile tasdik ise;
hükümlerin uygulandığı yer beden, hakikati niyet ise; abdest ile yapılan temizliğin
hakikati de kiĢinin bâtinını yani kalbini temizlemeye dönük olanıdır. Zâhiri olarak
temizlenmeden bâtinî temizlik mümkün değildir. Kalbin dünya ile ilgili her türlü duygu
ve düĢünceden temizlenmesi uzun uzadıya bir nefs mücâdelesini gerektirir. Önemli olan
her hâlükarda zâhirdeki âdâba riâyet etmek ve bunu muhâfaza etmektir.256

Ġslam dininin ilahî kitabı olan Kur‟an-ı Kerim‟de ve Hz. Peygamber (sas)‟in birçok
hadîs-i Ģeriflerinde temizlik konusu üzerinde sıkça durulmuĢ olması Ġslam dininin
temizlik konusuna verdiği önemi ortaya koymaktadır. Ġslam dininin esas hedefi kiĢiyi
manevî yönden yükseltmek ve temizlemektir. Temizlik konusu gerek maddî gerekse de
manevî yönden birlikte ve birbirlerini tamamlayan bir Ģekilde ele alınmıĢtır. Zâhirdeki
temizlik su ile manevî/bâtınî yönden temizlik ise tevbe ile yapılır. Abdest kul için zâhiri
anlamda temizlenme ve arınma, ilahî huzura çıkma ve yaratıcısı tarafından sevilmeyi
umabilmesinin vesiledir. Tevbe ise ruh ve kalbin günahlardan arındırılıp manevî yönden
temizlenmesidir.257

Abdest insanı maddî olarak kirlerden temizlediği gibi manevî kirlerden temizleme
noktasında bir baĢlangıç ve zorunluluk îfa eder. Abdest zâhirde, Ģeriatta ve ibadette ilk
mertebeyi îfa eder. Tasavvuf kültüründe bâtında, ahlakta ve hakikatte ise tevbe tasavvuf
yolundaki sâlikin ilk makamıdır. Namaza girmek abdestle, tasavvufa girmek tevbeyle
baĢlar. Tasavvufî olgunluk yolunda yetmiĢ makamdan bahsedilir. Manevî yoldaki ilk
makam ya da baĢlangıç noktası tevbe, sonuncusu da kulluktur. Bu nedenle tasavvuf
kültüründe abdest ve tevbe birbirleriyle iliĢkilendirilmiĢ temizlik konusunda biri zâhiri
biri bâtınî iki önemli esas olarak ele alınmıĢtır. Tevbe abdestin sırrı olarak görülmüĢtür.
Remizden sırra intikal edemeyenler abdestin mânâsını, hikmetini, mahiyetini ve
gayesini anlayamazlar.258

256
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 427.
257
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 429.
258
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü, s.b657; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 63, 429;
Mahmut Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş, Sufi Kitap Yayınları, Ġstanbul 2015 s. 34; Annemaira Schimmel,
İslamın Mistik Boyutları (Çev. Ergun Kocabıyık), Kabalcı Yayınları, Ġstanbul 2004, s. 125.
48

Hz. Peygamber (sas) tevbenin nedâmet ve piĢmanlıktan ibaret olduğunu buyurarak


tevbenin Ģartlarını bildiren bir tarif yapmıĢtır.259 Tevbenin temel Ģartı piĢmanlık olmakla
birlikte bu piĢmanlığın yalnızca kalp ile gerçekleĢtilerilen fiil olmadığıdır. Hasan-ı Basrî
(ö.110)‟ye göre tevbe-i nasuh, kalp ile piĢmanlık, dille istiğfar, uzuvlarıyla o fiili terk ve
yeniden yapmamaya gayret etmektir. ĠĢlenen hata, kusur ve günahtan dolayı duyulan
piĢmanlık hissi kalp ile gerçekleĢtirilir. Ġlahî hükümlere karĢı gelme hâline duyulan
kaygıdır. Bu kaygının lisana dökülüp istiğfar dâhilinde açığa çıkması yaratıcıya karĢı
kulun özrünü beyan etmesidir. Kulun rabbine karĢı verdiği beyan bir nevî söz
niteliğindedir. Verdiği söz doğrultusunda vücudunda bulunan yedi azayı260 gerektiği
gibi muhâfaza ederek günah iĢleme hâline yeniden dönmemeye çalıĢmaktır. Nedamet
hissi kiĢiyi hem günah ve hataları terk etmede hem de onlara yeniden dönmede önemli
bir engelliyici ve nefsin sükûn bularak vücuttaki âzâların yatıĢmasında önemli bir
yardımcıdır.261

Tevbe tasavvufta ilk makamdır. Hakk‟a doğru rucû‟ etmek için ilk baĢlangıç notkasıdır.
Tevbe, yolun baĢlangıcında olanlara bir farkındalık, uyanıklık ve idrak sunar. YapmıĢ
olduğu hata, günah ve kusuru yaratıcısına götürür, O‟na itiraf eder, piĢmanlık duyar,
O‟na sığınır ve O‟dan yardım ister. Bu sayede kul mânen temizlenir, günah, kusur ve
hatasına sebep olan ruhuna ağırlık veren kötü duygu, düĢünce ve davranıĢların
ağırlığından hahifleyerek huzur-u ilahîye doğru yoluna devam eder ve huzura
kavuĢur.262 Hz. Peygamber (sas) Ģöyle buyurmuĢtur: “Günâhından tevbe eden, hiç
günah işlememiş gibidir.”263

Tevbe yapılan hata, kusur ve günahlardan ötürü piĢmanlık hissiyle geçmiĢe,


günahlardan sıyrılarak bulunduğu zamanı ve hâli koruma noktasında bugüne, günahları
bir daha iĢlememe noktasındaki karar ve azim ile geleceğe dönük bir eylemdir. Bu üç
eylem tevbenin sağlıklı olmasındaki esastır. Bu esasa sahip olan tevbe geçmiĢteki

259
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 429.
260
Yedi aza; dil, kulak, göz, el, ayak, karın ve ferc.
261
Herevî, Menâzilü‟s-Sâirîn, s. 76; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 430; Tirmizî, Hatmu‟l Evliyâ, s. 55;
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 159.
262
Kılıç, Tasavvufa Giriş, s. 34; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi Ġlâhiyat
Vakfı Yayınları, Ġstanbul 2008, s. 156.
263
Ġbn Mâce, Zühd, 30
49

hatalarından dolayı kalpler üzerindeki pası264 gidererek o kalbin tekrar parlamasını265


sağlar.

Tevbenin kul üzerinde bir takım manevî faydaları vardır. Nefsin kul üzerindeki
taĢkınlıkları ve tutkuları tevbe sayesinde azalır. Akıl kiĢinin taĢkınlık yapmasına son
vererek kulluk bilincinin farkına varılmasına yardımcı olur. Hem bedenlerini hem de
ruhlarını arındırmayı baĢaran kullar ibadetlerin hakikatlerine erebilir. Kulun Hakk‟ın
yasaklarını bilip kalbini gaflet uykusundan uyandırarak kendi ayıp ve noksanlıklarını
görmesini sağlar. Bu sayede gafletten de kurtulur. Cehâleti azaltarak aklın ve ilminin
gâlip gelmesine sebep olur.266 Ġbn Mesru, marifet ağacının tevbe ile sulandığını dile
getirir.267

Tevbe birçok amelin sıhhat bulmasını sağlar. Tevbenin sıhhatli olması da o ameller
aracılığıyla harama düĢme endiĢesinden ötürü helal olan birçok Ģeyin terk edilmesini
sağlar. Allah‟tan günahlarının af olunması istemek yani istiğfarda bulunmak tevbekar
kul için bir gıdadır.268

2.3. NAMAZ

Tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet anlamına gelen namaz Farsça bir kelime olup Arapça
karĢılığı salâttır. Sözlükte duâ, ibadet, yalvarma, bağıĢlanma dileme, rahmet etme,
övme, tâzim etme, zikir, inkıyat ve boyun eğme anlamlarına gelir. Terim olarak salât
tekbir ile baĢlayıp selam ile tamamlanan, belirli hareket ve sözlerden oluĢan bedenî
ibadeti ifade eder.269 Kur‟an-ı Kerim‟de zikir270, tesbih271, dua272 kelimeleri de namaz
anlamında kullanılmıĢtır. Namazın salât olarak isimlendirilme nedeni kul ile Allah
arasındaki bağ olmasıdır. Zîrâ namaz kulun Allah‟a kavuĢmasıdır.273

264
Mutaffifin, 83/14.
265
Müslim, Ġman/231; Tirmizî, Tefsir sûre/83; Ġbni Mâce, Zühd/ 29.
266
Muhâsibî, er-Riâye, s. 209; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 431.
267
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 126.
268
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 189.
269
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 463; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 436;
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 220; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 111; Kahraman, İslam İbadet Esasları, s.
54; M. Kâmil YaĢaroğlu, “Namaz”, DĠA. c. 32, s. 350.
270
Ankebût, 29/45; Cum‟a, 6/29.
271
Rûm, 30/17.
272
Ahzâp, 33/56
273
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 331.
50

Hz. Peygamber (sas)‟in “İslam beş şey üzerine kuruldu: Allah‟tan başka tanrı
olmadığına ve Muhammed (sas)‟in O‟nun peygamberi olduğuna şahitlik etmek, namazı
kılmak, zekâtı vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak”274 hadîs-i Ģeriflerinde
beyan buyurduğu gibi namaz Ġslam‟ın temel esaslarından biridir. Hz. Peygamber (sas)
ve Cebrail (as) arasında geçtiği bildirilen, Cibril Hadisi Ģeklinde meĢhur olan konuĢma
çerçevesine dikkat edildiğinde, önce iman, sonra Ġslam, en son olarak da ihsan
kavramları Hz. Peygamber (sas) tarafından îzâh edilmiĢtir. Hadîs-i Ģerifin ikinci kısmı
olarak değerlendireceğimiz Ġslam kısmının tanımlamasının yapıldığı bölüme
bakıldığında namazın iman ve tasdikten sonra kul tarafından yapılması gereken ilk ve en
önemli bedenî ibadet olduğu görülmektedir.

Namaz ibadeti Ġslam dinine mensup müslümanlara farz kılınmakla birlikte geçmiĢteki
birçok ümmetin de ibadetleri arasında yer almaktadır. GeçmiĢteki peygamberlerden Hz.
Ġbrâhim (as)‟in duâsı ve Hz. Lokman (as)‟ın oğluna verdiği nasihatı Allah Teâlâ bize
bildirmektedir. Hz. Ġbrâhim (as)‟in duâsında: “Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri
namazını kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duâmı kabul buyur”275, Hz. Lokman (as) oğluna
verdiği nasihatte ise: “Yavrucağızım! Namaz kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye
çalış ve başına gelene sabret! Doğrusu bunlar azim, sebat ve kararlılıkla yapılması
gereken işlerdir”276 buyrulmaktadır. Ayetlerden anlaĢıldığı üzere namaz Hz. Peygamber
(sas)‟den önce gönderilen ilahî/semavî dinlerde de mevcut olan bir ibadettir.

Namaz bütün varlıkların ibadet Ģekillerini kendinde toplayan en kapsamlı ibadettir.


Ġnsan farkında olmasa bile yaratılan her varlık kendisini yaratan Allah‟a karĢı kendine
özgü bir Ģekilde O‟na hamd etmekte ve O‟nu tesbih etmektedir. Bu durum Kur‟an-ı
Kerim‟de Ģu ayetlerle bize bildirilmektedir:

“Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,


ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah‟a secde etmektedir.”277

“Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların
Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duâsını ve tesbihini kesin olarak
bilmektedir.”278

274
Buhârî, Ġman,1; Müslim, Ġman,19-22.
275
Ġbrâhim, 14/40.
276
Lokman, 31/17.
277
Hac, 22/18.
51

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ederler. Her şey O'nu hamd
ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız.”279

“Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam
Allah'a boyun eğer.”280

“Allah'ın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah'a secde ederek ve
tevazu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir.”281

“Melekleri görürsün ki Rablerine hamd ile tesbih ederek Arşın etrafını


kuşatmışlardır.”282

Ayetlerden de anlaĢılacağı üzere gerek yeryüzünde bulunan canlı ve cansız tüm


varlıklar gerek gökyüzünde bulunan güneĢ, ay ve yıldızlar gerekse de mâhiyetini tam
olarak bilmediğimiz yedi semada ve bunlar içerisinde bulunan tüm varlıklar yaratıcısı
olan Allah‟ı kendilerine has bir Ģekilde tesbih ettikleri ve yapılan bu tesbihin mâhiyetini
yalnızca Allah‟ın bildiği, insanların ise onların tesbihlerini tam olarak anlayamadığı
ortaya çıkmaktadır. Yukarıdaki ayetlerde yerde ve gökte bulunan varlıkların tesbih
Ģekillerini görme ve idrak noktasında insanın dikkati çekilmekte hatta yaratılan
varlıkların gölgelerinin bile O‟nu tesbih ettiği vurgulanmaktadır. Meleklerin kimi rükû,
kimi secde, kimi kıyam, kimisi de kâde halinde Allah‟ı tesbih etmektedir. Mümin ise
namazda kıyam, rükû, kâde ve secde hallerinin hepsini yapmaktadır. Bu yönüyle
bakıldığında namaz gerek yer ve gök arasındaki tüm varlıkların gerekse de meleklerin
Allah‟ı tesbih etme Ģekillerinin hepsini bünyesinde barındıran bir ibadet olmaktadır.283

Allah, namazda insana beden âzâlarıyla yapılan dört erkânın (kıyam, rükû, kâde ve
secde) yanı sıra altı farklı zikirde nasip etmiĢtir. Bunlar kıraat, hamd, istiğfar, duâ, Hz.
Peygamber (sas)‟ne salât ve selam getirmektir. Melekler iki rekât namazda insanın
gerek beden ile yaptığı dört erkân gerekse de altı zikir karĢısında hayrete düĢmüĢlerdir.
Melekler kendileri için belirlenen makamda durur, o makamdan yükseltilmez ve
bulundukları makamdan baĢka makama nakledilmezler. Kendilerine tahsis edilen

278
Nûr, 24/41.
279
Ġsrâ, 17/44.
280
Ra‟d, 13/15.
281
Nahl, 16/48.
282
Zümer, 39/75.
283
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 326.
52

makam içinde yükselebilirler. Melekler kıyamate kadar bulundukları hal üzerine


kalırlar. Ya kıyam ya rükû ya kâde ya da secde halinde kendilere verilen vazifeyi
kıyamete kadar sürdürürler. Meleklerin hayrete düĢme nedeni ise müminin kıyam, rükû,
kâde ve secdeyi tek bir namaz esnasında yapması ve altı zikri bir namazda cem
etmesidir. Zira mümimin bir namazda edâ ettiği dört erkân ve altı zikir çok sayıda
meleğe ayrı ayrı taksim edilmiĢtir. Hayret içinde kalan meleklere karĢın Allah o kuluyla
övünmüĢtür. Yakîn sahipleri kalbî amellerin müĢâhede edildiği makamlarda yer
değiĢtirmeleri ve bu makamların kalblerine cem edilmeleri sebebiyle meleklerden daha
üstün kılınmıĢtır.284

Namaz, imandan sonra en faziletli ve Allah‟a en sevimli gelen ibadettir. Bu konu


hakkında Hz. Peygamber (sas) bir hadîs-i Ģeriflerinde Allah Teâlâ‟nın yarattıklarına farz
kıldığı hususlar arasında tevhidden sonra gelenin namaz olduğunu ve O‟na namazdan
daha sevimli gelen bir Ģey olsaydı meleklerin kendisine onunla ibadet edeceklerini
buyurmuĢtur.285 Hz. Peygamber (sas) amellerin en üstününün vaktinde kılınan namaz
olduğunu,286 itaat ve duânın uzun olduğu namazın daha faziletli olduğunu,287 dinî
hükümlerin en hayırlısının namaz olduğunu288 ayrıca namazın dinin direği289 olduğunu
buyurarak Ġslam dininde namazın ne kadar ehemmiyetli ve mühim bir ibadet olduğunu
ortaya koymuĢtur.

Namaz kul için bir bağıĢlanma sebebi olmakla birlikte hata ve günahlardan da arınma
yoludur. Kur‟an-ı Kerim‟de namazın arsızlığa ve kötülüğe mani olduğu,290 namazın
kötülükleri yok edeceği,291 ve namaz kılanlara merhamet edileceği292 buyrulmuĢtur. Hz.
Peygamber (sas) kiĢinin abdest alıp, güzelce namazı kılıp ve namazında dünyaya dair
bir Ģey hakkında kendisiyle konuĢmazsa anasının onu doğurduğu günkü gibi bütün
günahlarından uzaklaĢmıĢ olacağını,293 beĢ vakit namaz ve cumaların, aralarında iĢlenen

284
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 326.
285
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 326.
286
Nesa‟î, Mevakît/1; Ġbni Hanbel, I/451
287
Müslim, Müsafirun/164, 165; Tirmizî, Salât/168; Nesa‟î, Zekât/49; Ġbni Mâce, Ġkamet/200; Ġbni
Hanbel, III/302, 391, 412, IV/302.
288
Malik, Muvatta, Taharet74; Ġbni Mâce, Taharet/4; Ġbni Hanbel, V/280.
289
Tirmizî, Ġman/9; Nesa‟î, Salât/8; Ġbni Mâce, Ġkamet/77; Ġbni Hanbel, V/346.
290
Ankebût, 29/45.
291
Hûd, 11/114.
292
Nûr, 24/56.
293
Buhârî, Vudu‟/36, Salât/87, Ezan/30, Vitr/1, el-Amel fi‟s-Salât/1; Müslim, Taharet/12, 33;
Müsafirin/182, Cum‟a/27; Ebu Davûd, Salat/48, 50, 51, 158; Tirmizî, Taharet/41, Mevakît/167; Nesa‟î,
53

günahlar için kefaret olacağını,294 camiye giden bir kimsenin attığı her adıma karĢılık
Allah onun bir günahını silip bir derece yükselteceğini, kiĢinin camide olduğu sürece
namazda sayılacağını, kiĢinin namaz kıldığı müddetçe meleklerin onu affetmesi için
Allah‟a duâ ettiğini,295 evden çıkarken ve eve girerken kılanan iki rekât namazın
kötülüklere engel olacağını,296 beĢ vakit namazı kılanın kıldığı namaz sayesinde
Allah‟ın o kulun bütün günahlarını gidereceğini,297 emredildiği gibi namaz kılanın
geçmiĢ günahlarının bağıĢlanacağını298 buyurmuĢtur.

Namaz günah ve hatalardan arınma ve bağıĢlanma olmakla birlikte manevî yönden bir
eğitim aracıdır. Mutasavvıflar müritlerine bedenî ibadetlere alıĢtırmak için gün
içerisinde çok sayıda namaz kılmalarını emretmektedirler. Namazın gerek Ģekilsel Ģart
ve rükünlerini eksiksiz yerine getirmek gerekse de ihlâs, huĢu, takva gibi manevî
Ģartlarına riâyet edilerek kılınan namaz kiĢiyi kötülüklerden ve hayâsızlıklardan
alıkoyar, hayra, tevazuya, düzen ve intizâma sevk eder, ruhunu yüceltir ve onu Allah‟a
yaklaĢtırır. Çünkü namaz en büyük saâdet ve ilahî huzura kabuldür.299

Namaz manevî bir eğitim aracı olmakla birlikte insanın nefsine ağır gelen bir yönü de
vardır. Nefis dâima dünya hayatını arzulama yönündedir. Fakat namaz, kulun dünyaya
ve dünya nimetlerine olan istek ve hevasını azaltmakta, onu mâsivadan ve malayânî
iĢlerden alıkoymakta, kendisini Rabbine yaklaĢtırmaktadır. Bu konu ile ilgili Hz.
Peygamber (sas) “Namaz kıldığın zaman nefse, hevaya ve hayata veda ettirecek ve
Mevla‟ya yönelecek şekilde kıl”300 buyurmaktadır. Ġnsan, nefsinin istek ve arzularına
karĢı dâima temkinli olmalı, bu konuda elinden gelen çabayı ömrü boyunca
sürdürmelidir. Bu gayret kulun Rabbine kavuĢma ânına kadar devam etmelidir.301
Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de “Ey İnsan, sen Rabbine varıncaya kadar çırpınmadasın”302
buyrulmaktadır.

Taharet/108, 110; Ġbni Mâce, Taharet/6, 60, Ġkamet/80, 81; Dârimî, Mukaddime/5, Vudu‟/44,45;
Muvatta‟a, Taharet/33, Salatü‟l-leyl/11; Ġbni Hanbel, I/19, 57, II/252, 265, III/292, 421, IV/117, 151, 158,
241, V/427, VI/450.
294
Müslüm, Taharet/5.
295
Buhârî, Salât/87; Müslüm, Mesacid/49.
296
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 104.
297
Buhârî, Mevakıt/6.
298
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 336.
299
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 331.
300
Ġbni Mâce, Zühd/15; Ġbni Hanbel, V/192.
301
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 329.
302
Bakara, 2/233.
54

Kur‟an-ı Kerim‟de “İşte onlar vârislerdir ki Firdevs‟e vâris olurlar. Onlar orada
ebedidirler”303 buyrulmaktadır. Ayette belirtilen Firdevs‟e vâris olup orada ebedî
kalacak kiĢilerin namaz kılanlar olup Allah‟ın onlara nasip ettiği ilk mükâfatlarının
felah, son mükâfatlarının ise yurt ve meskenlerin en hayırlısı olan Firdevs cenneti
olduğu Ģeklinde tefsir edilmiĢtir.304 Buna karĢın cehennem ehli hakkında Ģöyle
buyrulmuĢtur: “Sizi „Sekar‟ cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap
verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik”305, Allah onları kınarken de Ģöyle
buyurmuĢtur: “Ne iman etti, ne de namaz kıldı.”306

Allah Teâlâ “Beni zikretmek için namaz kıl”307 Ģeklinde buyurarak namaz ibadeti ile
kendininin hatırlanmasını ve zikredilmesini murad etmiĢ “Allah‟ı zikretmek her şeyden
daha büyüktür”308 buyurarak Allah‟ı zikretmenin büyüklüğünü ortaya koymuĢtur.
Bedenî bir takım davranıĢlarla Allah‟a kulluk olarak ifade edilmesine karĢın namaz,
kulun bedeniyle, diliyle ve kalbiyle bir nevî tüm varlığıyla kendisini yaratana karĢı
yönelme hâlini ifade eder. Gerek günde beĢ defa kılınan farz vakit namazları gerekse de
diğer zamanlarda kılanan tüm namazlar o vakte ulaĢmanın ve o vakitte hayatta
bulunmanın sebebi olarak Allah Teâlâ‟nın kuluna verdiği hayat nimetine karĢı bir
Ģükürdür. Kul namaz sayesinde günün belli vakitlerinde tüm varlığıyla kendisine türlü
türlü nimetleri bahĢeden yaratıcısına yönelerek O‟na Ģükreder, O‟nu hatırlar, O‟nu
zikreder ve O‟na karĢı kulluk görevini yerine getirmeye çalıĢır. Bir müslüman günde
beĢ defa namaz kılmak suretiyle Allah ile olan irtibatını ve O‟na olan sevgi ve
muhabbetini dâima canlı ve taze tutar. Namaz kulun yaratıcısı olan Allah‟a münâcaatı,
onunla buluĢma anı ve ilahî huzura kabul edilme zamanıdır. Bu nedenle namaza,
zikrullahı‟l-ekber denilmiĢ, sevenin sevgilisini daima hatırlaması gerektiğine iĢaret
edilmiĢtir. 309

Kur‟an-ı Kerim‟de “Onlar namazlarında dâimdirler”310, “Ve o kimseler ki


namazlarında devam ederler”311 buyrularak namaz kılan kulların namazlarında devamlı

303
Mü‟minun, 23/10.
304
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 328.
305
Müddesir, 74/42-43.
306
Kıyamet, 75/31.
307
Tâhâ, 20/14.
308
Ankebût, 29/45.
309
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 63.
310
Meâric, 70/23.
311
Mü‟minûn, 23/9.
55

olma vasıflarından bahsedilmektedir. Allah Teâlâ imandan sonra kendisi için amellerin
en sevimlisi olan namazı, dostlarının ilk ve son sıfatı olarak zikretmiĢ ve bu ibadeti
yerine getiren kullarını namazda devamlılık ve süreklilik meziyetleri ve namazda
gösterecekleri huĢu ile övmüĢtür.312Ayette geçen devamlılık namaz esnasında sükûneti
muhâfaza ederek sükûn bulmak ve itmi‟nan olarak tefsir edilmiĢtir. Kıyamet gününde
insanların namazlarındaki itmi‟nan ve sükûnet üzere haĢredilecekleri
bildirilmiĢtir.313Ayrıca kıyamet günü namazlarına devam eden kullarının üç farklı grup
halinde cennete girecekleri rivâyet edilmiĢtir.314 Hz. Ömer (ra) namazlarında devamlı
olan kiĢilerin hakkında iyi düĢünülmesi gerektiğini de vurgulamıĢtır.315

Mutasavvıflar namaz ibadetine çok fazla önem göstermiĢ özellikle namazlarında tâdil-i
erkâna çok fazla dikkat etmiĢler ve namazın edepleri hakkında da bilgiler vermiĢlerdir.
Mutasavvıfların namaz ile ilgili ilk edepleri öncelikle namazın farz, sünnet, âdâp, fazilet
ve nevâfili hakkındaki gerekli konuları araĢtırıp bunları ilim ehlinden öğrenmektir.316
Ebu Derda (ra), fıkıh bilgisi tam olan kiĢinin namaza ihtiyaçlarını giderdikten sonra
baĢlamasının sebebini namazını kalbi boĢ olarak edâ edebilmek olduğunu söyler. 317 Hz.
Peygamber (sas) hırsızın en kötüsünün namazdan çalan, rükû ve secdesini
tamamlamayan kiĢi olduğunu belirtilerek namazda tâdili erkâna dikkat etmeyen kiĢinin
hırsız konumuna düĢeceği, halk içinde namazını güzelce kılıp yalnızken namazın
erkânına uymayan kiĢinin bu hareketini Rabb‟ini hafife almak olarak değelendirerek
açık bir ikazda bulunmuĢtur. Buna karĢın gerek açık gerekse de gizli olsun namazını

312
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 327.
313
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 319.
314
“Kıyamet günü namaz kılanlar gruplar halinde çağrılırlar. İlk grup yüzleri parıldayan yıldız gibi ışık
saçarak gelir. Melekler onları karşılarlar ve „Sizler kimsiniz?‟ diye sorarlar. Onlar da: „Biz, Muhammed
(sas) ümmetinin namaz kılanlarıyız‟ derler. Melekler kendilerine: „Dünyadaki amelleriniz nelerdi?‟ diye
sorduklarında şöyle cevap verirler: „Biz ezanı işittiğimiz zaman hemen abdeste başlar ve başka bir şey ile
meşgul olmazdık.‟ Bunun üzerine melekler : „Bunu hak etmişsiniz‟ derler. Ardından ikinci grup gelir.
Onların yüzleri de ay gibidir. Melekler kendilerine: „Siz, kimsiniz?‟ diye sorarlar. Onlarda: „Biz namazı
kılanlarız‟ derler. Melekler: „Sizin namazınız nasıldı?‟ diye sorduklarında şu cevabı verirler: „Biz namaz
için vakit girmeden önce abdest alırdık.‟ Bunun üzerine melekler de: „Bunu hak etmişsiniz‟ derler.
Ardından üçüncü grup gelir. Bunların konumları ve güzellikleri diğerlerinden daha güzeldir. Yüzleri
güneş gibi parlamaktadır. Melekler onlara: „Sizin yüzleriniz daha güzel ve makamlarınız daha yüksek,
peki siz kimsiniz?‟ diye sorarlar. Onlar da „Bizler de namaz kılanlarız‟ diye cevap verirler. Melekler:
„Peki sizin namazınız nasıldı?‟ diye sorarlar. Onlar da: „Biz ezanı cami de dinlerdik‟ diye cevap verirler.
Melekler de: „Siz bunu hak etmişsiniz‟ diyerek onları selamlarlar.” Bkz. Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s.
330.
315
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 329
316
Tûsî, el-Lüma‟, s. 158.
317
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 333.
56

güzelce kılan kul için Allah‟ın meleklerine bu benim kulumdur dediğini müjdeleyerek
bu hal içinde bulunan kulların Allah‟ın sevdiği kullarından olduğunu müjdelemiĢtir.318

Mutasavvıflar namaz hakkında da birçok edepten bahsetmiĢlerdir. Onların namazdan


önceki edeplerinden biri murâkabedir. Murâkabe kulun kalbine bakıp yaptığı bir nevî iç
denetim ve gözetimdir. Beden, lisan ve dil ile Allah‟ı hatırlayıp zikretmek olan namaza
baĢladan önce bedenî olarak hazırlık yapan kul kalbini de hazırlar. Kalbindeki her türlü
havâtır ve avârızdan kurtulup Allah‟ın dıĢında herhangi bir Ģeyin zikrinden kalbini
korumaya çalıĢır. Namazdan önce bu hal üzere olanlar, namaza kalktıklarında âdeta bir
namazdan baĢka bir namaza kalkıyormuĢ gibi kalkarlar. Namaza girmeden önce bu hâle
sahip olanlar sürekli namazdaymıĢ gibi olurlar. Namazdan önceki ve sonraki halleri
birbirinden uzak olmaz. Namaza baĢladıkları sıradaki niyet ve akidlerini namaz boyunca
sürdürürler. Namazdan çıktıklarında tekrar huzur-ı kalb haline ve murâkabeye dönerek
kalbi ile olan iç denetimlerini sürekli hale getirirler. Bu sayade namazın dıĢında
oldukları zamanda da namazdaymıĢ gibidirler. Bu, onların namaz edebidir. Nitekim
Allah Resulü (sas) “Kişi namaz vaktini gözleyip bekledikçe namazda gibidir”319
buyurmuĢtur. Serrac‟a göre namazdaki ve namazı beklemedeki edep budur.320

