You are on page 1of 378

ATATÜRK KÜLTÜR.

Dil VE TARİH YÜKSEK KüRlJMU


TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI: 527

BİLİNMEYEN İÇ ASYA

L. LIGETI

Macarcadan çeviren
SADRETTİN KARATAY

Ankara Üniversitesi Basımevi · 1998


Bu eserin 5846 sayılı kanuna göre bütün yayın, tercüme ve iktibas
hakları Türk Dil Kurumu'na aittir.

Açıklama
Bilinmeyen iç Asya ' nı n l. baskısı 1946 yılında çıkmıştı. Ofset
yöntemiyle yapılan bu yeni baskıda 1. baskıdan farkh olarak eserin
Macarca aslındaki resimler eklenmiştir.

Ligeti, Louis

Bilinmeyen İç Asya / L. Ligeti; Macarcadan çeviren Sad­


rettin Karatay. -2. bsk.- Ankara: Türk Dil Kurumu, 1998
361 s. : res. : hrt.; 23 cm. (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınlan; 527)

Bibliyoğrafya var.

ISBN: 975-16-0982-8

1. Orta Asya 1. Karatay, Sadrettin (çev .) il. k.a.

958

1. Baskı 1986
2. Baskı 1998

ANKARA, 1998

İsteme Adresi: Türk Dil Kurumu Atatürk Bulvarı 217


Kavaklıdere ANKARA
Tel: (0312) 428 61 00 Belgegeçer: (0312) 428 52 88
ÖN SÖZ

Avrupa'lı beyaz insanın tarihi harikalar dolu bir kahramanlık


destanıdır.

Bundan üç bin yıl önce onun kavimlerinden biri, meçhullüğün


karanlıkları içinden ansızın çıkmış; bilgi, sanat yaratmış, çalışma­
larından zenginlik ve refah meydana gelmiş, ticaret yapmış, istilalar
başarmıştır. Bu varlıkları meydana getiren ceddin hayat kudreti
zayıflayınca, onun yerine daha genç, daha taze enerjili bir hısım
kavim geçmiş; yüzyıllar içinde biriktirilmiş olan maddi ve fikri var­
lıkları devir atmış, bu mirası korumuş, çoğaltmıştır. O da sırasını
savunca yerine başkası, daima başkaları geçmiş ve bu tarihi geçit
resmi böylece sürüp gitmiştir.

Avrupa medeniyeti böylece doğmuş, büyümüş, gelişmiştir.

Bunda garip, şaşılacak bir şey olmıyabilir, zira Dünya'mızın


birbirinden uzak düşen daha başka noktalarında da, zaman zaman,
orijinal, müstakil medeniyet merkezleri meydana gelmiştir. Eğer bu
alanda derece ve şeref eskiliğe, ilk olana verilecek olsa, zafer dalı her­
halde bizim değil, başkasınındır, çünkü başka yerlerde yüzlerce ve
binlerce yıllık medeniyetler yaşar ve parıldarken, Avrupa kavimleri
barbarlığın uyuşukluğu içine gömülmüş bulunuyorlardı. Biz, bu
Yeni·· Dünya'nın Akdeniz'in doğu kısmında, uzağı gören bir amaç­
la ve bambaşka şartlar altında doğmuş olduğunu bile ileri sürecek
durumda değiliz, zira o da öteki medeniyetlerden biri olmaktan baş­
ka bir şey değildi. Yoksa bu medeniyet ötekilere nasip olmıyan
uzun bir hayata mı nail olmuştur? Unutmıyalım ki, yalnız Çin me­
deniyeti bile ondan hiç olmazsa iki bin yıl daha yaşlıdır.

Asıl şaşılacak olan nokta, Batı medeniyetinin bu uzun üç bin­


yılın sonunda, #zerinden bu kadar zaman geçince bitkinlik, kocayış
alametleri gösteren, kendi içlerine kapancırcık geçmişleriyle avunan
6 BlLINMIYEN İÇ-ASYA

öteki medeniyetler gibi cılızlaşıvermemiş, tersine olarak asıl o zaman


hızlanmağa başlamış olmasıdır.

Bu gururlu, kendini beğenmiş Batı medeniyetinin kıymeti üzeri­


ne münakaşa yürütülebilir, hatta bu parlak, göz alıcı dış görünüşün
ardında bugün bile hala mağarada oturan ilk insanın hayvani
benciliği, zalim kötülüğü gizlenmflkte olduğu, bu «üstün sınıf"
Batı adamının birçok prensipleri kendine boşuna çizdiği üzerine
deliller ortaya koymak da güç değildir. Buna rağmen, mahvolma
tehlikesi bu medeniyeti ne derece tehdidederse etsin, biz ona yine
o nispette kuvvetle bağlı kalırız.

Ne de olsa bu Batı medeniyetinin mevcudiyeti inkar kabul et­


mez bir gerçektir, hem de eşine hiçbir yerde raslanamıyacak bir­
takım karakteristik damgalarla övünebilir. Bu medeniyet, şimdiye
kadar yaşamış olan bütün medeniyetleri geçmiş, Sümer, Asur-Babil,
Mısır, Hint, Çin, İnka, Astek medeniyetlerini hep geride bırakmış­
tır. Ama bu geçişi sanatta. felsefede, edebiyatta, insan zeka 1'e kal­
binin bin bir tezahüründe bulamayız; bütün bu sahalarda evvelce de
kendine layık selefleri.. tehlikeli rakipleri gelip geçmiştir. Fakat
tabiatın gizli sırlarını sezmek, korkunç kuvvetlerini emri altına al­
·mak alanındg, ötekileri gerçekten geçmiş ve böylece teknik medeni­
yeti yaratmıştır. Makine ejderleri, gazlar, ocaklar, öldürücü silah­
lar, gök delen yapılar, elektrik, radyo, televizyon ve daha bir sürü
hayırlı veya belalı icatlar hep bu teknik medeniyetin, bu tehlikeli
bilgilerin mahsulleridir.

Batı medeniyetinin bu gelişimi şimdiye kadarki nizamı kökün­


den sarsmış, insanıll maddi alemle olan münasebetini özünden de­
ğiştirmiştir. Bu sarsıntı ve değişme o kadar genişti ki, bazıları,
Yunan - Roma devrine kadar uzanan 1ıe bugün artık pek iptidai gö­
rünen başlangıcı tamamiyle inkar ile Batı teknik medeniyetini büs­
bütün müstakil bir sivilizasyon dünyası olarak ele almışlardır. Gö­
rünüşe göre bu telakki yerinde olabilir, fakat yalnız görünüşe göre.
Zira şurası muhakkak ki, Batı'lı beyaz insanın üç bin yıllık medeni­
yetinin tarihi, birbirinden açıkça ayırdedilebilecek birçok devrelere
ayrılır ve bugünkü teknik devre de bunlardan biridir. Bütün bu dev­
relerin veya çağların kendinden önceki veya kendinden sonraki dev-
BILINMIYEN iÇ-ASYA 7

reye uzvi bir şekilde bağlı olduğu ise gün gibi aşikardır. Bu çağ­
lardan her biri sade kendinden öncekine göre bir ilerleyiş olmayıp
aynı zamanda kendinden sonraki çağın da doğurucusu, hazırlayıcı­
sıdır.

Eğer kendinden önce bütün bir çağ demek olan, neticeleri ve te­
sirleri ölçülemiyecek kadar azametli bir önem taşıyan hadise, yani
Dünya'nın keşfi hadisesi olmasaydı acaba bugünkü teknik medeni­
yet meydana gelebilir, böyle inkişaf edebilir miydi? Zor, hele bu­
günkü ölçüsünde hiçbir suretle.

Şüphesiz her çağda, her medeniyet çerçevesi içerisinde büyük


küçük birtakım keşifler olmuştur. ilk insan bile, mağarasından çıkıp
uzakça çevresini yoklamağa cesaret ettiği zaman, ilk keşif yoluna
çıkmış bulunuyordu. Fakat insanlığın birkaç yüz bin yıllık tarihinde
hiçbir zaman, hiçbir başka medeniyetin yaşayış devresinde, tek bir
insan ırkının büyük bir çevrenin ve hele bir kıtanın sıkı bağlanndan
kendini kurtararak, bütün Dünya'yı tanımağa muvaffak olduğu gö­
rülmemiştir.

Bu başarı ilk defa Batı'lı beyaz insana nasip olmuştur. Teknik


medeniyet için Dünya'nın keşfindeki önemi gerçek değeriyle belirt­
mekten belki de aciziz. Bununla beraber bir fikir edinebilmek için
hiç olmazsa en göze çarpan neticeleri ele alabiliriz.

Bir kere araştırma, anlama, kudreti altına alma hırsiyle hareket


eden Batı'lı insanın önüne yeni madde ve zenginlik kaynakları açıl­
mıştır. Önüne serilen yeni hazineler onun bilgi ve mal hırsını hare­
kete getirmiş, teknik medeniyeti yaratma işine muzaffer bir tavırla
başlıyabilmek için gerekli vasıtaları ele geçirerek, ucsuz bucaksız
görünen imkanlar kapısından Dünya'nın fethine çıkmıştır. Arzın her
tarafına dağılan beyaz insan, her yanda sömürgeler kurmuş, başlı
başına bütün kıtalar fethetmiş (Amerika, Avustralya) ve dünyanın
ırki, lisani çehresinde o kadar derin tesirli değişiklikler yapmıştır
ki, benzerini eskiden belki ancak kozmik hadiseler husule getirebi­
lirdi.

İnsan bilgisinin tamamlanması, bilgiler mecmuasının, yani il­

min kuruluşu bakımından rla Dünya'nın keşfi, yukandakilerden hiç·


8 BİLİNMİYEN iÇ-ASYA

bir suretle geri kalmıyan biT önem taşımaktadır. Esasen keşfin ken­
disi de son derece büyük biT coğrafya probleminin başarılı çözümü­
diır. Eski dar, sıkıcı çerçevelerin. zorlanıp genişletilişine yalnız tabii
bilgilerin neler borçlanmış olduğunu düŞünmek bile baş döndürücü­
dür. Fakat hakiki yeni dünya, asıl merkezi insan olan bilgilere ba­
kınca gözlerimizi kamaştırır.

Henüz keşifçiler, zamanlarının alaca renkli etnoğrafya harita­


larını, insan topluluklarının yaşayış tarzlarını inceleme ve küçüklü­
büyüklü yabancı medeniyet çerçevelerinin sınırlarını çizme işlerini
bitinnemişlerdi ki, Batı insanı, yüzü gören kimselerin basit müşahe­
delerini bir yana bırakarak, anlamıyanların önünde yedi mühürle
kilitli sırları açacak olan bilgi vasıtalarını elde etmek için hırsla
ileri atıldı. YanaŞtığı ilk kaynak, düşünceyi, bilgiyi ifade hususun­
da insanların ortak vasıtaları olan söz ve dil oldu. Bu yolda yürü­
yen Batı'lı insan - muhtelif fertlerinin çalışmalariyle - yeryüzün­
de yaşıyan bin bir dili tanıdı, öğrendi, açıkladı ve hepsini herkesin
faydalanabileceği bir hale getirdi. Aynı zamanda bu alandaki kar­
makarışıklığı düzene kodu; sayısı. belirsiz dilleri müşterek köken­
lerine göre, aralarında yakınlık bulunan kümelere ayırdı.

insanlık medeniyetinin en başlıca alametleri. nden biri, ona men­


sup olan toplulukların düşüncelerini anlatan dili işaretlerle, harf­
lerle tesbit edebilmesi ve söyliyeceklerini mesaf P. ve zaman içinde
de anlatabilmesidir. Diinyada muhtelif şekillerde yaşıyan yahut ya­
şamış olan bu yazılar da keza birçok, daha az sayıda yazı tiplerine
irca edilebilirler. işte Batı dünyasının bilginleri o dillerle beraber
bu yazılar üzerinde de durdular ıgayretleri çok ·defa başarı ile neti­
celendi) ve eski, tarihe karışmış çağlardan yazıtların, papirusların,
kitapların nelerden bahsettiklerini araştırdılar.

Ve burada ileriye doğru önemli bir adım daha attılar: o zamana


kadar birbirinden ayrı bir halde yaşıyan insan kümelerinin, millet­
lerin ve kültürlerin hususi tarihleri içinden yavaş yavaş bütün in­
sanlığın umum�. tarihinin hatları belirmeğe başladı.

Dile ve yazıya ait tarihi kaynaklardan sonra sıra eski zaman­


lardan kalma başka eserlerin araştırılmasına geldi. Birtakım bil9irı­
ler ve birçok keşif kafileleri birbiri ardınca bu heyecan verici yeni
BILINMI Y EN iÇ-ASYA 9

vazifeye, yüzyılların ve binyılların toprak altında gömülü kalmış


eserlerini meydana çıkarmağa atıldılar. Neticede kum sahralarının
ortasında kaybolmuş kültürlerin göz kamaştırıcı manzarası canlan�
dı, muhteşem saray harabeleri, bakımlı şehirler, mühim ticaret yol­
ları, kitaplar, anıt yazılar, sanat abideleri meydana çıktı. Ve Batı'lı
bilgin ezeli insan zekasının bu dilsiz, fakat yine de konuşan kalıntı­
larını, tesadüf kendi iş sahasında onun önüne ister basit ve ağaçtan
yapılmış bir zenci heykelciği, isterse ince Astek kültürünün azametli
bir saray harabesini veya göçebe hükümdarlarına ait muhteşem me­
zar �arını çıkarsın, hepsini de aynı ilgi ·Ve sevgi ile inceledi, düzen­
ledi.

Demek ki Dünya'nın keşfi şunu da anlatmaktadır ki, aynı insan


ırkı, yani Batı'lı insan, üzerinde yaşadığı seyyarenin 1>.er şeyi kucak­
lıyan insan hayatını bugüniyle ve geçmişiyle tanımış, hatta daha
ileri giderek, gerek kendi kudretiyle elde etmiş olduğu, gerekse dün­
yanın her hangi bir noktasında, her hangi yakın veya uzak bir za­
manda başka bir insan ırkı tarafından elde edilmiş bulunan, tekmil
beşeri bilgileri bir araya toplamış, ona genel bir mahiyet vermiştir.

Coğı·afi manada bugün Dünya'nın keşfi işi tamamlanmıştır ve


artık üzerinde .. uzaklığı, yaklaşılamadığı için henüz meçhul sayılan
ve haritada beyaz renkle işaret edilen yer hemen kalmamıştır. Bu­
nunla beraber bıı alanda yapılacak haşka iş kalmadığını sanmak
şüphesiz hata olur. Anaçizgileriyle gösterilmiş olan bu bilgilerden
sonra bunların teferruatının incelenip Üflenmesi gelir ki, bu alan­
daki iş uzun yüzyıllar boyunca gelecek nesi � lerin sürekli ve sebatlı
çalışmalarına ihtiyaç gösterecek kadar çoktur. Dünyayı dolduran
insanların tarihi geçmişlerini öğrenmek bahsinde de aynı şeyleri
söyliyebiliriz. Dilsiz eserleri söyletmenin usullerini· ve vasıtalarını
artık biliyoruz. Yine de bu konuda elde edebildiğimiz manzara an­
cak bir taslaktır ve şurasında - burasında anaçizgileri bile belirsiz­
dir. Bazı birbirine bağlı ihtisas alanlarında kaynak malzememiz o
kadar büyük bir yığı n haline gelmiştir ki, şimdilik bunları hazmede­
bilecek durumda bile değiliz; buna karşılık bazan da tali bir mese­
leyi aydınlatmak istediğimiz vakit o bitmez tükenmez sandığımız
malzeme deryasını altüst etmekle beyhude yoruluruz ve henüz bu
malzeme yığınının bile tamam olmadığını ve esasa taalluk eden ha-
10 B J L iN M f YEN i Ç -A S Y A

cfise ve vakıalann izahlarının da noksan olduğunu büyük bir hay­


retle görürüz.

insanlığın bu yeni çağı Asya'nın keşfiyle başlamqtır. Gerçek­


ten bu ça.ğ, Batı'lı inaanın. gittikçe artan bir merakla gözlerini en
yakın komşu illere doğru çevirmesiyle başlamış, sonra. yavaş yavaş
cesareti artmış ve nihayet ilk ulaklan bu kıtayı aşağı yukan dolaş­
mışlar, görüp işittiklerinden hesap v'!rmişlerdir. XIII. yüzyılın bü­
yük Asya seyyahlarından olan Marco Polo'nun verdiği raporun da­
ha sonraki nesiller üzerinde ne büyük tesirler yapmış olduğu ve As­
ya'nın en doğu noktası olan Cipengu, yani Japonya hakkında verdiği
malumatın Amerika'nın keşfini hazırlamış bulunduğunu biliyoruz.
Kolumbus. ve arkadaflan Marco Polo'nun bu acayip Cipengu'suna
batı yoliyle ulaşmak istemişlerdi, çünkii Dünya'nın yuvarlak oldu­
ğunu vt> batıdan olsun, doğudan olsun, her hangi bir noktasına. ulaş­
mak kabil olduğunu biliyorlardı.

Bu esrarlı komşu, yani Asya hakkındaki ilgi bugüne kadar azal­


madı. Orasını enine boyuna dolaştılar ve buz tutmuş toprağını, rüz­
garların savurduğu kumunu yahut azgın tropik bitkilerin örttüğii
arazisini neresinden eştilerse her yerinden, unutulmuş insanlara, öl­
müş kültürlere ait sırlar, hayret ve heyecan verici bir bollukla taştı.

Maca.rlık, kıral Aziz lstvan zamanında hıristiyanlığı kabul edin­


ce Batı'ya katılmış oldu. Ve o vakitten, yani tam bin yıldan beri,
Batı topluluğunun bu medeniyet uğruna başardığı işlerde feragatle
çalışarak bu başarıdan sayısına nispetle çok üstün payını aldı, bil­
gisi ve insan ta.katının üstündeki gayretleriyle onun değerini artırdı
ve icabında - netekim kaç kere icabetmiştir ! - o medeniyeti kanı
pahasına korudu.

Asya'nın keşfinde de hazır bulunduk, o işe de katıldık· ve sıra


daha az şey vadeden, fakat o nispette fazla feda.karlık bekli yen tali
araştırmalara geldiği zam.an da bilginlerimiz yerlerinde dayandılar.
Bütün insanlık bilgisinin artması yolunda üzerimize düşen borcu şe­
refimizle ve bol bol ödedik.

Fakat bu kıta, daha doğrusu onun kendisine bu kitabı tahsis et­


t�ğimiz kocaman parçası, yani iç-Asya, biz Macarları aynca da ya­
kından ilgilendirir. Zira Ma.carlık, Batı medeniyet dünyasına katıl-
8İLİ"1\llYEN IÇ-ASY.\ 11

mazdan önce çok uzun zaman, takriben yine bin yıl kendi hayatını
başka bir medeniyet çerçevesi içinde yaşamıştır. Finugorluk çevre­
sinden ayrılan Macar kavminin kendi karakteristik çehresi teşekkül
eder etmez, derhal bu, menşei bakımından İç-Asya'lı, mahiyeti ba­
kımından atlı-göçebe ve askeri medeniyete girmiş bulunduk.

Demek ki Macarlıgın öteki, hıristiyanlıktan önceki paganlıkla


geçen bin yılı, saha bakımından değilse bile, tarihi ve medeni bağ­
ları bakımından İç-Asya'dan ayrılamaz. Bu ise Avrupa medeniyeti
için Hellas ve Roma ne ise, İç-Asya'nın da eski Macar tarihi için onu
ifade ettiğini gösterir. İç-Asyn 'nın mazisi, medeniyeti yalnız bu ba­
kımdan da bizi ilgisiz bırakamaz.
1.

İ Ç-A S Y A

Asya'nın bölümleri.- İç - Asya'nın sın1rlar1 ve bölgelere ayr1hfı.­


Göç yönleri.- İç-Asya'nın bugünkü siyasi çehresi.- İnglli:ıı: ege­
menliği.- Rus mülkiyeti.- İç-Asya'nın tarihi.- Türkler, Moğollar,
İran'hlar, Paleo-Asya'hlar.- Medeniyetlerin biriktiği
havza: İç - Asya.

Coğrafyacılar "en eski kıtanın 11, Asya'nın toprağını coğrafya


bakımından beş kocaman parçaya ayırırlar. Coğrafya bilginlerinin
coğrafyacı göziyle çizdikleri bu sınır çizgilerinin yalnız coğrafya ba­
kımından birlik gösteren , birbirine bağlı araziyi değil, aynı zaman­
da Asya'nın tarihi ve medeni birliklerinin yayıldıkları alanları da
adeta ölçülü bir tamlıkla göstermeleri ilk bakışta belki biraz şaşırtı­
cıdır. Hakikatte bu tabi i bir şeydir. zira toprakla i nsan birbirinden
ayrılamaz ve coğrafi şartlar ise insanın tarihi yolunu, hayati husu­
siyetini adeta kader gibi tayin ederler. Bir tarihçi, coğrafi kuvvet­
lerin tesirini göz önünde tutmıyan, haritaya ehemmiyet bile vermi­
yen bir eski zaman tarihçisi, hataya düşmekten kendini kurtaramaz
ve insan yığınlarının kaderini, kavim kaynaşmalarının yolunu, hava
boşluğunda oynatılan mukavva kuklaların cansız oyunları imiş gibi
seyreder.

Asya'nın beş b üyük coğrafya ve medeniyet birliği, sırasiyle şun­


lardır : Kuzey-Asya, aşağı yukarı bugünkü Sibirya demektir. Doğu­
Asya, siyasi tarihçilerin düşündüklerinden çok daha dar bir bölge­
dir. Coğrafya bakımından asıl Çin - Çin'lilerin istila ettikleri top­
raklar hariç -, Japonya ve Japon adaları, Kora, Mancurya (biraz
şişirilmiş arazisiyle Mancuko denilen yer burasıdır) ve bir de Arnur
vadisiyle Kamçatka buraya girerler. Güney-Asya Hindistan'ı, Çin
Hindi'ni ve Doğu-Hint adalarını ı Malaya) ihtiva eder. Coğrafya
anlamiyle alınan İran, yani Acemistan, Afganistan, Ermenistan,
Anadolu, Arabistan, Suriye ve Mezopotamya, yani Irak ise Ön-Asya'-
BiLINMIYEN İÇ-ASYA

yı teşkil ederler. Bu dört büyük arazi parçası beşinciyi, Asya'nın en


merkezi kısmı olan lç-Asya'yı üç tarafrndan kuşatır.

Her hangi bir cesaretli sefer heyeti İ ç-Asya sınırlar:nı baştan


başa dolaşmak istese herhalde üzerine çok uzun sürecek bir iş al­
mış olur. Bu sınır yukarda Ural dağlarından başlar, Akmolinsk
yaylasından geçer, Merkezi-Altay'ların dışından dolanarak biraz ku­
zeye kıvrılır, sonra Güney-Sibirya'nın kenar dağ zincirine varınca
oradan doğuya doğru, ta Büyük-Kingan dağına varıncaya kadar, hep
o zinciri takibeder ; orada tabii bir coğrafya hududu bulunmadığın­
dan, itibari olarak çizilen bir geometrik hat boyunca Bramaputra'ya
varır. Bu en uzak güney-doğu noktadan dikaçı şeklinde batıya dö­
ner, Himalaya zincirinin kuzeyini takibederek Dünya-Tepesi'ne, Pa­
mir'e ve onu kucaklıyarak hafif kuzey-batı yönünde Hazer denizinin
doğu kıyısına kadar uzanır. Bu arada Afgan Türkistanı denilen, Af­
ganistan'ın kuzey kısmını içine alır, fakat öte taraftan bugünkü
Türkmenistan 'ın Kuzey- İ ran ve Türkmen Balkanları arasında uza­
nan güney-batı köşesini sahasından dışarıda bırakır. Batıda Hazer
denizinin doğu �ıyısını, Ural nehrini, sonra Ural dağlarını takiple
İ ç-Asya sınırının kuzey çıkış noktasına ulaşır. Fakat coğrafy�cılar
batı sınırı hakkında, bunun tam ve kusursuz bir ayırıcı hat olma­
dığına, bunun batısında ve doğusunda coğrafya bakımından önemli
bir fark bulunmadığına da hemen işaret ederler.

Coğrafyacı müşahedesinin öyle başlı başına, keyfi bir kanaat ol­


mayıp tarihçinin tesbitleriyle garip bir şekilde birleştiği burada da
hayretle görülür: İ ç-Asya'nın bu batı bölgesine düşen kavim coğ­
rafya bakımından açık olan sınırı aşarak bir ayağiyle Avrupa'da bu­
lunmaktadır, Ural nehrinin bütün aşa�ı mecrasında arasız bir geliş­
gidiş vardır. Burası kavim göçlerine tabiatın açtığı bir geçittir.

Coğrafya ile tarihin muvaziliğini daha ileri götürebiliriz. Ana­


hatlariyle İ ç-Asya tam bir birliktir, bütün olarak göz önüne getiril­
diğinde muhtelif derecelerde akıntısız arazi, bozkır ve çöldür, fakat
bölgelerini ayrı ayrı inceliyecek olursak, küçüklü - büyüklü birçok
kısımlara ayrıldığını görürüz. Her şeyden önce aşağı yukarı bu­
günkü Moğolistan demek olan, Altay dağlarının doğusuna düşen
kısmını batı kısımlardan, yani Tarım havzasından, Turan ovasından
ve Kırgız istepinden kolaylıkla ayırabiliriz. İç-Prsya'nın bu batı kıs­
mına ve evvelce söylenen doğu alanlarına üçüncü olarak bir de Ti-
16 Bir.t"1MIYEN IÇ-ASY.\

bet yaylası katılır. İlk ikisi arasındaki münasebet bilhassa sıkı oldu­
ğu halde üçüncü kısımla, yani Tibet'le olan münasebet daha gevşek­
tir. Coğrafyacı böyle demektedir.

Buna karşılık tarihin ifadesine baş vurduğumuz zaman önümüze


aynı manzaranın çıktığını görünce az hayret etmeyiz. Yazılı kay­
nakların bize bildirdiği en eski çağlardan başlıyarak, Altay'lardan
doğuya doğru uzanan alanda kah şu kah bu çeşit bir göçebe unsur
peyda olmuş, devlet kurmuş, gelişmiş ve ne zaman kuvvetinin gerildi­
ğini duymuşsa, muhakkak surette ve derhal gözünü muazzam güney
komşusuna, Çin'e çevirmiştir. Bu neden böyledir? Daha yüksek kom­
şu medeniyetin dayanılmaz cazibesi mi, yoksa bitip tükenmez görü­
nen ganimet şahasının füsunu mudur? Bunu araştıracak değiliz, şim­
dilik Çin'lilerle göçebelerin iki bin yıldan fazla süren temaslarında
sayısız misalle doğrulanmış olan bu hadiseyi olduğu gibi kabul et­
memiz yeter.

Kuzeyden Çin'e yönelen hücum dalgaları adeta şaşılacak dere­


cede intizamlı aralıklarla birbirini kovalamakta, fakat bütün dalga­
ların kırılması da yine aynı intizamla tekrarlamaktadır. Hangi göçe­
be kavim veya kavim kırıntısı, ister istilacı, ister istilaya uğramış
olsun, bir kere sınırı geçip de Doğu-Asya 'nın monsıın alanına· girdi
mi, eski göçebe cemiyeti ve hayat tarzı için artık ebediyen kaybol­
muş, yavaş yavaş ve bir iz bile bırakmaksızın Çin medeniyeti için­
deki kavimler deryasına gömülmüştür.

Ancak bu sınır aşma teşebbüsünün başarı ile neticelendiği çok


nadirdir. Çok defa bu işe yeltenen göçebe kavmin kudreti kırılmış,
kesin olarak geri atılmış bir halde en eski çıkış noktasına, Orkhon ve
Selenga nehirlerinin kaynak bölgelerine çekildiği ve bir müddet son­
ra oradan yeni bir yöne dönerek hareketine devam ettiği görülür.

Bu hareket yönüne iyi bir göz atalım. Göçebe kavim-dalgası,


tereddütsüz göçebelerin ilk anayurtları diyebileceğimiz, Aitay'ın do­
ğusuna düşen alandan kalkar ve hiç şaşmaz bir intizamla hep aynı
·
yönde ilerler. Fakat bu yön hiçbir vakit - hatta tesadüfi bir istisna
olarak da - coğrafi amiller göz önünde tutulmadan en k ısa ve •en
mantıkin sayılan Avrupa yolunda, yani Altay ve Ural dağlarını bir­
birine bağlıyabilecek bir yerde, Akmolinsk yaylasının güney sırtın­
da çizilebilecek bir hat boyunda olmayıp daima ve yalnız Cunga!'ya
BİLİNMIYE� İÇ-ASYA 17

kapısından gcç.:rd: Balkaş gölü aşağ1sın3 götüren fabii coğrafya


yolundadır. Gôçebe anayurttan gelen kavi::n-d:ılg:!sı burada etrafa
yayılır, bir zaman için -yüzyıllarca - duraklar ve sonra, eski ma­
hiyetini kaybetmeksizin, orada buluştuğu yarı-göçebe veya yerleş­
miş, vaha kültürünce yaşıyan yabancı, en ziyade iran'lı kavimlerin
tesiri altında belirli bir değişikliğe de uğrar. İç-Asya'nın, C�ngarya
kapısından Hazer gölüne kadar olan bölgesi göçebe kavimlerin ikin­
ci anayurtlarıdır.

Bu ikinci anayurttan göçebelerin etrafa dağılışı iki yönden, ya


buradan İran havzasına doğru, yahut da Ural dağlarının güney kol­
ları ve Hazer gölünün kuzey kıyısı arasında, Ural ve Volga nehirle­
ri üzerinden olabilirdi Ye öyle de olmuştur. İran yolur.u. orada otu­
ran ve daha yüksek bir medeniyet yaşıyan kavimlerin karşı koması
ziyadesiyle güc:leştirmiştir. Bu canlı kalenin aşılmnsı nadiren başa­
rılabilmiş, bunun i<;in de o tarafa gec:meyi p0k deniycn olmamıştır .
Buna karşılık Volga - Ural yolu ise coğrafya bakımmdan geçişe el­
verişli olduğu gibi, hareket halinde bulunan kavimlerin bu cihete
yönelmelerine başka şartlar da yardım E::tm i�tir. Ht.:susiyle bu yolu
ne Avrupa ne de Asya tarafında h içbir kuvvetli medeniyet sahibi,
yerleşmiş kavim tutmamıştır. Bu hale göre ikinci anayurttaki gö�ebe
kavimlerin Avrupa'ya bu yoldan akmış olmaları şaşılacak bir şey
midir?

İlk anayurtlarından çıkan Asya'lı göçebe kavimler. Cungarya


geçidinden ik inci anayurda ve oradan Ural ve Volga nehirlerinin
aşağı mecraları üzerinden geçen büyük göç yolundan başka diğer b ir
yoldan da Avrupa · ya geçmişlerdir. Ancak herhalde bu yol boyunca
göç daha sessiz cereyan ettiği ve coğrafi sebepler buradan at üstün­
de yapılan hızlı akınlara imkan .. .ermediği icin olacak, bu göc; yolu­
nu şimdiye kadar adeta hiç dikkate al mamışlardır. Bu yol boyunca
otlu bozkırlar yoktu. İlk göçebe yurdu olan Moğolistan kuzeydei1 ve
kuzey-batıdan. yaratılışın atlı göçebelere bahş�ttiği bozkırlarla, baş­
ka h<ıyat şartları istiye•1 ormanlıklarla çevrilidir. İmdi birçok açık
misaller göstermektedir ki. bazı felaketli yenilişlerden sonra şu ve­
ya bu .;ıtlı göc;ebe-kabile son sığınacak yer olarak or:nanlık bölgeye
girmiş ve bir daha cetlerinin otlaklarına asla dönmemiştir. Başlan­
gıçta kendisine yabancı gelen muhitte kalmış ve yavaş yavaş yeni
18 otLi;-;MiYr::!'I i(-AS\A

hayat tarzına uymuştur. Böylece, sürüsünü otlatan eski g öçebE:, or­


manda yaşıyan balıkçı-avcı haline gelmiştir.

Güney - Sibirya ormanlarında ya � ıya n la rm da kendi yavv.ş tem­


polu göç yönleri vardı ki biz şimdilik bunun yalnız batı bölges ine
düşen kısmını daha tam olarak tanımaktayız. Altay dağlarının, ku­
zeydeki başlıca kümesinden, Sayan dağlarından başl ıya n ve aslında
ticarete mahsus olan bu yol Güney - Sibirya ' dan geçerek aşağı yu­
karı bugün Başkırt toprakları nın bulunduğu yerde Avrupa'ya açı­
lırdı. İç - Asya'daki anayola, kendine mahsus ticaret metaı dolayı­
siyle nasıl İpek-yolu deniyorsa bu yola da, o sah::mın karakteris­
tik ticaret mahsuliyle ilgili olarak pekala K ürk -yolu adı verilebilir.
Gerçekten tarihi kaynaklar bu yolun batı ucunda her çağda. geliş­
miş bir kürk ticareti faaliyetinden bahsederler.

Ezcümle Rus isteplerinin, boğuşan hayvanları tasvir eden ken­


dine mahsus küçük - plastikası Güney - Sibirya'ya herhalde kürk ti­
caretiyle girmiş , oradan Kuzey - Altay ve Sayan dağlarını aşarak
Kuzey - Moğolya'nın atlı göçebelerine geçmiş ve onlar tarafından,
hem de daha İsa ' dan önce ikinci yüzyılda Kuzey - Çin 'e götürülmü�
olsa g erektir .

Demek oluyor ki, İr; - Asya'nın iki büyük doğu ve batı parçası­
nın iki ayrı hayatı, aynı zamanda ikisi arasındaki sıkı bağlar, sade
coğrafya göziyle in celendif�i zaman nasıl açıkca gör ü n üyorsa tarihin
ışığı altında da yine öylece meydandad ır .

Aynı durumu Tibet'te de görmekteyiz. Tibet'te doğu ve batı


anayurt kavim unsurlarından tamamiy lc ayrı, dil ve etnik bakı­
mından onlara yabancı bir kavim, fakir çoban hayatını sürüp git­
mektedir. Bu kavim gerek doğu gerek batı göçebe y u rtları n a göç­
men kafileleri salıverme diği gibi. ora la rd a n da bu ülkeye yeni ve
serbest yerleşme alanları araştıran y a ba n cı l ar akın etmezler, çünkü
Tibet'l.n coğrafya ba k ımında n nispi k a pa h l ığ ı. arazisinin kısırlığı
bunu esastan imkfmsız hale get irm işt ir. Bununla beraber bu coğrafi
kapalılık hiçbir zaman Tibet'le diğe:r iki göçebe saha arasındaki bü­
tün münasebetleri keı::ebilecek derecede d eğil d i ; nitekim de kesme­
miştir. Turfan, Dun - huanğ, hatta Orkhon nehri vadisindeki delil­
lerden anlaşıldığına göre, "kızıl yüzlü" lerin (Tibet' liler kendilerine
bu adı veı-irler) yakın ve uzak atlı göçebelerle olan ticari, medeni
il İ L İ :'.. '.11 İ ) 1:' İ <.: - A � \ \ 19

ve pek de küçümsenmiyecek siyasi mü nasebetleri devamlı ve çok


zaman gayet sıkı olmuştur.

İç - Asya'nın eski, tarihi yaşayışına yön veren coğrafi kuvvetler


bugün de değişmemiştir ; şu halde bugünkü siyasi manzarasının
teşekkülünde bunların yine müessir olmalarından daha tabii bir şey
olamaz.

Bugünkü siyasi durumu hazırlıyaıı vakıaları geçen yüz� ılın or­


talarında aramulıdır. Sibirya ile Hazer gölü arasındaki göçler gec;i­
dine sahip bulunması itibariyle Rusya'nın Avrupa'lı büyük devletler
arasında İç - Asya'nın batı k ısmiyle ilk alaka gösteren devlet olması
mukadderdi. Silindiği gibi bu alaka kendini göstem.ekte gecikme­
miş, H ive ve Buhara'daki Özbek hanlıkların ın silinip süpürülmesi
şek linde ameli neticeler vererek Türkistan'ın büyücek bir kısmı Rus
egemenliği altına girmiştir. Rusya'nın doğuya doğru daha ziyade ya­
yılmasına ise coğrafi sebepler değil, bir an için pek uyguı!suz şart­
ların araya girmesi engel 9lmuştur. Çünkü bahis rrıeyzuu olan Do­
ğu - Türkistan o zaman da öyle gelişi güzel ele gc:.;iriliverecek s:ı­
hipsiz bir arazi değildi ve orayı elinde tutan da öyle gelip geçici, son­
radan görme biri olmayıp o zamanlar keza kudretinin doruğunda
bulunan büyük bir Asya devleti, Çin idi. <_:in'in buraya kar�ı ol:ı.n
i lgisi ve buradaki menfaati ise hiçbir zaman dünkü gün başh:ımış
değ ildi, çünkü onun bütün yayılrnn gayreti bin beş yüz yıldan beri
bu sahalara yönelmişti. Ufak tefek fasılalar sayı lmazsa bu gayreti
her zaman parlak başarılar taçland ırmı:')tır.

Fakat burada başka bir rakip daha vard ı : İ ngiltere. Ancak ara­
daki zıddıyet uzak, tatbik sahasına çıkmamış planlar altında gizle­
niyor, o vakitler henüz bertaraf edilemiyen ·ve arada engel olan
üçüncünün, yani Çin'in mevcudiyeti yüzünden patlamaya meydan
bulamıyordu. İngiltere Hindistan tarafından genişlemek i.;tiyordu;
asıl açığa vurduğu plan, güya şimdilik Hindist .'daki sömürge ara­ •

zisini emniyet altına almak için Tibct'i ele geçirmekti . Bu plan, bi­
lindiği gibi , uzun zaman yine Doğu - Türkista n'a doğru Rus yayıl­
masının önüne geçmiş olan Çin mukavemetiyle karşılaşarak a k im
kalmıştır.

Bu iki Avrupa'lı rakipten İngiltere'nin durumu şüphesiz daha az


elverişli idi. Rusya 'nın genişleme yönü tarihte denenmiş. tabii yol-
20 BİLİNMIYEN İÇ-ASYA

lardan geçiyordu. İngiltere'nin ise tarihin şimdiye kadarki safhala­


rında istila niyetiyle kimsenin pek sokulamamış olduğu sahalarda,
bütür. engelleri yenerek kendine yeni bir yol açması gerekiyordu.
Tibet Hindistan tarafından zorlanarak kolay kolay devamlı bir is­
tila altına alınamadığı gibi Kişmir tarafından da durum aynıdır, ya­
ni Tibet toprağı bu yönden de nüfuz genişletmeye elverişli değildir.

Rus genişleyişinin Altay ve Güney - Sibirya kenar dağları bo­


yunca Dış - Moğolya'ya açılan yollar üzerinde durması, tıpkı İngiliz
iler!eyişinin Tibet sınırlarında duraklayışı gibi tabiidir, çünkü bu­
rada da, orada da coğrafya kuvvetleri inatçı Çin mukavemetini des­
teklemiştir.

Mancu hanedanını deviren büyük Çin ihtilali, onun ardından ilk


cihan harbi, İç - Asya'yı ele geçirmek yolundaki mücadeleye yeni
bir akış vermişti. İhtilal ve onu takibeden kardeş harbi, iç nizamın
taınamiyle altüst oluşu· ve bütün bunları tamamlıyan karışıklıklar,
savaşlar Çin'in askeri kudretini büsbütün tüketmişti. O sıralarda
Pekin - daha sonra Nanking - hükümeti değil uzaktaki, daha zi­
yade tabi durumda olan ve esas itibariyle imparatorluğun yabancı
bölgeleri demek yerleri askeri muhafaza altında bulundurmak, asıl
Çin'in ııon sekiz eyalet .. denilen kısmının müdafaasını bile başara·
bilecek durumdan uzak bulunuyordu. Onyıllardan beri iç ve dış gai­
leler içinde çırpınan Çin için, tehlikede bulunan kenar ülkelerini
koru'yabilmek için elinde tek bir silah kalmıştı ki, o da politika idi.
İtiraf edelim ki, Çin bu silahı uzun müddet maharetle kullanmıştır
ve nihayet bu da iflas ederek sakınılmaz akıbet kendini göstermişse
bu, onun elinde olmıyan bir şeydi.

İlk önce, uzun mücadelelerden sonra, Tibet'in kaderi damgalan­


dı. İngiltere, fazla bir zor kullanmağa lüzum kalmaksızın amacına
ulaştı. İhtilal ateşi içinde kıvranan Çin'e karşı Tibet'te daha açıktan
ve daha şiddetli olarak hüküm süren kurtuluş kımıldanışının kendi
istila politikası bakımından olan değerini fevkalade bir duygu ile
sezmiş ve göze çarpacak bir şiddetle, Çin'den ayrılmış olan müstakil
Tibet'in yanında yer almıştır. Beri taraftan bu büyük hürriyetin,
cahil ve gem almaz göçebe kavme her hangi bir zararı dokunmama­
sına karşı ise bizzat Lhasa tarafından tedbir alınmıştır. Tibet'teki
budistliğin birbirine rakip ve araları son derece açık iki başkanı,
lllLl�!\flYE!\ l�:- \S\"\ 21

Dalay lama ve Pançen lama arasındaki diktatörlük kavgası o ka­


dar kızışmıştı ki, her iki taraf da dışardan yardım bekliyordu. Pan­
çen lama müttefikini Çin'de bulmuş, Dalay lama da davası için İn­
giltere'yi kazanmıştı. Hiç şüphesiz yalnız bu müttefik seçme işi mü­
cadelenin neticesini belli etmişti. Pançen lama, bilhassa aynı dava
uğruna girişmiş olduğu silahlı savaşı kendi hesabına kaybetmiş bu­
lunan bir müttefikten bir prensip müzaheretir:ıden başka bir şey
bekliyemezdi. Hasılı zaferi Dalay lama kazandı ve onun, daha doğ­
rusu taraftarlarının iktidara geçişi ise memlekette sade İngiliz dost­
luğu çığrının galebesini değil, bundan daha fazlasını: hudutsuz, iti­
raz kabul etmez İngiliz nüfuzunu ve Tibet'teki İngiliz hakimiyetine
zarar verebilec�k her türlü kımıldanışın amansızca boğulacağını ifa­
de ediyordu.

Eski Avrupa'lı rakibi olan Rusya. kendi iç dertleri ve gaileleri


yüzünden Asya karasının bu uzak noktasında olup geçenlerle ilgi­
lenemediği içindir ki, İngiltere Tibefteki planlarını tlaha kolaylıkla
yerine getirebilmiştir. Rusya Sovyet Cümhuriyeti olduktan sonra,
artık bundan böyle İç - Asya hakimiyeti mücadelesinde önemli bir
amil olamıyacağı sanılmıştı. Fakat böyle olmadı. Çok geçmeden ken­
dini toplıyan Sovyet Cümhuriyeti eski çarlık dünyasının Asya'daki
genişleme siyasetini, bırakılmış olan yerden. ancak başka silahlarla,
,
devam ettirmek istediğini açığa vurdu.

Ne olursa olsun bugün vaziyet şudur ki, İç - Asya'nın doğu ve


batı büyük parçaları, iki göçebe anayurt, kısmen eski miras, kısmen
de yeni kazanç olarak Sovyet Rusya'nın elindedir, bu yukarıki iki
parçaya daha gevşekce bağlı bulunan üçüncü güney kısım, yani
Tibet ise, İngiliz nüfuzu altına girdikten sonra şimdilik o eski bir­
likten tamamiyl � kopmuş, ayrılmıştır.

İç - Asya'ya sahip olmak için başlıyan mücadeleyi ve boğazlaş­


maya kadar varan ve şüphesiz bugün bile bitmiş göziyle bakılamı­
yacak olan savaşın manasını, işin içyüzünü bilmiyenler pek de kav­
rıyamazlar. Görünüşte münakaşa Asya'nın en hoşa gitmiyecek, en
verimsiz toprağı üzerinde oluyordu ve buranın tabii zenginliklerin­
den de mucizeler beklenemezdi. ·Büyük kı�mı kumsal ve tuzlu çöl­
den, su bakımından fakir bozkırlardan ibaret olan İç - Asya'nın nü­
fus sıklığı da göze çarpacak derecede düşüktür: doğu bölgesinde
22 B J L İ 'i M 1 Y E N J Ç - A S Y .\

kilometre kare başına bir kişi bile düşmediği gibi, daha kalabalık
olan batı parçasında da 20-yi geçmez. Yalnız Sir-derya ve Amu­
derya veya bölgeleri müstesnadır, buralarda, kolayca anlaşılır se­
beplerden dolayı, yerl�şmiş nüfus daha sıktır.
Hakikaten İç-Asya her hangi nüfus fazlalığını yerleştirmeğe el­
verişli bir saha değildir, çünkü bugünkü nüfus seyrekliğinin sebebi
guya •gittikçe tükenmekte olan, aşağı sınıfıı insanların artık çoğal­
ma kabiliyetlerini kaybedişlerinden değil, sert olan tabiat şartl:ırı­
nın burada fazla nüfus artışına elverişli olmayışındandır. Fakat sö­
mürge usulü yayılmanın en önemli şartı, yani iptidai maddelerin mev­
cudiyeti bakımından buradaki imkanlar hiç de o kadar kısır değil­
.
dir. Bu cihetten her ne kadar Hollanda Hindistanı'nın veya Çin
Hindi'nin zenginliklerine ulaşamaz, hatta yaklaşamazlarsa da, mev­
cudiyetlerini, değerlerini inkar etmek de haksızlık olur. Buranın ya­
pağı, deri ve kürk gibi kendine mahsus mahsullerini bir tarafa bıra­
karak sade güney - batı sınırlarında geniş ölçüde yetiştirilmekte
olan endüstri nebatlarını !pamuk v.s.) düşünmek yetişir. ijunlardan
haşka sınırlar boyunca uzanan kenar dağların ve Altay'ların maden
hazineleri planlı ve bilgili bir işletme ile başlıbaşına paha biçilmez
değer ifade ederler. Tibet'in henüz açılmamış olan altın madeni ele
bayağı bir efsane haline gelmiş ve Çin'de hemen baştan başa yayıl­
mıştır. İngiltere aleyhindeki şikayetlerin usanç verecek kadar tek­
rarlanan nakaratı da İngilizlerin Çin altınına - hem de Tibet'te! ?­
el koymak isteyişidir.
Fakat İç - Asya'daki genişleme siyasetinin yaylarını harekete
getiren bir şey daha vardır ki, o da burasının, zengin ve medeni böl­
gelere açılan birçok yollariyle bir geçit sahası oluşudur. Ancak bu
hakikatı itiraftan her iki ilgili taraf da çekinmiştir. Mamafih aynı
hakikatı eski gelip geçici göçebe beyleri de anlamışlar ve.bu önemli
şahdamarfa.rını güçlerinin yettiği kadar ellerinde tutmağa çalışmış­
lardı. Ve o zamanın daha samimi ifadesiyle açıkça ganimet sahası
denilen o zengin ve medeni yerlere ancak bu suretle, kolaylıkla so­
kulabilmişlerdi.
Fakat o eski sahiplere ne oldu ki bu büyük kavgada sesleri bile
duyulmuyor?
Onlar yüzyıllardan beri sürüp giden boğuşmalarda birbirlerini
adamakıllı zayıflatmışlar ve son zamanların büyük meseleleri or-
11 1 1. i \ �I 1 Y F :'>\ 1 Ç - .·\ S Y .\ 23

taya çıktığı zaman ise artık kı mıl dı yacak takatları kalmamıştır. On­
lar ın kalkınmalarının sırrı eski siyasi ku ruluş tarzları, aşiret usulü
idi ki, çok defa mahvolmalarının da sebebi ol muştur . Her ha ng i bi r
kudre tl i a şi retin etrafına, kendi istekleriyle veya cebri teşvik üze­
rine. dah:.ı küçük ve daha zayıf kabile kümeleri, aşiretler, hücrele­
rin çoğalışı gibi ka tılara k , hatırı sa y ı lır müttefik teşkil ederle r d i.
Bu ittifaklar hazan öyle bir kuvvet haline geli rdi ki, içlerinden kaç
kere dü nya impa ratorl u klar ı meyda na gelmişti. Buna karşılık, içe­
ride her hangi bir karışıklı k baş gösterince, yahut da fethed i len sa­
halar devamlı olal'ak merkezden idaresi mümkün olamıyacak de­
recede aeni�lcyincc. bu unsurlar yine aynı tabiilik ve kolaylıkla da­
ğ ı lıv eri r lerdi. Bu atomlar kımıl danış ını n zay1f tarafı devamlılık nok­
sanıdır. kuv\'ctli tarafı ise, yurt kuran l\1acarlara d �:ir bir kaynağın
yazdığı gibi. onları kati olarak yenmek, yahut istila altına almak
mümkün olamı:ı y ı şındad ır ; çünkü vuruş ne ka d a r �iddctli olursa o l­
sun. lrnbik� ttsulü he men kendisine yeni hayat ,·erecek ol a n hücre
üretimine bcışlar.

Anlaşılan İç - A!:iya 'n ı n bugünkü sa hi p leri, kabile usulündeki


bu hayat kudret ini n farkına varmış nlac::ıklar ki. onun yerine y:wa�
yava� ve bclh·li bir amaç ile koyc.lı.;kl::ırı siyasi niza m, o usulü n pl a n
<laiı·c:;i.nde ortadı:ın kald ırılm�s ın ı hedef tu tmu ş g i bi d ir .

Biz kitabımızda yal nıı. Altay'dan doğuya ve batıya doğru uza­


nan ve bugün Rus hiı.kimi)teti altında bulunan bölümün durum u n u
inc el iycceğiz. Güney - doğu bölümün ü, yani Tibet'i devmnlı şeki lde
dikkate a lmıy::ı cağız, çünkü bu toprak parçası hakkındaki bilgileri
ayrıca . hult.�a halinde toplamış b aşa r ılı bir eser yakınlarda çıkmış­
tır,:;: alakadar burada s öy le ne nleri oradan ta maml ıyabili r . Umumi
olarak, Tibet'le ilgili yerler veya dediğimiz eserde bahsi geçmiyen
meseleler geldikçe Tibe t münasebetlerine yine yer verilecektir.

Altay'lann doğusunda bugün münhasıran Moğol kabileleri ya­


şa ma kta d ı r . eskiTürkler yüzytllçırca önce başka alanlara çekilmiş­
lerdir. Bu kab i leler içinde en tanınmışı ve ta so n zamanlara kadar
en k u d re tl isi Khalkhadır. Bu Moğol kabilesi kendini Cengiz han so­
yulildan saynr. En büyük ve en ö nem li s::ıha onundur. Khalkha kabi-

* V, Juhut:, Tibet. Budapest. 1936.


24 BILIN M I Y EN İÇ-A S Y A

lesi Mancu hanedanına ait Dış - Moğolya'nın en ileri gelen kabilesi


.
olduğundan öteki küçük akraba kabileler arasında bir nevi göçebe
hakimiyeti sürmekte idi. Bugün Sovyetler Birliği'nin Moğol Cüm­
huriyeti halkını teşkil edenler onlardır. Sovyetler en eski beş kabi­
lenin (aymak) arazi taksimatını, salahiyet çevresini bozarak 1931-
de bütün ülkeyi 13 idare bölgesine ayırmışlardır.

Moğol Halk Cümhuriyeti'nin arazisi bir milyon kilometre kare­


den fazla genişliktedir. Tam olarak ne kadar olduğunu Ruslar ken­
dileri de bilmezler, çünkü doğu ve güney sınırları eskiden beri be­
lirsizdi. Bu herhalde azımsanmıyacak büyüklükteki toprakta nüfus
sıklığı tam çöl karakterine uygundur. Ahalinin ezici çoğunluğu Mo­
ğoldur. Sayısı beş bini ancak bulan Çin'li nüfus burada çok su bu­
lan�ırmaz; mevcudu yüz bin etrafında oynıyan Rus kolonisi daha
önemlidir. Moğolları 600.000 olarak tahmin ederler, fakat bu rakam­
da, 1924-te elde edilen mallımata göre sayıları yine 600.000 kadar
olan kölelerle 1918 tahminlerine göre 480.000 kadar olan papazlar
ve lamalar yoktur. Bu üç rakam yazık ki yalnız muhtelif zaman­
lara ait olmakla kalmayıp, aynı zamanda birbirine taban tabana zıt­
politika vaziyetlerinin neticeleridir. Halen kölelerin sayısı çok daha
az olduğu gibi en ziyade 1918-de resmi yardımın kesilmesi üzeri­
ne ekmeklerinden emin olmıyan lama sürüsü de gözle görünür su­
rette cksilmeğe başlamış, sonraları Sovyetlerce alman tedbirler üze­
rine ise daha çok azalmıştır. Şu halde ilk 600 bin rakamının içinde
- ki zaman itibariyle üçünün en yenisidir - öteki iki tabakadan da
miktarı kestirilemiyecek kadar yığınlar vardır. Moğol Sovyet Cüm­
huriyetinin milli nüfusunu şöyle böyle bir buçuk milyon olarak tah­
min edersek herhalde pek yanılmış olmayız. Bu milli nüfus Khal­
khadan maada daha başka Moğol kabileleri. ile, ezcümle - yalnız en
önemlisini söyliyelim - Kalmuklarla aynı soydan olan Oiratlarla
da artmaktadır.

Moğol Sovyet Cümhuriyetindeki Moğollar hayvan yetiştirici


göçebelerdir. Milli servetin en önemli kısmı şüphesiz, halkın geçi­
mini temin etmekte olan 17 milyon hayvandır ki, bunun dörtte üçü
koyundur. Memleketin iktisadi varlığı bu hayvan kadrosu etrafın­
da döner ve ihracatın ciddi olarak hesaba katılabilecek tek mad�
desi de budur. Rejim değişikliğinin husule getirdiği siyasi sarsıntı
pek tabii olarak iktis_adi hayatta da tesirini şiddetle duyurmuştur.
'l\\tbnılYEN iÇ-ASYA

Moğolistan Çin'in eyaleti olduğu müddetçe ticaret hayatlnin hemen


tekmil bağları bu memlekete yönelmiş bulunüyordu. Fakat Sovyet
Rusya Urga'yı ele geçirince her şey değişti, Moğolya'da Çine yönel­
miş olan iktisadi mübadele uzun müddet durakladı. Durum daha
·sonra da düzelmedi, ahval no:rmalleşince de Moğol ticaret hayatı­
nın Rus menfaat çevresine bağlıınması işine plan dairesinde başlan­
dı. Son durum hakkında bir fikir verebilmek için tam da buhranlı
yıllardan alınmış olan birkaç misal yetecektir. Moğolya'nın 1927-de
Çin'e ihracatı 12 .milyon tıtgrik tutarken, 1929-da 6 milyona, aynı
yıllarda Çin'den yaptığı ithalat 27.5 milyondan 8.5 milyona düş­
müştür. Rusya tarafına ise aynı yıllarda rakamların arttığı görül­
mektedir: ihraoat 17 ve 21 milyon, ithalat 4 ve 7.5 milyon. Duru•
mun böylece değişmesinde de Çin'in zararının Rusya'nın kazancın­
dan fazla olduğu o yıllardaki siyasi huzursuzluklarla izah edilebi­
leceği gibi belki Moğolistan'ın tabii piyasalarının ne de olsa güneye
doğru açılmasiyle de açıklanabilir.

Nakil şartları burada bugün dahi iptidaidir, atalardan kalma


deve kervanları ile yapılan nakliyat yavaş fakat ucuzdur; her ne
kadar birçok yerlerde kamyonlarla çöl nakliyatı yapılmakta ise de
bu, şimdiye kadar eski usulü tamamiyle kaldıramamıştır ve belli bir
zamana kadar kaldırabile::eğe de benzememektedir.

Moğolların kendilerine mahsus medeniyetleri, Sovyetler idaresi


altında da kaybolmamış, çünkü bu kavim ve onun önderleri şiddetli
bir özleyişle Cengiz han geleneklerine atılmışlardır. Resmi dil artık
Çince veya Mancu dili olmayıp, hatta Rusça da değil, eski Moğolca­
dır. Bu dilin yazısı i�in Sovyetlerin ileri sürdükleri, Latinceden yap­
ma yazı şekillerinin hic�birini almamışlar, eski kahramanlık çağla­
rından kalma Uygur - Moğol yazısına sarılmışlardır. Şöyle böyle kü­
çük bir ilim akademileri, bir de üniversite süsü verilmiş yüksekçe
okulları vardır. Her iki müessesenin de Moğolların eski şan ve şe­
reflerini ne büyük bir gayretle beslemekte, öğretmekte ve yaymak­
ta olmaları dikkate değer.

Moğolistan'ın kendine mahşus dinini, hatta dindarlık karakte­


rini yeni siyaset sistemi de değiştirememiştir. Budizm dininin bü­
yük mezheplerinden biri olan lamaizm Tibet'ten maada bu mem­
lekette mevcuttur. Moğolistan'da Ulan batar khoto (Urga'nın yeni
26 BİLİNMİ Y l::N iÇ-ASYA

adı) Rus emri altına gireli Tibet'le olan münasebet tabiatiyle ken­
diliğinden kesildi, Çin imparatorluk sarayının teveccühünü ise ih­
tilal yüzünden çoktan kaybetmiş bulunuyorlardı. Eski hubilganlar,
yani canlı tanrılar, en yüksek ve ikinci derecedeki sayın lamalar ök­
süz bir durumda kendi hallerine bırakılmışlar, bir zamanlar deb­
debeli, şimdi metruk ve yıkılmağa yüz tutmuş manastırlara ve kili­
se - köylere bakan kalmamıştır. Bununla beraber eski din gayreti.
hem de yalnız basit halk çocuğunun kalbinde değil, ilerigelenlerde
de, pek açığa vurmasalar bile, yine de yaşamakta, gelişmektedir.
Moğol Halle Cümhuriyetinin kuzey - batı komşuluğunda Tuva
veya Tannu - tuva adlı bir Moğol cümhuriyeti daha vardır. Burasını
kuz�yden Sayan dağlarının, güneyden de Tannu - ola'mn çevreledi­
ğini söylersek, yerini daha iyi belirtmiş oluruz. Bu ıcıenıleket ;es­
men Sovyetler Birliği himayesi altında bulunmaktadır.
Gerçekten Tuva oldukça garip bir devletçiktir. bilginlerden
maada onunla ilgilenen hemen yok gi b i dir. Fakat onların Sibirya ile
İç - Asya sınırında bulunan bu 65 bin nüfuslu küçücük memlekete
karşı ilgi göstermeleri için de her türlü sebep mevcuttur. Resmi
dili olan Moğolcayı halk arasında anlıyan yüzde ikiyi hile bulmaz,
çoğunluk Türk - Tatar cinsinden insanlardır. Lamaizmi bilirler, fa­
kat asıl dinleri şamanizmdir. En büyük hususiyeti yine de rcn-g>:�yi­
ği kültürünün en güney sınırının buradan geçmesidir; Sibirya·nın
bu özel ehli hayvanı Tuva'da hem atın hem de sığırın yerini tut:.ır
ki, esasen bu dağlık ve ormanlık ufak memlekette he;.· ikisi de pek
az bulunur. Tannu-tuva halkı doğu komşusu Moğol gibi !ıayv�n ye­
tiştirici göçebe olmayıp bu işle hiçbir vakit uğraşmamıştır da; o
ormanda yaşıyan avcıdır, fakat bu işin tam ehlidir.

Minimini Tuvn. istiklali uğrunda koca Çin'e kafa tutmuş ve ken­


disine nispetle bir dev o]an Moğolya ile pençeleşmiştir.

Altay'lardan batıya bugün Türklerle İran'lılar bulunmaktadır.


Türk deyince yalnız İstanbul'lu Türk hatıra getirilmemelidir.
Türk yalnız Mustafa Kemal'in milleti değildir, ondan gayri İç-As­
ya'da, Sibirya'da, İran'da, Doğu - Rusya'da, Kafkasya'da başka baş­
ka adlarla daha şöyle böyle kırk tür1ü Türk kavim veya kabilesi ya­
şamaktadır. Atalarının yaşayış tarzını, yani göçebe çobanlığı en zi­
yade muhafaza etmiş olanlar İç - Asya Türkleridir, içlerinden an-
K İ L İ '.'li M 1 Y E '.': 1 Ç - .\ S Y .\ Ti

cak pek azı bir yere yerleşmiş ve kendilerine esasen yabancı olan
çiftçiliğe başlamıştır. Eski cetlerinin dinini, daha doğrusu dinlerini
islamlığın kızgın rüzgarı daha başlangıçta, İç - Asya bozkırlarını ve
vaha - iskanlarını supurup geçtiği zamanlarda bırakmağa mec­
bur kalmışlardır. Bugün buradakilerin hepsi koyu müslüman ve
Sovyet tebaasıdır.

İç - Asya Türkleri arasında müttefik cümhuriyetler çerçevesin­


de bir dereceye kadar müstakil hayata kavuşanlar: göçebe veya· ya­
rı - göçebe Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenlerle, kısmen bir yere yer­
leşmiş Özbekler, Karakalpaklar ve Sartlardır. Daha yakınlarda Sov­
yet Rusya ile münasebete girişmiş, yani ona bağlanmış olan Çin Tür­
kistanı'nın Turki adı verilen Türklerini de unutmıyalım. Sovyetle­
rin müttefik Türk cümhuriyetleri pek de öyle milli devletler değil­
lerdir, çünkü mesela Karakalpaklar, kendi memleketlerinde halkın
ancak yüzde 37-sini te�kil ederler. K�zaklar bu bakımdan daha ta­
lihli durumdadırlar, çünkü onlar yüzde 50 nispetini bulmakla öğü­
nebilirler, Özbeklerin cümhuriyeti ise hepsinden ziyade gıptaya de­
ğer, çünkü nüfusun dörtte üçü Özbektir.

Müttefik cümhuriyetler olarak Sovyetler Birliğine dahil olan


yerler şunlai·clır : Kırgızistan, Tanrı - dağları ve Alatau bölgesinde
olup genişliği takriben 200.000 kilometre karedir, başkenti Pişpek
yahut bugünkü adiyle Frunze'dir. Kazakistan. mesahası 2.814.600
klmk., nüfusu yedi milyondan yukorı olup başkenti, İli nehri kıyı­
sında 64 bin nüfuslu Alma-ata'dır. Türkmenistan, 443.000 klmk.
genişliğiyle, Avrupa ölçüsüne göre bugün bile güze çarpacak bü­
yüklükte bir memlekettir. Buna karşı nüfusu yalnız l".270.000 ki­
şiden ibarettir. Başkenti Aşkhabat 'tır. 172 bin klmk. yüzölçümü ve
beş milyon nüfusiyle Özbekistan ise eski Buhara hanlığını ihtiva
eder, başl:enti meşhur Taşkent şehridir. Dediğimiz gibi bunlar müs­
takil müttefik cümhuriyetlerdü-. Aral göJünün güney kıyı bölgesinde
bu lun an Karalcalpakistaıı ·a gelince, bu o kadar ileri gitmemiş, Sov­
yct Ctimhuriyetleri ittihadı içinde muhtar bir arazi olarak kalmıştı:-,
ve Moskova'ya olan bağlılığı; evvelkilerden daha sı.kı imiş. Beş bin
nüfuslu berbat bir yer olan Turtkul adlı başkenti hakkında şimdiye
kadar Batı'da çok bir şey söylenmemiştir. Daha y.ai;-!nlarda Rm� ha�
kimiyeti altına girmiş olan Çin Türkistanı, eski Çin &cli�;le Si.n -
cianğ'a dair henüz elimizde tam bir bilgi olmadığı gibi Moskova ile
R i t f !\' M I Y E N f Ç - A S "ı' A

olan resmi münasebeti n in ne merkezde olduğu da pek belli değildir.


Herhalde prensip bakımından, yukarda adları geçen cürnhuriyetler­
den daha serbesttir ve Moğol Ha lk Cümhuriyetininkine benzer bir
nevi istiklal elde edebilmiştir.

Katalog usu l ünde siral,.dığımız bu kuru bilgilerden an l ıyoruz


ki, eski tek parça Rus imparatorluğu iç - Asya'da mozaik-parçalara
ayrılmıştir, Böyle olma'kla beraber bu yen i devlet eyaletler siyasi -

bakımdan yine merkezt! btığh kalmışlardrr ..

Bununla beraber eski durum yine de esaı:>H bir d eğişikliğe uğra�


mıştır. Çarlık devrinin ruslaştırma siyaseti büsbütürl or,tadan k�llv
mamiŞsa hilP 'lfııvvf'ti azalmıştır ve muhtariyetle idare· oltlrıan yer­
ler, müttefik cümhuriyetler ilah. hittnbi Rus politikasının menfaat­
leriyle çarpışmıyacak bir hudut içinde, dilf(•'Tİ.ni Vft milli kültürlerini
kuvvetleştirmek, geliştirmek alanında serbesttirler.. Dillerinin tec­
ridedilmiş bir halde kalması 'yüzünden şimdiye ka d f\rld hakJmiyet
'1P.vrinde yaklaşması imkansız bir halde kalmış bulunan kitl�lert�
�okutabi lmek l�irı, b uradaki dilleri canlandırma işini bizzat Môsko··
va teşvik etmiş, desteklemiştir. La lin harfleriyle yeni yazı uydll.ıı.ı.ı·
muş ve yazı yazma mal'if�tinin geniş halk tabakaları arasında ya­
yılışına engel olan eski, zor yazıların yerine bunun kullanılması
mecburi kılınmıştır. Şimdiye kadar hiçbir vakit tesbit edilmemiş
ölart diller de yazıya ve kitaplara kavuştu, gerçekten batma yolunu
lutmuş olan birtakım ekzotik diller adeta son nefeslerinde yeniden
kuvvet buldular.

İ ktisadi alanda h ayvan yetiştiriciliğin gelişmesi ve onunla bir­


lik te planlı ziraatçilik ise adeta' kendiliğinden meydana gelmiştir.
Kazakü;tan'ın 30 milyon başl ık hayvan kadrosu ; Kırgızistan'ın sade
koyun mevcudu dört milyonu bulan sürüleri devlet kontrolu altına
girdi. Türkmenistan ve Ö zbekistan bozkırlarında otlıyan koyun, sı­
ğır, at ve develerin sıkı bir sayımı yapıldı. Yapak ve deriyi devletin
merkezi teşkilatları toplatmakta, iç piyasada ve yabancı memleket­
lerde kıymetlendirmektedir,

Zlr:ıat büyük ölçüde olarak Özbekistan'da gelişmekte ise de Kır­


ı:ıızlstan'la Karaka lpakistan'ın elverişli alanlarında da gittikçe geniş­
lemektedir. Atadan kalma eski suni sulamaya bugün de ihtiyaç var­
sa da, tabiatiyle bunlar teknik ve mühendislik bilgilerinin yardımiy-
BİLİ N M i Y E :\ İ Ç - A S YA 29

le oldukça ıslah edilmiştir. Eski, babayani sükunet zaten sona ermiş­


tir. Ziraatin en önemli mahsulü olaiı pamuk eskiden ne kadar bi­
terse onunla yetinirler, kendilerini zorlamazlardı; şimdi o eli ağır
Özbeklerden ve Türkmenlerden rekor mahsul istenmekte olup buna
göre teşvik olunmaktadırlar.

Rus endüstrileşme salgını buralara da bulaştı, ucuz işçilik im­


kanları yapağının, pamuğun, derinin yerinde iŞlenmesini ayrıca ca­
zibeli bir hale koymuştur. Sovyetlerin iktisadi ilgisini en ziyade üze­
rine çeken bölge de hepsinin büyüğü ve en zengini olan Kazakistan
olup burada muazzam dokuma ve kimya fabrikaları kurulmuştur.
Kendisine karşı gösterilen ve pek de menfaatsiz olmıyan bu alakaya
karşı Kazakistan, doğu dağlık bölgelerinin demiriyle, kurşunu, kö­
mürü, altını ve petrolü ile şükranını ödemektedir.
İç - Asya 'da, Altaylardan batıya doğru, Türklerden başka bir
de İran' lıların yaşamakta olduklarını söylemiştik. Onlar da bu top­
rakların eski halkıdır, hatta baskıları altında ezildikleri Türklerden
bile daha eskiden beri burada bulunmaktadırlar. Bir zamanlar kuv­
vetli, ehemmiyetli ve zengin olan kabileleri büsbütün ortadan kay­
bolmamışlarsa bile çok ufalmışlar ve son korunma yeri olarak Pa­
mir'in sokulunmaz dağlarına ve yaylalarına sığınmışlardır. İçlerin­
den yalnız biri, Tacik kolu bugün de gelişip yayılmaktadır. Bunlar
Acemlerin yakın akrabası olan çiftçi ve tacir bir kavimdir. 1 925-ten
beri Rus himayesi altında, Tacikistan adlı devletleri içinde yaşamak­
tadırlar, başkentleri, bugünkü adiyle Stalinabaftır.

Bu birkaç verinti İç - Asya'nın bugünkü durumu ve kuruluşu


hakkında umumi bir fikir verebilir. Burada yaşıyan kavimleri, ka­
bile1eri Batı'da uzun müddet iptidai, garabet örneği birtakım insan
yığınları gibi görmüş ve onlara sırf romantik yönden renk vermeye
çalışmışlardır. Bu miskin göçebelerin, basit ve kendi halindeki ço­
banların cetlerin i n bir va.kitler başka türlü yaşamış olmalarını ise
kimse hatırından bile geçir�memişti. Eski çağlara dönüp geçmiş yüz­
yillarda bu topraklarda neler olup geçtiğini anlatacak vasıtaları el­
de etmek için son onyılların büyük keşif başarılarına ihtiyaç vardı .

.. Bugün artık biliyoruz ki, tarihsiz sanılan İç - Asya'da büyük


göçebe imparatorluklar yaşamış, son iki yüzyılın iptidai hayatını
gördükten sonra kimsenin tahmin edemiyeceği medeniyetler kurul-
RİLİ ' '-1 İ 'ı E 'I; İ (,'. - \ S Y \

muştur. Bu geçmişin ele geçirileb i lecek bütün ayrıntılarını, hatta


bunların en önemlilerini bile burada tanıtmaya çalışmak çok kül­
fetli bir iş olur. Bu tafsilat yığını mütehassıs bilginlerde heyecanlı
bir ilgi uyandırırsa da, bugünkü hani. ve henü� tam şeklini almamış
olan kaynak malzeme ufok tefek hadiseleriyle, garip ve yabancı bir
sürü adlariyle, bu sahaya yabancı olanlar için yorucu olabilir.
İ şte bunun içindir ki, bizim burada yapacağımız, bu bilgi yığını için­
den, büyük çağlara, önemli hareketlere dair, bugün de sarih olarak
c:ıkarabileceğimiz neticeleri taslak halinde veı·mekten ibarettir.

İ ç - Asya'da ilk büyük göçebe devlet İ sa'clan önce III. yüzyılda


A!tay'ın doğusunda, bugünkü Moğolya'da kurulmuştu. İ rili - ufaklı
bazı göçebe kabileler büyük çölü daha evvelleri de geçmişler ve uzun
yahut kısa bir zaman sınırlarda Çin'lilere rahatsızlık vermişlerdi ,
fakat tehlikeli rolleri ancak Mao-dun adlı hükümdarları zamanında
başlamıştı. B u merhamet nedir bilmez, kanlı göçebe reisi idareyi e­
line aldıktan sonra ( i. ö. 209 ı . yoluna dikilen herkesi boğazlatmış.
kendi ailesine karşı bile in�af göstermemişti . Ondan sonra mu taassıp
ordulariyle yürüyerek, bozkır ve çöl dünyasında ele geçirdiği bütün
kabileleri çiğnedi geçti. Sonra çoğalan kuvvetiyle Çin'lilcre döndü .
Çin'liler ise bu sefer gelenlerin sınırlarda çapulculuk için gel miş
alelade soyguncu kabileler olmayıp, tehlikeli bir askeri kudretin teh­
didi karşısında bulunduklarını görerek telaşa düştüler.

Mao-dun'un zamanında yeni doğmuş olan göçebe devlet Kora'­


dan Aral gölüne kadar yayılıyordu ve azametli gö�ebe hükümdar,
Çin'in kuzeyindeki bütün memleketlerin kendisinin olmasiyle öğ li­
nüyordu. Ve her ne kadar Çin cesaret ve meharetle, fakat herhalde
var kuvvetini kullanarak bu akınlara karşı kodu ise de, değişik talih
ile sürüp giden harblerde bazı kuzey eyaletlerini, -- geçici bir za­
man için de olsa - elinden kaptırdı.

l\IIa o - dun'un bu büyük göçebe ka vmi H iunğ - nu idi. Çin' liler


onları bu adla andıkları gibi herhalde onlar da k cn d ilerb c böyle
bir ad veriyorlardı. Batı'lı araştırıcılar bu Hiunğ - nu'ların ne tür­
lü bir kavim, Türkler mi, Moğollar mı, yoks:ı başkaları mı olduk­
larını yorulmak bilmez bir gayretle in c el ey i p araştırdılar. Bu öyle
esrarlı bir sorudur ki, buna bugüne kada r tatmin edici bir cevap
beyhude arandı. İ sim benzeyişi, savaşçı hayat şekli ve bazı k ron a-
B i L i N M İ Y E N fÇ - A SYA sı

lojik sebepler daha bundan iki yüz yıl önce Batı bilginlerini, Çin
kaynaklarında adı geçen bu Hiunğ - nu'ların hakikatte büyük ka­
vimler - göçü devrindeki Hunlar oldukları düşüncesine iletmişti.
Şüphesiz bu tahminde şunun da hissesi vardı ki, kavimler - göçü
devrindeki göçebe sürülerinin cetlerini Asya'da -aramak icabediyor­
du. O zamandan beri de ilim bu alanda kararını verememiş ; Hiunğ­
nu kavimiyle Hunların aynı olduklarım ne yalanlamış ne de doğru­
lıyabilmiştir. Fakat o farazi):e artık sarsılma� bir akide haline gel­
diğinden zamanımızın başlıca bilginleri Hiunğ-nu'lara Asya'lı Hun­
lar demektedirler. Bu itibarla burada biz de bu adı kullanacağız.

Demek oluyor ki, Asya'nın ilk göçebe imparatorlugu Asya'lı


Hunlarındır ; o imparatorluk ki gerek büyüklüğü gerekse çöküşü ba­
kımından, daha sonraki bütün göçebe hükümetlerin kuruluş ve ba­
tışlarının iyi bir örneği olmuştur.

Mao-dun'un ölümünden sonra yavaş yavaş kabile reisleri ara­


sında rekabet ve merkezi hükümetin zayıflaması başlıyor ve devle­
tin mukavemet kudreti gittikçe gevşiyor. Derken birkaç büyük as­
keri felaket, derken en e-lverişsiz bir zamanda gelen tabii afetler;
bütün hayvan mevcudunu kırıp geçiren büyük bir kuraklık veya öl­
dürücü bir kış . . . ve göçüş artık önüne geçilmez bir şeydir. Nitekim
böyle de oldu. Çin'liler bu çevik göçebe atlıların münasebetsizlikle­
rinden zatert yaka silkiyorlardı ; bir müddet sonra onların savaş sır­
larını öğrendiler ve nihayet kendi harb aletleri v� taktikleriyle Ü­
zerlerine yürüdüler. Çin'liler elde ettikleri başarılardan cesaret
alarak bu ganimet düşkünü sergüzeştçi akıncıları sınırlarından kov­
makla yetinmeyip pervası:ı:ca büyük bir işe karar verdiler : kalktılar,
yenilmiş olan Hunları çölün bir ucundan öbürüne kadar kovalıya­
rak onları kendi yurtlarında tepelediler.

Göçebe imparatorluk dağılınağa başladı. Kabile boğuşmaların­


dan ve Çin darbesinden kurtulabilen bir kol Altay'ları geçerek, İli
vadisi taraflarına yerleşti. Bu suretle Doğu - ve Batı - Hun- impara­
torlukları vücuda gelmiş idiyse de her ikisinin kaderi de belli ol­
muştu. İkiye bölünmüş olan düşmanın hakkından gelmek Çin'liler
için kolaylaşmıştı. Birbiri ardına gelen felaketlerden kaçan bazı ka­
bileler kuzey ve batı yönlerinde uzaklara göç ettiler. Bazıları ise
kudretli Çin imparatorluğuna, Gök oğluna boyun eğmeyi tercih et-
B i L IN Mi Y F. N iÇ- A S YA

tiler, o da imparatorluğun o zamana kadar tehdit altında bulunan


ve çapullara uğrıyan sınırlar ın ı kendi dik kafalı k a rdeş ler i ne k arş ı
korusunlar diye onları sınır boylarına yerleştirdi. Hunlarm daha ön­
ce boyun eğdirmiş oldukları yabancı kabilecikler Hun imparatorlu­
ğunu zaten seve seve taşımadıklarından, onlarda zayıfl ı k alameti
belirince bu zora ki ittifaktan birbiriyle yarış ederces ine ayrıld ı lar.

Ve Asya Hunları amansız bir surette tükenmekte idiler. İlk ön­


ce Kuzey-Moğolistan impara tor lukları çökmeğe başladı, İsa'nın do­
ğumu yıllarında 1-Iun-Çin komşuluğu artık mazinin şerefl i bir hatı­
rasından başka bir §ey değ i ldir , b::ı tıda da daha yüz yıl kadar tutu­
nabildiler, fakat sakınılmaz akıbet kendini fıurada da çok b�kletme­
di. Müttefikleri tarafından terk edilmiş olan Hun hüküm0arı, kendi
deyimleriyle şan-yü, ark;:ıda;·; kovalıyan Çin "!ilerden ka.:;arak baş­
kentine sığındı, fakat yeise düşmüş bir halde, artık her şeyin nafile
olduğunu, gökle toprağın kendi aleyhinde birleşmiş olduklanm an­
lamış bulunuyordu. Başka zaman az s.'.izh.i , kuru Çin kaynakları. son
müstakil Hun hükümdarının can vererek mahvolduğu bu mücade­
leyi bütün dramatik tafsilatiyle tasvir €derler. Hun kavminin ne
olduğu ise artık Çin'lileri ilgilendirmiyordu.

Fakat Avrupa'ya komşu s.8 halara dağılmış ulan bu orduların


ve onlara men�up göçebelerin akıbeti Batı bilgininin hayalini o n i s­
pette fazla işletiyordu. Kuzeye mi gitmişlerdi yoksa güneye mi, ya­
hut da acaba Volga'ya doğru mu yolla.nmı�lardı? Hun ve H iu nğ-nu '­
nun aynı kadın olduğu mütalaasında bulunanlar tabiatiyle son şekli
kabul ediyorlardı. Onlara göre. dağılmış olan Hun kıtaları, felaket­
li yenilgiden sonra yavaş yavaş bellerini doğrultmuşlar, kabile bağ­
ları yeniden sağlamlaşmış, yanlarına güzellikle veya zorla , taze
müttefikler bulmuşlardı. Bütün bunlar guya büyük mağlubiyetin
vuku bulduğu yerden çok uz al<ta . Çin'lilerin alaka ve ku vve tler i n in
erişemiyeceği yerlerde oluy ordu . İsa 'dan sonra iV. yüzyılda yeniden
kendilerini tnparlıyarak veyahut belki de lıer hangi bilinmiyen, do­
ğudan gelen bir baskının te3iri altında , Alanları enlerinde kovalıya­
rak Doğu - Avrupa'ya girdiler. Attila"nın korkunç Hunları guya işte
bunlardır.

Asya'daki Hun imparatorluğunun ufalmasından sonra, Alt ay­


ların ötesinde de beris i nd e de, bir müddet sükun hüküm sürdü. Fo.-
h İ L İN M J Y E � İÇ - A S \' .\

kat iV. yüzyılın sonunda, eski Hiunğ-nu devletinin yerinde yeni bir
cenkçi atlı - göçebe kavim, Juan-jua1i peyda olarak yay.ılmağa bas­
ladı. Çin'lilerin sad�e bu yeni adı öğrenmeleri lazımdı, yoksa sını;­
larını tehdideden bu pervasız göçebeler hakkında eski bildikleri
kendilerine yetişirdi. Juan-juan'ların hilviyetleri de Hiunğ-nu'lar
gibi tamamiyle bulanıktır. Gabi çölünün kuzey taraflarından güne­
ye doğru akıp gelen bu göçebe kavim unsurunun İç - Asya'daki dil
ve ırk kollarından hangisine mensup olduğunu bugün de bilmiyoruz.
Bazıları, bu Juan-juan'ların yolunu, Asya'daki rollerini bi tirttikten
sonra Avrupa'da takibederek, Asya 'dan kaybolan bu kavmin Avru­
pa'da Avar adiyle göründükleri mütalaasında bulunurlar.Tıpkı Hiunğ­
nu vıe Hun ayniyeti meselesinde olduğu gibi, bunlar hakkındaki
kanaatler başka bakımdan da dağılırlar : bazılarına göre Juan..juan'­
lar da (yani Avarlar da ) Türktürler, halbuki başkaları ise bmılarda
Moğolları araştırırlar.
Juan-j uan'lardan biraz sonra, tahminen IV. yüzyılda, yine men­
şei esrarlı bir başka büyük göçebe kavim görülür ki, bu da To-ba'dır.
To-ba sonuna kadar Asya'lı olarak kaldı, hiçbir vakit Altay'lardan
beriye geçmedi. Gerçekten buna sıra da gelmedi, ı;ünkü o, ken­
dinden önceki iki kavmin beyhude yere denemiş olduğu şeyi başa­
rabilmiş, o zamana kadar yenilmez sanılan güney rakibini yenmcğc
muvaffak olmuştu. To-ba hükümdar ailesi Kuzey-Çin'in en büyük
kısmını zaptederek, Gök oğlunun tahtına geçti. Ancak bu zafer za­
hiri idi. Silah zoriyle fethedilmiş olan Çin, içerilerine kadar sokulan
bu göçebeleri medeniyetiyle, manevi kuvvetiyle ezdi ve onlar, belki
kendileri de farkına varmaksızın Çin'li haline geldiler. To-ba hü­
kümdar ailesinden, Çin'in en büyük hanedanlarından biri olan Vey
doğdu.
VI. yüzyıldan itibaren daha aydınlıkta yürüyoruz, artık ilk
Türkler görünmüşlerdir.
Juan-juan imparatorluğunun yıkıntıları üzerine Kök Türkler
devletlerini kuruyorlar. Anayurttan, yani Orkhon nehri vi.ıdisinrlcn
etrafa yayılan Kök Türklük çabucak büyüyüp gelişiyor. falcat daha
birkaç onyıl bile geçmeden, karakteristik göçebe devlet d.ığılışı vu­
kua geliyor. Bu suretle Orkhon vad isinden yalnız Doğu Kök Türk -

devletini idare ediyorlar ve gelenek halini almış olan ölüm-kalım


savaşını Çin'lilere karşı bumdan devam ettiriyorlar. Ilalkaş g:jlünün
il t L i I' \1 İ Y E '.; t �; - A S Y A

güneyinde, İli vadisinde ise Batı - Kök Türk devletinin başkabilesi


oturmaktarlır ve . bunun birinci düşüncesi güneye ve batıya doğru
yayılmaktır. Çin kaynaklarının verdiği bol tafsilatlı bilgilerden, gö­
çebe devletlerin ne kadar çeşitli kavim u nsurlarından meydana gel­
diklerini şimdi artık iyice görmekteyiz, büyük bir ittifakın ortak
kabilelerini tanıyoruz, bunların kimler olduklarını şüphe götürmi­
yecek şekilde bildiğimiz gibi, çoğunun tarihini zamanımıza kadar da
takibedebiliyoruz. Bundan açıkça öğrendiğimiz ilk şey ; düşmanlıkta
olsun dostlukta veya ittifakta olsun, akrabalığa bakılmaz, birbirine
akraba veya tamamiyle yabancı kavimler. yanyana bulunabilecek­
leri gibi birbirine karşı da gelebilirler.
Mesela Kök Türk imparatorluğunun VIII. yüzyıldaki şanlı du­
rumunu çekemiyen düşman yabancı bir kavim olmayıp dil ve ırk
bakımından onun en yakın akrabası olan Uygur kavmi idi. Uygur­
lar önce Doğu-Kök Türklerini çiğnedikten sonra, yavaş yavaş Altay­
lardan sızarak, sönmek üzere bulunan Batı-Kök Türkleri üzerine
yüklendiler, daha sonra kendi devirleri de geçerek yerlerini yeni
bir istilacıya terk etm�k lfızım gelince, son sığınacak ver olarr.k hep­
si bir arada, bu sonraki yu!'tta kalmışlardı.
Kök Türk kavmi gerçi sade istilacı bir asker-kavimdir, fakat bu
işin tam eri, en mükemmel bir örneğidir. Teşkilatçı kudretine, dev­
let kurma kabiliyetine ne kadar hayran olsak azdır. Uygurlar ise gö­
çebe tarihine taze renkler getiriyorlar, medenileşme hususunda şa­
şılacak istidat gösteriyorlar. Çok erken , daha Orkhon yaylasında
iken, İç - Asya 'da pek ziyade yayılmış olan ve büyük hükümdarla­
rından Buku han tarafından devlet dini haline yµlcseltilmiş bulunan
maniheizmi kabul ediyorlar. Sonraları, Altay'ların batısındaki yurt­
larında budizmi de yakından tanıyorlar. Bu dinler yoliyle birtakım
yazılarla tanışıyorlar ve bu nlardan birine kendilerine izafetle Uygur
yazısı diyorlar ki, bu yazı az bir değişiklikle Moğollar arasında bu­
gün de yaşamaktadır. Büyük kısmı Mani ve Buddha yayınlarının
tercümesi olan mukaddes kitapların IX. ve X . yüzyıllardan itibaren
Çin'lilerden öğrendikleri usullere göre ağaç levhalar yardımiyle ba­
sıyorlar. Kiliseler, şehirler yapıyor ve dini sanatları, eski göçebe­
lerde o zamana kadar görülmemiş bir fedakarlıkla ve gayretle ko­
ruyup geliştiriyorlar.
Sıra ba�ka kuvvetli göçebe bir kavme, Kırgızlara gelince, bun-
B i ı. i :-. M İ \' F. :\ İ Ç - \ S Y ·\ 35

lar Orkhon vadisindeki Uygur devletini de ortadan kaldırdılar. Bu


yeni türeme Türkler Yenisey nehrinin aşağı mecrası kıyılarından
kopup gelmişlerdi. Daha pek o kadar eski olmıyan bir zamanda, di­
ğer ehemmiyetsiz Paleo-Asya'lı kavimler gibi bunlar da öyle yük­
sek kültürleri olmıyan basit hayatlarını orman bölgesinin kuytu yer­
lerinde geçirip gidiyorlardı . Savaşçı Türk komşularının tesiri altın­
da eski yaşayış tarzlarını bırakmışlar, hatta dillerini de Türkçeye
değiştirmişlerdi. Çok geçmeden bu alanda ustalarını gec;erek mü­
kemmel öğrenici olduklarını da gösterdiler.
Uygur hegemonyası yüz yıl kadar ancak devam etmiş, Kırgız­
larınki ise hemen o kadar bile sürmemişti. Bunların büyüklükleri
yeni bir Türk kudretinin, Karlukların gölgesi altına girdi. Türk
kavimlerinin zerrelere ayrılışı bu zamandan. yani XI. yüzyıldan
başlıyarak gelişir ; birbiri ardınca birçok kabileler, halk kitleleri gö­
rün ürler ve sonra İç - Asya'nın hareketli tarihine karışarak kay­
boluyodar. Fakat siyasi parçalanmadan sonra gelen ve bir fırtına­
nın yaklaştığın ı haber veren bu durgunluk da çok süremezdi, yine
büyük ve hakiki bir göçebe kavmin. bir kuyruklu yıldız gibi gözük­
mesi gerekiyordu. Beklenen bu hadise XII. y üzyılın sonunda ger­
çekle-şti, meçhullüğün karanlıklarından o zamana kadar henüz ade­
ta adı bile duyulmanüş olan bir atlı-c:: oban kavim ortaya çıkıyor ki,
bu Moğoldur. Bu kavim, hükümdarının, Ce!'"lgiz hanın başbuğluğu
altında önce yakındaki, büyük rakip kabileleri tepeliyor, zayıflar ise
karşı komayı bile denemeden ona katılıyorlar. Cengiz han ile ha­
lefleri, çoğalan bir kuvvet ve artan bir iştahla. Asya 'nın istilasına
çıkıyorlar. Atlı göçebelerin değişiklikler gösteren zengin tar ihlerin­
de muazzam sahalar ele geçirmiş olan büyük fetihçiler o vakte ka­
dar da eksik değildi, fakat Cengiz hanla torunlarının meydana ge­
tirdikleri kadar büyük bir imparatorluk hiçbiri kuramamıştı.

Bütün İç - Asya onlarındı. Plan dairesinde askeri icraatla kos­


koca Çin'i avuçları içine aldıkları gibi Moğol sülalesinin bir kolu
Çin imparatorluk tahtını da ele geçirmişti . U zak-Batı'da, fran'da,
Afganistan'da Moğollar hüküm sürüyorlar, daha sonra Kuzey - Hin­
distan'a da ayak basıyorlar. Doğu - Avrupa'da bütün mukavemetleri
kıran Moğolların önüne geçilmez orduları, bilindiği gibi, Macaris­
ta n'ı çiğniyerek ta Dalmaçya'ya kadar ilerliyor.
Ancak göçebe istilaların ve imparatorlukların şaşmaz kanunla-
:19 B İ L İ N M İ Y l:: N t Ç - \ S YA

rına göre, bu, Kora'dan Adriyatik denizine kadar yayılmış olan dev -
imparatorluğun bir elde ve hele nesiller boyunca tam bütünlüğü ile
kalamıyacağı tabii idi. Nitekim önce merkezi devlete bağlı tabi par­
çalara ayrıldı, bunlar sonra müstakil hayat yaşamağa başladılar. Ve
sonunda, bu merkezden ve birbirlerinden kopmuş, birer Moğol baş­
buğ idaresinde bulunan memleketler de birbiri ardınca, içten ve dış­
tan gelen baskıların kurbanı olup gittiler.

Moğol istila devri, hele XIII. ve XIV. yüzyıllar şüphesiz, As­


ya'nın en önemli tarihi çağlarından birini teşkil eder. Ancak bu
devrin tesiri Asya sınırlarından çok uzaklara da yayılmıştır : iki ih­
tiyar kıta, Asya ile Avrupa ancak o devirde birbirini gerçekten ta­
nımıştır. İç - Asya, Doğu - Avrupa'nın siyasi ve etnografik manza­
rası bu çağ olaylarının tesiri altında teşekkül etmiştir ve o zaman­
dan beri ne olmuş, ne değişmişse bu ancak o geçmiş hadiselerin za­
ruri netice}eridir.

Atlı göçebe asker - kavimlerden maada İç - Asya'da başka


Türk - Moğol cinsinden olmıyan kavim unsurları bulunduğunu da
biliyoruz. Eski Çin kaynakları bize bunların hayatları hakkında da
ötekiler kadar açık ve bol bilgi vermektedirler. Fakat bunların si­
yasi ve hele istila faaliyetleri ötekilerinkine bakınca önemsizdir ve
biri çıkıp da bunların askerlik tarihlerini yazmak istese söyliyecek
bir şey zor bulur, olsa olsa kah şu ve kah bu istila dalgasına kapılmış
olduklarını yazabilir.

Altay'ların doğusuna düşen alanda, onun da daha ziyade batı ve


güney kısımlarında . bizim erişebileceğimiz en eski zamanlarda, bü­
yük küçük vahalardaki şehir-devletler içinde iran'Iı kavimler ya­
şarlardı ve bunların ancak ehemmiyetsiz bir kısmınca göçebe veya
yarı - göçebe hayat tarzının da meçhul olmadığını tahmin edebil­
mekteyiz. Bu İran'lı halk her ne kadar askerlik faziletlerine karşı
fazla bir coşkunluk göstermiyor idiyse de, İç-Asya'nın geçmiş yüz­
yıllarında pek de ihmal edilecek ehemmiyetsiz bir yığın değildi. ( Sa­
yılarının yüksekliği bakımından da olsa . l Zerdüşt'ün, Mani'nin ve
Buddha'nın dinleri, dini edebiyatları, sanatları İran topraklarında
verimli bir gelişme gösteriyordu. İran'lılar kendi daha yüksek, az
zaman i�inde İran'ın rengini alan medeniyetlerini göçebe asker·
komşularına da aşılamağa uğraştılar. Çiftçiliğin ustası idiler. Susuz,
ll İ L l � M l \ E '.\ i Ç - A S YA �7

verimsiz toprak üzerinde arklar a�·arak sul u ziraat usulünü şaşıla­


cak derecede mükemmelleştirmişlerdi. Asya'nın en kabiliyetli tüc­
carları onlardı, Moğol veya Hun döğüş alanında ne ise bazı İran'lı
kabileler de bu alanda o kadar ileri idiler. Mesela Sogdlar ticaret
seferlerinde Batı - Çin'e kadar vardıkları gibi Dış - Moğolistan'm
uzak bozkırlarında da yatlık duymazlardı. Ve bunları öyle basit ma­
cera yolculukları da sa nmamalıdır. Sogd tacirleri devamlı münase­
betler kurmağa çalışırlardı ; ehemmiyetli mevkilerde yabancılar ara­
sına yerleşir, küçük sömürgeler kurarlar ve büyük kervan yolların­
dan yurtlarının başlıca ticaret merkezlerine gidiş - gelişi sağlamağa
dikkat gösterirlerdi .

Fakat İç - Asya'da n e i ran'lılarla ne d e Moğol - T ü r k ci!lsi k<t­


\·imlerle hiçbir akrabalık bağı bulunmıyan bambaşka hir kavirll
gru pu daha yaşamakta idi. Bunların müstakil devletleri vardı ve is­
ter istemez büyük siyasi ve askeri münaka�alara kah t:lbi b i r halk
kah müziç bir düşman sıfatiylc karışırlardı. Bunlardan ıı c zaman
söz açılsa Çin'liler daima. dünyanın en ç irkin kavimleri olduğunu
söyler ve kızıl saçlı, yeşil gözlü insanlar d iye kendilerin-:icn akıyla
bahsederler. Galiba Çin'lilerin umacıları sarışın ve mavi göı!ü in­
sanlardı. Batı bilginleri eski Asya ' nın etnografik haritasını tanıma­
dıkları müddetçe, bunların herhalde İran'lı ka\'imler olacağ ı nı snn­
mışlardı. Yanlış yola saptıkları ve bu sarı saçlı. mavi gözlü eski
Kırgızların, hatta Vu-sun'larırı bile, bugün artık tama miyle kökü
kesilmiş bir Paleo - Asya'lı kavim ırkına mensup oldukları ve bur'ı­
ların son örnekleri de bugünkü Yenisey - Ostyakları olduğu daha
yakın zamanlarda meydana çıkmıştır.

Büyük küçük kabileler arasında, bugün ta nıdığımız İl: Asya -

ırklarından ve dillerinden esaslı bir surette ayrılan birtakım başka


kavimlerin de yaşamış oldukları muhakkaktır. Çin' lilerin kaydettik­
leri bir sürü ne olduğu belirsiz kavim ve kabile adları arasından
hangisinih böyle bir unsuru gizlemekte olduğunu ise şimdilik söy­
lemek zordur.

İ� - Asya'nın hareketli hayatına gelince, bu hayat hiç de kapalı


kutu içinde geçmemiştir. Kenar sahalardan beriye ve aksi istika­
mete i nsan akışı daimi olmuş, kfü:ük büyük göç dalgaları, belli başlı
geçişlerden başka, sınırlarda da önemli hareketler görülmüştür.
38 B t L İ N M tY E N tÇ- A S YA

Bunları bilmedikçe bu bölgenin hayatının içyüzünü ne doğru olarak


ne de tamamiyle izah edemeyiz. İç - Asya, kavim hareketlerinin kay·
naştığı bir alan olduğu kadar çeşitli medeniyetlerin hakiki toplan­
ma havuzu da olmuştur; nitekim buraya sınırlar tarafından, yaban­
cı medeniyet muhitlerinin manevi ve maddi mahsulleri bol bol ak­
makta idi.
Çin medeniyeti buradaki açık kapılardan boşanmış, serbestçe
yayılıyordu. Hele İran medeniyeti için fazla bir zorlayışa hiç ihti­
yaç yoktu, çünkü en eski kaynaklarımızın dayandığı zamandan, iki
bin yıldan beri oturduğu, kök saldığı bu yerler onun kendi yurdu,
kendi toprağı idi. Hint kültür ve sanat hayatı mahsullerine gelince ;
bunlar etrafa dağılmağa daha sonra başlamışlar, ve o zamanda yine
hep İran'lılar vasıtasiyle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Avrupa'lı
Güney - Rusya sanat ve küçük - plastikasının tesiri ise önce Kürk -
yolu ile Kuzey -Moğolya'daki atlı göçebelere varmış, onlar da va­
kit geçirmeden ele geçirdiklerini güneye, Çin'e iletmişlerdi.

İÇ Asya hayatının tarihi binlerce ve binlerce iplikle örülmüş­


-

tür ve onu bugün bu kadar tanıyabiliyorsak bu , yüzyılların emeği


sayesinde mümkün olabilmiştir. Pervasız elçiler, talih deniyen cesur
tacirler, dine çağıran gayretli misyonerler bu korkunç meçhullüğe
doğru ilk patikaları açtılar. Bilgin araştırıcılar onların izleri üzerin­
de keşif yollarına çıktılar. İşte bu bir sürü dağınık verinti ve kayıt­
ların birbirine eklenmesi suretiyledir ki, ilk insicamlı levha mey­
dana gelebilmiştir.

Şu halde Batı'lı insan İç - Asya'yı nasıl keşfetmiştir?


Keşifler tarihinde bu soruya şimdiye kadar verilen cevap nis­
peten dardır. Çünkü bazılarına göre keşif, yalnız Batı'lı insanın
kendi yaptığıdır. Bu görüşte bir dereceye kadar bundan yarım yüz­
yıl önceki, Akdeniz çevresinden ötede olan '!;>itenlerden haberdar gö­
rünmek istemiyen zihniyet sezilmektedir. O zihniyete göre Çin, Hin­
distan veya eski Amerika medeniyetleri, Akdenizin yakın ve uzak
kıyılarında yine medeniyet yolunda sarf edilmiş olan gayretlerin ya­
nında sanki insanlık tarihinin geçici bir epizodu ve bir çocuk oyun­
cağı sayılırdı.
Bu görüş zaten ilmi bakımdan haklı olarak münakaşa götürür,
çünkü her hangi bir bilgi sistemi hiçbir zaman hangi kavimlerin
B i t i N M iYEN İ Ç - A S YA 59

ona ne gibi unsurlar katmış olmalarına bağlı değildir. Zaten artık


bugün öyle bir duruma gelmiş bulunuyoruz ki, Batı'lı benciliğimiz
incinmeksizin ve rahat yürekle meseleyi bütün şümuliyle ele a1a­
biliriz. Çünkü İç - Asya ile ilgili keşiflerin en çoğu Batı'lı bilginlerin
eseridir ; bundan maada artık yabancı yardıma ihtiyaç kalmaksızın,
eski çağlarda başka kavimler bilginlerinin ne işler görmüş oldukla­
rını öğrenmek ve bu mallımat yığınını tenkidin kalburundan geçir­
dikten sonra kendi bilgi sistemimize ekliyebilmek için de elimizde
lüzumlu vasıtalar mevcuttur.

Bu prensibi göz önünde bulundurarak a'jağıdaki sayfaların ter­


tibinde tam olmağa gayret ettik. Tam olmaktan kasdıınız şudur ki,
burada bazı keşiflere ait olan yazıları, bunlar Çin'li veya Tibet'li
müelliflerin �serleridir, Avrupa'lı değildir, diye gözden uzak tut­
madık. Fakat gerçek manasiyle tam olmak rüyamıza bile giremez,
zira İç-Asya'nın tanınmasiyle ilgili eserlerin, tetkiklerin bibliyoğra­
Iik bir listesi bile kocaman bir cilt teşkil eder. Şu halde bizim için
bu eserler arasında seçmek zarureti vardı ve biz de hususiyeti ol�
duğunu sandığımız her hangi bir çağa ait ehemmiyetli, dikkate de­
ğer kaynakları dile getirmeyi veya onların izinde yürümeyi denedik.
i l.
BÜYÜK ÇİN S E D D İ'N İ N Ö T E S İ N D E

Hun - Çin kahramanllk hayatı.- Hunlarla Çin'lilerln temaılar1 ••


birblrlerlne teslrlerl. - Hun lmparatorlutunun � nisamı. - Hun
topraklanna Çin'll ke,if ıeferlerl.- Canı · Çien'in Yüe - cı'lar ül·
keıine elslllii.- Türldıtan'da bir Çin'll keflf�I.- � - Aıya'nın en
nkl latı'lı ketif�llerl ve ipek. yolu.

Da-tunğ nöbet kulesinden duman çıkıyordu ; davullar gümlü­


yor, gonglar inliyordu : Hunlar geliyor! Alarm işareti üzerine bütün
Çin'li askerler, sivil halk kendini bilmiyecek bir şaşkınlık içinde
önceden hazırlanmış sığınağa koşuyordu. Kapıları kapadılar, yol­
ları tıkadılar ; sınır kalesinde hayat birdenbire duruverdi.
İmparatorun lıitfiyle Da-tunğ'un tam selahiyetli efendisi olan
general Li Mov akıncı Hunları bu suretle yola getirmek istiyordu.
Açık çarpışmadan plan dairesinde kaçınırsa, sık sık gelen göçebe
akıncılar adamlarına bir zarar veremez, çapulculuğun, soygunculu­
ğun önüne geçer ; onlar da kilitli hisarların, yıkılmaz kapıların önün­
den eli boş dönmekten eninde sonunda usanırlar sanıyordu.
Fakat Hunlar hiç de öyle kolay kolay yeise düşeceğe benzemi­
yorlardı. Aldırış bile etmeksizin çevik atlarının sırtında Çin sını­
rının kah şu k�h bu noktasına koşturuyorlar ve Li Mov'un mükem­
mel sanılan müdafaa planının şurada burada iflas ettiği görülüyor­
du : nöbetçileri baskına uğratıyorlar. halkı insafsızca haraca kesi­
yorlar, taşınması mümkün ve onlarca bir kıymet ifade eden ne varsa
alıp çöldeki karargahlarına götürüyorlardı. Sonunda Çin'liler ken­
dileri de bu işten usanmışlar ve gözü kara akıncılara karşı para et­
miyerek feci bir şekilde iflas eden hile aleyhinde söylenmeğe baş­
lamışlardı.
Li Mov gözden düştü ve Çin sınırlarındaki kahramanlık hayatı
yine eskisi gibi devam etti.
Çin'lilerle Hunlar arasında, her iki tarafın da aynı derecede yi­
ğitçe döğüştükleri ufak tefek maceraların haddi ve hesabı yoktur.
BİLfNM IYEN i Ç - A S YA 41

Da-tunğ yakınlarında, Huanğ-ho nehrinin kuzey-doğu kıvrımına ci­


var bir yerde Yen-men adlı çok mühim bir askeri nokta vardı. Bu­
ranın istihkamları, nöbet kuleleri meşhur general Li Guanğ'ın emri
altında idi. Bu general ardı arası kesilmiyen vuruşmalara her za­
man kendisi de katılır ve askerleri gibi cesaretle keser biçerdi. Fakat
bir defasında (İ. ö. 1 24) akınlardan biri nasılsa ters netice verdi.
Hunlar Çin'lileri dağıttılar ve yaralar içinde kalmış olan komutan
Li Guanğ'ı da esir ettiler. Bu pervasız ve mahir generali ele geçir­
mesini Hunlar zaten çoktan beri istiyorlardı, büyük hükümdarları
onu diri diri getirecek olana yüksek mükafat vadetmişti. Talihli gö­
çebelerin sevinçleri sonsuzdu, yaralı Çin generalini iki atın eyeri
arasına astıkları bir salıncağa güzelce yatırıp yola koyuldular. Şöyle
20 30 li kadar uzaklaşmışlardı ki, bu garip sedyenin yanına bir
-

Hun delikanlısı yanaşmıştı. Li Guanğ yolda kendisini ölmüş gibi


gösteriyordu, derken birdenbire gözlerini açarak sıçradı ve şaşıran
delikanlının elinden silahını kaptı ve atına da atlıyarak geri dönüp
rüzgar gibi uçtu gitti. Hunlar şaşkınlıktan kendilerine gelince he­
men peşine düştüler, onu ok yağmuruna tuttular, kovaladılar, · fakat
nafile! Kaçak Li Guanğ bir kazasız Çin nöbet kulesine ulaştı ; kur­
tulmuştu.

Hunlarla Çin'liler asırlar boyunca birbirleriyle işte böyle güre­


şip durdular. Arada hazan büyük, ciddi çarpışmalara da sıra geli­
yordu, sınır bölgesi gerçekten tehlikeler geçiriyor ve hazan Gök oğ­
lunun ehemmiyetli sahalardan vazgeçmesi icabediyordu , fakat harb
talihi döndü ve Çin'lilerlc Hunlar yine eski bilinen yerlerde birbir­
lerinin karşısına dikildiler ve eski güre�leri ne yine başladılar.

Harb arabalarına alışık, uzun urbaları içinde serbest hareket


edemiyen Çin'liler, bir kasırga hıziyle kendilerine çarpan ve yine
böyle ortadan kaybolan atlı sürülere karşı başlangıçta gerçekten ne
yapacaklarını bilememişlerdi. Fakat çok geçmeden kendilerini to­
parladılar ve bu düşmanı ancak kendi savaş vasıtaları ve harb usul­
leriyle yenebileceklerini anladılar. O zaman, tehditçi barbar atlılara
karşı yavaş yavaş karışık bir müdafaa sistemi meydana geldi. Ku­
zey eyaletlerinin elden çıkmasından korkan Çin imparatorları do­
ğudan batıya doğru sın ı r boyunca muazzam bir duvar çektiler ve
bunu birbirinden muayyen uzaklıkta hisarlar ve nöbet kuleleriyle
de tahkim ettiler. Eski Çin tarihçilerinin, sınır boyunca on bin li
... ·'(,


-
J�•·· •
ı.. �"'

; ,;1>vc..
/
ı'
l.,,
(

___) , (
· ...

· .. !J
,l:.
;:::;:o )

. �···�· · · · �- ;
..;..·

,.J .
(..r�I s l_",
.

0 KdŞ9�r

o J<hotdn
&.s/!ca y ollar:
... ...... ...
. :: .. . Hurk yo lu

-·- ·-·-
+ .. + z.ern.ırlı.hus
/lüdn-dzarıiJ
Plana de Carpini
- -- --- çanğ -çvn
B I L I JS M I Y E N f �: - A S Y A
.
uzunluğunda dolanır ve inşası binlerce ve binlerce biçare esir ve
sürgünün hayatına mal olmuştur, diye övünerek sözünü ettikleri
büyük Çin seddi işte böyle meydana geldi.

Nöbet kulelerinde daimi asker bulunur, nöbetçiler burad3:n her


şeyi yok edici göçebelerin dolaşmasını gözetler, verecekleri bir işa­
ret üzerine asker derhal silaha sarılırdı. Bu müdafaa sistemini son­
raları gittikçe daha mükem melleştirdiler. Lüzumunda gönd�rilecek
takviye kıtalannın sevkini kolaylaştırmak, çab:.ı klaştırmak için, bü­
yük masraf ve emeklerle başlıca sınır kalelerinden imparatorluğun
içerleri ne doğru yollar açtılar. Bir yandan da sınırı müdafaa eden
askerin iaşesini kolaylaştırmak ve ucuzlatmak için, daimi ateş hattı
say"ılan sınırların gerisine sivil halk yerleştirerek , buralarda köy­
ler kurdular.

Bu uzun savaş devresi içinde Çin'li savaşc:ıların kıyafetleri ve


teçhizatları da değişti . Ağır yol alan hı::- rb arabasını bir yana bıraka­
rak Çin askeri de tıpkı ra k ib i ola n Hun gibi , ata bindi. Keçeden ve­
ya bezden yapılan eski pabuc u nu çıkararak süvari çizmesi giydi. Ta­
biatiyle, bol, topukları döven ve hareketi güı;leştiren Çi n urbasını da
giyemezdi, göçebelerde gördüğü gibi giyinmeğe bu�ladı. Vücuda ya­
pışan don, dar setri giydi ve bunu , eskisi gibi bezden, beline sarıp
önünde bağladığı kuşakla değil, tokalı bir kayışla sıktı. Hatta başı­
na da samur kuyruğu ile süslü göçebe kalpağını geçirdi.

Bu göçebe savaş kıyafeti sade maksada pek ziyade elverişli de­


ğil, aynı zamanda çok da süslü idi. Çin'li ler ise gösterişli teferruata
meraklı olduklarından fazla bir özenı:;le bu süslere rütbe farkı gös­
teren işaretler de uydurdular. Kalpağın siperi n i samur kuyrukla be­
raber sol tarafa getirenin ne rütbede olduğunu, sağ taraftaki süsün
ne ifade ettiğini ve nihayet mesela kalpağının . iki tarafına birden
samur kuyruğunu takabilmek icin bir kimsenin ne kadar yüksek nü­
fuz ve salahiyetinin bulunması Jazım geldiğini tesbit ettiler. Kalpa­
ğın ön tarafında maden i bir plaka parıldıyordu. Kibarlık ve zengin­
lik derecesine göre bu süs <ı l tı n , gümüş veya nef ritten olurdu. Keza
alelade bel kemeri tokasından başka, tunç veya demirden, çeşitli şe­
killerde, sanatlı tokalar da yapılmıştır ki, bunları da yine altın, gü­
müş veya gök firuze kakmalar süslerdi. Kemerin üzerine yine rüt­
beye göre muhtelif sayıda madeni halkalar konurdu. Kemerinde do-
R I L I N M I Y F: N i Ç - A SYA

kuz ve hele on bir halka bulunan kiinse artık pek yüksek sayılırdı.
Şunu da söyliyelim ki bu madeni halkaları sade süs olsun diye de­
ğil, birtakım lüzumlu ve faydalı aletlerin muhafazası için de taşır­
lardı. Bir Çin tarihçisinin anlattığı gibi, mesela yedi halkalı ilerige­
lenlerden birinin kemerinde şu aletler sarkardı : hançer, bıçak, bile­
ği taşı, tarak, ayna mahfazası, çakmak taşı ve bir de ne işe yara­
dığı pek anlaşılamıyan ve yalnız Hunca adı yazılı bulunan bir eşya.

Anlaşılan yalnız Çin'liler Hun atlılarının kılık ve kıyafetini be­


ğenmiyorlar, Hunlar kendileri de, rahat düşkünü Çin'lilerin ince
zevklerini gösteren süs eşyasına karşı açık bir ilgi gösteriyorlardı.

Yine aynı Çin'li tarihçinin yazdığı sayfaları karıştıracak olur­


sak, Çin imparatorunun İ. ö. 1 77-de teveccühünü ve dostluğunu ka­
zanmak istediği Hun hükümdarına yollamış olduğu hediyelerin lis­
tesine de bir göz atmak faydalı olur. Bunların arasında işlemeli. na­
kışlı, pamuk konmamış bir ipek elbise vardır ki bunu imparator ken­
disi giyef"miş. Galiba bu fevkalade bir dostluk nişanesi sayılıyordu.
Ötekiler daha ziyade, gönderilen eşyanın sadece sıralanışından iba­
ret : işlemeli, pamuksuz bir uzun tunik entari ; karışık renkli, nakış­
lı, pamuksuz bir ipek biniş; bir tarak ; bir altın kakmalı kemer; bir
altın kemer tokası; 10 parça işlemeli ipek ; 30 parça çeşitli renkte
nakışlı ipek; 40 parça al renkte ağır ipek kumaş; 40 parça yeşil
ipekli.

İ mparatorun bu nezaketi herhalde Hun hükümdarında ve baş­


adamlarında beklenen tesiri yapmıştı. Bu hoşa gidecek şeyler arma­
ğan olarak gelirse tabii memnun oluyorlardı, fakat bir sırasını dü­
şürdükleri zaman da bunlardan mümkün olduğu kadarını vergi ola­
rak istemekten de çekinmezlerdi. Başka çare de kalmazsa bu gibi ih­
tiyaçlarını zorla tedarik etmek de ellerinden gelirdi.

Hun ordusunun erleri belki de öyle yüksek emellerle pek ken­


dilerini üzmezlerdi, fakat icabında iyi para edecek ala Çin ipekli­
lerini onlar da pek hor görmezlerdi. Ne de olsa o maceralı akınlarda
onlar da işlerine yarıyacak ganimetleri ele geçiriyorlardı.

Çin'liler Hun komşuyu savaş temaslarından gayrı bin bir baş­


ka yoldan da tanımışlardı ; daimi elçi geliş-gidişleri . kaçaklar, casus­
lar ve bunlardan hiç de geri kalmamak üzere barış zamanlarının ti-
R I L İ '\ M I Y E !\ İ Ç - A S \' A

caret münasebetleri, istenildiği kadar malümat almağa yetişiyordu.


Hun hükümdarlariyle ilerigelenlerinin gittikçe moda haline gel­
miş olan bir arzuları da Çin'li karı almaktı. Tabii hepsi de bir im­
parator kızı almak isterdi. Fakat Hun ilerigelenlerinin hepsine ye­
tecek kadar prenses bulmak hiçbir zaman mümkün değildi. Anlaşı­
lan Çin'li prenseslerin de bu uzak diyarların şövalyelerine ve ken­
dilerini oralarda bekliyen yabancı, barbar hayata zaten pek bayıl­
dıkları yoktu . Gerçekten Çin'liler llıtufkar dalaverelerle Hun hü­
kümdarlarının gözünü birçok defa alelade kızlarla boyamışlardı.
Fakat Gök oğlunun ittifak veya barış politikasını korumak için alet
olmağa körükörüne boyun eğerek, narin yapılı hakiki Çin prenses­
lerinin de ister istemez çöl yolur.u tuttukları oluyordu.

Bunların hüzünlü hayatlarını dokunaklı surette tasvir eden şi­


irler bu çağlarda adeta ayrı bir sanat tarzı haline gelmişti. Hun ka­
rısı olmuş bir Çin prensesi, devrinin en parlak kadın şairi, derdini
şu mısralarla dökmektedir :

Yurdumdan ayrıldım, kara bağlarım .


Şimdi de Hunların çadırı yerim.
Ocağım kül oldu, ona ağlarım,
Dünyaya gelmemiş olmak isterim.
Yapağı eğh'ir, keçe giyerler,
Gözüme bet gelir, gönlüme kötü.
Koyunun o kokmuş etini yerler,
içemem bakırla sunulan sütü.
Davulu her gece durmaz döverler,
Dönerler ta güneş doğana kadar.
Fırtına bozkırda gök gibi gürler,
Yolları toz duman boğana kadar.

Birbirine bu kadar sıkı bağlarla girift olmuş Hun-Çin'li hayatı­


nın neticesi olarak, elimizde bulunan Çin kaynaklarında bu kuzey
göçebe kavminin hayatına dair hemen her şeyi bulmamız şaşılacak
şey midir? Çin kronikacısı, büyük küçük bütün savaş vakalarını ay­
nı derece sağlam bir doğrulukla gelecek nesillere devretmiştir. Fa­
kat bundan maada Hun adetleri.· hayat tarzları üzerine ayrıca fay­
dalı ve tesbite değer bulduğu ne varsa onları da toplamıştır. Bunun­
la beraber bu tavsiflerin birçok eksiği vardır, ama bu, bunlar
46 D İ L i ı-. M İ Y E :-.; İÇ - .·\ s \' A

hakkında bir şey duymamış olmalarından değil, aksine olarak her­


kesin bildiği şeyler olduğundandır.

Hun imparatorluğu böyle şuradan buradan toplanmış pervasız


bir güruhun zorbalığı ile ayakta duran bir devlet değildi, tersine ola­
rak orada cemiyetin en küçük birliği olan aileye varıncaya kadar bü­
tün nizam ve teşkilat vardı. İmparatorluğun bütünü sağ ve sol taraf
olarak ikiye ayrılmıştı ; daha küçük birlikler bu ikisi içinde taksime
uğrarlardı. Askeri-siyasi her birliğin başında, rütbesi ve salahiyeti
tam olarak tayin edilmiş bir şef bulunurdu. Devletin ceman yirmi
dört erkanı vardı ve içlerinde yalnız en büyüklerinin emrinde on
bin atlı bulunsa da bunların her biri 11 on bin atlı " ünvanını taşırdı.
Askeri birliklerin en büyüğü on bin atlı idi. Bundan maada ayrı ayrı
komutanların idaresinde bulunan bin, yüz ve on atlı birliklerin rol­
leri de mühimdi. Büyük rütbeler babadan evlada miras kalırdı.

Hunların kanunları hakkında da bazı dağınık bilgimiz vardır.


Kılıç çeken adamın kılıçla ölmesi lazımdı. Cürüm işliyenler şiddetle
cezalandırılırdı, ölüm cezası vermek için çok düşünülmezdi. Buna
karşılık hapis cezası seyrekti ve on günü geçmezdi.

Kuzey'li barbarların tahkim edilmiş yerleri, duvarla çevrili şe­


hirleri olmayışı tabii Çin'lilerin gözüne batıyordu ; bir fevkaladelik
saydıkları hükümdar karargahından ancak sırası geldikçe bahseder­
lerdi. Bir yerden başka bir yere, sürülerini önlerine katarak göçer­
ierdi. Atlarının, koyun ve sığırlarının sayısı belirsizdi, eşeği, katırı,
deveyi de bilirlerdi. Bunlardan başka Çin'liler, at veya eşek cinsin­
den daha üç çeşit hayvan sayıyorlarsa da bunların ne olduklarını iyi.
ce kestiremiyoruz.

Toprağı işlemezler, bu işi hakir görürlerdi. Bununla beraber


devlet erkanının hepsi ve savaşçılar da kendilerine bir arazi parçası
ayırırlardı ; toprağı işlcmeğe esirleri ve borçlandırdıkları yabancı­
ları mecbur ederlerdi.

Hunlar atçı milletti. Atı başkaları da bilirdi ama sade yük çek·
tirmek için kullanırlardı. Asya'nın bu kısmında uzak veya yakın, at
sırtına ilk binen kavim Hun olmuştur, hem de bir daha inmemek
üzere; yola, ava, savaşa ancak at üstünde gidebiliyordu. Hunlar ço­
cuklarını ata alıştırmak için, daha küçükken oyun kabilinden onları
B i r. i N M I Y E :\ I Ç - \ S YA 47

kuzuların, koyunların sırtına bindirirler, ellerine de ok ve yay ve­


rerek kuşlara, gelincik ve farelere nişan attırırlardı, böylece çocuk­
lar büyüdükleri zaman daha ciddi nişan almasını öğrenmiş b u l u nu r­
la rd ı.
Savaş hevesi tavsayıverir diye, barış zamanlarında büyük av­
lar tertibederlerdi. Fakat vurdukları avın etine, pek darda kalmaz­
larsa el sürmezlerdi ; normal şartla r içinde besled i kleri ev hayvanla­
rının etiyle gıda la n ı rlar , elbiselerini de onların derilerinden yapar­
lar, olsa olsa süslü çepkenleri için nadir av hayvanlarından birinin
kıymetli kürkünden fay da lanır la rd ı .

Onlar için hayat gayesi savaştı. İrili-ufaklı birlikler halinde


toplanarak düşman üzerine, hem de şa�ırtıcı bir hızla baskınlar ya­
parlardı. Eğer tesadüfen, karşılanna hakkından gelemiyecekleri bir
kuvvet çıkmış bulunursa, karmakarışık bir halde yüz ger i etmekten
de çekinmezlerdi. Ama onlar kaçışı bile bir harb tuzağı yaparlardı.
Bir aralık ş i mşek hıziyle geri döner, �·abucak ve sıkı bi r intizamla
sıraya girerek, ne olduğunu anlamıyan düşmanın üzerine saldırır­
lard ı. Savaşta gö&terilen cesaret ve ya ra rl ığa çok kıy met verdikleri
ise gayet tabiidir. Kim en çok düşman doğrar veya esir getirirse hü­
kümdar ona hediyeler verir ve bir tas şarapla onu sevindirirdi. Sa­
vaş meydanında telef olan bir arkadaşının cesedini getiren kimse
onun bütün malına konardı.
Hücumu veya savaşı ancak ayın büyümekte olduğu veya ta­
mamlandığı günlerde göze alırlard ı. Bu ga r i p adetin arkasında aca­
ba ne gibi dini, hurafevi itikatlar gizlenmekle idi? Bu soruya cevap
bulabilecek bir durumda değiliz, çünkü Çin kaynakları bu noktayı
aydınlatacak hiçbir ip ucu vermemektedirler. Eldeki noksan kayıt­
lara olsa olsa şunu katabiliriz ki, başhükümdar belki aynı zamanda
başpapaz gibi bir şeydi, çünkü Tanrının her sabahı çadırından çıkar
ve tapınır g ibi bir tavırla, doğan güneııi selamlard ı ; uğur get iren
yeni ay göründüğü zaman ise aynı saygı ile ayı selamlardı.
Derken zaman değişti ve Ç in' li ler, sanki habercilerin geveze­
liklerine ve uzaktan gelen adamların dedikodularına doymuşlar gi­
b i, aslan inine girmeyi göze alarak kendileri yola çıktılar. Hun ça­
pulcu akınlarının bir türlü sonu gelmiyordu ve uzun za­
mandır sürüp giden didişmeler Çin'lilerin sabrını gerçekten tüket-
e i L i N M i Y E .\ i ı.: - , s Y '

mişti. Hun devleti içinde de birtakım gaileler çıkmıştı. Kabileler


arasında geçimsizlikler hüküm sürüyor, komutanlar büyük hüküm­
dara karşı isyan ediyorlardı ve güneydeki düşmanı, kendisinden za­
rar gelmiyecek, rahatına düşkün bir ganimet ü lkesi saydıkları Çin'i
akıllarına bile getirmiyorlardı.

Çin'liler ise, surların ve sedlerin himayesi altında ne kadar


kahramanlık gösterirlerse göstersinler, sınırlarını talan eden bu gö­
çebelerden asla kurtulamıyacaklarını, onların en büyük hezimet üze­
rine de hiç tınmadan yurtlarına çekildiklerini ve yeni baştan sal­
dırmak için kendilerine çeki düzen verdiklerini nihayet anlamış­
lardı.

Hun ülkesini iyi tanıyan Çin'li generallerin tavsiyeleri üzerine


göçebelere karşı hücuma geçildi. İlk Çin'li sefer ordusu, İ. ö. 128-de
çölü geçerek Hun devletinin kalbinde bugünkü Moğolya'nın batı ta­
rafında göçebelerle harbe tutuştu. Hunlar ehemmiyetli zarara uğra­
dılar, fakat şu cihet anlaşılmıştı k i , Çin 'lilerin hazırlıkları ne kadar
geniş ölçüde olursa olsun, göçebeleri tek bir seferle kendi yuvala­
rında bile temizlemek mümkün değildir.
Çin'liler büyük hücumu 1 1 9-da tekrarladılar. Bu hayret verici
ölçüdeki savaş seferi hakkında Çin tarihçilerinin yazdıkları okun­
maya değer.
O zamana kadar görülmemiş derecede kalabalık olan ordu se­
fere çıkmazda n önce uzun hazırlıklar görüldü. İmparator komutayı
,
en kahraman iki generalinin eEne vermişti. Bunlardan biri, Vey
Çinğ, ilk kuzey seferinin komutanı idi. Hunlar ötekini de, Ho Çi.i­
binğ'i de iyi bilirlerd i ; yaptıklariyle kendilerine pek çok yaslı gün­
ler hatırlatan bu adamı en azılı düşmanlarından sayarlardı. İşte şim­
di kendilerine karşı iki yönden gelen müşterek hücumu o idare edi­
yordu. Bu iki komutandan her birine ellişer bin atlı verilmişti. Ho
Çü-binğ ordusuna bundan maada 1 00 bin yaya askeri, nakliyatçı ve
her şeyi göze almış sergüzeştçi gönüllüler katılmıştı, sade bunların
'
kendilerinin 1 40.000 atları vardı. Daha buna, bu yığının uzun za­
man muhtaç olduğu yiyecek maddelerini taşıyan, azımsanmıyacak
sayıdaki kalabalığı da katmamız lazımdır.
Bu iki general Çin'in kuzeyinde iki noktadan çıktılar. maksat­
ları Hun büyük hükümdarını tuzağa düşürerek muhasaraya almak-
BiLİNMiYEN' I C,: - A S Y A 49

tı. Fakat sade Çin'lilerin haber alma teşkilatı mükemmel işlemiyor­


du; bu tehlikeli planı Hunlar da vaktinde haber alnuşlardı. Büyük
hükümdar düşmanı layık olduğu şekilde karşılamak için her hazır­
lığı yaptı. Hızlı harekete engel olan ağırlıkları, arabaları ayak al­
tından kaldırtarak Uzak - Kuzey'de emniyet altına koydurdu. Çin
orduları büyük çölü bir .arızasız geçtiler. Çıki.ş noktalanndan şöyle
bir 1 .000 li ( tahminen 400 kilometre) kadar uzaklaşmışlardı ki, ni­
hayet Hun ordularına rasladılar. Durdular. Kendilerine sıkı bir or­
dugah kurmak için, arabaları sıkı bir sıra halinde yanyana dizdiler.
Sonra harb vaziyeti aldılar; verilen bir işaret üzerine komutanın
emriyle ilk beş bin atlı hücuma geçti.

Hun hükümdarı en seçme atlılarından on binini kendi etrafına


toplamış, hücuma öyle hazırlanmıştı. Başlangıçta Hunlar yiğitçe yer­
lerinde tutunuyorlardı, fakat mücadeleye durmadan yeni Çin birlik­
leri sokulduğundan, ezici üstünlüğe karşı bir şey yapamıyacağını ça­
bucak anladı. Müthiş bir döğüş bütün gün sürdü. Gün batarken Mo­
ğolistan'ın korkunç fırtınası çıktı, toz ve kum dalgası her şeyi kap­
ladı, iki düşman adeta birbirini göremiyordu , bununla beraber sa­
vaşın şiddeti bir türlü azalmıyordu. Çin'lilerin planı nihayet muvaf­
fak olmuş, Hunları çember içine almışlardı. Bu umutsuz kargaşalı­
ğı gören Hun hükümdarı altı yürük katırın çektiği arabasına atladı
ve yüz kadar fedai atlısiyle beraber düşman hatlarını yararak ku­
ıey - batıya doğru kaçtı. Ama nereye gittiğini başadamları bile uzun
zaman bilemediler. Geri kalan sıkıştırılmış göçebeler ise fütursuz­
ca döğüşmeye devam ettiler. Bu vahşi insan avı gecenin karanlığına
kadar uzadı ve Çin'lilerin kendilerinin de itiraf ettikleri gibi, her
iki taraftan da ölenlerin ve esir düşenlerin sayısı pek yüksekti. Çin'­
liler büyük hükümdarın kaçtığını ancak bir Hun esirinden öğren­
mişlerdi, hemen arkasına düştüler ve sabaha kadar 200 lilik bir me­
safede izini kovaladıkları halde ele geçiremediler. O sırada yalnız
Hunca adını bildikleri bir dağa vardılar. Hun reislerinden birinin
hendekle çevrili karargahı o civarda idi. Karargahta gerçi hazineye
raslamamışlardı, fakat oraya depo edilmiş olan zahireye daha bü­
yük sevinç naralariyle üşüştüler, zira bunu ele geçirmekle düşman
askerinin iaşesini sekteye uğratmış olacaklardı. Kendi sarf edebile­
cekleri kadarını alıp götürdüler, geri kalanını da ateşe verdiler.

Zafer kazanmışken bile ağırca hırpalanmış olan Çin ordusu


50 ıı l ı . I N \'I İ Y E ' I Ç - \ S Y .\

memlekete dön d ü. Hedefo henüz ulaşılmamıştı ama netice nöbet


kulelerinin yakınlarında göc:ebelere karşı kazandıkları zaferlerden
daha memnunluk verici idi, nitekim çok geçmeden yeni bir kuzey
seferine çıkmayı kararlaştırdılar.

Bu hücum ordusu Çin'in kuzey-batı köşesinden, bugünkü Gan­


cov civarlarında yola çıktı (İ. ö. 99l , oradan kuzey-doğuya doğru
arkalarında 1 530 Zi den aşağı bfr mesafe bırakmamak suretiyle tam
otuz günlük bir yürüyüş yaptılar. Girişmiş oldukları bu teşebbüsün
tam bir başarısızlığa uğramış olduğunu Çin'liler de gizlemiyorlar.
Ağır kayıplara uğramışlardı, acı bir teselli olarak, sınırda kadın­
lariyle, c;ocuklariyle beraber aralarına katılmış olan birtakım hır­
sız, hain, serseri güruhunun ordudaki inzibatı ve savaş gayretini
bozmuş olduğunu söylüyor, işi bu suretle örtbas etmeğe çalışıyor­
lardı.

Bu üçüncü seferin askeri tafsilatını şimdilik bir yana bıraka­


lım ve bunun yerine şurasını göz önüne koyalım ki, bundan bahse­
den Çin kaynakları aynı zamanda Hun imparatorluğunun uzak nok­
taları hakkında değerli coğrafya bilgileri de vermektedirler. Geri
çekilen Çin ordusu Hun imparatorluğunun o vakte kadar sokulun­
maz yerlerinden g eç m işti ; bu yol hakkında yazılanlardan tam ola­
rak tesbi t edebiliyoruz ki, büyük hükümdarın karargahı Orkhon
nehrinin kıyısında, sonraları Kök Türk ve Uygur büyük hanlarınin
oturdukları, daha sonra Moğol hükümdarlarının meşhur Karako­
r u m l ar ı n ı n bulunduğu yere: c i var bir yerde bulunmakta idi.
'

Çin' liler, a skeri keşiflerde bulunduktan sonra başka yöne doğ­


ru ilerlemeyi denediler. Dikkatleri batıya çevrildi. Bu dikkat çe­
,

ki-ite Hunların da büsbütün tesirleri yok değildi.

Çi n in batı komşuluğunda, Kuku nor civarında, Çin'lilerin sa­


'

dık cizyecisi olarak yaşıyan Yüe-cı adlı büyük bir barbar kavim,
barış h< l i n de sessizce oturmaktaydı. Silahlarının zoriyle etrafa ya­
. ,

yılan Hunlar çok geçmeden bu kavmi keşfettiler, onlan da silahla


tehdidedcrek hükümleri altına almak istediler. Fakat iy i söz fayda
vemıemiş, tehdit de boşa gitmişti, bunun üzerine Hun atlıları Yüe­
cı ' lara vahşice saldırdılar, onları kırıp geçirdiler, fakat yine de ken­
dilerine tabi kılamadılar, Yüe-cı'lar pılıpırtıyı toplayıp batıya doğ­
ru gC>ç ettiler.
H l ı . i N .\1 İ Y F '< l c,: - ' s ' ·' 51

Hunları durdurmak için ellerinden geleni yapmış olan Çin'liler


bunların hiçbirinin istenen neticeyi \'ermediğini görünce eski Çin
politikasına baş vurdular; barbar düşmana karşı barbar müttefik
aramağa koyuldular.
Müttefik araştırırken, bu rol için Ylie-cı'lardan daha elverişli
kavim bulunamıyacağı düşüncesi adeta kendiliğinden akıllarına gel­
di. O zaman bir soru ortaya çıktı : acaba bu eski komşular nereye
gitmişlerdi ? Bu işin tahkikatına olur olmaz, itibarı düşük bir adamı
memur edemezlerdi . Barbarlara karşı yapılan savaşlarda yabancı
diyarlara gitmiş ve oralardaki adetlere alışmış generaller arasında
bu zor vazifeyi gönüllü olarak üzerine alıp da muvaffak olma umu­
diyle yola açılabilecek bakalım kim vardı?
İmparatorun ilanı üzerine narin yapılı bir subay, Canğ Çien
müracaat etti. Bu adam Hunları iyi tanıyordu, hem de bildiklerini
nöbet kulelerinin dibinde edinmemiş, çarpı�malar sırasında b irçok
defa Hun topraklarında da bulunmuştu.
Canğ Çien'in yanına yüz atlı verdiler ve sözde o ülkeyi çok iyi
bilen bir Hunu da kılavuzluğuna tayin ettiler. Ayrıca Yüe-cı hanını
kavmiyle beraber, terk eylediği eski yurduna, Çin'in yanına dön­
meğe ve müşterek düşman olan Hunlara karşı birleşmeğc davet et­
meye yüksek salahiyetle memur edi ldiğine dair de impa rator ta­
rafından kendisine bir ferman verilmişti.
İmparatorun elçisi, maiyetiyle birlikte en batıdaki nöbet kule­
sinden memleketi terk ederek ( İ. ö. 1 3 8 1 kaybolan Yüe-cı'ları ara­
mağa çıktı. Görünüşte basit bir siyasi vazife ile gidiyordu, ve bu yol­
culuğun öyle büyük ehemmiyette netiçeleri olacağı kimsenin hatı­
rına gelemezdi. İş çok fena başlamış, henüz yabancı toprağa ayak
basar basmaz Hunlarla karşılaşmıştı. Kaybolan kavmi ne maksatla
aradığını açıkça söylemediği halde bunlar. onun elçilik vazifesine
karşı pek anlayış göstermediler, kendi adetlerine göre onu bir hayli
hırpaladıktan sonra esir olarak alıp götürdüler.
Canğ Çien telaşa düşmedi , hatta bu beklenmedik durumu güler
yüzle karşılıyarak onlara, zaten memleketine d ö n m eğe n iyeti ol ma ­
dığını, orada kalmak istediğini söyledi. Gerçekten oraya yerleşti, bir
Hun karı aldı, çocukları oldu ve orada sanki bir daha Çin'i hiç gör­
mek istemiyormuş gibi yaşad ı. Hakikatte böyle bir şeyi pek c!e ak-
52 fl h f N M İ Y E N iÇ-ASYA

lına getiremezdi, zira Hunlar ona karşı büyük dostluk göstermekle


beraber, hiçbir hareketini gözden kaçırmıyorlardı. Böylece belki bir
onyıl geçmişti ki, bu zoraki dostlar kendisine şöyle böyle inanır ol­
muşlardı. O zaman günün birinde kaçtı ve on yıldır sakladığı impa­
rator fermanını çıkararak, sanki arada hiçbir şey olmamış gibi, Yüe­
cı'ların izini araştırarak batıya doğru yoluna devam etti.
Uzun, yorucu bir yolculuktan sonra nihayet ilk ize rasladı. E­
dindiği malumata göre Yüe-cı'ların Kuku nor'dan kalkarak İç-Asya'­
da ilk defa sığınmış oldukları toprağı bulmuştu. Fakat artık onların
oradaki yerlerinde yeller esiyordu, çünkü onlar, daha ziyade kuv­
vetlenmiş olarak güneye doğru yollanmışlar ve komşu İran'b kabi­
leleri çiğneyip geçerek bugünkil Afganistan'ın kuzey kısmında yer­
leşmişlerdi. Canğ Çien, arkalarından oraya da g\tti. Fakat Gök oğ­
lunun parlak vaitlerle dolu şeref verici mesaj ını Yüe-cı'lara beyhu­
de sundu, bu güzel sözleri dinliyen olmadı, onlar orada rahattılar
ve artık Hunlardan bir şikayetleri yoktu.
İmparatorun elçisi, eli boş olarak fakat zengin tecrübelerle is­
ter istemez memleketine doğru yola çıktı. Dönüşte geldiği yoldan
gitmek istemedi, o yolun bin bir tehlike ile dolu olduğunu biliyordu.
Etrafı bir yokladıktan sonra, güney yolunu seçti, niyeti Nan-şan bo­
yunca ilerliyerek Tibet sınırlarından geçip Çin'e dönmekti. Hedefi­
ne yaklaşmak Üzere idi ki, aksi talih sınır yakınlarında onu yine
Hunlarla karşılaştırdı. Yakayı yeniden ele vermişti, fakat bu defa
esirliği çok sürmedi , çünkü Hun büyük hükümdarı tam o sıralarda
ölmüştü ve gömme, yeni seçim gürültüleri arasında kimse farkına
varmadan sıvışmağa muvaffak oldu.
Neticesiz ve uzun süren yolculuğuna rağmen Canğ Çien'i impa·
rator sarayında soğuk karşılamadılar, gerçekten buna müstahak da
değildi, zira bu ayrılı� ne de olsa elle tutulur bir netice doğurmu ştu.
Canğ Çien imparatora sunduğu raporunda ilk önce uzak batıda,
Tokhara <Da-hia) 'da Çin menşeli mallar, ezcümle bambudan yapıl�
ma eşya ile ipekliler gördüğünü kaydetmekte idi. Hunlar ve daha
ileride yaşıyan çapulcu kavimler yüzünden bu eşya İç-Asya'ya, Yüe­
cı'lara giderken onun da geçmiş olduğu yoldan asla gidemezdi. Bu­
nu soruşturduğu zaman oralılar bu eşyanın kendilerine hakikaten
doğrudan doğruya Çin'den değil, Hindistan'dan gelmekte olduğunu
söylemişler, oraya da bir güney yolundan geçtiğini anlatmışlardı.
ıı t t. I N M f \' E N f Ç - A S YA 53

İlk mühim netice şimdiden elde edilmiş bulunuyordu. Eskiden


beri Çin'lilerin kendileri tarafından da, haberleri olmaksızın kullan­
dıkları ticaret yolu bulunmuştu. Çünkü bu uzak münasebet imkan­
ları yalnız başkentte, imparator sarayında değil, ticaret hayatında,
asıl ilgili olanlarca da bilinmiyor, İç-Asya ticaret yollarının .karak­
teristik sistemi yüzünden, sevk olunan malların son istasyonunun
neresi olacağı onlarca .da meçhul bulunuyordu . Esasen bir tacir ker­
vanı, çıktığı yerden varacağı yere kadar hiçbir zaman hep aynı de­
velerle ve aynı adamlarla gitmiyor, memleketten memlekete geçtik­
çe malı yeniden başka hayvanlara yüklüyorlar, yeni bir alışveriş
oluyor ve doğrudan doğruya temas ettiği adamdan başka kimse kim­
seyi tanımıyordu. Sı-çuan'lı bir ipek tacirinin hatırına, kendi malın­
dan Uzak - Batı'da, onun adını bile duymadığı Roma şehrinde el­
biselik beklediklerini nereden gelebilirdi !

