You are on page 1of 454

altın kızlar

altın kızlar
ÖLÜLERİN KONUŞMASINA İZİN VER
Jane Casey

Orijinal Adı: Let The Dead Speak


© Jane Casey, 2017

Çeviri: Özlem Menemencioğlu Boğahan


Redaksiyon: Peri Dinçer
Son Okuma: Zeynep Dilan Durmuş
Kapak Tasannu: Yasin Öksüz

4. Baskı: Mart 2019


ISBN: 978-605-2063-65-1

Bu kitabın Türkçe yayın hakları AnatoliaLit Ajans aracılığı ile Olimpos Yayıncılık
San. ve Tic. Ltd. Şti’ye aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya da tamamen
alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

OLİMPOS YAYINLARI
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Yolu No:8 K:1 D:2
Davutpaşa / İstanbul
Tel: (0212) 544 32 02 (pbx) Sertifika No: 42056
www.olimposyayinlari.com - info@olimposyayinlari.com

Genel Dağıtım: YELPAZE DAĞITIM YAYIN SANAT PAZARLAMA


Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Yolu No:8 K:1 D:2
Davutpaşa / İstanbul
Tel: (0212) 544 46 46 Fax: (0212) 544 87 86
info@yelpaze.com.tr

KA BASIM
Sertifika No:44064
Topkapı Mahallesi Topkapı Maltepe Cad. Çaycılar İş Hanı
No:15 Kat:4 Zeytinburnu/İSTANBUL
. ' (g)
OLIMPOS
tarama ve düzenleme ALTIN KIZLAR

Ariella Feiner için, sevgiyle ve şükranla...


ölülerin Konulmasına İzin ver

altın kızlar

hloe Emery eve geldiğinde elli altı saattir yağmur yağıyor­

C du. Hava durumunda, sıcak hava dalgası beklendiği söy­


lenmişti, yağmur yağmamalıydı.
Ve Chloe evde olmamalıydı.
İstasyondan çıktı, büyük siyah çantasını bir omzundan diğer
omzuna geçirdi ve durdu. Tentedeki yağmur birikintisi olduğu
gibi önüne boşaldı; rotasını solmuş yapraklar ve dal parçalarıyla
dolu, kirli ve kumlu suyun aktığı kaldırım oluğuna doğru çizdi.
Chloe’nin tişörtü tamamen üzerine yapışmıştı. Büyümüş olan
göğüslerinin farkında, bedenine yapışmış tişörtünü çekiştirdi.
Üvey annesi bunun konusunu açmadan önce göğüsleri hakkın­
da hiç düşünmemişti.
“Senin gibi büyük bir kızın daha iyi bir sütyene ihtiyacı var.
Destekli olanlara. Erkekleri bakıyorlar diye suçlayamazsın.”
İnce, haset bir gülümseme. “Tabii bunun keyfîni çıkarabilirsin.
Çok kısa bir süre sonra dizlerine sarkacaklar ve kimse onları
önemsemeyecek.”
Chloe’nin, Belinda nın ne dediğini ve onun neye kızdığını an­
laması bayağı bir zamanını aldı. Belinda nın bedenine ya da in­
sanların ona bakmasına neden öfke duyduğunu hâlâ bilmiyordu.
Jane Casey

Diğer insanların önemsediği şeyleri anlamamak onu huzursuz


ediyordu. Bu onun suçu değildi, denemişti.
Yağmurun durmasını beklemenin bir anlamı yoktu. Chloe
başını eğdi ve yorgun bir hâlde güçlükle istasyondan çıktı. Bir
iki dakika içinde tüm kıyafetleri ve saçları sırılsıklam oldu, ağır­
laşan soğuk pantolonu tenine sürtüyordu. Sırt çantasını taşıdı­
ğı omzu, çantanın kolunun sebep olduğu sürtünmeden dolayı
yanıyordu. Başına, omzuna ve sırtına her damla düştüğünde,
sanki biri parmağıyla ritmik olarak ona dokunuyormuş gibi his­
sediyordu. Karşı kaldırımda, başına anorağının kapüşonunu ge­
çirmiş, hızlı adımlarla yürüyerek bebek arabasını iten kadından
başka yaya yoktu. Kim yağmurlu bir pazar öğleden sonra, eğer
zorunda değilse, dışarı çıkardı. Chloe değil, hem de böyle hisse­
derken; hasta, yorgun ve hâlâ biraz boğazı ağrıyorken. Hem onu
istasyonda karşılayacak hiç kimse yoktu. Kimse orada olduğunu
bilmiyordu.
Arkasından bir arabanın boğuk motor sesini duydu fakat
yakınlaşmasına ve ses giderek artmasına rağmen, önemsemedi.
Şoför dikiz aynasından bakabilmek için eğilerek aynayı ayarladı,
böylece Chloe adamın gözlerini gözlerine diktiğini görebiliyor­
du. Önce korku, sonra sanki biri ona vurmuş gibi göğsünde bir
ağırlık hissetti. Sonra tanıdı: Arabaya doğru yürüyüşünü izleyen
bir yabancı değildi. Bir komşuydu. Hatta onu tanıyordu: Bu
yolun karşı tarafında yaşayan, her zaman gülümseyen ve Ch-
loe’ye her zaman hâlini hatırını soran; çok parlak gözleri, bem­
beyaz dişleri olan, Bethany’nin babası Bay Norris’ti. Bethany,
Chloe’den küçüktü ama her şeyi bilirdi.
Chloe arabaya yaklaştı, Bay Norris yolcu koltuğunun pence­
resini açtı. Chloe pencereden içeri baktı.
“Nereye gidiyorsun? Eve mi? Atla, seni götüreyim.”

8
ölülerin Konuşmasına İzin Ver

Bay Norris asla bir yanıt beklemezdi. Bunu daha önce fark
etmişti. Bunu yapmasının sebebi, Chloe’nin çok yavaş olması
mıydı yoksa herkese mi böyle davranıyordu bilmiyordu.
“Götürmenize gerek yok.”
“Tabii ki var. Çantan ağır.” Gözlerini Chloe’nin gözlerinden
ayırmadan gülümsüyordu. Chloe’nin gözü, Bay Norris’i hafif
şaşı gösteren burnundaki kemere takıldı. “Annen nasıl oldu da
seni almaya gelmedi?”
“Ben halledebilirim.” Çok net bir cevap değildi ve tekrar
sorar diye korkusundan Chloe’nin avuçları sırılsıklam olmuştu
ama aptal olmanın iyi tarafları vardı, sorulara düzgün cevap ver­
mek zorunda olmamak da bunlardan biriydi.
“Şu anda tek başına halletmek zorunda değilsin. Çantanı ar­
kaya koy ve atla.”
Chloe tartışmanın bir anlamı olmadığını biliyordu. Ayak­
larını sürüyerek arabanın öbür ucuna gitti ve bagajın kapısını
açmaya çalıştı. Kapı yerinden oynamadı. Pencereye döndü.
“Kilidi.”
“Bagaja değil. Arka koltuğa koymanı kastettim.” Kelimele­
rin son hecelerini bastıra bastıra söyledi, belli ki sinirlenmişti.
Bagajı kastetmemiş diye düşündü, Chloe utanarak. O arka dedi
ve Chloe bagajı kastettiğini sandı. Yanlış anlamıştı, her zamanki
gibi.
Arabanın kapısını yokladı ve açtı; çantasını koltuğa fırlattı,
sonra yolcu kapısını açtı ve tereddüt ederek durdu.
“Gir içeri. Ne bekliyorsun?” Bay Norris aynalarından kaldı­
rımları kontrol ediyordu. Arabayı kullanmaya hazırlanıyor diye
düşündü, toplamda yaşadığı üç küçük düşürücü araba kullanma
tecrübesini hatırlayarak.

9
Jane Casey

Arabaya bindi ve Bay Norris tekrar sinirlenmeden kapıyı ka­


patıp kemerini takmaya çalıştı. Bay Norris kemeri onun üzerin­
den geçirip, metal ucuna takarak Chloe’ye yardım etti. Kemer
sırılsıklam tişörtünün bedenine yapışmasına neden oldu ve bir
anlığına Bay Norris’in onun göğüslerine baktığını düşündü ama
bakmıyordu, muhtemelen. Hep üvey annesi ve söyledikleri yü-
zündendi. Her şeyden öte o bir babaydı. Yaşlıydı.
“Nerelerdeydin? Güzel bir yere mi gittin?”
“Babamlaydım.”
“Ah, tabii.” Bay Norris bir süreliğine sessiz kalarak yola kon­
santre oldu. Chloe’ye kelimelerini pek de dikkatli seçiyormuş
gibi gelmedi. “Onu sık sık görüyor musun?”
“Hayır.”
“Aslında onunla hiç tanışmadım.”
Chloe babasını, onu en son gördüğü anı ve gittiğini fark etti­
ğinde ne kadar kızacağını düşünmeden pencereden dışarı baktı.
Bunları düşünmemek, onun tüm zihin gücünü almıştı. Ani bir
korkuyla, babasının annesini aramış olabileceğini düşündü. Bu
hiç aklına gelmemişti.
Bay Norris havadan sudan konuşuyordu. Chloe’ye hafta so­
nunu, Bethany’i ve Bethany’nin tatillerde neler yaptığını, yani
Chloe için hiçbir önemi olmayan şeyleri anlatıyordu. Silecekler
camı silmeye başlayınca, hafif ürpererek, Bay Norris’i dinlemeyi
bıraktı, ta ki bacağına bir şey dokunana kadar; Bay Norris'in eli
onun bacağındaydı. Sessiz bir panik içinde, eline çekene kadar
gözlerini ona dikti.
“Geldik.” dedi Bay Norris.
Araba evinin önünde durdu, Chloe motorun hâlâ çalıştığını
fark etti.

10
ölülerin KaRiımsiM İzin ver

“Burada inebilirsin. Bu havada seni yolun karşı tarafına koş-


turamam.”
“Tamam. Teşekkürler.” Emniyet kemerini çözmek için elini
uzattı ama Bay Norris ondan önce elini uzattı. Chloe tekrar,
“Teşekkür ederim.” dedi.
“Sorun değil.” Kaşlarını çatmış ona bakıyordu. “Chloe, tat­
lım, iyi misin? Biraz...”
“iyiyim.” Kapının kolunu tuttu ve kapı açılmadı. Kalp atışla­
rı aynı bir kuşun temiz havada yukarıya doğru hızla yükselmesi
gibi hızlandı. Bay Norris uzandı ve biraz itekleyince kapı açıldı.
Geri çekilirken kolu Chloe’nin göğüslerine değdi ama bu sadece
bir kazaydı, kısa bir dokunuş.
“Sert bir ele ihtiyaç duyuyor.”
“Ah.” diye fısıldadı Chloe. Kulakları yanıyordu, nabzı o kadar
hızlanmıştı ki Bay Norris’i zor duyuyordu ama o hâlâ konuşmaya
devam ediyordu. Onun susmasını beklemeden arabadan indi ve
kapıyı yüzüne kapattı. Eve doğru hızla yürümeye başladı, kafasını
kaldırdığında ön taraftaki yatak odasının penceresine pençelerini
dayamış, tüm gücüyle miyavlayan Misty’i gördü. Korna çok yük­
sek sesle Chloe’nin arkasından iki kere çaldı. Ses Chloe’yi yerin­
den sıçrattı ama yine de dönüp bakmadı. Hiçbir şey söylemeden
ya da ağlamadan, dikkatini sadece içeriye girme ihtiyacına verdi.
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi ve ön kapıdaydı; sekiz, dokuz, on,
on bir anahtarları çıkar; on iki, on üç kilide doğru anahtarı soktu.
Kapı açılıyordu ve neredeyse dar uzun koridora düşecekti. Girer
girmez kapıyı arkasından kapadı ve oldu işte, artık yalnızdı. Sade­
ce Misty vardı, artık kendini bırakabilir ve çığlık atabilirdi ya da
bir köşeye büzüşüp titreyebilirdi, kanayana kadar tırnaklarını yi­
yebilir veya günlerdir içinde tuttuğu herhangi bir şeyi yapabilirdi.

11
Jane Casey

Misty henüz merdivenlerden aşağıya inmemişti. Chloe ses­


lendi ve o da keskin tırnaklı pençelerini tahtaya sürterek cevap
verdi, ses boş evin içinde yankılandı. Annesi kediyi odaya ka­
patmıştı. Chloe anahtarlarını masaya koydu. Kediyi dışarı çı­
karmalıydı.
Eğer kedinin içeride kalması gerekmiyorsa.
Chloe merdivenlerden çıkmaya başladı.
Eğer gerekmiyorsa.
Durdu.
Duvarın üzerinde bir iz vardı. Büyük bir iz. Dört çizgiden
oluşan bir leke. Chloe’nin gözleri lekeyi yere kadar, daha sonra
da duvardan akarak süpürgeliklerden sızan ve yerde bir su biri­
kintisi oluşturan damlacıklara kadar takip etti.
Çamur.
Boya.
Annesini çok kızdıracak bir şey.
Chloe kedinin belki de bu yüzden odaya kapatıldığını dü­
şündü. Belki sebep buydu: Misty ortalığı dağıtmıştı. Bir eliyle
sıkıca tırabzana tutunarak, merdivenlerden yukarı doğru çıkma­
ya başladı ama tırabzanda garip bir şey hissetti. Pürüzsüz değildi,
sanki üzerinde bir şey kurumuştu, aynı yerde gördüğü kirden.
Chloe merdivenlere baktı, aşağıya koridora baktı, bir taraftan
yukarı çıkmaya devam ediyordu ama beyni gördüğü şeyden bir
anlam çıkarmaya çalışıyordu; hissettiğinden, kokladığından ve
halıdan. Yukarı holdeki halı mahvolmuştu, kirliydi ve sırılsık­
lamdı; lekeliydi ve tüm resimler yamuk yamuktu.
Kapalı kapının ardında Misty işe koyulmuş, pençeleriyle tah­
tayı delmeye çalışıyordu, kazıdıkça parke küçük küçük parçalara
ayrılıyordu.

12
ölülerin Konulmasına Uln var

Onu dışarı çıkar.


Ne olmuştu? Banyo kapısı açıktı ama çok karanlıktı, olması
gerektiğinden daha karanlıktı. Tüm ev karanlıktı. Banyoya bak­
mak için bir sebep yok, dedi Chloe kendi kendine.
Bakmak istemedi.
Tırmala, tırmala, tırmala...
Onu dışarı çıkar.
Çünkü eğer çıkarmazsa kapıya zarar verecekti.
Zarar.
Onu dışarı çıkar.
Ne?
Onu dışarı çıkar, yoksa bir belaya sebep olacak.
Chloe kapıya uzandı ve tereddüt ederek durdu. Parmak uçla­
rıyla kapının kolunu tuttu. Öfkeli kedi, kapının arkasında uğul-
duyordu. Yeniden tırmaladı ve tırmığın çıkardığı ses, Chloe’nin
tüylerini diken diken yaptı.
Onu dışarı çıkar.
Kapının kolunu çevirdi, kapıyı itti ve gri bir pençe, kapı­
yı açılması için biraz daha iterek aralıktan çıktı. Chloe kedinin
pençesini geri iterek, onu zorla özgürlükten uzaklaştırdığı için
yüzünü buruşturdu, kulakları aşağıya indi ve gözleri ejderhala-
rınınki gibi geriye kaçtı. Sonunda kapı aralığından geçip, doğ­
ruca koridora koşabileceği kadar açıldı. Odanın kedi kakası ya
da daha kötü bir şeyin kokusu sinmiş havası da, onunla birlikte
koridora yayıldı.
Chloe kokunun nereden geldiğine bakamadan, kulak tırma­
layan zil sesi duyuldu. Yüksek ve buyurgandı, duymazdan gel­
menin ya da saklanmanın bir anlamı yoktu: Kapıya bakmak zo-

13
Jane Casey

mndaydı. Merdivenlerin üstüne kıvrılmış bir karartı gibi duran


Misty'e değmemeye dikkat ederek, telaşla aşağıya doğru koşma­
ya başladı. Kapının üstünde büyük bir leke vardı, kapıyı açmak
için uzandığında gördü, kapı kilidine kadar uzanan büyük kah­
verengimsi bir leke.
Zil yine çaldı. Buzlu camdan bir figür gördü: Bir adam, bula­
nık ve eğri büğrü. Chloe omzunu silkerek kapıyı açtı.
“Çantanı unuttun, tatlım.” Ceketinden yağmur damlaları
akan, kahverengi tenli, bembeyaz dişli Bay Norris. Çantayı ona
uzattı ama Chloe’nin çantayı almaya vakti olmadı çünkü Bay
Norris, Chloe’nin arkasındaki sahneyi gördü ve anında gülüm­
semesi kayboldu. “Yüce İsa. Yüce İsa. Ne...”
Chloe neye baktığını görmek için döndü ve kapıyı ilk açtı­
ğından daha fazlasını fark etti. Çok daha fazlasını. Gözleri vahşi
ve parlak, ağzı açık Misty, hâlâ merdivenlerin tepesinde büzüş­
müş duruyordu. Chloe dönüp ona bakınca, kedi başını eğdi ve
yeri yalamaya başladı.
Chloe’nin arkasındaki Bay Norris, kusacak gibi oldu.
“Anlamıyorum.” dedi Chloe yeniden paniğe kapılarak ama
bunu bastırdı ve içinde tuttu. “Ne olduğunu anlamıyorum. Lüt­
fen, ne oldu?”
Bay Norris elinin arkasıyla ağzını kapatmış, iki büklüm du­
ruyordu. Kafasını salladı ve bu bilmiyorum demek olabilirdi ya
da şimdi değil veya başka bir şey demek de olabilirdi.
“Bay Norris?”
Gözlerini kapatmıştı.
“Bay Norris.” dedi Chloe çok sakin bir şekilde çünkü diğer
alternatifi çığlık atmaktı. “Annem nerede?

14
areketsiz bir şekilde arabada oturdum. Dışarıdaki yağmur

H boş sokaklarda dans ediyordu. Bir cinayet mahallînin bu


kadar sessiz olması sıra dışıydı. Cinayet her zaman kalabalıkla­
rın dikkatini çekmiştir ama yağmur onları dağıtmakta, herhangi
bir üniformalı polisten daha iyiydi. Gazeteciler bile geri durup
benim gibi arabalarında oturarak, bir şeylerin olmasını bekli­
yorlardı. Yolun karşı tarafına geçmek bile bir şey sayılacağından,
olduğum yerde bekliyordum. Ne kadar az dikkat çekersem, o
kadar mutlu olurdum.
Işık iyi değildi, tepemizdeki karanlık bulutlar günü bir kış gü­
nüne çevirmişti. Kontrol ettim. Saat tam altı bile değildi. Güneşin
batışına üç saatten fazla daha zaman vardı. 999 acil görevlilerine
adresi vereli iki buçuk saat olmuştu. 999 müfettişinin buldukla­
rıyla ilgili, kendi izlenim ve görüşlerini belirtmek için gelişinden
de, tam iki saat on dakika geçmişti. Müfettiş cinayet araştırma
takımını çağıralı ise, iki saat... Telefonumun çalıp bana adres ver­
melerinin ve beni orada neyin beklediği hakkında kabataslak bir
açıklama yapılmalarının üstünden, doksan dakika...
Gördüğüm, Putney’de, nehirden çok uzak olmayan sessiz bir
yerleşim bölgesiydi. Valerian Yolu, birbirine benzer kırmızı kire-

15
Jane Casey

mitli, gösterişli beyaz alçıları, siyah tırabzanları ve yağmur nede­


niyle parlayan kiremit yolları olan Victoria evleriyle çevriliydi.
İkamet edenlerin arabaları yolun kenarlarına park edilmişti, bir­
çoğu yeni sayılırdı, birçoğu da pahalı.
İstisna: Mavi beyaz bir şeridin oluşturduğu kordonun, on
ev uzunluğunda kapladığı alan. İçinde polis araçları ve arka ka­
pıları açık bir ambulans vardı, sağlık görevlileri gitmeye hazır­
landıkları için toparlanıyordu. Caddenin şeritle çevrili olmayan
bölümünde, aceleyle dikilmiş bir çadır vardı, bu çadır evin kapı
girişini yani benim cinayet mahallîmi saklıyordu.
Çadırdan tıknaz biri çıktı, maskesini çıkardı ve kâğıt tulu­
munun başlığını geriye itti. Una Burt. Başkomiserimiz Detektif
Başmüfettişi Una Burt. Yönetici. Efendi. Patron. Saçları geriye
doğru yapışmıştı: Yağmur ya da ter diye tahmin ettim. Benim
tenim de şimdiden yapış yapış ve gömleğim sırtıma yapışmış­
tı. Oysaki yağmurlu bir pazar öğleden sonrası, araba sürmekten
başka enerji gerektiren bir şey yapmamıştım. Yağmura rağmen
hava hâlâ soğuk değildi.
Yanımda oturan Georgia Shaw yerinde kıpırdandı. “Neyi
bekliyoruz?”
“Hiçbir şey.”
“O zaman hadi gidelim.” Kapının kolunu tutmuştu bile.
“Biz cinayet dedektifleriyiz. Tanıma göre cinayet mahallîne
geldiğimizde, zaten birini kurtarmak için çok geçtir. Neden bu
kadar acele?”
Boğazını temizledi çünkü en düşük seviyedeki dedektif, Ça-
d
vuş dedektife saçma diye karşılık veremezdi. En azından onları
çok iyi tanımıyorsan. Çavuş dedektif yeni terfi etmiş ve kendisi
bile bunu sürekli unutuyor olsa bile.

16
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Ama arabada oturarak katili bulmayacağız, değil mi?”


“Bir keresinde arabada otururken katili bulmuştum.” dedim
umursamaz bir şekilde, önümdeki cinayet mahallî ile cinayet eki­
binin en yeni üyesiyle konuşmaktan daha çok ilgileniyordum.
Georgia gözlerini kısarak, “Kimdi o?” diye hatırlamaya ça­
lıştı. Benim hakkımda araştırma yapmıştı ve bunu ilk tanıştı­
ğımız gün söylemişti, hem de bunu takımın önünde söyleme
hatasını yapmıştı. Yalnız olsaydık, bunu hoş görebilirdim ama
öyle olmadığı için yüksek topuklarımın üzerinde döndüm ve
uzaklaştım, bir şey söyleyemeyecek kadar utanmıştım. Aslında
gitmeme gerek yoktu. Meslektaşlarımın, ben menzillerinden çı­
kar çıkmaz bir sürü şey söyleyeceğini biliyordum.
Söylediklerinin bazıları doğru bile olabilirdi.
“Önemli değil.” dedim. İyi davran. “Eski hikâye. Aklımızda
tutmamız gereken, beklemenin bir zaman kaybı olmadığı.”
Georgia gülümsedi ama zaten bildiğim şeyi bana anlatma di­
yen, rahatsız edici bir gülümsemeydi. Sadece iki haftadır ekibin
bir üyesi olan birine göre, şaşırtıcı bir şekilde kendinden emindi.
Belki de sadece herkesin, benim olduğum gibi çekingen olması­
nı bekliyordum. Özgüven hiçbir zaman benim güçlü bir tarafım
olmadı ama sadece kendine çok güveniyor diye de Georgiadan
hoşlanmamak mantıksızdı.
Tamamen yararsız olduğu için ondan hoşlanmamak çok
daha mantıklıydı. Hızla basamakları çıkan yeni mezun, stajın­
dan hemen sonra benim takımıma verilmişti. Gençti, hoştu, gü­
zel konuşuyordu, özgüvenli ve hırslıydı ama bana çok çalışkan
gibi görünmemişti. Kontenjan boşluğunu doldurmak için gel­
mişti ve ben bir cinayet soruşturma ekibinde olmayı hak ettiğini
düşünmüyordum.

17
Jane Casey

Tabii bu, ben takıma katıldığımda da, diğer arkadaşların be­


nim hakkımda hissettiklerinin aynısıydı.
Ondan hoşlanmadım fakat gerçekten de, buna engel olmaya
çalışıyordum.
Kev Cox evden çıktı. Yüzü kırmızıydı. Kapüşonunu geriye
itti ve Una Burt’e onu güldüren bir şeyler söyledi.
“O kim?”
“Kev Cox. Cinayet Mahallî Müdürü. İşinin en iyisi.” Geo­
rgia not alırken, başını salladı. İlgisinin daha çok, kariyerinde
ilerlemesine faydası dokunabilecek çok üst rütbeli polislere ol­
duğunu zaten fark etmiştim.
Ve dikiz aynamdan en büyük hedefinin gelmiş olduğunu
gördüm, gerçi kariyeri için yapacağı en iyi şey ondan uzak dur­
mak olurdu. Arabasını, kaşları çatık ve sabırsız bir şekilde ileri
geri götürerek, çok küçük olduğunu düşündüğüm bir boşluğa
sığdırdı. Tatilden döndüğüne mutlu olmadığı sonucunu çıkar­
dım. Yağmura rağmen güneş gözlüğü gözündeydi ve tek başı­
naydı, yani dikkatini dağıtacak kimse yoktu.
Sonra aniden içeri girmemi gerektiren bir şey oldu. Son iste­
diğim şey Georgia’nın önünde Dedektif Müfettişi Josh Derwent
ile duygusal bir kavuşmaydı. Ne söyleyeceğini tahmin etmek ya
da ne yapacağını kestirebilmenin bir yolu yoktu. Cinayet ma­
hallînde kontrollü olmak zorundaydı.
En azından, öyle olmasını umuyordum.
“Hadi girelim.” Çantamı aldım ve hemen arabadan çıktım.
Ben uzun adımlarla caddeyi geçip Una Burt’e selam verirken,
Georgia’nın beni yakalaması bir dakikasını aldı.
“Patron.”
“Maeve.” Çok limitli bir heyecan ama yeni bir şey değildi bu.
Yıllardır Una Burt’ü hayal kırıklığına uğratıyordum. Georgia

18
ölülerin KonuımatiM İzin ver

çok içten gülümsedi. “Eve girmeyi düşünmeden önce üstünüzü


değiştirin. Adli tıbba ait her şeyi korumamız gerekir.”
Kanıtlan her zaman yaptığım gibi yok etmenin önüne geçmek için.
“Tabii ki.” dedim kibarca.
“Garip bir şey var burada. Gelin.” İçeride, üzerindeki tulum
gibi tulumların katlanmış vaziyette olduğu küçük çadırın içine
girdi. O tulumları ve galoşları giymeye, sıkı kapüşonun altına
saçlarımı toplayarak sokmaya, ince mavi eldivenleri elime geçir­
meye ve maskeyi yüzüme takmaya alışkındım. Bir ritmi vardı,
bir rutini. Georgia bunu çok tecrübe etmemişti, ben de yeni ol­
duğumda bunu garip bulduğumu hatırlıyorum. Georgia nın tu­
lumuyla mücadele ettiğini fark ettiğimi ona göstermeden, işleri
onun için kolaylaştırmak adına hareketlerimi biraz yavaşlattım.
“Garip olan nedir patron?”
“Göreceksin.”
içimden geçtiği gibi gözlerimi kaydırmak yerine aşağıya bak­
tım. Sadece söyle bana... Ama Una ilk izlenime önem verir.
Valerian Caddesi’ndeki 27 numaralı ev ile ilgili ilk izleni­
mim, bu evin sahip olmak istediğim gibi bir ev olmasıydı. Ön
kapıdaki mozaik camı, fayans döşenmiş koridoru ile uzun, ka­
ranlık ve çok geniş olmayan teraslı, klasik bir Viktorya Dönemi
eviydi. Koridor boyunca etrafa saçılmış, duvarlara ve merdiven­
lere sıçramış kan lekeleri olmadan yapabilirdim tabii. Kafamı
lekelenmiş tavana bakmak için kaldırdım. Evin değerini yüz bin
dolar aşağıya çekmek için yeterliydi ama yine de bu, onu benim
alabileceğim fiyat aralığıma getirmiyordu.
“Çekilin.” Sözler arkamdan geldi. Denvent’ın sesini nerede
olsa tanırdım, sanki onu beklemiyormuş gibi de sesiyle sıçra­
dım. Georgia abartılı bir şekilde nefesini tuttu.

19
Jane Casey

“Ben de aynen öyle düşünüyordum.” dedim. “Ve sana da


merhaba Dedektif Derwent. Cinayet silahı bir bıçak mıydı, Kev?”
“Olabilir. Hâlâ cinayet silahını arıyoruz.” dedi arkada durdu­
ğu yerden.
Gözümde canlandırabiliyordum. Kurbanı ile ilk temasın
ardından, boşluğu ve teni deldikten sonra, ucundan damlayan
kanlarla havada asılı bir bıçak. Ayrıca kandamlaları bize silahı
tutan ile ilgili çok şey söyleyebilirdi: Nasıl duruyorlardı? Nerede
duruyorlardı? Hangi eli kullanmışlardı? Ne kadar uzunlardı? Kı­
sacası, isimleri dışında her şeyi.
Una Burt’ün bu cinayet mahallînin detaylarını korumakta
neden bu kadar kararlı olduğunu anladım. Koridor boyunca,
bir kilimden bir kilime basarak, yere dokunmamaya çalışarak
çok dikkatli ilerledim. Büyük bir alan değildi ve biz beş kişi,
kâğıttan tulumlarımızla hışırdayarak içeride geziyorduk.
“Bunun fotoğrafı çekildi mi?” diye sordum.
“Her santimi.” dedi Kev. “Ayrıca başka biri de videoya aldı.
Maalesef ki kan uzmanı bir saatten önce burada olamayacak ve
herhangi bir şeye dokunulmadan önce, onun buranın haritasını
çıkarmasını istiyorum.”
Odanın sağ tarafına doğru bakarken başımla onayladım. Gri
tonlarında bir oturma odası; odanın ortasında video kamera ile
çekim yapan bir SOCO* olmasına rağmen, hiçbir yere doku­
nulmamış gibi görünüyordu. Videolar, her şeyi kafanızda yerli
yerine koyabilmek, suç mahallînin atmosferini anlayabilmek
için fotoğraflardan çok daha iyiydi. Jüri videoları izlemeyi sever­
di. Kamerada görünmek istemediğim için geri çekildim. “Ceset
nerede?”
* Delil toplayan memur.
ölülerin Konulmasına İzin var

Kev mutlu bir şekilde Una Burt’ü dirseğiyle dürterek, “Hep


doğru soruları soruyor, değil mi?” dedi. Una’nın maskesinin ar­
dında heyecanlanıp heyecanlanmadığı belli olmuyordu.
“Yukarı kata bir bak.”
Derwent merdivenlere daha yakındı ve önce o çıktı. Sonra
Georgia, arkasından da ben. Tırabzanı tutmak için elini uzattı
ve bileğinden yakaladım. “Mecbur olmadıkça hiçbir şeye do­
kunma.”
“Pardon.”
Koridorda ve merdivenlerin başında ışıklar açıktı, içeriye ra­
hatsız edici bir parlaklık hâkimdi. Her şeyin üzerinde kan var­
dı; kuru ve koyu, ayrıca etraf buram buram şiddet kokuyordu.
Kurban hakkında hiçbir şey bilmiyordum ve burada ne olduğu­
na dair de hiçbir bilgim yoktu ama korku duman gibi havada
asılıydı. Şimdi bunu düşünme. Önce gerçekler gelir. Duygular
sonra gelebilir.
Derwent merdivenlerin başında durmuştu, diğerlerinin de
ona katılabilmesi için kenara çekilip onlara yer açtı. “Ne oldu
burada?” Yeri kaplayan sisal halı büyük bir kan lekesini içine
çekmişti.
“Buranın, yaranın ilk alındığı yer olduğunu düşünüyoruz.
Aşağıda çok kan var ama bu noktaya kadar hep az miktardaydı.”
dedi Una Burt. “Belki savunma yaralarıdır. Belki de buradan
aşağıya, saldırganın kıyafetlerinden ve ellerinden bulaşmıştır.”
“Ya da kurbanın.” dedi Kev ve Una Burt’ün ateş püsküren
kızgın gözlerine maruz kaldı. İlginç.
Kan etrafa saçılarak dokumanın içine işlemişti, bu nedenle
kanın miktarı hakkında bir şey söylemek zordu. Etrafta atarda-
* Lateks taban üstüne dokunmuş yüzde yüz doğal bitki liflerden oluşan bir halı çeşidi.

21
Jane Casey

mar kesilmesinden akabilecek bir ölçüde de kan yoktu. Hayatta


kalınabilir bir durum, diye düşündüm. “Bize net bir şey anlata­
cak kadar harika bir bulgu değil, yanılıyor muyum?”
“Hayır.” Kev halının dokunmuş yüzeyindeki lekeleri göster­
di. “Şunlar ayak ve el izleri. Ayrıntı yok, açıklama yok. Lütfen
bana güzel bir fayansla döşenmiş bir yer verin.”
“Aşağıda koridorda var.” dedi Derwent.
“Tabii ben buraya gelmeden önce, ıslak ayaklarıyla içeriye
girenler oldu. Polisler dikkatli basmaya özen gösterdiler ama di­
ğerleri...” Kev gözlerini yukarı doğru çevirdi. “Neredeyse özel­
likle yapıldığını düşünecek insan. Eğer yağmur olmasaydı, çok
daha fazla yol alabilirdik.”
“Kimdi o?” diye sordum.
“İki sakinden biri, 18 yaşında bir kadın ve komşulardan biri.”
dedi Una Burt. Komşu, kızı istasyondan getirmiş. İçeri girmişler
ve bunu bulmuşlar. İkisi ile de konuşmanız gerekecek.”
Başımla onayladım ve sağdaki banyoya doğru ilerleyen izi
takip ettim. Kahverengimsi kırmızı lekelerle kaplanmamış, ba­
sabileceğim hiçbir yer olmadığı için kapıda durdum. Duş per­
desinin halkalarının çoğu kırılmış ve perde aşağıya doğru sarkı­
yordu. Duvarlar ve tavan, bizi bir araya toplanmış uzaylılar gibi
gösteren ayna gibi lekeliydi. Lavaboda ve tuvalette bir kısmı si­
linmiş yarım el izleri vardı. Tuvaletin bir tarafı menteşelerinden
çıkmıştı, orada oluşan çukurdaki suyun altına kalın bir tabaka
olarak duran kanı görebiliyordum.
Bir zamanlar burası beyaz bir banyoydu.
“Chris.” diye seslendi Derwent. “Kaç kurban var demiştin?
Una Burt onu takmadı. “Burası saldırının ana merkezi. Sak­
lanma isteği insanın doğasında var ve banyonun kapı kilidi var

22
ölülerin Konulmasına İzin ver

ama burası kaçabileceği en kötü yerdi. Tek çıkışlı küçük bir yer
ve kendini çok fazla savunamazsın. Saldırgan kapı girişini kapat­
mış ve erkek ya da kadın katil, kurbanına olabilecek maksimum
zararı vermiş olabilir.”
“Kesinlikle erkek.” dedi Georgia. Beyaz maskenin üzerindeki
gözleri yuvarlak ve masmaviydi ama sesi titremedi.
“Cinsiyetçi.” diye mırıldandı Dexter ve Georgia dönüp ona
baktı.
“Erkek olduğunu var sayamayız.” dedim. “Herhangi bir şeyi
var sayamayız.”
“Aslında öyle değil. Beni takip edin.” Komiser Burt bizi tek­
rar evin önüne götürdü. “Koridorun aşağısında, banyodan sonra
bir yatak odası daha var. Oraya hiç girilmemiş ve kan izleri oraya
kadar gitmiyor. Oda kızına ait. Burası misafir odası olarak kul­
lanılıyormuş gibi.”
Cumbalı penceresi ve kapının karşısındaki duvarda dökme
demir şöminesi olan bir odaydı. Yatak dağılmıştı. Duvardaki
girintinin içinde şifonyer vardı ama üzerindeki şişeler ve fırça­
lar düşmüş, yan duruyordu. Hiç kan göremedim ama başka bir
kanıt vardı.
“Lanet olası bu koku da ne?” dedi Derwent geriye adım atarak.
“Ayağını nereye bastığına dikkat et. Kedi burada vurulmuş­
tu.” diye açıkladı Kev.
“Ne kadar zaman önce?”
“ilginç olan şey bu.” dedi Una. “Kız çarşamba günü buradan
ayrılmış. Bugün pazar. Görünen o ki kedi üç ayrı yere kaka yap­
mış ve işemiş, hem de bolca.”
“Sanki tüm içini boşaltmış.” dedi Derwent yere çömelip ya­
tağın altındaki halıya bakarken.