Mutasavvıflar, edepleri gereği imam olmaktan hoĢlanmazlar. Kendileri hâfız dâhi olsa
Fatiha ve zamm-ı sureyi düzgün okuyan birinin arkasında namaz kılmayı tercih ederler.
Çünkü Hz. Peygamber (sas) imamın cemaatten sorumlu olduğunu buyurmuĢtur.
Mutasavvıflar ilk safta namaz kılma gayreti içinde olanların halkı sıkıntıya sokmak ve
izdihâma sebep olmasından dolayı gerek Mekke‟de gerekse de baĢka yerlerde namazda
ilk safta bulunma gayreti içinde olmaktan hoĢlanmazlar. Ġlk safta boĢ yer bulduklarında
da bunu bir ganimet bilirler. Mutasavvıfların ilk safta bulunma gayreti içinde
olmamaları halkı kendilerine tercih etme sebebiyledir. Mutasavvlar namazı uzatmayı da
iyi görmezler. Namaz uzadıkça sürçme, hata ve vesvese çoğalır. Ġbadetleri çok ve uzun
yapmaktansa sağlam yapmak daha iyidir. Çünkü Hz. Peygamber (sas) namazı tam ve
hafif icra etmede halkın en üstünüydü.321

318
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 329.
319
Buhârî, Ezân, 30, 36.
320
Tûsî, el-Lüma‟, s. 161
321
Tûsî, el-Lüma‟, s. 162.
57

Mutasavvıfların namaz hakkında dikkat ettikleri hususların biride namazı cemaatle


kılma noktasında bulunmalarıdır. Namazın gerek maddî yönden gerekse de manevî
yönden hem namaz kılan kiĢiye hem de içinde bulunduğu topluma birçok faydası vardır.
Öncelikle namaz sayesinde kiĢi hem kendini hem de çevresini maddî olarak, ruhunu ve
kalbini de manevî olarak temizler. Günde belirli vakitlerde beĢ defa kılınması sebebiyle
namaz kiĢinin düzenli, tertipli, intizamlı ve programlı bir Ģekilde hareket etmesini
sağlayarak içinde bulunduğu zaman dilimini en uygun Ģekilde geçirmeye gayret
etmesine vesile olacaktır. Bu sayede toplum içinde örnek kiĢiler arasına girerek sevgi,
saygı ve hoĢgörü gibi güzel huyların ortaya çıkıp toplum üzerinde olumlu etkiler
bırakması yönünde örnek teĢkil edecektir. Bu Ģekildeki insanların çok fazla bulunduğu
toplumlar da diğer toplumlara örnek olacaktır. Bu nedenle namazın cemaatle kılınması
ırk, renk, dil, sosyal sınıf ve ülke ayrımı yapmadan müslümanları aynı safta toplayarak
ortak bir Ģuur oluĢturması, sosyal dayanıĢmayı gerçekleĢtirmesi yönünden vazgeçilmez
bir araç olarak görülebilir.322

Hz. Peygamber (sas) kırk gün boyunca namazlarını cemaatle kılan ve iftitah tekbirini
kaçırmayan kimselere iki adet beraat verileceğini bunların nîfaktan beraat ve cehennem
ateĢinden beraat olduğunu müjdeleyerek gerek kiĢinin içinde yaĢadığı toplumundaki
ayrılık, anlaĢmazlık ve geçimsizliklerin uzağında olacağını gerekse de ahiret
hayatındaki karĢılacağı âkibetin olumlu ve iyi sonuçlanacağına iĢaret etmiĢtir.323

Mutasavvıflar da cemaatle namaz kılmaya özen göstermiĢler ve cemaatle namaz


kılmanın önemi de değinmiĢlerdir. Cami güvercini olarak anılan Said b. Müseyyeb
(ö.94), kırk yıldır cemaatle namaz kılıp iftitah tekbirini kaçırmadığını, Abdürrezzak (ra),
yirmi yıldır ezanı camide dinlediğini dile getirmiĢtir.324 Said b. Müseyyeb (ö.94), beĢ
vakit namazı cemaatle kılan kimse, iki kıtayı ve iki denizi ibadetle doldurmuĢ gibi
olduğunu söyleyerek cemaatle namaz kılmanın önemi belirtmiĢtir.325

Mutasavvıflar namazı hakkıyla edâ edebilmek için manevî yönden dört âdâba dikkat
ederler. Perdelerin kalkmasına sebep olması nedeniyle seccade üzerinde huzur-ı kalb ile
bulunmaya, ilahî azarın izâlesine sebep olması nedeniyle Allah‟ın huzurunda olduğunun

322
Kahraman, İslam İbadet Esasları, s.54-55.
323
Tirmizî, Salât/64.
324
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 330.
325
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 154.
58

bilinip bu bilinç halini korumaya, kapıların açılmasına sebeb olması nedeniyle Ģüphe ve
vesveseye düĢmeden kalp huşuunu yakalamaya, sevabın çoğalmasına sebep olması
nedeniyle beklenti içinde olmadan namazın rukünlarını huzu‟ hali ile yapmaya gayret
ederler. Namazı huzur-ı kalbden mahrum olarak kılan sadece oyalanmıĢ olur. Bilinç
halinden uzak olarak kılan sehve düĢüp yanılır. Kalp huĢuundan uzak kılan ise hata
eder. Huzu‟ olmadan kılan da kendine acımasızlık etmiĢ sayılır. Bu dört özelliği yerine
getirerek namaz kılan ise, namazın tam hakkını vermiĢ olur.326

Ġslam dininin en önemli ibadeti olan namazın Allah tarafından kabul edilip
edilmeyeceği hakkında mutasavvıflar namazın Ģekilsel yönünde ziyâde ahlakî ve bâtınî
yönleri üzerinde durmuĢlardır. Namazın kabul ediliĢinin en önemli alâmeti, kulu her
türlü fahĢa ve münkerlerden sakındırması olduğunu belirtilerek namazın ahlakî boyutu
üzerindeki olumlu etkilerine, fahĢa ve münkerlerden uzaklaĢan kulun namazının Sidreti
Münteha‟ya yükseltileceği belirterek manevî boyutuna değinilmiĢtir. Arzu ve hevesine
sahip çıkamayıp bu heves ve hevalarıyla tutuĢan kimsenin ise namazının kendisine geri
iâde edileceği belirtilmiĢtir.327 Kutsî bir hadiste Allah, yücelliği karĢısında tevâzu
gösteren, celâli karĢınsında kalbi titreyen, haramlardan arzularını uzaklaĢtıran, gecesini
ve gündüzünü zikrine ayıran, kendisine isyanda ısrar etmeyen, yarattıklarına karĢı
kibirlenmeyen, rızası için zayıfa merhamet ve yoksulu teselli eden kimsenin namazını
kabul edeceğini, onun için cehaleti hoĢgörü ve karanlığı nur kılacağını, duâ ettiği zaman
duâsına icabet edip istediğini ona vereceğini, üstüne yemin etse yeminini yerine
getireceğini, onu kuvvetiyle koruyup meleklere karĢı onunla övüneceğini
buyurmuĢtur.328

Namaz kul için huzur ve sükûna kavuĢma aracıdır. Namazı göz aydınlığı olarak
nitelendiren Hz. Peygamber (sas) üzüntü ve keder zamanlarında huzur ve sükûna
kavuĢmak için “Ey Bilal! Kalk, ezan oku da namaz kılalım ve huzura kavuşalım”329
dediği rivayet edilir. Hz. Peygamber (sas) gözünü aydınlatan Ģeyin namazda olduğunu
haber vererek “Göz aydınlığım namaz da kılındı” buyurmuĢ, fakat “Göz aydınlığım
namaz” dememiĢtir. Hz. Peygamber (sas)‟in göz aydınlığı namazın Ģekli yönünde değil

326
Tûsî, el-Lüma‟, s. 163.
327
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 330.
328
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 336.
329
Nesa‟î, Mevakıt/46.
59

namazda bulduğu manevî haldir.330 Hz. Peygamber (sas) “Benim mutluluğum namazda
kılınmıştır”331 buyurmuĢtur. Hz. Peygamber (sas) namaz esnasında Allah‟ı görmekte ve
gözleri O‟nunla huzur bulmaktadır.332 Çünkü namaz kılan kiĢi, Rabb‟inin huzurundadır.
Allah Teâla‟da kulundan rızasını namazda kılmıĢtır.333

Kulun ölümden sonra kabrinde namazındaki sükûnet ve iç huzur hali üzere diriltileceği,
o anki rahatı dünyadaki namazlarındaki rahatı ve zevk alma ölçüsüne göre olacağı
belirtilmiĢtir. Hz. Peygamber (sas) Bilal (ra)‟e “Bizi namazla rahatlat”334 buyurmuĢtur.
Namaz müminin ruhununun rahatlatılmasının bir aracıdır. Namaz mümine gerek bedenî
gereksede ruhî yönden verilen bir nimettir. Namazla rahatlatma ibaresinin kastı manevî
yönden ruhun rahatlatılarak huzur bulması ve ibadetin yerine getirilerek yükümlülüğün
kaldırılmasıdır.335

Mutasavvıflar namazı sevgiliye kavuĢma vasıtası olarak görürler. Kulun namaz kılmayı
farz bir ibadeti yerine getirerek üzerindeki dinî yükümlülükleri kaldırmak gayesi içinde
bulunmasından ziyâde asıl gayesinin yaratıcıya ulaĢmada namazı bir araç olarak
görmesidir. Namazın gayesi hakkında Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297) Ģöyle demiĢtir:
“Namaz kılmaktan gayeniz sadece namaz kılma görevini yerine getirmek olmasın. O
irade etmeden kendisine ulaşılmayan varlığa vâsıl olma sevinciniz namazdaki
maksadınız olsun”. BaĢka bir rivayette ise Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297) “Namazda iken
düşüncen sadece namazı edâ etmek olmasın, kendisine ulaşmak için namazdan başka
vesile bulunmayan varlığa vâsıl olma sevincini ve neşesini sakın ihmal etme.” demiĢtir.
Ġbi Ata ise sadece namazı edâ etmeyi düĢünmekten ziyade namazda Allah‟ın heybet ve
azametini akıldan çıkarmamayı gaye edinilmesinin gerektiğini vurgulamıĢtır. Namazla
vuslata ulaĢmak için her türlü bağ ve alâkadan sıyrılıp sadece manevî hakikatlerle
baĢbaĢa kalınmalıdır.336

Namaz kulun yaratıcısını hatırlamasındaki en önemli zikirdir. Yaratıcıya ulaĢma


yolunda bir araç olarak görülen namaz esnasında kul kalbini hertürlü dünyevî ve uhrevî

330
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 106.
331
Nesa‟î, Nisa/1; Ġbni Hanbel, III/128, 199, 285.
332
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 321.
333
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 320.
334
Ebu Davûd, Edeb/78; Ġbni Hanbel, V/364, 37
335
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 164.
336
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 201-203.
60

düĢünce ve fikirlerden uzaklaĢtırması gerekir. Ancak namaz esnasında kulun kalbine


gerek iyi, güzel ve hayra yönelik gerekse de kötü, çirkin ve mekruh çeĢit çeĢit
düĢünceler gelebilir. Kalbe gelen hatır eğer hayra yönelikse bu kul için bir hatırlatma
vesiledir. Çünkü bu hatır Allah‟a en sevimli gelen ibadet olan namazda hatırlatılmıĢtır.
Burada kula düĢen kalbine gelen hatrı yapma noktasında acele etmeli ve bu durumu bir
lütuf olarak görmelidir. Eğer kalbe gelen hatır hayra yönelik olmayıp çirkin bir durum
ise kul bunu bir îkâz olarak görmelidir. Bunlar kulu Allah‟tan uzaklaĢtırabilir. Kula
düĢen bu düĢüncelerini kalbinden uzaklaĢtırarak o düĢüncelerin kalbini meĢgul etmesine
fırsat vermemelidir.337

Kul namaz kılarken gafletten sıyrılmalı, tefekkür için de bulunmalı, aklını ve idrâkını
edâ edeceği namaza hazırlamalıdır. Hz. Peygamber (sas) “Kul namaz kılar ama bu
namazın sevabından kendisine ne üçte biri, ne yarısı ne de çeyreği, ne beşte biri, ne de
altıda biri, ne de onda biri yazılır. Kul için yazılan sevap, namazla aklı ile idrak ettiği
kısımdır” buyurmuĢtur. Hz. Ali (kv) kavrayıĢ ve fıkıh olmayan ibadette de tefekkür
içirmeyen kıraatte de hayır yoktur demiĢtir. Hasan-ı Basrî (ö.110) kalbin hazır
bulunmadığı her namazın, sevaptan çok azaba daha yakın olduğunu söylemiĢtir.
Ulemanın üzerinde icmaa ettiği bir husus ise Ģöyledir: “Kul için kıldığı namazda ancak
idrak ettiği kadarı vardır.”338 Namazla ilgili bir rivâyette gece namaza kalkan bazı
kiĢilerin nasibinin uykusuzluk ve yorgunluktan baĢka bir Ģey olmadığıdır. Bunlar
imamın arkasında olup ne okunduğunu bilmeyen kiĢilerdir.339

Kul kalbini ve aklını meĢgul edecek Ģeylerden uzak tutarak namaza baĢlamalı, okuduğu
ayetler üzerinde tefekkür etmeli, tevazu, huĢu, ihlâs ve samimiyet içinde içinde
namazını edâ ederek namazından tat ve lezzet almalıdır. Kul namazını bu Ģekilde
kılamayıp namazı kendisine uzun geliyorsa gaflet içinde olduğunun farkına varması
gerekir. Eğer kula namazı kısa geliyorsa tâdil-i erkâna riâyet etmediğinden hata içinde
bulunduğunun farkına varması gerekir.340

337
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 340.
338
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 164; c. III, s. 333.
339
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 337.
340
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 338.
61

Namaz içinde huĢu, takva ve ihlas içinde olanlar, namaz esnasında dünya ile olan
iliĢkilerini kesip huzurunda bulundukları Allah ile beraberdirler. Bu hal üzerinde olanlar
çevresinde olan biten olaylar hakkında farkında olmayıp bir müĢâhede halindedirler.341

KeĢfu‟l Mahcûb‟da geçen rivayette Hâtem Asam (ö.?)‟a namazı nasıl kılıyorsun? diye
sorulduğuda Ģu Ģekilde cevap vermiĢtir: “Namaz vakti gelince biri zâhiri biri bâtınî
olmak üzere abdestimi alırım. Zâhiri abdest su ile bâtınî olan tevbe iledir. Sonra camiye
giderim. Mescid-i Haram‟ı kendime şahit tutarım, Makâm-ı İbrâhim‟i iki gözümün
(veya kaşımın) ortasına korum. Cenneti sağ yanıma, cehennemi sol yanıma, sırat
köprüsünü ayağımın altında ve ölüm meleğini, yani Azrail‟i ardımda olarak görürüm. O
vakit azimle Allah‟u Ekber derim, hürmetle ayakta durur, heybetle Kur‟an okur, tazarru
ile secde eder, tevâzu ile rukua varır, hilim ve vakarla teşehhüd için oturur, şükür ile
selam veririm.”342

2.3.1. Hadesten Tahâret

Hades genel olarak hükmî kirlilik, hadesten tahâret de bu hükmî kirlilikten temizlenme
demektir. Abdestsizlik ve cünüplük hâli, dinî literatürde hades yani hükmî kirlilik olarak
nitelendirilir. Dinin emrettiği birçok ibadeti yerine getirmek için gerekli olan ve maddî
kirleri gideren bir temizlenme yoludur.343

Hadesten tahâret zâhirde abdestsizlik halinin giderilmesi için yapılan bir temizlik
olmakta birlikte bâtında Ģehvet ve arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Hadesten
tahâret namaza baĢlamadan yapılan bir temizlenmedir. Bu nedenle namaz esnasında
kalbin namaz dıĢında herhangi bir Ģeyle meĢgul olmasını engellemek için bâtinî olarakta
temizlenmesini sağlayacak, kulun idrak hâlini canlı tutacaktır.344

341
“Müslim b. Yesar bir gün Basra camiinde namaz kılıyordu. Dört payandaya dayalı sütunların biri
onun hemen ardına düştü. Çevre halkı camiden gelen gürültüyü duyarak içeri girdiklerinde sütunun
devrildiğini, Amir‟in ise hiçbir şey olmamış gibi namaz kılmaya devam ettiğini gördüler. Namazı
bittiğinde insanlar yanına giderek kendisini tebrik ettiler. O, şaşkınlık içinde „Beni neden tebrik
ediyorsunuz?‟ diye sordu. Onlar da: „Şu devrilen sütun senin tam arkana düşmüş ve sen de
kurtulmuşsun!‟ dediler. O ise „Ne zaman düşmüş?‟diye sordu. „Sen namazda iken‟ denilince, „Ben hiç
farkında değilim‟dediği rivayet edilmiştir.” Bkz. Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 332.
342
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
343
Ġlmihal, Diyanet, s. 227.
344
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 436.
62

Kul idrak halini canlı tutup, namazı tam anlamıyla edâ edip kemâla erdirmek için kalbi,
zihni ve tasası Rabbi olmalı, kelâmı ile O‟na nazar etmeli, hitâbı ile O‟nunla konuĢmalı,
yakarıĢı ile O‟nu düĢünmeli, ifâdeleri ile O‟nu tanımaya çalıĢmalıdır.345 Hz. Ömer (ra)
minberde “Öyle insanlar vardır ki, yanakları İslam üzere yaşlanır da Allah Teâlâ için
bir tek namazı kâmil anlamıyla kılmamış olur”deyince “Bu nasıl olur?” diye sorulan
soruya Ģöyle karĢılık vermiĢtir: “Kıldığı namazda Allah Teâlâ‟ya karşı huşu, tevazu ve
ikbâlini (arzu/istek) yetirince ortaya koymamakla olur.” Bu durum hakkında Hz.
Peygamber (sas) Ģöyle buyurmuĢlardır: “Kimin kaygıları değişik yerlere kayar ve Allah
Teâlâ‟nın hangi vadisinde olduğunu umursamazsa helak olur.”346

2.3.2. Necâsetten Tahâret

Vücut, elbise ve namaz kılınacak yerin dinen pis sayılan insan kanı ve idrarı, at, koyun
gibi hayvanların idrar ve dıĢkıları gibi Ģeylerden temizlenmesi demektir.347

Necâsetten tahâret zâhirde elbiseyi necasetten temizlemek, bâtında bu elbiseye helal


yoldan temin etmektir.348 Bu konuda Hz. Peygamber (sas)‟den Ģu hadîs-i Ģerifi rivayet
edilmiĢtir: “Kim, içinde bir dirhem haram olan „on dirhem‟le bir elbise satın alırsa, bu
elbiseyi çıkarıncaya kadar hiçbir namazı kabul olmaz.”349 Vücut, elbise ve namaz
kılınacak yerin fıkhen temiz kabul edilmemesi namaz ibadetin yapılması noktasında bir
engel teĢkil etmektedir. Aynı Ģekilde hadîs-i Ģerifte belirtilen elbise örneğinden
hareketle namazda kullanılan elbise, seccade, tesbih benzeri Ģeylerinde elde edilme veya
satın alınma noktasında herhangi bir Ģekilde harama bulaĢmıĢ olması namaz ibadetinin
sıhhatine engel olmaktadır.

2.3.3. Ġstikbâl-i Kıble

Ġstikbâl-i Kıble, namaz esnasında Mekke‟de bulunan Kâbe‟ye yönelmek demektir.350

345
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 321.
346
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 333.
347
Ġlmihal, Diyanet, s. 227.
348
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 436.
349
Muhâsibî, er-Riâye, s. 541.
350
Ġlmihal, Diyanet, s. 231.
63

Zâhir kıblesi Kâbe, bâtın kıblesi ArĢ, sırrın ve ruhun kıblesi müĢâhededir.351 Müritler ve
tâlipler baĢtan sona kadar Hakk‟ın yolunu namazda bulurlar. Makamlar namazda keĢf
olunur. Bir pire taalluk etmek ve onun eteğine sarılmak, isabetle kıbleye yönelme
yerindedir.352 Nitekim tasavvuf kültüründe pir, mürĢid, insanı kâmil ya da Ģeyh olarak
ifade edilen kimseler, kendilerine intisab eden mürit ve sâliklerini doğru ve Hakk olan
yola sevk etme, nefis mücâhedelerinde ve kablerinde bulunan manevi hastalıkları tedavi
etmelerinde yardımcı olan rehber konumunda kiĢilerdir. Bu nedenle tasavvuf kültüründe
ehil olan kiĢiye intisab etmek namaz esnasında kıbleye yönelmek gibi görülmüĢtür.

2.3.4. Vakit

Günün belli zaman dilimlerinde edâ edilen farz namazları, bu namazlara bağlı sünnet
namazları, vitir, teravih ve bayram namazları için dînen farz kılınmıĢ olan vakitlerdir.353
Kur‟an-ı Kerim‟de“Şüphesiz ki namaz, mü‟minler üzerine belirli vakitlerde farz
kılınmıştır”354 ayeti namazların belirli vaktiler içinde edâ edilmesinin gerekliliğini
ortaya koymaktadır. Bununla birlikte gün içerisinde hangi vakitlerin namaz kılma
vakitleri olduğu ile ilgili Kur‟an‟da ayetler de mevcuttur.355

Gündüz vakitlerinin en faziletlisi, farz namazların vakitleridir.356 Namaz kılmanın ve


kemâle erdirmenin gereklerinden biri de vakti girmeden abdest almaktır. Bu sâyede
kulun namaz vakti girdiğinde namazdan baĢka bir Ģey ile meĢgul olması
gerekmeyecektir.357

ġeriatın zâhirinde namaz vaktinin girmesi ve hakikatın derecesinde bu vaktin devam


etmesi Ģartı ile kudret halinde zâhirin kıyamı, kurbet (ve ulûhiyete yakınlık)
gülistanında bâtının kıyamı (elif gibi dosdoğru olması)dır.358

Hz. Peygamber (sas)‟e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca “Vaktinde kılınan
namaz”359 buyurmuĢtur. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) namaz vakti ile ilgili “Namazın ilk

351
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 436.
352
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
353
Ġlmihal, Diyanet, s. 233.
354
Nisâ, 4/103.
355
Ġsrâ, 17/78; Hûd, 11/114; Tâhâ, 20/130; Rûm, 30/17-18.
356
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 72.
357
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 321.
358
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 436.
64

vakti Allah‟ın rızası, son vakti ise Allah‟ın affıdır”360 buyurmuĢtur. Hz. Peygamber (sas)
namazı vaktinde kılmanın ne kadar önemli olduğunu Ģu hadisi ile vurgulamaktır:
“Namazı vaktin sonunda kılan kul bilsin ki, vaktin başından kaçırdığı süre, onun için
dünyadan ve içerdiği her şeyden daha hayırlıdır”.361 Ebu Derda (ra)‟nın Ģöyle dediği
rivâyet edilmiĢtir: “Allah‟ın en hayırlı kulları, O‟nu zikretmek için güneşi, ayı ve
gölgeleri en iyi gözetleyendir.”362

Allah Teâla‟nın rızası ihsan sahipleri için, affı ise kısaltanlar için olduğu söylenmiĢtir.
Her namazı vaktin baĢında edâ etmek, dinde azîmet gereği ve namazlarında dâim olan
takva sahiplerinin yoludur. Ġkinci vakit ise dinde ruhsat gereği ve gafil kullar için Allah
katından bir rahmet ve geniĢliktir.363 Hz. Ebu Bekir (ra) namaz vakti geldiğinde Ģöyle
dediği rivayet edilmiĢtir: “Kalkın, kendi yaktığınız ateşi söndürün”.364 Cehennem ateĢi,
nefse hoĢ ve câzibeli görünen Ģeylerle çevrelenmiĢtir.365 Ahirette sevabın karĢılığı
cennet, günahın karĢılığı cehennemdir. KiĢi namazı sayesinde iĢlemiĢ olduğu
günahlardan ötürü cehennemde yakmıĢ olduğu ateĢten Allah‟ın dilemesiyle kurtulup,
günahlarından affolunabilir.

Vakit sûfinin içinde bulunduğu haldir. O ne geçmiĢte olan Ģeylerle ilgilenir ne de


gelecekte olacaklarla ilgili zihnini ve kalbini meĢgul etmez. Ġçinde bulunduğu vakte
uygun en iyi Ģeyi yapma gayretindedir. Sûfi namazda kalbini ve zihini meĢgul edecek
düĢüncelerden uzak tutarak namazını güzel bir Ģekilde edâ etme gayretindedir.366

2.3.5. Niyet

Niyet, azmetmek, kesin olarak irade etmek, kastetmek, kalbin bir şeye karar vermesi,
hangi işin ne için yapıldığının farkında olunması demektir. Namaz hususunda niyet ise
Allah için namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmek demektir.367

359
Müslim, Ġman/137, 140; Ġbni Hanbel, I/324, 405, IV/249, V/149, 157, 159-161.
360
Tirmizî, Mevakit/1.
361
Muvatta, Vukût/23.
362
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 330.
363
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 102.
364
Tûsî, el-Lüma‟, s. 131.
365
Buhârî, Rikâk, 28.
366
KuĢeyri, er-Risâle, s. 148.
367
Ġlmihal, Diyanet, s. 238.
65

Hz. Peygamber (sas) “Ameller ancak niyetlere göredir ve herkese ancak niyet ettiği şey
vardır”368 buyurmuĢtur. Niyet kendisinde iki unsuru barındırır. Birincisi kiĢinin bir Ģeyi
yapmak istemesi, ikincisi ise o Ģeyi hangi gâye ile yapmak istemesidir. Hadîs-i Ģerifin
“Herkese ancak niyet ettiği şey vardır” kısmı niyetin gâyesine yöneliktir. Ġslam‟da
kiĢilerin değerlendirilmesi yapmıĢ oldukları amel ve fiille, fiilerin değerlendirilmesi ise
niyetlere göredir. Herkes ancak niyetteki gâyesi kadar sevap veya ecir alır.369

Niyet, sâlih bir amelin baĢlangıç noktası, Allah‟ın kula nasip edeceği mükâfatın
konusudur. Amelin baĢlangıcı kabul edilen niyetin iki esası vardır. Birincisi yapılacak
amel için kalben yöneliĢi sağlıklı kılıp uyanık olmak. Ġkincisi amelde Allah‟a karĢı
ihlaslı olup sevap ummaktır. Sağlıklı amel içinde riya ve heva barındırmayan dâima
Allah‟ın rızası gözetilen ibadettir.370

Niyet, kendisiyle Allah Teâla‟nın murad edildiği ve O‟nun katındaki sevabın talep
edildiği Ģeydir. Kul amelini yaparken daima Allah Teâlâ‟nın rızasını önde tutmalı,
amelini O‟na yakınlaĢma için yapmalıdır. Niyetin yüceliği de karĢılığı da bunda gizlidir.
Ġbn Uyeyne (ö.198) niyeti farzların farzı olarak görür. Çünkü niyet usûlün temelidir.
Vusûle ulaĢmak için bir zorunluluktur. Bu yüzden de usûlün gözden kaçırılmaması
gerekir. Kalbi Allah‟tan uzaklaĢtıran, sıhhatli bir niyetin bulunmamasıdır. Niyette
gösterilen samimiyetsizlik, amelin Allah Teâlâ‟ya hâlis kılınması noktasında eksiklik ve
zaafa yol açacak, bu da kalbin soğumasına neden olacaktır.371

Hz. Peygamber (sas) “Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır”372 buyurmuĢtur.


