You are on page 1of 6

KELÂM

Günlerden 3 Aralık 2009 Perşembe. Iki gün once Logos Areopajında törenim yapılmış ve ben
artık 30. Dereceye yükselmiştim. Bir yerde masonik kariyerimi tamamlamıştım. Acaba
tamamlamış mıydım? Tekris olduktan sonra tanıştığım, tüm masonik hayatım boyunca herşeyimi
paylaştığım, aklıma gelen bütün soruları sorup en doğru cevapları aldığım, bana masonluğu
sevdiren ve buralara kadar gelmemi sağlayan sevgili Üstadımın telefonunu çevirdim.
-“Üstadım, eğer müsaitseniz ziyaretinize gelmek istiyorum” dedim.
-“Çok iyi olur” dedi, “hemen atla gel, ben de okumaktan sıkılmaya başlamıştım, biraz laflar,
kafamızı dağıtırız”.

Kapıda hemşirem karşıladı beni. Herzamanki müşfik ve sıcacık tebessümü ile buyur etti.
-“Üstadın çalışma odasında seni bekliyor” dedi.

Odaya girdiğimde Üstadım sırtı kapıya dönük, camdan dışarıyı seyrediyordu. “Hoşgeldin”
diyerek bana döndü, birbirimizi kucakladıktan sonra bana gösterdiği koltuğa oturdum. Hal-hatır
sorma faslını hızla geçiştirdim. İçim içime sığmıyordu. Coşkumu ve heyecanımı bir an once
Onunla paylaşmak istiyordum.
-“Üstadım” diye söze başladım, “evvelki gün 30. Derece Törenim yapıldı ve ben artık bir Kadoş
Şövalyesiyim” dedim.
-“Seni yürekten kutlarım” diye yanıtladı. “Demek 30 oldun. Masonluğun doruğuna çıktığını
zannediyorsan inan bana, fena halde yanılıyorsun”.

Bu sözleri yüzüme bir tokat gibi çarpmış, zil çalan eteklerimdeki zilleri susturmuş, ayaklarımın
yere basmasını sağlamıştı.
-“Peki” dedi “ritüeli okudun mu?”

Dün okumuştum. Törenin içindeyken insanın ritüeli anlaması neredeyse imkansızdı. Bunu iyi
bildiğim için her törenden sonraki ilk gün o derecenin ritüelini baştan sona mutlak okurdum.
-“Okudum Üstadım” dedim.

-“ İyi etmişsin” dedi “dönüp dönüp okumalısın. Aslında hepimizin bütün ritüelleri dönüp dönüp
okumamız gerekir” diye devam etti. “Peki, ne öğrendin?” diye sordu.

Üniversitede profesör olması, öğrencilere ders anlatması hasebiyle o öğretici kimliğine


bürünüvermişti.
-“Kelam, Üstadım” diye yanıtladım.

–“Kelam ha, söyle bakalım neymiş bu kelam?” Herzaman aynı şeyi yapıyordu. Beni sınamak
istediğinde o hafif alaycı, öğretmen edasını hemen takınıveriyordu.

-“Valla Üstadım,” dedim, “Sözlük anlamına baktığımızda imani esasların aklî deliller kullanılarak
izah ve isbat edilmesi temelinde gelişen islam ilmi diyebiliriz. Kelamcılar, Allah’ın varlığını
delillerle izah etmeye çalışmakla beraber, aklî delillerin sadece aklın nazarında müşkül hadiseleri
çözmede bir alet olduğunu düşünürler. Yoksa, Allah’ın varlığının, neticede mahlûku olan
delillerle teyidine ihtiyaç yoktur. O her şeyden ayandır” diye izah edebiliriz.

-“Güzel” dedi. “Peki başka?”

O anda hafızam imdadıma yetişti. Bir ay kadar önce Hilmi Yavuz’un İslamın Zihin Tarihi adlı
eserini okumuş, oradan bazı notlar almıştım. Hemen el çantama uzanıp kâğıtları çıkardım ve
okumaya başladım.
İslam’ın zihin tarihinde vahiy ile akılın bağdaşıp bağdaşmadığı probleminin, tıpkı Hıristiyanlıkta
olduğu gibi büyük ve fırtınalı tartışmalara sebep olduğunu biliyoruz. Felsefe, vahiy ile akıl
arasında tastamam bir uyum olduğunu bildirir; kelamcılarsa vahyin akıldan üstün olduğunu öne
sürerler. Hâlbuki İslam’ın zihin tarihi, daha farklı bir biçimde okunduğunda görülür ki, felsefe
ile kelamcılar arasında bir tek problem, vahiy/akıl problemi olmakla beraber, ikincisi ise bugüne
kadar pek üzerinde durulduğunu sanmadığım problem: Doğa/akıl problemidir. Yani,Felsefe için
problem vahiy ile akıl arasındadır; kelamcılar içinse doğa ile akıl arasında. Delil, kelamcılara
göre, bir işarettir ve o işaretten yapılan çıkarsamayı içerir. Eğer bir yerden duman çıkıyorsa, bu
orada bir ateş olduğunun delilidir (işaretidir). Duman delildir; ateş ise medlul! Kısaca, akıl
yürütme, delilden medlule yapılan bir çıkarsamadan ibarettir.