23
Jane Casey

“Evet, ama buna bak.” Una yarım dolu olan su kasesinin ol­
duğu köşeyi gösterdi. Daha iyi görebilmek için yanına gittim ve
suyun içinde kısa, kaliteli tüyler gördüm. Altındaki halıyı kont­
rol etmek için eldivenli elimle kâseyi biraz ittim ve altındaki
yuvarlak iz, bana bunun sadece bir kereye mahsus koyulmuş bir
su olduğunu gösterdi.
“Biri kediyi buraya kilitlemiş ama onun acı çekmesini iste­
memişler. Yemek olmamasını dert etmemişler ama kurtarıcı ge­
lene kadar hayatta kalmasını sağlayacak miktarda su bırakmışlar.
Yemek yemeden üç gün yaşayabilirdi ama susuz yaşayamazdı.”
“Kız çarşamba gününden beri yoktu.” dedi Derwent. “Onun
bugün döneceğini kimse biliyor muydu?”
“Bilmiyorum. Maeve, kıza bunu sorabilirsin. Onunla konuş­
manı istiyorum.”
Derwent bana artık çavuş oldun diye sakın gelmeyeceğimi
düşünme bakışı atarken, ben Una Burt’e başımla tamam dedim.
Derwent’a aldırmadım. Hâlâ daha çok sorumluluk alarak bir
kademe terfi etmeme ve daha da önemlisi; ona bağımlılığımın
azalmasına alışmaya çalışıyordu.
Dürüst olmak gerekirse ben de.
“Burada başka kim yaşıyor?” diye sordum Una ya.
“Kızın annesi Kate Emery, kırk iki yaşında. Yatak odası yu­
karıda.”
Kontrol etmek için geriye doğru eğildim, merdivenlerde kan
yoktu. “O odaya girilmiş mi?”
“Görebildiğimiz kadarıyla hayır. Saldın sırasında ya da saldı­
rıdan sonra da girilmemiş. Kan yok.”
“Kurban o mu?” diye sordu Derwent.

24
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Bilmiyoruz.”
“Bir fotoğrafı yok mu?” diye sordu Georgia tereddüt ederek.
“Ya da beden tanınamayacak kadar zarar mı görmüş?”
Una Burt ve Kev gülerek birbirleriyle bakıştılar. “Aşağıya gel
ve gördüğünden ne çıkardığını bana söyle.”
Her şey düşünüldüğünde, kana bu kadar çabuk alışmak ne
kadar garipti. Yönümüzü aşağıya doğru çevirdik ve sanki olay
bir cinayetten çok bir bulmaca gibiydi. Şu anda durum böyleydi
ve daha objektif bir bakış açısı için de faydalıydı ama çok uzun
sürmeyeceğini biliyordum. Koridor boyunca Una Burt’ü takip
ettim, Derwent orada ne olduğunu görebilmek için, dibimde
beni takip ediyordu. Merdivenlerin altında solda, küçük bir duş
odası vardı. Una kapıyı hızla açtı ve geriye çekildi.
“İşte. Bundan nasıl bir sonuca varıyorsun?”
“Saldırgan burada temizlenmiş mi?” Duvarlara göz gezdir­
dim, fayansların üzerinde solmuş kahverengimsi lekeler vardı.
“Çamaşır suyu kokusu alıyorum.”
“Ve lavabo açıcı. Boruları tıkayan saçları, kiri eritmek için
kullanılan yüksek derecede çözücü. Şişeyi mutfaktaki bir do­
labın içinde buldum. Ev sahibinin malı.” Kev’in göz kenarları
maskesi genişlediğinde kırıştı, gülümsüyordu. “Burada oldukla­
rını biliyoruz. Arkalarını toparlayıp, temizlediklerini biliyoruz.
Bilmediğimiz ise bundan işimize yarar bir şey çıkarıp çıkarama­
yacağımız.”
“Harika.” dedim tam tersini kastederek. “Başka ne var?”
“Kan izi mutfağa kadar gidiyor ve içinden devam ediyor.”
Kev bizi şık beyaz mutfağa doğru yönlendirdi. Ahşap yerde, do­
lapların köşesine kadar ilerleyen kan izinden başka mutfağa el
değmemişti. Kapıdan arka kapının koluna kadar kan lekesi de-

25
Jane Casey

vam ediyordu. “Ve sonra kayboluyor. Kapıyı açmayacağım çün­


kü dışarı açılıyor. Hâlâ bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor
ve henüz oraya kuracak bir tentem yok. Kapının iç tarafındaki
herhangi bir izi kaybetmek istemem ama size neyi bulduğumu
ya da bulamadığımı söyleyebilirim: Dışarıda bir teras var ve ben
şu anda, kurbanımızın nereye kadar gittiğini bize gösterebilecek
bir kan lekesi ya da işimize yarar bir ayak izi veya herhangi bir
şey görmüyorum. Yağmur her şeyi silip süpürmüş.
“Yani ceset yok.” dedim.
“Ceset yok.” diye beni onayladı Una Burt. Şu durumda
kimi aradığımızdan bile emin olamayız. DNA sonuçları gele­
ne kadar bundan emin olamayız. Şu ana kadar bildiğimiz, Kate
Emery’nin çarşamba gecesinden beri görülmediği. Bunu bir
kayıp soruşturması olarak yürütebiliriz ama zaman kaybetmek
istemiyorum. Telefonunu, çantasını, cüzdanını, anahtarlarını ve
tüm kanını arkasında bırakmış. Birinin bu kadar çok kan kay­
bettikten sonra yürüyüp gitmesi mümkün değil. Onu canlı ve
iyi görmeyi umuyoruz fakat şu anda gerçekten aradığımız şey
bir ceset.”

26
ölülerin Konuşmasına İzin ver

ızın adı Chloe Emery di. Karşıdaki komşunun evine, Va­

K lerian Caddesi, 32 numaraya giderken iki kere kontrol


ettim. Daha önce gördüğüm ambulansın Chloe için geldiğini,
Una Bun biz içeride koruma tulumlarımızı çıkarırken kapının
önünde söylemişti.
“Sinir krizi geçirdi. Tabii şaşırtıcı değil fakat tedavi istemedi
ve onu hastaneye götürmelerine izin vermedi. Onu zorlayamaz­
lardı. Kızın hafta sonu planları ile ilgili nazik bir sohbete ihti­
yacı vardı, özellikle onları tanıyan biriyle. Anladığım kadarıyla
babasıyla Oxfordshire’daymış. Annesi ve babası boşanmış. Baba
tekrar evlenmiş. Anne evlenmemiş.”
“Anne biri ile birlikte miymiş?” diye sordu Derwent.
“Bu öğrenmemiz gereken bir bilgi. Ayrıca herhangi birinin,
annesine ya da kendisine zarar vermek için bir sebebi var mıy­
mış öğrenmek istiyorum veya annesinin başkasına zarar vermek
için bir nedeni var mıymış? Bunu göz ardı edemeyiz.”
Derwent omzuma dokundu. “Bu konuşmayı senin yönlen­
dirmene izin vereceğim Kerrigan.”
“Öyle yapacaksın çünkü orada olmayacaksın. Senin burada
kalmanı istiyorum.” dedi Una Burt sert bir şekilde. “Cinayet
mahallîne göz kulak olmanı istiyorum.”

27
Jane Casey

“Ama gidip o kızla konuşmak istiyorum.”


“Kerrigan tek başına bu işi halledebilir.” Bana döndü, “Geo­
rgia Shaw’u yanına al.” dedi.
Derwent kaşlarını çattı. “Georgia Shaw da kim?”
“Yeni dedektif.” dedim.
“Sarışın olan mı?”
Başımla onayladım.
“Nasıl biri?”
“Buna senin karar vermen gerekecek, dedi Georgia, yanıma
gelerek. Onu fark etmemiştim ama tabii duyabilecek mesafe­
deydi. Zaten kusursuz olan saçlarını düzeltti. Benim saçlarımı
düzeltmeye parmaklarımla taramamın yetmeyeceğinin farkın-
daydım. Sıcak ve yağmur ölümcül bir kombinasyondu.
“Georgia Shaw, Josh Derwent.” dedi Una Burt. “Josh benim
dedektif müfettişimdir.”
Benim dedektif müfettişim. Gülümsememi sakladım. Bu
Derwent’a, iki haftalık tatil süresince unutmuş olma ihtimaline
karşın, kimin patron olduğunu hatırlatmanın hoş bir yoluydu.
Georgia elini uzattı ve çok kısa bir an Josh’un onu görmez­
den geleceğini düşündüm ama Georgia nın elini isteksizce sıktı.
“Tanışmadık. Ben ekibe katıldığımdan beri siz tatildesiniz.”
“Ve şimdi tatilde değilim.” Una Burt’e döndü. “Lütfen bırak
gideyim ve kızla konuşayım.”
“Beni tatlı dille ikna etmeye çalışma.” dedi Una. “Bundan
hoşlanmıyorum ve işe yaramayacak.” Una nın yüzü hafifçe yu­
muşadı. “NPAS* az sonra yukarıda belirir ve aşağıda cesedin
aranmasını koordine etmelerine yardım edecek birileri var.”
* National Police Air Service: Ulusal Polis Hava Görevi.

28
ölülerin Konulmasına İzin ver

NPAS polis helikopteriydi; bu soruşturma için tüm olanakları


kullanıyordu. “Bir köpek birimi ve arama ekibi gelecek. Bu sa­
dece bebek bakımı değil, Kev Cox.”
“Harika.” Gerindi ama hayal kırıklığına uğramıştı. “Yağmur­
da bir milyon bahçe arasında kayıp bir ceset arama. Ne güzel bir
hoş geldin.”
“Senin için ilginç cinayet soruşturmaları bulmadığımı söyle­
me.” Una Burt bana başıyla işaret etti. “îşe koyul.”
Bu da beni, Georgia’nın hemen arkamda yürüyor olmasını
takmamaya çalışmaya itti. Defterime aldığım notları okumaya
başladım.
“Ona koridordaki tüm ayak izleri üzerinde neden yürüdüğü­
nü soracak mısın?” diye sordu Georgia.
“Bunu yapmayı düşünmüyorum.”
“Neden?”
Durdum ve yüzüne baktım. “Çünkü önce onu tanımak isti­
yorum. Bize güvenmesini istiyorum. Eğer bazı zor sorular sor­
mam gerekirse, soracağım ama bu bizim burada olma amacı­
mız değil. O, çarşamba günü evi terk etmeden önce, bu evde
ne olduğunu bize anlatabilecek tek kişi, ancak bunu sadece bize
yardım etmek isterse yapar.”
“Ya o yaptıysa?”
“Neyi yaptıysa? Daha ne olduğunu bile bilmiyoruz.” Arkamı
döndüm. “Eğer annesinin nerede olduğunu bulmamıza yardım
etmek istemezse, bu da bize bir şey anlatır. Yine de bizimle ko­
nuşmaması için ona bir sebep vermek istemiyorum. Bu yüzden
Komiser Burt, Müfettiş Derwent’a yapacak başka bir şey buldu.”
“Gerçekten agresif görünüyor.”

29
Jane Casey

“Hımm.” dedim ve Georgia bundan istediğini anlayabilirdi.


Derwent, Chloe Emery’i günün sonunda tamamen delinebi­
lirdi ya da sonsuza dek kalbini kazanabilirdi. Uçlarda tepkiler
almak onun uzmanlık alanıydı ve bu içinde bulunduğumuz du­
rum için çok riskli bir özellikti.
Adrese geldiğimizde, “Bu kimin evi?” diye fısıltıyla sordu
Georgia. Şimdiden Derwent ile kıyaslandığında çok nazik ve
sessizdi.
“Onu istasyondan alan ve 999’u arayan komşunun evi.”
Notlarımı tekrar kontrol ettim. “Oliver Norris.”
“Kızın ondan uzak tutulması gerekmez mi? Onlarla konuşa­
na kadar yani? Hikayeyi doğru anlatmaları için.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Kimseye güvenmez misin? Zili çal.”
Dediğimi yaptı. “Ama... ”
“Ayrı ayrı tutuldular. Kızın yanında bir aile iletişim memu­
ru var. Burt memurun canavar gibi olduğunu ve Norris’in, Ch­
loe’nin yanına yaklaşmasına izin vermeyeceğini söyledi.” Sırıt­
tım. “Burt de kimseye güvenmez.”
Yeşile boyanmış kapı açıldı ve içeriden zayıf, açık kahverengi
saçlı, endişeli bir kadın çıktı.
Kapısında iki polis dedektifi olduğu için bu çok normaldi.
Boynuna kadar düğmelenmiş uzun kollu beyaz bir bluz ve bile­
ğine kadar uzun bir elbise giyiyordu. Aşağıya baktım; yuvarlak
burunlu, düz, yumuşak mavi deriden olan ayakkabısını ve ten
rengi çorabını gördüm. Ben en ince pantolonumu ve üzerine
de kolsuz bluzumu giymiştim, yanıyordum. O elbiselerin içinde
sıcaktan beş dakika içinde düşüp bayılırdım.
“Bayan Norris?”
“Evet, ben Eleanor Norris.”

30
ölülerin Konuşmasına İzin Yer

“Chloe ile konuşmaya geldik, Bayan Norris.”


“Yukarıda kızımın odasında.” Sanki kızı arkasında dururken
görmeyi umuyormuş gibi dönüp arkasına baktı. Az önce ziya­
ret ettiğim evin sanki aynadaki yansımasıydı ve büyük bir ilgiy­
le inceledim. Emerylerin evinin, bir insanın tüm kanını oraya
boşaltmadan önce nasıl görünebileceğini hayal etmeye çalıştım
ama aile hayatının dağınıklığından dolayı hayal etmek oldukça
zordu; tırabzanın ucunda paltolar, anahtarlar asılıydı ve kapının
yanındaki masanın üstünde postalar duruyordu. Arkamda bı­
raktığım ev, kan dışında kusursuz bir şekilde düzenliydi. Burada
duvar kâğıtları eski ve yırtıktı, halılar eski modaydı, evin acilen
bir tadilattan geçmesi gerekiyordu.
“Chloe ile konuştunuz mu?” diye sordum.
“Hayır. Yani sadece bir şey yemek ya da içmek ister mi diye
sordum.”
Eleanor Norris ince ellerini üşümüşler gibi birbirine sürttü.
“Eşim bana evi anlattı. Gördüklerini...”
“Gerçekten hiç hoş bir manzara değil.” dedim donuk bir şe­
kilde.
“Kısa sürede yolun karşı tarafıyla işinizin biteceğini düşünü­
yor musunuz?” Eleanor’un sesi gittikçe alçaldı, neredeyse bir fı­
sıltıya dönüştü. “Sadece, Chloe ne zaman eve döneceğini bilirse,
onun için daha iyi olur diye düşünüyorum.”
“Kısa zamanda değil.” dedim.
“Gitmek istese bile...” diye ekledi Georgia. “Ben istemezdim,
siz ister miydiniz?”
“Burada birkaç gün kalabilir ama...” Eleanor çaresizce omuz­
larını silkti. Ama sonsuza kadar bir komşumuzu burada agırlaya-
mam. Yanakları kızardı.

31
Jane Casey

“Sabaha daha çok şey öğrenmiş olacağız.” dedim onu sakin­


leştirmeye çalışarak. Doğruydu ama muhtemelen Chloe’nin an­
latacakları ile bağlantılı olmayacaktı. Tabii Eleanor Norris bunu
bilmek zorunda değildi. “Chloe babasıyla konuştu mu?”
“Hayır. Onu aramayacak.”
Ona haber verildiğini biliyordum. Una Burt, Thames Vadi­
si polisinden onunla konuşmalarını istedi. Aynı zamanda kötü
haberi verirken, adamın tepkilerini ölçmelerini de. Kendi iyiliği
için gerekli şok ve korku ile tepki vermiş olmasını, bizim iyili­
ğimiz için de böyle yapmamış olmasını; ayrıca mazeret olarak o
gün başka bir dertle uğraştığını söylememesini, arabasında kan
lekesi ile cinayet silahının bulunmasını isterdim... Cinayet so­
ruşturmalarında, eski kocalardan çok iyi şüpheli oluyor.
“İyi anlaşırlar mı? Chloe onu ziyaret ediyordu değil mi?”
“Bilmiyorum. Üzgünüm.” Eleanor polis helikopterinin uç­
tuğu yere baktı. Numara 27’nin arkasındaki bahçede arama
ışığı parlıyordu, ışık doğal olmayan karanlığı deliyordu. “Ne
arıyorlar?”
“Sadece soruşturmanın bir parçası.” dedim hızlıca, Georgia
ceset ile ilgili, daha doğrusu kayıp ceset ile ilgili bir şey söyleme­
den. “Kate Emery’i en son ne zaman gördünüz, Bayan Norris?”
“Ah... Bilmiyorum.” Dudağını ısırdı. “Çarşamba akşamı sa­
nırım. Aynı anda çöpü döküyorduk.”
Not aldım. “Konuştunuz mu?”
“Hayır. Ona el salladım. Hiçbir fikrim yoktu, yani bilemezdim.”
“Tabii ki. Onu iyi tanır mıydınız?”
“Hayır.” Tereddüt etti, sonra ekledi, “Kızım, Chloe ile yakın.
Hızlıca söylemişti, sanki söylemek istemiyormuş gibi ama enin­
de sonunda öğreneceğimizi biliyordu.

32
ölülerin Konuşmasına Ulu *w

“Kızınızın adı ne?”


“Bethany.”
“Kaç yaşında?”
“On beş. Aslında daha yeni on beş oldu.”
“Chloe’den küçük.” dedim.
“Evet ama Bethany çok olgundur ve Chloe...” Durdu ve
bana utangaç bir şekilde güldü. “Muhtemelen onunla konuş­
mak istersiniz.”
“Evet, lütfen.”
“Merdivenleri çıkınca hemen karşınızdaki oda.”
Bizi yukarı çıkarken izlediğinin farkındaydım. Kıyafet seçi­
minden dolayı, konuşmamız sırasında terleme sebebinin acaba
kıyafetleri midir; yoksa kızının Chloe ile ilişkisinin, onu ne­
den bu kadar endişelendirdiği gibi birkaç şeyi merak etmeme
rağmen, geri dönüp ona bakmadım. Ayrıca insanlar polislerin
yanında, özellikle de bir cinayet soruşturması sırasında garip
davranırdı. Ebeveynler saklayacak hiçbir şeyleri olmamasına
rağmen, çocuklarını koruma konusunda endişeleniyorlardı ve
cinayete bu kadar yakın olma şokuyla vücudunuzun termomet­
resi şaşabilirdi. Kimseye güvenme... Her şey düşünüldüğünde kâfi
derecede mantıklı bir yaklaşım.
Koridorun sonundaki kapıyı çaldım ve şüpheli bir yüz kapıyı
açtı. “Evet?”
Ona rozetimi gösterdim. “Chloe ile konuşabilir miyiz?”
Kısa, orta yaşlı bir kadındı. Kibar gözleri vardı ve saçları kısa
kesilmişti. Onun emirlerine karşı gelecek herhangi bir şey yap­
maya veya onu buna ikna etmeye çalışmaya cesaret edemezdim.
Başıyla onaylamadan önce bana ve sonra arkamda duran Geor­
gia ya dikkatle baktı.

33
Jane Casey

“Girin.”

Memurun yanından geçerken fısıltıyla, “Herhangi bir şey


söyledi mi?” diye sordum. Başıyla hayır cevabını verdi.
Chloe Emery bir koltuğa kıvrılmış, pencereden akan yağmu­
ru izliyordu. İçeri girdiğimizde dönüp bize bakmadı. Bir anlı­
ğına odaya göz gezdirdim, bu her şeyden çok bir alışkanlıktı;
amatörce boyanmış beyaz duvarlar, dolu bir kitaplık, tek kişilik
yatak ve üzerinde lambadan başka bir şey olmayan bir şifonyer.
Sonra dikkatimi Chloe’ye verdim. Uzundu. Düzgün bacakları
ve uzun siyah saçları vardı.
“Chloe?”
Bana bakmak için döndü. Mavi gözleri ve kalın kaşlarıyla
güzel bir yüzü vardı ama boş bakıyordu.
“Evet?”
“Ben Maeve Kerrigan. Metropolitan Poliste çavuş dedekti­
fim. Sana birkaç soru sormamın bir sakıncası var mı?”
Başıyla onayladı ama dizlerini göğsüne çekti. Dehşete kapıl­
mış gibi görünmüyordu.
Yatağın tam karşısına oturdum. Kolay bir soru ile başla. “Kaç
yaşındasın Chloe?”
“On sekiz.”
Bana daha genç göründü; çocuk gibi. Bir yetişkinin desteği­
ne ihtiyacı olduğu hissine kapıldım.
“Zor bir gün geçirdiğini biliyorum Chloe ve çok fazla zama­
nını almak istemiyorum ama sana bazı sorular sormam gerek.
Tamam mı?”
Başıyla onayladı ama yorgundu.
“Bana adresini söyleyebilir misin?”

34
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“27, Valerian Caddesi, Putney, SW15.”


“Ve burası çoğunlukla yaşadığın yer, bu doğru mu?”
“Evet.” Sesinde duygu yoktu ve konuşurken gözleri etrafa ba­
kıyordu. Kıpırdamadan durmak için çok çaba harcadığını fark
ettim.”
“Orada başka kim yaşıyor?”
“Annem.”
“Onun adı ne?”
Bir saniyeliğine düşündü. “Kate.”
“Kate Emery.”
“Evet, Kate Emery.”
“Chloe, senin de soyadın aynı mı?”
“Evet.”
“Babanın soyadı ile aynı mı?”
“Evet.”
“Ama annenle baban boşandı.”
“Evet.” Cevap veriş şekli gittikçe yumuşuyordu. Sebebini bil­
meden tehlikeli sulara adım attığımı hissettim.
“Hafta sonu burada değildin.”
Başıyla verdiği bir diğer onay.
“Neredeydin?”
“Babamlaydım.”
“ikiniz yalnız mıydınız?”
“Hayır.”
Bekledim ama başka bir şey söylemedi. “Başka kim vardı ora­
da Chloe?”

35
Jane Casey

“Üvey annem.” Durakladı ve tam ben başka bir soru sormak


üzereyken, “Ve Nathan. Ve N... Onun kardeşi.” diye ekledi.
“Nathan kim?”
“Üvey kardeşim.”
“Ve onun kardeşi dedin.” dedim. “Onun adı ne?”
Dudaklarını birbirine bastırarak, odanın köşesine gözlerini
dikti. Cevap yok. Onu şaşırtmak için sorulmuş bir soru değildi,
aslında tam tersiydi. Bunlar kolay, gerçeğe dayalı, insanların gü­
venle cevap verdikleri, onları soruşturmaya hazırlayan sorulardı.
Bulduğumun farkında bile olmadığım bir duvara çarpmıştım.
“Başka erkek kardeşin ve kız kardeşin var mı?”
“Hayır.”
“Peki, annenle yaşıyorsun. Evde başka biri yaşıyor mu?”
“Hayır.”
“Hafta sonunu babanla birlikte geçirmek için ne zaman ev­
den ayrıldığını söyleyebilir misin?”
“Çarşamba. Öğleden sonra.”
“Çıkmadan önce anneni gördün mü?”
Başıyla onayladı. “Evdeydi.”
“Sıra dışı bir şey söyledi mi? Seni endişelendiren herhangi
bir şey?”
Bir başka çaresizce baş sallama. “Hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“Endişeli veya dalgın görünüyor muydu?”
“Ha-hayır.” Pek emin değildi aslında.
“Ne dedi Chloe?”
“İş hakkında konuşuyordu. İşle meşguldü ve benim... Be­
nim gitmemi istedi. Geç kalmamdan korkuyordu. Yapacak çok
işi olduğunu söyledi.”
“Ne iş yapıyor?”

36
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Kendi işi var.”


“Ne çeşit bir iş olduğunu biliyor musun?”
“Bebeklerle ilgili bir şey.” Chloe çaresizce omuzlarını silkti.
“Aslında benimle bu konu hakkında konuşmaz. Anlayacağı­
mı düşünmez. Muhtemelen de haklı.”
“Saat kaçta geri geldin Chloe?”
“Üç yirmi beşte trenden indim.” Garip bir şekilde tam bir
cevaptı, sanki bunun notunu almıştı.
“Seni karşılayacak birini bekliyor muydun?”
“Hayır. Kimse geri döndüğümü bilmiyordu.”
“Ah!”
“Babamın evinden erken ayrıldım.”
“Ne zaman dönmen gerekiyordu?”
“Salı günü.” Küçük bir kahkaha attı. “Anneme sürpriz olaca­
ğını düşünmüştüm.”
Sürpriz. Kayıp değil.
“Annen de sen yokken bir yerlere gitmeyi planlıyor muydu,
Chloe? Haberin var mı?”
“Hayır. Misty’i bırakmazdı.”
“Misty?”
“Kedi.” Yüzüne hüzün çöktü. “Nerede olduğunu bilmiyo­
rum.”
“Aşağıda.” Aile İletişim Memuru ona gülümsedi. “Aşağıda
mutfakta. Kupanı almaya indiğimde gördüm onu tatlım.”
Chloe yanında yerde duran dolu kupaya baktı. Üstünde ka­
lın bir tabaka oluşmuştu. “İçmedim.”
“Sorun yok. Sana başka bir tane daha getiririz.” dedi memur.

37
Jane Casey

Chloe midesi bulanmış gibi görünüyordu. “Hayır, hayır te­


şekkürler.”
“Yani kimse senin eve dönmeni beklemiyordu.” dedim, ko­
nuşmayı tekrar olması gerektiği yere çekerek. “Erken ayrılman
için bir sebep var mıydı?”
Birden kıpkırmızı kesildi ve gözlerini yere dikti. Dudaklarını
birbirine bastırmıştı, sanki ağzından gereğinden fazla bir kelime
çıkma riskini almak istemiyormuş gibiydi. Bunun babasının ce­
vaplaması gereken bir soru olduğuna karar verdim.
“Tamam. Neredeyse bitirmek üzereyiz. Seni biri istasyondan
aldı, değil mi?”
“Bay Norris beni gördü. Beni arabayla buraya getirdi.”
“Seninle eve girdi mi?”
Kesinlikle hayır anlamında başını salladı. “Tek başımaydım.”
Notlarıma baktım. “Ama 999’u aradı.”
“Çantamı unuttum. Arabasında bırakmışım. Bu tür şeyleri
hep yapıyorum. Hatırlamalıydım çünkü onu bagaja koymaya
çalıştım ve o da bana bağırdı; şey, bağırmadı ama bana bagajı
açmamamı söyledi. Arka koltuktaydı, çantam yani. Sonra unut­
tum.” Ürperdi. “Sadece eve gitmek istedim.”
“İçeriye tek başına girdin. Herhangi garip bir şey hissettin
mi?” Birçok yerde bulunan kuru kan gibi...”
“İlk başta hayır. Yani fark ettim ama ne olduğunu anlama­
dım. Ne olduğunu gerçekten bilmiyorum. Misty’nin neden bir
yere kapatıldığını, evin neden kirli olduğunu ve annemin neden
orada olmadığını bilmiyorum.” Sesi titriyordu. “Eve gelip hiçbir
şeyin olması gerektiği gibi görünmediğinden başka bir şey anla­
madım. Her şey tersti ve kötüydü, her şeyin eskisi gibi olmasını
istediğimden başka bir şey bilmiyorum.” Aniden heyecanlanarak

38
Ölülerin Konuşmasına İzin Ver

ayağa sıçradı ve Aile İletişim Memuru yanımdan geçerek, onu


sandalyesine yeniden oturttu.
“Sorun yok tatlım. Otur sen.”
“Yarın tekrar gelip seninle konuşacağız.” dedim. “Dinlenme­
ye çalış, Chloe.”
“Dinlenmek istemiyorum. Eve gitmek istiyorum. Eve git­
mem gerek. Evde ihtiyacım olan şeyler var, oraya gitmem gerek,
hemen şimdi.”
“Bu mümkün değil, şu anda değil.” dedim. “Ama eğer liste
verirsen, biz istediklerini alabiliriz.”
Gözleri yaşlarla doldu, başını sallıyordu. “Nerede olduğunu
biliyorum. Onu almam lazım. Ona ihtiyacım var.”
“Nedir o?”
Chloe alt dudağını ısırdı, cevap vermemek için kendini tutu­
yordu. Uzunca bir süre gözlerini kapadı, sonra rahatladı. “Hiç­
bir şey. Hiçbir şey.”
Georgia ile bakıştık. Hafifçe omuzlarını silkti.
“Eğer ne aradığımı bilmezsem sana yardımcı olamam. Neye
benziyor?”
“İlaçlarım. Ve...”
“Ve?” diye tekrar ettim.
“Bir zarf. Üzerinde adım var.” Bahçeye bakmak için arkasına
döndü. Acı kaybolmuştu. Başka bir yerde gibiydi.
Geri çekilmiş, içine kapanmıştı.
Onu kaybetmiştim.
“Eğer görürsem, onu sana mutlaka ulaştıracağım.” diyerek
tekrar denedim ama cevap alamadım. Memura başımla selam
vererek onu yalnız bıraktım.

39
Jane Casey

Georgia, arkamızdan kapıyı kapattıktan sonra, “Pek iyi git­


medi.” dedi.
Anında döndüm. “Böyle söylemene ne sebep oldu?”
“Şey, o üzgün.”
“Sevdiğin biri kayıp olduğunda bu normal.”
“Ve bize fazla bir şey anlatmadı.”
“Bize çok şey anlattığını düşündüm. Bildiğinden daha faz­
lasını.”
“Ne gibi?”
“Düşün.” dedim ve insanları kaba yapan acaba terfi mi diye
düşünerek merdivenlerden inmeye başladım; şu ana kadar
Derwent gibi iğrenç olabildiysem, ben kendim dedektif müfet­
tişi olmuştum.
O kadar ileri gittiğimi düşündüm.
ölülerin Konuşmasına İzin ver

şağıya indiğimde koridor boştu. Evin arkasından gelen

A sesleri mutfağa kadar takip ettim. Yolun diğer tarafındaki


evden daha dardı ve insan doluydu. Eleanor Norris lavabonun
başında durmuş, elindeki mutfak havlusunu buruşturuyordu.
Masada oturan ergen kız, beyaz saçlı bir adamla derin bir soh­
bete dalmış olan kısa koyu saçlı ve bronz tenli bir diğer adama
yaslanmıştı. Üçüncü adam sandalyeye oturmuş, sandalyenin iki
ayağı üzerinde geriye doğru sallanıyordu. İçeri girince bize baktı.
“Bakın, aynasızlar.”
“Morgan.” dedi yanık tenli adam. “Yeter artık.”
“Sadece şakaydı.” Sandalyeyi gürültülü bir şekilde yere bırak­
tı ve ayağa kalktı. “Morgan Norris. Ben Oliver’ın erkek karde­
şiyim.”
“Günahlarımın cezası. Ben Oliver.” Siyah saçlı adam da kar­
deşine öfkeli gözlerle bakarak ayağa kalktı. Söylemeden de bir
bağları olduğunu anlayabilirdim. Aynı çabuklukta hareket edi­
yorlardı, aynı kafa hareketleri ve aynı açık renk gözleri vardı.
Oliver daha koyu teni, kare çenesi ve rugby oyuncusu havasıyla
yakışıklıydı. Morgan daha zayıftı, tıpkı bir koşucu gibi. Bana iç­
ten bir merakla bakıyordu, bunu önemsemedim. Bu başıma çok

41
Jane Casey

gelirdi. Bir cinayet dedektifine benzemediğim söylenmişti. Fazla


güzel demişlerdi. Yeteri kadar sert değil. Çok uzun.
Bunun gibi saçmalıklar.
“Sizinle konuşmam gerek, Bay Norris. Bu öğleden sonra gör­
düklerinizle ilgili size birkaç soru sormam lazım. Konuşabilece­
ğimiz bir yer var mı?”
“Tabii ki.” Koluna daha da sıkıca sarılan ergen kızdan ayrıl­
maya çalıştı.
“Hayır.”
“Bethany gitmek zorundayım.”
“Gitmesine izin ver, Bethany.” Beyaz saçlı adam elini uzattı
ama dokunmadı. Dokunmasına gerek yoktu. Kız anında baba­
sını bıraktı ve ellerini kucağına koydu.
“Pardon ben sizin isminizi duyamadım.” dedim ona.
“Gareth Selhurst.”
Onu tanımam gerekirmiş gibi söyledi, yankılanan sesi ve gu­
rurla şişen geniş göğsüyle. Bir aktör müydü? Bilmiyordum ve
soramadım. Onu daha önce hiç görmemiştim.
“Komşu musunuz? Ya da aileden biri mi?”
“Yakınlarda oturuyorum.” Belli bir yöne olmayan, hafif bir
el hareketi yaptı. “Ve biz hepimiz bir aileyiz. Tanrı’nın ailesi.”
“Âmin.” Eleanor Norris fısıldadı.
“Gareth kilisemizin lideridir.” dedi Oliver Norris. “Bize des­
tek olmak için burada.”
Aktör değil: Bir rahip.
Selhurst, “Yardım etmek istedim. Yapabileceğim bir şey ol­
ması durumunda. Bazen dua çok büyük bir rahatlık verir.”
“Kate Emery ve Chloe Emery’i tanıyor musunuz?”