Ama şimdi Çin'liler, memleketlerinden İç-Asya·ya bir değil üç


yol gittiğini ve bu yolların büyük şehirler, zengin kavimler ülkesi
olan orada tam bir yol şebekesi haline geldiğini iyice öğrenmişlerdi.
Ticaretin kan damarı mesabesinde olan başlıca yol, en ileri batı ka­
rakoluna, Dun-huanğ'a kadar, bir kol halinde uzanıyordu. En altta­
ki, Lop nor'dan güneye doğru giden ve Çarklık'tan geçerek Kaşgar'a
açılan yol oradan ayrılır. Ortadaki yol Kurla ve Kuça'd.an geçer ve
son durağı yine Kaşgar'dır. Kuzeydeki yol Turfan-Urumçi yönünde
uzanır. Gariptir ki bu eski kervan yolları bugüne kadar kaybolrna­
mışlardır.

Canğ Çien'in raporunun ikinci kıs�ı Çin imparatorlt1k sarayın­


da daha canlı bir akis uyandırmıştı. Bu kısımda yalnız kendileriyle
karlı ticaret yapılabilecek, içinde biraz cesaretle boyun eğdirtilebi­
lecek, vergiye bağlanabilecek hem pek de döğüşken olmıyan kavim­
lerin oturdukları zengin memleketlerden eh�mmiyetli şehirlerden
bahsedilmekte idi. Gerçekten Gök oğlu Canf� Çien 'in raporunu din­
lemekle kalmadı, onun, yerinde olan tavsiyelerini de tuttu.

Çin'in İç-Asya'ya .yönelttıği askeri seferler ve Çin tarihinde, he­


men zamanımıza kadar gelenekleşmiş olan, batıya doğru yayılm:a
politikası böylece başlamış oldu.

Canğ Çien'in, bu İç-Asya Kristof Kolµmbus'unun şahsı etrafın­


da yavaş yavaş bir efsane-çevresi meydana geldi : bu büyük adam
54 B l L İ N M l Y EN fÇ- ASYA

uzak batı ülkelerinde ne şaşılacak ve ilgi uyandıracak şeyler görmüş


ve yurduna ne çok faydalı bilgiler sağlamıştı! Evvelce hiç. duyulma­
mış ne kadar nadir, bilinmedik bitki, yemiş vardı ki, bunları g'Uya
ilk önce Canğ Çien görmüş ve tohumlarını Çin'e götürmüştü, bunlar
bir nebatat bahçesini doldurabilecek kadar çoktu. Ya o bir sürü ga­
rip hayvan, hele o midilliler ülkesinde o kadar hayret uyandıran
« gökten inme ıı yüksek atlar!
Geleneklerde mübalağa ve zoraki süsleme çoktur, fakat şurası
muhakkak ki, Canğ Çien'in bu maceralı dolaşmaları sayesinde
Çin gerçekten birçok nebat ve hayvanla tanışmıştır. Eski Çin'liler
bile yazıyorlar ki, bu meşhur yolcunun getirdiği tohumları ekmiş­
ler, başkent etrafında çok geçmeden göz alabildiğine yeşil yonca tar-
1.:ı.ları meydana gelerek ilkbaharı müjdelemiş, işitip merak edenler
ta uzaklardan bunu görmeğe gelmişlerdi. İmparator saray ının bah­
çesine bağ çubukları dikmişler ve bunun tatlı yemişi Çin'lilerin pek
hoşlarına gitmişti.
Canğ Çien raporunda İr;-Asya dolaşmaları sırasın�a oradaki ül­
kelerden dördünü kendisinin de gezdiğini, bunlar hakkında tam bil­
gi edindiğini yazıyor, onların etrafında bulunan diğer beş-altı mem­
lekete dair elde edebildiği bilgileri de dikkatle topladığını ilave edi­
yordu. Bu rapor Çin'lilerde görülmedik bir merak uyandırmıştı. O
zamandan başlıyarak Çin tarih ve coğrafya literatüründe İç-Asya'ya
ayrıca bahis tahsis edilmiş ve önce 36 sonra 50 memleketten bah­
solunmuş, bunları ta!1ltmak için birçok muhtasar kitaplar yazıl­
mıştır.
Çin'lilerin bu alanda yazdıkları. kısalıklariyle beraber çok de­
ğerlidir ve her ne kadar şu veya bu sorunun karşılığını bunlarda
beyhude aradığımızdan şikayet e tsek de Çin 'lilerin alışmış olduk­
ları stereotip şekillere bağlı kalmalarını bu bahiste yeter derecede
takdir edemeyiz. Anlatılan memleketlerin kuvvetlerini birbiriyle
karşılaştırırken bu sistem gerçekten çok işe yaramaktadır, çünkü
her bahis aynı bir soruya cevap vermektedir. Çin'lilerin soruları ne­
lerdi? İşte : bir memleketin mevkiinin tayini, komşula!'ının sayıl­
ması, Çin'den olan uzaklığı, memlekette kaç aile, ceman kaç nüfus.
ne kadar asker yaşar; siyasi sistem, devlet adamları hakkında kısa
bilgi, coğrafi ve etnoğrafik mallı mat : son olarak tarihi vakalnrın hü­
lasası.
BİLİNMİYEN İ Ç - A S YA 55

Bu bilgi yığını tarihçi için olsun coğrafyacı için olsun paha bi­
çilmez bir hazinedir, fakat hakiki değerini daha ziyade geçen elli yıl
içindeki ilmi sefer heyetleri İç-Asya'nın tarihe karışmış mazisine bi­
raz ışık vererek aydınlattıkları zamandan beri anlamış bulunuyoruz.

Çin'lilerin tanıttıkları İç-Asya memleketlerinin çoğu İran'lı a­


sıldan olan halktan meydana gelmiştir; en ziyade onları biliyoruz.
Bu sahada çalışan mütehassısları pek ziyade ilgilEndirecek olan mu­
fassal verintileri ele alarak burada da bunlara dair geniş çerçeveli
malumat vermeğe girişmek lüzumsuzdur san ırız. Burada bahsimize
konu olabilecekler öyle kavimler ve ülkelerdir ki, bu sahada çalışan­
lardan başkaları bunların adlarını bile duymamışlardır ve esasen
bunlar hiçbir zaman fazla bir ehemmiyet kazanamamışlardır.

Fakat örnek olarak olsun, iç-Asya'lı lrnvimlerden hiç olmazsa


bir tanesi hakkında burada üç-beş söz söylememiz belki büsbütün
lüzumsuz sayılmaz. Bunlar, sanki İç-Asya'nın siyasi hayatında kom­
şularından fazla söz sahibi olduklarından değil, daha ziyade dikka­
timizi, bilginlerin şimdi;· e kadar pek hatırlarına gelmemiş olan ga­
rip bir meseleye çektiklt!ri için ele alınmaktadır, Bu kavim unsuru .
kendisini çevreliyen İran'hların komşuluğunda yabancı bir halde
yaşıyordu. Bunların bünyevi vasıflarının farklılığı, ötekilerden ay­
rılan adetleri Çin'lilerin kendilerinin de dikkatini çekmişti. Tarihçi­
leri bu adamların doğrudan do�ruya maymundan gelme, kızıl saçlı ,
yeşil kirpikli kimseler olu�und;m dehşetle bcı.hscderler. Ne İran'lı
ne de Türk olmıyan sarışın, mavi gözlü barbarlardan daha evvel kı­
saca bahsetmiştik.

Vu-sun kavmi işte bunlardandır. Çin'li tarihçilere göre bunlar


kırallarına kun-mi derler, başkentleri Çin başkcntinde:ı 8.900 li
uzaklıktadır. Yine bunların tahminlerine göre bu memleketin nü­
fusu 1 20.000 aile halinde yaşıyan 630.000 kişi kadardır, askerlerinin
sayısı 188.000 dir. Ayrıca on dört kadar Vu-sun devlet adamı uzun
boylu tanıtılmaktadır.

Vu-sun'lar koca bir ovada otururlar, ala meralarında büyük SÜr


rüler otlar. Esasen iklim çok soğuktur, sık sık yağmur y3ğar. Dağ­
larında sade çam yetişir. Adetleri bakımından tıpkı Hunlara benzer­
ler; bunlar da hayvan yetiştirici göçebelerdir, başlıca servetleri at�
tır, zenginlerinin 4-5 bin başlık at sürüleri vardır. Çin'liler bunlar
56 B I L fNMhEN İ Ç - A S YA

hakkında pek ıyı şeyler söylemiyorlar ; onlara göre Vu-sun kavmi


komşularının başına bela, adi bir hırsız güruhudur.

Aralarında yaşıyan geleneğe göre Vu-sun'lar şimdi oturmakta


oldukları yere daha doğudan, bugünkü Gan-cov taraflarından, Hun­
lann önünden kaçarak gelmiŞlerdir.

Canğ Çien, meşhur seyahati münasebetiyle İç - Asya'nın siyasi


kudret şartlarını lüzumu kadar öğrenmiş bulunuyordu, onun için
efendisine, Yüe-cı'lardan bir şey çıkmadığına göre, hiç olmazsa Vu­
sun'larla ittifak yapmasını teklik etti. Bunlar mükkıemmel askerlerdi
ve komşuları olan Hunlarla bir türlü gcçinemiyorlardı. Çin sarayın­
da uzun söze hacet kalmadan. Vu-sun kavmine bir heyet gönderil­
mesi kararlaştı, heyetin başına bu aklı bulanı, yani bizzat Çanğ Çi­
en'i tayin ettiler. Böyle uzak bir yola �ıkacak bir heyete yakışacağı
gibi, elçinin yanına yüksek sayıda adam kattılar. 300 atlı, 600 at.
gidiyordu , ayrıca bu kadar insanın o uzun yolda, hele barınılmıyan
çölde yiyeceği bulunsun diye, yanlarına takriben 1 0 .000 kadar sığır,
koyun ilah. katılmıştı. Tabii işin manevi tarafı da ihmal edilmemiş,
şayet diplomatik görüşmeler başarı ile sona ererse şaşırmasınlar,
lüzumlu politika simsarları ve daha uzak ülkelere yollanacak el­
çiler el altında bulunsun diye, Canğ Çien'le birlikte bir alay saray
adamını da yola çıkarmışlardı.

Heyet İ. ö. 1 1 5-te yola çıktı ve başkanının mehareti ve daha


evvelce o havalide her tehlikeye göğüs gererek elde etmiş olduğu
bilgisi sayesinde çok geçmeden hedefine ulaştı.

Oraya varış ve kabul tarzı pek elverişli olmadı. Vu-sun hüküm­


darı kun-mi hiç de öyle dünyadan ayrı kalmış ve oranın ahvalinden

habersiz bir reise benzemiyordu. Çin'in kocaman bir ülke olduğunu
pekala biliyordu, fakat . bu onda pek biiyük bir · saygı uyandırmış
gibi değildi, çünkü o memleketin kendininkine ulaşılmaz bir uzak­
lıkta olduğu da onun önünde gizli kalmamıştı. Yine şaşılacak suret­
te şunu da pek iyi biliyordu ki, bu uzak memleket komşusiyle, kud­
ret bakımından ötekinden geri kalmıyan Hunlarla devamlı harb
halindedir ve Çin'li elçiler Hun büyük hanının sarayını sık sık zi­
yaret etmektedirler. Bu itibarla Vu-sun'ların kun-mi'si daha Canğ
Çien'le söze başlamadan, heyet üyelerinin kendisini tıpkı Hun bü­
y ük hükümdarına gösterdikleri derin saygı ile selamlamalarını iste-
B I L I N M l \' E N iÇ-ASYA 57

di. Bunun üzerine iş hoşa gitmlyecek bir çıkmaza saptı. Canğ Çien
bu isteği yerine getirmekten çekindi, çünkü böyle yapacak olursa
hemen arkasından Vu-sun'larla, kudretli Çin imparatorunun ittifa­
kma almakla şeref vereceği her hangi bir ehemmiyetsiz barbar ka­
vim gibi müzakereye girişme yolunu kendi eliyle kapamış olacaktı.
Pek elverişli bir sırada çıkmıyan bu anlaşmazlığı yine nasılsa
düzelttiler, fakat artık görüşmeler öyle Canğ Çien'in düşündüğü gi­
bi iyi bir hava içinde geçmedi. Gerçi kun-mi'nin ittifak yapmağa
gönlü var gibiydi, çünkü Hunların zorbalıklarına artık doyup kan­
mıştı ; fakat teklif . ne kadar çekici de olsa böyle tehlikeli bir teşeb­
büse açıkça girişivermekten kaçınıyordu. Uzaktaki müttefikinin ica­
bında yapacağı yardımın, bu teşebbüse kızacağı muhakkak olan Hun
komşusunun çıkaracağı münasebetsizlikleri karşılıyacak kadar hoşa
gidecek ve hele faydalı olmıyacağmı pek iyi biliyoı·du. Hele kav­
miyle beraber eski yurduna, Çin'lilerin komşuluğuna dönmek me­
selesi hiç işine gelmiyordu . Canğ Çien bütün kandırma kabiliyetini
ele alarak Çin'le yapılacak ittifakın sağhyacağı bütün iyilikleri bi7
rer birer saydı döktü. Son koz olarak da kendisine karılığa bir Çin
prensesi de vadetti. Fakat kun-mi söz dinlemiyordu.
Müzakereler, kandırmalar haftalarca sürdü, bu arada ise Hun
büyük hükümdarı kendi aleyhine çevrilen dolabı haber almıştı. Hiç­
bir izahat istemeğe ve fazla merasime lüzum görmeksizin Vu-sun'­
ları yola getirme teşebbüsüne girişti. Talili Canğ Çien'in yüzüne o
vakit güldü, çünkü kun-mi bu tehditçi Hun teşebbüsünü haber alır
almaz, daha bir müddet önce reddettiği Çin teklifini hemen canla
başla kabul · etti.
Çin'liler böylece Vu-sun'larla itti.fakı imzaladılar, hatta içkiye
düşkün, yaşlı kun-mi'nin pis kokulu sarayına bir prenses de yolladı­
lar, fakat artık bu işten yana başları ağrımaz olmuştu. İki barbar
kavmi birbirine tutuşturmuşlardı ya, maksat hasıl olmuştu, varsın
onlar boğazlaşsın dursunlar, hiç olmazsa kendileri onlarla o kadar
meşgul olnpyacaklardı.
Hulasa İ. ö. II - I. yüzyılda bol ve �aşılacak derecede tafsilatlı
Çin vakayinameleri, elçi raporları İç - Asya'nın her iki tarafına dair
bilgi vermektedirler. Görüyoruz ki bunlar daha o zamanlar, Altay'­
ların doğu ve batısındaki bütün memleketleri, kavimleri, coğrafi
yerlerin i pek iyi biliyorlarmış.
B İ L İN M i Y E N t ç - .&. S YA

Mesele şimdi şuradadır ki, acaba İç - Asya'ya dair aynı zaman­


lardan veya daha eski çağlardan, Çin'lilerden başka kavimlerden
kalma bilgilerimiz var mıdır?

Şimdi herkesin aklına; i. ö. VI. yüzyıl çağlarında Güney -


Rusya'nın barbar İskit kısımları, hatta İran hakkında şaşılacak de-.
recede çok şeyler bilen Yunanlılar gelir. Halbuki İç - Asya, hele Al­
tay'ların ötesindeki sahalara dair bilgi edinmek için bu kaynakları
beyhude karıştırırız. En eski Yunan yazarlarında bile bulacağımız
şey n ihayet Türkistan'ıu batı kısmından öteye hiçbir vakit geçemez,
}\em de bunlar elle tutulmaz, müphem verintilerden başka bir şey
değildir.

Gerçi İ .ö. iV. yüzyılda İç - Asya'nın batı taraflarını bizzat


dolaşmış olan büyük bir keşifçi - istilacının adını hatırhyabiliriz :
Makedonya'lı Büyük İskender ı i . ö. 330 - 326 1 ordulariyle Kuzey -
İran'dan Oxus'u, yani bugünkü Amu - derya'yı geçerek orada_n Ka­
bil yaylasından Hindistan'a geçmezden önce İç - Asya'ya girmişt i .
Fakat b u dolambaçlı yoldan gidiş İç - Asya'nın tanınması bakımın­
dan ancak pek az bir şey ifade etmekte idi .

İç - Asya'nın batı kısmı hakkındaki ilk, gerçekten değerli ve


Çin'e giden İpek - yoliyle ilgili olan coğrafya bilgisi bundan çok za­
man sonraya aittir ve bu yol batıdan doğuya doğru, Suriye kıyıla­
rından başlıyarak, Dicle ve Fırat nehirlerini geçip Hazer gölünit11
güney kıyısına varır, oradan bugünkü Afganistan'ın Belh şehrine
doğru yönelirdi, ondan sonra Pamir'den geçerek İç - Asya toprağına
u laşır ve orada mahalli yol sistemine katılarak Kaşgar'a kadar gi­
derdi. Çin sınırında, Dun - huanğ'da tekrar birleşen o büyük ve
önemli yol burada üç büyük kola ayrılırdı. Hüliısa, büyük batı-doğu
İpek - yolu Kaşgar'dan , en güney yolu takiple Khotan'dan geçerek
ipeğin hakiki yurduna, Çin'e ulaşmaktaydı.

Bu yolu Makedonya'lı bir tacir, Maies Titianus geçmişti . Yunan


coğrafyacılarından ikisi, önce Tyrus Marinus ( İ .ö. 1 00 yıllarında) ,
sonra Ptolemaeus bu yolu onun hikaye ettiğine göre tanıtmışlardır.

Doğu ve batı kaynaklarının bu birleşişi son derece dikkate de­


ğer, fakat bilhassa bu iki muhtelif menşeli bilgilerin bir araya top­
lanmasından , Çin kaynaklarının yalnız daha eski olduğu değil, hac­
mi bakımından da daha önemli olduğu meydana çıkmaktadır.
1 1 l.

A LT I N DAG

Kök Türk - Sogd elçilik heyetinin Bizans'a gidi,i.- Zemarkhos


ve Bizans elçilik heyetinin Kök Türk büyük hükümdar1 nezdine
gidi,i. - Altındağ eteklerinde Kök Türk kağanının karargahı.­
Memleketlerine dönü,te li:ıı:a ns'hlaran ba,larrna gelenler.- İkinci
bir Bizans elçilik heyet i . - Eski Çin kaynaklarının teyidedici
ifadeleri.

Zengi n B i zan s ' ı n hareketli,


renkli hayatını mühim bir hadise
doğu ülkelerinden, o vakte kadar bu kub­
a l t üst etmişt i . B i l inmedik
beli b ü y ü k şehre siyasi bir vazife ile kimsenin gel mediği yerden bir
ba rbar elçiliği gelmişti.

Batı - Kök Türklerinin büyük hükümdarı olan kağan, müşterek


düşmana, İ ran'a ka rş ı bir ittifak tekli f i n de bulunmak üzere adam­
ları n ı yollamıştı. Heyetin başkanı bir Kök Türk değil, yabancı biri,
Sogd kavminden Maniakh idi. Kök Türklerle Sogdları bir araya ge­
t i re n şey ne tesad üfün bir cilvesi n-c d e Kök Türk kağanının her
hangi bir alicenaplığa kapılmış olması idi ; Bizans kapılarına gelen
�ey. Uzak - Doğu'da hüküm süren bir fı r tı na nın dalgalarıydı. Kök
Türk k:ı.ğ:.ınını bu ittifakın yalnız siyasi ve askeri tarafı ilg:lendiri­
yordu, o n un la sıkı bağ ı olan iktisadi tarafı, ipek ticareti meselesi ise
daha z iy a de Sogdları meşgul etmekte idi.
Yu karıda gördüğümüz gibi, İ pek - yolu İ ç - Asya'dan geçmekte
idi . Ş i m d i buna, bu yolun mühim bir kısmının Sogd topraklarına do­
kunduğunu ve bu cihetin doğu ştan tacir bir kavim olan Sogdları son
rler<�ce ilgilendirdiğini de ilave edebiliriz. İ ç - Asya'da ipek ticareti
müııhasıran onlarm vasıtasiyle yapılırdı. İ peğe karşı olan alakaları
öyle bir merak halinde idi k i , hazan yabancı kavimlerin hakimiyeti
60 R 1Ll N M 1 Y E N l <; - :\ � Y .\

altına geçmek bile buna bir tesir yapamıyordu. Sogdlar önce Efta­
litaların boyunduruğu altında bulunurlarken, sonra Eftalitaları da
süpürüp geçen Batı - Kök Türklerinin hakimiyeti altına girmişlerdi.
Kaderlerine razı, yaşaytp gidiyorlardı; olsa olsa hareket serbestlik­
lerine ve ticari faaliyetlerine bir engel çıkarıldığı zaman bir parça
kımıldanırlardı.

Hemen Kök Türk hakimiyetinin başlarında idi ki Sogdlar, yine


bu alanda çıkan dertlerine bir çare bulması için kağana baş vurup
yardımını istemişlerdi. Acemler ülkesine gidip gelen Sogd tacirl-eri
ipeklerini orada oturan Medlere de satabilmek müsaadesini elde et­
mek isterlerdi. Onun için Acem kıraiına bir elçi yollayıp kendileri­
nin Medler içine serbestçe gidip gelmelerine izin temin etmesini
efendilerinden , yani Kök Türk kağanından rica etmişlerdi. Bizans'­
lıların Sizabulos adiyle tanıdıkları kağan, fazla söze de hacet bırak­
maksızın bu ricayı yerine getirmeğe memnunlukla razı olmuş ve
gerçekten Maniakh'ın başkanlığındaki bir Sogd heyetini kendi adı­
mı yola çıkarmıştı.

Maniakh'ın elçilik heyeti Acemler memleketine vardı, fakat bu


şerefli ziyaret Acemleri pek sevindirmemişti, çünkü onların hatırına
Kök Türk himayesi altında dolaşan Sogd tacirleriyle berab·?r birta­
kım münasebetsiz yabancıların da memleketlerine sızacağı, bunların
orada etrafı yoklıyacakları, arkasından da atlılariyle beraber Kök
Türk kağanının çıkıp gelerek ortalığı altüst edecekleri ihtimali geli­
yordu. Bu endişe pek de yersiz değildi, Sizabulos Sogd tebaalarının
işini öyle şaşılacak bir kolaylıkla üzerine alırken, kafasında gerçek­
ten böyle bir şey dönüyordu.

Acem kıralı önce düşündüğü şeyi açıkça söylemeğe cesaret ede­


memiş ve hedefine şark usulü, dolambaçlı yoldan ulaşmak istemiş­
ti. Sogd heyetinin arzularını sükunetle dinlemişt i ; fakat verileçek
cevabı hep ertesi güne atmış ve uzun bir zaman bu işi böyle sallayıp
durduktan sonra, nihayet günün birinde vükelasını çağırıp bir divan
kurdurmuştu. Acem kıralının Sogd heyetine karşı zaten pek iyi bir
niyet beslediği yoktu, heyet ise izin alınırsa yeniden gelip gitmeğe
hacet kalmasın ve buradan doğru Medlerin memleketine gidilsin gi­
bi bir ileri düşünce ile satacağı ipeklileri de beraberinde getirmişti.
Nihayet Sogdlardan nefret eden Eftalita müşavirin de, kıralı ikna
D i L İ � M İ 'ı' F. N iÇ-ASYA 61

ederek ona son sözünü açıkça söyletmesi için lakırdıyı uzatmasına


lüzum yoktu.

Acem kıralı müsaadeyi vermekten doğrudan doğruya kaçınarak


Sogd tacirlerin beraberlerinde getirmiş oldukları bütün ipekli mal­
ları satın almış ve hemen sıcağı sıcağına orada. gözlerinin önünde
yaktırtmıştı. Elçiler ağızlarını açamamışlar, fakat bunun ne demek
olduğunu hemen kavrıyarak kötü kötü memleketlerine dönmüşlerdi.

Heyet bu soğuk karşılamayı Kök Türk hükümdarına anlatarak


şikayette bulunmuş, o da belki hediyelerle yahut da şiddet göster­
mek suretiyle Acemleri yola g.etirmek mümkün olur diye, yeni bir
heyet yollamıştı.

Fakat Acemler bu· ikinci heyeU de pek güler yüzle karşılamadı­


lar. Hatta vükela toplantısında Sogdların gelip gitme müsaadesi is­
tekleri daha şiddetli itirazla reddedildi. Bundan sonra yine rahatsız
edilmenin önünü almak içinse heyet üyelerinden çoğunu gizlice ze­
hirlemişler ve o kadar çok kar yağan Kuzey'in soğuk iklimine alışık
Kök Türklerin, Acemistan'ın öldürücü sıcağını. kuraklığını kaldıra­
madıkları için te1;?f oldukları havadisini yaymışlardı. Sağ kalan
Sogd elçileri bu işten şi.iphelenmişlerdi ama, sonunda nasılsa ken­
dileri de inanmışlar, onlar da gerçekten Acemistan'ın bu ağır hava­
sına dayanamıyacaklannı söylemeğe başlamışlardı.

Fakat Sizabulos öyle her şeye kolay kanan bir adam değildi; el­
çilerinin Acemlerin hainliğine kurban gittiklerini pekala anlamıştı.
Bununla beraber hemen münasebetleri kesme yoluna gidilmemiş,
onun yerine Maniakh'ın tavsiy·e ettigi çareye baş vurulmuştu.

En iyisi, Acemlerin memleketine uğramamak, yalvarsalar da


kendilerine bir parça bile ipek vermemek, bunun yerine uzaktalci
Bizans imparatoriyle dostluk kurmaktı. İpek ticareti bakımından bu
daha da karlı olµrdu , çünkü orada bu mallara olan ihtiyaç ve istek
daha fazla olc:Iuğu gibi , kurulacak dostluk askeri bakımdan da fay­
dalı olabilirdi, zira Bizans'lılarla Acemlerın arası zaten öteden beri
açıktı.

İşte . Maniakh'ın başkanlığındaki Kök Türk - Sogd elçiliğinin yo­


la çıkarılmasına bu gibi olaylar karar verdirmişti ; heyet Bizans im­
paratoruna kağanın dostluk ve ittifak teklif eden mektubundan baş­
ka çok kıymetli ipekli hediye de götürmekte idi.
fı2 K İ L İN M İYEN I Ç - A S Y .,

Heyet Bizans'a doğru yola çıktı. Hangi yolları takibettiğini tam


olarak bilemiyoruz. O zamanki Bizans'lılar yalnız şu kadar yazıyor­
lar ki, bu yolculuk uzun sürmüş ve Kafkasya'ya, oradan da mutat
yoldan kolayca Bizans'a varıncaya kadar birçok memleket, dik ve
karla örtülü dağlar, düz, ormanlık bölgeler, bataklıklar, nehirler
geçmişti.
Bizans'lılar barbar elçiliklerin ziyaretine artık alışmış bulunu­
yorlardı, gelen elçileri kabul için , resmi makamları vardı; onlarla
müzakerelere girişirler. icabederse gelenleri imparatorun katına da
çıkarırlardı .
B u saray adamları Maniakh'a hemen alaka gösterdiler, Sizabu­
los'un yolladığı " İskit harfleriyle " yazılı mektubu tercümana okut­
tular ve adetleri üzere onu, sade ne iş için geldikleri bakımından de­
ğil, o uzak memleketlerin teşkilatı ve siyasi durumları hakkında da
sorguya çektiler. Bizans'lıların göstermiş oldukları bu ilgiye, husu­
:;iyle tarihçilerinin bu soruşturmalarda elde edilenleri kaydetmiş bu­
lunmalarına pek çok şey borç luyuz. Bunlar olmasaydı etraftaki bar­
bar kavimler hakkında bugün ancak pek az bir bilgimiz olurdu.
Kök Türk elçileri Bizans'lılara, Eftalitaları tamamiyle ezdik­
lerini, hükümleri altına aldıklarını ve bugün bu kavmin, yine kendi
·ellerine geçmiş olan şehirlerde oturduğunu anlattılar. Bu, hazan ne­
zaket dışına çıkan meraklı sorular, sade ilmi bir alakadan veya ta­
rihçilik merakından doğmuyordu ; Bizans'lılar Eftalitalarla ve As­
ya'dan oralara dağılmış olan başka bir kavimle, Avarlarla da tam o
sıralarda münasebete girişmişlerdi.
Pek tabiidir ki Bizans'lılar, Kök Türk kağaniyle aralarının
açılması yüzünden Avrupa'ya sığınmış olan Avarlar hakkında bil­
diklerini söyletmek için heyet üyelerini inceden i nceye sorguya çek­
tiler. Avarların bir kısmının eski yurtlarında kalmış ve halen Kök
Türk idaresinde yaşamakta oldukları, batıya göç ederek Bizans'lıla­
ra sığınan ve orada yerleşenlerin ise 20.000 ki!ji kadar bulunduğu bu
sayed:e anlaşılmıştır. Bundan başka Kök Türk imparatorluğunun
vergi veren tebaası olan diğer kavim ve kabileleri de sayıp döktüler,
ama anlaşılan bu barbarlar Bizans'lıları pek ilgilendirmemiş ola­
caktı, belki adlarını bile duymamışlardı ; herhalde bunlar hakkında
duyduklarını kayde değer bile bulmamış olacaklardır.
n i 1. i :>1 '1 İ Y E ' İ Ç - ·\ S \ .\ 63

Kök Türk elçileri bundan sonra esas konuya , Kök Türklerle Bi­
zans'lılar arasında b ir ittifak anlaşması meselesine döndüler. Onla­
ra, sınırlarına yakın olan b ütün düşmanlar tarafından (burada baş­
ta Acemleri kast etmiş olacaklar) Bizans'a karşı vuku bulacak her
hangi bir hücumda Kök Türklerin de onlara saldıracağını vadet­
tiler. Heyet başkanı anlaşmayı ellerini göğe kaldırarak yemin et­
mek suretiyle mühürlemiş, bu taahhütleri yerine getirmiyecek o­
lursa kendisinin en korkunç belalara uğramasını dilemişti.
Fakat ipek meselesinde Maniakh ve onun Sogd arkadaşları ga­
rip bir surprize uğramışlardı. Onlar Bizans'lıların ipeği hiç bilme­
diklerini veya hiç olmazsa büyük güçlüklerle elde edebildiklerini
sanmışlardı. Onun için yalnız bol miktarda ipeklileri değil, Bizans
imparatoru il. Just inus'un gösterdiği ipek böceklerini de görünce ve.
imparatordan kendilerinin de ipek yapmasını bildiklerini duyunca
son derece şaşıp kalmışlardı. Halbuki bu öyle zararsız bir göz boya­
cılıktan başka bfr şey değildi.
Kayser Justinianus"un zamanında Bizans'a Hint'li papazlar gel­
mişlerdi, ipek böceğini beraberlerinde getirenler ve ipekçiliği B i­
zans'lılara gösterenler onlar olmuştu. Başka bir söylentiye göre ipek
böceğinin tohumunu B izans'a, hem de doğru Çin'den, ortası oyuk
bir deynek içinde olarak bir Acem getirmişti . Fakat bütün bu sır­
ları öğrenmiş olmalarına rağmen Bizans'lılar , başka mütevassıt ti­
_
caret yollarına muhtaç olmıyacak kadar ve istedikleri vasıfta ipek
elde edemiyorlardı. Onlar ipeği uzun zamandan beri Acemlerden al­
mışlar, herhalde bundan böyle de onlardan alacaklardı, Sogdların
tavassut teklifleri bu işin eski gidişini değiştirmemişti.
Bununla beraber bu Kök Türk elçileri Bizans'Iıların ilgisini
fazlasiyle Üzerlerine çekmiş olduklarından, bunlar derhal bu dost
ziyaretini iadeye ve bu fırsattan faydalanarak Kök Türklerin kud­
retleri ve Zı:?nginlikleri hakkında onlardan duyduklarının doğruluk
derecesini anlamak için kendi gözleriyle de görmeğe karar vermiş­
lerdi.
Nitekim yol hazırlıkları tamam oluncaya kadar Bizans'lılar
Maniakh'ı salıvermediler. Böyle bir hazırlık Bizans'ta da öyle ak­
şamdan sabaha oluveremiyordu . Epeyce kalabalık olan Bizans el­
cilik heyeti nihayet . bir yıl sonra, L s. 568-de yola çıkt ı ; 11. Justinus
heyetin başına Kilikia'lı Zemarkhos·u �eçirmişti.
64 R İ l . İ '\ '\1 İ ) E '\ İÇ- \SY\

Bizans'lılar Maniakh'ın kılavuzluğu ile ve çok günler süren


bir yolculuktan sonra Sogdların memleketine vardılar. Başlıca mü­
şahedeleri ele burada başlamaktadır. Sogdia'daki iik mola yerinde
atlarından indikleri vakit yanlarına Kök Türkler gelmiş ve satış
için onlara demir arz etmişlerdi. Bizans'lılar yaman bir alaylı dil­
le, Kök Türklerin bu alışveriş denemesinde, ne kadar zengin olduk­
larını, demirin ne kadar bolluğunda bulunduklarını, yahu t da bu
kıymetli madeni sanki kendilerin i n çıkardıklarını göstererek guya
onları aldatmağa yeltendiklerini kaydederler. Halbuki inansızlık
gösteren Bizans'lılar bu sefer aldanmışlardı, bu işte bir aldatma
kastı yoktu, çünkü demir madenciliği Kök Türklerin eskiden beri
uğraştıkları bir iş olduğunu ve Zemarkhos kafilesinin geçtiği bölge­
de demirin bulunmaz bir matah olnı ı:ı.dığını Çin kaynakları bize öğ­
rP.tmektedir.
Demir ticareti yapan Kök Türkler uzaklaşır uzaklaşmaz yan­
larına başka bir küme yerli daha gelmişti ; bu defa artık bunları
öyle kolayca aşıramamışlar, hatta sözlerini dinliyerek arzularını ye­
rine getirmek zorunda kalmışlardı. Bunlar pagan papazlar, yani
• mecuslar ıı dı. Beraberlerinde getirdikleri eşyayı yıktıktan sonra
h.emen garip okuyup üflemelerine başlamışlardı. Çalıdan ateş yak­
mışlar ve Kök Türk diliyle Bizans'lılarca anlaşılmaz birtakım saç­
ma şeyler homurdanarak, zillerle, trampetlerle dehşetli bir ahenk
tertibetmişlerdi. Sonra gürültü gittikçe artmış ve nihayet kötü ruh­
ları oradan kovalamak için, yam�'lakta olan dalları fırdolayı gezdi­
rirken çılgınca tepinip haykırışmağa başlamışlardı. Kök Türklerle
Sogdların, hepsinin de şeytanları kovalanmıştı. lakin bu garip tö­
renden Bizans'lılar da yakalarını kurtaramadılar. Ayrı bir saygı ala­
meti olarak Zemarkhos'u Kök Türkler kendileri· ateşten geçirdiler.
Kök Türklerle Sogdların bir kısmı bırakıp gitti ; Bizans'lıların
yanında yalnız, bu uzak diyardan gelmiş heyeti Kök Tül'k kağanı­
nın karargahına götürmek vazifesi kendilerine verilmiş olanlar kal­
dılar. Yeniden teşkil edilen kafile çok geçmeden Sizabulos'u n otur­
duğu yere, Ektag adlı dağın yanında uzanan ovaya vardı. Ektag,
Kök Türklerin dilince Altındağ demektir . Yorgunluklarını giderir
gidermez elçileri kağanın katına götürdüler. İlk kabul töreni öyle
taştan yapılmış bir saraydn değil, kocaman bir çadır içinde geçti.
.
Büyük göçebe hükümdarı süslü ve altın yaldızlı bir taht üze-
IJ i L I N M İ Y E :\ İ Ç - A S 'I A 6S

rinde oturuyordu ; tahtın tekerlekleri bile vardı ve icabında önüne


at koşulabiliyordu. Elçiler Sizabulos'u lazım gelen saygı ile selıim­
ladılar, kendisine sunulan armağanları bu işe memur ettiği adam­
lar derhal teslim aldılar. Bundan sonra Zemarkhos iki memleket
arasındaki samimi dostluğu belirten kısa bir nutuk söyledi. Ka­
ğan buna aynı anlamda sözlerle cevap verdi. Arkasından elçilerle
Kök Türk devlet adamları ziyafet sofrasına oturdular ve neşe içinde
akşama kadar beraber kaldılar. Kök Türkler ziyafette şarap da ver­
mişlerdi. ama, bu, bildiğimiz üzüm şarabı değil, öyle şıra gibi bir
çeşit barbar içkisi idi, çünkü onların memleketinde üzüm yetişmez.
Akşam herkes misafir edildiği yere döndü. Ertesi gün başka, daha
süslü bir çadırda toplandılar, onun içi de ipek halılarla döşeli, hey­
kelciklerle donanmış idi. Kağan som altından yapılmış bir kerevet
üzerinde oturuyordu ; çadırın ortasında altın güğümler, ibrikler v-e
ba!5ka kahlar yanyana dizilmiş duruyordu. İçki alemi yine başladı,
arada eski Kök Türk adetine uyarak, devlet adamlarından kah biri,
kah öteki kadeh kaldırıyordu. Bu alem de akşama kadar sürdü.
Üçüncü gün yine başka bir çadırda buluştular ; bu hepsinin en süs­
lüsü idi. Ağaç direkler· altınla kaplı olduğu gibi, altın yaldızlı kere­
vetin üzerine altın işlemeli dört yastık atılmıştı; Bu çadır-sarayın
ön avlusunda gümüş sahanlar, gümüş tepsiler, gümüş heykelcikler
gibi hep gümüş eşya yüklü arabalar duruyordu. Bizans elçisi, gör­
düğü bu .eşyanın güzelliğinden, Bizans zevkinden hiçbir zaman geri
kalmıyan bu ihtişamdan takdirle bahseder. Anlaşılan · Kök Türkler
Bizans'lıları hazine çadırına tesadüfi olarak götürmemişler ve bu­
nunla gerçekten hedeflerine de ulaşmışlardı, çünkü Kök Türk kağa­
nının gözler kamaştıran servetini gördükleri vakit hayranlıkları son
haddi ni bulmuştu.

Bizans heyeti vazifesini bitirmişti ve isterse hemen memleke­


tine dönebilirdi. Fakat görünüşe göre kağan bu, kendi nüfuzunu ar­
tıran ziyaretten başka bir fayda da sağlamak niyetinde idi. Arala­
rında eskidıen beri münakaşa konusu olan bir mesele üzerinde Acem­
lerle görüşmesi lazımdı ve müzakereye Zemarkhos'u da yanında gö­
türmek istiyordu ; tasarlanan bu seyahate Zemarkhos da memnun­
lukla muvafakat etti.

Zemarkhos'un yanında heyet üyelerinden yalnız yirmi kişi ka­


dar kaldı; ötekiler, kağanın emriyle K;holyatalar memleketinde bek-
66 il i 1 . i " :\1 i y ı-: ' i ı,: - . \ s ,. . \

lediler. Kağan B izans'lıların hepsine hediyeler verdi, Zemarkhos ay­


rı bir IUtuf nişanesi olarak bir Kırgız cariyeye de kondu.
Z�markhos'la Ş izabulos belli edilen bir günde Acemistan yol­
cu luğuna çıktılar. Yolda Talas denilen bir yerde Acem elçisiyle kar­
şıla�tılar ve hemen durup orada görüşmelere başladılar. Kök Türk­
lerde siyasi görüşmeler sırasında ziyafetten vazgeçilemezdi. Ka­
ğan Acem mümessiline karşı çok soğuk davranıyordu, zaten ziya­
fette Zemarkhos'u daha üste oturtmakla ve Bizans dostluğu ile gös­
'
teriş yapmakla oııu fena halde gücendirmişti . Acem elçisi bununla
beraber pek korkuya düşmüyor ve kendisi11ıe edilen sitemlere şid­
detle karşı koyuyordu, fakat bunµnla da Sizabulos'u kendine karşı
daha beter öfkelendiriyordu. Sizabulos ve maiyetindeki adamlar en
ziyade bu elçinin Kök Türk adetlerine göre sofrada susacağı yere
durmadan ve yüksek sesle yaptığı ukalalıklara kızmışlardı .
Hasılı Acem elçisiyle tasarlanan görüşme böyle geçti. Kağan
Zemarkhos'u bu görüşmtnin hatırı için alıkomuştu. Ondan sonra
unu . yurttaşlariyle beraber güzelc.e uğurladı ve uzun yolculukları
için yanlarına bir kılavuz da kattı. Eski yol göstericileri Maniakh
ölmüştü. bunun için kafilenin başına yeni kılavuz verilmişti. Bunun
adı Tagma olup Kök Türk ilerigelenlerindendi ve rütbesine göre
kendisine tarkhan deniyordu. Tagma tarkhan, ölen Maniakh'ın oğlu
idi ve Kök Türk hükümdarı, en sevdiği yakınlarından olan bu zatı
bu nazik ve çok dikka t isti yen tercümanlık ve yol-marşallığına seç­
mekle Bizans'lılara karşı olan dostluğunun samimiyetini göstermiş
oluyordu.
Zemarkhos maiyetiyle birlikte, Kholyatalar memleketinde bek­
leşen arkadaşlarının yanına döndü ve oradan da memleketinin yo­
lunu tuttu . Bu fevkalade haber çabucak her yana duyuldu ve et­
rafta, civarda oturan barbar kabilelerin hepsi bu nadir ziyaretçileri
görmek hevesine kapıldılar. Birbiriyle yarış edercesine Kök Türk
kağa nına varıp bu elçilik kafilesine katılarak o uzak ülkedeki bü­
yük şehri ziyaret etıne1erine izin vermesi için yalvardılar. Bunlar
arasındaki itişip kakışma o dereceyi buldu ki, sonunda Sizabulos
başa çıkamadı \'e kim olursa olsun, Kholyatalardan başkasının Ze­
markhos' ların peşine takılmasını menetti.
Bizans heyetinin yolu, bilmedikleri memleketlerden geçiyordu ;
kılavuz olmasaydı yollarını şaşırarak kaybolmaları muhakkaktı. Ne
n i ı . i � '.\1 i ) F '\ i Ç- A s L\

yazık ki, eski Bizans kaynakları bu uzun , herhalde çok dikkate de­
ğer yolun ancak bir - iki bölümünü kaydetmektedirler. Hem bu bir­
kaç verinti de bu neviden olarak ortaya atılan diğer malfımata ben­
zemektedir. Mesela birkaç coğrafi yer adı veriliyor ki, b unlar pek
işimize yaramadıktan başka üstelik bir de bu kaynağın el yazması
aslına, ortaçağ kopyecisinin dikkatsizliği yüzünden yanlışlık karış­
mış olması ve bize kalan her hangi bir yer adının böyle yanlış ya­
zılmış bir ad olması ihtimali de vardır.
Zemarkhos kafilesi dönüşte Altındağ'dan, yani Ektag'tan kal­
karak önce Kholyatalar memleketine vardı ( arada Talas'a uğrayı­
şını şimdi hesaba katmıyoruz ) , oradan batıya doğru ilerliyerek yo­
luna düşen Oykh adlı bir nehirden g-�çmesi icabetti, ondan sonra da
geniş bir bataklık geliyordu. Bizans'lılar üç gün kadar burada ka­
larak dinlendiler. Zemarkhos bu koca bataklığın yanındaki mola ye­
rinden Georgius adlı bir arkadaşını, elçiliğin memlekete dönmekte
olduğunu imparatora haber vermesi için, acele Bizans'a yolladı.
Georgius yanında on iki Kök Türk atlısiyle susuz, çıplak top­
raklardan geçerek ötekilerden önce memlekete ulaşmak gayretiyle
yola açıldı.
Z�markhos'gil, üzerinde gidip gelmesi anlaşılan daha kolay o­
lan ve her zaman kullanılan büyük yollardan birini tutarak batıya
doğru ilerlediler. Bu yol tabii yalnız barbarlar tarafından, o da ha­
ber götürüp getirme maksadiyle kullanılırdı. Yolun oturulan yerler­
den geçip geçmediği veya *i tarafında, oralarda sürülerini otlata·
rak barınan göçebeler bulunup bulunmadığı da belli değildir, fa­
kat bu yolun yolculara lüzumlu suyu ve herhalde yiyeceği de ko­
layca tedarik edebilecek dolaylardan geçtiği verilen kısa bilgiden
de anlaşılmaktadır.
Bizans'lılar bu dediğimiz mola yerinden kalkarak t.�hlikeli, ba­
taklık arazide tam on iki gün durmadan yol aldılar. Başlarına bir
şey gelmemiş olmasını Kök Türk kılavuzlarına borçludurlar ; o böl­
geleri avuçlarının içi gibi bilen bu adamlar, üzerinden emniyetle
geçilebilecek olan kumsal yerleri gösteriyorlardı. Bizans'lılar böy­
lece ilerlediler, yol aldılar ; fakat yazık ki, yollarda görüp öğrendik­
lerine dair tek bir kelime bile kaydetmemişlerdir. Sanki kendileri
için � büyük hadise yalnız büyük v-e geniş bir nehre ne zaman
raslanacağı imiş gibi, bataklık boş yerleri geçtikten sonra J'!ihayet
68 Rİ 1, j N M 1 Y F 'i fÇ - .\ S ' \

İkh nehrine, oradan Daikh nehrine vardıklarını hemen kaydediyor­


lar. Nehirlerden sonra yine bataklık geliyor, onu da geçince meşhur
A ttila nehrine varıyorlar. Bu nehri de geçince yollarını Ugurlar di­
yarına yöneltiyorlar. Ugurlar Bizans'lıları pek dostça karşılıyorlar
ve onlara Kophen nehri taraflarında tetikte olrnalarmı, çünkü ora­
daki büyük ormanların içinde dört bin Acemin oradan geçerken ü­
zerlıerine saldırmak için pusu · kurduklarını söyliyerek dikkatlerini
çekiyorlar. Ugurlar da Kök Türk Sizabulos'un tabiiyeti altında bu­
lunuyorlardı. Zemarkhos kafilesi Ugurların sözünü dinliyerek yo­
lunu değiştirdi ve ıssız bozkırlara açıldı. Fakat her ihtimali hesaba
katarak, bu tenha yol için Ugurların verdikleri , içme suyu ile gü­
zelce doldurulmuş tulumları da yanlarına aldılar. Yolları üzerine
düşen bu son bataklık ve sazlık alanı Kophen nehri besliyordu. U­
gurların işaret ve tembih ettikleri kısım burada başlamaktaydı. Ze­
markhos, etrafı yoklasınlar ve Acemlerin gerçekten oralarda gizle­
nip gizlenmediklerini anlayıp haber versinler diye, adamlarından
birkaçını ileri yolladı. Her ne kadar bu öncüler ı;ıüphe çekecek bir
şey görmedilerse de Bizans'hlar yine de emin olamadıklarından,
adeta sığınır gibi, Alanla:r ülkesine gitmekte acele ettiler.

Fakat bir türlü heyecanın sonu gelmiyordu. Burada da daha


karşılandıkları zaman ·�peyce karışıklık oldu. Alan kıralı Zemar­
khos'gili sevinçle kabul etti, fakat yanlarındaki Kök Türkleri, silah­
larını dışarda bırakmadan içeri almak istemiyordu. Onlar belki üç
gün dayattılar, sonunda da yine dediklerini yaptılar. Fakat mesele
bununla da bitmiş olmuyordu. Alanlar da, tıpkı Ugurlar gibi, teh­
likenin birinden kurtulup öbürüne düşen Bizans'lıları yine Acem­
lerle korkutuyorlar, yanılıp da Mindimiyanların topraklarından geç­
memelerini, çünkü Suania tarafla.rında Acemlerin onları bekledik­
lerini söylüyorlardı. Anlaşılan Zemarkhos'un tek canından başka
da sakındığı bir şey olacaktı ki, bu tembih üzerine, pusudaki Acem­
leri aldatmak için, tehli&eli denilen Mindimiyana tarafına on, ipek
yüklü atlı kervan yolladı, kendisi de geri kalan daha kıymetli yü­
kiyle başka bir yoldan çabuk Karaden iz'e ulaştı, oradan da bir arı­
zasız Bizans'a döndü.

Zemarkhos'un seyahat raporu İç - Asya'nın o zamanlar kudre­


tinin doruğunda bulunan bir kavmine, Kök Türke, daha doğrusu
onun batı koluna dair bazı şeyler anlatır. Ne kadar kısa da olsa,
B 1 1. 1 '\ 1\1 1 \. E :>..; 1Ç - A s \"A 69

Zemarkhos'un bu raporu bize hayli şey söylemektedir ve bu haliyle


de VI:. yüzyıl lç - Asya'sını tanıtan en ciddi ve en fazla değ�r verYen
kaynaklardan biridir. Çin tarihçilerinin aynı çağa ait notları bu
kaynağı adeta noktası noktasına doğrulamaktadır.
Ancak bu raporda bazı ayrıntıları bakımından hala açıklan­
maya muhtaç, hem de oldukça mühim tek bir meseLe vardır ki, o
da Zemarkhos'gilin nerelerden geçtikleri, o tuhaf adlı nehirlerin
hangileri olduğu , ve nihayet büyük Batı - Kök Türk hükümdarı
Sizabulos'un ( Dizabulos, Silzibulos, Sincibu diyenler de vardır) ne­
rede oturduğu meselesidir.
Bilginler en ziyadıe Ektag'ın, yani Altındağ'ın nerede olduğu
üzerinde kafa yordular. Bu nokta tam olarak aydınlansa öteki coğ­
rafi adların karşılaştırılması işi derhal kolaylaşacaktı. Bu işle uğra­
şan lar öteden beri, eski göç.2be kavimlerin hep Altay etrafında. en
ziyade onun doğusunda kaynaştıklarını görmüşlerdir. Bundan baş­
ka Avrupa'da ilk önce Moğolların . tarihini öğrendiklerinden, tekmil
()teki bu çeşit kavimlerin adetlerini, tarihlerini, hatta oturdukları
yerleri bile buna göre tesbite uğraşmışlardır. Bugün artık daha ay­
dınlık görmeğe başlamışsak bunu, başlıca iki mühim hususa ; yığın­
larla tarihi ve coğrafi Çin kayıtlarına daha ziyade yaklaşmış bu­
lunmamıza, bir de şu geçen yarım yüzyıl içinde İ ç - Asya'ya yapı­
lan keşif seferlerinde kum ve toprak altından vaktiyle oralarda ya­
şamış ve zamanla kaybolmuş kavimler02 ait binlerce ve binlerce e3e­
rin çıkarılmış olmasına borçlu bulunmaktayız.
Altındağ meselesinde de önce bu durumda bulunuyorduk. Bu­
nu da Altay dağları topluluğunda araştırıyorlardı ve yazı masası
başında geçen uzun kafa yorınalardan sonra, Aİtındağ'ın, bu zin­
cirin güney - doğuya uzanan ve Moğol - Altay denilen dağdan baş­
ka bir yer olamıyacağını ileri sürmüşlerdi. Bazı inatçı coğrafy�cı­
lar bu çıkıntıyı hiılil bugün de haritalarında Ektag - Altay diye
işaret ederler. Fakat bundan daha açık bir yanlışlık olamaz. Bi­
zans kaynakları susuyor, meseleyi yeter derecede aydınlatmıyor­
lar mı? O halde batı kronikacılarından ve elçi raporlarından daha
doğru, daha tamam bilgi veren Çin kaynaklarına baş vurmalıdır'.
Bunlar bu alanda da imdadımıza yetişirler. Batı - Kök Türk ka­
ğanlarının başkentlerinin nerede bulu nduğunu, oraya bugünkü
Karaşar'ın kuzey - batısında Yulduz vadisinden geçerek yedi gün-
70 il i 1. İ .'\ :\I İ YEN 1 Ç - .\ S \' \

lük bir yolculuktan sonra varıldığını. aşağı yukarı Kuça'nın. ku­


zeyinde olduğunu açıkça söylerler. Fakat Çin'lilerden daha başka
şeyler de öğrenmek mümkündür. Kuça'nın kuzeyinde, batı - kuzey
yönünde bir dağ uzanır ki, buraya yerliler A-cie dağı derler, Ektag
herhalde burası olacaktır.

Demek ki Ektag'la Moğol - Altay aynı değildir ve Zemarkhos'­


un, A-cie dağının kuzeyind·e, Tekes vadisinde bulunan Batı - Kök
Türk başkentine uğramış olduğu şüphe götürmez.

Bizans'lıların kaydettikleri şehirler maalesef daha ileride, Çin'­


lilerin ilgisinin yetişemediği
. yerl�rde bulunmaktadır ve bu yüzden
bu nehirleri onların yardımiyle kontrol etmemiz mümkün değildir.
Ama böyle de olsa Oikh 'la Çu'nun aynı nehir olduğu ve İ kh'ın E rr{­
ba'dan başka bir nehir olamıyacağı, sonra başka kaynaklarda da
�eçtiği gibi Daikh 'ın Ural'ın Türkçe adından başka bir şey olmadığı
muhakkak gibidir. Bir şahıs adını andıran A ttila ismi altında ise
Volga 'nın Kök Türk arlı olan Etil'in gizlenmekte olduğu da yine
meydandadır.

Zemarkhos heyetinin başarısından gayrete gelen Bizans' lılar


k
Kö Türklerle bir dostluk kurmak hevesine dü§tüler. Demir satan
Kök Türklerle ateşle şeytan kovalıyan mecusların memleketine bir­
biri ardına yeni yeni heyetler yolladılar. Bu dostluk Kök Türklerin
de işlerine geliyordu, çünkü eninde sonunda bu yeni dostu nasıl
olsa barış bilmez düşmanla, yani Acemle çatıştırmağa muvaffak
olacaklarını düşünüyorlardı. Hesaplarında yanılmadılar. B izans'lı­
larla Acemler arasında çok geçm:!den anlaşmazlıklar baş gösterdi
\'e yirmi yıl süren savaşlara < 57 1 - 590 1 yol açtı. Fakat bu sırada
Kök Türklerle Bizans'lılar arasına da soğukluk karıştı, hatta bir­
birine karşı düşman duruma girdiler. Zemarkhos'un şanlı elçilik
seferinden ancak sekiz yıl geçmişti ki, Bizans'lı elçileri artık bam­
başka bir tavırla karııılamışlardı. Burada bir dakika durup, anlata­
cağımız vaka arasında İç Asya 'nın hayatına tez bir göz atmamız
-

faydalı olur. böylece sekiz yıl içinde bu ülkede ne değişiklikler ola­


bileceğini hayretle görürüz.

Bizans tahtına yeni bir imparator, Tiberius geçmişti. Bu kay..


::;er dah � saltanatının ikinci yılında Kök Türklerle olan i ttifakın ye­
nilenmesini, kuvvetkmdirilmesini lüzumlu görmüştü ki, bu onun
il t ı . i \ \1 i \ ı: \ i (_'. - ' �' ' 71

kaygılarını göstermekted ir. Göndereceği heyetin başına muhafız su­


baylarından birini, Valentinus'u tayin etti. Valentinus, aldığı vazi­
feyi yerine getirmek üzere elçi kafilesini düzerken, uzun zamandan
beri Bizans'ta oturan ve içlerinden çoğu bu başkente evvelce gelen
heyetlerle değil de kendi alavereleri için gelmiş ve orada takılıp kal­
mış bulunan Kök T ürklerden de yüz altl k i�iyi yanına aldı. Bu­
nunla beraber Valentinus kendisi de bilmediği bir işi üzerine almış.
büsbütün yabancı bir yola hazırlanmış değildi ; buna benzer bir
vazife ile o vakte kadar iki kere Kök Türklere gidip gelmişti.
Elçilik kafilesinin takibedeceği yol da yeni sayılamazd ı, çünkü
hu yolu ilk defa yapacak olmad ıkları gibi zaten o yoldan da ayrı­
lamazlardı. Bir müddet Karadeniz'de gem i yolculuğu yaptılar, son­
ra kıyıya çıkarak Tavris dağları boyunca yollarına devam .�ttiler.
Bataklı suların yanında uzanan kırlarda at ü stünde i lerlediler ; ça­
lılıklar, kamışlıklar ve ba t a k l ı k la r geçerek Akkaga denilen bir yere
ve oradan da uzun. yorucu bir yolculukta n sonra. n ihayet Kük Türk
hanlarmclan olan Turksanthos adlı birinin olduğu yere vardılar.
T urksanthos öyle küçük bir handı. kararga hı Altındağ'da bulunmu­
yordu , hem Altındağ 'da - o za manlar Sizabu los ölıni.i§ olduğun­
-

dan - Tardu hüküm sürmekte i d i . Bu Turksanthos'un nerede otur­


duğuna, nerelere hükmettiğine ge l i nce, Bizans'lı1ar bu bahiste ta­
maıniyle susmaktadırlar. Fakat herhalde elçileri bu hanın yanı­
na ilk defa uğramıyorlardı ve iııin h; inde bu l u nai1 şefleri nce bura­
daki başlıca adamların kimler olduğu. nerede bulundukları bir sır
değ ildi.
Elçilik raporunda Zemarkhos'tı n . Kök T ürklerin dört büyük
başkanı olduğunu söylemesi, ondan sekiz yıl sonra yola ç ıkan Va­
lentinus'un ise sek iz kabile başkanından bahseylemesi herhalde dik­
kate değ.�r. Bu sekiz başkandan Bizans'lılara en yak ı n oturanı bu
Turksanthos olmalıydı. çünkü elçileri ilk önre o kabul etmişti ; öy­
le anlaşılıyor ki, T urksanthos'un karargahı Ural nehrinin Avrupa
tarafında bulunuyordu.
Valen tinus kibirli Kök T ü r k h a n ını Bizans diplİ..' m asisinin süs­
lü ve yaltak diliyle scla mladıkta ı ı so n ra yeni kay�eriıı , T iberius'un
tahta çıktığını ve t>u yolculuktan ma ks;,ıdın ın SizaLulos·la yapılmış
olan silfıhlı itt ifak m yenilenmesi olduğu nu bildirdi. Bu duruma gü­
re arzu ettikleri şey Kök Türklerin hemen Acemler üzerine saldır-
72 BILINMIYEN i Ç - A S YA

ması idi, çünkü bunun tam sırasıydı. Fakat Bizans'lıların aşırı ne­
zaketi Turksanthos'a azıcık bile tesir etmedi, elçiye sertçe çıkıştı,
yalancılığını yüzüne vurdu ve imparatoru ile aynı ip üzerinde oyna­
dığını söyledi . 11 0n türlü diliniz var ama, hileniz birdi r • dedi ve
sözüne kuvvet vermek için on parmağını ağzına soktu. Sonra, hay­
retten donakalmış olan Valentinus'a izahat vermekte gecikmedi. O­
nun kudretinden korkup kaçmış olan Avar kölelerini (Varkhoni­
talar) ürkütüp kovalıyacakları yerde onları kabul etmiş ve Panno­
nia'ya yerleştirmiş olan Bizans'lılar şimdi ne yüzle dostluktan ve
ittifaktan bahsediyorlardı? O nasıl olsa Avarların, o korkak kavmin
hakkından gelirdi, hem onları kılıçla temizlemiyecek, atlarının nalı
altında çiğnetecekti. Turksanthos o öfke ile yeniden Bizans'lılara
döndü. Bizans'a giden Kök Türk elçilerini Bizans'lılar ne diye Kaf­
kasya'nın geçilmesi güç, tehlikeli yollarından götürüyorlardı? Bu
hep kötü niyetli olduklarından. ikiyüzlülüklerinden ve korkaklıkla­
rındandı ; onun hücum edeceğinden korkuyorlardı. Ama Turksanthos
da Kök Türkler de Dnyeper'in ı Danapris) , Tuna'nın <İster ) ve Ma­
k·::!donya'daki Meriç'in nerelerden &ktıklarını, Avarların Bizans
ülkesinde ne taraflara gittiklerini bilmez değillerdi. Bizans'lılar göz­
lerini açmalılar ve Alanlarla Utigurları hatırlarına getirmelilerdi.
Onlar o kadar cesaretle, kahramanlıkla karşı gelmek istemişlerdi
de ne olmuşlardı, şimdi hep onun köleleri değiller miydi? Evet, Bi­
zans'lılar kendilerine gelmeli ve doğudan batıya kadar bütün ka­
vimlerin efendisinin Kök Türk olduğunu kafalarına iyice koyma­
lı lardı.
Turksanthos, böy1ece korkuttuğu Bizans'lı elçileri, öfke ile söy­
lediği gibi, kendisini �ahsen de ağır surette tahkir ettikleri için, ay­
rıca ölümle de tehdidetti. Onu en büyük yas arasında rahatsız et­
mişlerdi, üstelik bu yasa iştirak edecekleri ve suratlarını bıçakla
çentecekleri yerde arsızca kendilerini müdafaaya yeltenmişlerdi.
Valentinus ve arkadaşları, ne süslü sözlerin ne de karşılık verme­
nin fayda etmiyeceğini gördüler. Yapılacak bir şey olmadığından
çaresiz üzerlerine zorla yükletilen yasa uyarak, inanmadıkları hal­
de yine acele hançerlerini çıkarıp yüzlerini yaraladılar ve sonra bu
duruma boyun eğerek, yapmacık bir kederle, günlerce süren yas
törenini seyrettiler. Bir gün ortaya dört Kök Türk esiri g1<?tirdiler,
dördü de bağlıyciı; sonra hanın rahmetli babasının, Sizabulos'un
sevgili atlarını çektiler, ölüye onlarla haber salacaklardı. Son derece
il l ı. ı -. \l I ' ı: ' ı �.: - .\ s y .\ 73

meraklı olan yas töreninin hikayesi maalesef burada bitiyor, çün­


kü orijinal Bizans el yazısının bundan sonraki kısmı kaybolmuştur.
Turksanthos Bizans elçileriyle ancak yas törenleri bittikten
sonra konuşmağa başladı. fakat bundan da hayır yoktu. Tehditler
savuruyor, Kırım Bosforusu'na hücum ederek orasını zaptedeceği­
ne ahdediyordu. Bizans'lılar böylece epey hırpalandıktan sonra do­
ğuya doğru, Batı - Kök Türklerinin Altındağ yakınlarında eğleşen
en b� yük kağanlarının, o sırada Tardu adiyle anıldığını söylediği­
miz büyük hükümdarın yanına varmak üzere yollarına devam ede­
bilmeye güçbela izin alabildiler.
Bizans'lı elçilerin, büyük hükümdarın yanında bir iş bitirip bi­
tirmedikleri bilinmiyor ama ellerine çok bir şey geçmediği muhak­
kaktır, çünkü dönüşte, evvelce kendilerini o kadar soğuk karşıla­
mış olan dostlarına, yani Turksanthos'a uğramağa mecbur . kaldık­
ları zaman onun öfkesi hala yatı§mamıştı, hatta tehditLerinin bir
kısmını yerine çl.e getirdi. Emri üzerine vezirlerinden Bokhanus adlı
biri çok sayıda bir atlı kıta ile Kırım Bosforusu'nun zaptına gitti,
yolda başka bir Kök Türk komuta nı da ona katıldı. Bunlar şehri al­
dılar ve böylece Kök Türklerle �izans' lılar arasında açık düşman­
lık başlamış oldu. Turksanthos Bizans'lıları evvelce de hoş tutma­
mıştı, şimdi ise düşmanlığının bütün icaplarını kendilerine iyice
hissettirdi. Valentinus'u maiyetiyle birlikte uzun zaman yanında tut­
tu ve onları adamakıllı hırpaladıktan. epeyce eziyete soktuktan son­
ra memleketlerine salıverdi.
Çin'liler uzak - batı ülkesinde oturan Turksanthos hakkında hiç­
bir şey bilmiyorlar ama Valentiııus'un raporunda adı geçen büyük
hilkümdar Tardu'ya dair o nispette fazla bilgileri.vardır. Bu bilginin
yardıiniyle, babası Sizabulos'un Çin'li!erce meçhul olmadığı ve ölüm
tarihinin gerçekten Valentinus'un da kaydettiği gibi 575 yılı sonla­
rına veya 576 başlarına düştüğünü tesbit etmek zor değildir.
Demek ki Bizans'lı Rum kaynakları İç Asya hakkında son de­ -

rece kıymetli ve bu kıtayı iyice tanımak hususunda Batı'nın ilk


ciddi hab�rcileri sayılan bilgiler vermektedir. Fakat Batı'lıların ke­
şiflerine ait etraflı, geniş malumat V•eren ve bu bakımdan Çin'lilerin
köklü kayıtlarına yaklaşan eserler, ileride görcceğim"iz gibi, bu ilk
müjdecilereden ancak hayli zamah sonra, Moğol - çağında meydana
gelmiştir.
i V.

BATI NÖBET KULELERİNDEN DEMİRKAPI"YA KADAR

Çin'li budist hacdann İç - Asyadan geçtikleri yal. - Hüa� · dzanğ


yala çıkıyor (İ. s. Vll. yüzydda).- Batıdaki be' nöbet kulesinden
ve cinler sahrasından geçerek Tar1m havzasına varış.- Kök Türk
büyük hükümdar1nı ziyaret. - Demirkapı'dan Afgancstan'lı Kök
Türkler diyanna.- Hüan-dzanğ'ın Hindistan'dan dönüşü.

Sözü yine Çin'lilere bırakalım. Bizans elçileri büyük bir cesa­


retle İç - Asya yoluna çıktıkları ve yavaş yavaş ta Altındağ tarafla­
rına, Batı - Kök Türklerinin başkarargah1arına sokulabildikleri sı­
ralarda Çin'liler İç - Asya'nın çoktan yabancısı değillerdi ve uzak
bir Çin vilayetinde olup bitenleri , İli vadisinde veya Orkhon kıyı­
larında yaşıyan barbarlar arasında geçen hadiselerden daha iyi bil­
mezlerdi . Resmi tarih yazarların eserleri baştan başa bu havalinin
tasvirleriyle, yeni yeni parçalarının keşüleriyle doludur. Fakat ar­
tık bu çağlarda batı sınırlarının Çin'li habercilerine kalabalık ve
gayretli yeni bir küme daha katılmaktadır. Birtakım budist hacılar,
kendi memleketlerinde artık karmakarışık bir hale gelmiş olan bu­
dist d inini aydınlatmak maksadiyle, Din'in şerefli vatanı olan Hin­
distan'a gitmek için yola çıkıyorlardı. Bunlar çok kere İç - Asya'dan
geçiyorlar ve uzun süren ağır hac yolunda uzaktaki barbarların şe­
hirleri ve göçebelerin çadırları arasında gözlerini dört açmış olarak
dolaşıyorlardı. Oralarda gördükleri, öğrendikleri ş.eyleri ise öyle u­
nutup gitmezler, daha ziyade kendi dinlerinden olanların faydalan­
maları iç in kaydederlerdi ; ama aradan çok uzun yüzy ıllar geçtiği
halde bunlardan biz de faydalanmaktayız. Ç ünkü, bilhassa resmi
Çin bilginlerinin, tarih yazarlarının önemsiz bulanık kaydetme­
ğe lüzum görmedikleri şeyleri , büyük kerrnn yollarının günlük
hayatını, kıyı, kenar yerlerin, insanların pek uğramadıkları ten-
BiLiNMiYEN iÇ-A SYA 75

ha bölgelerin tasvirlerini v� her şeyden önce o zamanki din du­


rumları hakkındaki malümatı bu kayıtlar vermekte, budistlerin ya­
şadıkları yer neresi idi, budizmin aydınlatmadığı barbarlar hangi
yanlış yollara sapmış bulunuyorlardi, bize bu kayıtlar öğretmekte­
dir.
Çin, Hindistan'dan çıkmış olan budizm ile oldukça erken tanış­
mış bulunuyordu. Doğduğu memleketi terke mecbur olarak İç - As­
ya'nın komşuluğunda yaşıyan kavimlere sığınmış olan bu din, ora­
larda sade yüzyıllarca yaşamış değil, daha sonraki yayılışları i-?in
de taze kuvvet toplamıştı. Buddha'nın dini çok geçmeden kervan
yollarından Çin'e gelmiş ve i. s. il. yüzyılda başlıyan gelişme ve
ikbal devri zamanımıza kadar sona ermemiştir.
Çin'de din ve keşiş hayatına karşı başlayıp gittikçe genişliyen
ilgi, büyük Tanğ sülalesi devrinde 1 6 1 8 907) o kadar tehlikeli bir
-

şekil almağa başlamıştı ki. keşişlik mesleğine görülen hücumun ö­


nüne geçmek için hükümet kararlar çıkarmak zorunda kalmıştı.
Böyle olmakla beraber birçokları, bilhassa kanaatçi insanlar için o
kadar rahat ve emniyetli olan bu hayata katılmak yolunu buluyor­
lardı. Bu keşiş yığını için�e. kalblerinin sesini dinliyerek abaya bü­
rünenler ve manastırın sessizliği içine gömülerek hayatın manası
üzerinde düşüncelere dalanlar da az değildi. Hindistan hacıları işte
bunların arasından. çıkıyordu. Bu hacılar da hesapsız sayıda idiler,
ve haç yolculukları hakkında bitip tükenmez şeyler yazmışlardır.
Fakat şimdilik bunları..bir yana bırakalım ! Zaten Batı bilginleriyle
Çin'lilerin, kendilerinden en çok bahsettikleri meşhur keşifçi keşiş­
ler bu küçük yıldızları gölgede bırakmışlardır.
Burada bu meşhur keşiflerin ilklerinden en parlak bir adı,
Fa-h ien'i anmamız yetişir. Onun seyahati kısaca şöyle olmuştu. İ. s.
399-da Cin 'in o zamanki başkenti olan Çanğ-an'dan, yani bugünkü
Si-an'dan yola çıktı. Batı Nöbet kapısı'ndan Turfan'a, oradan da, o
zamanlar budizmin en zengin merkezlerinden biri olarak gelişmekte
bulunan Khotan ·a vardı. Önce dini incelemelerle burada bir on beş
yıl geçirdi ve a n ca k ondan sonra, asıl pınarın başına, Hindistan'a
gitti. Orada yetecek kadar okuyup öğrendikten sonra güne­
ye doğru yollandı. Sey lan adasına vardı ve orada conka dedikleri
bir gemiye bindi. Uzun ve zahmetli bir su yolculuğu başlamıştı. Fır­
tınaya tutuldular, bilinen , alışılmış kıyılardan uzaklara sürüklendi-
76 KILI NMIYEN ı c.: - A S Y ·\

ler, canlarından bile umutlarını kesmiş bir duruma düşmüşlerdi ki,


fırtına insafa gelerek onları Çin'de bir kıyıya, Şan-dunğ yarımada·
sına attı.

Umumiyetle tanınmış ve beğenilmiş olan Fa-hien'in şöhretini


başka bir hacının, Hüan-dzanğ'ın şöhreti gölgede bırakmıştır. Bu­
nun seyahatnamesi ve hal tercümesi vır. yüzyıl İç - Asya'sını ve
Hindistan'ını en iyi tanıtmaktadır ve halk tarafından sevilmiş ol­
mak bakımından - hemen söyliyelim ki, tamamiyle haksız olarak -
bizim büyük Batı'lı keşifçilerden Marco Polo ile bir tutulmaktadır.
Şimdi burada ondan bahsedeceğiz. Onun seyahatnamesi çoktan il­
min tenkidinden geçmiş ve değeri biçilmiş olup, son zamanlara kadar
yapılan bütün keşif seferleri sırasında ne zaman yeni bir ve­
rinti ile karşılaşmışsak her defasında Hüan-dzanğ'ın kitabını eli­
mize almış ve onda daima bize yol gösteren yeni yeni bilgiler bul­
muşuzdur. Büyük keşifçi A. Stein'ın, her keşif seferine çıkışında
bu eseri beraberinde götürdüğünü ve güçlüklerle dolu olan çalışma­
larında en sadık arkadaş ve rehber olarak onu yanında bulundurduğu­
nu söylersek eserin önemini belirtmeğe yetişir sanırız. Budist gele­
neği Hüan-dzanğ'ın hayatının hikayesini inanılmaz derecede tabiat
üstü olaylarla süslemişse bunda şaşılacak şey yoktur, tersine olarak
biz bunlarda, bizimkinden çok ayrı düşen bir dünyanın eşsiz şiir gü­
zelliklerini hayranlıkla görürüz.

Hüan-dzanğ yola çıkmazdan önce acayip bir rüya görmüştü.


Mukaddes Sumeru dağı önünde duruyor ve dört mücevher, dağı ge­
reği gibi süslüyordu . Etrafı fırdolayı köpüklü dalgalarla hareketli,
vahşi bir deniz, dağa tırmanmak istiyor, fakat etrafta ne gemi var
ne kayık; yine de tereddüdetmiyor, içinde zerre kadar korku yok,
inliyen köpüklü dalgaların üzerine basıyor. O anda dipsiz derinlik­
lerden ayağının altına taştan bir lotus çiçeği sıçrıyor, fakat ayağını
üstünden çeker çekmez lotus kayboluyor, sonra tekrar meydana çı­
kıyor, böylece onu ?dım adım ileriye götürüyor, bir de bakıyor ki
dağın eteğine gelmi f Dağın tepesine tırmanmak istiyor, bütün kuv­
vetini topluyor, ama olmuyor, dik ve keskin kayalardan durmadan
yere düşüyor, derken ansızın bir kasırga çıkıyor ve onu bir kazasız
Sumeru dağının tepesine götürüyor. Orada şöyle dünyanın dört yö­
nüne bir bakıyor, ö.nüne gözler kamaştırıcı bir manzara açılıyor. O
sırada uyanıyor.
R İ 1. İ 1" !iti 1 Y E 1'\ İ <,: - \� Y \ 77

Büyük yolculuğa hazırlanan hacı, bu güzel rüyayı hayırlı bir


fal saydığından kararı ve yolculuğa bağladığı umutları kuvvet bul­
muştu. Manastırına veda ederek tek başına batı nöbet kulelerine
doğru yola ç ıktı. Kısa bir zamanda ilk büyük durağa. Lan-cov'a var­
dı. Talihinden yolda , , daha batıda bulunan Lianğ-cov'a gidecek olan
birkaç Çin'li atlı subaya raslıyor, onlar bu şaşkın hacıyı himaye­
leri ne alıyorlar ve bu suretle daha or�da iken hedefine biraz yak­
laşmış oluyor. Lianğ-cov şehrinden hemen c;ıkıp yoluna devam et­
miyor. Yolculuk yavaş ve adım adım gidiyor. Bu ilk konak yerinde
sessiz tefekkürlerle bir ay geçiriyor, bazan etrafına toplaşan mü­
minlere vaızlar ediyor ve arada şöyle, hiç o deği lden, yoluna nasıl
devam edeceğini soruşturuyor. Mamafih istediğ ini öğrenmekte fazla
güçlük çekmedi, çünkü bu eğleştiği şehir adeta batıya giden ve ora­
dan dönen bütün tacirlerin buluştukları bir yerdi, iyi yürekli mü­
minler onun va'zını candan d inliyorlar, kendisine karşı takdirlerini
ve hayra nlıklarını anlatmak için onu her türlü dünya malına , gü­
müşe, altına, paraya, mücevhere boğuyorlardı, birçok da beyaz at
vermişlerdi. Uzak yolculuğa niyetli olan hacı bütün bu bir sürü
armağa nı kabul etmiş, fakat onları alıkomıyarak, artık kend isi gibi
faziletli bir zata yakışacak surette fakirler ve kiliseler arasında tak­
sim etmişti.
Ancak o durmadan gelip giden tacirler, ne tarafa gidileceğini,
neye dikkat ed ileceğ ini ona beyhude tarif edip duruyorlardı ; yola
çıkma işinin önüne ciddi ve büyük engeller çıkmıştı. Çin'liler Lianğ­
cov'a tam o sıralarda yerleşmekte idiler, hududun geçtiği yer uzak
değildi ve civarda , ne türlü niyet besledikleri bilinmiyen şüpheli
u nsurların dolaşmamasına son derece dikkat ediyorlard ı. Ve niza­
mın tam olması için de sınırdan d ışarıya kimseyi bırakmaması şe­
h irdeki mevki komutanına sıkıca tembih olunmuştu . Komutan Li
Da-linğ ise bu şakası olmıyan talimata riayet göste�erek yasak sı­
nırdan kimsenin gizlice kaçmamasına büyük bir uyanıklıkla dikkat
ediyordu. Zaptiyeleri ve hafiyeleri ::ıehri gizliden gizliye bütün gün
gözetliyorlar, ne olur ne olmaz her ha ngi bir kimsenin yanlış bir
yola sapmasını vaktinde haber almak için tetikte bulunuyorlard ı.
Bu duruma göre, önüne gelene hep budist yayınlarını incelemek
için uzak-batı yoluna çıkacağını anlata n Hüa n-dza nğ'ı yakalamak
güç bir iş değildi. Nitekim fazla merasime lüzum görmeden geveze
papazı yakaladıkları gibi Li Da-l inğ'in önüne götürdüler. Li Da-linğ
78 il i ı. i ' '1 i y ı-: ' iç - ..\ s \' .\

insaflı bir adamdı ve sofu hacının bir teline dokunulmasını dünya­


da istemezdi ; fakat emir emirdi, onun için niyetinden vazgeçerek
derhal başkente dönmesini kendisinden ısrarla rica etti.
Lakin Hüan-dzanğ kararından dönmedi, hatta birtakim iyi yü­
rekli insanlar. yoluna devam edebilmesi için kendisine candan yar­
dım ettiler.

Lianğ-cov şehrinde Hui-vey adlı kendi halinde bir budist pa­


pazı vardı. Bu adam. başkentten gelen hacının ne niyette olduğunu
haber alınca, gizlice kendisini batı yoluna doğrultmaları için talebe­
sinden ikisini ona yollamıştı. O zaman artık yasak bir iş peşinde
koştuğunun Hüan-dzanğ kendisi de farkına varmıştı. Gündüzleri so­
kakta görünmeğe bile cesaret edemiyor, gizlendiği yerden ancak ge­
celeri çıkarak dostlarının yanına gidebiliyordu. Nihayet gl.ıya söz
dinlemiş görünerek memleketine dönüyormuş gibi yaptı, halbuki
o iki talebenin yardımiyle daha ilerdeki bir şehre, Gua-cov'a kaçtı.
Çin'li seyyah burada ne kadar gizlenmek istemişse onun gelişini
ilk haber alan yine şehrin askeri komutanı olmuştu . Fakat anlaşı­
lan merhametli Buddha onun yoluna hep yufka yürekli askerleri
çıkarıyordu. Komutan onu hemen yanına çağırttı, geldiği için mem­
nunluk gösterdi ,ve kendisine bol bol y iyecek içecek verdirdi.
Hacının içi biraz rahat etmiş ve artık yeniden, bilinmedik batı
yolu hakkında etrafı soruşturmağa başlamıştı. Fakat duyduğu şey­
ler fena halde keyfini kaçırdı.
Söylediklerine göre batı tarafına gidilirse, şehirden 50 li uzak­
lıkta bir nehre varılırmış. Bu nehrin aşagı tarafı o kadar genişmiş
ki, onu geçerek adam bulunmazmış; yukarı kısmı darmış ama, ora­
nın da derinliği korkunçmuş ve nehir orada öyle bir hızla akarmış
ki, kayıkla geçmeyi bile denemek beyhudeymiş. Yine de yukarı kıs­
ma gitmeliymiş, çünkü meşhur Yü-men kapısı orada bulunuyor­
muş. Bu kapıyı geçince birbirinden yüzer li uzaklıkta beş nöbet ku­
lesi geliyor ki, bunların ara yerlerinde ne su ne ot var. Bir kere bu
beş nöbet kulesini, içerlerindeki gözü açık nöbetçileri şaşırtıp da
geçti mi, artık ondan sonra Çin arkada kalır. Önü ise büyük çöldür.

Dediğim gibi, bu tehlikeleri duyunca keşişin neşesi kaçtı. Atı


da ölmüştü, ne yapacağını bilmiyerek sessiz ve kederli, şehirde do­
laşıp duruyordu. O böyle şaşkın bir halde ne yapacağını düşünürken
il İ L İ :-.; �1 İ Y E :\ İ <,: - .\ S \ \ 79

şehrin komutanına, Lianğ-cov'dan yazılı bir emir geldi, bunda Hü­


an-dzanğ adlı papazın yoluna mani olarak, hemen yakalatıp memle­
ketine geri yollaması emir ediliyordu . Gua-cov komutanı - yufka
yürekli, insaflı bir adam olduğundan zaten ne yapabilirdi ki - ge­
len mektubu yırttı ve yaklaşan tehlikeye hacının dikkatini çekerek
hemen pılıyı pırtıyı toplamasını, hem de elinden geldiği kadar ça­
buk ortadan kaybolmasını kendisinden rica etti .

Gerçekten, düşünecek zaman değildi. Fakat kılavuz talebeler­


den biri, biriken tehlike bulutlarından ürkerek Dun-huanğ'a dön­
müştü. Öteki, kalmasına kalacaktı ama , perişan, dermansız halini
gören üstat ona kendisi izin verdi, bundan sonra gelecek olan büyük
zahmetlere katlanamıyacağı zaten belliydi. Vakit gittikçe daralı­
yordu. Acele kendisine bir at buldu, fakat bir türlü yola çıkamı­
yordu . Yol gösterecek adamı yoktu, yalnız da bu ıneçhullüğe dal­
mayı gözüne kestiremiyordu. Pagodaya gitti v·� kendisine yardım
etmesi için Maitreya - Buddha'nın önünde dua etti, yalvardı. Ora­
da böyle duaya dalmışken kiliseye bir yabancı girdi ve doğru onun
yanına vardı. Saygı ile bir selam verdikten sonra, kendisini bir mü­
min olarak bu dine kabul etmesi için ona yalvardı. Hüan-dzanğ bu
ricayı yerine getirmekten kaçınmadı, hatta bilmediği adama karşı
gittikçe güveni arttığ ından kendisinin ne iş peşinde olduğunu an­
lattı ve tam şimdi, batı yollarını iyi bilen ve kendisine arkadaşlık
edebilecek birini arad ığını söyledi. Daha sözünü bitirmeden öbürü.
yolu iyi bildiğini, çünkü çölün ötesindeki İ -vu şehrine şimdiye ka­
dar kaç kere uğramış olduğunu anlatarak bu işi üzerine almağa ha­
zır olduğunu bildirdi. Ü stat fazla düşünmedi, yabancıyı hizmetine
aldı ve ona elbise ile beraber bir de at ve yiyecek şeyleri satın al­
ması için para verdi.

Ertesi gün kılavuz geldiği zaman yanında bir ak sakallı koca da


getirmişti. Bu ihtiyar batı yollarını avucunun içi gibi bilirmiş, İ -vu'­
ya belki otuz sefer varıp gelmiş. Üstat meraktan kıvranıyor ve yol
hakkında inceden inceye sorulariyle ihtiyarı sıkıştırıyordu. O ise
pek öyle iyi bir şeyler söylemiyordu. Batıya giden yol kötü ve ge­
çilmesi zordu. Her taraf göz alabildiğine kum, kum. kum ve hele
kötü ruhların saati çaldığı zaman , cinler, öldürücü kızgın rüzgarlar
yolcuya hücum ederler. Çok kere kervanları da öyle sıkıntıya so­
kar, bunaltır ki, bir tek insan kalmıyacak kadar telef oldukları olur.
80
B i L i ,... M I Y E :\ I Ç - A S \' A

Alla hın bu lanetleme yoluna cıkmak kimin haddine düsmüstü ?


. .. •
ı
Kendisini bekliyen akla gelmedik tehlikeleri ne kadar korkunç
renklerle tasvir ettilerse üstadı niyetinden çevirmek mümkün ol­
muyordu ve geri dönmektense çölün eşiğinde telef olmağa razı ol­
duğuna yeminler ediyordu . İ htiyar hiçb_ir şeyin fayda etmediğini
görünce merhamete geldi ve hiç olmazsa o lağar hayvanla yolculuk
etmesin diye o yolu, çölü geçmek suretiyle çok kere yapmış olan
kendi kuvvetli binek atını ona hediye etti.
Ortalık ağarınca üstat, pagodada tutmuş olduğu meçhul kıla­
vuzla yola çıktı. Nehre yardıkları ve Yü-men kapısı karşılarına çık­
tığı zaman vakit hayli ilerlemişti. Kapının 10 li ötesinde nehir an­
cak on ayak genişliğinde idi ve iki tarafında koruluk uzanıyordu.
Kılavuz birkaç ağaç devirerek kıyıdan kıyıya uzattı, üzerini çal ılar­
la örttüğü gibi, onun üstüne de kum döktü. Böyle çabucak yapılan
köprüden geçtiler, atlarını da geçirdiler. İ lk zorluğu bir kazasız
atlattıkları için üstadın içi sevinçle dolmuştu . Yola düzülmeden
b iraz dinlenmek için atından indi. Yabancı kılavuz da ona uyarak üs­
tattan elli adım kadar ileride hasırını serip uzandı ve derin bir uy­
kuya dalmış gibi yaptı. Biraz sonra ise, efendisinin iyice uyuduğu­
nu sanarak yavaşça kalktı ve elinde bıçağiyle ona doğru yürüdü.
Kendisine on adım kadar kalmıştı ki, üstat birdenbire uykusundan
sıçradı, döndü, dik bir bakışla yabancıyı süzdükten sonra, sanki bü­
yülenmiş gibi, mukaddes kitabın sözlerini mırıldandı. Kılavuz uta­
narak kös kös yerine döndü ve sesini çıkarmadan yattı.
Hüan-dzanğ bu işe şaşarak, rehberinin kendisinden acaba ne
istediğini düşündü, bir şey anlıyamıyordu, fakat sesini çıkartmadı.
Ertesi gün el yüz yıkadıktan ve biraz kahvaltı yaptıktan sonra ha­
reket işareti verdi . O zaman artık kılavuzun cesareti uçmuştu, hat­
ta üstadı da geri çevirmek istiyordu. Yol boydan boya tehlike idi,
ne su ne ot bulunmıyan ıssız yerlerden geçmek lazımdı. Suyu an­
cak nöbet kulesinin yanında bulmak mümkündü, ona da yalnız gece,
k imseye gözükmeden yaklaşılabilirdi, nöbetçiler farkına varırsa
yandıkları gündü. Hacı söz dinlemiyordu. •Kılavuz bir müddet onun­
la gitti, sonra birden durdu. Şimdi aklına gelmişti : onun görülecek
aile işleri vardı, daha ileri gidemezdi, hem o memleketin yasasına
da aykırı hareket edemezdi . Hüan-dzanğ onu zorlamadı, vefasız ada­
mın dönmesine bir �ey demedi, hatta hediye bile verdi ve böyle iyi­
likle ayrıldılar.
H İ 1. İ ' \1 i ' ı: ' İ ( - ,\ S Y \ 81

Yalnız kalmış olan üstat. kum sahrasında tek başına yola düş­
tü, yolun ne tarafa gittiği ancak hayvan pisliklerinden belliydi. An­
sızın ileride bir kafile görd ü , Birkaç yüz kişi vardı; bu kalabalık ,
silahlı süvari alayı baştan aşagı kumaşa ve kürke bürünmüştü. Ki­
mi deveye kimi ata binmişti, bayrakları dalgalanıyor; mızrakları pa­
rıldıyordu. Kah yaklaşıyorlar, kah duruyorlardı. Bazan o kadar ya­
kına geliyorlardı ki, adeta elini uzatsa onlara değecekti. Bazan da o
kadar uzağa geriliyorlardı ki, ancak görülebiliyorlardı. Üstat önce
bunları haydut sanmıştı, fakat bu koca kafilenin bir göz açıp ka­
pamada kayboluverdiklerini görünce uyanık ruya gördüğünü, cin­
lerin kendisiyle eğlendiklerini anladı . Böylece 80 li yol aldı.

Nihayet ilk nöbet kulesini gördü. Nöbetçiler tarafından görül­


memek için bir kum tepeciğinin ardına saklandı ve karanlık basın­
caya kadar orada kaldı. O zaman kalktı, suyu aradı, susuzluğunu
giderdi ve elini yüzünü yıkadı. Tam yanındaki tuluma su doldura­
cağı sırada bir ok vızlıyarak yanına düştü, hatta dizini yaraladı.
Görülmüştü. Korku içinde var kuvvetiyle bağırmağa başladı. 11 Ben
papazım, atmayın, başkentten geliyorum ! " Atını yedeğe alarak ka­
pıya gitti, nöbetçi çıkmıştı. elbisesini yukardan aşağı yokladı, doğ­
ru söylediğini anladı. Onu önüne katarak içeri soktu ve komuta­
nın yanına çıkardı. Üstat yeniden her şeyi, kendisinin, herhalde
onların da duymuş olacakları, Uzak-Batı'ya budizmi tetkike giden
Hüan-dzanğ olduğunu anlattı. Komutan iyilikle ve Çin'lilere vergi
naziklikle onunla görüştükten sonra, ikramda bulundu ve gece ora­
da alıkoydu. Ertesi sabah onu yola çıkarırken. buradan dosdoğru
gitmesini, öylece dördüncü nöbet kulesine varacağını söyledi. Ora­
nın komutanı altın -yürekli bir adamdır, a krabamdır da ; benim gön­
derdiğimi söyle, diye tembi h etti.
Üstat bütün gün durup dinlenmeden gösterilen yöne doğru iler­
ledi ve hakikaten dördüncü nöbet ku lesine va r dı . Ya daha öteye bı­
rakmayıverirlerse, diye içini bir korku kapla mı�tı. Komutana gii­
zükmezsc daha iyi olacaktı. Yine bir kum yığınını n arkasına gizlen­
d.i , akşam ol unca oradan çıkarak su içmek için dereye yaklaşmıştı
k i , y i ne bir ok vızlıyarak yanıbaşına düştü, y ine nöbetçi onu yaka­
lıyarak komutanın yanına götürdü. Fakat o d a bir şey ya pmadı, i k­
ram etti ve geceye orada alıkodu. O sırı:.da öteki komutanın sela­
mını kendisine söylemişti. Altın yürek l i komutan da bol hed iyeler
82 B 1 1. İ ' �1 1 ) I·. ' 1 ı; - \ :-.. \ \

vererek ertesi sabah o n u yola t; ı karırken , beşinci nöbet kulesine sa­


kın uğramamasın ı . çünkü oraciakilerin kötü adamlar olduğunu, ba­
şına bir iş açab i lecekler i n i s ı k ı ca kulağına koydu. Öteki yoldan git­
mesini \"c 1 0 0 l i aldıktan sonra o meş h u r Ye-ma pınarına varacağını
söyled i .
Beşinci nöbet k u lesine g i de n y ol d a n saptığı zaman öldürücü çöl
onu k or k u nç b i r sessiz l i k l e k a r::) ı l adı . N e tarafa baksa her y a n d a ö­
l ü m ha\· �, s ı estiren kum derya s ı . B i r te k ottan ne olur. fakat yorgun
gözlerini d i nle n d i r m e k i l: i n o da yok . Gid iyor, gidiyor, fakat ne
h a v ada tırnak kadar bir kuş. ne yerde ufacık bir zavallı böcek gö­
rebiliyord u . S a d e etrafında c i n ler sı ç ra ş ı yo r , her çeşit ve kılıkta
r u h l a r ard ın d a n w.· u şuyor. k oşuş u y o r . onu korkutuyorlardı . O ise d u r­
madan Buduba'ya dua lar ed iy o r , korkusundan ona sığınıyordu.
Böyle korku ve urnı.ı t suzluk içinde bunalırken 100 f ide n fazla yol
almış bu lunuyord u . fakat Ye-ma pına r ı n ı n o r t a da henüz izi b ile gö­
zükmüyordu. Yol unu �aşırmıştı. Müthiş susamıştı . Susuzluğunu gi­
dermek için ey e r i n ü s t ü n d e k i tulumu i nd i r d i . lakin tulum, yorgun,
uyuşmuş ellerinin arasından g ü m diye y er e d üştü ve kendisine hiç
sıkıntısız. daha bin Z i l i k yol iç i n ye tece k o l a n su , yerl e re döküldü,
susuz kum bir a nda hepsi n i içiverd i. Üstat olduğu yerde ta ş kesil­
mişti. ne yapacağım bil mi yo rd u . Di:\rdüncü nöbet kulesine dönmek
belki en iyi si i d i . Geriye d oğru on li kadar yol almıştı ki, çölde
mahvolacağını bi lse d e batı ülkelerini aramaktan vazgeçmiyeceği
ü z e r i n e verdiği söz a kl ı n a geldi. Bunun üzerine atının başını çevi­
rerek sessizce yoluna devam etti . Nerelerden geçtiğini kendi de bil­
m iyordu . H icb ir tarafta ne bir i nsa n ne de bir hayvan izi vardı. Ge­
celeri c i n ler le uğraşıyor, sıkıntılara uğruyordu, gündüzleri i se sert
bir rüz�ar ini ltilerle eserek, memleketinde. Çin'de mevsiminde bo­
şanan yağmur gibi. çölün kumunu üzerine yağdırıyor, durmadan
onu k a mç ı l ıyor du. Su ya karşı mü th i ş bir hasret çekiyordu, susuzluk
o ka d a r can ı na işlemişti ki. içi bir kor gibi durmadan yanıyordu.
Artık bir adım bile i l cdi:-· e rn i yerdu. Çöle ayak basahdan beri dört
gün ve beş gece geı;rn i �'. t i . Bitkin bir h a l de kuma uzanmış ve u mut­
suzluk icinde G ua n - y in boddh h;at.tva'ya ya l v a r mağa başlamıştı. Bu be­
� i n c i g;:•(:eyd i . Ansızı n y ü z ü n e ser i n b i r rüzgar çarptı, hoş bir uyu­
s u k l : : k ,. e f.wrirnı ... i l ;' u v k u ,va d a ld ı . U ya ndığ ı zaman vücudunda taze

bir ku v \' L't 1.ı u ldu. atı oa sa ı ı k i dcg ışmiş gibiydi. Yeniden toparlanıp
yola koyu lmu ş t u k i , on li gitmeden at birdenbire, şimdiye kadar
H 1 İ 1 \ :O. \ 83
1. ' \1 ' F ' İ <,: - '

gıttiklHi mevhum yolclaıı saptı. Çok gel:mcdcn güzel. yeşillik bir


çayıra ulaştılar. Kurtulmuşlardı. At orada taze ve lezzetli otlara
saldırmış. yemekle doyamıyordu. Fakat suyu bal gibi tatlı ve ayna
gibi parlak olan gölü gören üstadın da yüreği sevinçten par,çalanı­
yordu.

Atla binicisi taze kuvvet bulmuşlardı ve ondan sonra artık iki


gün geçmeden çölü geçmiş bulunuyorlardı. İlk batı şehri olan İ-vu
karşılarına çıkmıştı. Budist kilisesinin ne tarafta olduğunu soruş­
turdu. Aralarında üçü Çin'li olan papazların hepsi de kilisenin
önünde bekleşiyorlardı . İçlerinden ak saçlı, yalınayak bir bonz hıç­
kırıklarla boynuna sarı ldı. uzaktan gelen. beklenmedik hemşeriyi
görrlüğüne o kadar sevin?nişti. Fakat yerli papazlar da uzak dur­
madılar, onlar da kendilerine yakışacak tarzda onu selamladıktan
sonra. doğruca İ-vu kıralının yanına götürdüler. Kıral, Hüa n-dzanğ'ı
kendi sarayında misafir etti, neye ihtiyacı varsa hepsini verdi.

Uzak - Doğu'dan bir hacının geldiği haberi yıldırım hıziyle or­


talığa yayıldı. Gav-çanğ kıralı elçilerini tam o sırada İ-vu'ya yol­
lamıştı, böylece bu mühim hadiseden onun da hemen haberi oldu.
Hiç düşünmeksizin adamlarını yolladı, Hüan-dzanğ'ı kendi yanına
getirtmek için en güzel atlarından yirmi tanesini seçerek onlarla
gönderdi. Fakat üstadın başka planları vardı. Dindar bir bonza ya­
kışacak şekilde mukaddes budist makamlarını ziyaret etmek istiyor­
du ve o sırada, güzelliğini, dikkate değer taraflarını İ-vu'da an­
latmakla bitiremedikleri Kagan-stupa'ya gitmeğe hazırlanıyordu.
Lakin elçilerin ısrarına dayanamıyarak nihayet onlara katıldı.
Gav-çanğ memleketinin sınırına ulaşıncaya kadar Güney çölü'nde
tam altı gün yol aldılar. Sınırdaki kasabada d inlenmeğe bile vakit
bulamadı, çünkü yeniden başka elçiler gelerek oralarda vakit kay­
betmemesini rica ettiler. Başkent artık. oradan uzak değildi ve kıral
bekliyordu. Üstat ne yapsın, kır atını orada bırakarak başka bir ata
binip acele başkente g itmekten başka çare yoktu. Oraya vardığı za­
man vakit şöyle gece yarısı gibi idi. O saatte şehrin kapıları çoktan
kapanırdı, fakat kıralın emriyle onu hemen içeri aldılar, zira s�­
bırsızlıkla beklenmek te i d i . Alev sac:an nıeşaleler in ışığında bütün
i lerigclenler oııu karı:;ılad ı l a r . kıra t kendi s i. de orada y dı v e misafirini
hemen sarayına götürdü . Bu saray i k i kat l ı , muhteşem bir yapı idi ;
H İ l. İ N M I Y F N İ t,: - >\ � Y 6.

onun en süslü salonuna girildi. Biraz sonra. yanında bir alay hala­
yıkla, üstada • hoş geldi n • demek için kıraliçe de odaya girdi.

Gav-çanğ sarayında Hüan-dzanğ'ın itibarı büyüktü. Oradan sa­


livermek istemiyorlar, kıral onu yanında alıkomak arzu ediyor ve
ömrünün sonuna kadar kendisine bakacağını vadediyor, istediği ka­
dar talebesi olacağını ve Gav-çanğ'daki binlerce papazın hep onun
emri altına gireceğini söylüyordu. Ama misafirinin direndiğini gö­
rünce gönlü istemiyerek de olsa, ondan ayrılmağa razı oldu, fakat
kendisinden, dönüşte uğrıyacağına ve yanında kalacağına dair kesin
söz aldı.
Gav-çanğ kıralı, Hüan-dzanğ'ın yoldaki rahatını sağlamak için
büyük cömertlik gösterdi. Oranın daha soğukça olan ikliminde, hava
değişikliğinde işe yarıyacak urbalar, eldivenler, çizme, yüz siperi.
hasılı hatıra gelecek. lüzumlu ne varsa hepsini temin etti. Bu uzun
yolda maddi sıkıntıya da uğramaması için birkaç yüz ons altın.
30.000 gümüş, 500 top ipekli, ayrıca yolluklar verdi. Halbuki bu kıy­
metı.erin tutarı yalnız oraya gidip gelmeğe değil, ondan sonra da ,
hiç olmazsa yirmi yıl için yeterdi. Ama bununla da iş bitmiyordu.
Otuz da at verdi, yanına yirmi dört uşak kattı ve güvendiği bir ada­
mım da vererek ona üstadı Batı - Kök Türkleri kıralının, Cabgu ka­
ğanının yanına bizzat götürmesini emir etti. O taraflara düşen yir­
mi dört kadar ufak memleketin başkanlarına, üstat oraya vardığı
zaman kendisine her hususta yardım gösterilmesi için yazılmış yir­
mi dört resmi vesika, tavsiye mektubu verdirdi.

Bu tavsiye mektupları daha süslü ve hatırı sayılır olsun diye


gayet güzel ipek tomarlar üzerine iliştirildiği gibi, tavsiyenin her­
halde yerine gelmesi için de Cabgu, Kök Türk kağanı adına ayrıca
500 top ipekli ile nefis ve nadir meyvalar yüklü iki kervanı da yola
<:ıkardılar. Hüan-dzanğ kalabalık kafilesiyle koca bir kervan halin­
de yola çıkarken kıral, ailesiyle ve ilerigelenleriyle onu şehrin ka­
pısına kadar geçirdi ve orada hüzünlü bir surette, göz yaşlariyle ken­
disine veda etti.

Artık ondan .sonra gezgin hacı nereye uğradıysa her tarafta bü­
yük alayla karşılandı. Böylece Gav-çanğ'dan çıktıktan sonra çok
geçmeden pek tanınmış başka bir İç - Asya memleketine, Agni'ye
vardı. Burada önce büyük bir pınara uğrak verdi, sonra Gümüşdağ'ı
geçti. Bu Gümüşdağ gayet yüksek ve g·eniş yer tutan bir dağlık olup
a l ı. i � � ı r �: ı-; l ç - .\ s r 1ı. 85

batı memleketlerinin bastırdıkları paraların gümüşü buradan çıkar­


dı; dağın batı tarafında önüne eşkıya çıktı, anlaşılan haydutlar, her
yerde saygı gören mübarek zata pek aldırış etmemiş olacaklar ki,
onu ancak epeyce bir baç aldıktan sonra salıverdiler.

Budistlik bakımından az yüz kızartıcı olmıyan bu maceradan


sonra bir nehre vardılar, bunun kıyısında eskiden. süslü bir kıral
şehri varmış. Oraya vardıklarında üstat böyle eşkıya maceralarının
bu taraflarda başkalarının da başına gelmekte olduğunu ve kendisi­
nin Gümüşdağ'da yine ucuz kurtulmuş bulunduğunu ürpererek, ya­
hut belki cLe kendine bundan bir teselli payı ayırarak görmüş ola­
caktı. Tasarlanmış olan mola yerinde önüne dehşet verici bir man­
zara çıktı; her tarafta kesilmiş insan vücutları yatıyordu ; bunlar
kendisi oraya varmazdan biraz önce haydutlar tarafından soyulmuş
ve öldürülmüş tacirlerin ölüleriydi. Ve bu işler hep Agni başkenti­
nin kulağının dibinde oluyordu! Hemencecik, emin bir yere sığın­
manın çaresine baktı.

Agni kıralı da maiyetiyle ve devlet adamlariyle onu karşılıya­


rak sarayına götürdü. Ancak, gösterilen saygıdan duyduğu sevince
biraz can sıkıntısı karışmıştı, çünkü başkentte, Gav-c:;anğ'dan gelen
ve dışarıya çıkmağa cesar.et edenlerin attıkları adımı gözden kac:;ır­
mıyan haydutlardan herkesin korkmakta olduğunu öğrenmişti. Ag­
ni kıralı kendisi de Hüan-dzanğ'ın yoluna devam edebilmesi için ya­
nına adam katmaktan çekiniyordu. Ama buna zaten pek ihtiya�· da
yoktu, zira yukarıda gördüğümüz gibi, Gav-çanğ kıralının himme­
tiyle yanında istediği kadar silahlı maiyet vardı. Gerçi bunlar tam
bir emniyet sağlamıyorlardı ama, eşkıya ile karşılaştığı zaman mey­
dana çıktığı gibi, tamamiyle soyulmaktan ve kesilmekten kurtul­
mak için yeterdi. Tabiatiyle bu babacanların yolda sıvışmamaları
şarttı.

Agni'de yalnız bir gece geçirdi, ertesi gün palas pandıras yola
düzüldü. Batıya doğru nehirler, vadiler geçer·ek birkaç yüz lili.k
yol aldıktan sonra yeni bir memleket hududuna erişti. Bu memle­
kete Cü-şı diyorlardı. Burada da başkentte onu kıral karşıladı, ileri­
gelen adamları da yanındaydı. Budist papazları ise, bu meşhur ha­
cıyı karşılıyabilmek için bini bir arada şehrin kapısında itişip kakı­
şıyorlardı. Batı memleketlerinde yolu ne yana düşerse her tarafta
yığın yığın budist müminler bulunmasından, pagodaların çokluğun-
R 1 L f .'\/ \f 1 Y E :-.; 1 c_; - >\ S Y \

dan ve papazların ise sayılamıyacak kadar fazlalığ ından Hüan-dzanğ


ta içinden sevinç duyuyordu. Bu memleketler birbiriyle sıkı temas­
ta bulunuyorlar, papazları da bir yerden öbür yere kolaylıkla gidip
gelebiliyorlardı. Cü-şı başkentindeki pagodada bir alay bonz yaşı­
yordu, bunların çoğu Gav-çanğ'dan gelmiş. şehrin güney - doğu ta­
rafında kendilerine ayrı bir tapınak yapmışlardı. Gav-çanğ'lı bonz­
lar anayurtlarından gelmiş olan bu gezgin hacının etrafını sardılar
ve adeta zorla kendi yanlarında r.üsafir etmek istediler, fakat o is­
ter istemez. kıralın davetini kabul etti. Hüan-dzanğ, Cü-şı şehrin­
den kalkarak yeni bir budist kilisesi görmek m�rakiyle, kuzey-batı­
ya doğru yoluna devam etti. O, pagodalarda yalnız etrafına bakın­
makla yetinmiyor. gayretle faaliyette de bulunuyordu. Etrafını a­
lan halka durmadan vaızlar ediyor ve fırsat düştükçe (zaten ne za­
man fırsat düşmez ki! ı oralı bonzlarla ilmi münakaşalar tertibedi­
yordu. Şimdi ziyaretine gittiği 0-şı-li-mi dedikleri pagoda da yal­
n17 güzelliği bakımından değil. başında Mokşagupta adlı tanınmış
birinin bulunmasiyle de meşhurdu. Mokşagupta Hindistan'ı dolaş­
mış, mukaddes kitaplar üzerinde hayret verici bilgiye sahip olmuş
bir adamdı. din münakaşalarının bin bir inceliğiı:ıi onun kadar bi­
len yoktu. Adı ve san ı o zamanki İç - Asya'nın budist dünyasını dol­
durmakla kalmamış, t·emiz ve lekesiz parlaklığını zamanımıza ka­
dar muhafaza etmiştir.

Mokşagupta ile Hüan-dzang. memleket ölçüsünde tertip olunan


bir münakaşada bilgi yarışına çıktılar. Esasen bu ünlü pagodada
üstadın rahatı yerinde idi. Linğ dağları geçidinin henüz karla örtülü
olduğunu ve belki de iki ay kadar bu mecburi misafirlikte kalacağını
hatırına bile getirmiyordu.
Yola çıkış saati geldiği vakit Cü-şı kıralı onun yanına bol bol
uşak, deve ve at v.�r�jği gibi. ayrılmakta olan keşişi kendisi de epey
bir uzaklığa kadar geçirdi.

İki günlük bir yolculuktan sonra iki bin kadar atlı Kök Türk
eşkıyasına rasladı ki, bunlar o sırada. soydukları bir kervandan el­
lerine geçen malları paylaşıyorlard ı. Haydutlar malları paylaşama­
dıkları için birbirine girmiş adeta boğazlaşıyorlardı. Ondan sonra
daha altı yüz li kadar yol aldı, arada küçük b i r çöl de geçti ki, bu­
nun ötesinde Baluka bulunmaktaydı. Baluka memleketinde çok va­
kit kaybetmiyerek hemen kuzeye doğru yoluna devam etti. Arkada
R I L l 'li M iY F: l'i i Ç - A S Y A. 147

yeniden bir 300 li mesafe bıraktıktan sonra Hüan-dzanğ, karla ka­


palı geçidinden o kadar korktuğu Linğ dağlarına ulaştı. Bu dağ ger­
çekten pek tehlikelidir ; bulutlara erişen geçit vermez tepeleri dai­
mi karla örtülüdür ki, bu karlar hazan erir, sonra küme küme buz
haline gelir ve artık kış yaz asla erimez; şiddetli beyazlığı gözleri
kör eder. Sivri, buz tutmuş dorukları hazan yıkılırlar, halbuki bun­
ların bazısı yüzlerce ayak boyunda olduklarından, yolu boydan bo­
ya tıkarlar. Bu taraffa rda yolculıık son derece güçtür. Sert rüzgara.
dondurucu soğuğa karşı insanı en ağır kürkler bile koruyamaz.
Yolcu, yolda bir yerde dinlenmek ve kendisine yemek pişirmek is­
tese tencereyi bir s.ehpa üzerine asmağa, geceyi ise - ne müthiş! -
buz üzerine sereceği hasır üzerinde geçirmeğe mecburdur.

Hüan-dzanğ bu korkunç Linğ dağlığında tam yedi gün yol al­


dı. Yanındakilerden on bir kişi, öküz ve atlarından ise daha çoğu
dondu . Dağlıktan çıktıktan sonra Cinğ adlı bir gölün yanına vardı.
İ nsan bu gölün etrafın ı dolaşacak olsa 1 500 lilik yol almış olur, u­
zunluğu genişliğinden fazladır, rüzgar gölün suyunu hazan inanıl­
mıyacak derecede yüksekl�re kamçılar. Hep göl kenarını takibede­
rek 500 li kadar yol aldıktan sonra Hüan-dzanğ Su ya b şehrine yak­
laştı. Kök Türklerin kağanı Cabgu burada oturuyordu. Şehre girme­
sine lüzum bile kalmadı , yanına varmak istediği kağan tam o sıra­
da o taraflarda avlanmaktaydı.

Kağanın üzerinde yeşil i pek e lb i s e vardı , saçları serbesçe ha ­


vada dalgalanıyordu, başında. ucu arkasında upuzun sarkan bir ipek
kordele sarılı idi. Maiyetinde şöyle iki yüz kadar subay vardı, her
biri ağır ipek kuınaştan elbiseler giymişlerdi. Sağında , solunda kıta
komutanları duruyordu ; kürklü elbiseler giymiş olan bu adamlar,
ellerinde kargı ve kalkanlarla, bayrak altında yanyana durmuşlardı,
arkalarında bulunan Kök Türk askerleri hep deve veya at üzerinde
bulunuyorlar, çalımlı atları oldukları yerde tepinip eşiniyorlardı.
Bunlar o kadar ka l a b a l ı kt ı ki. ucu gözle gözükmüyordu.

Cabgu kağan hacıyı büyük bir s-evinçle karşılamakla beraber


programında bir değişiklik yapmıyarak işine dev.am etti; yalnız ken­
disini birkaç gün beklemesini Çin'li papazdan rica eyledi. Onların
dilince tamaçı denilen rütbedeki subaylarından birini o vakte kadar
hacının yanında kalmağa memur etti. Subay onu geniş bir çadıra
götürdü ve kendisine tam bir rc:ı.hat temini için ne lazımsa her şeyi
88 B I L I N M l \" F. N I Ç - A :'\ Y A

yaptı. Hakikaten kağan üç gün sonra döndü ve ilk işi Hüan-dzanğ'ı


kendi çadırına çağırmak oldu.

Çadır birbirinden güzel altın sırmalı eşya ile süslü idi, bunlar
adeta gözleri kör edecek gibi parıldıyordu. Bütün ilerigelenler (tar.
kanlar ı yıere serili hasırlar Üzerinde oturmaktaydılar. Her birinin
sırtında, parıltılı sırmalarla işlenmiş süslü ipek elbiseler vardı. Ka­
ğanın ardında muhafızları duruyordu. Hüan-dzanğ takdirle anlatır :
her ne kadar kağan göçebe bir kavme hükmetmekte ise de içinde
yaşadığı muhitin tanziminde gerçekten beğenilecek bir kibarlık
vardı. Üstat başÇadıra yaklaşırken - çadırın kapısına şöyle otuz
adım kala - kağan ona karşı geldi ve saygılı bir naziklikle çadıra
kadar kendisi götürdü, orada ikisi de. oturdular . Konuşma tercüman
yardımiyle yapılıyordu.

Kök Türkler ateşe taparlar, bu nu n içindir ki. ağaçtan yapılmış


oturma yerleri yoktur; ağaç ateş unsurudur ve ateşe karşı olan say­
gılarından ağaç üzerine de oturmazlar. Oturmak istediklerinde ye­
re hasır sererler ve onun üzerine yerleşirler. lı'akat hacının hatırı
için demirden yapılmış, üzeri minderli bir i ske mle buldular. He rkes
);erine rahatça oturduktan sonra Hü a n-dz an ğ' ı n Gav-çang'dan be­
raber getirmiş olduğu elçi heyetinin içeri girebileceği işareti verildi.
Heyet ora kıralının mektubunu ve hediyelerini verdi. Kağan hedi­
yeleri sırayla gözden geç ir d i . her birine çok me m nu n oldu. Bunun
üzerine heyet azalarını oturttular ve <;algı ile beraber, ağızlarına
kadar .dolu şarap k upa lar ı dizili sofrada z iy afe t ba!jlad ı. Bu Kök
Türkler ü z ü m su y u idy orla rd ı , sa rh oş lu k veren bu i ç k i de n Gav­
çanğ'lı elçiler de zevk duydukları gibi, üzüm kızını üstat da reddet­
memişti. Şarap tasları gitt ik..,·e daha sık boşalıyor, keyif ve neşe git­
tikçe artıyor, çalgı durmadan çalıyordu . Hüan-dzanğ yine takdirle
ka yd ed e r : bu bir barbar m u si k is i i d i ama, yi ne de ruha ve gön le
ferahlık v er i y ord u. Biraz sonra ye mekler i getirdiler, misafirlerin
her birinin önüne büyük parça koyun ve dana etleri kondu ; hacı­
lara da bir budist papazının günaha girmeden yiyebileceği şeyler,
pirinçten yapılmış poğaçalar, ka ym a k , şeker, bal ve saire verdiler.
Yemekten sonra şarap tası yin e etra f ı do laş mağ a ba ş ladı .

Hüan-dzanğ Kök Türklerin yanında birkaç gün kadar kaldı,


burada bu lu nm a k ta n çok memnun olduğu belliydi; Çin'de o kadar
tehlikeli sayılan bu barbarlar ona son derece dostça muamele yapı-
BİLfNM IYEN iÇ-ASYA

yorlardı. Kağan onu hi mayesine aldı. hatta dostluğundan \'e ona


acıdığından. iiindistan yolundan vazgeçirmeğe bile çalıştı. Orada
sıcak o kadar �iddetli, i klim o derece tahammül edilmezdi ki, üstat
muhakkak dayanamaz, telef olurdu. Fakat onu sakındığı için yap­
tığı bu ihtara rağmen niyetinden vazge�mediğini görünce, askerle­
rinin arasından Çince anlıyanları ve Hindistan yolu üzerine düşen
memleketlerin dillerini bilenleri seçtirerek hepsini de yardımcı ola­
rak yanına kattı. Subaylarından bir tarkanı da yine onunla yolladı,
veda ederken hediye olarak ona bir kat al ipek elbise ile elli parça
ipekli verdiler.
Hüan-dzanğ Kök Türk kağanından ayrıldıktan sonra batıya
doğru yoluna devam etti ve dört lilik bir yol alarak Kök Türk­
lerin Binğ-yul dedikleri yere vardi. Bu tuhaf ad onların dilinde
ıc Bin pınar • demektir. Esasen bu Binğ-yul öyle ilçe büyüklüğünde
bir arazi parçasıdır ki, üzerinde pek çok göl ve kaynak vardır ve
şaşılacak zenginlikte, bol yapraklı yüksek ağaçlar yetişmektedir.
Serinlik veren rutubetiyle büyük sıcaklarda pek hoş bir dinlenme
yeridir, bunun için kağan da yazları burada geçirmeyi adet et­
miştir.
Binğ-yul'dan yine yüz elli !ilik bir yol aldıktan sonra ilk konak
yeri olarak Talas şehrinde dinlendi. Hüan-dzanğ'ın yolu Talas'tan
güney - batıya sapıyordu . Buradan itibaren anlaşılan nüfusu daha
sık bölge geliyordu, çünkü birbiri ardına büyük küçük, fakat çoğu
ehemmiyetsiz şehirlerden geçiliyordu. Talas'tan şöyle tahminen
1 600 li ötede bir çöle vardı; bu kum sahrasında yolun istikametini
ancak telef olmuş hayvanların leşleri göstermekteydi. Daha bir beş
yüz liden sonra Semerkant'a ulaştı. Semerkant halkı, kıraliyle be­
raber ateşe tapar; doğrusu burada üstadı zafer taklariyle beklemi­
yorlardı, hatta ilkin kıral bile ona karşı soğuk davrandı. Semerkant'­
tan öteye yol birtakım küçük memleketlerden geçiyor ve bin beş
yüz li sonra K.hvarizm memleketine ( ffuo-li-si-mi-cia l çıkıyordu. O­
radan güney - batıya sapınca beş yüz Zilik bir yol geldi ki, Hüan -
dza.nğ'ın ufacık kervanı bu yolu da alınca dağlar arasına girdi. Teh­
likeli, dar bir yerden geçmek icabediyordu, dimdik uçurumlar üze­
rindeki patikaların bazı yerlerinde bir adam bile ancak güçbela
ilerliyebiliyordu. Böylece üç yüz li yol aldı. Bu müddet zarfında ne
ot ne de su gördü ve nihayet İç - Asya'nın meşhur Demirkapı'sına
vardı.
90 fi i r. 1 ' ,, 1 , . F: ' 1 ç - .. s ' \

Demirkapı'nın dar yolu sağdan soldan dik kayalıklarla devam


eder. Yolun öte ucunda iki kaya duvarı arasına yerliler hakiki bir
kapı da yapmışlar ve bu tabii kaleden içeriye Kök Türkler geçe­
mesinler diye, kapıya çanlar. çıngıraklar takmışlar. gece gündüz
beklemekte idiler.

Fakat anlaşılan Kök Türklerin yayılmalarına bu fethedilemez


istihkam da engel olamamış ki, Hüan-dzanğ Demirkapı'dan öteye
geçip de bugünkü Kuzey - Afganistan'da bulunan Kunduz'a ( Huo)
vardığı zaman orada da Kök Türklere raslamıştı. Cabgu kağanın en
büyük oğlu Tardu şad ! Da-du-şö ı Kunduz'ta oturmaktaydı, karısı
Gav-çanğ kıralının kızkardeşi idi. Hüan-dzanğ'ın Gav-çanğ kıralın­
dan aldığı tavsiye mektubu bu hatuna yazılmıştı . Fakat bu Kök Türk
hatunu, kagatun, Hüan-dzanğ oraya vardığı zaman artık hayatta de­
ğildi, hatta kocası Tardu da ağır hasta yatıyordu . Ama bilgin papazı
o hasta halinde de iyi kabul etti , hatta belki başka zaman yapabile­
ceğinden daha sıcak bir kabul gösterdi, çünkü derdinin dermanını
ondan bekliyordu. Kök Türk hanı, Hüan-dzanğ'ın yardımiyle - ve­
ya onsuz - çok geçmeden de iyi oldu.

Kunduz"ta geçirdiği kısa zaman için H üan-dzanğ şimdiye ka­


darki seyahatleri nde edindiği tecrü belere küçük bir barbar entrikası
da katabildi. Tardu şad iyileşince ölen karısının kızkardeşiyle ev­
lenmiş, o da yeğeninin. yani ölen ablasının oğlunun söziyle Tardu
şad'ı zehirlemişti. Entrikacı yeğen o vakte kadar bu gibi hanlara ve­
rilen tegin ünvanını taşımaktaydı, şimdi hükümeti eline almıştı ve
kendisine şad deniliyordu, hem de teyzesi ile evlenmişti. Tardu
şadın cenazesinde Kök Türk adetine uygun saltanatlı yas törenleri
yapıldı, bunlara Hüa n-dzanğ da iştirak etti ve bu yüzden Hindis­
tan'a doğru giden yoluna ancak bir ay sonra devam edebildi. Biz ar­
tık üstadı bu yolunda da takibedecek değiliz.

Hindistan'da. budizm diyarında bütün öğrenmek istediklerini


öğrendikten sonra membketine dönerken Hüan-dzanğ yine İç-Asya
yolunu tuttu. İmkan bulduğu yerde eski dostları nı ziyaret etti. Kun­
duz'a tekrar uğrıyarak Kök Türk şadım gördü , fakat artık Demir­
kapı'ya bir daha uğramadı. Daha ziyade, henüz bilmediği güney
yolunu tercih ediyor; yine eşkıyaya raslıyor, Kaşgar'a, Khotan'a
uğruy�r ve nihayet mukaddes budist kitaplariyle yüklü olarak 645
yılında memleketine, Çin'in başkenti olan Çanğ-an şehrine varıyor.
v.

TATAR HANiNiN SARAYINDA

Tatar istilası ve Lyon "synode"u. - Papahk tarafından Tatar


hanına yollanan Plano Carpini elçilik heyeti. - Batu'nun karar­
g6hında.- Büyük hanın sarayı : Ş ira orta.- Büyük han ı�imi. -
Küyük'ün papaya cevabı.- Plano Carpini'nin dönü,ü.- Tatarlar1n
adetleri. - Moğol devrinde İ ç - Asya'ya •e Çin'• giden
Batı'h seyyahlar.

Avrupa ' n ı n h ıristiyan kavimlerini ve hükümdarlarını dehşet


sarmıştı : Tatar gel i yor ! Bunlar iıısan da değil , kana susamış, mer­
hamet nedir bilmez ve sade ö l dü rmek ten, yok etmekten zevk duyan
köpek başlı canavarlardı ! Tatar orduları Macaristan'a yayılıp da
hızla ilerliyen birlikleri Arlriyatik denizine dayandığı vakit Avru­
pa'lıların sahiden akılları başlarına geldi ve ne yapmak lazım gel­
diğini , batıya doğru gittik<;e daha tehdidedici şekilde yaklaşmakta
olan tehlikeyi ne türlü önliyebileceklerini düş ünmeğe . müzakereye
başladılar.

N ihaye t 1 245 y ı lınd a Lyon u synode n unda ilk olarak papa lV.
İ nnocentius tarafından Tatarlara elç iler yollanması, bu elçilerin o
zalim dinsizlerin bundan sonraki niyetlerini öğrenmeleri ve müm­
kün olursa onları hak dine çevirmeleri kararlaştı, böylece belki bun­
dan sonrası fçin felaketlere son verilebilecekti .

Bu va zifeye seçilen Johannes Plano d e Carpini, arkadaşiyle,


Stephanus Bohemus ile daha o yılın paskalyasında 1 16 nisan) Lyon'­
dan ayrıldı . Papanın mek tubiyle beraber almış olduğu sözlü tali­
mata göre önce Ç ehistan'a , sonra Silezya'ya gitti. Breslau'da yanına
üçüncü yol arkada şı olan Benedictus Polonus katıldı. Krakovi'de
Rus büyük - prensi Vasilko ile buluştular ; onun kardeşi, Galiçya
prensi o sırada Tatarların yanında bulunuyordu. Talihli bir tesadüf
92 R 1 (. t '.'1 M t Y F. 1' 1 c;: - .\ l'i \' A

eseri , olarak Vasilko ile iyi bir zamanda karşılaşmışlardı, Vasilko


Tatarları çok iyi tanıyordu ve seyahatleri için kendilerine gayet iyi
nasihatlarda bulunmuştu. Tatarlar memleketinde hediyesiz adım
bile atamıyacaklarıiıı, Tatar başkanlarının, büyüğünün küçüğünün,
elleri boş gidecek olurlarsa, kendileriyle söze bile girişmiyeceklerini
ve Üzerlerine aldıkları vazifeyi yapamıyacakları gibi, sağ olarak el­
lerinden kurtulabilirlerse ne mutlu olduğunu ondan öğrenmişlerdi.
Lyon'da iken bunları düşünmemişler ve tabii yanlarında fazla para
getirmemişlerdi. Çaresiz yol harçlıklarının mühim bir kısmını he­
diyelik kürkler ve deriler tedarikine sarf ettiler, bu armağanların
miktarı yolda hıristiyan prenslerin ve hükümdarların lutufiariyle
biraz daha arttı.

Vasilko bu üç Franciscus keşişini himayesine aldı ve onları be­


raberinde kendi memleketine götürdü. Kiev Tatarlarının yanına gi­
debilmeleri için onlara kılavuz ve tercüman verdi. Kiev'de dostça
bir kabulden sonra papazlara orada da lüzumlu nasihatlarda bu­
lundular ve kılavuzlar verdiler. Tabii ilk hediye verme işi bu­
rada başlıyordu. Tatarlar diyarında ancak posta beygirleriyle gi­
debileceklerini her tarafta işittikleri için, kendi atlarını birkaç adam­
lariyle birlikte Kiev'de bıraktılar.

Dinç Kiev atlariyle 1 246 şubatının 4-ünde bilmedikleri bölge­


lerde yola çıktılar. Artık Tatarlara yaklaşıyorlardı. Dindar keşiş­
ler Tatar memleketine varır varmaz Vasilko'nun ne kadar doğru
söylemiş olduğunu anlıyarak yeise düştüler. Hediye diye adım ba­
şına onlardan baç alıyorlardı! Bu Tatar adetiyle ilk defa Alan baş­
buğu Mikheas'ın sayesinde yakından tanışmış oldular. M ikheas işi
arsızlığa dökmüştü, papanın elçileri çaresiz her şeye razı olmuşlar
ve yanlarına katacağı adamlar için oranın adetine göre münasip gör­
dükleri hediye - vergiyi teklif etmişlerdi. Fakat bundan zararlı çık­
tılar, çünkü Mikheas bunu az buldu ve tehditlerini, pazarlıklarını
ileri götürerek nihayet istediğini almağa muvaffak oldu. Ancak on­
dan sonra, büyük bir lutufta bulunuyormuş gibi, iki keşişi - üçün­
cüsü olan Stephanus Bohemus hastalanarak geri dönmüştü - o böl­
gede raslanacak ilk önemlice Tatar başbuğunun, Corenza nın ı Curo­ '

niza) yanına kadar götürmeğe razı oldu.

Henüz ilk Tatar nöbetçi karargahına varmışlardı ki, silahlı pa­


ganlar haykırarak üzerlerine saldırdılar; bereket versin dilmacın
Jl l l. İ "l l\f l Y F: l\ lÇ-A�Y4 93

vaktinde araya girmesi ve hele yeniden ortaya döktükleri hediye­


lerle bir zararsız kurtulabildiler. Biraz sonra Tatar subayları orta­
ya çıktılar ve artık gelişlerindeki maksadı onlara et;aflıca anlata­
LiJdiler. Corenza'nın yanına gitmek için yanlarına posta atları ve
Tatar kılavuzlar katılmadan önce yeniden hediyeler çıkarmak la­
zım geldi. Üç gün sonra oradaydılar.

Batı uçtaki Tatar memleketlerinin en nüfuzlu başbuğu Coren.za


idı; onun emrinde bulunan askerin sayısı 60.000-den aşağı değildi.
Tatar karargahına varıp da kendilerine ayrılmış olan yerde çadır­
larını kurunca, Tatar hanının adamları yanlarına gelerek buraya ne
maksatla geldiklerini anladıkları ve ne gibi hediyeler beklediklerini
kendilerine söyledikleri gibi, Tc:ıtar başkanının huzuruna çıkarken
ne türlü davranmaları lazım geldiğini de onlara öğrettiler. Bu sıkı
tembihe göre iki Franciscus keşişi Tatar başbuğunun kapısına var­
dıklarında sol dizlerini üc; kere bükmüş ve kapıdan girerken
ayaklarının kaza ile eşiğe değmemesine son derece dikkat et­
mişlerdi, çünkü Tatarların itikadınca bu temas mukaddesata bü­
yük hakaret olurdu. Neyse ki Kiev'den beraberlerinde getirdikleri
clilmaç sayesinde her iş yolunda gitti. Buradan da Batu'nun yanı­
'la gidebilmek için yanlarına lüzumlu posta atlariyle üç Tatar kıla­
vuz verildi.

Şubatın 26 - sında ve bundan böyle artık tamamiyle Tatar ade­


tine göre sıkı bir gidişle yollarına devam ettiler.Günde üç kere,
dört kere at değiştiriyorlar ve sabah erkenden gece geç vakte ka­
dar yol alıyorlar, hazan da bütün geceyi at üstünde geçiriyorlardı.
Yolları Comania'dan yani Kumanlar memleketinden geçiyordu. Bu
memleket baştan başa düzl U ktü ve ne tarafa bakılsa kırlar hep pe­
lin otiyle örtülü idi. Kumanistan arazisini dört büyük nehir sula­
maktadır. Birincisi Dnyeper olup Corenza bunun Ruslar tarafına dü­
şen k�yısında oturmaktadır ; öteki kıyının beyi Mauci'dir. İkincisi
Don nehri, bunun kıyısında Ccırta·n , Batu'nun eniştesi oturur, Volga
vadisinde ise bizzat Batu 'nun devleti yayılmaktadır. Dördüncü nehir
Jaick, yani bugünkü Ural'dır. Tatar başbuğlarının her biri kendi
nehri boyunca göç eder. Kışın güneye doğru . deniz kıyısına taşı­
nırlar, yazları ise kuzeye, dağlara doğru çekilirler. Bu dört nehrin
hepsinde de balık pek boldur, hele Volga nehri bu bakımdan �·ok
• en5indir.
D1 1. İN �1 Y E !'\ 1 Ç -- A S Y A

Plana Carpini donmuş Dnyeper üzerinde günlerce yol aldı, hat­


ta birçok defa güneyde, Karadeniz'in buz tutmuş kıyılarından da
geçmek icabetti . Batu 'nun karargahına vardıklarında elçilik üyele­
rini iki ateş arasından geçirdiler. Papazlar her ne kadar buna itiraz
ettilerse de sonunda, Tatarlara göre her türlü kötü niyetlerden te­
mizlenmek ve belki beraberlerinde getirmiş oldukları zehirlerin te­
sirini gidermek maksadiyle yapılan bu garip arzuyu yerine getir­
mek zorunda kaldılar. Ateş ayininden sonra Batu'nun yaveri gele­
rek efendisine getirilen hediyeleri. 40 kunduz, 80 porsuk derisini tes­
lim aldı. Tatar yaver Eldegai ancak bu önemli vazife bittikten son­
ra onlardan asıl maksatlarının ne olduğunu sordu. O zaman, evvelce

Corenza'nın yanında anlattıklarını daha etraflıca izah ettiler.

Tatarlar nihayet onları Batu 'nun huzuruna götürdüler; kapıya


varınca, eşiğe dikkat etmeleri, içeride ise hükümdarı diz çökerek
selamlamaları ve söyliyeceklerini o vaziyette söylemeleri için dik­
katlerini çektiler. Bu tembihleri yerine getirdikten sonra Plana
Carpini, papanın mektubunu Ruten ( Rus) , Sarasen I Acem l ve Tatar
dillerine çevirmek için okuryazar bir tercüman istedi. Bu iş de bitti.
Batu'ya Tatarca tercümeyi sundular, hükümdar onu dikkatle oku­
yarak içindekilerden bilgi edindi. Bir sürü hediyeden ve zoraki me­
rasimden sonra, Batu' nun karargahına inen papazlara o akşam yi­
yecek namına pek az bir şey verdiler, o kadar ki küçük bir sahan
içinde önlerine konan darı için, esasen boğazlarına pek düşkün olmı­
yan keşişler bile şikayetten kendilerini alamadılar.

Bunun dışında, Batu'nun sarayında saltanat ve debdebe büyük­


tü. Adeta büyük hanın sarayında olduğu gibi, çavuşlar ve daha bü­
yük rütbedeki saray memurları eksik değildi. Çadırın içinde Batu,
taht gibi bir kürsüde yer almıştı. Yanında karılarından biri otur­
maktayliı. Kardeşleri, oğulları ve başadamları biraz aşağıda, ortada
duran bir sıra üzerinde, ötekilerse onların arkasında yerde ve iki
sıra halinde, sağda erkekler, sol tarafta kadınlar olmak üzere otur­
muşlardı. Batu'nun çadırı pek göz alıcı idi ; nefis keten bezinden ya­
pılmış olup buraya Macar kıralı iV. Bela'dan gelmişti. Karargahta
sert bir inzibat hüküm sürmekteydi. Hanın çadırına ancak davetli
olan veya gelişini önceden haber vermiş olup da kendisine izin ve­
rilmiş bulunan kimse girebilirdi. Bunun dışında içeri girmek katiyen
yasaktı, dinlemiyenin kellesi uçurulurdu. Tören toplantısında P.
9S
R t J. İ Pll M t v F. � t Ç - 1\ !H A
Carpini ile arkadaşlarını, öteki elçiler gibi. sol tarafa oturttular,
halbuki büyük hanın sarayına uğrayıp da dönüşte tekrar buraya
geldikleri zaman, daha kibar sayılan sağ tarafta yer vc.rdiler. Çadır­
da, kapının yanındaki bir masa üzerinde altın ve gümüş kablar için­
de, Tatarlarca her zaman pek ziyade sevilmiş olan mayalanmış kıs­
rak sütü , kımız bul1.:1 nuyordu. Ne zaman Batu, herkesin gözü önünde
içerse, her defasında taganni ediliyor ve çalgı <.:alınıyordu. Atla
gezmeğe çıktığı zaman , başının üzerine, mızraklar ucuna takılmış
şemsiye tutuyorlardı, bu saygı Tatar hanlarının ve hatunlarının
hepsine gösterilirdi .
Papanın elçileri Batu'nun kararı nı nisanın 7- sinde öğrendiler.
Yaver Eldegai onları hanın çadırına götürdü, ellerindeki mektupla
ve üzerleri !1e aldıkları vazife ile büyük Moğol hanına, Küyük'e baş
vurmaları oı-ada kendilerine bildirildi.
Paskalya pazarında büyük yola çıktılar. Tatarlar büyük han
seçiminde ve taç giyme töreninde bulunabilmek için Moğol kararga­
hına bir an önce varılmasını istiyorlardı. Tatar usulüne göre, at
değiştirilmek suretiyle zaten hızlı gidilebilirdi, fakat gidecekleri ye­
re daha erken yetişebilmek için hepsinin başlariyle el ve ayaklarını
sıkıca bağladılar, böylece dt üstündeki devamlı sarsıntıya daha iyi
dayanabilmelerini sağlıyorlardı . Fakat çok hırpalanmış olan papaz­
lar bu vaziyette bile eyerin üzerinde kendilerini zor tutuyorlardı,
çünkü yalnız, adeta gece gündüz at üstünde bulunmakla iş bitmi­
yordu, bir taraftan da büyük perhizin devamınca sade tuzlu suda
haşlanmış darı 13pası yi yorlar ve içme suyu olarak da eritilmiş karla
ağızlarını ıslatıyorlardı.
Hala Kuman memleketinde yol almaktaydılar. Kumania ara­
zisi gayetle geniştir. Sınırlarında Ruslar, Mordvinler, Bilerler - ki
bunların memleketina Büyük - Bulgaria derler -, Başkırtlar ( Bas­
cart ı , bunların memleketi de Büyük - Macaristan ı Magna Hungaria l
dır, onların kuzeyinde Parossitalar v e Samogedler ı Samoyed ? ) ,
Samogedlcrin kuzeyinde ise köpek başlılar oturmaktadırlar . Ku­
mania'nın güneyinde Alanlar, Çerkesler, Kazarlar, Bizans'lılar, Gür­
cüler, Khaolar, Brutakhlılar - bu sonuncular Yahudi olup saçla­
r ın ı kazıtırlar - ve Zikhler. Ermeniler ve Türkler ! Turc i ı yaşa­
maktadırlar. Kumania batıdan Macaristan ve Rusya i le temas halin­
dedir.
B İ L I N M İ Y E J'>I İ <,: - A � \' A

Kırk sekiz günlük bir yolculuktan sonra Kumanistan'dan Kan­


gitler ülkesine vardılar ki, burada· oturanlar pek azdır ve su da zor
bulunur. Burada yaşıyan Tatarlar göçebe Tatarlardır. 'ı;iftçilik bil­
mezler, evleri olmayıp çadırlarda otururlar. Bu çöl gibi memlekette
tam bir ay ( nisanın 16 - sından mayısın 1 6 - sına kadarı yol aldılar.