Abdürrahim b. Yahya el-Esved (ö.99) niyeti ihlasın kendisi olarak görmüĢ, kulun
amelinde gösterdiği ihlasın yapmıĢ olduğu amelden daha hayırlı olduğunu, amel
olmaksızın gösterilen ihlası ise ihlassız birinin amelinden daha hayırlı olarak
görmüĢtür.373

368
Buhârî, Bedü‟l-Vahy, 1; Müslim, Ġmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11.
369
Tûsî, el-Lüma‟, s. 159, 495.
370
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 44.
371
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 19-28.
372
Camiüs-Sağır,4/3810.
373
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 147.
66

2.3.6. Ġftitah Tekbiri

Ġftitah başlamak, kapıyı açıp girmek anlamındadır. Ġftitah tekbiri, namaza baĢlarken
alınan tekbir olup Allahu Ekber cümlesini söylemektir. Ġftitah tekbirine tahrîme tekbiri
de denir. Bu tekbirle namaza girilmiĢ olup dünyevi iĢler ile ilgili iliĢkiler kesilmiĢ
olur.374

Ġftitah tekbiri namaza baĢlangıcın bir göstergesi, huzuru ilahîye giriĢin kapısıdır. Allah‟a
ulaĢma niyetinde olan kiĢinin namazdan önce kendisini maddî ve manevî bir hazırlık
aĢaması bekler. Maddî olarak hem bedenini hem de çevresini temizler. Manevî olarak
ruhunu ve kalbini Allah dıĢındaki herĢeyden arındırır. Namaza girmek isteyen kul niyet
ve iftitah tekbirinin hazırlığını tamamlar. Niyetini ve tahrîme tekbirini birbirine bağlı
olarak yapması gerekir.375

Niyet ve tekbir kulu namaza bağlayan bir akiddir. Kulun namazının baĢlangıcında
yapmıĢ olduğu akdin sağlamlığı onun namazını bozacak ya da namazının faziletini
eksiltecek manevî afetlerin girmesine engel olacaktır. Ameller ancak niyetlere göredir376
hadîs-i Ģerifi gereğince namazını edâ eden kulun namazından kendisine kalacak olan bu
akdi yani niyetle aldığı tekbir olacaktır.377

Kul Allahu Ekber deyip namaza baĢladığı zaman kendisinden beklenen Kur‟an-ı
Kerim‟deki “Allah, hiç kuşkusuz en büyüktür”378 buyruğu gereğince lisanıyla söylemiĢ
olduğun tâzimi kalbininde tasdik etmesi ve kulun kalbinde Allah‟ın her Ģeyden büyük
olması gerekir. Bu hal üzere olan kul lisanı ile vermiĢ olduğu akde kalbi ile vefa
görtermiĢ olur. Kalbi bu tâzime vefalı olduğunda iblis ondan perdelenir ve onunla
arasına duvar örülür. Hiçbir Ģeytan ona bakamaz. O huzuru ilahîyededir. Tekbir
getirdiğinde melek onun kalbine bakar ve orada Allah‟tan baĢka hiçbir Ģeyin büyük
olmadığını görerek Ģöyle der: “Sözünde olduğun gibi kalbinle de Allah‟a sadık kaldın.”
O esnada kalbinden bir nur çıkar ve bu nur, ArĢ‟ın melekûtuna ulaĢır. Bu nurla her Ģey,

374
Ġlmihal, Diyanet, s. 238; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 125; Kahraman, İslam İbadet Esasları, s. 60.
375
Tûsî, el-Lüma‟, s. 159.
376
Buhârî, Bedü‟l-Vahy/1; Müslim, Ġmare/155; Ebu Davud, Talak/11.
377
Tûsî, el-Lüma‟, s. 159.
378
Ankebût, 29/45.
67

yeryüzünün ve göklerin melekûtu ona açılır. Toplanan nurlar kadar kendisine hasenat
yazılır.379

Kul kalbinde Allah‟tan baĢka hiç birĢey olmadan „Allah‟u Ekber‟ diyerek namaza
baĢladığında Allah Teâlâ meleklere Ģöyle buyurur: “Benimle kulum arasındaki perdeyi
kaldırın”. Onunla Rabbi arasındaki perde kaldırılır ve Rabbi onunla bizatihi yüzyüze
gelir. Melekler omuzlarının üstünden havaya yükselirler ve onunla birlikte namaz
kılarlar. O duâ ettiği zaman duâsına âmin derler. Kul namazda baĢka bir tarafa yöneldiği
zaman ise Allah Ģöyle buyurur: “Ey kulum, kime yöneliyorsun? Ben senin için
yöneldiğin her şeyden daha hayırlıyımdır”.380

Namaz kulun Allah‟a vuslatındaki en önemli araçtır. Ebu Bekir Vasitî (ö.320), kulun
namaza girerken getirmiĢ olduğu tekbir ile kulun Ģunu demek istediğini söyler: Allah o
kadar büyüktür ki namazda dâhi O‟na vasıl olunamaz, namazın terkiyle de O‟dan ayrı
kalınamaz. O‟na vasıl olmak da O‟ndan ayrı ve uzak düĢmekte kulun ameliyle değil,
O‟nun ezeldeki takdiri iledir.381

Mutasavvıfların namaza baĢlama esnasındaki tahrîme tekbirine çok fazla ihtimam ve


önem göstermiĢlerdir. Namaza baĢlamadan önce zâhiri ve bâtınî temizliklerine riayet
edip ilahî huzura çıkma esnasında dilleri ile söyledikleri tekbir ile yüceltmiĢ oldukları
Rablerini kalpleri ile de Ģahit tutmuĢlardır. Niyet ve tekbir ile vermiĢ oldukları söze
sâdık kalmıĢlardır. Ebu Said Harraz (ö.277), kulun tekbir için ellerini kaldırdığında
gönlünde Zat-ı Kibriya‟nın azâmetinden baĢka büyük Ģey kalmadığında bu hâlin kulun
gözündeki ve gönlündeki dünyevî ve uhrevî duyguları sileceğini belirtir. KiĢi tekbir
getirdiği zaman kalbinde Allah‟tan baĢka büyük varsa, bu kulun sözünde sadık
olmadığının göstergesidir.382

Ġbn Nüceyd Züccâcî (ö.348), farz namazlarda tekbir getirirken hâlininde meydana gelen
değiĢikliği, bir farza baĢlamada sıdk ve doğruluk ile baĢlamamak hususundaki korkudan
kaynaklandığını ifade etmiĢtir. Çünkü kul tekbir ile baĢlayıp kalbinde O‟dan daha
büyük bir Ģey bulundurursa kendi kendini yalanlamıĢ olacaktır.383

379
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 322.
380
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 323-325.
381
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 203.
382
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
383
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 138.
68

Âriflerden birine tahrime tekbirini nasıl aldığı sorulduğu zaman Ģöyle cevap vermiĢtir:
“Allahu Ekber diye ilk tekbiri, elifin azameti, lam‟ın heybeti ve ha‟nın kurb ve
murakabesiyle sözümde ve özümde Allah‟tan başka bir büyük kalmayacak şekilde
alırım.”

BaĢka bir mutasavvıfta kul Tekbir aldığında Allah‟ın kulun gönlüne baktığını ve kulun
gönlündeki geçenleri bildiğini ifade ederek kulun sağ yanında cennet, sol yanında
cehennem olduğunu düĢünerek tekbirini alması gerektiğini belirtmiĢtir.384 Çünkü kul
namaza baĢlarken Allah Teâla‟nın yüceliğini kendi diliyle beyan etmiĢ, bununla namaza
baĢlamıĢtır. Eğer lisanıyla söylemiĢ olduğu Tekbir‟e kalbi de sadık kalırsa sonuç onun
için hayırlı olacak, Tekbir alırken sağ yanında düĢünmüĢ olduğu cennet onun mükafâtı
olacaktır. Eğer lisanıyla söylemiĢ olduğu Tekbir‟e kalbi de sadık kalmazsa Tekbir
alırken sol yanında düĢünmüĢ olduğu cehennem onu akibeti olacaktır. Bunun farkında
olarak Tekbir alması kulun namazını gerektiği gibi Hakk‟ın rızasına uygun bir Ģekilde
kılmasına yardımcı olacaktır.

2.3.7. Kıyam

Kıyam, doğrulmak, dikilmek, ayakta durmak demektir. Namazı oluĢturan ana


unsurlardan biri olan kıyam, iftitah tekbiri ve her rekâtta Kur‟an‟dan okunması gerekli
asgari miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durmak anlamına gelir.385 Kur‟an-ı
Kerim‟de “Allah‟a itaat ederek ayakta durun”386 buyrularak namazdaki kıyam farz
kılınmıĢtır.

Kulun namaz esnasındaki kıyamı elleri bağlı boynu bükük bir vaziyette huzur-ı ilahîde
rabbine karĢı göstermiĢ olduğu saygının bir göstergesidir. Nitekim ulemadan bir zat bu
duruĢu Âziz olanın huzurunda teslimiyet ve boyun eğiĢ olarak saymıĢtır.387 Bu durum
hakkında Kur‟an-ı Kerim‟de, “Onlar namazlarında huşu sabihidirler”388 buyrulmuĢtur.
Said bin Cübeyr (ra), Ġbni Abbas (ra)‟tan “Namazda huşu, namaz kılanın sağında
solunda kimin olduğunu dahi bilmemesidir” sözünü iĢittiği kırk yıldan beri namazda
sağında solunda kimin olduğuna bakmadığını rivayet etmiĢtir. Muâz bin Cebel (ra) ise
384
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
385
Ġlmihal, Diyanet, s. 238; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 125; Kahraman, Büyük İslam İlmihali, s. 60.
386
Bakara, 2/238.
387
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 314.
388
Mü‟minûn, 23/2.
69

namazda sağında ve solunda kimin olduğunu isteyerek öğrenen kimsenin namazının


boĢa gittiğini söylemiĢtir. Namazda huĢu içinde olunmasını sağlayan bu durum, sağında
solunda olan kiĢilerin kim olduğunu bilmeden ve etrafında olan biten olaylardan sıyrılıp
tam bir yöneliĢ ve tevâzu içinde bulunduğu kıyamın güzelliğindendir.389

Ebu Said Harraz (ö.277), namazdaki kıyamın kıyamette Allah‟ın huzurunda bulunmak
gibi Allah‟a yönelmek olduğunu söyler. Kul ve rabbi karĢı karĢıyadır, arada tercüman
bulunmaz. Kul O‟na yönelir, O‟na münacaat eder ve büyük bir Melik‟in huzurunda
olduğunun bilincine varır.390

Kul namazını edâ etmek kasdıyla kıyama kalktığında, onun kalbi, âlemlerin rabbi olan
Allah için bir gün boyunca kıyam ettiğine Ģahitlik eder. Bir günün uzunluğu ise Ebû
Talib el-Mekkî (ö.386)‟ye göre elli bin senedir. Daha sonra kalbi huzur-u ilahîdeki
duruĢuna Ģahitlik eder. Hakk Teâlâ‟nın tâzimi kendisine hâkim olur. Her Ģeyi murâkebe
eden Allah Teâlâ‟nın korkusu onu içine alır.391

Mutasavvıflar namaz kılan kulun kıyam esnasında dikkat etmesi gereken âdâba da
değinmiĢlerdir. Kul namaza tekbir ile girip ayakta hazır bir vaziyette sukûn ile kıyam
ederken gönlünde huzurunda bulunduğu Allah‟tan baĢka hiçbir Ģey olmamalıdır.
Böylece Hakk‟ın kelâmını anlayabilsin, her ayetin mânâsına ve zevkine varabilsin.
Çünkü insanın namazdan payı bilinçle ve kalp huzuruyla kıldığı kadarıdır.392

Kul kıyamı âdâbına uygun bir Ģekilde edâ ettiğinde kıyamda kendisini taĢımaz, o
taĢıyıcısı ile beraberdir. Yakîn sahibi kul namaz için abdest aldığı zaman yeryüzünün
Ģeytanları ondan uzaklaĢır ve ondan korkarlar. Çünkü o Hakk‟ın huzuruna girmeye
hazırlanmaktadır.393

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), nefs mücâhedesi ile uğraĢmanın namazdaki kıyam yerinde
olduğunu söylemiĢtir.394 Kıyam, fiziksel olarak vücuda namazdaki en zor ve ağır gelen
kısımdır. Nefs mücâhedesi, Allah Teâlâ‟nın rızasını kazanma çabasında olan ve ahiret
hayatında olumlu bir akibeti uman her bir kul için bir ömür boyu sürdürülmesi

389
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 318.
390
Tûsî, el-Lüma‟, s. 159.
391
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 324.
392
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
393
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 322.
394
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
70

gerektiğinden kula en zor gelen mücadelelerin baĢında gelmektedir. Bu nedenle nefs


mücâhedesi ile uğraĢmak namazdaki kıyam yerinde görülmüĢtür.

2.3.8. Kıraat

Sözlükte okumak anlamına gelen kıraat, namaz kılan kiĢinin kıyam halinde Kur‟an-ı
Kerim‟in ayetlerinden bir miktarını kendisinin iĢitebileceği Ģekilde okuması demektir.395
“Kurân‟dan kolayınıza gelen herhangi bir yer okuyun”396 ayeti ve Hz. Peygamber
(sas)‟in "Kıraatsiz namaz olmaz"397 hadîs-i Ģerifi kıraatın namazın farz bir rüknü
olduğunu göstermektedir.

Kul namazda kıraatini tertil üzerine yapmalı, okuduğu ayetlerin mânâlarını anlamaya
çalıĢmalı, onlar üzerinde tefekkür etmelidir. Nitekim Hz. Ali (kv) kavrayıĢ ve fıkıh
olmayan ibadet de, tefekkür içermeyen kıraatta da hayır olmadığını bildirmiĢtir.398 Bu
bağlamda Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), âlimlerden birinin Ģöyle dediğini rivâyet etmiĢtir:
“Anlayamadığım ve kendimi veremediğim bir ayeti okumayı kendim için sevap
saymam.”399

Kur‟an-ı Kerim‟i okurken bir rahmet ayeti ile karĢılaĢtığında onu arzulamalı ve istemeli,
bir azap ayetiyle karĢılaĢtığında ise korkup Allah‟a sığınmalıdır. Tesbih ve tâzime dâir
bir ayete rastladığında hamd, tesbih ve tâzimde bulunmalıdır.400

Namaz esnasındaki kıraatın edebi Kur‟an ayetlerini gönül kulağıyla, âdeta Allah‟tan
dinliyormuĢ gibi ya da Allah‟a okuyormuĢ gibi bir müĢâhede ile okumak gerekir. Ebu
Said Harraz (ö.277), böyle düĢünmenin idrak ehli için yüce bir anlayıĢ olduğunu
belirtir.401

Kul yaratılıĢındaki acziyetinin bilincinde olarak yaratıcısı olan Allah‟a muhtaç oluĢunun
farkında olmalıdır. Kul bu acziyetin farkında olarak Allah‟ın kendi üzerindeki muradına
uygun Ģekilde çalıĢmaya gayret etmelidir. Zihninde ve gönlünde Allah Teâlâ‟ya muhtaç

395
Ġlmihal, Diyanet, s. 241; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 129; Kahraman, İslam İbadet Esasları, s. 60.
396
Müzzemmil, 73/20.
397
Müslim, Salât/42; Ebû Dâvud, Salât/132, 167.
398
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 163.
399
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 166.
400
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 319.
401
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
71

oluĢun güzelliği yer etmelidir. Kulun namazdaki kalbi ve tasası Rabbi olmalıdır. Kur‟an
okumaya baĢladığı zaman Kelam Sahibi ile olan beraberliği onun kaygısını azaltır.
Kalbi onu anlamakla, onun feyzi ile açılmakla meĢgul olur.402

Kul namazdan önce huzur-u ilahîye kabul edilmek için tüm hazırlığını yapmalı,
namazda bütün kalbi, aklı ve tasası Rabbi olmalıdır. Kelamı ile O‟na nazar etmeli ve
hitabı ile O‟nunla konuĢmalıdır. YakarıĢı ile O‟nu düĢünmeli, sıfatları ile O‟nu
tanımaya çalıĢmalıdır. O‟nun Kitabı‟nda gizlediği sırlara muttalî olabilmek için istekli
olmalıdır.403

Kulun okuduğu her ayet ve her kelime Allah‟ın isimlerinin, sıfatlarının, ahlakının,
hükümlerinin, irâdesinin veya fiillerinin birinin mânâsının içeriğidir. Zîrâ Kelam,
sıfatların mânâlarını bildirir ve ifâde sahibine delalet eder. Kur‟an-ı Kerim‟in her bir
kelimesinde farklı on yöne giden mânâlar gizlidir. Ârifler için bu yönlerin her birinde
bir makam ve çeĢitli müĢâhedeler mevcuttur. Bu yönler; o kelimeye iman etmek, teslim
olmak, O‟na yönelmek, O‟nun için sabretmek, O‟na rıza göstermek, O‟ndan korkmak,
O‟ndan ümitvar olmak, O‟nun için Ģükretmek, O‟na muhabbet beslemek ve O‟nun
hakkında mütevekkil olmaktır. Bu on makam yakîn makamları olarak bildirilen
makamlardır. Allah Teâla‟nın kelimesi, yakînin ta kendisidir. Sayılan bu makamların
tamamı da yakarıĢ ve yalvarıĢ ehlinin müĢâhede ettikleri her kelimede gizlenmiĢ olarak
mevcuttur. Ġlim ve hayat ehli bunları bilir. Çünkü Kur‟an-ı Kerim kalplerin hayat
kaynağıdır.404

Bu müĢâhedeye vâkıf olanlar, Allah Teâlâ‟ya yakarmaktan asla sıkılmazlar. Çünkü


onlar Allah Teâlâ‟nın yakîn dostlarından olmuĢlardır. AnlayıĢ ve lezzetten dolayı O‟nun
huzurunda ki kıyam da kendilerine ağır gelmez. O‟nun yakınlığının verdiği tadı da
nimet bilirler. Bu noktada olan kul, namazda uzun uzun Kur‟an okur. O, bunu kıblenin
namaz için derecelenmesi gibi görmez. O, ona Ģahit olmaz çünkü kıble onun ardında, o
ise kıblenin önündedir. Kıyamda böyledir. Kıyamda o kendisini taĢıyamaz, o taĢıyıcı ile
beraberdir.405

402
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 324.
403
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 319.
404
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 321.
405
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 322.
72

Nefs ve düĢman, namazdaki kıraatin tertil üzerine yavaĢça yapılmasına karĢıdır. Kıraati
tertil üzere yapmak ayetlerin daha iyi anlaĢılmasını ve idrak edilmesini sağlar.
Ayetlerdeki va‟d ve vaîdin geçmesi dünyevi Ģeyleri düĢünmenin verdiği rahatlık
yüzünden nefse ağır gelir. Bu yüzden nefs ayetleri hızlı hızlı okumaya çağırır. Oysaki
ayetleri anlamak, kalbin incelmesi ve korkusunun coĢması, en evlâ olan yoldur.406

2.3.9. Rükû

Eğilmek anlamına gelen rükû, namaz esnasında kıraattan sonra eller dizlere değecek
Ģekilde eğilerek sırt ve baĢ kısmının yere düz bir doğrultuda tutulmasıdır.407

Rükûnun edebi sırtı dümdüz yapıp yere eğilmek, böylece bütün mafsallarını arĢa doğru
tutmaktır. Kul huzur-u ilahîde hazır bir vaziyette iken yaratıcısına karĢı saygı ve
hürmetle eğilir. Kulun yapmıĢ olduğu zâhiri eylem Rabbi karĢısındaki tevazunun bir
göstergesidir.408 Rükû, ilahî tecellînin varlığı altında kevnî mevcudatın yok oluĢunu
görmeye iĢaret eder.409 Rükû, kulun gönlünde Allah‟tan baĢka yüce bir Ģey kalmayacak
Ģekilde O‟nu yüceltmek ve nefsini bir toz zerresinden daha küçük görmektir. BaĢını
rükûdan kaldırıp Semiallahu limen hamideh dediğinde Allah‟ın kendisini iĢittiğini
bilmeli ve bunun farkında olmalıdır.410

Allah‟ın büyüklüğünü lisanıyla dile getirip rükûya eğildiği zaman, Allah‟ın yüceliğini
ikrarla birlikte kalbi durur ve kalbinde Allah Teâla‟dan daha yüce bir Ģey bulunmaz.
Rükûyu huĢu içinde yerine getirir. Rükûdan kalktığı zaman Rabbenâ leke‟l-hamd
diyerek hamdin ancak övgülere layık olan Allah Teâlâ‟ya mahsus olduğuna Ģahit olur.
Çok seven ve sevilen Hak Teâlâ‟ya Ģükrederek durur. Bu, Allah Teâlâ‟dan daha fazla
sevabı gerektiren bir harekettir. O kulun kalbi ise rıza ile sükûn bulmuĢtur. Çünkü
hamdin hakikati rızadır.411

406
Muhâsibî, er-Riâye, s. 259.
407
Ġlmihal, Diyanet, s. 246; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 130; Kahraman, İslam İbadet Esasları, s. 60;
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 525.
408
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 525.
409
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
410
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
411
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 324;Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
73

2.3.10. Secde

Sözlükte itaat, teslimiyet ve tevazu için eğilmek, yere kapanmak, yüzü yere sürmek
anlamına gelen secde, rükûdan doğrulduktan sonra her rekâtta iki kere yapılmak üzere
yüz, eller, dizler ve ayak parmaklarının üzerine olmak üzere yedi organın yere
değmesidir.412

Namaz, dinin direği,413 imandan sonra en faziletli ve Allah‟a en sevimli gelen ibadettir.
Hz. Peygamber (sas) kulun Allah‟a en yakın olduğu anın secde olduğunu,414 Allah‟ın
kendisine secde edenin derecesini yükselteceğini415 buyurmuĢtur. Kur‟an-ı Kerim‟de
“Secde et ve Allah‟a yaklaş”416 buyrulmuĢtur. Kul namaza baĢlamadan önce bedenini,
zihnini, ruhunu ve kalbini arındırır, kıyamda dikey vaziyette durur, rükûya yatay
vaziyette eğilir, secde de ise baĢını yere koyar. Allah‟a karĢı saygısını zâhiri olarak
ayakta baĢlayıp vücudunun en önemli yeri olan baĢını yere koymakla sürdürür. Kul
Allah karĢısında ne kadar eğilir ve küçülürse mânen o nispette büyür ve yücelir.417
Dünyevî mal, mülk, makam, mevki, Ģöhret, gibi bir menfaate, elde edilecek bir istek ve
arzuya; uhrevî bir emele, talebe ve hazza kul olmayarak tam bir hürriyet içinde, Allah‟a
ulaĢma hedefinde olup, nefsini tanıyan Allah Teâlâ karĢısında mânen o nisbette büyür
ve yücelir.418 Secde nefsi tanıma ve onun hakkında marifet sahibi olma yerindedir.419

Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu durumdur. Secdede kul lisanıyla Allah‟ı
karĢıtlarından tenzih etmesi gerekir. Kulun kalbinde Allah‟tan daha büyük, O‟ndan daha
izzetli hiçbir Ģey bulunmamalı, Allah‟tan daha yakın hiçbir Ģey kalmamalıdır. HaĢyet ve
heybet duygularıyla namazını edâ etmeli, namazında kendini meĢgul edecek baĢka bir
duygu bulundurmamalalı. Huzurunda durduğu Zat yerine baĢkalarıyla meĢgul duruma
düĢmemeye çalıĢmalı.420

412
Ġlmihal, Diyanet, s. 246; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 130; Kahraman, İslam İbadet Esasları, s.
60; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 525.
413
Tirmizî, Ġman/9; Nesa‟î, Salât/8; Ġbni Mâce, Ġkamet/77; Ġbni Hanbel, V/346.
414
Müslim, Salât/215.
415
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 164.
416
Alak, 96/16.
417
Mehmet Demirci, “İbadetlerin İç Anlamı”, Tasavvuf: Ġlmi ve Akademik AraĢtırma Dergisi, 2000, Cilt
I, sayı 3, s.16.
418
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 299.
419
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
420
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
74

MüĢâhede ehli secde noktasında üç farklı makamda bulunur. Birincisi Allah Teâlâ‟ya
yakın kılınan mukarrebunun sahip olduğu makamdır. Secde ettiğinde kendisine,
Ceberût-i A‟la açılır, Karîb Teâlâ‟ya yükselir, O‟na iyice yaklaĢır. Ġkincisi âbidler
arasındaki korku ehlinin makamıdır. Secde ettiği zaman kendisine Ġlahi Ġzzet‟in
melekûtu açılır ve o kiĢi, Kadir-i Ecel‟in sıfatlarından biri üzere yeryüzü toprağına
secde etmiĢ olur. Bu yüzden kalbi kırılır ve Yüceler Yücesi Rabbi‟den tevazu gereği
korkar. Üçüncüsü talep ehli arasında bulunan sâdıkların makamıdır. Secde ettiği zaman
kalbi göklerin ve yerin melekûtunda gezinir, ilahî faydaların zariflikleriyle
sevaplandırılıp diğer kiĢilere gizli olan mükâfatlara Ģahit kılınır. Bunların dıĢında bir de
dördüncü zümre vardır. Ancak bunların zikre değer bir meziyetleri yoktur ve övgüyü de
hak etmezler. Namaz kıldıklarında bütün kaygı ve tasaları Allah Teâlâ‟nın vereceği
ödüller ve dünyevî beklentilerle doludur. Bunlar himmetlerinin düĢüklüğünden dolayı
ulvî Ģehâdetlerden mahrum bırakılmıĢ kimselerdir. Hevalarına esir oldukları için yüce
ufuklara seyahatten alıkonulmuĢlardır.421

2.3.11. Ka’de-i Ahîre

Son oturuĢ demek olan ka‟de-i ahîre, namazın son farzı ve rüknü olup namazın sonunda
teĢehhüd miktarı oturup beklemek demektir. TeĢehhüd miktarından maksad Tahiyyat‟ı
okuyacak kadar zamandır.422

Tahiyyat duâsı Miraç‟ta Allah Teâlâ ile Hz. Peygamber (sas) arasında Miraç‟ta geçen
konuĢmanın hatırasıdır.423 Hz. Peygamber mirac gecesinde tahiyyat, salâvat ve tayyibat
kelimeleriyle Cenâb-ı Hakk‟a tâzimde bulunduğu, O‟nun da buna selâm, rahmet ve
bereket kelimeleriyle mukâbele ettiği, Hz. Peygamber (sas)‟ın gördüğü bu iltîfat
karĢısında selâmın bütün peygamberler, melekler ve insanlar üzerine olmasını temenni
ettiği, bunun üzerine bütün meleklerin kelime-i Ģehâdeti söyledikleri kaydedilir.424

Kul teĢehhüde oturup Ettehiyyatü, Salli, Barik ve Rabbena duâlarını okur. Namazı
hakkıyla kılan kul, duâ ettiği Rabbini övme, hamdetme, nimetlerinde Ģükranda
bulunmaya o kadar dalar ki kendi dünyevî ihtiyaçlarını unutur. Mevlâsı ile

421
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 324.
422
Ġlmihal, Diyanet, s. 247; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 133.
423
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 18.
424
Fahrettin Atar, “TeĢehhüd”, DĠA, c. 40, s. 563.
75

meĢguliyetinden dolayı kendini ihmal eder. O‟na olan övgüsünün güzelliğinden dolayı
Rabbi‟nden isteklerde bulunmayı akıl edemez. Duâ eden bu kul Allah Teâlâ‟dan
mağfiret dilediğinde tevbenin sıfatları ve tevbekarın hükümleri hakkında düĢünür.
GeçmiĢ günahları üzerinde tefekkür ederek istiğfarını saflaĢtırmaya, tevbe ve özrünü
hâlis kılmaya çalıĢır. Rabbinin yolunda dosdoğru yürüme niyetini tazeler. Bu istiğfarı
sayesinde, Allah da ona esenlik ve ikram nasip eder. Öyle biri namaza durduğu zaman
onunla Rabbi arasında perde kaldırılır ve Rabbi onunla bizatihi yüz yüze gelir. Melekler
omuzlarının üstünden havaya yükselirler ve onunla birlikte namaz kılarlar. O duâ ettiği
zaman duâsına âmin derler.425

Tahiyyat duâsı da selamdan önce kulun lisanıyla yaptığı son faaliyettir. Ne söylediğinin
ve kiminle muhatap oluğunun bilinciyle namazını hakkıyla edâ eden kul namazı
sayesinde yaratıcısı olan Allah‟a yakınlaĢır. Bu nedenle namazda teĢehhüt, üns
makamını temsil eder.426

2.3.12. Selam

Heybet makamında tekbir, vuslat mahallinde kıyam, tertil ve azamet ile tilavet, huĢu ile
rükû, tezellül ile sucûd, ictima ile teşehhüd ve sıfatın fani olması ise selamdır.427
Selam, dünyadan tefrid ve ayrılma, makamların kaydından çıkma yerindedir.428 Kul
namaza girerken Allahu Ekber diyerek yaptığı akdi, ancak bu suretle tamamlamıĢ ve
namazdan çıkmıĢ olur.429

2.4. ORUÇ

Oruç sözlükte bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek
anlamına gelen Arapça savm ve sıyâm kelimelerinin Türkçe‟deki karĢılığı olup
Farsça‟daki rûze kelimesinin TürkçeleĢmiĢ Ģeklidir. Terim olarak ise tan yerinin
ağarmasından güneĢin batmasına kadar Ģer‟an belirlenmiĢ ibadeti yerine getirmek
niyetiyle, yeme, içme ve cinsel iliĢkiden uzak durmayı ifade eder. Süresi içinde kiĢinin
kendini oruç yasaklarına karĢı tutmasına imsak, vakti gelince orucu usûlüne göre
425
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 325.
426
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
427
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
428
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 437.
429
Tûsî, el-Lüma‟, s. 160.
76

açmasına iftar adı verilir.430 Savm ve sıyâm ile türevleri Kur‟an-ı Kerim‟de birçok yerde
geçmektedir.431

Hz. Peygamber (sas)‟in Cibril hadisinde432 buyurduğu gibi oruç ibadeti Ġslam‟ın beĢ
temel esasından biridir. Kur‟an-ı Kerim‟deki “Ey İman edenler! Sizden öncekilere
olduğu gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı…”433 ayeti oruç ibadetinin farziyetini
ortaya koymaktadır.

Ġbadetlerin edâ edilmesinde temel amaç kulluk olmasına rağmen her ibadetin yerine
getirilken uyulması gereken zâhiri Ģartlar farklılık göstermektir. Her bir zâhiri Ģart ise o
ibadetin bâtınî hedefe ulaĢmasında çeĢitli semboller ve remizler gizlemekte farklı
hikmetler ihtivâ etmektedir. Her bir ibadetin kiĢide kazandırması beklenen ahlâkî
değerler de farklılık göstermektedir. Oruç ibadeti Ġslam‟ın en önemli ve en özel
ibadetleri arasındır. Ġçerisinde birçok maddî manevî faydalar ve hikmetler
saklamaktadır. Oruç ibadeti bireysel olarak edâ edilmesine karĢın kiĢi üzerinde hem
bireysel hem de ahlâkî yönden geliĢmesini sağlayacak maddî manevî hikmetleri
barındırmaktadır.