42
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Evet. Çok iyi değil.” Hafifçe gülümsedi. “Bizimle dua et­


mezler ama kapı her zaman açıktır.”
Konuşmaya değmez diye düşündüm ve anında acaba böyle
düşünmekte haklı mıydım diye merak ettim.
“Çok uzun sürmeyecek, Bay Norris.”
“Sizinle gelmek istiyorum. Ne olduğunu duymak istiyorum.”
dedi Bethany. Şımarık bir bebek gibiydi ve çocuk gibi görünü­
yordu. Annesi on beş yaşında demişti ama ben en fazla on üç
derdim. Minyon ve zayıftı, kalın kare gözlükleri tüm yüzünü
kaplıyordu. Annesi gibi uzun kollu bir bluz giymişti. Makyajı
yoktu. Oje de sürmemişti.
“Gelemezsin, Bethany. Polisin benimle tek konuşması gerek.
Zaten ne olduğunu duymak istemezsin.”
“Eğer bilmezsem daha kötü şeyler hayal edeceğim. Uyuya-
mayacağım. Daha çok korkacağım.”
“Bethany.” Gareth Selhurst hayır anlamında başını salladı.
“Babana ne yapacağını söylemek sana düşmez.”
“Hayır, biliyorum ama... ” ,
“Burada kal ve bizimle dua et. Tanrı ile konuş.” Selhurst
ellerini açtı. Gözlerini kapadı» çok mutluydu. Morgan Norris
kolları bağlı başını sallıyordu. Sürünün bir üyesi değil diye dü­
şündüm.
Kız ellerini yanındaki sandalyenin üzerine koydu ve ben ke­
dinin orada olduğunu o an fark ettim. Yumak olmuş gri bir tüy
torbasıydı. Kediyi okşadı ve babasının tiksinmeyle ürperdiğini
gördü.
“Misty’e dokunmamdan neden hoşlanmıyorsun babacığım?”
Daha önce olduğundan daha da çocuksu konuşmuştu. “Sorun
ne babacığım? Çok arkadaş canlısı. Mırıldanıyor.”

43
Jane Casey

Norris yanık tenine ragmen bembeyaz olmuştu. Bana döndü,


Hadi oturma odasına gidelim. Orada rahatsız edilmeyiz.” dedi.
Gittiğimizde oturma odası karanlıktı. Norris lambaları açıp,
Georgia ve ben oturalım diye koltukların üzerindeki katlanmış
gömlekleri kaldırırken söylenmişti.
“Kusura bakmayın. Karım burada ütü yapıyordu ama ben
Chloe ile gelince tabii dağıldı. Burayı da böyle biraz dağınık
bıraktı.”
“Tabii.” dedim “Endişelenmeyin. Toplamanıza gerek yok.”
Ve ayrıca senin gömleklerini ütülerken ortalığı dağıttığı için söy-
lenmeyi bırak. Hoşnutsuzluktan saçlarımın, denizkestanesininki
gibi diken diken olduğunu hissettim. Umarım belli olmazdı.
Gömlekleri ütü masasının üstüne koydu ve esneyerek bir
sandalyeye oturdu. “Pardon.”
“İyi misiniz, Bay Norris?”
Başını salladı ama gözleri kapalıydı ve ellerinin titrediğini gö­
rebiliyordum. “Şok oldum tabii.”
“Emeryleri yakından tanıyor musunuz?”
“Evet, tanıdığımı düşünüyorum.” Hızlıca göz kırptı. “Yani
komşularınızı ne kadar iyi tanıyabilirsiniz? Taşındığımızda Bet­
hany, Chloe ile arkadaş oldu ki bu iyi bir şeydi tabii. Birlikte
vakit geçirmelerini sorun etmedik.” Sanki başka insanlar bunu
sorun edermiş gibi söyledi. Bu beni meraklandırdı.
“Neden sorun edesiniz ki?”
“Ah, Chloe’nin doğası sebebiyle. O... Nasıl kibarca söyle­
nir... Sade. Zihnen orada değil. Güzel bir kız ama biraz aklı
eksik.” Gözlerini benden Georgia’ya çevirdi. “Hakaret etmek
için söylemiyorum. Onunla konuştunuz. Işıklar açık ama evde
kimse yok.”

44
ölülerin Konuşmacına İzin var

“Yani Chloe ve Bethany arkadaşlar. Peki siz ve Bayan Emery?


Onu arkadaş olarak görüyor musunuz?”
“Bu ne demek? Sırtını sandalyesine yaslayarak dikleşti, bu­
lantısı geçmişti. “Yakındık. Komşuyduk.”
“Nasıl biri?”
“Hoş. Enerji dolu. Kendi işi vardı. Yerel meselelerle ilgileni­
yordu. Herkesi tanırdı. Herkesle arkadaş olanlardandı.”
Tüm cümleleri geçmiş zamanla kurduğunu not ettim. “Evine
gittiniz mi?”
Dikkatlice, “Evinde bulundum.” dedi. “Ona akan musluğu
tamir etmek ve yanmış bir ampulü değiştirmek gibi yardımlarda
bulundum. Bir erkeğin yardımına ihtiyacı olduğu zaman, Elea­
nor beni gönüllü yapardı.”
“Bu tür şeyleri sever misiniz, Bay Norris? Becerikliyim der
misiniz?” Tavanda yanmış iki ampulü olan ve baca borusunun
çıktığı yerde dökülmüş sıvanın olduğu, içinde bulunduğumuz
odayı inceliyordum.
“Hayır. Pek sayılmaz.” Bir gülümseme. “Ama karım gitmemi
ve bir komşuya yardım etmemi söylediğinde giderim. Onu yü­
züstü bırakamam.”
“O zaman birçok komşuya yardım ediyorsunuz.”
“Eğer yardıma ihtiyaçları olursa.” dedi sakin bir şekilde.
“Kate yalnızdı.”
“Dı?”
“Yalnız. Yalnızdı. Bilmiyorum. Bir ceset buldular mı?”
“Bir ceset?” diye tekrar ettim.
“Bir ceset aradıklarını düşünüyorum. Evde görmedim.” San­
dalyede kıpırdandı. “Onu aramaya gitmedim.”

45
Jane Casey

“Etrafta bayağı dolaşmışsınız. Cinayet mahallî teknisyenleri


koridorda birkaç ayak izinizi buldu.”
“Biraz panik olmuştum. Düşünemedim. Tüm kanı gör­
düm...” Yeniden yeşile dönmüştü. “Kanı sevmem. Bu tür şeyler
görmeye alışkın değilim. Yardım edebilirim diye girdim ama Ka-
te’i göremedim. Sonra Chloe yi dışarı çıkarmamın muhtemelen
daha iyi olacağını düşündüm ve sizi aradım. Tüm bildiğim bu.”
“Neden oradaydınız?”
“Chloe çantasını unutmuştu. Arabamda bırakmıştı. Bunun
için endişelenmesini istemedim ve çantasını yolun karşısına
geçirdim. Kapıyı açar açmaz, bir şeylerin yanlış olduğunu gör­
düm.”
“Böyle düşünmenize sebep olacak ne gördünüz?”
Ani bir öfkeyle, “Eve girdiniz.” dedi. “Ne gördüğümü düşü­
nüyorsunuz? Kan... Bolca.”
“Ne olduğunu nasıl anladınız?”
Omuzlarını silkti. “Başka ne olabilirdi ki? Ketçap mı? Mez­
baha gibiydi ve midem mahvoldu. Nefesim kesildi. Konuşama­
dım bile. İçgüdüsel bir şeydi. Sadece biliyordum.”
“Peki ne yaptınız?”
Tavana bakarak hatırlamaya çalıştı. “İçeri girdim. İstememe­
me rağmen kendimi içeri girmeye zorladım. İlk önce kanın kuru
olduğunun farkına varmadım. Kate’in zarar görmüş olabileceği­
ni ve yardıma ihtiyacı olabileceğini düşündüm.”
“Nereye gittiniz?”
“Koridora girdim, ne olduğunu görmek için biraz daha iler­
ledim, oturma odasına baktım. Sonra mutfağa doğru baktım
ve kan gördüm ama ceset yoktu.” Mahcup numarası yaparak

46
ölülerin Konuşmasına İzin ver

alt dudağını sarkıttı. “Mutfakta ellerimi tezgâha koydum. Başka


yerlere de dokunmuş olmalıyım.”
“Yukarı çıktınız mı?”
“Evet. Sanırım. Biraz bulanık. Daha önce o evde yukarı çık­
tım, o yüzden eğer parmak izimi bulursanız hiçbir anlam ifade
etmez.”
“Endişelenmeyin, Bay Norris.” Ona tatlılıkla gülümsedim.
“Harika teknisyenlerimiz var. Bir parmak izinin eskiye ait olup
olmadığını, saldırı sırasında mı yoksa saldırıdan sonra mı olup
olmadığını anlayabilirler.”
Yutkundu.
Şimdi o kadar da rahat değilsin, değil mi?
“Ne arıyordunuz, Bay Norris?”
“Bir ceset. Bir katil.” Kahkaha attı. “İkisini de bulmadığıma
memnunum. O sizin işiniz?”
“Kimin cesedini bulmayı umuyordunuz?”
“Kate’in. Başka kimin olabilir?” Bana aptalmışım gibi baktı.
“Chloe oradaydı ve iyiydi.”
Yani Kate’i muhtemel saldırgan olarak düşünmüyordu. Böy­
le bir yargıya varacak kadar onu iyi tanımıyordum.
“Benim için biraz geriye gidin.” dedim. “Kate Emery’i en son
ne zaman gördünüz?”
“Bilmiyorum. Hafta içi bir ara.” Kaşlarını çattı. “Sanırım
onu cuma akşamüstü gördüm.”
“Cuma akşamüstü. Emin misiniz?”
“Hayır. Bu yüzden sanırım cuma dedim.” Artık beni etkile­
meye çalışmak istemiyordu, bu rahatlatıcıydı.
“Ne yapıyordu?”

47
Jane Casey

“Oturma odasında oturmuş pencereden dışarı bakıyordu?”


“O olduğuna eminsiniz.”
“Evet. Ben yolun karşı tarafından yürüyordum ve ona el sal­
ladım.”
“Ve bunun cuma akşamüstü olduğunu düşünüyorsunuz.”
“Kesinlikle eminim, işten eve dönmek için ve hafta sonuna
soğuk bir bira içerek başlamak için sabırsızlanıyordum, tabii hır­
sız kardeşim dolapta bir tane bırakmış olsaydı.”
“Erkek kardeşiniz Morgan mı?”
Başıyla onayladı. “Çok şükür sadece bir tane var.”
“Burada mı yaşıyor?” diye sordum.
“Bir süredir bizimle yaşıyor. İşi yok.” dedi öfkeyle. “Ve bir
tane de bulacakmış gibi görünmüyor. Üç yıl seyahat etmek uğ­
runa, sigorta şirketindeki harika işini bıraktı ve döndüğünde
hayatının şokunu yaşadı. Kimse ona iş vermek istemedi. Neyse
ki biz vardık.”
Georgia, “Bundan pek mutlu görünmüyorsunuz.” diye yo­
rum yaptı.
“Aylar oldu.” dedi Norris, duygusuz bir tonla. “Aşırı uzun.”
“Ve onu evden kovmuyorsunuz. Ben kovardım.”
Norris ona gülümsedi, hemen yüreklendi ve yeniden arkadaş
olmaya çalıştı. “Bu doğru olmazdı. Tanrı’nın onu bizimle ya­
şaması için göndermesinin bir sebebi vardır. Gareth onun için
dua etmemiz gerektiğini söylüyor, onun kaybedilmiş bir dava
olduğundan emin olsam da.”
“Gareth’ın sizin üzerinizde büyük bir etkisi var.” diye yorum
yaptım.
“O kilisenin lideri.”

48
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Hangi kilise bu?”


“Modern Apostles Kilisesi. Büyüleyici bir Protestan kilisesi. Ya­
şayan Hristiyanlık. Büyüyen bir hareket, biliyorsun. Gareth kiliseyi
buraya, Putney’e beş yıl önce inşa etti ve cemaati her an artıyor.”
“Sen ve ailen de dâhil.”
“Aslında ben kilisenin mütevelli heyeti üyesiyim. İki yıldır
benim işim bu.”
“Yani Gareth senin patronun.”
Gülümseyerek başını salladı. “Tanrı benim patronum. Tabii
Gareth aracılığıyla kendi amaçları doğrultusunda beni yönlen­
diriyor. Aslında gelip bizi dua ederken görmelisiniz. Bizimle
Tanrı’nın merhametini paylaşın.”
Kibarca güldüm ve yeniden notlarıma döndüm. “Kate’i
cuma günü gördüğünüzü düşünüyorsunuz. Ne yapıyordu?”
“Pencerenin kenarında durmuştu. Dışarı bakıyordu.”
“Birini mi bekliyordu?”
“İsabetli bir tahmin.” dedi sakin bir şekilde.
“Bu ne demek?”
“Chloe altı haftada bir, bir hafta boyunca babasında kalır.
O oradayken ya da başka bir şeyle meşgulken, Kate’in bazen...
Ziyaretçileri olur.”
“Ne çeşit ziyaretçiler?”
“Erkekler.”
Şaşırmamış gibi başımı salladım, sanki zaten biliyormuşum
gibi. Aslında o kadar da şaşırmamıştım. O bekâr bir anneydi
ve Una Burt’e göre kırk iki yaşındaydı, özel hayatı olabilirdi,
komşuları ne düşünürse düşünsün. “Erkekler derken, onu grup
olarak mı ziyaret ediyorlardı yoksa birer birer mi geliyorlardı?”

49
Jane Casey

Birer birer geliyorlardı.” Garip zorlama bir kahkaha attı.


Grup seks gibi tuhaf ilişkilerin içinde olduğunu sanmıyorum
ama tabii asla bilemezsiniz. Bu benim tecrübelerimin dışında.”
Gidip onun damlayan musluğunu tamir etmek için sabırsızlan­
dığına şüphe yok.
“Bir kereden fazla ziyaret eden aynı kişi dikkatinizi çekti mi?
Aynı arabalar?”
“Fark etmedim.” Suratı asıldı. “Bundan hoşlanmadım. Çık­
mak başka bir şey ama herkesin gözü önünde, kendi evinde öyle
bir aktivite. İğrenç!”
“Onunla hiç bu konu hakkında konuştunuz mu?”
“Denedim. Onu kilisemize davet ettim. Aradığı şeyi orada bu­
labileceğini düşündüm.” Endişeyle gülümsedi. “Pek işe yaramadı.”
Not defterimde bir sayfa çevirdim. “Tüm hafta sonu burada
mıydınız, Bay Norris?”
“Evet, bahçeyle uğraştım.” Çizilmiş olan ellerini kaldırdı.
“Bazı çalılar inatçı çıktı. Morgan bana yardım etti, o size anla­
tabilir.”
“Çalılarla ne yaptınız?”
Kaşlarını çattı. “Onları çöpe götürdüm. Geri dönüp, Ch-
loe’yi istasyonda gördüğümde yaptığım şey buydu.”
“Arabanızı araştırmak için araba anahtarlarınıza ve izninize
ihtiyacım var.”
“Neden olduğunu anlamıyorum. Yani bunun uygun olduğu­
nu düşünmüyorum.”
Kaşlarımı kaldırarak ona baktım ve bekledim.
“Bakabilirsiniz. Hiçbir şey gizlemeye çalışmıyorum.” Kahka­
ha attı. “Sadece neden bunu istediğinizi bilmiyorum, hepsi bu.”

50
ölülerin Kenuımasına İzin ver

“Sadece bir rutin.” dedim. “Hafta sonu sıra dışı bir şey fark
ettiniz mi? Garip ziyaretçiler, beklenmeyen gürültüler...” sesim
gittikçe azaldı. Hayır anlamında başını sallıyordu.
“Yani Kate’in evine gittiğimden beri beynimi zorluyorum.
Bir çığlık duydum mu? Gerçekten sanmıyorum. Yabancı birini
gördüm mü? Yine hayır. Herhangi bir şey hakkında endişelen­
dim mi? Ufacık bile bir endişe duymadım.”
Eğer kendi kendini sorgulayacaksa, bu beni çok konuşma
zahmetinden kurtarırdı. Önümdeki kâğıda anlamsız şekilde
kaşlarımı çatarak baktım. “Kate Emery, Chloe veya herhangi
biri hakkında, bilmem gerektiğini düşündüğünüz bir şey var
mı?i»
Derin bir nefes alıp verdi. “Şey. Bir şey var. Bahsinin geçme­
sinden rahatsız oluyorum ama sanırım söylemeliyim. Herkesin
iyiliği için. Bunu düşünenin sadece ben olmadığımı biliyorum
ve benden duymazsanız da er ya da geç başka birinden duyacak­
sınız.”
Anlıyorum ve dinliyorum yüz ifadesini takınarak başımla
onayladım. Devam et ve söyleyeceğin şeyi haklı göstermekten vaz­
geç korkunç adam.
“Bir erkek var. Genç bir erkek. Yirmi veya yirmi bir yaşların­
da olmalı. Onun gibi bir şey. Yolun aşağısında yaşıyor. 6 numa­
rada. Adı William Turner.”
Devam etmesini bekledim.
“Birkaç yıl önce polisle başı derde girmişti. Dört yıl önce
olmalı çünkü biz taşındıktan kısa bir süre sonraydı. Cinayete
teşebbüsten tutuklanmıştı.”
“Tutuklanmış mıydı? Ceza aldı mı?”
“Hayır. Nedenini bilmiyorum.”

51
Jane Casey

“Kurban kimdi?”
“Arkadaşlarından biri.” Norris kahkaha attı. “Bir arkadaşı.
Onu bıçakladı.”
Georgia gözlerini açarak sordu, “Ne oldu?”
“Okuldan sonra bir gündü.” dedi Norris başını üzüntüyle
sallayarak. “Herkes onun yaptığını biliyordu ama ispatlayama-
dılar.”
Şaşırmış bir şekilde sordum, “Kurban bir kanıt vermedi mi?”
“Konuşmadı. Tek kelime bile etmedi. Ailesi çok geçmeden
taşındı. Onları suçlayamam. Biz de bunu düşündük ama çok
kısa süre içerisinde ikinci kez taşınamazdık.” Omuzlarını silk­
ti. “Bu duymak istediğiniz bir şey olmuyor. Özellikle de on bir
yaşında bir kızınız varsa ve birkaç yıl içinde onun sokaklarda
gezeceğini düşünürseniz. Gerçi Bethany öyle değil, Tanrı’ya şü­
kür. Ona bayağı sıkı davrandık. Kuralları ve onları çiğnememesi
gerektiğini biliyor.”
Yavaşça, “O zaman netleştirmek gerekirse, daha önce bir bı­
çaklama olayına dâhil oldu diye William Turner’a odaklanmam
gerektiğini düşünüyorsun.”
“Sadece o değil. Çocuk garip. Size anlatayım; sürekli orta­
lıkta dolaşıyor, belli ki bir işi yok. Bu sürpriz değil. Ben onu işe
almazdım. Eğitimi yok, iş ahlakı da.” Norris öne doğru eğildi,
sesini alçalttı ve kesinlikle dürüsttü. “Ben psikopatlar hakkında
okudum ve bence o bu tanıma uyuyor. Nüfusun yüzde biri psi­
kopat biliyorsunuz. Yüzde bir. Bu çok. Bu sokakta yüzden fazla
insan yaşıyor ve ben bizimkinin kim olduğunu bildiğimiz için
rahatım.”
“Tamam.” dedim. “Beni bilgilendirdiğiniz için teşekkür ede-
• »
rım.

52
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Kızları izliyor.” Norris onaylamadığını göstermek için ba­


şını salladı. “Onu gördüm. Bahçe duvarına oturuyor ve onları
sokakta gezerken izliyor. Bazen onlarla konuşuyor. Sesleniyor.
Onlarla sohbet ediyor. Bethany’i ondan uzak durması için uyar­
dım. Tabii Chloe’yi de ama uzak durmasını anlayacak kadar
sağduyusu yok. Bu kadar yakışıklıyken çok zor ve o da yakışıklı
olduğunu biliyor.”
“Chloe’yi çok düşündüğünüzü görüyorum.” dedim. “Onun
rutinini biliyorsunuz, burada olduğu ve olmadığı zamanları bi­
liyorsunuz. Onu istasyondan buraya getiriyorsunuz. Evine çan­
tasını taşıyorsunuz.”
Yüzü kıpkırmızı oldu. “Eğer bir şey ima etmeye çalışıyorsa­
nız, ne ima etmeye çalıştığınızı bilmiyorum. Chloe için endişe­
leniyorum, kızlar için de endişeleniyorum. Ayrıca polis de Tur­
ner ile ilgili hiçbir şey yapmıyor.” Birden kiminle konuştuğunu
hatırladı. “En azından yapmıyor gibi görünüyorlar.”
“Bakmak ve konuşmak kanunlara aykırı değil. Bay Turner’ın
sosyalleşmesini engelleyemeyiz. Özellikle eğer -size göre- hiçbir
şeyden suçlu bulunmadıysa.”
“Evet.” Norris gözlerini kıstı. “Endişelenmekte haklı oldu­
ğumu da düşünmüyorsunuz ama onunla tanışmadınız. Onunla
konuşmadınız. Onun gözlerinin içine bakmadınız. Ben bunları
yaptım ve orada ne gördüğümü biliyorum.”
“Neydi gördüğünüz, Bay Norris?”
“O adamın ruhu yok.” Tartışmaya son noktayı koyan eda­
sıyla, sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Aslında bir açıdan
koymuştu da. Kesinlikle daha fazla uzatmak istemedim.
“Yardımınız için teşekkürler, Bay Norris. Bilmemiz gereken
bir şey aklınıza gelirse bizimle iletişime geçin. Muhtemelen,

53
Jane Casey

ifadenizin detaylarını teyit etmek için, sizinle tekrar konul­


mamız gerekecek. Sakıncası yoksa ayırt edebilme amacıyla, sizin
de parmak izninizi ve DNA’nızı almamız gerekecek.”
“Tabii. Evet. Yardım edebileceğim her şeye açığım.” Yine hu­
zursuz görünüyordu. “Yine de etrafta DNA ma ait bir şey bulur­
sanız, açıklanamayacak bir şey olmayacağından eminim.”
Musluğu tamir etmeye gittiğinizde tam olarak amacınız neydi,
Bay Norris?
Koridora kadar Georgia’yı takip ettim ve dışarıda duran Vbl-
vo’nun anahtarlarını aldım. Tam çıkarken birden aklıma geldi.
“Bay Norris.”
“Evet.” Tüm yüzüne yayılmış bir rahatlamayla kapıyı kapat­
mak üzereydi. Görünmeye çalıştığı gibi rahat olamamıştı hiç.
“Kediyle sorununuz nedir?”
“Oh! Kedileri sevmem. Aslında fobim var. Tüyleri. Size ba­
kışları. Ayrıca evde ne yaptığını görseydiniz...” Yine ağzını ka­
pattı ve kusacak gibi oldu. Alnında ter damlaları belirdi. Tekrar
konuşabildiğinde, “İğrenç hayvan.” diye homurdandı. “Bir yar­
dım kuruluşu onu almaya geliyor. Onu evimde istemiyorum.
Neden sordunuz?”
“Sadece merak ettim.” dedim ve yola kadar Georgia’nın pe­
şinden gittim.
Duyulamayacak kadar uzaklaştığımızda, “Anlamıyorum.”
dedi. “Neden merak ettin?”
“İki sebebi var. Biri kediyi o odaya hapsetmeye çalıştı ve bir­
kaç gün yalnız olsa da, hayatta kalabilecek şekilde bıraktılar onu.
O yanına bile yaklaşmak istemezdi ve susuzluktan ölmüş olması
da umurunda olmazdı. Sence o birini bıçaklayarak öldürebilir
mi? O sahneden bahsetmek bile onda kusma hissi yaratıyor.”

54
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Numara yaptığını düşünmüyor musun?”


“Hayır. Tabii yanılıyor da olabilirim. Kedi hakkında yanıldı­
ğımı düşünmüyorum.” Konuşurken dönüp eve baktım ve yuka­
rıdaki perdenin kıpırdadığını gördüm: Chloe diye düşündüm.
Yanında ise ikinci küçük bir figür, onu geri çekmeye çalışıyordu.
Işık gözlüklerini ortaya çıkardı: Bethany Norris. Georgia’ya gös­
teremeden çekildiler.
“Şimdi ne yapıyoruz? Gidip William Turner’ı mı göreceğiz?”
Enerji doluydu, burnunda kan kokusu olan köpekler gibi hede­
fe ulaşmak istiyordu.
“Uyumsuz sosyal psikopat. Bence o bekleyebilir. Biz ona
uğramadan Liv’in biraz geçmişini araştırmasını isteyeceğim.
Onunla konuşmadan önce, Kate Emery’e ne olduğu ve William
hakkında daha çok şey öğrenmek isterim.”
“O zaman ne? Eve mi gidiyoruz?”
“Hayır. Şimdi gidip bir diğer baş belasını göreceğiz.” Sırıt­
tım. “Ama bu tamamen bizim.”

55
ekrar hoş geldin.” Derwent kâğıt tulumunu çıkarmış,

T gömleklerinin kollarını kıvırmış, 27 numaranın girişinde


duruyordu. Galoşlar hâlâ ayağındaydı ve yüzünde her zamanki
alaycı ifadesi vardı.
“Benim sana, tekrar hoş geldin demem gerekmiyor mu?” de­
dim.
“Bu çok hoş olurdu. Bir merhaba bile duyduğumu sanmıyo­
rum, duydum mu?”
“Merhaba.” Ona bakarak yanından geçtim. “Neler oluyor?”
“Kev’in kan uzmanı burada. En az birkaç saate ihtiyacı ol­
duğunu söyledi, kan izlerinin etrafa yayılış şeklinin haritasını
çıkarması gerekiyormuş. Kanla kaplı olmayan yerlerin haritasını
çıkarmak daha kolay.”
“Eğer Kev uzmanın iyi olduğunu düşünüyorsa... ”
“İyi olmalı.” diye tamamladı cümleyi Derwent. “Ama gidip
evin diğer bölümlerini araştırmalıyım. Onun yoluna çıkmayıp
dikkatli olduktan sonra sorun yok.”
“Ben her zaman dikkatliyim.” Bir çift galoş aldım, bir çift de
Georgia’ya uzattım. “Giy bunları.”

56
ölülerin Konuşmasına İzin Yer

Söylenileni yaptı ama giyerken bakışlarını benden Derwent’a,


sonra tekrar bana çevirdiğinin farkındaydım. Bizim hakkımızda
ona ne anlatıldığını merak ettim. Şu anda ortalıkta dolaşan söy­
lentilerden emin değildim. Gerçeği biliyordum, o da Müfettiş
Dedektif Josh Derwent ile aramızda asla romantik bir şey olma­
dığıydı. Ve aklımda bu düşünceyle...
“Melissa nasıl?”
“iyi.” dedi Derwent kısaca.
“Thomas nasıl? Yeni evini sevdi mi?”
Yüzü yumuşadı. “Evet. Seviyor.”
“Tatilini ev taşıyarak mı geçirdin?” diye sordu Georgia.
“Bir kısmını. Bir kısmını da Portekiz’de.”
“Nerelerde?”
Cevap vermek yerine Derwent boğazını temizledi. Artık özel
hayatı hakkında konuşmak istemediğini görebiliyordum. Se­
kiz ay önce edindiği hazır aile ile ilgili, sonunda koruyucu bir
konuma geçmişti: Kız arkadaşı Melissa ve dört yaşındaki oğlu
Thomas. Thomas, Derwent’m en büyük hayranıydı ve bu his
kesinlikle karşılıklıydı. Derwent onları, ölümün kötü kokusu­
nun sardığı böyle bir evde hayal etmeyi bırak, burada onların
adlarını bile anmak istemiyordu.
“Helikopter herhangi bir ceset bulmamış.” Yine işe dönelim
ses tonumu kullanmıştım ve Georgia nın yan gözle bana baktı­
ğını yakaladım. “Nemrut!” beni tanımlamak için kullanacağı en
kibar sözcüktü sanırım. Sonra da, bir Cinayet Araştırma Eki-
bi’nde ne kadar eğlence bekliyordu acaba diye düşündüm.
“Hiçbir şey bulamadı.” dedi Derwent. “Bir süreliğine bir kö­
pek de geldi ama sorumlusu onun da işe yaramadığını söyledi.
Biraz tilki kakası bulmuş, eğer ilgilenirsen.”

57
Jane Casey

“Onsuz da yaşayabilirim.”
“Sen ne buldun?”
Büyük bir şey değil fakat buralarda yaşayan bir şüpheli var.”
Homurdandı. “Her zaman vardır.”
“Ama resme tam oturuyor gibi görünmüyor.”
“Devam et.” Ben ona Oliver Norris’i ve onun William Turner
hakkındaki şüphelerini anlatırken Derwent dikkatlice dinledi.
“Kate Emery hakkında söyledikleri daha çok dikkatimi çekti.”
“Neden?”
“Kızı yokken erkek ziyaretçileri oluyormuş. Bay Norris fark
etmiş.”
“Nasıl erkek ziyaretçiler?”
Ses tonumu değiştirmeden, resmî bir şekilde, “Bay Norris
düzgün davranmadıklarını düşünüyor.” dedim.
“Profesyonel yanlış davranışlar mı, amatör yanlış davranışlar
mı?
“Onu bilmiyorum. Henüz.”
“Kate’in yatak odasına bakarken bana katılmak ister misin?”
diye sordu yan yan bakarak.
Heyecanla, “Sabırsızlanıyorum.” dedim. Georgia’nın hâlâ
aramızda ne olduğunu anlamaya, ilişkimizi tartmaya çalıştığı­
nı biliyordum ama kesinlikle anlayamıyordu. “Oliver Norris'e
Kate’in akan musluğunu tamir etmeye geldiğinde, şüpheli bir
şeyler görüp görmediğini sormam gerek.”
Georgia, “Sence Norris, Kate’i ya da Chloe’yi takip mi edi­
yordu?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Bazı komşular her şeye burnunu sokan cinsten
oluyor. Herkes dedikodu yapmayı sever ve tabii Chloe kızıyla iyi

58
ölülerin Konulmasına İzin ver

arkadaş.” Omuzlarımı silktim. “Aileye giren çıkanlar hakkında,


bu kadar çok şey bilmesi garip karşılanabilir ya da civarda ne
olup bittiğini takip edip bilmek onun huyudur. İkisinden biri­
dir diyecek kadar onu iyi tanımıyorum.”
“Ama onu sevmedin.” dedi Derwent.
“Öyle bir şey söylemedim.”
Bana sırıttı. Ona bir yerlerde bunu hissettirmişim. Zaten
beni herkesten daha iyi tanıyordu.
“Yani bize bir ceset bulamadın.” dedim. Derwent’a saldırı
her zaman savunmadan daha iyiydi.
“Denedim.”
“Kimi aradığımızı bile bilmiyoruz.”
“Kate Emery.” Evde bir yerlerden bulduğu bir fotoğrafı ver­
di banay kısa açık saçlı, gülümseyen bir kadının yakından çe­
kilmiş fotoğrafı. Gözlerini kısarak güneşe bakıyor, gözleri iyice
küçülmüş, gülüşü yapmacık. Çerçeveletmek için seçeceğim bir
fotoğraf değildi ama açık havaya uygun giyinmişti ve neşeli gö­
rünüyordu. Dışa dönük ve neşeli. Tek bir fotoğraftan yola çıka­
rak, ikisi de olmadığını tahmin etmenin ötesinde, biliyordum.
Derwent, “Ben hâlâ sana onun bir şüpheli mi yoksa kurban mı
olduğunu söyleyemem.” diye ekledi. “Kev, DNA için acele ede­
ceklerini söyledi.”
Georgia düşünceli bir şekilde, “Görünüşe göre, biz bunun
hâlâ bir cinayet olup olmadığını bile bilmiyoruz, değil mi?”
Derwent ona bakmak için döndü. “Evet. Kesinlikle herhangi
bir sonuca ulaşmamalıyız. Bir kaza da olmuş olabilir. Sebze veya
herhangi bir şey doğrarken kendini kesmiş ve yara bandı ararken
de yere kanını damlatmış olabilir, genelde yaptığınız gibi...”
“Hayır, öyle olamaz.” Georgia’nın yanakları kızardı.

59
Jane Casey

“Belki kendini öldürmeye çalıştı ama bileklerini yanlış yer­


lerden kesti. Onuncu veya on birinci denemeden sonra sıkıldı
ve adamak için yüksek bir bina bulmaya gitti. Bu daha muhte­
mel değil mi?”
“Mümkün.” dedim yumuşak bir şekilde. “Senin tarif ettiğin
şekilde değil ama oluyor böyle şeyler. Acil hattı memuruyken,
cinayet teşebbüsü gibi görünen bir olay yerine gittim. Adamın
korkunç yaraları vardı ama aslında hepsini kendi yapmıştı.”
“Şüphe yarattın.” dedi Derwent. “O zaman intiharı da bir ola­
sılık olarak bir köşede tutuyoruz çünkü... Adım ne demiştin?”
“Georgia. Georgia Shaw.”
“Çünkü Dedektif Shaw bunu, birinin kendine yapabileceği­
ni düşünüyor. Tabii sonra da kendi mezarlarını kazmaya gitmiş­
lerdir sanırım.”
Georgia Shaw’a karşı mesafeli ve soğuktum ama yine de göz
kırptım. Derwent’in alaycı tarafına çokça maruz kalmış biri ola­
rak, bunun insanın canını nasıl acıttığını biliyordum. Ayrıca
Derwent’in, Georgia hakkında çoktan karar vermiş olduğunu
anlayacak kadar da uzun bir zaman Derwent ile çalışmıştım ve
Georgia’nın bununla ilgili yapabileceği de çok bir şey yoktu.
“Tamam.” dedim. “Yapmamız gereken şu: Georgia bir cina­
yet mahallî polisiyle, Norris’in arabasını, özellikle de bagajını
incelemenizi istiyorum. Bahçe çöpü yerine bir ceset taşımadı­
ğından emin olun. Eğer şüpheli bir şey bulursanız bana haber
verin. Hiçbir şey yoksa bile anahtarı ona hemen geri vermeyin.”
“Onu terletmek istiyorsun.” dedi Derwent.
“Şöyle diyelim: Birazcık tedirgin olmasını umursamıyorum.”
Georgia’ya döndüm. “Sonra da civardaki evleri dolaşın. Chloe
babasının evine gitmek için çarşamba günü evden ayrıldıktan

60
ölülerin Konulmasına İzin ver

sonra, Kate Emery’i gören olmuş mu ve onu gören sadece Bay


Norris miymiş? Garip bir şey görüp görmediklerini de sorun.
Bu eve erkeklerin girip çıktığını gören olmuş mu, onu da araş­
tırın ama bir şey söylemeden. Söylentiler çok çabuk gerçeğe dö­
nüşür ve herkes yardım etmek ister. Eğer onlardan duymak iste­
diğimizin bu olduğuna inanırlarsa, Tanrı’nın evi ziyaret etmek
istediğini bile söylerler.”
“Biliyorum.” Georgia hâlâ kırmızıydı. Bu sefer öfkeden ve
öfkesinin sebebi bendim. Ondan kurtulmaya çalıştığımı çok iyi
biliyordu ama bunun kendi iyiliği için olduğunu bilmiyordu.
Saate baktım. “Sekiz buçuk. Çok zaman harcamayın. Önemli
bir bilgiye sahip olan biri olsaydı, bize gelip söylemesine yetecek
kadar uzun zamandır buradaydık zaten. Yakındaki komşularla
çoktan konuşuldu, o yüzden biraz daha uzağa, yolun aşağısına
doğru gidin. Bir de William Turner’m evine kadar uzağa gitme­
yin, eğer onu görürseniz söylediklerinize dikkat edin.”
“Onu önemli bir şüpheli gibi görmediğini sanıyordum.” dedi
Georgia.
“Şu anda herkes şüpheli. Hadi gidin.” Georgia galoşları ya­
vaşça çıkarıp eşyalarını toplarken bekledim. Derwent elleri ce­
binde, usulca ıslık çalarak izliyordu. Düşünürken hep böyle ya­
pardı ve düşünen Derwent iyi bir haber değildi.
Georgia çıkar çıkmaz saçlarımı geriye attım. “Burası sıcak
değil mi?”
“Bu başkalarına emir verme yetkisinin verdiği sıcaklık, De­
dektif Kerrigan. Sevdin mi?”
“Uf, kapa çeneni!”
Sırıttı. “Sana yakışıyor. Ben seni hep pasif olan taraf olarak
gördüm ama belki de yanılmışımdır.”