Kangitler memleketinden sonra islam dininden olan ve Ku­


manca konuşan Büsürmenler ı müslümanlar l memleketine vardılar.
Geçtikleri yerlerde pek çok yıkılmış şehir ve köy gördüler. Büsür­
menler arazisinde büyük bir nehrin ı Sir - derya ı yanında Yanckint.
Barchin ve Ornaş şehirleri bulunmaktadır. Büsürmenler memleke­
tinden Kara Kitaylar ülkesine vardılar, büyük han Occoday'ın bü­
yük bir saray yaptırtmış olduğu Omyl şehri buradadır. Bu sarayı.
şehir muhafızının misafirleri sıfatiyle papanın elc_:ileri de gezdiler.
Şereflerine orada büyük bir ziyafet, çalgılı bir toplantı tertibedildi.
Omyl'den sonra küçük bir göle vardılar. Günlerce bu gölün kıyısın­
da gittikten sonra, nihayet onu sol kolda bıraktılar ve bol sulu bir
araziye girdiler. Artık bu taraflarda nehir çoktu ve nehir k ıyıla r ı
hep ormanlarla çevrili idi. Batu'nun ağabeysi Ordu'nun karargahı
buradaydı. Buradan pagan Naimanların memleketine vardıkları za­
man haziranın sonu yaklaşıyordu. Bu memleket baştan başa dağ­
lıktır, iklimi çok soğuktur, orada bulundukları vakit, haziranın son­
larında bile kar yağmıştı. Naimanlar da göçebe çobanlardır.

Günlerce süren bir yolculuktan sonra papanın elçileri bizde.;.


Tatar adı verilen Moğolların memleketine vardılar. Bu hızlı yol alış
daha üç uzun hafta sürdükten sonra, nihayet sabırsızlıkla bekle­
dikleri gibi. haziranın 22 - nci g ü n ü . Maria Magdalena bayramında.
Küyük'ün olduğu yere vardılar. Ne ise ki aceleleri boşa c:ıkmamış.
geç kalmamışlardı. Vaktinde büyük hanın ardasına ulaştılar ve Ba­
tu"gilin tasarladıkları gibi nadiren · görülebilecek olan « büyük han "
seçimi ve taç giyme törenlerinde bulunabildiler.

Küyük onla ra c:adır verd ird i , Tatarlarda misafirlere ve elçilere


karşı zaten adet olduğu üzere. her türlü ihtiya�·ları yerine getirildi.
Bundan başka Tatarların hanı papazlara kaqı. öteki elr:ilere yapı l­
dığından daha iyi muamelede b u l u n ulması hususur.cla da c.ıdamları­
na talimat verdi . Henüz seçi m sona ermi� olmadığından K li y i.i k

• Yııııi !\Jarııri staıı 'ı.l a. S . K .


H İ L İ .'\ 1\1 İ Y F: N iÇ - .\ s \ \ 97

papalık elçilerini kabul etmemişti, fakat papanın mektubunu, tercü­


meleriyle birlikte teslim aldı. BeŞ altı gün sonra Plano Carpini'yi
Küyük 'ün anası Turakina'nın katına çıkardılar, u büyük han • seçi­
mi bitinceye kadar Moğol imparatorluğunda en yüksek iktidarı o
temsil ediyordu. Kurultay Turakina'nın karargahında toplanmıştı.
Bu tören münasebetiyle gayet güzel ve içine iki bin kişi alacak ka­
dar muazzam bir çadır kurulmuştu. Çadırın etrafına fırdolayı tahta
parmaklık yapılmıştı ki, bu, işi olmıyanların içeri girmelerinin ya­
sak olduğunu gösteriyordu. Kabile başkanları ve sair devlet adam­
ları hep toplanmış bulunuyordu.

Nihayet " büyük han " seçimi töreni başladı. İlk günü oraya
toplanmış olan bütün Tatar ilerigelenleri beyaz diba giymişlerdi .
İ kinci günü elbisenin rengi al, üçüncü g ü n mavi olmuştu; dördüncü
günü ise hepsi de en ağır Bağdat dibasından kesilmiş urbalar giy­
mişlerdi. Tahta parmaklıktan çadıra doğru iki kapı açılıyordu. Bun­
ların birinden yalnız büyük hanın girmeğe hakkı vardı ve bunun
önünde nöbetçi yok idiyse de h iç kimse yaklaşmaya bile �esaret
edemiyordu . Ö teki kapıda kılıçlı, oklu ve yaylı askerler duruyor­
du, seçimde oy sahibi olanlar bu kapıdan giriyorlardı. Buraya başka
her kim yaklaşırsa nöbetçiler yakalayıp adamakıllı pataklıyorlardı ,
b u haddini bilmez şayet kaçmağa kalkışırsa ardından, ucu küt kör
oklar yağdırırlard ı.

Moğol beyleri seçime tam cenk kıyafetiyle ve belirli sayıdaki


maiyetleriyle geliyorlardı. İçlerinden çoğunun atlarının takımları
bile bir servet teşkil ediyordu : gemler, eyerler, bütün kayışlar, al­
tınlar içinde parıldıyordu. Atları büyük çadırdan oldukça uzak, iki
ok atımı bir yerde toplamışlardı. Bu at topluluğuna ilerigelenlerden
başkasının yaklaşması ise yasaktı.

Davet.Ii lerden hiçbir eksik kalmayınca, hepsi de çadıra girdiler


ve seçim m üzakereleri başladı. Bu sırada parmaklığın dışında mü­
nasip bir uzaklıkta her taraftan toplanmış olan büyük bir Tatar ka­
labalığı görülmek teydi . Öğleye kadar görüşmeler bitmişti. Ö nceden
de tahmin edildiği üzere Küyük, bütün Moğolların büyük hanı oldu.

Neticenin ilanı büyük bir sevinçle karşılandı ve bunun şerefine,


akşama kadar süren bir içki alemi başladı. Bayram eden Tatarlar
bu sevinç gününde pek çok kımız tükettiler. Papanm elçileri yeni
98 Hİ Lİ� \1 i \' E� İ C,: - .\ S \' \

bir teveccühle karşılaştılar : kendilerini çadıra davet edip kımız ik­


ram ettiler. Fakat keşişler, her ne kadar zorlarına gittiyse de, bir
damlasını bile yutamıyacak derecede tiksindikleri bu alışmadıkları
içkiyi reddettiler. Tatarlar buna darılmadılar ve onlara bira ikram
ettiler. Plana Carpini'nin arkadaşlariyle birlikte çadıra girebilmesi
gerçekten büyük bir mazhariyet sayılırdı, çünkü Suzdal büyük-pren­
si Yaroslav, birçok Ki tay, Solang ı Kora 'lı ? , Solon ? l prensi, Gür­
cistan kıralının iki oğlu, Bağdat halifesinin elçisi - ki kendisi de
sultandı - ve Sarasenlerin daha başka birçok ilerigelen şahsiyetleri
hep parmaklıktan dışarda kalmışlardı. Han seçimine gelen elçilerin
sayısı dört binden aşağı değildi, bazıları vergi, bir kısmı da hedi­
yeler getirmişlerdi. Tabiatiyle bu kalabalığın hepsini parmaklıktan
içeri büyük çadıra sokamazlardı, fakat bütün elçilere içki ikramın­
da kusur edilmedi.

Papazlar Tatarların han seçimine mahsus ordalarında dört hafta


kaldılar. Bu zaman içinde Moğollar Küyük'e karşı bütün saygılannı
gösterdiler; şarkıcılar ve ozanlar hep onu terennüm ettiler, çadırdan
dışarı ayak attıkça yak kuyruklu bayraklarını indirip kaldırdılar.
Bu karargah şehrinin adı Tatar dilince Şira Orda idi.

Taç giyme töreni burada değil, başka bir yerde yapıldı. Şira
Orda'dan at üstünde üç - dört saat gidilince, dağlar arasındaki bir
nehir boyunda son derece hoş manzaralı bir düzlüğe varılırdı. Altın
Orda dedikleri bu yerde başka bir muazzam çadır - saray bulunu­
yordu. Küyük'ün tahta çıkarılma töreni ağustosun 1 7- sinde yapı­
lacaktı, fakat bu iş geri kaldı, çünkü müthiş bir fırtına ' koptu, bü­
tün vadiye çok zararlı dolu yağdı, bulutlardan o kadar çok ve o
derece büyük buz parçaları düştü ki, hava birdenbire iyileşerek bun­
lar erimeğe başlayınca meydana gelen sel suyu pek çok çadır alıp
götürdü ve yüz altmış insan can verdi.

Altın Orda gümüş levhalarla kaplı ve altın çivilerle birbirine


tutturulmuş direkler üzerinde duruyordu, çadırın yan duvarları ve
tavanı kıymetli ipeklerle kaplanmıştı.

Tahta oturtma töreni ağustosun 24 - ünde yapıldı. Ucu görün­


mi �en bir Tatar topluluğu yüksek sesle dualar ederek alay halinde
geçit yaptılar. Papazların çok bir şey anlamadıkları bu tören uzun
sürdü. Onlar sade bu kalabalığın hep çadıra döndüğünü ve Küyük'ü
ll J L İ N M I Y F: N İ Ç - A S YA

tahta oturttuklarını gördüler. Hanlar hep onun önünde diz çökmüş­


lerdi, bunu gören halk da onlar gibi yaptı.

Tahta çıkma törenlerinin sonu alınınca Küyük'ün • Uygur ıı as­


lından olan Çinkai adlı nazırı papazların işini ele aldı. Her birin­
den ayrı ayrı adlarını \'e kimin namına P.lçilik ettiklerini dikkatle
sordu. Bütün bunlar b i't tikten sonra onları büyiik çadıra götürerek
orada yüksek sesle, gelişlerini haber verdi. Kapıda içlerinden her
hangi birinin tesadüfen bıçak veya başka zararlı bir alet var mıdır
diye hepsini sıkı bir yoklamadan geçirdiler. Opdan sonra çadıra gi­
rebildiler ki onu, imparatorun da bulunduğu bir zamanda ilk defa
görüyorlardı. . Küyük han Tatar ilerigelenleri tarafından kuşatılmış
bir halde tahtında o turuyordu. Ö nlerindeki manzara gözler kamaş­
tırıcı idi. Toplanmış olan hediyeler koca bir yığın halinde duruyor­
du : ipek, kadife, birbirinden değerli kürkler . . . Halbuki daha arma­
ğan - vergi olarak gelen eşya burada bile değildi. Süslü takımlı. gö­
rülmemiş güzellikteki atlar, develer ve katırlar başka bir yerde mu­
hafaza ediliyordu. Altın, gümüş ve ipek elbiselerle tepeleme dolu
olan beş yüz hazine arabası ise karargahtan epeyce uzakta, bir tepe
üstünde duruyordu.

Altın Orda'dan sonra elçileri üçüncü bir yere de götürdüler.


Bu çadır en güzel erguvani kumaştan yapılmıştı. Tiyatro sahnesi gi­
bi bir kürsünün üzerinde tamamiyle fildişinden yapılmış ve altın,
kıymetli taşlar ve in<'ilerle işlenmiş olan taht duruyordu. Kürsüye
merdivenlerle çıkılıyor, tahtın etrafında ise fırdolayı birçok sıralar
dizilmiş bulunuyordu. Sol tarafta büyük hanın karıları yer almış
bulunuyorlar, sağ tarafta ise başadamlar ve ilerigelenler yanyana
oturuyorlardı : yalnız onların oturacakları yer hükümdar karılarının
yerlerinden biraz dçakça yapılmıştı. Büyük hanın karılarının ·her
birinir. beyaz keçeden, ayrı, geniş birer çadırları vardı.

Bu ziyaretler, seyir ve tcmaşalar sırasında Suzdal büyük hü­


küıııdarı Yaroslav ölmüştü. Onun ölümünden biraz sonra papazları
tekrar büyük hanın ardasına çağırdılar. Anlaşılan Tatarlar o sırada
kendi ufak tefek işlerine pek ziyade dalmış olacaklardı ki, bir
müddet yüzlerine bakan, hatta yiyecek içecek veren bile bulun­
madı, o kadar ki nerdeyse açlıktan öleceklerdi. Eğer bu acı şartlar
içimle geçirdikleri bir ayı arızasız savuşturabildilerse bunu, Kosmas
adlı bir Rus kuyumcusuna borçludurlar. Büyük hanın tahtını yapan
100 H İ L İ ;'\ VI İ Y E \ i c.: - A - .\ \

ve hanın mühürünü kazan bu Kosmas 'tı. Her ne kadar Tatar baş­


kentinde işleri böyle kötü gitmişse de kendilerini teselli edecek bir
şey vardı ki, o da Tatarlar arasında konuşulan dili anlamadıkları için
şimdiye kadar öğrenemedikleri birçok yeni şeyleri. bu mecburi otu­
ruş sırasında öğrenmiş olmalarıydı. Tesadüf başkentte onları bir
sürü· Batı 'lı insanla, Ruslar ve Macarlarla karşılaştırmıştı ki, bunlar
Latinceyi ve Fransızcayı iyi biliyorlardı. Bu yabancılar arasında
yirmi hatta otuz yıldan beri burada oturanlar vardı, bunlar Tatar­
ların dilini konuşuyorlar ve başlıca olaylardan haberli bulunuyor­
lardı.

Büyük hanın emriyle Çinkai tekrar gelip de beraberlerinde


getirdikleri evrakı görmek ve almış oldukları sözlü talimatı ve bir
de kendi dileklerini kaleme aldırmak istediği vakit artık şaşırma­
dılar; dilmaçlık işinde kendilerine yardım edecek dost, tanıdık çok­
tu. Tatarlar onların ne maksatla geldiklerini zaten biliyorlardı, ye­
niden soruşturmağa lüzum görüşleri papanın mektubuna verilecek
cevabı hazırlamak içindi. Lakin bu basit görünen iş hiç de kolay
olmadı. Çinkai ile Bala ve Kadak'ın idare ettikleri Moğol imparator­
luk hükümet dairesinde ise ancak Rusça, Sarasence veya Tatarca
yazmasını biliyorlardı. Plano Carpini 'nin isteği üzerine - başka
çare olmadığından - büyük hanın cevabın ı Tatar diliyle yazdılar.
Sonra tercüman yardımiyle Tatarca metni kelime kelime çevirttiler
ve papazlar bunu Latince olarak yazdılar. Latince tercüme bitince
Tatarlar bir şey unutulmuş veya yanlış anlaşılmış olmasın diye
noktası noktasına yeniden, hem de üst üste iki kere kendi dillerine
çevirttiler. Bu dikkatli işten sonra Çinkai mektubun Tatarca aslını
< daha sağlam olsun diye l , belki papanın memleketinde Sarasence
bilen bulunur düşüncesiyle Sarasen diline çevirtti.

Tatarlar, memleketlerine dön meye hazırl2nan papalık elçik�ri­


ni birkaç Tatar mümessilini de beraberlerinde papanın sarayına gö­
türmeleri için kandırmaya çok uğraştılar. Plano Carpini büyük bir
siyasi duygu ile, bu zahmetin gerçekten lüzumsuz olduğunu, asıl
maksat büyük hanın cevabını götürmekse onu işte kendilerinin gö­
türeceklerini söyliyerek bu isteği reddetti. Hakikatte onun korktuğu
- seyahat raporunda kendisinin de söylediği gibi - Tatar elçileri
kendi1eriyle beraber gider de oradaki bir sürü anlaşmazlıkları gö­
rürler ve belki de ilerisi için daha büyük hırsa kapılırlar noktasıdır.
R l l. İ l'\ \l t \" F. !11 İ Ç -- A � Y A ını

Hasılı papazlar nihayet memleketlerine giden yola kendi baş­


larına düştüler. Bütün kış yol aldılar, kırda kar üstünde yattıkla­
rı çok oldu, kaç kere sabahleyin uyanınca kendilerini karlar altın­
da buldular. Böylece 1 247 mayısının 9-unda Batu'nun bulunduğu
yere vardılar. Batu, büy ü k hanın mektubunu dikkatle okudu ve ken­
disinin buna katacak bir şeyi olmadığını söyledikten sonra ayrıca
her şeyi olduğu gibi pa pa ya anlatmalarını sıkıca tembih etti.

Plano Carpini bir ay sonra . haziranın 9-unda Kiev'e, omdan


Rusya, Lehistan, Çehistan ve Almanya yoliyle Kolonya'ya ve niha­
yet Lyon'a vararak büyük hanın c.evabını iV. İ nnocentius·a sundu .

Büyük hanın papaya n e cevap vermiş olduğuna gelince; uzun


zaman bunu ancak Latince tercümesinden biliyorduk, zira bu ' tercü­
me dağdağalı yüzyıllara bir kazasız dayanmış ve yanlışsız olarak
zamanımıza kadar kalmıştır. TatarlHrın memleketine g it m i ş oJa ıı
keşişlerin yazdıkları raporlara şüpheli gözle bakmak uzun zaman
moda halinde kalmış olduğu ndan. Plano Carpini 'ninin bu mektubun
Tatarca bir aslını ve hele b i r de Sarascnce tercümes i n i beraberinde
getirmiş olduğuna da i n a m l nuı m ı�t ı . !3u h i pcrkritik bi lgk:liğin na­
sıl aldatıcı yollardan y ü rüdüğünü ise bu meşhur Sarase:lCe t erc ü m e­
n i n 1 920 yılında Vat i k a n C\'rnk hazinesinde b u l u nm u ş o ! m ıı sın rJ a n
daha iyi h i ç b i r şe y ispatlıyamıız. Ki.iyi.i k ' i.i n m ühriyle mühür lcnmiı:
olan bu yazı gözden ge1.;i r i l i nce Sarasen d i l i n i n o \'akt� k a d ::ı r san ı l­

dığı gibi Arapı;a olmayıp Accml'e olduğu da meydana l.: ı k m ı ş t ı r . A y nı


zamanda Çinkai ile Bala ve Kad a k ı n keşişlerle i y i i!! görm üş olduk­
'

ları tercümenin t;ok muvaffak oluşu ndan anlaşılmaktadır. Mektubun


Tatarca nüshası henüz me y d a nd H değildir, fa kat b i lg i n ler günün
birinde onu de bulacak olurlarsa hiç de şaşmayız.

Demek k i bugün büyük hanın papaya IH! cevap ver "? İ Ş olduğunu
mektubun Latince ve Farsça tercümeleri nden i nceliyebilccek du­
rumdayız. Bu cevap, doğrusu tepeden konuşa n . hat t a t eh d it çi bir .

cevaptır! Papalık ınektubunun her satırı ayrı şerh edilmekte her


şeye bir k aça m ak yolu. bir bahane bulunmaktadır. Papa, Tatar or­
dularının pek çok h ı ristiy a n . Macar öldürdüğünden mi şikayet edi­
yor ? Ceza olarak yapmı�tır, ı.; linkü onlar o n u n ck: i l er i n i öld ürmüş­
lerdir v.s.

Plano Carpinı ı le yol <ırk�; (l a � ı B€nedictus Polorıus bu uzun


102 B İ L İ '.'; M İ Y F. N İÇ-A SYA

yolda görüp öğrendiklerinden papaya yalnız sözle değil, yazı ile de


hesap verdiler. Sonradan birçok benzeri eserlerin takibettiği bu el­
çilik raporları o çağda, inanılmıyacak derecede büyük ilgi uyandır­
mıştı. Sade bu korkunç pagan tehlikesinin düşüncesi bile insanları
sözle anlatılmaz heyecana düşürmekteydi. Ya şimdi, o zamana ka­
dar dünyada olduklarını bile bilmedikleri birtakım ülkeler ve ka­
vimler hakkında böyle etraflı bilgi edinince nasıl kaygıya düş­
mezlerdi!

Plano Carpini'nin raporu sade elçilik heyetinin hangi yollardan


geçtiğini, nerelerde nasıl karşılandığını anlatmakla kalmayıp, Ta­
tarların kendileri, adetleri, tarihleri, soyları, cenk usulleri ve bas­
kıları altındaki kavimlere dair de bir kitaba yetecek kadar malu­
mat vermekte.dir. İ ç - Asya'nın uzak bölgelerinde yaşıyan kavimler
hakkında Batı'da ilk defa ortaya atılan bu bilgilerin ne dereceye
kadar hakikate uygun ve güvenilir olduğuna gelince, bunu ancak
doğu kavimlerinde mevcut kaynakların bu konu üzerindeki verintile­
riyle karşılaştırdığımız vakit tam değeriyle anlıyabiliriz.

Pagan Tatarların adetleri hakkında Plano Carpini neler söy­


lüyor?

Bunlar görünen ve görünmiyen alemlerin yaratıcısı bir Tan­


rıya inanmaktadırlar. Her türlü iyilik ve ceza ondan gelir, fakat
ona ibadet etmezler, ilahilerde ve dini ayinlerle onu takdis eyle­
mezler. Pagan ruhlarının mücerret, belirsiz tanrı mefhumu yanın­
da anlaşılan başka bir şeye de ihtiyacı vardı. Kendilerine abadan,
insan suratında putlar yapmışlardı. Göçebe çadırlarının kapılarını
putlara bekletirlerdi ; daha dindar ve zengince olanları kendi koru­
yucu putları n ı süslü arabalar içinde muhafaza ederlerdi. Böyle bir
arabadan bir şey aşıracak olanın vay haline; bu günahının ceµsı­
nı ona merhametsiz bir ölümle çektirirlerdi. Put, dini bir törenle
yapılır. Aşiretin nüfuz sahibi kocakarıları bir araya gelirler, din­
da r bir hava içinde keser, biçer ve dikerler. İ ş tamamlanınca açış
töreni başlar. Bir koyun kesilir, eti toplu bir halde yenir, kemikleri
ateşe atılır. Bir Tatar çocuğu hastalanınca putu onun başucuna asar­
laı: ve şifayı ondan beklerler. Bazı Moğol beyleri veya kabile baş­
k.:ı.nları karargahlarının ortasına put olarak içi doldurulmuş bir te­
ke dikerler. İ lk süt puta verildiği gibi ilk yudum içki ve ilk lokma
yemek de onundur. Kesilen hayvanın yüreğini bir sahan içinde pu-
BILINM iYES i Ç - A S YA ıos

tun önüne koyarlar ve ancak ertesi gün ona dokunurlar ve o vakit


pişirip yerler. Dinsizlerin keçe-tanrıları askeri karargahlarda bile
eksik olmaz; Plano Carpini ordu putunu nasıl takdis ettiklerini
Küyük'ün karargahında seyretmiştir. Ona atlar adarlar ve bu at­
lara artık kimse binemez. Putun önünden geçen onu diz bükerek
selamlamağa mecburdur. Bunu ihmal edenin başı en büyük tehlike­
dedir. Bu saygı gösterişe yalnız Moğolları değil, bütün uyruk ka­
vimleri ve hanları da mecbur tutarlar. Rus büyü.r..-prenslerinden bi­
ri olan Mikhael, Tatarlara teslim olduğu zarr .. • önce adete uyarak
iki ateş arasından geçmesi lazım gelmişti, sonra ondan, Cengiz ha­
nın putu önünde icabeden takdis törenini yapmasını istediler. Mi­
khael hıristiyanlığını ileri sürerek katiyen söz dinlemek istemedi.
Batu'nun muhafızlarından biri bunun kendilerince ne büyük küfür
olduğunu hatırlıyarak derhal biçare Mikhael'in üzerine saldırıp onu
yere yıkmış, topuğiyle göğsünü, yüreğinin üzerinden tekmelemiş
ve sonra kılıciy le başını kesmişti.

Moğollar güneşe. aya ve ateşe, suya ve toprağa saygı gösterir­


ler. Kökleşmiş dini ayinleri. hatta dinlerinin, mezheplerinin tam bir
hududu yoktur. başka dinler mensuplarına karşı müsamlı.hacı, da­
ha doğrusu kayıtsız oluşları da belki bundandır. Mikhael vakası
da esasen din gayreti veya müsamahasızlık örneği değildir; bu bar­
bar muameleyi icabettiren şey onun , Batu'nun emrine inatla karşı
gelişidir, bunun içinse çok daha az ehemmiyetli bir meselede bile
ölüm cezası vardı.

Bir hançeri ateşe değdirmek veya bir baltayı ateşin yanına bi­
le götürmek gibi adetleri bir dereceye kadar dini, şamanistik hura­
felerle izah olunabilir. Kamçıya dayanmak veya kamçı ile oka do­
kunmak caiz değildir. Kuş tutmak veya öldürmek yasaktır. Ata diz­
ginle vurmak iyi değildir. Kemiği kemikle kırmak, sütü ve başka
içkiyi yere dökmek günahtır. Bu yasak şeyleri bilmiyerek işliyen
günahı için cezaya katlanmağa mecburdur. Fakat böyle bir günahı
bile bile işliyen kimse insafsızca ölüm cezası görür. Bundan başka
Moğolların yiyecek ve içecekle ilgili olarak garip adetleri vardır.
Bir kimse et lokmasını bir kere ağzına aldı mı, hoşuna gitsin git­
mesin, onu yutmak zorundadır . . Eğer terbiyesizin biri her nasılsa
lokmayı tükürecek olsa onun cezası şudur : çadırın eteği altından
bir delik kazılır, suçluyu buradan dışarı sürüklerler, yani o adam
104 n t ı. I N M I Y F. � l ç - .� S Y �

dışarıya kapıda n çıkmağa bile layık görülmez, sonra dışarda hiç al:ı­
madan öldürünceye kadar dayak atarlar.
Tatarlar arasında falcılık, büyücülük. sihirbazlık gibi şeyler
pek rağbettedir. Bir muameleye, büyük bir işe başlamak içi n en zi­
yade yeni ayı beklerler, olsa olsa ay çeyrek halindeyken başlarlar.
Aya karşı bilhassa büyük saygıları vard ır. büyük han bile ayı diz
çökerek selamlar ve kötü ruhlardan korumasın ı ona yalvarır. Ta­
tarlarca gü neş ayın anasıdır. Ateşe ne kadar temizleyici kudret
izafe ettiklerini şimdiye kadar da görmüştük. Hanlardan birine ya­
bancılar, elçiler gelince, bunlar günahtan ve zararlı şeylerden kur­
tulsunlar, temizlensinler d iye, iki ateş arasından geçirilir. getirilen
hediyeleri bile iki ateş arasındaki bir yoldan geçirirler.
Her hangi bir Tatar ölüm halinde ise çadırının önünde toprağa ,
üzerine kara keçe geçirilmiş mızrak dikerler. Bu. yabancı bir kim­
senin o eve gi rmesi doğru olmadığını gösteren bir alamettir ; bunu
di nlemeyip içeri giren kimse uzun müddet cenabet. yani mundar
olur · ve böylesi büyük hanın veya sair büyüklerin katına çıkamaz.
Eğer hasta ölürse ve tesadüfen nüfuzlu adamlardan biri ise kıra
götürürler ve sağlığında en çok hoşla ndığı yere gömerler. Mezarına
çadırını kurarlar, kend isin i ortaya oturttuktan sonra önüne. üzerin­
de et yığılı bir tepsi ve bir testi kısrak sütü bulunan bir masa ko­
yarlar. Yanına tayiyle beraber daha bir kısrak ve bütün takımlariy­
Je bir binek atı da gömerler. Bundan başka bfr at kesilerek etini
cenaze ziyafetinde yerler, derisini de samanla doldurduktan sonra
sırıklar üzerinde mezarın tepesine dikerler. Cenaze ziyafetinde kur­
ban edilen atın kemiklerini, ölünün ruhunun selameti için ateşte
yakarlar. Mezara altın ve gümüş eşya da konur. Ölenin en sevdiği
arabasını. kırıp dağıtırlar, çadırını bozarlar ve onun adını tam üç
nesil boyunca kimse ağzına alamaz.
Daha yüksek mevki sahibi olanları daha başka türlü gömer­
ler. Cenazeyi gizlice bozkıra götürürler ve nereye gömüldüğünü hiç­
bir vakit kimsenin öğrenmemesine dikkat ederler. Cenaze alayı ta­
sarlanan yere varınca çimenleri büyük parc;alar halinde k � ldırırlar.
oraya mezar çukurunu kazarlar, fakat ölüyü oraya değil çukurun
altında yan tarafa doğru oydukları koridor gibi bir yere bırakırlar.
Cenaze töreni ölüyü, en sevdiği kölesinin sırtına bindirmekle baş­
lar ve o zavallıyı, pek de hoş olmıyan vaziyetinden ancak, korkudan
B I L İ !\' M I Y E N iÇ - A S YA 105

ve üzerine basan ağırlıktan adeta aklını yarı yarıya kaybettiği za­


man çekip kurtarırlar. Bu muameleyi üç kere tekrarlarlar ; eğer kö­
le bu çetin tecrübeyi bir zararsız atlatırsa onu azadederler, istedi­
ği yere gidebilir, bundan başka ölenin ailesi çevresinde de büyük
mevki kazanır. Bu hazırlık merasiminden sonra cenazeyi, kendisi­
ne ait her türlü teçhizatiyle o koridor gibi yere koyarlar. Önce bu
koridor, ardından mezar çukuru , toprakla örtülür ve nihayet kalıp
kalıp çıkarılmış olan çimenleri yerlerine yerleştirirler. Artık meza­
rın neresi olduğu hiçbir şeyden belli değildir. Öteki definlerde
adet olan ayinler, cenaze ziyafetiyle birlikte tertiplenen törenler ta­
biatiyle bunda da yapılır.

Gömmeden sonra ölenin arkada bıraktıklarının temizlikten ge­


t:irilmeleri lazımdır. Bunun için iki ateş yakarlar, her birinin yanı­
na toprağa birer mızrak dikilir. mızrakların uclarını iple birbirine
bağlarlar ve bu ipe, putları temsil eden niyet ( bukeranl paçavrala­
rı takıştırırlar. İ ki ateş ara� nda, mızrakların teşkil ettiği takın al­
tındı:: n tekmil ev halkının, bütün hayvanlariyle, arabaya yükletil­
miş çadırlariyle geçmesi lazımdır. Sağda solda birer kadın-şaman
durur. geçidin devamı müddetince bunlar durmadan efsunlu ilahi­
ler ımrıldanırlar. sular serperler. Bu ayin sırasında kırılan araba
olursa veya yola bir şey düşerse bunlar efsuncu kadınlarındır.

Bir sürü korkunç. kötü şeylere ve hurafeli aaetlere rağmen Ta­


tarların saygıya layık o kadar iyi vasıfları vardır ki, Plana Carpini
ayrı bir fasılda bunlardan takdirle bahsetmektedir. Dünyada Tatar
kadar saygı bilir bir kavim daha yoktur. Tatarlarda �nzıbat, bü­
yüklere karşı itaat o derecededir ki, bizim keşiş sınıfımız bile on­
lardan örnek alabflirler. Aralarında kavga çekiş nadir şeydir, dövüş
ve hele adam öldürme hiç görülmez. Hırsızlığı huy edinmiş kimse­
lerden burada korkulmaz, saraylarını, hazine arabalarını hiçbir za­
man kitlemeğe lüzum yoktur. Başıboş, serseri dolaşan bir hayvanı
bulan . onu kendine mal edinmiyerek bu gibi işlere bakan memura
götürüp teslim eder, asıl sahibi ne zaman olsa malını orada bulur.
Bunlar bir tek büyük ailenin fertleri gibi yaşarlar ve her ne kadar
dar şartlar içinde hayatlarını geçirip gitmektelerse de yiyeceklerini
kardeşçe aralarında paylaşırlar. Bir şikayetsiz açlığa katlandıkları
gibi at üstünde bile soğuğa dayanırlar; h ava şartlarına karşı umu-
106 e i L I N M I Y F. N i Ç - A ! n' A

miyetle gayet dayanıklıdırlar. Hasetlik nedir bilmezler, nadiren bir­


birinden davacı olurlar. karıları sadakatlı ve namusludurlar.

Fakat yabancı kavimlerle karşılaşınca bütün bu iyi vasıflar der­


hal kaybolur. Başkalarına karşı kibirli ve azametlidirler, en fa­
kir, en kötü bir Moğol bile kendini her hangi bir yabancıdan üstün
tutar, isterse o yabancı bir hükümdar olsun. Birkaç defa adı geç­
miş olan Rus büyük - prensi Yaroslav, birbirleri arasında o kadar
saygı bilen Moğol köleleri:pin kendisini nasıl hiçe saydıklarını pek
çok defa hayretle görmüştür : kaç kere hiç pervasız onu arkada
bırakarak başyere otu rurlar, kendisi de arkada siner kalırmış. Ya­
bancıya karşı hiçbir doğru ve samimi sözleri yoktur.

Yeyip içme hususunda son derece pistirler, sarhoş tabiatlı ve


hırslıdırlar. Et namına ne varsa ; köpek, kurt, at, hepsini yerler.
Asıl inanılmıyacak tarafı bit ve sıçan yemekten de çekinmeyişleri­
dir. Ne ekmek bilirler ne d e sebzeleri vardır. Peşkir falan gibi şey­
lerin adını bile bilmezler ; yemekten sonra, yağlı ellerini ya çiz­
melerine yahut da· otlara silerler. Bulaşık kahları yıkamak adetleri
değildir, daha doğrusu kabı çalkaladıkları suyu da dökmezler, içine
yeniden et koyarak o su ile pişirirler. İ çinden iliğini çekmeden ke­
miği köpeğe vermezler. En çok sevdikleri içki kısrak sütüdür. Kışın
daha fakirleşirler, o zaman daha kanaatli yer içerler. Soğuk mev­
simde kısrak sütü bulunmaz, o zaman bol suyun içinde darı pişirip
onu içerler. Fakat ondan da ancak sabahları iki bardak içebilirler,
ondan sonra bütün gün bir şey yoktur; yalnız akşam üstü yine bir
parça et yerler ve yanında et suyu içerler.

Görüldüğü gibi Tatarlarda ölüm cezası büyük bir iş değildir.


Haydudun , h ı rsızın cezası bu olduğu gibi sadakattan ayrılan kocayı
veya karıyı bekliyen ak ıbet de budur. Ufak suçlular değnek ceza­
siyle cezalandırılırlar, fakat hakkiyle vurulan yüz değneğin sonuna
varıldığı zaman bu adalet tevzii işi yine mezarda bitmiş olur. Tatar
erkeklerinin hayatı silahları arasında ve sürüleri peşinde geçer.
Bütün zahmet kadınlara yükletilmiştir; kadınlar yalnız ev işlerini
yapıp espaplarını dikmekle kalmazlar, kervanların yüklenmesinde
falan da bulunurlar ve · icabında arabacı yerine kendileri geçerler,
·

hatta eyer üstünde de keyifli ve rahat giderler.

Plana Carpini'nin anlattığı �aşılacak doğu dünyasını tanıyanlar


BiLINM tYEN I Ç - A S \' A 107

gittikçe arttı. Dominicus ve Franciscus rahiplerinden birçoğu, kimi


papanın elçisi olarak, kimi Fransa kıralmın emriyle, bazısı da kendi
kalbinin ilhamına uyarak imkansız bir şeyi denemeğe kalkışıyorlar,
günahkar paganları kötü niyetlerinden uzaklaştırmak için birbiri
ardında yola çıkıyorlardı.

Fransa kıralının elçisi, çok tanınmış Rubruck, Lombardia'lı


Dominicus rahibi Anselmus, Johannes de Monte Corvino, Pordenon'­
lu Odericus Marignoli ve daha birçokları bunlardandır. Müteşeb­
bis ruhlu bir tüccar olan Venedik'li Maffeo Polo da bunlardan he­
vese gelmiş ve bir gidişinde yeğeni Marco Polo'y'u da yanında
götürmüştü. İ şte bu Marco Polo Moğol - Çin imparatoru Kubilay'ın
gözüne girmiş, İ ç - Asya'yı, Çin'i dolaşmı'Ş ve gördüklerini hariku­
lade meraklı bir kitapta anlatmıştır.

O devirlerdeki ilgililer, dindar misyonerlerin hakikaten inanıl­


mıyacak gibi olan müşahedelerine şüpheli bir gözle bakmış, Marco
Polo'ya isnat olunan mübalağalarla eğlenmiş, olabilirler; bununla
beraber Batı insanının daha X;'II - XIV. yüzyılda eski, esrarlı büyük
komşusunu, Asya'yı nihayet hakiki varlığiyle tanıması yine de o
coşkun adamların gayret ve fedakarlıkları sayesinde mümkün ola­
bilmiştir.
V I.

BİR ÇİN"Lİ PAPAZ CENGİZ l l AN IN PEŞİN OE

Cengiz han Çin'li taoist filozof Çanğ-çun'u karargahına daYet


ediyor. - Şan-dunğ yar1mada&1ndan, Pekin' den geçerek Kerulen
nehri Y6disine.- Kuzey-Moğolya'dan Cungarya kapıaından geçerek.
Tar1m havza51na.- Semerkant'ta dinlenme.- Cengiz hanın, Afga­
nistan'daki karargahında Ç a n ğ - ç u n' l a buluş.ma ... - Çin'li bir
misyonerin zoraki ketifçiliği.

Çin'de evliya gibi yaşıya n . çok bilgili. Çanğ-c;un adlı bir papaz
\·ardı. Bu zat Hüan-dzanğ'm mensup olduğu cemaatten, yani budist
değildi, Çin"in en eski hakimine. Konfucius'a da yemin etmemişti.
Kendisi. hususiyle o vakitler her ikisiyle de taban tabana zıt olan
bir dinin, taoizmin hak olduğunu ilan etmekteydi . Çanğ-çun bir
taoist bonzdu. Onun sembolü. dininin kurucusu , hayatı esrarla dolu
Lav-dzı, çok eski devirde, büyük rakibi Konfuc ius ile aynı çağda fa­
aliyette bulu nmuştu. ı i . ö. VI. yüzyıl. ı Hayatın manasını. esrarlı.
anlaşılmaz, belirsiz davı onun izinde aramaktaydı. Çang-çun, dün­
yanın alayişli sevinçlerinden bütün kalbiyle nefret eden hakiki bir
filozof gibi yaşıyordu. Uzak diyarlara ün salnıı�tı, işitenler onun
adını saygı ve hayranlıkla anarlardı.

Bu ü nlü insanın adı zamanla, önüne geçilmez atlılariyle o sı­


rada Kuzey - Çin'de bütün mukavemetleri çiğneyip geçen. her şeyi
yıkıp yuman, kesip biçen Cengiz hanın da k ulağına gitmişti. Barbar
istilacı o sırada bu güzel ü lkeyi de ele geçirmek istiyordu. Cengiz
han, hayatını savaşa vermiş olan bu dik kafalı göçebe hükümdar,
kitap bilgisinden, filozofların hikmetli sözlerinden hiçbir şey anla­
mazdı ve hayatının sonuna kadar hiçbir dilde yazı yazmasın ı öğren­
memi,ti. Fakat kendisinde hakiki göc;ebe hikmeti rnrdı, insan ru­
hunun, zekanın garip güzelliklerini, değerlerini takdir eder ve ken­
disi gibi büyük bir devlet h ükümdarının bunlara ihtiyacı olduğunu
B İ L i !ll M I Y E N i ç -ASYA 109

pek iyi bilirdi. Bilgili kimselerden etrafına müşavirler toplamıştı


ve her çeşit meselede onların sözlerine göre giderdi.

Ü nlü taoist filozofun, Çanğ-çun'un adını da onlardan duymuştu.


Onu o kadar övüyorlardı k i, nihayet kendisi de görmek istedi.
Yazıcılarına bir davet mektubu yazdırdı ve adamlarına vererek
Çin'li bilgini arayıp bulmalarını ve eğer çöl yolculuğunun bin bir
rahatsızlığına ve zahmetine katlanmaktan ürkmezse alıp onun sade,
göçebe karargahına getirmeleri emriyle yolladı.

Cengiz'in yakın adamlarından olan Liu Çunğ-lu, efendisinin


tembihine göre hareket ed�rek, 1 220 yılında taoist üstadı hakikaten
Çin'de arayıp buldu. Ü stat önce, kendisinin a:;kerlik işlerinden hiç
anlamadığını, siyasetin karışık yollarının tamamiyle acemisi oldu­
ğunu ileri sürerek özür diledi ve hele yaşı ilerlemiş olduğundan 'bu
sonu belirsiz uzun yola sürüklenemiyeceğini söyledi. Gerçekten
Çanğ-çun hayli ihtiyarlamıştı, bu şeref verici daveti aldığı sırada
yetmiş iki yaşında bulunuyordu. Bununla beraber davetin samimi
olduğunu gördüğünden razı oldu ve Liu Çunğ-lu ve yanındaki yirmi
Moğol atlısiyle beraber. o sıralarda Naimanlar ülkesinde karargah
kurmuş olan Cengiz hanı ziyaret edeceğini vadetti. En sevdiği
talebelerinden on dokuzunu yanına alarak Şan-dunğ yarımadasın­
daki doğum yerinden kalkıp Pekin'e gitti. Bu kısa .yolculuk ihtiya­
rın keyfini biraz kaçırmış olacak ki, yorgun argın oraya vardığı za­
man, yanındaki Moğollara, orada beklerlerse iyi olacağını, çünkü
Cengiz hanın herhalde çok geçmeden yolunu o tarafa yönelteceğini
söyledi. Zaten yola devamlarına başka engel de çıkmıştı. Çünkü
Çunğ-lu'ya, o taraflara gitmişken hanın haremi için kızlar satın al­
ması ve onları da hemen beraberinde getirmesi evvelce tembih
edilmişti. Böyle bir kafile ile yolculuk etm�yi Çanğ-çun kendisine
bir türlü yakıştıramadığından, onun hatırı için kervanlar birbirin­
den ayrıldılar.

Çanğ-çun, aynı yıl içinde (yani 1 220-de) 18 mayıs günü tale­


beleriyle ve kılavuzlariyle birlikte güçbela Pekin'den ayrıldı. Tale­
bede� biri yolda bir hatıra defteri tuttu ve bu deftere : ne tarafa
gittiklerini, dikkate değer ne gibi şeyler gördüklerini, yolculuk sı-
ı
rasında hatırlanmaya değer neler olduğunu hep not etti. Çanğ-çun'-
un seyahat raporu işte bu notlardan meydana gelmiştir.
110 IJ İ L İ N M İ Y E l'li İ Ç - A S YA

Ö nce çok yavaş yol alıyorlard ı ; ihtiyar hakim yüzünden zaten


daha çabuk da gidemezlerdi. Pekin'den kuzey - batıda bir kiliseye
inmişlerdi, orada dinlenme ve hazırlık o kadar uzun sürdü ki, far­
kında bile olmaksızın yaz gelip geçmişti. Tam yola çıkmağa gönülleri
olduğu zaman ise, kış kendilerini çölün ortasında bulmasın diye,
Çanğ-cun kendisi kafileyi durdurmak zorunda kaldı. Bunun üzerine

o pag dada kaldılar v� ancak ertesi yılın başlarında, 1 şubatta pılıyı
pırtıyı toplayıp yola düzüldüler. Yavaş yavaş daha hızlı yol almağa
alışmışlardı, fakat böyle olduğu halde ancak iki hafta sonra Go­
bi çölünün kenarına ulaşabildiler. Büyük bir cesaretle kum der­
yasına ayak bastılar ve bu eziyetli yolculuğa sabırla göğüs ger­
diler, fakat martın 25 - inci günü kum sahrasının öteki ucunda
ilk meskün yeri gördükleri zaman, anlatılmaz bir sevinçle geniş
nefes aldılar. Dört günlük bir yolculuktan sonra kuzey - batıya
saptılar. Şimdi artık gerçekten göçebeler diyarında ilerliyorlardı ,
ne yana dönseler siyah arabalar, beyaz çadırlar, sürülerini otla­
tan göçebeler görülüyordu. Tuttukları yoldan kıl kadar bile şaş­
maksızın, aynı yol üzerinde tam yirmi gün gittiler. Yirmi gün
sonra, etrafı kumsal bir nehre ulaştılar, kıyıda sık bir sıra halinde
söğüt ağaçları vardı. Nehri geçtiler, üç gün ilerledikten sonra ku­
zeye döndüler ve Küçük-Gobi'den geçerek Cengiz hanın küçük kar­
deşinin karargahına doğru yol aldılar. Oraya vardıkları zaman ni­
sanın 23 - ü idi, karlar erimeğe, ilk taze çimenler topraktan fışkır­
mağa başlamıştı. Karargahın keçe çadırları etrafında bir sürü siyah
araba kalabalığı göze çarpıyordu. Karargahta bir telaş vardı, ortada
dönüştüren çoktu, Moğollarda bir düğün hazırlığı görülüyor, kova­
larla kısrak sütü taşınıyordu. Cengiz hanın kardeşi, Çanğ-çun'u
güler yüzle karşıladı ve hemen de kendisinden, uzun ömürlü olmak
için nasihatlar ve sihirli ilaçlar istedi. Üstadın böyle şeylere pek
yanaşmadığını görünce, yedi mühür altında saklanan bu gibi sırları
bizzat Cengiz han öğrenmeden başkasına ifşa etmenin yakışık
almıyacağını anladı. Sesini çıkarmadı, hatta Çin'li kafile yola çı­
karken ilerisi için onlara birkaç yüz at ve sair yük taşıyacak hay­
van verdi.

Doğrusu, Çanğ-çun ve maiyetinin Cengiz han karargahına gi­


derken nerelerden geçmiş olduklarını tam olarak kestirmek güçtür.
Şi.mdilik şu kadar biliyoruz ki, kafile karargahtan kuzey - batıya
,; i (, İ '\ \1 İ Y !': .'\ İÇ - A � Y \ 1 11

doğru yoluna devam etmiştir. Fakat nuıyısın 14 - ünde Kerulen


nehrine, hem de onun birkaç yüz lilik bir göl halinde genişlediği nok­
taya u laştıklarım söyledikleri zaman, onları yeniden takibedebile­
ceğimize seviniyoruz. Bu gölde öyle fırtınalar oluyor ki, köp ü re n
dalgalar balıkları kıyıya atıyor. Buradan, epeyce bir zaman Keru­
len'in güney kıyısında ilerliyorlar. O sıralarda fevkalade bir ha­
d isey e, tam gün tutulmasına şahit oluyorlar. Parlak bir öğle vakti
birdenbire ortalık öyle kararıyor ki, bir müddet yıldızları bile ko­
laylıkla görebiliyorlar. On altı gün sonra nehrin yön değiştirerek
tepeler arasında kuzey-batıya doğru aktığı yere vardılar. Biraz da­
ha i leride. güney-batıda yolları, önemli posta duraklarından birine
uğradı, Moğollar üstadı sevinç l'ığlıklariyle karşıladılar ve kendi­
sine darı ikram ettiler. Çanğ-çun karşılık olarak yuyuba yemişi ve­
rerek onları şaşırttı, şimdiye kadar bu meyvayı hiç görmemiş olan
Tatarlar müthiş sevindiler.

Yolculuk bir müddet hadisesiz bir şekilde, hep aynı havalide


böylece devam etti : yassı dağlar, vad iler ve n - '.lirler birbirini taki­
bediyordu. Barbar dilleri tabiatiyle anlamıyan üstadın dikkatini en
ziyade şurada burada göze çarpan bir göçebe topluluğu, keçe çadır­
lı çobanlar, onların yaşayış tarzları. kılık kıyafetleri çekmekteydi.
Hayvan derilerinden, kürklerden yapılmış elbiselere gözü çabucak
alışmıştı, ama kocalı Moğol karıları nın garip baş sü!.lerini ilk gör­
düğünde o nispette fazla şaşmıştı. Bu kadınlar saçlarına, ağaç ka­
buğundan yapılmış, tah minen iki ayak boyunda süs koymakta ve
fakir olanlar bunu yün kumaşla, zenginleri ise al ipekle kapla­
maktadırlar. Bu baş süsü , tepeden yanlara doğru ç ı k ıntı yapan k ıs­
miyle adeta kaza veya ördeğe benzemektedir. _Bu kıyafet güzelse de
taşıması rahat değildir ve göçebe kadınları, dikkat etmezlerse biri­
si kazara başlarından düşürür diye daimi tasa içindedirler. Bu ça­
lımlı ziynetle çadıra girebilmek ise ayrıca zor bir marifettir ve eğer
mahcup vaziyete düşmek istemiyorsa bu moda güzeli, çadıra ancak
başını eğ miş olarak ve yengeç g l bi arka arka yürüyerek girebilir.
Kızların süsleriyle bu kadar dertleri yoktur, onlar saçlarını örgü ya­
pıp k,ulaklarının yanından sarkıtırlar, erkeklerin saçları da yine
böyle örgü halindedir.

Çanğ-çun, bütün yolculuk esnasında etrafını, geçmiş çağların


hatıraları bakımından bilgi göziyle incel iyordu. Buralar Kuzey-Mo-
\12 ı d L f N M i Y E ;>; I Ç - ·\ S 'ı' .\

ğolistan oldugu ndan göze çarpacak bir şey yoktu. Fakat dağlardan
inip de bir tablo güzelliği yle uzanan vadide, sokaklarının nereler­
den geı;tiği bile halli bcHi olan eski b ir şehir öreniyle karşılaştığı
zaman o n ispette fazla şaşıp kaldı. Civardaki Moğolların doğrula­
dıkları gibi. bu şehir eski Kitaylar tarafından yapılmıştı . Gerçekten
göçebelerin dedikleri hakikata uymaktaydı. çünkü yıkıntılar arasın­
da araştırmalar yapan ü stadın bulduğu ·çatı kiremitleri üzerinde Ki­
tay yazısı vardı.
Teramuzuıı :1 ü nde sık çam ağaçlariyle örtülü yüksek bir dağa
-

vardılar. Gariptir i< i . dağın kuzey sırtında ağaçların sıklığından


adeta adım atmak k a b i l olmazken güneye bakan sırtlarda tektük
çalıya bile zor raslanıyordu. Yiiksek dağlar arasındaki yılankavi
yollard a . baş döndürücü uçurumlar üstünde, çamlar ve çağlıyan kay­
naklar ara;;ında iki hafta dolaştılar, etraftaki manzara o kadar;- göz
alıcı idi ki, insaıı taham m ü lünün üstündeki yorgunluğa rağmen sey­
rine doya mıyorlardı.
İ k i hafta sonra . yine sayılı yerlerden birine, Cengiz hanın ka­
rısının ardasına vard ılar. Çunğ-lu ileriye haber salmıştı ; hakika­
ten de iyi bir kabu l gördüler, han ı n karısı elçilik kafilesini pek iyi
ağırladı . Orda h ay l i büyüktü, Çanğ-çun'gil çadırların sayısını en
aşağ ı b i n olarak tahmin etmişlerdi. Çadırlarla her yerde önlerine
çıkan arabalar, süslü görünüşleriyle daha uzaktan sahiplerinin hü­
kümdar ai lesinden olduklarını gösteriyordu. Moğollar hep böyle ça­
dır-şehirlerde yaşıyorlardı, bunlar daha küçük veya daha büyük,
az gösterişli veya çok süslü olabilirlerdi, fakat yerlerinden kımıl­
datılamıyacak olan taştan yapma şehirlerden hoşlanmazlardı. Mo­
ğollar bu çadır - şehirlerine ordu veya orda: yani sadece " kararga h 11

adını vermekteydiler. Bu tabirleri eski Batı'lı seyyahların pek iyi


,
bildiklerini Plano Carpin i'nin sehayat raporunda görmekteyi z ; hatta
dillerinin temizliğine, klasik güzelliğine o kadar titizl ikle dikkat
eden Çiıı'liler bile, Moğol ülkesindeki seyahatierine dair yazdıkları
eserlerde de bu barbar kelimeyi muhafaza etmişler, ancak Çin di­
l i n i n kendine mahsus değiştirme usulüne uyarak bunu daha barbar­
ca bir şekilde ııtı-li-do olarak yazmışlardır.
Epeyce uzıyan bir m isafirlikten ve dinlenmeden sonra temmuz
sonunda oraya v eda ettiler ve han karısının vu-l i-do'sunda n gün�y­
batıya doğ rul a rak artık bir keşif yolcu luğuna benzcmeğe . başlıyan
B I I. f N M I Y E N iÇ-ASYA 1 1:1

ziyaretin hedefine ulaşmağn, civa gibi bir yerde duramıyan Cengiz


hanı aramağa koyuldular Önceleri fazla umut besliyemiyorlar, her
tarafa gecikmelerle varıyorlar, savaş durumu da hanı kah şuraya
kah buraya çektiğinden onu hiçbir yerde bulamıyorlardı. Durup
dinlenmeden yolları tüketmeğe çalışıyorlardı. Yine dağlar arasına
daldılar; yolları, alışmış oldukları çamlıklardan geçiyordu, etrafla­
rında karlı dağlar uyuklamakta idi. Bu dağ yığını içinde tek canlı
mahluka raslamadılar. Ulaşılmaz. geçilmez gibi görünen koca dağ­
ların geçitsiz yollarında kendilerinden önce başkalarının da geçmiş
oldukları olsa olsa soğumuş ocakların külleri ve dağdaki ruhlara
adanan kurbanların kalıntılarından belli oluyordu.

Bir. gün nihayet bu çamlı dağlar da sona erdi. Daha henüz


o daimi yeşil ormanlardan çıkmışlardı ki, birdenbire önlerinde
küçük bir kum sahrasının kupkuru uzandığını gördüler. Bu kum­
salı çiğneyip geçtikten sonra, çok süren yalnızlıktan bunalmış olan
gezginler insanların oturduğu hareketli yerleri görünce yeniden
geniş bir nefes aldılaf. O civarda oturanlar müslümanlar olup üze­
rinde yaşadıkları kısır topraklara ancak suni olarak can verebil­
mişler, oralarda bulabildikleri az bir . suyu, susamış toprağa hak
geçirmeden taksim edebilmek için, tarlaların her tarafına arklar,
ırmaklar açmışlardı. Altı gün kadar süren bir yürüyüşten sonra
küçük bir dağ üstünden, bir göçebe karargahının sığınmış olduğu
güney sırtına geçtiler. Kafiledeki Moğollar · pek alışık oldukları ve
çok sevdikleri bu konak yerine, kendi ordaları imiş gibi, bütün ·ker­
vanı sevinçle çekip götürdüler. Ama buradaki dinlenme çok sürmedi,
önlerinde daha uzun bir yol vardı. Çok geçmeden Nan-şan dağına
vardılar ve büyük bir gayretle bunu da geçtiler. Buralardaki karlı
dorukların soğuk güzelliği üstadın ruhunu Ö)'.'le altüst etti ki, ger­
çek bir Çin filozofuna ve bilginine yaraşacağı gibi, içinden kopan
taşkın duygularını şiire döktü.

Bu sıradağların kuzey böğrüne büyücek bir göçebe şehir yas­


lanmaktaydı ki, bu artık orda sayılamazdı . hakiki bir şehir, hem de
adı üstünde Çinkai balgasun " Çinkai şehri " idi. Bu Çinkai, Moğol
imparatorluğunun belli başlı bir şahsiyeti olup nazırlık rütbesiyle
ve hudutsuz salahiyetiyle Moğol hükümetinin imparatorluk kançı­
laryasını o idare ediyordu. On1:1n bilgisi ve muvafakatı olmadan
koskoca Moğol devleti içinde imparator emri çıkamazdı ve her han-
114 H J 1. 1 '
' \1 1 \ F ' 1 ı,; - A � \" .\

gi bir vesika, ancak onun Uygur yazısiyle tasvibedilerek tamamlan­


mış olduğu zaman bir işe yarardı. Soy bakımından Moğollardan
değildi, Türktü, daha doğrusu Kereit kavminden türem� idi . Kere­
itler, daha Cengiz han zamanında bile, bir hıristiyan mezhebi olan
nesturi dinini gütmekte idiler. Çin kaynaklarından da anlaşılacağı
üzere Çinkai kendisi de, ai lesiyle beraber nesturi hıristiyanla­
rındandı ve yine o kaynaklara göre üç oğlu na, nesturilerde moda
olan adlar takılmıştı. Bu çok manalı üç ad, her şeyin biçimini bo­
zan Çin yazısiyle şunlardır : Yav-su-mu ı Jozef ı , Bo-gu-se (Bakhus) ,
Kuo-li-ci-sı ( Georgius ı . Çinkai'in iktidarı Cengiz han zamanında
başlamış ve Ögödei t Oktay ı 'in ölümüne kadar, bütün büyük hanla­
rın itimadını kazanmış olarak sürmüştür. Gittikçe artan saray en­
trikaları yüzünden nihayet Turakina hatunun kısa süren saltanatı
zamanında gözden düşmüş ve az kalsın felakete sürüklenecek gibi
olmuştu. Fakat yeni büyük han Küyük ona eski geniş salahiyetli
mevkiini ve itimadı geri vermişti. Çinkai bizce de bilinmiyen bir
şahsiyet .değildir, zira Plano Carpini büyük hanın sarayını ziyaret
ettiği sırada papanın mektubuna verilecek cevabı kendisiyle gö­
rüşmüş olduğunu hatırlarız. Sonunda felek yine kendisine yar ol­
mamış, büyük han Mangu'nun saltanatının ilk yıllarını altüst edcıı
isyana karıştığından, 1252-de diğer asilerle birlikte ortadan kaldı­
rılmıştır. Keza hıristiyan olan yakın arkadaşı ve hemşerisi Kadak
da aynı akıbete uğramıştır; Plano Carpini'nin seyahat raporund&
onun adına da raslamıştık.

Demek ki Çinkai, o sıralarda henüz iktidarının doruğunda,


Cengiz hanın en güvendiği adamı olarak Türkistan'da faaliyette
bulunuyordu. Çanğ-çun ve kervanı onun şehrine varmışlardı. Bu
şehir gerçekten öyle gelişigüzel bir göçebe ordası olmayıp, güney
ülkelerin mallarını kuzeye aktaran işlek bir ticaret merkezi idi.
Fakat bütün bunlar Çanğ-çun'u oldukça kayıtsız bırakıyor, bozkı­
rın bu tacir - şehri için en küçük bir heyecan göstermiyordu; o.
bütün sevincini, takdirlerini oradaki Çin kolonisi üyelerinin çiçek­
lerle, şemsiyelerle kendisini nasıl karşıladıklarını yazmağa sarf et­
mişti. Ansızın aralarına gelmiş olan hemşeriyi memleket teşrifatçı­
lığının şatafatlı sözleriyle selamlamak için, evvelce oralara · düşmüş
olaf! Çin'li prensesler bile koşup gelmişlerdi.

Üstat bu sevinçli günlerin heyecan ını henüz geçirmişti ki,


ll l L İ " M İ Y l : I" i <,: - \ S\ \ 1 15

c>rtesi gün Çinkai çıkıp gelerek . Ceng iz handan aldığı talimat üze­
rine yolculuğun bundan sonraki kısmını kendisi idare edeceğini ve
l.ıu suretle hükümdarın karargahını daha · kolayca bulmağı temin
edeceğini söylemişti. " Dağların vahşi adamı " nın - Çanğ-çun te­
vazu ile kendine bu adı veriyordu - bu sonsuz gezginlik zaten pek
hoşuna gitmiyordu ve nezaketle de olsa, sırasını düşürdükçe uzunca
bir mola tavsiye eder yahut da , davetçi gelinceye kadar bulunduğu
yerde beklese daha iyi olacağını ileri sürerdi.
'
Bu sefer dP. aynı bahaneye baş v urmak istediyse de Çinkai bu
lüzumsuz duraklama niyetlerini anlamazlıktan geld i ; zaten başka
türlü de yapamazdı, çünkü buraya, Cengiz hanın vakit geçirmek­
sizin mümk;.in olan süratle karargahına gelmeleri hakkındaki kesin
talimatını üstada bildirmeğe gelmişti. Tabii buna karşı bir ses çıka­
rılamazdı. Acele tedbirler alındı. Dik dağlardan, dar patikalardan
geçmek lazım geliyordu , şu halde arabaları orada bırakmalıyı:l ı.
Herkes ata binecekti, maiyetindeki adamların en lüzumluları ge­
lecek, ötekiler orada kalacaktı. Ü stat ciğeri yanarak da olsa tale­
belerinin bir kısmından ayrılmak zorunda kalmıştı. Bunlardan do­
kuzunu orada bırakıyordu, mamafih Moğollar, kendisi ziyaretinden
dönünceye kadar, onlara iyi bakmışlar, rahatları için yakın ilgi gös­
termişlerdi. Kendilerine ayrı bir pagoda yapmışlar, yapı işine şeh­
rin küçüğü büyüğü iştirak etmiş, zenginler parayla, fakirler elleri­
nin emeğiyle yardımda bulunmuşlardı. Bir ay bile geçmeden pa­
goda meydana gelmiş ve adına, Çr.nğ-çun'un doğduğu köyün :'ldı
olan Si-hia kilisesi denmişti.

Çunğ-lu ile Çinkai'ın idaresindeki kervan, üstat, on t3lebesi


ve arkalarından en lüzumlu eşyayı getiren iki araba ile ağustosun
26-sında yola düzüldü. Koruyucu olarak yanlarına, Çinkai şehrin­
den yirmi Moğol katılmıştı. Batıya doğru yol almağa başladılar.
Bu Moğol yoldaşlar yolun bundan sonra gelen, en tehlikeli saydık­
ları kısmına heyecanla hazırlandılar. Halk itikadınca şeytanlar ı n ,
d�lerin ve azgın dağ ruhlarının çapulculuk ettikleri dağlar arasın­
dan geçmek lazımdı. Bu hurafeci köleler bunu mesele yaparak
adaklar adadılar, birtakım ayinler yaı::ı t ılar ve bu şeametli dağ yı­
ğınına girmeye ancak ondan sonra ces _ıret edeb i ldiler. Te h l i key i
atlatıp da Altay'ın doğusuna geçtikleri vak i t , geniş n e fes a ldılar.
Çinkai'ın sıkı tedbirler almasının gerçekten b i r temel i o l d u ğ u ş i ııı·
111> il İ 1. İ ' \l İ ' E \\ İÇ- \ s 'r .\

di meydana çık mıştı . Yokuş yukarı dimdik, tırmanması güç, iniş


tarafında ise yuvarlanma tehlikesi olan bu dağ yollarında, ağır ara­
balnrın baş belası olacağı muhakkaktı. Beraberlerinde getirdikleri
o iki arabayı da iplerle bağlayıp çekmek suretiyle, qin zorlukla se­
lamete çıkarabilmişlerdi. Her neyse. yine dağın güney tarafına var­
mışlar, orada su ve ot bulmuşlardı. Dinlenmek için çadır kurarak
tl rkadan gelen hayvanları orada beklediler. Üstaı, boş vaktini yine
beyitler düzmekle geçiriyordu.

Mola yerinden kalktıktan sonra güney-batıya yöneldiler ve bir­


takım alçak, bitkisiz dağlar geçerek bir tuzlu çöle ulaştılar. Burada
raslıyabildikleri tek bir kuyunun etrafındaki otları koyunlar ve
atlar tamamiyle çiğnemişlerdi. Buradaki dinlenmeden faydalana­
rak Çinkai ile Çunğ-lu, bundan sonra yapılacak işleri ve tutulacak
yolu aralarında etraflıca görüştüler. Çinkai, havaliyi iyi tanıyor­
du, merakından sızlanmakta olan üstada, hangi yolu tutacaklarını,
nerelerden geçeceklerini iyice anlattı, ondan sonra yeniden yola
koyuldular. Çanğ-çun bu görülmemiş ·garip manzaralı havaliyi hay­
ran hayran temaşa ediyordu . Çölün uzaklıklarında yüzden fazla
kum tepesi görülüyor, hepsi de denizde yüzen koca gemiler gibi
kımıldıyordu. Ertesi sabah bir şehre vardılar, bereket çok yorul­
ınaPuşlardı. ama Çinkai zaten kervanı dinlendirmek niyetinde de­
ğ i ldi . Gece yolculuğuna hazırlanmak lazımdı. Moğolların neşesi
kaçmıştı, yine uğursuz yerlerden, hem de gecenin karanlığında ge­
çilecekti. Bu s e fer artık kurtuluş adaklarına da pek güvenemiyor­
lar. daha icsirli p a ga n adetine baş vuruyorlardı. Kötü ruhların te­
cavüzlerine karşı korunmak için atların başlarına da kan sürmüş­
lerdi. Yorgun mantla!arı arabalardan salarak yerlerine altışar at
koşt.ul�r. Cu rı ga rya �·ölünde böylece yol alıyorlardı. Çölün kenarı­
na vardıklarında . uzak ufkun eteklerinde. ulaşılmaz bir mesafede
gümüşi bir ağa rtı gördüler. Birkaç adım ileride karşılarına çıkan
o:iuncuiardan o uzaktaki gü m ü ş çizginin karlı Tien-şan dağları ol­
J u:;unu öğrendiler .

Tien-�a n · ın kuzey s ı rt larına eylü l ü n ı 1 2 2 1 i 1 4-ünde vardılar.


Gü.;lükle tayin edilebilen y ;� ba n i bir yoldan sonra, her vakitki yön­
de, ya n i Altay'lardan v e Cungarya kapısından geçerek Çanğ-çun'­
un k.c rv a n i y1e - daha eski Çin seyyahları sık sık uğramış oldukları
il;in b i zce meçhul olr:1ıyan başlıca yerlerini pek iyi bildiğimiz, iç-
il 1 1. 1 \ '.\I 1 \ E '\ İ <.: - \ � Y .\ 117

!erinden bazılarını Hüan-dzanğ'ın yardımiyle bizim d e dolaşmış


olduğumuz - bir bölgeye varmış oluyoruz.

Çinkai'ın önceden söylediği gibi. müslümanların oturdukları


kasaba hakikaten dağların kuzeyinde idi . Müslümanlar kervanı
karşıladılal' ve gelenleri birçok güzel sözden başka münasip arma­
ğanlarla selamladılar. Ü zümü ve şarabiyle meşhur Koço adlı bir
sehrin öteki sırtta, kendilerinden :lOO li uzaklıkta bulunduğunu an­
lattılar. Burası <;ok eskiden beri oturulan bir yer olup siyasi fırtı­
nalar duvarlarını kaç kere yıkıp yummuş, nüfusunu ne kadar azalt­
m1şsa, her defasında yeniden belini doğrultmuştur. Bu Koço, Hüan­
dzanğ'ın evvelce Gav-çanğ adiyle kaydettiği ve hatırladığımız gibi,
kendisinin de misafir olarak bulunduğu kasabadır. Esasen Koço ve
Gav-çanğ aynı isimdir, her ikisi de Çin' lilerden <,: ıkma olup aynı
adın iki ayrı söylenişidir.

Çanğ-c;un 'gil bir nehir boy unda yollarına batıya doğru devam
etti ler ve nispeten ehemmiyetsiz birkac: k on ak tan sonra yeniden,
pek tanınmış bir yere vardılar. Burası, içinde oturanların. Türk as­
lından olan Uygurları n diliyle Beşbalık .. Be!! şe h i r adını ta�ımakta u

ve Cungarya'da bulunan bugünkü Guçen'den birkaç kilometre ba­


t ıya düşmekte olup keza �·ok eski bir $ehirdir. Bel'iba lık'ın k o m u tanı ,
memurları şehre, Cengiz hana giden bir clçiEk heyetinin gel d iğini
h aber alınca, onları daha büyük bir töl'enle selamlamak için. karşı
�·ıktılar. Bütün şehir halkı. budist ve taoist bonzlar hep oradaydı.
Esas itiba riyle Cengiz ha nın kudretli adam ı Çinkai için y a p ı l a n bu
göst el'ilel'i, Çanğ-c;un ve maiyeti. ke n di lehlerine ka �rde t mekte ge­
C'ikmediler. Üstadı. talebeleriyle birlikte şehrin dışında bir bağda
misafir ettiler. ama o ken d i hesabına. gösterilen saygıcian mütehas­
sis bulunuyordu. B u nd an asıl mütehassis ola n belki de hatıra def­
terini tutan ve üç bü yü k dine mensup p a paz l a rı n , büyük ve aziz
ü stadın etrafına nasıl üsüştük lerini gc!"Ü nce sonsuz bir c oş kunluğa
kapılan ta leb e idi. Çanğ-çun bu sefer de bi lg i n a1<1kasını göster­
rnekten ve şeh rin gec;mişine duir n e elde edebildiyse _b uııhırı dik­
katle toplamaktan geri ka lmadı. Arada, kendisini en çok düşündü­
ren noktayı da, bu c:öl yollarını daha ne kadar zaman arşınlıya­
cak l'l}'ı ve daha hangi dik dağla rı tırmamıcakları noktasını da u­
nutmuyor, Cengiz ha nın karargiil) ına ne vakit varılacağını merak
ed iyordu. S ab ı rsız ısoruşturmalarm<' karşı etraftan aldığı cevap doğ-
11R n İ 1. İ '\ M İ Y I·: t\ 1 �: - .\ � \ . \

rusu onu pek sevindirmemişti, çünkü söylediklerir. ; güre, seya­


hatin son hedefine ulaşmak için alacakları yolun uzu. ,luğu on bin
liden az değildi.
EylUlün 10-unda Beşbalık'a veda ettiler. Dört gün 101 aldıktan
sonra Lun-tay adlı bir şehre vardılar, burada onları selamlamağa
hıristiyanların en büyük papazı geldi. On bin Zilik yolun henüz
ancak üç yüzünü alabilmişlerdi . Bugün bize, hiç duyuln amış bir
yer gibi gelen bu Lun-tay da pek önemsiz bir yer değile' : . Asya se­
yahatnamelerinin sayfahırını çeviren'ler buranın bugü• . ıtü adı olan
Urumç i'yi herhalde pek iyi bilirler. Haritaya baktığımızda Çanğ -
c;un'un kervanının Beşbalık'ın yanında, Batı - Çin'de bugünkü An­
si'den başlayıp Hami , Barköl. Guçen, Urumçi. Manas'tan geçerek
Kulça'ya giden. oradan bir kolu ile büyük Orta - yol ile birleşen.
öteki kanadiyle de Isık-köl'ün kuzeyinde bulunan Tokmak'a doğ­
ru uzanmakta olan büy i.ik kuzey kervan yoluna sapmış olduğunu
derhal görürüz.
Çanğ-çun kerva nının ondan sonra vardığı konak yerini birnz
(ince söylemiştik. Gerçekten kervan eylulün 26-sında Uygurların
Cambalık dedikleri şehre varmıştı ki, bu Cambalık bugi.ın kuzey
yolunda bulunan l\,ılanas'tan başka hir yer değildir. O sıralarda
Cambalık'ta Uygurlar oturmaktaydılar. şehrin en baş idare amiri
ise Çinkai'a eski dostluk bağlariyle bağlı bulunan bir Uygur idi.
Çinkai'ı karşılamak için bütün eli ayağı tutan halkı, Uygur pa­
pazlarını . bile kasaba dı�ına çıkardı. Karşılama töreninden sonra
zengin bir ziyafet başladı. bol şarap ve meyva ikram ettiler, bu so­
nuncular arasında karpuz ve diğer ortaya konan tatlı kavunlar pek
ziyade beğenildi. Tabii Çin'liler bütün bu telaş ve ikramın üstada
olduğunu sanmışlardı.
Cambalık'ta Çinkai yalnız bir gün dinlenme müsaadesi verdi,
ertesi gün yola devam edilecekti. On gün kadar Tien-şan'ın kuzey
:;ırtında yol aldıktan sonra kum çölünde de bütün bir gün gittiler.
Aşağı yµkarı hep aynı yönde, batıya doğru gidiyorlardı, nihayet
gayet güzel bir göle vardılar ki, bunun çevresi iki yüz li idi, etrafı
dağlarla çevrili olan bu gölün temiz ve duru suyunun içinde karl ı
te�elerin keskin hatları aksediyordu. Her ne kadar Çanğ-çun gö­
lün adını söylemiyorsa da bunun bugünkü Sayram gölü olduğu
meydandadır.
B i ı. 1 :--; M I Y E '.\ f �: - � S Y A 119

Kervanın yolu gölden başlayıp güneye yönelerek tekrar dağ­


lara çıkıyordu. Çam ve kavak ormanlarından geçerek derin sulu.
hızlı akışlı dağ kaynakları arasında ilerliyorlardı. Bereket versin
suyu geçmek de zor değildi, çünkü Cengiz hanın ikinci oğlu Çaga­
tay, lüzumlu yerlerde kırk sekiz kadar ağaç köprü kurdurtmuştu.
Bu köprüler, Üzerlerinde iki arabanın ferah ferah yanyana geçebi­
leceği kadar genişti. Son geçidi de arkada bıraktıktan sonra geniş
bir vadiye vardılar ki, burası da bitki ba!nmından zengindi, yuyu­
y
ba ve dut ağacı da bulunu ordu. i li vadisinde yine önemlice bir
şehre ulaştılar ki, Kulca adiyle bugün pek iyi bildiğimiz bu şehri
hatıra defterini tutan kronikacı çömez o zamanki adiyle Almalık
diye kaydetmektedir. Almalık'ta da öteki yerlerde olduğu gibi bir
kabul gördüler. Şehirde oturan müslümanların başiyle Moğol mu­
tasarrıf, darugaçi, heyeti şehrin önünde karşıladıktan sonra. ziya­
fet sofrasına oturttular. Üstat yine şehir dışında, bir meyva bahçe­
sinde misafir edildi; ziyaretine gelen hürmetkarlarını orada kabul
etti. Bu şehrin en çok ün salmış şeyi meyvası ve bunlar içinde de
en fazla değer verileni elması idi. Zaten şehrin adı da buradan alın­
ma olup Almalık, elmalı yer, elma bahçesi demektir. Şehrin baş­
ka bir şöhreti de tolma dediklerj bir elbise olup bir nebattan yapıl­
maktadır. Bu tolma herhalde vücudu ısıtır bir şey olacak ki, kışlık
urba olarak kullanılmaktadır ve üstadın pek hoşuna gittiğinden
i htiyatlı davranarak dokuz tane birden almıştı. Arazi burada da
arklarla sulanarak işlen m ektedir.· Almalık'lılar içme suyunu acayip
şekilli bir taş testi içinde başlarının üzerinde taşıdıklarından Çin'­
lilerin su doldurma kablarını gördükleri zaman pek şaşmışlardı .

Dört g ü n sonra çok derin ve geniş b i r suya vardılar ve bunu


ancak kayıklarla geçebildiler. Çanğ-çun'un yol notlarına göre bu
nehrin adı Talas müren'dir. Anlaşılan bizim yolcular Kulca'dan
Talas'a kadar olan uzaklığı dört günde alamamışlardı. Bu Çin seya­
hatnamesinin tefsiriyle uğraşanların hepsi burada bir yanılma, yan­
lış yazma olduğu noktasında, İ li yahut belki de Çu nehri adı yerine
Talas denildiğinde birleşmektedirler.

Kervan artık Cengiz hanın ordasına gerçekten yaklaşmakta


idi ki, kılavuzlardan biri, Çunğ-lu'nun birkaç adamiyle beraber
Çanğ-çun'un gelrpekte olduğunu haber vermek üzere ilerigitti. O
sırada üstat beklemediği bir sevince kondu, tesadüf onu memleke-
120 B I L h M I Y F. /\ I Ç - .U • Y �

tine dönmekte olan Çin elçisiyle karşılaştırdı. Çin elçisinin, onu il­
gilendirecek bir haberi de vardı : Cengiz hanı tahminen iki ay ön­
ce görmüştü, tam Khvarizm sultanını kovalamağa gidiyordu.

Kasım ayının 1-inde Kara Kitaylar ülkesine varıldı. Bu kavim,


daha pek de o kadar eski olmıyan bir zamanda Çin'in kuzey kom­
şuluğunda oturmakta idi, göçebe kuvvetiyle Gök memleketinin bü­
tün kuzey bölgesini hükmü altına almış iken kardeş bir kavim olan
Cürçi'lerden yediği darbe üzerine dağılmış, bir kısım döküntüsü,
eski göçebe adetlerine uyarak burada, İç-Asya'nın batı kısmında sı­
ğınmıştı. Eski şanlı devirlerini Kara Kitay adiyle bir daha yaşa­
mağa başladığı sırada Khvarizm sultanı gelip bu küçük devleti or­
tadan kaldırıvermişti. Şimdi ise sıra Khvarizm sultanının idi.

Üstatla adamları yedi - sekiz gün kadar dağların yanı sıra at


ve araba üstünde yol aldıktan sonra güneye saptılar ve kısa bir
7.aman içinde Sayram şehrinde karar kıldılar. Sayram'dan ayrıl­
dıktan sonra Sir-derya'ya vardılar, bu büyük nehri kayıklarla geç­
tikten sonra nihayet aralık ayının 3-ünde Semerkant'a ulaştılar.
Üstat burada taoist bonzları beyhude bekledi, bu taraflarda o Çin
hakiminin dinini bilen yoktu, öyleyken bu şehri yine çok sevdi, bu­
radan o kadar hoşlanmıştı ki, zor ayrılabildi. Gerçi Semerkant'ta
onu bir bağ evine oturtmamışlar, büyük bir kadirbilirlikle kendisi­
ne vaktiyle Kara Kitaylar hanının oturduğu, kale gibi bir konağı
tahsis etmişlerdir ki, Moğol orduları Khvarizm sultanını bura­
dan daha yakınlarda sürüp çıkarmışlardı; ama şurası da doğru
idi ki, her tarafa yayılmış olan eşkıya çeteleri yüzünden o sırada
şehrin bu kısmında oturmak pek de emniyetli değildi, fakat üstat
hiç telaş göstermeksizin, taoistlerin bir şeyden korkuları olmadığı­
nı söyliyerek adamlariyJe beraber bu ıssız ve savaşlarda harap ol­
muş baykuş yuvasına çE>kildi .
Semerkant'ta o vakitler Türkler oturuyordu ve şehrin adını da
kendi dillerine uydurarak ·Semizkent, yani • besili şehir• e değiş­
tirmişlerdi. Savaş zamanındaki kargaşalıklarda binalar yıkılıp yu­
mulmuş, etraftaki köprüler harap edilmiş ve halk arasında korkunç
insan kaybı olmuştu. O dehşetli harb bu ha\'aliyi sarmazdan önce
Semerkant'ta 1 00,000 aile otururken şimdi bunun ancak dörtte
biri kalmıştı. Semerkant'ın tarlaları ve bahçeleri hep müslümanla­
rın elindeydi, fakat yeni emirlere göre, sahipleri ancak Kara Ki-
BİL f !'Of İ \' E N 1Ç - A S \' A 121

tayların, Çin'lilerin veya Tangutların delaleti ve murakabesi al­


tında bunlardan faydalanabilmekte idiler. Şehir halkı oldukça ka­
rışıktı, göze çarpacak derecede fazla Çin'li amele vardı.

Heyetin kışı Semerkant'ta geçirmesi kararlaştı. Moğollar et­


rafı, hususiyle güneye giden yolu yoklamak için yeniden keşif kol­
ları çıkardılar.

Üstadın keyfine diyecek yoktu; şimdilik o berbat yalları aşmak


lazım değildi, rahat rahat etrafı temaşa edecek, felsefi düşüncele­
rine dalabilecekti. Bu müthiş uzaklıkta, yabancı adetler, dillerini
bile anlamadığı yabancı kavimler arasında tesadüf, kendisiyle dil­
maçsız olarak, canının istediği gibi konuşabileceği bir yurttaş çıkar­
dıkça gerçekten büyük sevinç duyuyordu. Bereket versin buralar­
da yerleşip kalmış olan ve diyar diyar dolaşan Ç_i n'lilere, hem de
yalnız alelade insanlara değil, kendisiyle fikir teatisinde bulunabi­
leceği kimselere hemen her yerde raslıyordu. Semerkant'ta bir
müneccimin şahsında Çin'li arkadaşını bulmuştu . Üstat gök bilgi­
sini seve seve ortaya döküyordu, çünkü bu sahada daha yakın za­
manlarda kendisi de birtakım bilgiler edinmişti. Yolda görmüş ol­
duğu .gün tutulmasından söz açtı ve ikisinin müşahedesinin birbi­
rini tutmadığını yarı hayret, yarı memnunlukla gördü. Kendi gö­
rüşüne göre aynı güneş tutulması esnasında güneşin kararması
Kerulen nehrinin yanında onda altı idi ve saat tam on ikide görü­
lebiliyordu. Semerkant'lı astronom arkadaş ise kararmanın burada
onda yedi olduğunu ve öğleden önce saat 10-da görüldüğünü söy­
lüyordu. Bundan da Konfuçius'un • İlkbahar ve güzıı adlı kronika­
sında, gün tutulma nispetinin her on bin li uzaklıkta başka başka
olduğunu ve bu olayın bir yelpazenin lamba önüne tutuluşuna ben­
zediğini yazarken tamamiyle haklı olduğu anlaşılmakta idi; buna
göre .öyle yer olur ki, yelpaze lambanın ışığını tamamiyle keserek
karanlık gösterir, öbür taraflarda ise lambadan, daha fazla ışık
görmek mümkündür!

Semerkant'lıların yabancı yığınları arasına da merakla soku­


larak bir sürü yenilikler gördükçe, üstadın gözü dört açılıyordu.

Erkekler de, kadınlar da saçlarını örüyorlar. Erkekler, üzerin­


den· püskül sallanan yüksek, sivri kalpaklar giyiyorlar, bu garip
başlık batan cicili işlemelerle de süslüdür. Böyle kalpak giyenler
122 il j r. j " ,1 1 )' ı-: " 1 �: - .\ s y \

yalnız kibarlardır, daha fakir sınıftan olanlar başlarına altı ayak


uzunluğunda beyaz bezden sarık sararlar. Kibar kadınlar başlarına
gayet nefis kumaştan yapılmış örtü örterler. bu örtü çok uzun olup
siyah veya koyu kırmızı renktedir, çoğunda üzeri çiçek nakışlıdır.
Fakir kadınlar başlarına bayağı bezden örtü atarlar. Erkekler olsun,
kadınlar olsun umumiyetle üstü dar, altı bol, beyaz renkli, gömlek
gibi bir elbise giyerler. Her hangi bir koca fakir düşse, karısı lafsız
sözsüz onu bırakabilir. Semerkant'lılar kocalara karşı umumiyetle
sert davranmaktadırlar, çünkü mesela bunlardan biri uzun bir yol­
culuğu kafasına koyup da üç ay içinde geri dönmezse yahut da her
hangi bir sebeple geç gelecek olursa, tuhaf bir duruma düşebilir :
karı, uzun süren bir beklemeden usanıp, hakkını kullanarak başka
kocaya varmış olur. Üstadın yalnız bir nokta hoşuna gitmiyor ve
durmadc:n başım sallıyordu : burada ne çok · sakallı. bıyıklı kadın
vardı�

Buranın insanları uzun boylu ve çok kuvvetlidir, her hangi bir


Semerkant'lı, kuşak kullanmağa lüzum bile görmeden , inanılmıya­
cak kadar ağır yük taşıyabilir. İçlerinde, kendilerine Acemce ola­
rak daşman denilen okumuş adam c;oktur. Daşmanlar esas itibariyle
mollalardır, halk da zaten hep müslümandır. Kışın tam bir ay oruç
t utarlar, gündüzleri bir şey yemezler. fakat akşam oldu mu, bağ­
daş kurup yere otururlar ve sabaha kadar yer içerler. Yukarısında
fırdolayı bir küc;ük balkonu bulunan yüksek kuleli yapıları vardır.
t'apazları Allahın her sabahı ve akşamı oraya çıkar, batıya doğru
eğilir ve tiz bir sesle okumağa başlar, bunun üzerine erkek kadın
herkes ibadet için tapınağa koşar. Çanğ-çun'un anlattıklarından,
·�ami ve namaza çağıran müezzinden bahsettiğini anlamak güç de­
ğildir. İmam da tıpkı öteki müminler gibi giyinir, yalnı�, başına
beyaz tülbentten bir sarık sarar.

Çanğ-çun Çin'lilerden o kadar ayrılan bu yabancı hayatı kes­


kin bir bakışla incelemektedir. Sanki ziyarete gelmemiş de ilmi bir
araştırma gezisine çıkmış gibi, her şeyi büyük bir dikkat ve itina
ile gözden geçirmektedir. Arabalara, kayıklara varıncaya kadar.
her şeye bakıyor ve bunların da memleketi olan Çin'den ne kadar
farklı olduğunu hayretle kaydediyor. Silahlarını çelikten, mutfak
kablarını bakırdan yapıyorlar ; fakat porseleni de b iliyorlar. Şa­
rap kahları, şişeleri; bardakları camdandır. Paraları altındır, fakat
D İ L İ '- \I İ Y E '\ İ l.: - \ S ) ' 123

bu nların şekil leri de kendi vatanındak ilere benzemiyor, ortaları


delik değil. Paranın her iki tarafında isliım yazısı okunmaktadır.
Fakir adamların bir sürü tuhaf işleri arasında birçok larının testi
içinde su satışlanna hayret ediyor. Ya bu ne çılgınca adet ki, su­
sıyan adamlar kışın da su içiyorlar!

Soğuk kış ayları, birer birer işte böyle gelip geçti. Şubatın ba­
şında, Çunğ-lu keşif yolundan dönerek. her şeyin hazır. köprüle­
rin tamir edilmiş olduğunu ve imparatorun Hindukuş'un kuzey -
doğusunda Çanğ-çun'u beklediğini haber verdi. Üstat hoşnutsuzlu­
ğunu hiç gizlemedi. Yine rahatını kaçırıyorlardı, bu yetmiyormuş
gibi bir de Amu-derya'dan güneye doğru bütü ı. pirinç ve sebzeleri
yok ettiklerini duymuştu ; belki icendine yiyecı�k bile bulamıyacak­
tı. Derken bahar geldi, badem ağaçları çiçeklerini döktüler, fakat
hala hareket etmiyordu. Nihayet nisanın sonunda acele haberciler
gelip onu bularak, vakit geçirmeksizin hazırlanıp Cengiz hana ka­
vuşmak üzere yola çıkmasını, çünkü onun. taoizmin derin hikmet­
lerini dii'ılemek için sabırsızlıkla beklemekte olduğunu bildirdiler.

Çanğ-çun, gelenleri yol hakkında bir kere daha, merakla so­


ruşturduktan sonra, talebesinden bir kısmını orada bırakarak Mo­
ğol kılavuzlariyle birlikte nihayet zar zor yola çıktı. Üstadı koru­
mak için peşinden yüz kaqar silahlı adam gidiyordu. Bu tedbir hiç
de· boşuna değildi, çünkü Demirkapı tarafında haydutlar toplan­
mıştı. orada bu askerlerin gerçekten cok faydası görüldü. Bunun
dışında, yolculuk tamamiyle arızasız geçti ve mayısın 16-sında bir­
ç.ok soruşturma ve tarif ile buldukları yollardan kazasız geçerek
Cengiz hanın ardasına vardılar. Nihayet kendisini davet eden kim­
senin evindeydi ; lakin bu uzun boylu düşünmeden kabul ettiği da­
veti yerine getirmek için aradan tam iki yıl geçmiş ve bu uğurda
Asya 'nın yarısını dolaşıvermişti.

Gösterilen kabulden daha iyisi olamazdı. Cengiz han taoist üs­


tada elinden gelen nezaket ve ikramı göstererek kendi çadırına gö­
türdü ve misafir etti. Fakat daha yarJm saat geçmeden sorduğu
sualden, ebedi hayata ermenin sırrını araştıran taoistlerin bu ünlü
üstadını ııe için davet ettiği ve en büyük hakim sayılan filozofl:ı
k arşı karşıya gelebilmek için yolda da adamlarına neden o kadar
acl�le rttirdiği meydana çıkmıştı.
124 B1L1 NM 1Y F. N 1 �: - .\ S '\". A

• Ey uzak yoldan gelen aziz adam, ölmezliği sağlıyacak bir ili­


cın var mıdır? •
Üstat hakimane ve dosdoğru cevap verdi : • Hayatı muhafaza
edebilecek çareler vardır, fakat hayatı sonsuz kılacak iliç dünyada
yoktur. •
Yazın bunaltıcı sıcakları başlamıştı, Cengiz han misafirini be­
raberinde karlı dağlara götürdü. Koca fatih ölmezliğin sırrını ele
geçirmek istiyordu, halbuki Çanğ-çun taoizmin hikmetlerini kendi­
sine öğretmek için yola çıkmıştı. Felsefi izahlara girişmek bu sefer­
lik geri kaldı, çünkü yeni bir müslüman isyanı haberi gelmişti ve
Cengiz han, karışıklık çıkan yeri düzenine komak için derhal to­
parlandı. Üstat ise, seferin sonunu beklemek için, göçebe hüküm­
darın izniyle, tekrar Semerkant'a döndü.
Ağustosun 8-inde Moğol habercileri gelerek Cengiz hanın Ka­
bil civarındaki ordasında kendisini beklediğini bildirdiler. Çanğ-çun
eylıilün 28-inde gerçekten yine büyük hanın çadırında, kımız dolu
taslar karşısında oturuyordu , fakat her şeyden konuşulduğu halde,
onun taoist bilgisine kimsenin merak ettiği yoktu. Ekim ayının 3-ün­
de ise Cengiz han çadırını toplatarak kuzeye doğru hareket etti. Üs­
tat da onunla gidiyordu. Amu derya'yı geçmişlerdi ki, Çanğ-çun'a
-

söz sırası geldi ve taoizm felsefesini açıklamağa başladı. ,Cengiz


han Çin'li hakimin bütün sözlerini Moğolcaya çevirtiyor ve bu izah­
ları dikkatle, beğenerek, bir noktasını kaçırmaksızın dinliyordu. Bu
derslere başka fırsatlar düştükçe devam ettiler; sonunda Çinkai,
hükümdardan Çanğ-çun'un anlattığı şeylerin hepsinin Çince ve Mo­
ğolca olarak dikkatle yazılması emrini aldı.
Çin'li filozofla Moğol hanı kuzeye doğru daha bir müddet bera­
ber gittiler, nihayet nisanın 1 1-inde birbirinden ayrıldılar. Ondan
sonra Çanğ-çun Çu nehrini ve Altay'ları geçti; Kobdo'nun yanında
talebeleriyle birlikte güney-doğu istikametinde memleketine, Ç in'e
doğru yollandı. Cengiz hana yapılan bu ziyaret üç yıl sürmüş, so­
nunda ise davetçi, hayal sukutuna uğramıştı; sonsuz hayatın sırrı
bundan böyle de önünde sır olarak kalıyordu. Fakat ziyaretçinin de
macera�an memnun kalmadığı m �hakkaktı, çünkü büyük barbar
istilacıyı taoist dinine çevirememişti . Bununla beraber bu büyi.ik
yolculuk yine de beyhude olmamıştı :
Çanğ-çun dine davet yoluna çıkmış, fakat coğrafi bir keşif yo­
lundan dönmüştü .
V I I.
İSLAM DÜNYASI HABERCİLERİ

Arap ve Acem cojrafyacı ve tarlhfileri. - Satuk loıra han ••


Türklerin lalamhia glrlflerl. - in aon keflf olunan bir Arap
cojrafyaaı : Hudud-ul-al6m.- İbnl latuta ve Aaya He Afrlka'claki
aerıüseftli aeyahatlerl. - İbnl latuta'nın İç - Aaya dolaflllaları.

Şark keşifçileri arasında Avrupa'da uzun zaman yalnız Arap­


ları tanırlardı. Hatta bunlar sade tanınmakla kalmıyarak dünyayı
gezen bilginlerinin ve tacirlerinin fevkalade başarılariyle Batı ke­
şifçilerinin araştırmalarını tamamladıkları için takdirle de karşıla­
nırlardı.
Bu takdire biraz bencillik · karıştığı inkiı.r edilemez. Batı'lılar
başkalarının buluşlarında kendi bilgilerine karşı hayranlık duyu­
yorlardı. Araplar iyi matematikçi, değerli coğrafyacı ve kudretli fi­
lozofturlar. Niçin ? Çünkü onların bu bilgilerinde Avrupa, hususiyle
Yunan örneklerini, tesirlerini kolaylıkla bulabiliriz. Hakikatı söy­
lemek lazımsa, Arap keşif seyahatlerinin

bu şekilde değerlendiril-
mesi bundan yarım yüzyıl önce moda idi ; o zamandan beri Arap
coğrafya ilmiyle ilgili bilgilerimiz genişlemiş ve onların bilgilerin­
den kendimize övünç payı ayıran bencil görüşlerden kurtulmuştur.
Gerçekten Arap gezginlerinin ve coğrafyacılarının eserleri Av­
rupa'da çok erken tanınmış. bilginlerimiz tarafından asıl metinle­
riyle veya tercüme halinde yayınlanmıştı . Fakat garip bir tesadüf
işi olarak bu ilk ilim eserleri bu alandaki lerin en önemlileri, ger­
çekten c;ığır a�mış veya en t!Ski seyyah l ara ait eserler olmayıp, ras­
gele ele geçmiş ve hemen hepsi, nispeten daha son zamanlarda, ço­
ğu başka kaynaklardan toplanarak meydana getirilmiş derme çatma
eserlerdi.
Tarihe ve coğrafyaya ait Arap ve onunla aynı kökten türeme
Acem eserleri koca bir nehrin önüne set çekilebilecek kadar çoktur.
126 il i 1 . i ' .\1 j \ ı-: ·' i <.: - \s \ \

Aynı konudaki Avrupa veya Çin eserlerinin ilmi ağırbaşlılığına ve


doğruluğa önem verişine alışmış ol:ın bir kimse. rasgele bir Arap
coğrafyacısını kendinden evvelkilerden ayırarak dikkatle okumağa
başlarsa, doğrusu, · onu hayal sukutiyle elinden bırakır. Bunlardaki
uygunsuzluk, muhtelif olayların ve <;ağların birbirine karıştırılışı o
kadar çoktur ki, tenkidciye ister istemez' baıj sallatır. Zaten netice de
kendini göstermekte gecikmedi . Arap bilgisine karşı olan sonsuz
hayranlığın ardından hemen çok geçmeden, hayal kırıklığı, hatta
ölçüsüz bir isteksizlik geld i ; bu Araplarda hiçbir tenkid duygusu
yok, akıllarına geleni yazıyorlar. sözü geçen yer veya çağ hakkında
başka kaynaklarımız yoksa onların yalan yanlış uydurmaları ele
alınmağa bile değmez, deniyordu. Fakat o ilk hayranlık ne kadar
aşırı idiyse sonraki inansızlık da o derece yersiz ve sebepsizdir. Arap
ilminin coğrafya ve tarih alanında sağladığı faydaların önemı son­
suzdur, yalnız hangi bilginlerinin sözünü dinliyeceğimizi bilmemiz
gerektir. Şunu da bilmem iz fena olmaz ki, Arap coğrafyacılarının
çoğu, yazmış olduğu o bir sürü uzak ülkeleri gezmemiş, hatta bazı
daha aklı başında ve doğru sözlü arkadaşlarının yapmaktan çekin­
medikleri gibi, · uzak btalara gidip gelen tacir kervansaraylarına
kadar zahmet ederek hiç olmazsa yazacağı kitapta adı geçecek mem­
lek�t ve kavimler hakkında ağızdan bazı haberler dinlemeğe bile
lüzum görmemiştir. Arap coğrafya ve tarih literatürünün kendine
has olan kusuru, doğrudan doğruya müşahedeye veya birinci dere­
cedeki kaynak gibi, bizim gözümüzde•
son derece önemli olan sağlam
temele ancak kısmen dayanmasıdır. Yeniden meydana konan Arap
eserleri çok defa, layıkiyle anlamadan karıştırılmış, geçmişteki mü­
elliflerin eserlerinden manasız bir şekilde kopye .edilmiş ve sade
yeni müellifin adını taşıyan kitaplardır ki, bu kitaplarda, değişik
çağlarda, değişik yerlerde yaşamış kavimler aynı çağa düşerler ve
.
aynı zaman içinde birçok yerde başka başka adlarla görülürler. Akıl
almıyacak bir surette birbirine karıştırılmış olan bu bağları çöze­
bilmek için birtakım kurnazca kaynalı araştırmaları yapmak ve
sonradan meydana getirilen derme çatma eserdeki bilgi yığını için­
den de değeri olan ve �ski, sözüne inanılır gören ve işitenlerin ifa­
delerini birer birer seçip ayırmak lazımdır.

Peki ama, Araplar bu kadar bilgiyi nereden toplamışlardı? O


bir sürü uzak milletleri, ülkeleri nereden öğrenmişlerdi ? Herhalcl<•
H I J. İ \ " l \ F \ İÇ- \ � \ \ 127

bu adamların analarından böyle bir bilgi hırsiyle doğmadıkları


muhakkak. VII. yüzyıla gelinceye kadar bu kavim de, tıpkı kom­
şuları gibi, ehemmiyetsiz, pagan bir göçebe kavimdi. Savaşçı ve
teşebbüsçü idiler, ama eğer kader i n anlaşılmaz cilvesi, yahut belki
amansız kanunu onları zam a n la adeta yarı dü nyaya sahip kılacak
bir dönüme ulaştırmış olmasaydı . o uzak ülkelere kendilerinin ya­
yılması şöyle dursun, oralarda adları bile duyulmazd ı .

Bu dönüm Muhammet'in çıkışı ve islam dinini kuruşu ile baş­


lamıştır.

İslamlık kılıçtır, derler. Ger�·ekteıı bu yeni din kendisine mü­


minler toplamak için insanları kandırmakla, onlara ahiret saadet­
leri vadetmekle ve tuba ağacının, günü gelince onu bekliyen serin
gölgesine çağırmakla yetinmemiştir. Belki de bu din, ona katılmış
olanlara, asıl yem işini öteki dünyada verecek olan en başlıca ödevin,
dinsizleri, hem de sade dinin hakikatlarını yaymak, aklını erdirmek
suretiyle değil, daha ziyaJe silahla. zorla isliı.m dinine çevirmek ol­
duğunu şuurlu bir şekilde aşılamıştır. Muhammet'in dini, böylece
önüne geçilmez, mutaassıp bir istila politikasının yayıcısı olmuştur.
Arapların elastiki hareketliliği bundandır. Haber toplayıcı öncüleri
yakın ve uzak memleketlerden sonra daha uzak ülkeleri de gezip
görmüşlerdir.

Zamanla gittikçe kaQarıp şişen müslüman Arap imparatorlu­


ğunda o vakte kadar birbirine uzak olan bölgeler yakınlaşmış, uzak­
taki kabileler, şehirler arasında sıkı bir ticaret hayatı başlamıştı.
Mal yüklü kervanlar, müslüman ülkesinin kıymetleriyle yüklü ge­
miler nihayet günün birinde İslam imparatorluğu hudutlarının ne­
rede bittiğine bakmıyarak mal satmak için, arti.k şimdi yalnız ti­
caret için, daha ilerideki dinsizlerin memleketlerine uzanmışlarsa bu
şaşılacak bir şey midir ? Arap kervanları o vakte kadar·. kendileri
için ulaşılmaz yer ola n İç-Asya sınırlarına, Güney-Sibirya'nın or­
manda barınan kavimlerinin yanına böyle varmışlar, Arap gemici­
leri de gemileriyle Seylan, Cava adalarına yanaşarak kendi ticaret
bi lgileri için Güney-Çin limanlarını öğrenmişler ve bu suretle çığır
a�·an coğrafya keşifçisi olmuşlard ır.

Esk iden bir zamanlar, barbar göçebelerin tek bilgisi . yazısiyle


ve k itnbiylc. dinden ibaretti. Bunun gibi, müslüma n Arapların gö-
128 R İ L i l\" M l Y E N İ Ç - A S YA

zünde de önceleri bilgi demek, sadece Kuran ile, evliyadan sayılan


din ulularının hikmetli, dinci tefsirleri demekti; gittikçe büyüyen
coğrafya mesafeleri, sonraları - yazı bilgisi sayesinde -- edebiyatı
ve bilimi meydana getirmiştir.

Bu bilimler arasında Arap coğrafyası ve tarihi ilk olarak geli­


şenlerden olmuştur. Ve bunun hepsi de şaşılacak bir hızla, yalnız
iki - üç yüzyıl içinde meydana gelmiştir. Daha IX-X. yüzyılda Arap
coğrafyası teşekkül etmiş ve h \Zla fethedilen ve tanınan bir sürü
ülke de bu coğrafyayı çabucak genişletmiştir.

Müslüman - Arap istilacılığı İç Asya'nın kendine mahsus eski


-

hayatı için felaketli neticeler doğurmuştur. Bu din önce güney sı­


nırlarından sinsice sokulmuş, sonra gittikçe sesini yükseltmiş ve ni­
hayet silahlarına güvenerek kendini yeter derece kuvvetli bulduğu
vakit, vahalardaki şehirlere zorla yerleşmiş, göçebe çadırlarının içi­
ne sokulmuş ve fethedilen toprakta yavaş yavaş tek ve titiz bir ses
yükselir olmuştur : Tanrıdan başka yoktur tapacak, Onun elçisidir
Muhammet!

Vaha - şehirlerin İran'lı halkı çabuk teslim olmuştu ; göçebelerle


yaptığı harbler yüzünden bu halkın kuvveti zaten kırılmıştı. Onun
için budizmi, maniheizmi, ateşe tapmayı, hasılı eski hayatına, me­
deniyetine ait nesi varsa hepsini, hepsini unutarak gayretli müslü­
manlar haline gelmişlerdi. Dikbaşlı Türkler ise bir zaman bu mu­
hasaraya dayandılar, fakat onlarda da yalnız başlıca kabilelerden
birinin veya ilerigelen bir başbuğun bu salgın çağdaş ülküye katıl­
ması bütün kabilenin arkasından sürüklenmesine yeterdi; bununla
ortada engel kalmıyor, zaferin tamamlanması artık sade bir zaman
işi oluyordu. İslamlığın zaferli yayılışı İç - Asya tarihinde sonu be­
lirsiz tesirler yaratmıştır. Bu müsamaha bilmez din orada, eski dün­
ya nın o kadar zararsız görünen hatıralarına bile kıymış, onları yok
etmiştir. Ve daha sonra, bundan birkaç yüzyıl önce, Batı'lılar bu
kıtada istilacı olarak göründükleri vaki t, artık eski geçmiş yüzyılla­
rın olaylarını, medeniyetlerini hatırlatacak hiçbir şey bulamamış­
lardır.

Gerçekten bunlar, eski pagan insanlara, onların yarı dünyayı


titreten kahramanlıklarına dair hiçbir şeye raslıyamamışlar, her
yerde islamlık için savaşan ve hep bu savaşı terennüm eden yeni
D l l . I N M f 't' E N i Ç - A S YA 129

kahramanlarla karşılaşmışlardı. Evet, ulusuna bu hak dinini tanıt­


mış olan Satuk Boğra hanın büyüklüğüne, kahramanlığına yaklaşa­
cak bir adam daha dünyaya gelmemişti. Onu n şekli, efsanenin altın
örtüsiyle örtülmüş ve din gayretinin esrarlı f'!li, bu artık insan değil
adeta yarı tanrı olan hükümdarın çehresinden tarihi ve maddi bü­
tün çizgileri silmişti.

Bütün kavmiyle birlikte islamlık safına ilk katılan göçebe hü­


kümdar gerçekten Satuk Bogra han olmuştu. Bugün henüz şu kada­
rını biliyoruz ki, bu önemli olay 950 tarihlerinde vuku bulmuştur,
.
fakat bu kavmin o zamank i İç - Asya'da yaşıyan Türk kavimlerinin
hangisi olduğu kesin olarak bilinemediğinden, bu nokta hala müna­
kaşa konusu olmakta devam etmektedir. Belki Tarbagatay yamaç­
larından inerek İ li vadisine ve i sık - köl taraflarına yerleşmiş olan
Karluk aşiretinden türemiştir. Fakat Turfan havalisinde oturan
Toguzoguz adlı Türk kabile birliğinin bir kolu olarak daha batıya
düşmüş bulunan ve keza ileri bir Türk kabilesi olan Yagmadan tü­
remiş olması da ihtimal içindedir. Şurası muhakkak ki, Satuk Bogra
han İç - Asya'da, eski isliı.m kaynaklarında adı Karahanlılar mem­
leketi diye geçen yeni ve büyük bir Türk devleti kurmuştur. Bu dev­
letin iki önemli büyük şehri vardı, bunların biri, bugün de iyi bili­
nen Kaşgar, öteki ise eski zamanlarda adı çok söylenmiş olan ve Çu
nehri kıyısında, !sık - köl'ün yakınında bir yerde bulunan Balasagun
idi. İslamların istilacı politikası Karahanlılara kalmıştı l halis kan
Türklerin hoşuna da gitmiyecek bir şey değildi bu) ve bunlar bir­
biri ardından Yarkent'i, Khotan'ı, budist medeniyetinin bu eski ka­
lesini almışlardı. Karahanlıların istilası islamlığm zaferi demek ol­
duğunu ve budist kiliselerinin, pagodaların yıkıntıları üzerinde ca­
miler yükseldiğini, eski budist manastırlarının islam mollalarına
mahsus medreseler haline getirildiğini belki söylemeğe bile lüzum
yoktur. Yeni Türk - isl.am hayatı az zaman içinde, yeni çağların dü­
şüncesine uygun Türk ilim ve edebiyatını yaratmıştı. Şu var ki X.
ve XI. yüzyılların İ ç - Asya'sı da bizim için çok eskidi� ve bütün
yadigarları, eserleri zamanımıza kadar kalmamıştır. Böyle olmakla
beraber en hacimli şiir mecmuaları, llıgat kitapları gibi bugün elde
bulunan birçok Türk - islam eserleri hep o çağdan kalmadır.

İ ç - Asya kavimlerini tanıtan Arap ve Acem coğrafyacılarının


eserleri, hemen istisnasız, isliım dininin bu toprağa yerleştiği, fakat
ısa R l l. I N M l '\' E N I Ç - A S 'ı' A

henüz zaferi tamamlanmamış olup eski ııpagan 11 Türklerin şurada


burada y iğitlikler gösterdiği veya birbirleriyle boğuştukları zaman­
lara aittir. X - XI. yüzyılda yaşamış olan bu müslüman coğrafyacıla­
rının kitaplarını karıştırmaktan daha meraklı, daha heyecanlı mü­
talaa olamaz·: bir tarafta eski bir dünya can çekişiyor, yok oluyor,
üte yandan bunun yıkıntıları üzerinde, her şeyi yok eden, her şeyi
kendi şekline uyduran müslüman hakimiyeti kuruluyor.
Eski İ ç - Asya'nın tarihe karışmış medeniyeti üzerine biraz ışık
vurmağa başladığı şu son zamanlarda ise, bilginler de bu kaynaklar
üzerine gittikçe arlan bir ilgi ile eğilmektedirler. Bir an i<;in bu si­
hirbaz mutfağının kapısından biz de bir göz atarak içeride ne pişi­
rildiğine bakalım ve bu işin yorucu ayrıntılariyle ilgilenmesek bile,
çözümü için bilginlerin birbiriyle hararetli münakaşaya tutuşmuş ol­
dukları yeni meselelerin hangileri olduğunu görelim.
Henüz geçen yüzyılın sonlarında, 1 892-de Tuınanskiy adında
bir Rus bilgini Buhara'da Fars diliyle yazılmış, coğrafyaya dair bir
esere raslamıştı. Bu eser Hudud-ul-alam ı Dünyaların sınırları,
yahut memleketleri) gibi ahenkli bir ad taşımaktadır. Eser X. yüz­
yıla 1 982 - 983 1 aittir ve öteki, eski Arap ve Acem kaynakları­
nın zıddına olarak, öyle sonradan kalma bir kopye o l may ı p , dilinin
eskiliğinden ve imla tarzından anlaşıldığı gibi, aynı yüzyıla aittir.
Bu eserin keşfi hakkındaki haber o zama n , bilginlerin hayalini şid­
detle heyecana getirmişti. Çünkü o k ısa haberden de anlaşılmıştı
ki, ele geçen şey birçok meselenin aydınlanmasına yardım edebi­
lecek en eski İslam eserlerinin e n değerliler inden biridir. Hudud-ul­
alam, konu olarak sade müslürnan ınemleket!erini a lmış olmayıp,
bütün komşu ülkelerinden de, bily lece H i nd istan 'dan, Çin'den, Ti­
bet'ten, hatta Doğu - Avrupa'dan da sırasiyle bahsetmek ted ir. Biz
Macarları hususiyle bu son kısmı ilgi lendirmişti. Çün"kü sızan ha­
berlere göre, kitapta, yurt kuruluşundan Üll<:eki pagan Macarlara
da küçük bir fasıl ayrılmıştı.
Aradan zaman geçti ; her ne kadar Tumanskiy bu çok meraklı
Acemce el yazmasını yayınhyacağını vadetti durdu ise de, sözünü
yerine getiremedi . Bu eski arzu nihayet daha şu geçen yıllarda, Tu­
manskiy'in ölümünden sonra yerine geld i ; eseri -- onu bulan değilse
de başkaları -- önce asıl metni fotoğrafya şek linde, sonra da bol
açıklamalarla İ ngilizce olarak, yayınladılar.
B I L I N M I Y F. N 1 - A S YA l!ll

Arasöz olarak şurasını hatırlatalım ki, Hudud-ul-alam'ın Doğu­


Avrupa kavimlerine ayırdığı bahiste Macarlar hakkında yeni bir
şey söylenmemektedir. Öteden beri bildiğimiz Arap ve Acem kay­
nakları aşağı yukarı aynı şeyleri kaydederler. Bu yeni kaynak da
Macarlar hakkında kısaca şunları söylemektedir : Macarlar ülke·
sinden doğuya doğru bir dağ uzanır, güneyde Vulundur adlı hıris·
tiyan bir kavim otuı·ur, batıdan ve kuzeyden Rus eyaletleriyle kom·
şudurlar. Macarlar memleketinde tahminen 20 bin insan vardır,
kırallarına Cula derler. Memleket, uzunluğuna 1 50, genişliğine 100
parasangadır. Kışın, kendilerini Ruslardan ayırmakta olan nehrin
kenarında yaşarlar, o zaman balık tutarlar ve onunla geçinirler.
Memlekette ağaç ve akar su pek çoktur. Macarlar <;ok zengindirler .
hepsi de yakışıklı adamlar olup insana saygı ve korku verirler. Et­
raflarındaki dinsizlerle durmadan savaş ha lindedirler ve her zaman
üstün gelirler.

İç - Asya'ya dair olan bilgi çok daha geniştir ve kısmen, başka


kaynaklarda bulamıyacağımız bir şekilde tertiplenmiştir. Sonradan
meydana çıktığı gibi, bu eserle ilk uğraşanları en ziyade onun için­
deki şehir, dağ ve nehir adları ürkütmüştür. Halbuki bu ülkelerin o
kadar değişen tarihi coğrafyasını inceden inceye bilmiyen kimse için,
bunları yalnız tarif etmek değil, doğru olarak okumak bile mümkün
değildir. Düşündürücü noktalara daha yeni neşirlerden sonra da
raslanacaktır, fakat biz, konu üzerinde o kadar titizlikle durmadı­
ğımızdan, bunlara takılıp kalamayız. Burada yalnız bu ad yığının­
dan şimdiye kadar söylediklerimizde rasladığımız ve bundan sonra
da meşgul olacağımız birkaçını zikretmekle yetineceğiz.

Hudud-ul-alam'ın Çin'e dair olan faslında bunlardan bir - iki­


sinin adı geçer. İlk olarak Gua-cov'u, Hüan-dzanğ'ın o meşhur yo­
luna çıktığı Çin serhat şehrini ele alalım. Gua-cov burada biraz de­
ğişmiş bir şekilde, Ahacu olarak gec.:mektedir. Sonra, etraftaki nü­
fuz bölgelerine rağmen Çin imparatorluğunun İç - Asya'ya o kadar
sokulmuş olması daha çok dikkate değer, çünlçü Hüan-dzanğ'da Cü-şı
adiyle geçen yer bizim Acem kaynağımızda Kuça adiyle ve hala Gök
oğlunun sınırları içinde gösterilmektedir. Bu şehir bugün de aynı
adı taşımaktadır. Komşu Toguzoguz Türkleri bu sıralarda durmadan
Kuça şehrine akın yapıyorlardı ...- � şehir zengin olduğundan bu akın­
lar boşuna da değildi. İki nehir arasında bulunan ve sınırlarında
1 32

i nsan y ey ic i v a h şi b i r kavim oturan Khotan şe hr i de Çin'e aittir.


K hota n ın ha!>lıca serveti hcı nı ipek ve nefrittir. Ü lkenin kıralı başlıca
"

mem urlukları rıad ı m larla doldu rmuştur. Bu şehir - memleket asker­


l i k b a k ı m ı n d a n gayet k udre t l idi r s3vaş<;ılarının sayı s ı 70.000-den
,

�z değildir.

Eski Doğu - ve Batı - Ki.ik Türk ve daha sonra Uygur impara­


toı l uguııuıı dag ıl ı�ırıda ı ı sonra -İç Asya'yı büyüklü - küçüklü bir
:ı lay T iirk kab ı l e s i l' l i rıclc: t u t m ak tad ı r. Hudud-ul-alam bu Türk hü­
l< ü ı ıı<" l leri ncl1..• ı ı sek i z k;:ıd:ı r ı ı ı ı göst�r mektcdir. İçlerinde belli başlısı,
�;onra k i U y g u r de·,1 \l't i n i n miras ı mı k o n m u ş olan Toguzoguzdur.
Bu n hı r ın nwrıı lckPt leri o devirde b i le heps i n i n en büyüğüdür ve
her ıw Jrnckır :;:ıy ıc:.ı az a l m ı ş la rsa da savaşc:ı mez iy etle r i hiç eksil­
ı ııemiştir. S i l [ı h l a rı hesap� ı z d ı ı· ve ko m ş ula r ın a hakikaten dehşet sal­
ıı ıakta d ır l:ır. Buııuıı d ı !j ı ncta da h:.ı barı�çı şartlar altında göçebe ha­
y a � ı ya�arbr, ınev s i n ı l en� ve nw ra l a ra gi>re hayvanlarını bir yan­
dan ; ibii r yaııa sii :-erler. Toprakların da m i s k kedisi, tilki, samur, ka­
k ı m ve u m u m i y et l e k ü r k l ü h a y v a n t:oktur, hatta Tibet'e mahsus
<Jlan yak d e ı ı i lc ı ı mandaya da bol bol ra s la n ı r Tabiatiyle ba ş l ıc a
.

zenginlikleri k oy u n sığır ve a t tır K ı r all arın ı n başkenti Çinançkath'­


. .

tır. Bu şeh i r de yine eski t a n ı d ığ ı m ı z


bir yerd ir. Hüan-dzanğ olsun,
Çang-<:un o ls u n bu şehirden bahsederler, sade onlarda adı başkadır :
G a v ç a nğ veya Koı;o'dur k i bu n l a r ı n i kisi de halis Çin adlarıdır.
-

Halbu k i Çinan ç kath. Çince değildir, hatta içinde oturanların Türk


olmas ı nda n sa n ı lacağı gib i . T ü r k � e de o l m a y ı p İrancadır ve ıı Çin'li
·

�chri ıı de me k t i r 13 i z i m A c em l i habercimiz, bütün eserindeki kıt söz­


.

l ü l üğe u y a ra k bu sefer de sa de, burası n ın orta büyüklükte bir şe­


,

h ir, Togu zo guz la r 1 11 başkenti clduğunu, yazın müthiş sıcak, kışın ise
ha vasını n o n i s pe tte tatlı idiğini anlatır. Toguzoguzlar memleketin­
d en ad ların ı wydığı ta h mi ne n yirmi kadar şehir, nahiye veya köy­
den olsa olsa daha bir tanesi, Pancikath kayde deger. Bu da İranca
bir ad olup " Beş şeh ir demektir. Ta ri h i coğrafya bilgisi olmaksızın
..

bunun da neresi olduğu a n l aşı la m az ve bel k i de bunun, Uygurların


i i : e k i meş h u r bi.ıyük şeh irleri ohm Bl•şbahk'ın olduğunu bir türlü
kest i remt>y i z . Bu şeh i r , ya n i Beşba lı k - Pancikath, İç Asya'nın ku­
-

zey yolu üze r i n d e bu l u n d u ğ u n a göre, keza bilinmiyen yerlerden


say ılamaz \'e bu y o ld a n ge(:miş ola n eski yeni bütün seyyahların yol
prngraın lannda udı geı,:er. B u n d an başka Toguzoguzlar kıralı, eski
B 1 L 1 :-. 1\J 1 Y F N fÇ - .\ S Y .\ 133

U yg u r adetini muhafaza ederek h er yaz Pancikath 'ta oturmaktadır.

Bü yük Türk kabileleri arası nda anılmağa d eğ e n ler , Kırgızlarla


Karluk !ard a n başka. T ürklerin yeniden t eşek k ü l etmiıı olup sonra­
dan kendisinden pek l:ok hahscttirmi�; h i r kolu olan O�uzlardır. Bu
Oguz kabile birliğ i n i n kendisi nden ayrı l.:m hir g ü ney kolu Anudolu
T ürk l e ri Kemal Pa �;a'ııın Türk ulusu olu p, bu ka v i m , istilacı gö<;
.

yoluna İç Asya'daıı ı;ıkmıı;; ve İran'dan geçerek :Küçük Asya 'ya


- -

gelmiştir. Kend ilerine yen i yurt a rı vaıı Macarları yurt k u ru l uşta n


iince o kadar uğraştırmış olan Uz kavmi ise Oguzların batı kolun­
dandı.

Fakat bu son zaınanhırda tanı ıımaga baı,ıhya11 Huclud-u l-alam ile


ilgili olarak ilmi araştırmaların biraz mücerret d ü nya sın a yaptığı­
mız bu z i yare t ga l i ba uzun siird i.i . Şimdi buradan dii n ere k islam k e­
şif seyyah la r ı içinden. arkasından tekrar Asya <;öllerine yollanabi­
leceği m i z birini seçel i m ve görmeden de bild i ğimiz dolaylara varıp
başka me ml ekette n . haşka başka za manda oraları dolaşmış olan bir
�ezgi nin neler görmüş olduguna bir bakalım.

K ı lavuz ol ara k İ lm i Batııtcı " y ı . tek başına o zamanki d ü nyanı n .


başka on rnbırsız tacir v e bilgin a•aştırıcının ge ze b i leceğ i nde n fazla
y e r in i cl o la şm ı ıı ola n yo r ul m a k bilmt'Z bilgin dervişi seçiyoruz.

İbni Batuta. doğum yeri ola n Tanca'dan , di ndar Arapların mu­


kaddes z i yaret yeri olan Mckkc yol una l:ıktıgı zaman yirmi iki ya­
�ındaydı. Eğer Tan r ı ona öyle - sonsuz bir seyahat h ı rs ı bahşetmem iş
veya böyle bir hırsla onu kahretmenı i ı;; obaydı , sade bu Mckke yol­
culuğu bile onun merakın ı gidermeğı:! yeterd i. Böylece biı" kere hac­
ca git mekle yct i nmiyerck ınukadrlc-s !i<'hri birkaı: defa ziyaret ett ik­

ten maada daha da ileri giderek Arabistan'ı. Sur_i yc'yi. İ ran'ı, Mezo­
pot a:m ya y ı d rak ı . Anadohı'yu gezd i , Güney - H ı ısya 'yı y<ı hut o za­
'

man söy le nd i ği gibi. K ıp(:ak"ı baştan başa dolaştı , İstanbul'a gitti,


Bu ha ra y ı; Afga nist.an'ı gördü. Sergüzeştçi ruhu onu oradan da i le­
'

ri l rre Hindistan'a göt ürd ü H i nd ista n müslümanhırının o zamanki


, .

başkentleri ola n Del h i 'yc vardı ve parasız, basit taşıtlarla, hatta l:ok
vakit yaya olarak yolcu luk yapan bu seyy ah burada da ya ban c ıl ı k,

duymadı. İslamlık işlerindeki bilgisiyle, fakat aynı zamanda işgü­


zarlığr- sayesinde orada iki yıl kadılık e t t i Bu işte o kadar becerik­
.

lilik gösterdi ki, nihayet su l ta n ona , kendi kabiliyetine en uyguıı


1 �4 R İ 1. 1 N \1 1 Y F 'li f C,: -- \�\ \

bir vazife vermek suretiyle güven ini göstererek, elçi olarak onu Çin
imparatoruna gönderd i. Bu yolculuğunda Malabar kıyılarına, Doğu­
ve Batı - Asya ticaretinin birleştiği çok öneml i bir liman olan Kali­
küt'e uğradı. Fakat durup d inlenmeden dünya gezenlerin başlarına
gelen akıbet onu da bulmakta geeikmedi. Bütün pılı pırtısını, serve­
tini teşkil eden kölelerini bir Çin gemisine yükletmişken, gemi ha­
bersizce kalkıverdi, o kalakalmıştı. Şikayet etmekle, gürültü çıkar­
makla derdine çare bulunamıyacağını iyi biliyordu. Başka bir gemi
buldu, Maldiv adalarına çıktı, bir buçuk yıl orada kaldı. Nihayet
kese iyice suyunu çekince yeniden kadı oldu. Çok geçmedi, yine
duramıyarak Seylan'a, Hindistan yarımadasına ve Çin'e gitti .

Böylece tam yirmi yıl dünyayı dolaştıktan sonra 1349-da niha­


yet memleketine dönmeğe karar verdi. Memleketinde şöyle biraz
yerleşir yerleşmez yine ayaklandı ve bu sefer Gırnata'ya gitti, ora­
sını daha görmemişti. İlk büyük yolculuğundan daha iki yıl geç­
meden yeniden garip bir niyete kapıldı. Fas'tan Sudan'a yollandı,
zenciler ülkesini dolaştı, Melli ve Timbuktu başkentlerini ziyaret
etti.

Bu maceralı yolculukları tamamladıktan sonra bütün gördük­


lerini İbni Cezay adlı müridine yazdırdı. Böyle işlerde olduğu gibi,
bu yazdırış sırasında da ne de olsa araya tektük yanlış, hatta - in­
kara ne hacet! -- hazan mübalağalar kayıyordu. Yolculuğu esnasın­
da hazırlamış olduğu notlar kaybolmuştu - ki böyle dağdağa lı, ser­
güzeştli bir seyahatte şaşılacak bir şey değildir - ; Hint okyanu­
sunda dinsiz kafirlerin her şeyi elinden nasıl aldıklarını ve Buha­
ra'da hazırladığı notların ne türlü yok olduğunu, kitabının bir ye­
rinde kendisi hikaye eder.

İbni Batuta'nın baş döndürücü zenginlikteki seyahat müşahe­


delerinden biz burada küçük bir parçayı, Avrupa'dan gelirken Ural
nehrinden başlıyan ve Termez'den geçerek Afganista n'a, oradan da
Hindistan'a gitmezden önce İç - Asya 'nın en batı bölgesinde gezdiği
parçayı ele alacağız ve bu, nispeten kısa yolda onu takibcdeceğiz.

Volga kıyısındaki Sara'dan kalkarak on günlük bir yolculuktan


sonra Ural nehri kıyısına, Saraçuk adlı bir şehre varmıştı. Ural neh ­
rinden, onun Türkçe adiyle dediği gibi Ulu-su üzerinden, benzerini
evvelce Bağdat'ta gördüğü bir duba üzerinden, kolayca geçmişti. Sa-
R 1 L İ N �I İ \' I·• N İÇ - ,\ S \ \ 13S

nu;uk'a kadar cırahayla .� i lt i . Bu uzu n yolc u l u kta atlar o kadur kö­


W lcmişti ki, iıcktcı k ı nı ı ldıyaınıyorlardı. Ama ö n ü n deki çölde bun­
l ardan zaten faydala mı mıyaca ktı. Gcrc.;i her biri i ç i n dör�er d i nar­
da n fazla vermed i lerse de yine onları e lden �· ıkara rak yerler i ne , ara­
baya koşma k i c i n , deve ler kirnla d ı . Sofu bir müslüma na y:ıkı!?:ıca:� ı
g i b i ı zateıı o n u n uzun :.eya hatleri n i n sırrı burarlayd ı l Sa rac.;uk 'ta
m ü s l ü ma n l a r ı n i mam ı n ı ve kadıyı z i yaret etti ; her i k isi de one1 i k ­
ra mlarda b u l u n d u k ta n son rıı . yol l u k la r d üz ere k onu yoku etti lN.
Sara<,· u k 't.;ı n lam otuz g ü n , h ız l ı h i r yol a ld ı lar. gü nde ya l n ız i k i
defa , saba h ley i n saat on sularında. akşa m g ü n batarken d i n len i ·
yorl a r d ı . 811 d i n lenmeler d c iki saatten fazla si.irm i.iyorcl u .ı ncak .

a t ların yem i n i veri yorlıır '-' <' k � ı ı d i fakir azıklarını y i yeb i l iyorlard ı .
i h n i R a t u t a . nerede !'<'y a lr n t cd<.'r�,c cbiıı , cıra n ın iıdct k r i ı ı e uycı r ­
d ı : m ide ı rıeı.;clcs i nde de nazla n maz, herkes ne yerse o da o n u y<'rd i .
Simd i Türkler a rasıı ıcla s<:yahat ediyord u . O n lar dev c• y i a nı ba­
ya koşuyor b r d ı , o d a koşmm;; t u. O n la r dii9i y i , yani dcı rıyı suyu
sa l;:ı ra k ôdcta iı; ilccek kadar d u ru pişi r i yo r l a r gü neşte kuru lulmu�
,

1 uz l u e t i n üzeriııe ck�i sütü döktükten so!1ra , en m ü ke l lef z i y a fe te


koııar g i b i etrafı na Ü!iÜŞÜyorlard ı ; b u n l a rı görü nce önce giiz l c r i
fo l t;ı � ı gibi açılmışt ı . fah a t son ra o da h i t: dü�ü n medcn onlrır;.ı ·

uydu.
Arkcı larından Tatar k o v al ıyo rm u:.ı gibi g i d i yorlard ı , devele r i n
y iyeceği o t bulunmıyan v e ic_:me suyu d a birbiri nden i k i g ü n l i ı k
uzak lıkla rda o l a n kuyu larda n p.;üçbc liı tedarik edileb ilen b u <; d ge r-
1,· ckten fazla ru h o. t a ranaccı k yer deg i ld i r . v�ki t kayhol ma:;ııı d i y e
a r a ba ıı ıı ı il' i n d c uy uyorlar v e a z ı k la r ı n ı. d a o rarla y i vo.rl;• r d ı . rı;;_,·
lc<:e so l ıı l• :;oluğa bir g id i�ten sonra develer d e , l< e n d i k r i Jc lı i t l< � ı ı
b i r lıddc çöl ü n ö te ya11 1 ndaki Khvarizm �chr1 ne vard ılar.
K hvarizm, bugü n k ü H i ve'nin er,ki ad ıdır ve c:oğu T ü r k . hepsi
mü s !ü ın a n olan halkınd a n esk i eoğrcıfya ve tari h b ilgi n leri pek �·0 1 -;
,

bahsederler v e bahse t t i kleri kadar da vard ır. Khvarizm ' l i ler, u z ;· � �


ü l kelerde ta n ın m ı� tac:irlerd ir, mallariyle yedi d ü ve l i n ü l kesi n i d o ·
l <ı �ırlard ı . Yal n ı z böy l e bez i rP.an bir kavi mde garip g ör ü l e n h i r j -: ­
ra fları vardı k i , ::ıirnh ku llan ması n ı d a fevkalade iyi b i li rkrd i .
K:n::ır ları , kom�!J l;Jrın ı n t e h i i k e l i h ü -: u rn larından kaı; '1:e:·c o n l u :- ; : ı
askerleri kurta rmı�tı. Sonra l?.rı G ü n e y - Rusya ' y ı iı<lela i :; t i liı c ! ·
rn işler, H.usla rla temasa gdrrı işlcr<l i . Ruslar bu tac i r kavme KC\li:t
136 n 1 L 1 N 1\11 t ·ı I· '� 1 <,� ·- .\ '.· ' .\

l; ıktıs ını bunlardan iyi bilen kim­


derlerd i . A l ışvf'ri ş i ı ı J.ı a rıli ı k g i rrl i
ı-;c olmadığı gibi, para işlerinde ncredeysu tehlikeli olabilecek bir
i.in almıslardı. Bu müsli.ıman Kalizler alışveriş için Macaristan'a
kacl;ı r da uza nmışkrdı ; bunların i ncclmiı? ticaret duygularının, do­
lanıba<;lı mal kazanma yollarının M:ıcarista n'da ne kadar karışık­
lıklar doğurduğunu a nlamak için, tarihimizin en eski sayfalarını
çevirmemiz yetişir.
İ bni Batuta işte bu 1<.Ava r izm'li Kalizlcrin başkentine varmıştı.
Bu seçkin Arap seyyahının dediği gibi, güzel çarşılariyle, geniş so­
kakla riyle, p e k çok süslü yapısiyle burası Türklerin en güzel şehri
idi. Hu şehirde oturanların sayısı iıdeta belirsizdir. sokaklarda her
zama n büyük bir kalabalık itişir. kakışır, gelip geçenlerin adımları
sa nki yeri titretir, uzaktan bu i nsan seli adeta köpüren, dalgalanan
bir denize benzer. Bu zamanlarda Khvarizm Özbek sultanının hük­
münde bulunuyordu. Vali ise, Kutlu Demür adlı bir Türk, hakiki
bir müslümandı, kendi parasiyle mollalar için bir medrese ve karısı,
keza sofu müslüman Törebeg hatun adına bir cami yaptırmıştı.
Fakat Khva rizm'de her yerde raslanmıyacak bir yer de vardı ki,
bu d a hastanesi idi v e buranın idarr�i için Kutlu Demür Suriyc'den,
çok ünlü, erbap bir hekinı getirtmi�ti.
İ bni Batııta nereye var sa . büyük b i r kavrayışla kadının, şey­
hin. valinin kim olduğunu ve parasız hacılRrın nereye inmeleri iyi
ol:ıca ğını soru şturur, öğren irdi . Khvarizm'de de böyle yaptı. Sonra,
ilniiııde açıla n g ön ü l l e r i n \'c keselerin yalnız bu mevki sahibi kim­
s<'l<:?ri nld ol ma y ı p bütün şeh i r h n l k ın ı n cömertli kte ve misafirsever­
liktc birbiriyl<? �;<ı r:�.: e t l i ğ i n i görd üğü za ma n hnyra nlığı ve takdiri
huciut suz o l m u ştu . Kl}va r i z nı ' l i leri öv mC'idC' h i t irc m<' Z . Yeryüzünde
onl:ırda n daha !: tcak k u ı ı l ı . daha müslüman im•a ıılar hiçhir yerde bu­
lun maz.
İhııi Datı ı t<ı , Kh\':ı r i z ın " l i l e r i ı ı elin t;ayretleriyle i lgi li gayet gü­
zel b i r adetler i n i cb htı kc:;; fct m i�t i k i . böy lesi n i , kendi itiraf ettiği
gibi. hic_:bir yerde görme m iş t i r. Khvar i z ın'dc müezzin m inarede eza­
nını o ku d u kta n ş0nra. h 1 111 1 ; n l a işi n i b i t mi� saymıya.rak o c i va rdak i
evlere g i d i p hepsin i n kapıs ı n ı •.: <ı l <ı r ve ı; L ı z c l l i k l c herkesi toplu ib-a­
dete çağırır. Fakat bu davet i u n u t a n ın ,·ay haline! Hüki.i met adamları
gelir, onu yaka paça C'dc>rd: . l·:ı:: ııd i l i �. i 1 1 d e n g i t m e k istemediği yere gö­
ti.iri.ir ve bü t ün cemaatın gö z ü ün ü nde adamakıllı pataklarlar. U·
U7

nutkan tabiatlıların dikkatlerini çekmek için de cami kapısının ya­


nında bir boğa çavı asılıdır ki, hatırayı gıcıklamak için tesirli bir
devadır. Khvarizm'lilerin para şıkırtısına karşı zaıfları olduğun­
dan, boğa çavı cezasının ya n ına bir de oara cezası katmışlardır ki.
lılerhalde beş dinar para cezası ötekinden hafif olmasa gerektir. İ bni
Batuta bu beş dinar para cezasını daha çok beğeniyor. Çünkü ken­
disi gibi fakir hacılara, yoksullara ve sırtı abalı dervişlere bu su­
retle biriken paradan yardım yapılmaktadır.

Sofu müslümanların hayal ettiklerine göre, cennetten çıkan


dört nehirden biri olan Amu - derya, Khvarizm'in yanından geç­
mektedir. Bu nehir tıpk ı İ til ı Volga) gibi kışın donar ve buz taba­
kası beş ·ay kadar çözülmez. Yazın ise üzerinde gemi seferleri iş­
lektir ve yukarıya doğru, Termez'e kadar gidilebilir. Zaten buğday,
çavdar buraya oralardan gelmektedir. Şehrin yakınında, ünlü bir
velinin türbesi yanında hacılara mahsus bir tekke vardır ve asıl
hoşa gidecek tarafı, oraya uğrıyan hacılar bedava yiyecek, içecek
bulurlar. İ bni Batuta, şehrin içinde daha küçük başka bir tekke
bulmuştu, gezgin dervi15lere burada da hayırlarına bakıyorlardı.
Bizim hacı, o kadar yer gezd i ğ i , yorucu seyahatlerde uzun yıllar
geçirmiş, notlarını rla kaybetmiş olduğu halde. en küçük ziyaret
yerinde bile kendisine yatacak yer ve yiyecek veren hayır sahi­
binin kim olduğunu m ükemmel hatırlamaktadır ki. bu da şaşılacak
bir şeydir.

Khvariıın 'c varı ıır.a ı:elırin d ı şı ı ıd a kendisine elverişli bir yer


bul mu�tu. Tecri ibel i :;cyyah ilk iidev i ni ı ı . o yerin büyükleriyle ah ­
bap olmak olduğunu b i l iyordu. Vakit geçirmeksizin adamlarından
b i r i n i kadıya yol lad ı . kend i y a zd ı ğın a göre, kadı gayet dindar, ev­
liya gibi, aynı zama nda okumuş ve hakim bir zattı. Onu bu kadar
coşkun bir şekilde övdüğüne bakarak bu aziz ve hakim kadının
İ bni Batuta' nın yolculuğunu kolaylaştırmak hususunda yardımı
doku nan a d a m l a rd a n b i r i olduğunu derhal anlıyabiliriz. Kadı biz­
za t seyyahımızın z iyaretine gelerek . onu bulunduğu mü tevazı tekke­
den k a l dı rd ı ve götürüp. daha yenilerde yapılmış olan güzel bir
medreseye yerleştirdi. O gün şeh r i de gezdirdi ve ertesi gün evine
davet e t t i . Zengin halılar, a l t ı n yaldızlı gümüş vazolar ve Bağdat
işi b i l Hı r kahlar arasında zügürt seyya h ı n kevfi pek yerindeydi ve
1 38 H 1 L İ !"< \I İ ' h '.\ 1 �· - \ � \ \

hele mükellef bir yemekte n sonra, ev scı h i b i ha k k ı ı ı d a besled iği


yüksek kanaati daha zi yade kuvvet b u lmuştu .