Ancak, ortada iki ayrı mecra, iki ayrı hakikat yer almaktadır; -dinin ve felsefenin ‘hakikat’i
farklıdır! Felsefe bakımından doğru olan bir şey, ilahiyat bakımından yanlış olabilir. Felsefe ile
ilahiyat ayrı sahalar oldukları için, felsefenin doğru bulduğu bir hakikati dindar bir adam pekâlâ
ve haklı olarak, yanlık telakki edebilir. Bu konunun daha iyi açıklanabilmesi için ‘oyun’
metaforunu kullanabiliriz. Dini ve felsefeyi iki ayrı oyun gibi düşünelim: Kuralları, normları
birbirinden farklı iki oyun: - mesela futbol ve basketbol gibi… Nasıl ki futbolun ve basketbolun
kuralları farklıysa, biri ayakla öteki elle oynanan iki ayrı oyunsa, din ve felsefe de iki ayrı oyun
gibi düşünülebilir. Bu iki oyunun kurallarının birbirine karıştırılması (mesela, futbolcunun topa
ayakla vurmak yerine elini kullanması ya da basketbolcunun topu ayağıyla vurarak potaya
göndermeye kalkışması gibi) ya da, birine ait olan alanda ötekinin oynanması söz konusu
olmadığı sürece, mesele yoktur. Ama ya söz konusuysa?
Din, dogmatiktir ve dogmalarının sorgulanmaması kuraldır; felsefe ise öyle değildir. Felsefede
dogmalar yoktur ve her şey sorgulanabilir; her şeyden kuşku duyulabilir. Kısaca dinde sorgulama
kural dışı, felsefede ise sorgulama, kuraldır. Kuralları ve normları birbirinden farklı iki oyundan
birini, ötekini doğrulamak ya da yanlışlamak için kullanmak da kural dışıdır. Ne felsefe dini
doğrulayabilir ya da yanlışlayabilir ne de din felsefeyi! Dolayısıyla da, vahyin akla uygun olup
olmadığı gibi bir mesele yoktur.; - çünkü vahyin akla uygun olup olmadığı, aklın kurallarıyla
vahyi doğrulamak ya da yanlışlamak anlamına gelecektir. Dini bilimin verileriyle ne
doğrulayabilirsiniz ne de yanlışlayabilirsiniz. Elbette, bilimi de dinin dogmalarıyla doğrulama ya
da yanlışlamanın söz konusu olamayacağı gibi! Ayrıca, Kur’an’da’gaybın’ ancak Allah
tarafından bilinebileceği’nin açık bir biçimde dile getirildiğini de unutmamak gerekir.
-“Hilmi Yavuz’un kitabını okumuşsun” dedi, onaylarcasına başımı salladım.
Tam o sırada “ Çaylar geldiii” diye bir ses duyuldu. Gelen Melis hemşiremdi. Elindeki tepsinin
içinde özenle seçilmiş zarif bardaklar içersinde tavşan kanı birer çay ve yanındaki tabaklarda
kendi elleriyle hazırladığı minik poğaça ve kurabiyeler yer alıyordu. Poğacalar sıcacıktı ve
kurabiyeler insanın ağzında dağılıyordu. Gri-beyaz saçları ve narin bir vücut yapısı ile tam bir
eski Istanbul hanımefendisiydi. Atatürk dönemindeki fotoğraflardan çıkmışçasına o dönemin
cesaret ve ağırbaşlılığına sahipti. Yavaş ve ağır hareket ederdi ama, her gittiği yeri derler
toparlardı. O yanınızda olduğu zaman hiçbir şey eksik olmazdı. Çaylarımızı içip, yiyeceklerimizi
yerken odaya derin bir sessizlik çökmüştü. Üstadım çayından son yudumu çekip boş bardağı
tabağa koyarken bana döndü ve:
-“Bak Ali’ciğim” dedi, “hiçbir politika, din ya da felsefe sistemi toplumu dışardan değiştiremez.
Ancak ve ancak bireysel bir devrim, yeni bir psikolojik doğuş, her insanın tek tek, hücre hücre
oluşundaki yaralarının sarılmasıbizi daha refah bir gezegene, daha zeki, daha doğru, daha mutlu
bir medeniyete taşıyabilir.Dünyanın her köşesine yayılmış sefaletten, her türlü suçu işlemeye ve
savaşmaya kadar dünyada var olan tüm sorunların asıl nedeni, insanlığın duygu ve
düşüncelerindeki olumsuzluk halidir. Yaşadığımız dünyayı ne yazık ki olumsuz duygular
yönetmektedir. Bunlar gerçek dışı duygulardır ve üstelik hayatımızın her noktasını ele geçirmiş
durumdadırlar. İnsanın kendi yazgısını değiştirebilmesi için psikolojisini ve doğru kabul ettiği
inanç sistemini değiştirmesi gerekmektedir. Kavgacı, kırılgan ve fani bir zihniyetin yarattığı
zorbalığı kökünden çıkarıp atması şarttır. Yaşadığımız gezegeni yok etmekle tehdit eden kanser
ya da AIDS değil, insanın kavgacı düşüncesidir. Dünyamızın olağan görüntüsünün arkasındaki
gerçek sebep de budur.”