61
Jane Casey

Merdivenlerden çıkarak etrafıma baktım. Işıklar kapalıydı ve


yukarısı karanlıktı, dehşetin yuvası genellikle karanlık olurdu.
Ev sessizdi. Durdum. “Nereden başlamak istersin? Buradan baş­
layıp yukarı çıkalım mı?”
Dalga geçmeyi hemen bıraktı. “Bana uyar.”
Tenim terden dolayı kaygandı ve saçlarım boynuma yapış­
mıştı. Evin önüne ve arkasına kurulmuş olan cinayet mahallî
çadırları, evin hava akışını engelliyordu. Gölgeler uzadıkça ısı
daha da artmış görünüyordu. Ceketimi çıkardım.
“Onu ütüledin mi?”
Bluzuma baktım. “Evet. Şey... Hayır. Parayla başkasına ütü­
lettim.”
“Neden?”
“Çünkü ütü yapmayı çok sıkıcı buluyorum ve zamanımı
daha iyi şeyler yaparak geçirebilirim. Gelen kişi aynı zamanda
temizlik de yapıyor.”
«fi • »
ilginç.
“Aslında değil.”
“Bana göre öyle.” dedi Derwent. “Genellikle yataktan henüz
kalkmış gibi görünüyorsun. Bu imaj değişikliği neden?”
“Her zaman dağınık görünmüyorum. Her neyse, profesyo­
nel görünmeye çalışmanın nesi yanlış?” Saçımı geride topladım.
“Birden. Şimdi Çavuş Dedektif oldun diye mi?” Bana sırıta­
rak, Çavuş Dedektif kelimelerini bastırarak söyledi.
“Bunu hazmedemiyorsun değil mi?”
“Çavuşluk sınavını geçtiğine inanabilirim. Bunu takımda ka­
labilmek için kullanmış olduğuna inanamıyorum.”
Hiçbir şey söylemedim. Sınavı geçer geçmez Çavuş Dedektif
pozisyonunun, Başkomiser Charles Godley’nin bizzat araya gi-

62
ölülerin KonnımMina İzin irer

rcrck; onun ısrarları sonucunda ve olduğum yerde kalayım diye


bana verildiğini benim gibi o da biliyordu. Başka bir yerde ça­
lışıyordu ama hâlâ takımıyla yakından ilgileniyordu ki bu Una
Burt’ün hiç hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden, ekipte mutlaka bir
başka Çavuş Dedektife ihtiyacımız olduğu konusunda ısrarcı
davrandı. Ayrıca önceki yıl bir arkadaşımızın ölümü nedeniyle,
ekipte bir kişi eksildiği için de istediğini yaptırdı. Ölü adamların
yeri. Fırsatlar trajedilerden doğuyordu. Bunu kutlamak benim
için çok zordu. Bu ölüm hepimiz için ağırdı ama bana daha ağır
gelmişti.
Ve yine benim hatamdı.
Sanki Derwent ne düşündüğümü biliyormuş gibi kolunu
omzuma koydu. “Geri dönmek güzel. Beni özledin mi?”
“Her gün. Sen yokken buralar çok sessiz ve huzur doluydu.”
“Hiç eğlenceli değilmiş.”
“Hiç değildi.” diye onu onayladım ve gerçekten de bunu kas­
tetmiştim.
Zemin katta ayrıldık. Ben oturma odasına odaklanırken,
Derwent da mutfağa girdi. Okur değillerdi ama büyük bir tele­
vizyon ve bir dolap dolusu DVD vardı; klasik filmler, çizgi film­
ler. Odada sıra dışı veya beklenmeyen bir şey yoktu. Derwent ile
koridorda buluştuk ve yukarı, yine hiç kitap bulamadığım, biraz
makyaj malzemesi, çokça kıyafet, bir çekmece de yığınla sahte
takı bulduğum Chloe’nin odasına çıktık. Takıların birkaçı hiç
kullanılmamıştı, üzerlerinde hâlâ etiketleri vardı, ağır bir kolye­
nin üzerinde güvenlik etiketi duruyordu. Koleksiyonu parma­
ğımla karıştırdım. Çalınmış mıydı? Ya da bu benim şüpheci ak­
lım mıydı? Bir çekmece açtım ve bir kutu ilaç buldum: Ritalin
ve hem de altı ay yetecek kadar. Chloe’nin aktif bir seks hayatı

63
Jane Casey

olması beni şaşırtmamalıydı ama şaşırttı. Belki de annesi, üzgün


olmaktansa tedbirli olmanın daha iyi olacağını düşünmüştü.
Hamileliği engellemek, istenmeyen bir bebekle uğraşmaktan
daha iyiydi. Tüm ilaçları Chloe’ye vermek için topladım.
Derwent küfrederek evin ön tarafındaki misafir odasını
araştırmıştı, ilginç hiçbir şey yoktu. Kedi kokusu uçup gide­
ceğine, daha da hissedilir hâle gelmişti ve ufacık bir vicdan
azabı çekmeden bunu ona bırakmıştım. Ön tarafta küçük, tek
kişilik yatağın sığabileceği kutu gibi bir oda daha vardı, içeride
mühürlü kutulardan oluşan yüksek bir yığın vardı. Hepsinin
üzerinde NOVO Gaudio İthal. Çinden gemiyle gönderildi, ya-
zıyordu. Birini anahtarla açtım ve kutu kutu ilaçlar buldum.
İçerik, kutunun üstünde gümrüğün yazdığıyla uyumluydu ve
ben ilaçların ne ilacı olduğunu bilmesem de, hepsinin yasal
olduğunu varsaydım.
Kate Emery’nin odası, çalışma odası ve bir diğer yatak oda­
sı en üst kattaydı. Kan izleri tahmin etmiş olduğumuz gibi ilk
katta devam ediyordu. Burayı kirli gösteren SOCO’nun parmak
izi tozuyla bıraktığı izlerdi. Evin geri kalanı gibi çok düzenli ve
feminendi; açık pembe yatak örtüleri, pembe perdeler, banyoda
pembe havlular. Küçük yastıklar yatağın üzerinde üst üste ko­
nulmuştu, her iki yanında üç tane vardı ve ortada da en göste­
rişli olanı duruyordu.
“Melissa bunu severdi.” dedi Derwent.
“Yeni evi sevdi mi?”
Derwent komodin çekmecelerinden birini açtı ve içinde bul­
duğu her şeyi yatağın üzerine koydu. “Her yere küçük yastıklar
koymaya devam ediyor. Nedir bu kadınlar ve küçük yastıklar
arasındaki?”

64
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

Komodinin üzerinde duran resmi aldım: Çok daha genç


Chloe ve Kate birbirlerine sarılmış gülümsüyorlardı, kumsalda
rüzgarlı bir havada. Mutlu anılar. “Senin dairen çok... Kızlara
uygun bir daire değildi.”
“Hayır değildi.” Bana baktı. “Müstakil ev daha iyi.”
“Hiçbir şey şehre yakın olmakla kıyaslanamaz.”
“Sen oraları biliyor olmalısın. Sutton senin annenlerden uzak
değil.”
“Oraya yakın yaşadıklarını hatırlayıp hatırlamadığını merak
ediyordum. Oraya taşınmaya karar vermene şaşırdığımı söyle­
meliyim.” Ben orayı ufacık bir pişmanlık duymadan arkamda
bırakmıştım.
“Çocuk için iyi bir okul bulmamız gerekiyordu ve bir bah­
çeye de ihtiyacı vardı. Ortalıkta koşabileceği bir yer.” Yüzü ay­
dınlandı. “Ona bir oyun evi almak istiyorum. Karargâh gibi bir
tane yapıyorlar.”
Gülümsememi sakladım. Bir kere asker olan hep asker kalı­
yor. “Kulağa hoş geliyor.”
“Evet. İyi.” Birkaç dakikalığına heyecanlanıp, niyetlendiğin­
den daha fazla şey anlattığını biliyordum. Derwent’in davranış­
larından, dünyadaki en kötü şeyin sevilmek olduğunu düşünür­
dünüz.
Derwent evcilleşmişti. Garipti ama ona yakışmıştı. İkimizin
arasından, ilk onun böyle bir düzen kuracağını asla düşünmez­
dim. Tabii yakışıklı sevgili erkek arkadaşımın bir başkasıyla ya­
tıp, özrü bir kenara bırak, hoşça kal bile demeden beni terk ede­
ceğini de düşünmezdim. Ortadan kaybolalı neredeyse bir yıldan
fazla olmuştu ve ben onu hâlâ kabul etmek istediğimden daha
fazla özlüyordum. Hayatımın geri kalanında, onunla birlikte

65
Jane Casey

olmak isteyecek kadar çok sevmiştim onu ve bir şekilde bana


tekrar geri döneceği umudunu içimden atamıyordum.
Araştırmaya devam eden Denvent’ı izledim. Çekmecenin ar­
kasını karıştırırken eline geçirdiği bir şeyi inceliyordu.
“Ne buldun?”
“İki prezervatif. Kullanma tarihine bakarak, son zamanlarda
alınmış olduğunu söyleyebilirim ama seks oyuncağı yok. Kelep­
çeler yok. Kırbaç yok.”
“Oliver Norris’in hayal etmiş olabileceğinden çok daha az
sapıkça. O ne?” İçinden bir defter bulmayı umduğum deri bir
kutuyu elinden hızla aldım. “Lanet olsun. Bir günlük çıkar diye
bekliyordum.”
“Makyaj malzemesi, nemlendirici, göz kremi...” Derwent
omuzlarım silkti. “Her zamanki kadınsı zırvahklar.”
Çok düzenli bir şekilde yerleştirilmiş şifonyere doğru yürü­
düm. Tamamen doluydu. “Eksik bir şey var mı onu anlayamam
ama buna şaşırdım. Gerçekten iç çamaşırı konusunda çok zevkli.”
“Bakalım.”
“Bunun dikkatini çekeceğini nasıl bildim?” Bir sütyeni ha­
vaya kaldırdım: İtalyan, dantelli örümcek ağları kadar hafif ve
ince. “Bu giymek için değil. Bu çıkarmak için.”
“Yaramaz Kate.”
“Bekâr Kate. Chloe’yi doğurduğunda çok genç olmalı.” He­
saplamayı yapmak için durdum. “Yirmi dört. Belki de boşandık­
tan sonra, yakalaması gereken bazı şeyler olduğunu düşündü.”
Alttaki çekmecelerde rengine göre, sanki başkaları tarafından
karıştırılacağım biliyormuş gibi özenle yerleştirilmiş tişörtler ve
kazaklar vardı. Katlanmışların altında, arasında bir şey var mı

66
ilişlerin Konulmasına izin var

yok mu diye kontrol ettim. Sonra her çekmeceyi tek tek yerin­
den çıkardım, altlarına baktım, yanlarına ve ayrıca arkalarına.
“Bir şey mi sakladığını düşünüyorsun?”
“Asla bilemezsin.”
Kıyafetlerin aralarını kontrol ederek, her kutuya ve içindeki­
lere bakarak, asılı elbiseleri silkeleyerek, ceplerinde bir şey var mı
yok mu diye bakarak araştırmaya devam ettim. Bulana kadar ne
aradığımı bilmem imkânsızdı.
Karmakarışık pis evleri, terk edilmiş binaları ve barınakları
aramıştım; hiç olmazsa bu temizdi fakat aynı zamanda hayal
kırıklığına uğratacak şekilde normaldi.
Gardırobun arkasında beni durduran bir şey oldu. Açtım ve
geri çekildim. “Tanrım!”
Derwent çöpün içindekileri kanıt poşetine döküyordu. Yu­
karı baktı, dikkati dağılınca çöpün yarısı yere döküldü. “Kah-
retsın!
“Gel ve buna bak.” dedim.
“Ne?”
“Kıyafetler.” Çantayı kolumu açarak uzattım, diğer eldivenli
elimin tersiyle de ağzımı kapattım.
Geldi ve poşetin içine baktı, sonra geri çekildi. “Lanet olsun.
Bu kokuyor!”
Yıkanmamış spor malzemeleri ya da kirli yatak çarşafları gibi
çok güçlü ve keskin bir kokusu vardı.
Poşeti sallayarak içindeki kıyafetleri dokunmadan dışarı çı­
kardım. “Bir büstiyer, etek, sütyen, spor ayakkabıları. Eksiksiz
bir takım.”
“Yıkamakla uğraşmadığı bir takım.”

67
Jane Casey

“Ya da onu bu şekilde saklamak için bir nedeni vardı.” Poşeti


ona uzattım. “Kanıta zarar veririz diye çıkarmak istemiyorum
ama iç çamaşırlarına bak.”
Eğildi ve baktı. “Yırtılmış.”
“Fena bir şekilde.” Yeniden çantayı dikkatlice kapattım. “Bir
çanta dolusu yıkanmamış yırtık kıyafeti mükemmel dolabında
neden bırakırsın?”
Derwent bana baktı, yüzü ciddiydi ama ne düşündüğünü
söylemedi. Söylemek zorunda değildi. “Çantayı sar.”
Çantayı kahverengi kâğıt bir poşete koydum. Eve olanla ilgisi
olabilir, olmayabilir de ama kıyafetlerin üstünde kimin DNA’sı
olduğunu ve oraya nasıl girdiğini bilmek istiyorum.
Derwent kendinden uzağa düşen pamuk parçalarını ve diğer
çöpleri topladı. Halının üzerinde parlayan bir iğne ve düğmeyi
işaret ettim. Şu anda ne kadar çok şey alırsak, gözden kaçırdığı­
mız o kadar az şey olurdu ama laboratuvarı ilgisiz materyallerle
doldurmak da, bizi pek popüler yapmayacaktı.
Derwent çalışma odasına giderken ben de ebeveyn banyosu­
na girdim. Tertemizdi. Soco’lar oraya da girmişti ama parmak
izi pudrası sadece lekeleri yakalamıştı. Camları temizlemek için
kullanılan bir de bez bulmuşlardı. Çamaşır suyu ve daha keskin
bir şey daha kokuyordu. Lavaboya eğildim ve içime çektim, ke­
sinlikle daha güçlü. Lavabo açıcılar kanıtları yok etmek yerine,
gerçekten lavabo açmak için kullanılır. Banyo kabini o kadar iyi
düzenlenmişti ki tek bakışta ilginç bir şey olmadığını görebil­
dim. Bir kutunun içinde jilet vardı, makyaj malzemesi yoktu.
Hiçbir anlama gelmediğine karar verdim. Evde bir erkeğin ya­
şadığına dair hiçbir iz yoktu. Kate’in kendi de jiletleri kullanmış
olabilirdi. Aynı şekilde, hâlâ paketlerinde olan kullanılmamış

68
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

diş fırçaları da, Oliver Norris’in söylediği gibi ziyaretçileri oldu­


ğu anlamına gelmezdi. Diş fırçası gibi ihtiyaç olan şeyleri stok-
layan insanlardandı. Lavabonun altında tuvalet kâğıtları ile dolu
bir sepet vardı ve banyoda her şeyden en az iki tane buldum.
Her şey planlama, bakım, hazırlık ve organizasyon kokuyordu.
Kaos, terör veya bir felaketi çağrıştıran hiçbir şey yoktu. Aşağıda
birini öldürdükten sonra aceleyle çıkmış biri izlenimi uyandır­
madı ben de.
“Ne buldun?” Çalışma odası tek kişilik dar bir yer olduğu
için, kapısında durdum. Bilgisayar alınmıştı, arkasında yerinin
izi kalmıştı ve raflardaki bazı dosyalar yoktu. Boşluklara da poli­
sin aldığını gösteren etiketler konulmuştu. Onun dışında burası
da, evin geri kalan kısmı gibi organize ve düzenliydi.
“Hiçbir şey.” İncelediği evrak klasöründen başını kaldırma­
dan cevap vermişti. “Ama Liv işe yarayan şeyleri çoktan aldı.”
“Kızıyla ilgili bir şey var mı?”
“Eğitim Bakanlığı ile bir sürü yazışma.” Hızlıca göz gezdiri­
yordu. “Geçmişe kadar uzanıyor. Chloe’ye burada eğitim aldıra-
bilmek için çok savaşmış. Normal eğitim sisteminde kalmasını
istemiş, Bölge Kurulu da ekstra öğrenme desteği vermeyi iste­
memiş.”
“Chloe hakkında ne diyor?” Ben onu merak ediyordum. Be­
nimle konuşurken mesafeliydi ama netti. Yine de şoka girmek,
üzerinizde böyle bir etki yaratabilirdi.
“Konuşma zorluğu. Gelişim geriliği. Dikkat dağınıklığı. En­
dişe. Karşı gelme bozukluğu.” Derwent burnundan soluyordu.
“Bu sadece sana söylenenleri yapmak istemediğin anlamına ge­
liyor.”
“Başka ne diyor?”

69
Jane Casey

“Kime sorduğuna bağlı. Kurula göre bir problemi yok. An­


nesine ve danıştığı psikologlara göre Chloe’nin ona yardımcı
olabilmesi için tam zamanlı bir sınıf asistanına, ekstra eğitime
ve testler için ekstra zamana ihtiyacı var...” Derwent iç geçir­
di. “Eğer çocuğun normalse, ne kadar şanslı olduğunun farkına
varmanı sağlıyor.”
“Bence artık normal kelimesini kullanmamalıyız, öyle bir
şey yok.”
“Saçma.” Beni iterek yanımdan geçti ve banyoya girdi.
Oraları çoktan araştırmış olmama rağmen, dolapları karıştır­
masını dinledim. “Bir pasaport buldun mu?”
“Çekmecede.”
“Nakit para?”
“Önemli bir miktar değil.”
“Mücevher?”
“Hayır, zaten bulduğum fotoğraflarında da onu çok mücev­
her takarken görmedim.” Derwent tekrar göründü. “Her neyse,
bunu bir hırsızlık olarak görüyor musun?”
“Hayır.”
“Gel ve buna bak. Beni yatak odasına geri götürdü ve Fran­
sız pencerelerini açtı. Bel yüksekliğinde bir tırabzan vardı. Hava
karanlıktı, çevredeki evlerde ışıklar yanıyordu. Yağmur bir an
için durmuştu, hava güzeldi ve görebildiğim tüm bahçelerden
gecenin kokusu yükseliyordu. Durduğum yerden, evleri bahçe­
lerle çevrelenmiş kocaman bir alan gibi görünüyordu. Duvarlar
ve çitler görünmez olmuştu.
“Komşulara bir şey görüp görmediklerini sormamız lazım.”
Karşıdaki evlerin arka bahçelerine bakıyordum, harika bir man-

70
ölülerin Konuşmasına İzin ver

zaram vardı, aydınlanmış pencerelerin ardında oynanan evcil


dramalar. Hayat olması gerektiği gibi devam ediyordu.
“özellikle arkadaki evlere... Arka kapıdan çıktığını düşünü­
yoruz.” dedi Derwent. “Köpek bizi arkadaki çite ve orada ki bir
kapıdan geçirerek, iki bahçe arasında uzanan dar bir yola götürdü.
Sola doğru gittik. Bir... İki... Üç bahçe geçtik; o ev.” Eliyle göster­
di. “22, Constantine, eğer merak ediyorsan. Köpeği bahçeye sal­
dık ve tilki kakası nedeniyle heyecanlandı. Ve sonra... Hiçbir şey.”
“O evde kim yaşıyor?” Göze batıyordu çünkü ışıkları yan­
mıyordu.
“Şu anda kimse yok. Komşular sahibinin bir bakım evinde
olduğunu söyledi. Kapılara ve pencerelere baktım, güvenli gö­
rünüyordu.”
“Evin önüne giriş?”
“Bir kapı var. Üzerinden çok rahat tırmanabilirsin.”
“Ben bile mi? Kolay olmalı. Peki, üzerinden bir cesedi geçi­
rebilir misin?”
“Mümkün. İstemezsen de on saniyede kilidi açabilirsin.”
“Köpek birinin bunu yapmış olabileceğini mi işaret etti?”
Derwent omuzlarını silkti. “Oraya gelene kadar köpek çok­
tan ilgisini kaybetmişti.”
“Ama katilimiz arabasını kimsenin oturmadığı bu eve park
etmiş olabilir ve arabasındaki cesedi buraya taşımış olabilir.”
“Yapmış olabilir.”
“Çok çaba harcamak gerek. Eğer cesedi götürmek istiyorsan,
neden ön kapıyı kullanmayasın?”
“Tüm komşular izlerken?” Derwent başını salladı. “Bu evle
ilgili bilmediğin şey, evin bir de ön bahçesi olduğu.”

71
Jane Casey

“Var mı?”
“Yüksek çitli.”
“Şimdi daha anlamlı oluyor.”
“Eğer yeri iyi biliyorsan, ölü bir bedeni oraya sürükleyebilir-
•»
sın.
“Eğer biliyorsan.” dedim. “Orada kimsenin yaşamadığını bil­
men lazım ve tabii kapıyı da. Buralarda yaşıyor olman lazım.”
“Hmm.” Derwent sessiz sahnelerin yer aldığı evlere doğru
baktı. “Kate Emery’nin bedenini nerede bulacağımı bilemeye­
bilirim ama katilini aramaya nereden başlayacağıma dair fikir­
lerim var.”

72
ölülerin Konuşmasına İzin ver

azartesi sabahları dünyanın her yerinde aynı, hangi iş veya

P şehir olduğu fark etmiyor. Yorgun bir grup dedektif, uykulu


gözlerle Putney cinayet mahallî hakkındaki bilgilendirme top­
lantısına katılıyordu. Odanın dışında, başlamak için sabırsız­
lanan ve bir aşağı bir yukarı yürüyen Una Burt’ü görmüştüm.
Onun kadar istekli olmayı dilerdim. Esnememeye çalıştım,
esnememi tutmaya çalışırken çenem titredi. Georgia Shaw gri
pantolon takımı içinde, kulaklarında gümüş Tifanny küpeleri
ve açık renk saçları derli toplu, odanın ön tarafında oturuyordu.
Ona dik dik bakmamalıydım. Ben bundan daha iyi biriydim.
“Merhaba.” Liv Bowen yanımdaki sandalyeye oturdu, si­
yahlar içinde kusursuz görünüyordu, saçını karışık bir modelle
arkasında toplamıştı. O da en düşük seviyedeki dedektiflerden
biriydi ve iyi olanlarındandı, benim arkadaşımdı. Kendimi ra­
hatlamış hissettim.
“Merhaba.”
“Bitmiş görünüyorsun. Cinayet mahallînden kaçta ayrıldın?”
“Bire geliyordu.” Sonra da boş daireme dönmüştüm. He­
men yatmamıştım. Haber başlıklarını dinlerken bir kâse gev­
rek yedim ki bu neredeyse bir zaferdi. Bir: Gevrek almıştım.

73
Jane Casey
r’<

“i (
İki: Bozulmamış sütüm vardı. Üç: Onları yemeyi hatırlamıştım.
Liv’in ilgilenmeyeceğini hissettim, o nedenle de ona anlatma­
dım. Guildford yakınlarında kız arkadaşıyla evcimen bir hayat
yaşıyordu. Hem de benim bu yarım yamalak hayatımdan çok­
tan umudunu kesmişti. Ona ayrıca, temizlikçi gittiğinden beri
iki gündür, odalarda her şeyin düzenli bir şekilde durduğunu da
söylemedim. Elektrik süpürgesinin izleri hâlâ halıda duruyordu.
Birkaç saatini başkalarının nasıl yaşadığına dair yargılara var­
makla geçiriyorsun ve sonra bu, kendi hayatına başka bir açıdan
bakmana sebep oluyor, istesen de istemesen de.
Soruşturma haberlere çıkmıştı ama ayrıntılar gizlenmişti.
Medya bunun sadece bir cinayet soruşturması olduğunu bili­
yordu. Haber daha çok polisin yağmurda, kanalizasyon kapakla­
rını kaldırarak, çalılıkları sopayla yoklayarak bölgeyi aramasıyla
ilgiliydi. Ben de bir anlığına ekranda göründüm. Kamera Geor-
gia’nın açık renk saçlarının üzerinden de geçmişti.
Eğer üzerimden istemediğim dikkatleri biraz alırsa, Georgia
ile çalışmayı sevebilirdim.
“Nasıl gitti?” diye sordum Live.
“Ivır zıvır. Geçmişle ilgili konular.” Omuzlarını silkti. “Kate
Emery’i öldürmeyi teşvik etmiştir, diyeceğin hiçbir şey yok.”
“Bu utanç verici...”
“Ben de öyle düşünüyorum.”
Derwent iç çekerek önümdeki sandalyeye oturdu. Zorla,
başıyla merhaba dedi ki bu beni hiç şaşırtmadı. Sabah insanı

Ayrıca öğleden sonra ve akşam insanı da değil.


“Evet.” Una Burt içeri girdi ve elindeki dosyayı masaya koy­
du. “Kate Emery hakkında konuşmak üzere buradayız. Valerian

74
ölülerin Konuşmasına İzin ver

Caddesi’nde kızı Chloe Emery ile yaşayan kırk iki yaşında bir
anne. Chloe on sekiz yaşında. Son birkaç gündür babası ve
onun ailesiyle kalıyordu. Çarşamba günü Londra’dan ayrıldı ve
dün öğleden sonra döndü. Beş gün.” Odaya anlamlı bakışlarla
göz gezdirdi. “Chloe gittiğinde her şey normaldi. Döndüğünde,
ev kana bulanmıştı ve annesi gitmişti. O beş gün içinde Kate
Emery’e ne olduğunu bulmalıyız ve şu anda nerede olduğunu
öğrenmeliyiz. Kim başlamak ister?”
Liv, “Geçmişi hakkında biraz bilgi verebilirim.” diyerek gö­
nüllü oldu.
“Devam et.”
“Kate Emery on iki yıldır o adreste yaşıyor. Chloe’nin baba­
sı Brian Emery’den boşandıktan sonra buraya taşınmış. Devlet
okuluna giden Chloe’nin velayeti onda.”
“Normal eğitim mi?” diye kontrol etti Burt.
“Evet ama destekle. Chloe’nin bazı eğitimsel yetkinlikleri
eksik.” diye açıkladı Liv odanın geri kalanına. “Kate bu on iki
yılın büyük bölümünde, zamanını çoğunlukla evde geçiren bir
anneydi. Dört yıl önce kendi işini açtı. NOVO Gaudio ithalat.
Çocuğu olmayan çiftlere doğurganlığı artırıcı, geleneksel bitki­
sel ilaçlar ithal ediyordu.”
“Tıp geçmişi var mı?” diye sordu Burt.
“Evlenmeden önce hemşireydi. Diplomasını zamanında ye­
niden onaylatmadığı için artık yapmasına izin verilmiyor. İthal
ettikleri, tıbbi ilaçtan çok diyet takviyesi olarak sınıflandırılıyor,
bu sebeple de onları yasal olarak getirtebiliyor.”
“İşe yaramışlar mı?” diye sordu Burt.
“Birçok memnun müşteri internet sitesine geri bildirimde
bulunmuş. Kaç tanesinin gerçek olduğunu bilmiyorum.” dedi

75
Jane Casey

Liv. Birçoğunun tarzı aynı gibi görünüyor ama hamile kalmak­


la ilgili çok fazla söylenecek bir şey yok herhâlde. Tabii söyleye­
cek çok şey vardır muhtemelen ama en azından doğurganlığı
artıran ilaçlar satan bir internet sitesine değil.”
Hepsini not aldım. Memnun olmayan müşteri? Ben hâlâ her
ay hamile olmadığım için şükretme devresindeydim ama bir
çocuğa sahip olma açlığını da anlayabiliyordum. Başkalarında
bunu görmüştüm ve korktum. Bekârken ve böyle kalacağım
muhtemelken, bu konu hakkında yapabileceğim çok da bir şey
yoktu.
“İşi nasıl gidiyordu?” Soru Colin Vale’den geldi. Hesaplan
incelemek için kâğıtları eline almıştı. Onun için üzülüyordum
çünkü kapalı devre kamera kayıtlarını taramak veya saatlerce sü­
ren kâğıt işleri yapmak gibi sıkıcı işler hep ona düşüyordu ama
bu onu mutlu ediyordu.
“Net bir şey söyleyemem çünkü elimde bu yıla ait hesaplar
yok ve bilgi işlemciler henüz Kate’in bilgisayarını incelemedi.”
dedi Liv. “Umduğu kadar iyi gitmediği izlenimini edindim.
Evinde bir sürü stok ürün vardı. İlk satışları güzeldi ama zaman­
la azaldı, geçen yılın kârı diğer yıllara oranla çok düşük. Şirket
adını araştırdım ve kısırlıkla ilgili bir mesaj panosunda, ürünle­
rini bayağı kötüleyen mesajlar gördüm: Bunları kullanmayın,
bunlar çöp, para kaybı... Bu tür şeyler. Sonuçlardan memnun
olmayıp da şikâyet eden birçok kullanıcı vardı ve onlara cevap
olarak da, o zaman bunu kullanmamalarını söyleyen insanla­
rın cevapları. Aslında Kate, müşterilerine paralarını geri almak
için ona başvurabileceklerine dair bir mesaj göndermiş ama
bunu sadece yazdıklarını sildikleri takdirde ödeyeceğini söyle­
miş. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu da pek iyi gitmemiş. Tabii,
NOVO Gaudio ürünlerini savunan birkaç mesaj vardı. İnternet

76
ölülerin Konuşmasına İzin ver

sitesindeki olumlu yorumlan da okumuşlar fakat kullanıcılar bu


mesajlara bayağı şüpheyle yaklaşmış. Hesapların hepsi, internet
sitesi kullanım şartlarını ihlal ettiği için dondurulmuş.” Liv göz­
lerini bize çevirdi ve gülümsedi. “Bu da onların sahte olduğunu
gösteriyor. Bunlara çorap kuklalar deniyor. Kısaca Kate kendi
ürünleri hakkında yalan söylerken yakalanmış.”
“Yani iki yakasını bir araya getirmeye çalışıyordu.” dedi Burt.
“Şey... Hayır. Tam olarak değil. Şu anki hesabında para vardı.
Küçük bir birikim hesabı var. Sanırım işe çok yatırım yapmış
ama küçük bir miktar nakit kalmış geriye.” Liv önündeki dokü­
manların sayfalarını çevirdi. “Kişisel bir banka hesabından her
ay üç bin dolar alıyormuş. Bunu takip etmedim ama bu Ch­
loe’nin babası olabilir.”
“Chloe on sekiz yaşında.” dedim. “Ona destek olmak için
hâlâ ödeme yapıyor mudur?”
“Öğrenmeye değer.” dedi Burt. “Toplantıdan sonra benden
adresi al. Babayla konuşabilirsin.”
Başımla onayladım. “Ben de konuşabilir miyim diye sora­
caktım. Chloe ziyaretinden eve erken döndü ve bunun sebebini
bilmek istiyordum. Bana anlatmadı.”
“Ya da anlatamadı.” dedi Georgia. “Bayağı korkmuş görü­
nüyordu.”
Korkmuş? Georgia’nın ne demek istediğini çok iyi biliyor­
dum ve odanın geri kalanı da. Bana doğru bakmadı ve nasıl bir
reaksiyon alacağını düşünmeden bıçağı arkamdan sapladı.
“Sanırım daha çok şoktaydı.” dedi Una Burt beni kurtararak ki
buna şaşırmıştım. “Maeve sadece istediği zaman korkutucu olur.”
“Kate evin banka kredisini nasıl ödüyordu?” diye sordu Pete
Belcott. Belcott’ı sevmezdim ama istediği zaman iyi bir polis

77
Jane Casey

olabileceğini fark ettim ve bu durumda da doğru soruyu sor­


muştu.
“Ev kredisi ödemiyordu.” dedi Liv. “Herhangi bir bankaya ya
da ipotek şirketine ödeme bulamadım. Bu nedenle umutsuzca
nakit paraya ihtiyacı yoktu, işini kurtarmak için kolayca evin
değeri karşılığında para alabilirdi.”
“Şu anki hesabına başka ödemeler de gelmiş mi?” diye sordum.
“Özel bir şey yok. Aldığı ve iade ettiği geri ödemeleri var.
Birikim hesabından birkaç yüz dolarlık bir transfer.” Liv omuz­
larını silkti. “Ne arıyordun?”
“Başka bir gelir kaynağı. Komşulardan biri, kızı yokken bir­
çok erkeğin onu ziyaret ettiğini söyledi. Profesyonel bir iş mi
değil mi, merak ettim?”
“Eğer böyle bir şey yapıyorsa bile sadece nakit çalışıyordun
Çoğunluğu öyle yapıyor. Detaylı vergi iadelerini hesaplayacak
türden insanlar değiller.” Belcott odaya göz gezdirdi. “Yani duy­
duğum bu.”
Chris Pettifer buna kahkahayla güldü ama onun her zaman­
ki alaycılığının kötü bir taklidiydi. Son birkaç ayda on yıl yaş­
lanmıştı. Ekibin bir üyesini kaybettiğimizden beri aynı değildi.
Belki de kendini suçluyordu.
Beni suçladığını biliyordum.
“Evi araştırırken çok fazla nakit para bulmadık.” dedi Derwent.
“Kasa da yoktu. Çaydanlığın içinde bile bir şey yoktu.”
Burt’ün dikkati Denvent’a yöneldi ve sanki “topçular ateşe
hazır” der gibiydi. “Evet, bize ne bulduğunu anlat.”
Derwent boğazını temizledi. “Evi aradık...”
Burt sözünü kesti. “Biz kim?”