Bireysel olarak oruç insana yeme içme disiplini kazandırır. Ramazan ayında bir ay
boyunca oruç tutan insan bir yıl boyunca aralıksız bir Ģekilde çalıĢan sindirim sistemi
organlarının dinlenmesine imkân sağlayarak o organların daha sağlıklı çalıĢması için
gereken dinlenme Ģartlarını onlara sunmuĢ olacaktır. Yeme içme disiplini sayesinde
vücudunun fazla kilo alarak ĢiĢmanlamasının önüne geçerek onun gereksiz yere
yorulmasını engelleyip birçok hastalık için günümüzde doktorların tavsiye etmiĢ olduğu
diyet ve pehrizi oruç ibadeti sayesinde hem de sevap olarak yapmıĢ olacaktır. Ġnsanı
dünyaya bağlayan en önemli unsurlardan biri olan yeme içme fiili oruç sayesinde bir
disiplin altına girerek kiĢiyi aç gözlülükten ve oburluktan kurtulması için fırsat
sağlayacaktır. Açlık hem bedenin rahatlamasına, hem zihnin açılmasına, hem de gönlün
ferahlamasına sebep olacaktır. Hz. Peygamber (sas) “Oruç tutunuz ki sıhhat

430
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 381; Ali Ġhsan Yitik, “Oruç”, DĠA, c. 33, s. 414.
431
Bkz. Bakara, 2/183, 187, 196; Nisâ, 4/92; Mâide, 5/89; Mücâdele, 58/4; Ahzâb, 33/35; Meryem,19/26.
432
Buhârî, Ġman/1; Müslim, Ġman/19-22.
433
Bakara, 2/183.
77

bulasınız”434 buyurmaktadır. Hadîs-i Ģerifte geçen sıhhat kavramının maddî boyutuna


bir nebzede olsa yukarıda değindik.435

Oruç ibadetinin toplumsal yöndende bir takım faydaları vardır. Oruç sayesinde insan
çevresindeki açlık ve susuzluk çeken insanların farkına varacak, bu insanların açlık ve
susuzluk yüzünden çekmiĢ oldukları sıkıntılardan haberdar olacak, o insanların yerine
kendini koyup empati yapmasını sağlayarak kiĢinin toplumsal sorumluğunu yerine
getirmede farkındalık oluĢturacaktır. Oruç varlıklı ile fakirin arasındaki uçurumun
küçülmesini de sağlayacaktır.436

Oruç ibadetinin maddî ve toplumsal faydalarının yanı sıra manevî yönden de bir takım
faydaları vardır. Oruç, Allah‟ın hoĢnutluğunu kazandıran özel bir ibadettir. Kul
kendisine meĢru olan arzu ve isteklerini sırf Allah rızasını kazanmak amacıyla nefsini
yemek ve içmekten men eder. Oruç, dünyada zühdün anahtarı, Allah‟a kulluğun kapısı
olarak görülmüĢtür. Nitekim Hz. Peygamber (sas) “Herşeyin bir kapısı vardır. İbadetin
kapısı oruçtur”437 buyurmuĢtur. Ebu Süleyman Daranî, dünya amelinin anahtarının
tokluk, ahiret amelinin anahtarının açlık olduğunu söyler.438 Hz. Peygamber (sas)
kendini ibadete ve amele adayarak dünya iĢleriyle asgari derecede meĢgul olan zâhid ile
oruçlu kiĢiyi aynı mânâda birleĢtirmiĢ ve Ģöyle buyurmuĢtur: “Allah Teâlâ meleklere
gene bir âbid ile övünür ve şöyle buyurur: Ey benim uğrumda şehvetini terk eden,
gençliğini yolumda harcayan genç! Sen Benim katımda melekler gibisin”. Allah Teâlâ
oruç tutan kulu hakkında da buna benzer bir hadis-i kutsîde Ģu Ģekilde buyurmuĢtur: “Ey
Meleklerim! Benim uğrumda şehvetini, lezzetini, yemeğini ve içeceğini terk eden şu
kuluma bakın.”439

Oruç bir müslüman için günahlardan bağıĢlanma, cehennem azabından kurtuluĢ ve


cehennem için bir kalkandır. Nitekim Hz. Peygamber (sas) Ramazan ayını inanmıĢ
olarak ve sırf Allah için oruçlu geçiren kimsenin geçmiĢ günahlarının
440
bağıĢlanacağını, Allah yolunda bir gün oruç tutan kiĢiye Allah‟ın o günden dolayı

434
Aclunî, I/445.
435
Süleyman Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yayınları, Ankara 1989, s. 86.
436
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 89.
437
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 83.
438
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 23.
439
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 255.
440
Buhari, Ġman/27,Savm/6
78

onun yüzünü cehennemden yetmiĢ yıllık mesafe kadar uzaklaĢtıracağını, 441 orucu yalan
ve gıybetle yırtılmadıkça cehennem için kalkan olacağını,442 oruçlunun ağzındaki
kokunun Allah Teâlâ katında misten daha hoĢ olduğunu,443 Ramazan ayı girince
semâların kapıları açılıp, cehennemin kapıları kilitlenip, Ģeytanların da zincire
vurulacağını444 buyurmuĢtur.

Enes b. Malik, kıyamet gününde havuza ilk varacak olan seçkin kiĢilerin geceleri
ibadetle yorulup gündüzleri oruçla zayıflayanlar olduğunu, gece karanlığı çötüğü zaman
bu kiĢileri bir hüznün kapladığını söyler.445 Gün boyunca açlık ve susuzluğa katlanarak
ibadetle yorulup oruç tutan kimselerin iftar anında oruçlarını açıp açlıklarını ve
susuzluklarını giderip vücutları için gerekli olan besin maddelerini aldıktan sonra
fiziksel olarak rahatlamaları âĢikârdır. Oruç ibadetini yerine getirip vücudu için gerekli
olan besin maddelerini alan kiĢinin bu durumunun oruçlu halinden daha iyi olması ve
kiĢiyi hüzünlendirmemesi beklenir. Ancak yukarıda belirtilen seçkin kiĢilerin durumları
ise tamamen bunun zıddı olarak görülmektedir. Onlar oruçlu olmadıkları zaman
hüzünlenmektedir. Bu hüznü açlık ve susuzluk üzerine açıklamak mümkün değildir. Bu
nedenle bu seçkin kiĢilerin oruçlu iken hissettikleri manevî tat ve lezzetin oruçlu
olmadıkları zaman aldıkları maddî tat ve lezzetlerden daha üstün oduğudur.

Hz. Peygamber (sas) Ramazan ayını, sabır ayı olarak isimlendirmiĢ; sabrı, imanın yarısı,
orucunda sabrın yarısı446 olduğunu buyurmuĢtur. Kur‟an-ı Kerim‟de “Sabır ve namaz
ile yardım isteyin”447 buyurulmaktadır. Ayette geçen sabır kelimesinin oruç anlamına
geldiği, ayrıca düĢmana karĢı dayanmada sabırla yardım istenmesi ve dünyada zâhitlik
için oruçla yardım istenmesi Ģeklinde de tefsir edilmiĢtir.448 BaĢa gelen bela ve
sıkıntalara karĢı dayanmaya sabır denildiği gibi Allah‟a ibadete devam ve isyandan
sürekli kaçmaya,449 Allah‟ın emri istikâmetinde nefsin arzularına gem vurmaya, onu

441
Nesa‟î, Sıyam/9.
442
Buhârî, Savm/2, Tevhid/35; Müslim, Sıyam/161, 163; Ebu Davud, Savm/25; Tirmizi, Cuma/79,
Savm/54, Ġman/8; Nesa‟î, Sıyam/42; Ġbni Mâce, Sıyam/1, Fiten/12, Zühd/22; Dârimi, Savm/27, 50;
Muvatta‟, Sıyam/57; Ġbni Hanbel, I/195.
443
Buhârî, Savm/9; Müslim, Sıyâm/163.
444
Buhârî, Savm/30.
445
Tûsî, el-Lüma‟, s. 144.
446
Ebu Davûd, Savm/55, Sünnet/16; Nesa‟î, Sıyam/1, 82, 84; Muvatta‟, Sefer/94; Ġbni Mâce, Sıyam/43;
Ġbni Hanbel, IV/165, V/28, 35, 154, 363.
447
Bakara, 2/45.
448
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 255.
449
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 529.
79

durdurmaya ve hapsetmeye de sabır denmektedir. Kendini ibadete ve amele adayarak


dünya iĢleriyle asgarî derecede ilgilenen âbid ve zâhit gibi oruçlu da nefsinin istek ve
arzusuna rağmen kendisini yeme, içme ve cima‟dan uzak tutarak yaĢamak için gerek
duyduğu ihtiyaçlarla asgari seviyede ilgilenmiĢ olur. Bu nedenle oruçlu kimse zâhid ve
âbid olarak görülmüĢtür.450

Hz. Peygamber (sas) sabrı imanın yarısı, orucunda sabrın yarısı451 Ģeklinde buyurarak
oruçla sabrın iliĢkisinin önemine değinmiĢtir. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386)‟de sabır ve
tevbenin iliĢkisine değinmiĢ, tevbeyi sabrın sıfatlarından biri olarak görmüĢ, tevbe eden
kimseyi ise oruçlu kimseye benzetmiĢtir. Oruçlu kimse yeme, içme ve cima‟ya karĢı
sabırla orucunu tuttuğu gibi, tebve eden kul da önceki kötü alıĢkanlıklara karĢı sabırlı
olduğunu, bunlara bir daha dönmemeye ve bütün varlığıyla bunlardan uzak kalmaya bir
nevî söz vermiĢ olur. Bu sayede kulun tevbesi de onun geçmiĢ günahlarına kefaret
olur.452

Oruç, insana varlıklar âlemindeki yerini bildirerek, kendisine hem bu dünyaya bakan
bedeni yönü hem de diğer âleme bakan kalbî ve ruhî yönü hakkında bir değerlendirme
yapma imkânı sunar. Melekler yemekten, içmekten ve cinsi münasebetten münezzeh
olmakla birlikte bu gibi Ģeylere ihtiyaç duymazlar. Oysa havyanlar için yemek, içmek
ve cinsel münasebet, yaĢamak ve çoğalmak için zarûrî ve doğal ihtiyaçlardır. Ġnsanın
yeme, içme ve cinsel münasebetleri bakımından beĢeri özellikleri ile alakalı olarak bu
dünyaya bakan bir yönü olmakla birlikte, ruhî ve kalbî gibi manevî donanımlara
donatılmıĢ tarafı bakımından da diğer âleme bakan bir yönü vardır. Ġnsan özellikle
Ramazan ayında belli süreler içinde de olsa kendisi için zarûrî olan yeme, içme ve
cinsel münasebet ihtiyaçlarını terk ederek manevî yönden meleklerin bulunduğu
konuma gelebilir. Oruç, kulu maddeye bağlılıktan ve cismaniyetten uzaklaĢtırarak
mâneviyatını güçlendirir.453

Hz. Peygamber (sas) “Oruç, bir emanettir. Sizden biri emanetini muhafaza etsin”
buyurmaktadır. Oruç emanetini kiĢiye verilen bir meta‟ olarak görmek elbette mümkün
değildir. Emanetin korunması ise vücuttaki uzuvlar tarafından yapılan fiil ve eylemlerin
450
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 255.
451
Ebu Davûd, Savm/55, Sünnet/16; Nesa‟î, Sıyam/1, 82, 84; Muvatta‟, Sefer/94; Ġbni Mâce, Sıyam/43;
Ġbni Hanbel, IV/165, V/28, 35, 154, 363.
452
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 263.
453
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 86.
80

kiĢiye yakıĢmayacak Ģekilde yapılmamasına yönelik bir uyarıdır. Çünkü kiĢiyi hataya
sürükleyen, günah iĢlemesine vesile olan bütün eylemler vücut âzâlarının
kullanılmasıyla gerçekleĢmektedir. Hz. Peygamber (sas) “Allah size emanetleri
sahiplerine edâ etmenizi emreder”454 ayetini tefsir ederken elini, kulağının ve gözlerinin
üstüne koymuĢ ve Ģöyle buyurmuĢtur “Kulak bir emanettir, gözde bir emanettir”. Hz.
Peygamber (sas) “Sizden biri oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve cahillik
etmesin. Bir kişi ona kötü söz söylediğinde, ona „Ben oruçluyum‟ desin”455
buyurmuĢtur. Hz. Peygamber (sas) “Ben oruçluyum de” ifadesini mecâzî olarak
söylediği ve oruçlunun yüklendiği emanete sahip çıkmasını istediği Ģeklkinde
açıklanmıĢtır. Oruçlu orucunun hürmetini korumaya çalıĢmalı ihlal edici davranıĢlardan
uzak durmalıdır. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386)‟ye göre kulun yüklenmiĢ olduğu oruç
emanetinin korunması onu gizlemekle olur. Eğer onu gereksiz yere ifĢa ederse, emanete
ihanet etmiĢ olur. Çünkü emanetin gerçek sahibi olan Allah onun açıklanmasından
hoĢlanmaz. Oruç gizli yapılan bir ibadet olması, diğer insanların ona vâkıf olmaması
sebebiyle kul ile Allah arasındaki bir nevî sır hükmündedir. Sırrın en güzel Ģekilde
korunma ve saklanması ise, onu unutmakla olur. Sırrın kaybolması ise, bakanların
çoğalmasıdır. Oruçlunun dayanağı da, orucunu unutması ve her vakitte onlarla meĢgul
olarak vaktin dolmasını beklememesidir.456

Mutasavvıflar oruç ibadetine çok fazla ehemmiyet vermiĢ ve oruç ile ilgili âdâba da
değinmiĢlerdir. Orucun âdâbı, niyeti ve maksadı sağlamlaĢtırmak, nefsin isteklerine
karĢı çıkmak, organları haram ve Ģüphelilerden korumak, yediği Ģeyin sâfiyetine dikkat
etmek, kalbi kollamak, Hakk‟ın zikrine devam etmek, Hakk‟ın teminatı olan rızkına
fazla özen göstermemek, kendi orucunu küçümsemek, eksikliklerinden dolayı
ürpermek, ibadetini hakkıyla yerine getirebilmek için Hakk‟tan yardım dilemektir.457

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), yiyecek ve içeceği olabildiğince azaltmayı, az da olsa helal
lokma ile iftar etmeyi, iftar yemeğinde acele edip sahuru tehir etmeyi orucun faziletleri
arasında görür. Oruçlunun bir yaĢ veya varsa bir kuru hurma ile iftar etmesi onun için
berekettir. Sadece su ile iftar etmesi de tavsiye edilir. Nitekim Hz. Peygamber (sas)‟in,

454
Nisâ, 4/58.
455
Buhârî, Savm/2; Müslim, Sıyam/159; Ebu Davûd, Savm/25; Ġbni Mâce, Sıyam/21; Muvatta‟,
Sıyam/57; Ġbni Hanbel, II/245, 257, 462, 465, 504, 511.
456
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 263.
457
Tûsî, el-Lüma‟, s. 169.
81

bir içim su, sulandırılmıĢ süt ve ya birkaç hurma ile iftar ettiği rivâyet edilmiĢtir. Ebû
Talib el-Mekkî (ö.386), oruç tutan kimsenin vakti gelmeden yemek ile ilgili hazırlık
yapıp düĢüncelere dalmasını hoĢ karĢılamaz. AkĢam yemeği vaktinden önce veya
günün hemen baĢında iftar düĢünen kimseye bir günah yazılacağını belirtir. Oruçlu
kendisi için nasip edilen azıkla yetinmeli, rıza göstererek iftarını beklemeli, bol bol
Ģükretmelidir.458 Nitekim Hz. Peygamber (sas) “ġükrederek yiyen kişi, sabırlı oruç tutan
gibidir”459 buyurmuĢtur.

Mutasavvıfların oruç konusundaki edeplerinin ölçüsü Hz. Peygamber (sas)‟in “Oruç


kalkandır” 460 hadîs-i Ģerifidir. Hz. Peygamber (sas) hadîs-i Ģerifinde orucun herhangi
bir Ģeye kalkan olduğu hakkında mutlak açıklayıcı bir ifade kullanmamıĢtır. Bu nedenle
orucun nelere kalkan olduğu hakkında Ģu açıklamalar yapılmıĢtır: Oruç ahirette
cehennem ateĢine bir kalkandır. Çünkü oruç, oruçluyu insanların cehenneme çağıran
Ģeytan, nefis, heva, dünya ve Ģehvet gibi düĢman oklarından koruyan bir kalkandır.
Oruca devam yolunu seçenler, bu kalkan sayesinde nefs ve Ģeytanın kendilerini alt edip
cehenneme sevk ettirecek tuzaklarından korunmaktadırlar.461

Kelâbâzî (ö.380) bu hadisin açıklamasında orucu, mâsiva ile arasındaki perde olarak
görür.462 Mâsiva kalbini Hakk Teâlâ‟dan uzaklaĢtıran herĢey demektir. YaratılıĢ
bakımından insan baĢta yeme ve içme olmak üzere, yaĢamak ve hayatını devam
ettirmek için, içinde yaĢamıĢ olduğu bu dünyada birçok Ģeye ihtiyaç ve gereksinim
duyar. Bu ihtiyaç ve gereksinimleri amaç haline getirmemeli, kulluk için bir araç olarak
görmeli ve ona uygun bir Ģekilde kullanmalıdır. Aksi halde yaratılıĢ gayesinden uzak bir
ömür geçirir. Oruç yeme, içme eylemlerinden Rabbi‟nin rızası için belli süreler uzak
kalmak olarak gözükmesine karĢın, kalbini Hakk Teâlâ‟dan uzaklaĢtıran herĢeye karĢı
bir engel, bir kalkan vazifesi de görmektedir.

Hz. Peygamber (sas) bir hadîs-i Ģeriflerinde “Nice oruç tutan kimse vardır ki, oruçtaki
nasibi aç ve susuz kalmaktan ibarettir” 463 buyurmuĢtur. Oruçtaki maksadın belirtilen

458
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 368.
459
Buhârî, Et‟ime/56; Tirmizî, Kıyamet/43; Ġbni Mâce, Sıyam/55; Dârimî, Et‟ime/4; Ġbni Hanbel, II/283,
289, IV/343.
460
Ġbni Mâce, Sıyâm/1.
461
Tûsî, el-Lüma‟, s. 169.
462
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 204.
463
Ġbni Mâce, Sıyâm/21.
82

süreler içinde aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığı âĢikârdır. Orucun sıhhatli bir
Ģekilde edâ edilmesi ve kiĢiye ahlakî yönden bir takım erdemleri kazandırması için
yeme, içme ve cima‟dan uzak durmak dıĢında yapılması gereken bir takım eylemlerde
bulunmaktadır. Hadîs-i Ģerife konu olan kiĢiler hakkında değiĢik tarifler yapılmıĢtır.
Bunlardan birine göre, gündüz oruç tuttuktan sonra haram ile oruç açan kimselerdir. Bir
diğerine göre ise, helal kılınmıĢ yiyeceklere dokunmazken gıybet yoluyla insanların
etlerini yiyen kimselerdir. Üçüncü bir tarife göre ise gözünü ve dilini haramdan
sakınmayan kimselerdir.464 Hadîs-i Ģerifteki kiĢiler hakkında yapılan değelerdirmeler
yeme, içme ve cima‟dan uzak durma dıĢında haram ve gıybet gibi bir takım kötü
davranıĢların yapılmasının orucun sıhhatine engel olduğunu göstermektedir.

Oruçlu için en büyük tehlike yalan ve gıybettir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) “Oruç,
yalan ve gıybetle ihlal edilmekdikçe sağlam bir örtüdür” buyurmuĢtur. KiĢi oruçlu iken
yalan söylediği, gıybet ettiği veya peĢinde koĢtuğu her bir an o günki orucundan
düĢürüleceği ve birkaç günün oruçları birleĢtirilerek bu tür illetlere bulaĢmamıĢ tam
günlük oruç tahakkuk ettirileceği söylenmiĢtir. Hz. Peygamber (sas) orucu beĢ Ģeyin
bozduğunu buyurmuĢtur. Bunlar; yalan, gıybet, kovuculuk, yalan yere yemin ve
Ģehvetle bakıĢtır. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) Ģöyle buyurmuĢtur: “Yalan söylemeyi ve
sahtekârlığı terk etmeyen oruçlu bilmelidir ki Allah‟ın onun yeme-içme fiillerini terk
etmesine ihtiyacı yoktur.”465 Oruç ibadetiyle murat edilen, sırf aç ve susuz kalarak yeme
içme eylemlerinin belirli bir zaman içinde tutulması olmayıp aynı zamanda kiĢinin
kendini günahlardan da uzak tutmasıdır.466

Rivâyet edilen bir hadîs-i Ģerifte, iki kadın Hz. Peygamber (sas) devrinde oruç
tutmuĢlardı. Ama açlık ve susuzluk günün sonuna doğru onları bitkin düĢürmüĢ,
neredeyse helak olacak bir hâle girmiĢlerdi. Sonunda Hz. Peygamber (sas)‟e haber
göndererek, oruçlarını açmak için izin istediler. Hz. Peygamber (sas), onlara bir kap
gönderdi ve yediklerini ona kusmalarını söyledi. Kadınlardan biri kustuğu zaman, kap
yarısına kadar koyu kan ve kaba etle doldu. Diğeri de aynı Ģekilde kustu ve kap ağzına
kadar doldu. Ġnsanlar, bu duruma çok ĢaĢırdılar. Hz. Peygamber (sas) de Ģöyle buyurdu:
“Bu iki kadın, Allah‟ın helal kıldığından oruç tutarak uzak durdular, ama Allah‟ın

464
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 369
465
Buhârî, Savm/8.
466
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 370.
83

haram kıldığıyla iftar ettiler. Onlardan biri diğerinin yanına oturur ve insanların
gıybetini yapmaya başlarlardı. Bunlar da, gıybet ettikleri insanların etleridir”467
buyurmuĢtur.

Yemekten imtinâ edip Allah Teâlâ‟nın emirlerini çiğneyerek orucunu bozan kimsenin
orucu, cehaleti sebebiyle her uzvunu meshettiği için namazı reddedilen kimsenin
namazına benzetilir. Yemek ve cinsi münasebet ile orucunu bozduğu halde diğer
uzuvlarıyla Allah Teâlâ‟nın yasaklarından uzak duran kimsenin orucu ise her uzvunu
birer kez yıkayarak abdest alan kimsenin abdesti gibidir. Böyle biri farzı yerine getirip
fazileti îfa etmediği halde kıldığı namaz makbul olur. Böyle bir oruçlu, geniĢlik için
orucunu bozan, ama farziyeti noktasında oruçlu olan biridir. Yeme içme ve cinsi
münasebetten oruç tutmasının yanı sıra uzuvlarını da günahlardan koruyan kimsenin
orucu, her uzvunu üçer kez yıkayarak abdest alan, sonra da farz ve mendûbu îfa eden
kimsenin abdesti gibidir. O, hem farzı, hem de fazileti yerine getirdiği için ihsan
ehlinden ve ulemaya göre hakiki oruçlulardan sayılır. Bu tür oruç, Allah Teâla‟nın
Kitabı‟nda övülen ve akıl sahipleri olarak vasfedilen değerli kimselerin orucudur.468

Allah Teâlâ‟nın koyduğu sınırları muhafaza etmesine rağmen yemek veya cinsi
münasebetle orucun bozan kul, Allah‟ın emirlerine tabi oluĢundaki fazilet bakımından
oruçlu olarak kabul edilirken, Allah‟ın sınırlarını çiğneyen kimse, yemek ve cinsi
münasebet noktasında oruca riâyet etse bile, kendine göre oruçlu olmasına rağmen
Allah katında oruçsuzdur. Çünkü kaybettiği husus, Allah katında muhâfaza ettiği
Ģeyden daha sevimlidir.469

Oruç gizli yapılan bir ibadet olmasına rağmen sıhhatine en büyük engellerden biri
riyâdır. KiĢi üzerine emanet olarak aldığı orucu mümkün olduğu müddetçe ifĢa
etmemeli, baĢkalarından olabildiğince gizlemeye çalıĢmalı, emanete riâyet etmeli,
orucunu ifsad edecek fiil ve eylemlerden kaçınmalı, haramlardan uzak durmalıdır.
Vücudunda orucunu ele verebilecek emâreleri gizlemeye çalıĢmalıdır. Hz. Peygamber
(sas) “Sizden biriniz oruç tuttuğu zaman başını boyasın, saçlarını kuvvetlendirsin ve

467
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 262.
468
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 368.
469
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 261.
84

gözlerini sürmelesin. Ancak yüzlerin oruçlu olduklarına delalet eden görüntüsü


sebebiyle, insanların riyâkâr olmalarından korkulur”470 buyurmuĢtur.

Allah Teâlâ“Oruç dışında Âdemoğlunun bütün amelleri kendinedir. Oruç benim içindir
ve onu Ben ödüllendiririm”471 buyurmuĢtur. Oruç diğer farz ibadetler arasında önemli
ve özel bir konuma sahiptir. Çünkü oruç hariç, bütün farz ibadetler, halkın dıĢarıdan
bakınca görüp anlayabileceği, organların bir takım hareketlerinden dolayı fark
edilebileceği türdendir. Oysa oruç dıĢ organların bir hareketi olmaksızın yapılan bir
ibadettir. Hiçbir Ģekide zâhirle alakası olmayan gizli bir ibadettir ve ağyârın onda nasibi
yoktur. Bu yüzden Allah Teâlâ “Oruç benim içindir” buyurmuĢtur. Allah‟tan baĢka hiç
kimse bilmediği için orucu kendi Zatı‟na izafe etmiĢtir.“Oruç benim içindir”sözünün
bir diğer anlamı ise “Samediyyet bana aittir” demektir. Oruç, Allah katında amellerin
en sevimlisi olduğu için onun ödülü de Allah katındadır. Çünkü oruçta “samediyet”
(Kulların, ihtiyaçları için Allah‟a baĢvurmaları) ahlâkından nebzeler vardır.472

Ebu Hasan Haseni Hemadânî‟ye göre hâdis-i Ģerifte belirtilen “Oruç benim içindir”
sözü tamah edenlerin tamâhını boĢa çıkarmak içindir. ġeytan orucu ifsad etmeye tamah
eder. Hâlbuki Allah‟a âit olan bir Ģeyi bozmaya düĢman tamah edemez. Nefsin tamâhı,
tutulan oruçla kendini beğenme hâline düĢmektir. Nefis sadece kendisine ait olan Ģeyle
kendini beğenme hâline düĢer. Ahirette hak sahipleri de orucun sevabına tamah
etmezler. Zira hasımlar Allah‟a ait olanı değil, sadece kula ait olanı alırlar.473 Ebu Hasan
b. Ebu Zer‟e göre orucun mükâfatı “marifetullah”tır. BaĢka bir mutasavvıfa göre
orucun mükâfatı Allah‟tır. Oruç tutana mükâfat olarak Allah marifetini ihsan eder. Bu
yüzden hiçbir Ģey marifete denk olamaz, hatta yakın bile olamaz. O büyük bir
mükâfattır.474

Allah Teâlâ “Ancak sabredenlere mükâfatını hesapsızca verecektir”475 buyurmaktadır.


Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378)‟ye göre oruç tutanlar, sabır ehli (sâbirun)dir. Çünkü
sabır, aynı zamanda oruç ibadeti için kullanılan isimlerden biridir. Her amelin bir

470
Muhâsibî, er-Riâye, s. 307.
471
Müslim, Sıyâm/161,163;Nesa‟î, Sıyam/42; Dârimi, Savm/50; Muvatta‟,Sıyam/58; Ġbni Hanbel, II/273,
281.
472
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 256; Tûsî, el-Lüma‟, s. 168; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 461.
473
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 204.
474
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 204.
475
Zümer, 39/10.
85

karĢığı vardır. Allah Teâlâ bütün iyilik yapanlara birden ona, ondan yediyüze kadar
mükâfat vereceğini va‟d buyurmuĢtur. Oruç ise bunun dıĢındadır. Bu ayetle oruç,
hasenat ve sevabı sayılı ibadetler arasından çıkmıĢ olmaktadır. Oruç, nefsin alıĢageldiği
Ģeylerin yokluğuna sabretmesi, organların Ģehvet ve isteklerinden alıkonmasıdır. Oruç
tutanlar, sabredenlerdir. Bu nedenle mükâfatları Allah katında olup hesapsız Ģekilde
verilecektir. Kimse onun sevabını bilemez. Âdemoğlunun bütün amelllerinden kısas
talep edilerek iĢlediği haksızlıkların karĢılığı alınabilir. Ancak oruç ibadeti bunun
dıĢandadır. Çünkü orucu Allah kendi zâtına izâfe etmiĢtir. Bu nedenle ondan kısas
alınmaz.476

Oruç ibadeti gizli yapılan bir ibadet olup, kiĢinin nefsinde kimseye sezdirmeden Allah‟ı
zikretmesidir. Hz. Peygamber (sas) kutsî bir hadîs-i Ģerifde Allah Teâlâ‟nın Ģöyle
buyurduğunu haber vermektedir: “Kim Beni nefsinde zikrederse, Ben de onu nefsimde
anarım”. Oruç Ramazan ayında Müslümanlar arasında aĢikâr olsa da kulun nâfile
olarak tuttuğu orucu herkesten sakladığı için Allah Teâlâ‟da onun için hazırladığı
mükâfatın ne olduğunu herkesten saklamıĢtır. Mükâfatını da ancak O verecektir.477
Oruçlu Yaratan‟ı fazlaca zikredip yaratılmıĢları anmayı azaltmalı, dilini onlarla
meĢguliyetten sıyırdığı gibi kalbini de onlara dönük kaygılardan uzak tutmalıdır. Bu tür
davranıĢ, oruç için nezâhate daha yakındır. Oruçlu, baĢkalarıyla mücâdele ve husûmete
girmemeli, küfür ve kavgadan sakınmalıdır. Bu gibi hareketlerin, orucun hürmet ve
mahremiyetinden dolayı asla ödüllendirilmeyeceği bildirilmiĢtir.478

“Hiç kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için saklanan göz
aydınlıklarını bilemez”479 ayeti ile ilgili yapılan bir tefsirde burada kastedilenin oruç
ibadeti olduğu vurgulanmıĢtır. Kur‟an-ı Kerim‟de “Seyahat edenler”480 buyruğunda
kastedilen kiĢilerin oruç tutanlar olduğu belirtilmiĢtir. Oruç tutan kimseler yiyeceklerini
ve içeceklerini O‟nun uğruna terk ederek Allah yolundaki açlık ve susuzluklarıyla sanki
Allah yolunda seyahate çıkmıĢ gibi olurlar.481

476
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 256, 257; Tûsî, el-Lüma‟, s. 168.
477
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 257.
478
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 368.
479
Secde, 32/17.
480
Tevbe, 9/112.
481
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 257.
86

Ġnsanlar cennete ilahî rahmet sayesinde girerler. Cennettekiler derecelerini ibadetle elde
ederler. Oruç ibadetinin cennetteki karĢılığı ise orada ebedî olarak kalmaktır. Çünkü
Allah onun karĢılığını vereceğini vaad etmiĢtir.482

Faris Bağdadî (ö.340)‟e göre oruç, Ulu ve Yüce Allah‟ı görerek halkı görmekten gâib
olmaktır. Nitekim Meryem kıssasında “Ben Rahman olan Allah‟a oruç nezr ettim.
Bugün hiç kimse ile konuşmam”483 buyrulmaktadır. Kelâbâzî (ö.380), oruç halinde
Hakk‟ı görerek halkı görmekten gâib olmanın, hiçbir Ģeyin oruçla meĢguliyetine mâni
olmasına ve oruçla olan ilgisinin kesilmesine sebebiyet vermesini caiz görmez.484

Mutasavvıflar Allah‟a en sevimli gelen ibadetlerden biri olan orucu sadece beden ile
yapılan bir oruç olarak görmezler. Beden kiĢinin maddî donanımıdır. Bedenin terbiye
edilmesi, sağlıklı bir Ģekilde iĢleyiĢinin yerine getirilmesi, ona gerekli olan yeme ve
içme disiplininin sağlanması orucun maddî faydalarındandır. Ancak kiĢinin manevî
donanımları olan ruhunun ve kalbinin de oruç ibadetinin hikmetlerinden ve
gayelerinden istifade etmesi, gerekli olan bir takım hal ve tavırlar elde etmesi beklenir.
Muzaffer Kırmısînî (ö.?)‟ye göre oruç üç türlüdür. Bunlar ruhun, aklın ve nefsin
orucudur. Ruhun orucu ihtiraslı olmayıp kanaatli olmaktır. Açlığa kanaat yardımcı
olursa; açlık, düĢünce tarlası, hikmet kaynağı, zekânın hayatı ve kalp kandili haline
gelir. Aklın orucu heva ve hevese aykırı hareket etmektir. Nefsin orucu ise yeme, içme
ve haram konularda pehrizkâr olmaktır.485

Tasavvuf kültüründe kiĢinin Allah‟a vuslatı noktasında bir takım makamlardan


bahsedilir. KiĢi içinde bulunduğu makama uygun manevî/bâtınî bir hal içindedir.
Allah‟a vuslat noktasında tasavvuf yolunda belli mesafeler katetmiĢ kiĢiler Allah‟ın
havas kulları olarak görülür. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386) oruç tutan kulları avam ve
havas olarak ikiye ayırmıĢtır. Avam kullara göre oruç bedenin oruç tutmasıdır. Yakîn
sahibi havas kullara göre ise kalbin oruç tutmasıdır. Onlara göre oruç, kalbin dünyevi
kaygı ve fikirlerden uzaklaĢması, kulağın, gözün ve dilin Allah‟ın koyduğu sınırları
aĢmaktan uzak durması, el ve ayağın, saldırganlıktan ve kötü iĢler peĢinden koĢmaktan
uzak durmasıdır. Orucu, iĢte bütün bu vasıfları ile tutan kimse, günün tamamında

482
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 461
483
Meryem, 19/26.
484
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 204.
485
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 136.
87

vaktini idrak etmiĢ olur ve günün her saati onun için bir vakit olur. O, bütün gününü
zikirle imar ve ihyâ etmiĢ olur. Bu Ģekilde oruç tutan kiĢinin uykusu ibadet, nefesi
tesbihtir.486

Hz. Peygamber (sas)‟den Ģöyle bir hadis rivayet edilmiĢtir. “Oruç tutuğun zaman,
kulağın, gözün, dilin, elin ve sendeki her organın oruç tutsun” buyurmuĢtur.487 Oruç
bedendeki âzâların fiil ve eylemlerini muhâfaza ederek onlardan sâdır olacak olumsuz
her türlü davranıĢa dikkat edilmesini zorunlu kılar. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), Allah
Teâlâ‟nın havas kullarının orucunun altı organı muhâfaza etmekle gerçekleceğini söyler.
488
Bunlar:

“1.Gözü kısarak bakışta derinleşmemek.