Khvar �z m kadısı �:bu Hafs Omar. misaf i r i n i başka i lerige l c n


zatlarla, tan ınmı� d i n u len�asiylc r!c tan ıY-i lı rm ışt ı. Hatta o nu , eniş­
tesi olan valinin, K u t l u Dem i i r ' ü n y a n ı na da göt ü rd ü . Bu z iyaret
İbni Ba t u ta ' n ın başlıca müşahedelerindcn birini t<>�k i l eder ve se­
y a ha t n a mesi n de bunu u zu n uzun ı:ı n la t ı r .

Kutlu Dcm ü r ' ü n kon a ğ ın a v a r ı nca onu, k a h u l i �· i ıı y a p ı l m ı� a y ­


rı bir binaya a ld ı la r k i , buranı n sa lon ları tahtada n d ı . Kabul sa lo­
nunun ağaç kısımları ya ldızlı süsl er le kapl ı i d i , d u va r l a ra t;l'�i t l i
renklc ağır paha l ı ku m a ş l a r (:eki l m b ş t i ve tav a n boyda n boya a l tın
işleme l i i pek le ka p l ı idi. Z i y a re tç i ;(:C'ri g i rd i ğ i s ı ra d a , K u tl u Demiir
hastal ı ğ ı nda n dolay ı a ya k l a r ı ör1 ü hi o f r hı .ı:: u ha lde b i r ipek seccade
üstünde otu ruyord u . D ü n ya gezen st•yya h ı ya ı ı ı n a oturtarak onu nla
dostça sohbet ett i . Tabii işin hoş t a ra fı asıl h u n da n so n ra gel i yor ­

d u . Misafirlerin önüne, üzer inde pil i ı ; . t u rna , gü verc i n kızartmaları


yığılı hazır sofralar gcldi. Sonra ön ü ı ı e tcrcyağiylc y a p ı l m ı ş ve
burada kulur:a d C'<l i k le r i pastada n , o n u n <ı rkas ı ı ı d a ıı da c:örek ve
t a t l ı kodular. Bu ç e ş i tl i yiyecek leri ica b ı kadar haklad ıktan sonra
sırayla meyva sofraları getirdi ler. A l t ı n ve gü müş te ps i lerde so­
yulmuş narlar, üzüm ve b i rb i ri nd e n nefis. � csit l i ka vu n, karpuz ·

ikram ettiler.

Kutlu Demür Ti.irk siy a si kudretiy le el i n i ga yre t i bir arada ida­


re etmes i n i g a yet iy i b i l iyordu . D i ,·a n k u rd u g u günler yanma iki
kadı ot u rtu yo r d u . B u n ların b i r i yargu. <: i . s i , · i l ida re i�lNin<le h ü­
küm veriyor, öte k i , m üslünı a n kad ı i�e . r:liıı l e i l g i l i işlerde. onun
tasvibiyle, kararını siiy \ ü yor du .Her i l� i:.;i ele. gayet d oğ ru . ada­
letli i d i ve 3öy l ed i ğ i ııc göre. h iç b i r i n i ri i�vet le e lde etmek mümkün
değildi.

Khvariz m 'e y a pt ı ğ ı z iy a rc t tc n i l : ı ı i flaı. u 1 :1'11 1 1 1 gcr�; c k tc n şika­


yete h a k k ı yoktu. Z iyu fct ten eviııc, y a n i medreseye diindügü zaman
hemen arkasından v a l i n i n ada m ı gel nı i� ve hed iye olarak p i r i nç . u n ,
bir - ik i koy u n , baharlar v e bi r k a ç ç e k i o d u n ge t i rmi ş t i . Oradan ay­
rılmazdan önce hamis i , onun şe refi ne d a ha b ü y ü k b i r ziyafet ver­
meyi tasarlamış i d i yse de akıl l ı kad ı n ı n ta vsiyesi üzerine, ona sarf
edeceği parayı, bin drahmiy i, ömrü zügli rtlü kle geç en İbni Batuta'-
R f J. f N M 1YEN 1 \'. - \ s Y .\ 139

nın avucuna saydırtmıştı. Yoluna devam edebilmek ı ç ın at lazım­


dı, halbuki şimdi o kadar atı vardı ki, belki biri çıkar da yalancı.
der diye, sayısını bile söylemekten çekinmektedir. Kadının karısı
yüz dinar vermiş, kızkardeşi Törebeg, yani valinin karısı ise samur
kürklü bir kaftanla bir de değerli at yollamıştı.

İbni Batuta Khvarizm'de bütün defne dallarını toplad ığına ve


artık daha fazla armağan bekliyemiycceğine kanaat getirdikten son­
ra toparlanmağa başlamıştı. Birkaç deve kiralıyarak Buhara'ya gi­
den yolu tuttu. Yeniden on sekiz günlük bir yorgunluk başlıyordu
ve bu yolda ancak tek bir şehirde iyice dinlenebileceğini umuyordu.
Yolun ilk dört günlük bölümünden sonra Kat şehrine vardı. Bu kü­
çük, fakat güzel şehirde dinlenme hoşuna gitti. Asya gezginleri nin,
hacıların adetine uyarak o da şehir dışı nda bir göl kenarına ind i .
Soğuğun şiddetinden gölün suyu b u z tutmuştu v e üzerinde çocuklar
kızak kayıyorlar, oynuyorlardı. Şimdiye kadar aldanmadığı usul­
den burada da ayrılmıyarak, şehrin , Khvarizm'den iyi tanıdığı ka­
dısını ziyaret etti. Sonra emirle ahbap oldu, iı.la yemeklerini yedi,
o yerin din alimleriyle ve şairlerle gereği gibi münakaşalar yaptı ,
armağan olarak kendisine verilen elbiseyi bohçasına koyup hediye
gelen atları da kervanına kattıktan sonra çöle açıldı. Günlerce git­
tiler, hiçbir yerde bir damla suya raslamadılar, derken nihayet
Vafkent'e ulaştılar. Vafkent Buhara'ya bir günlük yoldur, akar su­
lariyle, şirin bahçeleriyle, gayet güzel bir şehirdir. Buralılar başlı­
ca, bağcılıkla uğraşırlar, fakat üzümü sarf etmezler, bir yıldan öbür
yıla saklarlar. Oraya mahsus meyvalardan biri de eriktir, bunu dr
kuruturlar ve uzak diyarları gezen kervanlariyle Çin'e, Hindistan'�
yollarlar.

Vafkent'ten öteye İbni Batuta'nın yolu gayet güzel işlenmiş


araziden geçiyordu. Bütün gün birbirine ulanmış bahçeler, arklar,
ağaÇlıklar ve işlenmiş tarlalar arasından geçtikten sonra Buhara
şehrine vardı. Cengiz han, •Tanrının belalı Tatarı Tengiz11 buraları
yıkıp yummazdan önce Buhara, Amu - derya'nın güneyine düşen
dolayların başkenti idi. O büyük afetten sonra şehir hala kalkına­
mamıştı. İbni Batuta ziyaret ettiği sırada , az bir kısmı müstesna,
camileri, çarşıları, medreseleri yıkıntı halindeydi. Bizim seyyah ne ­
dense Buhara'ya pek bayılmamıştı. Oralılar hakkında ne kötü şey
biliyorsa hepsini ortaya döker. Buhara'lıları adam yerine komazlar-
uo B I L I N l\f l Y E N i ç - \ S Y .\

mış. Fesatçılarmış, arsızhırmış, yalancılarmış, Khvarizm'de dava iş­


lerinde Buhara'lının şahitliğini bile kabul etmezlermi�. Bütün �e­
hirde bilgisine k ıymet verilecek bir tek adam, hatta bilgi için çalı­
şan bir kişi bile yokmuş. Kızgm Arap belki de doğruyu söylemek­
tedir, çünkü kadı hakkında tam bir :;ükut muhafaza etmekteyse
de bu sefer şeyh için hatıra gelebilen bütün iyilikleri sayıp dök ­
mektedir. Buhara'da şehrin kenar mahallesinde buluna n ve bir ha­
yır vakfının hesabına bütün oraya uğrıyan hacılara bakılan büyük
bir tekkeye i nmişti. Bütün Buhara'da kendisine karşı ilgi gösteren
tek adam bu tekkenin şeyhi olmuştur. Onu misafir etmiş, şerefine
hatimler indirtmiş, hatta kend i T ürk ve Acem dervişlerine ilahiler
okutarak geçit yaptırtmıştı. Bu unutulmaz ak�mın hat ırası onu
Buhara ile barıştırmış, oradan ayrılacağı zaman artık gönlünde dar­
gı nlık kalmamıştı.

Buhara'dan, etra fı bah(:C!lc!'le, a r kla r la çevrili kü(:ük bir şehre.


Nakşeb'e gitti. Orada şehir su rlarından dışa rda, vali nin evinrle m i­
safir oldu, fakat çok kalmadı, hemen ertesi gü n , meşhur Alacddin
Tarmaşirin sultanın karargahına götüren yola c: ıktı. Ertesi akşam
karargaha varmış bulunuyordu. Dehşetli acıkm ı�t ı . bay<ığı ııe yapa­
cağını bilemiyordu. Adamlarından birini yo llıy a ra k biı·az yiyecel(
bir şey aldırttı ve insaflı bir tacirin tek lifi ü ze r i n e geceyi oııttn ça­
.

d ırında geçirdi. Sulta n orada deği ldi, tam o s ı ra la rclrı a v la n ınağa


çıkmıştı. Başının bir çaresini bulmak i ç i n vek i l i ı ı i . emir Tokbuga 'yı
ziyaret etti, neyse o biraz ilg i g ös tere r ek kendisin i him�ycsi a ltına
a ldı ve ca m i n i n :va nında yer verd i , duh:ı dogrnsu o r n rl a ona hiı·
çerge kurdurdu. İ şleri ne kadar kötü de g i t se y i ı ı e de �cy hi ziyaret
etmeyi ihmal etmed i . bu da b i l.� i l i b i r 1.;ı itı. Tü rklerin k e n d i d i l l e­
rince ordu dedi kleri karargahla t:!peycc gliıı SP.<: i r m i � t i k i . bir sabah
kendisini camide. o sırahırd:ı :ı wl a n di"iıınıÜ!1 elan :-ı ı l ta na tukrli 111 el­
tiler. Ta rma � i r i ı ı i r ı üze r i nde yC's i l K u r! ı i � k ı ı ma � t n o H n harım ı ıı i g i ­
'

bi biçilmiş bir elbise var<iı, ba�ına da aynı kuınaı:ta n yapılmı� kü­


lah giymişti. Camiden < : ::ı d ır ı n a y:ı:va gi tt i . B i ra z sonra İ b n i Batutn'­
yı katına çıkardıkları zaman başadam lar arası nda oturmaktaydı ,
önünde arkasında hizmetkarlar duruyor. silahlı askerler muntazam
sıra halinde yerde oturuyorla rdı. Sultanın oturduğu yer taht gibiy­
di ve altın işlemeli ipekle örtülmüştü. Çadırın içi de baştan başa
ipek döşenm iş, parıl parıld ı T a h t ın başucunda i n c i ve mücevher-
.
n f I. l !'l< M f \" F N i Ç - A S YA 141

lerle kakılmiş bir taç sarkıyordu. İbni Batuta'yı, göçebe başbuğun


katına dört yüksek rütbeli adam çıkarmıştı. Sultan lutfederek ona
Mekke'den, Medine'den, Kudüs'ten, el-Halil'den, Şam'dan, Mısır,
Irak ve İran'dan haberler sordu . Görüşme ancak, müezzin sesi na­
maza çağırdığı zaman sona erdi.
İbni Batuta, Tarmaşirin'in misafirsever karargahında elli dört
gün kalmıştı. Hareket saati çaldığı zaman yine denk yapılacak he­
diye eksik değildi. Sultan 700 dinardan başka, soğuklara bakarak
bir samur kürklü elbise, iki at, iki deve verdi. Soğuk gerçekten kor­
kunç denecek kadar �iddet li olmalıydı, fakat dayanıklı Tarmaşirin
Türklerini yanına alarak ava çıkmıştı. Yolda soğuktan titriyerek
giden Araba rasladı, ama bu beriki o kadar üşüyordu ki, ayrılırken
:..ığ zındaıı bir tek söz bile �:ıkmadı. İbni Batuta, sultanın karargahın­
dan Semerkant'a gitti. Seyyah ımız nehir kıyısına kurulmuş Semer­
kant'ın gay et güzel bir �eh ir olduğunu, geniş bah�elerinin su dolap-
1:.ıriyle arklardan sula ndığını söyler. İ kindi namazından sonra Se­
merkant' l ı lar nehir boyunca gezinirler, gezinenler için orada pey­
keler, iskemleler ve tatlı, yemiş satan dükkanlar vardır. Semerkant
halkını n zengi nliği, � n at zevki, saraylarından, süslü yapılarından
bellidir. Son savaşlarda bu şehrin büyük bir k ısmı harap olmuştu ;
hala duvarları ve kapıları yoktur. Ya halkı? Bunlar o kadar iyi
kalbli , dindar müslümanlardır ki, oraya düşen yabancıyı adeta elle­
rinin üstünde taşırlar. İbni Batuta burada acı bir karşılaştırmadan
kendini alamıyaruk ağır hükmünü veri r : Semerkant'lılar Buhara'­
lı larc.lan ne kudar bambaşka insanlardır!

Züğürt hacı Semerkant'ta da nerede iyi ve bedava yenip içile­


bileceğini, sofu ve hakim şeyhlerin, kadıların kimler ve dindar bir
müsli.iman hacısının görmesi gereken yerlerin nereleri olduğunu ça­
Lucak soruşturup anladı.
İbni Batuta, Semerkant'tan Nesef şehrine gitti, orada çok dur­
mıyarak bir zamanlar o kadar meşhur olan Termez şehrine vardı.
Termez, onun zamanında zengin çarşısı ve geniş bahçeleriyle ba­
k ımlı, büyük bir şehirdi. Burada bağın pek çok olduğunu söyler; fa­
kat en ziyade, uzak ülkelere ün salmış olan ayvası hoştur. Termez'li­
ler başka besleyici maddelerce de yokluk çekmezler, hele süt o ka­
dar boldur ki, umumi sıcak hamamlardan birine giden kimsenin
yanına, başını yı kaması için bir güğüm süt koyarlar. Termez es-
142 R I L I N M I Y F. N i Ç - A S YA

kiden Amu - derya'nın kıyısında bulunmaktaydı, fakat Cengiz hanın


Moğolları burasını yıkmışlar ve şimdiki şehir, nehirdeq iki fersah
ötede yeniden kurulmuştur. Termez bugün de bilinen bir yerdir,
Rus - Afgan sınırında bulunmaktadır, fakat bugünkü Termez ber­
bat, sönük bir kasabacıktan başka bir şey değildir, eski önemini ta­
mamiyle kaybetmiştir, çok sıkı gözetlenen yeni sınır, Buhara'dan,
Semerkant'tan Afganistan'a ve Hi ndistan'a giden Amu - derya üze­
rinde en önemli kilit noktası Termez olan o mühim yolun rolünü
hiçe indirmiştir.

İbni Batuta'yı artık Hindistan'a kadar takibedecek değiliz, za­


ten orada ne yapmış ve oradan Çin'e doğru sergiizeştli yolunu nasıl
devam etmiş olduğunu kısaca gör.nüştük.
v i l 1.
HIRİSTİYAN DÜNYASI KEŞİFÇİLERİ

Timur Lenk'in sarayında Batı'hlar. - Hindistan'da clzvit misyoner­


leri. - Benedictus de Goes, Kathay'ı ve oraya giden yolu keffedi·
yor. - Grueber'le d'Orville'in Çin' den Hindistan'a gldi,leri. - İki
lazarcı misyonerin, Huc ile Gabet'nin, Doğu - Moğolya'dan
Tibet' e gldi,leri.

Tatarları sade Avrupa'ya getirdikleri felaketlerle tanıyanların,


bu yıkıcı, ölüm saçıcı, zalim Asya kavminden nefretle yüz çeviriş­
leri tamamiyle yerindedir. Onlar nereye gitmişlerse arkalarında
ateşten ve kandan başka bir şey bırakmamışlardır. Batı'ya yapmış
oldukları seferlerde işledikleri marifetleri hoş göstermeğe çalış­
mak ne kadar beyhude bir zorlayış da olsa , şurası muhakkaktır ki,
bütün bunlar, onların kendi geniş tasarılarında, istila· edilecek kav­
mi korkuya düşürmek, sındırmak için baş vurdukları geçici birer
epizottu. Bu savaş tabiyesi Avrupa'da ve hele Macaristan'da kor ­
kunç yıkıntılara sebep olmuştu ; çünkü . orada yüzyıllar boyunca
toplanmış olan bütün kıymetleri bitirmiş, yok etmişti. Bu iıfet şek­
linde çiğneyip geçen saldırı� usulü stepler dünyasının çadırcı göçe­
beleri arasında doğmuştu ; bu tarz orada da insanca bir iş değildi,
fakat tesirleri bakımından h it:bir vakit bu taraflardaki kadar ağır
olamazdı.
Tatarların koca imparatorlukları her ne kadar bu usulle kurul­
muş olsa da, onları yine aynı usullerle muhafaza etmiş olmadıkla­
rının Avrupa'da anlaşılması için çok zamanın geçmesi lazım gel­
mişti. Moğol devletinin temelleşmesiyledir ki, · Asya'nın istilaya uğ­
ramış memleketleri barışa ve n izama kavuşmuşlardır. O vakte ka­
dar birbiriyle arasız boğuşan, birbirini durmadan tüketmeğe çalı­
şan Asya uluslarını hakiki bir Pax mongolica birbirlerine dostlukla
bağlamıştı. Eskiden bir şehrin insana. siper olan duvarları arkasın­
dan kımıldamağa cesaret edemezler ve yollar her zaman için ker-
ı ... BİLINMiYEN i Ç - A S YA

vanların güvenliğini baltalıyan haydutlarla yol kesen eşkıyanın


tehditleri altında bulunurken, şimdi oralarda, uzak, yakın kavim­
lerin elçileri korkusuz dolaşabiliyorlar, bezirganlar rahatsız edil­
meksizin alışveriş edebiliyorlardı. Eskiden bir kimsenin uzckça bir
yere gitmeyi göze alışı büyük bir cesaret ve kabadayılık sayılıyor­
du. Moğolların iki yüz yıllık hüküm sürmeleri zamanında Doğu ve
Batı birbirine yaklaşmıştır. Bu ko('a imparatorluğun en ağır ödev­
lerinden biri, bitmez tükenmez uzaklıkları kısaltınaktı ve bu mese­
leyi parlak bir şekilde çözmüştü. Bu sonsuz uzaklıklara giden yol­
lar yer - yer konak larla �eneltilmişti ve yolcularla sa l:th iyet sahip­
leri buralarda her zaman d inç atlar bulabiliyorlardı.

Moğol imparatorluğunun her tarafa açık sınırlarından geçen


birçok işlek yol ağlarındaki arasız gidi!j - geliş sayesindedir ki, Batı
dünyası Moğol - t;ağ ı denilen . XIII - XIV. yüzyılda bütün İç - Asya
ile hatta Ç in'le taıı ışabi lmi�tir.

Moğol devletinin kudretli gü nleri sona ererek bu imparatorluk


parçalara ayrıldığı ve yerini eski dağınık, birbirinden şüphelenen,
birbiriyle durmadan boğuşan aleme bıraktığı zaman Doğu sınırları
hemen kapanmış ve bir vak i tler Batı dünyasının meraklı gözü önün­
de c:ekinmeden gözüken o uza k doğu kavimleri ve memleketleri üze­
rine yeniden bir sis perdesi çükmüıjtür. XV. yüzyıldan itibaren İç -
Asya yine sokulunmaz bir yerdir ve ancak birkaç Batı'lı seyyah
oranın güney ucundan küçük bir köşesi:ıe - o da sade Semerkant'a
kadar - göz atabiimişlerdir. Bu Batı 'lı seyyahlar Timur Lenk'i,
Asya 'nın bu yeni, kana susamış istilacısını kendi aslan ininde zi­
yaret etmek ödevi ni yüklenmiş kimselerdi.

Ruy Gonzales de Clavijo adlı İ spanyol asılzadesi bunlardan bi­


ridir. Bu zat Kastilya kıralı 111. Enrique tarafından elçi olarak
Türk padişahının , Niğbolu galibi Bayezit'in yanına gönderilmişti.
Timur, Ankara meydan muharebesinde ( 1402) Bayezit'i yenerek
esir edince elçi de faaliyet merkezini Timur'un başkentine naklet­
mişti. Korkunç Timur Lenk'in memleketi, şehirleri, Semerkant'ın
yapıları, tantanalı, pal"lak ziyafetleri hakkında Clavijo'nun kitabın­
dan bilgi ediniyoruz. Timur'un başkentine gidenlerden biri de Niğ­
bolu meydan muharebesinde esir düşmüş ( 1396) alelade bir Bav­
yera' eridir. Johannes Schiltberger adlı bu adam orada gördüklerini
BJLINMiYEN İ Ç - A S \' A 145

bir araya toplıyarak bir kitap yazmıştır ki, bu eser bugün de en


merakla okunan kitaplardandır.

Moğol çağında ilk Dominicus ve Franciscus rahiplerinin açtık­


ları çığırdan hıristiyan din yayıcıları alay alay Asya topraklarına
yollanmışlar, bunların birçoğu kara yolundan, İç - Asya'dan geçen
yoldan Çin'e kadar varmışlardı. Pekin'de ve Çin'in öteki büyük şe­
hirlerinde piskoposlukl<"ır meydana gelmiş, hıristiyanlığa girenlerin
sayısı epeyce çoğalmağa başlamıştı. Batı dünyası Khatay memle­
ketini ilk önce, Çin'e giden bu misyonerlerin seyahat raporlarından,
aynı zamanda, Marco Polo'nun· tanınmış kitabından öğrenmiştir.

Doğuya giden yollar çoktan kapanmış, İç - Asya'da ve Çin'deki


hıristiyan misyonerler ortadan kaybolmuşlardı; oradaki hıristiyan­
lar başsız kalmıştı, fakat Khatay'ın hatırası hala unutulmamıştı.
Yalnız şurası şaşılacak bir şeydi ki, bu gittikçe esrarlı bir şekil
almakta olan Khatay'ın esas itibariyle Kuzey - Çin demek olduğu­
nu artık kimse bilmiyordu .
Halbuki Asya'nın pagan kavimlerinin hak yoluna getirilmesi,
kil:senin yine en baş düşünceleri arasındadır.
Dominicus ve Franciscus rahiplerinin şerefle başladıkları ve
çok umut verici görünen bu işi, yeniden kurulmuş bir cemaatin
üyele,ri. cizvitler Üzerlerine almışlardı. Loyola'lı Aziz Ignatius ile
Xaver'li Aziz Franciscus keşişleri Hindistan'da, Goa şehrinde umu­
mi merkezlerini kurmuşlar, Hindistan kavimlerine incili öğretme
işine oradan başlamışlard ı. H ıristiyanlık meşalesini Japonya'ya ve
Çin'e götürme ödevini Üzerlerine almış olan cizvit heyetleri de yi­
ne Goa'dan çıkmışlardı. Cizvitlerin başlıca ilgilendikleri yer Çin'di,
ç ünkü bunun burada h ıristiyanlığın ilk kanadlanışı olmadığını ve
seleflerinin, Moğol - Çin imparatoru Kubilay zamanında ne güzel
başarılar elde etmiş olduklarını pek iyi biliyorlardı. İlk gönderilen
cizvit misyonerleri Hindistan'da, Çin'in şimdiye kadar duyulmamış
bir adını işittiler. Bu ad Çin olarak söyleniyordu ve Portek izce ko ­
nuşan misyonerlerin raporlarında China şekline - girerek Batı'da
böyle yayılmıştı.
Fakat Çin ile Khatay'ın· aynı memleket demek olduğunu akıl­
larından bile geçirmiyorlardı ve eski kitaplar, unutulmuş seyahat­
nameler deposundan Khatay adını yenidP.n bulduktan sonra, o ülke-
1 46 B I I. I N M f \' E N İ Ç -. A S 'r' A

de de hıristiyanlığı yaymayı denemeğe karar verdikleri zaman,


henüz hiç bilmedikleri bir Asya ülkesine varacaklarını sanmışlardı.
Uzun müddet oraya giden yolu araştırmakla uğraştılar ve o mem­
leketin, Marco Polo'nun kitabında Kanbalık diye gösterdiği baş­
kenti acaba neresidir, diye hayli kafa yordular.
Khatay'a yollanacak heyetin başına Benedictus de Goes adlı
cizvit papazını getirmişlerdi. Bu zat Doğu'nun acemisi değildi. Hin­
distan'da büyük Moğol hanı Ekber'in sarayında yıllarca kalmıştı.
Kuzey - Hindistan'da, fç - Asya 'dan gelen, Türkçe konuşur tacirle­
rin ağızlarından Khatay adını çok işittiklerinden (oralı Türkler
Çin'e tam olarak, Khitay derler) , kaybolan memlekeU bu taraf­
larda, kuzeyde aramağa karar verdiler.

Benedictus de Goes 1603-te, yanında iki keşiş olduğu halde ger­


çekten Khatay'ı aramak ve hıristiyan dinini orada yaymak için yo­
la çıktı. Önce Lahor'a yolu düştü ve oradan, o sırada keza Büyük
Moğollar imparatorluğuna dahil bulunan Kabil şehrine kolayca va­
racağını sandı. Arkadaşlariyle beraber Lahor'da - hem de eli boş
olarak değil; tüccar malı yüklü develerle - bir kervana katıldı. Af­
gan kabileleri Büyük Moğol imparatorluğuna bir türlü boyun eğ­
mek istemediklerinden rahat durmuyorlar, arasız isyanlar çıkarı­
yorlar ve asıl kötüsü, kervan yollarını keserek durmadan baç alıyor­
lardı. Goes'in kervanı da bu akıbetten kurtulaı:rıadı, yolda birkaç ke­
re hücuma uğradı ve anca� adamakıllı hafifledikten sonra arkadaş­
l�riyle birlikte Kabil'e varabildi.

Geçirdikleri maceradan akılları başlarına gelen cizvitler ken­


dilerine, daha güvenilebilecek bir kervan aradılar. Neden sonra bul­
dular da : Khotan kıraliçesinin anasını memleketine götüren bir
kervana katıldılar. İçleri rahat etmişti. Böyle ihtiyatlı davranma­
ları hiç de lüzumsuz değildi, zira takibedecekleri bu yol daha az
tehlikeli dolaylardan geçmiyordu. Hususiyle yolun Bedahpn'dan
Pamir'e kadar olan parçası çok tehlikeli olarak tanınmıştı, tacirler,
kervanlar buralardan adeta titrerlerdi. Cizvitler tamamiyle ıssız o­
lan Pamir'e kadar yine bir arızaya raslamadan vardılar. Kervanın
yolu buradan Sarıkol'a uğruyordu, içinde bulundukları 1604 yılı­
nın Jtasım ayında Yarkent şehrine de ulaştılar. Cizvitler Yarkent'te
bütün bir yıl geçirdiler ve ancak önlerindeki yola adamakıllı hazır­
landıktan sonra ayrı bir kervan düzdüler, her ihtimali düşünerek,
n l ı. 1 N M 1Y EN lÇ - A S YA 147

işe yarar mallar yüklediler, ondan sonra da Kaşgar, Aksu, Kuça


yoliyle Karaşar'a yollandılar.

Goes burada birinci defa olarak bir sürprizle karşılaştı. Do­


ğ udan gelen bir kervana raslamışlardı ki, kendi anlattıklarına gö­
re bu kervan, onların o kadar aradıkları Kanbalık'tan gelmekteydi.
Konuşmayı daha ileri götürdükleri zaman yine birçok şaşılacak şey
meydana çıktı. Kervanın reisi, Goes' le arkadaşlarının hıristiyan pa­
pazlar olduklarını öğrenince, Kanbalık'ta da bir papaz arkadaşları­
nın bulunduğunu, adının Matteo Ricci olduğunu sevinçle haber ver­
di. O anda Goes'in kafasında bir �imşek çaktı, zira Matteo Ricci'nin
Pekin'de yaşamakta olduğunu pekala biliyordu. Demek ki, bu Kan­
balık Pekin'den başka bir yer değildi ve Khatay ile, cizvit arka­
daşlarının güneydeki rahat deniz yolundan varıp geldikleri Çin
aynı şeydi. Şu halde Çin'e kara yolundan da gidilebiliyordu!

Cizvitler bu beklemedikleri buluşa bir hayli sevindiler, fakat


yine yollarına devam ettiler. Alışılmış kervan yolundan giderek ya­
vaş yavaş Turfan'a, sonra Hami'ye ve 1 605 sonunda Çin'in en ba­
tıdaki büyük şehri olan Su - cov'a vardılar.

Bunca yoksulluklara katlanmış olan zavallı Benedictus de


Goes'e bu keşif yolunu zaferle sona erdirmek ve Pekin'i görmek
nasip değilmiş. Çünkü o kadar araştırmadan sonra nihayet kavuşa­
bildikleri Arz-ı mevut'un, Khatay'ın kapısında, Su - cov şehrinde,
1607 - de öldü . .

Kahraman cizvitten örnek alarak başkaları d a b u işi denediler.


Şöyle ki, o sıralarda cizvitlerin Çin'e gittikleri deniz yolu ile ilgili
olarak cemaatle Portekiz kıralı arasında meseleler çıkmıştı. Porte­
kiz kıralı bütün misyonerlerin din yayıcı yollarına giderken onun
Çin'deki sömürge arazisinden, Makao'dan geçmelerini istiyordu.
Misyonerler buna pek yanaşmak istemediklerinden Goes'in keşfini
hatırlıyarak, Çin'den Hindistan'a giden kara yolunu araştırmağa
başladılar. Grueber ile d'Orville adlı iki .cizvit de 1661 - de Pekin'­
den Avrupa'ya bu kara yolundan ulaşmak istediler. Pekin'den Ku­
ku nor arazisine gittiler, ertesi yıl Lhasa'ya vcrdılar, daha sonra
da Napal'dan geçerek Ganj vadisine ulaştılar. Uzun zaman, benze·
rine •raslanmamış olan bu yolculuk da coğrafya keşiflerinden sa­
yıldı ve ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında idi ki, on-
148 D İ L İ N M I Y E ll, İÇ-AS\\

lar gibi cesur bir seyyah aynı yoldan gitmeyi denedi. O iki Batı'lı
cizvit gerçekten insan takatinin üstünde zahmetlere katlanarak bu
yolları yapmışlar ve içlerinden biri, d'Orville, Hindistan'd,a ki Agra'­
ya varır varmaz, çektiği güçlük ve sıkıntılar yüzünden ölmüştü.

Fakat bu cesur misyonerlerden biri yıkılınca yerine başkası,


başkaları geçiyor ve sağlam bir yürekle büyük işe. hıristiyan dinini,
bilinmedik uzak memleketlere yayma işine devam ediyorlardı.

Biz bunların her birinin kahramanca teşcbbü�lerinin etraflı hi­


kayesine girişmiyeceğ imiz için, geniş bir sıçrayışla hemen XIX. yüz­
yıla atlıyor ve bu devrin en meraklı, kendinden en ı.;ok bahsedil­
miş ve yine misyonerler tarafından başarılmış olan bir keşif yo­
luna katılıyoruz.

Hikayemizin kahramanları Jozef Gabet ve Evariste Huc adlı


iki lazarcı din yayıcı papazdır. Bunlar S ivandze'deki vazifelerinin
başındalarken mensup oldukları cemaat başkanlarında n, şimdiye
kadar yanlarına varılamaz sayılan Moğollar arasında da hıristiyan­
lığı yaymayı bir kere denemek için emir a ldılar. Bu seyahatte tu­
tulacak yol ve varılacak yer amirlerince tayin edilmiş olmaksızın
Huc ile Gabet bu uzun yola düzü ldüler. Esas niyetleri Dış - Moğol­
ya'yı ve onun başkenti olan Urga'yı ziyaret etmekti, fakat çok geç­
meden orada hüküm süren karışıkhklar ve gittikçe artan Rus nü­
fuzu yüzünden din yayımı işlerinin sade istenilen sonucu verme­
mekle kalmayıp bu işe başlamanın bile yenilmez güçlüklere çarpa­
cağını haber aldılar. O vakit akıllarına batıya doğru, orada oturan
Tatarlar ve Tibet'liler içine yollarına devam edip misyonerlik işini
orada denemek geldi. Önceden tasarlanmış olan bu seyahat son de­
rece meraklı bir netice verdi. Bu iki lazarcı misyoner ta Lhasa'ya,
lamaizmin yanaşılmaz kalesine vardılar. Ne harikulade bir iş yap ­
tıklarının birdenbire kendileri de adeta farkında değillerdi. Yaban­
cılara karşı kendi içine kapalı bir kavmin başkentine, ondan sonra
daha onyıl larca bir tek Avrupa' lının ayak basamadığı bir yere. Ti­
bet'in kalbine sokulmuşlardı.

İki lazarcı arkadaştan biri. Evariste Huc, bu ortak yolculuğu


eşsiz bir kalem kudretiyle yazdığı son derece meraklı k itabında an­
latmıstır. Bu eser pek büvük başarı kaza ndı ve halk ın henüz uzak
ü lkelere yapı lan maceralı seya hut yazılnrıııa karşı o kadar ilgi gös-
DILISM I YEN iÇ-ASYA 149

termediği bir devirde bile pek çok defa basıldı. Fakat asıl şaşılacak
şey, kitaba karşı gösterilen sevginin hala azalmamış oluşudur ve bu
renkli, baştan başa taze seyahatnameyi sırf kendi zevkleri için se­
ve seve okuyanlar pek çoktur. Bu cesur, fakat aynı zamanda başa­
rılı yolculuğu hikaye eden kitap etrafında, uzun zaman eşi görül­
medik bir karışıklık çıkmıştı. Yazarının doğru sözlülüğünden, ilmi
csaslılığından şüphe edenler olmuştu. Ama beri tarafta coşkun ta­
raftarları da vardı ki. bunlar da öbürlerinin hücumları nispetinde bü­
tü n varlıklariyle kitabı müdafaa ediyorlardı. Hayli kızışan ve çığ­
rındar çıkan bu münakaşa kaoanalı çok olmamıştır. Böylece bu se­
yahat hakkında bilgi edinirken yalnız İç - Asya'nın en doğu ve en
güney kısımlarının keşfiyle önümüze kendiliğinden. meraklı bir
mozaik tablo acıJmakJa kal maz. aynı zamanda Batı ilim dünyası ­
nın bununla ilgili tenki dciliğiyle de karşılaşırız ki. bu tetkik ve
kontrol her hangi bir keşiftl':ı haber almakla yetinmiyerek onu ten­
kidin sert, hatta hazan pek fazla sert görüşlerine göre parçalarına
da ayırır.

Doğu - Moğolya'daki lazarcı misvonlar faaliyetleri ni öteden be­


ri Moğol topraklarında. fakat Çin'liler arasında yapıyorlardı. Hı­
ristivan dinini ancak Moğol bozkırlarına yerleşmiş Çin köyleri hal­
kından kabul edenler vardı, fakat bunlar i"çinde halis Moğol, örnek
olarak olsa olsa bir - iki tane gösterilebilirdi. En içerilere sokulabi­
len misvon. Cince adı Hei-sui. yani " Kara sularn yanında çalı:ımak­
taydı. Huc ile Gabet şimdilik başka bir hıristiyan Çin'li köyüne.
Bie - lic - kov·a , 1 884 ai!ustosu basında . hm·ad;ın �itti ler. Bı ı vcrlerin
her ikisi de Büyük duvar'ın dısında kalan ve kısır topraklarından.
veni yerleşmiş Çin'li göcrnenlerin ancak büyük zahmetler pahasına
bir �ey elde edebildikleri 1ssı:r. bölııedevdi. Yılın büyük bir kısmında
kırlar yakıcı bir kuraklık icinde kavrulur, yağmur mevsimi gelince
de her tarafı hakiki bir tufan kaplar, ekinleri . mahsulü. insan ve
hayvanları sürükler götürürdü . Sanki bu Moğol - Çin'li bölgesinde
tabiat da başka yerlerden daha insafsızdı. Başka seyyahlardan ve
Doğu kaynaklarından öğreniyoruz ki. burada, başka yerlerde gnrül­
ınedik ölçüdeki dolu yağışı da sıktır. Tanrının bu afetinden Huc de
bahseder ve renkli bir kalemle, fakat ho�a giden bir abartma ile
her, biri en aşağı on iki font ağırlığında gelecek kadar buz parça­
larının düştüğünü göziyle gördüğünü, bunların altında koca sürü-
150 B ILINMlYEN fÇ-A SYA

lerin yok olduğunu yazar. Başka bir defa da, oturduğu evin yakı­
nına, gürültülü göklerden, değirmen taşı büyüklüğünde bir buz düş­
müştür ve fırtına geçtikten sonra kazma kürekle parçalamışlar ve
hadise yazın en sıcak günlerinde olduğu halde, buz tamamiyle eri­
yinceye kadar üç gün geçmiştir.

Bie-lie-kov'da Moğol otlaklarından gelecek olan genç lama -


uşaklarının, Samdaciyemba'nın develerle gelmesini sabırsızlıkla
bekliyorlardı ; arkasından beyhude yere adamlar yolladılar, ne la­
madan ne de develerden bir haber çıkmadı. Artık bütün umutlarını
kesmişler ve asıl niyetlerini değiştirerek, deve kervanı yerine Çin'li
arabasiyle önce Dolon nor'a, " Yedi - göl n şehrine gitmeyi ve icabe­
den malumatı aldıktan sonra yollarına devam için orada hazırlıkta
bulunmayı düşünüyorlardı. Hareket gününü kararlaştırmış olduk­
ları bir sıradaydı ki, Samdaciyemba, kayboldukları sanılan deve­
lerle ve sevinçli bir yüzle ansızın çıkageldi. O zaman anlaşıldı ki,
simdi artık dumanı üstünde bir hıristiyan olan bu lama eskisi, ta­
sarlanan yol için seçtikleri bu kılavuz ve uşak, kendini, savsaklığı
yüzünden bu kadar bekletmemiş, fakat • Otlar ülkesinde• uzun sü­
ren bir hastalık geçirdiği gibi, kaybolan bir deveyi buluncaya ka­
dar da günlerce dolaşmıştı. Hatta kendisine teslim edilen katırlar­
dan birini çaldırdığından, ilgili makamlara baş vurmak da lazım
gelmişti. Neyse ar.tık onun kusuruna bakılacak zaman de2'ild i : te-
18.sla yol hazırlığına başladılar, bu işte, hıristiyan Çin'li köylüler,
büyüğü küçüğü ellerinden geldiği kadar kendilerine yardım ediyor­
lardı. Çok geçmeden azametli kervan yola çıktı. En önde o kadar
zahmetle bulduğu katırın sırtında, pek ciddi bir çehreyle Samda­
ciyemba gidiyor, arkasında vekarlı adımlarla, yük taşıyan iki deve
ilerliyor ve nihayet deve sırtında Gabet ile beyaz atlı Huc arka
arkaya yol alıyorlardı. 35 li kadar bir yol ancak gitmişlerdi ki, şim­
diye kadar alışmış oldukları Çin tarlaları bölgesinden ayrılmışlar
ve • Otlar ülkesinde " ilerlemeğe başlamışlardı. Fakat ilk dinlenme
yine bildikler arasında, Yan-bc-ı!' adlı hıristiyan bir Çin'linin ha­
nında geçmişti. Huc ile Gabet burada çok cesur bir işe kalkıştılar.
Şimdiye kadar hep, Çin'de yaşıyan öteki misyonerler gibi bir kılık
ve kıyafetle dolaşıyorlardı, yani Çin urbası giyiyorlar, uzatılmış ör­
gü saç taşıyorlardı ; hasılı yerli Çin'lilerden, tacirlerden fark edil­
miyecek bir kılıkta geziyorlardı. Halbuki bu seferlerinde Çin adet-
BILINMIYFN İ Ç - A S YA 151

lerini, Çin kıyafetini bırakmağa niyetlenmişlerdi. Çünkü Moğollarla


öteki göçebelerin, kendilerini her zaman aldatan, gözlerini boyıyan
Çin'lilere karşı ne kadar güvensiz olduklarını çoktan fark etmiş­
lerdi. Bundan maada Moğollar içine gitmeğe hazırlanıyorlardı ve
orada başı bozuk kıyafetle dolaşan kimsenin, kendi deyimleriyle
• kara adamın ıı din �!erinde sözü olamazdı. Etraflarında kalabalık
eden Çin'lilerin saşkın
. bakışları önünde, örülü saçlarını kestiler,
.
başlarını kazıttılar ve Çin'li ur�alarını bir kenara kaldırarak Moğol
lamalarının sarı, kaftan biçimi, yandan beş yaldızlı düğme ile ilik­
lenen o tanınmış urbalarını giydiler ; bellerine kırmızı bezden bü­
külmüs kuşağı doladılar, urbanın üstüne erguvan renv.i11deki vaka
ile süslenmiş kırmızı yeleği ve başlarına da kırmızı düğmeli lama
külahını geçirdiler.

Yan-ba-ır'ın mis:ıfirbımesinden cıktıkları zaman ilkin becerik­


siz adımlarla sai?'a sola sallandılar. �idecekleri yolu iıe kendileri ne
de kılavuzları bilemediler. halbuki Samdacivemba. şimdi gidecek­
leri Gan-su evaletindendi, fakat bu voldan o da hic �ecmemişti. Boz­
kırlar ülkesinde ise sose yolları bulunmadıi!ı ıtibi, çok zaman, şöy­
le aşınmış köy yolu bile yoktur. Bu belirsizlik i<.;inde tek akıl hoca­
ları beraberlerinde .P.etirdikleri �usla ve bir de harita idi. Yine de
kendi beceriklilikleri sayesinde ve talihlerinin yardımiyle bir arı­
zasız Dolon nor'a, Yedi - göl şehrine vardılar.

Bu kalabalık ı;-öl boyu kasabasının ceribügrü sokaklarında bi,.


rniiddet dolastıktan sonra güçbela kendilerine elverişli bir han bu­
labildiler. Sehir. dışından tamamivle Çin'lidir ve buraya Çin'in her
tarafından, cabuk zen.e:in olmak istiven serl!Üzeştciler akın ederlerdi .
Uzak dolavlarda yaşıyan göçebe Moğollar burada buluşurlar, fakir
göçebe çiftliklerinin . mahsulünden satacakları kadarını ve hayvan­
larını, hele oralarda ün almış atlarını satmağa, buraya getirirler.
kendilerine memleketlerinde, otlar ülkesinde lazım olacak şeyleri
burada, Dolon nor'da tedarik edip götürürlerdi. Hasılı kasabada ya­
bancı kalabalığı pek fazla idi ve Huc ile Gabet, tasarladıkları yol­
culukla ilgili malumatı en güvenilir kaynaklardan edinmek için
bundan iyi yeri arasalar bulamazlardı. Böyle bir soruşturma öyle
bir - iki saat içinde, baştan savma yapılamazdı; buna günler lazım­
dı. Bu arada kasabayı gezip dolaşmağa da bol vakit bulmuşlardı.
152 8(L fNMfYEN 1 Ç - A S Y .\

Dolon nor'a bu gelişleri i lk olmadığından burası hakkında edindik­


leri bilgi daha esaslı olmalıdır.

Bu şehir esas itibariyle birbirinden oldukça uzak iki kısımdan


teşekkül etmiştir : birisi, Çin'lilerin ticaret şehirleri olup asıl Dolon
ııor burasıdır; öbürü lamaların şehridir ve Çin' liler buna bakarak
her iki şehir kısmını bir aı-ı�da La:na m i ·Jo a d i y le anarlar. Y ·.ılnız
bizim babacan papazlar, yanlarında götürdükleri Andriveau Gou­
j on'un haritasında ne Lamamiao ne de Dolon nor adlarına raslıya­
m ıyorlar, onun yerinde Co-Naiman-Some ad lı bir yer buluyorlardı,
fakat bunu da, kendi deyişlerine göre. oralılardan k i mse bilmiyor­
du. 1 929 - da Lamamiao'daki manastırlardan biri nde fü: a y kadar
eğleşmi� ve Huc'ün bu Moğol ve Ç i n ' l i ııehi r h a k k ı m la �ıazdıklarının
ne kadar sanatkarane ve hakikata uygun olduğunu gö rere k şaşmış­
tım. Fakat onların seyahatlerinden beri geçen hayli zaman içinde
Dolon nor'da hayatın hemen hiç deği�memiş o l ması belki duha <:o k
şaşılacak bir şeydir. Zaten Andriveau Gouj on'un haritasınn;:ı r,ö:-te­
rilenlerin. Huc'ün sandığı gibi , hiç de yan lış o l m a d ı ğ ı n ı ve Co naim
sum adiyle bugün de bilinen bir yer olduğunu, anca k adının Dolon
nor veya Lamamiao ·o lmayıp bu adın. şeh r i n kuzey - batısında bir­
kaç Zilik uzaklıkta bulunan şeh ir harabesi n in yeri ne konnıuıı o l a n
Moğ o l çadır ordas ına verild i ğ'ini o va k it ö ğT<.' n m iştim. Bu şehir ha­
rabesi bir vakitler çok şöhretli yerlerdendi, h a t t iı Marco Polo da k i­
tabında buradan bahseder ; Ku bilay'ın Çin'lilcr tarafından en z i yade
Şar.ft - du adiyle an ılan tanta nalı ya z l ı k sarayı buradayd ı .

Huc ile Gabct , Do l o n nor sehri nde birtakım geveze Çi n'l ilerin
nğzını araştırmakla ka l m ı va rak lamaların kend ileriyle de ya k ın ta­
n ışıklık kurmu�la rdı. Kend ileri süy lem iyorla rst\° da asıl niyetlerin­
den v�.zgeçerek yollarını Urga yer i ne batıya doğru değiştirmeğe,
lamalarla görüştükten sonra, burada karar vermiş olsal�r gere k t i r .
Lüzumlu gördükleri her şeyi öğrendi kten sonra toplandılar v� ufa­
cık kervanlariyle çölden, bozkırdnn ge<.:ec e k olan yolsuz yol3 a :: ı !­
d ılar. Şimdi artık lama elbisesi giyiyorlar ve tıpkı lamalar gibi ya­
samağa çalı�ıyorlardı . Kend isi de bu hayatı tatmış olan, fakat fazla
sert, hem de kendi temayüllerine ayk ırı bulduğundan bir türlü
katlanamadığı manastır hayatına yüz çevirmiş bulunan Sumdaci­
yemba'nın, papazları n bu gayretlerinde mükemmel bir yardımcı,
hatta üstat olduğu anla�ılmıştı. Lamalar, ispirtolu i ç k i kullanmazlar
RfLfNMIYEN f Ç - A S \' A

v e onlara tütün d e yasaktır. İşte ontar da, Çin'li ahbapların ikr'lm­


larına bakmıyarak, barut gibi sert Çin şarabına iltifat göstermiyor­
lardı ve pek alışmış oldukları, uzun saplı, bakır lüleli · Çin çubuğu­
nu ise yüklerinin en ulaşılmaz bir bucağına sokmuşlardı. Fakat Mo­
ğol mutfağının, Avrupa'lı midesine pek gitmiyen marifetlerine de
çaresiz katlanmağa başladılar. Sonra Çin'lilerin acı çayları yerine
milli Moğol içkisine de kendilerini alıştırdılar : tuğla çay�an bir
parça kırarak kaynar suyun içine atıyorlar ve suyun rengi kızarın­
caya kadar fokur fokur kaynatıyorlardı; o vakit haranının içine bir ·
avuç tuz atıyorlar, çay yeniden kaynamağa başlıyor, nihayet rengi
iyice kararınca üzerine süt katıyorlardı, ala içki böylece hazır
oluyordu.

Lama kervanı, çizilen seyahat programına göre, büyük bir en­


gele uğramaksızın, rahvan bir yürüyüşle yol alıyordu. Tek düşün­
celeri günlük yollarını aldıktan sonra konaklamak için elverişli su­
ya ve ota yakın bir yeri nerede bulacakları idi. Ama talihleri hep
iyi gidiyor, gündüzleri durum ne kadar umutsuz görünürse görün­
sün gün batarken selamete kavuşuyorlardı. Tabii fırtınaya tutul­
mak, şiddetli yağmurdan sırılsıklam ıslanmak gibi ufak tefek arıza­
lara onlar da uğradılar. Fakat kayıcı ve yapışkan balçık üzerine
çadırlarını kurarak içine büzülüp şimdi bozkırların biricik yakaca­
ğını, argal dedikleri sı,fpr tersini nasıl bula�klarını düşünürlerken
de civardaki çadırlarım.an zavallı yolcuların halini gören iyilikse­
ver göçebe Moğollar imdatlarına yetişmişlerdi .
Her neyse. asıl mesele, alınacak olan fersahların sayısının gün­
den güne azalmakta oluşu idi ; günün birinde kendileri n: Huanğ ­
ho'nun kuzey dirseğinde buluvermişlerdi. Şurada onları Dolon
nor'la da tepişebilecek koc::ıman bir göçebe - Çin'li şehir, nispi rahat­
lıklariyle bekliyordu. Gerçekten bir arızasız Kuku khoto'ya , • Mavi­
şeh ir .. e ulastılar. Burası da Çin ile göcebe alemi arasındaki sı­
nırda öyle bir tacir şehri, biraz da askeri bir yerdi ve yabancı pek
çoktu ; misyonerler burada, yolun daha ilerisi ic:in faydalı bilgiler
edinmeyi ummakta gerçekten haklı imişler.
Kuku khoto da iki kısımdan teşekkül eder. Şehrin daha yeni
lhsmına Çin'liler Gui-hua-çınğ derler, o havalinin askeri emniyetini
gözeten Mancu garni.zonunun 'merkezi burasıdır. Huc, bu fetihçi gö­
çebe kuzey ulusunun ancak iki yüz yıllık bir hüküm sürmeden son-
ıs. l f L f N M IYEN f Ç - A SYA

ra istilaya uğrıyan Çin'liler arasında nasıl yok olduğunu derin de­


rin düşünür : Kuku khoto, Mavi - şehir, Mancularla dolu idi, fakat
ne yana dönse, sade Çince konuşulduğunu duyuyordu ; Mancu di­
lini artık kimse konuşmuyor, hatta kimse anlamıyordu. Dilini, adet­
lerini kaybetmiş olan Mancu halk, eski zamanlardan .sade fetihçilik
gururunu muhafaza eylemişti.

Lazarcı papazlar Çin'deki misafirhaneler hakkında şimdiye ka­


darki yolculuklarında da epey tecr übe edinmişlerdi, fakat Mavi -
şehir'de daha bir hayli görecekleri varmış. Uzaktan gelen yabancı
bir yolcu için ilk rasladığı hana inemeyişi bile hoş bir şey değildir.
Zira Kuku khoto'daki hancılar misafirlerini mesleklerine göre ayır­
maktadırlar. At tacirlerinin hanları ayrıdır, öteki hancı yalnız za­
hire tacirlerine yer verir, o sınıftan olmıyanı hanın avlusuna bile
sokmaz, herkesin kendine göre bir han araması lazımdır. Huc ile
Gabet dar sokakların diz boyu çamuru içinde saatlerden beri bey­
hude dolaşmışlardı, gece olunca, başlarının çaresine bakmak daha
güçleşmişti. Nihayet güçbela kendilerine göre olması lazım gelen
ııgeçici yolcular • a mahsus hana varmışlardı ki, orada da ellerine
bir şey geçmedi, çünkü i nsafsız hancılar, bu sınıf için müsaade edilmi­
yen develeri görür görmez suratlarını asarak, kapıyı yüzlerine çarp­
mışlardı. Sonunda bir Moğol koyun taciri, onların haline acıyarak
avlusuna almıştı.

Bizim misyonerler de yolda kendilerine lazım olacak şeyleri


Mavi - şehir"de tedarik ettikleri gibi, kışın soğuğunu düşünerek sı­
cak elbiseler de satın aldılar ve aynı zamanda Çin'li tacirlerin mad­
rabazlıkları hakkındaki bildiklerini, istemiyerek artırmiş oldular.
Buna zaten bol bol fırsat çıkıyordu, çünkü tacirler bu iki y:abancıya
Moğol lamaları göziyle bakıyorlar ve saf göçebelere karşı yaptıkları
insafsız muameleyi onlara karşı da yapmakta kusur etmiyorlardı.
Hele para bozdurınağa mecbur kalan göçebeleri aldatmakta büyük
ustalık gösteriyorlard ı. Kendilerine satılmak istenen gümüşü hileli
tartıyorlar ve tutarı olan parayı hesaplarken her defasında yanlışlık
yapıyorlardı. Tabii bu yanlışlığın hiçbir vakit kendi zararlarına ol­
madığını söylemeğe lüzum yoktur. Fakat onlar orada iken Moğol­
lardan biri Çin'li bir sarrafı adamakıllı matetmişti. Bu Moğol bu
sefer sarrafa gerçekten sahte para, yani gümüş satar. Akşama iş
meydana çıkar ve satan adam belli olduğundan ı;abuk yakalanarak
B t l t N M İ Y l!: N IÇ-» SYA 155

kanuna teslim edilir. Cürüm ağırdır ve kaçamak tarafı yoktur, piya­


saya sahte para sürmenin cezası ise ölümdür. Fakat bizim Moğo]
korkmaz ve mahkemede sıra ona gelince, hakimin önünde gayet ma­
sum bir halle cebinden, üzerine sarrafın ne kadar gümüş aldığı ya­
zılı bulunan pusla)'ı çıkarır, sunar. Sonra da, sanki hiçbir şeyden
haberi yokmuş gibi, sakin bir sesle, önüne konan gümüşün sahiden
sahte olduğunu, fakat bunu kendisinin satmadığını söyler. İspat la­
zımsa tartılsın, der. Gümüş 52 ons ağırlığında idi, halbuki o, sar­
rafın verdiği puslada kendi el yazısiyle görüleceği gibi, 50 ons gü­
müş satmıştı. . .

Kuku khoto Çin şehri, Mancu mevki komutanlığından ancak


birkaç li uzaklıktadır. Huc ile Gabet bütün gün en çok orada vakit ge­
çiriyorlardı; zira Moğol ]ama manastırları Mavi - şehir'in bu kısm�­
qadır, yakın Moğol kabilelerinin gezmeğe hevesli göçebeleri burada
toplanırlar. Dinledikleri öğütlerden sonra, Huanğ-ho'yu dolaşmıya­
rak batıya doğru biraz daha gitmeğe ve sonra büyük nehri geçerek
Ordos Moğol arazisinden Tibet sınırlarında meşhur lama manastır­
Jarına ulaşmağa karar verdiler. Kasımın 1 3-ünde şehirden aynldı­
Jar, fakat daha pek uzak1aşmamışlardı ki, planlarını tasarlamanın,
onu gerçekleştirmekten kolay o]duğunu an]adılar. Huanğ-ho bu
beklcnmeciik zamanda da kabarmakta idi ve papazlar, içinde ancak
tektük yıkık evler, birkaç öksüz ağaç, bir - iki yanaşılmaz sazlık
bulunan deniz gibi bir suyun önlerine açıldığını görünce irkilip kal­
mışlardı. Ama umutsuzluğa düşmiyerek yollarında ilerlediler, neh­
rin geçilmeye elverişli bir yerinde, civarda peyda olan kayıkçılar
onları güçbela karşıya geçirdiler. Taşan su]arın kapladığı yerlerden
de kendi gayretleriyle geçerek Ordoı; Moğolları içine vardılar.

Ordos'tan öteye yolları tekrar Çin topraklarından geçiyordu.


Önce Alaşan'ın batı tarafındaki Ninğ-hia'ya uğradılar, Ninğ-hia'dan
öteye belli başlı başka bir Çin şehri olan Si-ninğ'a varıncaya kadar
epeyce bir yol almaları lazım geldi. İki lazarcı papazın seyahatleri­
nin en meraklı dönüm noktalarından biri zaten burada başlamak­
tadır. Şöyleki, şimdi artık ne olursa olsun Tibet'e gitmeyi ve onun
o kadar çok duydukları başkentini, Lhasa'yı ziyaret etmeyi kurarak
umumi karargahlarını Si-ninğ'den küçük bir Çin köyüne, Danğ-kov­
ır'a kaldırdılar. Çinceyi ikisi de iyi biliyordu, Moğol dilini de az çok
anlıyorlardı, fakat bundan sonraki yolda Tibet dilini de bil-
156 ıı i ı . t :... \l t Y E :'\ I Ç - A S' Y \

mck lüzumu kaçınılmaz bir surette kendini gösteriyordu. Bunun


üzerine oradan ayrılmazdan önce imkan n ispetinde Tibet dilinin sır­
larını anlamayı kafalarına koydular. Bu iş pek başarılamıyacak gi­
bi görünmüyordu, zira uzak ülkelere ün salmış olan ve içinde hiç
olmazsa dört bin la manın yaşadığı Kumbum şehri 'yakınlarında idi
ve içlerinde hocalığa elverişli papaz bulm:ı.k güç olmazdı. Gabet
kendisi kalkıp Kumbum'a gitti ve oradan en parlak neticeyle dön­
dü.
Tesadüf bu ya. Gabet'nin yanında getirdiği 18. ma , T ibetc;e hoca­
ları olacak zat, pek de yabancı biri olmayıp, sadık kılavuzları n ı n ,
Samdaciyemba'nın amcazadesiydi. Bu adam ı:ı;er<;i Tibet'li cetlerlc
övünemiyordu, Samdaciyemba gibi o da C iahur kab ilesindendi , fa­
kat Tibetçede hakiki üstat sayılıyordu . İşte sakallı Sandara , Tibetçe
öğretmeni bu idi. Papazlar, işsizlik ve avarelikten canı sıkıldığını
gördükleri Samdaciyemba'yı, varsın Kuku nor etrafında develeri
otlatsın diye evden uzaklaştırdılar ve kendileri Sandara'nın rehber­
liğiyle rahatça dil derslerine koyuldular. Tibetçe öğretmeni bu işten
çok iyi anl ıyo r , mükemmel çalışıyordu. Başlangıçta fena bir peda­
gog gibi de gözükmüyord u , lama urbalı iki papazı sabırla, nezaketle
öğretiyordu. Fakat zaman ge�;tikçe, üzerindeki yaldız dökülmeğe,
sert \'C ka ba olmağa başlamıştı. Birden sabri tükeniyor ve zor gra­
m<>r kaideleri ııi soru�turdukları zaman ta lebelerine kabaca c: ı lmşı­
yordu : " Na sil. � i z a l i mler o l u n da bir �l:'yi ::: ize ii�· ke re <ı n l a by ı rri . bu
olur �ey m i '? B e n bunu üc: kere b i r l<:> h r a söylesem, o da akl ında
tutar! •• Papazlar lıi�· ses <: ıkarmad a n bu hakaretleri yutuyorla r ve
sade ce Sandara'nm ı;üphe götürmez b i lgisinden imkan nispetinde
faydalanmağa c;alı�ıyorlardı.

�amafih Sand a r a . kabalıg i y !e Leraber t a lt>be l e r i ne ilgi göste­


riyordu ve onların mukaddes dilde yeter ri.erccede i lerlediklerini
g ö r d ü ğ ü zama n . Kul'"'.'!bunı'daki l.ıma arkad :ıdaşlariyle görüşerek,
i k i Ba t ı ' l ı lam& n ı D Tibct'e gid inceye k<4dar manastıl'cla cğleşmele­
ri n i mü na s i !J görr.ıüstü. Huc: ile G::.bet zor gizliyebildikleri bir se­
vinde bu teklifi ka bu l ettiler. Nasıl kabui etmçsinler ki. kendi le·
ri nden önce oraya h içbir Avrupa'lı ay ak basmamı�tı. Hele ordaki
bud ist iıleıninin en büyük n1anastırlarından biri olan bu manastırın
sırlarını, günlük hayatım cğrer. ınek hiç kimseye nasip olmamı�t ı.
Fazla cti.işü nmedeıı her seykri.ıü arnb;,ıya yi.iklettiler ve Danğ-
u f ı. I N M i Y E N İ Ç - A S YA 1 57

kov-ır'ı bırakarak Kumbum yolunu tuttular. Lamalar, arkadaşla­


rından dördünü onlara karşı yollamışlardı ; bunlar vakarlı bir çeh­
re ile, resmi bir ödevle geldiklerini gösteren kırmızı bir şalla �üs­
lenmiş ve başlarına sivri külahlarını geçirmiş oldukları halde·

gelenleri karşıladılar. Kasabaya vardıkları zaman saat dokuza ge­


liyordu. ıssız sokaklarda bir kilise sessizliği vardı, hiçbir tarafta
tek canlıya raslanmıyordu. İlk geceyi . Sandara'nın hücresinde ge­
çirdiler, ertesi gün kendilerine münasip bir ev aradılar. Huc ile
Gabet, Kumbum manastırında üç aydan fazla kaldılar, oraya ait
meraklı hatıraları bugün de okunmaya değer. Üç ay geçince bu al­
tınçağ sona ermişti. Dediğimiz gibi, her ikisi de lama elbisesi gi­
yiyorlardı, fakat Moğol lamaları bu elbiseyi kilise dışında, din ayin­
leri bittikten sonra halk arasına karıştıkları zaman da taşırlar. La­
kin bu sefer Kumbum'daki Tibet'li başrahibin gönderdiği adam­
lar gelerek, Huc ile Gabet'nin dikkatlerini manastırın nizamlarına
çektiler : herkes' üç ay müddetle kendi elbisesini taşıyabilir, fakat
bu müddetten sonra, orada kalmak istiyen kimse rahiplik nizamı­
na boyun eğmeğe ve Tibet lamalarına mahsus papaz elbis�sini giy­
meğe mecburdur. Şu halde ya Kumbum lamalarının al elbise­
sini giyecekler, kırmızı şalı bürünecekler ve kolsuz delmeyi sırt­
larına, sarı papaz külahını da başlarına geçireceklerdi ; bu suretle
istedikleri kadar kalabilirlerdi, yahut da manastır sınırlarını terk
etmeleri lazımdı. İki lazarcı bir dakika bile düşünmediler. Her ne
kadar Moğol lamalarının yarı dünyevi sayılan elbiselerini giydi­
lerse de kendilerinden, din emriyle, birbirine zıt pagan ayinlere
uymaları da istenince derhal manastırı terk ettiler ve gittikçe da­
ha iyi neticeler vadeden Tibet dili çalışmalarına da bu suretle son
vermiş oldular.

Fakat Kumbum lamalarının onlara karşı olan duyguları yine


de düşmanlığa çevrilmemiş, aksine olarak onlara, yakmdaki Ço­
bortan manastırına gitmelerini kendileri tavsiye etmişlerdi. Lama­
ların sözünü tuttular, ama orada da çok kalmıyarak yollarına de­
vam etmeğe karar verdiler tarada Samdaciyemba da, develerle çı­
kagelmişti) . Kuku nor'u dolaştılar ve uzun , yorucu bir yolculuk­
tan sonra asıl Tibet'e girdiler. Napçu köyünden geçerek nihayet,
birc;ok görgüler elde etmiş oldukları seyahatlerinin amacına , Lha­
sa'ya ulaştılar.
158 B l ı. I N M İ Y E N J Ç - A S YA

Başlangıç umut verici olmakla beraber Lhasa'da ve Tibet'te


de çok kalmadılar. Oranın Çin'li valisi bu münasebetsiz Batı'lılara
şüpheli g�zle bakıyordu ve çok geçmeden üstelenmez emrini verdi ;
mukaddes şehri terk eylemeleri lazımdı. Papazlar şimdiye kadar
tuttukları yol yerine doğuya yöneldiler ve Sı-çuan'dan, Çin'den ge­
çerek, hakiki ehemmiyet ve değerini ancak bilgin Fransız yurttaş­
larına tafsiliıtiyle anlattıkları vakit kavradıkl�rı, harikulade bir
seyahatin zengin intıbalariyle Kanton'a vardılar ( 1 846) .

Huc ve Gabet'nin Tibet yolculukları etrafındaki münakaşa­


larda en sert vaziyeti, tanınmış Rus seyyahı Prjevalski takınmıştır.
Prjevalski bu hususta o kadar ileri gitmiş ki, iki lazarcı mis­
yonerin ömürlerinde Tibet toprağına ayak basmış olduklarını bile
reddetti. Kuku nor dolaylarında yaptığı, ileride daha etraflı anla­
tacağımız seyahatinde Prjevalski, vaktiyle Huc ile Gabet'nin geç­
miş oldukları yoldan geçmişti. Olgun · bir coğrafyacı ve ekzotik bit­
kilerle canlıları mükemmel bilen bir adam sıfatiyle Rus seyyahı,
Huc'un kitabını okurken, yanlış veya noksan olduğuna kolaylıkla
inandığı birçok noktalara raslamıştı. Fakat başka birtakım husus­
lara da ayrı ayrı dokunuyordu. Kuku nor ve Tsaydam taraflarında
gezdiği sıralarda iki misyonerin adeta izleri üstünde araştırmalar
yapmış ve iddiasının doğruluğunu ispat edecek olan yok edici ne­
tiçeyi muzaffer bir tavırla ortaya atmıştı : adı geçen yerlerde, Huc'­
un dediğine göre onların da katılmış oldukları büyük kervanı iyi
hatırlıyorlardı, fakat o iki yabancıyı kimse bilmiyordu. 30-40 yıl­
dan beri manastırda yaşıyan Kumbum'lu ihtiyar lamalardan so­
ruşturmuş, liuc ile Gabet'yi onlar da hatırlıyamamışlardır.

Prjevalski ne kadar azılı aleyhtar olarak ortaya atıldıysa, ke­


za Doğu ·yu gezmiş olan Orleans prensi Henri'nin şahsında da iki
lazarcı papazın o nispette keskin bir müdafii meydana çıkmıştı.
Prjevalski·nin inansızlığmm hiçbir temele dayanmadığını ispat et­
mek onun için zor olmamıştı. Gerçekten Kuku nor taraflarında
Huc ile Gabet'nin adlarını bilen yoktu, fakat vaktiyle Tibet di­
liyle meşgul olan iki Batı'lı lamanın memleketlerine uğradıklarını
pekala hatırlıyorlardı. İngiliz ve Fransız seyyahları, Lhasa yolcu­
.
luğunun başşahidi olan ve bu münakaşalar sırasında ihtiyar bir acİam
olarak Ordos'ta, Boro balgasun adlı Moğol şehrinde yaşıyan Sam-
BtLINMIYEN f Ç - A S YA 159

daciyemba'yı bulup çıkardılar. Onun ifadesi de yine, Huc'ün kita­


bında yazılı olan beraber yapılmış yolculuğu doğruluyordu.

Ne Huc ne de Gabet coğrafyacı değillerdi, nebatlar ve hayvan­


lar aleminde hususi bilgi sahibi olmakla da övünemezlerdi; o ünlü
seyahatnameye ise bu alanlarda, kolaylıkla yanlışlar, dikkatsizlikler
karışmış olabilir. En yeni tenkidcisi olan Fransız profesörü Pelliot'­
nun tesbit etmiş olduğu gibi, Huc'ün kronoloj i ile de arası iyi değil­
di, günü gününe alınmış notlar olmadan, hatırayı yoklamakla yazı­
lan bu kitapta yazar, tabii, varış ve kalkış tarihlerini tam olarak ha­
tırlıyamadığı gibi, başka hususlarda da ufak tefek hatalara düşmüş,
halis kan bir yazar duygusiyle hazan olaylara istediği rengi vermiş,
başka yerde edindiği intıbaları, hem de kendininkilerden başka, ar­
kadaşı ve şefi Gabet'ninkileri de bu seferin yazılışına katmıştır. Fa­
kat bu iki lazarcının Tibet'e ve Lhasa'ya yaptıkları yolculuğun çı­
ğır açıcı önemi ve ilmi değeri asıl işte bu ayrıntıların çözülmesinden
sonra aydınlanmış ve münakaşa götürmez bir ş!'!kil almıştır.
I X.
BATI COGRAFYACILARININ YOLA ÇIKIŞLARI

PrJHalsld'nln Zalsanı'tan Tibet'• gidişi.- Lhasa önündeki muvaf­


fakıyetsi:ıdik. - PrJ e v a l s k i ' n in öteki İç - Asya seferleri. - Sven
Hedin'in İç- Asya'ya ketif seferleri. - Sven Hedin Tibet'te. -
Transhimalaya'nın keşfi.

Kazak yüzbaşısı Bay Mihayloviç Nikolay Prjevalski, Rus Coğ·


rafya Kurumu tarafından ve Harbiye nazırlığının emriyle İç - As­
ya'ya tasarladığı keşif seferini yapmak içi n · yeni çizilmiş olan Çin
sınırına, Zaisang'a gelmişti. Yanında 1 1 askeri, bir tercümanı ve
29.000 rublesi vardı. Kahraman yüzbaşı efendi böyle teşebbüslerin
acemisi olmadığı gibi, tercümanı ve askerlerinin bir kısmı da, böyle
uzak seferlere çıkan bir heyetin mensuplarına düşen ödevi pek iyi
biliyorlardı. Kervanı kurdular, yolda neye ihtiyaçları olacaksa, can­
lı hayvan, camba dedikleri kavrulmuş u n , dövülmüş darı, şeker, ku­
ru yemiş, konyak, rakı, hepsini tedarik ettiler. Sahra mutfak takım­
larını ilmi araştırmalara lüzumlu aletleri ve bunlardan hiç de geri
kalmıyacak ehemmiyetteki silah deposunu develere yüklediler.
Çünkü kafile bu yola kendini talih rüzgarına bırakıp eli boş olarak
değil, dikkatlice hazırlanmış ilmi bir programla ve etraflı bir as­
keri ihtimamla çıkmak istiyordu. Her türlü tehlikeyi tevekkülle
karşılıyan eski çöl seyyahlm:·ına uyulmıyacak, çığır açıcı bir keşif
yoluna çıkılacaktı. İşte bunun içindi ki, kafilenin yanında asker gi­
diyor, ilmi yardımcı üyeler. asistanlar hep ordu mensuplarından se­
çilmiş bulunuyordu. Kafile, belki yolda baş gösterecek olan gıda
ihtiyacını avcılıkla gidermek ve yabancı, vahşi dolayların soyguncu
kabileleri arasında icabında en tesirli vasıta olan silahla. da amaç­
larına yol açmak için bol silah ve cephane ile de donanmış bulunu ­
yordu. Seyahatin gayesi, Coğrafya Kurumunun ilgisinden anlaşıla­
cağı gibi, şiiphesiz ilmi idi, fakat kafileye k2t ılan askerlerin tayiniy­
le harbiye nazırlığının gösterdiği alaka ve müzaheret, bilinmiyen
dolayların ilmi b\>.kımdan keşfinin yalnız ilim adamlarını ilgilendi-
B i L i N M İ Y EN İ Ç - A S \' A 161

ren bir iş olmayıp, askeri ve siyasi çe·.rrelerin hiç de gizli olmıyan


ilgilerini tatmin etmeyi güttüğünü hissettiriyordu.
Yüklü develeri zincir · halinde sıralayıp birbirine bağladıktan
sonra kazaklar Üzerlerine atladılar ve kervan yola açıldı. En başta,
'
yanında teğmenlerden biriyle kılavuz olduğu halde kafilenin bil­
gin başkanı Prjevalski gidiyor, arka kısma öbür teğmen nezaret
ediyor, dilmaç, asistan ve öteki askerler onun yanında gidiyorlar,
mutfağın yedek ihtiyacı için götürdükleri koyun sürüsü de yanla­
rında otlıyarak yol alıyordu. 1 879 nisanın başında hareket eden ka­
filenin en yakın hedefi şimdilik Zaisang'tan, aradaki çölü geçerek
Barköl vahasına ulaşmaktı. Önct. Ulungur gölüne vardılar, sonra
Bulun-tokhoy kasabasına uğrıyarak yollarını Urungu nehri vadisi­
ne yönelttiler.
Eski çagların basit vasıtalariylc yolculuk eden, kendini daha
ziyade kör talihin keyfine bırakarak dolaşan keşifçilerinin geçtik­
leri yolları bilen bir kimse, yeni çağlardaki sefer heyetlerinin ta­
kibettikleri yola bakarak eski yolun yeni ile ikide bir birleştiğini,
yahut her yerde hep aynı yerden geçtiklerini görerek hayrete ve
heyecana kapılır. Zaisang'tan İç - Asya'daki kuzey yolu denilen yo­
la çıkan yol hiçbir vakit en i�lek ve hele. en rahat yollardan biri
değildi, öyleyken yine de eski tanıdıklarımızdan Plano Carpini, U­
lungur gölü civarında dolaşmıştı ; taoist filozof Çang-çun'un ise
Urungu dolaylarında gezdiğini görmüştük.
Altay ile Tien-şan a:ı;asında uzanan çölden, insanı da, hayvanı
da azaba sokan geçiı:;in tasviri esasen Çanğ -çun'da ne ise Prjevals­
ki'de de aynıdır, olsa olsa sahip olduğu geniş tabiat bilgisi Rus bil­
gininin gözüne, Çin papaziyle çömezlerinin kayıtsız kaldıkları şey­
leri de göstermiştir. Rus sefer heyeti Cungarya çölünü atlattıktan
sonra hiÇ tereddüde düşmeksizin Guçen'den Barköl'e giden büyük
kervan yoluna saptı.
Çok geçmeden bu, adeta resmi sıfatla seyahat eden, her türlü
tavsiye mektubunu yanında taşıyan ve silahlı kuvvetle de destek­
lenmiş olan kafilenin, yerlilerin dostluğuna ve yardımına hiç de
güvenemiyeceği anlaşıldı. D:ıha Barköl şehrinde iik zorluklar baş
göstermişti. Çin'li mandarin Rusları şehre bile sokmadı, ellerindeki
Çin pasaportlarını beyhude gösterdiler, ancak en lüzumlu şeyleri
satın alabilmelerine müsaade etti. Uzun ricalardan sonra, tasarla-
162 BİLINMİYEN i Ç - A S YA

dıkları en yakın konak yerine, Hami'ye kadar onları geçirmek için


yanlarına kılavuzlar da verdi . Kılavuz meselesi bütün İç - Asya se­
fer heyetlerinin e n baş düşüncesidir ; fakat bu zoraki naziklik Prje­
valski'yi o kadar sevindirmemişti, çünkü başlarına doladıkları
altı Çin askeri sahiden bir yardım olmaktan ziyade Üzerlerine bir
yüktü. Onların yanında fotoğraf çekemedikleri gibi, münasebetsiz­
likleriyle de kendilerini boyuna kızdırmakta idiler.

Daha Hami'ye varmadan, yarı yolda, oradaki Çin'li valinin


adamları karşılarına gelerek bir an önce şehre girmeleri için telaşla
onlara acele ettirdiler. Bu teşrifı�tçıların Hami'den gelişlerine se­
bep aşırı bir misafirseverlik değil, belki de bütün Çin mandarinle­
rinin bu münasebetsiz yabancılardan çekinmeleriydi ve onlardan
bir an önce kurtulmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hami
şehrinde sahte nezaketli gösteriler yapmak ve armağanlar alıp ver­
mekle beş gün geçirdiler. Heyet, her şey ateş pahasına olan bu Çin
kasabasında zar zor bir aylık erzak, heş binek atı için biraz yem al­
d ı ; mandarinin yazılı müsaadesi olmadan hiçbir tacir bu yabancı­
lara bir şey satmağa cesaret edemiyordu. Prjevalski kafilesi doğuya
giden büyük yolu bırakmıyarak An-si şehrine doğru ilerledi, sonra
anayoldan saparak Şa-cov'a yöneldi. Şimdi de canlarının istediği
gibi kendi başlarına gidemiyorlardı, görünüşte taşkın bir nezaket
gösteren mandarin onların istedikleri iki kılavuz yerine, başlarına
on altı asker dolamıştı. Bunların sayısını altıya indirinceye kadar
hayli sıkıntı çektiler.

Hami'den kırk kilometre kadar ayrılır ayrılmaz iskana elverişli


toprak bitmiş, korkunç Hami çölüne ayak basmışlardı. Bu ce­
h�nneme benzer yer hakkında Prjevalski'nin yazdıklarını okurken
elimizde olmıyarak dindar budist hacısı Hüan-dzanğ'ın tasvir ettiği
levha gözümüzün önünde canlanıyor. Ve gerçekten görüyoruz ki,
Çi n'li l>onz çektiği meşakkatleri anlatırken, sevap kazanmak gay­
rc�t iyle bile fazla mübalağaya düşmemiştir. Burada toprak sade ça­
kıl ve molozdur, bitkinin eseri bile olmadığı gibi, hatta dikkatle de
bakılsa ne bir sefil sürüngen, ne de bir böcek fark edilebili­
yordu. Kervanın rasladığı tek şey, ölmüş develerin, atların, ka­
tırların bembeyaz kazınmış kemikleridir. Gündüz hava, sanki kızg,ın
toprağın üstüne duman çökmüş gibi buğuludur ve pek seyrek olarak
serinletici bir rüzgar esecek olsa, yolcunun gözü, kulağı tuzla kum-
BI L INM hEN İÇ - A S YA 163

la dolar. Sağda, solda serabın cilveli oyunları görülür. İşte bir za­
manlar sahradaki uğursuz cinlerin oyunları sandıkları bu seraptı
ve Hüan-dzanğ'ın dehşetle açılan . gözleri önüne külihlı, atlı haydut
çeteleri çıkaran da yine bu idi.

Hami'den Şa-cov'a kadar yolun uzunluğu 346 kilometredir,


Prjevalski he)'eti bu mesafeyi, arada iki günlük bir mola ile, on
dört günde almıştı. Şacov'a, başka deyimle Dun-huanğ · vahasına
ulaşmak istiyorlardı, çünkü gözlerinin önüne, yaklaşılmaz Tibet'e
sokulmak, onun bin bir yasakla çevrilmiş başkentine, Lhasa'ya var­
mak gibi zor bir hedef dikmişlerdi. Şa-cov'da Çin makamları, ya­
bancı yolculan göze çarpacak bir soğuklukla karşılamışlar ve baş­
langıçtan itibaren onların orada bulunuşlarını iyi gözle görmemiş­
lerdi. Önlerine düşüp kendilerini Tibet'e götürecek bir adam da u­
mamazlardı. Hatta yakındaki dağlara çıkmazlarsa kendi menfaatleri
bakımından iyi ederlerdi, çünkü böyle bir ihtiyatsızlık yüzünden
Tangut haydutlarla başlarını belaya sokabilirlerdi. Fakat Prjevals­
ki'gil onlardan daha iki ay önce oraları gezmiş olan kont Szechenyi'­
ye yaptıkları gibi, asıl planlarını kolayca değiştirtemediler ve bun­
lar, en lüzumlu şeyleri satın alarak, zararsız bir hile ile Çin'lileri
aldattılar ; kendilerinden önce davranarak yollarına bir engel çıkar­
masınlar diye, memleketlerine dönüyormuş gibi yaparak civar dağ­
lara doğruldular. İç - Asya keşif seferleri sırasında o kadar ün- al­
mış olan Dun - huanğ'a, Bin Buddha mağaralarına bu yolCuluk ba­
hanesiyle varmış oldular. Bu tanınmış yer hakkında kitabımızın
· başka bir yerinde daha geniş bilgi verilecektir. Nan-şan!da yapılan
araştırmalardan sonra heyet çalışma sahasını Tsaydam arazisine
kaldırdı. Burada görülen işlerle seyahat programının ilk kısmı sona
ermişti. Zaisang'tan buraya kadar arkalarında bıraktıkları yolun
uzunluğu 2130 kilometreden az değildi. Hemen hiç oturulmıyan, ço- ·
ğu yerde çöl sahasından geçen yol boyunca daha ziyade bitkitere ve
hayvanlara ait keşiflerde bulundular, ayrıca birkaç yeni müşahe­
deyle de övünebiliyorlardı ; etnoğrafik neticeler pek elde edememiş
olmaları ise tabiidir.

O kadar hararetli bir heyecanla beklenen büyük ao da nihayet


gelmişti : Tibet'e girilecekti! Bu büyük yola beraberlerinde 35 deve
ve beş binek atı götürüyorlardı. Eylülün 24-ünde Tsaydam'lı Mo­
ğollara veda ederlerkeri onlar bu pervasız teşebbüse karşı deh,et-
164 BILINMİYEN i Ç - A S YA

lerini göstermekten kendilerini alamıyorlar ve bir türlü söz dinle­


mek istemiyen Rusları, büyük bir telaşla, fazla karla ve yolları
tehdit altında bulunduran haydutlarla korkutmak istiyorlardı. Ce­
saret hususunda eksiklik yoktu, f�kat kılavuz olmazsa bunun para
etmiyeceği çabucak anlaşılmıştı ; kılavuz vazifesini üzerine alan bir
Moğol ise, kendinden beklenen işin ehli değildi. Yolu bilmiyordu ;
belki de kervanı, sağ ve salim dönüleceği şüpheli olan vahşi dağlar
arasına kasten sürüklüyordu. Bu işe yaramaz adamı kovmağa mec­
bur oldular. Ama bunun kendilerine çok bir faydası olmadı. Bil­
medikleri dağların arasında, ne tarafa yöneleceklerini bilmez bir
durumda kalakalmışlardı ve etraflarda 100 kilometrelik bir çevre­
de jnsan mahllıkunun izi bile göri.inmüyordu. Bununla beraber işin
şakası yoktu, zira karlı Kukuşili dağlarının vahşi yamaçlarında dur­
madan dolaşmağa yalnız develerde değil, her türlü zahmetlere alı­
şık askerlerde bile tahammül yoktu. Tez bir kararla, etraf lüzumu
kadar yoklandıktan sonra her şeyi göze alıp yola çıktılar. Bu cesur
karar başariyle neticelendi ve selametle Mur usu vadisine vardılar.
Buralarda dolaşırken Si-ninğ ve Lhasa arasında işliyen kervanların
açtıkları yolu da bulmuş oldular. Fakat çok sürmedi. o belli izler
kayboldu ve kendilerini yine tabii duyularının idaresine bırakmak
zorunda kaldılar.

Bu linetleme bölgede, karda kışta kervan telef olmağa başla­


mıştı; develer ve atlar birbiri ardına çöktüğü gibi, dermansızlaşmış
olan adamlar da kendilerini zor sürüklüyorlardı, fakat gösterdikleri
metinlik yine yemişsiz kalmadı : Danğ-la yaylasına ulaşmışlardı. Bu­
rada rasladıkları insanlara pek sevinmedilerse de yine de bu kadar
zaman sonra nihayet insanların oturdukları yerlere gelmişlerdi. O
havalide Ngoloklar ve Y:ıgraylar oturuyorlardı ki, bunların başlıca
işleri Lhasa'ya gitmekte olan tacirlerle hacıların yolları:nı kesip on ­
ları soymaktı. Burada dolaşan Yagraylar açıkgözlülükleri sayesinde
kervanı çabucak keşfettiler. Bir �üddet bu . yabancıların etrafında
dolaşarak "onların ne ceşit insanlar olduklarını anlamağa çalıştılar.
Kendilerine bazı şeyler bile sattılar. Derken gittikçe cesaretleri arttı
ve nihayet vaktin gelmiş olduğunu gördüler.

Kervan Danğ-la geçidini geçmeğe çabalamakta idi ki, on beş


kişilik bir Yagray çetesi ona yaklaşmıştı. Silahh göçebeler önce te­
reyağı satmak istediler, sonra da tercümanla kavgaya tutuştukla-
B I L I N M I Y F. N i Ç - A SYA 165

rından, ıı müşterilereıı saldırdılar. Prjevalski için duraksıyacak za­


man değildi, askerlerine ateş emrini verdi . Eşkıyadan dördü ölü ola­
rak karların üstüne yıkılmış, birkaçı yaralanmış, ötekiler kaçmıştı.
Kafile kendini muvaffakıyetle korumuşsa da durumu hiç de hoşa
gidecek gibi değildi. Yagraylar hala oralarda dolaşıp duruyorlar.
toplaşıp dağılıyor ve besbelli, yeni bir hücuma hazırlanıyorlardı.
Gerçekten ertesi gün iş meydana çıktı, Yagray atlıları kervanın ge­
çeceği boğazın ağzını tutmuşlardı. Ayrıca Yagraylılardan, az sayıda
bir piyade grupun da çakmaklı tü fekleriyle pusuya yatmış old u ğu
fark ediliyordu. Derken kervan yürüdü. Sessizce, iki kilometre ka­
dar ilerlemişti ki, birdenbire 60 - 70 kadar Yagray atlısı yolunu
kesti. Bu durumda düşünüp taşınmağa pek vakit yoktu, hele baş­
larına gelenden sonra haydutların fazla yaklaşmalarına meydan
vermek doğru değildi. Yedi yüz adım kadar kalmışlarken Prjev als- ·
.
ki'nin askerleri, Üzerlerine öldürücü bir ateş açtılar. Bu bekleme­
dikleri karşılayıştan Yagraylar şaşırarak kurtuluşu kaçmakta ara­
dılar. Rus silahlarının ateşi boğazın ağzında pusuya yatmış olanları
da silip süpütüyordu. Boğaz ölüler, yaralılarla dolmuştu, fakat yol
serbestti. Kervan, vakit geçirmeksizin toparlandı ve bu şaşkınlıktan
faydalanarak sap<ısağlam , geçidin ötesindeki düzlüğe c:ıktı.

Ruslar bu yayla üzerinde daha beş gün yol aldıktan sonra San­
çun yanında ilk Tibet konak yerine ulaştılar. Lhasa yolculuğunun
galiba biraz güç olacağını daha burada anlaqılar. Gerçekten baş­
kent de bu beklenmedik yabancıların mevsimsiz gelişlerini vaktinde
haber almıştı. Prjevalski, adamlariyle birlikte Napçu'ya doğru gi­
den yola sapınca karşısına kesin bir emirle Lhasa'dan gönderilen,
önce Moğol, sonra Tibet'li delegeler çıkarak ileriye bir adım daha
atmamasını, başkente girmeyi hiç aklından geçirmeyip bir an önce
Tibet arazisini terk etmeyi düşünr:ıesini kendisine bildi rdiler. Bu
yasağı hiçe saymanın ne ağır neticeleri olabileceğini anlamamak
kabil değildi. Bu on üç Avrupa'lı her ne kadar gayet mükemmel si­
la hlanmış idiyseler de, ezici bir üstün kuvvete muvaffakıyetle kar­
şı gelmeyi tabii hatırlarından geçiremezlerdi . Bundan maada kış­
kırtılmış olan halk da kervanı her tarafta dfü�manca karşılamaktan
ve en lüzumlu şeyleri satmaktan bile çekinmekteydi .

Prjevalski zor yerine Tibet'lilerle görüşerek onları iknaa çalış­


manın daha akıl karı olacağını anladı. Tibet'lilerin ilk arzularını
166 ll l L l N M I Y E N i Ç - A S Y A

yerine getirerek Lhasa'ya doğru daha fazla ilerlemedi ve Bumza


dağının eteğinde, Nierçungu'nun kaynadığı yere indi. Fakat bütün
güzel ve kandırıcı sözler fayda vermemiş, Tibet'liler ded�klerinden
dönmemişlerdi. Bunun üzerine Prjevalski, Lhasa'dan, seyahatinin
o kadar hasretini çektiği son durağından ancak 450 l�lik bir uzaklık­
tan adamlariyle birlikte geri dönmek zorunda kaldı.

Prjevalski'nin bu boşa çıkan Lhasa yolculuğu XIX. yüzyılda


başlıyan büyük coğrafya keşiflerinin başlıca epizotlarından biridir.

Zamanla , rasgele yapılan şahsi seyahatlerin yerini, plim daire­


sinde, tam tesbit edilmiş ilmi programla İ ç - Asya'nın belirli bir
parçasında yapılan sistemli araştırmalar almıştır. Bu kabil alaka­
lara bazan siyasi gayelerin karışması inkar götürmezse de, hepsin­
de de yeni ilmi vasıtalarla modern ilmi zenginleştirmek gayreti var­
dır. Şimdiye kadarki seyyahların yerine ara!jtırıcılar geçmekte ve
bunlar, tesadüfün önlerine çıkardığı meraklı şeyleri, kavimleri, do­
layları görmekle yetinmiyerek şu veya bu muayyen bir ilmi soruyu
sistemli bir surette cevaplandırmak istemektedirler. O eski, daha zi­
yade etnoğrafyacı alaka tabii yine kendi y olunda yürümektedir, fa­
kat bunun yanında , o uzak ülkelerin bilgin araştırıcıları, görülme­
dik bir merakla, toprağın üst tabakasını tanımağa koyulmuşlar, böy­
lece haritacılık, topoğrafya keşifleri ve bunlardan geri kalmamak
üzere, coğrafya ilminden sürme bir filiz olan morfoloj i araştırma­
ları almış yürümüştür. Büyük küçük birçok sefer heyetleri, tek ba­
şına çıkan araştırıcılar, inanılmaz bir hırsla İ ç - Asya'nın hemen bü­
tün sahasına yayılmaktadırlar.

Bu alaka çok büyüktür; İ ç - Asya'ımı coğrafya bakımından keş­


fi adeta moda olmaktadır. Gittikçe artmış olan bu alaka dalgası an­
cak dünya harbinin• çıkmasiyle durgunlaşmışsa da başlanmış olan
iş biraz mütevazi bir şekilde de olsa bugün de devam etmektedir.
Bu ilgi en ziyade bazı büyük bölgeleri hedef tutmaktadır ki, bu'nlar :
Altay, Tien-şan dolayları, Pamir, hususiyle Tarım havzası v e Tibet'­
tir.

XIX. yüzyılda büyük bir hızla başlıyan İ ç - Asya coğrafya ke­


şiflerinin en büyük simalarından biri, şüphesiz, sevimli Rus bilgini

• 1914 - ı s harbi. S. K.
B I L I N M I Y EN iÇ - A SYA 167

Prjevalski'dir. Büyük kervanlar haline getirilmiş, her türlü maddi


malzeme, ilmi vasıtalarla i yice donatılmış kalabalık heyetler onun
izinde yola çıkmışlardır. Verdiği örnek Avrupa'daki medeni millet­
lerin ilim kurumlarını ve ara şt ıncıla rı n ı birbiriyle adeta yarışa
sevk etmiştir. Onun öncü rolünü Lhasa yolculuğu da açıkça mey­
dana komuş ve bunun üzerine, o yanaşılmaz mukaddes şehre ki­
min daha önce girebileceği hususunda açık bir rekabet başlamıştır.

Prjevalski'nin seyahati. demin Lhase yakınlarına kadar bera­


ber gittiğ imiz yolculuktan ibaret değ ildi . O, ilk yolculuğuna ' 1870-
1 873 ) Çin'den, Kalgan'dan çıkarak Alaşan, Kuku nor ve Tsaydam
dolaylarını araştırmıştı. İ kinci defa, Lop nor meselesi etrafında kızı­
şan münakaşaya yakınlaşmak ist iyerek , ( 1 876-1878) kervanını Kul­
ca'dan Tarım havzasına götürmüştü. Lhasa yolunu başarmak iç in
yukarıda anlattığımız seyahati ( 1 879 - 1 880) onun üçüncü Asya
yolculuğudur. Fakat bununla da işini bitmiş saymamış, dördüncü
defa olarak ve bu sefer ne olursa olsun Lhasa'ya varmak karariyle
0 883 - 1885l Kuku nor ve Huanğ-ho taraflarına açılmıştı. Planı bu
kere de muvaffak olmadı, ama yorulmak bilmez araştırıcı bir tür­
lü mücadeleden vazgeçmiyordu, beşinci defa da ( 1 888)· bir sefer
heyeti kurdu, fakat artık çok uzaklara varamıyarak, Isık - köl'ün
yakınında Karakol'da öldü. Onu orada, keşfi için bütün ömrü bo­
yunca yorulup didindiği İ� - Asya'da, unutulmaz gayretlerinin ha­
tırasını sönsuzhı.�tır İn ak için hala Prjevalsk diye anılan Karakol'­
ıh <lefnettiler.

Prjevalski'nin şahsi tesiri pek büyüktü. Onun elinin altı nda bir
alay Rus keşifçisi yetişmiştir ki, bunların en ünlüsü olan Kozlov'u
ihtısasın dar çerçevesi dışında da pek iyi tanırlar.

Fakat burada, bir yığın İ ç - Asya coğrafya araştırıcısından, sa­


de herkesçe tanınmış büyüklerini bile ele alacak olsak bunların ad­
farını, faaliyetlerinin neticelerini hatırlatmak da imkansız olur.
Lakin dar tuttuğumuz çerçevemiz içinde bile bunlardan b iri ne yer
vermeden edemeyiz, çünkü onun elde ettiği ilmi neticeler Prjevals­
ki'ninkilerle boy ölçüştüğü gibi, herkesçe tanınıp Revilmek bakı­
mından, bütün ark adaşlarının ünlerini gölgede bırakmıştır. Bu bil­
gin araştırıcı Sven Hedin'dir.

Sergüzeştçi bir ruhla yaratılmış olan Sven Hedin Doğu ile da-
168 BİLİNM IYEN f Ç - A S YA

ha pek genç iken tanışmış ve ona karşı olan bağlılığından bir da­
ha kurtulamamıştır. Arka arkaya düzdüğü sefer heyetlerini yo­
rulmak b ilmeksizin İ ç - Asya topraklarına götürmüş, arası kesilmi­
yen bu seyahatlerde Tarım tıavzasının ve Tibet'in sırlarını araştır­
mıştır. Ve bu arada her ne kadar yıllar uçup gitmişse de o, ruhun­
da daima genç kalmıştır ve ak saçlı başiyle de kervanlarını yine
aynı, yirmi küsur yaşındaki ilk seyahatlerinde olduğu kadar heye­
canla idare etmektedir. Onun çeşitli zengin seyahatlerine, bir yı­
ğın kitabına bakarak içlerinden hangisinin daha büyük, daha ö­
nf"mli olduğunu bilemeyiz, seçmekte güçlük çekeriz, y;.ne de, bı ­
raktığı hAtıraların en güzeli ve en ölmezi belki de 1 906 - 1 908 - deki
S eyahı:ıtinde Tibet'te yaptığı araştırmalar sırasında keşfettiği ve
ilim dünyasının, Macar seyyahı L. Loczy'nin eserinden sade fara­
ziye olarak sezdiği Transhimalaya sıradağlarını baştan başa dola­
şarak ilmi şekilde yşzmasıdır. Şimdi biz de kalkıp, tam şu sırada
Tibet'e yeni bir kervan hazırlamakta olan Sven Hedin'i Hindistan'­
da ziyaret edelim.

Artık atlar ve katırlar toplanmış, kervanın ihtiyacı olan erzak


ve teçhizat tedarik olunmuştu. Kervanı geçirenlerle Hedin'in iş ar­
kadaşları sade hareket emri bekliyorlardı. Halbuki o dakikada Ti­
bet'e sokulmaktan daha umutsuz, daha çok cesaret istiyen bir şey
olamazdı. İ ngilizlerle Tibet'liler, aralarındaki malum anlaşmayı o
sıralarda yapmışlardı ki, buna g5re İ ngilizler Tibet - Hindistan sı­
nırından geçebilmek için hiçbir Avrupa'lıya müsaade vermiyecek­
lerini taahhüdetmişlerdi. Ne kadar kuvvetli iltimasçıları olsa da,
İ ngilizler Sven Hedin'e de istisna yapamamışlardı. Hindistan'ı ku­
zeyden terk etmek işi bile hayli takibe lüzum gösterdi : gerçekten,
Tibet'e değil de Çin Türkistanı'na gitmek niyetinde olduğunu is­
pat edebilmek için Çin pasaportu edinmeğe mecbur olmuştu. Hin­
distan'daki resmi İ ngiliz makamlarının her şartını yerine getirdik­
ten sonra, nihayet temmuz ayında kervaniyle Srinagar'dan geçerek
Leh'e, yani hakikaten Türkistan'a giden yola doğruldu, halbuki
kafasında, tamamiyle başka tasarılar çeviriyordu. Kendi kendi­
ne, bir kere Hindistan.'dan çıkmağı, İ ngiliz makamlarının nüfuz
çevrelerinden yakayı sıyırarak Batı - Tibet'e ge�meyi düşünüyor­
du, gerisi onun bileceği işti.

Kervan, korkunç Çang-la geçidini atladıktan sonra doğuya yö-


BİLİNMİYEN f Ç - A S YA 169

neldi, sonra Tanksi köyünde durarak Türkistan yerine Tibet yolu­


na hazırlandı. Hint'li yardımcılar geri döndükten sonra, Sven He­
din'in yanında otuz adamı ve yüz otuz hayvanı kalmıştı. Münase­
betsiz adamlar defolup gidince, şimdi kendi adamlarına tasarısını
serbestçe aç�ı. Akıl almıyacak kadar zorlu bir arazide, kayalık, u­
çurumlu dağlarda, gıcır gıcır karlar üzerinde işe başladılar. Bir
müddet kuzey - doğuya doğru ilerlediler, sonra Karakorum ile Kun­
lun arasında cesaretli bir karar vererek yasak bölgeye girdiler. Bu
yol, daha hiçbir Avrupa'lının geçmediği, tamamiyle bilinmedik
yerlerden ge<;iyordu. Issız, vahşi dolaylarda göçebelerden eser bile
yoktu. Gerçekten, kervanının akıbetini merak ettiği kadar ilmi ça­
lışmalarını da dü�ünen Svt!n Heciin'in omuzlarına yüklenen düşün­
ce ve mesuliyet az değildi. Ama bu ırüç ödevi yiğitçe başardı. Çok
geçmeden Yeşil-köl'e vardı ve geçtiği yolları ayrıntılariyle harita­
ya aldıktan sonra önce doğu, daha sonra güney yönünden ilerledi.

Neden sonra, ilk g�ebeler �örünmeğe başlayınca tehlikeler de


arttı. Bunların,. yasağa bakmadan buralardan geçen Avrupa'lıları
görür görmez Lhasa'ya haber götürecekleri muhakkaktı, bu yüz­
dense başlarına, sonu belirsiz işler açılabilirdi. O zaman Sven He­
din, kötü bir durumun önüne ı;reçmek için, bir çare düşündü ve düş­
man görünen Lhasa hükümetine karşı, ancak Dalay lama'nın bü­
yük rakibi olan Tasi liıma'ya sığınmanın görünürde en kolay yol ol­
duğunu tahmin etti. Bunun üzerine kervana emrini verdi : istika­
met, en kısa yoldan Şigatse!

GCçebe obalarından sonra köyler, lama manastırları birbiri ar­


dından geliyor, hedefleri olan Şi,litatse'ye adım adım yaklaştıklarını
hissediyorlardı. Karşılarına , mukaddes şehirden gelen hacı grupları
çıkıyor, başka hacılar da oraya gidiyorlardı. Yolda karşılarına ge­
lenler, ağızları açık olarak, sa�kın şaşkın bu hiç görmedikleri in­
san ırkına ve yanındakilere bakıyorlardı. Yabancı bir insanın mu­
kaddes toprağa ayak basmasının ne kadar sıkı bir emirle yasak e­
dilmiş olduğundan buradakilerin pek haberleri olmamalıydı. Yer­
liler onlara, umumiyetle güler yüz gösteriyorlardı, yollara yığılıyor,
gelen yabancıların etrafını alıyorlar ve Tibet adetine göre, onları
dillerini çıkararak saygı ile selamlıyorlardı. Coğrafya bakımından
bu bölgeyi daha yakından incelemek çok meraklı bir iş olurdu, fa-
170 B I L f N M f Y E N iÇ-A SYA

kat Sven Hedin iyi başlam tş olan bu Şigatse ziyareti. vakitsiz ya­
k�yı ele vererek bozulmasın diye. durmağa cesaret edemiyordu.

Yavaş yavaş artık manastırlar arkada kalmış, fakir hububat


tarlalarından ve köylerden geçerek bozkıra çıkmışlardı. Buradan
güneye sapınca, önlerinde Brahmaputra suyu parlayıverdi. Haki­
katı söylemek lazımsa, Sven Hedin'in Ştgatse ziyareti şimdilik hiç
de evvelden sanıldığı gibi tehlikeli bir teşebbüse benzemiyordu.
l..hasa'ya gitmeğe kalkışan her yabancıyı ilk dakikada saran nefret
havasından burada eser bile yoktu. Zaten İ sveç'li keşifçi adamla­
riyle beraber başlarına ne gelebilceeğini vaktinde soruşturmuş ve
eğer zaman ,geçirmeden karar verilirse beklenmedik bir şey olamı­
yacağını anlıyarak içleri rahat etmişti.

Şigatse'ye şöyle üç günlük kadar bir yol kalmıştı ki, Tjbet'li


küçük bir heyet onları karşıladı. Bunlar Taşi lama'nın kardeşinin,
Kung Guşu k 'un adamları idi ve armağan getirmişlerdi. Bu, iyi bir
alametti, kervan, umutları ve güveni artmış bir halde güneye doğru
yolunda ilerledi. Artık Brahmaputra'ya varmış olduklarından, Sven
Hedin Şigatse'ye sokulmak için bayağı bir harb planı hazırla,dı. A ­
damlarını iki kümeye ayırdı, birinci büyük kümeyi, bayağı yoldan
gönderdi, kendisi de. yanında iki adamiyle, tu lumdan yapılmış bir
sala. yani kelegı:- bi nerek nehir yeliyle şehre hareket etti. Hedin, ya­
sak Şigatse'ye bir an önce varmak için büyük heyecan duymakta
idiyse de, bilginlik vazifesin i de bir tarafa bırakamıyor, tehlikeyi
falan düşünmiyerck, bu su yolc.uluğunda da, dünyanın en kayıtsız
bir adamı tavriyle, nehrin akı� yönünün planını Q.aritasına çiziyor­
d u . Bu sırada arkHdaşları tetikte idiler ve köhne salın karaya otur­
mamasına dikkat ediyorlardı. N iha yet, Tang - gang köyü yanında
karaya yanaştılar, atlara bindiler ve batan güneşin ışıkları altında,
Şigatse'ye doğru yollandılar.

Artık kılavuza i htiyaçları yoktu; yolda gelen giden o kadar


çoktu k i . ne zaman isterlerse. sordukları şeye cevap alabiliyorlardı.
Ve Tibet'liler ı:;a�ılacak derecede dostça davranıyorlar, her soruşla­
rında memnunlukla kendilerine cevap veriyorlardı. Zaten Şigatse
kalesinin keskin c;iz�ileri de �özükmüştü ve daha birkaç dakika son­
ra, yorgun atları. beyaz evlerin arasında ilerliyordu. Şehre ağır bir
sessizlik çökmüştü ve bu davetsiz, cesur misafirin yolunu kesecek
�imse c;ıkımyord11. Sveıı Heclin, kervanın büyük kümesini çabucak
B I L I N M I Y E N 1Ç - A S YA 171

buldu; bunlar, kendilerinden çok önce gelmişler ve münasip konak


y�ri hazırlamışlardı. Talihleri de varmış ki, dinlenme karargahını
prens Kung Guşuk'un bahçelerinden birine kurabilmişlerdi. Şiga­
tse'de iyi kabul görecekleri bundan da anlaşılıyordu.
Sabahleyin ortalık ağardığı vakit, yorgunlukları geçmişti. Fa­
kat içlerinden, kendilerini suçlu gibi hissetmiş olacaklar ki, bütün
gün yerlerinden ayrılmadılar ve ilk hükümet adamının gelmesini
beklediler. Akşam oluyordu, neden sonra hakikaten, şehrin Çin'li
mevki komutanı olan biri, Bay Ma �ıkageldi. O kendisi de buraya
henüz yeni gelmişti ; Lhasa'dan Şigatse'ye tayin edileli çok olma­
mıştı ve bir Avrupa'lının, bir engelle karşılaşmadan şehre girebil­
miş olmasını kafası ljıir türlü almıyordu. Eğer vaktinde haber almış
olsaydı, Sven Hedin'i, muhakkak yolundan alıkoyacağını gizlemi­
yor, fakat ma.demki buraya gelmiştir, kalabileceğini, kendisine kim­
seden bir zarar gelmiyeceğini söylüyordu. Ama, ayrıca bir değeri
olan bu dostça karşılayış bizim seyyahı hiç de tatmin etmedi ve du­
rumun düzelişinden cesaret alarak niyetini, Taşi lama'nın katına
çıkmak istediğini ileri sürdü.
Bay Ma, burada öğrendiklerini, c;lduğu gibi yukarıya haber
verdi. Netice çok gecikmedi. Ertesi gün oraya, yanında Duan Sun
adlı genç bir Çin'U ile Taşi lama'nın katibi Lobzang Tsering geldi.
Murahhaslar pek dostça ve nazik davranıyorlardı ve azıcık çekin­
genlik var idiyse Sven Hedin pasaportunu gösterdiği zaman o da
kaybolmuştu. Gerçi bu vesika Tibet'e değil, Çin - Türkistanı'na gir­
meğe müsaade veriyordu, ama yine de tesirini yapmıştı. Duan Sun
kağıtları yanına alarak bir müddet için uzaklaştı, tekrar geldiği za­
man Sven Hedin'in arzusunun memnunlukla yerine getirileceğini,
hatta ertesi gün başlıyacak olan ve yabancıları sokmak adet olmı­
yan yılbaşı töreninde bulunabileceğini de haber verdi.
Tibet'liler gerçekten sözlerinde durmuslardı ; ertesi sabah baş­
mabeyinci ile Lobzang Tsering geldiler, Taşi lama, Şigatse'de kala­
cağı müddet için Sven Hedin'in yanına onları memur etmişti. İs ­
veç'li seyyah başpapazın arzusu üzerine, biçimli frakını giyerek ata
bindikten sonra, adamlarından beşi ve iki Tibet'li yanında olduğu
halde manastıra doğru yola çıktı. Bu, gerçekten aleJ.8.de olmıyan
manzarayı bütün yol boyunca alay alay hacılar, dilenciler, çocuk­
lar ve Çin'liler seyrediyor, peşlerine takılıyorlardı. Büyük kapıya
1 72 BiLINMIYEN i Ç - A S YA

varınca attan inmek ve oradan, dar sokaklardan yaya gitmek lazım


geldi. Bina yığınının bir tarafından içeri girdikten sonra lamaların
kaynaşmakta olduğu karanlık bir dehlize vardılar. Dehlizde ilerle­
yince kalın ağaç direkler üzerine kurulmuş bir balkon göründü.
Sven Hedin'i oraya götürüp döşeli, dar bir bölmeye oturttular. O,
nereye gelmiş olduğunun ancak o zaman farkına varmıştı. Sanki
bir tiyatroda oturuyordu. Taş döşeli büyük avlunun etrafını, üstü
açık, birkaç katlı bir yapı, amfiteatr biçimi çevreliyor, bunun kar­
şısında da gerçekten, merdivenle çıkılır bir sahne yükseliyordu.
Onun • locası• ikinci kattaydı. Avluda yüksek bir direk üzerinde
asılı bayrakçıklar rüzgarda çırpınıyorlardı. Tiyatro, papazlarla ve
memleketin her tarafından bu büyük gün için toplanmış mümin­
lerle ağzına kadar dolu idi. Tibct'in yüksek tabakası, askerler, me­
murlar ve Taşi lama'nın bütün saray mensupları resmi kıyafetle­
ri.yle, süslü, sarı ve kırmızı urbalar içinde hazırdılar. aütün mücev­
hc>rlerini, mercanlarını, firuzelerini takmış takıştırmış, nefis, renkli
c1biseleri içinde tavus kuşu gibi kabaran en yüksek tabakaya men­
sup Tibet hanımları da ayrı bir balkona kurulmuşlardı. Diğer mü­
mir.lerin, misafirlerin sayısı her zamankinden de çok fazla idi, çün­
kü Dalay larna'nın kaçısından beri Şigatsc'nin ve Taşi larna'nın iti­
barı pek ziyade artmıştı.
Birdenbire, bu heyecanlı bekleyiş anındaki itişip kakışmaya,
uğultuya, Tibet borazanlarının melül sesleri karıştı. Törene başla­
nışın ilk h:areti olan bu ses üzerine orada hazır bulunan bütün la­
malar, çaylarını höpürdetmeğe başladılar. Çok geçmeden sedef bo­
ruların iniltili sesiyle ikinci bir isaret daha işitiliyor. Ağır, siyah
yün perdelerle kapatılmış olan balkonun arkasından musiki heye­
tinin ilahisi yükseliyor. Üstlerindeki balkond3., şöyle ortalarda, sır­
ma işlemeli san irek oerde arkasında başpapazlık tahtı �izlenmek­
tedir ve Taşi lama bütün töreni oradan seyredecektir. Meraklı ka­
labalığın profan bakışları onun mübarek şahsını rahatsız etmesin
diye, !)erdenin ortasına yuvarlak bir delik açılmıştır ki, büyük la­
manın buradan ancak yüzü görülebilirdi.
O sırada yeniden bir borazan sesi yükseliyor. Bu, mübarek za­
tın, sarayını, Labrang'ı, o anda terk ettiğini ilan etmektedir. Salo­
nun her yanında, cemaatin alçak sesli duası uğuldamaktadır; der­
ken herkes olduğu yerde ayağa kalkıyor. Tas.i lama'nın endamı gö-
BlLİNMhEN f Ç - A S YA 17!

züküyor. Vakarlı adımlarla yerine giderek bağdaş kurup oturuyor.


O zaman perde indiriliyor, dindar cemaat ondan sonra artık onun
ancak yüzünü görebilmektedir. Cemaat de yerini alıyor, yalnız şura­
da burada bir lamanın veya bir • kara ada m • ın ayağa kalktığı görü­
lüyor ki, bunların kalkıp oturuşları, Tibet dünyasının büyük papa­
zını, gökten yere inmiş tanrıyı, ön ü nde secdeye kapanmak suretiyle
selamlamaktır.

Taşi lama, ayinin devamı müddetince yabancı seyyahı, iyi ni­


yetli, tatlı bir bakışla seyretti. İ yi niyetini, dostluğunu, zaten
başlangıçtan itibaren meydana vurmuştu. Selamın Tibet'te ve Mo­
ğolya'da adet olan alametini; ipek khada kı Sven Hedin'e daha o sa­
bah göndertmişti. Ve şimdi burada, tiyatroda da, tören başlar baş­
lamaz, lamalarla onun locasına ar·ka arkaya meyva ve tatlılarla do­
lu tepsiler gönderip durmuştu.

Ayin başladı. Pançen lama'nın başındaki sırmalı külah çıkınca,


bütün cemaat ona uyarak külahını çıkarıyor, en itibarlı tanrılar­
dan on birinin bayrağını getirip Pançen rinpoçe'nin önünde eğiyor­
lar. Maskeli lamaları temsil eden bir heyet, her birinin elinde dinı
ayinlerin belli eşyasından biri olduğu halde ortaya çıkıyor. Koro
heyeti içeri giriyor. Nefesli mu:;iki heyetinin en ileri gelen üyeleri,
birkaç metre uzunluğundaki nefirleriyle önde geliyorlar, genç la­
malar aletleri taşımak için bunlara yardım ediyorlar. Arkalarından
flütçüler yürüyor. Onlardan sonra, bir sırığa dikilmiş davullariyle,
kırk kadar davulcu ve en son olarak da santurcular giriyor. Çalgı­
cıların hepsi, kendilerine ayrılan yerlere oturduktan sonra, lama­
lardan biri, elinde bir bardak keçi kaniyle ortaya çıkıyor; döne dö­
ne çılgın bir dansa başlıyor ve sonunda elinde bulunan bardaktaki
kanı taş merdivene serpiyor.

Sven Hedin'in doğru olarak gördüğü gibi, ayinin bu kısmı


gerçekten Tibet'in, kızgın cinleri; kötü ruhları barıştırmak için
insan kurban eden, budizmden önceki pagan adetlerine dayan­
maktadır.

A yinin esas kısmı bundan sonra başlıyordu. Lamalar, cin ve


hayvan maskeleriyle, gülünç ayı hareketleri yaparak dilsiz dans
numaraları gösterdiler. Sven Hedin'in o zaman galiba ilk defa gör­
düğü. fakat sonraki seyahatlerinde çok kere karşılaştığı • şeytan
174 BiLiNMhEN i Ç - A S YA

dansı • işte bu idi. Müslüman tercümanı Mehmet Isa, esasını bil­


mediği bu ayini kendisi de anlamamış ve efendisine iyice anlatama­
mıştı. Bu yüzden bunun tasvir ve izahı Hedin'in eserinde de eksik­
tir, kırık döküktür ki, buna da ne kadar acınsak azdır, çünkü Tibet
ve Moğolistan lama manastırlarında bu karakteristik yılbaşı ayini­
nin, yani şeytan dansının pek çok şekilleri vardır.

Törenin devamınca lamalar, misafirsever kimselerin hamarat­


lığiyle, hazır bulunan cemaatin safları arasında dolaşıyor, her hangi
birinin fincanındaki armağan-çayın tükenmiş olup olmadığına dik­
kat ediyorlardı. Koca bakır haramlar birbiri arkasına boşalıyor, fa­
kat lamaların çay yedekleri bitip tükeneceğe benzemiyordu. Ayinin
sonunu gösteren umumi büyük dans başlarken Pançen lama yerin­
den kalktı ve tıpkı gelişindeki gibi ağır adımlarla, debdebeli mai­
yetiyle çıkıp gitti.

Sven Hedin, ruhunda bu alaca tören tablosunun, renkli, hare­


ketli ayinin derin izleriyle evine döndü. Bu nadir törende bulunmak
imkanını kendisine verdiği için Pançen lama'ya karşı derin bir min ­
net duyuyordu. Evine vardığı zaman ise yeni bir sürprizle karşılaş­
tı. Adamlan önüne, Pançen lama'nın armağaniyle, un ve kuru ye­
mişle yüklü bir kervan çektiler. Bundan başka sevinçli bir haber
de vardı; Tibet'in başpapazı onu bizzat kabul etmek istemekle daha
büyuk bir dostluk gösteriyordu.

Hedin ertesi sabah, belirli bir saatte yeniden resmi kıyafetini


takınarak, yanında uşakları olduğu halde Taşi ıama'nın sarayının
büyük kapısına vardı. Eçiş büçüş sokaklardan, karanlık dehlizler­
den geçerek mukaddes saraya, Labrang'a tırmandılar. Oradan, ye­
niden birtakım geçitlerden, dik me,rdivenlerden sonra, nihayet Taşi
lama'nın saray nazırının ekzotik bir . debdebe ile döşeli odasına var­
dılar. Kısa bir bekleyişten sonra mabeyincilerden biri gelerek, ka­
bulün başlıyacağını işaret etti. Sven Hedin, yanında tercümanı ve
adamlarından biriyle, dar bir sofaya girdi, orada ayaklarına siyah
pabuçlar verdikten sonra kabul odasına soktular. Pançen lilma ora­
da, bir pencere girintisindeki küçük bir peykede oturuyordu. Odası
bir manastır sadeliği gösteriyordu, kendisi de, kilisenin en aşağı sı­
nıfından, en fakir bir keşiş gibi sade bir elbise giymişti. Sırtında,
tamamiyle ·süssüz, koyu - al lama cübbesi vardı; başı ve kolları açık­
tı, parmakları arasında, hiç elinden düşmiyen lama tespihini çekip
BtLiNMIYEN i Ç - A S YA 17S

duruyordu. Güler· yüzlü, açık bakışlı genç papaz, misafirini gülüm­


siyerek karşılarken ona, iki elini birden uzatmıştı. Görüşme tam üç
saat sürdü. Bu zaman içinde başpapaz, kendisini ilgilendiren her
şeyden konuştu. Doğu'lu, kibar adamların safça sıraladıkları soru­
lar gibi, o yalnız kendi merakını giderecek şeyler soruşturup dur­
muyor, kendisi de gördüklerini anlatıyordu; Hindistan yolculuğun­
dan bahsediyor ve durmadan, bilgin seyyahın yolculuğu ve elde et­
tiği ilmi neticeler hakkında beslediği ilgiyi açığa vuruyordu. Se­
leflerinin tahtında yedinci olarak oturan Pançen lama medeni, kül­
türlü bir adam olduğundan Avrupa'lı ilim adamına karşı sevgisini
gizlemiyor idiyse de, dostluğu ileri götürecek olursa Çin'lilerle ba­
şının derde gireceğini de pek iyi bildiği i<;in, Çin'li hükümet adam­
larının yanında bu kabulden bahsetmemesini misafirinden birkaç
kere rica etmişti. Halbuki bunu gizli tutmak pek de kolay bir iş de­
ğildi; akşam üstü bütün şehir Taşi lama'nın, uzaktan gelen yabancı
ile saatlerce konuştuğunu biliyordu. Geçici bir zaman için de olsa,
haberin Tibet'liler arasında bu katlar çabuk yayılışı Sven Hedin'in
işine yaramıştı, çünkü orada kaldığı müddetçe herkes mümkün olan
naziklikle ona yardıma koşuyordu.
Şigatse'deki güzel günler çok sürmedi. O kabul haberi, duyul­
maması lazım gelen yere de, Lhasa'ya da varmıştı. Zaten Lhasa'nın
kulağı pek delikti, Sven Hedin daha Şigatse'ye varmazdan önce, bu
davetsiz yabancının keı.diliğinden sokulup gelişini haber almıştı.
Hemen iki memur dıı. yola çıkarmış idiyse de bunlar yanlış yolda yü­
rüdüklerinden Pançen lama•nın şehrine ancak bir buçuk gün sonra
varabilmişlerdi. Lhasa'dan getirmiş oldukları tezkereyi icabeden
yere verdiler, bunda kesin bir kısa sözlülükle, sade İngiliz - Tibet
anlaşmasının tek bir maddesi vardı : Bir yabancının, Hindistan ta­
rafindan Tibet toprağına ayak basması yasaktır. İş bu şekli alınca,
o vakte kadar daima iltifatçı· olan Duan Sun bile Sven Hedin'e he­
men uzaklaşmasını tavsiye etmekten başka bir şey yapamadı. Ti­
bet'lilerin arzusuna uyarak, yine geldiği yoldan Hindistan'a dön­
mesi lazım geliyordu.
Diplomatik görüşmelerin, tefsirlerin hiçbir tesiri olmadığın­
dan bu arzuyu, hiç olmazsa onun, Şigatse'yi bir an önce terk etme­
ğe dair olan kısmını yerine getirmek zorunda kalmıştı. Gerçekten
kervaniyle hareket ederek evvelki yolundan, önce kuzeye, sonra
l 71j
BILINMIYEN İ Ç - A S YA
kuzey - batıya doğru açıldı. Fakat çok geçmeden, yanındaki Tibet'li
geçiricileri başından savmağa muvaffak olunca, kendisinden zorla
alınan sözü unutarak, pervasızca güneye, Raga sampo ovasına doğ­
ruldu. Zaten seyahatinin sonsuz zahmetlerle dolu, fakat buna kar­
şılık Transhimalaya zincirini meydana çıkararak seferinin en gü­
zel, en unutulmaz anıtını diktiği kısmı burada başlıyordu. Sven
Hedin burada bitkin, bezgin bir halde, Tibet makamlarının ta­
kibinden gizlenerek, sahte kıyafetle, yüzü kurumla karartılmış
bir halde, keşif işini başarı ile tamamladı. Yeni keşfettiği sıra­
dağlardan birkaç kere geçti, en esaslı bilgileri topladı ve nihayet
azalmış olan kervaniyle ilk hareket noktasına, Hindistan'daki Leh'e
döndü.
Fakat Sven Hedin yine rahata kavuşmuş değildi, daha arka­
sında pek çok, neticelendirilmemiş mesele bıraktığı kanaatindeydi.
Yeniden bir kervan düzdü ve kısa bir dinlenmeden sonra, insanla­
rın koydukları yasaklara ve tabii engellere karşı koyarak o uğursuz
memlekete yeniden yollandı. Bu ikinci Tibet yolculuğu hakiki bir
kahramanlık destanıdır. O bir yığın dişli soruyu aydınlatarak bil-
gin ruhunun hırsla aradığı cevapları bulmağa muvaffak olun­
caya kadar, insanlardan gizlenerek, kutup fırtınalarına göğüs ge­
rerek kırk derecelik soğuklarda çalıştı, araştırmalar yaptı, ha­
ritalar çizdi.
. .

Bu zamanlar İç - Asya keşfinin kahramanlık devri idi; bu de­


virde pek çok Sven Hedin yetişmiş ve bilinmesi istenen arazinin
başka başka yerinde, belki aynı zahmetlere ve tehlikelere göğüs ge­
rerek, belki daha az fedakarlıkla, fakat daima ilmin garazsız aşkiyle
o büyük ortak davaya bir şey katabilmeğe çalışmışlardır.
x.

İÇ-ASYA'DA MACAR ARAŞTIRICILARI

S. Körösi Csoma'nın Nagyszeben'den Darciling'e yolculuju. -


Yugarlar ülkesi.- Vambery'nin İç - Asya dolafmalan.- L. Barzen­
czey'nln ba,ından geçenler.- Kont 8. Szechenyi'nin sefer heyeti.­
Kont J. Zlchy'nin üçüncü Asya seyahati.- K. UJfalvy.- Tien-şan'da
ara,t1rmalar yapan Macarlar : Gy. Almassy, Gy. Prinz.

Macarlığın kökünün Asya'lı oluşu hakkındaki muammalı sır


aldatıcı serabiyle coşkun gezginleri uzun zaman Asya'!lın bilinmi­
yen ülkelerine çekmiştir. Atalarımızın kalkıp Tuna - Tisa arasına
geldikleri o ucsuz bucaksız otlu kırlar acapa nerelerdir? Bıraktığı­
mız anayurtta hala yaşıyan kardeşlerimiz var mıdır? Bunlar öy­
le sorulardı ki, eski tarihimizin kronikacıları ve onun renkli masal­
ları üzerinde duran bilginlerimiz, hasretle, hırsla cevaplarını araş­
tırmışlardır. Pek çok -emek harcanarak, disiplinli bir ilimle çalışa­
rak sonunda şu acı hayal sukutuna varılmıştır : artık Doğu'da kar­
deşlerimiz kalmamıştır, onlar, ulusl� r denizinde yok olup gitmiş­
lerdir.
Bununla beraber, anayurdu araştırma işi, gevşemiyen bir kuv­
vetle yine deYam etti. Bazı coşkun hulyacılar, Macarlığın beşiğin­
den haber almak ve haber getirmek için ardı ardına doğu ülkele­
rine yollandılar. Yazık ki, tek varlıkları içlerindeki coşkun şevk ve
gayret olan bu züğürt gezginlerin çoğu yollarda telef oldu; arala­
rında Kafkasya veya Ural sınırlarından öteye geçebilen ancak bir­
kaç kişi çıktı.
Bu yorulmak bilmiyen gayretli alayın son fedaisi, bütün öteki­
lerin şöhretini gölgede bırakan büyük Sekel aydını S. Körösi Cso­
ma'dır.
Henüz memleketi olan Erdel'in bir kolej inde iken, ruhunda ha­
fif bir alev parlıyor ve o, bu alevin ışığı altında etrafı yoklıyarak
1 78 BILINMIYEN i Ç - A S YA

milletinin esrarlı menşeini araştırıyordu. Göttingen'de bilgin pro­


fesörlerinin ağzından, Asya'lı kavimlere dair yeni ilmin ilk bilgi­
lerini duyması, ateşe dökülen gaz yağı gibi, ruhundaki alevi daha
ziyade parlatmıştı. Yugria'ya ve o zamanlar henüz yeni bilinmi§
olan esrarlı Asya kavmi Uygurlara dair anlatılanları dinledikçe ha­
yallere dalıyordu. Bu büyük soruya memleketinde, hiçbir zaman
kandırıcı, merakını giderici cevap alamıyacağını daha o vakit anla­
mıştı. Onca, doğu dilleri bilgisine kaçınılmaz lüzum vardı, fakat
�sıl çare, kalkıp uzak doğu memleketlerine giderek susmakta olan
geçmişi orada söyletmeğe çalışmaktır.
Ve Körösi Csoma, u Macarların ilk oturdukları yeri ziyaret et­
mek, tarihi hatıra olarak onlardan ne kalmışsa toplamak ve bizim di­
limizle doğu dilleri arasındaki yeni benzerlikleri araştırmak • üzere
kesin bir niyetle, gerçekten bu büyük yola çıktı. Uzun boylu hazır­
lanacak bir şeyi yoktu, iki yüz florin parasını koynuna sokup gezgin
asasını eline alarak bu sonu belirsiz sergüzeşte atıldı.
Tesadüf, Kör&si Csoma'nın hayatının ve çalışmalarının bu bü­
yük düzenleyicisi, onun, önce tasarladığı Odesa - Moskova yönü
yerine başka bir yol seçmesini istedi. Nagyszeben'den, 1 819 sonla­
rında Bükreş'e gitti ve ertesi yılın aralık ayının birinci günü Sof­
ya'ya giden Bulgar tacirleri arasına katıldı. Böylece Filibe'ye vardı,
fakat ondan sonra uğrak vermek istediği İstanbul'dan vazgeçti.
Türk başkentinde o sırada veba baş göstermişti, · bunun için bir Yu­
nan vapuruna binerek Mısır'a geçti. Orada, İskenderiye'de biraz
fazlaca kalmak niyetindeydi, çünkü araştıracağı meselede eski Arap
kaynaklarından ne kadar faydalanabileceğini Göttingen'deki çalış­
maları sırasında anlamıştı. Fakat birdenbire İskenderiye'de de ve­
ha salgını başlamıştı, bu yüzden ister istemez oradan da uzaklaştı.
Gemi ile örice Kıbrıs adasına, oradan Şam Trablusu'na ve Uzikiye'­
yc gitti. Lizikiye'den tabana kuvvet Halep'e vardı ve oradan güç­
bclu, M11sul'a giden bir kervan bularak ona katıldı. Yolculuk, ka­
rınca yavaşlığiyle gidiyordu ve Körösi Csoma Bağdat'a vardığı za­
man takvim temmuzun yirmi iki.Sini gösteriyordu.

Bağdat'tan öteye İngiliz elçilik adamları yardım ettiler. İran'a


gitmekte olan bir kervana katıldı, bu kervanla sırasiyle Kerman­
:-;ah'a, sonra Hemadan'a ve nihayet Acem başkentine, Tahran'a var­
dı. Bu bilmediği, ıssız Asya şehrinde yine İngiliz elçiliğine baş
BILINMfYEN iÇ- A S YA 179

vurdu; orada iyilikle ve anlayışla yardımına koştular. Bu yardım


sayesindedir ki, Tahran'da tam dört ay kalabildi ve seyahatinin de-.
vamı müddetince o kadar faydasını gördüğü Acem dilinin konuşma­
sını da ilerletmiş oldu. 1821 nisanırun 18 - inde kitaplarını ve sair
evrakını orada bırakıp Ermeni tacir kılığına girerek Kuzey - İran'­
daki Meşhet'e gitti. Müslümanların bu mübarek şehrinde yeniden
yol seçmek icabediyordu. Onun asıl niyeti, kuzeye, İç - Asya'nın
Türkler oturan bölgesine doğru yoluna devam etmekti, lakin ora­
farda ilmi seyahat ve hele araştırmalar için lüzumlu olan sükun
pek yoktu ve bütün o havali savaş patırtısiyle çalkanıyordu. Bu
yüzden Meşhet'ten bile ancak uzun bekleyişlerden sonra ayrılabil­
di. Fakat Buhara'ya giden yolda daha beş gün ilerlemişti ki, savaş
haberleri onu geri dönmeğe zorladı ve bu sefer yolunu Meşhet'ten
doğuya yöneltti, Afganlı bir kervanın yardımiyle Belh'e, oradan
Bamiyan'a, daha sonra Kabil'e vardı (6 ocak 1 822) .
Körösi Csoma, Kabil'den Hindistan'a doğru yoluna devam etti.
Peşaver'de Allard ve Ventura adlı iki Fransız seyyahiyle karşılaştı,
Lahor'a onlarla beraber gitti. Burada da durmadı, Kişmir'e ve ora­
dan, haziranın 9-unda Ladak eyaletinin başkenti olan Leh'e vardı.
Orada, İç - Asya'nın kendisini çağıran sesine uyarak, yine kuzeye,
Yarkent'e doğru gitmeyi denedi, fakat çok ilerliyemedi, çünkü bu
yolun müthiş masraflı, uzak ve aynı zamand;ı tehlikeli olduğu ça­
bucak anlaşılmıştı. Bunun üzerine Lahor'a döndü, tesadüf onu
orada İngiliz ajanı Moorcroft ile karşılaştırdı. Bu karşılaşma Körösi
Csoma'nın hayatında, tasarılarında beklenmedik bir dönüm noktası
oldu. Moorcroft Macar seyyahım, kendisince belirsiz, anlaşılmaz ta­
sarılardan vazgeçirmek için bütün gayretini harcadı ve • onun yeri­
ne, vaktini ve emeğini o zamana kadar adeta hiç bilinmiyen Tibet
dilini incelemeğe vermesi için kandırmağa çalıştı.
Körösi Csoma'yı, tasarılarının yersiz olduğuna inandırmanın
imkanı yoktu. Fakat hep maddi ihtiyaçlar içinde bocalıyan, en bü­
yük yoksulluklara katlanarak gezen Macar seyyahı, bu yeni ödevi
başarmağa kendi gönliyle razı oldu, çünkü böylece asıl hedefine
herhalde yaklaşmış olacağını ve burada elde edeceği tecrübeler sa­
yesinde, başlamış olduğu yolda daha kolaylıkla ilerliyebileceğini
'
ummaktan geri kalmıyordu. İngiliz koruyucusu ile yeniden Leh'e
gitti ve orada Acem ve Tibet dillerini bilen bir hocanın önünde, in-
180 B f l. I N M I Y E N l <,: - A S \' A

celenecek olan dilin sırlarını öğrenmeğe başladı. Kasımın 20-sinde


Kişmir'e, Moorcroft'un yanına döndü, 1823 mayısının 26-sında ise
tavsiye mektuplariyle donanmış olduğu halde ve cebinde mütevazı
bir parayla Tibet'in lama manastırlarına doğru yola çıktı.
İlmin bu öz gönüllüsü Tibet'teki liıma manastırlarının sağlığa
elverişsiz hücrelerinde yıllar geçirdi ve üzerine aldığı ödevi, yoksul­
luk içinde, soğuktan titriyerek, fakat şerefiyle sona erdirdi. Niha­
yet, emeklerinin olgun yemişi halinde Tibetçe gramer kitabı ve söz­
lüğü meydana çıkınca, ilim dünyası, o zamana kadar hiç tanımadığı
Macar bilgininde, yeni bir bilim kolunun, değeri unutulmaz kuru­
cusunu bularak onu selamladı.
Körösi Csoma ancak dışı gören insanın gözünde asıl progra­
mına sadık kalmamıştı. Hakikatta, uzak yurdunu, Erdel'i niçin bı­
rakıp geldiğini bir an bile hatırından çıkarmıyordu. Tibetçe sözleri
sadakatle topluyor, .bilinmiyen dilin gramer kurallarını düzenliyor,
ruhuna yabancı olan budizmin mukaddes kitaplarının yapraklarını
çeviriyor, fakat bu arada, kendisini büyük amacına kavuşturacak
gizli bir yol bulmak için, bütün dikkatini harcıyordu. Emekleri bo­
şa çıkmadı! Tibet'li kronikacının verdiği kısa haberler arasında ara­
dığını, Yugarlar memleketinin bulmuştu. Kitabın sararmış yaprak­

larını heyecanla karıştırarak Yugarlar memleketini, kendi arz-ı


mevudunu nerelerde bulacağını araştırdı. Fakat bu kitaplardan an­
cak o memleketin kuzey taraflarda bir yerde bulunduğundan faz­
la bir şey çıkaramadı.
Körösi Csoma İngilizlerin verdiği ödevi bitirmişti, elde ettiği il­
mi neticel,ri Bengale'deki Asya Kurumuna devrettikten ve geçici
bir iş olarak üzerine aldığı Tibet gezisinin tozunu silkindikten son­
ra, yine seyyah asasını kavrıyarak Tibet tarih kitaplarının işaret et­
tikleri yerlere doğru, Yugarlar ülkesini aramağa çıktı. Fakat Kal­
kuta'dan Yugarlar memleketine kadar yol uzaktır ve ince yapılı
yorgun gezgine bu yolu almak kısmet değilmiş. Tera'nın ölüm sa­
çan bataklığı ona öldürücü bir sıtma aşıladı ve 1842 nisanının 11-
inde Darciling'te sonsuzluğa erdi.
Onun bu harikulade fedailiğini herkes anlıyamamıştı. Öyleleri
çıktı ki, Körösi Csoma'nın aldatıcı bir hayale kurban gittiğini ve
onun, asıl emelinden vazgeçerek kendini Tibet dilinin tetkikine
B .f L İ N M İ Y E N i Ç - A S Y A ıın

verdiği vakit, yanlış yola sapmış olduğunu kendisinin de teslim et­


tiğini yaydılar. Fakat bu zorluk çıkarıcılar Körösi Csoma'nın çalış­
malarını layık olduğu derinlikte incelememiş olanlardır ve yine
ancak onun Yugarlar ülkesine yapmağı tasarladığı seyahatin mana ­
sını kavramıyanlardır ki, aldanıştan, hayal sukutundan bahsederler.
Bununla beraber bugünkü bilgilerimizle hüküm verecek olursak,
Körösi Csoma'nın Yugarlar ülkesinde muhakkak bir hayal sukutuna
uğramış olacağı doğrudur. Eğer birkaç kere bahsi geçen tasar ge­
reğince Lhasa'dan geçerek kuzeye, Kuku nor taraflarına ve sonra
Su - cov havalisine yönelmiş olsaydı, adım adım ilerlemek sure­
tiyle ve yeniden birçok zahmetler pahasına, aradığı memleketi bu­
labilirdi. Çünkü kendisinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman son­
ra oralara giden Avrupa'lı araştırıcılar, gerçekten o Su-cov taraf­
larında bir kavme raslamışlardı ki, bu kavim kendisine Yögur de­
mekteydi.
Ve netekim o uzak memleketlerin en küçük kavimlerine dair bu­
gün birbirine bağlı birçok bilgi elde edildikten sonra, Yögurlar
hakkında da oraları dolaşmış olan seyyahların verdikleri gayet kısa
malUmattan fazlasını verebiliriz. İç - Asya'nın doğu kısmında Or­
khon ve Selenga vadilerindeki büyük göçebe kavimlerden Kök Türk­
lerin yerini 745 - te, kardeş bir kavim olan Uygurların almış oldu­
ğunu daha önceki sayfalarımızda görmüştük. Doğudaki büyük gö­
çebe imparatorluğun mirasçıları sıfatiyle Uygurlar, gelenekçi gö­
çebe siyasetine sadık kalarak Çin'le ve birbirleriyle ölüm - dirim
savaşına devam etmişlerdi. Bunların devletleri ancak yüz yıl kadar
yaşamıştı ki, gayretli rakipleri olan Kırgızlar taze kuvvetleriyle Ü­
zerlerine saldırıyorlar. Bu felaketli darbeden sonra Uygur kavmi da­
ğılıyor. Bir kısmı, her zamanki geçit yollarından güney-batıya, Gav­
çanğ dolayına, yani bugünkü Turfan toprağına sığınıyor. Bu, daha
sonraki Uygur devletidir ki, bundan ileride bahsedeceğiz. Öteki kol
ise Çin'e, hususiyle onun kuzey - batı sınırlarına, bugünkü Su - cov
taraflarına sığınmak zorunda kalmıştır. Körösi Csoma'nın Yugar
adiyle Tibet kaynaklarında rasladığı kavim işte bu Uygur sömürge­
sidir ve bugün yine aynı yerde yaşamakta olan Yögurlar o döküntü
Uygurların torunlarıdır.
Körösi Csoma eğer Su -cov'daki Yugar - Yögı.ır toprağına gitsey­
di aldanacaktı, çünkü orada, aradığı hısımlar yerine, Macarlıkla doğ-
urı B İ L İ l'll M I Y F. N i Ç-ASYA

rudan doğruya hiç bağı olmıyan bir Türk kavmi bulacaktı. Ama
'Y ugar ve Ungarus adları arasındaki akla uygun benzerlik onu ya­
nıJttı ise, bu yanlışlığı ona yüklemek doğru olmaz. Rusya'yı dolaş­
mış o]an seyyahların kitaplarında Yugria diye bir kuzey ülkesinin
adı tam o sıralarda ortaya atılmış bulunuyordu. Alimlerimiz git­
tikçe artan bir ilgi ile gözlerini bu esrarlı memlekete çevirdiler,
sonradan anlaşıldığına göre boşuna da değil, çünkü orada oturanlar,
Vogullarla Ostyaklar dil bakımından gerçekten Macarlığın en yakın
hısımlarıdır. Fakat bu iş o vakitler hiç de şimdiki kadar aydınlan­
mış değildi, zira kardeşsiz sanıları dilimizin hısımlarını o zamanlar
hala el yordamı ile araştırıyorlardı. Asya meselelerindeki bilgisiz­
lik yalnız memleketimize mahsus bir şey değildi. O sıralarda ilk
defa ortaya çıkan Uygur adını aşırı bir tarafgirlikle Yugria ile bir­
leştirmek istiyen bilginlere yabancı memleketlerde de raslanıyordu.
Demek oluyor ki o zamanlar, birisinin Tibet kaynaklarındaki
Yugar kavmiyle Macar anatarihi arasında bağlar aramağa kal­
kışması pek öyle ayıplanacak bir kusur sayılmıyordu, hatta mesele­
yi bugünkü görüşümüzle de incelediğimiz zaman Körösi Csoma'nın
Yugarlar memleketine tasarladığı seyahatini başaramayışına ancak
acınmamız gerektir. Herhalde aradığının orada bulunmadığını ken­
disi de görmüş olacaktı, fakat eğer o Su-cov'lu Yögurların dilini ve
tarihini Tibet araştırmalarında göstermiş olduğu esaslı çalışmayla
ve o sonsuz ilim sevgisiyle incelemiş olsaydı bu dikkate değer ka­
vim döküntüsü hakkında bugün, ehemmiyetiyle ölçülemiyecek de­
recede az, kısa ve zayıf bilgiyle yetinecek durumda bulunmazdık.
Bundan maada, unutulup gitmiş olan eski İç - Asya'nın keşfinin,
onun araştırmalariyle başJamış bulunacağını da düşünürsek bu sa­
hada 60 70 yıl kaybetmemiş olacağımız kendiliğinden meydana
-

çıkar.
Su - cov boyundaki Yugarlar ülkesi• Körösi Csoma'dan sonra

da bir müddet zihinled' meşgul ediyor. Çin'de bulunan Gützlaff adlı


bir misyoner 1 850 yılJarında, kendinden evvelki büyük seyyahtan
haberi olmaksızın, Kuku nor yanındaki Cungar (Cugur) kavminin
Hunlardan ve Asya'da kalmış Macarlardan türeme olduklarını iddia
etmişti.
Gützlaff, artık ilim dünyasında daha yirmi yıl önce bile mu­
hakkak sayılabilecek kadar hararetli bir kabul görmedi. O sıra-
l l L I N M I YEN i Ç - A S YA 183

Jarda Macar ilim dünyasında tenkid kabiliyeti ve sağduyu da çok


gelişmiş, romantik hayallere kapılmanın yerini ilim gayreti almış
bulunuyordu. Artık öyle gelip geçici heveslere değer veren yoktu
ve mesela J. T. Gaspar'ın • Asya'da kalmış kardeşlerimizi ve hısım­
larımızı araştırmak için kurulacak sefer heyeti hakkında � diye ver­
diği muhtırayı Macar İlim Akademisi, yahut o zamanki adiyle Ma­
car Alimler Birliği (Peşte 1859) cevaba değer bile bulmuyor, Cun­
garya'da Asya'lı Macarlar araştırma işini o kadar ciddiyetsiz sayı­
yordu.