78
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Ben ve Kerrigan.”
“Ya köpek?”
“Ah evet. O bizden önce aradı. Dürüst olmak gerekirse çok
fazla bir şey bulamadı.”
Sandalyesinin arkasına tekme vurma isteğimi engelledim.
Toparla artık. İkimizi de kötü duruma düşürüyorsun.
Sanki beni duymuş gibi daha dik oturdu. “Eğer mahallenin
bir haritası varsa, köpeğin çizdiği yolu size gösterebilirim.”
Tabii ki Una Burt’ün elinde oranın haritası vardı. Aslında
bir uydu fotoğrafıydı ve dizüstü bilgisayarındaydı, bu yüzden
de duvara yansıtılabiliyordu. Derwent sandalyesinden kalktı ve
odanın ön tarafına geçti, ev ödevini düzgün bir şekilde yapma­
yan bir öğrencinin resmi... Bir akşam önce yaptığı gibi, köpeğin
nerelerden geçtiğini ve neden çok da önemi olmadığını anlattı.
“Bu mülkün sahibi hakkında ne biliyoruz?” Üç bahçe sonra­
ki evin üzerine vurarak sordu, Una Burt.
“Bir emekli. Adı Harold Lowe ve komşusuna göre birkaç ay­
dır bir bakım evinde. Onun Kate Emery ile ilgili olan herhangi
I

bir bağlantısı hakkında bilgim yok.”


“Ev kesin boş mu?”
“Evet.” dedi Derwent düşünerek, yavaşça. “Ama evin duru­
mu bayağı iyi ve bahçe de çok düzenli. Konuştuğum komşusu
hâlâ onun için çimleri kesiyor ve çalıları buduyor. Kapı anahtarı
var ama çok da sağlam bir kilidi yok.”
“Yakınlarda kapalı devre kamera sistemi var mı?”
“Gördüğüm kadarıyla yok. Hoş bir ikametgâh yeri. Konuş­
tuğum hiç kimse sıra dışı bir şey görmemiş ama bu olayın tam
ne zaman olduğu ile ilgili daha net bir fikrimiz olduğunda, oraya

79
Jane Casey

tekrar gidip yeniden konuşmak istiyorum. Beş günlük bir süreç­


ten bahsederken, insanları köşeye sıkıştırmak biraz zor.”
Onu birazcık kısaltabiliriz.” dedim odanın arkasından.
“Kate Emery’i en son gören duyduğuma göre Oliver Norris, ci­
nayet mahallîni keşfettiğinde Chloe’nin yanında olan komşu.
Bana onu cuma akşamı gördüğünü söylemişti. Diğer gören ki­
şiyse Norris’in karısı ve o da Kate’i çarşamba akşamı görmüş.”
Odada birden bir merak uyandı. Norris inanılmayacak kadar
olayların içindeydi.
“Cuma günü başka gören olmuş mu?” diye sordu Burt.
“Bildiğim kadarıyla, hayır.” Bekledim ama odanın ön tara­
fından herhangi bir şey gelmedi. “Georgia, Kate’i gördüğünü
hatırlayan herhangi bir komşu buldun mu?”
“Oh... Hayır. Bulmadım. Hatırlayamadılar. Kimse garip bir
şey fark etmemiş.” Açıklaması çok zayıftı ve bunu biliyordu.
“Aslında o kadar fazla insanla da konuşamadım. Dedektif Kerri­
gan beni eve gönderdi.”
“Geç olmuştu.” Sana iyilik yapıyordum aptal kadın. “Bugün
yine etrafta inceleme yapacağız. Bakalım Norris’in hikâyesini
doğrulayacak kanıtlar bulabilecek miyiz?”
“Tamam. Şu aşamada bir varsayımda bulunmak istemiyo­
rum.” Burt kaşlarını çattı. “Kedi ile ilgili bildiklerimizin cuma
günü ile nasıl örtüştüğü hakkında şüphelerim var. Tabii bir ke­
dinin günde ne kadar... Şey...”
“Kaka yaptığını?” dedi Derwent otururken.
“Evet.”
“Bir başka bulduğumuz şey de kaybolduğu süreyi kısaltabi­
lir.” dedim hızlıca, “Mutfak çöpünde bulduğumuz fatura. Biri
perşembe günü alışverişe gitmiş ve bir sürü yiyecek almış.”

80
ölülerin Konuşmasına İzin Yor

“Normal bir insana bir hafta yetecek kadar yiyecek.” dedi


Derwent gözlerinde bir parıltıyla. Ben onu görmezden geldim.
“Hepsi konulmuştu ama yenmemişti. Çöpte hiç poşet yoktu,
aldıklarını kullandığını gösteren hiçbir şey yoktu.”
“Fişin üzerinde saati yazıyordun” dedi Colin mutlu bir şekil­
de. “Süpermarketteki kapalı devre kamera kayıtlarını izleyebili­
rim. Alışverişe gidenin o olup olmadığından emin oluruz. Tek
miydi değil miydi görürüz. Bu gibi bilgiler.”
“İyi fikir. Bankasından alım satım bilgilerini alıyoruz değil
mi? Olabileceği her türlü mağazadaki kapalı devre kamera gö­
rüntülerini bulun, onu ve herhangi biri onunla birlikte miydi
görmek istiyorum ya da biri onu takip ediyor muydu?” dedi
Burt. “Gergin mi görünüyordu yoksa her zamanki gibi miydi?
Kaybolmadan önceki yirmi dört saat içinde garip herhangi bir
şey var mıydı, bilmek istiyorum.”
“Evde başka bir şey buldunuz mu?” diye sordu Colin Vale.
“Bir pasaport? Banka kartları?”
“Pasaportunu ve cüzdanını bulduk.” dedim. “Mutfaktaydı,
mikrodalganın üstünde; banka kartları, spor merkezi üyelik kar­
tı ve süpermarket kartları içindeydi. Cep telefonu yoktu, servis
sağlayıcısına telefonunun kullanımda olup olmadığını sorduk.
Anahtarlar da yoktu.”
Derwent, “Anahtarları almak isterdin.” dedi. “Böylece ön ka­
pıdan çıkarken kapıyı gürültü yapmadan ve dikkaderi üzerine
çekmeden kapatırdın. Eğer onu öldürdüysen yani.”
“Duydukça bu olaya cinayet olarak bakmakta haklı olduğu­
muzu düşünüyorum.” dedi Una Burt ciddiyetle. “İlgimizi çeke­
cek başka ne buldun?”
“Bir çanta dolusu kirli kıyafet.” dedim.

81
Jane Casey

“Kerrigan’ın evcimen biri olmadığını biliyorum ama çama­


şırlar için heyecanlanacağını tahmin etmezdim.” Bu bir fısıltıydı
ama yüksek bir fısıltı ve Pete Belcott’tan geldi.
“Çamaşır değildi.” Bana karşı kaba davranmak Belcott’un
alışkanlıklarından biriydi ama özellikle, şimdi onun üssüyken
beni kızdırmasını kesinlikle kabul edemezdim. Kıyafetleri nere­
de bulduğumu anlattım ve içinde bulundukları durumu. Una
Burt kaşlarını kaldırmıştı.
“Cinsel taciz mi?”
“Olabilir ama bence bu konu hakkında dikkatli olmalıyız.
Tutkulu bir karşılaşmaya karşı da saklamış olabilir.’ Derwent
hariç, odadakiler dönüp bana bakınca yanaklarımın kızardığını
hissettim. “Yani ben yapmazdım. Ama bilinmez.”
“Doğru.” Burt not aldı. “Ama dikkate değer.”
“Diyelim ki tecavüz ettiler.” dedi Chris Pettifer, “Bu bizi ka­
tile yaklaştırmıyor, değil mi? Eğer Kate onu öldürdüyse, bu da
başka bir durum.”
Burt saatine baktı. “Adli tıptan kanla ilgili bilgi bekliyorum.
Şu anda Kate’in kurban olduğu varsayımından çıkarak çalış­
maya devam edelim. Gerekçelere ve şüphelilere ihtiyacımız var,
ayrıca daha şimdiden katilden birkaç gün gerideyiz. Daha fazla
zaman harcayamam.”
“Sorun da bu. Herhangi birinin onu öldürmek için belirgin
bir sebebi yok. Şu ana kadar bulduğumuz her şey onun kendi
işiyle ilgilenen, çok çalışan, kararlı ama ahlaki değerleri biraz
zayıf, belki çok da bilge olmayan biri olduğunu gösteriyor ama
hiçbiri bir gerekçeye götürmüyor bizi.”
“Eski koca var.” dedi Derwent.
“Evet ama onu niye şimdi öldürsün? On yıldan fazladır ayrı­
lar. Hiç mantıklı gelmiyor.”

82
İlülerln kmiimmim izin ver

“Özel hayatında birazcık canlıymış.” dedi Georgia.


“Sadece bir komşu öyle söylüyor.” dedim. “Ama çekici bir
kadındı. Belki de iki adamı birden idare ediyordu ve işler karıştı.
Belki de yanlış insanı kıskandırdı.”
Una Burt başıyla onayladı. “Basın toplantısında bundan bah­
sedeceğim. Eğer erkek arkadaşlarının ve iş ortaklarının güvenle
ortaya çıkmalarını sağlayabilirsem, hayatında neler olduğuna
dair daha net bir resme ulaşabiliriz. Yerel şüpheliler hakkında ne
biliyoruz, ilgimizi çekecek bir şey var mı?”
“Bölge polisiyle konuştum.” dedi Belcott. “Burası sessiz bir
bölge. Son beş yılda böyle bir olay hiç olmamış.”
“Oliver Norris, William Turner adındaki adama bakmamız
gerektiğini söyledi.” Belcott’un bunu, işine bir eleştiri olarak
alacağını düşünerek sessizce söyledim ve belki de bir eleştiriy­
di. Adalet duygusu bana, “İlgisi olduğunu düşünmüyorum ama
Norris bana yakınlarda yaşadığını ve Chloe’yi tanıdığını söyle­
di.” sözlerini de eklettirdi. “Birkaç yıl önce cinayete teşebbüsten
tutuklanmış ama hüküm giymemiş.”
“Neden giymemiş?” diye sordu Burt.
“Yetersiz kanıt sanırım. Bakacağım ve Putney’e gitmeden
önce istihbarat memuruyla konuşacağım.”
“Onunla kesinlikle konuşmalısın. William’ın nasıl biri oldu­
ğu hakkında bilgi al. Şu aşamada hiçbir şeyi görmezden gelmek
istemiyorum.”
Burt’e onu dinlediğimi göstermek için, not defterime istih­
barat memuru ile konuş yazdım.
“O zaman bu bizi nereye çıkarıyor?” Burt odada gözlerini
gezdirdi.

83
Jane Casey

“Oliver Norris hakkında daha çok şey bilmek istiyorum.”


dedim. “Biraz fazla yardımcı ve tam ihtiyacımız olduğu anda
önemli bilgiler de verebiliyor.”
“Ve parmak izlerinin Kate Emery’nin odasının her yerinde
olabileceğini söyledi ve bunun sebebini açıklarken de parano­
yakça davrandı dedin.” dedi Derwent. “Bunda şüphe edecek
hiçbir şey yok değil mi?”
“Bir de ultra dindar.”
“Yani? Duygularını bastırıyor mu?”
“Öyle yaptığını düşünmedim.” dedi Chris Pettifer.
“Ama muhtemel.” dedim. “Onu sevmedim.”
“Bunu yapan her kimse evin içinde oldukça rahatmış.” dedi
Derwent. “Lavabo açıcıyı nerede bulacaklarını biliyorlardı. Kanı
nerede yıkayacaklarını biliyorlardı. Kimseye görünmeden ceset­
ten kurtulabilmeleri için, onu nereye götüreceklerini biliyorlar­
dı ve bir bedeni taşıyacak kadar da güçlülerdi. Bu çok planlıydı
ve planı da mükemmel şekilde uyguladılar.”
Başımla onayladım. “Görebildiğim kadarıyla sadece bir şey
ters gitti. Eğer Chloe erken gelmeseydi, kimse Kate Emery’nin
ortadan kaybolduğunu bilmeyecekti.”

84
ölülerin Konuşmasına İzin ver

illiam Turner’ın evine gittiğimde yalnızdım ve bundan

W çok memnundum. Georgia bölgedeki mağazalardan ka­


palı devre kamera sisteminin çekmiş olduğu görüntüleri topla­
maya ve etrafa Kate Emery’nin fotoğrafını göstermeye gitmişti.
Saldırıdan önce Kate’in yaptıkları hakkında bilgi toplamaya ça­
lışıyordu. İsteksiz gitmişti.
“Masabaşı işi gibi.”
“Tam olarak öyle.”
“Onu kimin öldürdüğünü bulmamıza yardım etmeyecek.”
“Bunu bilemezsin.”
“Ama Ben William Turner’ı görmek istiyorum.”
“Öyle mi? Çünkü ben istemiyorum. Kapalı devre kamera ka­
yıtlarına bakmadan daha fazla zaman kaybı olacak, inan bana.”
“İlginç birine benziyor. Oliver Norris, onun şeytanın vücut
bulmuş hâli olduğunu düşünüyor.”
“Norris’in bize söylediği herhangi bir şeye çok fazla inanmaz­
dım.” Turner davası için numarasını bulduğum istihbarat me­
murunun numarasını çevirmeye başladım.
“O zaman onunla yeniden konuşmalıyız.”

85
Jane Casey

“Ne hakkında? Hava?” Geriye yaslandım. “Norris ile ko­


nuştuğumuzda, Kate Emery’e tam olarak ne olduğunu biliyor
olmamız lazım. Böylece Norris’in anlattıklarının gerçekle ne
kadar örtüşüp örtüşmediğine bakabiliriz. Şu anda onun hakkın­
da söyleyebileceğim; ona inanmadığım. Onu suçlayacak hiçbir
şeyim yok. Adli tıptan dönüş aldığımızda, onu huzursuz edecek
bir şey olup olmadığını göreceğiz ama şu anki duruma göre onu
kendi hâline bırakmalıyız; sen de aynısını yapmalısın.”
Gitmişti ama bunu sevmemişti. Endişelenmem gereken başka
şeyler vardı, William Turner gibi. Putney’e giderken yolda onu
düşündüm ve ona ününü kazandıran olayı. İstihbarat memuru
olayı çok net hatırlamıştı. Unutabileceğiniz cinsten değildi.
Caddede, Turner’ın evinin karşısında park yeri buldum ve
karşıya geçtim. Düşüncelerimi toparlamak için birkaç saniye is­
terdim ama kapıda genç bir adam duruyordu; keskin kokulu,
elle sarılmış bir tütün içiyordu. Ön kapıda durduğumu gördü
ve küstahlık maskesinin altında, yorgun bir ifadesi vardı. Melez­
di, asık suratlara yakışan o iyi görünüme sahipti: Çıkık elmacık
kemikleri, dolgun dudaklar, kare bir çene ve kalın koyu kaşlar­
la feminen görünmesini engelleyen bir yüz. Oliver Norris ne
demişti? Yakışıklı ve o bunu biliyor muydu? Kafasının şeklini
ortaya çıkaran kısa kesilmiş saçları vardı ve bal gibi bir cildi.
İri yarı değildi -narin aklıma gelen ilk kelimeydi- ama sının
gibiydi ve muhtemelen göründüğünden daha güçlüydü. V yaka
gri bir tişörtle, dizleri yırtık bir kot pantolon giymişti. Yalın ayaktı.
“William Turner?”
Cevabını vermeden önce sigarasından uzun bir nefes çekti.
“Değişir. Kim soruyor?” dedi, bence daha önce çalışılmış, ağır
ağır boğuk bir sesle.

86
ölülerin Konulmasına İzin ver

Kimlik kartımı çıkardım ve incelemek için bir basamak aşa­


ğıya indi. İsteksizce.
“Maeve Kerrigan.” dedi.
“Dedektif Çavuş Maeve Kerrigan.” dedim. “Yolun yukarısın­
da olanları araştıran ekiptenim.”
“Evet. Ne oldu? Tüm heyecanı gördüm. Birileri girip çıkı­
yor. Çok entrika dolu. Buralarda pek bir şey olmaz.” Sigarasının
izmaritini attı ve kollarını göğsünde bağladı, kendisini daha iri
göstermek için yumruklarıyla pazılarına bastırarak daha şişkin
göstermeye çalıştı.
“27 numarada oturanları tanıyor musun?”
“Az. Nasıl göründüklerini biliyorum.” Biraz geri adım attı ve
kapının yanında oynak bir briketin üstüne bastı, böylece göz­
lerimin içine bakabildi. Göz bebekleri, bir aslamnki gibi açık
kahverengiydi, neredeyse altın. Yırtıcı bir hayvan gibi. Tüylerim
diken diken oldu. Her şey söylenip yapıldıktan sonra insanlar
hâlâ hayvandı.
“Hiç konuştun mu?”
“Hayır. Londra’nın nasıl olduğunu bilirsin. Kimse komşusu­
nu tanımaz.”
“Bölgesine bağlı.”
“Ve komşularına.” Hafifçe güldü. “Kimse bizi tanımak iste­
mez, o nedenle biz de onları tanımayız. Bu yüzden buradasın,
değil mi? Çünkü biri sana gelip benimle konuşmanı söyledi.
Çünkü ben buraların en kötüsüyüm ve eğer bir şey olduysa bu­
nun suçlusu kesin benimdir.”
“Potansiyel görgü tanıklarıyla konuşmak benim işim. Sen bu
caddede yaşıyorsun ve burada dışarıda insanları izleyerek çok
vakit geçiriyorsun.”

87
Jane Casey

Sana böyle anlatıldı.” Yüzünden bir tebessüm geçti. Ön diş


lerinden biri eğriydi, milimetrik bir şekilde diğer dişinin üstü­
ne çıkmıştı ve garip bir şekilde çekiciydi. “Dur tahmin edeyim.
Sana kim söylemiş olabilir. Birçok şüpheli var. Bu aynı senin
işini yapman gibi değil mi? Bunu neden sevdiğini anlayabili­
yorum. Yolun karşısındaki Narinder olabilir ama sanırım beni
burada, dışarıda görmeyi seviyor. Her zaman beni izliyor.”
Elini kaldırdı ve salladı. Döndüğümde karşı evde, yerine bırakı­
lan bir perde gördüm. “Yandaki ucube olabilir ama hafta sonunda
burada değildi. Her neyse, benimle konuşmayacak kadar züppe.
Biz yokmuşuz gibi davranmayı seviyor. Peki, ortalıkta yüzümü
gösterme cesareti göstermemden kim nefret ediyor?” Düşünüyor­
muş gibi davranarak çenesini okşadı. Bir iki günlük sakalı vardı,
seyrek ve hoştu. “Kim benim kızıyla konuşmamı sevmiyor?”
“Bay Turner...”
“Buldum değil mi?” Norris’in evine doğru bakabilmek için
öne doğru eğildi. “Ona açıklamaya çalıştım. Olayı sürdüren ben
değilim. Benimle konuşan Bethany. Ben de etrafta, on beş yaşın­
daki bir kızla takılmaya çok meraklı değilim. Bu benim başımı
derde sokabilecek bir şey.” Arka cebinden bir teneke kutu çıkardı
ve kapıdaki posta kutusunun üstüne koydu. Kutuyu açınca tütü­
nün tadı kokusu etrafa yayıldı ve içinden bir sigara kâğıdı çıkardı.
Tütünü sararken elleri hafifçe titriyordu. İnceydi ve filtresi yoktu,
onu içme düşüncesi boğazımın acımasına sebep oldu.
“Bay Turner, sizinle konuşmam gerek. İçeri girmemiz müm­
kün mü?”
“İçeri girebiliriz.” Sigarayı sardıktan sonra ucunu yapıştırmak
için, kâğıdın kenarını yavaşça diliyle yaladı. “Ama bunu yaparsa­
nız, anneme katlanmak zorundasınız. Burada dışarıda çok vakit

88
ölülerin Konuşmasına İzin ver

harcamamın bir nedeni var ve içeri girerseniz ne olduğunu gö­


receksiniz.”
“Baş edebilirim.”
“Ben edebileceğimden emin değilim.” Sigarayı yaktı, içine
çekti ve dumanı üflerken aynı zamanda öksürdü. “Ne kadar
kötü bir sarma sigara. Utanç verici. Genelde bundan daha iyisi­
ni yaparım.”
“Senin için zararlı biliyorsun.”
“Hayır, Sherlock.” Alt dudağından bir tutam tütün aldı.
“Ben tehlikeli yaşamayı severim.”
“Dedektif Gordon ile konuştum.” dedim yavaşça.
Turner birden dondu. “Bu çok çabuk oldu.”
“Önemli bir olayı araştırıyorum.”
“Ne olduğunu söylemedin.”
“Hayır söylemedim.”
“Bir cinayet mi?” Sigarasından bir nefes daha çekti, bu sefer
endişeyle.
“Neden cinayet olduğunu düşündün?”
“Çünkü... Tüm bu telaştan, yaygaradan. İçeri girip çıkan be­
yaz giysileri olan adamlardan dolayı. Ceset torbası görmedim.”
Dengesini kaybetti ve neredeyse tuğlanın üzerinden düşecekti.
' “Ceset yoktu.”
“O zaman ne oldu?”
“Henüz bilmiyoruz.”
“Bilmiyor musun?” Kaşlarını kaldırdı. “Bu polisleri medyay­
la konuşmaktan alıkoymuyor değil mi?”
“Tecrübene göre.”
I
89
Jane Casey

“Benim hoş olmayan tecrübeme../’ Güneşin vurduğu yer


sıcaktı ama Turner’ın tüyleri diken diken olmuştu ve titredi.
“Haklısın. Ben bunun hakkında dışarıda konuşmak istemiyo­
rum. îçeri gel.”
Onun davetinde, iyi ve hazırken... Bunu bir güç gösterisi ola­
rak kabul ettim ve rahatsız olmamaya çalıştım. Derwent hayır
demek için mutlaka bir sebep bulurdu ama ben kapıya doğru
Turner’ı takip ettim. Kapıda durdu.
“Bilmen için söylüyorum, annem yukarıda ve onun orada
kalmasını istiyorum.”
“Onunla da konuşmam gerekebilir.”
“Hayır, hayır gerekmez.” Yutkundu. “Size herhangi bir şekil­
de yardım edemez. O... O olayları fark etmez. Dışarı çıkmaz.
Pencereden/ dışarı bakmaz. Bir şey olup olmadığını bile bilmez.”
“Yine de onunla konuşmam gerekebilir.”
Dudağını ısırdı, sonra da eve girdi, içerisi daha serindi ve ağır
bir havası vardı. Bir yerlerde bir sinek vızıldıyordu, yüksekten
alçağa doğru bir ses. Sirke ve limon kokusu her yeri kaplamıştı
ve evde leke yoktu.
Omzunun üzerinden bakarak, “Ayakkabılarını çıkarmak zo­
rundasın.” dedi ve sessizce oturma odasına doğru yürüdü. Bana
söylenileni yaptım ve odaya giren gün ışığı nedeniyle gözlerim
kamaşırken, onu takip ettim.
Deri bir kanepe, koltuk ve birkaç sehpa ile sade bir şekilde
dekore edilmiş bir odaydı. Göze çarpansa etrafa baktığımda gö-
remediklerimdi. Hiç süs yoktu. Kitap yoktu. Küçük yastıklar
yoktu. Parke yerin üzerinde kilim yoktu.
Turner yine öksürdü, derin derin nefes alırken göğsü inip
kalkıyordu. Havayı bedenine almaya çalışırken, boğazının alt
kısmı çöküyordu. “Kusura bakma. İhtiyacım olan...”

90
ölülerin Konuşmasına İzin ver

Elini cebine soktu ve bir soluk alma cihazı çıkardı. Uzun süre
kullanmanın verdiği tecrübeyle, aleti rahatça tutuyordu. Kul­
lanmadan önce bana arkasını döndü ve ne ima etmek istediğini
anladım: Bu özeldi. Kişisel bir mücadelenin içine izinsiz girmiş­
tim. O hırıltıyla solurken, oturdum ve bu hırıltı kesilirse ne ya­
parım diye dehşet içindeydim. Teoride, bir insanı nasıl hayata
döndüreceğimi biliyordum ama bu yapmak istediğim anlamına
gelmiyordu.
“Üzgünüm.” dedi.
“Sorun değil. Rahat ol.”
“Ara sıra oluyor.” Bunları söylerken üç kelime arasında, iki
kez onları söyleyebilmek için derin derin nefesler aldı. Zor du­
rumu bana kendimi kötü hissettirdi. Acil bir durumda yardım
istemem gerekir diye, çantamdan telsizimi çıkardım ve dizle­
rimin üstüne koydum. Birden odanın hâli bana mantıklı gel­
di: Sert yüzeyler. Silerek temizlenebilen deri kaplama. Toz yok.
Sirke ve limon çünkü seri üretim kimyasalları kullanmaktansa,
ev yapımı temizleme malzemeleri kullanılmış. Hiçbir şey şansa
bırakılmamış.
Bana arkası dönük, başı öne eğilmiş kambur bir şekilde duru­
yordu. Hırıltı azaldı, nefesi daha düzenli hâle geldi. Tişörtünün
kürek kemiğine denk gelen yeri, çok terlediği için ıslanmıştı.
“Çok üzgünüm bunun için.” dedi üçüncü kez.
“Özür dilemene gerek yok.” Yan gözle beni izlediğini gör­
düm. Bunda gardımı almama sebep olacak bir sinsilik fark et­
tim, sanki geçirdiği atağın benim üzerimdeki etkisini anlamaya
çalışıyordu. “Bunu ne tetikledi? Biliyor musun?”
“ilaçlarımı düzenli almada iyi değilim. Unutuyorum.”
Seni öldürebileceği için belki biraz daha çabalamaksın.

91
Jane Casey

“Bu kötü olanlardan mıydı?”


“Normal.” Şömine duvarına yaslandı ve elini başına götür­
dü. “Her zaman oluyor. Herhangi bir şey tetikJeyebilir. Parfüm.
Kimyasallar. Toz. Isıdaki değişiklik. Berbat ciğerlerim var.”
“Hepsi sigara içmemek için birer sebep.”
“öyle diyorlar.”
“Ama içmeye devam ediyorsun.”
“Eğer yaşamak isteseydim, bırakırdım.” Tepkimi anlayabil­
mek için gözleri gözlerime kenetlendi. Omuzlarımı silktim.
“Birçok insan ister.”
“Şu ana kadar benim birçok insana benzemediğimi anladığı­
nı düşünmüştüm.”
Kahkaha attım. “Kaç yaşındasın, yirmi? Yirmi bir?”
“Yirmi.” Sesi duygusuzdu.
“Ben yirmi yaşında olup da, kendisinin farklı olmadığını dü­
şünen hiçbir erkek çocukla karşılaşmadım. Senin bunu söyle­
men bana herkes gibi olduğunu gösteriyor.”
“Orada bir dur.” dedi gücenerek.
“Sen bir dur.” Öne doğru eğildim. “Bak, tüm bunlar için har­
cadığın çabayı takdir ediyorum ama beni etkileyemeyeceksin ya
da şaşırtamayacaksın veya ne yapmaya çalışıyorsan o olmayacak.
Bu tavırları bırak ve ben de olabildiğince çabuk işimi bitireyim. ’
Ellerini ceplerine koydu ve omuzlarını silkti. “Tamam.”
“Buradayım çünkü komşularla konuşurken adın telaffuz
edildi. Ben seni herhangi bir şey için suçlamıyorum.”
Turner’ın dudakları gerildi ama sessiz kaldı.
“Chloe Emery’i tanıdığını biliyorum. İlişkinizi nasıl tanım­
larsın?”

92
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Ayaküstü konuşmalarımızdan tanıyorum onu.”


“Hiç evini ziyaret ettin mi?”
“Hatırlamıyorum.”
“Hatırlamıyorsun.” diye tekrar ettim.
“Hayır.” Ela gözlerini başka tarafa çevirdi, ne söyleyeceğini
düşünürken odaya göz gezdirdi. “Belki daha küçükken.”
Oturduğum sandalyede arkama yaslandım. “Cinayete teşeb­
büsten ceza almadan kurtulan biri için, çok kötü bir yalancısın.”
Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. “Ceza almadım çünkü
ben yapmadım.”
“Dedektif Gordon ile konuştuğumu unutma.”
Turner yavaşça kanepenin koluna oturdu. “Sana ne dedi?”
“Seninle ve Ben Christie ile ilgili bulduğu her şeyi. Çok de­
ğildi. Ben Christie neden sana karşı bir kanıt vermedi William?”
“Çünkü ben yapmadım.”
“Olay birkaç mağazanın arkasında, ara sokaklardan birinde
olmuş. Sen oradaydın, Ben Christie oradaydı ve Ben midesin­
den bıçaklanmış bir hâlde bulundu. Ne olduğunu tahmin et­
mek için büyük bir hayal gücüne gerek yok.”
“Tahmin edebilirsin ama yanlış edersin.” Turner’ın nefes alış­
verişi hâlâ biraz hızlıydı ama gözleri parlıyordu: Bundan zevk
alıyordu.
“Peki ya telefonundaki mesajlar?”
“Ne olmuş onlara?”
Tam olarak kullandığı kelimeleri okumak için not defterimi
çıkardım: “Ne yaptığını biliyorsun.” “Bunu düzeltmenin zama­
nı.” “Şimdi kaçamazsın.” Tüm bunlar ne hakkındaydı?”
“Hatırlamıyorum. Çok önemli bir şey değildi. Ergen zırvası.
Belki benim içeceğimi döktü ya da borç aldı ve geri vermedi.

93
Jane Casey

Esnedi. “Dört yıl önce olmuş bir şeyden bahsettiğini biliyorsun,


değil mi? Bütün detayları hatırlamamı bekleyemezsin.”
“Senin arkadaşındı ve neredeyse ölüyordu. Tabii ki hatırlar­
sın.” dedim anında.
Turner ellerini kaldırdı ve avuç içlerini incelemek için onları
çevirdi. “Onun kanına bulanmıştım. Bunu biliyor muydun?”
“Şaşırmadım. Çok kötü yaralanmıştı.”
“Çok sıcaktı kanı. Kan her yere yayılmıştı. Tırnaklarımın
arasına. Ayakkabılarıma. Bazen rüyamda görüyorum.” Tekrar
bana baktı. “Onun hayatını kurtardım. Ambulansı çağırdım.”
“Onu bıçakladın.”
“Ben değildim. Ben onu buldum. Ona yardım ettim.”
“Ona okulun yakınlarındaki bir ara sokakta rastladın ve onu
bıçakladın.”
“Dedektif Gordon size adli tıptan bahsetti mi?” diye sordu
Turner kararlı gözlerle. “Sana bıçaktan bahsetti mi?”
“Evet. Bahsetti.”
“Kimin bıçağıydı o?”
“Sıradan tırtıklı bir mutfak bıçağıydı, sebzeleri kesmek için
kullandığınız cinsten.”
“Bayan Christie bıçağın kendi evinden olduğunu söyledi ve
bunu yaparken ağladı.”
“O Christielere aitti ama...”
“Ve üzerinde kimin parmak izi vardı?” diye sordu Turner.
“Ben Christie’nin.”
“Benim değil.”
“Hayır, ama bunun bir sürü açıklaması olabilir.”

94
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Ama açıklamak zorunda kalmadım. Ben ona hiç dokunma­


dım. Üzerinde benim DNA’mı buldular mı?”
“Hayır.”
“DNA hakkında çok okudum. Bugünlerde muhteşem şeyler
yapıyorlar değil mi? Bir veya iki deri hücresi, şüphe altındaki
birini tanımlamak için ihtiyaçları olan tek şey ki her temas bir
iz bırakıyor.”
Edmond Locard’ın özlü sözü. Tüm adli tıp araştırmalarının
temel prensibiydi; suçluların suç mahallînde izler bıraktığı ve
cinayet mahallînin de suçluların üzerinde iz bıraktığı. Bir şüp­
helinin bundan alıntı yapmasına alışkın değildim.
“Öyle söylüyorlar. Ama...”
“Bıçağın üzerinde benden hiçbir iz yoktu. Ben bıçağa hiç do­
kunmadım. Hiç tutmadım. Onu bıçaklamadım.”
“Kendin onun kanına bulandığını söyledin.”
“Bu o bıçaklandıktan sonraydı.” dedi Turner ilgisizce. “Bu
hiçbir şeyi kanıtlamaz.”
“Neden kendini bıçaklasın?”
“Bunu kendine sormalısın.”
Dedektif Gordon bunu tekrar tekrar sormuştu. Christie söy­
lemeyi reddetmişti. Tekrar tekrar homurdanarak söylediği bu­
nun William Turner ile ilgisinin olmadığıydı ve bunun aksini
kanıtlayacak da kimse yoktu.
“Bilmediğini mi söylüyorsun? Sen oradaydın.” Turner’ın am­
bulansı arayıp, arkadaşını kollarının arasına alarak, onu rahat
ettirmeye çalıştığına yemin eden iki ergen de oradaydı.
“Onu durdurmak için çok geç kalmıştım. Denedim. Hayatı­
nı kurtardım, intihar korkunç bir şey.”

95
Jane Casey

Hayatta kalıp kalmamayı takmayan bir adam mı söylüyor


bunu?”
“Ki bu bana neyi hatırlattı?” Yeniden tütün kutusunu çıkardı
ve bu sefer kutuyu dizinin üzerinde açtı. “Başka bir kefen vidası
için zaman gelmiş.”
“Will-i-am. Keşke onları böyle adlandırmasan.” Ses arkam­
dan geldi ve yerimden sıçradım, birinin yaklaştığını duymamış­
tım. Zayıf, yaşlı bir kadın, eldivenli ellerinde bir bezle kapının
orada duruyordu.
“Bayan Turner?” Ayağa kalktım. “Ben dedektif Maeve Kerri­
gan. Yolun yukarısında olanlarla ilgili soru sormak için geldim.”
“Ben hiçbir şey bilmiyorum.” Gözleri sigarasına odaklanmış oğ­
luna sabidenmişti. “Burada yapma William. Her yere dökeceksin.”
“Sen de sonra temizlersin.” Bana göz kırptı. “Ona yaşamak
için bir sebep vermeliyim, değil mi?”
Bayan Turner içini çekti. “Çok kötüsün.”
“Sen bunu seviyorsun.”
Onu izlerken, bezi ellerinin arasında sıktı. Sanki ben yokmu­
şum gibiydi. William evlerinin dışında olan hiçbir şeyi fark et­
mez dediğinde, ne demek istediğini anlayabiliyordum. Dedektif
Gordon onun hakkında açıkça konuşmuştu. “Oğlunun yanlış
bir şey yapacağını düşünemiyor. Benim bir zorba ve yalancı ol­
duğumu düşündü. Küçük Willy asla birine zarar verecek bir şey
yapmazdı.” Bir kahkaha. Ona göre Bay Turner, William doğma­
dan önce kaçmakta çok haklıydı. “Bayan Turner’ın parası vardı
çünkü ailesi zengindi, mesela evi onlar aldı ama para her şey
demek değildir, değil mi?”
Olmadığı konusunda hem fikirdim, değildi ve Gordon kah­
kaha atmıştı. “Yine de yardım ediyor tabii.”