O bunları söylerken hemşirem sessizce içeri girmiş, boş bardak ve tabakları toparlamış ve
Üstadım daha sözlerini bitirmeden ikinci çaylarla içeri girmişti bile. Üstadım, yerinden doğrulup
kalktı ve pencereyi açıp piposunu yaktı. Ben de ondan cesaret alarak sigaramı yaktım ve
çaylarımızı daha bir keyifle yudumlamaya başladık.
-“ Sen kelamdan söz ediyorsun” dedi, “Yani Görünmeyenden. Görünmeyen, metafizik, şiirsel ya
da mitolojik bir olgu olmadığı gibi, gizemli ya da olağanüstü bir şey de değildir. Ancak
“görünmeyen” için fenomenler ve olaylar dünyasındaki , ya da gerçeğin tabiatı içinde durağan bir
oluşum demek de doğru olmayacaktır. İnsanlığın her döneminde, tarihi dönüm noktasının,
entellektüel iklimin değişime uğraması görünmeyenin sınırlarının devamlı olarak genişlemesine
yol açmaktadır. Ve “görünmeyen” sofistike araçların kullanılması sonucunda günümüz bilimsel
araştırma konularını arasında daha kapsamlı bir yer almaktadır. Tüm düşüncelerimiz,
duygularımız, arzularımız ve hayallerimiz görünmezdir. Umutlarımız, hırslarımız, sırlarımız,
korkularımız, şüphelerimiz, şaşkınlıklarımız, ikilemlerimiz, kararsızlıklarımız ve beğeni, arzu,
karşıtlık, sevgi ve nefret gibi tüm hislerimiz zayıf ve algılanamaz olmakla birlikte, tek gerçek olan
varoluşa aittirler.”
-“Evet, ama Üstadım, bizler Evrenin Ulu Mimarı’nın bir parçası, birer En’el Hakk değil miyiz?”
diye sordum. Gülümseyerek bana baktı. Kalktı ve kütüphanesine yöneldi. Oradan küçük bir
kitapçık aldı. Sanıyorum Ingilizce bir ritüeldi. Kitabı okuyor ve anında Türkçe’ye çeviriyordu:
-“ Cennet Bahçesinden kovulmalarından bu yana, asırlar boyunca Adem’in Oğulları bütün güçleri
ile Cennete geri dönebilmenin ve Yüce Yaradan ile kaybettikleri ilişkilerini yeniden tesis
edebilmenin yollarını aradılar. Bu gayretleri sizin Gerçek Mutluluğa ulaşmak için sarfettiğiniz
çabalarla da kanıtlanmaktadır ve bir kez bu yola girdiğinizde artık geriye dönüşünüz
olmayacaktır. Yüce Yaradan varlığını bize etrafımızdaki Doğa ile göstermekte ve bir İnsan olarak
tezahür etmektedir. Bu nedenle, Insan’in yüreğinde O’nun Sonsuz Adaleti yer almaktadır. Şayet
Hakikat’i arama yolunda ilerlemek istiyorsanız İnsan ve Doğa hakkında geniş bir bilgiye ve
sezgilere sahip olmak zorundasınız. Bu bilgiyi de ancak ve ancak kendi içinizde ve kendinizi
tanıyarak bulabilirsiniz.” Kitapı kapatıp bir kenara koydu.