Bununla beraber İç - Asya'ya karşı değişmeden süregelen ilgiyi


Macarların ruhundan sökmek ondan sonra da mümkün olamamıştır.
Fazla tenkidci olan zihinler Asya'da kalmış Macarları araştırmanın
budalalık olduğunu anlamışlar, bununla beraber bu kıtada başka
araştıracak bol bol şey bulunduğunu, ancak kardeşler yerine hı­
sımlar veya kader ortakları aranması lazım geldiğini ve bu yolda
do. en önemli vasıtanın dil olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yeni
yönün ilk mümessili A. Vambery'dir. O kadar ün salmış olan İç -
Asya yolculuğundan önce Macar İlim Akademisinde açış söylevini
verdiği zaman Vambery yeni seyahatlerin gayesini şöyle anlatmış­
tı : Biz, kulağa daha hoş ve daha romantik gelen Macarların ana­
yurdu yerine dilcilik alanındaki gerçekleri araştıracağız.

A. Vambery İç - Asya yolculuğuna gerçekten dilcilik yönünden


hazırlandı. Türkçeyi iyice bellemek için önce birkaç yıl İstanbul'da
kaldı, şark hayatının adetlerine kendini alıştırdı, her türlü incelik­
lerini öğrendi. Ve gerçekten, bu hazırlayıcı okuldan geçmeden, Hi­
ve ve Buhara'nın mutaassıp Türkleri içine yapacağı seyahatten tam
bir başarı bekliyemezdi.

Vambery, İstanbul'da Türklerle kurduğu tanışıklığın başka tür­


lü de faydasını gördü. Türk dostları onun tasarladığı doğu seya­
hatinin bütün zorluklarını ve tehlikelerini bildiklerinden, son çare
olarak eline resmi bir kağıt vermişlerdi, bunda, onun Avrupa'lı­
lığı tamamiyle saklanıyor ve meşru bir yalanla, vesika sahibi Meh­
met Reşit efendinin İstanbul'lu bir seyyah, din gayretiyle müslü­
man ziyaret yerlerini dolaşan bir hacı, bir derviş olduğu tasdik edi­
liyor4u.

Cebinde bu kıymetli mektup ve Macar İlim Akademisinin bin


184 BtLfNMIYEN İÇ-A SYA

floriniyle Vambery, 1 862 de İstanbul'da gemiye binerek Trab­


-

zon'a gitti. Kafasında geniş bir tasarı çeviriyordu, önce Buhara'­


y.a, Semeri(ant'a, oradan Hokant'a, Kaşgar'a, Khotan'a gidecek ve
ta Pekin'e kadar durmıyacaktı. Oradan yine hep kara yolundan
dönerek Kun-lun'dan geçip Hindistan'a gidecek ve büyük selefi
Marco Polo'nun izinde yürüyerek herhalde onun eriştiği şerefe yak­
laşacaktı.
Trabzon'da ata binerek, Erzurum'a giden bir kervana katıldı.
O zamanlar pek iptidai, tehlikeli bir iş olan doğu yolculuğunÜ n
pek iyi geçmiyeceğini zaten biliyordu. Düşündüğü gibi de çıktı. Er­
zurum yolunda kervana Kürt eşkıyası saldırdı, fakat bu ilk mace­
rayı arızasız atlattı. Kendine yeni arkadaşlar buldu, onlarla yolu­
na devam ederek Tebriz'e, oradan da kolaylıkla İran'ın başkentine,
Tahr'an'a vardı. Başlangıç olarak ilkin aklından yalnız Buhara yol­
culuğu geçiyordu, fakat daha şöyle birkaç yoklayış adımından
sonra, bunun bile ne kadar yenilmez engellere çarptığını gördü.
Acemistan'da yaşıyan ve içlerinden birçoğiyle dostluk kurduğu ya­
bancılar, yolculuğun tehlikelerini anlatmakla · bitiremiyorlar ve
dehşet verici misaller sayarak onu bu korkulu teşebbüsten çevir­
meğe çalışıyorlardı. Vambery şimdilik Güney - Acemistan'da ufak
tefek dolaşmalar yapıyordu, fakat bu vesilelerle de zengin tecrü­
beler edinmiş, islaı:tılıktaki taassubun ve mezhepler arasındaki düş­
manlığın ne demek olduğunu yakından görmüştü. Kendini her türlü
tecavüzden uzak tutmak için İstanbul dervişinin acındıracak pa­
çavra kıyafetine girmiş olan Vambery, şimdi şii mezhebindeki müs­
lüman ve din kardeşlerinden adım başına ·köpek sünnh hakaretini
işitiyor ve bu iltifatları yutmağa mecbur oluyordu. Mürailiğin, iki­
yüzlülilğün ve zilletin Acemistan'daki bu yüksek okulu, Buhara
yolculuğu için gerçekten faydalı olmuştu.
Güney - İran gezisinden Tahran'a döndüğü zaman Mekke'den
tam o sırada gelmiş olan yirmi beş kişilik bir hacı kafilesiyle karşı­
laşması Vambery'nin pek ziyade işine yaradı. Hiç düşünmeden iç­
lerine- katıldı. Hacılar Semerkant'a gidiyorlardı, derbeder dervişi
memnunlukla aralarına aldılar ve bütün yolculuğu sırasında kendi­
sine pek dostça muamele gösterdikleri gibi, ona karşı olan sarsıl­
maz güvenleriyle kaç kere hakiki tehlikeden kurtardılar. Yol önce
Türkmenler diyarından geçiyordu. Burada başlıca uğrak yerleri,
B 1 L 1 N M .f Y E N 1Ç - A S YA lfS

Karatepe, sonra Hazer gölünü geçince Gümüştepe'dir. Göçebe Türk­


menler arasında önce faydalı şeyler görüp öğreniyordu, fakat çok
geçmeden, beklediği gibi yoksulluklar ve sıkıntılar baş gösterdi.
Bir gün önlerine serseri bir Türkmen eşkıya çetesi ç1ktı. Karşılaş­
tıkları yok edici tehlikeden kurtulmak için, öldürücü kum sahrası­
na kendilerini atmaktan başka çare kalmamıştı. Zaten pek fakirce
donanmış olan hacılar arasında en fakirinin, dilenci dervişin bu çöl
yolunda neler çekmiş olduğu kolayca düşünülebilir.

Bu umutsuzluk toprağında sekiz gün yolculuktan sonra niha­


yet nasılsa, Buhara'nın altın parıltılı kubbeleri gözükmüştü. Bu se­
lametli varış Vambery'yi vücut zahmetlerinden kurtarmıştı ama,
öteki hacı yoldaşları istedikleri gibi dinlenir ve ilerisi için kuvvet
toplarken, kendisi sahte derviş kıyafeti içinde Avrupa'lı insanı keş­
fediverirler korkusiyle titremeler geçiriyordu . Emirin başadamla­
rından biri şüphelenmişti bile, fakat İstanbul'da aldığı mühürlü ya­
zı ve hele hacı yoldaşlarının kendisine karşı gösterdikleri güven ve
bağlılık sayesinde bunu da savuşturdu. Üç haftalık bir dinlenmeden
sonra kervan yeniden yola düzüldü. Vambery arkadaşlarına min­
Ç
net borçlu olduğunu biliyordu, onun i in kendilerinden ayrılmıya­
rak Semerkant'a kadar beraber gitti, fakat artık orada yine ayrıl­
maları lazım geldi, yanında yalnız Kongrat kabilesinden İshak adlı
sadık bir Özbek kaldı. Semerkant'a varış Vambery için yeni bir
maceralı hayatın başlar.gıcı olmuştu; gezgin satıcı olarak etrafı do­
laşıyor, hayatını o yolda kazanıyordu.

Vücut ve ruh yorgunluğu o zamana kadar Vambery'yi o kadar


sıkmıştı ki, artık Tarım havzasına, Pekin'e .kadar yolunu uzatmayı
düşünmüyordu bile. Zaten. tasarladığı o yolculuğu gerçekleştirmesi
yenilmez engellere çarpacaktı, çünkü ne tarafa gitmek istediyse
her yanda savaş hüküm sürüyordu. Bu yüzden o· zamana kadar
gördükleriyle yetinerek yolunu doğu yerine güneye çevirdi ve uzun,
macera dolu dolaşmalardan sonra, ki bu arada onu kaçak bir köle
de sanmışlardı, Afganistan toprağına vardı. Bu yolculuğunda bü­
yük şehirlerden Andkhuy'a, Maimene'ye, Bala Murgau'a uğradı ve
nihayet Afganistan'ın en önemli" batı şehrine, Herat'a ulaştı. Herat
sokaklarında umutsu2; bir halde süründü, aç açına, titriyerek dile�­
di ve burada elindeki resmi kağıtlarına göre kendisinin de mensup
olduğu tam müslüman sünniler arasında bulunmasından eline bir
186 BlLINMtYEN İ Ç - A S YA

şey geçmedi; burada da tıpkı öte tarafta şii Acemlerden gördüğü


muameleyi gördü. Herat emirinin konağında, başındaki dert büs­
bütün arttı : emirin oğlu onu bir İngiliz casusu sandı ve bu tehlikeli
durumdan sıyrılabilmek için, sıkıntının en büyüğünü geçirdi.

Uzun ve üzüntülü bekleyişlerden sonra nihayet kurtuluş güneşi


doğmuştu. Herat'tan Meşhet'e, Acemistan'ın mukaddes şehrine ko­
ca bir kervan gidiyordu. Sümüklü böcek ağırlığiyle ilerliyen bu on
iki günlük yolculuğu bitip de yorgunluktan perişan bir halde Meş­
het'teki İ ngiliz dostunun kapısını çaldığı zaman zaten bu sıkıntılı
İç - Asya seyahatlerine son vermiş bulunuyordu.

Acemistan'dan memleketine ulaşmak artık bir eğlence idi ve o


kadar zahmetli gezmelerden sonra Budapeşte'ye dönüş seyahati
kendisi için bir hava tebdili olmuştu. Uzak yollardan dönen seyyahı
memleketinde soğuk bir ilgisizlikle karşılamışlardı ve ancak Lon­
dra'yı ziyaretinden sonra, cesur teşebbüsünün mükafatı olarak şöh­
reti dünyaya yayılıverincedir ki, burada da herkes ona ehemmiyet
vermeğe başladı.
Memlekette görülen ve Vambery'nin o kadar şikayet ettiği bu
ilgisizlik belki, hele bir dereceye kadar muhakkak, sebepsizdi ; fa­
kat hiçbir vakit onun sandığı kadar değil. Vambery'nin İç - Asya
seyahatinin yalnız ilmi yaylarla harekete getirilmiş bir teşebbüs ol­
mayıp İngilizler hesabına siyasi malumat toplamak vazüesinin de
verilmiş olduğu kesin olarak anlaşılmıştır.
Bu ikinci ödevini par­
lak bir surette başarmış olduğu da muhakkaktır. İ ngilizlerin coşkun
hayranlıkları zaten bundandı. Fakat bu seyahat ilim bakımından
çok daha aşağı bir değer taşımaktaydı, zira Buhara ve Hive top­
rakları çoktan beri artık bilinmiyen arazi (terra incognita) sayıl­
mıyordu ve bundan başka da kendisinin yeni yeni değerli inceleme­
lerde bulunmak için lüzumlu coğrafya ve tabii ilimler bilgisi nok­
sandı. Hem sahte kılıkla iahsiyetini gizliyerek dolaşma tar.zı da
yeni bir şey değildi. Orenburg okulunun Tatar dili öğretmeni olan
baron Desmaison da sahte kılıkla , Tatar mollası kıyafetinde daha
1 834-te, yani Vambery'den hemen hemen otuz yıl önce Orenburg'­
tan kalkarak Buhara'ya girmişti. Bu iki seyahatin benzerliği sade
onun ayrıntıları bakımından bu kadar hayret verici olmakla kal­
mayıp aynı zamanda baron Desmaison'un da tıpkı Vambery gibi,
Türk dilinin tam bir bilgini ve türkolojinin aynı ayarda ünlü bir
BILINMIYEN i Ç - A SYA 187

yapıcısı olmasiyle de göze çarpmaktadır. İngilizlerin verdiği hususi


vazife ve dünyayı kaphyan İngiliz reklamı olmasaydı, belki Vam­
bery'nin seyahati etrafında da baron Desmaison'unkinden fazla bir
şey söylenmezdi.
Vambery'nin hakiki ehemmiyeti zaten burada değil, yola çık­
mazdan önce akademiye bildirmiş olduğu programı tamamiyle ger­
çekleştirmiş olmasındadır. Bizcle Türk dillerini araştırma işinin ö­
nemi onun sayesinde anlaşılmış, türk:olojimiz onun emeğiyle mey­
dana gelmiş, bu kadar gelişmiştir. Ve yine bu sayededir ki, İstanbul
Osmanlı Türkçesinden gayri Doğu'nun Türk dillerine ve lehçele­
rine karşı gittikçe artan bir alaka uyanmıştır. Macar dilinin kökü
meselesi de onun zamanında aydınlanmıştır ve her ne kadar Macar­
lığın Türklerden türeme olduğu hakkındaki yanlış görüşü müdafaa
ederek yeni varılan neticeye, yani Macar dilinin Finugor ailesinden
oluşuna dair olan nazariyeye en şiddetle karşı koyan kendisi olmuş­
sa da, çalışmaları bu alanda da boşa gitmiş değildir. Anayurt ara­
ma işi yerine geçen anatarih araştırmasının onun aşırı nazariyele­
rinden çok şey öğrendiğini söyliyebiliriz. Hatta Macar dilinin in­
kar götürmez bir şekilde Finugor kökünden oluşunu, aynı zaman­
da dilimizin ve anatarihimizin Türk münasebetleriyle dolu bulun­
duğunu ortaya koyan bugünkü kanaate de onun açtığı yoldan va­
rılmıştır.
Pek tabii olarak ilim bakımından Vambery'nin seyahatinin ar­
ka planında hiçbir şey sezmeksizin sırf maceralara, heyecanlı teh­
likelere, sonra bir de bunlara karşılık kazanacakları şöhrete kapı­
larak, onun izinde uzak Asya ülkelerine seyahat edenler olmuştur.
Bunlardan birisi L. Berzenczey'dir ki, sergüzeştçi yolculuğunu İç -
Asya'ya yaptığı için, hakkında birkaç söz söyliyeceğiz. Berzenczey,
seyahatine Rusya'dan, 1 873 te çıktı. Kazan'dan Omsk'a gitti ve
-

oradan aşağı saparak Almatı'ya vardı. Buradan itibaren kötü du ­


rumların birinden kurtulup öbürüne düştü, kah Ruslarla çatıştı,
kah yerli hanlarla, bazı da İngilizlerle arası açıldı. Daha Kaşgar'a
giderken İngiliz casusu diye tevkif etmişlerdi. Çeşitli gailelerden
sonra nasılsa salimen Çakmak'a varabildi, fakat bu sefer de bura­
da, anlaşılan değişiklik olsun diye, Rus casusu olarak hapsettiler.
Hapisten kurtulduktan sonra Kaşgar'a gitti, burada her şey yoluna
girmişti, emir kendisine çok iyi muamele ediyordu, fakat sonra,
BtLIN M IYEN i Ç - A S YA

.wrı:duğu adamın daha ileriye, Akst• "ya, Uru mçi'ye ve Manas'a, o­


radan da, itikadınca Macarların hısımları bulunan Cungat'ya'ya git­
mek istediğini öğrenince dostluk birden bozuluverdi. Emir, tasar­
ladığı bu seyahatin hiç de hoş'una gitmediğini kendisinden gizleme­
yince, Berzenczey, Cungarya'yı ziyaretten hemen vazgeçerek Yar­
kent'e gitti. Fakat orada da duramadı ve Karakorum dağlarından
geçerek faaliyet merkezini Ladak'ın başkenti olan Leh'e kaldırdı.
Berzenczey'nin talihi burada da iyi gitmedi, o yerin İngiliz valisi
Ladak'ı terk etmesini tavsiye etti ve böylece çaresiz, Hindistan yo­
liyle ve seyahatinden hiçbir netice almadan memlekete döndü.
Bizde böyle,_ aşağı yukarı şahsi sergüzeşt seyahatleri yapılır­
ken yabancı memleketlerde, evveke bahsettiğimiz o büyük, teşki­
latlı sefer heyetleri yola çıkıyordu. Bunun üzerine, yabancı başarı­
lardan örnek alarak, Macaristan'dan da o vakte kadar görülmedik
ölçüde bir sefer heyeti Asya kıtasına hareket etti.
Bu kafilenin koruyucusu , kurucusu ve başı, en büyüıt Macarın*
oğlu, kont Bela Szechenyi idi. Bu keşif seferi 98. 1 00 florine mal oldu
ki, bu gerçekten o zamana kadar, ne de ondan sonra bizde, benzeri
bir teşebbüse sarf edilmemiş derecede büyük bir para idi. Elde edi­
len ilmi neticeler bakımından da bu kabil büyük ölçüdeki diğer
yabancı İç - Asya sefer heyetlerinden hiç de geri kalmıyan bu se­
yahat üç yıl ( 1 877 - 1880) sürdü. Ta bugüne kadar Macar İç -
Asya araştırmalarının en büyüğü olan bu seferle haklı olarak övü­
nebiliriz, fakat buna karşılık da onu yabancı memlek�tlerde bizden
daha iyi bildikleri ve daha çok değer verdikleri için utanç duyma ­
mız lazımdır.
Büyük masraflarla, adamakıllı donanmış olan sefer heyeti kont
B. Szechenyi'den başka topu topu üç azadan teşekkül ediyordu :
kafilenin ruhu ve en büyük kıymeti L. Loczy idi ; bir de sonradan
Kolozsvar üniversitesi profesörü olan tanınmış şark dilleri bilgini
G. Balint ile Viyana askeri harita dairesi subaylarından G. Kreit­
ner adlı, oldukça orta değerde A vusturya'lı bir coğrafyacı vardı.
Asıl tasarıya göre, Pekin'den hareket edilerek Huanğ•ho'nun ku­
zey dirseğinden Gobi çölün� girilecek, oradan Tarım havzasına dö-

• XXI. yüzyılda büyük çalışmalariyle asri Macaristan'ı kuran kont 1.


Szechenyi'ye Macarlar «En büyük Macar» adını vermişlerdir. S. K.
BİLİNMIYEN i Ç - A S YA 189

nülecek ve güneydeki Khotan yolundan Kaşgar'a vardıktan sonra


oradan da ya batıya doğru Semerkant'tan �eçerek yahut da güneye
saparak Hindistan yoliyle memlekete dönecekti. Fakat bu ilk tasarı
suya düştü. Türkistan'daki islamların isyanı sebebiyle bütün o ta­
raflarda karışıklık hüküm sürüyordu, Çin dışişleri bakanlığı oraya
gitmek için istenen müsaadeyi kesin olarak reddetti. Bunun üzeri­
ne Szechenyi'gil ilk tasarılarından vazgeçerek' daha güney yolunu
seçmeğe ve Tibet'te araştırmalar yapmağa karar verdiler. Aşağıda
göreceğimiz gibi burada da Tibet'lilerin azimli mukavemetleriyle
karşılaştılar.

Heyet üyeleri Çin'e, Süveyş'ten geçerek denizden gittiler. İş­


leri acele değildi, kah tek tek, kah toplu bir hald.e uzunca molalar
verdiler, Hindistan'da, Cava adasında ve Japonya'da epeyce araş­
tırmalarda bulundular. Bu fazla yavaşlık (heyetin sonsuz zararı­
na olarak) biricik dilci üyenin şevkini kaçırdı, G. Balint, da­
ha asıl araştırmalar başlamadan arkadaşlarını bırakıp Avrupa'ya
döndü.

Heyet Triyeste'den 1877 aralık ayının 4-ünde yola çıkmıştı,


fakat sayıları üçe indikten sonra ancak ertesi yıl aralığının 7-sinde
Şanghay'dan Çin'in batı sınırlarına doğru açıldılar. Esaslı coğrafya
ve jeoloji incelemeleri yapmak suretiyle 1 879 ocağı sonlarında Si­
an'a, Çin'in eski başkentine vardılar. Buradan , alışılmış büyük yol
üzerinde kuzey - batıya ilerliyerek Lan - cov'a, daha sonra Su - cov'a
ulaştılar, sonra batıya doğru Dun - huanğ'a kadar varmak cesaretini
göstermişlerdi, buradan da ileride yollarını Tibet'e çevirmek
niyetiyle Kuku nor'a ve daha ileride Lop nor kıyısına varmak
istiyorlardı. Fakat, Prj evalski'nin seyahat raporunda da gördüğü­
müz gibi, tasarılarını açıkça ortaya döken Macar sefer heyetinin da­
ha ileri gitmesine Çin'H mandarin müsaade etmedi. Bunun üzerine
geri dönerek Si-ninğ'a uğradılar ve meşhur Kumbum manastırını
ziyaret ettiler. Ama Tibet düşüncesi Szechenyi'gili bir türlü rahat
bırakmıyordu. Şimdi bu taraftan ilerlemek için hiçbir umut kal­
mayınca, Çin'lilerin sözünü dinliyerek Sı-çuan eyaletine girdiler.
Çınğ-du'da, eyaletin başkentinde, Tibet'e o taraftan da girmenin
mümkün olmadığını anladılar, bunun üzerine Da-çien-lu'ya doğru
ilerliyerek oradan cesur bfr kararla Batang'a, Tibet sınırına sokul­
dular. Hepsi boşuna idi. Tibet'liler bu inatçı araştırıcılara silahla
190 BILfNMIYEN İ Ç - A S YA

karşı komak istediler, bunu görünce onlar da niyetlerinden vazgeç­


mek zorunda kaldılar ve Birmanya yoliyle dönüş başladı.

Eğer çok büyük bir dikkat ve masrafla hazırlanmış olan bir


sefer heyetinin de, kendinden beklenen başarıyı ancak işe yarar
bilgin üyeler temin ettiği takdirde gösterebileceğine inanmıyan var­
diyse, Szechenyi seferi neticelerinden o da buna inanmıştı. Kafile­
nin öyle yalnız Kreitncr gibi üyeleri olsaydı, o zaman bütün para
sokağa atılmış olurdu. Fakat Loczy tek başına öyle muazzam iş ba­
şarmıştır ki, bu nadir ilmi netice ile bütün sefer heyetinin manevi
muvaffakıyetini, ilmi değerini sağlamış, temelleştirmiştir. Ya bir
de bu heyet Loczy değerinde bir dilci ve bir de arkeologla övünebil ­
seydi daha ne başarılar elde etmiş olacaktı, bunu düşünmek bile
harikulade bir şeydir.

Fakat Szechenyi sefer heyeti börle de vazifesini yapmıştır ve


ilmin büyük zararına olarak her ne kadar İ ç - Asya'nın kalbine so­
kulamamışsa bile doğu sınırında yaptığı keşif işlerinin, İ ç - Asya'nın
keşfi tarihini incelerken �içbir zaman unutamıyacağımız derecede
büyük değeri vardır.

Kont B. Szechenyi heyetinin elde ettiği örnek neticeler tesirsiz


kalmamıştır. Kont E. Zichy, Kafkasya'da yaptığı seyahatlerden son­
ra 1 898 - de o zamana kadarkilerden daha büyük bir sefer heyeti ha­
zırlamağı kararlaştırıyor. Tertibettiği seyahatlerin üçüncüsü olan
bu yeni seferiyle görünüşte anayurt arıyanların terk edilmiş gele­
neğine dönüyordu. Fakat sad� görünüşte. Çünkü anayurt yerine
hısımlar aramak lazım olduğunu ve bu hısımlarınsa İ ç - Asya'da de­
ğil Sibirya'nın buzlu tundralarında fakir hayatlarını yaşamakta ol­
duklarını pekala bilmektedir. Şunu da çok iyi biliyor ki, ancak ya­
nına işe yarar ihtisas adamları alırsa bir netice umabilir. Bunun için
Zichy yeni heyete dilci olarak J. Papay'yi., etnoğrafyacı olarak J .
Janko'yu, arkeolog olarak B . Posta'yı v e tabiat alimi olarak da
E. Csiki'yi alıyor. İ ş arkadaşları hareketlerinde serbesttirler, her­
kes iş alanını, en uygun gördüğü yerde seçebilir. Hatta Zichy, bil­
gin arkadaşlarının hazırlıksız, körükörüne işe başlamak zorunda
kalmamalat'ını da düşünüyor, bunun için, seferin başlamasından ö n­
ce istiyeni, masrafını vermek suretiyle, Rus d ilini öğrenmek ve Rus
kütüphanelerinde, koleksiyonlarında kendisini ilgilendirecek şeyleri
..
görmek için Rusya'ya gitmekte serbest bırakıyor.
nlLiNMIYEN i Ç - A S YA 191

Bu geniş hareket serbestliği heyet için hem iyi oldu hem de


olmadı. Dilcinin arkeologtan veya tek merakı hayvanlar üzerine ko­
leksiyon yapmak olan başka bir arkadaşından ayrı tarafa çekeceği
pek tabii idi. Bundan başka, iş arkadaşlarının dağılışı yüzünden
( küçük veya büyük) belli bir alanın inceden inceye araştırılması
kabil olmuyordu. Merkezi bir yönetim eksikti ve büyük masraflarla
yola çıkarılmış olan sefer heyetine esasen heyet de denemezdi,
bu sadece birbirine gevşekçe bağlı şahsi araştırıcıların toplulu­
ğu idi.

Fakat netice bu şekilde de masrafına ve zahmetine değdi. Bu


heyetin Sibirya'da ve Avrupa Rusyası'nın doğu kısmında çalışmış
olan değerli üyelerinin ne işler başardıkları, araştırmaların konusu
ve alanı bakımından bu kitabın çerçevesi içine giremez ; yapılan iş ­
lerin şerefli neticelerini ait olduğu ilim şubesi takdirle karşılamış­
tır. Fakat Zichy sefer heyetinin bir işinden burada da bahsetmemiz
gerektir. Asıl kervan, kontun idaresi altında Sibirya'dan geçerek
Kiakhta'ya varmış ve oradan seyahatin son amacı olan Pekin'e u­
laşmak için Gobi çölündeki, bildiğimiz büyük kervan yolunda Çin'e
doğru Kalgan'a ilerlemişti. Macar araştırıcıları umumiyetle İç - As­
ya'nın bu uzak doğu kısmiyle pek ilgilenmiş değillerdi ; nitekim bu­
rada görünen tek Macar kervanı Zichy'nin kervanı idi. Kiakhta -
Kalgan yolu en çok bilinen büyük çöl yollarından biridir : burayı ta
eski çağlardan beri ve arasız olarak yalnız Çin'liler kullanmamış­
lar, Rus tacirleri ve bilgin araştırıcılar da güneye doğru hep bu yol­
dan geçmişlerdi. Fa�at bununla artık bu yol boyunda, hele cesaret
de eksik değilse onun sağında solunda çöle dalmak suretiyle, araş':'
tıracak bir şey kalmamıştır demek istemiyoruz. Dilcilik, etnoğrafya
bakımından burada daha ziyade ıssız topraklarda incelenecek bir
şey pek yoktur, fakat buna karşılık tabiat bilgisi ve eski eserler
bakımından buralarda daha bizi şaşırtacak meraklı şeylere rasla­
nabilir.

Zichy heyeti, yazık ki böyle araştırmalara hazırlanmış bir du­


rumda değildi. Onlar yalnız mümkün olan hızla ülkeleri geçip git­
mek istiyorlardı, Urga gibi büyük duraklarda ise vakitleri kabuller,
törenlerle geçiyordu. Halbuki o kadar acele etnıeleri ve heyet arke­
oloğunun tam buralarda kendini göstermeyişi hiç de iyi olmamıştır.
O Stralarda Kuzey - Moğolistan'da, Orkhon ve Selenga vadileriyle
192 B I L I N M I Y EN i Ç - A S YA

Yenisey kıyısında birtakım yazılı anıt taşlar çıkmıştı ki, keşif olun­
maları ve çözülmeleriyle bütün ilim dünyası çalkanmıştı. Bu yazılı
kayalar kont Zichy'nin de gözünden kaçmamış olmalıdır, zira yan­
larına almış oldukları Buryat laması Gomboev İrkutsk müzesinde
kendisine aynı bu yazılarla oyulmuş taş eserler göstermişti ve haki­
katen Urga'ya vardığı zaman bu garip kaya yazısını hatll'lamıştı.
Nalaikha, Tola ve Kerulen nehirleri kıyılarına küçük bir gezi yapa­
rak o meşhur anıtları gördü, içlerinde en fazla göze çarpanı, Kök
Türk devlet adalnı Tonyukuk'un yazılı anıtını adiyle de kaydeder,
hatta, herhalde Gomboev'in gayretiyle olacak, seyahatine dair kale­
me almış olduğu mufassal raporuna bu yazılı taşın el yazması su­
retini de komuştur. Yazık ki, bu ziyaret meraklı bir turist gezisin­
den daha verimli olmamış, hakkında o sıralarda ciltler yazılan Kök
Türk devlet adamını Zichy Moğol hanı sanmıştır. Bu bilinen eserle­
rin temaşasında, onların resimlerini çekme işinin ihmalinden başka,
o böigelerde daha etraflı incelemeler yapılmasının da ne kadar zah­
mete değer olduğunu ise daha sonraki yıllarda oralarda yeni yeni,
büyük yazılı taşların çıkışı meydana koymuştur.
Macar araştırıcılarının dikkati İç - Asya'nın gittikçe batıya dü­
şen bölgelerine doğru çevrilmişti. Bu bölgeleri dolaşarak yaptığı ke­
şiflerle, İç - Asya'nın Avrupa'ca tanınması tarihine adını silinmez
bir şekilde yazdıran bilgin seyyahlarımız çoktur. Fakat bunlar, araş­
tırılacak alana fazla · sayıda, iyi donanmış sefer heyefleri yerine,
tek başlarına, yahut olsa olsa birkaç geçirici ile gidiyorlardı. Her ne
kadar Hive'nin ve Buhara'nın Rus işgali altına geçmesi ve Trans -
Hazer demiryolunun yapılışiyle artık araştırmaların hareket nok­
tasına kolayca varılıyor idiyse de, asıl keşif yolculuğu, zahmetleri
ve tehlikeleriyle, bu seyyahlardan da o eski çığır açıcılardan istediği
kadar şahsi fedakarlık ve yoksulluğa katlanış istiyordu.
Fransa'da yerleşmiş olan K. Ujfalvy 1 876 - 1882 yılları ara­
sında İç Asya'yı üç kere ziyaret etti. Semerkant havalisini dolaştı
-

ve Pamir'de pek değerli araştırmalarda bulundu. Ujfalvy'nin, Pa­


mir'in dil ve ırk bakımından o kadar karışık kavimleri arasındaki
antropoloj i araştırmaları bilhassa çok dikkate değer; bunlar yavaş
yavaş başlıyan Doğu antropoloji araştırmalarının ilk ciddi neticele­
ridir.
Tien - şan dağ yığınları, coğrafya ve etnoğrafya araştırmaları
BtLtNMtYEN i Ç - A S YA 19�

ır:ın iki Macar bilginini de kendine çekmiştir. Bunlardan biri, Gy.


Almasy. önce 1900-de, ikinci defa 1906-da yola çıkmıştır. İlkin Taş­
kent'e, ora dan Balkaş gölüne ve sonra da Prjevalsk 'e , uğrıyarak
Tien-şan güney sıradağlarını araştırmağa gitti. İslam dininin an­
cak şöyle böyle uğradığı, eski Türk yaşayış şekline bugün de en zi­
yade bağlı kalmış olan Kırgızların adetlerine, hayat tarzlarına ve
dillerine dair yaptığı esaslı incelemelerle kendisine unutulmaz bir
erdem sağlamıştır. Çok yazık ki, bu seyahatine dair olan raporu ,
koca bir cilt tutan eseri, yalnız Macar diliyle çıkmıştır ve yabancı
memleketler bilginleri bu büyük malzemeden bilgj edinememişler­
dir. Tien-şan'ın öteki Macar araştırıcısı Gy . Prinz'tir. O da buraya
iki sefer yapmıştır. Onu önce 1 906 - da Gy. Almasy'nin yanında gö­
rüyoruz, fakat Almasy'nin ansızın memleketine dönüşünden sonra
o, orada kalıyor, şiddetli Asya kışında araştırmalarına devam ediyor
ve coğrafyaca bilinmiyen Sarıcas dolaylarını meydana çıkarıyor.
Prinz, ikinci defa 1 909 - da yine doğu yolunu tutmuş ve Andican'­
dan çıkarak Tien-şan'ın o zamana kadar bilinmiyen taraflarını bü ­
tün gezmiş, hatta Kaşgar'dan geçerek cesaretle güneye, Kun-lun
zincirine kadar inmişti ki, bunun en güney noktası Yarkent-derya'­
nın yanındaki Kuşerab'tır. Prinz tam bir coğrafyacıdır, fakat bunun
yanında, oradaki dağ çobanlarının ya�ayış tarzları üzerinde de mü­
kemmel incelemeler yapmıştır.

Coğrafya, dil ve etnoğrafya bakımından İç - Asya'daki araştır­


malar hala devam etmektedir. Bu büyük ortak işe umarız ki, günün
birinde biz Macarlar yine katılır ve bunca bilginimizin engel tanı­
maz bir azimle ve övülmeğe değer neticelerle başardıkları asil gele­
neği devam ettiririz.
*
İç - Asya'yı tanıma tarihini şöyle bir gözden geçirmiş bulunu­
yoruz. Belirli bazı çağların en fazla sivrilmiş araştırıcıların yanına
katılarak onların kendi zamanlarında İç - Asya'nın çeşitli dolayla­
rında ve türlü kavimleri arasında neler gördüklerini öğrendik. Fakat
bu doludizgin ilerleyiş sırasında elimize geçirdiğimiz eski tabloların
temaşasiyle hiçbir vakit ödevimizi sona erdirmiş değiliz. Geçen yüz­
yılın sonundan beri yeni yeni keşif seferleri birbirini kovalamış ve
bunlar eski İç - Asya tarihinin, medeniyetinin birbirinden değerli
maddi hatıralarını beklenmiyen bir şekilde önümüze sermiştir. Ba-
194 B I L İ N M IY E N iÇ-A SYA

bil ve Ninive'nin keşfinden beri ilim dünyası bu kadar heyecan ve­


rici hadise görmemiştir. O yığınlarla arkeoloji ve dilcilik eserleri
ve bunlarla ilgili bir sürü tarih ve coğrafya meselesi adeta bütün
öteki alakaları arka plana atmıştır. Tarih kaynakları gittikçe çoğal­
mış bulunuyordu ve eldeki bu sonsuz verintiler sabırla, bilgi ve
anlayışla birbirine eklenince, şaşırmış gözlerimizin önüne baş dön­
dürücü zenginlikte, değişik manzaralı bir tablo açılmağa başladı :
Eski İç - Asya.
Bundan sonraki bölümlerde bu araştırmaların birkaç önemli
grupunu tanıtmak istiyoruz.
x ı.

ORKHON VE YENİSEY KIYILARINDA


ESRARLI YAZITLAR

Yenisey mezar yazıtlarının keşfi. - Orkhon yazıtları. - Vilhelm


Thomsen Orkhon ve Yenisey Kök Türk oyma yazılarını çözüyor.­
Kök Türk tarihinin başlıca olayları.- Kül teginin hayatı ve ölümü.-
Bilge kağan ve hakim mütaviri Tonyukuk. -
İmparatorluğun yıkılışı.

İsveç kıralı XII. Karl'ın meşhur Poltava meydan muhare­


besinde Johann Philipp Strahlenberg esir düşmüştü. Esir olan bir­
çok arkadaşlariyle beraber bu ilme düşkün adam da Sibirya'ya sü­
rüklenmiş ve orada geçirdiği uzun yıllar boşa gitmemiş, Sibirya'nın
o zamana kadar hemen bilinmiyen kavimlerine dair görüp işittik­
lerini toplıyarak meşhur kitabında yayınlamıştı.

Birtakım cetvellerle, resim ve şekillerle süslenmiş olan bu ki­


tapta Strahlenberg birçok garip şeyler arasında Yenisey nehri kı­
yısında büyük küçük taşlar, mezar taşları gibi birtakım anıtlar gö­
rüldüğünü de anlatır. Tek başına bu müşahede henüz bir şey değil­
dir, çünkü göçebe kavimler, Güney - Sibirya'da olsun, Moğolya'da
dsun, ne tarafta bulunmuşlarsa oralarda böyle taştan dikilmiş işa­
retler, hatta hazan iptidai heykel şekilleri sürüsiyle bulunur. Yeni­
sey kıyısında dağınık bir halde bulunan taşlar, her birinin üzerinde
y azıya benzer birtakım anlaşılmaz işaretler görüldüğü için Strah­
lenbcrg'in dikkatini çekmişlerdi. Bu « mezar taşları n ile ilk önce ne
yapacaklarını bilemiyorlar, birkaç satırlık, hatta bazan birkaç ke ­
limelik yazıların dilinden anlamıyorlardı ve tabiatiyle ne türlü bir
yaziyle karşılaştıkları bilinmiyordu. Hatta taşların üzerine kaba sa­
ba oyulmuş olan çizgilerin harf mi, yoksa öyle bir işaret veya dam­
ga mı olduğu da belli değildi.

Strahlenberg'in taşları adeta unutulmuş gitmiş ( hiç olmazsa


196 B İ L İ N M I Y E N i Ç - A S YA

bunları ne yapacnklarını bilemiyorlardı) idi ki, geçen yüzyılın son­


larında ( 1 889) Fin Arkeoloji Birliğinin aklına, bu dağılmış yazıt­
ları toplıyarak kolayca bakılabilecek bir atlas içinde ilgili alimlerin
önüne komak fikri geldi. İlgi bakımından gerçi noksanlık yoktu,
ama daha ilk incelemede bu bilinmiyen yazılı yazıtların kırık dö­
küklüğü yüzünden bunların çözümü işi tamamiyle umutsuz görün­
müştü. Bunun, topu topu bazı harflerin şekillerini tam olarak tes­
bit edebilecek ve her satırda uzun kısa uzaklıklarda yalnız düz çizgi
üzerinde oyulmuş harfler arasına konmuş olan çift noktalardan, tah­
minen her bir kelimenin nerede bittiğini anlıyacak kadar faydası
olmuştu. Bu verintilere dayanarak şu garip iş meydana geldi ki, ne
yazıyı ne de onun yazıldığı dili bilmedikleri halde Yenisey yazıtla­
rının sözlüğünü çıkardılar.
Alimler bu bilinmiyen dil ve bilinmiyen yazılı metinler üzeri­
ne heyecanla eğildiler, fakat bu, daha başlangıçta çok umutsuz gö­
rünen çözme işine henüz iyice dalmamışlardı ki, aynı 1 889 yılında
İrkutsk'lu bir Rus alimi olan Yadrintsev'in Kuzey - Moğolya'da,
Orkhon nehri ve Koşo Tsaydam gölü yakınlarında, meşhur Karako­
rum şehrinin yıkıntıları yanında yeni birtakım eserlere rasladığı
haberi geldi. Bunlar aşağı yukarı, aynı yazı ile ve tahmine göre aynı
dilde yazılmış, fakat azametli eserlerdi. İrkutsk Coğrafya Birliği
derhal mahalline bir heyet yolladı ve ilk sathi incelemelerin so­
nuçlarına dair ertesi yıl, Rus arkeologlar kongresine bir rapor bile
verdiler. Bu keşfin önemi herkesçe anlaşılmıştı ve mesafe itibariyle
en yakın olan ilgili ilim birlikleri yeni bir heyet yollanmasını ka­
rarlaştırdılar. Böylece Finugor Birliği adına Heikel acele Orkhon
vadisine gitti ( 1 890 - 1 89 1 ) . Ele geçirebildiği bütün yazıtların kop­
yesini aldıktan, bütün heykelciklerin ve yıkıların resimlerini çek­
tikten sonra hepsini yeni bir albümde toplıyarak seferinin ertesi yı­
lında ( 1 892) söslü bir şekilde yayınladı. Öte yandan Rus bilginleri
de harekete geçmişlerdi; onlar da en seçkin türkologlardan olan W.
Radloff'un yönetimi altında 1 89 1 den itibaren bu yazılı taşları in­
-

celemek için birkaç sefer heyeti gönderdiler. Çok geçmeden Rus


araştırıcılarının elde ettikleri neticeleri gösteren albüm de çıktı,
şimdi artık Ruslarla Finlerin iki mükemmel koleksiyonu, kendine
güvenen bilginleri iş başına çağırıyordu.
Orkhon yazıtları meydana çıkınca durum birdenbire değişiver-
B lLINMİYEN İ Ç - A S YA 197

mişti. O zamana kadar elde bulunan kırık dökük kısa metinlere iki
uzun yazıt da katılmıştı. Bu esrarlı yazılarla baştan aşağı dolu
iki yeni yazıt, görünüş itibariyle de gösterişli idi. Bunlardan biri hiç­
bir eksiksiz, dikildiği yerde, taş tabana dayalı bir halde duruyordu.
332 santimetre boyundaki bu taşın 23 1 santimetrelik kısmı yazılıydı.
Genişliği 132, kalınlığı da 46 santimdi. Öteki anıt taş bir zamanlar
yerinden yıkılmİştı ve dört parçaya ayrılmış bir halde taş kaidenin
etrafında yatmaktaydı. Artık metin bakımından eksiklik yoktu, zira
taşın sade ön tarafında kırk satır sıralanmakla kalmıyor, kaya par­
çasının öteki yüzleri de yazı işaretleriyle doldurulmuş bulunuyordu.
Böyle sevinç verici bir şekilde artmış olan bilinmiyen dilli ve
yazılı eserlerin çözümü artık· imkansız gözükmüyordu. Fakat bil­
ginler, çok çetin olduğu şüphesiz görünen bu işte beklemedikleri
başka yardım da buldular. Yeniden keşfedilen her iki anıt üzerinde
Çince yazılar da vardı. Bunların yardımiyle bu iki taşın hangi ka­
vimden kalma .olduğunu tesbit etmek kolaydı. Bunun üzerine an­
laşıldı ki, biri 732, öteki 734 yıllarından kalma olan bu iki yazıt,
Çin kaynaklarınca evvelden beri pek iyi bilinen Kök Türk · kavmi
hükümdarlarından birinin, Bilge kağanın ve küçük kardeşi, seçkin
komutan Kül teginin hatıralarını anmaktadır. Sonra bu ele geçiri ­
len bilgiler sayesinde bu yazıtların anlaşılmaz satırları arasında
eski Türk dillerinden �irinin gizlendiği tahmin edildiği için, bun­
ların çözümüne bir adım daha yaklaşılmış oldu. Fakat 'oradaki Çin­
ce yazının, bilinmiyen metnin tam tercümesi olmadığı, onun nis­
petsiz derecede kısa oluşundan da, daha önce anlaşılmıştı.
Artık o zaman bilginler arasında, bu, VIII. yüzyıldan kalma
Kök Türk yazıtlarını ilk önce kimin dile getirebileceği ve hele tam
anlamını kimin ortaya koyabileceği yolunda bir yarıştır başladı. Bu
yenişme çabuk neticelendi : 1893 te, tanınmış Danimarka'lı alim
-

Vilhelm Thomsen, çözümünü, son çağların en büyük ehemmiyetteki


ilmi neticesini Danimarka İlim Akademisine sundu.
Tabiatiyle, ihtisas adamı olsun veya olmasın, herkes, acaba
Thomsen bu çözümü nasıl elde etti, diye meseleyi merakla deşele­
meğe başlamıştı. Çözümün doğruluğundan kimse şüphe edemezdi .
Yazıtların 38 işaretten ibaret olan alfabesine verilmiş olan anahtar
yardımiyle onları herkes istediği yerden okuyabilirdi. Yalnız Türk
198 BİLINMIYEN İ Ç - A S YA

dillerinden anlamak şarttı, çünkü her iki yazıt da biraz eskice, fa­
kat halis Türk diliyle yazılmıştı.
Danimarka'lı alimin bu çözümü nasıl elde ettiği gerçekten me­
raklı bir şeydir. Bu gibi işler için mazbut bir kafa, sistemli bir dü­
şünce kabiliyeti lazım olduğu mı.ıhakkaktır, fakat iyi bir talihin yar­
dımı olmadan bu mükemmel hazırlığın da her zaman amaca ulaştı­
ramıyacağı inkar edilemez.
İ lk önce Thomsen'in di kkati her iki yazıtta da, birbirine mu­
vazi kelime uygunluklarına ilişmiştir. Yoliyle düşünen bir bilgin
için kendi başına bu basit müşahede bile mükemmel bir hareket
noktasıdır. Zira her hangi bir kimse c.özüm<> başlamadan önce, harf­
lerin birbiri ardına nasıl sıralandığı, sonra da satırların nasıl de­
vam ettikleri mesel�sini aydınlatması lazımdır. Bir de satırlar aca­
ba Çincede olduğu gibi sağdan sola doğru mu okunacaktır, yoksa
Moğolcadaki gibi soldan sağa mı? Birbirine muvazi olan metin par­
çaları meseleyi açıkça meydana koydular : satırlar sağdan sola git­
mektedir. Dikkatli incelemelerle Thomsen meselenin bütün ayrın­
tılarını aydınlatmıştı. Böylece, yeni bir adım o'!ıarak harflerin yu ­
karıdan aşağı okunacağını anladığı gibi, daha sonra yazı işaretlerini
tabii duruşlarına göre değil, yan çevirerek hem de her işaretin te­
pesi sola, kuyruğu ise sağa düşecek şekilde birbiri altına sıralanmış
olduğunu fark etti. Buna göre harf ve satırların sırası ve durumu
şöyledir :

... ._ c.ı

Asıl çözüm bundan sonra geliyordu. Henüz tek bir harf bile ta­
,
nımadığı için, önce evvelden hazırlanmış bir istatistiğe göre bu
işaretlerden hangilerinin vokal, hangilerinin konsonan olduğunu an­
lamayı denedi. Ondan sonrası artık talih meselesiydi : değişik tah­
minlere göre seçtiği üç vokal işaretinden, sonradan anlaşıldığı gibi,
ikisinin kıymetini (i,u) tam olarak bulmuştu, fakat üçüncüsü uy­
mamıştı ve bu üçüncü had o kadar karışıklığa yol açtı ki, bilginin
neşesi tamamiyle kaçmış ve uzun zaman yazıtlara elini sürmemişti.
Thomsen, bu inatla dayatan yazıyı sonra tekrar eline aldığı vakit,
başka Dir usul denedi. Yazıtların Çince kısmında birç-Ok ilerigelen
B t L f N M h E l'I f Ç - A S YA 199

Kök Türk şahsiyetlerinin adları da bulunuyordu, tuttu, o bilinmi­


yen yazıtlarda bunların yerlerini bulmağa çalıştı. Böylece, o garip
kelimeler arasında araştırıp dururken, kelimelerden birinin sade bu
iki yazıtta değil, Yenisey anıtlarında da sık sık geçtiğinin farkına
vardı. Bu kadar tekrarlanan kelimenin son harfi, kendisinin evvelce
farz ettiği i olduğuna göre bunun, aradığı özel adlardan biri olma­
yıp Türkçe tanrı demek olan tengri olması ihtimalinin akla daha ya­
kın olacağını düşündü. Bu suretle elde ettiği birkaç harfle deneme­
lerine devam etti. Aynı zamanda şuna da dikkat etmişti ki, bu harf
kümelerinden biri, yazıtların yalnız birisinde, hem de tam Çince
metne göre Çüe-tö-cin (Kül tegin) 'e ait yazıtta geçmektedir. Bu
harf kümesini Kül tegin kelimesinin harfleriyle karşılaştırdı. Kül·
tegin ve tengri kelimelerinin harflerini doğru olarak elde ettikten
sonra çözüm artık hızla ilerledi ve ancak birkaç saatlik bir çalış­
madan sonra bilinmiyen yazının hemen bütün harfleri ele geçmiş
bulunuyordu. Daha derin bir incelemeden sonra bütün zorluklar
ortadan kalktı. Şimdi artık yazıtlar düpedüz ve kolaylıkla okuna­
biliyordu. Arkaya sade bir iş, metnin tercümesi ve açıklanması kal­
mıştı.
O sırada haber alındığına göre Orkhon yazıtları bilmecesiyle
tanınmış Rus türkoloğu W. Radloff da adamakıllı uğraşmaktaydı,
hatta Thomsen kendi çözümünü ortaya koyduğu zaman o da bir - iki
harf ele geçirmiş bulunuyordu.
Dediğimiz gibi, harflerin meydana çı.karılmasiyle mesele he­
nüz kapanmış bulunmuyôrdu. Hatta en heyecanlı kısmı bundan
sonra başlamıştı : bu Orkhon yazıtları acaba neler anlatıyordu? İşte
bu iki eser okunup tercüme edilmeğe başlanınca o unutulup git­
miş bilinmiyen harflerin altından, eski ve büyük bir göçebe impa­
ratorluğunun mücadeleleri, uzak ülkelere yayılmış şan ve şerefi
meydana çıkmıştır. Bu kudretli Kök Türk kavmi, kaynaşan komşu
kabilelere karşı nasıl savaşmış, muzaffer orduları uzak güneyde,
Çin toprakların<!a ve Hüan-dzanğ ile Çanğ-çun'un peşi sıra bizim
de dolaştığımız Altay dağlarında, ta Demirkapı'ya kadar nasıl iler­
lemişti!
Alimler, eski Çin tarihçilerinin Kök Türk kavmi hakkında ne­
ler yazdıklarını hararetli bir gayretle araştırmağa başlıyarak acele
ele geçirdikleri malumatı yazıtlarda Kök Türklerin kendileri hak-
200 BiLiNMIYEN İ Ç - A S YA

kında kendi anlattıklariyle karşılaştırdılar ve en küçük noktalarda


bile uygunluk görünce şaşıp kaldılar. Bu hal tabiatiyle yalnız Çin'­
lilerin veya yalnız yazıtların kaydettikleri hadiseler üzerinde hü­
küm verme hususunda da onların kendilerine olan güvenlerini,
haklı olarak kuvvetlendirmişti.
Çin'lilere göre Kök Türk kavmi, uzak kuzeyde, Orkhon ve Se­
lenga yanında yaşar, sürülerini otlatarak bir yerden başka bir yere
göçer, keçe çadırlarda oturur ve kahramanlık hayatına bayılır. Bu
kavmin öyle şuradan buradan toplanmış bir sürü olmayıp teşkilatlı
bir devlet halinde yaşadığı anlaşılmıştır. En ileri gelen adamların­
dan Çin tarihçileri 28 çeşit rütbe sayarlar. Bunlardan 9 10 kada­
-

rının Kök Türkçe adlarını da kaydederler. Yabgu, şad, tegin, tar­


kan bunlardan olup, çözülen yazıtlarda şimdi hepsi de görülmüştü.

Kök Türklerin saçları serbestçe havada dalgalanır !Çin'lilerinki


gibi değil) , elbiselerini sola iliklerler (Gök oğlu devletinin evlatları
gibi sağa değil) . Adetleri ise eski Asya'lı Hunlarınkine benzer. İhti­
yarları saymazlar, yalnız taşkın kudretli gençlere değer verirler. Ya­
kınlarından birisi ölünce garip bir şekilde yas tutarlar. Acılarında
dökülecek göz yaşları, yüzlerinden fışkıracak kanlarla aynı izden
aksın diye, suratlarını bıçakla çizerler. Kibarları toprağa gömerler
ve savaşta kaç düşman öldürmüşse mezarına o kadar taş koyar­
lar. Mezarı üzerinde yüz, hatta bin taş bulunarı kahraman savaş­
çılar nadir değildir. Kagan, yani hükümdarlarının karargahi. Al­
tay'ın bir kanadında, onların dillerince Ötüken dağı dedikleri yer ­
dedir, bu dağdaki mağaralardan biri, atalardan kalma bir ziyaret
yeridir, Kök Türk ilerigelenleri her yıl hanlarının başkanlığı al­
tında oraya giderek kurbanlar adarlar. Zaten Kök Türkler gök ve
yer ruhlarına çok saygı gösterirler, cinlere inanırlar ve şaman me­
cusları vardır.
Bunlar uzun zaman kölelik hayatı yaşamışlar, dağlarda ma­
dC'ncilik yapmışlar ve efendileri olan Asya'lı Avarların veya başka
deyimle Juan-juan'ların en ünlü demircileri olmuşlardı. Fakat 552-
de kurtuluş saatleri çalmış, yazıtlarda adı Bumın kağan diye ge­
çen ilk yiğit hükümdarları, kavmini hürriyete kavuşturduğu gibi,
hatta bütün öteki kabileleri de hükmü altına almış, koca göçebe
imparatorluğu ta büyük Çin duvarına kadar genişletmiş ve Al­
tay'ın batısında uzanan ülkeleri ve göçebeleri de devletine katmıştı.
BILfNMfYEN f Ç - A S YA 20!

Fakat geniş sahalara yayılan bu Kök Türk imparatorluğunun


birliği çok sürmedi, daha otuz yıl geçmeden ikiye bölü11dü. Doğu­
daki kısım atadan kalma yerleri tutmakta devam ediyor ki, Or­
khon yazıtları bu kısma aittir. Ba.tıdaki Kök Türk imparatorluğu,
yani On Ok (on kabile) kavmi Cungarya kapısından geçerek Ta­
rım havzasının kuzey ve batı taraflarına yayıldı. Hüan-dzanğ bun­
lara uğramış, Bizans elçileri bunlarla ittifak yapmışlardı. Batıya
doğru önüne geçilmez bir şekilde yayılan ve Hazer gölünün batı
tarafı ile Kafkasya'da yaşıyan kavimleri hükümleri altına alanlar
işte bu Batı - Kök Türkleridir.
Fakat bir de Doğu - Kök Türklerine dönerek onların tarihleri ­
ne, bu tarihin, Orkhon yazıtlarınca adları geçen iki kahramanın,
Bilge kağanla Kül teginin yaşadığı bölümüne tez bir göz atalım.
Kök Türk kağanı ölmüştü, fakat seçtiği halef, oğlu, yani küçük
kağan tahta geçemedi, çünkü göçebelerin hükümdar - öldüren ge­
leneğine uyarak Türk ilerigelenlerinden biri, kabilesini etrafına
toplıyarak ona hücum etmiş ve savaşta öldürmüştü. Bu Türk ileri­
geleni Kül tegin idi. Fakat eline geçirmiş olduğu hükümdar tah­
tına kendi yerine ağabeyisini oturtmuştu. O da Kök Türk ilerige­
lenlerindendi, fakat bu barışçı yaradılışlı, insan duygulu, önemsiz
kabile başkanı, kabilesinin •küçük şadı 11 o zamana kadar bir ke­
narda kalmıştı. Ama şimdi, küçük kardeşinin himmetiyle han ol­
muş ve Kök Türklerin parlak hükümdar adları arasında kendisine
Bilge kağan (hakim hakan) ünvanını seçmişti. Kök Türk orduları­
nın en baş komutanlık ödevini ise, ağabeyinin yanında Kül tegin
üzerine almıştı.
Çin tarihçileri yıllıklarında,· aralarında bir kimse savaş mey­
danında ölmeyip de hastalıktan telef olursa Kök Türklerin bunu
ayıp saydı�larını şaşarak kaydederler. Kül teginin ayip sayılacak
bir şeyi yoktu. Asya'nın yarısında baştan başa savaşlar vermiş olan
bu kahraman sonunda, sinsice üzerine saldıran üstün kuvvetteki
düşmana karşı karargahiyle ailesi halkını koruduğu umutsuz, şid­
detli bir savaşta ölmüştü. Onun hayatı hakkında Çin'liler de bazı
şeyler yazmaktalarsa da en tam hatırası yine ağabeyisi Bilge ka­
ğanın, Çin imparatoriyle birlik olarak ve onun mütehassıs işçile­
rinin yardımiyle taşa oydurduğu yazıtlardır ki, biraz önce anlattı­
ğımız şekilde keşfedilen Orkhon anıtlarından biri bunu göstermek-
202 B t L f N l\I İ Y E N i Ç - A S YA

tedir. Zira onun ölümü üzerine dünyanın her tarafından başsağısı­


na gelip toplanan elçilikler arasında Çin imparatorunun adamları
da eksik değildi. Hem de bu elçiliğin başkanı, Gök oğlunun, ölen
Kök Türk kahramanının adına, onun değerlerinin ölmezle:jtirilmesi
için yazılı taş dikilmesi, heykelinin ve bu anıtların yanına bir • ta­
pınak• yapılması hakkındaki mühürlü emrini de beraberinde ge­
tirmişti. İmparator, tapınağın dört duvarına da Kül teginin başar­
dığı kahramanca savaşların resimll•rini yapmalarını emir ediyordu.
En seçkin Çin sanatkarlarından al�ısını b_u işe ayırmışlar ve bunlar
Üzerlerine aldıkları işi o kadar mükemmel başarmışlardı ki, herkes
bu canlı savaş sahnelerini hayranlıkla seyretmiş ve Bilge kağanın
kendisi de henüz bu dünya üzerinde eşine hiç raslanmamış olan bu
ressamlık şaheserini heyecanla gözden geçirmişti.
Bu Kök Türk yazıtı Kül teginin çeşitli kahramanlıklarını
bütün ayrıntılariyle, hayret verici bir şekilde canlandırmaktadır.
Yazıt tabiatiyle, göçebe ozanlarının geleneğine uygun olarak, birinci
şahısla konuşmaktadır. Zaten buraya geçirilen olayları Kül teginin
ağabeyisinin, Bilge kağanın ağzından dinliyoruz :
Kök Türk ulusunun ünü kaybolmasın diye beni bu tahta Gökün
lutfu oturtmuştur. O zaman ulusum zengin ve kudretli değildi, yok­
sul ve kuvvetsizdi, yiyeceği yoktu, giyeceği yoktu. Kardeşim Kül te­
ginle görüştüm ve (babamla amcamın bir araya getirdiği) ulusumun
adı ve sanı ortadan kalkmasın diye, gecelerimi uykusuz geçirdim.
Gündüzleri dinlenmedim. Kül teginle ve iki şadla beraber uğraşıp
didindim. Han olduğum vakit dağınık ulus yaya olarak ve perişan
bir kılıkla bana koştu. Ulusumu yükseltmek için kuzeye doğru 0-
guzlara, doğuda Kitay ve Tatabılara, güneyde Çin'lilere hücum ede­
rek on iki büyük sefer yaptım ve bir sürü savaşta çarpıştım. Ve
Gökün yardımiyle ve talihim beni terk etmediği için c�n çekiş�n
ulusumu kalkındırdım, çıplakları giydirdim, fakiri zengin ettim ve
azalmış olan safları çoğalttım.
Dünyanın dört bucağındaki uluslar arasında barış yarattım,
düşmanlıkları ortadan kaldırdım ve birçoklarını hükmüm altına
aldım.
Kardeşim Kül tegin bu büyük işimde benim sadık yardımcım
oldu. Kağan babamız öldüğü vakit o daha yedi yaşındaydı, fakat
B I L f N M I YEN f Ç - A S Y.A 205

Umay perisinin benzeri olan anama ne mutlu ki, çabucak gelişti. On


alt• yaşındayken artık imparatorluk ve devlet hizmetinde yararlık­
lar gösteriyordu. Altı Çub ve Sogdia'ya karşı seferler açtık ve her
şeyi yok ettik. Çin'li Ong tutuk, elli bin kişilik bir ordu ile üzerimize
geldi ve biz onunla savaşa tutuştuk. Kül tegin bu hücumu yaya ola­
rak idare etti, silahlı Ong tutuk'u esir aldı, kağana barış sağladı .
Yirmi dört yaşında iken Çaça sengün'e karşı savaştık. Kül tegin,
Tadık çur adlı doru atına bindi ve savaşa öyle gitti. Bu atını öldür­
dükleri zaman Işbara yamatar adlı kırına binerek yeniden hücum
etti. Bunu da öldürdükleri vak1t başka bir ata bindi ve yeniden hü­
cum etti. Kalkanına, zırhına yüzden fazla ok yağdı. Kök Türk er­
leri, çoğunuz bu hücumu hala hatırlarsınız!
Bu orduyu yok ettikten sonra, Yır-Bayırku kavminin büyük
hanı düşmanımız oldu. Türgi-yargun gölünün yanında savaşçılarını
dağıttık, yok ettik, büyük han ancak birkaç adamiyle kaçıp kurtu ­
labildi. Kül tegin yirmi altı yaşına girdiği zaman Kırgızlara karşı
sefer açtık. Geçtiğimiz yerlerde öyle kar vardı ki, mızraklarımız sa­
pına kadar kara batıyordu; ama yine de Sayan dağlarını geçerek
Kırgız ulusunu uykusunda bastırdık, kağaniyle bir ormanda çarpış­
tık. Kül tegin ata sıçradı, bir kişiyi okla öldürdü, ikisine mızrağını
sapladı, Kırgız kağanını öldürdük, kavmine boyun eğdirdik. Aynı
yıl içinde Türgeş ulusuna karşı savaşa girişerek Altay dağlarından
geçtik. İrtiş nehrinden geçtik, bir şeyden haberi olmıyan Türgeş
ulusu üzerine saldırdık. Fakat kağanları ordusiyle üzerimize ateş
gibi, kasırga gibi geldi. Ve biz savaştık. Hücumu, kır atının üstün­
de Kül tegin idare etti. Sogd ulusunu yola getirmek için İnd neh­
rini (Jaxartes Sir�derya) geçerek ordumu Demirkapı'ya kadar
=

götürdüm. Fakat o vakit Kara Türgeş ulusu baş kaldırmağa başladı.


Ordumuzun atları lağarlaşmıştı, yiyecek yoktu ve dermansız kal­
mış olan adamlarımıza taze kuvvetteki askerler hücum ediyordu.
Şaşırmıştık, son çare olarak bir avuç askerle Kül tegini onlara karşı
gönderdik. Kül tegin beyaz atının üstünde savaşa girişti, Kara Tür­
geş ulusunu perişan ve esir etti.
Kül tegin yirmi yedi yaşına bastığı zaman kuvvetli Karluk ulu­
siyle başımız derde girmişti. Ama Mukaddes Pınarbaşı'nda onunla
da çarpıştık, Kül tegin savaşa Alp-şalçı adlı beyaz atının üzerinde
gitti, mızrağını iki kişiye sapladı. Karlukları perişan ve esir ettik.
2C4 BILfNMİYEN İ Ç - A S 'i .A

O zaman Az ulusu bize düşman oldu. Karagöl'ün yanında onlarla da


�a rpiştık. Kül tegin o zaman otuz bir yaşında idi ; savaşa yine be­
yaz Alp-şalçı atiyle gitti, Az ulusunun başkanını esir etti , kavmini
ortadan kaldırdı. İzgil ulusu üzerimize yürüdüğü zaman kavmimiz
ve memleketimiz yorgun düşmüştü. Kül tegin yine beyaz Alp-şalçı'­
nın üzerinde savaşa önde gitmişti. Alp-şalçı'yı öldürdüler ama, İzgil
kavmi de yok olmuştu. Tokuzoguz kavmi benim kavmimken şimdi
bana düşman olmuştu, bir yıl içinde beş kere çarpışmamız lazım
gelmişti. İlkin Togu şehri yanında dövüştük, Azman adlı beyaz atı­
nın üstünde hücuma geçen Kül tegin, mızrağiyle altı kişiyi yere
serdi. Göğüs göğüse geldiklerinde yedinciyi kılıciyle doğradı. İkinci
defa Kuşlıgak'ın yanında Edizlere karşı savaştık, Kül tegin Az adlı
doru atının üstünde dövüştü, bir kişiyi mızrağiyle, dokuzunu da
göğüs göğüse geldikleri zaman öldürdü. Ediz kavminin hesabını
görmüştük. Üçüncü defa Oguzlara karşı savaştık, Kül tegin yine
beyaz atının, Azman'ın üstünde hücuma geçti, düşman ordusunu
yendik, ulusuna boyun eğdirdik. Dördüncü defa Çuş pınarının ba­
şında savaşa sıra geldi. Fakat artık Kök Türk ulusu bitkin düşmüş,
savaş isteği kalmamıştı. Beşinci defa yine Oguzlarla dövüştük. Kül
tegin Az adlı doru atına binerek hücuma girişti, mızrağiyle iki a­
dam öldürdü, düşmanı yok ettik. Kışı Amga-kurgan istihkamların­
da geçirdikten sonra ilkbaharda ordumuzu yine Oguzlara karşı ileri
sürdük.
Tümenin başına Kül tegin geçerek hücum emrini verdi. Fakat
bu sırada Oguzlar karargahımızı, orduyu basmışlardı. O zaman Kül
tegin Öksüz adlı beyaz atına bindi, dokuz kişiyi mızrakladı ve ordu­
yu böylece korudu. Eğer Kül tegin olmasaydı anam hatun, üvey ana­
larım, ablalarım, halalarım, teyzelerim, baldızlarım, yengelerim,
karılarım, sağ kalanlar esir olacaklardı, ötekiler de ölü alarak oba­
larda veya yollarda sürüneceklerdi.

İşte şimdi Kül tegin yoktur.• Ben, Bilge kağan, umutsuzluğa


düştüm ; gören gözüm sanki artık görmüyor, anlayışlı zihnim sanki

* Kök Türk yazıtının bu noktası aydınlık değildir. Bazılarına gö_re Kül


tcgin tabii ölümle i.ilm üştür. Başkaları ise onun oı·dııyu müd afaa ederken, si­
lfıhı '7Iinde olarak öldüğü fikrindedirler. Yerinde sebeplere dayanarak hiz de
i k i ııci görüşe katılırız.
BILINMIYEN i Ç - A S YA

anlamıyor. Şaşırdım, ama sonsuz olan yalnız Göle ve Zamandır, in­


san oğlu ölümlüdür. Gözlerimden yaşlar aktı, yüreğimden hıçkırık­
lar yükseldi, sıkıldım, ıstırap çektim. Sandım ki, iki şadın, prensle­
rin, beylerin ve bütün milletin gözleri ve kaşları ağlamaktan ha­
rap olacak. Kitay ve Tatabı kavimlerinin elçileri ağlıyarak, yas tu­
tarak geldiler, Çin imparatorunun adamı Likeng, yığınla değerli
şeyler, altın, gümüş getirdi. Tibet kağanı başnazırını yolladı; Batı'lı
Sogd, İran ve Buhara kavmi Neng sengün'ü ve Ogul tarkanı gön­
derdi, Batı - Kök Türklerinden, Türgeş kağanından mühürdar, 0-
guzlardan Bilge adlı mühürdar, Kırgız hanı adına da Tarduş ınançu
çur geldiler. Çin imparatoru tapınağı yapmak ve Kök Türk Yolıg
teginin çizdiği yazıyı taşa oymak için adamlar yollamıştı.
Kül teginin kahramanlık hayatını, ordunun müdafaası su asın­
da yiğitçe ölümünü, onun yasını tutan ağabeyisi Bilge kağan işte
böyle anlatıyor. Olayların yığını, bilinmiyen küçük yerlerin hiç işi­
tilmedik adları arasından da, Kök Türk imparatorluğunun büyük­
lüğünü, şöhretini yaratan, hiçbir vakit dinlenme nedir bilmemiş Kök
Türk savaşçılığını pek iyi görebilmekteyiz. Fakat aynı zamanda,
hayatı duraksız boğuşmalarla geçen bu göçebe devletin talihi silah­
ların başarısına ne kadar bağlı kalmış olduğunu da görüyoruz. Gö­
rüyoruz ki, savaşlarda bitkin düşen bir ilerigelen kabile, artık eski
hızını gösteremez hale gelince, taze kuvvetine güvenen başka bir
göçebe ulus onu gayet kolaylıkla yerinden itebilmekte ve başarıla­
rıyle, tıpkı önceki gibi, karşı konmaz bir surette küçük kavim un­
surlarını kendine çekmektedir.
Kök Türk kudretinin ve büyüklüğünün bu son parlayış çağın­
da Kül teginin yanında ikinci yüksek şahsiyet Bilge kağandır. O­
nun hayatı hakkında da, Çin tarihçilerinin ve Orkhon yazıtlarının
ölmezleştirmiş oldukları şeyleri kısaca anlatalım. Askerlik alanın­
daki faaliyetinin büyük kısmını, Kül teginin göz kamaştırıcı yükseli­
şi münasebetiyle gördük. Buna, olsa olsa . birkaç çizgi daha katabiliriz
ki, bunlar daha ziyade onun siyasi faaliyetini gösterir.
Savaş seferlerini, silahlı teşebbüsleri Kül tegin idare ediyor­
du; bu onun işi idi. Fakat büyük ölçüdeki savaşlara ne zaman giri­
şilebileceği ve hele güçlü ve zengin güney komşusuna, Çin'e karşı
nasıl bir tavır takınılacağını kağan kararlaştırırdı. Eski kaynakları
karıştırınca Kök Türk hükümdar sarayının bu işlerde pek öyle geli-
206 1:1 İ L 1 N M 1 r !<: N 1 <.: - A S \' A

şigüzel, her hangi bir geı,:ici hevese kapılarak karar vermediğini


hayretle görmekteyiz. Doğrusu Bilge kağan, bu mesuliyetli büyük
işlerde yalnız kalmıyordu. Fakat öyle tecrübesiz, hamhalat küc:ük
kabile başkanlarının öğütlerine de ihtiyacı yoktu. Yanında gün
görmüş, akıllı Türk devlet adamı, yetmişlik Tonyukuk vardı ki, o­
nun hayranı olan Alman ilim adamları takdirlerini anlatmak için
kendisine Kök Türk imparatorluğunun Bismarck'ı demişlerdir.
Beşbalık dolaylarındaki Çin'liler entrikalarını o kadar ileri gö­
türdüler ki, nihayet ol"alardaki göçebeler, Bilge kağanın Kök Türk
devleti aleyhine döndüler. Kül teginin kıtaları, tehdidedilen yere
tam zamanında yetişerek asilerin akıllarını başlarına getirdiler. Bu­
nun üzerine Bilge kağanın canı sıkılarak Çin'e hücum etmek iste­
di, fakat Tonyukuk, o zamana kadar üç Kök Türk hanına hizmet
etmiş olan bu emektar vezir, onu bu tehlikeli tasarısından vazgeçir­
di. Zira Çin'liler o kadar uzun zamandır barış içinde yaşıyorlardı
ki, zenginleşmişler, kuvvetlenmişlerdi! Hem imparatorları da kendi
kuvvetine güveniyordu. Halbuki Kök Türk orduları arasız savaş­
larda yorgun düşmüştü, askerlerin arasında, yeniden ele geçirilen
yerlerin, bağlılıkları denenmemiş derme - çatma insanları bulundu­
ğu gibi, bundan başka asıl ordunun da zaten dinlenmeğe ihtiyacı
vardı.
İçi bir türlü rahat etmiyen, sonsuz hırsı yüzünden durmadan
yeni yükselme yolları araştıran Bilge kağan Çin'lilerin haşmetlerini
kıskanmış, budist manastırlariyle, taoist tapınaklariyle şehirler yap ­
tırmak hevesine düşmüştü. Tonyukuk, bu isteği de yerinde bulmadı.
Kök Türkler Çin'lilerle yarışa çıkmamalılardı. Zaten yüz Kök Türk
içinde, bayrak altında bir kişi savaştıktan, ötekiler sürüleriyle me­
ralarda veya av peşinde dolaştıktan ve daimi barınakları olmadık­
tan sonra Çin '!ilerle nasıl yarışa bilirlerdi? Asıl işleri savaştı ve
kendilerini kuvvetli bulunca ileri atılırlardı, zayıf bulunca da ka­
çışır, saklanırlardı. Eğer milletini duvarla çevrili şehre kapatırsan,
günün birinde Çin'liye yenilirsin ve ona esir olmaktan kurtulamaz­
sın! Hem Buddha ve Lav-dzı, insanlara sevgi ve tevazu öğretir ki,
bunlar z�ten savaşçı bir ulusa lüzumlu bilgiler değildir.
Bilge kağan Tonyukuk'a hak verdi, hem de o kadar hak verdi
ki, barış anlaşması yapmak için Çin'e eh_;iler yolladı. Fakat Çin im­
paratoru bu barış isteğinden göçebelerin zayıf oldukları neticesini
R 1 1. 1 N M 1 ,. EN 1 Ç - A S Y/t. 207

çıkararak Kök Türklere hücum emrini verdi. Onlara karşı büyük


bir Çin ordusu çıkarmakla kalmıyarak, birkaç yönden saldırıp iş­
lerini bitirmek için göçebe müttefiklerini de - batıda Basmıl, do­
ğuda Kitay ve Tatabı kavimlerini - ayaklandırdı. Bilge kağan
korkmuştu, fakat, Tonyukuk onu yatıştırdı. Üzerlerine saldıracak
ordular birbirinden o kadar uzakta idiler ki, birleşmeğe vakitleri
kalmıyacaklı. Gerçekten düşman ordularının her biri ötekini bek­
liyordu ve beyhude beklediğini görünce her biri memleketine çekip
gitmişti. Sıra şimdi Bilge kağanındı. Basmılları Beşbalık şehrinde
habersizce bastırdı, şaşkınlığa uğramış olan kavmi yenilgiye uğrattı,
sonra Çin'e doğru ilerliyerek Çin ordularını dağıttı ve batı nöbet
kuleleri dolaylarını talan etti. Böylece askerlik ününün temelini at­
mış oldu, hatta Çin imparatoru bile derhal daha tatlı bir dil kullan­
mağa başlamıştı.
Bilge'nin Çin'lilerle olan iyi münasebeti ancak 727-de, Tibet'­
lilerin onu el birliğiyle Çin'lilere saldırmağa razı etmek istedikleri
ve onun bu teklifi kabul etmek şöyle dursun, imparatora haber ver­
mesi üzerine gerçekten sağlamlaşmış oldu. Gök oğlu buna sade min­
net duymakla kalmıyarak, bu duyguyu pek ciddi bir şekilde açığa
vurdu. Kök Türklere Ordos'un kuzeyinde bulunan bir Çin şehrinde
serbestçe alışveriş yapabilmek için müsaade verdi. Bu işte iki taraf
da karlı çıkmıştı. Çin'liler istedikleri zaman, kolaylıkla at satın
alabiliyorlardı, göçebe Kök Türkler 'ise gümüşe ve kumaşa kavuş­
muşlardı. Çin'liler bu Kök Türk ticaret şehrinin açılışını lU.tuflu bir
müsaade olarak gösterirler, fakat galiba işin içinde iş vardı. Her­
halde yine bu vesile ile kaydettikleri, Çin imparatoru her yıl Kök
Türk kağanına M hediye olarak• 10.000 parça ipekli gönderir, sözü
manalıdır.
Bilge kağanın gücüne gidecek artık tek bir şey kalmıştı. Ata­
larının tahtına çıkalıdan beri durmadan, en seçkin göçebe hüküm­
darına verilmesi adeta resmen icabeden Çin'li bir prenses istiyor­
du. O ana kadar onun bu isteğine, kah açıkça, kah uydurma baha­
nelerle ret cevabı vermi�lerdi. Fakat şimdi kudretinin kesin olarak
tanınmasına karşılık, bu arzusunu yerine getirdiler. Çin'li yavuklu
geldi, fakat o zamana kadar da göçebe talih defterinde Bilge'nin
sayfllsı kapanmıştı. Kök Türk ilerigelenlerinden Buyruk çur, onu
zehirlemişti. Ölümle pençeleşen kağan, en ağır anlarında bile gö-
208 BILINMIYEN i Ç - A S YA

çebe geleneğinin emir ettiği ödevi unutmadı, Buyruk çur'u bütün


ailesiyle beraber öldürttü.

Kağan öldü (734) , yasçı elçiler geldiler, Çin imparatorwıun


adamları da gelerek, Orkhon sefer heyetinin ikinci anıtı olan taşı
yazıp diktiler.

Zaten Bilge kağanla beraber koca Kök Türk imparatorluğu da


mezara girmişti. Oğlu ve halefi her ne kadar gittikçe bozulan, zayıf­
lıyan göçebe imparatorluğun işlerini bir müddet daha idare etti ise
de artık akıbetin sakınılmaz olduğu görülüyordu. Ve yıkılmayı ha­
zırlıyan fırtınalar gerçekten çok geçmeden koptu, her yandan gelen
isyan haberleri hükümdarın ordusunu ürküttü. Telaşa düşen, yor­
gun ve safları seyrekleşmiş Kök Türk kıtalarının artık uğraşmağa
takati kalmaIJ\ıştı ; netekim günün birinde (745) , yeni zamanlar
yeni göçebe efendileri olan Uygurlar bir kasırga hıziyle meydana
atıldıkları vakit, bitkin bir halde onların önlerinde eğildiler.
X I I.

ESKİ KAVİMLERİN İZİNDE

A. Steln'ın İç- Asya'ya üç seferi ..- lua arkeoloji aratt1rmalan. -


Pelliot •• Franıızlarm İç-Aaya'dakl çahJmalan.- Japon araftuma
Hyahatleri.- Almanlann Turfan'a dört seferleri.- Dördüncü Turfan
seferi •• Batı ar0Jt1rmalannda duraklayıf. - "Croiıiere Jaune". -
İpek - yolunda SYen Heclin'in aon aratt1rmalan. -
Amerikan loerlch seferi.

İç Asya'ya yapılan büyük keşif seferleri, etnoğrafya ve dil a­


-

raştırmaları birbirini kovalarken kah şu, kah başka bir seyyahın,


kayın ağacı kabuğuna çizilmiş garip el yazmaları buldukları haberi
gelmişti. Bu, ilk bakışta da çok eski oldukları görülen eserler, Türk­
ler ülkesinde, Türkistan'da, hasılı tamamiyle islam medeniyetine
bağlı yerlerde bulundukları için hayret uyandırmışlardı. O zaman,
Tarım havzasının bu eskiden beri oturulan medeni toprağında, ba­
tan çağların tarihiyle ilgili daha pek çok eserin bulunacağı düşün­
cesi ilk defa ortaya çıktı. Fakat o vakit henüz işten anlar bilginlerin
ar&ştırmasiyle bu çöl kumunun birçok bilinmiyen dillerde, bilinmi ­
yen el yazmalarını, sanat eserlerini ve antikaları yığın yığın verece­
ğini herhalde tahmin edememişlerdi.

İlk habercilerden biri olan Bower, bir İngiliz subayı, Kuça'nın


güneyinde Şahyar'da bulduğu Sanskrit diliyle kayın ağ�cı kabuğuna
yazılmış bir el yazmasını getirmişti. Fakat bunun arkası sökün etti.
İç - Asya'ya yaptığı seyahatte Tibet'liler tarafından öldürülmüş olan
biçare Dutreuil de Rhins'in 1 893-te ele geçirmiş olduğu şeyler ara­
sında yine kayın ağacı kabuğuna yazılmış, iki bin yıllık başka bir
el yazısı parçası çıktı. Bu yeni bulunan şey tıpkı öteki, yerli gömü
arayıcılarının toplayıp oralarda dolaşan Avrupa'lılara iyi parayla.
sattıkları eski el yazıları gibi, Khotan bölgesinde çıkmıştı.

Bu çok şey vadeden buluşlar üzerine, yerli gömü arayıcılarının


BILlNMIYE N i Ç - A S Y,\. 211

bir şeyler ele geçirdikleri yerlerin sistemli bir çalışma ile Avrupa'lı
bilginler tarafından da arnştırılması yerinde olacağı düşüncesi git­
tikçe daha belirli olarak meydan aldı. Bu tasarı çabucak gerçekleşti
ve tıpkı evvelki coği·afya ara�tırı�J.larının hazırlık ve heyecanlariyle
yeni birtakım sefer heyetleri ve tek başın:.. çıkan araştırıcılar İç­
Asya'da eski eserler aramağa koyuldular. Bunlar da kalabalıktı,
Avrupa'nın bütün medeni milletleri, birbiriyle adeta yarış ederce­
sine bu ortak işe katıldılar. Ve netice gecikmedi, İç - Asya'nın ar­
keoloji bakımından açınlanması, aynı zaman içinde yapılan coğraf­
ya araştırmalarının övünebileceği neticelerle her bakımdan boy öl­
çüşebilecek bir gelişme gösterdi.
Ve şimdi arkeoloji keşiflerinin tarihine dönüp bakarsak, bu bü­
yük başarıda en önde gelen çehrenin, elde ettiği neticelerle bütün
arkadaşlarını çok geride bırakan işçinin, bizim seçkin yurttaşımız
A. Stein olduğunu görerek gurur duyarız.
A. Stein pek genç yaşında, daha üniversite talebesi iken yaban­
cı memleketlere düştü. Önce Viyana'da, sonra Almanya'da, en ni­
hayet Londra'da okudu ve artık kader onun bir daha yurduna an­
cak misafirlikle dönmesini istedi. İngiliz hizmetine girdi ve vazife
aldığı yerde, en elverişli şartlar içinde, çok güzel neticeler vadeden
etütlerine devam etti. Resmi vazifesi kendisini Ku:r:ey - Hindistan'a
bağlıyordu, fakat bu arada, durup dinlenmeden, hayalinde hep ku ­
zey sınırlarının özlemiyle, zihninde hep, o esrarlı Himalaya'nın öte­
sinde ne vardır, sorusiyle ilmi çalışmasına devam ediyordu.
Dutreuil de Rhins'in kumlar altından c:ıkarılmış garip el yaz­
masının havadisi bilginler arasında o sıralarda ( 1 89 7 ) yayılmıştı,
bu heves verici haber A. Stein'ın merakını büsbütün artırdı. Er­
tesi yıl ( 1 898) artık bir istida ile Hint hükümetine dayanıyor ve
bundan bir İç - Asya seyahati tasarısını ilk defa ortaya atıyor. Yan­
lış kapı çalmamıştı, hiç zorluk çekmeden seyahat müsaadesini aldığı
gibi, ayrıca maddi yardım da gördü. A. Stein'ın büyük değeri şura­
dadır ki, her ne kadar gözünün önünde sadece arkeoloji amaçları
canlanıyor idiyse de tabiat bilgilerini de ihmal etmemiş ve imkan
buldukça her zaman yanında ihtısas adamı bulundurmuştur. Fakat
bu alanda da en birinci ihtısas adamının yine kendisi olduğu sonra­
dan anlaşılmıştır. Raporlarında övünerek, şükran duyarak tekrar
tekrar andığı gibi, Budapeşte Ludovika harb okulunun seçkin bir
2 12 BİLINMİYEN I Ç - A S Y.A

öğretmeninden e1ae ettiğ i lıaritaeılık bilgisinden faydalanarak ga­


yet geniş alanların haritasını çizmiştir.

A. Stein ilk İç - Asya seferine 1900 yılının 29 mayısında çıkmış


ve Karnkorum ile Pamir'in pek de rahat sayılamıyacak olan geçit­
lerinden geçerek Kaşgar'a varmıştı. Orada kervanını düzdü ve Ta­
rım havzasının güneyinden geçerek eski büyük güney yolundan ha­
reket etti. Bugün artık önemini kaybetmiş olan bu kervan yolundan
lüzum gördükçe sapmak suretiyle ilerliyerek Taklamakan'ın ölümlü
kum sahrasına daldı. Kazılar için işçiye lüzum vardı, bunları hep
yolda, en yakın kasaba veya köyden bulmak lazım geliyordu. Sı­
rasiyle bütün büyücek güney vahalarına, Yarkent'e, Kargalık'a,
Khotan'a, Keriya'ya, Niya'ya ve çöldeki şehir örenlerine uğradıktan
sonra, toplad1ğı ilim haznesiyle Londra'ya gitmek üzere 1901 mayı­
sının 29 unda Kaşgar'a döndü. On iki sandık tutan el yazmaları ve
-

antika eserler ilmi neticeler bakımından 'l'arım'ın güneyinde geliş­


miş olan eski kavimlerin hayatı üzerine beklenmedik geniş ufuklar
açmıştır. Bu kaybolmuş dünyadan, A. Stein'ın daha sonraki keşif­
lerini de göz önünde tutarak, bundan sonraki bölümde etraflıca
bahsedeceğiz. Çünkü bu yolculuk, bilgin yurttaşımızın henüz ilk se­
feri idi ki, bunu başarı bakımından daha zengin başka seferleri ta­
kibetmiştir.

İlk yolculuğunun neticelerini tertibine koyar komaz, A. Stein


yeni bir sefer üzerind� zihnini yormağa başlamıştı. Bu ikinci sefe­
rin hazırlığı kolay oldu ve maddi bakımdan ilkinkinden daha mü­
kemmel bir şekilde donanmış olarak kervaniyle Yarkent yolunu
tuttu. İç - Asya'nın yolsuz yollarında tam üç yıl dolaştı. Önce, ilk
seferinde görmüş olduğu örenlere tekrar uğrıyarak daha ne kal­
mışsa hep araştırdı, fokat ondan sonra doğuya uzandı, Lop nor'a,
Tarım nehrine, oradan, çölde bulunan ve ilk defa Sven· Hedin'in
haber vermiş olduğu Lou-lan örenlerini ziyaret etti. Lop nor çölün­
den geçtikten sonra kuzey - doğuya yönelerek Çin'e doğru ilerledi
ve bu arada Çin'lilerin, barbarların saldırışlarına karşı çektikleri
Çin sınır duvarını, limesini gördü. Nöbet kulesinden nöbet kule­
sine varmak suretiyle meşhur Yü-men kapısını buldu . Bir vakitler
Y üe-clları arıyan Canğ Çien ve çok daha sonra Hindistan'a giden
budist hacısı Hüan-dzanğ İ ç - Asya yollarına bu kapıdan geçerek
açılmışlardı.
B I L I N M i Y E l\" i Ç - A S Y A 213

Çin limesini meydana çıkarmakla A. Stein ikinc i seyahatindeki


keşiflerini bitirmiş olmuyordu. Bu yakın dolaylarda, Dun-huanğ'ın
yanında çok eski ve son derece meraklı görünen şeylere, Bin Budd­
ha mağaralarına raslanabileceğini, vaktiyle dostu L. Loczy'den ha­
ber almıştı. Gerçekten, bu faydalı sözü dinliyerek Dun-huanğ'daki
budist mağaralarını bulmuş ve umulmadık zenginlikte sanat ve ede­
biyat hazneleri e!e geçirmişti.

A. Stein Dun-huanğ'dan ilerliyerek An-si vahasına gitti, oradan.


ortadaki büyük yol boyunca Hami'ye ve Turfan'a vardı ve daha
ileride Karaşar, Korla ve Kuça'da araştırmalar yaptıktan sonra bü­
yük bir cesaretle Taklamakan çölüne daldı. Çölün içerlerinde ta­
rihe karışmış vaha örenlerine raslad ı. Güneye doğru ilerliyerek ba­
tıya kıvrıldıktan biraz sonra, çölün ötesindeki Khotan'a selametle u­
laştı. Fakat yine içi rahat etmedi ve ikinci defa olarak - bu sefer
kuzey - güney yönünde - Taklamakan'ı bir daha geçti. Bu kuş uç­
maz yolu da bir arızasız atlatarak, toplamış olduğu eserlerle Yar­
kent'e döndü. Şimdi artık kolayca Hindistan'a dönebilirdi. fakat
her zamanki yol yerine yeni izlere saparak coğrafya müşahedeleri­
ne ve harita almağa devam etti. Bu arada buzlarla kaplı dağlar­
da başına ağır bir iş geldi, şiddetli ayazdan ayak parmakları don­
muştu.

Bu ikinci yolculuğ undan A. Stein bitkin bir halde, sakat ayak­


la, fakat doksan altı koca sandık tutan bir koleksiy onla Londra'ya
döndü. Ancak bu koca yığın malzemen in derlenmesi ve islenmesi
bu sefer o kadar çabuk bitecek bir iş değildi. Seyahatin ayrı�tılarını
bildiren kitap her ne kadar çok geçmeden çıktı ise de asıl ilmi iı:ı­
lemelerden meydana gelen muazzam ciltler ancak yıllarca sonra
ortaya konabildi . Bununla beraber bu iki yayınlam a arasında ge­
çen yıllar hiç de boşa gitmedi. A. Stein yeniden hazırlanıyo r ve
her tarafını gezip dolaştığı çöl vahaları dünyasına yeniden can atı­
yordu. Bu araştırmala rın göz kamaştırıcı neticelerin den sonra çok
kimse artık o ıssız dolaylarda aranacak bir şey kalmadığını san­
mıştı. Fakat A. Stein biliyordu ki, kumlar içine gömülü geçmiş
zamanların meydana çıkarılması işi hiç de sona ermiş değildir. Bili­
yordu, çünkü ilk iki seyahatinde de şu veya bu sebepten ötürü ve an­
cak şöyle üstün körü incelediği ve yakın zamanda yeniden buluşmak
umudiyle kolayca ayrıldığı birtakım eserler ve örenler kalmıştı. Ay-
214 n i r . I N \I İ \ L N i Ç - \ S Y .\

nı zamanda bir taraftan yeni buluşlar da umuyordu, çünkü o, ker­


vanını tesadüfün rüzgarına bırakarak değil, fakat eski çağların ta­
rih kaynaklarını halis bir bilgin dikkat ve özeniyle karıştırarak gö­
türüyordu. Bundan ba§ka A. Stein o zamana kadarki seferlerinde
elde ettiği, övünmeğe dC'ger birçok parlak neticenin, o eski hare­
ketli tarih çağlarının ne kadar küçük bir kö�esini aydınlattıklarını
da pek iyi görüyordu.

Hasılı A. Stein üçüncü araştırma yoluna hazırlandı. Eski tec­


rübelerine dayanarak seyahatini daha etraflı bir görüşle düzenledi,
kendisine açık bir program çizdi. Bu teşebbüsün neticesine güvenle
bakabiliyordu, zirr1 araştırmasına gittiği kıtanın büyük bir kısmı
ona artık yabancı değildi, oradaki yolculuğun ne kadar zorlukları ol­
sa da, icabmda gi.ivenebilC'ceği yerli ahbapları, sadık yardımcıları
da vardı. Ve belki de asıl bunun için, aşırı bir hırsla gözünü ev­
velki yolculuklarından daha uzak hedeflere dikti. Ger�·ekten , da­
ha büyük maddi hazırlıklara, elde edilmiş tecrübelere uygun ola­
rak üçüneü seferdeki başarı ölçülemiyecek derecede büyük oldu.
Bir kere, almış olduğu yol 1 8 .000 kilometreden aşağı değildi ve top­
lanan eski eserlerle el yazmaları 1 82 sandık doldurmuştu.
Bu üçüncü İç - Asya seferine 1913 haziranında Hindistan'dan,
her zamanki çıkış yeri olan Srinagar kasabasından çıktı. Bu defa
eski büyük kervan yolundan gideceği yerde dağ yığınları, uçurumlu
kayalıklar, karla buzla kaplı geçitlerdeki yolsuz yollardan kuzeye
doğru atıldı. Yolda önemli müşahedelerde bulunmak suretiyle coğ­
rafyacılık merakını giderC'rek İç - Asya araştırma yollarının belli­
başlı durak yeri olan Kaşgar'a vardı.

Çok dikkat ve özen istiyen kervan düzme işini bitirdikten sonra


kuzey - doğu yönünde, eski İç - Asya kervancılığının büyük orta yo­
lunu tuttu. A. Stein'dan önceki Avrupa seyyahlarından birçoğu bu
büyük yollardan geçmişti, fakat bunların hakiki manalarını, büyük
önemlerini onun kadar anlıyan kimse olmamıştır. Bu büyük orta
yol bugün Doğu - Türkistan ile Çin'i birbirine bağlıyan en önemli
yoldur. Buradaki vahalar bugüne kadar boşalmamışlar, ancak bu­
ralarda birbiri ardına başka başka kavimler yerleşmişlerdir. Bu a­
landa bulunan meskun yerler arasındaki yollar üzerinde eski çağ­
lar t;,serlerinin nasıl yok oldukları kolayca anlaşılabilir. Faka t A.
Stein bu yok olmak üzere bulunan veya en iyi ahvalde insan gözün-
B I L f N M I Y F. N i Ç - A S YA 215

den gizlenen eski eserleri bulup çıkarmanın yolunu biliyord� .


Kaşgar'dan ta Maralbaşı'na kadar doğru yoldan ilerledi. Onun
pervasız macerası asıl buradan başlar. Burada kervaniyle Taklama­
kan çölüne daldı. Lakin çölün akıcı kumunda, koca kum yığınları
arasında develer işe yaramadı ve bütün kervanı göz göre orada yok
etmektense geri dönmek icaQetti. Çölün tam ortasından geçen yol
yerine başka yöne sapmak lazım gelmişti. Taklamakan'ı kuzey ­
güney yönünde ikiye bölen Khotan - derya ırmağı boyunca kuzey­
den güneye doğru ilerledi. Bu, az yorucu olmıyan yolda Mazartag
tepesinde küçük bir kale örenine rasladı. Kale vaktiyle Tibet'lilerin
elinde imiş. Kumlar altına gömülü örenlerde araştırmalar yaparken
arkeoloğun eline geçen haznelerin en zenginleri ve en manalıları
her zaman olmıyacak yerlerde, atılan süprüntülerden meydana gel­
miş yığınlarda bulunuyordu. Fakat yok olmuş bir hayatın bu garip
birikinti yerlerini karıştırmak ne kadar faydalı olursa olsun, burnu
iyi koku alan bir Avrupa'lı böyle bir küllükte eşinmekten pek de
hoşlanmasa yeridir. Çölün kuru kumu yalnız nazik kağıt parçala­
rını, çabuk çürüyebilecek ağaç ve sair. nebat kırıntılarını değil, aynı
zamanda çok asırlık süprüntü yığınının halis kokusunu da muhafaza
etmişti. A. Stein, Tibet süprüntü yığınlarının bu bakımdan bütün
ötekilerini geride bırakmış olduğunu ve keşfettiği her hangi bir
eseri araştırmak için daha elini değdirmeden uzaktan, orada bir va­
kitler Tibet'lilerin barındıklarını anladığını şakacı bir dille söyler.
Mazartag'tan güneye doğru, şöyle 800 kilometre ilerledikten
sonra eski araştırmalarında iyi tanımış olduğu Khotan şehrine var­
dı. Büyük güney yoluna ulaşmış bulunuyordu. Bu büyük güney yo­
lu boyunca doğuya doğru ilerliyerek, ta Çerçen'e, daha sonra da
evvelki seyahatlerinde o kadar sanat eseri bulduğu ve adeta eski
el yazmalariyle kitapların bir hazinesi olan Miran'a vardı. Dilcilik
bakımından değeri olan bu buluntular arasında hele el yazması bir
fal kitabı vardı ki, Türkçe olarak ve Orkhon'daki anıt kayalardaki
oyma y&zı işaretleriyle yazılmıştı.
Bir yandan o, örenler içinde araştırmalarına devam edip eski
heykelleri, kabartmaları toplarken, yanındaki Hint'li haritacılar da
durmadan çalışıyorlardı. Ele geçirilen şeyler o kadar çoğalmıştı ki,
bunları arızasız olarak ya nında taşımak mümkün olamıyacağı an­
laşıldı. Onun için hepsini güzelce sandıklara yerleştirip develere
216 D f L f N llf f Y E N İ Ç - A S YA

yüklettikten sonra Kaşgar'da İngiliz başkonsolosuna teslim edilmek


üzere yola çıkardı.
A. Stein kendisi 1 9 14 şubatında Miran'dan hareket etti. Deh­
şetli soğuk bir kıştı, fakat kurak çöl çevresinde yolculuk için bun­
dan daha iyi hava aransa bulunamaz, çünkü çölün en büyük derdi,
yedek su bulundurmak meselesi en kolay olarak bu zamanda çözü­
lebilir. Tuluma ve hele taşıması daha güç olan başka su kablarına
lüzum yoktur; kervan, ihtiyacı olan suyu dondurulmuş olarak be­
raberinde götürebilir. Buz parçaları eritilmek suretiyle lüzum gö­
rüldükçe istenildiği kadar içme suyu hazırdır. A. Stein yoluna Lou­
lan örenlerine doğru devam ediyordu, fakat daha yolda iken bir sürü
küçük kale keşfetti. Bu örenleri açınca eski oturma odaları, içlerin­
de pek çok ev eı;yası ve !Jara çıktı. Lou-lan'da o zamana kadar he­
nüz açılmamış örenleri araştırmağa koyuldu. Yine bu defa da ağaç
üzeriı;ıe ve kağıda oyulmuş bir alay vesika buldu ki, bunlardan hele
Semerkant taraflarından buralara, Çin yakınlarına düşmüş olan
Sogdların eski yazmaları pek büyük ilgi uyandırdı. Kuzey - doğuya
doğru yine bir sıra ören çıktı, bütün bu yok olmuş istihkamlar, as­
kerlik konakları, Çin nöbet kulelerine açılan eski ticaret ve asker­
lik yolunun nereden geçtiğini pek belli bir şekilde gösteriyordu.
İnsan, A. Stein'ın araştırıcı elleri altında ne kadar şeyler çıktığını
söylemekten adeta aciz kalıyor. Eski ipek ticaretinin yolu işte bu­
radan geçiyordu ve her ne kadar beklenmedik bir şey değil idiyse
de, meydana çıkan dokumacılık işleri, bu çok eski zamanlardan ilk
elimize geçen şeyler olmak bakımından yine de bayağı mucize tesiri
yapmıştır. Yığınla ortaya çıkan renk renk ipek dokumalar, buraya
herhalde Çin'den gelmiş olacaktı. Fakat yine büyük miktarda bu­
lunmuş olan ince iş. Yunan tarzında dokunmuş yün pobelin par�a­
larının nerelerden gelme olduğunu kestirmek o kadar kolay değil­
dir.
Lou-lan örenlerini baştan başa iyice inceledikten sonra A. Stein,
kervaniyle Lop nor tuzlu sahralarına girdi. Çok vakit olduğu gibi,
bu sefer de talihi fevkalade idi. Körükörüne dolaşıp durmıyacaktı,
çünkü iki bin yıl önce bu tuz çölünden geçmiş bir Çin kervanına ait
delinmiş bir torbadan dökülmüş olan paralar kendisine kılavuzluk
ediyor, üzerinde ilerlenecek yolu gösteriyordu. Tuzlu çölün öbür ke­
narında yine doğuya yöneldi ve eski Çin duvarını, limesi boydan bo-
BİLİNMİYEN İ Ç - A S Y.A 217

ya takibederek Toğrak-bulak'tan güney-doğuya, oradan An-si'ye, o­


radan da ta Etsin gol'a kadar uzanan kısmını araştırdı. Bu eski sınır
duvarının en doğu noktasından kuzey - doğuya saptı ve Etsin gol
boyunda, ileride sözünü edeceğimiz Kara khoto şehir örenini zi­
yaret etti.
Kara khoto civarından Çin'in Gan-su eyaletine, iyi bildiği Gan­
cov'a döndü. Yazın şiddetli sıcaklarında kazıya devam edilemiyor­
du, onun için harita işlerini ele aidı. Fakat bu işi de, az kalsın fe­
laketli olabilecek bir kaza, yüzüstü bıraktırdı. Bir gün, atı ürkerek
ona altına almış ve öyle tepeleyip ezmişti ki, haftalarca yerinden
kımıldıyamamıştı. Sonra vaziyeti şöyle böyle düzelir düzelmez, sanki
hiçbir şey olmamış gibi, seyahatine devama hazırlandı.
Kervan, Hüan-dzanğ ile Prjevalski'nin anlattıkları çölden ge­
çip kuzey yolu boyunca ilerliyerek Hami'ye, oradan hep kuzey yo­
lu üzerinde, Bar-köl vahasına uğramak suretiyle Guçen'e vardı. O
sırada kış da girmiş bulunuyordu. fakat dinlenmeyi hatırına bile
getirmeksizin, yine keşif işine devam etti. Guçen yakınlarında,
Cinsa yanındaki geniş bir alana yayılmış olan örenleri araştırdı.
Sonraki Kök Türklerin ve onların ardından Uygurların Beşbahk'la­
rı, Bei-tinğ burada bulunuyordu. Tabiatiyle A. Stein'ın dikkati bu­
radan, Alman araştırmaları neticesinde o sıralarda büyük bir şöhret
kazanmış olan, daha güneydeki Turfan'a çevrildi. Bu yere Urumçi'­
den geçilmek suretiyle ·ı.,ugün de kolayca varılabilir, fakat A. Stein
daha rahat olan asıl yolu bırakarak, o zamana kadar henüz hiç
kimse tarafından haritası çizilmemiş olan daha güneydeki karlı sı­
radağlardan geçti. A. Stein'ın ilmi yetkinliğine ve harikulade tali­
hine şu da bir delildir ki. Almanların üç büyük Turfan seferinden
sonra da o, Turfan sahasından bol mahsul toplıyarak ayrıldı.
A. Stein bir müddet Turfan'ın güneyinde araştırmalarda bulun­
duktan sonra, ortadaki büyük yola saparak Korla'ya, oradan da es­
ki kervan yolunu tutarak Kaşgar'a döndü.
Seferinin verimlerini sandıklara yerleştirerek Londra'ya yol­
ladığı gibi, Hint'li yardımcılarını da memleketlerine gönderdi, fa­
kat kendisi pek ziyade hakettiği dinlenme veya gayet basit olan
Hindistan'a dönüş yerine, Pamir'de araştırmalar yapm3k için kü­
çük bir kervan düzdü. Lakin bu iş de bittiği halde yine memleke-
218

tine dönmeği düşünmedi, Pamir dağlarını aştıktan sonra Semcr­


kant'a döndü ve orada yeniden bir sefer tertibetti. Türkmenistan' ­
daki Aşkhabat'tan kervaniyle çıkarak İran ve Afganistan sınırların­
da bulunan Seistan'a vardı ve orada incelemelerde bulundu. Ancak
bu iş de tamam olduktan sonradır ki, A. Stein 1 9 1 6 martında Belu­
cistan yoliyle Hindistan'a döndü.
A. Stein'ın seri halindeki İç - Asya araştırma sehayatlcri başlı­
başına bile, bu alan üzerine kurulmuş olan eski ilmi görüşü kökün­
den değiştirmeğe yeterdi. Fakat bu keşif işlerine baı:ka bin;okları
daha katıldı ve geçmiş zamanlar hakkında gittikçe daha girift, da­
ha çok ayrıntılı bir manzara meydana gelmeğe başladı.
Bu araştırıcılar arasında ilk önce ortaya atılanlar tabiatiyle
I/.uslar olmuştur. Rus ilim adamları bu bakımdan bütün milletlerin
evlatlarından daha elverişli bir durumda bulunuyorlardı, bu ise sade
�raştırılacak olan alanların yakınlığı yüzünden değil, aynı zamanda
Rus makamlarının bu gibi işleri bütün kuvvetleriyle desteklemele­
rinden ilerigeliyordu. Bunlar arasında Kuça vahasını araştırmış
olan Berezovski, bilhassa fevkalade neticeler elde etmekle övü ne­
bilecek durumda idi. Rus İlim Akademisinin genel sekreteri olup
o zamandan beri ölmüş bulunan Oldenburg da Karaşar ve Tut'fan
vahalarında pek değerli işler başarmıştır. Kuça, Karaşar ve Tur­
fan, örenleriyle, eski eserleriyle en çok araştırılan alanlardır. Rus­
lar pek o kadar dikkate değer yeni şeyler bulmamışlar, daha ziya­
de öteki araştırıcıların işlerini, fakat gerçekten değerli bir surette,
tamamlıyan şeyler ele geçirmişlerdir. Büsbütün yeni yollardan yü­
rüyerek İç - Asya'da o vakte kadar başkalarını n hiç el sürmediği
pek önemli bir yer keşfeden, Prjevalski'nin talebesi ve şöhretinin
mirasçısı, coğrafyacı Kozlov'dur. Etsin gol'un doğusundaki Kara
khoto örenlerini ilk açan ve bu sayede bizi, Tibet ırkından kavim­
ler medeniyetinin pek kuvvetli bir kümesine götüren · o olmuştur.
Fransız bilginleri de boş durmadılar. Büyük küçük sefer heyet­
leri yollıyarak Tibet'te, Çin-Tibet sınırlarında araştırmalar yaptılar,
Tarım havzası vahalarını dolaştılar. Bütün Fransız seferleri arasın­
da en çok sivrileni Pelliot'nunki olmuştur. İç - Asya bilgisinin, de­
ğeri herkesçe teslim edilen bu en büyük mümessili, oradaki vaha
örenleri arasında, kendisinden ne daha önce ne daha sonra dolaşan­
larda bulunmıyan bir bilgi yetkinliğiyle yola çıkmıştı. Çin dilini ve
B I L I N M İ Y l!: N İ Ç - A S YA 219

hem de en gizli kalmış Çin kayıtlarını pek mükemmel bilen bu zat,


şaşılacak derecede geniş malumatiyle tek başına, buralarda gelip
geçmiş bütün bilinmiyen veya ölmüş dillerin biricik mütehassısı idi.
Başkaları, buldukları şeyin aslında ne olduğunu ancak memleket­
lerine döndükten sonra ve bir alay ihtısas adamının yardımiyle mey­
dana çıkarabilirlerken Pelliot, eline geçen yazma eserin Sogd, Ti­
bet, Uygur, Tokhar veya her hangi başka bir dille yazılmış olduğu­
nu daha orada iş başında iken anlıyor ve Çin yazı tomarlarının için­
dekilerden, yazılarından, bulunan şeyin hangi çağa ait olduğunu
tam olarak kestirebiliyordu. En zengin koleksiyonu, L. Loczy'nin
işareti üzerine A. Stein'ın meydana c.:ıkarmış olduğu Dun-huanğ Bin
Buddha mağarasında toplamıştır. A. Stein yukarıda sözü geçmiş
olan ikinci seyahatinde bu ortaçağ kütüphanesinin ancak bir kısmı­
nı kaldırmağa muvaffak olabilmişti. Orada kalmış olan malzemenin
büyük kısmı Pelliot'nun başarılı görüşmeleri sayesinde Paris'e ta­
şınmıştır. Böylece Paris'te ve Londra'da bulunan Dun-huanğ'dan
gelme el yazması koleksiyonları birbirini mükemmelen tamamla­
maktadır. A. Stein çalışırken, adamlarının acelesi yüzünden, ma­
ğaradan kucaklayıp kaldırdıkları kitap yığınının taşınması sırasın­
da her hangi bir tomarın veya kitabın ikiye bölünerek yarısının o­
rada kaldığı görülmüştür. Halbuki Pelliot, koleksiyonunu o kadar
dikkatle seçmiştir ki,· A. Stein'ın bıraktığı tomar parçalarını bile a­
lıp götürmüştür.
Bunun ardından Japon araştırıcıları da küme halinde ortaya
çıktılar. Japonlar. asıl kaynağı Çin dili olan bütün eski tarih araş­
tırma işlerinde gerçekten üstattırlar. Onlar, şa�ılacak kadar kısa bir
zamanda Batı tekniğini nasıl alıp benimsemişlerse, kendi gelenek­
lerine dayanan ilmi yetkinliklerini, Batı sistemlerini benimsemek
suretiyle, aynı hız ve başarı ile tamamlamışlardır. Bilgin · Japon
müsteşriklerinin, sanat tarihi ve arkeoloji duyguları hayranlığa de­
ğer bir şekilde gelişmiştir. Kendileri de Buddha dininden oldukları
için, bilginlerinden birçoğu bütün dikkatlerini tarihe karışmış İç -
Asya'daki budizm eserlerini incelemeğc çevirmişlerdir. İç - Asya'ya
sefer eden keşifçi seyyahlarından bilhassa ikisi. Otani ve Tachibana,
kendilerine ölmez erdemler sağlamışlardır. Yüksek ilim değerle­
riyle ilk safta yer alan Japon başarılarına karşı Batı ilim dünyası
ayrı bir yer vermektedir. Ancak yazık ki, elde ettikleri sonuçların
220 B İ L İ N l\I İ Y E N İ Ç - A S YA

yalnız bir kısmını yayınlamışlardır; bu yüzden Japon sefer heyet­


lerinin sandıklarında neler gizlendiğini bugün de iyice bilmiyoruz.
Bu uluslar arası bilgi yarışından tabiatiyle Almanlar da geri
kalamazlardı. Onlar, Almanlara vergi olan dikkatle bütün kuvvet­
lerini bir yerde, Turfan vahasında topladılar. Almanlar buraya, hem
0E dört sefer heyeti yolladıb!' ; bunlar arada baska vah:ı hnı da uğ­
radıkları gibi, dördüı"!cÜ sefe:r.:ie Turfan"<ı hiç varmadılar. ıa;�at te­
şebbüslerinin tek - hedefliliğini ve elde edilen sonuçların önemini
mümkün olduğu kadar belirtmek için, hepsine birden Turfan - sefer·
leri derler.

Alm�nlar, Tıırfan dolayının a raştırmasma hiç de hazırlıksız


veya yetkisiz çıkmamışlardı.r. Deklenen neticeler, sanat tarihi ve
dilcilik olarak iki büyük kümeye ayrılmıştı. Bu ikisinin iyi anla­
şabilmesi içinse üçüncü bir bilgiye, din tarihi bilgisine ihtiyaç var­
dı. Alman sefer heyetlerinin başkanları bu bakımdan gerçekten ta­
lihli imişler, çünkü Berlin'e yollıyacakları sandıkları unutul mağa
mahkum müze eşyasiyle doldurmadıklarını, gelecek olan bu hazi­
neleri orada en yetkili ihtısas adamlarından toplanmış dehşetli b ir
bilgin alayının beklediğini biliyorlar ve bunun için, rahatça işleri­
ne bakıyorlardı. İç - Asya bilimi o kadar çok - taraflıdır ki, tek bir
insanın bunun her dalında aynı salahiyetle çalışmasına imkan yok­
tur. Tahta, kayın ağacı kabuğu, kağıt üzerine yazılmış metinlerini
işletmek için A. Stein'ın Almanlara, Fransızla.ra, İngilizlere ve Da ­
nimarka'lılara baş vurması lf.zım gelmişti. Almanların ise bu işle­
rin hepsi için kendi adamları vardı. Hatta şu bakımdan da talihli
idiler ki, bu bilginlerin çoğu, içerisinde Turfan seferine ait bulun­
tulara da yer verilmiş olan Berlin Etnoğrafya Müzesi etrafında top­
lanmış bulunuyorlardı.
Almanlar, Hamburg müsteşrikler kongresinde A. Stein'ın birin­
ci seferi hakkındaki raporunu dinledikten sonra bu kadar başarı­
lar vadeden Tarım havzasına kendileri de hemen bir heyet yolla­
mağı kararlaştırmışlardı. .Araştırma seferi için lüzumlu parayı ça­
bucak bulup buluşturdular. Araştırma yeri olarak da Turfan vaha­
sını seçip, oraya gidecek olan heyetin başına budistlik sanatı tarih­
çisi Grünwedel ile Tibet dilinin seçkin bilgini Huth'u getirdiler. İlk
Turfan seferi bir deneme mahiyetinde oldu ve heyet vahada an­
cak kısa bir zaman, 1 902 kasımından, 1 903 martına kadar çalıştı,
B I L I N M I Y F. N i Ç - A S YA 22 1

Daha sonraki seferlerin sonuçlarımı nispetle bu ilk, üstün körü ka­


zılardan elde edilen ganimet de daha gösterişsizdi. Topu topu kırk
altı küçük sandık doldurabilmişlerdi.
Mamafih Berlin'de bu ilk seferden gelen sandıklardan da çok
şey öğrendiler. En önemli buluş saydıkları şey, bu, yüzyıllardan be­
ri Türklerin barındığı toprak üzerinde bir zamanlar bambaşka u­
lusların, hem yalnız İran'lıların falan değil, yeniden keşfedilen di­
line dayanarak adeta Avrupa'lı denebilecek kavim unsurlarının ya­
şamış olduklarının meydana çıkışıdır. Bu kavim Tokhar kavmi idi.
Fakat ele geçen sanat kalıntılarında ve yazılarda Uygur, Sogd eser­
leri de meydana çıkmış, budizmin ve maniheizmin mukaddes ki­
tapları, tarihe karışmış dinler dile gelmişlerdi. Bu yabancı yazı ve
kitaplar durmadan toplanıyor, birikiyordu. Sonunda Berlin'li alim­
ler bu tozlu, yırtık pırtık metinlere bir göz gezdirdikleri zaman,
Turfan seferlerinden gelen yazma eserlerin 24 çeşit yazı ile, 17 ölü,
bir kısmı bilinmiyen dille yazılmış oldukları meydana çıktı.
İlk Alınan Turfan seferi başkanlarından biri olan Huth, çektiği
zahmetler ve yoksunluklar yüzünden çok geçmeden genç yaşında
öldü. Grünwedel ile de görüş ayrılıkları baş gösterdi ve böylece
heyetin yönetimi tamamiyle yeni ellere geçti.
İkinci Alman heyeti Turfan yoluna Le Coq'un kafa idaresi al­
tında çıktı ( 1904 - 1 905) . Bu da Turfan vahasında çalıştı ise de a­
raştırmalarını doğuya doğru, ta Hami'ye kadar genişletti. Üçüncü
Alman seferi esas itibariyle, ikincinin devamıdır, çünkü Le Coq'gil
memleketlerine bile dönmediler, yalnız Grünwedel'gilin de katıl­
masiyle yeni adamlar ve maddi yardım almış oldular. Bu üçüncü
heyet 1905 aralık ayından 1907 haziranına kadar İç - Asya'da ça­
lıştı, fakat Le Coq daha bir yıl önce, araştırmaların arkası alınma­
dan, Hindistan yoliyle memlekete döndü.
Dördüncü sefer heyeti Turfan'a 1913 yılının başında gitti ve
çalışmaları tam bir yıl sürdü. Bu sefer üzerine birkaç söz söylemek
belki lüzumsuz olmaz, çünkü Avrupa'lı araştırıcıların İç - Asya'ya
yaptıkları hücumların neden kırıldığını bundan anlıyabiliriz.
Daha bu heyetm har eket hazırlıkları sırasında ilk zorluklar baş
göstermişti. Avrupa'da siyaset havası gergindi ve Çin - Türkistanı'n­
da eski nizam altüst olmuştu. Bir hayli çekiş döğüşten sonra Ruslar-
222 BILfNMfYEN i Ç - A S YA

dan geçiş müsaadesi ahnabilmişti. Fakat Pekin, uzak Türkistan'da


dolaşmak istiyen Le Coq ile arkadaşına pasaport vermeğe bir türlü
yanaşmıyordu. Çin ihtilalinden sonraki zamanlarda yaşıyorduk,
Mancu hanedanının kovulmasiyle güven tamamiyle ortadan kalk­
mıştı, genç cumhuriyet memlekette, hele Türkistan gibi uzak ülke­
lerde duruma hakim değildi. Buralarda şimdi ancak asker kaçak­
larından, yol kesen haydutlardan toplanma bir güruhun birtakım
siyasi parolalar ileri sürerek (veya sürmeden) her istedikleri olu­
yordu. Durmadan, sel gibi kan akıtılıyor, eski asker ve sivil man­
darinler birbiri ardından kesiliyordu.
A. Stein'ın araştırmalarını o kadar sevgi ve anlayışla karşılıyan
Kaşgar'daki İngiliz başkonsolosu Le Coq'gilin de yardımına koştu
ve Pekin hükü.metinden olmasa bile, mahalli Çin makamlarından
giriş müsaadesini aldı. Alman kervanı böylece Andican'dan Kaş­
gar'a vardı. Bu uzun müzakereler ve mektuplaşmalarla çok za­
man kaybedilmiş ve Kaşgar yolculuğu da en büyük zorluklarla ya­
pılabilmişti. Yine talihleri varmış ki, bir arızasız şehre ulaştılar,
çünkü donların çözülme zamanı tehlikeli bir surette yaklaşıyordu ;
suların taşmasından ve çığlardan korkulurdu. Ama Kaşgar'da güç­
lükler sona ermiş değildi. Arkeoloji araştırmaları için Çin valisin­
den hususi bir müsaade alıncaya kadar yeniden haftalarca süren
müzakerelerde bulunmak lazım geldi.
Almanlar Kuça vahasına mayıs sonunun şiddetli sıcaklarında
vardılar, o civarda gayet güzel başarılarla çalıştılar. Eski budist
tapınağı Kizil'in yıkılarını kazıp meydana çıkardılar, meşhur mağa­
ralarını incelediler ve tam orada buldukları fresklerle el yazmala­
rına sevindikleri bir sıra idi ki ansızın Kaşgar'dan ürkütücü bir ha­
ber geldi. Şehirde ihtilal belirtileri baş göstermiştir, siyasi katil
hadiseleri birbirini takibetmektedir. Kaşgar İngiliz başkonsolosu bu
telaş verici olayları Le Coq'a haber vermiş, arkadaşiyle beraber kaç­
mağa hazır bulunması için onun dikkatini çekmişti.
Fakat bu ilk merak verici haberlerin arkası gelmediği için Le
Coq, hakiki ilim adamı sükunetiyle, örenleri karıştırmağa devam
etti. Arkeoloji araştırmalarını Kuça yakınlarındaki öteki iki küçük
yere, o vakitten beri pek ziyade şöhret almış olan Kiriş ve Kumtara'­
ya da genişletti. Fakat o, dünya olaylarını umursamamağa beyhude
çalışıyordu, ortalık düzeninin pek yerinde olmadığının ister istemez
BILINMİYEN i Ç - A S YA

farkına varması lazımdı. Kazılarda çalıştıracağı işçileri büyük güç­


lüklerle buluyor, ertesi gün onlar da kaçıyordu. Kuça'daki askeri
valinin görünüşteki ahbaplığı bir şeye yaramıyordu, hem yarıya­
mazdı da, çünkü bu valinin adamları aynı zamanda yabancıya hiz­
met eden işçileri ve yerli yardımcılarını dövüyorlardı. Le Coq, so­
nunda kendi uşağından maada hepsinin, yanından kaybolup gitti­
ğini gördü. Çaresiz işi yüzüstü bırakıp memlekete dönmek l.izım
geliyordu.
Durum gerçekten hiç de gül pembe değildi. Kuça'da, Fergana'­
dan oralara düşmüş olan Türklerle Çin'liler arasında çarpışmalar o­
luyordu, fakat güneyden ve doğudan gelen haberler de iç açıcı de­
ğillerdi. Le Coq'gil bu vaziyette de vakti beyhude geçirmek istemi­
yorlardı, onun için dönüşte, daha önce Pelliot'nun ve A. Stein'ın
gözden geçirmiş oldukları Tumşuk örenlerini incelemeğe başladılar.
Tumşuk'tan Maralbaşı'ya uğramak suretiyle, pek de rahat sayıla­
mıyacak şartlar altında yapılan araştırmaların gerçekten hayrete
değer neticesiyle, 156 koca sandıkla Kaşgar'a döndüler. Turfan'a
yapılan dördüncü Alman seferinin heyecanlı safiaa larından biri de
bu sandıkların, uaun boylu kovalamalar ve hızlandırmalar saye­
sinde, birinci dünya harbinin patlamasından ancak bir hafta önce
Ruc; sınırlarından geçirilebilmiş olmasıdır.

İlk dünya harbi ve ondan sonra hüküm süren iktisadi sefalet


yüzünden Almanlar artık Turfan seferini akıllarına getirememişler
Ve> kalan maddi kuvvetler'h1i de eldeki koleksiyonların düzenlenme­
sine ve işlenmesine harcamışlardır. Fakat bu yarım kalan işi de­
vam ettirmeği galip denilen devletlerin ilim adamları da düşüne­
memişlerdir. Avrupa karışıklığı devatn ettiği müddetçe Asya'nın bu
kısmında da durum düzelmemiş, belki daha ziyade bozulmuştur.
Çin ihtilalinin kopardığı fırtına bir türlü yatışmak bilmiyordu. Bir­
birini değiştiren ve hep ölüm saçan askeri klikler devrinden sonra,
nihayet Çin milli birlik hükümeti ortaya çıkınca herkes ilim adam­
larına da barış ve rahat gününün doğduğu zannına kapılmıştı. Ya­
zık ki böyle olmadı. Çln'lilerin yabancılara karşı, hakikatta pek de
sebepsiz olmıyan güvensizlikleri ve çekingenlikleri daha şiddetli bir
şekil almağa başlamış, bu elverişsiz hava yabancı araştırıcılara kar­
şı• da düzelmemişti. Hatta tersine olarak memleketin her tarafında
acele meydana getirilen Sanat Eserlerini Koruma birlikleri resmi
224 BILINMI Y EN I Ç - ı\ S Y A

himaye altında çalışarak, bütün Batı'lı araştırma teşebbüslerinin ö­


nüne geçmeğe başlamıştır.
A. Stein da bu birlik oyunu oynıyan sahte Çin bilginlerinin gö­
zünden düşmüş, araştırmalal;'a hazır bir halde bulunan kervanı,
merkezden verilen bir emir üzerine Çin Türkistanı toprağından çı­
karılmıştı. Halbuki üç büyük seferinde elde ettiği zengin tecrübe­
lerden maada, hiçbir sefer heyetine nasip olmıyan maddi hazırlık ­
lara sahip olduğu göz önünde getirilirse, A. Stein'ın bu dördüncü
İç - Asya seferinin geri kalışı yüzünden ilmin ne kaybetmiş oldu­
ğunu düşünmek zor olmaz.
Bereket versin sonradan, Çin'lilerin yarattıkları bu soğuk du­
ruma bakmıyarak, onlara yaranmağı bilmek ve zayıf taraflarını bu­
larak bir diplomat maharetiyle kendilerine yanaşmak suretiyle ya­
rıda kalan bu işi sürdürmeğe muvaffak olan araştırıcılar çıkmıştır.
Ancak bu heyetler, yanlarında Çin'li iş ortakları götürmek zorunda
idiler ki, bunların orada bulunuşları hazan yardımdan ziyade kont­
rol için olduğu anlaşılıyordu. Gittikçe sıklaşan karışıklıklar, anlaş­
mazlıklar ise hazan açık rezalet şeklinde patlak veriyordu. Bunun
için meşhur Fransız Citroen seferini hatırlamak yetişir. Bu tanınmış
otomobil fabrikası ticari bir reklam maksadiyle, Croisiere Jaune di­
ye bütün Asya'yı dolaşacak bir kervan geçidi tertibetmiş ve bunu
gayet becerikli bir şekilde ilmi araştırmalarla birleştirmişti. Croi­
siere Jaune'un başkan ve üyeleri denenmiş, ünlü alimlerdi. Büyük
ölçüdeki bu seyahat planına göre Citroen sefer heyeti iki kümeye
ayrılarak ve iki ayrı noktadan kalkmak suretiyle İç - Asya'yı çe­
virdi, iki aykırı yönden gelecek olan kervan kümesi ortada bir
yerde buluşacaktı. Biri batıdan, Suriye'den hareket etmiş, öbürü
yolculuğa doğudan, Pekin'den başlamıştı. Tabiatiyle Pekin'den çı­
kacak grupun mecburi olarak yanlarına alacakları Çin'li iş ortak­
lariyle beraber gelmesi lazımdı. Halbuki Fransızlarla Çin'liler ara­
sına, el birliğı ve anlayış yerine gittikçe şiddetini artıran bir anlaş­
mazlık girdi ve daha tayin edilen işi bitirmeden, birbirine düşman
kesilen' iki taraf ayrılmağa mecbur kaldı. Croisiere Jaune Çin arazi­
sinde başarılması lazım gelen işini ancak baştan savma, yarım bir
şekilde bitirebilmişti, çünkü geçen hadise üzerine merkezi Çin hü­
kümeti de işi protesto etmekte gecikmemiş, hatta işlerini mümkün
BİLINMIYEN İ Ç - A S YA 2:ıs

olduğu kadar çabuk bitirirlerse memnun kalacağını Fransız araş­


tırıcılarına bildirmişti.
Ama seçkin seyyah Sven Hedin:in talihi, görünüşte bütün Av­
rupa'lılara zorluk çıkarmak istiyen Çin'lilerin yanında da daha açık�
tı. Zaten o; o zamana kadar da bir masal kahramanı kesilmiş, yerli
halkın dilinden fevkalade iyi anlamasiyle, insanı kendine bağlıyan
tavrı ve sevimli halleriyle en küçüğünden, en taş yürekli mandarin­
lere varıncaya kadar herkese kendini sevdirmiş, kolaylıkla onlara .
yaklaşmıştı. 1927 - de yeni bir İç - Asya seferine çıktığı vakit hiç-
bir zorluk ve hoşnutsuzluk göstermeden Çin hükümetinin arzusunu
yerine getirmiş, yanına verilen Çin'li iş ortaklariyle birlikte işe ko­
yulmuştu. Şurası da var ki, Sven Hedin bu defa sefer heyeti çalış­
malarını daha ziyade yöneltmekle meşgul olmuş, sıhhi durumunu
yerine getirmek maksadiyle, adamları belirli yerlerde araştırmalar
yaparlarken kendisi Pekin'de, Avrupa'da, Amerika'da dolaşmış ve
bayrağı altında çalışan Alman ve Çin'li mütehassıslar kafilesine an­
cak sonradan katılmıştı.

Sven Hedin resmi Çin çevreleriyle gayet iyi bir anlayışla çalış­
mış ve hatta büyük bir maharetle idare ettiği işleri sayesinde Nan­
king hükümetinin en değerli bir iş ortağı olmuştur. Bütün Çin Tür­
kistanı boyunca kurduğu meteoroloji müşahede istasyonları ile Çin'­
liler gurur duyarlar. Merkezi Çin hükümetinin en zor problemi,
memleketin münakale şartlarının çözümüdür. Sven Hedin Nanking
hükümetine bu alanda da yardım etmeğe çalışarak o zamanki plan­
lara göre çabucak yapılması gereken Çin Türkistanı demiryoliyle
otomobil yolu işini incelemeğe başlamıştı ( 1933 - 1934) . Bu keşif
seyahati esnasında kısa bir zaman sürmek üzere asi general Ma
Çunğ-yin'in esaretine bile düşmüştü. Bütün bunlarla beraber Sven
Hedin'in bu son seyahatlerinin öyle oportunist, neticesiz gösterişçi
teşebbüsler olduğu hatıra gelmemelidir. O, bazı tesadüfi işler ba­
şardığı gibi, pek değerli coğrafya müşahedelerinde de bulunmuştur.
Hatta yanına katılan ve ayak bağı bir ukala saydıkları Çin'li ar­
kadaşların hazan gerçekten değerli bir bilgin olduğu da meydana
çıkmıştı. 1927 - 1929 seferinde Sven Hedin'in İsa'dan sonra 1. yüz­
yıla ait binlere varan Çin el yazıları bulduğunu, V - VII. yüzyıllar­
dan kalan mezar yazıtlariyle Moğol devrine ait iki dilli yazıtların
226 DILINMIYEN İ Ç - A S \' A

sayısının da yüzlere vardığını ilim dünyası bu Çin'li bilginlerin ön­


ceden verdikleri mallımattan öğrenmiştir.
O vakte kadar İç - Asya araştırmalarından uzak kalmış olan
Amerika'lı araştırıcılar işte tam bu zor zamanlarda ortaya çıkmış­
lardır. Bunlardan Roy Chapman Andrews mevcut şartlarla zor da
olsa uylaşarak arkeoloj i ve jeoloj i araştırmalarında bulunmuştur.
Sefer heyetlerinin o eski serbeslikleri, toplanan malzemenin bir ta­
kıntısız alınıp götürüldüğü zamanlar artık geçmişti. Bir yabancı se­
fer heyeti yalnız Çin'li iş ortaklarını meşgul etmeğe borçlu olmak­
la kalmıyor, ele geçirdiği buluntulardan da ancak belirli bir kıs­
mını, hem de daha ziyade onların ikinci bir nüshalarını götürebili­
yordu. Hususiyle sıkı bir kanun her hangi bir antikanın, değerli eski
kitap veya el yazmasının Çin'den dışarı çıkarılmasını yasak edi­
yordu. Eğer iç politika karışıklıklarından, dış gailelerden bir türlü
göz açamıyan Çin, mazisinin en başta kendisini ilgilendiren bu e­
serlerinin vandalca yok edilmesini önliyebilirse, tabiatiyle bütün
bu tedbirlere kimsenin bir diyeceği olamaz. Umarız ki bu tedbirler
bundan böyle gözetilen gayeyi temin ederler.
Amerika'lıların Uzak - Doğu'ya karşı gözle görünür bir şekilde
artan ilgileri neticesidir ki, Andrews'tan başka bilginlerle birtakım
sergüzeşt ardında koşan seyyahları, üst üste, hem de yalnız Çin'i de­
ğil İç Asya'yı da ziyaret etmişlerdir. Amerikan Roerich sefer he­
-

yetinin Tibet'te ve Moğolistan'da hemen beş yıl süren ( 1 923 - 1 928)


kalışlarını ve dolaşır.alarmı son zamankrın bu kabil teşebbüslerin­
den saymamız lazımdır. Bu uzun süren ve hatırı sayılır genişlikte
ülkeleri gezmiş olan sefer heyetinin, hedeflerine ulaşmak ve ilmi
b:ı,�'lrılarını gerçekleştirmek bakımından biraz garip yollardan yü­
rüd i.iği.ı inkar olunamaz. Heyetin üyeleri ve başkanları ressam pro­
fosör Roerich ile karısı ve oğulları idi. Bu seyahatte Roerich ailesi
kl'ndine amaç olarak, dikkate değer manzaraların resmini yapma­
ğı, ileride gerçekleştirilebılecek arkeoloj i kazılarını kolaylaştıracak
keşif hazırlıklarında bulunmağı ve nihayet etnoğrafya ve dilciliğe
dair malzeme toplamağı almışlardı.
Bunlar işe Tibet'ten başladılar. Tibetçeyi öğrenmek için sade
Darciling'te iki yıl geçirdiler. Oradan Hindistan'ın kuzey - batı kö­
şesine çekildiler ve asıl seyahate orada, Srinagar'dan başladılar. Ön­
ce vak itlerini Khotan'da geçirdiler, mahalli Çin makamlariyle ara-
o l ı . l :-; M i Y F. N I Ç - A S Y :\ 227

larında çıkan anlaşmazlık yüzünden oradan Kaşgar'a geçmeleri la­


zım geldi. Kaşgar'dan her zamanki yoldan Karaşar'a, oradan Tur­
fan'a uğramaksızın Uru mçi'ye, daha sonra Cungarya'dan geçmek
suretiyle Prjevalski'nin seyahatlerinden tanıdığımız Zaisang'a var­
dılar. Zaisang'tan trenle Sibirya'ya, Baykal gölünün yanına vardı­
lar, sonra bir kervan düzüp Urga'ya, oradan da güney - batı yönün­
de An-si'ye gittiler. An-si'den yine güney - batıya ilerliyerek Tibet'e
girdiler ve Lhasa ile Ş igatse'yi kuzey ve güney taraflarından dola­
şarak Hindistan'a. Darciling'e döndüler. Bu dolaşılan yol gerçekten
pek ziy::ıde dikkate değer, ama çekilen bu kadar zahmetin, geçiri­
len tehlikenin ve h arcan ılan paranın ne gibi ilmi sonuçlar verece­
ği sonradan bel l i olacaktır. Heyet şimdilik yollarda yapmış oldu­
ğu beş yüz kadar tablo ile övünebilmektedir. Genç Roerich'in Ti­
bet'te yaptığı incelemeler ise bu bakımdan daha ciddi umutlar veri­
yor, fakat bugün için onun en değerli başarısı olarak görünen şey
de, Tibet'in hudizmden önceki, hemen hemen hiç bilinmiyen dini
olan bon d i n i ne ait, bir kervan yükü tutan Tibetçe yazılmış mukad­
des kitap haznesidir.