96
ölülerin Konuşmasına Uln ver

“Bazen.”
“Turner oğlunu görmek için gelmemiş. Eğer burada olsaydı,
çocuk daha iyi biri olabilirdi. Çok fazla ilgi gösterilmiş, problem
bu. Ona evrenin merkezi olduğu öğretilmiş ki annesi öyle dü­
şünüyor.”
“Kate Emery i tanıyor musunuz Bayan Turner?” diye sordum.
“Kim?”
“27 numarada yaşayan bayan. Neredeyse William ile yaşıt
Chloe adında bir kızı var.”
“Oh. Biraz tanıyorum. Çok değil.” Durmadan bezi katlıyor­
du, şuursuzca. “Eskiden hemşireydi.”
“Bir zamanlar.”
“Daha gençken William ile ilgili bana yardım etmişti. Kötü
bir atak geçirmişti ve panikle sokağa fırlamıştım. Ambulans gel­
meden önce bana yardım etti. Çok hoştu ama onu tanımıyo­
rum.” Gözlerini kırptı. Göz kapakları ve burnunun ucu pem­
beydi, sanki ağlamış gibi nemli görünüyordu. Kesinlikle oğluna
benzemiyordu ve herhangi bir zaman diliminde çekici olmuş
olabileceğini de düşünemiyordum. Bay Turner yakışıklı bir er­
kek olmalıydı.
“Hâlâ ne olduğunu söylemedin.” dedi Turner. “Chloe iyi mi?”
“Fiziksel olarak evet.”
“O zaman geriye annesi kalıyor.” Çenesinde bir kas gerildi.
“Tahmin edeyim. Bıçaklandı.”
“Neden böyle söyledin?”
“Çünkü bana dört yıl önce olmuş bir olayı, sanki birden çok
önem kazanmış gibi, o dönem etraflıca araştırılmış bir şeyi so­
ruyorsun.”

97
Jane Casey

“Olabilir.” Ayağa kalktım. “Sana numara 27’de ne olduğunu


anlatamam. Şu anda hâlâ araştırıyoruz ama sana, senin DNA’n-
dan bir örnek ve parmak izlerini almamız gerektiğini söyleye­
bilirim.” Ve bir taraftan bunlar yürürken, ben de polise evini
araştırmasını söyleyecektim.
“Şüpheli miyim?”
“Eve girip girmediğini hatırlamadığını kendin söyledin. Seni
bu şüpheden kurtarmalıyız.” Ya da ispatlamalıyız. “Bu yüzden
parmak izine ve DNA’na ihtiyacımız var.”
Turner başıyla onayladı. “O zaman geri gel ve al. Saklayacak
hiçbir şeyim yok.”
“Göreceğiz.” dedim ve çıktım.

98
8

vden derin bir rahatlamayla çıktım ama anında bu his ha­

E vaya uçtu. Derwent ayakları çapraz yapmış, elleri cebinde


arabama yaslanmıştı.
“Ne yapıyorsun burada?” diye sordum.
“Seni bekliyorum.”
“Herhangi özel bir sebep var mı? Ya da beni mi özledin?”
“Komik.” Ruh hâli etrafında dolanan kara bir bulut gibiydi.
“Arabayı fark ettim. Kiminle konuşuyordun?”
Sessiz konuşabilmek için yaklaştım. “William Turner. Bir de
annesi.”
“Şüpheli gözüyle mi bakıyoruz ona?”
“Bilmiyorum. Beni etkilemek için çok uğraştı, o yüzden çok
fazla gösteri vardı.”
“Öyle yapmış olduğuna eminim.” dedi Derwent yumuşakça.
“Kaç yaşında?”
“Yirmi.”
“Ve hâlâ evde yaşıyor.”
“Kötü bir astımı var. Tek yaşamasının onun için güvenli ol­
duğu konusunda şüphelerim yar. Artı, sanırım sosyal yardımlar­
dan para alıyor. Çalışmıyor.”

99
Jane Casey

“Aman ne ödül ama!”


“Onu sevmezdin.” Gerçi sen kimseyi sevmezsin. Yeniden dene­
dim. “Beni neden bekliyorsun?”
“Harold Lowe evinin etrafına bakmamız için bize izin verdi.”
Derwent bir tomar anahtar kaldırdı ve anahtarları bana doğru
salladı. Yüzüne bir gölge düştü.
“Bu neden kötü bir şey olsun anlamıyorum.”
“Kate Emery’i çok iyi tanıdığını söyledi. Ona. kekler getirir­
miş, yemek pişirirmiş, bunun gibi şeyler.” Derwent’in dudakları
gerildi. “Tahmin et nasıl geliyormuş?”
Keyfim kaçtı. “Arka bahçeden mi?”
“Evet, hemen anladın. Şunu dinle: Mağazalara gitmek için
de burayı kısa yol olarak kullanırmış. Yan kapının anahtarı var­
mış.” Dikleşti ve gerindi. “Yani köpeğin bize anlattıkları, pek bir
anlam ifade etmiyor değil mi? Başlangıca geri dön. Ceset yok,
şüpheli yok ve herhangi bir fikir yok.”
“Hâlâ cesetten bir iz yok.”
“Arıyorlar. Nehrin genelde yıkanmak için kullanılan bölü­
müne bakıyorlar. Tabii eğer suya atılmış olsa, bu yağmurda çok­
tan gitmiştir.”
Thames’in soğuk gri sularını düşününce içim titredi. Sayısız
beden kayboldu onun içinde, hiçbiri yüzeye çıkmadı. “Aslında
bir cesedi suya atmak riskli. Böyle bir şehirde mutlaka nehri iz­
leyen birileri olur.”
“Bunu düşünmüştür.” Derwent esnedi. “Muhtemelen bir tu­
valette ya da çukurda.”
Ya da bir iki yıl bulunamayacağı yapraklarla kaplı bir kır
alanında.”

100
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Köpeğinin, kemik yerine ceset bulma şokunu asla atlata-


mayacak bir köpek sahibi tarafından bulunana kadar.” Derwent
sırıttı. “Köpek sahibi olmama sebeplerimden biri bu. Sanki ha­
yatımda daha fazla cesede ihtiyacım varmış gibi.”
“Bunu bulmak hoş olurdu.” Kate Emery’nin kapısında, üni­
formalı bir güvenlik görevlisinin beklediği evine bakıyordum.
Ev hâlâ bantla çevriliydi. “Eğer burada birini öldürseydin, cesedi
nereye atardın?”
“Atmazdım. Olduğu yere bırakırdım. Bir cesedi taşımak de­
mek, arabanı ya da minibüsünü kirletmek demek. Cesedi, ara­
banı ve kendini takip ettirecek delil bırakıyorsun. Yakalanma
riskin hızlı bir şekilde artıyor. Eğer onu saklayacak harika bir
yerin yoksa ceset eninde sonunda bulunur. Cesedi götürmek
için hiçbir neden yok.”
“Eğer cesedin üstünde kendinden bir kanıt bırakmadığına ve
onu iyi temizlediğine eminsen.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Eğer Kate ölmeden önce tecavüze uğradıysa ya da sonra.”
Bunu çok sakince, profesyonelce söyledim. Öleceğini anladığı
anda hissettiği acıyı ve korkuyu aklıma getirmemeye çalışarak.
Derwent başıyla onayladı. “îşte bu. Görünüşe göre çok ciddi
bir mücadele verdi.”
“Ama yeterli değildi.”
“Bu sefer değil.” Anında döndü ve ben yakışıklı kocası tara­
fından defalarca saldırıya uğrayan Melissa yı düşünüp düşünme­
diğini merak ettim. Bazı davalar çok bizdendi, her ikimiz için de.
Harold Lowe’un evine kestirmeden gidebilirdik; 27 numa­
ranın kanlı koridorundan çıkıp, bahçenin karşısındaki kapıdan
geçerek, dar yoldan inebilirdik ama Derwent uzun yoldan git-

101
Jane Casey

mek istedi. Arabamla birkaç dakikamızı alacaktı. Bana gereksiz


bir zaman kaybı gibi geldi ama tamam dedim. Derwent’la çalı­
şabilmek için neye itiraz edeceğini bilmen gerekir.
“Ev bu mu?” diye sordum.
“Ne?”
“Kate Emery nin evi. Bu seni rahatsız ediyor mu? Kan?”
“Hayır.” Yolcu koltuğunda arkasına yaslandı, kollarını bağla­
dı ve gözlerini kapadı. “Yavaş kullan.”
“Ciddi misin? Genelde çok yavaş kullandığım için şikâyet
edersin.”
“Yorgunum.”
“Şu anda şekerleme zamanı değil.”
Cevabı daha çok bir horlama gibiydi. Bir sonraki kavşakta,
yapmam gerekenden daha sert bir şekilde frene bastım, korkuy­
la uyandı, ellerini havaya kaldırarak, “Ne var?” dedi.
“Neden uyuyorsun?”
“Çünkü çok yorgunum.” Gözlerinin altındaki halkalara bakın­
ca, gerçekten yorgun olduğunu anladım. “Thomas pek uyumuyor.”
“Yeni eve alışması gerek.”
“Sorun o değil. Kabuslar görüyor. Gece terörü aslında.”
“Ne farkı var?”
“Uyurgezer gibi ama o yataktan kalkmıyor. Çığlık atıyor.”
Titredi. “Çok garip. Orada oturup, gözleri açık onu kovalayan
canavarlar ve insanlar olduğunu söylüyor. Onu rahatlatabilecek
hiçbir şey yapamıyorsun. Orada olduğunu bile fark etmiyor.”
“Melissa ne düşünüyor?”
“Onu bir uyku uzmanına götürmek istiyor.” İç çekti. “Bence
aşırı tepki veriyor ama bunu söyleyemem değil mi? O benim ço­

102
ölülerin Konuşmasına İzin ver

cuğum değil. Google bunun Thomas’ın yaşında biri için normal


olduğunu söylüyor.”
Lowe’un evinin önüne park ettim. Çalıdan oluşan yüksek
çit, yoldan geçenlerin evin ön tarafını görmesini engelliyordu.
“Ne hakkında çığlık atıyor dedin? Canavarlar mı?”
“Canavarlar, kötü adamlar, onu izleyen biri, adını sen koy.
Orada kimse olmadığını göstermek için ışıkları açıyorum ama
gerçekten kendinde değil, o yüzden anlamıyor. Kendi kendine
sakinleşmesini ve uyumasını beklemen lazım. Bu da saatler alı­
yor.” Esnerken ağzını o kadar çok açtı ki çenesinden sesler gel­
diğini duydum. “Bir gecede iki ya da üç kere oluyor ve sabah
hiçbir şey hatırlamıyor.”
“Belki ev değiştirmek bunu çözer.”
“Belki. Daire üçümüz için çok küçüktü. Bu sıkıntı olmuştu.
Gerçi Melissa bunun durumu daha da kötüleştirebileceğini dü­
şünüyor. Geçtiğimiz yıl çok büyük yıkımlar yaşadı.”
“Evet ama mutlu son oldu. Babasından uzaklaştı değil mi?”
Mark Pell, karısı Thomas’ı alıp güvende olması için Londra’ya
kaçana kadar, karısını dövüp korkutuyordu. Şu anda huzursuz
olması Melissa’nın suçu değildi.
Derwent ciddi bir şekilde başını salladı. “Bu sıkıntının bir
parçası da olabilir. Babasını özlüyor olmalı. Melissa onun şiddet
olaylarını görmesini hep engelledi. Annesinin yaralarından ha­
beri yok. Ona göre annesi ile babası birbirini çok seviyordu ve
annesi onu uzaklara götürdü. Babası birden hayatından çıktı.”
“Ama sen oradasın.”
“Aynı şey değil.”
“Değil mi? Sana tapıyor, bunu biliyorsun.”
Derwent gözlerini ovuşturdu. “Kahretsin. Ağlamıyorum.
Gözlerim sulanıyor çünkü yorgunum.”

103
jane Casey

“Evet tabii. Sanırım soğan doğrayan birinin yanından geçtik.


Muhtemelen sebebi odur.”
“Dalga geçme.” diye homurdandı.
“Böyle bir şeyi hayal bile etmem.”
“Onunla ilgilenmek istiyorum. Hepsi bu. Yalnız her şeyi,
onun için daha iyi nasıl yapabilirim bilmiyorum.”
“Bu bir dönem.”
Derwent bana göz ucuyla baktı. “Bu konu hakkında ne bi­
liyorsun ki?”
“Erkek kardeşim çocuklarının yaptığı her sinir bozucu şey
için bunu söylüyor. Bir ay içinde güzelce uyuyacak ve sen başka
bir şey hakkında endişeleneceksin.”
Bir an için bunu düşündü. “Teşekkür ederim, arkadaşım.”
“Her zaman.” Arabadan çıktım ve boydan boya Constanti­
ne Bulvarı’na baktım. Yolun uzağına inşa edilmiş evler birbirine
bitişikti ve hiç yaya yoktu. Sessiz ve özeldi. “Bu hiçbir işe yara­
mayacak.”
“Hadi gel.” Derwent kapıya doğru ilerledi ve evin önündeki
çakıllı yolu incelemek için durdu. “Ne düşünüyorsun? Lastik
izleri mi?”
“Hiçbir fikrim yok.” Görmeye çalışarak yere çömeldim.
“Hayır, bunun için yeteri kadar çakıl yok.”
“Tipik.” Başını yukarı kaldırarak eve baktı. Muhtemelen
kırk yıl önce, ev yapıldıktan hemen sonra konulmuş, çirkin alü­
minyum çerçeveli pencerelerin olduğu 1930’lu yıllardan kalma
evlerden biriydi. Binanın görünüşünde de terk edilmiş havası
vardı. Tüm perdeler kapalıydı ve basamakların arasından otlar
çıkmıştı. Rüzgâr caddedeki çöpleri bahçeye taşımış ve çöpler

104
ölülerin Konulmasına İzin ver

çalılıkların içine karışmıştı. “Boş olduğunu tahmin edebilirsin,


değil mi?”
“Boş ya da yaşlı biri oturuyor diye düşünebilirsin.” Derwent’i
takip ettim, ön kapıdan girerek, hem tedbir için hem de ger­
çekten de hiçbir şeye dokunmak istemediğim için eldivenlerimi
giydim. Burnumu buruşturarak posta yığının olduğu hasırın üs­
tünden atladım. “Burası kokuyor.”
“Yardım evinin koktuğu kadar değil.” Derwent dönüp bana
baktı. “Yaşlandığımda, İsviçre’ye gideceğim ve orada öleceğim.
Kesinlikle günlerimi saçma sapan sebzelerle çevrilmiş duvarları
izleyerek geçirmek istemiyorum.”
“O kadar kötü olamaz.”
“Ne hayal ediyorsan ondan beterdi.” Mutfağa girdi, çalıştığı­
mız için yeniden enerji dolmuş, avcı içgüdüleri yorgunluğunu
yenmişti. Yaşlılığını hayal etmeye çalıştım ama edemedim. Onu
sakin, sessizce oturan, duvarlara bakan biri gibi düşünmek im­
kânsızdı. İlk işi orayı yakmak olurdu.
Oturma odasının perdeleri yırtıktı ve renkleri solgundu. Ke­
narlarındaki materyal pislik içindeydi. Bir tanesini içeri biraz
ışık girsin diye ittim. Işık, büyükannemin tam seveceği gibi mo­
bilyalarla kaplı odayı açığa çıkardı. Üzeri tozla kaplı koyu maun
masalar, işlemeli dantelle kaplı koltuklar, uzun zaman önce mo­
dası geçmiş olan tahta bir kanepe. Toz ve iplikler içeriye giren
ışığın içinde yüzüyorlardı, sis kadar kalındı ve William Turner’in
antiseptik evini düşündüm. Astımı olduğuna inandım -gözü­
mün önünde geçirdiği atak sahte olamazdı— ama temiz evler
genel olarak beni şüphelendirir. Birçok insan, saklayacakları bir
şey olduğunda şaşırtıcı bir şekilde temizlik delisi olur.
Derwent kafasını uzattı. “Garip bir şey var mı?”

105
Jane Casey

“Hayır.”
“Yukarı o zaman.”
“Harold'ın ailesi var mı?”
“Hayır. Tek başına yaşıyor.” Derwent’in dudakları incel­
di. “Zavallı yaşlı adamcağız. Biri onu görmeye geldiği için çok
memnun olmuştu. Ev onun yardım kurumu masraflarını öde­
mek için satılacak. Allah bilir ne kadar istiyorlar.”
“Tüm eşyalarına ne olacak?”
“Hiçbir fikrim yok. Yardım için bağışlanabilir belki. Eve gel­
mek istemediğini söylüyor. Sanırım burada çok yalnızdı.”
“Bu önemli değil mi? Belki doksan yaşını geçince ve artık yal­
nız yaşamak istemeyince, evde olup olmamayı önemsemiyorsun.”
“Belki.” Derwent ikna olmuş gibi görünmüyordu.
Önce merdivenleri çıktım ve ilk yatak odasına baktım. Yata­
ğın üstünde çarşaf yoktu ve lekelerle kaplıydı. Yan oda çalışma
odasıydı, yanında banyo ve onun yanında da ayrı bir tuvalet
vardı. Havası ağırdı, odalar tozlu ve berbat bir hâldeydi, çamın
kokusu şaşırtıcı bir şekilde hâlâ banyoda çok keskindi. Arka­
sında bıraktıkları ile ilgili trajik bir şey vardı; üstünde kısa san
saçlar olan bir fırça, çaylak bir sabun, lavabo kenarında belli bir
açıyla kuruması için asılı bıraktığı yüz havlusu. Kate Emery’nin
evi de böyleydi. Hayat durmuştu.
“Bu evi kim alırsa, köşe bucak temizlemesi gerekecek.” dedi
Derwent. “Sadece duvarları tut ve gerisini yeniden inşa et.”
Evin arkasındaki son odanın kapısını açarken, ona cevap ver­
mek üzereydim ama kelimeler buhar oldu. Bir saniyeliğine dur­
dum, zihnim beni neyin rahatsız ettiğini çözmeye çalışıyordu.
Değişik bir şey kokuyordu, sorun buydu. Oda kokuyordu ama
evin diğer taraflarındaki ağır hava ve eski kıyafetler gibi değil.

106
Ölülerin Kenuımasına İzin ver

“Ne oldu?” Derwent tam arkamdaydı, görebilmek için beni


ittiriyordu.
Perdeler kapalıydı ama ışığın girdiği bir aralık vardı. Burası
bir yatak odasıydı, yatağa pembe süslü bir yatak örtüsü serilmiş,
krem rengi halının rengi solmuş ve üzerine basılmaktan dolayı
incelmişti. İlerledim ve yatağın altına bakmak için çömeldim.
Halının üzerinde düğüm yapılmış ve unutulmuş bir prezervatif
vardı. Aldığım koku buydu.
“DNA için bu çok iyi olur.” Ayağa kalktım. “Ben dokunmu­
yorum, SOCO’lar alsın.”
Derwent dikkatlice yatak örtüsünü kaldırdı. Tam merkezde
bembeyaz bir lekesi olan, açık yeşil bir çarşaf seriliydi.
“Harold’un cinsel hayatı olduğunu sanmıyorum.” dedi. “O
zaman soru şu: Kim?”
“Bir çiftten fazla.”
Gösterdim. “Sperm lekeleri. Yerde de bir prezervatif var.
Spermler prezervatifte olduğu zaman genelde yatağa yayılmaz.”
Derwent sırıttı. “Tecrübelerine göre.”
“Evet. Neden bahsettiğimi biliyorum.”
Sırıtışı tüm yüzüne yayıldı. “Öyle mi oluyor?”
“Seni şoka sokmak istemem ama ben seks yaptım. Aslında
birkaç kere.”
Derwent odanın geri kalanını inceliyordu. “Bir süredir değil.”
“Sana böyle olduğunu düşündüren nedir?”
“Biliyorum.”
“Çok garipsin. Tabii ki bilmiyorsun.”
“Yapmadın.” Bana baktı. “Ama yaptığında anlayacağım.”
“Hayır anlamayacaksın.”

107
Jane Casey

Yavaş, empatik bir kafa sallama.


İğrençsin.

Bu altıncı his gibi.” Kafasına parmağıyla vurarak, “Ben her


şeyi görürüm.”
“Görmenin temel beş duyudan biri olduğunu sanıyordum.”
Parmağını şaklattı. “Söylemeye çalıştığım, bu tür şeyleri ben­
den saklayamazsın. Seni çok iyi tanıyorum. Bu aralar hayatında
seks yok, uzun süredir de yoktu. O nedenle yaptığın zaman farkı
fark edeceğim.”
“Hayalperestsin, hem de sapık.”
“Sadece gözlemciyim. Her neyse, bir çift olabilir. Belki pre­
zervatifleri bitti ve yeniden birlikte oldular.”
“Kate’de bu evin anahtarları vardı. Başka kimde vardı?”
Derwent omuzlarını silkti. “Bildiğim kadarıyla kimse. Kom­
şunun sadece bahçe anahtarı var. Harold başka kimseden bah­
setmedi.”
“Zorla girildiğine dair herhangi bir işaret yok. Kate’in evi
kullandığını ya da bir başkasına kullandırttığını göz önünde bu­
lundurmalıyız.”
“Ya da biri onun anahtarlarını çaldı.”
“Her türlü burada kim vardı, öğrenmemiz lazım. Bir de ne­
den bu odayı kullanıyorlardı?” Perdeyi biraz geriye ittim, per­
vazda bir tutam kül vardı ve yuvarlak bir şeyin yapışkan izi. “Ka­
te’in evinin tam manzarası. Belki de o yüzden bu odayı seçtiler.”
“Ya da tamamen tesadüf. Onun cinayetiyle bağdaşmamayız
ya da çok daha iyi bir temizlik yapmalılardı. Çarşaftan kurtul­
mamak için çok kalın kafalı ve suç araştırması hakkında hiçbir
şey bilmiyor olman lazım, diğerlerini saymıyorum bile.”

108
ölülerin Konuşmasına izin ver

“Belki temizlemek istediler. Belki zamanları olmadı. Chloe


erken geldi, unutma. Salı gününe kadar gelmemesi gerekiyordu.
Belki geri dönüp tüm bunları toparlayabileceklerini düşündüler
ama bir baktılar; her tarafta polis var ve risk alamadılar.” Et­
rafıma baktım. “Unutma, eğer köpek bizi buraya getirmesey-
di, muhtemelen bu ev hakkında hiçbir bilgimiz olmayacaktı.
Kate’in anahtarları bu evinki ile birlikte kayboldu. Bizi buraya
getirecek hiçbir şey yoktu. Muhtemelen tüm bunları sonsuza
dek burada bırakabileceklerini düşündüler. Kumar oynadılar ve
kaybettiler.”
“O zaman bu bizi şanslı yapar.” Eldivenli elinin tersiyle alnı­
nın sildi. “Eğer hemen koşup bir piyango bileti almazsam, beni
affet.”

109
9

oruşturma için aniden hayati önem kazanan bir evin her ta­

S rafını, nasıl oldu da hiçbir önlem almadan, kelimenin tam


anlamıyla ayaklar altında çiğnediğimizi anlamaya çalışırken
Derwent’i, Kev Cox ve Una Burt’ün yanında bıraktım. Yüzle­
rindeki ifadeye bakınca, “Düşünemedik.” yeterli bir savunma
olmayacaktı. Burt’ün gözlerinde daha çok paniğe yakın vahşi bir
bakış vardı. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Ne de olsa
cesedi ve şüphelisi olmayan bir cinayet soruşturmasına başkan­
lık ediyordu, ününü artıracağı söylenemezdi. Adli kanıtlar ne
derse desin -hâlâ onda da bir sonuca ulaşamadığımızı varsayar­
sak- hiçbir şey eli kanlı birini yakalamayla kıyaslanamaz.
Kaçmama sebep olan şey sadece korkaklık değildi. Chloe
Emery ile tekrar konuşmak istiyordum; bu sefer yalnız. Dün
Georgia nın varlığının onu rahatsız ettiğini düşünmedim, hatta
odada olduğunun farkında mıydı, ondan bile şüphem vardı ama
daha samimi bir yaklaşım denemekten de zarar gelmezdi.
Otuz iki numaranın zilini çaldım ve bekledim. Kapıya gelen
Morgan Norris’di ve yüzünde sert bir ifâde vardı. Bir an için
beni içeri almayacağını düşündüm ama sonra çatık kaşları yu­
muşadı ve hatırladım der gibi elini başına koydu.

110
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Siz dün buraya gelen polis memurusunuz. Üzgünüm, tanı­


yamadım. Saçınız sanki... Değişikti.”
Bay Motrisin bu söylediğini, evet ya da hayır demeden din­
ledim. Nemin saçıma yaptığı değişiklik bin metre öteden fark
edilebilirdi. “Özür dilerim, sizi rahatsız etmek istemedim. Ch­
loe ile tekrar konuşmak istiyorum.”
“Herhangi bir şey buldunuz mu?” Konuşurken, duyulma ih­
timalinden rahatsız, merdivenlerden yukarı doğru baktı.
“Rutin bir takip. Yeni haber yok.”
“Bu iyi, değil mi?” Kapının arkasındaki zincirle oynarken, san­
ki çok önemli bir şey yapıyormuş gibi kaşlarını çattı. “Umut var.”
Umut üzüntüden çok daha fazla yıkıcı olabilir. Bunu ona
söylemedim. Onun yerine gülümsedim.
“Chloe yukarıda mı?”
“Sanırım.” Onun yanından geçtim ve o beni bileğimden tut­
tu. “Bekle. Önce Eleanor konuşmak istiyor. Mutfakta.”
Hayır demek üzereydim. Bileğimi kararlı bir şekilde tutuyor­
du ama sıkmıyordu. Eli yumuşaktı. Prensip olarak bu şekilde
yakınlaşmaktan hoşlanmam. Parmaklarının altındaki nabzımı
hissetseydi, kalbimin küt küt attığını anlardı.
Ama benim tepkimin Morgan Norris ile ilgisi yoktu. Ondan
korkmuyordum.
Ve beklenmeyen bir şekilde, bir erkek tarafından tutulmama
kızmamdan ötürü, Eleanor Norris ile konuşma şansını kaçır­
mak istemiyordum.
Norris başını yana eğdi. Saçından çok daha koyu olan kirpik­
leri vardı ve bu da gözlerini daha açık renk gösteriyordu. Tavrı
etkileyiciydi ve bunu biliyordu. “Lütfen.”

111
Jane Casey

“Tamam.” Bileğimi tepki vermeden elinden çektim. Erkek


bir dedektife asla dokunmayacağını biliyordum, bunu bilmek
bile beni sinirlendirdi ama bunun hakkında yapabileceğim bir
şey yoktu.
“Ben de özür dilemek istiyorum.” dedi hızlıca.
Çoktan mutfağa doğru yönelmiştim. Durdum ve dönüp ona
baktım. “Ne için?”
“Size karşı sarf ettiğim sözler için. Aptalca bir şakaydı ve söy­
lediğim anda çok üzüldüm. Hepimiz çok büyük stres altındayız.”
Gerçekten de önce ne demek istediğini anlayamadım. “Ah!
Bize aynasızlar demenizden mi bahsediyorsunuz?”
“Evet. Çok üzgünüm.”
“Daha önce de duydum. Daha kötülerini de duydum.”
“Beklediğim gibi değildiniz.”
Kaşlarımı çattım. “Ne bekliyordunuz?”
“Bir dedektif gelecek dedikleri zaman...” Ellerini ceplerine
koyup küçük çocuk gibi bir tavır takınarak, “Daha sert birini
bekliyordum. Daha yaşlı.”
“Harika.” Sesime umursamıyorum havası katmaya çalıştım.
“Devam edebilir miyiz?”
“Evet, tabii. Kusura bakmayın.” Gerçekten üzgün görünü­
yordu ve ben onunla ilgili düşüncelerimi gözden geçirdim, belki
de rol yapmıyordu. Belki de söyledikleri nedeniyle kendini ger­
çekten kötü hissediyordu.
Ama bileğimi tutacak cesareti gösterdiğinde, aynı duygularda
olduğundan pek emin değildim. Bileğim acıyordu. Psikolojik
bir şeydi. Bu, bedenimi adrenalinle dolduran hayatım için ver­
diğim mücadelenin sonucuydu. Olduğum yerden veya yaptığım

112
ölülerin Konulmasına İzin ver

şeyden duyduğum bir korku değildi. Gereksiz bir kalıntıydı. Ar­


kamda bırakmak istediğim tecrübelerden öğrenilmiş bir davra­
nıştı. Ben artık o kişi değildim.
Dedektif omuzlarımı dikleştirdim ve mutfağa doğru ilerle­
dim. Sanki her adımım beni geçmişimden uzaklaştırıyor muş
gibiydi. Geçmiş artık bana zarar veremezdi.
Bunun bir yalan olduğunu biliyordum ama aynı zamanda
bir konfordu.
Eleanor Norris’in bana arkası dönüktü. Mutfak masasına
eğilmiş, gazete okuyordu. “Kim gelmiş?”
“Dedektif Maeve Kerrigan.” dedim. “Dün tanıştık.”
Sesimi duyar duymaz yerinden fırladı, gözleri fal taşı gibi
açık, bir eli boynunda bana döndü. Bakışları omuzlarımın üze­
rinden Morgan Norris’in durduğu tarafa yöneldi.
“Sakin ol Eleanor. Sadece rutin bir ziyaret.” Sesinde gizleme­
ye çalıştığı bir rahatsızlık vardı. Eleanor’un sebep olduğu bir şey:
Pembe farla süslenmiş gözler, alçak sesi ve insanın gözüne batan
mütevazılığı.
“Beni korkuttun. İki kişiye ait farklı ayak sesleri duymadım.
Hepsi bu.” Gülümsemeye çalıştı. “Herkes burada çoraplarıyla
dolaşıyor. Noel için onlara çivili botlar almam gerek, böylece
onları takip edebilirim.”
“Chloe’yi görmeye geldim.” dedim. “Ama Morgan önce be­
nimle konuşmak istediğinizi söyledi.”
“Ah... Evet.” Bakıştılar ama anlayamadım. Norris gidip gaze­
te sayfalarını çevirmeye başladı.
“Chloe istediği kadar burada kalabilir demek istedim. Geçen
akşam bunu düşünememiştim. Bunu en baştan söylemeliydim.
Tabii ki bize güvenebilir.”

113
Jane Casey

Kelimelerimi dikkatle seçerek yavaşça, “Bu çok cömert bir


teklif.” dedim. “Birini evinizde ağırlamak çok zor, özellikle de
ne kadar kalacağını bilmiyorsanız.”
Norris kahkaha attı. “Eleanor bunu biliyor. Çoktandır zaten
ben varım.”
“Ama siz bir ailesiniz.” Dudaklarımı ısırdım. “Bakın, Aile İr­
tibat Memuru size daha fazla bilgi verebilir...”
“O kadın mı? Onu eve yolladım.” diye anında cevap verdi
Eleanor. “Aptal, alıngan bir kadındı ve tek yaptığı şey mutfağım­
da fincan fincan çay yapmak oldu.”
“Alıngan mı?” dedim. Kafam karışmıştı.
. “Eleanor ve Oliver’ın kiliseye olan bağımlılığını tam olarak
anlayamadı.” dedi Morgan Norris. “Onlara, ‘Tanrıyı rahatsız
edenler.’ dedi.”
“Ohh.”
“Oliver onu dua etmek için aramıza katılmaya davet ettiği
için.” dedi Eleanor. “Tanrı’nın ona, işinde ne kadar yardım ede­
bileceği hakkında hiçbir fikri olmadığı çok açık.”
Eleanor Norris’in tam bir kabus olduğunu düşünerek ve
muhtemelen ona eve git denildiğinde memurun çileden çıka­
ğını tahmin ederek, diplomatik bir şekilde, “Zor bir iş.” dedim.
“Eğer burada olsaydı, size söyleyeceklerimi o da söylerdi. Bir
cinayetten sonra, her şeyin doğrusunu yapmaya çalışmak çok
normal. Daha sonra pişman olacağınız sözler vermek çok kolay
olur bu dönemde. Ayrıca Chloe bir yetişkin.”
“Çok saçma. Bazı noksanlıkları sebebiyle ayakta duramaz.”
“Belki yapamaz ama başka seçenekler de var. Sonuçta o bir
öksüz değil. Babası...”

114
•İnlerin KMiiMuiM Izla ver

“Oraya gidip onunla yaşayamaz.” Morgan Norris gazeteden


kafasını kaldırdı. “Bu tartışmasız.”
“Neden değil?”
“Ondan ödü patlıyor.”
“Size bunu söyleten nedir?”
“Kendi söyledi. Dün akşam.” Eleanor kollarını bağladı.
“Onu görüp görmek istemediğini sordum ve kendindeydi. Bana
onu göndermememiz için yalvardı. Ben de tabii ki istediği kadar
burada kalabileceğini söyledim.”
“Neden korktuğunu söyledi mi?”
“Hayır.” Eleanor kayınbiraderine döndü. “Anlatmadı değil mi?”
“Onun evine tekrar gitmek istemediğini söyledi.” dedi Nor­
ris. “Sebebini söylemedi.”
“Onun evi.” diye tekrar ettim. “O zaman sorun onu görmek
istememesi değil.”
“Size sadece bana söylediklerini aktarabilirim. Ne demek is­
tediğini ona sormanız gerekecek.”
“Ben sadece ona güven vermek istedim.” dedi Eleanor gözleri
dolarak. Belli ki ona söylediğim şeyi, bana karşı çıkmak için,
kafasında tekrar tekrar düşünüyordu. Sanırım kazandığını gö­
rene kadar, aynı tartışmaya dönmeye devam eden insanlardan
biriydi. Onlar için kullanılan bir kelime vardı.
Yorucu, kelime buydu.
“Yanlış bir şey söylemek istemedim. Zaten, istediği kadar bi­
zimle kalabileceğini söylemek yanlış değil. Gerçekten de öyle
düşünüyorum. Bunun için dua ettim. Tanrı’dan beni yönlen­
dirmesini istedim.” Gözleri kısıldı. “Ama muhtemelen, bunun
garip olduğunu düşünüyorsunuzdur.”