-“Gördün mü” dedi “kelamın dik alâsını. Şimdi senle bir şey tartışmak istiyorum. Şu Cennetten
kovulma meselesi. Bizler masonuz, değil mi? Sence bir masonun en önemli görevlerinden biri
nedir? Bence sorgulamaktır. Herşeyi sorgulamak. Dogmaları bile. 22. Derece İykaaf Törenini
hatırla. Projeksiyonun önünde Tanri ile Adem’in konuşmasını. Şeytana uyup elmayı yedikten
sonra Tanrı öfke içinde çıplak olduklarını nasıl anladıklarını öğrenmeye çalışırken, Adem
sadakatsizce anlatmaya başlar : “Yanıma verdiğin verdiğin bu kadın bana ağaçtan biraz meyve
verdi, ben de yedim.” Dünyanın ilk gammazcısı, eşini suçlamayı bitirdikten sonra ve hatta
Havva’yı eş olarak verdiği için Tanrı’yı suçlarcasına konuştuktan sonra Havva da hararetli bir
şekilde yılanı suçlamaya başlar ve Tanrı alenen:
“Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o
da sana hâkim olacaktır, der. O da sana hâkim olacaktır. İşte sana kadının bittiği an. Bundan sonra
sen kadını çarşafa da sokarsın, türbana da burkaya da. Kadın dövme ve evlilikle ilgili her tür
taciz ilahi bir kutsamanın yanı sıra kasıtlı ve korkunç bir sekilde kadınları kuşaklar boyu sürecek
işkence ve ölüme sürüklemiştir. Şimdi buna ne diyeceksin? Bunu sorgulamıyacak mıyız?”

Yaşantımın sıkıca tutturulduğu tüm eski menteşelerin zorlanıp gıcırdadıklarını işittim. Kökleri en
derinlerde olan inanışlarım, temelinden sarsılan mabetler gibi birer birer yıkılıyordu.

-“Gözlerini aç ve kendine dikkatlice bir bak, insanın kendi egemenliğinden ne denli uzaklaştığını
o zaman anlayacaksın. Görünüşe göre burada aynı odadayız, ama biz çağlarla ölçülebilen
zaman dilimleriyle birbirimizden ayrılıyoruz.”

İkinci tokatı da yemiştim.

-“Peki, o halde ne yapmamız gerekiyor?” diye sordum,

-“Çok basit” dedi, “değişmemiz gerekiyor. Sen değiş ki, dünya değişsin. Uyan artık! Kendine baş
kaldır ve kendi devrimini gerçekleştir!”

-“Bunu nasıl yapabiliriz?” dedim,

-“Bir kişinin gücü, kendine sahip olmasında ve aynı zamanda kendine teslim olmasında yatar.
Katlanılmaz olsa da kendinle ilgili bir gerçeği anlamana sebep olan bir şey her zaman iyidir. Bir
insan başına gelen durumlara karşı tavrını değiştirdiğinde, başına gelecek olayların doğası da
zamanla değişecektir.Şunu unutma ki geçmişin, sana Tanrı’nın verdiği bir cezadır. Uygarlığın
doğuşundan beri bilinci perdelenmek suretiyle uykuya yatırılan milyonlarca insana, “nesilden
nesile kirlenme yoluyla” kendilerinin kıt ve sınırlı olduklarına körü körüne inanmaları öğretildi.
Bu perdeyi yırtıp atmalıyız.”

Etrafımı sarmalayan oda, dünya, hatta tüm evren kaskatı halden yumuşak bir hamur kıvamına,
ondan da eriyerek tamamen sıvı hale geçti. Şimdi ben, sanki derin sularda yüzüyordum.

-“Yapmamız gereken iki şey daha var” diye devam etti, “bunlardan birincisi kendimiz bağışlamak
ve diğeri de kendi kendimizi gözlemleyebilmek. Kendini özünde bağışlamaktan söz ediyorum.
Kendini içinde bağışlamak, yaşayan bir insanın asıl işidir. Bu çok uzun bir süreçtir. Özündeki
katmanların hâlâ parça parça olan kısımlarına ulaşmak demektir. Kapanmamış yaraları
temizleyip tedavi etmek, yarım kalmış hesapları ödemek demektir. Kendini içinde bağışlamak,
geçmişi, içindeki bütün cerahat ve safralarıyla yeni baştan değiştirecek güce sahip olmak
demektir.