2. Kulağı haram dinlemekten, günahtan korumak ve bâtıl ehlinin sohbetine katılmamak.
3.Dili, kendisini ilgilendirmeyen hususlara müdâhil olmaktan muhâfaza etmek,
söylendiğinde aleyhte olacak, tutulduğunda lehte olmayacak konuşma ve susmadan
uzak kalmak.
4. Kalbi Allah korkusuyla doldurarak yapmaktan men edildiği fikir ve düşüncelerden
sakındırmak, lüzumsuz temennilerde bulunmamak.
5. Eli harama uzanmaktan ve çirkinlikte bulunmaktan men etmek.
6. Ayağı da emredilmediği veya teşvik edilmediği bir gâye uğrunda yürütmeyerek
sadece hayır işleri için kullanmak. Her kim bu altı organı ile gönüllü olarak oruç tutar
ve iftarını da yeme-içme ve meşru münasebetlerle geçirirse, Allah katında fazilet sahibi
oruçlulardan biri olur. Çünkü o, yakîni iman sahiplerinden ve Allah Teâlâ‟nın koyduğu
sınırları muhâfaza eden kimselerden biridir.”

Ârif kiĢi üzerine farz kılındığı orucu altı uzvunu dikkatle gözetip muhâfaza ederek tutar.
Midesi ve tenasül uzvu ile oruç tutmasa da diğer uzuvlarıyla tuttuğu oruç Allah Teâlâ
nezdinde daha kıymetli ve daha sevimlidir. Bunlara sahip çıkan ârifin oruçsuz hali bile
sırf iki uzvu ile oruç tutanların halinden daha üstündür.489

486
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 260.
487
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 462.
488
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 366.
489
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. IV, s. 102.
88

Hucvirî (ö.465), yemekten ve içmekten uzak kalmak suretiyle tutulan orucu çocukların
ve kocakarıların iĢi olduğunu söyler. Orucun, melce, meĢrep ve mehrepten uzak olması
lazım gelir. Nitekim Allah Teâlâ “Biz onları, yemek yemez bir ceset
kılmadık…”490,“Sizi, abes olarak yarattığımızı mı zannediyorsunuz?”491 buyurmaktadır.
Allah insanı gıda almaya muhtaç olacak Ģekilde yaratmıĢtır. Bu nedenle insanın yeme
ve içme faaliyetini tamamen bırakması mümkün değildir. Orucun gayesi de yemek ve
içmekten uzak kalmak değildir. Kulun yapması gereken, boĢ ve günah olan Ģeylerden
uzak durmasıdır. Helal olanı yemekten uzak durması değildir.492 Ebü‟l-Abbas el-Kassâb
(ö.?), taatının ve mâsiyetinin, yaptığı iyi ve kötü iĢlerin Ģu iki fiile bağlı olduğunu
söyler. Bir Ģey yediği zaman bütün günahların mayasını kendinde bulur, yemeden el
çektiğinde, bütün taatlerin kökünü kendinde bulur.493

Orucun insanın nefsi ile olan mücâdelesinde de büyük bir yardımı vardır. Kur‟an-ı
Kerim‟de nefsin daima kötülüğü emredeceği buyrulmuĢtur.494 Nefis, istek ve arzularının
yapılmasını ve alıĢkanlıklarının sürdürülmesini ister. Oruç ise nefsin istek, arzu ve
alıĢkanlıklarını yerine getirmeyerek ona karĢı bir direnç ve mücâdele gösterir, onu
zayıflatır ve hevâlarının azalmasına neden olur. Aklı ve ruhu bedene âit süflî arzu ve
isteklerin güdümünden kurtarıp gerek bedenin sağlık yönünden gerekse de ruhun kötü
düĢünce ve fikirlerden temizlenmesine yardımcı olur.495 Bu bağlamda kulun dört gün
ardı ardına oruçsuz kalması müstehap görülmemiĢ, bu hal üzerinde olmayan kulun
kalbinin katılaĢacağı, hâlinin değiĢeceği, türlü alıĢkanlıkları doğurarak Ģehvetinin
azacağı bildirilmiĢtir.496

Hucvirî (ö.465)‟ye göre orucun hakikati imsaktir. Yolun tümü bunda gizlidir. Cüneyd-i
Bağdâdî (ö.297), orucu yolun yarısı görmüĢtür.497 Oruçtaki asgari derece açlıktır. Oruç
tutmanın gayesi kendine hâkim olmak, nefsi zabdetmek, geçici ve bayağı arzulara gâlip
gelmekdir. Orucun ruhu bunda saklıdır.498 Ġmsakın yani yeme, içme ve cinsi
münasebetten uzak tutmanın Ģartı; karnı ve mideyi yemekten ve içmekten korumak,

490
EnbiyA, 21/8.
491
Mü‟minûn, 23/115.
492
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 368.
493
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 468.
494
Yusuf, 12/53.
495
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 256.
496
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. I, s. 257.
497
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 461.
498
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 462.
89

gözü harama ve gayri meĢru cinsi arzuları uyandıran Ģehvete bakmaktan, kulağı
gıybetten ve abes Ģeyleri dinlemekten, dili boĢ laflardan ve husûsiyeti haram olan
afetten alıkoymak, bedeni ise dünyaya tabii kılmak ve Ģeriate muhalefet etmekten
muhâfaza etmektir.499

Hucvirî (ö.465) rüyasında Hz. Peygamber (sas)‟ı gördüğünü ve kendisine nasihat


etmesini istediğini nakleder. Hz. Peygamber (sas)‟inde “Duyu organlarını hapset! Yani
beş duyu organını hapset, koru, tam ve mükemmel mücâhede budur” dediğini rivayet
eder. Bunların görme, iĢitme, koklama ve dokunma hisleri olup bütün bilgilerin göz,
kulak, dil, burun ve deri olan beĢ duyu organından husûle geldiğini belirterek bunları
ilmin ve aklın baĢkomutanları olarak görür.500 Bu beĢ duyunun her birinin keder ve safa,
bulanıklık ve duruluk halleri vardır. BeĢ duyuya akıl, ilim ve ruh gibi ulvî hussularda;
nefs, heva ve heves gibi suflî arzularda hâkim olabilir. BeĢ duyu taatla-mâsiyet, sevapla-
günah, saâdetle-Ģekâvet, bahtiyarlıkla-bedbahtlık arasında müĢterektir. ĠĢitme ve görme
hisleri üzerindeki Hakk‟ın velayeti ve hâkimiyeti, Hakk‟ı görmek ve O‟nun kelamını
iĢitmektir. Nefsin velayeti ve hâkimiyeti ise yalanı dinlemek ve harama bakmaktır.
Dokunma, tatma ve koklama hisleri üzerindeki Hakk‟ın velayeti ve hâkimiyeti, Hakk‟ın
emrine uymak ve tabi olmaktır. Nefsin velayeti ve hâkimiyeti, Ģeriatın ve Hakk‟ın
fermanına muhalefet etmektir. Oruçlunun gerçekten oruçlu olabilmesi için, bütün duyu
organlarının hâlini esas almak sureti ile onları Hakk‟a ve Hakk‟ın emirlerine
muhâlefetten uzak tutması ve alıkoyması gerekir.501 Yukarıda sayılan uzuvların arzu ve
Ģehvetlerinden uzak durmak, Ģüphelilere, mübahlara yanaĢmamak ve Ģehveti harekete
geçiren alıĢkanlıkları terk etmek ve az da olsa helal rızıkla iftar etmek, orucun faziletleri
arasında yer alır. Oruç, bütün bunlara riâyet edilerek saflaĢtırılır. 502

Hz. Peygamber (sas) en faziletli orucun Davud orucu olduğunu buyurmuĢtur.503 Davud
orucu dehr orucundan504 daha zordur. Çünkü nefis, devamlı olarak oruç tutmaya alıĢınca
ona oruçsuzluk zor gelmeye baĢlar. Oruçsuzluğa alıĢınca da oruç zor gelir. Bu tür oruç,
bir gün tutulup bir gün tutulmadığından nefsin ne oruçsuzluğa ne de oruca alıĢması söz
konusu olmaz. Mutasavvıfların bir grubuda nefse daha zor geldiği için Davud orucunu

499
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 462.
500
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 463.
501
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 463.
502
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 368.
503
Davud orucu; bir gün oruç tutup, gün yemektir.
504
Dehr orucu; bir yıl boycuca oruç tutmak.
90

tercih etmiĢlerdir. Bu konuda Sehl b. Abdullah (ö.283)‟ın Ģöyle dediği nakledilir:


“Karnınızı doyurunca sizi toklukla sınayandan açlık isteyiniz. Aç olduğunuz zaman da
sizi açlıkla imtihan edenden tokluk isteyiniz. Değilse bunlardan birine alışıverir ve
tuğyana düşersiniz.”505

Mutasavvıflar az yemeye, az konuĢmaya, az uyumaya, yalnız kalmaya, sürekli zikir ve


tefekkür etmeye alıĢan nefsin kurtuluĢa ereceğine inanırlar. Nefis mücâledesinde riyâzet
önemli bir yer tutmaktadır. Çile çekmek, erbain çıkarmak, inzivaya çekilmek, sefere
çıkmak riyâzet Ģekillerindendir. Nefsi ibadete alıĢtırmak üzere eğitmek de bir tür
riyâzettir.506 Riyâzetin önemli bir tarafı oruçlu bulunmakla alakalıdır. Çünkü oruç nefse
ağır gelenen büyük silahtır. Hz. Peygamber (sas) Ģöyle buyuruyor: “Aç bir karın, yetmiş
gâfil âbiden Allah için daha sevimlidir.”507

2.4.1. Açlık

Açlık, birçok millet ve din mensupları tarafından övünülen bir durumdur. Açın hatırı ve
zekâsı zâhir yönünden daha iĢlek ve daha keskin, kârihası ve muhâkemesi daha düzgün
ve bedeni daha sıhhatli olur. Mücâhede ve riyâzetle nefislerini hazırlamıĢ ve terbiye
etmiĢ olanlar, fazla obur ve boğazına düĢkün olmazlar. Çünkü açlık nefse boyun eğdirir,
kalbe Allah korkusu verir. Aç olanın bendeni hudû, kalbi huĢû içinde olur. Çünkü
nefsanî kuvvetler açlıkla yok olup gider.508 “Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile imtihan
ederiz” ayetinin sonunda: “Sabredenlere müjde var”509 buyrularak açlığın sıkıntısına
sabredenlere güzel sevap ve mükafaat müjdelenmiĢtir.510

Beden için açlık bir sıkıntı ve bela gibi gözükmekle birlikte bu durum kalp için bir ıĢık,
ruh için gönül rahatlığı ve sır için likâdır. Tokluğun ise fazla bir önemi yoktur. ġayet
tokluğun bir ehemmiyeti olsaydı, hayvanlar tok olmazlardı. Çünkü hayvanların hâli
tokluktur. Açlık ise insanların ilacıdır. Açlık bâtını mâmur hale getirir, tokluk ise karnı
mâmur kılar. Her Ģeyini Hakk‟a hasretmek ve insanı maddeye bağlayan rabıta ve
alâkadan kurtararak bâtınını mâmur kılma yolunda ömrünü tüketen biri ile karnını ve

505
Tûsî, el-Lüma‟, s. 178.
506
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 521.
507
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 467.
508
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 467.
509
Bakara, 2/155.
510
KuĢeyrî, er-Risâle, s.230.
91

midesini mâmur hale getiren ve bedeninin heva ve hevesine hizmet için ömrünü
harcayan birinin eĢit olması düĢünülemez. Birine âlem yemek için lazımdır, diğerine
yemek ibadet etmek için lazımdır. Allah‟ın kaza ve kaderinden sonra, açlık, sıddîk
olanların taâmı, müritlerin mesleği ve Ģeytanların kösteğidir. Ġblis açlıkla bağlanır.
Âdem (as)‟ın cennetten çıkarılmasına ve Hakk‟ın civarından uzaklaĢtırılmasına bir
lokma sebep olmuĢtur.511

Makbûl olan açlık mecburî ve zarurî olan değildir. Çünkü yemeye talip olan mânen ve
zihnen yemekle olur. Açlık makamında derecesi olan kimse, yemeyi terk eder,
yemekten menedilmiĢ bir halde bulunmaz. Var olduğu halde yemenin terk edilmesine
inanan, bunun yükünü çeken ve meĢakkatine katlanan bir kimse hakiki manada açtır.
ġeytanına vurduğu engel, nefsin heva ve hevesini hapse atmak sadece açlıkla olur.512

Açlığın semeresi müĢâhededir. Çünkü müĢâhedenin komutanı mücâhededir. MüĢâhede


ile birlikte sunulan tokluk, mücâhede ile birlikte bulunan açlıktan daha iyidir. Zira
müĢâhede tasavvuf yolundaki erlerin alanı, mücâhede ise yine bu yoldaki çocukların
oyun sahasıdır. Hakk‟ı temâĢa ile olan tokluk, halkı seyretme hâli ile olan açlıktan daha
hayırlıdır.513

Mutasavvıflar açlığı kendileri için bir vasıf ve nefs ile mücâdele etmede en etkili
yollardan biri olarak görmüĢlerdir. Yahyâ b. Muâz (ö.258) açlığı müritler için riyâzet;
tevbekarlar için tecrübe; zâhitler için siyaset; ârifler için ikram olduğunu belirterek
farklı dörte kesim için açlığın farklı dört vasfını otaya koyan bir açıklama yapmıĢtır.514
Yahyâ b. Muâz (ö.258)‟a göre açlık nur, tokluk nardır. ĠĢtah oduna benzer, ondan ateĢ
meydana gelir, bu ateĢ sahibini yakmadan sönmez. Yahyâ b. Muâz (ö.258), açlık
pazarda satılan bir nesne olsaydı, pazara giden âhiret taliplilerinin ondan baĢkasını satın
almaları câiz olmazdı diyerek açlığın bu yolun taliplileri için ne kadar büyük bir nimet
olduğunu dile getirmiĢtir.515

Mutasavvıflar açlık süresi ile kiĢinin içinde bulunduğu hal ve makam ile olan iliĢkisi
hakkında da bilgiler vermiĢlerdir. Açlık bazılarına göre iki günde bir yemek, bazılarına

511
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 467.
512
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 468.
513
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 468
514
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 231.
515
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 231.
92

göre üç günde bir yemek, bazılarına göre haftada bir kere yemek, bazılarına göre kırk
günde bir kere bir Ģey yemek ve bazılarına göre de kırk günde bir gün yemektir. Hakikat
ehline göre gerçek açlık her kırk günde bir gün yemektir. Bu da hayatı korumak ve
devam ettirmek içindir.516

Sehl b. Abdullah (ö.283)‟a günde bir öğün yemek yiyen kiĢi hakkında soru sorulunca
bunun sıddîk olanların yeme tarzı; günde iki öğün yemek yiyen kiĢi hakkında sorulunca
bunun mümin olanların yeme tarzı; günde üç öğün yemek yiyen hakkında sorulunca
bunun hayvanların yeme tarzı olduğunu söylemiĢtir.517 Ebu Osman Mağribî (ö.373)
rabbanî olan bir müminin kırk gün, samadenî olan bir müminin seksen gün bir Ģey
yemeyeceğini söylemiĢtir.518 Ebu Ali Ruzbarî (ö.322) bir sufi beĢ gün açlığa tahammül
edemez ve açım derse onu çarĢıya gönderip mâiĢetini çalıĢarak kazanmasını emretmek
gerektiğini söyleyerek bu yola giren kiĢilerin açlığa dayanma noktasında iyi bir halde
olmalarını belirtmiĢtir.519 Muhammed b. Ali Kettanî (ö.322) müridin hükmü ve Ģartı
onda Ģu üç Ģeyin bulundurduğunu söyler. Bunlar: Galebe hali olmadan uyumamak,
zaruret olmadan konuĢmak, fakr hali olmadan yememek.520

2.5. ZEKÂT

Zekât, sözlükte temizlik, temizlenmek, her şeyin halis ve temiz olanı, arınma, arıtma,
bereket, artma, çoğalma, fazlalık, güzel anış ve övgü manalarına gelir. Ġslam dininin beĢ
temel esasından biri olan zekât mâlî ibadet anlamında, belli bir malın belli bir miktarını
belli bir zaman sonra hak sahibi olan bir kısım Müslümanlara Yüce Allah‟ın rızası için
tamamen temlik etmektir.521

Zekât ibadetinin farz bir ibadet olduğu Kur‟an, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Kur‟an-ı
Kerim‟de “Namaz kılınız ve zekâtı veriniz”522 ayeti zekâtın farz olan bir ibadet
olduğunu göstermektedir. Kur‟an-ı Kerim‟de zekâtı verin emrini tekrarlayan birçok ayet

516
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 469.
517
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 231.
518
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 231.
519
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 232.
520
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 468.
521
Cebecioğulu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 724; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 333;
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s.422; Kahraman, Ġslam Ġbadet Esasları, s. 141.
522
Bakara, 2/43.
93

bulunmakla birlikte zekât birçok ayette namazla birlikte zikredilmiĢtir.523 Ayrıca Hz.
Peygamber (sas) Cibril hadîs-i Ģerifinde524 zekâtın Ġslam dininin beĢ temel esasından
biri olduğunu buyurmuĢtur. Üzerine vâcip olan kimse için zekât, imanın farzları ile ilgili
hükümlerden biri olması nedeniyle ondan yüz çevirmenin de kaçınmanın da yolu
yoktur.525 Zekât vermeyenlerin kıyamet günü cezaya çarptırılacakları Kur‟an-ı
Kerim‟de526 ve Hz. Peygamber (sas)‟in hadîs-i Ģeriflerinde527 bildirilmektedir.

Zekât en temel anlamıyla temizlik ve temizlenmek mânâlarına gelmektedir. KiĢinin


kazandığı veya sahip olduğu malın belli bir miktarını yoksullara verilmek ve sosyal
hizmetlerde kullanılmak üzere elden çıkarması insanı maddeten ve manen temizlediği,
cismanî ve nefsanî kirlerden arındırdığı için zekâta bu isim verilmiĢtir.528

Ġnsan bu dünyaya bakan tarafı ile maddî, diğer âleme bakan tarafı ile de manevî
donanımları olan aynı zamanda hem maddî hem de manevî ihtiyaçları kendinde
barındıran, yaratılmıĢ olan en değerli varlıktır. Dinin gayesi, koymuĢ olduğu hüküm ve
prensiplerle insanı ahlâken olgunlaĢtırarak, dünya ve ahiret saadetine kavuĢturmaktır.
Ġnsana dünyada verilen ve kullanma insiyatifi sunulan maddî bir takım mal, servet ve
zenginlik gibi araçlar vardır. Ġnsana düĢen kendisine sunulan mal, servet ve zenginliği
bir amaç olarak değil Allah‟a vuslat noktasında bir araç gibi kullanmasıdır. Hz.
Peygamber (sas) “Dünya tatlıdır ve câziptir”529,“Mal sevimli ve tatlıdır…”530
buyurmuĢtur. Hiç Ģüphesiz dünya ve onun içindeki nimetler, insana sunmuĢ olduğu mal
ve servetler hadis-i Ģeriflerde buyrulduğu gibi insana tatlı ve câzip gelmekle birlikte
ahlakî yönden bir takım tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bunlar âdeta insanı
mıknatıs gibi kendine çeker. Ġnsan yapısı gereği mal ve servete tutkun ve düĢkündür. Bu
yüzden çoğunlukla Allah‟a değil paraya kul olma eğilimindedir. Maddeye aĢırı derecede
bağlı olan insan manevî hasletlerinden uzaklaĢıp en aĢağı seviyelere düĢer. Kendini

523
Bkz. Bakara, 2/43, 83, 110, 177, 277; Nisâ, 4/77, 162; Mâide, 5/12, 55; Tevbe, 9/5, 18; Nûr, 24/56;
Lokman, 31/4; Mücâdele, 58/13; Neml, 27/3.
524
Buhâr‟i, Ġman/37; Müslim, Ġman/1.
525
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 453.
526
Tevbe, 9/34-35.
527
“Yüce Allah kime mal verir de zekâtını ödemezse, kıyamet günü o mal, sahibine simsiyah iki benek
bulunan gayet zehirli (ve zehirinin etkisinden başı) kel bir yılan şeklinde görünerek boynuna gerdanlık
yapılacak; sonra da iki çene kemiğini iki tarafından yakalayıp, „Ben senin malınım, ben senin
biriktiğinim‟ diyecektir.” Bkz. Buhârî, Zekât/3.
528
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 91.
529
Müslim, Zühd/26.
530
Müslim, Zekât/96.
94

buradan yukarı çıkartıp melekût âlemine yükseltemez. Mal hırsı ile ruhu kirlenen, kalbi
kararan, zihni körelen, manevî ve ahlakî gerçekleri göremez, insânî hasletleri idrak
edemez, ilahî sırları ve hikmetleri kavrayamaz. Bunun için zihnin temizlenmesi, ruhun
arındırılması ve kalbin tasfiye edilmesi gerekir. Her hastalık kendi cinsinden bir Ģeyle
tedavi edilir. Mal, servet ve paradan gelen hastalıklar ise zekât vermekle tedavi edilir.
Bu nedenle kazanılan ve sahip olunan malın belli bir kısmının yoksullara ve ihtiyaç
sahiplerine verilmesi emredilmiĢtir.531 Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de “Mallarından, onları
temizleyecek ve arındıracak zekâtı al”532 buyrulmaktadır. Zekât kiĢinin hem maddî
yönden malını hem de manevî yönden kalbini ve ruhunu temizleyen bir ibadettir.

Temizlemek ve temizlenmek anlamlarına gelen zekâtın bu iĢlevini maddî, manevî-


ahlakî ve toplumsal olarak üç temel noktada gerçekleĢtirdiğini söylemek mümkündür.
Maddî yönden servet sahibi insanlar, mallarının zekâtlarını vererek ihtiyaç sahiplerinin
istifade etmesini sağlayarak ihtiyaç sahiplerinin maddî yönden toplum içindeki refah
seviyelerinin yükselmesine sebep olurlar. Bu sayede toplum için gerekli olan mal ve
para tek bir elde toplanmamıĢ olmakta ve tüm toplumun refahı için birçok kiĢi
tarafından kullanılmaya baĢlanmaktadır. Zekât görünüĢte zenginin mal ve servetini
azaltmasına rağmen alım gücü az olan insanların ihtiyaçlarını karĢılanmasına vesile
olmasından dolayı toplumun içinde bir bereket kaynağı haline gelir.533

Zekâtın sosyal yönden zengin ve fakir arasında kaynaĢma sağlayan bir yönü de
bulunmaktadır. Zekât sayesinde toplum içinde bulanan fakirler sürekli olarak azalır.
Zenginler ve fakirler arasında maddî farklılıklar yüzünden ortaya çıkabilecek kıskanma,
haset, nefret ve kin gibi kötü duygular yok edilerek toplum içinde huzur, güven ve saygı
ortamı inĢa edilebilir. Toplumda oluĢabilecek gasp, hırsızlık, dolandırıcılık gibi ahlakî
yönden kötü davranıĢların azalmasını sağyarak maddî sebeplere dayalı toplum içinde
oluĢabilecek sosyal patlamaları engelleyip, ortaya çıkabilecek sınıf mücadelelerin
önlenmesinde büyük bir katkı sunmaktadır. Zekât, zenginde bulunan fazla malların
ihtiyaç sahiplerine verilmesini sağlayarak toplumdaki fakirlik sorununun giderilmesi
noktasında varlık sahiplerin üzerine sosyal bir sorumluluk yükler. Toplumdaki zengin
ile fakir, varlıklı ile yoksul kesimleri bir araya getirirek ihtiyaç sahiplerinin gereksinim

531
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 91.
532
Tevbe, 9/103.
533
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 93; Demirci, “İbadetlerin İç Anlamı”, s. 26.
95

duyduğu maddî yardımlaĢmayı tesis etmesi sebebiyle toplum içinde sosyal bir sigorta
iĢlevi görmektedir.534 Zekât, Allah‟ın, zenginlerin malından fakirlere ayırdığı bir haktır.
Kur‟an-ı Kerim‟de “Zekât, kendilerini Allah yolunda vakfeden fukara içindir”535
buyrulmaktadır. Hz. Peygamber (sas) “Malda zekâttan başka hak yoktur”536
buyurmuĢlardır. Bu yüzden fakirlere zekât veren, âdeta onlara hakkını vermiĢ olmakta
ve böylece de hem Allah‟ın rızasını kazanmakta hem de hesap endiĢesinden ve elim
azap korkusundan kurtulmaktadır.537

Zenginlik insan ruhuna hırs ve tamaha bağlı olarak sürekli büyüyen servet hâkimiyeti
sağlar. Zekât zengin insanların kalplerindeki hasislik, pintilik, cimrilik, hırs, tamah gibi
kötü huyları gidererek cömertlik, fedakârlık, iyilik, yardım, yardım severlik gibi iyi ve
güzel huylar edinmelerini sağlar. Ġnsandaki merhamet duygusunu geliĢtirir, Ģefkat
meylini artırır, hayır iĢleme zihniyetini pekiĢtirir. Ġnsana gönül zenginliği kazandırır.
Hz. Peygamber (sas) “Mal mülk çokluğu zenginlik değildir, asıl zenginlik gönül
zenginliğidir”538 buyurmuĢtur. Fakirlerin ise zenginlerin hak ve hukuka riâyet
etmeyerek hak yedikleri Ģeklindeki düĢüncelere kapılmamalarına sebep olur.539

Selef-i Salih zekâtı yüzlerle, gönüllü sadakayı ise binlerle ifade edilecek miktarlarda
verirlerdi. Onlar bir fakire o kadar fazla verirlerdi ki onu fakirlik, muhtaciyet ve zaruret
halinden çıkartarak kendine yeterli, hatta zengin hale getirirlerdi. Çoğu zaman, fakirler
ihtiyaçlarını gördükten sonra geriye daha para kalırdı.540

Zekâtın aslı ve hakikati, nimetin cinsinden olmak üzere nimetin Ģükrünü edâ etmektir.
Ġnsanın sahip olduğu her türlü nimetin bir zekâtı ve buna mukâbil bir Ģükrü vardır.
Zekât veren kul Allah‟ın cömert sıfatına yaklaĢır. Ġnsan için en büyük nimetlerden biri
sağlıktır. Ġnsan vücudundaki her organın kendine has bir zekâtı bulunmaktadır. Ġnsanın
ise bunu bütün organlarını hizmete hasretmesi ve ibadetle meĢgul halde bulundurması
gerekir. Sağlık nimetindeki zekât hakkını ödenmiĢ olmak için, kiĢinin hiçbir oyun ve
eğlenceye meyletmemesi gerekmektedir.541

534
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 92; Demirci, “İbadetlerin İç Anlamı”, s. 26.
535
Bakara, 2/274.
536
Ġbni Mâce, Zekât/3.
537
Tûsî, el-Lüma‟, s. 168.
538
Buhârî, Rikak/15.
539
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 92; Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 64.
540
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 35.
541
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454; Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 93.
96

Zekât, nimetin tamamlanması esası üzerine edâ edilen bir ibadettir. Maddî anlamda
dînen zengin sayılan kiĢilerin üzerlerine düĢen zekâtın vacip olması için sahip olduğu
mal, servet ve paranın mülkiyet hükmüyle üzerinden bir tam yılın geçmesi gereklidir.
Bu Ģekilde tam bir nimet olur. Malın zekâtı olduğu gibi, câh denilen makam, mevki ve
îtibârın da zekâtı vardır. Çünkü bunlar da tam nimettir. Nitekim Hz. Peygamber (sas)
“Allah, mallarınızın zekâtını üzerinize farz kıldığı gibi câhınızın zekâtını da üzerinize
farz kılmıştır” buyurmuĢtur.542