115
jane Casey

“Çok değil.” Gerçekten de öyle düşünüyordum. Annem ço­


cukluğumu, çeşitli özel dini amaçlar için; novenalarla*, kutsal
günlerle, tespihlerle, kutsanmış sularla, dua kartlarıyla süsledi.
Bize yön göstermesi için Tanrı’ya dua etmek bana uzak değildi.
Bu hatıralar, bana bir önceki gün dikkatimi çeken bir şeyi ha­
tırlattı. “Eşiniz, Kate Emery’i kiliseye davet ettiğini söylemişti.
Hiç geldi mi?”
Bir an için Eleanor bayılacak zannettim. Yüzü bembeyaz
oldu, dudaklarındaki kan çekildi. Eliyle sandalyenin arkasını
tutarak, “Ne yaptı?” dedi.
“Onu kilisenize davet ettiğini söyledi.” diye tekrar ettim ama
çekinerek.
“Bunu yapmış olması mümkün değil. Çağırmış olsa bana
söylerdi.”
“Bu anlaşmanın bir parçası değil mi Eleanor? Zavallı günah­
kârları, Isa’nın yolunda sana katılmaları için kiliseye davet eder­
sin.” Morgan uzandı ve elini onun omzuna koydu. “Endişelene­
cek bir şey değil.”
Görünen bir çabayla kendini toparladı. “Çağırmışsa bile gel­
memiştir. Ruhani şeylerle hiçbir ilgisi yoktu. Aslında tam tersi.”
“Geldi.” Morgan huzursuz görünüyordu. “Sanırım sen Bet­
hany ile annene gittiğin zamandı. Birkaç ay önce.”
“Ne? Oliver neden bana söylemedi?” Gözleri kısıldı. “Ve sen
nereden biliyorsun? Orada değildin, değil mi? Sen hiçbir ayine
katılmazsın.”
“Gitmeden önce buraya geldi. Onu Oliver götürdü.”
“Ama bu çok anlamsız. O şüpheci bir insandı. Sadece bizimle
dalga geçmek için gelmiş olmalı.”
* Katoliklerde, dokuz gün boyunca özel dualar ve hizmetlerle yapılan bir ibadet.

116
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Şey, bir daha hiç gitmedi.” Morgan gazetenin bir sayfasını


çevirdi. “O yüzden çok büyük bir problem değil.”
Tekrar Bay Norris ve beyaz saçlı vaiz ile konulmam gereke­
cekti. Bu düşünceden dolayı iç çekmek istedim ama kendimi
tuttum. “Tamam. Hepsi bu mu?”
“Araba.” Morgan bakmadan konuştu. “Neden onu incele­
mek istediniz?”
“Rutin araştırmalar.”
Bana baktı. “O zaman yoldaki tüm arabaları inceliyorsunuz,
öyle mi?”
“Tam olarak öyle değil.”
“Neden Oliver’ınki?”
“Size bunu söyleyemem.”
“Bir şey buldunuz mu?” Eleanor titriyordu ve parmaklarını
tuttuğu sandalyeye bastırırken, eklemlerinin bembeyaz olduğu­
nu gördüm.
“Size bunu da söyleyemem.”
Morgan, “Bir şeyler bulmuş olsalar arabayı alırlardı.” dedi,
ilgisinin kaybolduğu belliydi. “Bulacak hiçbir şey yoktu.”
Haklıydı. Araba tertemizdi, bagajı elektrik süpürgesiyle te­
mizlenmişti. Benim için inceleme yapan SOCO ekipleri, bazı
yerlerin hâlâ hafif nemli olduğunu söylemişti.
“Kim temizledi?” diye sordum.
“Çöplüğün yakınlarındaki araba yıkamada çalışanlar. Bahçe
çöplerini attıktan sonra, Oliver arabayı oraya götürmüştü. Po­
lonyalI ya da Ruslar veya başka bir milliyetten, çok İyi İngiliz­
celeri yok ama isterseniz onlarla konuşabilirsiniz. Size çamurla
ve yaprakla doluydu diyecekler. Oliver’dan çok kirli olduğu için

117
Jane Casey

ekstra para aldılar. Her zaman ekstra para almak için nedenleri
vardır ama iyi iş çıkarırlar.”
SOCO, arabanın her yerine, bagaj da dâhil olmak üzere,
doğru ışık altında kan lekelerini gösterecek Luminol adlı bir
kimyasal sprey sıkmıştı. Eğer kan olsaydı, temizliğe rağmen onu
kesinlikle görecekleri konusunda beni temin etti. Eğer yeteri
kadar kan lekesi bulunsaydı, Oliver Norris’i hemen oracıkta tu­
tuklardım. Ondan neden bu kadar nefret ettiğimi açıklayamı-
yordum ama sırf arabası temiz bulundu diye de, duygularımı
bir tarafa bırakamazdım. Karısı stres altında böyle saçmalarken
bunu yapamazdım, kardeşi Norris’in bir şüpheli olup olmadığı­
nı öğrenmeye çalışırken de.
İkisini mutfakta bırakarak, yukarıya doğru çıkmaya başla­
dım. Chloe’yi, Oliver Norris’in evini olabildiğince çabuk terk
etmeye ikna etmeye niyetliydim. Bazı sesler duydum ve sesleri,
dün Chloe’yi gördüğüm yatak odasına kadar takip ettim. Yak­
laştığımda ani bir kahkaha patlaması duydum, anında “Şşhh”
sesiyle bastırılan bir kahkaha. Nazikçe kapıyı tıklattım.
“Bekle!” İçeride bir itişme kakışma oldu ve sonra, “Gir.” di­
yen sesi duydum.
Chloe’nin sesi değil, diye düşündüm. Bethany’nindi.
Kafamı kapıdan içeri uzattım. İki kız yerde yatıyordu. Ch­
loe’nin yüzü beni görür görmez bembeyaz oldu. Bethany’nin
ifadesi bıkkınlıktan şaşkınlığa döndü.
“Pardon. Annem zannettim.”
“Chloe ile bir kere daha konuşmak istedim.”
“Biz Öyle düşünmemiştik, annemle konuşmaya geldiğinizi
zannettik. Biz çıktığınızı düşündük.” Bethany, uzun bol elbise­
sini düzelterek ayağa kalktı ve bir cep telefonunun üzerine uzan­

118
ölülerin Konulmasına izin ver

dığını sandım. Beni ona bakarken gördü. “Benim değil. Bana


izin vermiyorlar. Bu Chloe’nin.”
Hâlâ yerde yatan Chloe’ye baktım. “Chloe lütfen kalkıp, be­
nimle konuşur musun? Ve Bethany, sakıncası yoksa bizi birkaç
dakika yalnız bırakır mısın?”
Bethany bana düşmanca bir bakış attı ve sonra arkadaşına
döndü. “Kalmamı ister misin?”
“Korkarım ki böyle bir seçeneğin yok.” Kapıyı açık bıraktım.
“Söylediğim gibi uzun sürmeyecek.”
Söylenerek yanımdan geçti. Hareket etmeden ona gülümse­
dim ve sertçe kapıyı kapattım. Sanki 19. yüzyıldan kalma kıya­
fetler giyinmişti ama sonuçta o bir ergendi.
Chloe bir gece önce oturduğu sandalyesine oturdu ve yine
bacaklarını toplayarak kendine çekti, böylece dizlerinin arkasına
saklanabiliyordu. “Ne istiyorsun?”
“Dün akşam getirdiğim ilaçları aldın mı?”
Kafasıyla onayladı.
“Sorduğun zarfı bulamadım.”
Yüzü heyecandan gerildi. “Orada olmalı. Orada olmak zo­
runda!”
Annenin ikinci kattaki çalışma odasından bazı kâğıtlar aldık.
Onların içinde kalmış olabilir mi kontrol edeceğim. Önemli
mı?
Yine kafasıyla onayladı. “Ona ihtiyacım var.”
“O zaman elimizde mi diye, çok dikkatli kontrol edeceğim.”
Zorla gülümsedi.
“Chloe, sana soracak birkaç sorum var. Neden babanın evin­
den erken döndün?”

119
jane Casey

“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.” Bugün dikkati


o kadar dağınık değildi, boş bakmıyordu. Artık yardım etmek
istemiyor, diye not aldım.
“Onunla yarın konuşacağım.”
“Yani?”
“Yani, onunla konuşmadan önce, hikâyeyi senin tarafından
dinlemek ve öğrenmek istiyorum.”
“Bilmiyor.”
“Neyi bilmiyor?” Cevap vermedi. Yeniden denedim. “Birinin
söylediği bir şey miydi? Ya da yaptığı bir şey?”
Cevap yok.
“Neden baban konuyu bilmiyor?”
“Orada değildi.”
“Dışarı mı çıkmıştı?”
“Hayır, yoktu demek istiyorum.” Yukarı baktı. “Şehir dışın­
daydı.”
“Ama sen onu görmeye gitmiştin.”
Omuzlarını silkti. “îş için dedi. Önemliydi.”
“Ne zaman gitti?”
Düşündü. “Cuma sabah çıktı. Cumartesi akşamı döndü.”
Not aldım. “Nerede olduğunu biliyor musun?”
“Hayır. Söylemedi.”
“Tamam. Bak, babanın evinde olanlarla ilgili konuşmak iste­
mediğini biliyorum ama bu seni gerçekten üzen bir şeydi. O ka­
dar üzdü ki baban geldikten sonra bile orada kalmak istemedin
ve bu da bana, bunu polisin bilmesi gerektiğini düşündürtüyor.”
Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Hayır, hayır, öyle değil... Ailevi
bir şeydi.”
“Bir tartışma mı?”

120
ölülerin Konuşmasına İzin ver

Gözlerini gözlerimden kaçırdı. “Evet, söylememem gereken


bazı şeyler söyledim. Üvey annemle başım belaya girdi. Beni çok
da sevdiğini düşünmüyorum.”
“Tamam.” dedim. Yanlış düşündüğüne dair onu ikna edebi­
lirdim ama dışarıda çok kötü üvey anneler olduğunu da biliyor­
dum. Onunla tanışana kadar, ikinci Bayan Emery hakkında bir
yargıya varmayacaktım. “Bana söylemek istediğin başka bir şey
var mıydı? Bilmem gerektiğini düşündüğün başka bir şey geldi
mi aklına?”
Hayır, anlamında kafasını salladı.
“Baban için herhangi bir mesajın var mı? Ona iletmemi iste­
diğin bir şey?”
“Hayır.”
Herhangi bir reaksiyon alıp alamayacağımı görmenin tam za­
manıydı. “Eğer gidip onunla yaşamak ister misin diye sorarsa...”
“Sormayacak. Ona söyledim. Gitmiyorum. Hiçbir zaman
gitmeyeceğim.” Titriyordu.
“Babanla konuştun mu?”
“Hayır. Ona bir mesaj gönderdim.” Kafasını kaldırıp bana
baktı. “Ona gerçekten de, bunu istemediğimi söyler misin? Ona
beni aramaktan ve bana mesaj göndermekten vazgeçmesini söy­
le. Onunla konuşmak istemiyorum ve onu görmek istemiyo­
rum. Bunu ona söyle. Söyle.”
Odadan çıkar çıkmaz Bethany’i göremedim. Merdivenlerde,
birkaç basamak aşağıda kedi gibi kıvrılmış oturuyordu. “Hey.”
“Merhaba.” dedim şaşırarak.
“Seninle konuşmak istiyorum.”
“Devam et.”

121
Jane Casey

“Chloe ile ilgili.’’ Meydan okurcasına baktı bana. “Onu rahat


bırakman gerek.”
“Korkarım ki bırakamam. Çünkü bu bir cinayet soruşturma­
sı. İnsanları rahat bırakamam.”
Şok olmuştu. Bu davaya cinayet davası olarak baktığımızı,
herkesin bildiğini düşünüyordum ama Norrislerin, kızları ha­
berlerden uzak tutması da beni şaşırtmamalıydı. Bethany’nin
telefonu yoksa, tabii ki internete de giremiyordu.
“Cinayet. Yani siz...”
“Henüz hiçbir şeyden emin değiliz. Chloe’ye bununla ilgili
hiçbir şey söyleme.”
“Söylemek zorundayım.”
“Hayır, Bethany lütfen.”
“Senin için ona yalan söylemeyeceğim.”
“Ben senden yalan söylemeni istemiyorum, sadece benim
kullandığım kelimeyi kullanmamam istiyorum.”
Nefret dolu gözlerle bana bakıyordu. “Siz insanlar onu hiç
umursamıyorsunuz. Eğer ben söylemezsem, sen ne zaman söy­
leyeceksin?”
“Ne olduğundan tam olarak emin olduğumda.” En yüksek
basamağa oturdum. “Bak, bir cinayet soruşturması olduğunda,
polis ulaşabildiği her türlü kaynağı kullanır. Adli tıbbın pazar
gününden beri burada çalıştığını biliyorsun. Bölgede dolaşan
üniformalı polisleri ve dedektifleri gördün. Eğer bu bir cinayet
soruşturması olmasaydı, ne olduğunu anlamak için bu kadar
çok insanı görevlendiremezdik. Chloe’nin evinde ne olduğunu
öğrenmek için, elimizden geldiği kadar çok çalışacağız ve tabii
neden olduğunu öğrenmek için. En kötüsünü düşünmek bize
yardımcı oluyor ama bu Chloe’nin de aynı şekilde düşünmesi
gerekir anlamına gelmez.”

122
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Yine de ona söylemen gerektiğini düşünüyorum.” O küçük


inatçı surat; babasını Chloe’nin kedisi için nasıl öfkelendirdiğini
hatırlıyorum. Doğuştan bir baş belası.
Ya da hâlâ yanlışa ve doğruya inanan biri. Nasıl bir şey oldu­
ğunu hayal meyal hatırlıyorum.
“Doğru zaman geldiğinde ona söyleyeceğim. Şu anda doğru
zaman değil.” Bir saniye durdum. “Bethany, Chloe’nin babası­
nın evinde ne olduğunu biliyor musun? Neden erken geldiğin­
den haberin var mı?”
Hemen, “Hiçbir fikrim yok.” dedi.
“Bence var.”
“Gerçekten bilmiyorum.”
“Bence Chloe neden orada kalamayacağını sana anlattı.”
“Beni konuşturamazsın.” Ayağa kalktı. “Bu doğru düzgün
bir soruşturma bile değil ve sana hiçbir şey anlatmak zorunda
değilim.”
“Hayır, değilsin.” Bir tepki vermemi istediğini bildiğimden,
hayal kırıklığımı göstermemekte kararlıydım. “Bana zaman
ayırdığın için teşekkür ederim, Bethany.”
“Hepsi bu mu?”
“Başka söyleyecek bir şeyin yoksa.”
Kafasını salladı ve yine yanımdan geçerek, Chloe’yi bıraktı­
ğım yatak odasına doğru gitti.
“Bethany?” Arkasını dönerek bana baktı. “O kelimeyi kul­
lanmayacaksın, unutma.”
Kapıyı arkasından kapattı.
Ergen stilinde bir gidişti.

123
10

erwent, Oxfordshire’a kadar arka koltukta horlayarak

D uyudu. Gerçekten benim için önemi yoktu; hoş, o da hiç


sormadı bile. Aslında bana, Chloe ve onun babasının evine dön­
me konusundaki isteksizliği hakkında düşünmeme zaman verdi.
Utandığı bir şey olmalı. Sır olarak saklamak istediği bir şey. Soru
şu: Bu onun yaptığı bir şey miydi, yoksa başkasının ona yaptığı
bir şey miydi?
Emery, Lewknor’un dışında, High Wycombe ve Oxford ara­
sında küçük bir köyde, muhteşem bir doğal güzelliğin tam orta­
sında yaşıyordu. Trafik yoktu ve Chilterns’den aşağıya hâlâ bo­
zulmamış, kartpostal gibi görünen yeşil alana doğru ilerlerken
iyi vakit geçirdim. Navigasyon evden birkaç yüz metre uzakta
olduğumuzu söyleyince, park etmek için bir yer buldum. Ev­
lerin birbirinden uzak olduğu, yüksek duvarlarla ve çalıklarla
çevrili olduğu dar bir yoldu. Burası özel, asla kötü bir şey olma­
yacağına inandığınız zenginlerin bölgesiydi.
“Hey! Uyan.” Arkaya doğru uzandım ve kendine gelene kadar
Derwent’ı dizinden sarstım. Işık gözlerini kamaştırdı. “Geldik.”
“Kahretsin.” Yüzünü buruşturdu. “Ağzımda sanki içinde biri
ölmüş gibi bir tat var.”

124
ölülerin Konuşmasına izin var

Ona bir paket sakız attım ve bakmamasına rağmen sol eliyle


paketi yakaladı. Refleksleriyle ilgili hiçbir sorunu yoktu.
“Suyumuz var mı?” öne doğru eğildi ve koltuğun başlığına
alnını dayadı.
“Bizim yok. Benim var.”
“Lütfen, Kerrigan.”
“Yalvarmanı seviyorum.” Ona şişeyi verdim ve birkaç yu­
dumda suyu bitirişini izledim.
“Teşekkürler.”
“Bir şey değil.” dedim, teşekkür etmesine şaşırarak. Ondan
beklentim bu kadar düşüktü. Basit bir nezaket beni şok ede­
bilirdi.
“Ne boktan bir gün.”
“Daha kötüleri de oldu.” dedim dürüstçe.
Homurdandı. “Burt benden kurtulmak istiyor.”
“Bu büyük bir haber değil. Seni hiçbir zaman sevmedi.” Hak­
lı olarak. Derwent’in birinin hayatını kolaylaştırması mümkün
değildi. Una da bunu kişisel olarak algılıyordu.
“Evet, ama ben bunu gerçekten düşünüyorum.”
“Ne?” Onu düzgün görebilmek için koltuğumda döndüm.
“Gerçekten değil, değil mi?”
“Daha fazla canımın sıkılmasını istemiyorum.”
“Bak, Burt’ün sinir bozucu olduğunu biliyorum ama patron
kısa süre sonra dönecek...”
“Bununla alakalı değil.” Derwent iç çekti. “Sorumlu olan
Godley bile olsa, bu daha kolay olmazdı.”
“Nedir o?”

125
jane Casey

“Bilmiyorum.” Gözlerini benden kaçırdı ve sanki manzara ile


ilgili bir sınav olacakmış gibi pencereden dışarıya gözlerini dikti.
Bunun bir yalan olduğunu düşündüm. Biliyordu. Sadece
konu hakkında benimle konuşmak istemedi. Niye konuşsun ki?
O sık sık bir Labradorun nezaketiyle, durgun bir suya atlar gibi
benim özel hayatıma dalardı ama bu benim ona fırsat vermemle
ilgili değildi.
öyle bile olsa, bunu görmezden gelemezdim.
“Eğer konuşmak istersen...”
Ağzına sakız atarken başını salladı. “Önemli bir şey değil.
“Melissa mı?”
Göz kapakları kapanıp açıldı. Yakaladım. “İşimi sevmiyor.”
“Neden?”
“Saatleri. Stres. Yaptıklarımızı ona anlatmamam. Onu dış­
ladığımı düşünüyor.” Bana baktı. “Haklı. Bilerek yapıyorum.”
“Seni suçlamıyorum.” Sivillerin, kendileri bilmek istedikle­
rini düşünse de, bilmek istemeyecekleri şeyler var. “Onu koru­
yorsun.”
“Kendimi koruyorum. Düşündüğüm şeyleri bilmesini iste­
miyorum.” Biraz kaydı, dizleri ön koltuğa dayandı. Sanki için­
deki acının bedenine dengeli bir şekilde yayılmasını istiyordu.
Daha önce orada bulunmuştum, işaretleri biliyordum, “insan­
ların birbirlerine çok çeşitli şekillerde zarar verdiğini görüyorsun
ve sonra her şeyin böyle olacağını düşünüyorsun.”
“Melissa ile olmak istedin çünkü o karanlıktaki ışıktı.” diye
hatırlattım ona. “Birlikte olmadan önce bana böyle söylemiştin.”
“Bu durumu daha da kötü yapıyor.” Bunu bana bakmadan
söylemişti. “Ona veya Thomas’a ya da ikisine birden, kötü bir

126
ölülerin Konulmasına İzin ver

şey olma ihtimalini ve onlarsız yaşayamayacağımı düşünmekten


kendimi alamıyorum.”
“Birini sevdiğinde böyle olur. Bu ödediğin bedel.”
“Bu yüzden onu kaybedeceğim.”
“Eğer açıklarsan...”
“Denedim.” Sesi sertti. “Ona gerçeği söyleyemem, onu da
kendim gibi korkutmak istemiyorum.”
“Ama...”
“Her akşam, bir sonraki gün için Thomas’ın kıyafetlerini
hazırlıyorum. Eğer okula gidecekse üniformasını hazırlıyorum.
Eğer hafta sonuysa, küçük kotunu ve üzerine giyeceğini hazırlı­
yorum. Çoraplarını, pantolonlarını, giyeceği her parçayı... Me­
lissa bunun çok hoş olduğunu düşünüyor.” Yutkundu. “Bunu
yapıyorum çünkü kaybolursa ya da biri onu öldürürse, üzerinde
ne olduğunu bilmek istiyorum. Her gece ya kaybolursa nasıl
olur, diye düşünüyorum. Kendimi en kötüye hazırlıyorum. Me­
lissa ise orada durmuş, ona babalık yaptığımı düşünerek bana
gülümsüyor.” Cep telefonunu çıkardı ve resimlere baktı. “Onun
fotoğraflarını çekmemin çok hoş olduğunu düşünüyor. Yüzü­
nün kaydını aldığımı bilmiyor. Sol profil, sağ profil, tam yüz.
Birkaç ayda bir yenileniyor, böylece eğer kaybolursa ellerinde
son çekilmiş fotoğrafları olacak.” Thomas’ın yüzü çeşitli şekil­
lerle ekrandaydı; kameraya dönük, kameraya bakmıyorken, gü­
lerken, ciddiyken, çamurluyken ve temizken. “Kim böyle düşü­
nür? Kim Thomas gibi güzel bir çocuğa bakar ve onun ölümünü
düşünür?”
“Muhtemelen ben de aynısını yapardım.” dedim. “Bu çok
doğal. Biz de bu sorgulamaları yaptık. Şu anda böyle hissediyor­
sun çünkü ilk defa binlerini önemsiyorsun.”

127
JANE CASEY

“Onlar için ölürüm.” Telefonunu tekrar cebine koydu. “Ama


bunu Melissa’ya söyleyemem.”
“Ona karşı dürüst olmalısın, yoksa bu iş yürümez.”
Yavaşça başını salladı. “Bunu yapamam. Onunla işim arasına
bir duvar ördüğümü söylüyor ve haklı. Tabii o duvar onu koru­
mak için orada, onu dışlamak için değil.”
“Bunu ona söyledin mi?”
Güldü, bir anlığına eski Derwent geri geldi. “Sanırım bu
onun, bana işimi bıraktırma kararlılığını artırır. Benim daha gü­
zel bir iş yapmamı ister.”
“Ne gibi?”
“Sen karar ver, diye önerdi. Dokuz beş arası bir şey.” Esne­
yerek gerindi. “Sadece sıkıntıdan dolayı ölmekten korkacağım
bir iş.”
“Hayal edemiyorum.” dedim.
“Ben de.”
Hayatın çok karmaşık olduğunu düşündüm. Melissa ona,
olduğu adam nedeniyle âşık olmuştu: Hayatının olgunluk dö­
nemindeki iyi adam, güçlü ve agresif, onu ve çocuğunu koru­
yabilirdi. Ona polis olduğu için güvenmişti. Yaptığını ve oldu­
ğu kişiyi sevmişti, bundan emindim. Sonra işinin gerçekliğiyle
yüzleşti. Onu ister anla ister anlama, onun hayatına eşlik etmek
kolay olamazdı ama o benim onu anladığım gibi anlayamazdı.
Onun gördüğünü ben de gördüm. Yaşadıklarını ben de yaşa­
dım. Eve neden enerji dolu ya da içine kapanık geldiğini veya
zaman zaman onunla az konuşmasının sebebini Melissa asla an­
layamazdı.
Ama Denvent’ı değiştiremezdi. Eğer onu sakin ve huzur
dolu bir şeyin içine iterse ondaki tüm iyi şeyleri yok ederdi. Eğer

128
ölülerin Konuşmasına İrin ver

onu olduğu gibi kabul etmezse, birlikte mutlu olma şanslarını


öldürürdü.
“Ev nerede?” diye sordu Derwent. Ses tonu konuşmanın bit­
tiğini gösteriyordu.
“İki yüz metre ilerde, şu tarafta.”
“Uyanık görünmek daha iyi.” Arabadan indi, gerindi ve yol­
cu kapısını açarak öne oturdu. “Hadi gidelim.”
Geride kalan kısa mesafeyi sessizlik içinde sürdüm ve evin
önüne park ettim. Bal rengi taştan yapılmış bir evdi. Önün­
de bir Range Rover duruyordu ve ön kapının üstünde bir gül
vardı. Gerçek olamayacak kadar güzel. Eğer Chloe’nin kaçmış
olduğunu bilmeseydim, yine de böyle düşünür müydüm diye
merak ettim.
Derwent eve baktı. “Emery ne iş yapıyor?”
“Halıcı gibi görünüyor. Yeni bir kariyer aradığına göre bunu
ona sormalısın.” Bana cevap veremeden arabadan indim.
Emery kapının önünde bekliyor olmalıydı çünkü ben daha
kapıyı çalamadan o açtı. Dökülmeye başlamış koyu saçları ve
yuvarlak yüzüyle minyon bir adamdı. Kızının ona çok benze­
diğini düşündüm ama genetiğin beklenmeyen bir lütftıyla, Ch­
loe’nin yüz hatları daha orantılıydı. Emery daha şanssızdı.
Kendimi ve Derwent’i tanıştırdım.
“Gelin, gelin.” Kapıyı tuttu ve bizi kapının solundaki otur­
ma odasına doğru yöneltti. Harika bir kır evi hayatından daha
fazlaydı: Yumuşak kanepeler, şömine, pencerenin kenarında bir
vazo içinde taze çiçekler... Mutfakta son model bir fırın ve et­
rafta bir yerlerde, bir ya da iki köpek de vardır diye düşündüm.
“Size bir şey ikram edebilir miyim? Çay? Kahve? Kendime
kahve yapacaktım.” Aceleyle elleri titreyerek servis yaptı.

129
Jane Casey

“Ben istemiyorum.” Not defterimi çıkardım ve Emery’nin de


oturmasını bekleyerek koltuklardan birine oturdum. Derwent
kapının yanında durdu. Bu sosyal bir ziyaret değil.
“Londra’dan buraya benimle konuşmak için geldiniz.” Kar­
şıdaki kanepenin kenarına ilişti. “Bu sizin mükemmeliyetçiliğj-
nizi gösterir.”
“Birkaç soru sormak istedik.”
“Yardım etmek için her şeyi yaparım.” Sağ dizi hafifçe sal­
lanıyordu. “Kate hakkında anlatabileceğim çok şey yok. Çok
uzun zaman önce boşandık ve o zamandan beri de onun hayatı­
nın bir parçası değilim.”
“Ne zaman ayrıldınız?”
“Chloe altı yaşındayken. On iki yıl önce. Tanrım, o kadar
uzun olmuş mu?”
“Ne oldu?” diye sordu Derwent.
“Benim hatamdı. Mutluyduk.” Omuzlarını silkti. “Chloe’nin
sorunlarını düşününce, olabileceğimiz kadar mutluyduk. Terfi
etmiştim. O zamana kadar para bizim için bir problemdi çünkü
Chloe’nin anaokulunda sorunları olunca, Kate çalışmayı bırak­
mıştı. Onlar bizim dikkatimizi çekene kadar, yanlış bir şeyler ol­
duğunu bilmiyorduk. O andan itibaren Kate kendini Chloe’ve
adadı. İyi bir anneydi, bunu her zaman söylerdim.”
“Ama iyi bir eş değil miydi?” diye sordu Derwent. Emery
irkildi.
“Hayır. Bu doğru değil. İyiydi. Ben iyi bir koca değildim.”
“Ne açıdan?”
“Meşguldüm. Çok çalışıyordum ve şey... Belinda ile evliyken
tanıştım. Belinda benim şu anki karım.” Utanarak bana bak­

130
ölülerin Konuşmasına İzin ver

tı. “Çok karışıktı. Kate öğrendiğinde benden boşanmak istedi.


Ben de tamam dedim. Yapabileceğim başka bir şey yoktu.” Sesi
alçaldı. "Belindaya göre, Kate beni kandırdı, istediği miktarı
ödemeyi kabul ettim ama belki daha iyi bir avukatım olsaydı,
benim için daha uygun bir pazarlık yapabilirdi. Fakat evliliğimi­
zi yürütemedik diye, Chloe’nin acı çekmesini istemedim.”
“Banka sözleşmelerini gördüm.” dedim. “Oldukça cömert
davranmışsınız.”
“Zaman içerisinde de artırdım. Daha fazla para kazandığım
zaman, onlar da daha fazla alıyordu. Adil olanı bu gibi geldi.”
“Birçok erkek bunu yapmazdı.” dedi Derwent. “Mahkeme
emri olmadan asla.”
“Doğru olduğuna inandığım şeyi yapmak istedim.” Dudak­
larını birbirine bastırdı. “Chloe gibi bir çocuğa sahip olmak, ona
hayata atılabileceği en iyi şartları sunmak çok daha önemliydi.”
“Ve olabilecek en güzel evde.”
“Kate oraya biz ayrıldıktan sonra taşındı.” Emery omuzlarını
silkti. “Ben oraya hiç gitmedim. Ta ki...” Sustu.
“Ta ki?”
“Üç ay öncesine kadar. Onunla evde buluşmamı istedi. Be­
nimle Chloe’nin geleceği hakkında konuşmak istedi. Okulu bi­
tirdiğine göre, geleceği hakkında konuşmamız gerekiyordu.
“Bu güzel bir konuşma mı oldu?” diye sordum.
“O şekilde başladı.” Endişeli bir gülümseme. “Chloe’nin ye­
tişkin hayatını düzenleyebilmek için, ona çok yüklü bir miktar
para vermemi istedi. Belinda —karım- Chloe on sekiz olduktan
sonra, ona maddi yardımlarımızı sona erdirmemiz gerektiğini
düşünüyordu, tik önce, bir yıl daha destek olacağımı söyledim.
Bir uzlaşmaya varmaya çalışıyordum. Belinda’nın toplu bir mik-

131
JANE CASEY

tar para verme fikrinden hoşlanmayacağını biliyordum.” Sürekli


iki arada bir derede kalan bir adam gibi görünüyordu.
“Yani konuştunuz.”
“Konuştuk.” Dudaklarını yaladı. “Evi sordum, işini. Duru­
mu iyi gibi görünüyordu ama paraya ihtiyacı olduğunu ve tek
başına Chloe’nin masraflarını karşılayamadığını söyledi, ikimiz
de onun ebeveynleriyiz. Kate, Chloe için para harcıyorsa, ben
de harcamalıyım diye düşündüm. Nitekim Belinda durumu bu
şekilde görmedi.”
“Ne oldu?” diye sordum.
“Tartıştık. Hayır, bu doğru değil. Ben ona Belinda’nın dü­
şüncelerini söyledim ve o da bana, Belinda’nın onun hayatından
uzak durması gerektiğini söyledi. Kate biraz mantıksız davrandı
çünkü bu durum, Belinda yı ve oğlanları da etkiliyor. Ben her
iki tarafı da anlıyorum ama başka hiç kimse bunu yapabiliyor
gibi görünmüyor. Kate bana çok sinirlendi. Bana biraz cesur ol­
mamı söyledi.”
Kendini gülmemek için zor tutan Derwent’a baktım.
“Nasıl sonuçlandı?”
“Belinda ile konuşacağımı söyledim. Başka ne yapabilirdim.”
“Ve konuştunuz mu?”
Derin bir nefes aldı. “Aslında ona Kate’i gördüğümü söyle­
medim. Ona kararımı söyledim. Chloe yirmi bir yaşına gele­
ne kadar, ona para vermeye devam edeceğimi söyledim. Eğer
üniversiteye giderse, onun eğitim masraflarını karşılayacaktım.
Buna yeteneği olmasa bile, onu bundan mahrum etmeyeceğim.”
“Ve bunu Kate’e söylediniz mi?”
“Ona e-posta gönderdim.”
“Cevap verdi mi?”

132
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Evet. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı, öğrendiğim bir şey


varsa, o da herkesi mutlu edemeyeceğim.” Ellerini dizlerinin
arasına aldı. “Bakın, karım gidip Kate’i gördüğümü bilmiyor ve
bunun öyle kalmasını istiyorum.”
“Belinda burada mı?” diye sordum.
“Yukarıda dinleniyor.”
“Muhtemelen onunla da konuşmamız gerekecek.”
“Oh.” Garip görünüyordu. “Kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum.”
“Neden?”
“Kate’i tanımıyordu. Hiç karşılaşmadılar. Bütün bunlarla il­
gisi olsun istemiyor.”
“Kısa keseceğiz.”
Emery endişeyle yutkundu. “Kate -her zaman- onun en
kötü tarafını ortaya çıkarıyor.”
“Eski eşleri idare etmek zor olabilir.” dedim. Ölümcül olabi­
lir. “Chloe ile nasıl geçiniyorlar?”
“İyi. Belinda onunla harika. Muhteşem. Çok iyi arkadaşlar.”
Büyük bir gülümseme. “Hiç sahip olamadığı kızının yerine ko­
yuyor sanırım.”
“Anladığım kadarıyla üvey oğullarınız var.”
“Ah, evet. Nathan on dört, Nolan on sekiz. Yatılı okula gi­
diyorlar.”
“Hafta sonu buradalar mıydı?”
Başıyla onayladı. “Üç haftada bir geliyorlar. Onlar için iyi
oluyor. Ara vermiş oluyorlar. Sürekli burada olmak isteyecekleri­
ni düşünmüyorum; çok sıkıcı, sadece ben ve anneleriyle. Burası
ergenler için biraz izole edilmiş.”
“Yani buradalardı ve Chloe de buradaydı.” dedim yavaşça
“Ve karınız da buradaydı... Ama siz yoktunuz.”

133
Jane Casey

“Oh.” Kahkaha attı. “Hayır. Çok şanssız bir zamanlama.