Demek uluyor ki İç Asya araştırmaları bugün zor şartlar için­


-

de l: ı rpınmakta olan Çin tarafında bile henüz sona ermiş değildir.


Hu:; nüfuzu altı ndaki bölgelerde ise, kendi sovyet bilginlerinden
gayrı y a bancıları pek sokmasalar bile, çalışmalar hararetle devam
etmektedir. Bugünkü d u ru m İç Asya'nın kumlar altında kalan
, -

gc(:mişinin meydana çıkarılması işinin henüz hiç de bitmediğini ve


bundan sonraki nesillerin belki de, bizim zorlu emeklerimizi, bun­
dan sonra yapılacak büyük araştırmalar için ancak umut verici bir
b:..ı ş langtl.' olarak hatırlıyacaklarını göstermektedir . . .
X I I I.

KHOTAN

Eski Khotan'ın arkeoloji ve dilcilikle ilgili yadigarlar1. - Çin'le


olan bağlar. - Saka dilinin ke,fi. - H i n d i st a n sömürgeciliği. -
Buddha ve dini.- Hindistan'dan Khotan'a kadar budiıunin yolu.­
Khotan' da budizm sanatı. - Gandhara ve greko - budiıt sanatı.

A. Stein ilk İç - Asya seyahati sırasında Kaşgar'a varıp oradan


da o kadar sabırsızlıkla beklediği Khotan yolunu tuttuğu sırada,
bir yandan önüne gelenden, u gömü arayıcılarıı ın eski el yazmala ­
rını nerede bulduklarını soruşturuyordu. Dutreuil de Rhins'in bul­
duğu kayın ağacı kabuğuna oyulu eski yazmaların Khotan'dan çık­
tığı hatırımızdadır. Bu ilk buluştan sonra 1 895 - ten beri yine aynı
yerden buna benzer, bilinmiyen yazılı eserler gittikçe daha sık ola­
rak ortaya çıkmıştı. Khotan'lı ıı gömü arayıcılar .. , oralara giden Av­
rupa'lılara ve Hint'li ajanlara bunlardan o kadar çok getiriyorlardı
ki, artık Avrupa'da bu eserlerden birkaç parça bulundurmıyan ha­
_
tırı sayılır kütüphane kalmamıştı.

A. Stein bu Khotan el yazmalarına başlangıçtan beri şüpheli


bir gözle bakıyordu. Bu ağaç kabuklarının üzerindeki garip işaretler
üteden beri bilinen veya onlara dayanılarak ileri sürülebilen yazı­
ların yardımiyle bir türlü çözülebilecek gibi şeyler değildi. Onun
i lk işi bu esrarlı el yazısı meselesini meydana çıkarmak oldu. Ras­
geldiği • gömü araştırıcı,, sını ve onların çalışmaları hakkında bir
bi lgisi olabilen herkesi soruşturmağa başladı. Sade böyle soruşturma
ile de kalmıyarak Avrupa'da bile pek tanınmış bir • gömü ·araştırı­
cısı ,, olan İslam Akhun'un guya bu eserleri bulduğu bütün örenler­
de sıra ile araştırmalarda bulundu . Elde ettiği sonuç şaşılacak gi­
biydi. A. Stein kum yığınları arasında gerçekten o örenlere rasla-
B I L I N M I Y F. N I Ç - A S \' A 229

mıştı, fakat en dikkatli araştırmalar sonunda dahi öyle el yazmala­


rının veya her hangi başka yazma bir eserin izini bile bulamamış­
tı. İşin asıl tuhafı o söylenen yerlerde öteden beri her hangi bir yaz­
ma eser bulunduğunu civar halkından gören, bilen de yoktu.

O zaman artık A. Stein'ın gözünde mesele aydınlanıvermişti;


o kadar kıymet verilen bu eserler ancak İslam Akhun'un madra­
bazbğının verintileri olabilirdi. Şimdilik meseleyi karıştırmadan
işine devam ederek araştırmalarını bitirdikten sonra bu İslam Ak­
hun işini tamamiyle temize çıkarmağa niyet etmişti.

İsliı.m Akhun'un, bu kurnaz gömü arayıcının defteri o zamcı.na


kadar da pek temiz değildi ve bu yüzden Çin makamlariyle ba�ı kaç
kere derde girmişti. H İnt'li ajanlar, el yazmalarının çoğunu ondan
satın alırlardı, onun için bu işte pek suçsuz olmadığı hakkındaki
şüphe yerindeydi. A. Stein'ın dileği üzerine, aydın, bilgin manda­
rin Pan darin, İslam Akhun'u gayet gizlice yakalattı. Öteki gömü
araştırıcılarının hepsi, bütün yol boyunca Avrupa ' lı araştırıcının,
A. Stein'ın etrafına üşüştükleri halde bu adam her nedense ona hiç
yanaşmamıştı. Fakat bu sefer, bütün isteğine aykırı olarak bu hoşa
gitm iyecek bulusmağa zorlanınca yine başına bir iş �ıkacağını sez­
miş olacaktı.

A. Stein bir sorgu hakimi gibi, bu hinoğlunu söyletmeğe baş­


k.dı, fakat o kesin olarak inkar ediyor, o musibet kağıtlarla bir
ilgisi olduğunu hiç üzerine almak istemiyordu. Ama İslam Akhun
ne kadar gayret ederse etsin artık bu işte bayağı bir sahtekarlık ol­
duğuna şüphe kalmamıştı, çünkü onu yakalanıağa memur edilen
Türk beyi, yalnız gömü arayıcının kendisini getirmekle kalmamış.
evinde ne kadar kağıt bulduysa hepsini toplayıp getirtmişti. Bun­
ların hepsi de A. Stein'ın izini araştırdığı ve gerçekliklerinde haklı
olarak şüphelendiği el yazmalarından ve ağaç basmalarındandı.
Bütün deliller yüzüne vurulduğu zaman İslıim Akhun Avrupa'­
lının artık aldatılamıyacağını görerek bu « eski eserler ıı in ha k i ka­
ten sahte olduklarını itiraf etti. Fakat bunları yapan kendisi de­
ğildi ; hatta bulan da o değildi ve sözü geçen örenlerden de çıkma­
mıştı, bu işe onu başkaları sevk etmişler, böyle şeylere çok ilgi gös­
teren Avrupa'lılara 15atabilirse iyi para kazanacağını ııöyliyerek kan­
dırmışlardı. Tabiatiyle bu kandırıcılardan şimdi kimse hayatta de-
230 BİLINMİYEN i Ç - A S YA

ğildi, yahut da kim bilir nerelere gitmişlerdi. Ama bu inatçı inkar


bir fayda vermedi, Çin makamlariyle beraber A. Stein da artık
üzerine düştükçe düşüyorlardı : kime, ne zaman ne gibi el yazma­
ları sattığını ve bunları nerede bulduğunu söyletmek için kendisine
yemin verdirmek suretiyle sıkıştırılınca dayanamadı ve yavaş yavaş
her şeyi itiraf etti.
İslam Akhun oralara gelen Avrupa'lıların bu bir işe yaramaz
eski yazılı kağıtlar için ne çok paralar sokağa attıklarını görünce
hemen bu çok kar vadeden işe sarılmıştı. Fakat bu kıymetli malları
uzak örenler arasında araştırıp ele geçirmek için bir sürü zahmete
katlanmak da hiç işine gelmediğinden daha kolay yolunu bulup
bunları kendisi yapmağa başlamıştı. Ama bu da az zahmetli değildi,
onun için çok geçmeden bundan da usanarak kendi uydurduğu harf­
lerle çiziştirilmiş yazılar imaline baş vurdu. İslam Akhun bilgili ve
kurnaz bir herifti, bu sahte yazıları kendi eliyle yazarken kullan­
dığı kağıdı da ona göre hazırlama işini ihmal etmiyordu. Önce r.e­
bati bir boya ile kağıda eski bir renk veriyor, yazı bittikten sonra
kağıt yapraklarını ateşe tutarak islendiriyor ve bu kağıtları bir ara­
ya dikme işi de tamamlanınca sayfalar arasına ince kum saçıyordu.
Bu antikalara karşı olan istek o kadar fazla idi ki, İslam Akhun ar­
tık çok yorucu bulmağa başladığı el yazısı sahtekarlığını da bıı-a­
karak daha verimli ve kolay olan, ağaç levhalar üzerine baskı işine
geçti. İslam Akhun'un kalpazanlık atelyesi mükemmel işliyordu ve
aldatılmış olan bilginler şüpheye düşüp onu nihayet burada kepaze
bir duruma düşürünceye kadar hayli zaman geçmişti. A. Stein'ı işin
sade bu tarafı ilgilendiriyordu ve artık ötekinin, Çin makamları ta­
rafından da hakettiği cezayı giymesine onun bir diyeceği kalma­
mıştı.
Bilginlerin Khotan'a karşı gösterdikleri ilgi yeni bir şey değil­
dir. Öteden beri bu ülke)'e dair Çin tarihçilerinin kayıtlarında, A­
rap ve Acem kaynaklarında ne bulurlarsa toplarlardı. Bugün müs­
lüman Türklerle Çin'lilerin oturdukları bu bölgede bir zamanlar
bambaşka bir hayat geçtiğini biliyorlardı, fakat eski çağların şurada
burada kalmış olan haberlerinden burada vaktiyle olan geçen şey­
lerin ancak silik, belirsiz bir manzarası meydana çıkıyordu.
Bizi hakikata yaklaştıran A. Stein'ın araştırmaları olmuştur. O,
araştırma kervaniyle Khotan'dan geçen büyük güney yolu boyunca
BfLİNMİYEN I Ç - A S l: A 231

ilerler ve kumlar altında gömülü kalmış kale ve şehir örenlerini


karıştırırken, yok olmuş bir hayatın göz alıcı bir canlılık gösteren
e�P.deri meydana çıkıvermişti. Fakat şurasını önceden söylemeliyiz
ki, Khotan'ın, bugün o kadar önemsiz olan bu kasabanın adı vak­
tiyle, sınırları tarih boyunca genişleyip daralan bir viıha - devletini
göstermekte idi. Hem başkenti de bugünkü Khotan değil, onun a­
şağı yukarı 1 1 kilometre kadar batısına düşen küçük Yotkan köyü
idi. A. Stein, önce bu eski baskentin yerini tam olarak belli etti.
Yazık ki, oraya çok yakın olan örenler yerli gömü arayıcılarının
dikkatini çoktan kendine çekmiş ve bunlar yıkık duvarlar arasın­
da altın bulmak için oralarını vandalca altüst etmişlerdi. Bu adam ­
ları geçmişin kaybolan eserleri arasında sade heykellerin ve yapı
süslerinin zengin altın kaplamaları ilgilendiriyordu.
A. Stein'ın yolu Yotkan örenlerinden Taklamakan çölüne Sven
Hr.d in'in, birkaç yıl önce önemli bir ören olan Dandan-uilik'i bul­
duğu yere gidiyordu. Bereket versin, evvelce İsveç'Ii seyyahı ora­
ya götüren kılavuzu bulabi ldi. A. Stein , Dandan-uilik'ten Keriya'­
ya ve birkaç gün orada kaldıktan sonra Niya örenlerine geçti. Bir
zamanlar pek önemli olan ve meydana çıkan pek çok yazılı eserden
başka diğer birtakım kalıntıların yardımiyle İ. s. III. yüzyılda halkı
dağılmış bulunan bu yere A . Stein daha sonraki seyahatlerinde de
uğramıştır. Niya 'ya yaptıgı ikinci yolculuk da neticesiz kalmamıştı.
Yine böylece Endere örenlerini de birkaç kere ziyaret etmiş ve ora­
da ilk seferinde küçük bir kale ile bir budist ziyaret yeri bulmuş.
ikinci seferinde ise bunun Endere kasabasının yalnız bir kısmı ol­
duğu ve daha sonraki çağlarda bu terk edilmiş örenlere başka halk­
ların gelip yerlesmiş oldukları meydana çıkmıştı.
Bütün bu yerler vaktiyle Khotan'a ait yerlerdi . A. Stein ve haş­
kaları tarafından Khotan civarında yapılan araştırmaların e n belli
başlı neticesi bu eski vaha - devletinde Doğu ile Ba tı'nın pek �a�ı­
lacak bir şekilde açıkça birleştiğini görmemiz olmuştur. 13un unla
beraber eğer bu tarihe karışmış devletin, viıha - şehirlerinden gecen
büyük gü ney yolunda bir yandan kervanlariyle kolayca Çin'e el
uzatabildiğini, öte yandan ise önünün batıya doğru H i nd istan'la
İ ç Asya 'nın batı kısmına doğru açık bulunduğunu düşünecek olur­
-

sak, bu hal bizi pek de hayrete düşürmez.


Eğer şimdiye kadar yapılan kazılardan ele geçenlerin, Kho-
232 B I L İ N J\l l \' E N i Ç - A S Y A

tan'ın kudretli doğu komşusuna ait olanlarını dikkatle toplayıp bir


araya getirecek olsak , bugün artık Çin'le olan münasebetlerin adeta
bütün devreleriyle ilgili maddi eserlere sahip olduğumuzu görürüz.
Dandan - u ilik örenleri arasında 7 1 3 ve 741 tarihleri arasındaki yıl­
lara ait Çin bakır paraları bulunmuştur. Burı.>da kazılmış olan ören­
ler de aşağı yukarı o zamanlarda mahvolmuş olmalıdırlar. Budist
keşişlerinin barınaklarında da bir sürü Çin belgeleri buldular. Bu
belgeler, hele muhteviyatları bakımından pek ziyade dikkate değer­
ler, çünkü bunlar her zamanki mukaddes budist metinleri yerine
dünya hayatının günlük akışını anlatmaları bakımından pek . kıy­
metli bir manzara gösterirler. Bunlar arasında veresiye mal veren
iş adamlarının, alacaklarını tahsil için verdikleri Çince dilekçeler,
ufak tefek ödünçlere dair senetler, halkın hususi hayatlariyle ilgili
çeşitli işlerini ortaya döktüğü gibi, mevki komutanının yeni tali.mat
istiyen raporu ve saire de vardır. Bütün yeni meydana çıkarılan
eski evrak - kümesi gibi bu da bazı mühim tarih ve coğrafya kıla­
vuzluğu yapmaktadır, mesela Çin'lilerin bu yere Li-sie dediklerini
buradan anlıyoruz.

Manastırdaki papazların Çin'li oldukları, fakat manastırın faiz­


le verdiği paradan sevinçle faydalandıkları anlaşılan cemaatin yerli
halktan toplandığı, orada ele geçen evraktan öğrenilmiştir. Tarihleri
tam olarak konmuş olan bu evrakın yardımiyle Çin tarihçilerinin,
bu bölgede Çin hakimiyetirıin VIII. yüzyılda yıkılmış olduğuna dair
verdikleri haber kontrol edilebilmektedir.

Dandan-uilik'teki budist tapınaklarından b irinde keşfedilen bir


tablo da oek ibret vericidir. Bu ağaç levha üzerinde çeşit çeşit ef­
sane sahneleri vardır, hele bunlar arasında tarla faresi kafalı acayip
bir tanrının bakışlariylc karşılaşırız. Meşhur budist hacısı Hüan­
rfzanğ'ın sadık okuyucusu olan A. Stein bu sahnenin, büyük hacının
vazdığı efsanenin tasvirinden başka bir şey olmadığını sevinçle kcs­
fetmişti. Hüan-dzanğ'ın kaydettiği mahalli bir geleneğe göre atlı
bir düşman kıtası şehre akın etmişken tarla fareleri düşman atla­
rının deri takımlarına üşüşerek kemirmişler ve bu suretle halkı mu­
hakkak bir yok olmadan kurtarmışlardı. O zamandan beri orada
mukaddes tarla farelerine ve tunların kırallan na k arşı hüyilk saygı
gösterirler.

Khotan vaha . devleti ipek - yolu boyuna düşüyordu ve yerliler


B i L i l'\ M İ Y E :-ö i Ç - A S Y A 233

kendileri de ipekçiliği çoktan öğrenmişlerdi. Bunların geleneğine gö­


re Khotan 'a ilk ipek böceği kozasını bir Çin prensesinin, hotozunun
içine gizliyerek getirdiğini, çünkü bunun Çin'den güzellikle çıka­
rılmasına imkan bulunmadığını yine Hüan-dzanğ anlatır. Üzerine
resimler oyulmuş ağaç levhaların birinde A. Stein bu efsanenin tas­
virini de bulmuştu. Bu tabloyu uzun zaman açıklıyamamışlardı.
Fakat o, ortada yer almış olan, sü5lüce giyinmiş kadın suretinin ef­
sanedeki prenses olduğunu, onun sağında solunda diz çökmüş olan
iki suretten birinin eliyle prensesin başını işaret ettiğini gösterdi.
Resimde görülen sepette ise önce sanıldığı ı;ibi meyva değil, ipek
kozası vardır. Yine orada, ne olduğu anlaşılmıyan şey de dokuma
tezgahından başka bir şey değildir.
Niya örenlerinde meydana çıkan Çin eserleri çok daha eski za­
manları anlatmaktadırlar. İlk olarak burada da Çin bakır paraları
dile gelmişler, çok eski çöplükler altından çıkan ve Çin yazı işaret­
lerini taşıyan ufak ağaç levhalar ise ötekilerin ifadelerini kuvvet­
lendirmişlerdir. Kronoloj i bakımından zamanları tam olarak tesbit
edilebilen bu iki nevi buluntu kümesine dayanarak Niya iskan yerini
Çin'lilerin İ. s. III. yüzyılda terk etmiş olduklarını ve yerlilerin de
herhalde yine o çağdaki büyük karışıklıklarda başka tarafa göçtük­
lerini tahmin edebiliriz.
Khotan'ın en eski halkının kimler olduğu meselesi başlangıçtan
beri bir bilmece idi. Türkleri kimse hatırına getirmiyordu, bu gü­
ney bölgelerde eski göçebelerin ne kadar sonradan gelme oldukla­
rını herkes biliyordu. Çin'liler de olamazdı, çünkü onlar buraya,
Khotan vahasına sömürgeci olarak yayılmışlar ve ancak askeri
kuvvetle orada tutunabilmişlerdi. Zaten Çin manastırlarındaki ev­
raklarda geçen budist müminlerinin adlarından da sezilebiliyordu
ki, burada en eski barınanlar herhalde, İç - Asya'nın batı çevresinde
Türklerin görünüşünden önce yaşamış olan İ ndo - Avrupa'lı ve hu­
susiyle İran'lı kavimler olacaktı.
Çok geçmeden bu iş daha iyi anlaşıldı. Dandan-uilik'teki yapı
yıkıları araştırılırken küçük manastırlardan birinde kağıt üzerine
basılmış bir el yazması buldular. Bu uzun, kütük halindeki sayfa­
ların üzerinde Hindistan'dan çıkma brehmen yazısiyle budist ko­
nulu metinler bulunuyordu. Bunlar bilinmiyen bir dille yazılmı�tı.
Uzun münakaşalardan sonra bilginlerin vardıkları neticeye göre
Khotan'ın en eski halkı, bugün ittifakla Saka denilen bu di]J. konuş-
R İ L İ !\ M 1 Y t: !\ İ Ç - A S YA

makta idi. Bu dilin çözümü fazla zahmetli olmadı, hatta çok geçme­
den, bunun gerçekten İran dillerinden olduğu ve İ. s. 1. . yüzyılda
Baktria'da konuşulan dilin yakın akrabası bulu nduğunu da meyda­
na çıkardılar.
Khotan'da Saka dilinin bulunuşu ve onun çözümü İç - Asya se­
ferlerinin en güzel neticelerinden biridir.
Fakat bununla, Khotan dolaylarında yapılan kazıların ortaya
çıkcırdığı şaşırtıcı şeylerin hiç de sonuna ermiş değiliz.

Daha Dandan-uilik örenlerinin açıl ısında bunun ilk dikkati çe­


ken belirtileri görülmüş, sonraları bunlar gittikçe \;Oğalmış ve ni­
h�yet yalnız Khotan'ın değil, bütün 'T'arım havzasının kendine mah­
sus medeniyetinin çerçevesini tam olarak vermiştir. Bu bakımdan ilk
yolu, kazılardan meydana çıkan yapı örenleri göstermiştir. Sıra
Dandan-uilik örenlerinin açılışına gelince ve yerli gömü arayıcıla­
rının tarifleri üzere onların Butkhana dedikleri yapı kümesi işçiler
tarafından moloz ve kumdan temizlenince yapının esas planı apaçık
meydana çıkıvermişti. Ortada dört köşe bir yer vardı. Bu yapının
manastır olarak yapıldığı şüphesiz olduğuna göre, keşişin oturdu­
ğu yerin, hücrenin de burası olması lazımdı. Bu hücre dört tarafın­
dan, aynı uzaklıkta dört dış duvarla çevrili idi. Hücre ile dış du­
varlar arasında dolanan koridor ise ayin yapılırken dolaşmağa mah­
sustu. Bu basit yapı tasarısı erbap bir araştırıcıya daha ilk anda,
Khotan ü lkesinde Hint dini yapıcılığını bildiklerini anlatıyordu.
Hint tarzındaki bu ilk Khotan yapısını, kazdan örenlerin altından
birbiri ardına çıkan benzeri eserler takibetti.
Khotan'da Hindistan· tesirinin ne derece olduğu noktası, ancak
eski el yazması eserlerin cözümlendiği zaman tam anlamiyle mey­
dana çıktı . Dandan-u ilik'teki budist manastır örenleri arasında ka­
ğıt üzerine yazılmış el yazmaları yığınla bu lundu. Bunlarm bir kıs­
mı brehmen işaretleriyle ve Sanskritçe olarak yazılmış olmaları ba­
kımından apaçık Hint medeniyeti çerçevesini göstermekteydi. Niya
öreninrleki kharosth yazılı ağaç levhalar da yine aynı anlamda idi­
ler, fakat bu nevi eserlerin asıl harman yerini başka bir örende, bu­
gün müslümanların- bir ziyaret yeri olan Cafar Sadik yak ınında bul­
dular.
Burasını daha önce oralarda dolaşmış olan gömü arayıcılar ka-
DİLINMİYEN İ Ç - A S YA llS

rıştırmışlar, fakat bereket versin ciddi bir zarar yapmamışlardı


Orayı bile n bir tanıdık yerlinin delaletiyle A. Stein ören� varır var·
maz, beyhude gitmediği anlaşılmıştı. Daha gelirken yolda dökül­
müş birkaç kharosth yazılı ağaç levha bulmuştu . Yapılardan birini n
damına çıktıkları zaman yeniden, dağınık b i r halde levhalar gör­
düler, yerli bir gömü arayıcı kendisince değeri olmıyan bu levhaları
karıştırmış ve fırlatıp atmış olacaktı . A. Stein ' ı bu ağaç levhaların
asıl çıktığı odaya soktukları zama n , seyyah öyle bir heyecana ka­
pıldı ki, bunu ancak kendisi de eski eserler peşinde araştırmalarda
bulunmuş olan kimse anlıyabilird i. Bu odanın köşesinde tuğla hir
ocak i le duvar arasına yapılmış küçük bir bölmenin il:inde, tam bir
intizamla birbiri üzerine y ığ ılmış ağaç levhalar duruyordu. Bu de­
ğerli eserlerin sayısı daha ilk günden yüzü geçmişti.
Bu ağaç levhalar üzerine oyulan metinler mektup veya resmi
ya 7 1 lar olup bir mektup gibi de güzelce kapatılmışlard ı. Şöyle ki,
ağaç levhalar birbiri üzerine kapanacak şekilde <_'.ift olarak yapıl­
mıştı. Asıl yazılacak şey, alttaki levhanın iç yüzüne geliyor, oraya
sığmıyacak olursa , üzerine kapatılan levhanın iç tarafında devam
ediliyordu. Üstteki levha " zarf " işi görüyor, adres veya gönderenin
adı ile mektubun kapa nmasına yarıya n kil mühür bunun üzerine
geliyordu.
Eserlerin d i kkatlice gözden geç irilmesiyle sade kharosth yazı­
sının Hint menşeli olduğu d eğ i l , d i l i nin de o menşeden türediği ·mey­
dana ç ı k t ı . Daha ileri gidilince. bu y az ı y ı h i r zama n l a r H i ndista n ' ı n
kuzey-batı s ı n ırlarında k u l l a n d ı k l a r ı , i�aretlerinin �ekli İ . s. 1. yüz­
yılı gösterd iği anlaşıldı. " Mektupların ,, di l i Sanskri tçeye yak ın o­
lan Prakritçcd ir. Demek o l u yordu ki, yalnız yazı d eg i l , d i l de Hin­
dista n · ın k u ze.v batı bölıtesinden. İn dus nehrinden ötedeki a lan­
-

lardan g e l m e i d i . Bu h a l e göre şimdi ele geçen bu güzel bulu ntu­


ları Hüa n-dza nğ'ın seyahat namesi ndeki ve T i bet tarih lerinde bu la­
cağımız k a y ı t l n r l a karşılaştıracak olursak o zaman duru m a yd ı n ­

lanmış : H i n t ' l i istilacıların Khotan'a H i ndistan · ı n , eski Yunanl ılar­


ca Taxi lı:ı denilen kıs�nında n , kendilerine mahsus medeniyetleri ni,
d i l ve yazılarını da beraber getirmek suretiyle yayılmış oldukları
a nla şı l m ı şt ı r . Bu sömürgeleştirme işi a�ağı y u k a r ı İ. ö. il. yüzyılda
geçmiştir.
Eski Khotan toprağı nda meydana ç ı ka n, ağaca yazılı eserler za-
256 B İ L İ N M İ\ F. N i Ç -A S YA

ten dış biçimleri bakımından da mektup veya resmi vesika olmak­


tan başka şeye elverişli değillerdir. Gerçekten bunlardan çoğunun
resmi talimatname olduğu çabucak anlaşıldı. Bunların öyle kümeli
bir halde bulundukları yer ise oranın büyüklerinden birinin resmi
dairesinden başka bir yer olamazdı. Evrakın öteki kısmı da resmi
muhaberattı. İdare ve emniyet işleriyle ilgili raporlar, celp kağıt­
ları, şikayetler, tevkif müzekkereleri, muhasebe evrakı, amele def­
terleri, hesap puslaları. . . o çağlarrn günlük hayatının birer hatırası
olarak bir arada bulunuyordu. Eğer bu ağaç levhalar üzerine çiziş­
tirilmiş yazılar bize kalmış olmasaydı, o zamanların günlük haya­
tına dair bir bilgimiz olmazdı, çünkü biz bir tarihçiden, onun gö­
zünde değeri olmıyan, tesbitine önem vermediği ufak tefek işler
hakkında en küçük bir kılavuzluk dahi bekliyemeyiz.
Bu çağlardan bunlara benzer evrakın Hindistan'da bile kalma­
dığı düşünülecek olursa bunun, Khotan eserlerinin değerini ne ka­
dar yükselttiğini belki söylememize de lüzum yoktur.
Hindistan menşeli olan bu eserlerin öteki kısmı ise Sanskrit di­
lindendir ve dine aittir. Bütün bu buluntu kümeleri pek kıymetli ol­
makla beraber eski Khotan tarihine ait ancak birtakım eksik bel­
geler sağlamaktadır.

Khotan kazılarının en çoğu. arkeoloj i eserleri ve yazılar u mu­


miyetle dünyevi hayatın kalıntıları olmayıp bir dine, budizme ait
eserlerdir. İç - Asya'nın örenler altından çıkarılmış olan eski hayatı
birbirine en uzak olan yerlerde bile pek çok müşterek hatlar gös­
terir. Fakat bu, hiçbir zaman bu geçmişin tarihinde ve medeniye­
tinde tamamiyle aynı olduğunu ve tanınması için tek bir yerinin
açılması yeteceğini anlatmaz. Bu az çok birlik, hiç olmazsa medeni­
yet tarihi bakımından ortak olan İç - Asya bölgesinin içinde birçok
müstakil merkezler de kurulmuştur ve bunlar şu veya bu fikir ce­
reyanının yaratılışında , yayımında en baş rolü almışlardır. İşte asıl
bunun içindir ki, ilerideki bölümlerde, belki biraz haksız olarak, her
adımda göze çarpan müşterek hatları bir yana bırakarak, yeniden
öğrenilmiş olan çok çeşitli eser yığınından da ancak belirli bir böl­
geye en ziyade damgasını vurmuş, daha çok hususi hatları ken­
dinde toplamış ve eski zamanlarda da başrolü oynamış olan şahsi
hatları hatırlatacağız. Khotan'ın eski, bugün a rt ık izi bile belirsiz
tarihinden, bütün diğer şartları bastırarak budizm sivrilmektedir.
e i L t N M İ Y EN i ç - A S YA 237

Budizmin kalesi olan Khotan ülkesi, bu kovalanan din ic:in yalnız


bir sığınak olmakla kalmamış, onu bol bol beslemiş, geliştirmiş ve
daha geniş yerlere, İç - Asya'ya, hatta ondan da öteye, Uzak - Doğu'­
ya, Çin'e kadar yayılabilmesi için ona lazım olan her şeyi vermiştir.
Fakat budizmin gelişmesi etrafında Khotan'ın hakiki rolünü
anlamaklığımız için bu dinin meydana gelişinin, tarihinin ilk
yüzyıllarının bazı önemli hareketlerini kısaca hatırlamamız yerinde
olur.
Bir kıral soyundan gelme olan Siddhartha i. ö. VI. yüzyılda
Hindistan'ın Magadha toprağında dünyaya gelmişti. Bu kıral çocu­
ğunun hayatı başlangıçta tıpkı öteki Hint hükümdar ailesinden ge­
len gençlerinki gibiydi. Yirmi dokuz yaşına gelip de kırlara çekilip
bir derviş yaşayışı içinde hayatın manası üzerinde düşüncelere dal­
mağa başladığı zaman da o kadar alışılmadık garip bir yola sapmış
değildi, çünkü kendinden önce de, onu n yaşadığı zamanda da aynı
şeyi yine hükümdar ailesinden olan başka gençler de yapmışlardı.
Fakat onun kıra çekilişinin sonu ötekilerinki gibi olmadı, zira yıl­
larca süren düşünce aleminden sonra brehmenlerin gösterdikleri
yolda kendisine hiçbir vakit ruh sükuneti bulamıyacağını anlamıştı.
Nihayet bir gece mucize kendini gösterdi, zihni aydınlanmış,
1.mddha olmuştu. Hakikatı, ıstırap çekme hakikatını bulmuştu. Oluş
ıstıraptır ve arzunun, doğuşun, ihtiyarlığın, ölümün birbirini ko­
valıyan ve birbirini tamamlıyan zincirinden meydana gelmiştir. Bu
ıstırabın sonu yoktur, çünkü ölümle de bitmiyerek yeni bir vücutta
şeklini bulur ve nesiller, binyıllar boyunca, dünya çağlarının sonu
bilinmez devirlerinde devam eder gider. O unutulmaz gecede Bud­
dha'nın önünde aydınlanmış olan ikinci hakikat, ıstırabın sona erdi­
rilmesi hakikatıdır. Istırabın sonsuz devrinden ancak arzuyu, yaşa­
mak hırsını söndürmekle kurtulanabilir : işte o zaman ve ancak o
zaman, artık ıstırabın bulunmadığı hale, nirvanaya varılır, çünkü
tenleşmelerin, incarnationların sonu gelmiyen zincirinden kurtulan
için artık vücut yoktur.

Buddha'nın zihni bu aydınlığa kavuştuktan sonra hakikatın


kelamını, dluırmayı yaymağa başladı ve kilisesini, sanghasını kur­
du. Budizm işte böyle doğdu . Yeni din Siddhartha'nın doğduğu top­
rakta, Magadha'da Hindistan'ın doğu tarafında hızla kuvvetlendi .
Muvaffakıyetinin, hızla yayılışının bir izahı şüphesiz eski Hint di-
238 Bil İNM IYEN iÇ-ASYA

ninin. brehmerı izmin o zama nlar henüz Doğu - Hindistan'da derin


kök sa lmamış oluşu, bir de bi:ehmenizm sınıf sistemine dayandığı
halde, budizmin hiç seçmeden herkesi cemaati arasına alışıdır. Do­
ğu kırallıkları, Magadha ve Kasala daha Buddha'nın sağlığında ye­
ni dinin safında yer aldılar. Sonra Magadha Hindistan'ın kuzey -
batı taraflarını istila edi nce ( İ . ö. iV. yüzyıl ı budizm mahalli bir din
hareketi olmaktan ı;ıkarak yayılan bir din haline geliyor.
Budizm i n en eski tarihi ctaha ziyade masal nev'inden geleneklere
dayanmaktadır ve Batı'lı bilginler bunları birçok bakımdan tenkid
etmişlerdir. Bu tcnkidciler arasında Buddha'nın kendisini de bir
efsane şahsiyeti sayanlar çıkmıştır; fakat bu hiper kritik yön git­
tikçe daha arka plana çekilmiş, budist geleneğinden budizm tarihi­
nin en eski kısmiyle ilgili malzemeyi kabul ederek olsa olsa işin ma­
sal tarafını bir yana bıraka nlar çoğalmakta bulunmuştur.
Bu geleneğe göre Buddha'nın ölümünden sonra ( İ . ö. 483) çö­
mezleri kelamın mukaddes metinleri içinden hangilerinin gerçek ol­
duğunu tesbit etmek için toplandılar. Mukaddes kitapları muhteva­
larına göre üç büyük kümeye ayırarak hepsini Tripitaka, yani "üç
sepet" adlı �cr' i bir mecmua halinde topladılar. Budist kilisesinin ilk
büyük toplantısı işte bu Racagriha synodeu olmuştur. Çok geçme­
den cemaat ve papazlar say � ca çoğalınca mü nakaşalar başladı,
Buddha'nın bazı akidelerinin doğru tefsiri üzerinde görüş farkları
ç ıktı. M ünakaşalar kızıştı, budizm birliği tehlikeye düştü . Henüz
Buddha 'nın ölümünden a ncak yüz yıl geçmişti ki, Vayşal synode­
u nda toplanan keşişler ve din uluları arasında münasebet kesildi.
Böylece k uzey ve güney budizmleri pek erken olarak birbirinden
ayrıldı. Bu ikiye bölünüş yine de dindeki birliğin hiç olmazsa bir­
birinden ayrılmış iki okul halinde temelli olarak devamını sağlamış
değildi.

Şimdi yalnız kuzey budizminin, mahayana okulunun tarihine


bir göz atmamız yeter. Böylece şahsiyetsiz, yani tanrısız bir din olan
eski budizm in nasıl tanrılar, yarı - tanrılar, koruyucu ruhlar ve cin­
lerle kalabalıklaşmış çok - tanrılı bir din haline genişlemiş oldu­
ğunu hayretlerle görürüz. Bu dinciler Buddha'yı antropomorfizm
nazariyesinin bütün beşeri tekamülleriyle beziyerek çabucak tan­
rılaş!ırdılar. Tabiatiyle çok geçmeden bunun arkası geldi : tarihi
Buddha o zaman.:ı kadar gelmiş geçmiş buddhalardan biri.dir ve in-
B f L İ N M f Y F: N İ <.: - .\ S YA 239

sanlığı aydınlatacak, doğru yola götürecek olan son gelecek buddha,


Maitreya, daha arkadadır. Bu gelecek olan buddha henüz aydınlan­
mış buddhanın mükemmellik derecesine varmamıştır, fakat "gele­
ceğin buddhası", bodhisattva olması itibariyle hemen ona yakın bir
halde bulu nmaktadır. Bu bodhisattvalar kuzey mahayana mezhe­
binde bilhassa büyük rol oynamışlardır. Bunlar, nirvana, yani ebedi
selamet için uğraşan insanın merhametli yardımcılarıdır. Buddha­
ların ve bodhisattvaların, adlariyle, kendilerine isnat olunan tarih­
leriyle belirtilen alayları çok geçmeden bir misli arttı. Budist teo­
loj isi bütün buddhaların ve bütün bodhisattvaların yanına, ancak
tefekkürle yaklaşılabilecek, mücerret eşini de, dhyanibuddhayı
da yarattı. Dhyanibuddhalar arasında halk tarafından en çok tanı­
nanı Amitabha oldu. Dinci hayal bunun etrafında yeniden çalışma­
ğa başladı. Aşırı derecedeki saygıdan adeta yeni bir din sürgün ver­
di ki, bunun en kendine mahsus mahsulü budist cenneti olup Ami­
tabha'nın hltfiyle kurtulmuş olan dünya mahhlkları orada lotus çi­
çeğinin ortasında , yeniden doğarlar. Vayroçana adlı başka bir dhya­
nibuddha da vardır ki, budizm panteonunun gittikçe çapraşık bir
hal alan gökünde daha garip istihalelerden geçerek en baş, en son­
suz yaratıcı tanrı, Adibuddha olmuştur. Fakat budist gökünün bü­
tün tanrılarını burada saymağa zaten imkan yoktur. Kalabalık top­
lantılarında kendi ok}lmuşları bile kolay kolay işin içinden çıka­
mazlar. Budizmin, kuzey mezhebinden geçerek, ilk sadeliğinden Ti­
bet ve Moğol lamaizmine kadar aldığı yol baş döndürücüdür.

Her neyse, biz şimdi ilk yüzyılların mücadeleli tarihine döne­


lim. i. ö. 111. yüzyılda Magadha ile Hindistan'ın kuzey - batı kıs­
mında bulunan Gandhara'nın hükümdarı olan Aşoka budizm cema­
atine katılır. Devleti içinde bu dini yaydığı gibi, sınırlarından dı­
şarıya da din davetçisi misyonerler yollar. Onun misyonerleri guya
Yunan ülkesine ( Yavana) varasılarmış, fakat aynı din davetçisi va­
zifesiyle İç - Asya'ya da gitmiş olduklarına dair bir iz yoktur. Bu­
dizmin İç - Asya'da görünüşü ve yayılışı, daha sonraları ortaya çı­
kan Yüe-cı'ların zamanına düşer.

Çin'e komşu olarak Dun-huanğ civarında oturan ve Asya'lı


Hunlar tarafından anayurtlarından çıkarıldıkları için batıya doğru
göçe,ek kendilerine yeni yurt arıyan bu göçebe kavmin evvelce sö­
zü geçmişti. Bunların önce İli vadisine sığınmak istediklerini ve
240 BİLİNMIYEN i Ç - A S YA

Asya'lı Hunlar kendilerine burada da rahat vermeyince Fergane'ye


biriktiklerini, sonra Oxus'tan (Amu - derya) öteye geçtikleriı.i ve
Büyük İskender'in halefleri olup birbiriyle dalaşan sonraki Yunan
beylerinin elinden Sogd ülkesini aldıklarını görmüştük. Oraya v3r­
dıkları zaman Sogdia, öyle doğrudan doğruya girilip oturulacak ba­
şıboş bir toprak değildi. Burada Sakalar, Khotan'lıların dil ve ırk
akrabaları yaşıyordu. Yüe-cı'ların hücumu üzerine Sakaların bu kıs­
mı, daha güneye çekilerek kendilerine, o zamana kadar yine bir Yu­
nan beyinin elinde bulunan Baktria'yı işgal ettiler. Lakin burada
da çok kalamadılar, Yüe-cı'lar onları yeni edindikleri bu yurttan da
çıkardılar. Bundan sonra Çin'in komşuluğundan sürüklenip gelen
Yüe-cı kavminin bazı kabileleri İ. ö. 125 yıllarında, öteden beri Ku­
zey - Afganistan'da , Amu-derya'nın iki tarafında oturan yerlileri
yenerek orada Tokharistan adiyle yeni bir yurt kurdular. Çin impa­
ratorunun elçisi Cang Çien eski komşuyu geri dönmeğe razı etmek
ve onlarla barbar düşmana, Asya'lı Hunlara karşı ittifak yapmak
üzere kendilerini bulmak için bilinmiyen İç - Asya'dan geçerek arka­
larından ta buralara kadar gelmişti. Bu elçiliğin bir netice verme­
miş olduğunu biliyoruz. Yüe-cı'lar değişen muhite çabucak uymuş­
lardı ve hiçbir şey onları eski yurtlarına çekmiyordu.

Yüe-cı'larla istila altına alınmış kavimler kısa bir zamanda bir­


birine karışmışlar, belki diyebiliriz ki birbiri içinde erimişlerdi.
Herhalde en büyük hükümdarlarından biri, istila altına girmiş olan
Kuşanlar arasından çıkmıştı. Kudreti artmış olan bu kavim İ. s. 25
yıllarında Gandhara'ya ve Pençab'ın bir kısmı üzerine el komuştu.
İ . s.
II. yüzyılda en büyük hanlarından biri olan Kanişka, budizmin
en gayretli koruyucusudur. Budizmin İç - Asya'ya doğru zaferli iler­
leyişi bu zamanda başlar. Bu dinin İç - Asya'da yayılışının en kud­
retli devresi Kuşanların İ. s. 120 yıllarında geçici bir şekilde Kaş­
gar'ı, Yarkent'i ve Khotan şehrini, daha doğrusu ülkesini işgal et­
tikleri zamana değil, daha sonraya, asıl vatanı olan Hindistan'da
durumunun kötüleştiği ve Kanişka'dan sonra Kuşanlar arasında da
talihinin sönmeğe başladığı zamana raslar.

Çin'liler, kendilerinden u w k olan Kuşanlara, ondan sonra da


hep Yüe-cı adını vermişler ve öyle anmışlardır. Bu sonraki Yüe-cı'­
lar sade kendileri gayretli budist olmakla kalmayıp, dinlerini yay­
mak hususunda da pek biiyük rol oynamışlardır. İç - Asya'da dinin
B İ L İ N M I Y F. N İ Ç - A S YA 241

emirlerini etrafa taşıyanlar ve keşiş manastırlarını yapanlar onlar


olduğu gibi, asıl Çin de budizmi, bu sonraki Yüe-cı'ların hakimi­
yetleri altına geçirdikleri İ ran'lı halka mensup neofitlerle (yeni
müminler) sayıları pek ziyade artmış olan papaz sınıfı vasıtasiyle
tanımıştır.
İç Asya'nın en önemli bölgesi olan Tarım havzası sessizce, fa­
-

kat geniş ölçüde bir din yayımı neticesi olarak tamamiyle budist
ülkesi haline geli:yor. Büyük kervan yolunun orta hattındaki Kaş­
gar ile Kuça güney, hinayana mezhebine, güney yolunun vaha -

devletleri, Yarkent ve Khotan ise kuzey, malıayana mezhebine ka ­

tılıyorlar.
Budizmin Hindistan'da kovalandığı sıralarda oradan kaçan
keşişlere ve okumuşlara ilk kapısını açan Khotan olmuştur. Burası,
o yok yoksul papazlara yalnız barınacak yer vermekle kalmıyarak
onları iyi hayata, zenginliğe kavuşturmuştur. İ . s. IV. yüzyılın sonun­
da ve V. yüzyılın başlarında brehmenizm baskısı o kadar artmıştı ki,
Hindistan'da budizmin adeta adı bile anılmaz olmuştu . K hotan işte
bu sırada, kovalanan budizmin korunma hisarı, cenneti haline gel­
miştir. VII. yüzyılın ortalarında budist hacısı Hüa n-dzanğ Hindis­
tan dönüşü Kkotan'dan geçnek Çin'e giderken budizmin oradaki
büyüklüğünü ve zenginliğ i n i hayranlıkla görmüştü. Onun zama­
nında Khotan'daki manastırların sc.ıyısı yüzden aşağı değildi ve e n
aşağı b e ş bin keşiş dine h izmet ediyordu. Budist kavimlerin edebi­
yatında b i r yığın eser, budizmin cenneti olan Khota n 'dan bahse­
der. Bunlardan sade en hacimlisini, en tanın mış ola nını hatırlat­
mak için, daha sonraki budizmin şeriat küll iyatından ola n Tancur'­
da kalın bir eserin Khotan tar i h i nden bc.ıhs�ttiğini kaydedebiliriz.
Ama bu tarih budizmin K hotan'<laki değ işik, fakat her zaman par­
lak talihin i n hikayesinden başka bir şey değildir.
Şu hale göre şimdi A. Stein'ın Khotan kazıları budist büyüklüğü­
nün eski, harap eserlerini yığıniyle ortaya dökmüşse bu şaşılacak
bir şey m idir? Eski başkentte, Yotkan'da kazma kürek altından ma­
nastırlar, keşiş hücreleri çıktı. Dandan-uilik 'teki budist örenleri ol­
dukça sonraki zamana, VII. yüzyıla aitti rler. Oradaki mukaddes ya­
�)ıların samanlı kerpiçle örülmüş duvarları tempera boyalı resim­
lerle süslenmiştir. Yüzyılların harap ettiği örenlerden çıkan resim
döküntüleri, sanat güzelliği ve nispetli ölçüleriyle bugün dahi sey-
2'42 B I L I N M I Y E N I Ç - A S \' A

redenlerin gozunu almaktadır. Tam olarak kalmış duvar parçaları­


nı tabiiden daha büyük ölçüde buddha şekilleri doldurmakta, bazı
yerlerinde de yanyana uzun sıralar halinde küçük azizl�rin özenle
resmedilmiş şekillerinde budizm efsanelerinin çeşitli sahneleri can­
lanmakta veya şerit gibi seyredilmektedir. Budizm sanat eserlerinin
çoğu, tablolar ve heykeller umum iyetle hayırseverlerin yardımla­
riyle meydana gelmi�tır. Bud ist mitoloj isinin şekilleri ve sahneleri
yanında tanrıların önünde diz çöken bu hayırsever şahsiyetler de
eksik değildir.

Buradaki budist sanatı İ�· - Asya 'nın her bakımdan birikme ha­
vuzu olan bu kısmı nda çeşitli yabancı tesirlerin hakiki aynası ol­
muştur. Bu itibarla buluntu kümelerinln hemen hepsinde, Khotan'­
da olduğu gibi Kuça'da vey a Turfan'da ua dinci sanatın her çeşit iz­
lerini. Hint unsurların ı . İran, hatta Acem tesirini, daha sonraki çağ­
larda ise Çin sı.ınatının resim işaretlerin i . küçük veya büyük ölçü­
de bulabilmemizde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Fakat dıştan gelen
bütü n bu sanat ilhamlarını ilkin Batı'lı seyircilerin gözünde öteki,
esas itibariyle Avrupa'dan gelme ve iç - Asya'da budizm ile beraber
yayılarak yine bud izm ile Çin'e ulaşan sanat tesiri adeta ezmiştir.
J3u sanat okulu aslında Yunandır ve ilk olarak şekillendiği yer Af­
ganistan'ın kuzey - doğu, Hindistan'ın kuzey - batı kısmında yayılan
eski Gandhara ülkesidir. Bu greko - budist, elenistik sanat, sonraki
Baktria Yunan beyliklerinin Elen saııati yle Hi ndistan tarafından
gelen budist şekil resmi sanatçılığ ı n ı n kucaklaşmı.ısından türemiş­
tir. Geçen yüzyılın sonunda Gandhara'nın budizm konulu elenistik
sanatını ortaya c;ıkardıkları zamun batı dünyası, Yunan sanatının
bu, doğu malzeme ve konu işini birbirine uyduran örtüsü altında da
saygıya değer eserleri karşısında hayretle karışık bir hayranlık gös­
termiştir. Fakat Yunan ilhamı, budist ikonoğrafyasının kendisinde
de bir devrim olmuştur. E"'ki Hint dü�üııcesine göre Buddha şahsi·­
yetsizdi , dinci sanatta onun resm ini bile yapmağı denememişlerdi,
varlığını sembolik şekilde, mesela ayak izleriyle, boş biı:: taht ile
sezdirirlerdi . Yunan sanatının tesiriylcdir ki, eski şekil verme tar­
zından kolayca ayrılmışlar ve Apollo'nun tasvirlerinden örnek ala­
rak Buddha'ya antropomorfik suretler vermişlerd ir.

A. Stein'ın kazıl�rı neticesi Khotan ve Miran civarlarında mey­


dana çıkan veya Turfan'a yapılan Alman seferleri sırasında, bir za-
B l i . İ N M l \' E N I C,: - ı\ S l' A 243

manlar gelişmiş olan budist manastır hayatına dair bulunan ve


Gandhara elenistik tesirini gösteren eserler sayısızdır. İç Asya bu­
-

dist sanatını bugün, Khotan - M iran, Kuça - Kaşgar ve bir de Tur­


fan olmak üzere üç kümt�ye ayırırlar. Dördüncü küme olarak Dun -
huanğ'ı sayabilirsek de bundan daha ileride bahsedilecektir. Demin
de söylediğimi:.ı: gibi bu üç kü menin hepsi sanat tesirleri bakımın­
dan birbirine gayet sıkı bir surette bağlıdırlar, fakat elenistik ilha­
mın izlerini de hemen hepsinde bulmaktayız.

Bunlardan Khotan kümesinde, hele A. Stein'ın Ravak kazıla­


rında meydana çıkan eserlerde elbise kıvrımlarının Yunanlı şekil­
leri göze çarpar. Yotkan ve Niya örenlerinde ise bilhassa, elinde
şimşek ve kalkanla Pallas Athene ile Eros, Herakles ve Zeus görü­
nürler. Mira n budist keşişlerinin, kanadlı meleklerinin elenistik un­
surları şüpheye yer bırakmıyacak kadar açıktır. Kuça, Karaşar ve
Turfan'daki elenistik eserler evvelkilerden eski, umumiyetle VI -

VIII. yüzyıla aittirler. Apollo başlı buddhalar, Yunan biçimi taran­


mış kadın şekilleri ve daha birçok elenistik hatlar Alman araştırı­
cılarının, Grünwedel'in ve hele en ziyade Le Coq'un adeta gözle­
rini kamaştırmış ve kazıları hakkında yayınladıkları kalın ciltlerle
Batı, yani Yunan ruhunun İç - Asya 'daki yayılışına azametli bir anıt
dikmişlerdir.

Budizmin ve Gandhara elenistik sanatının kabulünde, yayılı­


�ında, kronoloj ik sebeplerle de başta Khotan gelir. Hindistan istila­
sını, Çin garnizonlarındaki sömürgeci kıtaların baskısını kolayca
atlatmış olan bu zengin ve renkli budist hayatı yüzyıllarca sürdü,
fakat yabancı tanrıları var kuvvetiyle yok eden islamlıkla temasa
gelince iş değişti ve budizm amansız bir surette yıkıldı, kayboldu.
X I V.

T U R F A N

İ. s. 8 4 5 -te Çin'de din üzerine yapılan büyük baskılar.- Turfan


ve Kuça'da bilinmiyen bir İndo-Avrupa'lı dil : Tokharca.- Turfan
Uygurları . - Vanğ Yen - dö'nün elçiliği. - Turfan'da Uygur budist­
liği.- Mani ve maniheizm.- Uygur maniheizmi.- Bögü han efsa­
nesi.- Turtan buluntularına göre maniheizm edebiyatı ve sanatı.

Turfan'a sefer yapan Almar. heyeti nin bilgin üyeleri ikinci yol­
culuklarında bugünkü Karakoca'nın yerindeki eski Gav-çanğ yahut
Koço'nun sistem li bir şekilde açı lması n a karar verdikleri zaman
toprağa karışmış olan bu ma nastır şehrinin önemlice yapıları nın ö­
renlerini sırayla gözden geçi rmişlerd i . Bu eski şehrin yapı küme­
lerinden birini kazarken kubbeli yapı lardan birinin içinde duvarla
örülmüş bir kapıya rasladılar. Eski kubbe göçmüştü, fakat daha
sonraki budist keşişleri bunun üzerine yeni bir tabaka çekmişler ve
altında ne b u lunduğunu herhalde bilmedikleri yıkın tı yığın ı üzeri­
ne manastırlarını yapmışlardı. Alınanlar döşemeyi söküyorlar, eski
kubbenin y ıkıntılarını buluyorlar ve karşılarına du varla örülmüş
büyük bir oda çık ıyor. O zaman bilginler önlerine açılan tüyler ür­
pertici manzara karşısında ayakları yere çakılı bir halde, dehşet
içinde kalıyorlar.

Odanın içi korkunç bir karmakarışıklıkl<\ birbiri üstüne atılmış


ölülerle dolu id i. E lbiselerine bakılırsa bu zavallı kurbanlar budist
papazları olacaktı. Kurumuş gözler, kanlara bulanmış esvaplariyle
üst üste yığılmışlardı. İçlerinden birinin saçları sağlam kalmış, ku­
rumuş derisi nin üzerinde öldürücü yaranın yeri belliydi, bir başka­
sının ise kafatasından dişlerine kadar yediği bir kılıç vuruşiyle son­
suz uykuya dalmış olduğu görülüyordu .

Bu ürkütücü keşfin aslını anlamak için eski Çin yıllıklarını


karıştırmamız lazımdır. Bunlardan öğrendiğimize göre İ. s . 845 te -

büyük Tanğ hanedanı imparatorlarından biri taoist müşavirlerinin


sözünü dinliyerek yabancı din cemaatlerine ve papazlarına karşı
B İ L İ N M İ Y E N İ Ç - :A S Y A 245

şiddetli emirler vermişti. Bu emre göre budist, maniheist, nestuı;i


keşişleri sivil hayata dönrneğe, aile kurmağa, vergi ödemeğe ve as­
kerlik yapmağa mecbur tutuluyordu. Emri dinlemiyenler ölüm ce­
zasına çarpılıyordu. Kanunun tatbikı dehşetli kan akıtılmasına, yok
edilmelere sebep olmuştu. Z ira o sıralarda Çin imparatorluğu idare­
sindeki yabancı dinlerden yalnız budistlcrirİ 260 binden ziyade er­
kek ve kadın keşişleri vard ı. Büyük şehirlerde 4600, taşrada da
40 .000 tapınak ve manastır y ıkılıp yumulmuştu. E n ufak bir karşı
koma hareketi görülen yerde imparatorun emri ni insafsızca yerine
getirerek , boyun eğmiyen papazları n hiç acımadan kanlarını dök­
müşlerdi.

İ şte bu Budist manastır - şehri, yani Koço o zamanlar y ıkılmış


ve Le Coq'la Bartus, bu vahşi emre karşı gelerek dinlerini ve kili­
selerini korumak istiyen yüzlerce papazın kalıntılarına duvarla ör­
tülü bu kubbeli odada raslamışlardı.

Turfan vahası da, tıpkı Kuça veya Khotan gibi budist idi. Bu
kovalanan d i n daha IX. yüzyılın ortalarında olan, büyük yıkıntı­
dan sonra da - nihayet hakimiyeti büsbütün muzaffer İslamlığa bı­
rakmak üzere - bir müddet için canlandı.

Örenlerin açılış işleri ilerledikçe araştırıcıların bilginlere mah­


sus heyecanları da arttıkça arttı . Turfan vahasının yavaş yavaş ta­
mamlanan eski hayatının manzarası onlar için ölüm odasının kor­
kunç keşfinden daha heyecanlı oldu. İslamlıktan önce burada bu­
dizmin hüküm sürdüğünü ise büyük bir hayret duymaksızın kay­
dettiler. Fakat mesele bu vahadaki eski halkın hangi kavimden top­
lanmış olduğunun tesbitine geli nce, işte asıl o zama n şaşıp kaldılar.
Örenler altından çıkarılan yazılı kayıtların dili, eski oturanların,
mesela Khotan'lılar gibi İ ran'lı olmadıklarını, hatta İç - Asya'ya ka­
rışmış olan Hint'lilerden de olmayıp bu kumral saçlı ve mavi gözlü
Turfan'lı ve Kuça'lıların Avrupa'lı diyebileceğimiz b i r dil konu!'?an
kavimler oldukları anlaşıl mıstı. Bu dil Tokharca idi ki, Turfan ve
Kuça taraflarında da bunun çeşitli lehçeleri konuşulurdu.
İ ndo - Avrupa'lı aslından olan Alman, Fransız, İ ngiliz ve Rus
bilginleri bu şimdiye kadar bilinmiyen, yeniden meydana çıkmış di­
li b üyük bir merakla incelemeğe ve uzak Asya'da keşfedilen eski
hısımların dillerinden, tarihlerinden, yüksek medeniyetlerinden
246 B l l. 1 N M İ Y E N İ Ç - .\ S Y \

gurur duyarak b�hse başladılar. Bu coşkunluğun ilk ateşiyle bil­


ginler arasında b ı.ıgüne kadarki nazariyelerden yüz çevirerek, müş­
terek İndo - Avru f>a'lı anayurdu Asya'da arıyanlar bile oldu.
Bu araştırıcı heyecanı nın ateşini ve onun tesiriyle ortaya çıkan
İndo - Avrupa 'lı }Cader . beraberl iğinin - CS}�sen çok sürmemiş o­
lan - parlayışını ve bundaki önemi tam manasiyle anlıyabilmem iz
için bizim bilginlerimi z in, ansızın keşfedilecek yüksek kültürlü bir
Finugor kavmini r1 haberini nasıl karşılıyacaklarını, yahut da yurt
kuruluşundan önceki yüzyıllarda bizimle sıkı bağları olan büyük
T ürk kavimlerin d en b irinin tarihi, medeniyeti ve dili, bugünden
yarına, Turfan ve�a Kuça'daki Tokharlarda olduğu kadar birdenbire
aydınlanıverse ne kadar sevinç ve hayret uyanacağını düşünmemiz
icabeder.
T okharların, bu uzak İndo - Avrupa'h kavmin, islam istilasını
beklemeyip, dilin i n cok zaman önce kaybolduğu, kendisinin ise (bir
iz bırakmaksızın değilse bile) üzerine yerleşen, kuzeyden akıp gel­
me T ürklerin içi ııe karışıp kaynaşmış olduğu Turfan vahalarında
yapılan araştırmalar sonunda çabucak meydana çıkmıştır. Bu kay­
naşma çok erken başlamıştır. Turfan ve Kuça , her ikisi de büyük
göç yönü üzerinde bulunuyordu. kavimlerinin ve dillerinin hususi­
yetlerini bu yol u zerinde koruyabilmek, hele göçebe yayılmalarının
birbirini takibetti .ğ i ilk zamanla rda , kolay bir iş değildi. Moğolya'­
dan gelen ve Tü rle diline mensuo olduğu şüphesiz bulunan ilk ka­
vim, bildiğimiz g ibi Kök Türk tii r . Batı - Kök Türk imparatorluğu
Talas ve İli vadi 6 inden sade batı ya doğru önüne geçilmez bir şe­
kilde yayılmakla kalmıyar:.ık bazı kabileleriyle Turfan'a da sokul­
muş, hatta , birka Ç döküntüsünün sınır bekçiliği vazifesini üzerine
almak suretiyle Ç in sınırlarında yerleştiklerin i hesaba katmasak bi­
le, daha ilerilere , Dun-huanğ'a kadar varmışlardır.
Kök T ürkleroen sonra Turfan vahasına Uygurlar sahip olmuş­
lardır. Ancak yü z yıl kadar süren bir gelişmeden sonra Kırgızların
baskısı altında orkhon vad i sindeki Uygur devleti çökerek (840 ) ,
Uygur kavmi de göçebe geleneği ne uygun olarak dağılmağa , daha
ötelere göçmeğe paşlayınca, o zaman, Çin tarihçilerinin şahitlikleri­
ne göre, bir kısmı An-si ve Tibet'e doğru, önemlice bir parçası da
Tarfan dolayına �öç etmişti. Uygur azametinin mirası ise Turfan'­
daki Uygurlara k .almış ve bunlar Çin 'in batısında gelişmekte olan
1:1 i [. 1 ' 01 i \' [·: !'\ i ç - � s y ... 247

ikinci bir Uygur devleti kurmuşlardı ki, buna ancak Moğol istilası
son vermiştk.

Turfan Uygurlarının siyasi rolleri eski Uygurların şanlı devrine


hiçbir zaman yaklaşamamı:;, buna karşılık Tarım havzasının ken­
dine mahsus medeniyetini o kada r hırsla içlerine sindirmişler, orada
yayılan dinlerin öyle sadık mümirıleri arasına girmişler, sanatların,
yazı bilgileri nin, kitap h:.ısıı..: ıl ığıııın öyle gayretli ve kudretli işçile­
ri olmuşlardır ki, bugün de haklı olarak İ ç - Asya'nın en kültürlü
kavimleri sırasında yer almaktadırlar.
Yazık ki, Çin kaynakları Uygurlar hakkında pek az şey kay­
detmektedirler. Herhalde. o sıralarda zaten yeni b irtakım göçebe­
lerle, yani Kuzey - Çin'i birbiri ardına hükümleri altına almış olan
Kitaylarla, sonra da Cürc;ilerle başı dertte olan Gök imparatorluğu­
na Uygurların fazla bir zararları dokunmamış olacaktı.
Görünüşte bu gailel erden kutt:ulan Çin, hepsinden daha tehli­
keli olan kuzeyli düşmanla, Cengiz hanla ve Moğollariyle ölüm
dirim savaşına girdi. Bütün bunların yanında mevzii bir gaile sa­
yılabilecek olan Turfan Uygurları işi bunun için Çin'lilerin kafa­
larını o derece yormamıştı.
Turfan Uygurları hak kı nda bu zamanlara ait yine de bazı şey­
ler duymuşsak bı!nu bir Çin elçilik heyetine borçlu bulunmaktayız.
Gök oğlunun emriyle 981 � de yaptığı büyük seyahatinde Vanğ
Yeri - dö Uygurlara da uğramış ve kırallarını, Aslan hanı ziyaret et­
mişti. Uygur hanı Çin elçisinin p,elişini haber alınca her şeyden ön­
ce kabul vaktini göri.ismck üzere başadamlarından birini ona karşı
göndermişti. Uygur başadamı rr.üneccimler takviminde uygun gö­
rünen uğurlu günü arıyarak ekiyi ancak o zaman, yedi �ün sonra
ha nın katına �ıkardı. Kabul pek az görülen bir merasimle yapıldı.
Kıral, oğullariyle, bütün başadamlariyle beraber görünerek, yüzü
doğuya dönük olduğu halde Vanğ'ı kabul etti. Hükümdarın yanın­
da barbar bir çalgıcı, tınlıyan bir taşa vuruyor ve teşrifata göre
yapılacak kabulün önc�den kararlaştırılan her hareketi onun sesine
uyduruluyordu. İlk tınlayış üzerine hanın selamlama söylevi duyul­
du. Taşın çıkardığı ikinci sese hükümdarın oğulları, kızları ve hı­
sı,,ın l arı hep atlardan inerek onlar da selamladılar. Çin elçisinin ge­
tirdiği armağanları ancak bu teşrifat sona erdikten sonra aldılar.
248 BİLİNMİYEN l Ç - A S YA

Kabul resmi, gece geç vakte kadar süren bir ziyafetle bitti. Seçme
yemek ve içkiler, musiki ve ozanların şarkılariyle veriliyordu. Er­
tesi sabah han bütün ailesi ve elçiyle birlikte bir göle sandal safa­
sına gitti ve sandal gezisi devam ettiği müddetçe musiki kıyıda dur­
madan çaldı.
Çin'li elçi şehri gezmeğe a ncak üçüncü gün vakit bulabildi. O
gün 637 de yapılmış bir budist tapınağını ziyaret etti. Şehirde ya­
-

pıların, kulelerin, bahçelerin pek çok olduğunu söyler. Uygurlar an­


layışlı, doğru sözlü ve namuslu insanlardır. Altın , gümüş ve bakır
eşya yapmakta gayet beceriklidirler, yü taşını (yeşim ve nefritin
çeşitleri) işlemeyi fevkalade iyi bilirler. İyi bir atın fiatı bir top
ipektir orta cinsten, yemeğe elverişli � ir at ise yalnız üç metre
ipekliye mal olur. Gacip şey, en fakir insanlar bile etle yaşarlar.
Uygur topraklarında hububat yetişir, yalnız buğday bitmez. Kibar­
ları at eti yerlerse de halk koyun, ördek ve kaz etiyle de yetinirler.
Memleket gayet zengindir, hele �nsar, samur derisi, beyaz aba , iş­
lemeli, çiçekli kumaşlar pek boldur. Bu eşya o kadar çoktur ki, baş­
ka memleketlere de yollarlar. Uygur erkekleri ata binmeğe
ve okçuluğa bayılırlar, kadınlar ruganlı başlık giyerler. Bütün mem­
lekette Çin takvimini kullanırlar ve Toprak tanrısına adadıkları
kurbanları da ona göre keserler. Gezmeyi çok severler ve ne zaman
uzunca bir geziye çıksalar her defasında yanlarında musiki aletleri
götürürler, çünkü musikiden çok hoşlanırlar. Şehifrle tahminen elli
kadar budist tapınağı bulunmakta ve bunların kimin hayrı olarak,
ne zaman yapıldıkları Üzerlerindeki yazıtlarda görülmektedir. Ma­
nastırlarda yığınlarla budist k itabı muhafaza edilmekte ve Vanğ
Yen-dö'nün Çin'li gözünü n derhal sevinçle fark �ttiği gibi, bu kitap­
ların arasında bazı tanınmış Çin sözlükleri de yer almaktadır.
Gav - çanğ (yani Turfan) Uygurları gayr�tli budisttirler. İikba­
har aylarında cemaat halinde toplanarak civardaki manastırlara
akın ederler. Bu mukaddes yerler şehirden o kadar uzaktırlar ki, ora­
ya varmak adamakıİlı bir gezinti yerine geçer. Ata binerler, yay­
larını, oklarını yanlarına alırlar ve boş inanlara kapılarak kötü ruh­
ların tesirlerinden kurtulmak için bazı eşya üzerine atışlar yapar­
lar.
Gav - çanğ şehrinde Mani adiyle mukaddes saydıkları bir tapı­
nak daha vardır ki, papazları İran'lıdır. Mani papazları dinlerinin
BfLlNM IYEN İ Ç - � S YA 249

kurallarını sadakatla güderler ve kendilerince tanrısız saydıkları


budistlerin yazılarını reddederler.
Çin'in kuzey kısmında göçebe aslından olan Kitay hanedanı
hüküm sürmeğe başladığı zaman (907 - 1 125) Turfan Uygurları yi­
ne eskisi gibi, seslerini çıkarmadan, alışılmış zamanda, alışılmış ye­
re, yani Çin'liler adına hükümet başında bulunan Kitaylara elçile­
rini ve vergilerini yollamakta devam etmişlerdir. Anlaşılan mede­
niyet sahibi Uygurlarla yakın temasa geçmeleri Çin'in barbar sa­
hipleri üzerine tesirsiz kalmadı. Nitekim ilk Turfan elçiliği geldiği
vakit, onların garip yazılarını merakla gözden geçirdiler ve çok hoş­
larına gitmiş olacak ki, o yazıyı örnek alarak kendileri için küçük
• n

Kitay yazısı denen yazıyı meydana getirdiler. Ayrıca şuraşını da


söyliyelim ki, hızla medenileşen Kitaylar daha sonra Uygur örne­
ğini bir yana bırakarak ve onunla ölçülemiyecek derecede karışık
olan Çin işaretlerini esas tutarak, dillerini tesbit için "büyük • Ki­
tay denilen yazıyı bulmuşlardır.
Cengiz han 1209 da Kuzey - Çin üzerine yürürken Turfan'da
-

henüz Uygur hükümdarı son Kitayların vasalı olan Barçuk idikut'­


tu. Barçuk idikut sıranın kendine gelmesini beklemiyerek Cengiz'e
acele boyun eğdi ve ilerlemekte olan Moğol ordularına katıldı. Kuv­
vetleriyle Moğol seferlerine iştirak etti, Khvarizm şahına karşı ya­
pılan savaşlarda bulundu, Nişabur şehrini Moğollarla beraber mu­
hasara etti, Tangutları yola getirmek için açılan seferde yararlıklar
gösterdi ve bütün savaşlarda kahramanlığiyle kendini beğendirdi.
Minnet ve şükran karşıl �ğı olarak da Cengiz han ona kızını verdi.
Turfan Uygurlarının medeniyetleri, gelişmiş din kültürleri hak­
kında Çin tarihçilerinin kaleminden çıkan birkaç söz sonraki zaman­
ların bilgin araştırıcılarına daha ziyade IX - XII. yüzyıllarda Turfan
vahası Türklerinin yaşayışlarını sezdirmeğe yarar. Ancak büyük
arkeoloji keşifleri başladıktan sonradır ki bu eski Uygur medeniyeti
bütün manzarasiyle göz önünde canlanmıştır. Koço, Yar-khoto, Mur­
tuk ve Tuyuk budist tapınaklarının, manastırlarının örenleri birbiri
ardına meydana çıktı. Kazılardan ele geçen sanat eserlerinin düzene
konması işi daha devam etmektedir. Onun için henüz Turfan'da­
ki Türk budist sanatının nelerden ibaret olduğu üzerine tam bir
fikrimiz yoktur, fakat bu antikaları en iyi bilenlerden biri olan
Grünwedel'e dayanarak şimdiye kadar ortaya konmuş olan eserler
250 BİLİNMİYEN i Ç - A S YA

şöyle üç kümeye ayrılabilir. Birinci kümeye girenler Grünwedel'e


göre •eski Türk tarzı 11 özelliğini gösterirler. Bu kümede henüz da­
ha eslti Tokhar ve İran tarzları sezilmekte, Çin unsurlarının çokluğu
da göze çarpmaktadır. • Daha genç Türk tarzı,, olarak vasıflandırı­
lan ikinci küme, hakiki Uygur eserlerini bir araya toplamaktadır ve
en ziyade Turfan yakınlarında ve mesela Murtuk'un yanındaki Be­
zeklik'te c.;ıkan tablolar en güzel örnekleridir. Üçüncü küme en genç
devreye aittir, burada toplanan eserlerde Tibet'e çalan budist tari­
katının, lamaizmin sanat tesiri gözden kaçmaz.
Kazılardan yalnız Uygur budizminin sanat eserleri değil, Türk
diliyle yazılmış bir yığın mukaddes kitap da çıkmıştır. Bulunan el
yazısı veya basma metinler yazık ki çok kere yıkıntılar altından
pek yırtık pırtık, eksik bir halde çıkmış ise de bu şekilleriyle de
Turfan vahasında geçmiş olan parlak Türk budist edebiyatı haya­
tını sezdirmeğe yaramışlardır. Umumiyetle İç-Asya budist edebi­
yatı gibi bunların da büyük bir kısmı şeriatla ilgili mukaddes me­
tinler tercümesinden ibarettir. Bilgin keşişleri Sanskrit, Tokhar,
Çin ve Tibet dHlerinde, o zamanlar İç - Asya budistlerinin en fazla
önem verdikleri budist kitaplarını Uygurcaya nakletmişlerdir. Bu
tercümelerin hangi dillerden yapıldığını göz önüne getirecek ve
Turfan budist eserlerinin geniş anlamda tam Uygur denebilecek
dilinin lehçesini ve öteki özelliklerini karşılaştıracak olursak, hiç
de şaşılmıyacak olan şu neticeye varırız ki, Uygur sanat eserleri
bize ne öğretiyorlarsa bu Uygur budist metinler de aynı şeyleri öğ­
retmektedir. Turfan vahasının lJygur budizmi yüzyıllarca yaşadı
ve bu hatırı sayılır zaman içinde anahatlariyle birbirinden ayrıl­
mış olan üç devri, üç kümeyi yalniz sanat eserleri değil, Uygurca
yazılı mukaddes kitaplar da belgelemektedir.
Uygurların başşehrinde Mani akidelerini İran diliyle öğ­
reten bir kiliselerinin de bulunduğunu Vanğ Yen-dö, Turfan seya­
hatnamesinde garabet nev'inden olarak anlatır. Bu önemsiz kayıt
bizi eski Uygur medeniyetinin pek önemli başka bir meselesine,
maniheizme götürmektedir.
İ. s. 111. yüzyılda Babil'li Mani, gnostisizmin (akidecilik) daha
ziyade Babil'de gelişmiş olan mezhepçi akidelerinden hareket et­
mek ve bazı hıristiyan ve İran'lı, zerdüşt unsurlarını da katmak
suretiyle yeni bir din kurmuştu. Kurduğu dinin temeli dualizm idi.
B fLINM İYEN İÇ- .\ S Y A 251

Dünyayı dolduran iki unsur, iyi ve kötü - biri ışık öbürü loşluk -
birbiriyle sonsuz mücadele halindedir. Her birinin kendi ayrı mah­
llıkları, ayrı ülkeleri vardır. Mücadele tabiatiyle iyi unsurun, ışı­
ğın zaferiyle sona erer. Kainatın meydana gelişi, ileride sona erişi,
o zamana kadar sürecek olan mücadele bütün ayrıntılariyle, yoru­
cu bir dikkatle hazırlanmış kozmogoni, metafizik ve ahlak ilimle­
rinde gösterilmiştir. Akidesinin ilanı ve yayımı için Mani daha
sağlığında kilisesini kurmuş ve sonraları burada cemaatinin ve pa­
pazlarının tam olarak tesbit edilmiş olan rütbe ve dereceleri (hie­
rarkhia) de meydana gelmiştir.
Mani'nin kurduğu din , maniheizm. iV. yüzyılda Batı'da, hele
Afrika'da ve Küçük-Asya'da tehlikeli bir şekilde genişlemeğe baş­
lamıştı, öyle ki bir zamanlar artık hıristiyanhğın varlığını adeta
tehdidediyordu. Bilindiği gibi bizzat Aziz Augustinus bile tam dokuz
yıl bu dini gütmüştü. Fakat bu kadar başarı ile yayılmakta olan isti­
lacı maniheizm sonraları mücadelenin arkasını getire.nemiş ve Ba­
tı'da muzaffer hıristiyanlık, daha sonra Doğu'da isliımlık onun ya­
zılı eserlerini bile yok etmişlerdir. Mani'nin akideleri böylece en
esrarlı dinlerin biri haline gelmiş ve onun hakkında bildiklerimiz
ancak hıristiyan ve müslüman dincilerinin münakaşalı yazılarında
görülen, hem de çok zaman esaslı bile , olmıyan birtakım din pren­
siplerinden ibaret kalmıştır.
Mani bir müddet İran'da dinini başarı ile yayabilmiş, fakat çok
geçmeden gözden düşmüş ve yalnız kilisesi takiplere uğramakla
kalmamış, kendisine de zulümler yapılmış ve nihayet vücudu in­
safsızca ortadan kaldırılmıştır. O zaman çömezleri, papazları zo­
raki birer din davetçisi olarak İç-Asya'ya dökülmüşler ve bu kova­
lanan dine orada taze toprak, kendilerine de geçim yolu aramağa
koyulmuşlardır. Maniheizm akidesi İç - Asya'daki sönüp parlıyan
yaşayışında birtakım yeni budist unsurlarının katılmasiyle geniş­
lemiştir. Büyük İç-Asya kazıları bu tarihe karışmış din üzerine de
ışık serpmiş, bu sayede kaybolan mukaddes kitaplarının bir kısmı
meydana çıkarıldığı gibi İç-Asya, Çin ve batı-hıristiyanlık ve is­
lam kaynaklarını karşılaştırmak suretiyle, maniheizmin esas aki­
delerini ortaya dökecek ve daha .sonraki değişikliklerini aydınlata­
€ak olan temel ciddi bir şekilde atılmıştır.
Çin tarihçilerinin anlattıklarına göre 7 1 9 da bir maniheist pa-
-
252 BİLİNMİYEN t Ç - .\ S Y A

pazı ve müneccimi, • büyük bir mecusıı , Tokharistan kıralının em­


riyle başkente geldi. Bu maniheist büyük mecus hemen dinini yay­
mağa başlamış ve faaliyeti herhalde büyük başarılar doğurmuştu,
çünkü cemaatin kaygı verici bir şekilde çoğaldığını gören Çin im­
paratoru 732 - de çıkardığı bir emirnamede tebaası ndan bi:r kimse­
nin bu murtatlar dinine girmesini yasak etmişti. Bununla beraber
maniheizm daha Çin'de ortadan kalkmamış, kovalamaya rağmen şu­
rada burada sinmiş, hatta gizlice yayılmasına devam etmiştir.
Maniheizm ansızın, fakat pek de çok geçmeden, kaybettiği hak­
larını yeniden kazandı. Şöyle ki, Orkhon bölgesi Uygurları o sıra­
larda kudn:tlerinin doruğunda bulunuyorlardı ve önüne geçilmez
kuvvetteki atlı kıtalariyle, iç gailelerle uğraşan Çin'in başkentine,
Lo-yanğ'a da girmişlerdi. Bu Lo-yanğ akını (762) pek büyük neti­
celer doğurdu. Kısaca Bögü kağan diye de adlandırılan uzun un­
vanlı Uygur hükümdarı Çin başkentinde maniheizmi öğrenerek
kabul etti ve Orkhon yanındaki ordasına dönüşünde, beğendiği bu
dini tebaasına da kabul ettirmek için, yanında dört maniheist pa­
pazı götürdü. Bögü kağanın yardımiyle o zamandan itibaren ma­
niheizm Uygur devletinin resmi dini haline geldi.

Orkhon civarındaki göçebeler, hanlarının sözünü dinliyerek


bir mukavemet göstermeksizin bu yabancı dine girdiler. Bu önem­
li olayın Çin maniheizmi üzerirye olan tesiri az değildi. Kudretle­
rini etrafa tanıtmış olan Uygurlar, elçilerini, kıtalarını üst üste baş­
kente gönderiyorlardı ; Lo-yanğ yakınında adeta bir Uygur şehri
meydana gelmişti. Maniheizmin koruyucuları sıfatiyle Uygurlar il­
kin, Çin'de yerleşmiş olan Uygurların kendilerine serbesçe tapınak
ve manastır yapabilmelerini istediler. Uygur koruyuculuğu altında
böylece 768 - de Lo-yanğ maniheistkilisesi, aradan birkaç yıl geçin­
ce (77 1 ) Güney-Çin'de, Yanğ-dzı nehri kıyısındaki büyücek şehir­
lerin hemen hepsinde maniheist merkezleri kuruldu. Bu batı dini­
ne Çin'lilerin ancak Uygurların baskısı altında ister istemez kat­
landıklarını gösteren en kuvvetli delil şudur ki, Orkhon Uygur dev­
leti Kırgızların vuruşu üzerine 840-ta yıkıldığı zaman hemen adeta
bugünden yarına imparatorun, bütün maniheistleri Çin elbisesiyle
gezmeğe mecbur eden emirnamesi çıkmıştı. Aradan birkaç yıl ge­
çince daha sert bir adım atılıyor : bütün kiliselerini yıkıyorlar, re­
simlerini yakıyorlar, mallarını zaptediyorlar. Bu gibi emirlerin ye-
B I L İ N M İ Y E N t ı,: - A S \' A 255

rine getirilmesi hiçbir zaman bir mukavemete çarpmaksızın yürü­


mediğinden maniheis i ıer safında da büyük kesip biçmeler oldu.
Sade başkentin içinde yetmiş maniheist rahibesini doğradılar, fa­
kat Çin'lilerin tahminlerine göre bu yıllarda Mani dinini güdenle­
rin en aşağı yarısı yok oldu.

Çin tarihçileri de kaydederler ki, Bögü kağan Mani dinini


Orkhon yakınlarındaki anıt kaya üzerinde tesbit ettirmiştir. Kül
tegin ve Kök Türk hükümdarı Bilge kağanın oyma yazılı hatıra­
larınm bulunduğu seferlerde Bögü kağanın hatırası da bulunmuş­
tur. Bu çok m�raka değer yazılı-taş Dış-Moğolya'da, Karakorum'un,
yani sonraki Moğol başkentinin yakınında, Karabalgasun'da bulun­
du. Parçalanmış ve pek ziyade zedelenmiş olan yazıların çözümü
ve açıklanması bilginleri çetin b ir işle karşılaştırdı. Üç yazıt arasın­
dan birinin Çince, ikincisinin de Uygurların kendi dilleriyle ve Kök
Türk oyma işaretleriyle yazıldığı hemen anlaşılmış idiyse de üçün­
cüsünün maniheistlerin mukaddes diliyle, Sogdca yazıldığı ancak
sonradan meydana çıkmıştır. Araştırmalar, en az zedelenmiş olan
Çince metne dayanarak başlamış, fakat önceleri bundan da yalnız bir
dinin kabulüne dair olduğu manası çıkarılabilmişti. Bir müddet
nesturilikten, sonra islam dininden şüphelenmek suretiyle yanlış
yollar üzerinde yürümek pahasına da olsa, nihayet Karabalgasun
Uygur eserlerinin maniheizmin kabulü töreni üzerine yazıldığı an­
laşıldı. Bir müddet elimizde, Uygurların maniheizmi ile ilgili, ken­
dilerinden çıkma başka hiçbir belge yoktu.

Bögü kağanın maniheizme dönüşü Türk kabileleri arasında bir


efsane rengine büründü. Mani dini ortadan kalktıkça, akidesi unu­
tulup gittikçe, Bögü kağanın etrafını saran. efsanenin bağları da
birbirine dolaştı.

Moğol çağının tanınmış İ ran'lı tarihçilerinden. biri olan Cu­


vayni ( 1 260 J Buku han dediği Bögü kağanla ilgili şu efsaneyi Uy­
gur kitaplarında okuduğunu anlatır.

Uygurlar aslında Orkhon nehri kıyılarında barınırlarmış. Bu


nehir Karakorum adlı bir dağdan kaynarmış ve Ögödei büyük hanın
aynı adı taşıyan şehri daha o zamanlarda onun yanında kurul­
muşmuş. Orkhon - boyu Uygurlarının iki kabileleri varmış. Daha
sonraları, çoğaldıkları zaman kendilerine bir han seçmişler ve Bu-
254 B I L l !'i M ı Y E N İ Ç - A S Y .\

ku, beş yüz yıl sonra, i�t� bu hanların arasından, hem de harika­
lı şartlar altında c: ıkmı�. Bu hikayeyi, eğer aşağıdaki şekilde keş­
fedilmiş olmasaydı , kimse bilmiyecekti.

Orkhon nehri kıyısında bir şehir öreni ile harabe halinde bir
saray vardır. Bu şehre bir zamanlar Ordu-balık derlerdi ve o adı
gec;en sarayın önünde eski çağlardan kalma birkaç yazılı taş bugün
de görülmektedir. Bu ta�ları büyük han ÖgödeCin zamanında yer­
lerinden oynatmı�lar, sözü gec;en yazıtı o vakit bulmuşlardır. Bü­
yük han bu yazının ne anlattığını incelemelerini emir etmiş, fa­
kat bir sürü kavim ve kabile içinde onu çözecek bir kişi çıkma­
mıştır. Nihayet Khatay'dan okumuş adamlar getirtmişler, bunlar
kendi harfleriyle yazılmış olan yazıtı çözmilşlerdir ki, bu yazı şun­
ları anlatmaktadır :

Tolga ve Selenga nehirlerinin birleştikleri yerde Kumlancu


denen bir yer vardır. Bu yerin yakınında yanyana iki ağaç büyü­
müş. Bunlardan biri fistuk ağacı olup çama benzerdi ve servi gibi
her zaman yeşildi. Öteki ise bayağı bir ak çam ağacı idi. Bu
iki ağacın arasından küçük bir tepe görünürdü, günün birinde bu
tepeciğe gökten bir ışık vurdu. O günden sonra tepecik şaşılacak
surette büyüdükçe büyüdü, sonra bir gün yarıldı ve üzerinde beş
küçük çadır peyda oldu. Çadırların her birinin altında bir kü­
çük erkek çocuk yatıyordu. Uygurlar saygı ile çocukların etra­
fını aldılar ve gökten inme olmalarına bakarak onlara itaat gös­
terdiler. İ çlerinden en küçüğünü, Buku tegini kendilerine hüküm­
dar seçtiler.

Buku tegin Buku han oldu ve Uygur kavmini akıllıca, adaletle


idare etti. Semavi vazifesinde üç gök kuzgunu onun sadık yar­
dımcısı olmuşlardı. Bu üç kuzgun dünyadaki dillerin hepsini bilir­
lerdi ve nerede ne olursa gelip hana haber verirlerdi. Sonra bir gün
bir iş oldu, Buku hanın düşünde bir gök ruhu göründü ve onu
"
Kut-tag dağına götürdü . Bu düş yedi yıl altı ay ve yirmi iki gün
tekrarladı. O gök ruhu her defasında Buku hanla görüşüyordu,
son gece kendisine veda edip ayrılırken, bütün dünyaya sahip ola­
cağını ona bildirdi. Han uykusundan uyanınca ordularını topladı
ve dört kardesinin komutası altında onları Moğollar, Kırgızlar,
Tangutlar ve Khatay üzerine yolladı. Kardeşler her yerde zaferle
B1L1 NM 1 YEN 1 Ç - ,, S \ A 255

savaştılar ve bol ganimet, yığın yığın esirle Orkhon vadisine dön­


düler. Ordu-balık'ı o vakit kurdular.
Buku han çok geçmeden başka bir düş gördü. Karşısına beyaz­
hır giymiş bir adam çıkmıştı, başında da beyaz kurdelalar vardı,
elinde çam ağacına benzer bir yü taşı tutuyordu. Bu adam ona
şunları söyledi : • Bu taşı yanından ayırmazsan, dünyanın dört bu­
cağındaki milletleri hükmün altına alabilirsin! " Aynı gecede baş­
veziri de aynı düşü görmüştü. Buk;,ı han yine ordularını topladı
ve bu sefer batıya doğru, yeniden yola çıktı. Türkistan toprağına
varıp da geniş bozkırları, zengin meraları ve gür akarsuları görün­
ce oraya yerleşti ve bugün Guz-balık dedikleri Balasagun şehrini
kurdu, orduları dünyanın her yanına ulaştı, bütün uluslara bo­
yun eğdirdi ve artık onun kudretine karşı kafa tutacak kimse kal­
madı. Boyun eğdirilen memleketlerin kıralları, saygılarını göster­
mek için birbiri ardından Buku hanın katına geldiler ve ulusları­
r.ın hediyelerini, vergisini beraberlerinde getirdiler. İnsanlar ta­
nıhndan barınılan dünyayı böylece hükmü altına aldıktan sonra
şehrine, Orkhon nehri vadisine çekildi.
Bu çağlarda Uygurlar henüz pagan idiler ve büyücü papazla­
rına kam derlerdi. Cuvayni bu kamları şimdiki Moğolların, cinleri
hükümleri altında bulundurduklarını ve istedikleri şeyi onlardan
öğrendiklerini söyliyen sihirbazlarına benzetir. Moğollar, hatta
hükümdarları bile bunların sözünü dinlerler, her hangi bir işe gi­
rişmezden önce onlara danışırlar ve eğer onların yıldızlar bilgisin­
den çıkardıkları belirtiler uygun değilse işlerini başka zamana bı­
rakırlar. Hastalarını bile büyücülere sağıttırırlar.
İmdi bu Uygurlar, kendilerine nom kitaplarını anlıyan adam­
lar göndersin diye Khatay hükümdarına elçiler yollarlar. Zira
Khatay paganlarının bilimleri ve dinleri nom olup bunda masala
benzer çeşitli gelenek ve hikaye bulunur. Bunlarda bütün peygam­
berlerin akidelerine ve yayımlarına uygun dinci nasihatler de var­
dır. Bazı kısımları da kötülükten ve zulümden sakınmayı, iyinin
daima kötüyü yeneceğini, hayvanlara eziyet edilmemesini ve da­
ha buna benzer şeyleri öğretir. Dinleri birçok şeyi bir araya top­
lar, fakat en ziyade ruhun intikali nazariyesini güdenlerin akidele­
rine benzer. Mesela derler ki, bugün yaşamakta olan insanlar bin-
256 D İ l. İ N M I Y E N l �: - i\ S Y A

lerce yıl önce bir kere yaşamışlardır ve iyi ameller tıpkı kötülük­
ler gibi, meyvalarını verirler.
Khatay'dan nomu anlıyan adamlar gelince yerli büyücülerle,
kamlarla münakaşaya başladılar. Mukaddes kitaplarının şurasın­
dan, burasından az bir şey okuduktan sonra açık münakaşada bü­
yücülerle kamları adeta perişan ettiler. Uygur kavminin bu dine,
nom adamlarının yaydıkları dine· katılmaları böyle olmuştu.
Bilginlerin derhal farkına vardıkları gibi, Cuvayni'nin anlat­
tığı bu efsane Orkhon boyu Uygurlarının ünlü hükümdarlariylc
ilgilidir ve Çin'den gelen papazların onun kavmini nasıl maniheiz­
me çevirdiklerini de söylemektedir. Cuvayni XIII. yüzyılda yaşa­
mıştır ve kendi notlariyle genişletmiş olduğu eski gelenekçi efsane
onun kaleminde epeyce şekil değiştirmiştir. Buku hanın maniheist
papazlarının Uygurlara götürdükleri mukaddes kitapların budist­
likle ilgili olduğu da ancak bu değişikliklerle izah olunabilir.
Turfan kazıları sırasında Murtuk'ta birçok Uygur el yazması
ı.ırasında birkaç yapraklık yarım yamalak bir metin de çıkmıştır.
Sayfaların kenarları yıpranmış, yazısı yer yer silinmiş olmakla be­
raber bu metnin hecelene hecelene çözülmesi yine de zahmetine
değmiştir, çünkü bu, bir zamanlar Avrupa biçiminde ciltlenmiş
olan kitabın parçaları olması lazım gelen sayfalarda efsanevi Bögü
hanın hikayesi vardır. Eserin başı yoktur, sonu da eksiktir. Onun
için ne maksatla kaleme alınmış olduğunu söylemek zordur. Uy­
gurların Mani dinine dönüşlerini hikaye etmekte ise de bu noksan
eser belki de rapor veya mektup şeklinde olarak o zamanlar geç­
miş olan hadiseleri anlatmaktadır yahut da· kim bilir sadece ma­
niheizın din edebiyatına ait daha sonraki zamanlardan kalma bir
eser olup bu tarihi olayı sırf bir ibret dersi olarak e.le almıştır.
Turfan yadigarına göre Bögü han maniheizme döndükten son­
ra müşavirlerinden birinin, bir tarhanın fesatçı sözlerine kapıla­
rak. çok geçmeden bu dinden yüz çevirmiş, hatta Mani akidesine
ve kilisesine karşı kötü bir harekette de bulunmuştur. Bu kötülü­
ğün ne olduğu o parça yazıdan anlaşılmamaktadır. İsyancı tarhan,
kavminin atalardan kalma kurumlarını ve savaşçı ruhunu koru­
mak istediği için hükümdarını yabancı dine ve onun yabancı pa­
pazlarına karşı kışkırtmıştı. Fakat bunlardan bir şey çıkmadı, Çin'-
B ILiNMiYEN i Ç - A S YA 257

den gelen papazlar üstün çıktılar ve Bögü han pişmanlık getirerek


onlara dönüp kendisini� bıraktığı dinin müminleri arasına, hem de
adi mümin o dinleyici ıı (auditores, nigosaklar) arasına değil, mani­
heist keşişler • seçkinler ıı (electi, dindarlar) sırasına kabul eyleme­
lerini yalvardı. Bu önemli meselede bir karara varabilmek: için han
i1e seçkinİer iki gün iki gece görüşmelerde bulundular. Turfan'da
·
bulunan maniheist · metne göre �fügü hanın bu dinci kararını seç­
kinler ve bütün imparatorluk halkı sınırsız bir sevinçle· karşıladı­
lar. Bu bahtiyarlığa kimse doyamıyordu, kendi aralarında ne ol­
duğunu, nasıl olduğunu durup durup konuşuyor, birbirini kutlu­
yorlardı. Binlerce, on biqlerce kişi toplanarak neşeli oyunlarla eğ­
lendiler, büyük bir sevinç içiride sabahlara kadar bayram ettiler.
Ortalık ağarmağa yüz tutarken · küçük P.erhiz11 yaptılar, sonra ila­
hi Bögü han ve maiyetindeki bütün seçk{İıler, prensler ve prenses­
ler, başadamlar ve kibarlar hep atlara bindiler, sevinç içindeki halk
da onların peşlerine düştü ve böylece bayrama devam etmek üzere
şehrin kapısına gittiler. O zaman ilahi Bögü han, tacını başına ko­
du, al ipekten merasim elbisesini sırtına geçirerek altın kaplamalı
tahtına oturdu. Sonra orada toplanmış olan kibar sınıfa ve halka
dönerek Mani dinine ikinci ve son dönüşünü bildirdi ve papazların
emirlerini tam bir sadakatle gütmeleri için sıkı tembihte bulun­
du .
Demek ki Uygurlar, eski imparatorluklarında, Orkhon vadi­
sinde de Mani dinini gütmekte idiler� İ mparatorluğun devrilişin­
den sonra büyük dağılma başlayınca, anlaşılan Turfan vahasına
yerleşen büyükçe bir kısım Uygur halkı Mani dinini de beraberin­
de getirmişti. Ve gerçekten, Turfan sefercileri örenler altından
çıkardıkları Uygurca, Orta - İ ranca ve Sogdca metinler arasında ö­
nemli sayıda, maniheizm ile ilgili olanlarını da buldular. Yazık ki
bunlar da, demin sözünü ettiğimiz, Bögü hanın ikinci defa dönü­
şiyle ilgili hikaye gibi, molozların altından yırtık pırtık bir halde
çıkmıştı. İ ç muhteviyatı bakımından ma niheist eserler, yine orada
ele geçen, aynı çağa ait budist metinlerinden çok daha fazla önem
taşıdıkları için buna o nispette daha çok acırız. Zira Mani 'nin. en
önemli din akidelerini yakından öğrenmeği İ ç - Asya maniheist e­
serlerinden bekliyoruz. Bu nunla beraber durum umutsuz değildir.
o bir sürü kırıntının her bir parçasında açıkça manalandırılabi­
lecek bir - iki kısım vardır ki, bunların birbirine eklenmesiyle en
258 R İ l. İ N M İ Y E N İ C,: - A S L\

ehemmiyetli meseleleri daha şimdiden oldukça ayd ınlık olarak giir­


mekteyiz.

Bizim burada, Uygur maniheizminin din hükümlerini incele­


mek veya bu eserlerin ne gibi kümelere ayrılabileceği meselesi ü­
zerinde durmak amacımız değildir. Fakat şunu hatırlatalım ki, Uy­
gurların maniheist ilahileri en çok meraka değer parçalardandır.
Bu merakın sebebi, ilahilerin büyük bir kısmının tam metin halin­
de veya pek az özürlü olarak ele geçmi� bulunmasiyle açıklanabi­
lir. İ şte bunlardan, herhalde Sogd dilinden Uygurcaya çevrilmi!;
bir metnin kelime kelime tercümesi ki, başlığı bile eksik değil :

"Dört şahıine varlığa" ilahi


Tanrıya, ışığa, kuvvete, akla. yalvarırız,
Güneş, Ay tanrılarına niyaz ederiz, Işık tanrısına,
Büyük A kide'ye, Mani hazretlerinin meleklerine saadet için
tazarru ederiz;
Ey Tanrım, vücudumuzu koru, ruhumuzu kurtar,
Işık tanrıları, sizden saadet dileniyoruz,
Selametle yaşamamıza, bahtiyar olmamıza izin verin!

Uygur maniheist metinlerin en çok yer tutan, aynı zamanda


en iyi durumda kalmış olanlarından biri Mani dinini güdenlerin
günah çıkarma örneği denebilecek olan parçadır. Yalnız Turfan'da
değil başka yerlerde de pek çok parçaları (hatta tam metni de)
bulunduğu için Uygur maniheistleri arasında pek ziyade yayılmış
olduğu anlaşılan bu on beş bölümlük Khuastuanit adlı eser gayri­
şahsi günahların sayılmasını kolaylaştıran bir yardımcı vasıtadır.
Uygur Khuastuanitinin İ ç - Asya maniheizmi · araştırmaları bakı­
nundan değeri büyüktür, çünkü maniheistlerce günah sayılan her
şeyi sıralar, hatta metin arasına sokulan maniheist din. şartları di­
nin en göze çarpacak noktalarını da aydınlatır ki, bunun sekizinci
b6lüınü şunları söyler :

Biz gerçek Tanrıyı t•e onun doğru A kidesini öğreneliden beri


iki kök ve üç zaman akidesini biliyoruz. Işığın kökünü, tanrıların
ülkesini biliyoruz, karanlığm kökünü, cehennemi biliyoruz.
İ ki kök denilen şey , maniheizm düalizminin iki temel unsu­
rundan, ışıkla karanlıktan başka bir şey değildir. Işık ve karanlık
il İ l . İ :-; �I İ Y F 'O İ ı,: - . \ :·H \ 259

ayııı zamanda iyi ile ki;üi nün de karşılığıdır. İlkin karanlık ışığa
h ücum etm i ş , onu gl't;m i� Ye ülkesinin bir kısmını Ple geçirmişti.
Zapt olunan yerde ışık ve karanlık birbirine karışıyor, bu !�;:.:ybo­
l:ı n toprakta tanrılık ışığının ıı emanation ıı u yeni bir savaşa baş­
lıyor ve bu seferki çarpı§mada karanlık altta kalıyor. Işıkla karan­
lığın birbirine karışan unsurlarından gök, toprak ve ilk insan çifti
meydana geliyor.

Üç zamanın ac;ıklanı.şmı Khuastuanitin kendisinde bulmakta-


yız :

Toprak ve gök h eniiz 11okken ne olduğunu biliyoruz ( 1 ) ; Tan­


rının şeytanla niçin savaştığım, ışığın karanlığa nasıl karıştığını
ve toprcığı ve göğii kimin yarattığını biliyoruz ( 2 ) ; bır zaman ge­
lip de topragm ve gijğii.n nasıl sona ereceğini ve ışığın karanlıktan
nasıl cıyrılacağıııı -ı:e mıclun sonra ne olacağını biliyoruz (3 , .

Ezrııa tanrıya inanıyoru z, Gii.neş ve Ay tanrılarına inanıyoruz,


kuvvetli tanrıya inanıyorıız, peygamberlere inanıyor ve giiveniyo­
ruz, '' dinleyici." [ mümini olduk ve dört ışığın alame tini : Ezrııa tan­
rmm alametini, sevgiyi; Güne�� ve Ay tanrısının alametini, iman ı :
ku v v e tli beş tanrının alametini, tanrı korkusunu; peygamberlerin
ulchr.. e tini , bilgiyi kalbimize işledik.

Mani'nin karışık akieeleri Uygurlar arasında büyük yankı


uyandırdı, o devrin tanıklarına giire Uygurlar arasında maniheist­
ler l ıudistlerden t;ok fazla idi.

Maniheizmin de ayrıca kendi sar.atı vardı. Mani kendisi ünlü


bir ressam olarak tanınmıştı, onun en amansız "d üşmanları olan ve
bu murtat dinin kurucusunun adını bile duymak istemiyen müs­
lümanlar dahi kendisinin ressamlıktaki büyüklüğünü takdir etmiş­
lcrui . Mani 'nin sanat duygusu, ressamlık istidadı dinine de damga­
sını vurmuştur. İç - Asya da meydc:na çıkmış olan maniheist mc­
'

tir l er içini açıp bakmadan bile adeta uzaktan tanınacak gibidir,


,

zira bunların hepsi. en iyi mürekkeple, en nefis beyaz kağıt üzeri­


ne ve en dikkatli güzel yazı ile yazılmıştır. Fakat bu kadarla da
Yl'tinmiyerek din konulu el yazmaları sanatlı minyatürlerle de süs­
lemişlerdır.

Grünwedel ile Le Coq'un 'furfan kazılarında maniheist sana-


260 B I L İ N M i Y E N i Ç - A S YA

tının, freskler, ipek üzeri"\e boyanmış resimler gibi birçok başka


{;serleri de ortaya çıkmıştır. Bunların üzerindeki resimlerin hemen
hepsinde maniheistler beyaz urbalarından ve maniheist külahla­
nı ıdan bellidirler. Tablolardan biri, başının üzerinde bir hale ve et­
rafır.da papazlariyle, Mani'nin kendisini göstermektedir. Maniheiz­
m m . bu İ ran'dan çıkma dinin sanat eserlerinde İ ran tesirlerinin
cokh:.ıhı ise kendiliğinden an laşılır.

Görüyoruz ki, Turfan vahasının da kendine mahsus sırları var-


m ı ;; . . .
x v.

BİN BUDDHA MAGARALARI

Dun - huani'daki budist mağara - ziyaret yerleri. - Dun - huanğ' da


ortaçağdan kalma, duvarla örülü kütüphanenin ke,fi.- Dun - huanğ
budiat aanat eaerleri.- İyi-,ehzade ile Kötü-Jehzade'r:in hikaye­
leri.- Gan-su Çin eyaletinin Sarı Uygurları.- Uygurlar ve Moğollar.-
Gan - su'lu Uygur budist din yaymlarının' Moğol Altan
hanın ,ehrindeki çah,maları.

L. Loczy, kont B. Szechenyi'nin sefer heyetiyle Batı - Çin'de


dolaşırken, Dun-huanğ mağaralarına uğradığı zaman toprak içinde
gömülü birçok budist hücrelerindeki süslü tabloları şaşarak sey­
retmişti. Kendisi ne arkeolog ne de sanat tarihçisi değildi. onun için
bunları incelemeğe bile kalkı�madı, fakat sonraları A. Stein'la kar­
şılaştığı vakit, Dun-huanğ'ın o ka dar hayret verici budist eserleri­
ne, Bin Buddha mağaralarına onun dikkatini çekmeği ihmal etme­
di. A. Stein, Loczy'nin bu yol göstericiliğini şükranla anar. Böylece
Dun-huanğ'ı, tarihe karışmış İç - Asya medeniyetinin şimdi ye ka­
dar en değerli eserlerinin bulunduğu hiç �üphe götürmiyen yerini
bir Macar keşfettiği gibi, yüzlerce yıllık sanat ve d il hazinelerini
meydana çıkaran da yine bir Macar, A. Stein olmuştur.

Bu birinciliği elimizde tutmakta tamamiyle haklıyız. Gerçi ya­


bancı memleketlerin, Szechenyi seferinin neticelerini bildiren ka­
lın ciltleri tanımıyan arkeolog çevrelerinde Dun-huanğ mağara­
larını ilk defa Prjevalski'ni11 haber verd iği yayılmıştı. Gerçekten
Prjevalski Dun-huanğ'a, kitabımızın başka bir yerinde epeyce sö­
zünü ettiğimiz Tibet seyahati sırasında uğramıştı. Fakat Prjevalsk i
seyahat raporunda Macar heyetinin, Batı - Çin'in bu bölgelerinde
hemen kendinden önce dolaştığını açıkça söyler, hatta tasarladığı
yoldan - bir müddet önce Szechenyi'gil gibi - Çin mandarinle­
rinin sözünü tutarak öyle kolayca vazgeçivermemiş olmakla da ö­
vünür. Öteki Avrupa'lı seyyahlar, Bonin ( 1 898 - 1900) ve diğerler i
262 B i L İ � M İ Y I-: � l Ç - .-\ S Y .\

ise Bin Buddha mağaralar ına her Szechcnyi'den ve Prjcvabki'dcn


sonra varm�-şlardır. Netekim A. Stein kendisi de : .. Bende Dun­
huanğ mağaralarını görme merakını uyandıran Loczy olmuştur ..
demişti. Bununla beraber bu çok önemli yeri onun bu işareti üz�­
rine 1907 mayısının 20-sinde, A. Stein ikinci' araştırm3 seyahatinde
ziyaret etmiş ve mağaraların sonsuz değerdeki hazineleri ancak o
zaman meydana çıkarılmıştır.

Dun-huanğ, Tanğ-lıo ırmağının batısında, Gan-su adlı Çin eya­


letinde, Hami'ye giden büyük kervan yolunun, çölün beri tarafın­
daki son Çin konak veri olan An-si'deP güney - doğuya dfü:er. Du n­
huanğ pek eski zamanda, İ . ö. 1 1 1 - de Çin imparatorlarından biri
tarafı ndan, tabii savaşçı maksatlarla, yaptırılmıştır. Burası. Asya'Jı
Hunların topraklarından Tibet'e giden yolu tutmakta olan dört e­
hemmiyetli askeri garnizondan biri idi . İ şte Çin'lilerin Çim - fo -
dunğ, yani ııBin Buddha mağaraları n dedikleri meşhur mağaralar
bu Dun - huanğ'ın aşağı yukarı on beş kilometre uzaklığında bu­
lunmaktad ır. Gerçekten burada, şatafatlı Çince adiyle söylendiği
gibi bin tane değilse hile, birbirinin altına, üstüne sıralanmış pek
çok , herhalde beş yüz kadar mağara vardır. Çok �ski zamanldrda
bu mağaralarda budist keşişler yerleşmişlerdi. Kendileri buralarda
oturCıu k ları gibi tapınakları, mübarek makamları da burada idi. U­
zak diyarlardan gelen dindar hacılar burada toplanırlardı. Beş yüz
mağaradan çoğu İ . s. V - XI. yüzyıllar arasına düşen zamanda bu­
dist hacıların bağışlariyle yapılmıştı. Bu mukaddes yer, alışılmış
kervan yoluna sapa dü�ti.iğünden ta XI. yüzyıla , yeni türemiş olan
Tangut imparatorluğu istilaC'ılarının önünden buradaki keşişlerin
kaçmağa mecbur oldukları zamana kadar kendi aleminde yaşıya­
bilmişti. Fakat keşişler burayı terk etmezden önce, altı yi.izyıldan
fazla bir z&man içinde birikmi� olan kıymetleri mağaralardan bi­
rinin içine ta�ımışlar ve orayı duvarla örmüşlerdi.

A. Stein 1 907 martında Bin Buddha mağaralarına vardığı za­


man, her :y ıl adet olan hacılık ayinleri tam o sırada yapılmakta idi.
Tasö..i r lanan işe başlamak için ortalık henüz yeter derecede tenha­
la�n.ı:ımıştı. Her taraftan oraya toplanan hacıların memleketlerine
dörımelerini bt:klemek lazımdı. Fakat daha bu ilk fırsptta da du­
varla örülmüş yan hücrelerden birinde bulunan hazineler hakkın­
da söylenti kabilinden bir şeyler A. Stein'ın kulağına çalmıştı.
H I L İ , '1 İ ) F N İ Ç - .-\ S Y A 263

b:-kc: i l i �; i ı ı i Vanğ acllı b i r taoist papaz,, yah u t da Çin'­


Tapına� : ı :
l i lerin eled i k leri gibi bir dav-şı yapıyordu. Çok geçmeden Vanğ
dav-ş ı " n ı n bur ad a vazife İ l(' bulunmaktan ziyade kendi içindeki
d i nci gayrete uy a ra k bu i�i üzerine almış olduğu ve bütün zama­
n ı m . biitün paras ını c a ı : <l a n sevdiği bu mağara - hücreleri tamire,

:;lısl emrgc h a rcadığı a n l a ş ı l dı .

A. Steiıı az izan ve _politika mahareti istemiyen müzakerelere


rl a h a ilk fırsa tta girişm i s Söylentiler hakikaten doğru çıktı. Vanğ
' '

ı;iav şı mağ a nı l a rı n gü ze ll eştirilm esi , tamiri sırasında, XI. yüzyıl­


-

da üzeri ne duvar c: cki lm i ş bir mağara - tapınağa raslamıştı. A. Stein


i lkin yalnız yoklamalar yapabiliyordu, Vanğ dav-şı yerinde değil­
d i . viıh a d a k i budist müminler arasında dolaşıyor, yardım istiyor,
ci i ndarlardan sadaka topluyordu . Mukaddes yerde topu topu bir
Tangut keşi ş i bul u nuyordu. A. Stein. mağaraların asıl büyük kü­
mesinin ku zey ucu yak ı n ında, duvarla örülmüş tapınağın birinde
Vanğ dav-şı'nın b i r araba yükü eski el yazması bulduğunu ondan
öğre n d i . Bunlar u Çince yazı işaretleriyle fakat Çince olmıyarak •
y azılmı şla r dı . Ta ngut ke� i şte n nümunelik olarak uzunca bir tomar
da alabi ldi. Ka ğıd ı n d an vazısından A. Stein bu budist metinli Çin
,

tomarı n ı n çok eski olabi l ece ğ ini anlamıştı.

Mayısta oraya, B in Ruddh� mağaralarına döndüğü zaman


Va n ğ dav-şı onu beklivordıı. fakat ı:: i mdilik çok bir şey ümit edile­
mezd i . � ü ohe<'i ve g ü ve ns iz olan dav-sı sanki orayı tehdideden teh­
l ikeyi �:rzerek martta. o vazı hazinelerine şövle böyle sokulunabi­
lcn y� rıkl ar ı da sıvavm kaoamı�tı. Bu basit sofu papazın Cin yazı
bilgisinden pek <'aktıi!ı yoktu ve beklediği mukaddes yerin sevgi­
si n d e n maada bir zayıf tarafı daha vardı : büyük budist hacıs1
Hü a n dzanq
- ' a asık id i . Bu nlar heo A. Stein'ın işine gelmişti. Şöy­
le u suka bir deniverek o kadar sevdiği mukaddes mağaralara bir
:varct�m olmak üzere büvükc;e bir !)at a teklif etti. Hüan-dzanğ me­
selesine gelince, o bakımdan da zorluk yoktu; zaten bütün İç Asya -

yol c u l u ğu nda büyük Çin hacısının eseri yanında olmaksızın adeta


bir adım bile atmamış ve her zaman o kitaptaki o kadar çok fay­
dal ı bilgiye baka baka onun izinde yürümüştü. Bunu, yani kendi­
s i n i n tam o Hüan-dzan&'ın eserinden ilham alarak ta H indistan'dan
yo l� ç ı k tığını ve .lıer tarafta onun izini sadakatle takibederek çöller
264 R İ J. ; N ;\I İ Y FN İÇ - \ S Y \

ve dağlar aşıp buralara, D u rı- hmırıg ' d a k i E i ! ı U u d d h<! mag<! W l<0 ::1-
na geldiğini Vanğ dav-şı'ya da anlattı.

Adamcağız nihayet yola geldi \·c haz i rı c deµ·cr evrak toınarl:..: ­


rı ile resimleri geceleri gizlice birb iri ardına c;ıkarınaga ba�1 a d • .
Şaşılacak bir tesadüf eı:;eri olarak ilk ele alınan tomar incelenir­
ken bunu Hindistan 'dan Hüa n dzanğ ın ge ti r di ğ i ve Çi nceye <:e­
- '

virdiği meydana çıkınca Vanğ dav-şı' nın son teredd ü tleri de da ğ ı­


larak ic;i tamamiyle rahat etmi�ti. Artık A. Stein ' ı , o zamana k a ­
dar kıskançlıkla koruduğu mukaddes harime soktu . Mağarada kı­
mıldamak hile zordu, yığın halindeki tomarlar, deste deste el yaz­
maları o küçük yeri hemen tamamiylc doldurmuştu. Vanğ Dav-şı'­
nın güveni gitti�çe art.tığından. fazla önemli sayılan parçalan mi­
safirinin, yabancı gezlerdcn uzak, küçük hücrelerden birinde da­
ha d ikkatle inceliycbilmesine müsaade etti. Duvarla örü lmüş olan
bu kütüpanenin ne büyük değerde �serler sakhdığı o z::ıma:--. mey­
dana çıktı. Bütün parc:alar eski idi ve dağ ı nı k yığınlar halindeki
tomarların içinde, tarihe karıı;ınış İç - Asya vahalarında vaktiyle
konuşulan dillerin hepsinden bir şevler vnrd ı . Çi�::e evrak tomar­
larından maada burada Uygurca. oyma Kök Türk yazısı, Tokhar­
ca, Kuça, Saka , Sogd ve Tibet dillerinin hepsinden yığınlarla ev­
rak vardı! Asıl müh immi, bu yazılı eserleri yıkılan bi nalar, göc;en
manastırların enkazı yırtıp parça lamamış, rüzgar ve hava clağıtıp
atmamış ve hele o tamahkar cı gömü arayıcılar .. aşırıp götürme­
mişlerdi.
Yalnız işin zorluğu bundan sonra geliyorrlu : bütün mevcu clu
sağlam bir halde ele geçirmek nasıl mü mkün olabilird i ? Uzun boy­
lu görüşmelerden sonra ilmin sonsuz zararına olarak - bunun
-··

çaresi olmadığı anla�ıldı. Vanğ dav-�ı yalnız A . Stein'a, canının


istediği parçaları seçıneğe müsaade etti , fakat bütün mevcudu tes­
lim etmeğe asla yanaşmıyordu.

Seçme işinin tam hararetle devam ettiği bir sırada irli ki bir
gün Vanğ dav-şı'nın aklına ne geldiyse, birdenbire mağaraya ye­
niden bir duvar çektiği gibi Allaha ısmarladık bile demeden va­
hada kayboldu. Neden sonra, artık içi rahat etmiş olacaktı ki, tek­
rar mağaralarının yanına dönüp geldi. Yeniden kıymetli evrak
vermesi tabii hatıra bile gelemezdi. Bereket versin dışarda bulu­
nan el yazmalariyle resimleri, tapınaklarının tamirine karşı teklif
8fL1 N �I İ \' E N İ <,: - . \ S Y .\ 265

ettiği büyük para karşılığı olarak A. Stei n'a teslim etmekte gü<:­
lük çıkarmadı. Fakat talihli araştırıcı, emniyet altına aldığı gani­
meti, yirmi dört sandık yazma eserle beş sandık resi m · ve işlemeyi
Londra'ya doğru yola çıkarırken, bu başarıya da şükredebilirdi.
Şöhretli Fransız bilgini P. Pelliot da tam bu sıralarda İç As­ -

ya'da bulu nuyordu. Kaşgar'dan, araştırıcılar yolunu takibetmek


suretiyle Kuça'ya gitti, yolda Maralbaşı yakınında Tumşu k ören­
leri n i , Yulduz'u, Duldur-akhur'u gözden geçirdikten sonra Kuça'­
dan Urumçi'ye, Turfan'a, Hami'ye vardı ve 1908 martında o da
Du n-huanğ'a ulaştı. Yolda gelirken A. Stei n'ın talihli ke�fini ha­
ber aldığı için vakit geçirmeksizin Vanğ dav-şı ile müzakereye
girişti . Orada kalmış olan , hala önemli miktardaki evrakı takımiy­
le ele geçirmeğe o da muvaffak ola mad ı ise de müsaade olunan
seçmelerde büyük başarılar gösterd i , çünkü bu işte k imseye ihti­
yacı yoktu, m ütehassıs göziyle hangi el yazısının ne değerde oldu­
0
ğunu derhal görüyord u . Bin Buddha mağarala rının hazine daire­
lerinde Peliot'nun gözden geçirdiği el yazmalarının sayısı on beş
b inden aşağı değildi. Bu hatırı sayılır evrak yığını n ı n mühimce bir
k ısmını elde etmeğe muvaffak olmakla beraber orada da daha a­
zımsanmıyacak miktarda eser kalmıştı.

Peki n 'deki Çin hük ümeti bu Dun-hua nğ keşifleri n i haber al­


dı ve orada esk i eserlerden ne kalmışsa hiçbirini bırakmıyarak
hepsinin Pek in'e yollanmasını emir ett i . Yazık ki, bu emir oldukça
Çin işi olarak yerine getirildi. Kıymetli yazmaların epeycesını
(:aldılar, birçoğu götürül ürken kayboldu, öyle ki, Çin ba�kenti ne
ancak pek az bir şey varabildi. A. Stein üçüncü seferi nde Du n-hu­
anğ'ı tekrar ziyarC't ettiği zaman Ç i n'liler, hem de asıl Duıı-huanğ'­
da de.Zil büyük kervan yolu boyunca Cin Türkista n ı ' n ı n başka yer­
leri nde de etrafa dağılmı�, çalınmış, tutanın eli nde kalmış olan bu
eski yazmalardan demet demet get irip ona satmak istemişlerdi.
Fakat Vanğ dav-şı ileri görüşlü davranarak bu gan imetten kendi
h issesini de ayırmıştı. Yen i birtakım görü�meler sonunda A. Stein,
soyulmuş Bin Buddha mağaraları haznelerinden, eskisine ilave o­
larnk daha beş sandık el yazması kurtarabi ldi.

Dun-huanğ'da bulunan eserl�rin ilmi işlenmesi de henüz sona


ermiş değ ildir, hele y ığ ın larla el yazmaların ı n metin açıklanması
çok zaman kaybettirmektedir. Bu malzemenin yal n ız rl i l bakımın-
266 B İ L İ N J\i İ Y E N i Ç - A S YA

dan değil, konu bakımından da ne kadar değişik olduğunu göz


önüne ge tirirsek hepsinin elden g eçirilmesi için kaç ihtısas adamı­
nın kafa patlatacağını tahmin etmek kolaylaşır. Şüphesiz bu işten
en karlı çıkanlar Çin tarihiyle, felsefesiyle, edebiyat tarihi ve dil­
ciliğiyle uğraşanlar olmuştur. Bu budist mübarek makamında bu­
lunan eserler arasında kervan yollarından oraya toplanmış olan ve
Çin'li olmıyan İç - Asya'lı budist müminlerine ait olanlarının da e­
peyce yer tutmakta olduğu da şüphesizdir. Turfan'da bulunan Uy­
gur budist basma kitapları ise Dun-huanğ'da bulunan basma eser­
ler yanında gerçekte n solda sıfır kalır. Bin Buddha mağaraların­
da bulunan, İ. s. 868-den \(alma ağaç levhalar yardımiyle basılmış
Çin tomarı, zaman bakımından yalnız Turfan basmalarını geçmek­
le kalmayıp bugün için Çin kitap basıcılığından bize kalmış olan
en eski eserlerden de biridir. Dun-huanğ'da yalnız budistliğin de­
ğil, maniheizmin de umulmadık yem eserleri ele geçmiştir. Bun­
lar arasında Pelliot'nun Paris'e götürerek kurtarmağa muvaffak
olduğu, çok esaslı bir önem taşıyan kısa bir ::netin ile Pekin'e yol-
lanmış olan el yazmaları içinde gerçekten başkente varmış olan­
lardan olup önemi, büyük Çin bilgini Lo C ın-yü tarafından derhal
anlaşılmış ve yayınlanmış olan yine Çince bir maniheist eseri say­
mak kafidir. Manihei zmin Çin'deki tarihine dikkati çeken bu Çin­
ce maniheist metinler olmuştur. Başlıyan araştırmalar sonunda .
Çin içerlerinde dağınık bir halde yaşıyan ve Uygurların yıkılışın­
dan sonra da daha yüzyıllarca gelişmelerine devam eden maniheist
iskan yerlerinin bulunduğu m�ydana çıkmıştır.

Dun-huanğ mağaralarının sanat eserleri İ ç - Asya ve Çin sa­


natlarının bilgin araştırıcıları önüne yine bin bir mesele çıkarmış­
tır. Burada bulunan ipek üzerine boyanmış din konulu tanrı
resimleri, mitolojik levhalar hep hacıların hediyeleri, adaklar o­
larak toplanmıştır. Dun-huanğ resimleri her ne kadar tasra zevkini
taşıyan yerli küçük ustaların eserleri iseler de yine de pek dik­
kate değmektedirler, zira bunların çoğu. elimizde başka vesikaları
pek bulunmıyan gayet eski çağlara aittir. Sade mağarayı. korido­
ru, sundurmayı ve büyücek dairelerin duvarlarını kaplıyan malze­
me bile muazzamdır. Dun-huanğ freskleri, daha doğrusu ı tapmak­
lardan biri hariç ) , t<.>mpera boyasiyle ( al secco) yapılmış duvar
resimleri hep budist konulu olduğu halde, ipek veya kağıt üzerine
B İ L İ N '.\! 1 \' E N İÇ - .\ S YA 267

yapılmış küçük resimlerde din dışında başka konular da yer alır.


Bin Buddha mağaralarındaki budist resimleriyle yalancı mer­
mer süslerinde ı stuc ı ve heykellerinde. tıpkı İç - Asya budist sa­
natının Khotan'da, Turfan'da ve daha başka yerlerde çıkan eserle­
rinde görülen stil karşıla�maları ve çeşitli tesirlerin çarpışması gö­
ze çarpar. Bunların en önemlisi, en ziyade Çin'li sanatcılar t ara­
fından işlenmiş eserlerde görülen Çin tesiridir. Fakat bunun ya­
nı nda Hindistan gubta ilhamlarının izlerine de raslandığı gibi
Ganrihara sa natının bulunuşu da pek ziyade bellidir. Batıdan Çin'e
doğru gelen ve burada en önemli noktalarından birinde bulduğu­
muz bu Gandhara - okulu buradan Çin'e doğru ilerlemesine
devam etmiş ve orada aslen göçebe olan To-ba kavminden türeme
Çin hükümdar sülalesinin, Vey hanPdanının zama nında büyük ge­
l işme göstermiştir. Yü n-ganğ ve Lunğ-men mağaralarındaki hey­
betli budist heykelleri bu okulun Uzak - Doğu'da ölmez anıtlarıdır.
Budist ikonoğrafyasını bilmeden tabiatiylc Dun-huanğ budist
resimleri arasında adım hile atılamaz.
Bu tasvirlerin merkezini en ehemmiyetli tanrının, Buddha'­
nın teşkil etmesi tabiidir. Tarihi Buddha'nın şahsıyle haya tının,
dini faaliyetinin bin bir yüziyle ilgili olan kısımlar bu sevilen ko­
nunu n ancr.k bir bölümüdür. Sıra Buddha'nın daha önceki hayat­
·
larının tenleşmelerine ı incarnati<:ın ı gelince, bu konu daha ziyade
genişler ve o zaman !: ile buJdhaların tefekkür yoliyle duyula bi­
le� . sonsuz çokluğunda n , dlıyanibuddhalardan hala bahsetmiş ol­
mayız. Fakat kuzey budizm aleminde, ıstır<>pların ça rkından sıyrıl­
makta insanların iyi kalbli yardımcıları olan bodhisattvalar daha
büyük rol oynamaktadırlar. Bunlardan mese�a en çok sevileni. ken­
disine fazla değer verilerek merhamet bodhisattvası denilen Ava­
Iokiteşvara'dır ki, Dun-huanğ'daki budist tabloları içinde pek çok
sanat eserine konu olmuştur. Pellic,t'nun koleksiyonundaki birçok
eser arasında büyük ölçüde bir Avalokiteşvara resmi bulu nduğu
gibi, aynı koleksiyonun başka bir tablosu da yine, üzerindeki en
küt:ük parseller bile sanki bir m i nyatür sanatkarının elinden çık­
mış gibi , en i nce ayrıntılara varıncaya kadar, Avalokiteşvara'nın
mucizelerini canlandırmaktadır. A. Stein'ın Londra'ya götürmüş
olduğu sanat eserleri arasında da µek çok Avalokiteşvara resmi
görürüz. Bunlardan biri bu sevilen tanrıyı, ayakta olarak tam bir
268 RILİ N M I Y EN İ Ç - Jı. S Y A

Hint'li duruşiyle, elinde çiçekli bir dalla göstermektedir. Bir baş­


kası tabii büyüklükte bir tablo olup sanat bakımından da mükem­
mel bir eserdir. Fakat Hindistan'da, Çin'de ve Tibet'te budist mü­
minler ve sanatkarlar arasında adeta yarış edercesine kutlanan,
sevgi ile kuşatı"ıan merhametli Avalokiteşvara'nın duvarlara, ipek
üzerine, kağıda kaç çeşit resminin yapıldığını söylemek imkansız­
uır.
Budist pa nteo nu n u n en çok resmi yapılan simalarından biri de
Dünyakoruyan veya Lokapala'dır. Hiçbir kilise, manastır veya adı
ne olursa olsun bir budist din yapısı yoktur ki, içinde dünyanın
dört tarafını koruyan bu tanrının resmi bulunmasın. Dun-huanğ e­
serleri arasında bir yığın tablo veya kilise bayrağı onun müminler a­
rasındaki değerli yerini gösterir. Sanatkar bunları yaparken kendi
hayalinin, dini duygularının tesiri altında çalışmış olabilir, fakat
bütün alametleri budist ikonoğrafyasına sıkı sıkıya uygundur. Ku­
zey kıralı Vayşravana elinde bir teber ve bir minyatür tapınak
tutmaktadır. Güney kıralının, Virupakşa'nın elinden kılıç hiç düş­
mez. Dhritaraştra, Doğu hükümdarı memleketini ok ve yayla mü­
dafaa eder. Batı hükümdarı Virudhaka ise, yaklaşmak istiyen kötü
ruhları elindeki gürüzle korkutmaktadır.
Budist cen neti, dinci san atın en başta gelen bir konusudur.
Mitolojik haya l lere uygu n ol arak yapılan tablolarında ortasından
ona layık ola n ruhur: bir çocuk gibi doğd uğu görülen lotus çiçeği
bul u n ur . Ortada, taht üzerinde B uddh a, onun etrafında Amitabha'­
nın batı cennetinin sevilen üç bodhisattvası ile birçok küçük rüt­
beli tanrı yer a l m ı ştır . A. Stein, koleksiyonunun çok dikkate de­
ger parl."3larından birinde, tara � a n ı n çıkartmasında gördüğümüz
·

a l tı musikil'i ile altı .cJansı:-ı kadın da Görülür ki bunlar cennet saa­


detiııin sembolleridir. Taraı;anın sağında solunda, suda . yüzen lotus
ı;i�ckleri üzerinde cennete girmiş yeni doğmuş çocuklar vardır.

Buddha'r. ı n h a ya t ı n da n alınmış levhalar a ra s ın d a en gü zell e­


rinden biri de Paris ko1eksiyonundaki muhteşem bir tablodur. Bu
res i m , budist şeytanı Mara 'nın, kendi alemine çekilmiş, . düşünceye
da l r.ıış o la n E u d d ha y ı a ya rt t ı ğ ı n ı gösterir. Mara'nın iki kızı dal­
'

gın tanrının sağında solunda bayader tarzında ırgalanmaktadırlar.


B u ay2rtn�alar boşa ç ı ktığı n d an başta cehennem kıralı olmak ü­
,

zere bütün zc b n n il e r Buddha'nın üzerine saldırırlar. Hep korkunç


BILINMİYEN i <( - :\ S Y A 269

cin çehreleri. Öfkeli, ıstırap içinde kıvranan korkunç tavırlı şeytan­


lar, vahşi hayvan suratları, dehşet verici garip şekilleriyle ucu gö­
ziikmiyen bir alay halinde tabloyu taşırmaktadırlar.
Buddha'nın hayatının çok tefsire uğramış lnışka bir epizodu
Dört hayal ( v ision ı dur. Buddha, hükü mdar ola n babasının sara­
y ında servet ve refah iç iııde büyüyor. N< zlı şehzadenin attığı her
adım gözetilmektedi r . Fakat ne k<ıdar sakınsalar nafile, şehzade
bir gün atına binerek saraydan c;ıkar ve dolı:ışırken insanlık ıstıra­
bının dört alametiyle, kendinden aciz bir iht iyarla, düşkün bir
hasta ve saire ile karşılaşmış ve bunlar zihnini aydınlatarak haya­
tın ıstıraplarını anlamış, kurtuluşa , ııirvanaya götürecek yolu a­
raştırmağa başlamıştı. Efsanenin bu esas motifi pek çok şekilde
mevcuttur. En çok tanınan şekillerinden birine göre şehzade, in­
san oğlunun sonsuz acılarını görerek saadet verici cevheri, çinta­
maniyi aramak için uzun bir yola çıkar. Bu roma ntik hikayeyi bu­
d ist din edebiyatı alarak ve renkli, şa irane hayallerle süsliyerek mü­
minlerine sunmuştur. Mücevher arıyan şehzade hikayesi bugün en
çok okunan budist masallarından biridir ve Tibet'te, Moğolistan'­
da, Çin'de aynı derecede yayılmıştır. Fakat bu yayılış · yeni değil­
dir. İç - Asya'da keşif olunan budist metinler arasında hemen bü­
tün hatırı sayılır dillerden ele geçmiştir ve birçok tam veya parça
metin bize bunların eski zamanlarda yal nız bili nmekle kalmayıp,
çok okunduğunu da göstermektedir.
Saadet arıyan ve iyi ahlakiyle fazileti kardeşinin, Ki.Hü-şen­
zade'nin fenalıkları yanında daha ziyade sivrilen İyi - şehzade'nin
masalını Dun-huanğ Uygur yazmaları arasında da bu lmuşlardır.
Dun-huanğ Uygur kitabı başında n ve sonunda n eks iktir, ortasın­
dan da birkaç yaprak düşmüştür, böyle olmakla beraber o meş­
hur hikayeyi burada yine takibedebilmekteyiz. -
İyi - şehzade atına binerek şehirden çıkar. Tarlalara varınca
orada çift�·ilerin sapanlariyle toprağı sürerlerken toprak kurtlarını
da meydana çıkardıklarını ve bulutlardan inen kuşların bu biçare,
zararsız mahlü.kçukları yuttuklarını görür. Daha yolunda ilerledik­
çe yırtıcı kuşların, balıkçıların, avcıları n ve kuşçuların canlı mah­
lukları nasıl yok ettikleri ni görür. İyi - şehzade'nin kalbi acı ile
burkulur. İnsanların ata, öküze eziyet ettiklerini, koyunu, domuzu
ve daha başka hayvanları boğazladıklarını görür İ nsanlar hayvan-
.•
270 R İ 1. İ N M İ Y E N 1 ı_: - ,\ s Y .\

]arın derisini yüzüyorlar, kanını alıyorlar, etini satıyor ve yiyor­


lar. Bütün bunlar kendisine dokunur ve ağlıyarak saraya döner.
Hükümdar, sevgili nazlı oğlunun ne kadar kederli olduğunu
fark edince ne olduğunu anlamak için onu sıkıştırır. İ yi - şehzade
şehirde ve şehirden dışarda neler gördüğünü anlatır. Bunun üze­
rine hükümdar, kederli c:ocuğunu avundurmak için ıstırap çeken,
sefil insanlara istediği kadar yardım etsin diye, sarayındaki bütün
hazinesini, mücevherlerini ona bağışlar. Şehzadenin sadaka dağıt­
tığı haberi dünyanın dört bucağına yayılır, bunun üzerine sabah­
tan akşama kadar saraya dilenciler akın eder. Günler, aylar geçer,
şehzade hazineyi dağıta dağıta nihayet pi!k az bir şey bırakır. O
zaman başadamlardan biri, hazncdar, bu çılgınca israftan şikayete
başlar. Fakat İ yi - şehzade yine sadaka dağıtmağa devam eder. He­
men her şey bittiği zaman bütün öteki devlet adamları, ınançlar ve
buyruklar gelerek kırala : " Şevketli, devletin, memleketin temeli
zenginliktir, zenginlik tükenirse devleti, memleketi nasıl idare e­
deriz ? " derler.
Ertesi gün dilenciler geldiklerinde haznedarlar orada yoklar­
mış, bir şey alamazlar, hepsi de sızlanarak İ yi - şehzade'ye varır­
lar, o da ağlamağa, düşünmeğe başlar. • Hazine benim değil ve hü­
kümdar babam herhalde halkın dilinden korkuyor, onun için sa­
daka dağıtmamı istemiyor. Artık kendi malımdan hayır işliyece­
ğim . 11 Böyle düşünerek memleketin ilerigelen adamlarını toplar ve
onlardan servetin ne türlü toplanabileceğini sorar. Bunlardan biri
toprağı işler, pamuk veya kendir yetiştirirse zengin olabileceğini
söyler. Öteki hayvan üretmeyi salık verir. Üçüncüsü ise en kolay
zengin olma yolunun batıya ve doğuya gidip ticaret yapmak oldu­
ğunu ileri sürer. Bu cevaplardan hiçbiri İ yi - şehzade'nin hoşuna
gitmez, fakat dördüncüsü, kanun bilir bir hakim denize çıkmasını
ve yeryüzünde yaşıyan insanların her dileğini yerine getiren çin­
tamani denilen mücevheri arayıp bulmasını söyleyince bu fikri he­
men beğenir.
Hükümdar bunun güzellikle önüne geçmek, iyi oğlunun teh­
likeli bir yola gitmektense hazinesinde daha ne kalmışsa ona ver­
mek ister. Zira o insan yutan deniz canavarı orada deniz yolcula­
rını beklemektedir. Onun tesadüfen uykudan uyanması yetişir, ge­
miyle birlikte herkesi yutar. Ya o denizdeki koca korkunç dağlar,
R İL i N M 1 Y I·'. N İ �: - :\ S Y\ 271

gözle de görünmezler, çünkü su rengin<ledirler, gemi ona çarpar,


parça parça olur, içindeki yolcular korkularından ölürler. Bundan
başka gemiye deniz cinleri de hücum edebilirler, bir yerini deler
ve batırırlar. Koca dalgalar gemiyi devirirler, yahut da korkunç
bir rüzgar çıkar ve hepsi denize dökülürler. Hükümdar ve karısı
ağlar, kederlenir, başadamlar ağlaşırlar. Fakat ne kadar yalvarır­
larsa para etmez. İ yi - şehzade niyetinden ayrılmaz, çünkü • çin­
tamani mücevheri ejderlerin kıralında bulunmaktadır ve onu kim
ele geçirirse dünyadaki bütün canlı mahllıkları bahtiyar kılabilir ıı .

Hükümdar buna bir şey diyemez ve seyahate razı olur. İ yi -


şehzade'nin yanına deniz yollarını bilen beş yüz tacir verir ve Ba­
ranas (Benares) şehrinden, hayatında beş yüz kere denize açılmış
ve her defasında bir arızasız, kazasız dönmüş olan en tanınmış dü­
menciyi getirtir. Bu dümenci çok ihtiyarmış, seksen yaşında var­
mış, hem iki gözü de görmezmiş. Hasılı bu kör dümenci de İ yi -
şehzade'nin yanına katılır, beş yüz tacir biner, gemilere yiyecek,
içecek. hayvan ve bu uzun yolda daha ne lazımsa her şey yükle­
nir. Hemen hareket etmek üzere iken Kötü - şehzade acele acele
gelerek o da aralarına katılır. • Anam babam sade ağabeyimi, İy i ­
şehzade'yi seviyorlar, benden nefret ediyorlar. Şimdi ağabeyim
denize çıkar da saadet getiren çintarnaniyi ele geçirecek olursa onu
daha çok sevecekler, benim halim daha kötü olacak. " Böyle düşü­
nerek o da onunla gid�r.