Hucvirî (ö.465)‟ye göre zekât, insanın cömertlik, fedâkarlık, yardım ve hayırseverlik,


merhamet ve Ģefkat duygularını geliĢtiren bir fâriza ve vecibedir. Sadece malın ve
servetin değil, bilginin, bedenin ve organların da zekâtı vardır. Zekât, iyi bir
Müslümanın madde ve eĢya karĢısında takınması gereken tavrı ortaya koymaktadır.543

Enes b. Malik (ra), evin zekâtının içinde misafir için bir oda bulundurmak olduğunu
söyler.544 Fudayl b. Ġyâz (ö.187), selefe göre her Ģeyin bir zekâtı olduğunu söyler.
DüĢünce (kalb)nin zekâtı ize uzun uzun hüzünlenmektir.545 BiĢr b. Hâris (ö.277), hadis
ilmiyle uğraĢan kiĢilerin ezberlediği ya da yazdığı her ikiyüz hadisten beĢ tanesinin
hükmünü yerine getirmelerini hadisin zekâtı olarak görür.546

KiĢinin sahip olduğu ilmin zekâtı ise onunla amel etmesidir. Çünkü amel kiĢinin ilmini
arındırır. KiĢi sahip olduğu malını korur, ilim ise o kiĢiyi korur. Ebû Talib el-Mekkî
(ö.386) ilmi maldan daha hayırlı görür. Mal harcamakla eksilir. Ġlim ise harcamakla
eksilmez. Ġlim âlimin dünyada arkadaĢlarına, dostlarına, öğrencilerine ve sevdiklerine
verdiği bir borç olup mükâfatını diğer âlemde alacaktır. Ġlim hakîm, mal ise
mahkûmdur. Malın menfaati onun elden çıkması ile son bulur. Mal biriktirenler daha
hayatta iken ölmüĢ kimselerdir. Âlimler ise dünya durdukça bâkî kalmaya devam
edeler.547 Muâz b. Cebel (ra), ilim öğrenmeyi tavsiye etmiĢ, ilmi bilmeyen kiĢiye
öğretmeyi ise sadaka olarak görmüĢtür. Ona göre ilmi ehline vermek Allah Teâla‟ya
yaklaĢmaktır.548

542
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454.
543
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 64.
544
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 341; Bu konu hakkında Ģöyle bir hadiste rivayet edilmiĢtir: “Her şeyin bir zekâtı
vardır, evin zekâtı misafir odasının bulunmasıdır.” Bkz.Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454.
545
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 229
546
Tûsî, el-Lüma‟, s. 167.
547
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 22.
548
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. II, s. 23.
97

Bâtındaki nimetin de zekâtı vardır. Hucvirî (ö.465) bu nimetlerin çok oluĢu sebebiyle,
bunların aslını ve hakikatini saymanın ise mümkün olmadığını belirtir. Bu nimetlerinde
kendilerine uygun bir zekâtı vardır. Bu ise zâhiri ve bâtinî nimetin irfanı, yani bilinmesi
ve tanınmasıdır. Hakk Teâlâ‟nın, üzerindeki nimetlerinin hadsiz ve hesapsız olduğunu
kul bilince, hadsiz ve hesapsız nimetlerin zekâtı için üzerine hadsiz ve hesapsız Ģükür
vâcip olur.549

Maddî yönden îfa edilen zekât hem alan hem de veren tarafa maddî, manevî, ahlakî ve
toplumsal yönden büyük faydalar barındırır. Mutasavvıfların zekât konusundaki âdâbına
gelince Allah‟ın taksiminde onlara zekât farz kılınmamıĢtır. Çünkü Allah onlara
kendilerine zekât ve sadaka gerekecek kadar dünya malı vermemiĢtir. Muttarif b.
Abdullah ġıhhîr (ö.95)‟e göre kendisine Allah‟ın dünya malı vermemiĢ olması
vermesinden daha değerli bir durumdur. Mutasavvıfların gözünde kendilerine dünya
nimeti verilmemiĢ olması verilmesinden daha üstün bir değer taĢımaktadır. Hucvirî
(ö.465), tasavvuf ehlinin genelde bu anlayıĢta olduğunu belirtir.550

Hz. Peygamber (sas) zengin, güçlü ve sağlam kiĢilere sadakanın helal olmayacağını
buyurmuĢtur. Mutasavvıflar için zekât ve sadaka almayı hoĢ karĢılamayanların delili,
bu hadîs-i Ģeriftir. Hz. Peygamber (sas) zenginliğin mal çokluğuyla olmadığını, gerçek
zenginliğin gönül ve kalp zenginliği olduğunu buyurmuĢtur. Gönül zenginliğine
eriĢenler, her ne kadar dünya malı açısından fakir olsalar da, zenginlerden daha
zengindirler. Çünkü onların zenginlikleri Allah iledir. Bu konuda Ali b. Selh Isbahanî,
kendi arkadaĢlarına (sufilere) „fakirdirler‟ diye bir Ģey vermenin haram olduğunu
söyler. Ona göre onlar halkın en zenginidirler. O bu sözüyle zenginliğin Allah ile
olduğunu anlatmak istemiĢtir.551

Mutasavvıflar arasında zekât alanlar da almayanlar da vardır. Fakrı, ihtiyar ve


irâdeleriyle olmayanlar, zekât almamıĢlardır. Onlara göre zekât kendilerine vacip
olmasın diye mal toplamadıkları gibi, zenginlerin eli kendi ellerinden daha üstün, kendi
ellerinin de onların elinden daha aĢağı olmasın diye servet sahiplerinden mal
almamıĢlardır. Bu tâife Hz. Peygamber (sas)‟in Ģu hadîs-i Ģerifini örnek almıĢlardır
“Veren el alan elden üstündür”. Fakirlikte muztar ve mecbur bir halde bulunanlar,
549
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454.
550
Tûsî, el-Lüma‟, s. 163.
551
Tûsî, el-Lüma‟, s. 166.
98

zekâtı almıĢlardır. Ama zekâtı almak lazım olduğu için değil, bilakis din kardeĢi olan bir
müslümanın zimmetinden, zekât fârizasının ve borcunun kalkmasını istedikleri için
bunu almıĢlardır. Çünkü ayette “Sadakaları ve zekâtları O, yani Allah alır”552
buyrulduğu için bu tâife zekâtı almıĢlardır.553

Hucvirî (ö.465), dünyanın ve nimetin zekâtı, sufiler taifesine göre övülmeye değer bir
Ģey olmadığını belirtir. Ona göre bir kimsenin iki yüz dirhemi biriktirmesi ve bir sene
müddetle onu tasarrufu altında saklaması için tam bir cimrilik halinde bulunması
gerekir. Ancak bu takdirde bu mebladan beĢ dirhem zekât verilmesi lazım gelir. Kerem
sahibi kiĢilerin yolu, çekinmeden malı feda etmek, cömertçe harcama yapmaktır. Kerem
sahiplerinin malı sebîldir, harcanmıĢtır. Bu Ģekilde davranmaları nedeniyle üzerlerinde
zekât vâcip olacak malları da kalmamaktadır. Çünkü onların mülkü yoktur.554

ġiblî (ö.290), malın belli bir kısmının zekât olarak verilmesini cimrilik olarak gören
sufiler arasındadır. Zâhir ulemasından biri ġiblî (ö.290)‟ye zekâttan verilmesi farz olan
miktarı sormuĢ. ġiblî (ö.290), cimrilik mevcut ve mal hâsıl olmuĢ ise, her iki yüz
dirhem için beĢ dirhem, her yirmi dinar için yarım dinar farz olur, senin mezhebine göre
durum budur, benim mezhebime göre zekât meĢgalesinden kurtulmam için hiç birĢeye
mâlik olmamam lazım gelir demiĢ. Adam bu meselede tabii olduğu imamı sorunca,
ġiblî (ö.290) mülkiyetinde bulunan her Ģeyi Allah yolunda veren Ebu Bekir Sıddık (ra)
olduğunu söylemiĢtir. Hz. Peygamber (sas) ona “Ailene ne bıraktın?” diye sorunca
“Allah ve Resulunü” demiĢtir.555

Zekât veren de zekât alan da bu konuda oldukça titiz davranmalıdır. Zekât yardımını
alan kimse, bunun hangi hükümler dâhilinde verildiğine bakmalıdır. Zekât veren kiĢi
verdiği zekâtı en isabetli yere verme husussunda ihtiyatlı davranmalı, zekât malını
gücünün yettiğinin en değerlisinden ve en güzel görüneninden seçmelidir. Çünkü Allah
güzeldir ve güzel olanı kabul eder. Zekâtın Allah katındaki saflık ve bereketi, zekât
malının helal oluĢuna ve ehline verilip verilmeyiĢine bağlıdır. Verdiği zekâtta hem
Allah‟a karĢı hem de zekât verdiği din kardeĢine bir sorumluluğunun bulunduğunu
unutmamalıdır. Yiyecek, giyecek, ikametgâh ve borç ödenmesi zekât parasının

552
Tevbe, 9/104.
553
Hucviri, Keşfu‟l Mahcûb, s. 455.
554
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454-455.
555
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 454.
99

harcanabileceği en uygun ihtiyaçlardır. Mutasavvıflar zekâtın en uygun Ģekilde


harcanması gereketiği üzerinde dururlar. Ġbni Abbas (ra) ihtiyacı olmayan bir Ģeyi satın
alan kimsenin ihtiyacı olanı satacağını söyler. Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), yeterli olanın
ötesindeki her türlü madde ve eĢyayı fuzûli dünyalık olarak görür. Bunlar ihtiyaç
maddesi olmayan Ģeylerdir. Dinî duygulara bağlı kalmak ise, kulun muhtaç olduğu bir
değerdir. Akıllı kimse, ihtiyacı olan dinî hassasiyetini satarak ihtiyacı olmayan
dünyalıkları satın almaz. Böyle yapanlar, zararlı bir alıĢveriĢ yapmıĢ olurlar. Ticaretleri
de verimsiz bir ticaretten ibaret olur. Çünkü arzuların sınırı ve bittiği bir nokta yoktur.
Ahiretin azığı ise bellidir ve bir gayesi vardır.556

Kul zekât verirken gönlü hoĢ, kalbi sevinçli, Rabbi‟ne karĢı dürüst, riya, gösteriĢ ve
yapmacıklıktan uzak, yalnız Rabbi‟nin rızasını umarak vermelidir. Verdiği zekâtı, Allah
Teâlâ‟dan baĢka bir kimsenin görmemesini istemeli, verirken ricacı olmamalıdır. Zekât
vermesinin engellenmesinde, Allah‟tan baĢkasından korkmamalıdır. Zekât verirken
Allah Teâlâ‟yı gözetmeli, O‟nun güzel tevfikini bilmeli, zekât verdiği fakirin kendinden
üstün olduğuna inanmalı, kafasından onun zayıflık ve düĢkünlüğünü geçirmemeli ve
onu asla hor görmemelidir. Fakirin, kendisinden daha hayırlı olduğunu bilmelidir.
Çünkü fakir, temiz, pak izzet sahibi, dünya ve ahirette derece sahibi kılınmıĢtır. Zekât
veren zengin, kendisinin fakirlerin hizmetine adandığını ve onların evlerini
Ģenlendirmekle mükellef olduğunu bilmelidir.557

Kur‟an-ı Kerim‟de “Zekâtlarınızı/sadakalarınızı minnet bekleyerek ve eziyet ederek


boşa çıkarmayın”558 buyrulmuĢtur. Hz. Peygamber (sas) “Zekâtın en faziletlisi; veren
kimsenin bir fakire gizlilik içinde veremeye çalışmasıdır”559, “Eğer onları (sadakaları)
gizlerseniz ve fakirlere verirseniz, bu sizler için daha hayırlıdır ve günahlara kefaret
olur.”560,“Gizli –gece verilen- sadaka Rab Teâlâ‟nın gazabını dindirir”561 buyurmuĢtur.
Zekât veren kimse, ihtiyaç sahibine gizlice vermeli ve bunu anlatmamalıdır. Ulemadan
bir zat zekâtı/sadakayı gizlemeyi iyilik hazinelerin biri olalarak görmüĢtür. 562

556
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 459; c. IV, s. 169.
557
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 347.
558
Bakara, 2/264.
559
Ebu Davud, Vitr/12; Nesa‟î, Zekât/49; Dârimî, Salât/135; Ġbni Hanbel, II/358, III/413, V/178.
560
Bakara, 2/271.
561
Benzer manada bir hadis için b. Tirmizi, Zekât/28.
562
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 348.
100

Zekât veren, verdiği malı gözünde küçük ve basit görmelidir. Ebû Talib el-Mekkî
(ö.386)‟ye göre onu gözde büyütmek, kendini beğenmiĢliktendir. Kendini beğenmiĢlik
ise, amelleri boĢa çıkartır. Allah Teâlâ “Huneyn Günü çokluğunuz sizi
gururlandırmıştı”563 buyurmuĢtur. Yapılan ibadet küçük görüldükçe Allah katında
büyür. ĠĢlenen günah gözde büyütüldükçe Allah katında küçülür. Ebû Talib el-Mekkî
(ö.386), ulemadan bir zatın iyiliğin, küçük görülmesi, süratli yapılması ve gizlenmesi
sayesinde tamam olacağını söylediğini rivayet etmiĢtir.564

Zekât veren yaptığı Ģeyi hatırına getirmemesi, onu anmaması ve Allah‟a adadığını
düĢünerek kendini bu iĢe Ģâhit tutmaması gerekir. Kul, yaptığı iĢi umursamamalıdır. ĠĢte
bu noktada sırrın gizliliğine hâkim olması mümkün olabilir. Eğer sadaka ve zekâtını
hakiki mânâda kul kendisinden gizleyemiyorsa, kendisini ondan öyle gizlemelidir ki,
zekât verilen kimse, onu verenin kim olduğunu bilmemelidir. Ebû Talib el-Mekkî
(ö.386) bunu ihlâs derecesinde bir makam olarak nitelendirir. Zekât verirken kul kendini
açığa çıkardıysa, kendisini zekâtı verdiği kimseden saklamaya çalıĢmalıdır. Bu durum,
sâdık kimsenin hâlidir.565

Zekât vermeye gücü yetenler zekâtlarını gizli vermeye çalıĢmalı, verdiği zekâttan bir
beklenti içinde olmamalıdır. Zekât ibadetinin boĢa çıkmasındaki en büyük tehlikelerden
biri riyadır. Hz. Peygamber (sas) “Allah Teâlâ duyuranın, riyakârın ve minnet
bekleyenin (sadakasını) kabul etmez” buyurmuĢtur. Zekâtı duyurma ve minnet bekleme
fiilleri riya ile birlikte zikredilmiĢtir. Bu fiiller yapılan amellerin geri çevrilme
sebepleridir. Duyuran yani yaptığı amelleri, görmeyenlerin de görmesi ve öğrenmesi
için çaba sarf eden ve onları anlatan kimsedir. Bunlar imâni zafiyetten kaynaklanır.
Sadakasını duyuran kimse, onu Rabbi‟nin bilmesiyle yetinmemektedir. Aynı Ģekilde
riyakâr da, Rabbi‟nin görmesiyle yetinmemekte ve baĢkalarını da buna ortak
koĢmaktadır. Hz. Peygamber (sas), yaptığı amelden dolayı minnet bekleyen kimseyi de
bu ikisine katmıĢtır. Zira minnet, amellerin zikredilmesi, baĢkalarına duyurulması veya
verirken nefsine bakıp bununla övünme halidir. KiĢi, sadakasını gizli olarak verdikten
sonra açıklarsa, gizlilik kalkmıĢ olur ve ameli, açıktan yapılmıĢ ameller arasına
kaydedilir. Eğer onu sürekli anlatırsa, o zaman da hem gizli hem de açık amel

563
Tevbe, 9/25.
564
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 359.
565
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 350.
101

defterinden silinerek riya olarak yazılır. Ġhlâs var olduğu sürece, sadakayı açıktan
vermenin tek olumsuz yanı, gizli vermenin sevabına nâil olamamaktır. Bu da büyük bir
eksikliktir.566 Nitekim Hz. Peygamber (sas) “Kıyamet günü, hiçbir gölgenin
bulunmadığı günde yedi kesim Allah‟ın arşının gölgesinde bulunacaktır:… Biride sağ
elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizleyerek sadaka verendir”567
buyurmuĢlardır.568 Zekât verenin bu fiilini kendi kendine dâhi anlatmaması ve
kalbinden geçirmemesi gerekir. Bu ise, zekât verirken asıl olarak kendini görmemesi ve
bu tür bir vehmi kafasından geçirmemesiyle mümkün olur. KiĢinin kendinden bile
sakladığı fiil, melekûtun sırrından olur ki Allah Teâlâ buna, yaptığını kendi kendine bile
anlatmayan kullarına muttalî kılar.569

2.6. HAC

Hac kelimesi Ġbrânice‟de hag Ģeklindedir. Bayram anlamına gelen bu kelime bir şeyin
etrafında dönmek, dolanmak manasındaki hvg kökünden türetilmiĢtir. Arapça‟da
gitmek, yönelmek, ziyaret etmek, saygın bir yeri veya şahsı ziyaret etmek maksadıyla
yola çıkmak anlamlarına gelen hac kelimesi, Ġslamî literatürde dinî terim olarak senenin
belli zamanlarında Mekke Ģehrindeki Kâbe‟yi ve civarındaki kutsal sayılan Arafat,
Müzdelife ve Mina‟yı usûlüne uygun olarak ziyaret ederek yapılması gereken diğer
menâsiki yerine getirmeyi ifade eder.570

Haccın kelime anlamlarından biri de, hem Allah‟a doğru yönelme hareketi, hem de
benliğe egemen olma çabasıdır.571 Hac aynı zamanda açık bir yola sülûk etmek ya da
yola girmek anlamında da kullanılmıĢtır.572

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), hac kelimesinin, nüsk konumunda mahacet kelimesinden
türetilmiĢ bir kavram olduğunu söyler. Nüsk, yol kavramı için konulmuĢ bir isim olup
mensik kelimesinden türetilmiĢtir. Mensik yol isimlerindendir. Bunun çıkıĢ yeri de

566
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 349.
567
Buhârî, Ezan/36, Zekât/16, Rikak/24; Müslim, Zekât/91; Tirmizî, Zühd/53; Nesa‟î, Kuzat/2; Muvatta‟,
ġiir/4, Ġbni Hanbel, II/439.
568
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 349.
569
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 350.
570
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 514; Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 371; Kahraman, İslam İbadet Esasları,
s. 168; Ömer Faruk Harman, “Hac”, DĠA, c. 14, s. 382.
571
Tûsî, el-Lüma‟, s. 167; Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 27.
572
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 373.
102

kurban kesimidir. Nâsik (kurban kesen/yola giren)‟de bu esasa dayanılarak böyle


isimlendirilerek kendisini ahirete götüren yola girmiĢ kimse demektir.573 Haccın sefer
ve yolculuk olarak isimlendirilmesinin sebebi bazılarına göre cinselliğe iliĢkin
hususlardan, bazılarına göre de nefsanî sıfatlaran uzaklaĢmadır.574

Hac ibadeti kısaca Ģöyle özetlenebilir: Mekke civarında kutsal toprakların sınırı olan
Mikat bölgesine gelince günlük elbiseler çıkarılır ve ihram denilen iki parça kumaĢtan
oluĢan özel bir kıyafet giyilir. BaĢ açık vaziyette, hac süresince kiĢi kendisini, kendi
benliğini unutmaya çalıĢır. Kâbe tavaf edilir. Bütün gün ulvî düĢüncelerle geçirmek
üzere Mekke civarındaki Arafat‟a gidilir. Daha sonra Müzdelife‟de gecelenir. Oradan
Mina‟ya geçilir ve Ģeytan taĢlanır, kurban kesilir. Kâbe tavaf edilir. Safa ve Merve
tepeleri arasında yedi kere hafif koĢu Ģeklinde gidip gelinir.575

Ġslam dininde hac farz olan bir ibadettir. “Gitmeye gücü yetenlerin Kâbe‟yi ziyaret
etmesi, (haccetmesi), Allah‟ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”576 ayeti hac ibadetinin
farziyetini ortaya koyar. Haccın Ġslam‟ın temel esaslarından biri olduğu Cibril hadisi ile
de bildirilmiĢtir.577

Hz. Peygamber (sas) bir konuĢmasında müslümanlara hitap ederek “Ey insanlar! Allah
size haccı farz kıldı, haccediniz” demiĢ ve orada bulunanlardan biri de “Her yıl mı ey
Allah‟ın Peygamberi?” diye açıklama istemiĢtir. Hz. Peygamber (sas) bu soru
karĢısında önce sessiz kalmıĢsa da o Ģahıs sorusunu üç defa tekrarlayınca “Evet, desem
farz olurdu ve sizin de buna gücünüz yetmezdi” Ģeklinde buyurmuĢ ve böylece haccın
hayatta bir defa farz olduğunu dolaylı olarak açıklamıĢtır.578

Ġslamiyet‟ten önceki devirlerde de kutsal bir mekân sayılan Kâbe, tarihsel yönüyle
yeryüzündeki en eski mâbeddir.579 Kur‟an-ı Kerim‟de kurulan ilk mabedin Kâbe olduğu
“Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke'de, âlemlere rahmet ve
hidâyet kaynağı olarak kurulan Kâ'be'dir”580 ayetiyle bildirilmektedir. Ayrıca Hz.

573
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 373.
574
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 374.
575
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 19.
576
Âl-i Ġmrân, 3/97.
577
Müslim, Ġman/1.
578
Müslim, Hac/412.
579
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 19.
580
Âl-i Ġmrân, 3/96
103

Peygamber (sas)‟e yeryüzünde yapılan ilk mâbedin neresi olduğu sorulunca“Mescid-i


Haram”581 Ģeklinde cevap vermiĢtir. Kâbe‟nin ilk olarak Hz. Âdem tarafından inĢa
edildiğine dair rivâyetler de vardır. Allah‟ın Evi (Beytullah) olarak isimlendirilen
Kâbe‟yi bir kısmı Ġsrailliyat‟a dayanan bazı rivayetlere göre önce melekler tavaf etmiĢ,
daha sonra da Hz. Âdem Allah‟ın emriyle Mekke‟ye giderek Arafat‟ta Hz. Havva ile
buluĢup kendisine Beytullah‟ın etrafındaki hacla ilgili kutsal yerleri gösteren meleklerin
rehberliğinde haccetmiĢtir.582 “Tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler
için evimi (Kâbe‟yi) temiz tut, insanlar arasında haccı ilan et”583 ayeti Kâbe‟nin ve
Haccın Hz. Ġbrâhim (as) devrine kadar tarihi bir geçmiĢi olduğunu göstermektedir.

Ġslam dininin en temel ibadetleri arasında olan hac usûlüne uygun olarak edâ edildiği
takdirde yapan kiĢiye büyük sevap kazandırır. Hz. Peygamber (sas) usûlünce yapılan
haccın (hacc-ı mebrûr) karıĢlığının cennet olduğunu,584 haccın önceki günahları ortadan
kaldırdığını585 ve günah iĢlemeden Allah için hacceden kimsenin annesinden doğduğu
gün gibi günahsız olacağını586 buyurmuĢtur. Bu nedenle hac yapan kiĢinin yaptığı hac
ziyaretini sıradan bir ziyaret gibi yapmaması, usûlüne uygun bir Ģekilde edâ ederek bir
Müslüman‟ın hacdan gerekli manevî havayı tatması ve yaĢaması beklenir. Böyle bir hac
için de Hacc-ı Mebrûr tabiri kullanılır. Hacc-ı Mebrûr insanı maddî ve manevî
kirlerden arındırır, kalbini saflaĢtırarak çevresini aydınlatan bir meĢale haline getirir.587

Hz. Peygamber (sas)‟e amellerin hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda,


“Allah‟a ve Peygamberine iman” diye cevap vermiĢ, sonra hangisi diye sorulunca
“Allah Yolunda cihad” diye cevap vermiĢ, sonra hangisi diye sorulunca da “Hacc-ı
Mebrûr” buyurmuĢtur. Hz. AiĢe (ra)‟nin “Cihadı en faziletli amel sayıyoruz. Biz cihad
etmeyecek miyiz?” Ģeklindeki sorusuna “Sizin için en faziletli cihad, Hacc-ı Mebrûrdur”
diye cevap vermiĢtir.588

Hac hem bedenî hem de malî yönden yapılan bir ibadet olması nedeniyle bedenî olarak
yapılan namaz ve oruç gibi, malî olarak yapılan zekât gibi ibadetlerin içindeki hikmet ve

581
Müslim, Mesacid/1-2.
582
Harman, “Hac”, DĠA, c. 14, s. 386.
583
Hac, 22/26-27.
584
Müslim, Hac/413.
585
Müslim, Ġman/192.
586
Buhârî, Hac/4, Ġhsar/9-10.
587
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 94.
588
Buhârî, Hac/4.
104

faydaları kendisinde toplayan, Ģekilsel olarak da özel ritüelleri bulunan Ġslam dinindeki
en kapsamlı ibadet türüdür. Ġbadetlerin temel amaçlarından biri kiĢinin ahlâki yönden
temizlenmesine yönelik tarafı olmasıdır. Namaz ve oruç bedeni ve nefsi, zekât ise malı
temizler. Hac hem beden hem de mâli yönden yapılan ibadet olması sebebiyle kiĢinin
hem bedenini hem de malını temizler.589

Ġçerisinde birçok fayda ve hikmet barındıran hac, Cuma ve bayram namazı gibi
cemaatle edâ edilen kollektif bir ibadettir. Cemaatle kılınan beĢ vakit namaz günlük,
Cuma namazı haftalık, hac ise yıllık bir kongre niteliğindedir. Hac, yılın belirli bir
vaktinde dünyanın birçok yerindeki Müslümanı kutsal bir mekâna getirmesi sebebiyle
içerisinde birtakım sosyal hikmetler barındırır. Hac Müslümanlar için bir tanıĢma ve
kaynaĢma vesilesidir. Dünyanın her tarafından gelen hacılar, Ġslam dini tarafından
kutsal sayılan mekânlarda her türlü makam, mevki ve konumdan sıyrılarak tekbir ihram
içinde bir araya gelirler. Hac ibadetini Müslümanlar belli bir düzen ve nizam içinde
yaparlar. Bu sayede aralarında kardeĢlik, dostluk ve hoĢgörü anlayıĢı artar. Hac
esnasında Müslüman, insanlara, hayvanlara ve çevreye zarar vermeme alıĢkanlığını
kazanır. Zorluklar karĢısında sabretmeyi, tahammül göstermeyi, birlik ve beraberlik
duygularını geliĢtirmeyi öğrenir. Hac, ferdi Ģuurun asgarî seviyeye inip mahĢerî ve
içtimâi Ģuurun azâmî hadde ulaĢtığı bir ibadet Ģeklidir. Hacda meydana gelen içtimâi
heyecan ve galeyan seline kendilerini kaptıran ferdler, cismanî varlıklarından sıyrılarak
toplum içinde erirler. Haccın maksadını bilen, hikmetlerini kavrayan ve tam olarak
Ģuuruna varan kimseler, daha fazla diğergâm ve hayırsever olurlar. Bu hususları, Hz.
Peygamber (sav)‟in Veda Haccı‟nda görmek mümkündür. Zira Veda Haccı‟nda renk,
dil, ırk, makam, tahsil, mal gibi Ģahsî ve zümrevî imtiyazlar kaldırılmıĢtır.590

Haccın farziyetlerinin ilki, onu Allah Teâlâ‟nın rızasına hâlis kılmaktır. Hac esnasında
harcanan paranın helal olmasına dikkat edilmeli, hac süresi zarfında ticaretten uzak
durulmalıdır. Çünkü ticaret, kalbi meĢgul ederek ihlası dağıtır.591

Hacının kalbi sakin, her türlü maddî kaygıdan uzak, hevadan arınmıĢ ve zikrullah ile
dolmuĢ olmalıdır. Hacı, hâlis bir Ģekilde haccetmeye niyetlenip sadece O‟nun rızasını
kazanmak ümidiyle, O‟nun zatını yüceltip tâzim etmelidir. Ziyaretinin hac olarak
589
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 94.
590
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 94-96.
591
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 373.
105

nitelenebilmesi için gerekli olan temel husus budur. Niyetin sıhhati ise doğruluk ve
dürüstlükle olur. Nefis de gönüllü olarak harcama ve infakta bulunmalı, tasadduk ve
ahiret azığı toplamada geniĢ davranmalıdır. Hacdaki harcama, Allah yolunda harcama
gibi olup bir dirhemin, yedi yüz dirhem sevabına ulaĢacağı bildirilmektedir.592

Dünyanın farklı birçok yerinden yılın belli zamanlarında Müslümanları bir araya
getirerek ümmet bilinci oluĢturan Ġslam‟ın en önemli ibadetleri arasında bulunan hac
ibadeti hakkında mutasavvıflar belli baĢlı edeplerden bahsetmiĢlerdir. Haccın ilk edebi,
ona özen göstermek, bulacağı her türlü yol ve imkân ile ona yönelmek, bu konuda
canını ortaya koymak, ilmin müsamahasından yararlanıp azık ve binit yokluğu gibi
bahânelerle hacdan geri kalmak için ruhsat peĢinde koĢmamaktır. Ebû Nasr es-Serrac et-
Tûsî (ö.378) bunun tek bir istisnası olduğunu söyler. O da, yapılması gerekli bir baĢka
farzdır.593 Nitetim Kur‟an-ı Kerim‟de “Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi,
Allah‟ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”594, “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek
yaya olarak, gerekse nice yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde gelsinler.”595
buyrulmaktadır.