Birden buz gibi olduğumu hissettim. Sanki oda soğumuş gibiydi. Bütün göstergeler benim
çıraklık eğitimimde yeni ve önemli bir dönemin başlamakta olduğuna işaret ediyordu

-“Üçüncü Dereceyi hatırla” dedi, “Orada ölüyoruz ve yeniden doğuyoruz. Aslında bu, seni sen
yapan herşeyin ölümüdür. İçinde taşıdığın tüm döküntülerin ölümüdür. Sakın ölümden kaçma.
Her insan, yeniden doğmadan önce mutlaka ölmelidir. “Ölmek” kişinin vizyonunu bütünüyle
altüst etmesidir. “Ölmek”, hüzünlerin yönettiği kaba saba bir dünyadan yok olmak ve daha üst
bir düzeyde ortaya çıkmaktır.”
. Uzunca bir sure ciddi gözlerle bana baktı. Konuşmasını doğrudan bana bakarak yapıyordu.

“Bunu başarabilmen ise kendini gözlemleyebilmene bağlıdır. Kendini gözlem, kendini


düzeltmedir. Özünü gözlemleme, yaşamına yukardan bakmaktır. Bu, sanki olayları, durumları ve
geçmiş ilişkileri ışık demetinin altına koymaya benzer.Kendini gözlemleme insanın, dünyanın
yürüyen bantlarına kendisini nelerin bağladığını görmesini sağlar; eskimiş fikirler, suçluluk
duygusu, ön yargılar, gerginlikler, felaket beklentileri… Bu bir kopma, sahte uykudan çıkma ve
yeniden uyanış eylemidir. Dünyanın insanı uyutma yoluyla dayatma etkisinin en ufak bir
miktarının kaldırılması bile inandığın herşeyi darmadağın edecektir ve bu durum yaşantın
boyunca oluşturduğun görünür dengelerin ve yanılsatıcı kesinliklerin çözülüp dağılmasına neden
olacaktır. İşte bu nedenle, insanların çoğu kendini gözlemlemeye yanaşmıyacaktır. Bir anlığına
bile olsa kişinin kendisini dünyanın betimlemesinden uzaklaştırması, alışılmış sınırların ötesinde
muazzam bir girişimdir. Eğer özüne döner, kendini gözlemlersen hayırlı olan herşeyin olduğunu,
olmayanınsa çözülüp gittiğini göreceksin.”

Durdu, uzunca bir sure düşündü ve hüzünle başını iki yana sallayarak devam etti.

“Ama ne yazık ki insanların hiç biri senden farklı değil!; Olumsuz duyguların yönlendirmesiyle
evrende yitip gitmiş parçacıklar gibi. Suçlamak, şikayet etmek ve bağımlı olmak, hepsinin yaşam
öyküsü aynı… herşeye yükledikleri anlam bu kadar! Kedere batmış bir halde, ölümü ölümle
unutmaya çalışıyorlar.”

Sözlerini tamamlamış gibiydi. Bir an saatime baktım, gecenin onbir buçuğunu geçiyordu. Ayağa
kalkıp izin istedim, Üstadıma teşekkür edip sarıldım, Melis hemşiremin elini öptükten sonra
evden ayrıldım. Arabaya bindiğimde kafamın içi arı kovanı gibiydi. Tek kurtuluşum bir an once
eve varmak, kendimi yatağa atıp uyuyakalmaktı.

Ali Verbas
KAYNAKÇA :

www. Wikipedi.org

Tanrılar Okulu – Stefano D’Anna


Kitab-ı Mukaddes
History of God – Karen Armstrong
Şeytanın Gizli Tarihi – Lynn Picknett
Ritüellerimiz
İslamın Zihin Tarihi – Hilmi Yavuz

Sözlerimi geri alamam


Yazdığımı yeniden yazamam,
Çaldığımı baştan çalamam,
Bir daha geri dönemem.

Akıyorsa gözyaşım kurumasın,


Coşup seven gönlümse durmasın,
Dost bildik anılarım çağırmasın,
Bir daha geri dönemem.

Hiç bi kere hayat bayram olmadı ya da


Her nefes alışımız bayramdı.
Bir umuttu yaşatan insanı.
Aldım elime sazımı.

Yine aşınca çayın suyu boyunu


Belki yeniden karşıma çıkacaksın.

Göz göze durup bakınca


Göreceğiz,
Neyiz ve nerelerdeyiz,
Bilemiyoruz
Şimdi.

You might also like