Yedi günlük uğraşmadan sonra gemiler yola çıkar ve günlerce


süren bir yolculuktan sonra da mücevherler adasına varırlar. Ye­
di gün dinlenirler, yedinci gün gemiyi her türlü mücevherle ve has
inci ile doldururlar. Ama İyi - şehzade yine de mesut değil, çünkü
bu birçok mücevherle ne kadar çok iyilik yapabilse de çintamani
yine de onda değildi. Adamlarım ve kardeşini, Kötü - şehzade'yi tı­
kabasa dolu gemide bırakıp yanına yalnız kör dümenciyi alarak
çintamaniyi aramağa gider. Kah bellerine, kah boğa:ı.:larına kadar
çıkan suda bata çıka yedi gün gittikten sonra nihayet Gümüş-ada
dağına varırlar. Orada toprak da, kum da halis ,gümüştendi. Bitkin
düşen ihtiyar dümencinin artık takati kalmamıştı, öleceğini anladı­
ğından İ yi - şehzade'ye oradan ne tarafa gidP-ceğini anlatır. Oradan
dosdoğru giderse Altın - dağ'a varırdı. Altm - dağ'da mavi lotus çi­
..
çekleri açar. Lotus çiçeğinin her birinde bir zehirli yıla n · gizlenir.
272 B İ L İ N M İ Y F. N i Ç - A S YA

Zehirleri, duman gibi çiçeğin etrafına dağılır ve öldürücü tesiri u­


zaktan bile tehlikelidir. Daha gidilince ejderler kıralının mücevherli
şehrine ve sarayına varılır. Bu şehrin ortasından yedi sıra hendek
geçer, bunların içinde, her yerde ejderler ve zehirli yılanlar yat­
maktadır. Fakat korkmadan gitmeli, saraya, ejderler kıralının ya­
nına varmalı, aradığ ı miicevheri onda hulacaktır. Dümenci bunları
söyliycrek ölür.
'İ yi - şehzade gerçekten onun dediğini yapar ve günün birinde
ejderler kıralının şehrine varır. Şehrin kapısında dört kız mücevher
ip örerlermiş, bunlar kapın ın bekçileriymiş. Gjder gider, başka bir
kapıya varır, ornda da dört dilber cariye gümüş ip örerek kapıyı
beklemektelermiş. Sarayın kapısında da gayet güzel sekiz kız altın
ip örerlermiş. Ejderler kıralı İ yi - şehzade'nin kendisini görmek is­
tediğini duyunca bir şey demeden onu içeri alır, çünkü bu kadar
tehlikeyi ve engeli aşarak saraya kadar gelen ancak bodhisat�va o­
labilir. Onu mücevherli tahtına oturtur. Budist akidesinin tatlı söz­
lerini dinledikten sonra çintamaniyi çıkarıp kendisine verir. İyi -
şehzade ejdec kıralının sarayında yedi gün kalır. Yedinci gün bir ej­
derin sırtına binerek okyanusu geçer ve geminin olduğu yere sali­
uen varır. Mücevher yüklü gemiden sade kardeşini Kötü - şehzade'­
yi bulur. İ ki kardeş birbirini görünce sevinçlerinden ağlaşarak sarı­
lırlar. Kendilerine geldikleri zaman Kötü - şehzade denizde büyük
bir fırtınaya tutulduklarını, �eş yüz tacirin hepsinin telef olduğu­
r.u, kendisinin de bir gemi parçasına sarılarak güçbela kıyıya çıka­
bildiğini anlatır.
İ yi - şehzade bu gaileli yolculuktan pek çok yorulmuş olduğu
için uykuya dalar. Bunun üzerine Kötü - şehzade kafasında fena
niyetler hazırlıyarak bir kazık bulur ve ucunu sivriltip onunla u­
yuyan ağabeyinin gözlerini çıkarır ve mücevheri alıp kaçar. İ yi -
şehzade duyduğu acıdan, kıyıya düşmüş bir balık gibi yerde kıvra­
nır ve hıçkırıklarla kardeşini çağırır ama o zamana kadar öteki çok­
t an uzaklaşmış olur. O vakit ansızın yanında bir koruyucu melek
peyda olarak onu en yakın memlekete, tesadüfen, seçtiği yavuklu­
sunun babasının hüküm sürdüğ;,i yere götürür. Şehzade nereye var­
dığını bilmediği gibi, hükümdar da bu kör dilencinin kendisinin
Herdeki güzel güveyisi olduğunu anlamaz.

Şehrin kapısına vardığı zaman kıralın çobanı tam o sırada beş


B İ L İ N 1\1 İ YEN 1Ç - A S Y ,\ 273

yüz ineği çayıra sürüyormuş. Sığır sürüsünün önünde giden boğa


bodhisattva - şehzadeyi görünce korurcasına ona doğru eğilir, inek­
ler etrafına toplaşırlar ve dilleriyle kanlı, yaralı gözlerini yalıyarak
içindeki, çörı:;öpü giderider. Sığır çobanı da oraya gelerek kendisi­
ni sefil kör d ilenci olarak tamtan İ yi - şehzade'yi alıp evine götürür.
Başına gelen felaketlerin haberi etrafa duyulur da o yüzden Kötü -
;;ehzade"ye bir zarar g€ lir diye kim olduğunu anlatmaz. Biraz iyi­
leşince çobanın kendisine' armağan ettiği kopuzu alarak şehre gider.
Orada bir kö�eye oturarak güzel bir sesle okuyup çalmağa başlar.
Herkes etrafına topla111r, hoşlanarak dinlerler ve yiyecek, içecek
verirler. Memleketin hUkümdarı yüreği merhametli bir adammış,
avlusunda beş yüz dilenciye bakarmış. Şehirde çalıp söyliyerek di­
lenen kör şehzadeyi görünce onu da yanına alır ve meyva bahçesine
bekçi yapar.

Uygurca metin burada bitiyor, fakat masalın arkası şöyledir :


Hükümdarın kızı kör tlilenciye aşık olur ve kendisine varır. Sonra
mucize kabilinden delikanlının gözleri açılır, derken kör dilencinin
İ yi - şehzade'den başka kimse olmadığı, hükümdarın kızı ise (onun
şimdiki karısı) eski nişanlısı olduğu meydana çıkar. Mesut şehzade
karısiyle birlikte babasının memleketine döner ve kardeşini, Kötü -
şehzade'yi hapisten kurtarır. Sonunda masalcı, İ yi - şehzade'nin
Bnddha'nın hayatının bir tenleşmesi, hükümdarla karısının Gauta­
ma'nın ana babası ve Kötü - şehzade'nin ise onun hain kardeşi Rahu
olduğunu da açığa vurur.

Şimdi bu masal tarzının Barlam ve Yoazaf şeklinde Batı'ya ge­


çen hikayesini inceliyecek değiliz. Fakat şunu işaret etmeden ge­
t�emiyeceğiz ki, Dun-huanğ mağaralarındaki d4var resimlerinden
biri de konusunu buradan almıştır ve tam ineklerden birinin şeh­
zadenin gözlerini yaladığını göstErmektedir.
İyi - şehzade hikayesinin Dun-huanğ'da ele geçen Uygurca el
yazması daha az önemli olmıyan başka bir meseleyi de ortaya çı­
kaı mıştır. Bu metin buraya nereden gelmiştir? Turfan, Kuça veya
Sogd kitapları ve yazmaları gibi bunu da Dun-huanğ'a hacılar mı
getirmişlerdir, yoksa buralarda mı yazılmışlardır?

Evvelce görmüştük,, ki, Orkhon Uygur devletinin yıkılışından


sonra başlıyan dağılma zamanında Uygurların yalnız bir kısmı Tur-
274 BİLİ N M İ YEN i Ç - A S YA

fan 'a gitmişti. Öbür kısmı ise Çin'in bugünkü Gan-su eyaletine sı­
ğınmıştı. Çin kaynakları, siyasi bakımdan o kadar önemli olan Tur­
fan kümesi ile de oldukça az meşgul olurlar. Ö teden beri daha az
cinemi olan Gan-su Uygurları hakkında ise hemen pek az bir şey
söyliyecekleri kendiliğinden anlaşılır. Fakat bu pek az bir şey on­
ların tarihlerini, hatta yabancı Türk kabileleri seli içinde Turfan
Uygurlarının adlarının bile unutulduğu sonraki zamanlarda da açık­
r;a takibedebilmemize fazlasiyle yetişir.

Gan-su iskan alanında oturanlara çok eskiden, daha Moğol ça­


ğında ııSarı Uygurla r • adı verilirdi. Onları Plano Carpini bu adla
andığı gibi Çin - Moğol hanedanının resmi tarihi, Yüan-şı da böyle
tanır. Bu sonraki kaynak Macaristan'a da uğramış olan ünlü Mo­
ğol komutanı Subutay'ın 1226 da Hami'nin taşlı çölünü geçerek
-

Sarı Uygurlara boyun eğdirdiğini söyler. Daha sonraki bir Çin ta­
rih kitabı Sarı Uygurların nerelerde oturciuklarını da yakından an­
latır, çünkü Çin askeri garnizonlarından birinin Gan-cov'dan 1500
li uzaklıkta güney - batıda bulunan An-dinğ'in onların ülkesinde
,
bulunduğunu söyler. Çin başkentini 1 081 de ziyaret eden bir Kho­
-

tan elçiliği de Khotan'dan Tangut'a giderken Sarı Uygurların çölün­


den geçtiklerini kaydederler. Bütün bu verintilerden Uygurların bu
k ü mesinin Gan-su'nun en batı kesiminde Hami çölünün güney,
Tsaydam'ın kuzey tarafmda oturdukları neticesine varılır. XIII. yüz­
yılda Çin'in batı sınırlarında görünen müslüman orduları da Sarı
Uygurlarla dövüşmüşlerdir.

Geçen yüzyılın sonunda Rus bilgini Potanin'in, birinci dünya


harbinden önce de Finlandiya'lı Mannerheim'ın uğradığı ve bugün­
kü adiyle ıc Sarı Yögur» denilen Sarı Uygurlar bunlardır. Bugün de
hala eski kaynaklara göre arıyabileceğimiz yerde, Su-cov ve Gan-cov
dolaylarında oturmaktadırlar. Bunlar Çin'lilerle, Moğollar veya
Tangutlarla birlikte nereye yerleşmişlerse orada dillerini kaybet­
mişler ve yabancı kavim içinde tamamiylc erimişlerdir. Fakat ra­
hatsız edilmeksizin kendi hallerinde yaşadıkları yerlerde de eski
geleneklerinden, bugünkü fakir durumlarını eski tarihlerinin belli
başlı olaylariyle birleştirecek bir şey kalmamıştır. Efsaneleri yok­
.
tur, masal nedir bilmezler, kendi dillerinde türkü söyliyemezler.
Eski budist dinini olduğu gibi muhafaza etmişler, sade bu bölgede
yayılmış olan tarikata, Iamaizme katılmışlardır. Başka alametler-
B f ı. I N M İ Y E N i c,: - A S Y A 275

den de çıkarabileceğimiz gibi bu katılışları da yeni bir şey olmayıp


herhalde daha Moğol çağı sonlarında olmuştur.
Körösi Csoma'nm, ülkelerine varmağı o kadar özlediği Yugarlar
işte bunlardır.
Sade dışı gören kimse Gan-su Sarı Uygurlarının bugünkü fa­
kirliklerinden, önemsizliklerinden yanlış neticeler çıkarabilir. Daha
c iddi incelemelerle bu toprak bugün bile eski büyüklüğü, budist
medeniyetini yayma alanındaki rolü hakkında Potanin ve Manner­
heim'ın seyahat raporlarında tahmin edildiğinden fazlasını söyler.
Tanınmış Rus bilgini Malov da hemen birinci büyük harbden önce
Sarı Uygurlar arasında dolaşmış ve bir şey ifade etmiyen etnoğraf­
ya incelemeleri yerine dikkatini geçmişi araştırmağa çevirmiştir.
Bu teşebbüsü beklenmedik bir başarı taçlandırmış ve birçok kü­
·;ük yazılı eser yanında Uygur diliyle yazılmış budist edebiyatının
hugün için en hacımlı, kalın bir cilt tutan metnini a Altın ışık - sutra•
denilen kitabı bulmuştur. Bazı sayfaların sonlarına yazılmış olan
ıı otlardan hayretle görüyoruz ki, bugün, Uygur yazısının ne oldu­
;.;u bilinmiyen Sarı Uygurlar toprağında, nispeten çok geç zaman­
larda, XVII. yüzyılda böyle kocaman bir kitabın sureti çıkarılmıştır.
Kitabın Uygurca tercümesi ise çok daha önce, herhalde Turfan'da
bulunan öteki Uygurca budist eserlerle aynı zamanda yapılmış ol­
malıclır. XVII. yüzyıla ait olup Gan-su civarında bulunan suret eski
budist edebiyatının bu toprakta kaybolmuş olmadığının, hatta eski
edebi dil bilgisinin ve yazı sanatının yaşamakta devam ettiğinin
en parlak belgesidir. Budizmin Uygurlar vasıtasiyle XIII. yüzyıl­
dan itibaren Moğollar arasında nasıl yayılmış olduğunun asıl anah­
tarı da bu Gan-su Sarı Uygurlarının elindedir.
Araştırmalar sırasında bir müddet sade şunu görmüştük ki,
Moğolların kendi dillerini tesbit için ilkin hiç değiştirmeksizin kul­
land ıkları yazı garip bir surette Uygur yazısından türemedir ve es­
ki yazıda bulunmıyan bugünkü ayırdedici işaretleri ise sonradan
bulmuşlardır. Moğol geleneğine göre yazının kabulünde başarıları
görülen okumuşlar hep budist keşişleri idi ve bu keşişler yalnız ya­
zının değil dinin yayılmasında da, bugün görüldüğü gibi, küçümsen­
miyecek gayretler göstermişlerdir. Moğol dilinin budist kelime ha­
zinesi Uygur unsurlarla tıkabasa doludur, bunların içinde öyleleri
vardır ki, Uygurcaya da başka dilden, Kuça, Tokhar veya Sogd dil-
276 BILINMIYEN i Ç - A S YA

!erinden geçmiştir. Moğollar içindeki Uygur aydınları Moğol ve


Uygur dillerine pek çok budist mukaddes kitabı tercüme etmişler­
dir. Moğol mukaddes kitaplarından birinin sonuna karalanmış bir
haşiyeden ilkin, hususiyle yetecek kadar Moğolca tercüme kitap­
lar yokken, Moğol budistlerin din dilinin Uygurca olduğunu da
anlıyoruz.
Fakat Moğollar Uygur medeniyetiyle Turfan vahasında değil
Batı - Çin'in Gan-su eyaletinde yaşıyan Uygur iskanı vasıtasiyle ta­
nışmışlardır. Kendimizi tahminlere terk etmemize lüzum yoktur.
Şu anlatacağımız 'şey Moğollar arasında ilk Uygurca okumuşların
Gan-su'lu olmalarından daha çok şey ifade eder. Büyük han Kubi­
lay'ın zamanında onun iki kardeşi , Dorta ve Godan beylere Gan-su'­
da Lianğ-cov şehri yakınında aile malikanesi verilmişti. Dorta ile
Godan oradaki Uygur budist papazların teşvikiyle budist dinini ka­
bul etmişler ve neofitlere mahsus din gayretiyle budizmin ve onun­
la beraber olan Uygur - Tibet medeniyetinin insafsız yayıcısı kesil­
mişlerdi. Uygur papazları ve ilerigelenleri, Moğolların Çin impara­
torluğunda çabucak seslerini duyurabilecek bir duruma gelmişler­
di. Bazı hükümdarların zamanındc;. Uygu ;.· politikacılariyle papazları
göze çarpacak büyük roller oynamışlardı. Mesela Çin - Moğol im­
paratorlarından Külüg hana tarihçiler, aşırı derecedeki Uygur dost­
luğundan ötürü Uygur - hükümdar demişlerdi.
Çin'deki Moğol hanedanının düşmesiyle Uygurların altın çağ­
ları da sona ermiş, ister istemez Gan-su'daki yerlerine, manastırla­
rına çekilmişlerdir. İki yüz yıl kadar bir zaman, adeta adları hiç
duyulmadan böyle geçmiş, neden sonra yeniden sahnede görünmüş­
lerdir. Fakat garip bir surette o zaman da Mogollarla yine din gay­
retleri dolayısiyle temasa gelmişlerdir. Moğol hanedanının düşme­
siyle Kubilay'ın göçebe kavmi atalarının meralarıri:ı çekilir çekil­
mez budist dinini unutuvermişlerdir. Bunda zorluk da çekmediler,
çünkü kendi topraklarında manastırları yoktu, en çoğu yabandan
gelme olan papazları ise ilk tehlikeyi görür görmez dağılmışlardır.
XV. yüzyılın sonunda Huanğ-ho'nun kuzey - doğu dirseğinde
Kuku khoto bölgesinde yeni bir Moğol imparatorluğu henüz ku­
rulmuştu ki, çok geçmeden Gan-su'lu Uygurlar yine ufukta gözük­
müşlerdir. Kuku khoto Moğol devletinin hükümdarı Altan han, za­
ferli savaşları sırasında Gan-su'ya, Uygurların oturdukları yere de
BlLtNMlYEN İ Ç - A S YA 277

varmıştır. Bu başarılı seferden başkentine zengin ganimet ve pek


çok esirle dönmüştür. Esirler arasında birkaç Uygur budist papazı
da vardı ki, ne olacağız diye hiç telaşa düşmemişler, tersine olarak,
bir yolunu bulup Moğol hanına yaklaştıkları gibi, ne yapıp yapıp
onu budist dinine çevirmeğe de muvaffak olmuşlardır. Tibet budiz­
minin, lamaizmin reformu bu yakınlarda olmuştur. Eski, bozulmuş,
kızıl tarikat denilen saltanat yıkılmış ve Amdo bölgesinden Tsong­
khapa'nın ıslahatı, sarı şapkalıların dinini Tibet'ten sonra şimdi Mo­
ğollar arasında da yaymağa başlamıştır.

Altan hanın Uygurları esaslı iş başarmışlardır, bugünkü Mo­


ğolistan'ın budizmi de onların gayretleriyle meydana gelmiştir.
x v ı.

ESKİ TİBFT

Tibet budiıuninin ba,ıangıçlar1. - Padma Sambhava tarikatı ve

16maizm. - Pagan kıral Lang darma •e kaatili, Dpal rdo - rce


lama.- Ati,a- ve Kalaçakra-sistemi.- Tibet kronolajisi.- Tibet'in
eıki pagan inanı, bon dini.- İç-Asya'da keJif olunan Tibet
eserleri.- Tibet'lilere kom,u eski kavimler.

Tibet hükümdarı Totori, sarayından <:tkt ı ve açılan noklerdcn


ayaklarının önüne görülmemiş �eyler. ibadet için bağlanmış ik i el,
altın yaldızlı küçük bir stupa ve ic;indc o sihirli çir.taman i ta§iyle
bir de kitap bulunan ufak bir sandık düştü.

Hükümdar gökten gelen bu eşyanın manasını, ne işe yaradıkla­


rını ne kadar kafa yorduysa anlıyamadığı gibi başadamları ve ba­
kanları da anlıyamaG.ılar. Fakat, neye yararlarsa yarasınlar. bu dört
parça gök eşyasını atmağı hatırına getirmedi , onları saray haznesi­
ne kitlettirdi. Muhafazaları altına verilen eşyanın ne iş göreceğini,
ne ifade ettiğini keza anlamıyan haznedarlar bcnları hazne daire­
sinin en altına, yere bırakıverdiler. Lakin gök eşyasının bryle aşa­
ğılanışı dehşetli akıbetle� doğurdu. Hükümdarın başına üst üste fe­
laketler geldi. Çocuklar analarından kör olarak doğdular, ekinler
ve meyvalar dondu, hayvanlar kmlmağa başladı, kıtlık çıktı, arka­
sından da öldürücü bir salgın memleketi kapladı. Tibet baştan başa
kan ağlıyordu.

Kırk yıl böyle geçtikten sonra nihayet bir gün hükümdarın ka­
tında esrarlı beş yabancı adam göründü. O zaman bunlar bu sonsuz
ıstırapların ve sefilliğin neden ilerigeldiğini anlattılar. Beş yabancı
nasıl beklenmeden geldiyse yine öyle kimseye gözükmeden kaybol­
du. Ama hükümdar onların dediklerini anlamıştı, hazne dairesinden
o dört parça gök armağanını getirtti, onları bayraklarının ucuna
bağlattı ve herkesin bunların önünde secdeye kapanmaJ.arını emir
etfi.. Şaşılacak şekilde, bütün belalar birden geçti . Nur topu gibi
çocuklar doğmağa başladı, ekin ve meyva h0J oldu, açlık ve ölet
BiLiNMiYEN i Ç - A S YA 279

sona enli, dü:1y:ı 5en1i!i: ,.c � :�:-ıdetlc doldu. Gökten gelen bir ses To­
tori'ye, haleflerinden beşincisinin, bu dört mübarek eşyayı kullan­
masını da bileceğini anlattı.
Bu fal çıktı. Totori'nin, tahtında beşinci halefi olan Srong-btsan
Sgam-po mE:mleketine hudizm dinini soktu ve bununla gerçekten
budistliğin dört mukaddes alametinin manasını anladığını gösterdi.
Srong-btsan Sgam-po İ. 617 - de doğdu ve dünyaya gelişi
s.

birtakım mu�izeli alametlerle oldu. Buddhalar ve bodhisattvalar bu


doğumu kutladılar, gökten çiçek yağdı ve yer, altı kere deprendi.
Budizmin Tibet'c girişini ve orada yayılışını yerli hikayeciler
işte böyle re:ıkli masallarla anlatırlar. Srong-btsan Sgam-po'mın
gerçekten tarihi olan şahsiyetini, dinci gelenek, yere in�iş tanrı şek­
line sokmuştur. Srong-btsan Sgam-po, sevdiği merr. 'eketi ve halkını,
selamete eriştiren dinin sırlarına erdirmek için Tıbet'e inmiş olan
merhametli Avalokiteşvara'nın yeryüzündeki tenleşmesidir. Bu in­
sa f nedir bil miyen yarı vahşi göçebe hükümdarın, İç - Asya ile
Çin'e Tibet silahlarına saygı göstermeyi öğreten bu pervasız istila­
cının, budist hikayecilerinin hayran kalemleriyle nasıl bir aziz, hat­
ta bir merhamet tanrısı haline getirildiği hayret ve dikkate değer.
Muzaffer göçebe hükümdarların örneğine uyarak o da ilerige­
len yabancı ülkelerden kend:.>ine bir karı edindi . Önce Nepal kıralı­
nın kızı Bhrikuti, s9nra Çin prensesi Ven-çınğ ile evlendi. Her iki
gelin de önce kendilerini alrJ)ağa gelen elçilerle o ıssız, vahşi mem­
lekete gitmekten çekinmişti, fakat sonradan, içlerindeki ilahi sesi
dinliyerek yola çıktılar. Her iki kadın da gayretli budist mümini
idiler ve her ikisi de o gururlu, pagan kocayı budist akidcsjnin nur­
lu yoluna getirmeye aynı şekilde niyet etmişlerdi. Nepal'lı prenses
yeni vatanına yalnız ba�ına gitmemiş, yanında budist bilginleri,
mukaddes kitaplar getirmişti. Çin prensesi de böyle yapmış, fazla
olarak o, yanına santal ağacından yapılmış sihirli bir Buddha hey­
kelciği de almıştı. Tahiatiyl� bu iki budist karı çabucak yere inmiş
tanrıçalar oluverdiler.
Şurası muhakkak ki, Srong-btsan Sgam-po iki budist karısının
tesiri altında gerçekten bu yabancı dine ilgi göstermeğe başlamış ve
Tibet budizminin ilk kanadlanışı onun saltanatı sırasında olmuştu.
Fakat sonraki din ulularının yazdıkları gibi, budizmin eli kılıçlı ya-
280 B İ L f N M İ Y F: N i Ç - A S YA

yıcısı olduğu da abartmadır. Geleneğe göre Tibet yazısının kabulü


ve yayılışı da Srong-btsan Sgam-po'nun eseridir. Güvendiği baş­
adamlarından birini, Thonmi Sambota'yı, kavmine bir yazı ver­
dirtmek için on altı kişilik bir heyet halind� Hindistan'a yollıyan
o idi. Thonmi Sambota, üzerine aldığı işi mükemmel bir şekilde
ba�rdı. Kendisince bilinen Hindistan yazılarından Tibet alfabesini
meydana getirdiği gibi, ilk Tibet gramerini ve Tibetçe ilk tercüme­
leri de o yaptı. Onun memlekete dönüşünden sonra Srong-btsan
Sgam-po kendisi de dört yıl gayretle çalışarak yeni bilgiyi elde etti.
İlk büyük Tibet hükümdarı bir ba�kent kurdu, bugünkü Lha­
sa'nın yüksek bir yerinde sarayını yaptırttı. Karılarının adına ma­
nastırlar ve tapınaklar kurdurduğu gibi, kendi din gayretine uya­
rak başlıca budist mukaddes kitaplarını Tibet diline çevirtti.
Tibet'li din ulularının sonu gelmez alayı ilk aziz kırallarının
şeklini dindarlığın bütün alametleriyle ne kadar süslemek isteseler
de, saltanatı sırasında budizmin hiç de o kadar derin kök salmış
olmadığı kendi eserlerinden de anlaşılmaktadır. Zira ölümünden
sonra gelen yüzyılın hadisesizliğini, önemsizliğini bu eserlerinde,
yeni dinin gelişmesini, yayılışını gösterecek hareketlerle kendileri
bile doldurmağa muvaffak olamamışlardır.
Aradan bir yüzyıl geçtikten sonra, Tibet budizminin pek zi­
yade tazim gören başka bir siması, hükümdar Khri-srong Lde-btsan
sahnede görünüyor. Bu dinci hükümdarın hayatını, akide uğrundaki
emeklerini ne türlü hikaye ettiklerine bakılınca bundan Tibet'te
budizmin onun zamanında da henüz pek zayıf temeller üstünde
durduğu görülür. Khri-srong Lde-btsan Çin'li bir anadan dünyaya
gelmişti. Her ne kadar anası gibi kendisi de gayretli bir budist idiy­
se de, eski pagan • kara din • e çeken büyük adamların kör taassu­
bu yüzünden, dinini ancak sonradan açığa vurabilmiştir. O zaman
da bunu, kendilerinden emin olduğu sadık adamlariyle adeta bir
darbe tertibetmek ve paganların menfaatlerini gözeten başbakanını
ansızın yakalatıp diri diri gömdürmek suretiyle yapmıştır. Esasen
budizmin Tibet'teki yayılışı da ancak o zaman başlamış ve budizm
uluları da Tibet'te ilkin o vakit görünmüşlerdir. Bunların gelişleri
ve yayımlarda bulunmaları, Tibet'teki budizm tarikatlarının tari­
hiyle aynı şeyi ifade eder.
B İ L f N M İ Y F. N IÇ- .\ S Y ..\
. 281

Hükümdar Khri-srong Lde-btsan'ın darbesi muvaffak olunca


cemaatin ilk işi Hindistan'dan, budizm akidesinin tanınmış bilgini
Şan t i Rakşita'yı davet etmek oldu. Şanti Rakşita geldi, fakat hala
kolay bir iş karşısında değildi. Pagan dininin başkoruyucularını l
şuna temizlemişlerdi, halk zoraki değişikliğe bir türlü yaııaşmıyor­
<lu. Buqist geleneğinin anlatışına göre, bu yabancı papaz va'zetmeğe
başlayınca korkunç bir gök gürlemesi olmuş, bir şirr-�� � ,�:i�erek
kıral sarayını harap etmiş, nehirler taşınış, sürüler yok oımuş ve
dehşetli bir ölet insan saflarını seyreltm işti. Başka bir deyimle, hoş­
nutsuzluk gösteren Tibet'liler ayaklar'lmağa başlamışlardı, o korkunç
alametlerin sayılması ise Şanti Rakşita'nın Tibet'ten Nepal'e öyle
ansızın gidivermesini örtbas etmek için uydurulmuş saf bir buluştan
başka bir şey değildir.

Geleneğe göre Şanti Rakşita kendi kudretinin yetersizliğini gö­


rerek Khri-srong Lde-btsan'a, kendi yerine memleketine bütün en­
gelleri ve tehlikeleri pervasızca yenmesini bilen budist büyücüsü
Padma Sambhava'yı salık verdi.

Padma Sambhava Hindistan'ın kuzey - batı sınırında, bugünkü


Keşmir ile Afganistan arasında uzanan ülkede doğmuştu ve orada
yaşıyordu. Bu ülkede budizm garip bir değişikliğe uğramış ve yerli
pagan unsurlarla karışarak acayip bir şekle girmişti. Eski temelin
yerini, sihirbazlık, efsunculuk, birtakım manasız musk a lar, büyüler,
esrarlı şeyler almıştı. P ıdma Sambhava Tibet'e, budiz� in bu çığ­
rından çıkmış şeklini getirmişti. Her şeyden hoşnutsuzluk gösteren
pagan Tibet'liler onun yayımlarına · daha çabuk ısındılar, zira kendi
dinleriyle bu yeni yayımlanan akide arasında pek çok yakınlık var­
dı. Üstadın etrafını bir alay çömez sarmıştı ve bunlar kendilerinin
sahip oldukları sihirli kuvvet karşısında ne maddi ne de ruhi hiçbir
engel bulunmadığını övünerek yayıyorlardı. Gelenek bunların için­
den tanınmış olanları adlariyle saymakta ve kimin hangi büyünün
ustası olduğunu da ilave etmektedir. Saf Tibet'lilerin kendilerini
nelere inandırdıklarını görmek insanr hayrette bırakır. Padma Sam­
bhava'nın çömezleri gün ışığına binerler, bir kazığı k ayaya ter�ya­
ğına saplar gibi saplarlar, ölüyü diriltirler, kuş gibi havada uçarlar,
yırtıcı hayvanları ve kuşları elleriyle tutarlar, yaban domuzunun
sırtına binerler, suyun içinde balık gibi yüzerler, tuğla yerler, leş­
leri altın yaparlar, şimşeği tutar ve onu yaylariyle, ok gibi atarlardı.
282 BİLİNMİYEN i Ç - A S YA

Padma Sambhava 'nın tarikatı bu idi. O, budist keşişlerinin


perhizci hayatını yaşamaz, iki karısı bile bulunurdu. Kendisinin, di­
nin kurucu:m Gautama Buddha'dan daha büyük sihirci olduğunu
ilan ederdi. Altın yaprn::ı s ını bilmekle, büyülü içkilerinin aldatmaz
oluşiyle ve simya bili.ninin en büyük üstadı olmakla övünürdü. Öy­
leyken yine de aziz hayatı sürmek, tanrı sülalesinden gelmiş olmak
ve gökten inmiş bulunmak gibi bin bir efsaneye bürünerek yalnız
T ibet budizminin panteonuna girmekle kalmamış, orada en büyük
şeref yerine de geçmiştir.
Padma Sambhava A m ita bha ' n ı n manevi evliı.dadır ve kör kıral
Indrabhuti 'ıı irı oğlu olarak bir lotus çiçeğ inin ortasından doğmuş­
tur. Kıra ! Indrabhuti aziz hayatı süren mübarek bir zattı, bütün ma­
lını, hazi nesini fıkaraya dağıtmış, öyleki kendlsine h içbir şey kal­
mamıştı. Hazinesi boşalınca uzun yolculuğa çıkmış ve tehhkeli u zak
denizlerden gecerek hazineler adasında n , bütün niyetlc-ri yerine
getiren cevheri, çintamani taşını alıp getirmişti. Dindar kıral se­
mavi oğlunu, Padma Sambhava'yı yet iştirmiş ve onu Seylan'lı bir
prensesle evlcnd'irmi�ti. Kıral oğlu bolluk içinde rahat bir hayat ge­
çirebilird i . fakat gökten gelen işareti dinliyerek, dünya gösterişle­
rinden yüz çevirdi ve kendini büyücülüğe verdi. Kıral sarayının
balkonu nda çırılçıplak dans etti ve elinde tehditçi b ir şekilde kal­
dırdığı sihirli şimşek - vacra ile kıral babasının tabilerini arka ar­
kaya öldürdü. Artık onun fazla di ndarlığı para etmiyordu ; taşkınlı­
ğı hadd ini aşmıştı. Bunun Üzerine yüksek büy ücülük ilmine kulak
asmıyan başadamlar onu kazığa oturtma cezasına çarptırmışlardı.
Fakat Padma Sambhava'nın sihirbazlığı boşuna değildi, böyle ufak
tefek şeyler onun keyfini kaçıramazdı. H iç istifini bozmadan önce
dinsiz hakimlerine, şimşek - vacra ile öldürdüğü adamların hepsinin
de bozulmuş insanlar olduğunu ve evvelki hayatlarında işledikleri
kötülük ler yüzünden bu cezayı haketmiş bulunduklarını ispat etti.
Vluvaffa l.: ıyetli müdafaasının neticesini merak bile etmedi , - hal­
buki ölüm cezası sürgüne çevrilmişti - ve sihirli atının, Valahaka'­
rıın sırtına atlıyarak cinlerin yardımiyle havada kayboldu.
Bu aca.yip ka�ıştan sonra Padma Sambhava bütün ülkeleri do­
bsmı:ş. bütün bilimleri. - tabii başta yıldızlar bilimi, kimya, simya
biliml&ri olmak üzere - öğrenmiştir. B ilimlerin hepsin i yuttuktan
�onra vücudu havada dağılıp kayboldu. Derken bütün gökleri dol-
8 1 L i N M 1 Y E "; 1 (. - .\ S ·, \ 28!1

durdu ve vücudundan alkım renkli pek çok bu1'.ıt meydana geldi.


Akidelerinin yayımına o zaman çıktı. Doğduğu memleket i . U r d ya n'ı
ziyaret etti, dünyanın sekiz bucağını dolaştı , ı ıcrcye gi t tiyse ora­
da " akidesinin çarkını çevirdi n . Padmu S<ımbhava'nın uysal. her
şeye yatan gayretli din çeviriciliğinin k a ra k te r ist i .� i . bud ist ge le ­
neğine göre de, dolaştığı yerlerde hep orad:.ı yay ılmı� h u rn fP.le r i ve
din görüşlerini göz önünde tutarak akidelerini yer yer değ i !j t i rme­
sidir. Pagan adetlerine inatla sarılan Tibet'te o kadar başa r ı elde
etmesi herhalde bundandı!

Padma Sambhava'nın akıbetinin, ctoğuşu ve clli n .v a da k i ya �:ı­


yışı gibi esrarla dolu olduğu ise tab iidir. Son saat i <:aldığı, eserini
tamamlamış olduğunu gördüğü zaman bir sıçrayışta s ihirli atına
bindi. Dudaklarından son bir işaret daha duyuldu w bir : ın :;onra
havaya yükseldi. Hükümdarla müminler ayakları yen.� ça k ı l ı bir
halde onun nasıl uzaklaştığına ardından bakakald ılar. Artık a nca k
bir karga kadar görünüycrdu, sonra bir sinek ve nihayet bir haşha!-i
tanesi kaiar görebildiler, ondan sonra hiçbir şey görülmez oldu ,
yalnız ertesi gün tanrının IUtfiyle kalb gözl�ri açıldı ve Padma Sam­
bhava'nın cinler ülkeı:;inde bir ağaç altında oturcl.u!�unu ve altın
tozuna bulanmış olarak atının da yanıbaşında du rd ı..: f� unu gi.irdülcr.

Padma Sambhava' nın tarihi şahsiyeti etrafındaki b ii�imi3 çok


daha zayıftır. Genel bir sanıya göre meşhur eski Bsam-yas ımınastı­
rını onun kurdurmuş olması herhalde temelsiz olmasa gerektir. son­
raları bu manastırın Padma Sambhava cemaatinin merkezi ckluğu
ise muhakkaktır. Kendi cemaatinin başıboş hayal inin pernı. ızca uy­
durduğu abartmaları n yanında Padma Sambha va'n ı n Tibet bı.ıdi:ı:­
mi tarihindeki rolü daha önemli, daha kalıcıd ır. Budiz11' in , oıııııı
zamanından beri lamaizm dediğimiz tarikatının ak ide;,;ini Tibet'c
soka n, yerleştiren o idi. Lamaizm, adını esasen yüksek rü tbeli papaz
demek olan lama sözünden al m ışt ı r . Bunun en eski şeklinin a kid e­
leri Padma Sambhava'n ın Tibet'te yerleştirmiş olduğu acayip pren­
siplerle talimlerin tamamiyle aynıdır. Bu ilk za ma n l a rd a p::ı.g;:n
Tibet'liler arasında budizmin i ki büyük tarikat ı , m �hayarıa v e hi­
nayana, değişik başarılarla birbirleriyle mücadele ctm i�lerd ir. Pad­
ma Sambha va'nın zaferiyle bu mücadele sona ermi�, e ! 1 acay ; !"l şc!;­
liyle de olsa, mahayana tarikatı üstün gelm i şt i r . Lama iz m o vakitten
beri de pek çok değişiklik, reform geçirmiş, fakat başlanı:ıı•,tan beri
B I L f N M I Y EN İ Ç - A S YA

en esaslı unsuru, bugün de temel hükümlerinden olan efsuncu for­


müller ve tantra akideleri olduğu gibi kalmıştır.

Khri-srong Lde-btsan'ın saltanatı zamanında budizm Tibet'te


gerçekten temelleşmiş ve ondan sonra da bir müddet daha gelişme­
sine devam etmiştir. Budizm, altın devrinin doruğuna onun torunu
ve ikinci halefi olan Ral-pa-çan zamanında erişmiştir. Şimdi artık
IX. yüzyılın ortalarında bulunuyoruz. Büyük Hint'li panditalar, Ci­
namitra, Surendrabodhi ve ötekiler görünüyorlar. Bunların idareleri
altında ve Ye-şes-de, Çhos-kyi Rdyal-mkhan gibi seçkin şahsiyet­
lerle Tibet'te tercümeci aydınlar sınıfı meydana geliyor (ve çalı­
şıyor) . Hint'lilerle Tibet'lilerin el birliğiyle genç lamaizmin ilk
durulması başlıyor. Pagan unsurların en göze batan kısmını atı­
yorlar, birtakım tarikatların akidelerini kökünden temizliyorlar ve
planlı bir ayıklama ile, ele geçen işe yarar metinlerden Tibet bu­
dizminin şeriat mecmuasını bir araya getirmeğe başlıyorlar. Ki­
lisenin durumu, yalnız manevi değil maddi bakımdan da sağlam­
laşıyor. Ral-pa-çan her bir keşişin bakılma işini yedi ailenin omu­
zuna yüklüyor. Bu tedbir papaz sınıfı için muazzam bir yardım
olmakla beraber, çok . �eçmeden ortaya çıkan hoşnutsuzluğun to­
humunu da taşımaktadır. Maddi yükler altında ezilen göçebeler
kulaklarını merakla pagan papazların sözlerine dikmişlerdir. Hoş­
nutsuzluk arttıkça artıyor, nihayet önüne geçilmez bir ayaklanma
halinde patlak veriyor.
Asiler budist kıral Ral-pa-çan'ı öldürdüler ve yerine, pagan­
ların gözbebeği olan Lang darma'yı tahta oturttular. Gerek budist
papazlar gerekse cemaatleri korkulu günler geçiriyorlardı. Ma­
nastırları, tapınakları yıktılar, tanrı heykellerini parçaİayıp nehre
fırlattılar. Papazların eski yaşayış tarzlarını bırakmaları lazım
geldi, ya kendilerinin nefret ettikleri pagan hatıralar uyduran av­
cılık hayatına yahut da budist ruhlarının en büyük saydığı güna­
ha, canlı mahlukları yok etmeğe razı olarak, kasaplığa başlamak
zorunda kaldılar. lelerinden inatçılık gösterenler derhal ölümün
pençesine düşüyordu. Bir yolunu bulan, bu kana susamış müste­
bitten kaçar�k mağara köşelerinde, ıssız dağlarda, ulaşılmaz uzak
ülkelerde bir yere sığındı. Bu tethiş saltanatı tam üç yıl sürdüğü
halde kovalamalar, zulümler şiddetinden bir şey kaybetmedi. Fa­
kat kovalananların öc duygusu da hafülemedi.
Bl L 1 N M İ 11· E N İÇ - A SYA 285

Nihayet iş saati çaldı. Dpal rdo-rce lama o. zamana kadar sı­


ğındığı yerden çıkıp öc alma hırsiyle soluyarak başkente y ürüdü.
Paganların arasına karışarak, kimseye sezdirmeden kıral sarayının
yakınına sokuldu. Eski savaş seferlerini ebedileştiren büyük yazılı
taş, sarayın önünde yükseliyordu. Dindar bir dikkatle yazının met­
nini inceliyormuş gibi yaparak bütün gün oralarda vakit geçirdi.
Hakikatta ise hep münasip anı gözetiyordu.
Dpal rdo-rce lama bu şeaın�tli yola çıkmazdan önce her şeyi
inceden inceye tasarlamıştı. Beyaz atını kömürle karaya boyamış,
sırtına, içi kar gibi beyaz, kocaman, siyah bir pelerin atmıştı. O
yazılı taşın etrafında bakındığı sırada pagan kıral göründü ve ken­
disine doğru yürümeğe başladı. Dpal rdo-rce lamanın beklediği
fırsat kendiliğinden ayağına gelmişti. Tebaalık saygısı icabı, kıralın
önünde üç kere yere kapandı. Fakat ilk yatışında bol pelerinin al­
tında oku yaya takmıştı, üçüncü defasında ise onu pagan Lang
darma'nın kalbine fırlattı. Şehirde ortalık altüst oldu. Kıralı vur­
muşlardı! Halkın aklı başına gelip de kaatilin peşine düşünceye
kadar Dpal rdo-rce lama dağ dere aşmıştı. O, atını nehre sürerek
yüzdürüp geçti, sırtının kara kömür boyası akınca at yeniden kar
gibi ağardı. Pelerini tersine çevirip beyaz tarafını dışına getirdi.
Kendisini kovalıyanları aldatarak kaçıp dağlara sığındı.
Lang darına İ. s. 900 - de öldürülmüştü. O kadar özlenen sü­
kunet yerine memleketin havasını iç çarpışmaların patırtısı doldur­
du, parçalanar. Tibet toprakları üzerinde, bencillikle kendi menfa­
atlerini korumak istiyen küçük kırallar barbarca dövüşüyorlardı.
Kendisinden nefret edilen müstebit yok olmuştu ; ancak budist pa­
pazları daha uzun zaman buna sevinemediler. Kötü olan durum­
ları daha beter oldu. Bir pagan yerine çok - kafalı bir canavar bo­
ğazlarına sarılmış, durmadan onları sıkıştırıyor, hırpalıyordu. Hin­
distan'lı panditaları memleketten çıkardılar, Tibet'li budist tercü­
meci okumuşları darmadağan ettiler ve lamalardan ellerine geçi­
rebildiklerini parçaladılar.
Bu çılgın kovalamalar biraz hafifleyince ve kovalanan lamalar
birer ikişer, altüst olmuş tapınaklarına dönmeyi göze alıncaya ka­
dar uzun zaman geçti. Her şeye baştan başlamak lazım geliyordu,
fakat Buddha çocuklarının gözleri hiçbir şeyden yılmıyordu. Yı­
kıntıları temizleme işle:cini sessizce bitirdikten sonra yavaş yavaş
286 D İ L I N M İYEN iÇ-ASYA

kendilerine geldiler, hatta anlaşılan, eski kudretlerini de gitgide el·


lerine geçirdiler. XI. yüzyılın başında Tibet kilise tarihinin yen i
'
bir parlak bölümü başlıyor. O zaman ( 1 039) Tibet'e, tanınmış bir
Bengal'lı pandita, altmışlık Atişa geldi. Karmakarışık olmuş, ya­
bırncı otlar sarmış olan akidenin temizlenmesi onu beklemişti. A­
tişa, Tibet budizmi tarihinin, tıpkı daha eskiden gelmiş olan Padma
Sambhava gibi, yüksek bir simasıdır.
Padma Sambhava'nın büyücü mecus akidelerini, değişmiş şe­
killeriyle bugün Tibet'in a ncak birkaç köşe bucağında güderler.
B�ma karşı Atişa'nın eseri zamanımıza kadar o:·tadan kalkmamıştır.
Onun adı Kalaçakra denilen usulün kabulü ve yayılmasiyle aynı
şeyi ifade eder. Bu usulün ötekilerden ne gibi noktalardan ayrıl­
makta olduğunu burada açıklam'.1:.-C bizi konumuzdan uzaklaştırır.
Atişa'nın usulü anlaşılan Tibet'e Hindistan'dan gelmiştir, fakat asıl
vatanı orası da olmayıp İç - Asya'da bir yer olmalıdır.Tibr.t 'li
din uluları bu esrarlı doğum yerine Sambhala derler. Bu Hintçeye
benziyen Sambhala adını hangi İç - Asya ülkesine verdiklerini ise
henüz tam olarak tesbit etm�k imkansızdır.
Bununla beraber Kalaçakra usulünün en göze çarpan iki nite­
liğini burada kaydedeceğiz. Adi - Buddha'nın akidesini kabul e<ler.
mezhep budur ; Adi - Burldha'dan , ezelden beri yaşıyan ve her şeyi
yaratmış olan en baş tanrıdan evvelce bahsetmiştik. Zaman he­
saplamanın, bugün de kullanılan özel bir tarzını Tibet'tc yine bu
J'"'.€Zhcp yerleştirmiştir.
i ç - Asya'dak i kavimler, tıpkı Çin gibi, zaman hesaplamanın o
büyük, h ıristiyanlarınkine veya müslümanlarınkine benziyen ve
yüzyıllardan beri kulla nılan kronoloj ik usulünü bilmezlerdi. İçle­
rinde tesadüfen medeniyetin, yazı ve edebiyatın gelişmesini icabet­
tiren bir basa mağına yükselenler, zaman hesaplama esası okrak
kendilerine, hükümdarlarının saltanat yıllarını alr.uşlardır. Oku­
yup yazma bilm iyen başka göçebe yığınlarının ise bu zaman he­
saplamadan tabiatiyle haberleri olamazdı, onların ayrı bir zaman
- hesaplama usulleri vardı. Bu usul Kalaçakra kronoloj isinin de te­
melidir ve esasını. netice itibariyle aşağı yukarı 12 yıllık bir devre
gösteren Müşteri ı J upiter) scyyaresinin astronomik incelenmesin­
de aramak lazımdır. Bunda hareket noktası on iki yılı gösteren bir
birimdir ve bunu meydana getiren yılların her biri tam ol arak be-
HILINMIYEN l <,: - A S Y A 287

lirleştirilmiş bir sıra ile, birtakım hayvan adlarını taşımaktadır


ki onlar da şunlardır : sıçan, öküz, kaplan, tavşan, ejder, yılan, at,
koyun, maymun, tavuk, köpek, domuz.

Bu on iki yıllık kronoloj ik birim olsa olsa bir insan ömrünün


olaylarını göstermeğe yarıyabilir. Göçebe çoban, hangi hayvanın
burcunda doğduğunu söylediği zaman, onL:n yaşı şaşmaz bir doğru­
lukla tayin edilebilir, çünkü onlarda ki::nsenin ömründe on iki yıl
birden yanılmak mümkün değildir. Fakat bu on iki yıllık hay­
van - devri genış zaman - birimi içinde zaman tayinine yetmediğin­
den, başka on unsurla genişletilmiştir. Bu on unsuru da lağaç, su,
demir, toprak, ateş) tabii unsurlarını ele almak ve bunların her
birini erkek , dişi ( yan i : erkek ağaç, dişi ağaç, erkek su, dişi su ) ol­
mak üzere bir misline çıkarmak suretiyle elde etmişlerdir. İ mdi bu
onluk ve on-ikilik usullerin birbirine katılmasiyle altmış yıllık -
devreler çıkarılmıştır. Zaten büyük Müşteri - devresi denilen za­
man ölçüsü de bu kadardır, şu halde İ ç - Asya'nın on iki ve altmış
yıllık devresi ile Müşteri - devresinin birleşmesi bir tesadüf işi el­
masa gerek! Kalaçakra - kronolojisi bu zaman ölçüsü esasına da­
yanmaktadır, yalnız sistemini, altmış yıllık devreyi numaralamak
suretiyle daha genişletmiştir. Buna göre Tibet Kalaçakra - kronolo­
j isinin verdiği bütün r ilgiler bizim zaman hesabımıza tamamiyle
çeHilebilmektedir. Böylece mesela rasgele alacağımız üçüncü dev­
renin dişi - ateş - kaplan y ilı bizim hesabımıza göre 1 206 - ya dü­
şer.
İ lk altmış yıllık - devre İ . s. 1 027 den başlar ve devreler o va­
-

kitten zamanımıza kadar fasılasız devam eder. Dediğimiz gibi on


iki yıllık - devrenin birinci yılı sıçan yılıdır. Çin'lilerin kronoloj isi
bu hayvan yılı ile başlar, göçebe kavimlerin büyük çoğunluğu da
bu başlangıç noktasını d�ğiştirmeksizin muhafaza etmişlerdir. Fa­
kat bazı İç - Asya kavimleri de türlü sebeplerle bu esas başlangıç
noktasından ayrılmışlardır ve mesela Moğollar devreyi kaplan yılı
ile başlatırlar. Böyle olmakla beraber hayvan yılı hesabını kulla­
nan bütün kavimler her bir noktada birleşirler. Kaplan yılı Çin'de
de, Tibet'te de, Moğolistan'da, Tokharla!"da, Uygurlarda, Sogdlar­
da, hasılı hayvan - devresini bilen ve kullanan bütün kavimlerde
istisnasız kaplan yılıdır. Böylece büyük devrelerin sıçan yılı ile
başlamayışından hiçbir zaman karışıklık çıkamaz. Sıçan yılı, Kala-
288 ll İ L İ N M I Y F. N i Ç - A S YA

çakranın Tibefte kabulü sıralarında 1 024 - e düşüyordu, 1025 öküz


yılı, 1026 kaplan yılı, söı.ü geçen 1027 ise tavşan yılıdır. Kalaçak­
ranın ilk altmış yıllık devresi 1027 yılı ile, yani tamamiyle yeni
bir Müşteri - devresinin başladığı ve fiilen de tam Tibet'te kullanıl­
mağa başlandığı yılda başlar. Fakat 1027 yılı bu on iki yıl­
lık hayvan - devresinin ilk yılı olan sıçan yılı ile aynı zamana düş­
müyordu. Beri yandan İ ç - Asya'da umumiyetle geçen hayvan - sı­
rasım da - mesela hepsini dört yıl ileriye almak suretiyle ihtiyari
olarak seçilen bir yılı başlangıç alarak - bozmağa da bir türlü im­
kan görülemiyordu. İ şte bunun için, 1027 - ye raslıyan normal tav­
!}an yılını esas tutarak her tarafta adet olan sıraya göre zaman he­
::::.ı bma devam ettiler. On iki yıllık devrede başlangıç olarak tav­
şan yılını alınca, o zaman devrenin son yılı kaplan yılı olacağı ta­
uiidir.

Buna göre İç - Asya'nın öteki kavimlerinde kullanılan usuller­


le Tibet'lilerin hayvan - devresi şöyle karşılaşır :

Çin, Kök Türk v.s. Tibet


1 sıçan tavşan
2 öküz ejder
3 kaplan yılan
4 tavşan at
5 ejder koyun
6 yılan maymun
.,
• at tavuk
8 koyun köpek
9 maymun domuz
10 tavuk sıçan
1 1 köpek öküz
12 domuz kaplan

XI. yüzyıldan itibaren Tibet lamaizminin tarihi koca bir nehir


haline gelmektedir, artık onun genişlemelerini, kıvrılmalarını takibe
devam etmiyeceğiz. Belki yalnız şurasını kaydedebiliriz ki Lhasa
Dalay lamaları XIV. yüzyılda görünmüşlerdir ve savaşçı göçebe
devlet bünyesi o vakitten başlıyarak ruhani {theocratique) bir
devlet şeklini almıştır.

'l"ibet budizıninin ilk yüzyıllarındaki, güçlükler ve mücadele-


RfL I N M f YEN İÇ-A SYA 289

lerle dolu hayatını gözden geçirirken eski pagan din ile ne kanlı
savaşlar geçirmek zorunda kaldığını görmüştük. Şu halde bu sökü­
Jemiyecek kadar kökleşmiş olan atalar - dini acaba ne idi? Bu di­
nin adı bondu, neyi ihtiva ettiği ise bugün her zamankinden esrar­
hdır. Bu atalar - dini inatçı mücadeleye rağmen yıkıldı. Fakat her
yerde olduğu gibi, karşısındaki düşman, yani budizm de tam bir
zafer elde edememiştir, çiğnenen pagan dinin hurafeleri, mahalli
talimleri farkım:. ,,arılmadan onun akideleri arasına sokulmuştur.
Bon dinine gelince, yüzyılların fırtınalarına dayanmış ve Tibet'in
yanaşılmaz bölgelerinde bugüne kadar yaşamış ise de, o da artık
eskisi değildir. Hayatına kast eden yabancı dine karşı canını ve­
rircesine beyhude uğraştı, yavaş yavaş kendisinin de içerden ve
dıştan gelen budist tesirlerle dolduğunu gördü.
Eski bon dininin, göçebe çobanların eski şamanizmlerinden
ba:;ka bir şey olmadığını söylerler. Bu gelişigüzel hüküm esasen
meseleyi etraflıca incelemekten kaçınmak demektir. Çünkü pek
ziy�de umumileşmiş olan şamanizm adı altında elle tutulabilecek
b:r muhtevayı beyhude araştırırız. Sibirya'daki Goldlarla Buryat­
larırı güttükleri dinin şamanizmin Tibet'teki bon dininin aynı ol­
duğunu en sathi tetkikçi bile iddia edemez.
Eski Tibet din ulularının eserlerinde o büyük pagan düşma­
nın dini hakkında µzun boylu bilgi aramamız tabiatiyle beyhude­
d ir. Budizm unsurları ile doldurulmuş bugünkü bon dini ise eski
karanlık günlerin başlangıçları hakkında ancak vasıtalı şekilde yol
gösterebilmektedir. Bu zor meselenin aydınlatılması gelecek ne­
si ller bilginlerini beklemektedir. Şimdilik Çin'lilerden, VI. yüzyıl
Tibet pagan dini hakkında bize kalmış olan kısa birtakım kayıtlar­
la yetinmemiz lazımdır.
Tibet ilerigelenleri her yıl bir kere u küçük andiçme • törenine
toplanırlardı. O zaman koyun, köpek . maymun kurban edilirdi.
Kurbanlık hayvanların önce ayaklarını kırarlar, sonra keserler, iç
uzuvlarını çıkarırlar, parçalarlardı. Büyücü papazlar gök, toprak,
dr-� ğlar, nehirler, güneş, ay ve yıldızlar tanrılarına . yalvarırlardı . .

Üç yılda bir " büyük andiçmen töreni yapılırdı. Geceleyin, bu iş için


yapılmış ve en nefis yemekler konmuş yüksek bir mihrap önünde
topl:rnırlardı. Törenin esası bu sefer de yine kurban kanı dökmekti.
Büyük andiçme töreninde tanrıların ve ruhların selameti için yal-
290 B İL 1 NM İYEN 1 Ç - A S YA

nız öküzlerden, eşeklerden, atlardan değil insanlardan da kurban


verilirdi. Şu muhakkak ki, insan kurban etmek bon dininin en gö­
ze batan, en barbar adetlerindendi. Eski Tibet kaynaklarında ve
daha yeni bon kitaplarında bu eski pagan dinin de Tibet'e yaban­
dan geldiğini okumakla az hayrete düşmüyoruz. Asıl vatanı gılya
Jang-jung kavminin ülkesi imiş ki, burasını bugünkü Gu-ge eyale­
tiyle bir sayarlar. Bu eski memleketi de ilerisi gözükmez bir ka­
raltı örter ve her ne kadar bon dininin mukaddes kitapları, fakat
Padma Sambhava tarikatına ait eserler de, pek çok Jang-jung ke­
lımesi, kitap adı kaydetmekte iseler de, henüz bunların sırlarına
yakından göz atmak mümkün olamamıştır. Lamaist müminlerin
Om mane padme hum duaları pagan bonların ağzında Om matTe
muye sale du şekline girer. Bugün artık tabiatiyle, mukaddes ki­
taplarının eski Jang-jung kelimelerini nasıl anlamıyorlarsa, bunun
da tam anlamını bilmiyorlar.

Bugünkü Tilıet'te bon cemaati iki kümeye ayrılır; bunların


biri kaTa bonu, öteki ak - bonu güder. Kara tarikat eski gelenek­
-

leri şöyle böyle henüz sadakatle muhafaza etmekte ise de ak - bon


tarikatı adeta şaşılacak bir benzerlikle budist teşrifatını kopye et­
miştir. Eski bon dini kilise, manastır ne olduğunu bilmezdi, din
kitabı yoktu. Ak - bon tarikatlarının bugün öyle zengin manastır­
ları vardır ki, budist rakipleriyle istedikleri gibi yarışa çıkabilir­
ler. Sonra lamalarla giriştikleri yarışta hiçbir bakımdan geri kal­
mamak için onlar da kendilerine 140 cilt tutan bir Kancur ve 160
ciltlik bir Tancur uydurmuşlardır: Amerika'lı Roerich sefer heye­
ti böyle bir Kancur ve Tancur keşfetti, fakat bu iki mükemmel
mecmuadan Tibet'in eski pagan dininin aydınlatılması işinde fay­
dalanılamıyacağı da peşin olarak söylenebilir. Tibet'lilerle hısım
Lepçalar, Lololar, Mosolar ve daha başkaları gibi barbar kavimle­
rin boş inanlarının, adetlerinin henüz erbabını bekliyen dikkatli in­
celenmelerinden daha çok fayda elde edileceği umulur.

Budistlik ilhamiyle yazılmış Tibet kitaplarına inanan bir kim­


senin, Tibet tarihinin oradaki budizm ile başladığın� ve bu ıssız
Asya ülkesinin en parlak devirlerinin budist ışığı ile aydınlandığı
çağlar olduğuna inanması lazımdır. Büyük Asya seferlerinin keşif
işleri burada da az şaşılacak şeyler ortaya çıkarmamıştır. Miran'da,
Mazartag'ta, sonra Turfan'da ve Dun-huanğ'da IX. yüzyıldan ele
BfLI NM fYEN i Ç - A S YA 29 1

geçirilmiş olan, Tibet garnizonlarına ait eserler, Tibet din uluları­


nın bu çağların büyük budist başarılarını öven bencil iddialarını
hiç de teyideder görünmemektedir. Meydana çıkan bu eserlerin
çoğu dünya konulu olup budist akidesinin, sonraları her şeyi silip
süpüren karakterinin izini bile taşımazlar. Tersine olarak bazı ev­
raktan pagan • kara • nazırların budist aleyhtarı tavırları sezildiği
gibi diğer birtakım eserler de yanlış anlaşılmıyacak şc>l ülde budist
'
kovalamalarını anlatmaktadırlar. Asıl garibi şudur ki, geleneğe
göre, kabulü dindar kıral $rong-btsan Sgam-po'nun adına bağlan­
mış olan ve mukaddes budist kitaplarının tercümeleri ve yayım­
lanmalariyle ilgili göste rilen Tibet yazısı henüz oralarda budizmin
adı bile duyulmadığı bir zamanda Tarım havzasının Tibet garni­
zoı;larında görülmektedir.
İç - Asya seferleri sırasında meydana çıkan VIII - X. yüzyıllar­
dan kalma eserlerin büyük önemi budizmin, herhalde dikkate de­
ğer olan ilk yüzyıllarının aydınlatılması bakımından değil, daha
ziyade, göçebe bir asker - kavmin büyük, istilacı �·ağının paha biçil­
mez değer taşıyan kaynakları oluşlarındadır. Bu eserlerin bulun­
dukları yerll!r çok vakit, Tarım havzasının önem taşıyan şu veya
bu noktesının Tibet'liler eline ne zaman geçtiğini meydana koyar­
lar. Muhteviyatlarından ise, kırık dökük de olsa, Tibet'in asker­
lik teşkilatı, merak uyandırıcı şekilde ortaya çıkar,. Tesadüfen kal­
mış olan eski el y:.ızmaları, mektuplar, vesika kırıntıları ; eski Tibet
orduları, görülen hizmetler, karakollar, askerlik te1?kili:ıtı, ol'du ia­
şesi, askerlik ücretleri, silahları, terbiyPleri, birliklerin bölümleri
ve az çok ehemmiyetteki kavga ve dövüşlere dair adeta uzun ba­
hisler tutacak bilgi vermektedirler.

Çin tarihçilerine göre Tibet'liler, bütün komşuları n ı n gözünde


kendilerine korkunç bir şöhret sağlıyan ser6üzeştı;i akınlarına da­
ha VI. yüzyılın ortalarında başlıyorlar. 590 yıllarında Tibet hü­
kümdarı, pek ziyade büyümüş, sınırları güneye doğru , Hindistan
komşuluğuna ulaşan bir ülkenin sahibidir. Bu, Tibet tahtında
Srong - btsan Sgam-po'nun oturduğu zamandır. O, Çin'e karşı obn
vasalhk durumuna son verdiği gibi, ordulariyle yürüyerek Gök oğ­
lunu vergiye bile bağlıyor. Srong-btsan Sgam-po 641 de Çin pren­
-

sesi Ven-çınğ'ı da askeri başarıları sayesinde alabilmiştir. Srong­


btsan Sgam-po Çin'lilere göre 650 - de öldü. Halefi artık Tarım hav-
292 B l l. İ N M İ Y E N İ (,: - A S Y A

zasında dolaşmaktadır ve 670 e doğru dört garnizon : Khotan, Ku­


-

ça , Karaşar ve Kaşgar Tibet'lilerin eline geçiyor. Tibet'lilerin teh­


likeli göçebe düşmanı olan Tu-yü-hun kavmi tamamiyle yok olu­
yor ve önüne geçilmez bir hızla genişliyen Tibet yayılışı Kök Türk
imparatorluğu sınırına kadar durmuyor. Tibet silahlarının başa­
rılarını bütün ayrıntılarında takibetmesek bile büyük Tibet devleti­
nın belli ba:;;l ı iki olayını hatırla mamız gerekt ir .

Tibet'liler Araplarla birleşerek Çin'li lerin elinden Fergane'yi


aldılar. Uygurlarla anlaşarak iç karışıklarla uğraşan Çin'e hücum
ed ip orayı işgal, başkentini harap eyledi kleri ve bol ganimetle
mem leketlerine döndükleri 763 yılı, tarihlerinde daha önemli bir
yer tutar. Bundan sonra gözlerini hırs bürüyerek artık eski müt­
tefikleriyle. Uygurlarla da hesaplaşmak istediler; 790 da Beşba­ -

lık'ı ele geçirdiler ve 1 urfan şehri yağmacı Tibet ord uların ın elin­
den güçlükle kurtuldu . Fakat Tibet büyük devletinin güneşi bu
son başarılardan sonra artık düşmeğe başlıyor ve 886 yılındaki bü­
yük yenilgi kesin olarak kaderini damgalıyor. S ı n ır bölgelerini
hep kaybediyorlar, kuzey eyaletleri Turfan Uygurlarının eline
geçiyor. Bu suretle. budizm memlekette kuvvetlendikçe savaşçı
ruhun zayıflayışı ve imparatorluğun gittikçe b üzül üp ufalışı hay­
rete değer. Budizm, pagan bon dinini yere sermeğe muvaffak ol­
muş, mukaddes·. Hint k itaplarının tercümesine ve tefsirine yaman
bir gayretle sarılmış, ayni :&amanda ise Tibet artık 1 1 25 y ı lların ­

da Çin hakimiyetini tanımak zorunda kalmıştır.

Miran ureninin açılmasiyle Tibet'lilerin İç - Asya'daki haki­


miyetlerinin en dikkate değer eserlerinden biri meydana çıkmış­
tır. Dikkate değer birt�kım döküntülerden toplanmış olup en de­
ğerli tarih kaynakları haline gelen .. kokul u » Tibet süprüntü yı­
ğın ları hemen yarı yarıya top rak içine yapılmış basit, in gibi ba­
rınaklaı·da bulundu. Bu süprüntü yığınlarından kağıt ve ağaç üze­
rine oyulmuş yazılı metinler, bazı aletler, elbise parçaları, silah
kırıkları, atılmış ev eşyası çıktı. Bütün bunlar VIII - IX. yüzyıldan,
yani Miran'da, Çin'lilerin yerine yerleşen Tibet'lilerin hakim ol­
dukları zamandan kalmıştır. Tarım havzasının Tibet'lilerin otur­
dukları yerlerinde, süprüntü yığınları içinde ele geçen Tibetçe e­
serler Tibet sınır boylarındaki askerlik hayatını aydınlatmaktadır.
D ILINMIYEN i Ç - A S YA 293

Turfan ve hele Dun - hua nğ'da bulunan Tibetçe yazılar ise daha
sonraki zamanlara ve budizme ait şeylerdir.
İ ç - Asya'nın eski tarihi bakımından VIII - X. yüzyıldan kal­
ma Tibet eserleri içinde asıl budist olmıyanları ayrıca dikkate de­
ğer bulunmaktadır. Bunlann arasında IX. yüzyıldan kalma, şim­
diye kadar henüz tanıtılmamış ve Uygurcadan Tibetçeye çevrilmiş
bir el yazması vardır ki, askeri bir keşif yolculuğunun neticeleri­
ni hükümdara arz etmekte ve gönderilen elçi, İ ç - Asya seyahatin­
de nerede, hangi kavimlere rasladığını anlatmaktadır. Bunun gibi
değerli eserlere onların arasında pek az raslanır.

Tibet tarihinin belli başlı olaylarını gözden geçirirken Tu-yü­


hun kavminin adı geçmişti. Bu göçebe kavim Mancurya 'dan, Liav
nehri civarından Çin'in Kuzey - Gan-su taraflarına İ . s. 250 - de göç­
müş, sonra da oradan Kuku nor bölgesine gelmiştir. Asıllarına gö­
re Moğol olan bu Tu-yü-hun'lar Kı.ıku nor boyundaki Tibet'li soy­
dan olan kavim unsurlarına kendilerini tanıtarak büyük bir devlet
kurmuşlardı. Yayılmakta olan Tibet'liler bu devlete ancak 663 te -

son vermişler ve birkaç onyıl geçince son döküntülerini bile Kuku


nor kıyılarından sürüp çıkarmışlardı. Meydana çıkan Tibet kaynak­
larında tabiatiyle bu Tu-yü-hun'ların adları da sık sık geçmektedir,
yalnız orada öteki adlariyle, Aj a diye anılmaktadır.

Tibet süprüntü yığınlarından çıkarılan eserlerden Kök Türk­


'
ler, Uygurla r hakkında Khotan'a, Hint'e ve Çin'e dair neler öğrenebi­
leceğimizi şimdi burada gec:elim. Çünkü VIII - X. yüzyıla ait Tibet
eserleri arasında şimdiye kBdar anlaşılmış olmaktan ziyade sezilmiş
birtakım meselelerin çözümünde yol gfü;te,rmeğe yarıyacak olanlar
vardır. Bu eserler bilinmiycn kavimlerden bahsetm�kte, bilinmi­
yen dillerin birkaç sözünü, bcız! adları önümüze koymaktcı.dırlar.

Böyle bilinmiyen kavimlerden biri Sum-pa kavmidir. Tu-yü­


hun'ların güney - batısında, Tibct'in kuzey - doğu taraflarında bir
yerde otururlardı. Bilmediğimiz başka bir kavim ve dil de Bru-j a'­
dır. O zamanki İ ran'la sınırdaş ve bugünkü Gilgit bölgesinde bu­
lunan memleketlerini Tibet hükümdarı Khri-srong Lde-btsan VIII.
yüzyılın ikinci yarısında zaptetmişti. Tibet'in Bru-ja ile olan bağ­
ları siyasi olarak kalmamıştı. Tibet'teki ilk tarikatlar, hele Padma
Sambhava ve şakirtleri felsefelerini anlaşılan buradan almışlar, a-
294 B1LİNMİ Y I·: i\ İ 1,: - \ � ' ·\

kitlelerinin temeli olan mukaddes kitaplarını buradan getirmi�lerd i.


Jang - jung'tan, pagan bon dininin guya vatanı sayılan memleket­
ten bahsetmiştik.

Bilinmiyen memleketlerden ve dillerden haber veren dağınık


bir haldeki Tibet kayıtları bu bakımdan ayrı bir önem kazanmış­
larJır, çünkü büyük kazıların nadir eserleri arasında Tibet yazısı
ile yazılmış olduğu halde hangi dilden olduğu bilinmiyen ve bugün
bilinen İç - Asya dillerinden h iç bi r i nin yardımiyle çözülemiyen
metinler de bulunmuştur.

Demek ki, tarihi olmadığı sa nı la n eski Tibet, İ ç - Asya'da ya­


pılan kazılar sonunda zenginle�miş, güzelleşmiş ve birçok yeni
problemlerle karşımıza çıkmış bulu:ımaktadır.
X V I I.
PAPAZ JOHANNES VE HIRİSTİYAN TATARLAR

Papa:& Johannea efaanesi. - NHtorlua •• onun mülhit akidesi.­


Çin'de, Kereit Ye Öngüt kabilelerinde neaturilik.- Rabban Sauma
ve Rabban Marcua.- Moio l - �aiı aeyyahlar1nın papaz Johannea
hakkında aöyledikleri.- Nesturi eaerlerl.- Neaturllerin Türkçe Ye
Mojolca adl.ıır1. - Tarsia. - Mojol - çajıncla loma killseainin Çin
•• İç- Aaya'dald batarllar1.

XII. yüzyılın ortasında ansızın ortaya çıkan bir haber Arz-ı


mukaddes'e saldıran müslümanlarla uğraşan hıristiyan hükümdar­
ların yüreklerine yeni bir umut damlatmıştı.

1 145 yılında Suriye'deki Gabala piskoposunun Papa III. Euge­


nius'a bir mektup yolladığını ve bunda, Ermenistan ile İ ran'ın öte­
sinde Johannes adlı bir hükümdar bulunduğunu, bu hükümdarın
bundan birkaç yıl önce Media ve Acemistan'la harbe tutuşarak Ek­
batana'yı aldığını, düşman ordusunu dağıttığını ve hıristiyanlığa
yardım için askeriyle Arz-ı mukaddes'e gitmek niyetinde olduğu­
nu ilk defa Freising'li Otto'dan işitiyoruz. Asya'lı hükümdar Jo­
hannes kavmiyle beraber hıristiyan, daha doğrusu nesturi olup
kavminin yalnız hükümdarı değil, aynı zamanda ruhani reisidir.

Papaz Johannes efsanesi böylece doğdu. Gabala piskoposunun


verdiği haberin ardından başka haberler türedi ve Asya'lı hıristiyan
hükümdarın masalları hatırlatan simasını, sıkışık duruma düşmüş
olan batı - hıristiyanlarının imdadına yetişecek bir adam diye, renkli
hayal çiçekleriyle süslediler. Zaten ikinci haçlı seferi onun muhak­
kak sayılan yardımına güvenilerek başlamıştı. XIII. yüzyılın başın­
da ise batı hıristiyanlığı Tatar tehlikesinin korkunç �ehdidi karşı­
-

sında kaldığı zaman, önüne geçilmez görünen. bu büyük savaşta


papaz J ohannes efsanesi yeniden canlanıyor ve ondan yardım bek­
liyorlar.
Söylentilerin çokluğu papaz Johannes efsanesini karmakarışık
296 B f L f N M f Y E N f Ç - A S YA

etmiştir. Papaz Johannes'le oğlu David kah Asya'da kah Afrika'da


aranıyordu. Tatar istilası zamanındaki seyyahların hepsi de onun
şaşılacak işleri, kahramanlıkları hakkında bir şey bilirler, fakat
bu bir sürü ifadeyi birbiriyle karşılaştıracak olsak taban tabana zıt
hükümler ortaya çıkar. Aradan geçen uzun yıllardan sonra bu ka­
rışıklığı düzeltmek işi hayli zaman imkansız görünmüştü. Biz şim­
di burada efsanenin bütüıı parçalarını göz önüne getirmek istemi­
yoruz ve getiremeyiz de, olsa olsa onun yalnız önemli noktalarını
açıklamağa çalışacağız. XII - XIV. yüzyıllarda )ç Asya'da hıristi­
-

yanlığın bilindiği acaba doğru mudur? Tarihin ışığı altında, Tatar


hanlarından hıristiyanlığı kabul etmiş var mıdır ve eğer varsa bun­
ların arasında efsanevi papaz Johannes diyebileceğimiz kimse bula­
bilir miyiz?
Bu soruların karşılığını, aynı zamanda meselenin hareket nok­
tasını Gabala piskoposunun mektubundan çıkarabiliriz. Papaya
yollanmış olan bu rapor papaz Johannes'in ve kavminin nesturi
olduklarını açıkça bildirmektedir.
Suriye'den çıkmış olan Nestorius'un, bu geniş bilgili, fakat zap­
tolunamıyacak kadar hırslı, inanılmaz derecede kendini beğenmiş
papazın Roma kilisesiyle nasıl anlaşmazlıklar çıkardığı, mülhit bir
akidenin kurucusu haline nasıl geldiği, hıristiyan din tarihini bilen­
lerce gizli bir şey değildir.
Nestorius Suriye'nin Germanicia kasabasında doğmuştur, ama
doğum tarihini bilmiyoruz. Büyük bir ihtimale göre Antakya'da
yetişmiş olacak ; manastır hayatına orada atılmış olduğu ise mu­
hakkaktır. En ziyade sesinin güzelliğine ve söz söyleme kudretine
hayran olunan genç keşiş, muhitinde bilgili bir adam ve sofu bir
papaz olarak tanınmıştı. Mesleğinde hızla ilerliyerek kısa zaman­
da yüksek bir mevkie geçmiş, 428 de Bizans patriği olmuştu. Bu
-

en ileri ruhani mevkie geçerken bütün emeli, o sıralarda almış yürü­


müş olan rafıziliğe karşı amansız bir savaş açmaktı, halbuki çok geç­
meden en büyük günaha girmiş, kendisi riıfızi oluvermişti. Nestorius
sade İ sa'da iki ruhani varlık gizlendiğini yaymakla kalmıyor, ken­
di akidesine göre onda tanrılık ve insanlık diye iki şahsiyet ayırı­
yordu. Nestorius'un riıfızi yayımlarını hıristiyan kilisesi reddetti ve
Ephesus (Ayaslog) 11 synode 11 u 431 de kendisini aforoz etti. Dört
-

yıl şonra da (435) sürgün olarak Mısır'a gitmek zorunda kaldı. Ki-
n 1 1. 1 N M İ Y 'E N İÇ - A SYA 297

lisenin aforozu burada da onun üzerine ağır baskı yapıyordu, pis­


koposlar arasında ona yardım etmeğe yeltenenler hep mevkilerin­
den oluyorlardı. Bir yerde rahatı kalmamıştı, Mısır'ın bir bucağın·
dan öbürüne sürüklenip duruyordu. Fakat nereye gitse aforoz onun
yakasını bırakmıyordu; kovalıyorlar, kitaplarını yakıyorlar, bir cü­
zamlı imiş gibi ondan kaçıyorlardı. Tahmine göre 454 yılında öldü.

V. yüzyılın sonunda İ ran'da, Irak'ta Nestorius'un akidelerine


dayanan yeni bir ..arızi tarikatı kurulmuş ve bir yangın hıziyle kom­
ııu memleketlere de yayılmıstı. Nestorianizm işte budur. Fakat bu
yeni dinin sapık akidelerinden ne kadarının kurucusunun eseri ol­
duğunu söyliyebilmek bugün artık zordur. Şurası muhakkak ki, kı­
sa bir zamanda İ ran'ın resmi dini haline gelmiş ve Acem topra­
ğında tutu nması üzerinden bir - iki yüzyıl geçmeden İç :.. Asya'ya
doğru yavaş yavaş yayılmağa başlamıştı.

Daha i lk baslangıçta Hindistan yarımadasında ufak tefek başa­


rılar elde etmiş olan nesturilik. akidelerini doğrudan doğruya ha­
vari Aziz Thomas'tan aldığını buradaki müminlerine inandırmağa
çalısmıştı. Nestu riliğin İ ç - A�ya'ya doğru ilk önemlice adımı V.
yüzyılın sonuna raslar ki Merv I Maru) ve Herat <Hara) piskopos­
lukları o zaman kurulmuştur. Bütün başka görüşlerin aksine ola­
rak nesturilik, bu güney lı; ıyılarından Amu - derya'yı ancak VII.
yüzyılın ilk yarısında geçebilmiştir.

Nesturilerin İç - Asya'ya yayılışlarının sırrını hiç de savaşçı gö­


cebeler veya kendi halin deki vaha halkı üzerine kurnazca din hü­
kümleriyle tesir yapmış olmalarında aramamalıdır. Bunlar o basi t
insanların kalblerine tamamiyle pratik yoldan sokulmuşlardır.
Ka c;- kere meydana c:ıktığı gibi, nesturi misyonerleri din bil.(!inleri­
ne pek iltifat göstermezlerdi, fakat buna karşılık ticaret işlerinden
cok i yi anlarlar ve hastalıkl arı iyi etmesini bilirlerdi. Gezgin satıcı
olarak uzak ülkelere kadar giderler. µek c:ok halk yığınlariyle te­
mas ederler. paraca da kimseye muhtaç olmazlardı ; göçebelerce o
kadar değerli görülen bilgileri ve para bakımından hür olmaları
sayesinde çok geçmeden layık olmadıkları şerefe kondular.
İç - Asya nesturilik tarihinin, bu dinin Çin'deki yayılışiyle sıkı
bir ilgisi olduğu kolayca anlaşılabilir. Nesturi papazları Çin toprak­
larına İç - Asya'dan geçerek, yahut da doğrudan doğruya İ ç - Asya'-
298 8 lL1 N 1\1 1 Y 1-: '-ö j Ç - A S 'r' A

dan gelmişlerdir. Bu kervan yolları dininin, yabancı akidelerden


öteden beri ürken asıl Çin halkı arasında pek büyük başarılar elde
edemeyişi şaşılacak bir şey değildir. Nesturiliğin Çin'deki tarihini
gözden geçirecek olursak. bütü n ülkede olduk<;a yüksek sayıda bu­
lunan nesturi iskan yerleri halkının aslan Çin'li olmayıp yabancılar­
dan, en ziyade Türkler, br.lki bi raz da Moğollardan olduğunu ve
hemen hepsinin tüccar olduklcırını görürüz.
İç - Asya ve Çin nesturiliğinin en önemli anıtlarından biri
meşhur Si-an yaz ıt taşı olu� bunu o eski başkentte 1 623 veya 1 625
yılında keşfetmişlerdir. O zama nlar, aralarında Voltaire de olmak
üzere. Batı'nın sinik filozofla rı bu nun üzerinde pek l:ok atışmışlar,
anıtın gerc;ekliğinf bir türlü inanmak istcmcmi�lcr. hatta üstü kapalı
olarak veya açıkça. kendilerin(' bir şeref sağlcı mak ic;in bu .yazıtı dik­
mekle cizvit mfayonerlcrini şii phe altına a l m ışlardı. Çinc-e ve Sür­
yanice yazılmış olan bu Si-an yazıtı . Ç i n nesturiliğinin bu en eski
eseri o hayasızca iftiraları ve sitPmleri atlattı. Bugün artık onu eski
Çin kaynakları müdafaa etmektedir, çünkü bunlar nesturilerin ge­
lişlerinden bahsetmekte, hatta yazıtta adı gel:en ba$lıca büyük a­
damları da kaydetmektedirler.
Bu tanınmış anıtı 781 de bir rıesturi din toplantısı vesilesiyle
-

ve kendi masrafiyle Yazdbozed adlı yüksek rütbeli bir nesturi dik­


tirmiştir. Tabii Yazdbozed de yabancı idi, Çin' � . Tokharistan'ın
Balkh şehrinden gelmişti . Bu yazıta göre Çin nesturiliğinin tarihi ,
635 yılında Çin'e varmış olan A-lo-bın adlı b i r papazın faaliyetiyle
başlar. İ lk nesturi din çeviricisi olan A-lo-bın ancak üç yıl kadar
süren bir çalışmadan sonra ilk manastırının yapılmasına izin aldı.
Bundan sonra bu Batı dini bir engele çarpmaksızın yayılmış ve gü­
zelce gelişmiştir. Ancak 845 - te vukua gelip Turfan budizmini kana
boyamış olan yukarda bahsettiğimiz din kovalamaları Çin nestu­
riliğini de kökünden yıkmıştır. Bu had iseden soma nesturilik, bü­
tün dinlere karşı 'müsarnahacı - hiç ol mazsa kayıtsız - olan Moğol
imparatorluğu nesturi din c;eviricilerin yeni bir akını önünde kapı­
larını açıncaya kadar tekrar canlanamamıştır.
İç - Asya göçebelerinin nesturi hıristiyanlıklarının başhca o­
layları da hemen Moğol hakimiyetinden önceki zamana raslar.
Nesturilikle ilgili olarak adını duyduğumuz ilk büyük göçebe
kavim Kereit'tir.
B I L I N M I Y Y.: N I Ç - .\ S Y \ 299

XI. yüzyılda yaşamış Bar Hebraeus adlı bir kronikacının ese­


rinde Merv metropoliteinin 1009 - da nesturi patriğine mektup yol­
ladığını okuyoruz. Mektubun içindeki şudur : Kuzey - doğu tarafla­
rında İ ç - Türk <Turkaye) denilen bir Kereit ı Kayreth) kavmi otu­
ruyormuş. Bu kavmin kıralı bir gün yüksek bir dağa ava �ider, fa­
kat her nasılsa kış bastırır ve kıral taze yağan karlar içinde yolunu
kaybeder. Şaşkın bir halde ileri geri dolaşır, bir türlü yolunu doğ­
rultamaz. Yorgun gözlerinin önünde ansızın ,ı?ökten inmiş bir adam
peyda olur ve ona : • İ sa':va inanırsan sana yol gösteririm ve ölüm­
den kurtulursun " der. Yitik ktral. evliya nın kılavuzlu�iyle ,ı?erçek­
tcn düzlüğe çıkar ve oradan da kolaylıkla karargahını bulur. Bunun
üzerine tam o stralarda memleketinde bulunan tüccarları çağtrtlr.
onların �.kidelerini dinler ve kavm;yle b�raber htristiyan dinine gi­
rer. Merv metroooliti işte bu htristiyan Kereitler lehine patriğe baş
vurmuş ve kendisinden . ızöçebelerin perhizlerini hafifletmesini ri­
ca etmişti. Kereitlerin vedikleri et ve süttü. nasıl perhiz yapabilir­
lerdi? Patriğin ne cevap verdiği belli değil ama, mektubu aldtktan
sonra onlara papazlar yolladığı muhakkak, çü nkü - diyor mektup -
Kereitlerin arasmda ktraldan başka daha iki bin nesturi yaşamak­
tadır.

Başka inanılır tarihi kaynaklarda Kereitlerin adlarının tekrar


görünmesi için aradan iki yüz ytl geçiyor. Bu büyük Türk kabilesi
o stralarda Orkhon vadisi taraflarında yaşamaktadtr. Ong han adın­
daki hükümdarlart Cengiz hanın sadtk müttefikı olarak Moğolların
ilk büyük kabile savaşlarına katılıyor. Htristiyan papaz Johannes
efsanesi bir müddet bu hükümdarın nesturi htristiyanlığt ile ilgili
görülmektedir. Gerçekten Kereitlerin hepsi htristiyandt. Bu ka­
vim daha sonraki çağlarda göze çarpacak bir rol oynamtş olup el­
deki kaynaklardan kolayca anlaştlacağına göre ilerigelenlerinin
hepsi nesturi htristiyan adt taşımaktadır. Mesela hükümdarlardan
birinin o.dı Marguz I Marcus) dur, bunun oğlu da babası gibi hıristi­
yan olup orıun adı da batı adlarından Kurcakuz <CyriacusJ dur.
Kereitlerin hıristiyanlığt Moğol hanının ailesine de girmiştir. Man­
gu, Kubilay ve Hülegü hanların anası Kereit prensesi olup aynı
zamanda gayretli bir nesturi htristiyandır. Bunun gibi, Moğol han­
larının müşavirleri arasında da epeyce htristiyan bulunur, bunla­
rın da çoğu Kereit kabilesinden türemedirler. Kereit kabilesinin en
300 B fLiNMfYEN i Ç - A S YA

tanınmış ilerigeleni olan Çinkai'ı eskiden tanıyoruz, meşhur taoist


filozofu Çanğ-çun'u Cengiz hanın yanına onun götürmüş olduğunu
görmüştük. Onun yine hıristiyan arkadaşı, devlet adamı Kadak'tan
da bahsetmiştik. Büyük han Mangu'nun en baş müşaviri Kereit
Bolgai da hıristiyandı. Moğol siyasetinin yönetiminde o da büyük
rol oynamış ve sonraları da yine Moğol işlerine fazla karışmak baht­
sızlığı onun felaketine sebep olmuştu. Kubilay'ın kardeşi Arık Bu­
ka'nın saray isyanına katılmış ve öteki fedailerle birlikte öldürül­
müştü.
İ ç - Asya göçebeleri arasında nesturi hıristiyanlığiyle ün almış
olan kabile yalnız Kereit değildir. Bu alanda Huanğ-ho'nun kuzey
dirseğinde, adını sık sık duyduğumuz Kuku khoto veya Mavi-şehir
yakınlarında oturan Ongut veya Ö ngüt kabilesi de ona layık bir
rakiptir. Ö ngüt kabilesi Batı - Kök Türk imparatorluğun:ian ayrıl­
mış Şa-to Türkleri kabilelerindendi. Bu Şa-to Türkleri Çin impara­
torlarının hizmetinde olarak Mancurya'dan Gan-su'ya kadar Çin
sınırlarında gelip geçmekte idiler, Moğollar onlara Çagan Tatar
ı Ak - Tatar) derlerdi.

Çin 'lilere göre Ö ngütlerin başkenti Moğol - çağında Tien - dö


idi, Marco Polo'nun Tenduc diye andığı şehir burasıdır. Dilleri Türk­
çe olan bu Öngütlerin ilerigelen birçok mümessillerinden Çin ta­
rihçileri bahsederler. Sargis adlı birisi bunlardan olup bunun XIV.
yüzyılda yaşıyan bir torunu, çağının Çin'de en tanınmış yazarıdır.
Nesturi Ö ngütleri tanımak da büyük bir marifet değildir, hepsi de
S imun, Georgius, Pavlus, Yakup, Denha, Luka ve Yiso (İsa) gibi
h ıriı-:tiyan adlar taşımaktadırlar. Burada Ö ngütlerin iki önemli a­
damından daha etraflıca bahsetmemiz lazımdır.

XIII. yüzyılda, o zamanlar Moğolların Khanbalık 'dedikleri Pe­


k i n �ehrinde Ö ngütlerden bir nesturi oturuyordu. Bu adamın adı
S i ban idi ve Khanbalık nesturi kilisesinin visitator denilen bir va­
zifesinde yer almış bulunuyordu. Karısı Ki am ta da hıristiyandı
v e tabiidir ki Sauma adlı çocuklarını da tam bir nesturi olarak ye­

t i �tirmişlerdi. Sauma erkenden papazlık mesleğine girmiş ve o za­


mandan başlıyarak kendisine Rabban Sauma adı verilmişti. Temiz
ve uslu yaşayış tarziyle arkadaşları arasında çabucak kendini gös­
terdi, bir keşiş gibi dağlara çekilerek hayatını tamamiyle tanrı hiz­
metine verdi. Günün birinde, çekildiği yere beklenmedik bir ziya-
BILINMIYEN i Ç -AS Y A !IOl

retçi geldi, bu Baimi el oğlu Marcus'tu. O da nesturi keşişi idi ve


Kav-çanğ şehrinde otururdu. Bu Kav-çanğ denilen yer Khanbalık'ın
on beş günlük ötesinde, Tangut'a giden yol üzerindeydi.

Bu iki genç nesturi keşişi birbiriyle iyi aplaştılar. Çok geçme­


den kalkıp Arz-ı mukaddes'e gitmeyi, Kudüs'ü ve İ sa'nın çektiği çi­
lelerle mübarekleşmiş olan yerleri ziyareti kararlaştırdılar. Rabban
Suama ile Marcus gerçekten yola çıktılar, hakikatta yol denklerini
din kardeşlerinin iyi dileklerind�n başka pek az dünya eşyası ka­
bartıyordu. Yolları önce Rabban Marcus'un ana babasının oturdu­
ğu Kav-çanğ şehrine uğruyordu. Onların gelişlerini şehrin Türk
\/alisi Kün Boga ile Ay Boga, büyük han Kubilay'ın iki eniştesi
haber alınca keşişleri hemen karargahlarına çağırdılar ve önce on­
ları bu uzun ve tehlikeli yoldan vazgeçirmeğe çalıştılar. Buna mu­
vaffak olamayınca kendilerine birçok armağan vererek uğurladılar.

Rabban Sauma ile Rabban Marcus'un yolları Kav-çanğ'dan


Tangut şehrine doğru gidiyordu. Oradaki nesturi hıristiyanlar KÜ­
düs yoluna düşen iki keşişin şehirlerine yaklaştığını işitince hep dı­
şarı döküldüler ve onları sevinç göz yaşlariyle karşıladılar. Keşiş­
ler Tangut şehrinde çok eğleşmediler ve tam iki ay, durmadan yol­
larına devam ederek ıssız çölü geçtiler. Bütün yolculukları boyunca
ancak sekiz gün, o da büyük zorluklarla, tatlı su bulabilmişlerdi.
Nihayet Khotan şehrine ulaştılar, fakat o kadar sabırsızlıkla bekle­
dikleri dinlenmeden pek memnun kalmadılar. Savaşlar, şehri ve
Golaylarını harap etmişti, binlerce insan telef olmuştu, kervan yol­
larında ancak güçbela ilerlenebiliyordu. Yiyecek bulmak hemen
imkansız gibi idi, büyük kıtlık yüzünden insanların binlercesi ölü­
yordu. Ortalık düzelip de yollarına devam etmeyi hatırlarına getir­
meğe cesaret edinceye kadar Khotan'da altı ay kalıverdiler. Khotan'­
dan Kaşgar'a vardılar. Fakat iki keşiş burada da daha iç a) ıcı bir
manzara ile karşılaşmadılar. Issız bir hale gelmiş olan şehri dü!,t­
man yağma etmiş, önüne ne geldiyse yakıp yıkmıştı. Bereket versin
o tehlikeli yollarda mantar gibi çoğalmış olan hırsız ve eşkıyalarla
başları belaya girmedi. Kaşgar'dan Talas'a gittiler, büyük han Ku­
bilay'ın amcazadesi Kaydu' nun karargahı burada idi. Kayçlu, Ku­
düs yolcularını çok iyi karşıladı, onlar da onun memleketini takdis
ve ömrüne dua ettiler. Kaydu han onlara, yolda kimsenin kendi­
lerine ilişmemesi, herkesin elinden gelen yardımı esirgememesi İ�'.in
B I L I NM İ Y EN iÇ-A S Y A

bir tavsiye mektubu da verd i . Hanın gösterdiği bu teveccühün de


yok bir faydasını görmediler ve tenha, garip yollardan bin bir zah­
met ve yoksulluk içinde ilerliyerek nihayet Horasan'a varabildiler
ve orada Tus şehri yakınında bulunan nesturi manastırına sığındık­
ları zaman nihayet rahata kavuşmuş oldular.
Bundan sonra keşişler yine yollarına devam ederek Babil'c var­
dılar, ora halkı onlardan birini, Rabban Marcus'u III. Yahbalaha
adiyle kendisine patrik seçti. Rabban Sauma bir müddet onun ya­
�unda kaldıktan sonra 1287 - de patrik ve İ ran'daki Moğol hüküm­
darı adına hususi bir siyasi - dini vazife ile Bizans'a, Roma'ya ve
Fransa'ya gönderildi. Bu herkese nasip olmıyan şerefli yolculukta,
Gaskonya'da İ ngiliz kıraliyte, Paris'te Güzel . Philippe'le görüştü.
Rabban Sauma ile Rabban Marcus'un batı yolculukları Moğol
çağındaki büyük geliş - gidi şlerin , keşiflerin en dikkate değer bir ör­
neğidir. Bu iki Ö ngüt keşişinin Pekin'den kalkıp İç - Asya'yı geçe­
rek seyahat ederlerken geçtikleri yol, kendilerinden az sonra seya­
hate çıkmış olan büyük Venedik'lin i n , Marco Polo'nun takibettiği
yolun aşağı yukarı aynı idi.
Marco Polo, yeni papaz Johannes'i, yani onun halefi olan kıral
Georgius'u Ö ngüt. başkentinde -- kendi yazdığı gibi - Tenduc'ta
buluyor. Birçokları bugün bil� bu Georgius'un Kereit olduğunu sa­
nırlar, halbuki bunun ne kadar yanlış olduğunu, o çağlarda Kereit­
lerin artık Moğol imparatorluğu içinde tamamiyle dağılmış olmala­
rından daha iyi bir ispatı olamaz. Onları11 rollerini artık Huanğ-ho
yanındaki Tenduc'ta bulunan nesturi Ö ngütler almışlardı ki, Çin
tarihçileri bunların bütün kırallarının papaz olduğunu kaydederler.
B•l kıral Georgius, yahut da Doğu'luların söyledikleri gibi Görgüz
veya Givargis, iyi bildiğimiz Çinkai'ın dostlarındandı ve Kaydu'nun
büyük han Kubilay'a karşı yaptığı savaşa o da karışmış, daha son­
ra da, 1298 - de Moğolistan karışıklıkları sırasında telef olmuştu. Bu
kıral Georgius hakkındaki bilgiler üzerinde birleşinceye kadar a­
limler arasında çok münakaşa oldu. Bugün artık tamamiyle meyda­
na çıkmıştır ki, bütün kaynaklar - Latin, İ ran ve Çin kaynak­
ları - hep aynı şahıstan bahsetmektedirler. Suriye'de bulunmuş o­
lup 1298 - de Ereöl adlı bir nesturi kadınının arzusiyle ve onun mas­
rafiyle yapılmış olan bir Süryani İ ncil de bu şahsiyet hakkında gü­
zel bir tamamlayıcı delildir. Çünkü sureti çıkaran papaz bu İ ncilin
B I L I N M I Y F. N İ Ç - A S YA

sonuna Ereöl'ün, hıristiyanlar kıralı, Öngütler ( Öngaye) hükümdarı


Georgius'un kızkardeşi olduğunu yazmıştır. Bundan başka Öngüt
hükümdarı Georgius'un, bulunalı çok olmıyan Çince mezar taşı ya­
zıtında da ölünün bütün erkek ve kız kardeşlerinin adları yazılıdır
ve bu sonuncular arasında Ereöl'ün esrarlı görünen adı da bulun­
maktadır.
İ ç - Asya nesturiliğinin iki Türk kabilesini, yani Kereitle Ön­
gütü öğrendikten sonra, Moğol - c;ağı seyyahlarının papaz Johannes
ve hıristiyan Tatarlar hakkında yazdıklarını derhal başka bir gözle
okuruz. Fakat Kereitlerle Ö ngütlerden başka öteki kabileler ara­
sında ve mesela başlıca Naimanlar ve Kara Kitaylar içinde de epey­
ce sayıda nesturi bulunduğunu unutmamalıyız.

XIII. yüzyılda Tatarlar içine seyahat yapmış ve başkentleri o­


lan Karakorum'a da uğramış olup şöhret bakımından Plana Car­
pini'den geri kalmıyan Rubruck, papaz Johannes'in Naimanlar hü­
kümdarı olduğunu söyler. Ona göre, Kereitlerin Ong hanları bu pa­
paz Johannes'in Kardeşidir. İ fadesini daha karışık bir hale getirmek
için Rubruck, Naimanların papaz Johannes'ine Kara-Cathay da de­
diklerini ilave eder. Tarihi hakikat şudur ki, Cengiz han Naimanla­
rın nesturi hükümdarlarını yeniyor,. bunun üzerine mağlup hüküm­
darın oğlu İ ç - Asya'daki Kara Kitaylara sığınıyor. Orada kendisini
misafir eden Kara Kitay hanı C ı-lu-gu'nun kıziyle evleniyor, daha
sonra tahtına da geçiyoı·. Rubruck'un papaz Johannes'i işte bu su­
retle birdenbire Naiman ve Kara Kitay olmuştur.

Kereitlerin dağılışından sonra seyahate çıkan Marco Polo ile


Monte Corvino'nun, kendi çağlarında başrolü oynıyan Öngütlerin
nesturi hükümdarlarını efsanevi papazın şahsı ile karıştırmaları ta­
bii sayılabilir. Marco Polo�nun hemen her uğradığı yerde, Kaşgar'­
da, Yarkerıt'te, Çingintalas'ta ve Çin sınırında, Alaşan'da v.s. nes­
turilere raslayışına da şaşılmaz.

Bu diyarlarda dolaşan keşişlerle misyonerlere gelince bunlar


papaz Johannes'in nesturi cemaatinden ve papazlarından umumi­
} f"tle az sevgi ile bahsederler. M esela Rubruck bu nesturi papazla­
rının hiçbir şey bilmediklerini anlatır. Gerçi ayin yaparlar, Sür­
yanıi.ce yazılmış kitapları da vardır, fakat dinin esaslarından haber­
leri bile yoktur. Okuyuşları Batı'daki Latince bilmiyen, dini keli-
304 B I L İ NM İ YEN l <,: - A S Y A

meleri ağızlarında çakıl taşı gibi geveliyen cahil keşişleri hatırla­


tır. Bundan başka kötü kalbli, menfaat düşkünü, sefih adamlardır.
Bunların Tatarlar içinde yaşıyanları bir değil, iki karı alırlar. Cu­
ma günü de et yerler, zaten tatilleri de, birçok başka şeylerde de
taklidettikleri müslümanlar gibi, pazar değil, cuma günüdür. Pis­
koposlar etliye sütlüye pek karışmazlar ve cemaatlerinin arasında
olsa olsa elli yılda bir kere görünürler. Nesturiler arasında papaz­
lık mesleğinin cazibesi fazl&.dır ve hemen bütün erkek çocukları pa­
pazlığa verirler. Papaz sınıfından olmıyan erkek pek azdır. u Simo­
nie u aralarında almış yürümüştür, mukaddesat (sacramentuml bi­
le para ile verilir. Akı l ları fikirleri hep paradadır, din yayıcılığına
&.l dırış bile etmezler. Çirkin, hırslı yaşayışları ve kötü örnekleriyle
d i ne zarardan başka bir şeyleri dokunmaz ve Moğollar, pagan ol­
dukları halde, papazlariyle birlikte baştan çıkmış bu insanlardan
çok daha namuslu ve sevimlidirler.
Nesturiler İ ç - Asya'daki cemaatlerini çarçabuk piskoposluklar
idaresinde teşkilatlandırdılar. Şam metropoliti E lyas'ın muhtırasın­
da IX. yüzyılın sonunda Herat'ta, Merv'de ve Semerkant'ta pisko­
posluklar görmekteyiz. XIV . yüzyıl ortasında ise evvelkilere Tür­
kistan, Khanbalık ve Tangut piskoposlukları katılıyor.
İ ç - Asya'da Moğol hakimiyeti batmağa başlayınca oradaki nes­
turilik de yavaş yavaş kayboluyor. Oralarda sonuna kadar yabancı
kalmış olan bu din i lkin Çin'de temizleniyor, sonra da müslüman
ilerleyişinin baskısı altında İ ç - Asya'da kaderi belli oluyor; Timur
Lenk kendi imparatorluğu içinde nesturilerden adeta haberci bile
bırakmıyor. Yok olan dinin eserleri şurada burada bir müddet da­
ha yaşıyor, Benedictus de Goes, bildiğimiz seyahatinde Karaşar
Türk . hanı katında islam din alimleriyle münakaşa ederek hıristi­
yanlık akidesini açıklarken, hükümdar cetlerinin dinini hatırlıya­
rak hayrette kalmıştı. Böyle olmakla beraber Karaşar Türk hanının
cetleri Roma kilisesinin değil, nesturi dininin cemaatlerinden idi­
ler.
!ç - Asya araştırmaları sırasında nesturiliğin dikkate değer bir­
çok eser - kümeleri meydana çıkmıştır. Yedisu'da ve İ li dolayların­
da çıkarılmış olan dört nesturi mezarlığı çoktan beri bilinmekte­
dir. Mezar taşlarının yazıtlarında 1 200 ve 1360 arasındaki tarihler
yazılıdır ve Tien - şan'ın kuzeyindeki Almalık ve Tokmak nesturi-
B I I. I N M I Y F. N İ Ç - A S YA 30S

lcrine ait bulunmaktadır. Almalık'ta ve Tokmak'ta gelişen nesturi


iskanlarının cemaati hep Türklerdi.

Dun-huanğ mağaralarındaki el yazmaları arasında Pelliot pek


dikkate değer bir nesturi. eseri de bulmuştu ki bu, Çince bir Ü ç
Azizlik ı Trinite ı ilfıhisi idi. İ lahin i n sonunda gayet değerli bir ilave
vardır ki, burada VIII. y üzyılın sonunda bilinen Çince nesturi ki­
tapları göster il miştir. Bu kitapların çoğunu Çinceye çevirenin Si­
a n'da k i büyük yazıtlı taşı yazmış olan Adem adlı birisi olduğunu
söylemek de lüzumsuz değildir. Bu malzeme nesturiliğin Çince kay­
naklarını araştırma işi n i yeniden hızlandırmış ve bu araştırmaların
değerli kılavuzluğu iç - Asya ve Çin nestu rilik tarihi n in incelen­
mesind� artık bir zaruret olmuştur.

Fakat Çin 'de nesturilerle ilgili meti nlerden başka şeyler de


bulmakt ayız. Pekin müzesi nde muhafaza edilen Süryanice yazılmış
bir nesturi eseri Dun-huanğ mağaralarından oraya yollanmış el yaz­
malarındandır. Kalgan - Dolon nor yolu boyunda bir nesturi me­
zarlığ ı n ı n kalıntılarına rasla nmıştır. Kuzey - Çin'deki bud ist ve ta­
oist tapınaklarından bazılarının nesturiler tarafından kendileri için
ya pıl mış kiliseler olduğu a n laşılm ıştır ; esk i bir süs olan mukaddes
i!?aret. yarıi haç bugü n de asıl yapı nın a nıt taşlarından birinin üze­
rinde hala durmaktadır.

Yeni araştırmaların ön planında tabiatiyle eski büyük nesturi


iskanlarındaki eserlerin açılması bulunmaktadır.

Tokmak ve Almalık nesturilerine ait mezarlığı bulduklarını


görmüştük.

Ö ngi.itlerle Kereitlerin izlerine raslamak ise daha zorcadır. Her


iki kabile de Türklerdendi, fakat Moğol istilasından beri Üzerlerine
yerleşen Moğolların baskısı altında adeta izleri belirsiz bir şekilde
k:ıyboldular. Tam şu son yıllardadır ki, bu alanda hoş bir aldanışa
varılmış olduğu meydana çıktı. Eski Tenduc topraklarında, fakat
Kuku khoto'dan - Ordos'u geçerek - ta Ninğ-hia'ya kadar, bu a­
lanın her hangi bir noktasında sistemli bir kazı yapılmaksızın, epey­
ce önemli sayıda nesturi haçı bulundu. Dikkate değer ki, burada o­
turan Moğollar, aralarına karışmış olan Ö ngütlerin hatıralarını da
muhafaza etmişlerdir. Ordos'taki Moğol kabile ve soyları Öngütle-
306 BİLİNMIYEN İ <,: - A S Y -\

rin hıristiyanlıklarını hatırlatan adını bugüne kadar unutmamışlar­


dır.
Esasen nerede türediği beJli olınıyan bu ad Erkegün'dür. XIII -

XIV. yüzyıllarda Çin'liler, Moğollar ve Acemler nesturi hıristiyan­


ları bu adla anarlardı. Asya'ya yaptığım ilk yolculukta tam Kuku
khoto civarından Moğolca bir budist kitabı getirmiştim ki, metni n
sonuna yazılan bir haşiyede bu eserin .neydana getirilmesine ora­
daki Erkegün piskoposunun da para vermek suretiyle yardım etti­
ği yazılıdır.
Dış - Moğolya'da , Orkhon nehri civarında oturan Kereitlere da­
ir eserler ise çok daha azdır. Hem esasen o birkaç haçın da Kere­
itlerin nesturi eserlerinden olduğu da muhakkak değildir, çünkü
şimdilik onların oturmuş oldukları yeri de tam olarak belirtecek
durumda değiliz. Bununla beraber bazı alametlere bakılırsa, Dış -
Moğolya Moğol kabilelerinin bazılarında arasıra görülen Erkegün
soyadlarını onlarla ilgili gösteren Rus alimleri yine de doğru iz üze­
rinde yürümektedirler.
İ ç - Asya'daki büyük keşifler de beklenen nesturi metinleri ver­
mişlerdir. Alman sefer heyetleri Turfan vahasını açarlarken bir­
çok nesturi kilisesi de meydana çıkmıştır, Uygurca yazılmı�, çoğu
noksan nesturi el yazmalarını ise buradaki yıkıntılar altında.1. bu­
lup çıkarmışlardır. Turfan'lı Uygurların nesturilikleri yeni bilinen
bir şey değildir. Eski Batı seyyahlarının eserlerinde gördüğümüz
gibi bunlar da 845 - teki büyük din kovalaınahmnda yok olmuşlar
ve Moğol hakimiyeti ile beraber yeniden canlanmışlardır.
Zaten Uygurların nesturilikleri etrafında epeyce mühim ka­
rışıklıklar olmuşt:.ır ki, bunun kaynağını ta XIII - XIV. yüzyıllar­
da aramak lazımdır. Zira İ ç - Asya'da nesturileri Erkegü=ı adiyle
değil Tarsa adiyle anarlardı . Bu Tarsa sözü ise Acemce bir kelime
olup asıl manası titrek demektir. Bu garip deyimi nesturilerin, ateşe
tapan zerdüştlerden korktukları anlamına açıklamak istemişlerdir.
Fakat bu açıklayış şüphesiz yersizdir, yersiz oluşu da yalnız zer­
dü�tlerin kendilerinin de müslümanlardan korkmağa sebepleri olu­
şundan, başkalarını korkutacak durumda bulunmayışlarınclan de­
ğildir, çünkü Acemler Tarsa demekle önceleri zaten zerdüştleri kast
ederlerdi, ancak sonraları, bu kelime u dins iz = pagan .. anlamını
alıncrıdır ki, nesturilere verilen bir ad haline gelmiştir.
B I L I N M İ YEN İ Ç - A S YA .!07

Tarsa adı Erkegün gibi öyle çabucak ve iz bırakmadan ortadan


kaybolmamıştır. XIII - XIV. yüzyıllarda İ ç - Asya'ya giden Batı'lı
seyyahlar papaz Johannes efsanesiyle birlikte bu deyimi de almış­
lar ve haritalarında onun memleketini Tarsia adiyle göstermişler­
dir. Bu Tarsia. adı, coğrafya bilgilerini XIII. ( ve XIV.) yüzyıl sey­
yahlarının eserlerinden tamamlıyan bizim bir kısım Macar kroni­
kacılarımızın coğrafya adları arasına da girmiştir. Sonradan türeme
oldukhırı şüphe götürmiyen bu adlara Macaristan'da uzun zaman
fazla önem verilmişti, ı;ünkü daha eski kaynaklarda tabiat iyle geç­
miyen bu coğrafya bilgilerini Macarlığın anayurdundan beraber
getirdiği bir hatıra saymışlardı.

Bilginler Tarsia adiyle daha sonraları da meşgul ol muşlar, fa­


kat bu memleketi i ç - Asya'nın hangi tarafında aramamız lazım
geld iğini bugüne kadar ta m olarak bildirememişlerdir. Yalnız şu­
rasını açıkça görmüşlerdir ki, Moğol - çağı kaynakları Tarsia ve Uy­
gur deyimlerini birbiri yerine kullanmışlardır. Bundan ise bu iki
kelime ile aynı şeyin anlatılmak istenildiğ\ ve böylece Tarsia'nın
Uygurlar yurdundan başka bir yer olamıyacağı neticesini çıkar­
mışlardır. Eğer bu açıklayış yerinde ise o zaman, kronikalarımız­
daki Tarsia' nın Turfan vahası Uygur imparatorluğu olması lazım
gelir. Halbuki iş hiç de bu kadar basit değildir.

Uygur adı X. yüzyılın sonundan itibaren artık etnik olmaktan


ziyade siyasi bir tabirdir ve Orkhon bölgesinden gelen Uygurlara
olduğu kadar, Uygur imparatorluğunun öteki, en ziyade eski Batı -
Kök Türk devletinin döküntü kabilelerinden olan Türk unsurlara
da şamildir. Şu muhakkak ki, Turfan cc Uygur ıı dili denilince müş­
terek Uygur yazısının ve edebi geleneğiniıı bir araya topladığı qe­
şitli Türk lehçelerinin topluluğu anlaşılmalıdır. Uygur dili ilk bü­
yük edebi Türk dili olup bu dil hemen tamamiyle İç Asya Türklü­
-

ğünün daha sonraki, Çağatayca denilen edebi dilinin rolünü oyna­


mıştır.

Gerçi Turfan Uygurları arasında hayli sayıda nesturi yaşadığı


söz götürmez. Fakat bunların, vahanın budistleri ve maniheistleri
yanında Turfan'lılara tamamiyle nesturi damgası vuracak kadar
önemli rol oynamış olduklarını da kimse iddia edemez.

Uygur sözü nün ne kadar siyasi bir kavram olduğunu bildik-


8 1 1. İ N M İ \' E N İ Ç - .\ S YA

ten sonra hakikatta Kereit, hem de nesturi olan Çinkai'a uzak­


taki Acem tarihçilerinin Uygur demelerine, yahut da Rabban Sa­
uma'nın yoldaşı olan Ö ngüt kavm ir.den Rabban Marcus'un Uy­
gurlar arasında yer alışına şaşmayız. Zira aslında ne Uygur ne de
hıristiyan olmıyan kimselere de Uygur deniliverdiğini de biliyo­
ruz. İ ç - Asya'nm başka bir yerinde, İ li vadisinde Yedisu'da nesturi
kilisesinin ne kadar öneml i bir merkez olduğunu düşünürsek asıl
o zaman, sayıları pek de fazla olmadığı sanılan Turfan hıristiyan­
larını tamamen bir tarafa bırakabiliriz. A l malık'ta nesturi metropo­
litei otururdu, onun batısındaki Tokmak'ta ise piskopos bulu nur­
du. Buna bir de yukarıda gördüğümüz gibi. hükümdarlarından
biri Mog ol - çağı seyyahlarının kitaplarında papaz Johannes diye
geçen Kara Kitay devletinin bu bölgede yayıldığını katarsak, o va­
kit bu Moğol - çağı seyyahlarının Tarsia 'sını Turfa n taraflarında de­
ğil, Kara Kitaylar arazisinde gelişen Almalık - Tokmak nesturileri­
nin ülkesinde aramamız daha yerinde olacağını sanırız.

XIII - XIV. yüzyıllardaki Asya seyyahları nın çoğu keşiştir, ha­


zan siyasi elçi de olsa her vakit din çeviri ci bir misyonerdir. Bu
keşişlerin azimli çalışmalarının yemişi c;ok ge<.: meden ermişti. Ro­
ma kilisesi önce Çin 'de tutundu, bir müddet sonra da İ ç - Asya'da
övünülecek sonuçlar elde etti. Oralara daha önce yerleşmiş olan nes­
turiler Roma 'nın din çeviricilerinc iyi güzle bakmıyorlardı. İ tiraf
edel im ki bu da sebepsiz degild i. Sade İç Asya'da değil, hatta -

Çin'de de cemaat arasından birçokları Roma kilisesine katılmışlar­


ü.ı. Dönenler arasında bazan yüksek şahsiyetler de vardı. Biraz ön­
ce adı geçmiş olan Ö ngüt hükümdarı Georgius bunlarda n biri olup
Monte Corvino'nun gayreti sayesinde nesturilerden yüz çevirmiş ve
Roma kilisesinin gayretli bir mensubu s ıfatiyle başkentinde kilise
yaptırtmıştı. Monte Corv ino'nun, hükümdaf' Georgius'un oğlunu da
vaftiz ettiğini, hem de Giovanni adını taktığını biliyoruz.

Johannes de Monte Corvino Papa iV. Nicolaus'un emriyle


1289 - da, tam Rabban Sauma 'nııı getirdiği haberler üzerine Çin'e
hareket etmişti. Corvino bu yola birçok tavsiye mektubu ile çık­
mıştı. Bunların arasında İ ran'ın Moğol hükümdarı Argun hana,
Küçük - Ermenistan kıralına ve kıraliçesine, büyük han Kubilay'a
yazılmış mektuplar olduğu gibi, hatta o zamanlar artık Tataristan'ın
iç işleri iyi bilindig inden ihtiyaten, Kubilay'ın düşmanı ola n Kaydu
B İ L İ f'> M İ Y f '." İ Ç - \ SYA 3f.9

hana yazılmış birkaç s a t ı r da b u l u n uyord u . Monte Corvino 1305


yılının ta başında Khanba l ı k 'a varmıştı. A nlaşılan orada iyi kabul
gö rd ü hiç olmazsa Çin'de on bir yıl geçirişinden v e ba şar ı l ı d i n
, '

çevirici faaliyetinden b u n u çıkara bi li r i z . Daha a l t ı y ı l geçmeden


Khanbalık'ta bir katolik k i l isesi y ükse l m işti ve k u lesindeki üç çan ,
o zaman sayıları a l t ı b i n kadar olan h ıristiyan cemaat i ibadete ça­
ğırırdı. Roma'ya yolladığ ı mektuplarında y a l n ız nesturilerin müna·
sebetsizliklerinden şikayet etmektedir. Esasen bu büyük papaz ı n
fevkalade ça l ış t ığ ın ı raporlarıııd a n görmekteyiz. Cemaa t i n i n çocuk­
larına Latince ve Yuna nca öğretiyor, onlar i�· i n i l a h i ler, kasideler
yazıyordu. İ ç le r inde n on bir çoc u k seçerek bir okuyucu kümesi kur­
muştu ki, büyük han ken d i s i de bunları mem nu n l ukla d i n lerd i .
Corvino Tatarların d i l in i v e yaz darın ı öğre n m işt i , İncili v e Mez­
murları Tatarcaya <'ev irmiş, b ü t ü n Latince ayi n k i t abının c rituale ı
tercümesi işini de Ö ngüt h ük ü mdar Georg iu s ' la görüşmüştü.

Monte Corvino d i n yayımı işinde Khanbalık'ta uzun zaman tek


başına çalıştı. Sonunda, sevinç verici şekilde çoğa lan işlerle başa
<;!kaınadığından r ica sı üzerine Papa V. C lemens 1307 de hepsi de -

piskopos rütbesi nde olmak üzere yed i min orita yollamıştı. Bu yed i
kişiden üçü yolda ö l m ü ş . biri geri dönmüş, öteki üçü 1 3 0 8 de sağ -

salim Khanba l ık'a varmış ve orada Monte Corvino'yu Kha n balık


başpiskoposluğuna ve Çin pdmat l ı ğ ı na yükseltm işlerd i . Moğol ha­
k i mi y e ti sürdüğü müddetçe Roma k i l ises i n i n büyük eseri Ç i n 'de
g i t ti kçe gelişmiş, i lerlemi ş t i r .

Roma 'lı d i n c;ev iricileri n i n d i kkati İç - Asya 'da ilk ö n c e nesturi


cemaatine çevr i ld i . XIV. y ü zyı lda İ l i v a d is i nde Aziz Franciscus ra­
h ipleri yerleşm işlerdi . b u n l a r ı n ba�ı olan R i ch a r d u s daha 1 33 8 de -

Almalık p iskoposu o l m u s t u . İ l i v a d isi Franciscus ra hi pleri a rasın da


Elias adlı b i r Macar pa p a z ı da varclı k i , ora n ı n Türk h ü k ü mdarı
Özb ek in v e oğlu T a n i b e k i n ayrı teveccühlerini kazanmışt ı . Y in e
' '

Fra n c iscus rahiplerinden o l a n l\larignolli 1 338 de Ç i n'e. Moğol bü­ -

y ü k hanın ın Khanba l ık'taki sara y ı na g iderken yolda o Macar papazı


Elias'a herhalde uğraması kendisine sıkıca t e m b i h edilmişt i . Zaten
İç-Asya ' da k i francisca nus din çeviricileri arasında Macarların epeyce
sayıda olduklarını görüyoruz. N i tekim 1 3 3 8 de Khanba l ık'a giden -

heyetin dört üyesinden biri de Gregorius c Gergely ı adlı bir Macar


Franciscus rahibi i d i .
310 B i L İ N M İ \' E N İÇ-ASYA

Almalık Franciscus rahiplerinin akıbeti hakkında bildiğimiz,


yazık ki, çok azdır. Tesadüf eseri olarak İ spanya'lı Pascal'ın, mem­
leketindeki papaz arkadaşlarına yolladığı mektup bulunmamış ol­
saydı bu kadarla da övünemezdik. Onun hakkında da ancak bu
mektup sayesinde bir şeyler öğreniyoruz. Pascal doğu yolculuğuna
Avignon'dan çıkmış, önce Venedik'e uğradıktan sonra Galata'ya
gelmişti. Buradan Karadeniz yoliyle Kırım yarımadasına, yahut o
zaman dedikleri gibi Gazaria'ya gitmiş ve onun Tana adlı şehrinde
karaya çıkmıştı. Tana'dan Saray'a ve Saraçuk'a uğrıyarak Urganç'a
vardı. Urganç'tan başlıyarak ta Almalık'a kadar yolu hep müslü­
manlar içinden geçti.

Almalık Franciscus rahiplerinin heyeti o zaman piskoposla be­


raber yedi üyeden kurulmuştu. Misyonerler bir müddet engelsiz ça­
lışabildiler, çünkü oranın Türk hükümdarının güvenini kazanma­
ğa muvaffak olmuşlardı. Fakat pek iyi başlıyan din yayıcılığına çir­
kin bir olay son verdi. Alisolda adlı sergüzeştçi bir Türk, hakimiyeti
eline geçirerek eski hükümdarı ailesiyle birlikte yok etmiş ve mis­
yonerlerin hepsini de parçalatarak hıristiyanlar arasında dehşetli
kan dökmüştü. Almalık'ta güzelce gelişmekte olan hıristiyan cema­
ati 1339 da veya 1 342 de (yılını tam olarak tesbit mümkün de­
- -

ğildir) böylece sona erdi. Onunla beraber İ ç - Asya topraklarındaki


!uristiyan misyoner heyetleri de uzun bir zaman için kayboldular.
X V I I I.

ÖLÜ ŞEHİR : KARA KHOTO

lıki Tangut clevleti veya Si - hia. - Tangut yazısı ve eserleri. -


Kozlov Kara khoto'yu, eıki Tangut fehrini ke,feditor. - Kara
khoto'daki hazineler.- Tangut imparatorluğunun 6kıbeti.- Tan­
gutçanın öteki dillerle olan bağlar1.- Tangut kavimlerin Yenisey-
boylu Paleo Aıya'h kabilelerle münasebetleri ihtimali.

İç - Asya'da yapılan arkeoloj i araştırmalarındo. buluuan şeyle­


rin çoğu Tarım havzasında ve civarında çıkmıştı. Dış - Moğolya'da,
Orkhon ve Selenga vadilerinde bulunan kısım ne kadar önemli de
olsa, ötedeki malzemenin sade bolluğu ve çeşitliliği bakımından da
onunla boy ölçüşemez. Fakat ilmi önemi yine de söz götürmez, çün­
kü bulunan malzeme mütevazı olmakla beraber, ne de olsa bize İç -
Asya'nın bir başka, ötekinden oldukça ayrı - herhalde orijinal -
kaybolmuş, unutulmuş bir medeniyetini tanıtmıştır.

Gerek Tarım havzasında, gerekse Orkhon vadisinde meydana


çıkarılan eserlerin en büyük önemi, bunların oralarda gelip geçen
kavimlerin tarihini ve medeniyetini bize, bilinen veya bilinmiyen
dillerin yazılı eserleriyle doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak a­
çıklayışındadır. Yazılı eserler kültürlerinin taş eserler kültürlerin­
den ne kadar yüksek olduğu bugün artık herkesçe bilinen bir şey­
dir. Gerçi Çin tarihçileri bahsettikleri pek çok İ ç - Asya kavminin
sade adlarını kaydetmekle kalmayıp onların başlarından geçen şey­
leri çok defa uzun boylu ve birbiriyle ilgili bir surette anlatmı:şlar­
dır. Buna rağmen İ ç - Asya keşifleri sırasında, Çin kaynakları sa­
yesinde, tarihi hakkında bazı şeyler bildiğimiz her hangi bir eski
kavmin dili meydoı.ne. çıkarıldığı zaman duyulan sevinç yine pek bü­
yüktü ve yalnız dilciİere münhasır kalmamıştı. En ince ayrıntılı Çin
kayıtlarının da ne kadar cansız ve kansız oldukları, en basit şeyle­
rin açıklanışında bile ne kndar yanlış yollara saptıkları ancak konu­
yu teşkil eden kavmin meydana çıkarılan eserleri bizzat ve o kavmin
312 ll İ L İ N M İ Y F N İ <,'. - :\ S \' \

Ü.iliyle konuşmağa başladığı zaman hakkiyle anlaşılmış oldu. Dilleri


henüz bilinmiyen Asya'lı Hunlarla Asya'lı Avarların - Çin kay­
naklarının çokluğuna rağmen - hala esrarlı kalmalarını bununla
izah edebiliriz. Çünkü bu· kavi mlerin hüviyetlerini tesbite yarıya­
cak en esaslı u nsur, yani bun ların dilleri herıüz meçhulümüzdür.

Ünlü Rus seyyahı Kozlov'u n e5ki Kara khoto'da, ölü şehirde,


Etsin gol yakınında yaptığı keşif bunun için büyük onem taşır.
Etsin gol civarında eşyaya, sanata ve kendi dili n i n edebiyatına dair
eserleriyle yok olmuş bir imparatorlugun meden iyeti meydana çık­
mıştır. Bu yer, meçhu llük kara nlığından birdenbire sıyrılarak bar­
bar iptidailikten şaşılacak bir hızla k ültürün o zaman bilinen en
yüksek zirvelerine erişmiş ve sonra yine o h ızla yıkılarak yok ol­
muş olan Tangut kavm inin devlet i idi.

Tangut adını bugün de bil mekte ve bununla Tihct'lilerin. K uku


nor'dan Lhasa'ya doğru uzanan yol boyunda barınarak kendi göçe­
be hayatını yaşıyan ve atadan kalma eşk ıyalık ve soygunculuk sa­
natına devam eden büyük kabi lesini anla maktayız. Bu Tangutlar
hacılara ve tacir kerva nlarına korku verdikleri gibi Çin mandarin­
lerinin ve Tibet kab ile başkan larını n da her zaman yaka silktikler i
başbelalarıdır. Fakat bu haydut kabileyi, imparatorluklarının aşa­
gıki sayfalarda sözünü edeceğimiz aynı addaki Tangutla rla karıştır­
mamalıyız. Bugünkü haydut .- Tangutlar bu adı Çin'in Kitay veya
Tabgaç adını aldığı gibi almışlardır, yani kendilerine miras kalmış­
tır. Evvelce gördüğümüz gibi. göçebelikten türiyen Ki taylar X XI.-

yüzyılda ( 907 - 1 1 25) bütün Kuzey - Çin'i hükümleri altına alm ış­
lardı. Birtakım yeni göçebe kabilelerin onla r ın yerine geçişleri du­
rumu değiştirmedi. Ku zey - Çin ondan sonra da Kitay, Khatay ola­
rak kalmış, Moğol - çağının Batı'lı seyyahları da onu bu adla tanımış­
lardır. Hatta Kitay adı Moğolcada olduğu gibi bugünkü Rusçada bi­
le Çin'li anlamına gelmekted ir. Yine göçebelikten kalma olan ·To-ba
kavminin adı da Çin için tıpkı böyle olmuştur. Çin'i onlar da işgal
etmişlerdi ( 3 86 534) , onların adları olan Tabgaç, daha sonraki Kök
-

Türkler ve Uygurlar için hala Çin'i, iabii onun kuzey bölgesini gös­
termektedir. İşte Tangut adiyle de durum böyledir. Eski, gerçek
Tangutların izleri çoktan kaybolmuştur, yerlerine gelen Tibet' l i
kabnelere o taraflardaki kavimler Tangut demeye devam etmişler
ve hala da böyle demektedirler.
il i 1 . i :\ ,. i ' ı·: !\ i (,'. - .\ � y \ 313

Çi n'liler e n esk i çağlard a n beri Çin - Tibet k uzey - batı s ı nırla­


r ı ndan bazı göçebe kavimlerden bahsetmekte ve b u nları barbarla­
rın b ü t ü n kötü huy.l.a riyle, h a i n l ikleriyle vasıflandırmaktadırlar.
Glıya içlerinde yamyamlar da varmış. Tu-yü-hu n ' ların ve T i bet'lilc­
r i n askeri kudretleri, her şeyi ç igniyen üst ü n l ü kleri yavaş yavaş
C i n ' l i lcri b u nefret ett ikleri , h it;e saydıkları bat ı l ı komşularına kar­
�ı daha yakın i lgi göstermeğe mecbur etmişti. Ta ngu tlar hakkındaki
i lk haberleri Ç i n ' l iler de b u za m a n larda, t a m olarak IX. yüzyılda ,
herhalde epeyce geç olarak b u l ma ktayız, z i ra y ü z y ı l daha önceki
zamana ait Kök Türkçe Orkhon yaz ı t larında Bilge kağanın Tan­
gutlara karşı yapmış olduğu sefere dair şeyler okumaktayız.

Ç i n 'deki Ta ıığ ha neda n ı . memlekette �· ıkan büyük b i r isyanı


a ncak gii<;ebe komşu ları n ı yardıma çağırmak s u ret iyle bas t ırabil­
m i şti . Bar - köl boyl u Türkler k ıtalariyle Ç i n 'e b u zama nlarda gel­
d ikleri g i b i ı 8 8 2 l pek a z bilinen Tangutlar da h ü k ü mdarlarında n
b i ri n i n komutası al tında Ç i n 'de o za ma n gözükmüşlerd i r . Bu sonu n­
c u l.arın h ü k ü mdarı Çin i mpara toru ndan mükafa t olarak Hia prensi
ünva n ı n ı a l ıyor. B u ünva n ı n ö ı ı e m i vard ır, çünkü sonraları büyük
Tangut devle t i kurulu nca Ç i n ' liler burayı Si - H ia . ya n i « Ba t ı -
H ia ıı adiyle a n mağa başlıyorlar. Tangu tların başka bir adla r ı olup
Marco Polo ' n u n Moğollardan iş iterek Casch i , Cosh i şeklinde tesbit
ettiği ad da aslen Çinced i r . ve " nehrin, yani Hua nğ-ho'n u n batı­
sındaki 11 m e m leket ı Ho-si ı demektir.

X - uncu yüzyılın sônunda ı 99 0 l Tangutlar Çin'in batı sını rla­


rı nda dolaşmakta ve Gan-su eya leti n i n büyük bir kısmını i m para­
,
•orluğu n o zama n k i sahipler i n i n , Ki taylarm ellerinden a larak Ninğ­
h ia'yı başkent yapmaktad ırlar. Kitaylar gittikçe daha kuvvet lene n ,
L i Yüan-hav' ı n şahsında gen:ekten büyük b ir h ü k ümdar bulan Tan­
gutlarla bir türlü başa ç ıkamıyorlar. L i Yi.i.an-hav 1 0 3 1 - de Uygur­
ların Ga n-cov ve Su-cov yanındaki yerlerini zaptediyor. Tangut
devleti o n u n salta natı zama n ı nda medeni leşiyor.

Çin' lilerin a k ı l ermiyen yazı b ilgileri onlarla uzu nca zaman te­
rr,c::;tr,. bulunan kuzey ve ba t ı göçebeler i n i n dehşetli hoşlarına gi­
dud i . Eğer tesadüfen her hangi bir d i n in okur - yazar papazları yazı
J.> ı i iıni n i o n la ra öğretmezlerse, Çin i m paratoriyle yapaca k ları mek­
tuplcı �malar için h ükümdarla r ı n ı n saraylarında Ç i n ' l i yazıc ılar bu­
lundurmakla yetinirlerdi. Okumağa hevesli, a y d ı n olmak istiyen
314 B i L İ N M I Y E :-. iÇ -AS YA

gençleri ise hazan Çin yazısının va edebiyatının sırlarını elde eder­


lerdi ama, bildikleriyle kendi kavi mlerine hiçbir fayda sağlıya­
mazlardı, çünkü memleketlerinden ayrıldıktan sonra Çin toplulu­
ğu içinde çabucak erir giderlerdi.
Aynı zamanda X. yüzyılda Çin yazı bilgisi inanılmıyacak dere­
cede garip yemişler verdi. Eski göçebe kavimler arasında, karışık
Çin yazısını örnek alarak kendi alfabesini kuran kavim bir değil,
birbiri ardına üç tane de görülmüştür. Bunların ilki Kitaydır. Bu
asık suratlı göçebeler Çin'deki yerlerine ısınır ısınmaz ( 920) Çin
yazı işaretlerine göre kendi yazılarını meydana getirmişlerdır. O
zamandan beri hükümdarlarından çoğunun Kitay yazısiyle ve Ki­
t.:.ıyca yazılmış birçok eserleri ele geçmişse de okunmasına imkan
olmıyan bu yazılar karşısında bilginler aciz kalmaktadırlar. Çün­
kü Kitay yazısı ne harf yazısı ne de hece yazısıdır. Tek bir Kitay
işareti hazan yalnız bir ses, hazan iki hece, başka bir defa da altı
hece ifade etmektedir. Demek ki Kitay yazısının binden fazla işa­
retlerini suni yolla meydana getirmişlerdir, öyle ki bunların çözü­
mü için başka bir alfabeden yapılmış anahtar olmadıkça içinden
çıkmanın imkanı yoktur.
Dediğimiz gibi, Tangut Li Yüan-hav istilacı ve medenileştirici
faaiiyetine başladığı sırada Kuzey - Çin'de Kitay hanedanı hüküm
sürmekte idi. Tangut yazısı 1 036 - da onun emri üzerine, hem de
doğrudan doğruya Çin yazısına göre değil, ona uydurarak yapıl­
rms olan Kitay işaretleri örnek alınarak meydana getirilmiştir. Fa­
kat sade bir taklitle yetirımeınişler, anla!5ılan Tangut dilinin husu­
siyetlerini göz önünde tutarak oldukc:a dikkati çekecek değişiklik­
ler yapmışlardır. Tangut yazı işaretleri nin Kitay işaretlerinden çok
daha girift ve daha fazla çizgilerden yapılmış olduğu bunlara ya­
b;;ıı n cı olanın da gözünden kaçmaz. Tangut yazısını da okumak, çö­
züm�emek mümkün değildir, çünkü bu da bir harf yazısı değil, keli­
me yazısıdır. Böyle olmakla beraber yine de tekrarlanan mü şterek
unsurlar üzerinde durarak bir gün kendisini meydana getiren esas­
ların ele geçirilmesi umulabilen yazı bu Tangut yazısıdır.

Kitaylar ve Tangutlar gibi, Çin yazı sistemine dayanarak kendi


yazı işaretlerini meydana getirmiş olan üçüncü kavim Cürçidir.
Sonraki Mancularla hısım olan Cürçiler de Kitayları kovarak Ku­
zey - Çin'i ele geçirmişlerdi ( 1 1 1 5 - 1 234) . İ lkin bunlar hiçbir de-
BiLiNMIYEN i Ç - ı\ S Y /\ !ll S

ğişiklik yapmadan Kitay yazısı n ı almışlarsa da sonraları onu çok


karışık bularak kendilerinl:, görünüşte daha sade, fakat hakikatta
y i ne onun gibi Çin örneğine dayanan, iç inden çıkılmaz bi İ- yazı bul­
ı;1uşlardır. Küç4k Cürç i denilen bu yazı ile zamanımıza birkaç ya­
zıtlı taş kalm1ştır, bu taşları dile getirebilmemiz daha sonraki za­
manlardan kalma ve aynı zamanda o tuhaf yazının anahtarı olan bir
Cürçice - Çince sözlük sayesinde mümkün olmuştur. Bu sözlükte
hakiki Cürçi yazısiyle her kelime vardır, bunların nasıl okunacağı
ve anlamlarının ne olduğu da Çin işaretleriyle hizalarında gösteril­
miştir. Sözlükte geçmiyen C ürçi yazı işaretleri karşısında bugün de
şaşırıp kalmaktayız. Zaten ister Kitay ister Tangut veya Cürçi ya­
zılarının bilinmiyen işaretlerini böyle buna benzer yardımcı olmak­
sızın çözmenin ne umutsuz bir iş ulduğunu bu anahtar da göster­
mektedir.

Fakat biz şimdi Tangutların milli yazılarına dönelim. Batı bil­


ginleri Çin'de ve Çin sınırında esk i Tangut devletinde keşif işlerine
başlarken, kaybolan yazı ve dil eserlerini büyük bir dikkatle araş­
tırmışlardır. Çok geçmeden Tangut yazılı üç yazıt taşı meydana
cıktı. İ çlerinde en meşhuru Kalgan - Pekin yolu üzerinde bulunan
Cü-yunğ-guan kapısının altı dille yazılmış yazıtının Tangutça kıs­
mıdır. Bundan başka Tangut işaretli birkaç parça pnra da bulun­
muştur ve 1900 yı lındaki Bokser I Boxer ı isyanı seferleri sırasında
Tangut yazıl ı , Tangutça ilk kitap. tanı nmış bir bud ist eserinin ter­
cümesi ele geçmiştir. Bu gösterişsiz baıılangıçtan sonra Kozlov'un
ve ardından A. Stein'ın kazılarında meydana ç ı kan bin lerce Tan­
gut kitabı ve el yazmasının ele geç işinin ne demek olduğunu kolay­
ca anlıyabiliriz .

Tanınmış Asya - araştırıcısı Kozlov, Prjevalsk i'nin talebesidir.


İ ç - Asya coğrafya ve arkeoloj i meselelerini ve araştırmalarda gü­
dülecek doğru usulleri onun yönetimi altında öğrenmişti. Prjevals­
ki'nin son defa hazırlandığı, fakat Kara-kol'dan ileri gidemediği,
bildiğimiz İ ç - Asya yolculuğunda Pevtsov ve Roborovski ile bera­
ber o da bulunmuştu . Kozlov 1 899 - da ilk müstakil seyahatine çı­
kacağı zaman hakikatta İ ç - Asya araştırma yoluna üçüncü defa o­
larak çıkmakta idi . Sadık talebe üstadından miras kalan merakla
Moğol - Altay dağlarından ve Orta - Gob i'den Maçu nehrinin kay­
nak bölgesini incelemeğe gitti . İ ki nci müstak il yolculuğunda ( 1907)
3 1 11 fi İ l . İ N M İ Y EN İ Ç - A S Y .\

Kyakhta'dan kalkıp Gobi çölünden geçmek suretiyle Gaşun nor'a


i ndi, oranın güneyinde Kara khoto ölü şehrinin örenlerini keşfetti.
Kara khoto'dan ilerliyerek Prjevalski'nin sevdiği araştırma yerle­
rini, Alaşan'ı, oradan da Kuku nor havalisini ziyaret etti. Esasen
daha güneye ilerlemek niyetinde idi, fakat Tangut haydut çete­
lerinin tehditçi tavırlarından ürktüğü içi n bu işten bir şey çıkma­
dı. Geri dönmeye mecbur oldu ve dünüş seyahatinde ikinci defa
olarak da Kara khoto'ya uğradı. araştırmalarının en değerli kısmı­
nı orada tamamladı.