Hac ibadetinin farzlarını, sünnetlerini, ahkâm ve hududunu yani Hac menâsikini


öğrenme hususunda avam, âlim ve havas müsâvîdir. Bu yüzden hacca niyetle birlikte
hac bilgisini de öğrenmek gereklidir.596 KiĢi bunları kendisi için en önemli husus olarak
görmeli ve bütün sefer Ģartlarını önüne almalıdır. Çünkü seferinin maksad ve gayesi
hacdır. Kul, bu bilgileri asla ihmal etmemeli ve onları kendisi için dürüst bir refakatçi,
sevgi dolu bir âlim gibi görmelidir. Zikri unuttuğu zaman kendisine hatırlatırken,
hatırladığında yapmasına yardım eder. Korktuğunda onu yüreklendirirken, âciz
kaldığında ona güç verir. Zannı kötüleĢip yüreği daraldığında yüreğini açarak zannını
iyileĢtirir.597

Hacı, hac yolunda ilerlerken sürekli ibret almalı, Kur‟an ayetlerini düĢünmeli, Allah
Teâlâ‟nın hikmet ve kudretini, insanları çekip çevirmesini tefekkür etmelidir. Allah
Teâlâ‟nın her vakit var ettiklerini düĢünerek yarattığı her Ģeyde bir ibret ve öğüdün

592
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 373.
593
Tûsî, el-Lüma‟, s. 173.
594
Âl-i Ġmrân, 3/97.
595
Hac, 22/27.
596
Tûsî, el-Lüma‟, s. 173.
597
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 374.
106

bulunduğunu bilmelidir. Hac esnasında kendisini bir ahiret yolucusu gibi hissetmeli, her
Ģeyden ders çıkarmalı, ferâset sahibi olmalı ve gördüğü her Ģey kendisini Allah Teâlâ‟ya
havale ederek O‟nu hatırlatmalıdır. Baktığı her Ģeyde O‟na Ģahit olmalı, O‟nun emri
üzerinde tefekkür ederek bunlarla O‟nun hikmetini delillendirmeli ve kudretini teyid
etmelidir.598

Hacı, Ģöhret celbedecek giysilerden, gözlerin dikileceği eĢya ve malzemelerden


sakınmalı, gösteriĢ için israfta bulunanlara ve övünmeyi seven dünya ehline
benzememeye çalıĢmalıdır. Aksi takdirde kibir ehli arasında yazılır. Dünyevî nimetleri
ve refah düzeyini yükseltmeye de çalıĢmamalıdır. Çünkü bunlar, Allah yolunda
müstehap görülmemiĢtir. Allah yolunda sıkıntı, çile, susuzluk ve zorluk arttıkça yapılan
amelin fazilet ve sevabı da artar.599 Ebû Talib el-Mekkî (ö.386), haccın durumunu iftara
benzetir. Çünkü kiĢinin tabiatına ağır geldiği, sabrı tükendiği ve sıkıntısının arttığı vakit
açtığı iftar daha faziletlidir.600

Ebû Talib el-Mekkî (ö.386) hacının, hac görevlerini îfa ederken saçının baĢının dağınık
ve toz içinde olmasının sünnete uygun olduğunu, yolda Allah Teâlâ‟yı sürekli
zikretmesi, hac görevlerini edâ ederken devamlı surette O‟nu anması, gâfillere de O‟nu
hatırlatarak diğer insanlar hakkında konuĢmayıp kendini ilgilendirmeyen konularda
sükût etmesi gerektiğini söyler.601

Hac yılın belli günlerinde Müslümanlar tarafından kutsal sayılan Mekke Ģehrinde yerine
getirilen bir ibadettir. Bu ibadeti yerine getirme noktasında müslümanlar dünyanın
birçok yerinden Mekke‟ye doğru hac için yolculuk yapmaktadırlar. Bu yolculukları
esnasında bir takım zahmet ve sıkıntılara maruz kalabilmektedirler. Hac yolculuğu için
katlanılan bunca zahmet ve sıkınıtıya katlananların iki amacı vardır. Bunlardan birincisi
Hz. Peygamber (sas)‟in “Ancak üç mescid için yolculuğa çıkılır. Mescidi Haram, benim
mescidim (Mescidi Nebi) ve Mescidi İlya (Mescidi Aksa)”602 hadis-i Ģerifinde
belirttiğidir. Diğer amaç ise nefsin hallerini ortaya çıkarmaktır. Nefis kendi vatanında,

598
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 384.
599
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 377.
600
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 375.
601
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 380.
602
Buhârî, Mescidü Mekke 1, 6; Savm 67; Sayd 26; Müslim, Hac 415, 511, 512; Ebû Davud, Menâsik
94; Tirmizî, Salat 126; Nasaî, Mesâcid 10; Dârimî, Salat 132; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 234, 238,
278, 501; III, 7, 34, 45, 51, 53, 64, 71, 75, 78, 93, VI, 7.
107

tanıdıkları ve bildikleri arasında tevekkül, rıza, itminan, teslimiyet ve tefviz-i umûr gibi
bir takım haller iddia eder. Ancak, vatandan ve tanıdıklardan ayrılınca huyları değiĢerek
nefsin hal iddiası kendiliğinden boĢa çıkar. Sefere sefer denilmesinin sebebi, kiĢilerin
ahlâkını ortaya çıkarması sebebiyledir. KiĢi sefer vâsıtasıyla huylarını tanıyıp nefsin
aczinin, zaaf ve kötülüğünün farkına vararak nefsinin yapabileceklerini görme imkânına
kavuĢacak ve kötü huylarını değiĢtirmeye, en azından onlara karĢı koymaya çalıĢacaktır.
Nefsin iddialarına inanmadığı gibi, onun hile ve Ģerrinden de emin olmayacaktır.603

Hz. Peygamber (sas) kabul edilmiĢ haccın ödülünün ancak cennet olduğunu, haccın
iyilik ve kabul Ģartının ise güzel söz söylemek ve yoksullara yemek yedirmek olduğunu
buyurmuĢtur.604 Hasan-ı Basrî (ö.110)‟ye göre kabul edilmiĢ haccın alameti, kulun
ahirete rağbet ederek dünya hakkında zühde yönelmesidir. Ġnsanlara eziyet etmemek,
yapılan eziyetlere tahammül etmek, iyi arkadaĢlık ve azığı harcama Hacc-ı Mebrûr‟un
sıfatıdır. AlıĢılmıĢ günahları terk etmek, boĢ ve kararsız arkadaĢları sâlih dostlarla, heva
meclislerini de zikir meclisleriyle değiĢtirmek haccın kabul alâmetidir. Belirtilen
amellere muvaffak kılınan kimsenin bu hâli, onun haccının kabul ediliĢ alâmetidir. Bu,
Allah Teâla‟nın hac niyetinde ona Ģefkat ediĢinin de delilidir. Nitekim Hz. Peygamber
(sas) Ģöyle buyurmuĢtur: “Hacıların en faziletlisi; niyet bakımından en hâlis, harcama
bakımından en temiz, yakîni iman bakımından en güzel olanıdır.”605 Hac yolunda malı
veya canı noktasında bir musîbete maruz kalan kimsenin hâli de, haccının kabul
emârelerindendir. Çünkü hac yolunda karĢılaĢılan bir musibetin Allah yolunda bir
dirhemin karĢılığı yedi yüz kat olacaktır Ģeklinde dile getirilen bir infaka denk olacağı
söylenmiĢtir. Bu yolda karĢılaĢılan musibetler, cihad yolundaki zorluklar
hükmündedir.606

Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378), Ġslam‟ın en önemli rükünlerinden olan hac ibadetini
yerine getirirken mutasavvıfların haccın Ģu hususlarına dikkat ettiklerini belirtmiĢtir: 607

1. Hacca niyet ettikleri zaman bunu yerine getirmek. Hac ayları dıĢında ihrama girecek
olurlarsa, bu yolda canları telef olacak olsa bile, niyetlerinden vaz geçmez, ahidlerini

603
Tûsî, el-Lüma‟, s. 176.
604
Buhârî, Umre/1; Müslim, Hac/437; Tirmizî, Hac/2,88; Nesa‟î, Hac/3, 5, 6; Ġbni Mâce, Menâsik/3;
Dârimî, Menâsik/7, Muvatta‟, Hac/65.
605
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 373.
606
Mekkî, Kûtü‟l-Kulûb, c. III, s. 384.
607
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
108

yerine getirirler. Kâbe‟ye varmak üzere bir kere yola çıktıktan sonra, asla geri
dönmezler. Nafaka azlığı, Ģiddetli soğuk ya da sıcak onların yolunu kesmez.

2. Hac için yola çıkınca namazları kasretmeden tam olarak teyemmümle değil abdestle
kılmak, memleketlerinde yapageldikleri Ģeylerden güç yetirebildiklerini, terk edilmesi
Ģer‟î bakımdan câiz bile olsa terk etmemek. Çünkü mutasavvıflar nezdinde sefer ve
hazar hâli, müsâvîdir. Seferlerinin belli bir süresi yoktur. Mil, konaklama iĢareti ve
menzil hesabı yapmadan yürürler. Hakk kendilerini ikâmete sevkederse ikâmeti
seçerler. Seyr yolunu gösterirse yürürler. Eğer konaklama konusunda Hakk‟tan bir iĢaret
olursa konaklarlar. Mikat mahalline varınca bedenlerini su ile kalplerini takva ile
yıkarlar. Ġhram için elbiselerini çıkarıp soyunduklarında, düğmeleri çözüp üzerlerine
ihram ridası örttüklerinde içlerindeki kin ve hasedi söküp çıkarırlar, kalplerinden heva
düğümleriyle dünya sevgisini çözüp atarlar. Ġçlerinden çıkarıp attıkları Ģeylere bir daha
dönmezler.

3. Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la-Ģerike leke lebbeyk, diyerek Hakk‟ın


davetine icabet ettikten ve O‟nun mülkünde O‟ndan baĢka ortağı bulunmadığını ikrar
ettikten sonra, bir daha nefsin, Ģeytanın ve hevanın çağrılarına icabet etmemek.
BaĢlarındaki gözleriyle Beytullah‟a bakarken, kalp gözleriyle de kendilerini Beyt‟e
çağırana nazar etmek. Bedenleriyle Beyt‟in etrafında tavaf ederken Allah‟ın Ģu ayetini
hatırlamak. “Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş‟ın etrafını
kuşatmışlardır”.608 Onlar âdeta meleklerin bu tavaflarını görür gibidirler.

4. Makâm-ı Ġbrâhim‟in arkasında tavaf namazı kılarken orasının Allah‟a verdiği sözü
yerine getiren bir kulun makamı olduğunu bilmek. Allah, öncekileri de sonrakileri de
onun ayak izine basarak yürümekle, onun makamının arkasında namaz kıldırmakla
görevlendirmiĢtir.

5. Hacer-i Esved‟i selamlayıp öptüklerinde Allah‟a bey‟at edip kulak sözü verdiklerini
ve uzanan ellerinin, bir daha nefs ve Ģehvetle uzatmamaları gerektiğini bilmek.

6. Safa tepesine vardıklarında, kalb safasını bulandıracak bir Ģeyi, bir daha kalbe
sokmamak.

608
Zümer, 39/75.
109

7. Safa ile Merve arasında hervele yürüyüĢüyle hızlanınca, düĢmanlarından kaçmada,


nefis, heva ve Ģeytandan uzaklaĢmada acele etmek.

8. Mina‟ya vardıklarında, umduklarına kavuĢmaya hazırlıklı olmak. Umulur ki, bu


sayede dileklerine vâsıl olurlar.

9. Arafat‟a varınca kendilerinin Hakk‟a tanıtılacağı haĢir ve neĢri, kabirden kalkıĢı


hatırlamak.

10. Arafat‟ta vakfeye durduklarında Efendi‟lerinin huzurunda durur gibi durmak.


Vakfe‟ye durduktan sonra bir daha O‟na arkalarını dönmemek.

11. Ġmamla birlikte Müzdelife‟ye vardıklarında kalpleri azamet ve Celal-i ilahî


duygusuyla dolu olmak. Ġmamlarıyla birlikte Müzdelife‟den ayrılırken de dünya ve
ahireti arkalarına atmak.

12. ġeytana atmak üzere taĢ kırarken taĢla birlikte iç duygularını, Ģehvetlerini ve heva
isteklerini de kırmak.

13. MeĢ‟ar-i Haram yanında Allah‟ı zikrederken gönüllerinde hac prensiblerine saygı,
hac mekânlarına tâzim ve hac yasaklarına hürmet duygusundan baĢka bir Ģey
bulundurmamak.

14. ġeytanı, amellerini ve fiillerini düĢünerek hüsn-ü edeple taĢlamak.

15. BaĢlarını tıraĢ ederken saç tıraĢıyla birlikte içlerindeki övülme ve senâ duygularını
da kesmek.

16. Kurban keserken hayvanı kesmeden önce içlerindeki nefsi kurban etmek.

17. Ziyaret tavafı için Kâbe‟ye gelip örtüsüne yapıĢtıklarında Allah‟tan baĢkasından
bağlarını koparmak ve bir kere O‟na sarılıp yapıĢtıktan sonra bir daha yaratıklardan her
hangi birine sarılmamak.

18. Ziyaret tavafının ardından tekrar Mina‟ya dönüp orada kaldıkları teĢrik günleri
süresince ihram yasakları kalkıp her Ģey kendilerine helal olduğu halde Efendi‟lerine
muhâlefet, nefsanî hazlarına mütabaatla kendilerine haram ve yasak olan Ģeyleri helal
110

kılmaya kalkıĢmamak, tasfiye edip temizledikleri hallerini tekrar bulandırmamak ve hac


menâsikinin tamamlanmasından sonra da Allah‟ın rahmeti gereği olan müsamahasına
güvenip gevĢememek. ĠĢlerinde Allah‟tan yardım dileyerek gizli ve aĢikâr Allah‟a
sığınmak. Çünkü onların sıkıntılarını kaldırıp kurtulmalarını sağlamaya muktedir olan
O‟dur.

Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378) havasın hac konusunda takınmıĢ oldukları anlayıĢın
avam kulların usullerinden farklı olduğunu bunlarının ise üç grupta toplandığını
belirtir.609

1. Ġslamî hac farizasını bir defa yerine getirdikten sonra oturup hallerini korumakla
meĢgul olanlar. Bunlar karĢılaĢacakları meĢakkatlere, haccın edâsı, menâsikinin yerine
getirilmesi ve ihram yasaklarının korunması konusundaki zorluklara bakarak birden
fazla hacca gitmezler.

2. DıĢ dünya ile alakalarını kesip vatanlarından ve ihvanlarından ayrılarak Beytullah ve


Hz. Peygamber (sas)‟in kabri civarına koĢanlar. Bunlar azıksız ve nafakasız, çöllere ve
yollara düĢerler. Yolculukları sırasında belli bir yol izlemezler, bir yol arkadaĢı
edinmezler, mesafeleri hesaplamaz, yol iĢaretlerine bakmazlar, konaklama ve dinlenme
yeri aramaz ve sebebe dayanmazlar. Bir isteğin ardına sığınmazlar, hac istekleri hiç
sona ermez. Hacda gördüklerinin tesiri, zihinlerinden silinmez. Allah Teâlâ
buyurmuĢtur ki: “Biz Beyt‟i insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık”610.
Ġbni Abbas „güvenli yer‟in, kendisinden ümit kesilmeyen yer anlamına geldiğini söyler.

3. Mutasavvıflardan Mekke‟de ikameti tercih ederek orada mücâvir kalanlar. Bunların


nefislerinin orada kalma hususunda direnç ve aczine rağmen, Allah‟ın bu yerlere verdiği
Ģeref, fazilet ve değerler sebebiyle orada ikameti tercih ederler. Mekke, “Ziraati
olmayan bir vadidir.”611 Orası, istek ve lezzetlere engel olan mânâsına Hicaz‟dır.
Özellikle de belli azığı olmayan, taksim olunmuĢ belli bir erzakı bulunmayanlar için
mahrumiyet yeridir. Nefis, isteğinin yerine getirilmemesi anında sıkıntı duymaya yatkın
bir tabiata sahiptir. Kul, ahkâmın icrası sırasında sükûnet arar. ĠĢte ricâl olanlar orada
ortaya çıkar.

609
Tûsî, el-Lüma‟, s. 173.
610
Bakara, 2/125.
611
Ġbrâhim, 14/37.
111

Hac ibadetinin hakikatlerini ve her bir menâsikini tasavvufi olarak izah eden Cüneyd-i
Bağdâdi (ö.297) ile bir adam arasında geçen konuĢma Ģu Ģekildedir: 612
“Adamın biri Cüneyd (ra)‟e geldi. Cüneyd ona dedi ki:
-Nereden geliyorsun?
-Hacda idim, oradan gelmekteyim.
-Hac yaptın mı?
-Evet.
-Evinden çıkıp sahralarda yol almaya ve memleketinden sefer yapmaya başladığın vakitten
beri bütün günahlardan göç edip ayrıldın mı?
-Hayır.
- O halde rıhlet yapmadın, yola çıkmadın. Cüneyd sözüne devam eder: Evinden çıkıp, her
gece bir menzilde konaklarken, bu makam ve menzillerde, Hakk yolun makamlarından (manevî
ve ruhî) bir makam kat ettin mi?
-Hayır.
-Şu halde menzil ve mesafe almış değilsin. Cüneyd, soru sormaya devam eder: Mikat‟ta
ihrama girdiğin vakit, elbisenden soyunup çıktığın gibi, beşerî sıfatlarından da ayrıldın mı?
-Hayır.
-O halde ihrama girmemişsin. Cüneyd devam eder: Arafat‟ta vakfeye durduğun zaman (ve
orada vakıf iken) müşâhedenin keşfinde ve tecellilerin temaşâsından vakf (irfan ve marifet veya
vakt) peyda oldu mu?
-Hayır.
-Şu halde Arafat‟ta vakfeye durmuş değilsin. Cüneyd devam eder: Müzdelife‟de iken
muradın hâsıl olunca, bütün nefsanî murad ve arzularını terk ettin mi?
-Hayır.
-O halde Müzdelife‟ye henüz gitmiş değilsin. Cüneyd devam eder: Kâbe‟de tavaf yaparken,
Hazret-i Cemâli Hakk‟ın latîfelerindeki tenzih mahallinde sırrın hanesini gördün mü?
-Hayır.
-O halde tavaf yapmış değilsin. Cüneyd devam eder: Merve ile Safa arasında sa‟y yaparken,
safa makamını ve mürüvvet derecesi elde ettin mi?
-Hayır.
-Henüz sa‟y yapmış değilsin. Cüney devam eder. Kurban kesme mahallinde kurban kesince,
nefsinin arzularını da kurban ettin mi?
-Hayır.

612
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
112

-O halde kurban kesmemişsin. Cüneyd devam eder: Cemre taşlarını attığın vakit, seninle
birlikte bulunan bütün nefsanî manâ ve düşünceleri fırlatıp attın mı?
-Hayır.
-Şu halde cemre taşlarını henüz atmış ve hac yapmış değilsin. Geri dön ve tavsif edildiği gibi
hac yap. Zira Makam-ı İbrâhim‟e (yani Hakk‟ın dostu olma saadetine ancak) bu şekilde
erebilirsin.”

2.6.1. Kâbe ve Harem

Yasak ve korunmuş bölge manasına gelen Harem‟e (ve hurm) bu ismin verilmesinin
sebebi, Ġbrâhim Makamı‟nın orada bulunması, oranın emin ve güven yeri olmasıdır.613
Kâbe, Beytullah olarak isimlendirilir. Beytullah‟ı ziyaret için gelen hacı adayı evvela
câr, sonra dâr anlayıĢına sahip olarak Allah‟ın Evi‟ni ziyaretten maksadın ev değil,
Allah olduğunu idrak etmelidir. Hac yolculuğuna çıkan kiĢi bu dünyada sahip olduğu
mal, mülk, servet, aile, akraba ve ülkesini geride bırakıp onlardan uzaklaĢarak, dünyaya
yüz çevirerek Allah‟a vuslat için yola çıkmalı, bütün özlemi ve arzusu O‟na ulaĢmak
olmalıdır.614

Hac yolculuğuna çıkan kiĢi Hz. Peygamber (sas)‟in izlerini ve hatıralarını görmek,
Kâbe‟ye ve Harem bölgesine gelmek için sahraları ve çölleri aĢarak gerek yaya gerekse
de binek üzerinde birçok zorluğa katlananak meĢakkat ve sıkıntı içinde günlerce
yolculuk yapar. Bu yolculuğun dıĢ dünya ile ilgili olan gözle gözüken zâhiri tarafıdır.
Muhammed b. Fazl (ö.329), hac yolculuğunun zâhiri tarafına iĢaret ederek katlanılan
bütün bu zahmetlere karĢın Rabbi‟nin iz ve tecellîlerini müĢâhade etmek için insanın iç
dünyası ve ruh âlemine yolculuğunda nefs, heva ve heveste sefer yapıp buradaki
engelleri aĢamayan kiĢinin durumunun ĢaĢılacak bir hal olduğunu belirtir.615

Ebu Abdullah Belhi (ö.319), peygamberlerinin izleri ve hatıraları var diye Allah‟ın
evine ve Harem‟ine varmak için sahraları, çölleri ve kırları aĢarak oraya gidipte
Mevla‟nın iz ve tecellîlerinin bulunduğu yer olan kalbine vâsıl olmak için nefsinin heva

613
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 469.
614
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 97.
615
KuĢeyrî, er-Risâle, s. 121.
113

ve hevesini kat edemeyen, nefs çölünü, heva ve heves deryasını aĢamayan kiĢilerin
durumunun ĢaĢılacak bir hal olduğunu belirtir.616

Hucvirî (ö.465), marifet mahalli olan gönlü, hizmet kıblesi olan Kâbe‟den daha büyük
olarak görür. Kâbe, sürekli olarak kulun baktığı bir Ģeydir, kalp ise devamlı olarak
Hakk‟ın nazar ettiği bir yerdir. Hak der ki: “Dostun kalbi nerede ise Ben de oradayım,
sevgilinin hükmü nerede olursa, Benim muradım orasıdır. Peygamberlerimin izleri ve
hatıraları nerede ise, dostlarımın kıblesi orasıdır.”617 Nefsin kıblesi Kâbe, kalbin
618
kıblesi arĢ, sırrın kıblesi Hakk‟tır.

Tasavvuf kültüründe hac bahsi anlatılırken müĢâhede ve Cemal-i Ġlahî temaĢa konusuna
özellikle değinilmektedir. Tasavvufa göre Kâbe‟yi tavaf ve ziyaret etmekten maksat
aslında sevgiliyi müĢâhede etmektir. Gaye ev değil, evdeki sevgilidir.619 Mutasavvıflara
göre müĢâhede, Allah‟ı ve O‟nun tecellilerini kalp ile görmektir. Çünkü müĢâhede
hâlinde bulunan zat her mekânda Hakk Teâlâ‟yı kalp ile görür.620

MüĢâhedenin tâzim olduğu her yer Harem‟dir. Bütün âlem, Allah‟a yakın olma hâli için
belirlenmiĢ bir zaman ve O‟nun huzurunda bulunma hâlini almıĢsa kul O‟nun
dostluğundan haberdardır. Kul, mükâĢefe ve temâĢa makamında olursa, cümle âlem,
onun haremi ve Kâbe‟si olur. Mahcup olup perde arkasında kalırsa, Harem ve Kâbe
onun için âlemin en karanlık yeri olur. Varlıkların en karanlık ve kasvetli olanı,
sevgiliye ait olup da içinde sevgilinin bulunmadığı hânedir. MüĢâhedenin kıymeti
dostluk mahallinde rıza göstermekten ibarettir. Allah Kâbe‟yi görmeyi o dostluk için
sebep kılmıĢtır.621

Muhammed b. Fadl (ö.319), kiĢinin Beytullah‟ı ziyaret etmeyi isteyip de Allah‟ı


kalbinde müĢâhade ve temâĢa etmeyi istemeyen kiĢinin durumunun ĢaĢılacak bir hal
olduğunu söyler. Çünkü O‟nu hânede bulabilir de bulamayabilir de. Fakat mutlaka
müĢâhede halinde O‟nu kalbinde bulur. Allah‟ın senede bir kere baktığı Kâbe‟yi ziyaret
etmek farz ise, her gün üç yüz altmıĢ defa nazar ettiği bir kalbi, ziyaret etmek farz

616
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 243.
617
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 243.
618
Kelâbâzî, et-Ta‟arruf, s. 220.
619
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 64.
620
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 474.
621
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
114

olmaya çok daha fazla layıktır. Tahkik, hakikat ehli olanlar için, Mekke yolunda her
adımda Allah‟tan bir alâmet ve bir niĢan vardır. Harem‟e ulaĢtıkları vakit her biri bir
Hil‟at olur.622

Bâyezid-i Bistâmi (ö.234) yaptığı ilk hacda Hâne‟den yani Beytullah olan Kâbe‟den
baĢka bir Ģey göremediğini, ikinci haccında Hâne‟yi de hâne sahibini ve Rabbu‟l-Beyt‟i
de gördüğünü, üçüncü haccında her Ģeyi Hâne sahibi ve Rabbu‟l-Beyt olarak gördüğünü
Hâne‟yi hiç görmediğini söyler.623

MüĢâhedenin hakikatlerinden biri, yakînin sıhhatli oluĢundan dolayı muhabbetin


galebesinden hâsıl olur. Hucvirî (ö.465) bunun sebebini Ģöyle açıklar: Dost, muhabbet
mahallinde öyle bir dereceye ulaĢır ki, bütün mevcudiyeti, tümü ile dosttan bahsetmek
hâline gelir, ondan baĢkasını göremez. Nitekim Muhammed b. Vâsi„ (ö.123) Ģöyle
demiĢtir: “Hiçbir şey görmedim ki, Allah Telala‟yı onda görmüş olmayayım”. Yani
sahih bir yakîn ile (Allah‟ı onda gördüm) demektir. ġiblî (ö.290) Ģöyle demiĢtir:
“Hiçbir şey görmedim ki, o Allah olmasın”. Hucvirî (ö.465), ġiblî (ö.290)‟nin bu sözünü
Ģöyle açıklar: “Muhabbetin galebesi ve müşâhedenin galeyanı ile her şeyi Allah olarak
gördüm.”624

Hucvirî (ö.465) hac ibadetini gaybetteki hac ve huzurdaki hac olmak üzere iki türe
ayırır. Gaybette Mekke‟de bulunan, kendi evinde bulunan gibidir. Zira bir gaybet diğer
gaybetten yani bir gaflet hâli diğer gaflet hâlinden dahi iyi değildir. Evinde huzur
hâlinde bulunan ve kendini Hakk‟ın huzurunda hisseden, Mekke‟de hazır olan ve fiilen
hac yapan gibidir. Zira bir huzur hâli diğer huzur hâlinden daha iyi değildir. Hac
müĢâhedenin keĢfi ve tecellîlerin temaĢâsı için bir mücâhadedir. Mücâhade ise
müĢâhedenin illeti değil sebebi ve vesilesidir. Sebebin, mânâlar üzerindeki tesiri pek
fazla değildir. Hac yapmaktan maksat, hâneyi ve Kâbe‟yi görmek değil, mükâĢefenin
keĢfi ve tecellîlerin temaĢâ edilmesidir.625

622
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 470.
623
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
624
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 474.
625
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 473–474.
115

2.6.2. Ġhram

Ġhram sözlükte haram etmek, kendini mahrum bırakmak anlamına geldiği gibi tanzim
edilmesi gereken zamana ve mekâna girmek ve bunlara saygı duymak anlamına da gelir.
Terim olarak ise, hac veya umre yapmaya niyet eden kiĢinin, diğer zamanlarda mubah
olan bazı fiil ve davranıĢları belirli bir süre boyunca yani hac ve umrenin rükünleri
tamamlanıncaya kadar kendi nefsine haram kılması anlamındadır. Ġhramın iki rüknü
vardır. Birincisi yapmak istediği hac ve ümre için niyet etmektir. Ġkincisi olan telbiye ise
ibadete baĢlama anını temsilen Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, Lebbeyke lâ şerîke leke
lebbeyk. İnne‟l-hamde ve‟n-ni‟mete leke ve‟l-mülk lâ şerîke lek626 sözlerini
söylenmekten ibarettir. Hac ve umre niyetiyle telbiye yapmaya ihrama girmek denilir.
İhram giymek ise hac ve umrenin yapılması sırasında giyilmek üzere yün, pamuk veya
ketenden hazırlanmıĢ beyaz renkli giysiyi giymek anlamındadır. Hac için ihrama girme
yerine Mikât denilir.627

Telbiye getirmek Hakk‟ın davetine icabet ettikten ve O‟nun mülkünde O‟ndan baĢka
ortağı bulunmadığını ikrar ettikten sonra, bir daha nefsin, Ģeytanın ve hevanın
çağrılarına icâbet etmemek demektir. BaĢlarındaki gözleriyle Beytullah‟a bakarken,
kalp gözleriyle de kendilerini Beyt‟e çağırana nazar etmek, bedenleriyle Beyt‟in
etrafında tavaf ederken Allah‟ın Ģu ayetini hatırlamaktır: “Melekleri görürsün ki,
Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş‟ın etrafını kuşatmışlardır”.628 Onlar âdeta
meleklerin bu tavaflarını görür gibidirler.629

Tasavvufta hacca hazırlık safhası ölüme hazırlık olarak nitelendirilir. Bu nedenle


Hac‟da dikiĢsiz elbise giymek ve birçok dünyevi iĢlerden men olunma, dünyadan ilgiyi
kesip her türlü mal, mükliyet, Ģan, Ģöhret ve makam iddiasını terk ederek tam bir fakr ve
ihtiyaç hali ile Allah‟a yönelme ve sığınmanın sembolü sayılır.630 Mikât yerine varıp
ihram giymek ise kulun öldüğü zaman giyeceği kefene benzetilir.631Allah rızası için hac
yapan ve ihrama giren Müslüman Rabbi‟nin emirlerine boyun eğerek, O‟nun rızasını

626
Buyur Allah‟ım, buyur! Buyur, senin şerîkin yok, buyur! Hamd ve ni„met senindir; mülk, yalnızca sana
aittir; senin şerîkin yoktur.
627
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 518.
628
Zümer, 39/75.
629
Tûsî, Lüma„, s. 178.
630
Demirci, İbadetleri İç Anlamı, s. 20.
631
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 97.
116

kazanmak maksadıyla dünyevî lüksten, süsten, makam, zevk ve eğlenceden uzaklaĢarak


bir yokluk içinde olduğunun farkına varır. Beden sağlığı ve zenginliği sayesinde
kendisine bu imkânı sağlayan Rabbi‟ne kendisine verdiği her türlü nimetin Ģükrünü edâ
etme gayretine girer. Mikat‟ta ihrama girerken elbiseleri çıkarmak, kulun beĢeri
sıfatlardan sıyrılmasıdır.632

2.6.3. Sa’y

Sa‟y sözlükte koşmak, çaba göstermek anlamlarına gelir. Hac ve umre ile ilgili bir terim
olarak ise, Kâbe‟nin doğusunda bulunan Safâ ve Merve adlı iki tepe arasında Safâ‟dan
baĢlanıp Merve‟de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifâde eder. Safâ ve
Merve arasındaki her bir gidiĢe ise şavt denir. Sa‟yın tarihsel hatırası ile ilgili olarak
rivâyet Ģöyledir: Hz. Ġbrâhim (as) karısı Hacer (as)‟i küçük bebeği Hz. Ġsmail (as) ile
birlikte, Mekke‟nin o zamanlar çöl olan bu bölgesine bırakıp gitmiĢti. Çok geçmeden
yanlarında su bitince, Hz. Hacer (as) yavrusuna su bulmak için, annelik sevgisi ve
Ģefkatiyle sağa sola koĢuĢturup durdu. Bereketli Zemzem o zaman ortaya çıktı. Bu
annelik Ģefkat ve sevgisine, bu ulvî hisse saygı duymak, Allah‟ın merhamet ve lütfuna
Ģükretmek için, benzeri hareketler Hz. Hacer (as)‟in koĢtuğu aynı yerlerde hac sırasında
tekrarlanır.633

Sa‟yın her Ģavtında Safâ ve Merve tepeleri arasındaki vadi tabanına inildiğinde634
erkeklerin süratli, çalımlı ve canlı bir Ģekilde yürümelerine hervele denir. Hervele
yürüyüĢüyle hızlanmak kulun düĢmanlarından sayılan ve kendisini sürekli dünyaya
çağıran nefis, heva ve Ģeytandan uzaklaĢmakta acele etmesini temsil eder.635

Merve ile Safa arasında sa‟y yaparken, safa makamını ve mürüvvet derecesi elde
ederek636 Merve tepesinde mürüvvet sahibi biri olmayı, Safâ‟da ise temiz ve saf bir
insan olmanın lüzumunu hatırlar.637 Safâ tepesine gelmek, kalb safasını bulandıracak bir
Ģeyi, bir daha kalbe sokmamaktır.638

632
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
633
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 20.
634
Günümüzde bu durum yeşil ışıkla işaretli sütunlar arasında yapılmaktadır.
635
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
636
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
637
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 98.
638
Tûsî, el-Lüma‟,s. 177.
117

2.6.4. Vakfe

Bir yerde bir süre beklemek ve durmak anlamına gelen vakfe, Mekke‟nin yaklaĢık 25
km güney doğusunda Harem sınırları dıĢında bulunan Arafat adı verilen bölgede dinen
belirtilen zaman dilimi içesinde beklemek demektir.639

Vakyefe durulan bu mekânla ilgili Ģunlar rivâyet edilir: Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva
(as), cennetten uzaklaĢtırılarak yalnızlık içinde ayrı kalmıĢlar ve birbirlerini aramıĢlar,
Allah‟ın lütfuyla Arafat‟ta buluĢmuĢlar. Müslümanlar Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva
(as)‟nın torunları olarak, Arafat‟taki vakfe sırasında, sanki o günleri hatırlarcasına
Allah‟a minnet ve Ģükranlarını sunarlar. Duâ ve niyazda bulunurlar, O‟na daha bir içten
yönelirler ve âdeta ilahî varlıkta kaybolmak isterler.640

Müslümanların Hac ibadeti sırasında muazzam bir Ģekilde oluĢturdukları kalabalık bir
yönüyle de mahĢere benzetilir. Kulun baĢı açık, ayakları yalın, Kâbe‟de Allah‟ın
huzuruna çıkması, ahirette ilahî huzura varmakla mukayese edilir.641

Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ Ģerîke leke lebbeyk. Ġnne‟l-hamde ve‟n-


ni‟mete leke ve‟l-mülke, lâ Ģerîke lek diye telbiye getirerek Allah‟ın davetine icabet
edip arife gününde Arafat‟ta toplanan insanlar Sûr‟a üflendikten sonra kıyamette mahĢer
gününde toplanacak insanlara benzetilir.642 Arafat‟a varmak kulun kendisini Hakk‟a
tanıtılacağı haĢir ve neĢri, kabirden kalkıĢı hatırlatır.643

Kul için Arafat‟ta vakfeye durmak, Efendi‟sinin huzurunda durur gibi durması ve
Vakfe‟ye durduktan sonra bir daha O‟na arkasını dönmemesi demektir.644

Kul Vakfe‟de müĢâhedenin keĢfinde ve tecellîlerin temaĢâsına vakıf olarak645 dinin


inceliklerine âĢina ve ilahî sırlara vâkıf olmaya çalıĢır.646

639
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 526.
640
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 19
641
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 20
642
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 97.
643
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
644
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
645
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
646
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 98.
118

Müslümanların Müzdelife‟ye vardıklarında kalpleri azamet ve Celal-i Ġlahî duygusuyla


dolu olmalı, Müzdelife‟den ayrılırken de dünya ve ahireti arkalarında bırakmalılar.647
Müzdelife‟de iken hacının muradı hâsıl olunca, bütün nefsanî murad ve arzularını terk
etmelidir.648

2.6.5. Tavaf

Bir şeyin etrafında dolaşmak, dönmek gibi anlamlara gelen tavaf, Hacerülesved‟in
bulunduğu köĢeden veya hizasından baĢlayıp Kâbe‟nin etrafında yedi defa dönmektir.
Her bir devire ise şavt denir.649

Kötü duygu ve düĢüncelerden arınıp tertemiz hâle geldikten sonra Kâbe‟yi tavaf etmek,
arĢın etrafını tavaf eden meleklere benzetilir. Arı ve duru hale gelen ruhlar yücele
yücele en sonunda melekleĢtiklerinden dolayı onlarla en yüksek makam olan ArĢ
çevresini tavaf eden melekler arasında fark kalmaz.650

Tavaf için Kâbe‟ye gelip örtüsüne yapıĢmak Allah‟tan baĢkasından bağlarını koparmak
ve bir kere O‟na sarılıp yapıĢtıktan sonra bir daha yaratıklardan her hangi birine
sarılmamaktır.651

2.6.6. ġeytan TaĢlama

Müzdelife ve Mekke arasında Harem sınırları içerisinde bir bölge olan Mina‟da, remy-i
cimâr denilen Ģeytan taĢlama, haccedenlerin bayram günlerinde Küçük Cemre, Orta
Cemre ve Akabe Cemresi adı verilen yerlere küçük taĢlar atması demektir.652

ġeytan taĢlama ile ilgili olarak tarihi Ģu menkıbe anlatılır: Hz. Ġbrâhim (as) her müminde
bulunması gereken Allah‟tan baĢka kimseyi sevmediği iddiasına sahipti. Ama insanoğlu
beĢerdir, iyi niyetine rağmen her zaman istenen olgunluk seviyesini bulamaz. Mutlak
kemâl Allah‟a mahsustur. Yüce Allah, peygamber de olsa Hz. Ġbrâhim (as)‟i söz konusu

647
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
648
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 471.
649
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 528.
650
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 97.
651
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
652
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 537.
119

iddiasını imtihan etmek üzere kendisinden sevgili oğlunu boğazlamasını istedi.653


ġeytan, kararından caydırmak üzere önce Hz. Ġbrâhim (as)‟e geldi, sonra kocasını
vazgeçirsin diye Hz. Hacer (as)‟e gitti ve son olarak da, kurban olmayı reddetmesi için
çocuğun yani bizzat Hz. Ġsmail (as)‟in yanına gitti. Her biri de onu taĢlayarak
yanlarından kovdular. ĠĢte bu olayın Mina‟da cereyan ettiği söylenir. Onun için bu
hareketler, hayattaki Ģeytani dürtülere karĢı, her birimizin içimizdeki kendi Ģeytanımıza
karĢı bir kararlılık göstermesi olarak, orada sembolik bir Ģekilde taĢlanır.654

ġeytan taĢlamak için kiĢinin eliyle attığı taĢlar, içinden çıkıp fırlayan kötü duygu ve
düĢüncelerin simgesidir. ġeytanı taĢlamak kendisinde mevcut olan nefsaniyeti ve
enaniyeti taĢlamak, süflî duygularını ezmektir.655 ġeytana atmak üzere taĢ kırarken taĢla
birlikte iç duygularını, Ģehvetlerini ve heva isteklerini de kırmaktır. ġeytanı taĢlarken
amellerini ve fiillerini düĢünerek hüsn-ü edeple taĢlamak gerekir.656

2.6.7. Kurban

Yaklaşmak, yakın olmak anlamlarına gelen kurban, Allah‟ın rahmetine yaklaĢmak için
dinen belirlenen koyun, keçi, sığır ve deve cinsinden olan hayvanı ibadet niyeti ile
kesmeye denir. Hac ve umre menâsikiyle ilgili olarak Kâbe ve Harem bölgesine hediye
olmak maksadıyla kesilen kurbana hedy, kurban bayramı dolaysıyla kesilen kurbana ise
udhiyye denilir.657

Hemen hemen bütün semavî dinlerde kurban kesmek, insanı Allah‟a yaklaĢtıran ve
ulaĢtıran bir ibadet olarak emredilmiĢtir.658 YaklaĢma ve yakınlaĢma anlamlarına gelen
kurban tasavvufta ise dıĢ âlemdeki maddî hayvanı kurban etmek, kulun iç âlemindeki
hayvanî yönlerin Allah rızası için kurban edilmesi yani öldürülmesi manasına gelir.659
Kurban “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” 660 ayeti ve “Kimin hâli vakti yerinde

653
Demirci, İbadetlerin İç Anlamı, s. 19.
654
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 94-95.
655
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 472; Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 97.
656
Tûsî, el-Lüma‟, s. 177.
657
Ġlmihal, Diyanet, c. I, s. 555.
658
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 99.
659
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 460.
660
Kevser, 108/2.
120

olur da kurban kesmezse namazgâhımıza yaklaşmasın”661 hadîs-i Ģerifi uyarınca


vaciptir.662

Hz. Peygamber (sas) “Kurban günü Âdemoğlunun yapacağı hiçbir amel, Allah için kan
akıtmak kadar sevimli gelemez. Kestiği hayvan Kıyamet günü boynuzları ve
toynaklarıyla gelir. Onun kanı yere düşmeden önce Allah Teâlâ‟nın huzurunda düşer.
Kurbanlığı güzellikle kurban edin”663 buyurmaktadır.

Kurban keserken kul nefsi ve nefsin arzularını kurban yerine koyup nefsinin tüm arzu
ve isteklerini kurban etmesini Ģeklinde resmedilir.664 Böylelikle kul nefsini tesirsiz hale
getirmiĢ ve nefsinin isteklerinin yaptıramaz hale gelir.665

2.5.8. Hz. Ġbrâhim Makamı

Kâbe‟nin inĢası sırasında Hz. Ġbrâhim (as)‟in üzerine çıkıp duvar ördüğü ve üstünde
insanları hacca davet ettiği kabul edilen taĢ veya onun bulunduğu yerdir.666

Yasak ve korunmuş bölge manasına gelen Harem‟e harem denilmesinin sebebi, Hz.
Ġbrâhim Makamı‟nın orada olması, oranın emin ve güvenilir yer olmasıdır. Ġbrâhim
(as)‟ın iki makamı vardır. Biri beden makamı diğeri ise kalp makamındır. Beden
makamı Mekke‟dir. Kalbinin makamı ise dostluktur. Hz. Ġbrâhim (as)‟in Beden
Makamına gitmeye azm eden herkesin gerçekten ihrama girerek tüm Ģehvet, arzu ve
lezzetlerden yüz çevirmesi, kefenin sembolü olan ihramı giymesi, avlanması helal olan
Ģeyleri avlanmaktan el çekmesi, bütün duyu organlarını bağlaması, Arafat‟ta hazır
bulunması, buradan Müzdelife‟ye, oradanda Mescid-i Haram‟a gelmesi, cemreleri eline
alması, Kâbe‟yi tavaf etmesi, Mina‟ya gitmesi, Ģartlarına uygun olarak ġeytan
taĢlaması, saçlarını kesmesi, kurban kesmesi ve elbisesini giymesi gerekir ki hacı
olsun.667

661
Ġbn Mâce, “Edâhî”, 2.
662
Uludağ, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, s. 99.
663
Tirmizî, Udahî/1; Ġ bni Mâce, Udahî/3.
664
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 473.
665
Lütfi ġentürk, Seyfettin Yazıcı, İslam İlmihali, TDV Yayınları, Ankara 2008, s. 351.
666
Bozkurt, “Makâm-ı Ġbrâhim”, DĠA, c. 27, s. 412.
667
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 469.
121

Aynı Ģekilde Hz. Ġbrâhim (as)‟in kalbinin makamına vasıl olmaya kasteden herkesin
nefse hoĢ gelen alıĢkanlıklardan yüz çevirmesi, zevk, keyf ve rahatını terk etmesi,
ağyârın zikrinden ihrama girmesi lazımdır. Yani mâsivayı zikretmeyi kendisine haram
kılmalıdır. ĠĢte o vakit sâlik „Marifet Arafatı‟ında vakfeye durur. Buradan „ülfet
Müzdelifesi‟ne gitmeye azm eder. Oradan sırrını, Hakk‟ı tenzih haramına ve makamına
göndermesi, heva cemrelerini ve fasid fikirleri (havatır) „eman minası‟na atması ve
kurban kesmek üzere nefsini „mücâhede mezbahası‟na sevk etmesi lazımdır. Bu suretle
hullet ve dostluk makamına ulaĢır. Hz. Ġbrâhim (as)‟in Kâbe‟deki makamına girmek,
düĢmandan ve onların kılıçlarından emin olmaktır. Kalpteki hullet makamına girmek ise
her türlü alâka ve meĢguliyetten irtibatı kesmekten ve bunlar gibi Ģeylerden emin
olmaktır.668

Hz. Peygamber (sas) “Hacı Allah‟ın misafiridir, dilediklerine verir, duâlarını kabul
eder”669 buyurmuĢtur. Burada ayrı bir tâife daha vardır ki, onlar ne talepte bulunurlar ne
de duâ ederler. Sadece Hz. Ġbrâhim (as)‟in yapmıĢ olduğu Ģekilde teslim olurlar.670
Nitekim Kur‟an-ı Kerim‟de Ģöyle buyrulmuĢtur: “Rabbı ona teslim ol, demiş o da;
Âlemlerin Rabb‟ına teslim odum gitti”.671

668
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 469.
669
Ġbn Mace, Menasik, 5.
670
Hucvirî, Keşfu‟l Mahcûb, s. 469.
671
Bakara, 2/231.
122

SONUÇ

ÇalıĢmamızda tasavvuf tarihi literatüründe ilk dönem tasavvuf klasikleri olarak


nitelendirilen ve Gazâlî öncesi dönemde kaleme alınan Hâris b. Esed el-Muhâsibî
(ö.243/857)‟nin er-Riâye li-Hukûkillah‟ı, Muhammed el-Hakîm et-Tirmizî
(ö.320/932)‟nin Hatmü‟l Evliya‟sı, Ebû Nasr es-Serrac et-Tûsî (ö.378/988)‟nin el-
Lüma‟sı, Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.386/996)‟nin Kûtü‟l-Kulûb‟u, Ebû Bekir Muhammed
el-Kelâbâzî (ö.380/990)‟nin et-Ta‟arruf li-Mezhebi Ehli‟t-Tasavvuf‟u, Abdulkerim el-
KuĢeyrî (ö.465/1072)‟nin er-Risâle‟si, Ebu‟l-Hasen Ali b. Osman b. Ebî Ali el-Hucvirî
(ö.465/1072)‟nin KeĢfu‟l Mahcûb‟u ve Ebû Ġsmail Abdullah b. Ali el-Ensâri el-Herevî
(481/1089)‟nin Menâzilü‟s-Sâirîn‟i adlı eserlerini inceleyerek adı geçen tasavvuf
klasiklerinde mutasavvıfların ibadetler hakkında yapmıĢ oldukları tasavvufî yorumları
tespit ederek bunları aktarmaya çalıĢtık.

Tezimizin kapsamını yukarıda zikredilen eserler çerçevesinde ele almamızın sebebi


tasavvuf tarihi literatüründeki klasik olarak adlandıran eserlerin çokluğu sebebiyle
onların tamamını tezimizde iĢlememizin ve gözden geçirmemizin mümkün
olmayıĢındandır. Ġbadetin, insanın Allah‟a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O‟nun
hoĢnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve davranıĢlar için
kullanılan bir kavram olduğundan hareketle ibadetlerin kapsamının büyüklüğünü de göz
önüne alarak tezimizde temizlik, namaz, zekât, oruç ve hac ibadetlerini ele alıp iĢledik.
Cibril hadîs-i Ģerifindeki Ġslam dininin özünü teĢkil eden, iman esaslarından sonra ikinci
önemli halkayı oluĢturan, Ġslam kavramı içinde belirtilen ibadetler ile ilgili tasavvufî
bakıĢ açısını mutasavvıfların gözüyle ortaya koymaya gayret ettik.

Mutasavıflar ibadetlerin zâhiri ahkâmından ziyâde bâtınî tarafı olarak ifade edilen ruhu
ve özü üzerinde durmuĢ, sembolik ritüleller barındıran ibadetlere çeĢitli anlamlar
yüklemiĢlerdir. Ġbadetlere yüklenen bu anlamların temelinde kulun Allah ile olan
sıhhatli ilmi, hâli ve Allah tarafından kalbine lütfedilen manevî tecellîler bulunmaktadır.
Bu tecelliler tasavvuf lieratüründe bilginin özel bir formu olan marifet kavramı olarak
ifade edilmektedir. Ġbadetlere getirilen tasavvufî yorumların temeli marifet ve amel
iliĢkisine dayanmaktadır. Bu nedenle birinci bölümünde tasavvufî açıdan bilgi,
123

zâhir-bâtın ve marifet-amel iliĢkisi konularını tezimizin kapsamı dâhilinde adı geçen


tasavvuf klasiklerini esas alınarak ortaya koymaya gayret ettik.

Ġbadetlerin edâ edilmesinde temel amaç kulluk olmasına rağmen her ibadetin yerine
getirilirken uyulması gereken zâhiri Ģartlar farklılık göstermektir. Her bir zâhiri Ģart ise
o ibadetin bâtınî hedefe ulaĢmasında çeĢitli semboller ve remizler gizlemekte, farklı
hikmetler ihtivâ etmektedir. Her bir ibadetin kiĢide kazandırması beklenen ahlâkî
değerler de farklılık göstermektedir. Tezimizin ikinci bölümünde temizlik, namaz,
zekât, oruç ve hac ibadetlerini ele alıp mutasavvıfların bu ibadetler hakkında yapmıĢ
oldukları tasavvufî yorumları tespit edip, derleyip yorumlamaya gayret ederek
ibadetlerin ihtiva ettiği hikmetleri ortaya koymaya çalıĢtık.

Din insanoğlunun ilk atası ve ilk peygamber olan Hz. Adem (as)‟dan günümüze kadar
varolagelmiĢ ve kıyamete kadar da sürmesi muhtemel olan bir olgudur. Hz. Adem (as)‟a
nispetle Âdemoğlu olarak isimlendirilen insanın yaratılıĢ gayesi, kendisini yoktan var
eden, boĢ yere yaratmayıp baĢı boĢ bırakmayan, akıl ve idrak melekeleri ile donatıp onu
diğer canlılara üstün kılan, kul olarak isimlendirip eĢref-i mahluk olarak yaratan Yüce
Yaratıcısını tanıyarak O‟na gerektiği gibi bir kul olmasıdır. Kulluğun gereği üzerine
düĢen vazifeyi en iyi Ģekilde yapmaya gayret etmektir.

Ġslam dinini, iman, Ġslam ve ihsan olarak üç boyutlu ifâde eden Cibril Hadisi olarak
isimlendirilen Hz. Peygamber (sas) ve Cebrail (as) arasında geçtiği rivayet edilen hadîs-
i Ģerif, kulluğun vazifesi olan ibadetleri Ġslam dininin özünü teĢkil eden iman
esaslarından sonra ikinci önemli halkayı oluĢturan Ġslam kavramı içinde ela almaktadır.
Dinîn itikadî ve amelî olmak üzere insana bakan iki yönü vardır. Buradan hareketle
ibadetler dinin amelî hükümlerinin dıĢa yansıması olarak da ifade edilmektedir.

Amelî hükümlerin dıĢa yansıması fıkhın çerçevesi dâhilinde o ibadetin edâ edilmesi
sırasında organlara müteallik yapılması gerekli olan Ģekilsel konuları içermesi
bakımından zâhir olarak adlandırılmıĢtır. Bâtın ise ibadetin amacını, gayesini,
hususiyetini ve derunî anlamını kendisinde barındıran, manevî bir hal olarak
adlandırılan kısımdır. Mutasavvıflar zâhir ve bâtını birbirinden tamamen ayrı iki farklı
durum olarak ele almayıp birbirini tamamlayan iki unsur olarak görmüĢlerdir.
124

Mutasavıflar ibadetlerin gerek edâ edilmeden önce gerekse de edâ edilmesi esnasında
Ģekilsel ve Ģer‟î hükümlerin yanı sıra riâyet edilmesi gereken tasavvufî âdâp ve erkâna
da vurgu yapmıĢladır. Özellikle yapılacak ibadet ile ilgili kulun gerekli olan bilgileri
öğrenmesinin, farz ve sünnetleri tanımasının, müstehap ve mekruhlardan haberdar olup,
mendup ve faziletlerini bilmesinin gerekliliğini açıklamıĢlardır. Bütün bu ayrıntıları
bilmenin ancak ilim, araĢtırma, inceleme, kitap ve sünnete uygun bir ihtimam ile
ihtiyatlı bir yaklaĢım sayesinde vakıf olunabilecektir. Bu da ibadetin en güzel Ģekilde
edâ edilmesini sağlayacaktır.

Ġslam dininde ibadetlerin Ģekilsel bir takım dini ritüeller olarak görünmelerine karĢın
birçok maddî ve manevî fayda ve sırları bünyelerinde barındırdığı bâtinî bir tarafında
bulunduğu aĢikârdır. Ġslam kültüründe ibadetlerin derunî yönlerine değinen, bu alanla
ilgili en fazla söz söyleyen ve yorum yapan mutasavvıflardır. Her mutasavvıf ibadetlere,
içinde bulunduğu hal ve makama göre gerek ibadetlerin tanımı noktasında gerekse de
ibadetler içinde yapılan sembolik olarak edâ edilen ritüeller noktasında çeĢitli anlamlar
yüklemiĢ, izah ve açıklamalar yapmıĢlardır.

Mutasavvıflar manevî tecrübe sayesinde elde edilmiĢ her türlü mistik bilginin doğruluğu
ve kesinliği noktasında iki temel kaynağa yani Allah Teâlâ‟nın ilahi kelamı olan
Kur‟an-ı Kerim‟e ve Hz. Peygamber (sas)‟in sünnetine dayanmasının bir zorunluluk
olduğunun altını çizerek belirtmiĢlerdir. Mutasavvıfların yapmıĢ oldukları îzâh ve
yorumları Kur‟an-ı Kerim‟den ayetler, Hz. Peygamber (sas)‟in hadîs-i Ģeriflerden
örnekler sunarak desteklemiĢlerdir.

Mutasavvıflar bilgi (marifet) konusunda özellikle kulun Allah‟ı tanıma (marifetullah)


noktasında akla, nassa ve rivayete dayanan zâhiri bilginden ziyade keĢf, ilham, sezgi ve
manevî tecrübe ile kalpte Allah‟ın lütfu sayesinde meydana gelen bâtınî bilgi ile
mümkün olduğunu dile getirmiĢ, zâhir ve bâtın arasındaki uyum ve tutarlılığı ortaya
koymaya çalıĢmıĢ, bâtının zâhire olan üstünlüğünü defaatle zikretmiĢlerdir.

Musavvıflar yapılan ibadetin dünyevi ve uhrevi herhangi bir fayda ya da beklenti içinde
yapılmasından ziyadet kulluk bilinciyle yapılması gerektiğini açıklamıĢlardır. Bu sayede
kul üzerine düĢen kulluk vazifesini en güzel Ģekilde yapmıĢ olacaktır. Çünkü insana
verilen en önemli ismin kul olmasıdır.
125

Mutasavvıflar tarafından yapılan izah ve açıklamalar ibadetleri bir takım Ģekiller,


törenler, gelenekler, kuru, cansız ve ruhsuz davranıĢ ve alıĢkanlıklar olmaktan çıkarmıĢ
onları bir amacı ve gayesi bulunan Ģuurlu ve hisli eylemler haline getirmiĢtir.
126

KAYNAKÇA

Abdulkerim el-KuĢeyrî, er-Risâle (Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul


2009.

Algül, Hüseyin ve H. Yunus Apaydın, Ali Bardakoğlu vd., İlmihal, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara 2006.

Atar, Fahrettin, “TeĢehhüd”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul


1996, c. 40.

AteĢ, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar NeĢriyat, Ġstanbul 1998.

Attas, S. Nakib, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, (Çev. Mahmut Erol Kılıç),
Ġnsan Yayınları, Ġstanbul 1995.

Aydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi Vakfı Yayınları, Ġstanbul


2008.

Ayverdi, Ġlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Lugatı Yayınları, Ġstanbul 2011.

Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, Bilmen Basım ve Yayınevi Yayınları,
Ġstanbul 1991.

Bozkurt, Nebi, “Makâm-ı Ġbrâhim”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi,


Ġstanbul 1996, c. 27.

Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Klasikleri, Erkam Matbaacılık, Ġstanbul 2010.

-----------------------, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları,


Ġstanbul 2004.

Cerrahoğlu, Ġsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 2009.

Chittick, Wiliam C., Tasavvuf Kısa Bir Giriş (Çev. Turan Koç), Ġz Yayıncılık, Ġstanbul
2008.
127

Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu, Hitit Kitap Yayınları,


Ankara 2009.

Demirci, Mehmet, “İbadetlerin İç Anlamı”, Tasavvuf: Ġlmi ve Akademik AraĢtırma


Dergisi, 2000, c. I, sayı 3.

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi Ġlâhiyat Vakfı Yayınları,


Ġstanbul 2008.

Güllüce, Hüseyin, Kur‟ân Tefsiri Açısından Mesnevi, Ötüken NeĢriyat Yayınları,


Ġstanbul 1999.

Harman, Ömer Faruk, “Hac”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul
1996, c. 14.

Herevî, Hâce Abdullah el-Ensârî Menâzilü‟s-Sâirîn (Çev. Abdurrezzak Tek), Emin


Yayınları, Bursa 2008.

Hucvirî, Ebu‟l-Hasen Ali b. Osman b. Ebî Ali, Keşfu‟l Mahcûb (Hakikat Bilgisi) (Çev.
Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul 1982.

Hökelekli, Hayati, “Hads”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul 1996,
c. 15.

Kahraman, Abdullah ve Ahmet Yaman, Fahrettin Atar vd., İslam İbadet Esasları,
EskiĢehir 2010.

KâĢânî, Abdürrezzak, Tasavvuf Sözlüğü (Çev. Ekrem Demirli), Ġz Yayıncılık, Ġstanbul


2004.

Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed, et-Ta‟arruf li-Mezhebi Ehli‟t-Tasavvuf (Doğuş


Devrinde Tasavvuf) ( Çev. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, Ġstanbul 1992.

Kılıç, Mahmud Erol, Tasavvufa Giriş, Sufi Kitap Yayınları, Ġstanbul 2015.
128

Koca, Ferhat, “Ġbadet”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul, 1996, c.
19.

Kutluer, Ġlhan, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, Ġz Yayıncılık, Ġstanbul 2012.

-----------------, “Ġlim”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul 1996, c. 22.

Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtü‟l-Kulûb (Kalplerin Azığı) (Çev. MuharremTan), Ġz Yayıncılık,


Ġstanbul 2004.

Muhâsibî, Hâris, Er-Riâye (Nefs Muhasebesinin Temelleri) (Çev. ġahin Filiz, Hülya
Küçük), Ġnsan Yayınları, Ġstanbul 2009.

Ökten, GülĢen, “Kur‟an‟a Göre Bilginin Kaynakları”,Necmettin Erbakan Üniversitesi


Ġlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı 39.

Özcan, Hanifi, Mâturidi‟de Bilgi Problemi, Marmara Ün. Ġlahiyat Fak. Yayınları,
Ġstanbul 2005.

Özgen, Mehmet Kasım, Tasavvuf Felsesinde Zikir Kavramı, MuĢ Alparslan Ün. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Aralık 2013.

Sayar, Kemal, Sufi Psikolojisi, TimaĢ Yayınları, Ġstanbul 2010.

Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları (Çev. Ergun Kocabıyık), Kabalcı


Yayınları, Ġstanbul 2004.

Sinanoğlu, Mustafa , “Ġbadet”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul,


1996, c. 19.

ġener, Abdulkadir, “Abdest”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul,


1996, c. 1.

ġentürk, Lütfi ve Seyfettin Yazıcı, İslam İlmihali, TDV Yayınları, Ankara 2008.

Taylan, Necip, “Bilgi”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul 1996, c. 6.
129

TDK Büyük Türkçe Sözlük, Web sayfası:


http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts (EriĢim Ocak 2019).

Tirmizî, Hakîm, Hatmu‟l-Evliyâ (Veliliğin Sonu), (Çev. Salif Çift), Ġnsan Yayınları,
Ġstanbul 2008.

Tûsî, Ebû Nasr es-Serrac, el-Lüma‟ (İslam Tasavvufu) (Çev. Süleyman Uludağ),
Altınoluk Yayınları, Ġstanbul 1996.

Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yayınları, Ġstanbul 2009.

----------------------, İslam‟da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yayınları, Ankara 1989.

----------------------, “Kalp”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul 1996,


c. 24.

Uyanık, Mevlüt, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu


Yayınları, Ankara 2014.

YaĢaroğlu, M. Kâmil, “Namaz”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul,


1996, c. 32.

Vural, Mehmet, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2011.

Yılmaz, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar NeĢriyat, Ġstanbul


2009.

Yitik, Ali Ġhsan, “Oruç”, Türkiye Diyanet Vakfı Ġslâm Ansiklopedisi, Ġstanbul, 1996, c.
33.

You might also like