Kozlov eski Rus okulunuıı geleneğ i ne uyarak kalabalık bir ker­


vanla yola ı_: ı kınış. (:öl yolculuğunda öteki araştırıcıların çektikleri
zahmeti t:ckmi�. onhırın uğraştıkları zorluklarla karşılaşmıştı. Bil­
ginlerin, kalaba l ı k kerva nlariylc n a s ı l seyahat ettiklerini birkaç
misalle gilrd iiğü ınüz i\.; iıı Kozlov'un Urga'dan kalkıp büyük çöle na­
sıl al:ıldıgını adım adım takibedecek değiliz. Ancak devamlı yol­
culugunu yarıda bı rakarak Kara klıoto ören şehrinin araştırmala­
rına baş l a d ığ ı zaman onun kafilesine ka t ı lacağız.
Gaşuıı ııor'dan bira z güney - doğuya düşen Sogo nor gölü ya­
nına vardığı zaman Kozlov, araştırmalar için lüzumlu hazırlıklara
ba şla dı. O c ivarda M oğolların - ona göre yarı vahşi - bir kabilesi
oturuyord u . Tercümanını. şöyle bir elçi gibi, tabii icabeden arma­
ğan larla beraber b u kabi lenin, yani Torgutların başkanına yolladı.
Bu l\Toğol kabile başkaniyle ahbaplığa çok ihtiyaç vardı, çünkü onun
iyi n iyetli yardımı olmazsa örenleri karıştırma işi kolaylıkla sarpa
sarabilirdi . Asya 'nın neresinde ören - şehirler görülürse civarında
oturan göçebeler. yahut d.ha - sakinleri. hep doğuştan gömü - ara­
yıcılardır. Masallarda duydu kları hazineyi yıkıların altından bulup
çıkarmak için vandal yıkıcılığiyle her şeyi altüst ederler. Kara
khoto'nun da kendi gömü efsanesi vard ı . fakat nasıl olduysa yıkık
duvarlara. çöl kumunun örttüğü mukaddes yerlere kimse ilişme­
mişti. Toprağa gizlenmiş olan hazine ne kadar çekici bir parıltı ile
parlarsa parlasın . hırslı gömü - arayıcıların hevesleri kaçmıştı . Ö­
renlerle ilgili boş inan lara kapılan araştırıcılar , · kendilerini çarpa­
cak kuvvetten korkuyor. titriyorlardı. Boş i nanlı göçebelerin kendi
başlarına felaket gelmesine sebep olurlar diye oralara yabancılara
da el sürdürmüyorlardı .
Kozlov karargahını Etsin gol'un yanında kurdu. Dört g ü n son-
BİLINMI YEN i Ç - A S YA 317

ra i leri yolladığı elçi döndü ve Moğol kabile başka nının önce kendi­
sini oldukça soğuk karşıladığını, fakat duygularının yavaş yavaş de­
ğişerek, ne istiyorlarmış bakalım o Ruslar, gelsinler kendileri yü­
züme anlatsınlar, diye birkaç askerini yolladığını haber verdi. Ker­
van toparlandı ve Moğol kılavuzun yönetimi ile, her şeyi toza batı­
ran bir çöl kasırgası altında başkanın karargahına yollandı. Dur­
gun kum deryasının ortasında eski medeniyetlerin tektük kalıntı­
ları, batmış gemilerin enkazı gibi duruyordu. İ lkin Atsa-tsonci ku­
lesi nin yıkıntıları gözüktü. Bu bir zamanlar Kara khoto şehrini
gözetliyen askeri garnizonlardan biri olmalıydı. Atsa-tsonci'nin bi­
raz ötesinde Toroi-onze adlı bir yer vardı ki, Torgut başkanının tav­
siyesi üzerine Kozlov karargahını buraya kurmuştu. Fakat artık
başkanın karargahı da uzak değildi. Etrafta göçebelerin keçe çadır­
ları gözükmüştü, bu çadırlar yüz elli kadar vardı. Karargaha ol­
dukça karışık duygularla yaklaşıyorlardı, çünkü aşağılatıcı bir tarz­
da herkesin di line destan olmuş olan : ağaçlar arasında en kötüsü
tograk, Moğollar arasında en kötüsü Torgut, diyen Moğol ata sözünü
h i liyorlardı.
Ne olur ne olmaz, Moğolların adetini yerine getirerek, saygı
alameti olan ipek örtüyü ( khadok ı başkana vermek üzere tercümanı
tekra" yolladılar.
Kozlov'un bu nezaketi tesirsiz kalmadı, başkanın gösterdiği il­
t i fat hudutsuzdu. Ona süslü bir çadır kurdurdu, hizmeti-ne adam­
lar verd irdi, asıl hepsinden ehemmiyetlisi, lafsız sözsüz, örenler ara­
sında araştırma yapmasına izin verdi. Kozlov'un anlattığı gibi, se­
yaha tinin başlıca amaçlarından biri Kara khoto örenlerinin açıl­
ması idi. Arkeoloj i bakımından o kadar çok şey vadeden bu kum­
lar a ltında kalmış örenlerden, başka bir Rus seyyahının, Potanin'in
raporundan bilgi edinmişti. Pota nin'den sonra oralarda dolaşmış o­
lan başka Rus coğrafyacıları civar göçebeler arasında beyhude so­
ruşturmalarda bulunmuşlardı, fakat ölü şehir hakkında kimsenin
bir bildiği yoktu. Bu durum Kozlov'un Kara khoto eserlerine karşı
olan merakını büsbütün artırmıştı.
Hayva nlarını, lüzumsuz eşyasını Toroi-onze'de, karargahında
bırakıp yanına sa.de birkaç adamını ve tahminine göre örenler ara­
sındaki araştırmalar sırasında yetişecek kadar y iyecek, içecek aldı.
Torgut başkanının iyiliği onu boşuna yoklamalardan ve sonu be-
BİLINMİYEN İ Ç - A S YA

lirsiz araştırmalardan da kurtardı, çünkü onu dosdoğru örenlere gö­


türmesi için adamlarından birini yanına kattı. Yolda bile birçok
faydalı şeyler gördüler. Henüz pek uzaklaşmadan, iyi yolda yürü­
düklerini anlamışlardı. Adım başıi1a, yok olmuş eski hayatın ka­
lıntılarına raslıyorlardı; şurada değirmen taşları yatıyor, i..itede
kumlar altından kapkacak, çanak çömlek parça ları, kırık porselen
fincanlar, vazolar görünüyordu. Eski hayatın en önemli unsuru olan
suyu götüren harklar da meydana c;·ıkmıştı. Ölü ı;-ölün dili her a­
dımda açıldıkça açılıyor, onları yok olan vahanın meşhur şehrine,
Kara khoto'ya çekip götürüyordu. Ören şehrin yakınında bir neh­
rin kurumuş, içinde çöl rüzgarının ve tozun parlatıp ci laladığı dev­
rilmiş ağaç gövdeleri yatan yatağından geçtiler. Bu kurumu� neh ir
yatağında ilerliyerek bir zamanlar Aktan khoto hisarının bulundu­
ğu bir tepeye vardılar. Vaktiyle burası da Kara khoto'yu koruyan
istihkam çemberi içinde bulunuyor ve eski kaynaklara göre burada
bir atlı garnizon barınıyordu.

Artık çok yol almağa lüzum yoktu, o kadar hasretle aradığı


Kara khoto örenleri Kozlov'un güzleri önünde belirmişti. Duvarla
çevrili, muntazam geometrik şekildeki şehir ak:ak bir taraça üze­
rinde, kabartılı sert taşlardan yapılmıştı. İç - Asya'nın her yerinde
açılan şehir örenlerinin, eğer onlar göçebelerin oturdukları yer­
lerse, ne kadar bir örnek oldukları dikkate değer. Bu şehirlerin plan­
larını gözden geçirdiğimiz zaman hepsinde de bir göçebe çadır - ka­
rargahının askeri intizamını görürüz. Ve gerçekten, bir yere yer­
leşmiş olan göçebelerin şehirleri taştan yapılmış birer çadır - ka­
rargahlardır. Kara khoto 'nun planı da etrafı duvarla çevrilmiş tam
bir dörtgendir, muntazam geometri hatlarını olsa olsa bazı yerle­
rinde ileri fırlıyan çıkıntılar ve kuleler bozmaktadır.

Kozlov'gil ören '?ehre kuzey - batı yönünden yaklaştılar. Ku­


zey - batı köşe kulesinin yanında tepesi sivri ve etrafı birçok, daha
küçük aynı eserlerle çevrili kocaman budist eserine, stııpaya rasla­
dılar. Buralarda da yolun her tarafında kiremit parçaları görülüyor­
du. Stupa - kümesinin biraz ötesinde küçük bir tepeye tırmandılar
ki, buradan bütün Kara khoto seyredilebiliyordu. Gayretli araştır­
malardan sonra şehrin batı kapısını buldular ve buradan duvarla­
rın arkasına geçtiler. Batı kapısından şehrin ortasına uzanan, ora­
da cl ikaçı ile kuzeye dönen ve sonra yine aynı açı ile doğuya çev-
B İLİNMİYEN İ Ç - A S YA !119

rilip oradan da, anlaşılan cıTacirler sokağ ı n olarak şehrin doğu ka­
pısına giden yol anacadde olmalıydı.

Kara khoto şehri, başlıca büyük yolların nerelerden geçtiği, en


önemli yapıların, manastır ve tapınakların nerelerde bulunduğu
belli olmıyacak kadar ortadan kaybolmamıştır. Kürekler çalışmağa
başlar başlamaz yapı yıkıntılarının altında neler gizlendiği meyda­
na çıkıveriyordu. Burasının bir düşman baskını neticesinde mah­
volduğu ilk bakışta görülmekteydi. Çok defa öyle evlere raslanı­
yordu ki, bunların enkazından, dışardan yıkılmış oldukları anlaşı­
lıyordu. Tapınaklar ve onlara bağlı yapılar temellerine kadar gö­
çürülmüşlerdi, bunların yıkıntıları arasından ne çıkmışsa hep parça
parça idi. Kara khoto'nun durumu da açıkça belli ediyordu ki, eski
vahalar, gelişen hayatlariyle birlikte sade iklim değişmesi ve kurak­
lık yüzünden ıssızlaşmamışlar, öldürücü vuruşu daima ilkin düş­
mandan yemişler, düşman tarafından yıkılıp yumulmuşlardır. Hal­
kının sayısı azalan veya tamamiyle yok olan şehirler artık vaha
hayatına en lüzumlu olan suyu getiren harklarla meşgul olmamış
veya olamamıştır. Bu harklar yavaş yavaş harap oldukça bitki ha­
yatı durmuş, oralarda insanlar için de yaşama imkanı kalmamıştır.
1''elakete· uğrıyan topraktan son haberci de çekilmiş ve her şeyi
altına alan çöl, kendi haline bırakılmış bu örenlere hakim olmuş­
tur.

Kara khoto örenleri yığınlarla eser saklamaktadır. Kozlov, da­


ha ilk üstün körü araştırmasında bile pek çok kiremit, porselen, de­
mir, bakır, hatta gümüş kahlar, alet edevat bulmuştu. Dükkan yı­
kıntıları altından daha zengin ganimetler elde ettiği kendiliğinden
anlaşılır. E n çok para burada bulunduğu gibi, hatta Çin - Moğol ha­
nedanının çıkarmış olduğu bankınotlardan sapasağlam kalmış b ir­
kaç örnek de yine burada ele geçmiştir. Açılan yapı yıkılarından,
ele geçirilen çeşitli dini tören eşyasından, levhalardan, el yazma­
larından Kara khoto halkının en ziyade Buddha dinini güttükleri
fazla kafa yormadan anlaşılabiliyordu. Bu zengin malzemeden Koz­
lov'un ne kadar az şeyle yetindiği şaşılacak şeydir : ilk kazılarının
sonucu topu topu her biri on altı kiloluk on sandık tutuyordu. Koz­
leıv daha ziyade coğrafyacı idi ve kendisi için hep aynı olan budist
tablolarır. ia n yahut sonuna kadar hep manasız " putlar ıı göziyle
baktığı budist heykelciklerinden çok bir şey anlamıyordu. Fakat
!120 'Ti 1 L f )'; M i Y E :--; f Ç-ASYA

asıl i inemli olan şey şu idi ki, daha bu ilk, daha ziyade keşif yol­
culuğu sayılabilecek araştırma seferinde de anlaşılmaz .Tangut ya­
zısiyle ve Tangutça hayli el yazması ve kitap parçaları bulmuştu.
Kozlov'un ilk raporları Petresburg'a varır varmaz Rus İ lim A­
kademisi kendisine, ilk fırsatta hemen tekrar Kara khoto'yu ziya­
ret etmesi ve başladığı araştırmalara daha esaslı bir şekilde devam
eylemesi için talimat verdi. Bu işe. Kozlov'un kendi tahmininden
daha çabuk sıra geldi. Tibet seyahatinden ·ister istemez vazgeçince
döndü ve ertesi 1 909 yılı may ısında yine ölü şehrin örenleri ara­
sında idi. Kervaııının bir kısmını, biriken sandıklarla ve adamla­
rından birinin idaresi altında, vakit geçirmeksizin Urga'ya yolla­
dı. Kendisi de 2 1 deve, yetecek kadar hizmetkarla ve birkaç · Rusla,
iyi bildigi örenlerin arasına daldı. Torgut kabile başkaniyle ahbap­
lığı yeniledi. Sonradan a nlaşıldığı gibi bunun çok faydasını gör­
müştü , çünkü onun yardımı olmaksızın kazılarda lüzumlu ameleyi
kolay kolay bulamıyacaktı. İş rahatça ilerledi ve örenler arasında
çalışan Rusların yiyeceklerini ve içecek sularını hep kabile başkanı
kendisi temin etti.
Çok sayıdaki ırgatlara iş dayanmıyordu. Kumlar altına gömü­
iu yapılar sihirbaz elinden çıkıyormuş gibi yüze geliyor, yavaş ya­
vaş, sıra sıra sokaklar meydana çıkıyordu. Basit göçebe ırgatlarının
ne kadar hevesle çalıştı kları ve kürekleriyle kumların altından ye­
ni eserler çıkardıkca bilgin efendileriyle beraber nasıl heyecan duy­
<lukla'.·ı görülecek şc>yd i. Önce �ehrin kuzey kenarında bir tapınak
meydana çıkarmıştı ki, bunun alt kısmı şaşılacak derecede sağlam
kalmıştı. Tapınai;ın mihrabını bulmuşlardı, üzerinde eski budist
tanrı heykelleri duran süslü tabanlar orada idi, duvarlarda ise din
konulu fresklerin parça ları görülüyordu.
Çok geçmeden, yorucu bir biteviyelikle sürüp giden budist eser­
lerinin kazılması işinden usanarak başka yerlerde araştırmağa baş­
ladılar. Şehir surunun dışında, kurumuş bir nehrin kıyısında bü­
yücek bir budist stupası buldular. Kozlov Kara khoto'daki araştır­
malarının en güzel neticesini bu stupaya borçludur. Sıkıca kitlen­
miş olan stupanın içinden bez, ipek ve kağıt üzerine boyanmış 300
kadar budist tablosu çıktığı gibi, bundan başka burada yığın yığın
heykel cikler, ağaç oymalar, küçük stupa modelleri gizlenmişti. Bu
zengin buluntu - kümesinin ayrı bir değeri de el değmiy�cek şekil-
B I L I N M I Y F. N i Ç - A S YA ,21

de saklanmış olan eşyanın zaten kurak olan iklimde tamamiyle


sağlam bir halde kalmasında idi. Ala goblenlerin, usta elden çık­
mış tabloların renkleri yüzyıllarca önce yapıldıkları zamandaki
tazeliğini muhafaz_!l etmişti. Fakat Kara khoto stupası başka bir
sürpriz de gizlemekteydi. Kozlov'un adamları örenleri iyice araş­
tırınca koca bir kütüpane dolduracak kadar kitap ve el yazması
meydana çıktı. Tangut dili ve yazısiyle ilgili, işe yarar bilgilerimi­
zin temelini bunlar kurmuşlardır. Stupada, oturur vaziyette gömül­
müş, herhalde yüksek rütbeli bir papaza ait olması lazım gelen
bir ceset de buldular. Daha bundan sonraki araştırmalarda tarihi
aydınlatacak olan stupa, anlaşılan bu adamın adına yapılmış olma­
hdır.

Kozlov'un hazineler gizliyen sandıkları Petresburg'a varır var­


maz Rus bilginleri hemen incelemelerine başladılar.
Bunlar, budist eserlerinin birinci mütehassısı, Rus İ limler A­
kademisi umumi katibi, o vakitten beri ölmüş bulunan Oldenburg'­
un şahsında derhal en salahiyetli erbabını buldular. Kozlov'un, • put
heykelcikleri » ve • putları " Oldenburg için tabii pek çok incelik­
ler taşımakta idiler. Daha ilk gözden geçirmede bu eserlerin sanat
bakımından iki kümeye ayrıldığını tesbit etti. Bir kısmı Tibet il­
hamiyle yapılmıştı, öteki (eserlerin büyük kısmı bu kümede­
dir) tamamiyle Çin okuluna bağlıdır. Budist sanatçılarının pek
sevdikleri konuyu, Amitabha cennetini Kara khoto budist tabloları
arasında da bulmaktayız. Bu Kara khoto tablosu daha uzun zaman
kendinden bahsettirecektir, fakat bu, konusunun görülmedik bir şey
veya tablonun harikalı bir sanat eseri oluşundan değil, asıl budist
sanatının şimdiye kadar eşi bulunmıyan bir eseri olduğundandır.
Tablonun başlıca kısmı tamamiyle bir Çin tablosudur, ikinci dere­
cedeki şekillerle tablonun öteki kısımları ise sanki bir Tibet tablo­
sundan kesilerek ötekine yapıştırılmış gibidir.
Asıl Tangut eserlerini gözden geçiren, Petresburg İ lim Akade­
misi üyelerinden Kotwicz olmuştur. Polonya'lı Kotwicz bir moğo­
list olduğundan, tabiatiyle, bilinmiyen yazılı el yazmalarının ve ki­
tapların içindekileri tesbit edememiştir. Fakat Uygur yazılı Moğol­
ca eserlere dayanarak bulunan bu parçaların tamamiyle XI - XII.
yüzyıl arasındaki zamana ait olduğu neticesine varmıştır. Olden­
burg da budist eserlerine dayanarak bunu iddia etmiş ve sonraları
522 BILINMIYEN i Ç - A S YA

bu ilk tesbitlerin tamamiyle doğru oldukları anlaşılmıştı. Kozlov


1 908 - 1909 yıllarındaki seyahatinde, Kara khoto örenlerini bir kere
daha araştırdı, fakat esaslı arkeoloj i ve din tarihi bilgisi olmaksızın
bu araştırma işinin tam bir netice vermiycceği ve ikinci seferinden
sonra da örenlerde hayli malzeme kalmış olduğu önceden belli idi.
Sahiden, üçüncü İ ç - Asya yolculuğunda A. Stein kendisi de
ölü şehre uğradığı zaman bu görüşün doğruluğu anlaşıldı. Kara
khoto ziyareti onun araştırmalarının sade « araya sokuşturulmuş ıı
bir epizodu idi, fakat onun erbap eli altında az zaman içinde bile
birbirinden değerli yığın yığın eser ele geçti. Stupaların temelini
ve tapınakların döşemesini dolduran enkazı temizledikten sonra
bunlar arasında sade pişmiş kil kabartmaları, alçı süsler ve freskler
değil, Tibetçe, Tangutça yazılmış pek çok budist el yazması kitap,
daha doğrusu kitap parçaları buldu. Ören şehirlerde eski eserlerin
toplandığı en değerli yerlerin süprüntü yığınları olduğunun A. Stein
d:ıha eski kazılarında farkına varmıştı. Gerçekten, Kara khoto süp­
rüntü yığınlarında da eli boş çıkmadı. Koku saçan çöplüklerde a­
damları sırlı çanaklar, ziynet eşyası, taştan ve madenden yapılmış
antikalar bulup çıkardıkları gibi, yazılı eserlerin değerini o kadar
iyi anlıyan A. Stein'ı en çok sevindiren şey buradan da çok sayıda
Tangutça, Uygurca ve Çince yazılı eserler çıkması oldu.
Kara khoto, Tangut devletinin kuzeyde en önemli merkezi idi.
Tarihini şimdilik pek iyi bilmiyoruz, fakat zamanla ve en ziyade
Çin kaynaklarının yardımiyle hayatının başlıca hareketleri ve yok
oluşu aydınlanacaktır.
Albay Kozlov Kara khoto ve halkı hakkında civarda oturan
göçebelerden bazı şeyler öğrenmek istemişti. Fakat sürüreriyle göç
halinde bulunan Torgutlar Rus araştırıcısını n merakını pek gidere­
mediler. Onlara göre şehirde vaktiyle Çin'liler otururmuş, çünkü
duvarlar arasına kapatılmış bir şt-h!rdt! Çin'liden başka kim otura­
bilir ki? Atalardan evlatlara kafan gelenek, bu Çin şehrinin Çin'li
sahibi, Kara adlı bir generalin Çin imparatorunun hükümetini de­
virmek istemiş olduğunu anlatır. Fakat Çin imparatoru üşenmemiş,
ordusunu Kara khoto üzerine yollamış. Çin'liler o kadar çoklukmuş
ki, general Kara onları görünce kendi adamlariyle şehir surları içi­
ne çekilmiş. Ama imparatorun askerleri vazgeçivermemişler, surla
çevrili şehri her tarafından kuşatmışlar. Yalnız silahla bu işi başara-
BILINMtYEN i Ç - A S YA

mıyacaklarını anlayınca Kara khoto'ya giden su yollarını kes­


mişler ve yeni bir yataktan suyu başka tarafa akıtmışlar. General
Kara iyice daralınca şehirde kuyular kazdırtmak istemiş, fakat ne
kadar derine gitmişlerse nafile, kuru topraktan bir damla bile su
cıkmamış. Kurtuluş yolu olmadığını anlayınca bütün hazinelerini
toplatarak (80 den fazla araba yükü tutmuş) , bunları şehrin ku­
-

zey - batısında dipsiz bir kuyuya attırmış. Bu iş bitince, düşman e­


line geçmesinler diye kadınları boğazlatmış, çocuklarını öldürtmüş
ve korkunç düşmanla bir daha kuvvetini denemek için askerlerini
toplayıp, çevrilmiş şehirden bir çıkış yapmış. Çin imparatorunun
ordusu savaşı kazanmış, general Kara savaş meydanında ölmüş,
şehrini al;m taran etmişler ve halkını tamamiyle kılıçtan geçir­
mişler.
Torgut geleneğine göre Kara khoto'nun ortadan yok oluşunun
hikayesi budur.
Hakikatta Tangut devletini yenenler Moğollardır. Bilindiği gibi
Cengiz han son büyük savaşını tam Tangut başkenti üzerine yap­
mıştı. Bu başkent aşağı yukarı bugünkü Ninğ - hia'nın yerinde bu­
lunuyordu. Tangut hükümdarının kabahati askeriyle beraber za­
manında Moğol istilacısının ordugahında bulunmamış olması idi.
Söz dinlemiyen vasalı yola getirmek için Cengiz han, ordusunun
başına geçmişti. Tangutlar muhasaraya şiddetle karşı komuşlar ve
büyük göçebe hükümdara şehrin zaptını görmek bile nasip olma­
mıştı. Çoktan beri hastalık çeken Cengiz han 1 227 de, muhasara et­
-

tiği Ninğ-hia surları önünde öldü. Ordusu, şehri birkaç gün sonra
yine zaptetti ve çekilen düşmanın büyüğü küçüğü koca Moğol im­
paratoruna ahirette hizmet etsin diye bütün halkını kıl ıçtan ge­
çirdi.
Cengiz hanın dostça olmıyan bu ziyaretinden sonra Tangut
başkenti harap olmuşsa da Tangut devleti ondan sonra da epeyce
bir zaman yaşadı. Marco Polo'nun meşhur kitabında görüyoruz ki.
vasal durumuna düşmüş olan Tangut devleti Venedik'li seyyahın
zamanında henüz mevcuttur, nitekim M. Polo · vaha - şehirlerden
bazılarını kaydetmekte ve kısmen kendi gördüklerine, kısmen de
işittiklerine dayanarak Şa-cov ı Sachion ı , Hami ( KamulJ , Çingi n­
talas ( Cincitalas) , Su-cov ( Succiur) , Gan-cov ( Kampion ) ve Ezina
hakkında bilgi vermektedir. Bunların hepsi de bilinen vaha - şehir-
324 BlLİNM fYEN İÇ-A SYA

!erdir, Ezina'dan maadası bugün de mevcuttur. Fakat bizi asıl ya­


kından ilgilendiren de bu Ezina'dır.

Marco Polo, Ezina şehrine varmak için Kampion'dan kuzeye


doğru on iki gün yol almak lazım geldiğini söylemektedir. Bu şe­
hir büyük çölün kıyısında bulunmaktadır ve halkı puta tapar, yani
budisttir. Ezina'lıların çok develeri ve başka hayvanları vardır. Ü l­
kelerinde meyva bol yetiştiğinden ve hayvanlarının eti ihtiyaçları­
na yettiğinden, ticarete pek önem vermezler. Ama Ezina mühim bir
şehirdir, çünkü büyük hanın şehrine, Karakorum'a gidecek olan
kervanların kuzeye doğru yapacakları kırk günlük uzun yol için
her şeyi buradan tedarik etmeleri lazımdır. Yolda hiçbir tarafta
insanın barınacağı yer olmadığı gibi, dağlarda ve bazı vadilerde ya­
şıyan göçebelere de ancak yazın raslanır.

Bilgin araştırıcıların meydana kodukları gibi, Ezina şehri, açı­


lışını Kozlov'la A. Stein'a borçlu olduğumuz Kara khoto'dan başka
bir yer değildir.

Tangut devletinin akıbeti, Moğol hanedanı zamanında, Marco


Polo'nun oralarda gezdiğinden bir müddet sonra nihayet belli oldu.
Kubilay'ın orduları Tangut başkentine hücum ederek orasını zap­
tettiler. Yapılarını, tapınaklarını yıktılar, budizm şeriatının koca­
man kitabının, Kancurun basılması için ha:t:ırlanmış olan Tangutça
yazılı tahta levhalar etrafa o zaman yayılmıştı.

Tangutça ve Tangut yazısiyle meydana getirilmiş olan eserler


gittikçe çoğalmış ve artık bugün Londra, Faris, Berlin, Pekin ve
Japonya kütüpanelerinde bunlardan önemli sayıda eser yığılmıştır.
Ancak bu garip yazının çözümlenmesi bugüne kadar nasip olma­
mıştır. Bereket versin Kara khoto buluntuları arasında bir Çince -
Tangutça sözlük de bulunmuştur ki. bunda Tangutça söz Çin yazı­
siyle ve Çince anlamiyle gösterilmektedir. Ne yazık ki, bu küçük
sözlük yığın halindeki eserin okunmasına hiç de yeter değildi. Va­
ziyet böyle iken beklenmedik bir yardımcı çıktı. Tangut devleti
topraklarında bulunan Tibet el yazmaları arasında yazısı Tibetçe
olsa da dili Tangutça olan birkaç metin de ele geçmişti. Ve böylece
Tangut yazısiyle başa çıkılamamışsa bile hiç olmazsa bu Tangutça­
nın ne türlü bir dil olduğunu anlamak mümkün olmuştur. Çin'in
en batı eyaleti olan Sı-çuan'da, Çin'in batı ucunda bin yıldan beri
B I L I N M I YEN i Ç - A S YA 325

kendi halinde yaşıyan bir sürü göçebe ve yarı - göçebe kabile var­
dır : Lolo, Moso ve Miyaoze. Dil bakımından Tangutlar bunlarla hı­
sım oldukları gibi Tibet'liler bunların hepsiyle uzak yakın dil ak­
rabasıdırlar.
Gan-su'nun batı sınır dolayları, hususiyle onun, Tangut dev­
letinin de kısa fakat parlak hayatının başladığı kısmı, İç - Asya'nın
en esrarlı ülkelerindendir. İ ç - Asya'ya doğru o kadar göçebe kav­
min dağıldığı bu toprak, kavimlerin ve kavim hareketlerinin adeta
beşiği idi. O hareketli hayat tarihi çağlarda da sürüp gelmiştir. Yüe­
cı'ların ve öteki göçebelerin Batı - İç-Asya'ya varan yollarını bura­
da yeniden uzun boylu tekrarlamak lüzumsuzdur. Bunun yerine
İ ç - Asya meselelerinin bir başkasına, bilim edebiyatında hemen hiç
temas edilmemiş olup İç - Asya ile Sibirya arasındaki eski bağları
dikkate değer bir şekilde aydınlatan bir meselesbe temas etmeyi
daha uygun bulmaktayız.
Orkhon nehri dolaylarında Kök Türklerle çarpıştıktan sonra
onların arkalarından gelen Uygurlara çatan ve nihayet türkleşerek
IX. yüzyıl ortalarında Dış - Moğolya göçebe devletini ellerine ge­
çirmiş olan eski Kırgızlardan birkaç yol bahsetmiştik. Çin kaynak­
ları bu eski Kırgızlar hakkında, vaktiyle burada n , yani Gan-su'nun
batı sınırları yanından kalkarak daha batıya gittiklerini ve sonra
Altay dağları boyunda Sayan yakınındaki yurtlarına geldiklerini
yazarlar. Bunlar Kök Türkler ve Uygurlarla, şimdi söylediğimiz çok
dostça olmıyan bağlarını Sayan boyundaki yurtlarında kurmuşlardı.
O sıralarda bunların birtakım büyük kabileleri vardı ki, Orkhon ya­
zıtlarında adları geçen Çik ve Az kabileleri belki de bunlardandı.
Asıl başkabile olan Kırgızlar hakkında kaynaklar, daha epey­
ce zaman, yeniden öğrendikleri Türkçenin ya nında eskisini de an­
ladı k larını ve konuştuklarını söylerler. O eski dilin ne olduğunu
bilmekten ziyade seziyoruz. Az ve Çik kavimlerinin dilleri hakkın­
da ise henüz hiçbir neticeye varılmamıştır. Bazı bilginler <Trom­
betti, Ramstedt, Kai Donner ı Y..enisey havzasında yaşıyan ve tü­
kenmek üzere bulunan Paleo - Asya'lı kavim ve dil kırıntılarında
bu üç kaybolmuş kavmin ve dilin sonraki türemelerini keşfettik­
lerini sanmaktadırlar. Bu tükenen kavim - kümesinin bugün de ro.s­
lanabilen tek örneği Yenisey'li Ostyaklardır. Bunlara yakın olan
Kotların, Asanların ve Kestimlerin son örnekleri bundan yüz yıl
}26 etLtNMtYEN tÇ- A S YA

kadar önce tükenmi�Jerdir. Dillerinden kurtarılabilen az bir şeyden,


bunların hiçbir Sibirya'lı veya Moğolistan'lı kavimle hiçbir yakın­
lık bağları bulunmadığı açıkça görülmektedir. Yenisey bölgeli Pa­
leo - Asya'lıları dil bakımından da Gan-su komşuluğuna, Kuku nor
havalisine götürmek istiyenlerin ve en yakın akrabalarını Lololar­
da, Mosolarda ve Tangutlarda arıyanların doğru iz üzerinde yürü­
mekte olmaları imkansız değildir.

Bu meraklı, geniş çerçeveli münasebetleri daha etraflıca


belgelendirebilmek için herhalde yeni, uğurlu keşiflere ihtiyaç ol-
sa gerektir.
x ı x.

GÖÇEBE HÜKÜMDARLARIN GÖMÜLDÜKLERİ


YERLER

Marco Polo'ya göre Tangutlarda cenaze töreni.- Orman ve bozk1r


bölgelerinde cenaze kv:drrma şekilleri. - Noinula'daki hükümdar
mezarlar1. - Pazirik mG4ar bulu�tuları. - Kitay hükümdarlarının
gömülme yerleri.- Lo-lanj höyükleri.- Liav-dunj mezarları.

Marco Polo, Tangut devletine bağlı Sachion ülkesinde, daha


'
doğrusu valıa - şehrinde ilerigelenlerden biri öldüğü zaman şu şe­
kilde gömüldüğünü anlatır :

Ö lünün hısımları müneccimleri eve çağırırlar ve dünyadan gö­


çen adamın hangi yılın hangi gününde, hangi saatinde doğduğunu
kendisine söyledikten sonra, uğurlu alametlere göre cenazenin ne za­
man gömülmesi iyi olduğunu gösteren bir zayiçe (horoskop) ister­
ler. Eğer uygun olan gezeğen yıldız tam o sırada yükselme halinde
değilse, dinlerine göre cenazeyi o zaman gömmek iyi değildir; ölü­
yü - icabederse bir hafta - evde bırakırlar, hatta hazan <;ilüyü
gömmeye ancak altı ay sonra sıra geldiği de olur. Çürümeğe başlı­
yan cesetten evin içine dayanılmaz bir koku yayılmasın diye enli
tahtadan yapılmış tabuta koyarlar. Tabiatiyle tabutun ek yerleri sı­
kıca yapılmış olup, içine de kokulu çamsakızı, kafur, başka bahar­
lar saçarlar. Ek yerleri ziftle baldan yapılmış bir macunla dolduru­
lur ve kalı nca sıvanır. Böylece hazırlanan, dikkatlice kapanmış ta­
but sonra boyanır ve ipek örtüye sarılır.

Ö lü gömülünceye kadar tabutun bulunduğu odada, yemekler­


den çıkan buğu ile ölünün orada uçan ruhu da doysun diye, yemek
saatlerinde zengin bir sofra hazırlanır.

Ancak müneccimlerin ölüyü gömme gün ve saatinin uğurlusunu


ilrayıp bulmaları da kfıfi değildir. tabutun evin ne yanından çıka-
528 HILINMIYEN f Ç - A S YA

rılması gerektiği işinde .de onların reylerini almak lazımdır. Çünkü


evin asıl kapısını uğursuz saydıkları çok olur, o zaman eğer yapının
başka tarafında bir çıkacak yer varsa ne ala, fakat yoksa, ölünün
ruhunu kızdırmamak, yahut onu incitmemek için duvarlardan bi­
rini açmaktan başka çare kalI11a Z. Ölüleri toprağa gömmeyip ya­
karlar. Şehirden dışarıya tabutla götürürler. Cenaze alayının geç­
tiği yerlerde, yol kenarlarına, önceden hazırlanmış ve ipeklerle süs­
lenmiş barakalar, tahta kulübeler dizilmiştir. Bunların her birinin
önünde bir müddet durarak cenazeyi sokup önüne yiyecek içecek
koyarlar. İ tikatlarına göre bu suretle ölünün ruhu lüzumu kadar
kuvvet bulur, tazeleşir ve gömme töreninin son safhasına gelince,
son muameleye, yakılma işine kolaylıkla katlanır. Ölü yakma tö­
renine akrabası, belirli bir ağal: kabuğundan yapılmış ve Üzerlerine
kadın, erkek, deve. et. para , elbise resimleri yapılmış bir yığın ka­
ğıt parçaları götüriirler. Kağıda yapılmış resimlerdeki şahıslar ve
eşya ahirette ölenin işine yarar itikadiyle ölü ile beraber onları da.
yakarlar.

Marco Polo'nun Tangutlarının cenaze törenleri eşsi-z bir fevka­


ladelik değildir. İ ç - Asya göçebe kavimlerinin arasında gezmiş o­
lanlar aynı adetleri pek çoklarında görmüşlerdir. Böyle bir tören­
deki adetlerden ne kadarının kökünün atalardan gelme, hangileri­
nin etraftaki medeni kavimlerin tesiriyle karışmış olduğunu mey­
dana çıkarmak tabiatiyle basit bir iş değildir. Şimdi anlattığımız
Tangut töreninde, ölünün ahiretteki maiyetini gösteren. kağıtlara
yapılmış resimlerin yakılışı adetinin Çin'den gelme olduğu açıkça
görülmektedir. Ölünün y�.kılı�ı ise İ ç Asya'da, hususiyle daha ku­
zey yerlerde eskiden beri bilinen ve izleri şurada burada bugün d�
belli olan bir adettir. Şu da gariptir ki, yalnız Tangutlarda değil,
başka yerlerde de en ziyad�. ilerigelenlerin ölüleri yakılır.

Eski göçebe gömülme adetlerini, az çok dokunulmamış orij inal


şekliyle ancak İç - Asya'nın daha ziyade Altay'lardan doğuya dü­
şen yerlerinde buluruz. Altay'ların batısında olup da komşu yarı -
göçebe veya yerleşmiş kavimlerin başka çeşit adetleri yanında ge­
leneklerini muhafaza edebilmiş Türk kavmi az bulunur. Doğuda bu­
distlik. batıda islamlık gibi büyük dinlerin eski ölü gömme şekil­
lerine ne kadar tesir etmiş olduklarını veya kökünden deği ştirdik­
lerini ise hesaba bile katmıyoruz,
B l L l N M J Y E N J Ç - A S YA 329

Göçebelerin adetlerjyle meşgul olanlar şu hayrete değer ne­


ticeye varmışlardır ki, bu adetlerin çoğu. , hele gömülme şekli, kül­
tür çevrelerine göre değişmektedir. Bu kültür çevreleri Kuzey Buz
Denizi'nden güneye doğru gidildikçe şöyledir : Tundra, burada yı­
lın ancak belirli bir mevsiminde oturulabilir, başlıca meşguliyet ba­
lıkçılık, avcılık ve kısmen ren geyiği yetiştirmektir. Orman çevresi
halkı nehir kıyılarında yerleşir, asıl balıkçı ve avcı insanlar bunlar
olup ren geyiği yetiştirmenin asıl yeri de burasıdır. Bozkır bölgesi
halkı göçebe çobandır. Tundra veya orman bölgeleri nasıl Sibirya'­
nın hususiyeti ise bozkır da İç - Asya'ya hakiki çehresini veren bir
hususiyettir. Bozkırla orman bölgesinin İç - Asya'nın Altay'lardan
doğuda uzanan sınırında nasıl birleştiklerini ve iki bölgenin ayrı
yaşayış tarzlı kabilelerinin bu keskin ayırma duvarından birbir­
leriyle ne türlü temasa geldiklerini gördük. Bu şekilde temasa ge­
len kabileler, istekleriyle veya zaruri şartlar altında kendi toprak­
larını bırakıp başka bölgeye göçmedikçe hususi yaşayış tarzlarını
değiştirmezler.
İ mdi etnoğrafyacılar, biz Macarları yakından da ilgilendiren
bu orman bölgesinin pek garip ölü gömme. adeti olduğunu tesbit ey­
lemişlerdir. Burada cenazeyi toprağa gömmeyip ormanda iki, üç,
hazan dört ağacı budarlar, adam boyundan biraz yüksekçe sırık­
larhı birbirine bağlar ve ölüyü tabutu ile beraber orada son istira­
hatine terk ettikleri p;ibi balıkçının, avcının hususi aletlerini ve ip­
tidai kavimlerde her zaman görüldüğü gibi, ahiret yiyeceğini de
craya koyarlar. Ölü �ömmenin bu garip şeklini bozkır bölgesinde
beyhude ararız. Bu ise orada belki daha yükselmiş bir düşünce
dünyası veya daha yüksek din görüşleri olduğundan değil, sadece
burada, orman bölgesindeki ağaı; bolluğunun bulunmayışındandır.
Bozkır bölgesinde ölüyü ya yakarlar veya toprağa gömerler.

Dış - Moğolya'nın eski Türk ve Moğol halkı arasında ölülerin


ağaca gömülmesi adeti bilinmiyen bir şeydir. Bunun izleri bugün
de ancak eski yurtlarını bırakıp Güney - Sibirya'nın ormanlık böl­
gesine göç etmiş olan kabileleri ( mesela Buryatların bir kısmı) ara­
sında görülebilir. Bu garip gömülme şeklinden eski Çin tarihçile­
rinde de - bir tek de olsa - kayda raslayışımız o nispette fazla
diRkate değer. Bu, şimdilik eşine raslanmamış olan Çin haberi bizi
i. s. VJ VIII. yüzyıla götürmesi itibı:ıriyle son derece de�edid lr.

BILINM IYEN i Ç - A S YA

Çin'liler Kök Türk ve sonra da Uygur hakimiyeti altına geçmiş o­


lan kavimler arasında Du - bo adlı (To - ba ile karıştırılmamalıdır)
bir kavimden bahsederler, bu Du - bo'nun Türk cinsinden olan gö­
çebelerden olmadığı bellidir. Bunlar ormanda otururlar, kulübele­
rini ağaç kabuğundan yaparlar ve kar üzerinde kayaklarla gelip g�­
derler. Ölülerini tabuta koyarlar. fakat toprağa gömmiyerek ya bir
dağa bırakır, yahut ağaçlara bağlarlar. Yenisey'in yukarı yatağına
doğru oturan bu kavim başka alametlerden de anlaşıldığına göre,
Samoyetlerdendir. Macar anatarihini araştıranlar için Finugor -
Samoyet dil kardeşlerimizin bazı kabilelerinin, hem de Türk kavim­
lerin komşuluğunda olarak Güney - Sibirya'da ne zaman görünmüş
oldukları tabiatiyle çok ilgi uyandırmıştır.

Çin'lilerin anlattıklarına göre eski, Orkhon - boyu Kök Türk­


lerinde ölüyü yakarlar, atını ve kullandığı eşyayı da onunla beraber
ateşe atarlardı. Bu şekilde • defnedilen ,, Kök Türk kahramanı ile­
rigelen biri olursa, Kül teginin gömülüşünü anlatırken gördüğümüz
gibi, hem kayaya oyulan bir yazıtla kahramanlıkları ebedileştirilir,
hem de mezarının üzerine küçükçe bir yapı, Çin'lilere göre bir
• tapınak • oturtulurdu. • Tapınak • ta ölenin resmini, icabında haya­
tının başlıca olaylarını duvara asarlar, yani duvara resmederlerdi.
Son zamanlardaki arkeoloj i araştırmaları bu Kök Türk adetinin izi
olarak ölü yakıcılığın izlerini hatırlatan buluntular meydana çıkar­
mıştır. Bu • tapınak n !ardan şimdiye kadar bir tanesine bile raslan­
mamıştır, fakat bunun da sebebi meydandadır. Bu yapılar ne kadar
gösterişsiz ölçüde bile olsalar yine de memlekete saldırarak vandalca
yıkıp yuman düşmanın gözüne çarpacak gibi idiler. Savaşlarla dolu
geçen uzun yüzyıllardan sonra bir veya iki yazıtlı anıtla etrafına
sıralanmış, insan şeklini gösteren heykellerin yine hep kırılmış, çok
zaman başları koparılmış bir halde zamanımıza kadar kalmış olma­
ları gerçekten şaşılacak bir şeydir.

Eski göçebe ilerigelenlerinin, hükümdarlarının başka bir gö­


mülme adetleri daha vardı. Bu, toprağa gömülmenin bir şekli �se de,
öyle herkesin bildiği, yani ölüyü tabuta koyarak veya tabutsuz, ta­
bii her zaman oradaki göçebe adetine uyarak atiyle, yahut atlariyle
ve ahiret yolluğu ile küçük veya büyük kabir çukuruna yatık, hazan
oturur vaziyette ve hele ayakta olarak - Uygurlarda olduğu gibi -
yüzünü dünya yönlerinden birine çevirerek yapılan basit gömme şek-
BILINM IYEN i Ç - A S YA

li değildir. Burada bizim bahsetmek istediğimiz toprağa gömülmenin,


esası ölenin kalıntılarının tek bir mezar çukuruna kon{lla yıp yer
altında bir mahzenli kahire konuşu şeklidir (bölmeli gömülüş) .
Gömülmenin, Tatar ilerigelenleri arasında görülen bu garip
misalini Plano Carpini'de okumaktayız. Kitabımızın başka bir ye­
rinde ( bk. 104- 105. s.) bunun sözünü etmiştik. Etnoğrafya araştırıcı­
ları aynı adeti bugünkü Kırgızlar arasında da bulmuşlardır. Kırgızlar
her ne kadar müslümanlar gibi, ölüyü yıkarlar ve kefenlerlerse de
basit bir mezara gömmeyip kefenledikten sonra eski pagan adetle­
rini güderler. Mezar çukurunun dibinde yana doğru bir koridor
açarlar. Ölüyü oturur vaziyette, tabii tabutsuz ve yüzü doğuya dö­
nük olarak, bu koridora yatırırlar. Tıpkı Plano Carpini'nin anlattığı
Moğollarda olduğu gibi, burada da önce koridorun ağzını kapatırlar
ve boş kalan mezar çukurunu ancak ondan sonra doldururlar. Ay­
nı gömme şekli doğuda bulunan başka, yine müslüman, Türk ka­
bilelerinde de görülmüştür. Burada töreni molla yaparsa da pagan
selefinin, şamanın rolünü de kendine mal eder, tı!)kı pagan kabile­
lerin şamanı gibi, miras olarak, ölenin atına, eyerine ve takımlarına
konar. Doğu Türk kabileleriyle Kırgızların adetleri arasındaki fark
şu kadar ki. Doı?u Türkleri ölüyü mezara oturur vaziyette değil ya­
tık olarak, hem de başını kuzeye, ayağını güneye doğru koyarlar.
Koridorun ağzını ise toprakla değil pişmiş tuğla ile örterler.
Bu gömülme adetinin en özel tarafı, yerinin belirsiz bırakılışı­
dır. Plano Carpini'nin anlattığı Moğolların mezar yerini kimsenin
aklına gelmiyecek, ıssız yerlerde nasıl aradıklarını ve bölmeli me­
zar çukurunun üzerine tümsek yapmak şöyle dursun, dikkatle ke­
silmiş, bir tarafa konmuş olan çimen keseklerfni - el değmemiş çi­
menler altında , kıymetli eşyası ve en iyi urbasiyle yatan yüksek
şahsiyetten kimsenin haberi olmasın diye - ölü gömüldükten son­
ra nasıl dikkatle yerlerine yerleştirdiklerini görmüştük. Göçebe ile­
rigelenlerine ait bu gizli mezarların manasını açıklamak güçtür.
Belirtisiz mezar yapmağa onları sevk eden şey dini itikatları mı idi,
yoksa zengin mezarları günahkar elleriyle yağma edecek olan me­
zar soyuculardan mı korkuyorlardı, bilinmemektedir.
Göçebe hükümdar mezarlarının öteki kısmı herkesin dikkatini,
altında dinlenen kibar ölüye herhalde göze çarpan tepelerle, kur­
ganlarla çekmiştir. Ve gerçekten , son araştırmalarla meydana çık�
332 DILINMİYEN i Ç - A S YA

tığı gibi, bu mezarları soydukları çok görülmüştür. Halbuki asıl


meza; hazan pek ziyade heybetli olan kurganların içinde değil, ta
onların altında bulunmakta idi. Fakat anlaşılan o eski zaman soy­
guncular�, göz kamaştırıcı hazneler vadeden yere nispeten az bir
zahmetle ne türlü erişilebileceğini şimdiki bazı arkeologlardan da­
ha iyi biliyorlardı.
Eski büyük göçebe hükümdarların mezarlarının açılışına baş­
lanalı henüz çok olmamıştır. Bunların en değerli- kümesi şimdilik
Noinula höyükleridir.
Noinula hükümdar mezarlarının açılıl?ı şerefi Kara khoto ören
şehirleri keşifçisinin. Kozlov'un adiyle ilgilidir. Kozlov 1 923 yılın­
da kurduğu sefer heyetiyle üçüncü müstakil yolculuğuna hazırla­
nırken, kafasında tamamiyle başka planlar çeviriyordu. O zaman,
kendisine o kadar şeref kazandırmış olan ölü - şehir örenlerini tek­
rar ziyaret etmek, oradan da hakiki coğrafyacı rneyillerine uyarak
Yanğ-dzı nehrinin yukarı yatağı bölgesini incelemek niyetinde idi.
Fakat birtakım siyasi sebepler güzel ve meraka değer sonuçlar va­
deden bu tasarıya engel oldu. Böylece ister istemez kendisine baş­
ka araştırma alanı aramak zorunda kalmıştı.
O zaman Kozlov Kuzey - Moğolistan'da araştırmalar yapmağa
karar verdi ! 1 925 ) . Çok geçmeden talihinin pek de kısır olmadığı
anlaşıldı. Birtakım yenilmez .engeller onu asıl maksadına erişmek­
ten alıkoymuş iseler de, onun yerine kendisini Kara khoto'daki a­
raştırmaların sağladığı şeref ve şöhreti geride bırakacak büyük öl­
cüde keşiflere götürmüştü.

Kozlov, Urga - Kakhta anayolu boyunda Noinula ormanında


araştırmalar yaparken Urga'nın yüz kilometre berisinde, göçebe
hükümdarların o vakitten beri oek ziyade ün almış olan mezarla­
rının yanına varmıştı.

Bu alandaki mezarlar, kurganlar, kurgan adı verilemiyecek yı­


ğınlar ve nihayet hiçbir tümsek teşkil etmeyip ancak mezar çuku­
runun üzerindeki basıklıktan mezar olduğu anlaşılan bayağı me­
zar çukurları olmak üzere üç kümeye ayrılabilir. Kozlov araştır­
malarına kurganlardan başladı. Bunlardan bir örnek - kurgan seçe­
rek sistemli bir kazı şekli gütmek suretiyle üç ay süren bir çalış­
madan sonra onu açtı.
BILINMIYEN i Ç - A SYA

Kurganın ölçümleri, kazıları idare eden Teploukhov'a göre,


enine boyuna 1 6 X 14 metre olup yüksekliği de, yer düz olmadığın­
dan, yarım ile bir buçuk metre arasında değişmektedir. Kurganın
altındaki mezarın derinliği tahminen 9 metredir. Mezarın kapısı sa­
yılacak olan asıl çukurun yanları, tamamiyle dünya yönlerine uy­
durulmuş ve duvarlar o zamandan ağaç direklerle tutturularak çatı
yapılmıştır. Dört duvardan üçü tamamiyle diktir, dördüncüsü ise
dışardan içeriye doğru inişli olup vaktiyle tabut buradan sokulmuş­
tur. Fakat burası mezarın yalnız bir bölmesidir. Bu dış bölmenin
bir yanından yine başka bir iç bölmeye giriliyor ki, burası da
3 X 1 .70 X 1 .20 m. ölçümü ile oldukça geniştir. Bu bölme de tavan­
lanmıştır, direkler o kadar mükemmel bir halde kalmışlar ki, bu­
gün bile ne türlü malzeme olduğunu anlamak kolaydır. Asıl mezar
bu iç bölüm olup, hükümdar ölüsünün 2 1 6 X 77 X 78 sm. ölçüsün­
deki tahta tabutu burada bulunmaktadır.

Açılan kurgandaki hükümdar mezarı yazık ki bize dokunul­


mamış bir halde kalmamış, göçebe mezar soyucular tarafından çok­
tan soyulmuştu . Değer taşıyan altın ve gümüş eşya sır olmuş, ölü­
yü tabutundan sürüklemişlerdi ; hiç olmazsa ölünün kemiklerinin
tabuttan dışarıda , yerlere sürünmesinden bu anlaşılıyordu. Bölme
tavanının baltayla göçürülmü� oluşu da buraya zorla girilmiş oldu­
ğunu göstermektedir. Dış bölmeyi dolduran toprak, kazılar sırasın­
da görüldüğü gibi. hayvan kemikleriyle dolu idi. Herhalde bun­
lar, gömme töreninde kesilip gömülen hayvanların kalıntılarıdır.

Bu mezar, hazineler bakımından olmasa da antika eserler ba­


kımından bu haliyle de pek zengindir. Aynı zamanda mezarda soy­
guncuların gözünden kaçmış bir - iki parça altın eşya da kalmıştır.
Netekim burada birkaç altın rozet, tabuta çakılmış, süslü ve taşlı,
boncuklu birkaç altın levha bulunmuştur. Fakat tunç eşyaya daha
çok raslanmıştır. İçlerinden en önemlisi şüphesiz tunç kazanlardan
biridir. Teploukhov'a göre, yıkılmış bir sayvanın kalıntılarından o­
lan tunç udu ve Çin Iakalı değnekçiklerin herhalde din tarihi ba­
kımından önemleri olmalıdır. Rozetler arasında tabiatiyle tunçtan
olanları da vardır.

Bulunan eşya arasında demirin o kadar az oluşu dikkate de­


ğer. Bunlardan hemen hemen yalnız üç yüzlü ok uclarını söyliye-
BfLfNMIYEN i Ç - A S YA

bileceğiz ki, kaba saba işlenmiş olmalarından yerli yapısı olmaları


lazım gelir.
Mezarda ele geçen Çin lakalı eşya gözümüzün önüne' daha yük­
sek bir medeniyetin tesirini koyarlar. Lakalı fincanlar arasında he­
le bir tanesi ince sanat işçiliğiyle göze çarpar, içi kırmızı olup dışı
altın yaldızlıdır. Daha ele alınır alınmaz bu lakalı eşyanın hiçbir
zaman göçebe işi olmayıp buralara güneyden, Çitı'den gelmiş oldu­
ğu anlaşılmıştı. Lakalı fincanların altında birtakım işaretler vardı
ki, Rus araştırıcıları ilkin bunları hükümdar damgası, zat mührü
sanmışlardı, fakat sonra Çin yazı işaretleri olduğunu anladılar. Bu
işaretler aynı zamanda buluntunun çağını tayinde işe yaramışlar­
dır. Ruslar Noinula mezarlarını 1. ö. 1 - il. yüzyıllara götürmüşler­
di, halbuki Çin yazı işaretleri bu lakalı eşyadan bir kısmının İ . s.
1 . yüzyılın ilk yarısında Çin'in Sı-çuan eyaletinde yapılmış olduk­
larını göstermişlerdir. Mezarın aşağı yukarı kestirilebilen yaşı da
bu olmalıdır.
Noinula hükümdar mezarından çıkan ipeklilerle Çin nakışlı
yün dokuma örtü de Çin'den gelmedir. Fakat yabandan getirilmiş
malzeme üzerinde yerli zevkin sanat işlerini de görmekteyiz. Bun­
ların bir kısmını göçebeler kendileri yapmışlardır, bir kısmı ise
göçebeler için hazırlanan eşyayı onların göçebe zevklerine göre ya­
pan Çin'li sanatkarlar ve ustalar tarafından işlenmiştir. Noinula
göçebe sanatının en göze çarpan özelliği İskit - Sibirya'h denilen
hayvan tasvirciliğidir. Bunların en güzel örnekleri Noinula kumaş­
larındaki geyik - grif, geyik - yak resimleridir. Grifin saldırışı üze­
rine çöken geyiğin şaşılacak derecede canlı tasviri Sibirya'dan bir
taraftan Güney - Rusya'ya, hatta Macaristan'a, öte taraftan Kuzey -
Çin'e kadar yayılan İskit - Sibirya sanatının en iipik mahsullerin­
den biridir. Buluntuların bir kısmında Yunan ruhunun o kadar kuv­
vetle kendini göstermesi çok daha hayret vericidir ve burada artık
tesirden değil, Karadeniz kıyısı Yunan ithalatından bahsedilebilir.
Dernek ki, Noinula mezarlarındaki eserler sade İ . s. 1. yüzyıl
göçebelerinin gelişmiş kültür kabiliyetlerini ve ihtiyaçlarını gös­
termekle kalmayıp o zamanki göçebe imparatorluğunun Kuzey -
Moğolya merkezini Sibirya vasıtasiyle Avrupa'ya ve her zamanki
göçebe yoliyle de Çin'e bağlıyan, uzaklık tanımıyan büyük gidiş -
gelişleri de gözümüzün önüne sermektedir.
BILINMIYEN i Ç - A S YA

Noinula buluntusunun hangi göçebe kavmin eseri olabileceği


sorusu daha Kozlov sefer heyetinin bilgin mütehassısları tarafın­
dan ortaya atılmıştı. Mezarın çağı başlangıçta da İsa'nın doğumu
yıllarına konduğuna göre - sonraki tahminler de bunda fazla bir
değişiklik yapmamışlardır -, o tarihlerde Kuzey - Moğolistan'da
böyle zengin hükümdar mezarları bulunabilecek yalnız bir kavim
hatıra gelebilir ki, bu da Hiunğ-nu, yani Asya'lı Hunlardır. Hiunğ­
nu hükümdarlarının daha o zamanlar böyle zengin mezarları oldu­
ğu ise Çin tarihçilerinin bir kaydından anlaşılmaktadır. Bu kayda
göre Mancurya'da, Liav-dunğ yarımadasından Kora'ya doğru oturan
Sien-bi kavminin bir kabilesi olan Vu-huan İ. ö. 77 - 74 arasında
Asya'lı Hunların ü lkesine saldırmış ve hükümdarlarının mezarları­
nı yağma etmiştir. Bu cüretli saldırganlığı Hunlar tabiatiyle ceza­
sız bırakmamışlar, ölü soyucuların dersini vermek için 20.000 atlı
ile tizerlerine yürümüşlerdir. Rus araştırıcıları bu Çin haberini, gör­
düğümüz gibi hakikaten eski soyguncular tarafından yağma edil­
miş olan Noinula hükümdar mezarlarına yakıştırdılar. Tabiatiyle
Rusların bu tahminleri sade kronolojik sebeplerden de imkansız­
dır. Fakat Vu-huan'ların mezar soyuculukları, Asya'lı Hunların,
Noinula'dakinden daha eski hükümdar mezarları da bulunduğu ba­
kımından faydalı bir bilgidir.
Hükümdar mezarları İç - Asya'nın göçebeler oturan alanları­
nın başka yerlerinde de çıkmıştır. Bunlar arasında hepsinden ön­
ce Doğu - Altay'da Pazirık yanında meydana çıkarılan mezarları ha­
tırlamamız lazımdır. Bu kazı 1929 - da yapılmıştır. Buradaki mezar
Leş metre çapında l .5 X 2 metre yüksekliğinde bir taş kurgan al­
tmda bulunuyordu.• Mezar çukurunun ölçümleri pek heybetiidir :
7.2 X 7 . 2 X 4 .
Mezar soyguncuları Pazirik buluntusunun açılışında d a arke­
ologlardan önce davranmışlardır. Değeri olan eşya buradan da kay­
bolmuştur, açılan mezarın değeri yine de büyükse, bu, iki şarttan
ilerigelmektedir. Birincisi, mezarın içindeki şeylerin, ısı derecesi da­
ima sıfır altında olan bir toprakta bulunuşu ve böylece daha çabuk
çürüyen malzemenin de sağlam kalışıdır. Öteki ise, buraya gömü­
len kavmin medeniyeti nin Noinula Hunlarınınkinden tamamiyle
başka oluşudur.
Gömülme sırasında mezara konulan hayvanlarla eşyanın öne-
336 B 1 J. f N M 1 Y F. N i �: - A S YA

mi, darmadağan edilmiş tabutla içindeki ölüden çok daha fazladır.


Anlaşılan, ölünün kurbanlık hayvanlarını, yani atları, mezar çuku­
nırıun ağzında sopa ile öldürmüşler ve eyeriyle, bütün takımiyle
üst üste hepsini çukura yuvarlamışlardır. Buz mahzenine de elve­
rişli olan bu çukurda atlar da gayet iyi bir halde kalmışlardır, öy­
leki bunlar üzerinde yalnız arkeologlar değil, o zamanki at ırkları
üzerinde incelemelerde bulunacak olan tabiat bilginleri de incele­
necek şeyler bulurlar. Basit eyerler iki meşin yastıkla birer karın,
göğüs ve sağrı kayışlarından mürekkeptir. Üzengiyi, daha sonraki
atlı göçebelerin bu mükemmel icadını burada henüz görmüyoruz.
Eyer yastığının altında dörtköşe bir meşin örtü · bulunduğu gibi
yastık da deri ve keçe püsküllerle süslü deriden veya keçeden ya­
pılmış örtülerle kaplıdır. Eyer örtülerinin süs konuları İskit - Sibir­
ya sanatının bilinen motifleri, yani geyiklerle griflerdir. Ele geçen
on gemden biri tunçtan, ötekiler demirden yapılmıştır, hepsinde
süslü hayvanlar, insan çehreleri gösteren motifler görülmektedir.
Atlardan ikisi göze çarpacak gibi süslenmişti. Ötekilerin üzerindeki
takımlardan başka bu ikisinde süslüce birer meşin örtü ile yele ör­
tüsü bulunuyordu, sonra her ikisinin başlarını birer maske örtü­
yordu.

Maskelerden biri tabii büyüklükte, boynuzlariyle beraber bir


ren geyiği kafası göstermektedir. Ön tarafına bir ayı resmi yapıl­
mıştır. Başka bir maske yine ren geyiği kafası göstermekte ise de
bunda kafaya boynuz yerine kanadlar konmuştur. Her iki maske
de çok süslüdür, boyanmış, �ltın ve gümüş kakmalarla süslenmiş:
tir. Ren geyiği kafasiyle maskelenmiş at başlarını bazı Rus bilgin­
leri guya sonraki atlı göçebelerirl ren geyiğini attan daha önce ta­
nımış, üzerine binmek ve yük taşıtmak için ren geyiğini kullanmış
oldukları şeklinde açıklamak istemişlerdir. Guya yeryüzünde yük
taşıyanlarını veya • binitlerini ıı yani ren geyiklerini, ahirette de
kendilerini taşıtmak için beraber gömdürtmek adeti bu zamanlarda
yerleşmiştir. At ren geyiğinin yerine geçince de o eski adet olduğu
gibi kalmış ve artık bulunmıyan ren geyiği yerine atlara onun mas­
kesini geçirmişlerdir. Fakat bu açıklama doğru olmasa gerektir. Ren
geyiğinin maskesi, ayı resmi, daha ziyade bir dinip ifadesidir. Si­
birya ıamanlarının bugün bile, vecde gelerek öbür dünya ruhlariy­
le temas etmek istediği zaman başına ren geyiğinin boynuzlu mas-
BILINMIYEN f Ç - A S Y.A 337

k('sini, hazan da ayı veya erkek yaban domuzu maskesi geçirdiği


bilinmektedir. Yani vecde gelen şamanın ruhunu fanilere göster­
meksizin sürüklemeğe memur edilen muhayyel hayvanı bu mas­
keler temsil etmektedirler. Sibirya'lı ozanlar düzdükleri destanların
münacatında hep bu yardımcı hayvandan, çok zaman geyikten me­
det umarlardı.
Pazirik buluntusunun diğer başlıca eşyası arasında tahta ka­
lıp üzerine çekilmiş meşin kalkanları, hamutu, herhalde içinde ölü­
yü getirdikleri sanılan iki tekerlekli arabayı kaydedebiliriz. Çuval­
larda, ölünün ahirette yemesi için konulmuş yolluk erzak vardı.
Mezardan, Üzerleri İskit - Sibirya tarzı hayvan motifleriyle süslü
pek çok ağaç yontmaları çıkmıştır. Pazirik mezarının en büyük de­
ğeri şüphesiz tam takımlı yedi attır. Burası Noinula hükümdar me­
zarından biraz daha eski zamana aittir.
Noinula ve Pazirik. mezarlarını, aynı karakterde başka eserler
tamamlamaktadır. Bunlardan Minusinsk bozkırlarındaki Oglakti'yi,
Batı - Altay'lardaki Katanda ile Onguda'yı, İrtiş kaynak bölgesin­
de Beriol'u ve nihayet Bia vadisindeki Kudirge'yi saymamız lazım­
dır.
Noinula hükümdar mezarı en ziyade yer altındaki mahzenle­
riyle dikkati çekmişti. Herhalde ileri, özel bir medeniyetin tesirini
sezdiren bu gömülme tarzının izlerini başka taraflarda da araştır­
mamız faydasız olmıyacağı kanaatindeyiz.

Önce başka bir göçebe kavmin epeyce sonraki zamanlara ait,


fakat tamamiyle aynı tarzdaki hükümdar mezarlarını hatırlatalım.
Bu kavim, Kuzey - Çin'deki hakimiyetinden, yazısından şimdiye
kadar birkaç yol bahsettiğimiz Kitaydır.

Kitay hükümdar mezarlarını, Orkhon Kök Türk yazıtlarının


bugün Khingan denilen eski Kadirkan dağlarının Varinmangga adlı
kısmında ( Barin ile Ucumçin Moğol hanlığı sınırında) 1922 de -

Belçika'lı bir misyoner keşfetmiştir. Bu önemli yere onun dikka­


tini gömü arıyan, mezar soyan Çin'liler çekmişlerdir. Bunlar o eski
imparator mezarlarının her nasılsa farkına varmışlar ve leş üzerine
üşüşen kargalar gibi, akıllarından geçirdikleri hazneleri oradan a­
şırmak için toplanmışlardı. Fakat o yerin Moğol hanının askerleri
işlerini bozmuştu. Ne kadar olsa mesele etrafa duyulmuş ve bilgi-
BİLiNMJYEN J �: - A S Y.A

lere karşı coşkun bir alaka gösteren Belçika'lı misyoner L. Kervyn


de bu suretle haber almıştı. Her zaman ele geçmiyecek olan bu fır­
sattan faydalanarak, deşelenmiş olan Kitay imparator mezarları­
na sokuldu, içindekileri gözden geçirdi, orada bulduğu Kitay ve Çin
yazılı yazıtların suretini çıkardı; fakat bu işi bitiremedi, çünkü din
duyguları incitilmiş olan Moğol halkın baskısı üzerine hükümdar,
günahkar ellerin açmış olduğu mezarları tekrar kapattırmağa mec­
bur olmuştu. En son haberlere göre Japonlar Mancurya'yı ve Jehol'u
ellerine geçirdikten sonra Kitay hükümdar mezarlarını yeniden aç­
mışlar, ilmi şekilde araştırmalar yapmışlar ve içindekileri, bunların
arasında demin sözünü ettiğimiz yazıtlı taşları da Mukden mü­
zesine götürmüşlerdir.

Mezarın giriş yeri bir granit dağın böğrüne açılmış sekiz köşeli
büyük bir safadır. Ölüyü, hem de yalnız bir tanesini değil, orada
bulunan eserlere göre hepsini buradan geçirmişlerdir. Tabiatiyle
bunlar hep hükümdar ailesinin üyeleri idi. Kervyn'in keşfine göre
yazıtlı taşlardan biri Kitay imparatoru Dav - dzunğ'un (ölümü İ. s.
1 101) , öteki ise karısı imparatoriçe İ-dö'nün hatırasına dikilmiştir.
Giriş yerini teşkil eden büyük sofayı anlaşılan vaktiyle sıkıca kit­
lemişler. Orasını kapıyan kocaman bir kaya keşif sırasında bile do­
kunulmamış bir halde yerinde durmaktaydı, yalnız kenarlarında a­
çılmış olan yarıklardan içeriye su sızmıştır. Asıl mezar bölümüne
varmadan önce bu suyu akıtmak lazım gelmişti, suyun ve molozun
temizlenmesinden sonra sıkıca kitlenmiş yeni giriş yerleriyle kar­
şılaşıldı ve bunların açılması epeyce iş oldu. Kitay hükümdar tür­
besinin ne heybetli ölçüde bir mezar olduğu o zaman anlaşıldı. Bu
yeraltı mezarının belkemiği sekiz ayak genişlikte, 60 70 metre
-

u zunlukta bir koridor olup ortasından, daha küçük üç koridorla ke­


silmektedir. Koridorlar sekiz köşeli birer odada sona ermekte olup
ortada birleştikleri yer genişliyerek büyük, tek bir sofa halini al­
maktadır.

Gerçekten hükümdara layık olan bu makberin, daha doğrusu


onun sekiz köşeli odalarının duvarları maviye boyanmış tuğla ile
örülmüş olduğu gibi tavan da kubbelidir. Yerden kubbeye kadar da­
yanıklı bir cins kokulu ağaç (tuya - ağacı) direkler uzanmaktadır;
bunların yükseklikleri 3 metre, kalınlıkları 'ı7, genişlikleri ise 27
santimetre olup üst taraflarında kertiklLrle birbirine geçirilmişler-
B1L1NM fYEN fÇ - A S YA 339

dir. Kitay imparator mezal' ları vaktiyle de soyguncuların ziyaretine


uğramış ve görünüşe göre onlar, 1922 de kovalanan kalpazan yağ­
-

macılardan daha başarılı iş görmüşlerdir. İmparatorun tabutu en


sondaki odada durmaktaydı ve haydutlar sanki Noinula'lı meslek­
taşlarını taklidetmek istemiş gibi, tabutu zorlayıp sökmüşler ve için­
deki cenazeyi yere düşürmüşlerdir.

Kitay hükümdar gömülme yerinin Noinula'dakinden daha ge­


n iş ölçüde yapılmış, daha karmaşık ve ileri bir eser olduğu şüphe­
siz ise de bunun da Kuzey - Moğolistan'da ki toprağa gömme tarzının
aynı tiplerden olduğu münakaşa götürmez.

Japonların Kora'da ve Liav-dunğ yarımadasında yaptıkları ke­


şiflere gelince, bunlar çağ bakımından belki bizi Noinula mezarları­
na yaklaştırırlarsa da mesafe bakımından o nispette uzaklara götü­
rürler. Bunlar da hükümdar mezarlarıdır, iç tertipleri Noinula'da­
k ine benzer, fakat asıllarına bakınca Çin yapısı oldukları meydan­
dadır. Hun hükümdar gömülüşünün mahzenli kabir usulünün Çin
tesirini ne dereceye kadar aksettirdiği ve bu tesirin doğrudan doğ­
ruya mı olduğunun meydana ç ıkarılması gelecekteki araştırmala­
rın ödevidir. Kora'da ve Liav-dunğ yarımadasında açılan mezar­
lar başka bakımdan da pek ziyade dikkate değmektedir ki, o da bun­
ların soyguncular tarafından göçebe hükümdar mezarlarının oldu­
ğu kadar hayasızca soyulmamış olmalarıdır.

Kora'da, Söul civarında, daha doğrusu Lo-la nğ'da, isa'nın do­


ğumundan yüz yıl kadar önce Çin imparatorluğu sömürgecileri yer­
leşmişler ve vasal bir devlet kurmuşlardı. Bu Çin'den türeme h ane­
dan Kora'da beş yüz yıldan fazla bir zaman hüküm sü rmüştü. Lo­
lanğ'daki 1386 tane höyük onlardan kalmadır. Japonlar bu mezar­
lardan bir kısmını açtılar, netekim o çağlardaki gömülme adetleri
üzerine olan bilgilerimizi hiç beklenmedik derecede artıran çok
değerli neticeler Japonların sayesinde elde edilmiştir.

Kora'daki Çin mezarlarından asıl en eskileri toprak altındaki


mahzenli kabirlerdir. Burada başmahzen iki kısma ayrılmıştır ve
ayrıca bir bölme de bunlara ilave ettirilmiştir. Tıpkı Kitay hüküm­
dar mezarlarında olduğu gibi, mahzenlerin üstü burada da kubbe ha­
linde, süslü ağaçlarla örtü lmüştür. Döşesi tamamiyle Çin usulü nde­
dir. Tabut Çin !akalı tahtadandır. Çin topraklarında meydana ç ıkan
BİLİNMİYEN İ Ç - A S YA

mahzenli kabirlerde görüldüğü gibi, orada ne türlü süsler varsa bu­


rada da ölünün etrafı bütün bunlarla çevrilmiştir. Bunlardan, Kora
mezarlarından birindeki altın - tacı ayrıca hatırlatabiliriz, çünkü
buna şamanistik bir önem verilmekte ve kökü kuzey göçebeleri ara­
sında aranmaktadır.

Liav-dunğ mezarları Dairen ile Port-Artur arasında açılmıştır.


Yer altındaki mahzenlerin tertipleri burada da aynı olup her biri
üç kısma ayrılmaktadır. Bunların tepeleri ağaçla değil tuğla ile
örtülmüştür, duvarlarına baştan aşağı freskler yapılmıştır. Günlük
hayatında kullandığı eşya burada da ölü ile beraber öbür dünyaya
gider, hatta tıpkı Honan mahzenli kabirlerinde olduğu gibi burada
da muhitinin küçültülmüş terra cotta ( pişmiş toprak) örnekleri , hele
bunlar arasında minyatür evler, kuyular, fırınlar ve av hayvanla­
rının küçültülmüş şekilleri bulunur.

Dediğimiz gibi Kora ve Liav-dunğ kazıları yalnız eski Çin gö­


mülme adetlerini ve dolayısiyle o zamanki Çin hayatı üzerine ışık
serpmekle kalmayıp büyük göçebe hükümdar gömülme yerlerinin
mahzenli kabir usulünü aydınlatmak hususunda da son derece de­
ğerli malzeme vermektedir.
x x.

İÇ - ASYA VE MACAR ANATARİHİ

Doğu'lu olu' geleneğinden anatarih ara,t1rmalar1na kadar.- Macar


anatarlhinin kronolojik bölümleri.- Dil ve ark kökenleri.- Finugor
kökenli Macarhğın Doğu ile olan bağlar1. - Macar anatarihinin
ilk çağı (İ. s. V. yüzyda kadar) : Kürk-yolundan gelen Türk kavim-
leri meselesi.- İkinci çağ (Yurt kurmaya kadar) : Büyük
Batı - Kök Türk imparatorluğu.

Eski Doğu ve Bizans kaynakları yurt kuran :"ılacarları Doğu'­


dan gelme Türk kavimlerinden olarak gösterirler. Bu eski tarih kay­
nakları, gözlerinin önünde geçen olayların kahramanı, Macar kav­
mi üzerine yürüttükleri mütalaalarda yanılmış da değillerdir. Ma­
carlığın Doğu'dan gelme olduğunda bir an bile tereddüde düşemeyiz,
hatta ortaçağda Avrupa hududunun Ural nehri olmayıp Don ol­
duğunu düşünecek olursak, kökenimizin Asya'lı olduğu ndan da ce­
saretle bahsedebiliriz.
Bu Doğu'lu oluş geleneği Macarlarda, hıristiyanlığa girdikleri
ilk yüzyıllarda da hiç deği�meksizin yaşıyordu. hatta Tuna ve Tisza
nehirleri arasında, Karpatlar havzasında yerleşmiş olan Macarlık
daha Asya'daki, yani anayurttaki kardeş kavimlerin hatıralarını da
sadakatle muhafaza etmekte idi. Zaten hemen Tatar istilasından bi­
raz önce· yola çıkmıs olan Macar dom inicanuslarının verdikleri ha­
berleri hatırlamamız da yetişir. Mesela bunlardan rahip Julianus.
o zamandan beri kaybolan Latince k ronikalarda eski yurtta kalmış
olan kardeşlerimizden bahsedildiftini açıkça söylemektedir. Seya­
hatlerinin, mutlak olarak ileri sürülen amacı da Doğu'da kalmış olan
bu kardeşleri ziyaret ederek onlardan haber getirmektir.
Asıl Macar halkının Doğu'dan gelme geleneğini ne zamana ka­
dar muhafaza ettiğini söylemek ise kolay değildir. Fakat aydınların
uzun yüzyıllardan beri bu geleneği muhafaza etmekte olduklarını
ve zamanımıza kadar yaşatıp geldiklerini hepimiz pek iyi biliyoruz.
Zaten bu eski, manası gittikçe silikleşen haberler sayesindedir ki,
342 B i L i N M i Y E N İ Ç - A S YA

daha bundan yüz yıl önce de, oralarda kalmış olan hısımları araştır­
mak için Asya'ya giden ve sonra Macar anayurdunu da oralarda
araştıran coşkun gönüllü seyyahlara raslanıyordu. Bilginlerimiz,
bütün bunların artık ardından koşmak caiz olmıyan, seraba benzer
bir düş olduğu kanaatine ancak geçen yüzyılın ikinci yarısında var­
mışlarchr. Artık anlasılmıştı ki, Asya kıtasını batıdan doğuya, ku­
zeyden güneye kadar araştırmamız nafiledir, oralarda, yurt kur..:
madan önce ayrılmış olan Macarları hiçbir suretle bulamayız; ana­
yurdu bulmak için hatta Asya bozkırlarını da boşuna dolaşırız, eski
Macarların oralarda oturduklarının elle tutulacak hiçbir izine ras­
lanmaz. O büyük meselenin, yani Macar kavminin nerede türedi­
ği, bu olayın ne gibi �artlar altında meydana geldiği, eski yurdu
bırakmağa ne gibi şartların yardım veya mecbur ettiği, hulasa bu­
günkü yurduna ne türlü ve ne taraftan geldiği meselesinin çözümü­
ne ancak bilim araçlariyle, eski kaynakları araştırmakla, dillerin,
adetlerin ve antropoloj inin yardıma çağrılmasiyle yaklaşabiliriz.
Macar milleti hayatının en eski çağını kucaklıyan bilim kolumuz,
Macar anatarihi, bu soruların incelenmesiyle meydana gelmiştir.

Macar anatarihi çağının başlangıç noktası bakımından görüş


ayrılığı yoktur, bu başlangıç tam olarak meydana konmuş değilse
bile bunun, Macarlığın henüz az cok birlik halindeki hısım kavim­
lerle olan bağlarından kurtulup kendi hayatını yaşamağa başladığı
tarihe konması gerektiğinde herkes birleşmektedir. Fakat Macar
anatarihinin son bitim sı nırı etrafındaki görüşler hiç de böyle de­
ğildir. Bu son nokta olarak bir kere yurt kurmayı kabul edenler
vardır. Zamanımızdan başlı.varak Macarlık tar_ihini ve bin yıllık
yurdun şerefli kuruluş şartlarını geriye doğru araştırdığımızda mil­
letimizin hayatında en önemli tarih t>larak 896 yılını bulacağımız
şüphesizdir. Ba�kaları , umumi Avrupa anatarih bilgisi nin esas pren­
siplerine dayanarak Macar anatarihinin de ııolayların sıralanışını
takvim yıllarına bağlıyabildiğimizıı zamanda sona erdiğini öğretir­
ler ! kont 1. Zichy) . Anatarihin son noktasının bu şekilde tayini ol­
dukça kararsızdır, çünkü yeni kaynaklar çıktıkça bu hudut tarihi
devirlerin lehine olarak değişeb_i lir. Biz Macarlık tarihinin başlangıç
noktasından hareket ederek I Macerlığı zaman ve mekan içinde ta­
kibetmek suretiyle) Macar anatarlhinln neyi ihtlva ettiğin i , e:-ıki
Macarlığın kendine mahsus hayatının nerede bittiğini ve bugünkii
BILINMIYEN iÇ- A SYA 343

Macarlığın, başka bir yaşay1ı;; tarzına bağlı medeniyetinin nerede


başladığını tesbit etmeyi - mümkün olduğu kadar tarafsız kalmağa
çalışarak - vaktiyle den, miştik. Demin söylediğimiz gibi, 896 yı­
lına düşen yurt kurma. ıiacar t .ırihinde büyük önem taşıyan bir
olaydır. Fakat göç eden Macarlığı bir de doğudan takibedecek
olursak, o zaman önce Lebedia'da, daha sonra da Etelköz'de aynı
yurt kurma amaciyle yerleşmiş olduğunu anlamamız güç değildir.
Macarlık, otu ve suyu bol olan bu meraları, yani o zamanki yurdu­
nu bırakmışsa bunda doğudan batıya doğru ardından ilerliyen kuv­
vetli göçebe kavimlerin baskısı, Macarların yurt değiştirme meyil­
lerinden daha büyük bir rol oynamıştır. Macarlık nihayet, Karpat­
larla çevrili ülkede bugünkü son yurdunu bulduğu zaman da, ya­
şayış tarzını, medeniyetini hiç değiştirmemiştir. Arpad'tan soriraki
hük.ü mdarların zamanında da tıpkı Etelköz'de• veya Lebedia'daki
daha eski yaşayışına devam etmiştir. Macarlığın hayatı, medeniyeti
bakımından çağ ayıran büyük duvar şüphesiz bugünkü yurdun iş­
gali değil, ilk aziz kıralları zamanında hıristiyanlığı kabul edişi ve
Batı hıristiyan medeniyetine katılışıpır. Demek ki bizce Macarlı­
ğın iç muhtevada birlik gösteren ve bu birlikte tabiatiyle bölümle­
re ayrılan anatarihi Aziz Istvan'a kadar hesabedilmek lazımdır.

Fakat Macar anatarihinin son noktası etrafındaki belirsizlik,


daha doğrusu kararsızlık ııimdiye kadar yapılan araştırmalarda pek
karışıklığa sebep olmamıştır. Zaten sebep olamazdı da, çünkü uzun
zaman her şeyi gölgede bırakarak ilgiyi üzerine çeken şey köken
(menşe) meselesi idi.
Geçen yüzyılın başında, netice olarak bugünkü anatarih bili­
mini doğuran ilk kanadlanmalar başladığı zaman, aydınlar tarafın­
dan geliştirilmiş olan milli geleneğe dayanarak Doğu'dan gelen Ma­
carların cetlerini ve hısımlarını tabiatiyle Doğu kavimleri arasında
araştırdılar. Bununla beraber Macar anatarihi araştırmalarının ilk
ciddi ve dilcilik esasına dayanan usulü ancak Vambery'nin çalış­
mağa başladığı zamanlarda ortaya konulmuştur ve bu usulün ispat
kudretine karşı olan inanç bugün de adeta tek olarak hüküm sür­
mektedir. O zamandan beri hep Macar dilinin kökünün nerede oldu­
ğu, hangi - tabii Doğu - dillerle yakınlığı bulunduğu meselesi in­
çelenmektedir.

Her ne kadar :yetkili bir dilci değildiyse de Vambery, anatarih


344 ll İ L I N M İ Y E N i ı,: - A S Y A

araştırmalarında kesin önemi bulunan dilcilik prensibini tereddüt­


süz benimsemiş, fakat aynı .zamanda daha önceki onyıllarda hüküm
süren Doğu'lu akraba arama hevesinden de ayrılmamıştı. Vambery,
işin bu mallı.m safhalarından sonra dilcilik yoliyle Macar dilinin
Doğu kökünden, tam olarak Türkçeden türeme olduğunu doğrula­
mayı denemişti. O zcımanki düşü ncelere göre tabiatiyle bu, Macar
kavminin Türk kökünden olması anlamına geliyordu . Vambery ile
az sayıdaki taraftarlarının , Finugorcu Budenz ve onun gittikçe ar­
tan taraftarlariyle yaptıkları heyecanlı bilginler kavgası bugün bile
büsbütü n unutulmu� değ i ldir. Fakat artık bugün bu münaka::ıaya ka­
pa n ın ı� gliziyle bakılabilir. Kök bakımından Macarcanın Tiirkc:eden
gel meyip Finugorcadan geldiği ve elil yakın hısımlarının Vogul ve
Ostyak dilleri oldu!!u gibi Oh Ugorcasında birleşen bu iki dilin Ma­
carca ile birlikte üçüncü olarak Ugor dilini teşkil etmiş oldukları en
küc;ük bir şüphe bile götürmez. Bu sarsılmaz sağlamlıktaki tesbitten
ancak garabetıc;ilerle her türlü bilgi :vetkisinden mahrum hevesliler
süphe etmi sleırdi . Fakat bu garabetciler ve heveskarlar da artık ta­
mami yle yıkıim ıs olan Türkc-eden türeme görüsü üzerinde fazla du­
ram ıyarak onun verine Kafkasva'daki Kabard, Hindistan 'daki Dra­
vida ve daha bu nlar �ibi ekzotik dillerin basma kalıp hısımlığı da­
vasını giitmeğe başladılar.

Bu nunla beraber Macar dili nin Fi nugor, daha yakından Ugor


kökünden olmasının acıklanmasivle Macarlığın kökeni meselesi hiç
de kapanmış olmuyordu. Vail)bery'den sonraki bilgin n eslin, tabia­
tiyle Finu�nr dil hısımh�ının sarsılmaz ta raftarlarından olan en
seckin üyeleri eski Bizans ve Arap kaynaklarının gerek yurt kuran
gerekse yurt kurmadan önceki Macarlığı Türk medeniyeti güden,
Türkü andıran bir kavim olarak kaydettiklerini gördükleri gibi,
Macar dilinin . şüohe götürmi:vecek kadar Finugor olan temel ta­
bakasında göze çarpacak sayıda ve ihmal edilemiyecek önemde
Ti.irkce kökü nden gelme söz kümeleri bulunduğunu da fark etmis­
-

lerdi.

Bugünkü Ma(;ar anatarihinin araştırmaları yurt kuruluşundan


önceki bu Türk ödünç kelime tabakasının tarih bakımından iyice de­
ğerlendirilmesi etrafında dönmektedir. Ancak bu işte Macar dili­
nin, anetarihin adeta temelini teşkil eden verintileriyle yetinmek
zorunda kalınmayıp yurt kuruluşundan önc ek i zamanlara ait Batı
n1 L İ N M İ Y.F J\ İ Ç - A S Y A

ve Doğu kaynaklarından da faydalanılmakta ve gerekli incelemeler


Dcığu - Avrupa'nın IX. yüzyıldan önceki Macarlığı ve onunla vası­
talı vasıtasız bağları bulunan Türkler : Hunlar, Avarlar, Batı - Türk­
ler, Sabırlar, Kazarlar ve Peçenekler arasında dilcilik ve tarih kay­
naklarının kılavuzluğiyle yapılmaktadır. Z. Gombocz'un ve hele Gy.
Nemeth'in araştırmalarına göre bu alanda genel görüş şimdilik Ma­
car dilinin, özel ses şekilleri gösteren eski Türk ödünç kelimelerini
Volga - Ural boylu, daha sonra Kafkasya taraflarındaki Batı - Türk
kavimlerinden almış olduğu merkezindedir. Finugor aslından olan
Macarlığı atadan kalma balıkçı - avcı hayat tarzını bırakarak Türk
kavimlerinin atlı - göçebe yaşayı� tarzına geçiren de bu kavimdir.
Türkli.iğün, Finugorca bir dil konuııan. fakat Türk tarzında yaşıyan
Macar kavmine olan tesiri Batı - Türklerin hakimiyetiyle de sona
ermedi. Batı - Türklel"in hakimiyetinden sonra Macarlar Kazar
Türklerinin hakimiyetleri altında uzun b ir zaman geçirdiler ve Ka­
zar kağanının Macar i�lerine olan tesiri, Macarlar Kazar c:l e vletini
terk edip Etelköz'e göçtükten sonra da devam etti. Bilindiği gibi
Macar kavimleri tam bu Kazar ka�anının ö.f�üdü ve dileği üzerine
Arpad ' ın �ahsında kendilerine müşterek bir hükümdar seçmişlerdi.
Yahudi dinine o sıralarda dönmüş olan Kazarların Yahudi dinli
Kazar kağanından memnun olmıyan, ona karşı ayaklanan bir Ka­
zar kabilesi, yani Kabar ise Macarlara katılmış ve yurt kurulu­
şuna da iştirak ettiği gibi yurt kurulusundarı sonra da öteki kabi­
lelerle birlikte elde edi 1 jn yeni yurda yerleşmişti .

Bütün bunlardan anlaşılıyor k i , Türklükle sıkı bağları olan ve


müttefik halinde yaş1yan Finugor dilli Macarlık, yaşayış tarzı ve
kılığı bakımır.dan o kadar türkleşmişti ki, eski Doğu ve Batı kay­
nakları onları heo Türk kavimlerinden sayarlardı. Hele yurt kuru­
luş zamanında Macarlığı idare eden, ilerigelen tabakanın (anata­
rihle uğraşanların coğunun düsündüğü gibi) asılları bakımından da
Türk oldukları ve her ne kadar tebaalarının Finugor dillerini
öğrenmislerdiyse de kendi Türk lehcelerini de unutmamış bulun­
duklarını .�öz önüne getirirsek tabii yurt kuran Macarlığın Türk ka­
rakteri daha fazla göze çarpabilirdi.

Macarların anatarihini arastıranların kanaatlerinde ufak tefek


bazı ayrılıklar bulunmakla beraber genel olarak herkes bu açıkla­
mayı kabul etmiŞti. Büyük bir ihtiyatla, sıkı bir tenkidle ve bir-
BİLINMİYEN İ Ç - A S YA

çoklarının çalışmaları neticesi, Macar anatarihinin en esaslı mese­


lesi, Finugor köklülüğü ile çok kuvvetli Türk tesirinin nasıl bir ara­
ya getirilebileceği noktasında toplandı.

Macar anatarih araştırmalarında, bütün anatarih araştırmala­


rında olduğu gibi, bazı verintilerin geniş zaman boşluklariyle bir­
birinden ayrılmakta ve bu boşlukları faraziyelerle doldurmak la­
zım geldiğinde tabiatiyle hayal ve maııtık için de birçok farz etme
imkanları çıkmaktadır. Macar anatarihinin bugün genel olarak ka­
bul edilen şeklinde birtakım zorlayıcı delillerin sevkiyle, en esaslı
mesele üzerinde, yani Macarlığın asıl dilinin bugün konuşulan, Fi­
nugor kökünden gelme bir dil olduğu noktasında herkes birleşmiş­
tir. Macar anatarihçilerimizin en seçkin simalarından olan ve ken­
disi de bugüne kadar bu hakim kanaatin taraftarlarından bulunan
kont 1. Zichy yakınlarda çıkardığı, kitle için yazılmış bir hulasa ese­
rinde kendisince kesin nitelikteki bazı kaynak - açıklamalarına
dayanarak, Macarlık kökeninin anahtarını bugüne kadar kimae
tarafından ortaya atılmamış başka bir ihtimalde bulmaktadır. Bu
yeni ve mantık üzerine yürütülen faraziye Macarlığın ırkça Türk
kökünden, hatta dil bakımından da Türk olduğunu ve bugünkü Fi­
nugor dilini ancak sonradan öğrendiğini ileri sürmektedir.

Kont 1. Zichy şimdiye kadarki araştırmalariyle Macar anata­


rihi bilimini birçok değerli görüşle zenginleştirmiştir, ezcümle ana­
yurdun tayininde o kadar verimli olan nebat ve hayvan coğrafyası
görüşlerinin ortaya çıkışını ona borçlu bulunmaktayız. Bu seferki
nazariyesinin hareket noktası da mutlak olarak alındığından doğru
olan genel bir prensip, dil değişimi prensibidir. Bu prensibin ruhu,
Meillet'nin : "Dilini hiç olmazsa bir kere, fakat genel olarak birkaç
kere değiştirmemiş kavim yok gibidir" sözünde ifadesini bulmak­
tadır.

İmdi kont İ. Zichy Macarlığın, ille yurt kuran Macarların Türk


kılıklarından ve yaşayış tarzlarından, Macar anatarihinde de dil
değişimi faraziyesinin yerinde olduğu sonucunu ç ıkarmaktadır.
Kanaatine göre Türk ırkından ve Türk dili topluluğundan olan Ma­
carlık asıl dilini şu şekilde kaybetmiş ve bugün konuşmakta olduğu
finugor dil ine g eçmi ştir
.

Bugünkü Macarlığın Türk aslından ol a n cetlerinin eski yurtları


BiLINMiYEN i Ç - A S YA 347

bugünkü Başkırt toprağının savanlarında ve bozkırlarında bulun­


makta idi. Bu ülkenin kuzeyinde, sonradan Jugria adını almış olan
toprakta Vogullarla Ostyakların ataları, yani Ob Ugorları oturur­
lardı. Bu eski Ob Ugorları ormanda oturan balıkçı, avcı insanlardı.
Onların güneyinde, bugünkü Başkırt toprağında oturan ve henüz
Türk olan Macarlar, başka bir deyimle Onogurlar hayvan yetiştir­
mekle, çifçilikle ve kürk ticaretiyle uğraşırlardı. Kürk taciri Ono­
gurlar zamanla, kendilerinin kuzeyinde oturup dağınık, yüksek bir
topluluk teşkilatından mahrum olarak yaşıyan Ob Ugorlarını ida­
releri altına geçirdiler ve onların Finugor dillerini, yani Ob Ugorca­
sını öğrendiler. Fakat onun yanında kendi Türk dillerini de konu­
şuyorlardı ve böylece iki dilli kavim haline gelmişlerdi . Artık uzun
zamandan beri iki dilli olan Onogurları ilerlemekte olan Sabırlar
460 tarihlerinde göç etmeğe zorladılar. Onogurların bir kısmı o za­
man Kafkasya'dan kuzeye doğru uzanan ovaya göçtüğü gibi öteki
kısmı da eski yurtta kalmıştı. Rahip Julianus'un XIII. yüzyılda yap­
tığı seyahatinde bularak kendileriyle kendi diliyle konuştuğu bu
sonraki Onogur kırıntısı kavim Magna Hungaria'nın Macarları ol­
malıdır.
Kont I. Zichy'ye göre böylece Finugor dilinden olan ve ıcTürk­
lükle aynı zihniyet taşıyan N!acarlık ıı daha İ. s. V. yüzyıldan önce
teşekkül etmiştir. Zichy'nin böyle geri bir tarih koyuşuna şunun
için lüzum vardır ki, islam kaynakları, fakat rahip Julianus da, Ma­
carlığın her iki kolunun müşterek kökten oluş geleneğini muhafaza
etmişlerdi. Şu halde Macarlıkta dil ve medeniyet teşekkülü bu iki
kolun ayrılışından önce olması lazımdı.
Ş i mdi burada Zichy'nin, esas itibariyle pek ihtiyatlı bir �ekil­
de i fade ettiği yeni ve hayret verici nazariyesinin ayrıntılarını a­
t:ıklamak amacımız değildir. Faraziyeler üzerine kurulan bu naza­
riyenin öyle açıklanamaz, ortadan kaldırılamaz güçlükleri vardır
k i . daha önceki kanaatten ayrılmağa hiçbir sebep bulam ıyoruz. Z.
Gombocz. B. Roman ve Gy. Nemeth'in ortaya koydukları bu kana­
atin özü şudur : Macarlık hem dil, hem de etnik bakımdan Finugor
k ökenindendir, fakat anayurdu bıraktıktan sonra Türk cinsinden
kavimlerin tesiri altında Türklere mahsus medeniyeti almıştır.
A:ı ı l söylemek istediklerimizden zııten uzağa sapmış bulunuyo­
ruz, fakttt bu sapış da lüzumsuı değildi, çünkü bundan Macarlığın
D I L I N M I Y ı:: N i Ç - A S YA

teşekkülünde, kendine has medeniyetine varrşında Doğu'lu, birinci


derecede Türk kavimlerin ne · büyük rol oynamış oldukları açıkça
görülmektedir. Asıl bunun için, İç - Asya'lı Türklük yoliyle - doğ­
rudan doğruya olmasa bile, dolayısiyle - unutulmuş, tarihe karış­
mış eski İç - Asya 'nın öğrenilmesinden Macar anatarihinin neler
beklediğini anlamak zor değildir. Ve gerçekten, yeniden açılmış olan
İç - Asya'daki Türk kavimlerinin tarihlerinde bize yol gösterecek ne
çok şey olduğunu görmek i�in Gy. Ncmeth'in yurt kuran Macar.lı­
ğın teşekkülü üzerine yazdığı değerli kitabı ele almak yetişir.
İç - Asya'nın �on zamanlarda öğrenilen eski tarihine dayanarak
varabileceğimiz ilk sonuc., İl: - Asya toprağ ında ne şimdi ne de ta­
rihin bugün k:in ula�ılabilecek çağlarıncla Finugor dilli kavimler o­
turrrıamış olduğudur. Şu halde Finu�or ki.ikeninden olan Macarlığı
bu alanda sağduyu ile kimse arıyaınaz. İkinci soru tabiatiyle şudur :
Macarlığın meydana gelişinde o kadar büyük rolü olan Türk �avim­
lerinin İç - Asya tarihlerinden ne gibi yeni �eyler c:ıkarabiliriz?
Bunun cevabı, doğruluğu şüphe götürmiyecek olduğu kadar da
hayret vericidir : bugün ulaşılabilecek en eski tarih çağlarında, de­
mek ki İ. ö. III - iV. yüzyılda İc: - Asya ' nın Tarım'dan batıya düşen
kısımlarında Türklüğün hatta izi bile yoktur, bu toprak o zaman­
lar İran'lı kavimlerin ellerinde bulunmaktadır. İkinci soruya, yani
öyleyse o vakitler Türkler nerelerde otururlardı? sorusuna verile­
cek cevap çok daha zordur. Bu alanda �erek tarih gerekse dil bakı­
mından şüphe götürmez kesinlikte hiçbir tutamağımız yoktur.
Türkçe, Altay dillerindendir. Onun en yakın hısımı Moğolca ile
Tunguzcadır. İmdi. ö�·le dilciler vardır ki ( Ramstedt ı . onlara göre
İ. ö . iV I I I . yüzyılda Türk veya Moğol d i linden söz açmak buda­
-

lalıktır. Zira Ramstedt'e bakılırsa o zamanlar bu i.iç dil henüz bir­


birinden ayrılmamış, az c:;ok birlik bir tek dil halinde Doğu - Asya'da
Khingan dağının güney kollarında, Çin'in hemen bitişiğinde yaşa­
m?.kta idi. Demek ki o Türkçeyi nihayet bir Doğu - Asya dili say­
mak tadır. Ramstedt'in nazariyesine işaret edi�imiz bunu doğru bir
çözüm olarak kabul etmemizden değil belki de menşedeki silik yüz­
yıllarda durumun ne kadar belirsiz olduğunu ve meselelerin çözü­
münde hayalin haia ne büyük bir rolü bulunduğunu misaliyle gös­
termek içindir. Çünkü sayısı az olan en eski kayıtları söyletecek
olursak, o zaman, İç - Asya'da o çağlarda pekala Türk, hiç olmazsa
B1 L İ :>; !\! İ Y I·: ' i <_: - A ' \ .-\ 349

Türk oldukları sanılan kavim ler bult.:�duğuY"u söy:iyebiEr:z. Ancak


bu nevi tetkikler en esk i goçeb<:> yurd'.ln Asya 'lı Hun:ar veya Hiunğ­
nu'lar zamanında etnik bakımdan meçhul olan siyas! bir birlik olu­
şundan ve bu birliğin etnoğrafik ve dil bünyeshin şimdiye kadar
girift ve içinden çıkılmaz mesele:er arz edişinde., do:ayı oldukça
güçtür. Gobi çölünün güneyinde H iunğ-n:.ı. C.ev:e�inin hangi unsur­
larının oturduğunu tam olarak st'ylememiz i!'n.karısız olduğu gibi,
asıl hakim olan Hiunğ-nu kabile-;inin e�nik ve dil !)akı'11 ı ndan ne­
reye bağlı olduğu sorusuna da yatv;t ır�cı bir cevap bı.:lu"lamıyor.
Ş üphe götürmiye:.:ek doğruluktaki ili{ T ürk !zleri.,i an-:: ak Orkhon
Kök Türk imparatorluğu nun ku:-ı::uşu!1dan öncek! cny:�larda. V I .
yüzyıl başında, V. yüzy ılın �onunda bulm:ıktayız. Anca;.ı: bu Türk ka­
vimleri Khi ngan'ın gü ney etekle:-inde. Çin'in komşuluğunda değil,
kuzeyde, Altay ve Sayan dağları bölgelerinde bulu'1uyorkrd1 ve ya­
kındaki savan lardan a ncak daha sonra bozkıra geçmişle'.'."dir . B iz bu
ilk şüphe götürmez dogruluktaki verintilerin hatırı çin Türklerin
anayurdunu aynı yerlerde· ar ıyacak değiliz . Fakat V - V I . yüzyıl
Türklüğünün Güney - Sibirya sa v aıılarında bu lunuşuna ehemmi­
yetle dikkati �·ek meyi de ihmal �demeyiz. Daha başlang!çta hatır­
lattığımız gibi Kuzey - Moğolistan göçebeleri Avrupa ·ya iki yoldan
girmişlerdir : 1 . Güney - bat ıdan göç ederek Cu ngarya kapısından,
Tarım havzasının kuzey tarafmda n. Kırgız bozkırından geçip Ural
dağları i le Hazer denizi kıyısı arasındaki yolda n ; göçebe akınlarının
en sık takibettiği yön budur. 2. Kuzey - Altay, Sayan dağları bo­
yundaki yurtlarından sessiz bir göçle Gü ney - Sibirya'dan geçerek
ki, bu yol, dediğimiz gibi Başkırt toprağına gider.

Macar anatarihi bak ımından iki esaslı İç - Asya sorusunun kar­


şılığı araştırılmalıdır : ilk Türk kavimleri Gü ney - Ural ve Hazer de­
nizi arasındaki yoldan Avrupa'ya ne zaman gelmişlerdi r ? Bir de, ö­
teki eski göc; yönünden. Altay ve Sayan dolaylarından Başkırt top­
rağına doğru Türklüğün yaptığı göçün izi nasıl bulunabilir? Her iki
soru nun .esası,. batıya akan kavimlerin hüviyetlerinin hem Asya'da
hem de Avrupa'da tesbit ed ilebilmesi ne dayanır.

Durum bugün için henüz kolay deği ldir. Ş irr.di burada, Avru­
pa tarafiyle ilgili Batı kaynaklarının bild irdiklerinin ne kadar az ve
onların yardımiyle kendimize çizebi ldiğimiz manzaranın ne kadar
silik olduğundan, bu azıcık bilgi nin. Doğu kavimlerinin Doğu - Av-
550 BİLfNMİYEN İ Ç - A S YA

rupa toprağında geçmiş olan hareketlerinde, tarihi rollerinin geli­


şiminde hayale ne kadar yer vermiş bulunduğundan söz açacak de­
ğiliz. Burada sade Asya tarafının Asya'lı kaynaklarından neler bek­
liyebileceğimizi inceliyeceğiz. Yazık ki, şimdilik bu da fazla bir şey
değildir ve hele durumu tam bir kesinlikle aydınlatabilmek için
herhalde azdır.

İç - Asya tarihi üzerine olan bilgilerimizin iki önemli kaynağı


olciuğunu biliyoruz. Bunlardan birini Çin kaynakları teşkil etmekte,
ötekini ise topraklarındaki yazılı veya eşyaya mütaallik eserleriyle
İç - Asya kendisi sağlamaktadır. İmdi bizi daha yakından ilgilen­
diren bölgeler hep Çin dünyasının kenarına düştüğüne göre, onlar­
dan edineceğimiz bilginin Çin'in komşuluklarında bulunup da on­
larla sıkı bağları olan kavimler hakkında verdikleri bilgiden çok da­
ha az olacağı meydandadır. İşin daha kötüsü, bu az bilgilerde de
Çin tarihçiliğinin en büyük meziyetinin, devamlılığın eksik oluşu­
dur. Ne zaman göçebe kavimlerden biri kudretiyle ve silahının zo­
riyle göçebe komşulara ve Çin'lilere kendini saydırmışsa o zaman
Çin tarihçilerinin ağzından laf su gibi boşanır. Fakat aynı göçebe
kavmin güneşi batmağa yüz tutunca tarihçinin ilgisi ondan kesile­
rek hemen arkasından gelen öteki göçebeye yönelir. Buna ne ka­
dar yansak yeridir. Zira Kuzey - Moğolya ve Tarım havzası göçebe­
belerini, hızla ötelere göç etmeğe zorlıyan şartlar, büyük yenilgiler,
bitkinliklerdir. Bu göçebeler batıya doğru yolculuklarına o zaman
çıkmakta, Doğu - Avrupa'da birtakım Finugor ve Türk kavimleriyle
o zaman temasa geçmektedirler. Macar anatarihinin en önemli olay­
larını ve dönüm noktalarını anlamak ancak bu doğudan gelen gö­
çebe dalgalarını yakından ve bütün ayrıntı iariyle incelemekle müm­
kündür.

Cungarya kapısı yoliyle Kuzey- Moğolya'dan gelen ve Hazer


gölüne doğru yönelen göçleri, hiç olmazsa belli bir yere kadar, Çin
kayıtlarının yardımiyle de takibedebiliriz. Sayan dağından başlıyan
Sibirya yolu üzerinde - ki Macarlık bakımından bu yolun önemi
nispeten daha fazladır - artık Çin'lilerden de hiçbir şey bekliye­
meyiz. Bir İç - Asya araştırıcısı sıfatiyle söyliyebiliriz ki, Sibirya
yolu, İç - Asya araştırıcıları için de incelenebilecek durumda değil­
dir. Bu mesele üzerine söyliyeceğimiz az bir şey varsa o da Sibirya
yolunun doğu başlangıç noktası ile ilgilidir.
BILINMIYEN i Ç - A S YA 551

Arkeolojik eserlere gelince , şimdiye kadar bunlar ancak Altay'­


lardan doğuya düşen alanın en kuzey bölgesinde ele geçmiştir. Bun­
lar da bize etnik ve hele dilcilik bakımından fayda sağlıyacak şey­
ler değildir. Burada şunu da kaydetmemiz yerinde olur ki, şimdiye
kadar göz önüne aldığımız İç - Asya tarih kaynakları hep Macar
anatarihi araştırmalarının başlangıç noktası saydığımız çağa, yani
İsa'nın doğumundan sonraki iV. yüzyılın sonuna ve V. yüzyılın baş­
larına kadar olan zamana aittirler. Bu çağ Macarhğın özel etnik ve
dil çehresinin teşekkül ettiği ve sonunda da, herhalde Türk kavim­
lerinin beraberinde olarak, göçlerine başladığı çağdır.
Bilindiği gibi, Macar anatarihi Hunların, Batı - Türklerin,
Sabırların, Onogurların, Kazarların ve Peçeneklerin tarihlerinden
ayrılamaz. İç-Asya tarihinde, Türk oldukları şüphesiz olan kavim­
lc:r hakkındaki bilgilerimiz V. yüzyılın sonunda, VI. yüzyılın başın­
da başladığına göre, şimdi burada söyliyeceklerimizi de elimizdeki
İç - Asya kaynaklarının Macarlıkla bağlar kurmuş olan Türk kavim­
l<.>ri hakkında V. yüzyıldan önce ve V. yüzyıldan sonra neler kay­
dettiklerine göre iki bölüme ayıracağız. İlk bölümün başlangıç nok­
tası olarak biz de İsa'nın doğumu yıllarını alıyoruz; ikinci bölüm
ise yurt kuruluş çağiyle, yani IX. yüzyılla kapanmaktadır.
Bu işe hangi tarafından bakarsak bakalım, Macar anatarihi a­
raştırmalarının en önemli bir çıkış noktası dilimizde, bugün ve es­
kiden bilinen birçok Türk dillerinden ses özelliği bakımından an­
cak biriyle, bugünkü Çuvaşça ile birleşen eski, yurt kuruluştan ön­
ceye ait Türkçe ödünç sözler bulunduğudur. İmdi bu, Kazan yakın­
\arında, Çeboksari bölgesinde konuşulan Çuvaş dili, y�bancı ve
Macar dilcilerle tarihçilerin kanaatlerine göre, bir· zamanlar Türklü­
ğün pek büyük, medeni fakat çoktan tükenmiş olan bir kolunun,
Volga boylu Batı - Türklerin ·dili idi. Batı - Türkler Türklüğün öte­
ki, doğu kollarından ( yalnız dil değil, medeniyet bakımından da)
kesin olarak ayrılıyordu . Çeşitli Ogur kavimleri, Onogurlar, Şara­
gurlar ve Utigurlar guya hep onlardandı. Bu bilginlere göre bütün
Batı - Türk kavimleri Attila'nın Hun imparatorluğu içinde kalıyor­
du. Mamafih bizce muhakkak olan ancak Batı - Türklerin Bulgar
adiyle Avrupa'da ilk defa, Avrupa Hun imparatorluğunun yıkılı­
şıııdan sonra gözükmüş olmalarıdır.
Bu mesele aşırı derecede karışık olduğu için gerek dilcilik, ge-
3S2 n l ı. I N M I Y E N i Ç - A S YA

rekse tarih alanında görünen zorlukların yerini bolca faraziyelerle


doldu rmak zorunda kalındı. Ş üphe ve münakaşa götürmiyecek bir.
şey varsa o da Macar dilindeki en eski ödünç sözlerin, Türk dil­
l erin in bugün yalnız Çuvaşça ile temsil olunan kümesinden çıkma
olduğudur. Bizde be n i msen miş olan genel bir görüşe göre Türk
dillerinin bugün yalnız Ç u vaşça tarafından temsil olunan kümesi
sonradan, daha esk i doğu kü mesin de n ayrıldıktan sonra meydan�
ge�miştir. Yabancı mem leketlerde ise, başta Finlandiya'lı Ramstedt
old uğu ha lde başka ları, Türk dillerinin eski özelliklerini muhafaza
edeni n bu Çuvaş - kümes i olduğunu ve doğu kolunun sonradan tü­
rediğin i i leri sürmektedirler. Ve bu kanaat ayrılığı sade dilcilik tas­
lıyanların kılı kırk yarması olmayıp, pek önemli tarihi neticelere
de yol açmaktadır. Eğer Çuvaş kümesi, bizim düşündüğümüz gibi,
-

sah ide n sonradan meydana gelmişse, o zaman bir vakitler bu dili


k onuşm u ş olanları muhtemel Türk kavimlerinin sayısını kendiliğin­
den dar bir �·erçeve içi ne sıkıştırmış oluyoruz. Yok eğer Ramstedt'in
haklı olduğu meydana çıkacak olursa o zaman bu, İ. s. I V . yüzyılda
bütün Türk kavimler i n i n bu dili konuşmuş olduklarını gösterir,
çünkü ona göre, Türk d i l leri nin Çuvaşçadan ayrılan büyük, bugün
ad e ta genelleşm iş kümesi bu tar i h ten sonra şekillenmiştir.

Macaristan'da hüküm süren, biraz önce de söylediğimiz kana­


at üzerine dil bakımından Batı Türklere bağlanan Ogur dediğimiz
-

kavimlerin, yani Onogurlar, - Şa ragurlar ve Utigurlar Çuvaşça tipin­


den olan Türkçeyi konuştuk tarı g ö rüş ü meydana gelmiştir. Doğu -
ve Batı - Türklerin d i l leri arasındaki farkı ogur sözünün kendisi de
mükemmel göstermektedir. Aynı kelimeyi Batı - Türkler ogur, Do­
ğu - Türkler ise oguz d iye söylerler. Bu iki kelimedeki z - T değişik­
liğ i iki dil tipini en özel bir surette birbirinden ayıran bir criteriunı
olarak bel i r mek t ed ir Bize daha yakın olan bir misal de vermek için
.

öküz anlamına gelen ökör sözünü alabiliriz. Bu söz Macarcada en


eski ödüne; kelimelerden biridir. Öteki birçoklariyle beraber bu ke­
l i memiz Türk d i lle rin i n bugün yalnız Çuvaşça ile temsil edilen batı
k ümesinden çıkmadır. Bu k el i me yalnız Çuvaşça ile Macarcada r ile
söylenir, bütün öteki Türk ci illerinde onun yerine z sesini buluruz.

Di lcil iğe dayanan Ma c a r anatarihinin çekirdeği sayılabilecek o­


lan bu tesbit sarih ve açık olup Budenz'ten beri bugüne kadar bun­
dan şüphe etmek kimsen in ::ı k lında n geçmemiştir.
B 1Lİ � 1\1 İ Y E N İ Ç - ,\ S Y A ,53

Fakat meselenin aı;ıl çetin tarafı bundan sonra geliyordu : Ma­


car diline ödünç sözler verdiği sırada yukarda sözü geçen ve kendi­
ne göre özellikler arz eden Türk dilini acaba kimler konuşuyordu'?
Bugünkü Çuvaşların cetleri kimlerd i ? Çuvaş cetlerden maada baş­
ka Türk kavimleri de bu dili konuşmuşlar mıdır, konuşmuşlarsa
bunlar hangileridir? işte buraya gelince kararsızlık yüzünden fa­
raziyeler alanına girmek zorunda kalıyoruz. Bu dilin Volga Bulgar -
Türkleri arasında yaşamış olduğu gerçekten doğruya benziyor, fa­
kat öyle verintilerimiz de var ki, bunlar Volga Bulgar - Türklerinin
bazı kabileleri arasında Doğu - Türkçe denilebilecek öteki Türkçe
tipinin de bilindiğini göstermektedir. Buna karşılık Kazarları Do­
ğu - Türkçe konuşan Türklerden sayarlar. Böyle olmakla beraber
Kazarların, hiç olmazsa bunların bazı kabilelerinin dahi bugünkü
Çuvaşların Ogurca denilebilecek dillerini bildikleri şekli de ortaya
atıldı. Onogurların, Şaragurların, U tigurların Batı - Türk dili deni­
len dille konuştukları keyfiyeti daha zayıf temellere dayanmakta­
dır. Meselenin pek de kesin olmıyaıı değerdeki bu çözümünde en
büyük rolü sadece kavim adının r - si oynamıştır. Bunun ne kıymeti
olduğunu ise, tamamiyle Doğu - Türkçe tipi bir dil konuşan Türk
kavmine Uygur denmesi açıkça ispat eder. Eğer tesadüfen İç - Asya
araştırmalarından, kazılarından Uygur kavminin dilini öğrenmiş
olmasaydık, sade adına bakarak onu da u Batı - Türk » sanılan Ono­
gurların, Şaragurların, Utigurların arasına katardık.

Meselenin bu kısmı şimdilik tam bir kanaat verecek şekilctl'


çözümlenemez ve ister bu ister şu çözüm tarzına baş vuralım, an­
cak faraziyeler arasında bocalarız.

Bununla beraber başta Onogur olmak üzere Ogur kavimlerin­


ı.İen biriyle her hangi bir tarihi bağımız olduğu şüphesizdir. Ama
bu temasın mahiyetinin nasıl olduğunu söylemek daha zordur. Ba­
zılarının hatırına müttefiklik veya vasallık geliyordu, başkaları ise
bütün bu bağların, Macarların Rusya'daki göçleri sırasında Onogur­
ların yerlerine yerleşmiş olmaları faraziyesinden ileri gidemediler.
Macar kavminin, kendisi tarafından hiçbir zaman kullanılmamış o­
lan, fakat komşuları ve onlar vasıtasiyle daha uzaktaki yabancılarca
bu"üne kadar hep onunla anılmakta bulunan adı, gılya bu Onogur
yurduna yerleşmenin hatırası olarak kalmıştır. Bu ad, yani Hun­
garus, Ungar, Hongrois . . . gerçekten o eski Onogur sözünün akiin-
'.154 1\ İ L İ ' '\I İ Y r :\ İ �: - A S Y .\

ciPn ha "!ka b i r şey değildir \'e y u kard a sözü geçen faraziye yerinde
i �:e bu a dl a n d ı rm a t ıpkı kuzey g;jr;cbeleri nin, To - ba kavmi orta­
dan ka lktıktan sonra onun yerine tekrar yerleşen Çin'lilere To - ha
;; d ı rı ı , 'I'abgaçı ver d iği n e, yahut da yine bir kuzey göçebesinin, Ki­
tay ı rı i z i coktan kaybolduğu halde Çin'liye Kitay adını vermekte
devam edi�ine b e n z em ekte d ir Tabi i Ç in'liler de Macarlar gibi, bu
.

Tabgac.: veytı Kitay adını hiçbir zaman benimsememişlerdir.


A raştırmalar sonunda bilhassa Batı kaynaklarına dayanarak
>ll deBer �0nuç d:.ı �.:ıkarı lını�tır ki, VI. yüzyılda Kafkasya
rl i k kat e
d o layl a rı nda görü len Og u rla d u Onogurlar ve Şaragurlar daha gü­
neyk•re b irkaç yüzyıl önce kuzeyden, muhtemel olarak Başkırt ül­
kesindeki yurtlarından inmişlerdir. Bu kavimler Başkırt toprağın­
daki yurtlarını, i.izerlerine doğudan kuvvetli bir kavmin, Sabırla­
rın yüklenmesiyle bırakmak zorunda kalmışlardır. Sabırlar, yurt­
la rın d a n cıkardıkları Ogurların. Onogurların ve Şaragurların ar­
dından daha sonra Ka f ka sya ya da gitmişlerdir. Ancak biz şimdilik
'

i l k i n B a şk ırt toprağındaki ola yl ar ı ele alalım.


Tıpkı Ogurlar, Onogurlar ve Şaragurhır gibi Sabırlar da Baş­
k ı r t top r ağınd a ki yurtlarına Asya'dan gelmişlerdi. Asıl çıkış nok­
talarını daha ta m olarak da belirtebiliriz : bu a la n İrtiş bölgesidir.
Ya ı ı i b üt ü n bu kavimlerin, Tü rk le r i n eski batı kolundan oldukları
frıraziyesini kabul" edecek olursak, o zaman bu nların anayurtlarının
İrliş bölgesi olduğuna inan ılabilir. Fakat eğer tesadüfen Sabırların
d i l bak ımından Doğu - Türkler arasından türedikleri meydana çı­
karsa , o zaman ikinci bir faraziyeyi, yani İrtiş bölgesine Kuzey - Al­
tay ve Sayan dolaylarından, önemin i yeteri kadar belirtemediğimiz
Sib irya yolu boyundan göçmüş oldukları faraziyesini kabul ede­
b i liriz.
Bazıları, < Deguignes'e dayanarak) birtakım Çin verintiler-inden
deliller göstermek suretiyle Sabırların İ� - Asya'da oturdukları zi­
h a bın a kapılmaktadırlar. Bu görüşe göre Asya'lı Avarları, yani
Juan-j uan'ları 458-de yenmişler, onun üzerine bunlar göçlerine d�
va ın ederek Turfa n'ı, Sabırlar ülkesini 460-ta zaptetmişlerdi. Gilye.
Şaragurlar ve Onogurlar üzerine yürüyenler buradan çıkarılan Sa­
bırlardı. Hadiselerin bu şekildeki anlatılışında Juan-juan'ların Y1e­
nilmesine kadar olan kısma bir diyecek yoktur. Eğer Juan-juan'lar
460 - ta Turfan vahasınrla gerçekten Safürları bulmuşlarsa ve bun-
B İ L f !'< M 1 Y E N İ Ç - A ı;; \. A 3SS

Iar oraları J ua n -j u a n ' la r· ' ·a�kı::-ı .'l ltı nda terk et m i ş iseler. o zama n
Sabırların iki yolu olabiliruı. Ya C u ngarya k a p ı sı n d a n gec:erek Al­
tay'ların doğusu na dönerler ve Sa y a r b oy u n d ak i S ibİ r ya yolunu
.

orada ararlar, yahut da Turfan'dan batıya doğru Ura l nehrinden


geçerek Avrupa'ya g irer l erd i . Fakat bu iki fa ra ziy en i n ik i!>i d e im­
kansızdır. Kuzeyden ge l en J u a n j u a n l ar y ü zü n d en kendi leri de k o­
- '

lay kolay kuzeye doğru gidemezlerdi, yok eğer O nogu rları n yanına
Hazer gölü tarafından gel m iş olsa lardı, o zaman da Ba şk ırt topra­
ğına varmış, Onogurlarla Ş ara gu r la r ı kend i gü ney taraflarına doğru
deği l kuzeye itmiş olacaklard ı . Ayn ı za ma n da asıl İç Asya keşif­ -

l eri n d e n şunu d a öğ r e n mi �"i bu l u n u yoru z k i , İ. s. 460 - ta Turfan'da


öyle fazla Türk i ska n la r ı y ok tu r zira o çağlarda ora d a Tokharlar
,

tam gelişme hali n de id i ler .


�imdiye kadar ya p ı l :ı n ara ştırmalara d a ya n a · ·ı k kesin b i r şe­
ki l d e ileri sürebiliriz ki. İ. s . V . y üz y ı la kadar s ü ren devrede Asya'­
dan ge le n Macarlarla m ü nase bet kura n Türk kavi m le r i n i n bir kıs­
.

mı Baskırt to pra ğ ı na İç - As ya n ı n dı ş ı n a d ü şe n S i bi ry a y o l u n da n
'

gelmiştir. Fakat bu zaman i <; i nde Hazer g0l ü n ü n k u zey k ıy ısından


geçen g ü n ey yo l u d ed iğ imi z yolda n d a Doğu - A v r u p a y a birta k ı m '

Türk kabileleri gelmiştir k i , bu n lar s o n rala r ı Macarl ıkla her ha ng i


bir temasa geçmiş o la b ilir l er .
G ü ney yo l iy l e gelmiş olan T ü r kl e r meselesi bizi . İc; Asya'nırı -

en ö n em l i devresine, H i ı...: n .�-nu çağ ı n a götü rür. B i l i n d i ğ i g i b i büyük


H iu nğ n u de v leti İ sa · n m d oğu mu s ıra l a r ı nda yı k ı l m ı ş ve bu ca ğda
-

Cı-eı hük ü mdarl ığ ı a l t ı n d a C u nga rya kapısının batı sına d ü şen yer­
lerde gelip geçici b i r batı devleti ortaya ç ık m ı ştı . Ç i n " l i le r in vuruşu
üzerine bu batı de v let i ele c:a il ı ı cak yok uluyoF ve dağ ı la n h a l k ı da­
ha İ. s. I. y i.i z y ı l d a A vrupa'ya doğru g0l,· meğe baş l ıyor IV. y üz y ı lda
.

olan bü yük Hun göç ü n ü n herha lde daha ba�kala riyle d e kuv vet­
lend ir d i ği Türk kavim u n surları n ı Avru pa'ya bu k u ç ü k ölçüdeki
ilk göç getirmiş olaca k t ı r . B i z i en ziyade i l gilen d i ren mesele üzeri­
ne. ya n i bu iki ka v i m l er ı;öc ü n ü n Avrur-a'ya n e g i b i T i.i rk kavim­
leri s ü rü klemi ş ol d u ğ u n a d a i r bugü n yazık ki pek az bir şey söy l i­
yebiliyoruz.
Macar anatarihinin V IX. y üz y ı la kadar olan i k i n c i çağına ait
·

İl: - Asya kayn ak la rın a g e l i n c e . bu alanda ç ok dah a b a h t l ı bir du­


r umd a bulunmaktayız.
356 niLiNMiYEN İÇ-A SYA

İ. s. 552 de kurulan Kök Türk devletinin çabucak Doğu ve


-

Batı olarak ikiye bölündüğünü görmüştük. Bu ikisini ayıran çizgi,


yahut onları birleştiren bağ Altay dağları ve Cungarya kapısı idi.
Doğuda Uygur ilerleyişi, batıda (Turfan! ) Çin'lilerin istilası ile son
saati yaklaşan Kök Türk imparatorluğunun en göze çarpacak olayla­
rı, Juan-juan'ların yenilişi, Eftalitaların istilaları, sonra kısa bir za­
man için Kök Türk istiklalinin kaybolmasiyle ortaya çıkan Çin va­
sallığı, istiklalin geri alınması üzerine doğu ve batı yönlerinde ya­
yılmalarıdır.

Macar aııatarihi bakım ından bizi ilgilendiren, Batı - Kök Türk


dev !Ctinin hayatıd ır. Bu hususta kaynak bakımından sıkıntımız yok­
t ur. Batı - Kök Türk imparatorluğunun geçirdiği başlıca olayları
canland ırmak için yığınlarla Çin kayd ına. islam, Bizans v.s. kay­
n aklarına dayanabiliriz. Sonra işin asıl önemli tarafı, yabancı kay­
nakların dediklerini Kök Türklerin kendi yazılı eserleriyle kontrol
edebilmemiz, tamamlıyabilmemizdir. Bu yazılı eserler arasında
tabiatiylc ilk hatırımıza gelen, büyük Orkhon yazıtlarıdır.

Batı Kök Türk devleti üzerine yazılmış kaynaklar çok boldur


-

ve bunlar sadece siyasi olayların başlıca dönümlerini göstermekle


kalmayıp Kök Türk kavminin medeniyetini, din şartlarını, devlet
te�kilatı n ı , içtima i kuruluşunu da canlı bir şekilde anlatmaktadır.

Bu kaynaklar Macar anatarihiyle ilgili iki önemli mesele kü­


mesine de ışık serper. Bunlardan biri tarih\ ve siyasi mahiyette
olup Macarlığın. VI. yüzyılın ikinci yarısında ve belki VII. yüzyılın
başlarında da. o vakitler ta Kırım :varımadasına kadar yayılan Ba­
tı - Kök Türk devleti i�·inde bulun masiyle ilgilidir. (576 tarihlerinde
Kök Türklerin. Kırım'ın Bosforus şehrini aldıklarını Valentinus'un
elçilik raporunda görmüştük.) İkinci mesele kümesi bundan aşağı
önemde olmayıp yurt kuruluş zamanındaki Macarlığın Türk mede­
niyetini açıklamada son derece önem taşımaktadır. Bu ikinci me­
sele kümesinin yardımiyle görüyoruz ki, Macarların kabile teşki­
latları ve harb usulleri Gy. Nemeth'in eserinde en yeni malzemeyi
göz önünde bulundurarak meydana koyduğu gibi, tamamiyle Türk­
leı i nkine benzemektedir. Bu alanda en ziyade Türk ve onun aynı
olan Moğol içtimai ve de\'let kuruluşlarının incelenmesinden çok
şey bekliyebiliriz. Çünkü, belki söy lemeğe de lüzum yoktur ki,
DILiNMI YEN f Ç - A S YA !J57

kaynakların bir araya getirilmesi ve açıklanması işi bugüne kadar


henüz sona ermiş değildir.

Eski İç - Asya'nın meydana çıkarılması işinin yüzyılın başın­


daki büyük gayret ve başarılardan sonra bugün haylice yavaşlamış
olduğunu görmekteyiz. Fakat bu hiçbir zaman oradaki eski eser­
lerin tükenmiş olduğunu ve artık bir şey bekliyemiyeceğimiz an­
hımına gelmez. Tersine olarak, ilk keşiflerin şerefli neticelerine la­
yık yeni yeni, dikkate değer bu�uşların ortaya çıkışı ancak uygun
bir durumun gelmesini, bahtlı şartların araya girmesini beklemek­
tedir.

Bundan sonraki İç - Asya keşiflerinden bir şey bekliyen varsa


bu , herkesten ziyade Macar anatarihinin araştırıcısıdır.
B İ B L İ Y O G R A F YA

I . - F . Machatschek, I nnerasien. E . von Seyd litz'sche Geogra­


phie, Hundertjahr - Ausgabe. Breslau, 1 927 adlı eserde. - P. Pelliot,
La Haute Asie. Paris, 1 93 1 . - R. Grousset, L'empire des steppes. Pa­
ris, 1 9 3 9 . - A. Herrmann, Historical and Commercial Atlas of
China. Cambridge Mass., 1 93 5 .

II. - J." J. M. de Groot. Chinesische Urkunden zur Geschichtc


Asiens. I - II. Berlin - Leipzig, 1 92 1 , 1 9 2 6 . - L. Aprily, Ts'ai Yen
kinai költönö tizennyolc verse 1 Çin kadın şairi Tsay Yen'in on se­
kiz şiiri ] . Budapesti Szemle 248. C . 1 938. ·-- A . Berthelnt. L'Asic
ancienne centrale et sud - orientale d'aprcs Ptolcmec. Paris, 1 9 3 0 .

III. - C. de Boor, Excerpta de legationibus. I . Bcrlin, 1 9 0 3 .


170. s. v. s. Dr. Lukinich L . Meııander Protector törteneti müve­
-

nek fennmaradt töredekei. Közepkori kronikasok 1 Menander Pro­


tector'un tarihi eserinden kalma parçalar. Ortaçağ kronikacıları l .
Brasso, 1 90 5 . - E . Chavannes, Documents, bak. XI.

IV. - Çin'li hacılar hakkında : R. Grousset , Histoire de·


l'Extreme - Orient. I . Paris, 1 929, 29 1 . s. v. s ; 255. s. v. s . - St.
Julien, Vie et voyages du pelerin Hiouen Thsang. Paris, 1 853 - 58. -
S. Beal, Huen Thsang, Si yu ki, Buddhist Record of the Western
World. London, 1 9 0 6 .

V . - A . von den Wyngaert, Sinica Francisca na . I . Quaracchi -


Firenze. 1 929. - F. Risch, Johann de Plano Carpini. Leipzig, 1 930. -­

A . C. Moule - P. Pelliot, Marco Polo. I - II. ı öteki ciltler daha c;ıka­


caktır. J London , 1 9 3 8 .

VI. -A. Waley , The Travels of an Alchemist. the Journey of


the Taoist Ch'ang-ch'un from China to the Hindukush at the Som­
mons of Chingiz Khan. Broadway Travellers. London, 1 93 1 . - E .
Bretschneider, Mediaeval Researches from Eastern Asiatic Sources.
1 ,35. London.

VII. - W. Barthold, Turkestan Down to the Mongol Invasions,


BILINMİYEN iÇ-A SYA -'59

2 . . baskı. Landon, 1928. - V. Minursky, Hudud al - 'alam. u The


Regions of the World ıı . London, 1937. --- Defremery - Sanguinetti,
Voyages d' lbn Batoutah. I - IV. 3. baskı. Paris, 1 893 - 1922.

VIII. - H . Yule - H . Cordier, Cathay and the Way Thither.


Hakluyt Society. I - IV. London, 1 9 1 3 - 1 6 . - C. Wessels, Early Jesuit
Travellers in Central Asia. La Haye, 1 924. - E. Huc, Souvenirs
d'un voyage dans la Tartarie et le Thibet. Nouvelle edition par J.
M. Planchet. I - II. Pekin, 1 924. - H . Bernard, Le Frere Bento de
Goes. Chez les Musulmans de la Haute Asie ( 1 603 - 1607) . Tientsin,
1934.
IX. - W. Barthold, Die geographische und historische Er­
forschung des Orients mit besonderer Berücksichtigung der rus­
sischen Arbeiten. Leipzig, 1913. - Cholnoky J., Europa, Kis - Azsia,
Belsö - es Kelet - Azsia felfedezese es meghoditasa / J. Cholnoky'nin
Budapeşte'de 1 938 - de çıkan " Dünya keşifçileri ve fatihlerin adlı
eserinden I. c. : Avrupa, Küçük - Asya, İç - ve Doğu - Asya'nın keşfi
ve fethi] . - N. M. Prjevalski, Zajzanbol Khamin at Tibetbe rzay­
zan'dan Khami yoliyle Tibet'e] . Budapest, 1 884. - Hedin Sven,
Transzhimalaja lTranshimalayaJ . Budapest, 19 10.
X. - Halasz Gy., Öt vilagresz magyar vandorai [Beş kıta üze­
rinde Macar seyyahları ] . Budapest, 19J6. - Grof Szechenyi Bela,
keletazsiai utjanak tudomanyos eredmenye [Kont B. Szechenyi'nin
Doğu - Asya seyahatinin ilmi başarıları] . I - III. Budapest, 1 890 - 97.
-- Zichy Jenö grof harmadik azsiai utazasa [Kont J. Zichy'nin ü­
çüncü Asya yolculuğu] . I - V. Budapest, 1 900 - 1 905. [Macarca, Al­
manca.] - A lmassy Gy., Vandorutam Azsia szivebe [Asya'nın kal­
bine yolculuğum] . Budapest, 1903 . - Prinz Gy., Utazasaim Belsö -
Azsiaban [İç - Asya'da seyahatlerim] . Budapest, 1 9 1 1 .

XI. - E. Chavannes, Documents sur les Tou - kine !Turcs) occi­


dentau x . St. Pbg., 1 903 . -- V. Thomsen, Inscriptions de l'Orkhon .
Memoires de la Soc. Finno-Ougrienne V. -V.Thomsen, Alttürkische
Inschriften aus der Mongolei . Zeitschr. d. Deutschen Morgenl. Ges.
1924. - W. Radloff, Die alttürkischen Inschriften der Mong-0lei.
Erste Lieferung. St. Pbg., 1 894; Neue Folge. 1 897.
XII. - H . Cordier, Melanges d'histoire et de geographie ori­
entales. I -·IV. Paris, 1 9 1 4 - 23. - Stein Aurel, Ösi ösvenyeken
BİLİNMİYEN İ Ç - A S YA

Azsiaban [Asya'da eski izler üzerinde] . Budapest, 1 924. - A. v. Le


Coq, Die vierte deutsche Turfan - Expedition . Turan 1918.

XIII. - A . Stein, Ancient Khotan. I-11. Oxford, 1907. A . Stein,


-

Sand - buried Ruins of Khotan. London, 1903. - Stein Aurel, Ho­


mokba temetett varosok [Kuma gömülü şehirler] . Budapest. - A .
Foucher, L'Art greco-bouddhique d e Gandhara. Paris : I . 1905. ; il,
1. 1 9 1 8 ; II, 2. 1 922.

XIV. - W. Fuchs, Das Turfangebiet . Ostasiat. Zeitschr. N. F.


III. - J. Marquart, Guwaini's Bericht über die Bekehrung der
Uiguren. Sitzungsberichte d. Pr. Ak. d. Wiss. 1 91 2. - E. Chavannes
- P. Pelliot, Un traite manicheen retrouve en Chine . Journal Asia­
tique, 1 9 1 1 , 1 9 1 3 .
- P. Alfaric, Les Ecritures manicheennes. Paris,
1918.

XV. - A . Stein, The Thousand Buddhas. Ancient Buddhist


Paintings from the Cave - temple of Tun - Huang on the Western
Frontier of China. London, 1 921 . - P. Pelliot, Les grottes de Touen -
houang. 1 - IV. Paris, 1914 - 24. - P. Pelliot, La version ouigoure
de l'histore des princes Kalyanamkara et Papamkara. T'oung Pao
1914.

XVI. - Ch. Bell, Tibet. Past and Present. Oxford, 1924. - Ch.
Bell, The Religion of Tibet. Oxford, 193 1 . - J. Bacot - J. Hackin,
L'Art tibetain. Paris, 1 9 1 1 . - Ligeti L., Tibeti forrasok Közep -
Azsia törtenetehez [Orta - Asya tarihi için Tibet kaynakları ] . Kö­
rösi Csoma - Archivum I. Erganzungsband. Budapest, 1936.

XVII. - P.Y. Saeki, The Nestorian Documents and Relics in


China. Tokyo, 1 937. - P. Pelliot, Chretiens d'Asie Centrale et
d'Extreme - Orient. T'oung Pao 1 9 14. - W. Barthold, Zur Geschichte
des Christentums in Mittelasien. Tübingen - Leipzig, 190 1 . - J. B.
Chabot, Histoire de Mar Jabalaha III et du moine Rabban Cauma.
Paris, 1 895. - Homan - Szekfü, Magyar törtenet [Macar tarihil .
3 . baskı. I, 523 ve daha sonraki sayfalar.

XVIII. - P. K. Kozlov, Mongolei, Amdo und die Tote Stadt


Chara - Choto. Berlin, 1 925. - N. Nevskiy, Oçerk istorii tanguto -
vedeniya. Izvestiya Akademii Nauk 193 1 . - B. Laufer, The Si - hia
Language. T'oung Pao 1916. - K. Donner, Beitrage zur Frage nach
361

dem Ursprung der Jenissei - Os tj a ken . Journ. de la Soc. F. - Ougr.


XXXVII.

XIX. - Uno Harva, Die religiösen Vorstellungen der alta ischen


Völker. Helsinki, 1938 ı bilhassa 2!)2 - 321 . s. ı . -- A. M. Tal lgren, Sur
les antiquites trouvees depuis la guerre dans l'Asie septe ntrionale.
Journ . de la Soc. :F'. - Ougr. XLIX. - A . A lföldi, Die geistigcıı
Grundlagen der hochasiatischen Tierstiels. Fo rschunge n und
Fortschritte VII. c. 1 93 1 . - - Z. de Takacs. L'art dcs gr:.:. ndes ı;:igra­
tions en Hongrie et en E x treme - Orient . Revue des Arts Asiatiques
VII. c. 1 93 2 .

XX. - Roman - Szekfü, Magyar törtenet !Macar ta ri h i 1 . 3 . bas­


kı. I. c. - Nemetlı Gyula, A honfoglalo magyarsag kiala kulasa 1 Yurt
kuran Macarların teşekkülüJ . Budapest, 1 9 3 0 . - - Zichy lstvan grof,
A magyarsag östörtenete es müveltsege a honfoglalasig. A Magyar
Nyelvtudomany Kezikönyve LYurt kurmaya kadar Macarlığın a nıı ­
tarihi ve medeniyeti. Macar Lisaniyat El Kitabı 1. Budapest, 1 923.
- Zichy lstvan grof, Magyar östörtenet 1 Macar ana tarih i J. Kin­
cses t ar 5 . c. 1 93 8 .
İÇİNDEKİLER

Önsöz 5

l. İç - Asya . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . , . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13

i l . Büyük Çin seddi'nin ötesinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40

111. Altındağ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59

iV. Batı nöbet kulelerinden Demirkapı'ya kadar . . . . . . . . . . . . 74

V. Tatar hanının sarayında . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 91

VI. Bir Çin'li papaz Cengiz hanın peşinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 108

VII. İslam dünyası habercileri . .. . . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . 125

VIII. Hıristiyan dünyası keşifçileri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 143

IX. Batı coğrafyacılarının yola çıkışları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 60

X. İç - Asya'da Macar araştırıcıları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 177

XI. Orkhon ve Yenisey kıyılarında esrarlı yazıtlar . . . . . .. . . 195

XII. Eski kavimlerin izinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 209

XIII. Khotan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 228

XIV. Turfan . .. . . . . . . . . . . .. . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 244

XV. Bin Buddha mağaraları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 261

XVI. Eski Tibet . . . .. .. . .. .. . .. . .. . . .. .. .. . .. .. .. .. .. . . .. . . .. .. .. .. .. . .. . . 278

XVII. Papaz Johannes ve hıristiyan Tatarlar . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . 295

XVIII. Ölü şehir : Kara Kho�o . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .


. . . 311

XIX. Göçebe hükümdarların gömüldükleri yerler . . . . . . . . . . . . . . 327

:XX . İç - Asya ve Macar anatarihi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . 341

Bibliyografya . . . .. . . . . . .. .. . . .. . . . .. . . .. . . .. . . .. .. . . .. . .. . .. . .. . .. .. . . .. . .. . .. . . 358

İçindekiler . . . .. . .. . . .. . . . .. . .. . . . .. . . . . . .. . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . 362

You might also like