Toplantım vardı.”
“Londra’da mı?”
“Evet.”
“Ve orada kaldınız.” Kalemimin arkasını not defterime vur­
dum. “Hafta içi trafiğinde, Londra’nın merkezinden buraya gel­
memiz elli üç dakika sürdü. Kalmanıza gerek yoktu.”
“İki toplantım vardı. Biri cuma akşamı geç saatte, diğeri de
cumartesi sabah erken.”
“Cumartesi sabahı bir iş toplantısı.”
“İş kahvaltısı.” Midesine vurdu. “Bu tür şeylerden kaçınmam
lazım. Farkında olmadan çok fazla doymamış yağ yiyebilirsiniz.
Birkaç yıl içinde kalbim bana bunun hesabını soracak.”
“Ne işle meşgulsünüz, Bay Emery?” diye sordu Derwent.
“Kendi işimi yapıyorum, halı tedariki ve halı kaplama. Daha
çok müteahhitlerle çalışıyoruz. Ekibim daha yeni Nine Elms’de
iki yüz daireye halı döşedi. Bu ölçekte bir işten bahsediyoruz.”
“Etkileyici.” dedi Derwent yavaşça. “Ama bunun hafta sonla­
rı toplantı gerektirecek bir şey olduğunu düşünemezdim. Yani,
bizim işimizde, düşünmeden hafta sonları da çalışıyoruz çünkü
buna mecburuz ama seçme hakkım olsaydı yapmazdım.”
“Ne diyebilirim? İşimi seviyorum.”
“Ve tabii eve bizden daha fazla para getiriyorsun.” dedi
Derwent.
“Gerçekten hiç adil değil. Polisler, öğretmenler, hemşireler
yani topluma değerli katkıda bulunan sîzlersiniz. Benim tek
yaptığım şey, insanların ayaklarının üşümemesini sağlamak.”
“Peki, cumartesi sabah meydana gelen büyük halıcılık acil
durumu neydi?”

134
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Bir tedarikçi.”
“Adı ne?” diye sordum.
Eliyle kafasını ovuşturdu. “Bunlar bir Hint şirketi. Onlar
hakkında konuşmak neden önemli anlamıyorum.”
Soğuk bir tavırla, “Bay Emery, eski karınız çarşamba ve pazar
günleri arasında, belli olmayan bir saatte öldürüldü. Tedarikçi­
nizi üzmekten kaçınmak yerine, bir gerekçeye ihtiyacınız var.”
Iç çekti. “Tamam, o zaman. Size detayları anlatacağım. Nere­
de olduğumu teyit edebilirler.”
“Teşekkür ederim.” Öne doğru eğildim. “Ve siz burada yok­
ken Bay Emery, burada ne oldu?”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Chloe neden kaçtı? Kalması gerekiyordu, değil mi?”
Gözlerini kırpıştırdı. “Evet. Bugüne kadar kalmalıydı. Dün
için, onunla vakit geçirelim diye izin almıştım. Pek de işe yara­
mayan bir başka plan.”
“Nereye gitti?”
“Hiçbir fikrim yok. Size söylemedi mi?”
“Hiçbir şey söylemedi.”
“Cumartesi döndüğümde çok sessizdi. Size söyleyebileceği­
min hepsi bu. Onu konuşturmaya çalıştım. Hep birlikte Ox-
ford’da sinemaya, sonra da yemeğe gideriz diye düşünmüştüm.
Bana aç olmadığını ve hiçbir şey görmek istemediğini söyledi.
Yatmaya gitti. Geri kalanımız birlikte film izledik, çocukların
Netflix’te bulduğu bir şey. Fena değildi. Zihnimizi dağıttı.
“Ne zaman gitti?”
“Pazar sabahı erkenden. Altıda ayaktaydım, iki köpeğimiz var:
Betsy ve Tyler. Biri Cocker Spaniel, diğeri de bir Chug. Onla­

135
Jane Casey

rı yürüyüşe çıkarmak zorundaydım. Hemen arkamdan çıktığını


düşünüyorum çünkü alarm çalmadı. Kimse kapının açılıp kapan­
masını yadırgamazdı. Sabahları girip çıkmama alışkındırlar.”
“Tren istasyonuna nasıl gitti?”
“Tren değil. Otobüse binmiş olmalı. Londra’ya giden oto­
büsler buraya yakın bir yerde duruyor. Onlarca var, yirmi dört
saat hizmet veriyorlar. Buradan Londra’ya gitmek kadar kolay
bir şey yok.”
Yukarıdan gelen bir ses onu yerinden sıçrattı. “Bu Belinda
olmalı. Kalktı sanırım.”
“Harika.” dedim. “Onunla şimdi konuşabiliriz.”
Ayağa kalktı, avuç içleri terlemiş gibi ellerini gömleğine sür­
dü. “Ona burada olduğunuzu söyleyeceğim. Yardım etmek is­
teyeceğinden eminim ama biraz ikna etmek gerekebilir. Hızlı
olmaya çalışacağım.”
“Sorun yok.” dedi Derwent ve onun için kapıyı açtı. Yukarı
çıkarken ayak seslerini dinledik, sonra mırıltı hâlinde gelen al­
çak sesle yaptıkları diyaloglarını. Herhangi bir kelime duyma­
mız mümkün değildi. Derwent yavaşça kapıyı kapattı.
“Sen de benim merak ettiğimi, merak ediyor musun?” diye
mırıldandı.
“Muhtemelen. Eğer buradan sabah altıda çıktıysa, Chloe
Emery’nin eve gitmesi ne kadar uzun sürdü? Putney’de trenden
de üçten önce inmedi.”
“Bence bu...” dedi Derwent. “Bu da merak etmeye değer
ama benim dediğim bu değildi.”
“Ne o zaman?”
Gerçekten şaşırmış görünüyordu. “Lanet olası Chug ne demek?”

136
ölülerin Konuşmasına İzin ver

11

kinci Bayan Emery fiziksel olarak halefinden* tamamen fark­

İ lıydı. Kate ortalama bir boydayken, Belinda uzundu, kalın


siyah bukleleri ve etkileyici göğüsleri vardı. Kalıplı bir bayana
göre, çok sessiz bir yürüyüşü vardı, onun kapıya yaklaştığını
duymadım. Sanki yapmamamız gereken bir şeyi yaparken, bizi
yakalamayı umuyormuş gibi kapıyı aniden açtı. Tam o anda,
Derwent’m melez köpekler hakkında konuşmasını ve bir pug
cinsi köpek ile chihuahua’nın birleşmesinden doğan köpeğin
nasıl görüneceği hakkında fikir yürütmesini engellemeye çalışı­
yordum. Bu yüzden onu gördüğüme çok memnundum.
“Bayan Emery.” diyerek kendimi tehlikeye attım.
Kısa ve hızlı şekilde kafasıyla onayladı. “Brian benimle ko­
nuşmak istediğinizi söyledi. Nedenini anlayamadım. Olanlar
hakkında hiçbir bilgim yok. O kadınla hiç tanışmadım ve bunu
hiç istemedim.”
“Kocanız bundan bahsetti.”
Memnun olmuş gibi görünüyordu. “Bahsetti mi gerçekten?
Sanırım o zaman ondan ne yapmasını istediğini de söylemiş­
tir. Yaşam tarzını sonsuza dek desteklemesini istedi. Sanki onun
* Birinin ardından gelip onun makamına geçen kimse, ardıl, selef karşıtı.

137
Jane Casey

çok çalışmasının getirilerinden faydalanmaya hakkı varmış gibi.


Şirketi kurduğunda yanında bile değildi. Hiçbir katkısı olmadı.
Neden buna ortak olsun?”
“Paranın kocanızın kızı için olduğunu sanıyordum.” dedi
Derwent. “Para ona gitmiyor muydu?”
Belinde Emery gözlerini kaydırdı. “Ah... Görünürde gittiği
yer orası. Sanki Brian faturaları hiç görmek istemiyormuş gibi.
‘Chloe bunu istiyor. Chloe’nin şuna ihtiyacı var. Chloe ata bin­
meyi denemek istiyor. Chloe’nin tatile ihtiyacı var.’ İstediği pa­
raydı ve bunu elde etme yolu Chloe’ydi.”
“Chloe’nin bazı öğrenme zorlukları vardı...’’ diye başladım.
“Bunu söyleyecek birini bulana kadar, kaç eğitim uzmanı­
na danıştı biliyor musunuz?” diye sordu Belinda. “Çocukken
bu kızın hiçbir problemi yoktu ve şimdi bir yetişkin olarak da
hiçbir problemi yok. Çok parlak değil, bunu kabul ediyorum
ama onun esas problemi annesiydi. O kadın, onu izole yetiştir­
di. Onu bağımlı biri hâline getirdi. Kendi yolunu çizmesine izin
vermedi çünkü eğer Chloe tek başına yaşayacak olsa ve bir işi
olsa -normal bir hayat yaşasa- zavallı küçük Kate ayakta kala­
bilmek için çalışmaya başlamak zorunda kalacaktı.”
“Chloe ile görüştüm.” dedim ve “Onunla konuşmanın kolay
olmadığını gördüm. Ayrıca numara yapağını da düşünmüyorum."
“O kendi rolünü yeteri kadar iyi oynamayı öğrendi. Onu sa­
vunmasız yakalarsanız çok farklı bir Chloe ile karşılaşırsınız.”
“Onu iyi tanıdığınızı söyleyebilir misiniz?”
“Onun her hâlini gördüm.” dedi sakince. “Yıllar içerisinde
hafta sonlarında ve tatillerde birlikte olduk ama artık okula git­
mediği için; Kate’e uyduğu zamanlarda geliyor, düzenli olarak
geliyor.”

138
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Babasıyla ve üvey erkek kardeşleriyle zaman geçirmek ona


iyi geliyordur.”
Belinda acıyarak kafasını salladı.
“Sorun o değil. Kate’in kocamı kontrol etmesi. Hayatımıza
müdahale etmesi. Yaptığı bu. Hiç peşini bırakmıyor, gerçekten.
Boşandıklarında neden soyadını değiştirmedi? O'artık Bayan
Emery değil ama buna, yani zavallı Brian’ın banka hesabına di­
rekt girişle birlikte ömrü boyunca yapışmış durumda/’
Sesime olabildiğince sempati ekleyerek, “Sizin için zor olma­
lı.” dedim.
“Evet oluyor. Tüm bu süreç çok zorlayıcı.” Aynada kendi gö­
rüntüsüne gözü takılınca, yansımasından memnun olmayarak,
saçını düzeltmek için durdu. Bana devasa bir bebeği andırıyor­
du; kirpikleri sivri, dudakları da parlaktı. “Ama ben, ne yazık ki
zorluklardan kaçacak bir insan değilim ve Brian’ı asla yüzüstü
bırakmam. Chloe’yi tanımayı kendime iş edindim, böylece onu
normal bir hayat yaşama konusunda yönlendirebilirdim.”
“Peki, Chloe bu konu hakkında ne hissediyordu?” diye sordu
Derwent.
“Çok minnettardı.”
“Öyle miydi?” Kollarını göğsünde bağladı. “Pazar sabah er­
kenden kaçtığını duydum. Neden gitti?”
“Bir çeşit ergen hareketi.”
“Bunu biliyor musunuz, yoksa sadece tahmin mi ediyorsunuz?”
Belinda iç çekti. “Anlamalısınız, Chloe’nin büyümesi gere­
kiyordu. Bunu ona söylememden hoşlanmıyordu. Tüm hayatı
boyunca bir fanusta yaşadı ve bunu kırmaya çalışan tek kişi
benim.”

139
JANE CASEY

“Ona ne dediniz?” diye sordum.


“Hiçbir şey.” Belinda bana bakarken gözlerini kırptı, sanki
hakarete uğramış gibi bir masumiyetle. “Onun yaşındaki bir
kıza ne diyebilirsem, onu söyledim. Kendisini doğru tanıtma
sorumluluğu olduğunu söyledim. Eğer açık kıyafetler giyerse,
erkeklerin onun hakkında bazı sonuçlara ulaşabileceğini bilmesi
lazım. Bu el çantanızı arabanızda unutmanız gibi; eğer çalınırsa
bu sizin hatanız. İnsanların bundan faydalanmamasını bekleye­
mezsiniz.”
Öfkeden neredeyse boğuluyordum. Derwent bana bir uyarı
bakışı attı ve sonra Belinda ya döndü.
“Sanki bir şey olmuş gibi konuşuyorsunuz. Biri Chloe’ye sal­
dırdı mı?”
“Hayır. Kesinlikle hayır. Hep buradaydı. Dışarı çıkmadı. Bu
ona verdiğim genel bir öğüttü. Geçen hafta geldiğinde; hava
sıcaktı ve etrafta çok kısa bir şortla, hem de sütyen takmadan
giydiği bir tişörtle dolaşıyordu. Kesinlikle uygun değil, ona da
söylediğim gibi. Onun yaşındayken kesinlikle öyle giyinmez-
dim. Dürüst olmak gerekirse, bence bu şekilde ortalarda dolaş­
masına izin vermek Kate’in sorumsuzluğu. Eğer başına kötü bir
şey gelirse, kimsenin ona sempati göstermeyeceğini açıklamaya
çalıştım ve buna alındı.”
Konuşurken sesimin sakin çıkmasına şaşırdım. “Bu bayağı
gücendirecek bir cümle.”
“Lütfen komik olmayın. Söylemeseniz bile herkes bunun
doğru olduğunu bilir. Bu konuda tartışmasız ortak bir kanaat
vardır. Eşitlik adı altında, genç kızların kendilerini riske atması­
na ya da ahlaksız davranışlarda bulunmasına izin veremezsiniz.
Bu bela istemektir.”

140
ölülerin Konulmasına İzin iler

Oğullarınızın olması ne kadar iyi olmuş diye düşündüm. Re­


simleri gümüş bir çerçeve içerisinde şömine üzerinde duruyor­
du: Yakışıklı, capcanlı yüzler, tatilde bronzlaşmış bir ten, biri
gülümsüyor diğeri gülümsemiyor.
“Nathan ve Nolan, Chloe ile iyi anlaşıyor mu?”
Anında kaskatı kesildi. “Bunu neden soruyorsunuz? Chloe
ne dedi?”
“Hiçbir şey. Son günlerde olanlarla ilgili resmin bütününü
görmek istiyoruz, hepsi bu.” dedim.
“Benim çocuklarımı resmin dışında bırakabilirsiniz. Chloe
ile pek ilgileri yoktur. Tahmin edebileceğiniz gibi, çok ortak
yönleri yok. Onlar çok akıllı çocuklar; Nolan son derece yara­
tıcı ve Nathan m özel bir matematik yeteneği var. Onların ilgi
alanlarına dâhil olamadığı için, Chloe ile çok vakit geçirmek
istemediler.”
“Onlarla konuşmak isterim.” dedi Derwent.
“Onları Brian ın karmaşık, özel hayatından uzak tutabilmek
için elimden gelenin en iyisini yaptım. Kate ile tanışmaları için
hiçbir gerekçe yoktu ve hiç de tanışmadılar.”
“Chloe’nin kafasından geçenlere ışık tutabilirler.”
“Onlar ergen çocuklar. Kendileri bile ruh hâllerini bilmiyor.”
Başını salladı. “Bunun yüzünden hayatlarını mahvetmenize izin
vermeyeceğim. Chloe’nin sabah erkenden neden gittiği umu­
rumda bile değil. Sadece bir teşekkür etmeden gitmesini kaba
buluyorum. Eğer onu bir daha görmesem, umurumda olmaz.
O benim ailem değil ve beni kötü bir üvey anne olduğum için
yargılıyorsunuz diye de onu önemsiyormuşum gibi davranma­
yacağım.” Gözleri doldu. Yani duygulan vardı ama bu his ne
yazık ki, tam anlamıyla kendine acımaydı.

141
Jane Casey

“Sizi yargılamak için burada değiliz.” Gerçi Derwent’in ses


tonundan onu yargıladığı çok belliydi ve hiç de kibar değildi.
“Buradayız çünkü Kate Emery kayboldu. Evinin durumuna
bakarak, orada çok korkunç şeyler olduğunu biliyoruz. Bu bir
cinayet soruşturması.”
“Anlamıyorsunuz değil mi? Kate’i kimin öldürdüğü umu­
rumda değil.” diyerek cevabı yapıştırdı.
Holdeki bir ses o tarafa bakmama neden oldu: Brian Emery.
Çok alçak sesle, “Gerçekten, hepimiz sakinleşirsek, bu bize daha
çok yardımcı olur diye düşünüyorum.”
Belinda orada olmasına çok sinirlendi. “Ölüp ölmemesi
umurumda değil. Cesedini hiç bulamazsanız bile umurumda
değil. Beni şaşırtan, birinin onu öldürmek için bu kadar bekle­
miş olması. Ben yıllar önce yapardım.”
“Brian Emery’nin kadınlar konusundaki zevki ilginç, değil
mi?” Derwent yolcu koltuğuna oturdu. “Para ve sağduyunun bir
araya gelemediğini gösteriyor.”
“Korkunç bir kadın.” Pencerede durmuş, sanki biz onun son
kurtuluşuymuşuz gibi bize bakan solgun yüze gülümsedim: Bri­
an Emery. “Ama her şeyi tam yerine oturtamıyorum. Eğer tama­
men pısırık kendini ezdiren biriysen kendi işini yönetemezsin ve
bu kadar büyük bir başarı elde edemezsin. Sanki müteahhider
çok kolay müşterilermiş gibi.”
“insanlar evde ve işte farklı olabilirler.”
“Öyle mi?” Ona yan yan baktım. “O zaman Melissa ile ev­
deyken gerçekten çok sessiz ve kibarsın öyle mi? Hiç tahmin
edemezdim.”
“Kendim hakkında konuşmuyorum.” O zaman sus. “Görün­
düğü kadar korkak ve sakin olduğunu düşünmüyorum. O şekil­

142
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

de davranmak onun için daha faydalı. Belinda meydan okumayı


sevmeyen kadınlardan. Yine de Kate ile çok büyük bir kavga
etmişti değil mi?”
“Kate ona bağırmıştı. O Kate’e bağırarak karşılık verdi mi
bilmiyoruz.”
“Ve Kate’e sürekli para vermekten mutlu muydu, onu da
bilmiyoruz. Bu evliliğinde problemlere neden oluyordu, değil
mi? Belinda ile başımı derde sokacak hiçbir şeye imza atmak
istemezdim.”
“Kate’e istediği toplu nakit parayı verebilirdi. Bu her şeyi bi­
tirirdi.”
“Bitirir miydi? Kate sürekli ona geri geliyordu. Ondan sü­
rekli daha fazla para istiyordu. Biteceğine dair şüphelerim var.”
Derwent yüzünü ovuşturdu. “Chloe hakkında ne düşünüyoruz?
Neden kaçtı?”
“Bilmiyorum. Belinda ile arasındaki tartışma gibi çok basit
bir şey olabilir. Tanrı biliyor ya, onunla aynı çatı altında zaman
geçirmek istemezdim.”
“Sana bunu niye söylemedi o zaman?”
“Utanmış olabilir mi? Belki de üvey annesinin onu sevme­
mesinin kendi hatası olduğunu düşünüyordur. Belinda’yı Ch-
loe’den uzak tutmak için yasaklama emri çıkartmayı çok istiyo­
rum. Chloe babasıyla yaşamak istemiyor.”
“Belinda nın söylediğinde haklılık payı olduğunu düşünüyor
musun?”
Ellerimle direksiyonu sıktım. “Erkekler kendilerini kontrol
edemez diye, açık kıyafetler giyinmemesi gerektiği hakkında mı?”
“Chloe’nin Kate’in asla kabul etmeyeceğinden daha yetenekli
olduğu konusunda.” Uzandı ve dizime vurdu. “Sakin ol tatlım.”

143
jane Casey

“Ellerini üzerimden çek.” dedim hemen.


“öfke, öfke.”
Babımı salladım. “Çok sinir bozucusun.”
“Bununla ünlüyüm.” diye kabul etti.
“Chloe’nin numara yapıp yapmadığını bilmiyorum. Sanmı­
yorum. Ama...”
“Ne?”
“Bethany Norris ile çok yakın ve o aptal bir kız değil, ilişki­
lerine anlam veremiyorum ama yakınlar.” Kızları Bethany’nin
odasında yere yatmış kahkaha atarken ve Chloe’nin onları izle­
diğimi fark edince, gözündeki ışığın nasıl kaybolduğunu hatırla­
yınca dudağımı ısırdım. “Belki de Chloe, Kate’in düşündüğün­
den daha yetenekli. Kate’in odasındaki dosyalar dolusu kağıtları
hatırlıyor musun? Belinda nın söylediği gibi bir sürü uzmana
gittiği belli oluyor.”
“O zaman sıradaki işin şu: Çalışma odasından tüm kağıtları
topla ve incele. Chloe’yi incelemiş ve Kate’in istediği cevabı ver­
memiş herhangi biriyle konuşma şansın olur mu bir bak.”
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
“Chloe’nin ona bağımlı olması Kate’in işine geliyordu.”
“Ve Chloe buna alınmış olabilir mi?”
“Mümkün. Ya kanatlarını açmak istiyorsa? Ya evde tutul­
maktan hoşlanmıyorsa.”
Kendimi onun yerine koyarak, “Ben istemezdim.” dedim.
“Ben de.”
“Ama çekip gidebilirdi. O şu anda bir yetişkin.”
“Bunu bilemeyebilir. Annesinin hayatına karışmasını, bir kez
ve sonsuza dek engellemesi gerektiğini düşünmüş olabilir. Hoş
bir kız değil mi?”

144
ölülerin Konuşmasına izin ver

“Çekici.” diyerek onu onayladım.


“Ve Belinda ya göre provoke edici giyiniyor.” diyerek ellerini
kaldırdı Derwent. “Ki bu tamamen onun hakkı ve asla bunu
yapmaması gerekir demiyorum. Bir şey söylemem gerekirse,
daha çok bir kadının öyle giyinmesini dilerdim.”
“Giyinmemelerinin sebebi senin gibi erkekler.”
Islık çaldı. “Sert oldu Kerrigan. Her neyse, ona yardım ede­
cek birini işe almış olabilir. O uzaktayken işi görecek birini. Ha­
rold Lowe’un evinde kamp kurabilecek, içeri girmek için işareti
bekleyecek ve Kate Emery i doğrayacak birini.”
Düşündüm. “Mümkün ama senin için öldürecek birini bul­
mak o kadar da kolay değil, değil mi?”
“İnsanlar birçok sebepten adam öldürüyor, bunu biliyorsun.
Seks. Para. Utanç. Hayal kırıklığı. Korku. Görebildiğim kada­
rıyla bunların hiçbiri, Kate Emery’nin hayatında eksik değildi.
Belinda, birinin Kate’i öldürmesinin bu kadar uzun sürmüş ol­
masına şaşırmıştı.”
Başımla onayladım. “Tek gereken bir insanın sabrının taş-
masıydı.”

145
12

unu nereye koyayım?” Georgia Shaw elinde bir kutu do­

B lusu dosya, masamın yanında duruyordu.


“Herhangi bir yere.” Kendime bile sesim buz gibi geldi. Oku­
duğum mektuptan başımı kaldırdım ve gülümsemeye çalıştım.
“Kusura bakma, kaba olmak istememiştim. Kate Emery’nin ha­
yatına kafa yormaya çalışıyorum ama çok karışık.”
“Sorun değil.” dedi Georgia ama bana sorun olduğunu his­
settirecek bir ses tonuyla. “Bu son kutuydu. Bunları incelemeye
başlamamı istiyor musun?”
“Hayır. Beni yapsam daha iyi olur.”
Arkasını dönmeden önce, dudakları gerildi ve ben iç çekme­
mek için kendimi zor tuttum. Bunun ona güvenmediğim an­
lamına gelmediğini, gerçekten açıklamak zorunda mıydım? Ne
arayacağını bilmediğini ve bunu benim de bilmediğimi... Sıkıcı
kağıt işinin aslında bu işin büyük bir bölümünü oluşturduğunu
ve bazen tüm bir sabahı, bir yabancı hakkında beyin uyuşturucu
kayıtlar okuyarak geçirebileceğin anlamına geldiğini...
Georgia.

“Evet.”

146
“Benim için birkaç yeri arar mısın? Bak bakalım bu insanlar­
dan birine ulaşabilecek misin ve bizimle konuşmak isterler mi?”
Eline bir deste mektup verdim. “Korkarım ki adresler eski. On
ya da on beş yıl geriye dönüyoruz. Bunları takip etmek biraz
zaman alabilir.”
“Kim bunlar?”
“Chloe Emery ı çocukken gören psikologlar. Kate doğru teş­
hisi duyduğuna inanana kadar, onu birkaç psikologa götürmüş.”
Georgia kaşlarını çattı. “Tamam, ama bunun onu öldürenle
ne ilgisi var?”
“Henüz bilmiyorum. Bu tamamen bir zaman kaybı olabilir.
Sadece beni rahatsız ediyor, hepsi bu.”
“Harika.” Georgia bunu arkasını dönerken kısık sesle söyle­
mişti. Kâğıt işime geri döndüm ama öncesinde Liv Bowen ile
göz göze gelerek, birbirimize manalı bakışlar attık. Liv anladı.
Georgia hâlâ anlamadı. Şimdilik onun üstünü çizmeye hazır de­
ğildim. Adil olmalıydım.
Geri döndüğünde bir banka dekontunu anlamaya çalışıyordum.
“Tamam. Bu kadına ulaştım: Raina Khan. Hâlâ aynı adreste
ve bu öğleden sonra üçte oraya gidebileceğini söyledi.”
“Oh, harika. Benimle gelmek ister misin?”
Gözleri parladı. “Evet. Kesinlikle.”
“Diğerlerine ulaşabildik mi?”
“Şu ana kadar hayır ama denemeye devam edeceğim.” Uça­
rak yanımdan ayrıldı.
Georgia duymasın diye, “İnsanları motive etmekte çok iyisin
Kerrigan.” diye mırıldandı Derwent masamın üstüne eğilerek.
Nefesi boynumu gıdıkladı ve hemen uzaklaştım.

147
jane Casey

“Bunların hepsini senden öğrendim.”


“Çok net. Eski kendini, düşük seviyeli bir dedektif olduğun
zamanlarını hatırlatıyor mu?”
“Hayır.”
“Hırçın ve karamsar birine dönüşmeden önce çok tatlıydın.”
Gözlerimi kaydırdım. “Bu seninle çalışmaya başladıktan beş
dakika sonra oldu.”
“Seks açısından yaşanan hayal kırıklığı bunu yapar.”
“Kesinlikle, hayal kırıklığı.” Sandalyemde diğer tarafa dön­
düm, böylece onun yüzünden uzaklaştım. “Senin için bir sakın­
cası var mı? Konsantre olmaya çalışıyorum.”
“Bir şey buldun mu?”
“Bir psikologun bilgileri dışında mı? Bunu buldum.” Düzelt­
tim ve ona gösterdim.
“Bir hayat sigortası poliçesi. Kate için mi?”
“Evet.”
“Hak sahibi kim?”
“Chloe.”
“Ne kadar?”
“Yarım milyon sterlin.”
“Tek yapması gereken, öldüğü kesinleştiği anda sadece hak­
kını istemek.”
“Eğer bir cesedimiz olsaydı, işe yarardı değil mi?”
“Bir ceset olmadan, Chloe’nin annesinin ölümüne karışmış
olduğunu ispat etmek için, çok fazla bir şansımız yok.” dedim.
“Bu şartlar altında öldü belgesini beklemeye değer.”
Derwent kaşlarını çattı. “Eğer bu Kate’in öldürülme sebe­
biyse, Chloe’nin bunun hakkında bilgisi olmalı ve annesinin
cinayetini planlamış olmalı. Bunu on sekiz yaşındaki birinden

148
ölülerin Konuşmasına İzin ver

beklemek çok fazla ve ayrıca Chloe’nin ne kadar zeki olduğu da


tartışılır.”
“Aslında bunu çok kolay bir şekilde öğrenmiş olabilir çün­
kü bu zarfın içinde duruyordu.” Derwent’a gösterdim. Kate’in
yazdığını düşündüğüm bir el yazısı ile çok net bir şekilde üstü­
ne CHLOE yazılmıştı. Ters çevirdim ve arkaya yazılmış cümleyi
okudum: “Bir otobüs tarafından ezilme ihtimalime karşın.”
“Mühürlü değildi. Okumuş olabilir. Chloe’nin ihtiyacı ola­
bilecek her şey burada; doğum sertifikası, pasaportu. Kate bura­
da olmayacağı zamanları planlamış, böylece Chloe’nin bir şeyler
aramak için bir yerlere gitmesi gerekmeyecekti. Chloe bana bu
zarfı pazar akşamı sordu ve pazartesi günü onunla konuştuğum­
da da sordu. Bunun önemli olduğunu biliyor.”
“Onun ani ölümüyle olabileceklere karşın, bir hayat sigortası ve
planlar.” Derwent düşünceli bir şekilde çenesini okşadı. “Ya Kate
çok organize biriydi ya da hayatının tehlikede olduğunu biliyordu.”
“Bu bir önlem.” dedim zarfın üzerine vurarak. “Bu başına
neler geleceğini bildiği anlamına gelmiyor. Evde çok düzenliydi.
Her şey yerli yerindeydi. Bazı insanlar öyledir. Sen de öylesin.”
“Eşyalarımı nerede bulacağımı bilmeyi severim. Yine de be­
nim ani ölümüm üzerine, açmaları gereken bir zarfım yok.”
Titredim, aniden korktum. “Böyle konuşma.”
Sırıttı. “Endişelendin mi? Birinin senin mezarının üzerinde
yürümesi fikri, kötü mü geldi?”
“Sus.” dedim sessizce ve ilk defa dediğimi yaptı. Zarfı bir ka­
nıt torbasına koydum ve detayları doldurmaya başladım. “Tabii
ki annesini öldürmek ve sigorta parasını almak Chloe’nin fikri
olmayabilir. Eğer binlerine bunu anlattıysa, onlar bir planla gel­
miş olabilir. Tek yapması gereken rolünü iyi yapmaktı.”

149
jane Casey

“Kim?”
“Bilmiyorum. Babası? Üvey annesi?”
“Mümkün. Belki Chloe’yi bu şekilde kullandılar ya da Chioe
o kadar da salak değil.”
“Onu karakola almalı mıyız?”
Derwent biraz düşündü. “Henüz değil. Elimizde biraz daha
bilgi olduğunda bunu yapalım. Şu anda, ondan şüphelendiği­
mize dair hiçbir fikri yok ve bence olabildiğince uzun bir süre
durumu bu şekilde korumalıyız.”
“Ya kaçarsa?”
“Kaçmayacak” Emindi. “Eğer giderse, kaybedecek çok şeyi var.”
Raina Khan’ın, nehrin yakınlarındaki Pimlico Caddesi nin
arka sokaklarından birinde olan, küçük kasaba evindeki adre­
sine vardığımızda yağmur yağıyordu. Bina farklı iş kolları tara­
fından paylaşılmıştı: Bodrumda ve zemin katta bir iç mimarlık
şirketi, birinci ve ikinci katta bir avukatın ofisi ve binanın en üst
katında da Raina Khan’ın danışmanlık ofisi vardı.
Psikolog bizi içeri alırken, “En üst katmış.” diye Georgia söy­
leniyordu.
“Her zaman en üsttür.”
Farklı işlerin, bulundukları alanın kendilerine ait olduğunu
gösteriş şekilleri beni eğlendirdi: Zemin katta çiçekler ve kokulu
mum, cicili bicili süslere vakit ayıramadıkları birinci ve ikinci
katta dosya dolu kutular. Üçüncü kattaysa, çocuklara uygun bir
sandalye ve üstünde iki büklüm şişman bir ayı. Atmosferi hoş
bir şekilde anlatıyordu.
Kapıyı çaldım ve anında kapı açıldı. “Siz polis memurları­
sınız. Gelin, gelin. Oturun. Size çay koyayım, ilaç, çay değil.
Bitkisel, çok iyi, çok rahatlatıcı.”

150
ölülerin Konulmasına İzin ver

Işığa ve misafirperverliğin bu saldırısına karşı gözlerimi


kırptım; neden bilmiyorum, ikisini de beklemiyordum. Oda
binanın uzunluğu boyunca uzanıyordu. Her iki tarafta pence­
releri ve uzaklara kadar uzanıp kaybolan çatı manzarası vardı.
Pencerelerin dışındaki martılar, rüzgârda savrulan kâğıtlar gibi
uçuyordu. Oda sanat ve kitapla doluydu. Batik duvar süsleri ve
oyma tahta eşyalar vardı. Tüm atmosfer burada çalışan kadın
kadar misafirperverdi.
Raina Khan minyondu, uzun saçlarının arasında griler vardı
ve gözleri parlaktı. Koyu kırmızı bir elbise ve düz bale ayakka­
bıları giymişti. Biz alçak ve yumuşak koltuklara otururken, bir
saniye bile hareket etmeyi ve konuşmayı kesmedi.
“Açsanız bir bisküvi alın. Onları son müşterimle yaptım.
Müdavimlerimdendir, çok tatlıdır ve böyle şeyler yapmayı
sever. Elleriyle bir şeyler ürettiğinde daha iyi hissediyor. Her
şeyde bu dokunma eylemi olmalı. Hamur yoğurmak harika.
Bisküvilere şekil vermek, muhteşem. Yaptığı şey, kendine za­
man ayırmak, hareketlerini kontrol etmeyi öğrenmek, hepsi
hissetmekle ilgili... Pişirmek çok sakinleştirici. Aceleye geti­
remezsin. Minik bir mutfağım var ama şaşırtıcı şeyler yapıyo­
rum. İnsanlar bu bisküvilerin çok güzel olduğunu söylüyor.
Hadi alın bir tane.”
Sehpanın üzerine bir tepsi koydu, dumanı tüten hoş kokulu
bir sıvı ve bir sürü kuru bisküvi. Bir fincan aldım ve bir yudum
içtim; nane ve bir şey karışımı, daha acı bir şey ama bir şekilde
sağlığa yararlı.
“İyi mi?”
“Evet.” Dedim, bu geldiğimizden beri söyleyebildiğim ilk
şeydi. “Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim, Dr. Khan.”

151
Jane Casey

“Bana Raina diyebilirsin.” Oturdu, kolundaki gümüş bilezik­


ler yerlerine geri gelsin diye bileğini salladı. “Hanginiz Georgia?”
“Ben.” Georgia el salladı. Bir parça bisküvi ısırdı, biraz zor
çiğniyormuş gibi görünüyordu.
“Ve siz?”
“Maeve Kerrigan. Ben dedektif çavuşum.”
“Ve bir cinayet soruşturması yapıyorsunuz. Kate Emery.”
“Evet, doğru.”
“Beni görmek istemenize şaşırdım.” Beni açıklamaya davet
ederken, birkaç kez gözlerini kırpıştırdı.
“Tam olarak Kate’e olanlarla bağlantılı değil, aslında temel
bilgi. Chloe’nin beş altı yaşlarındayken, hastanız olarak geldiği­
ni hatırlıyor musunuz?”
“Oh, evet. Çok iyi hatırlıyorum ve Kate’i de hatırlıyorum.
Onları dört ya da beş kez gördüm.” İç çekti. “Zavallı kadın. Ga­
zetede okudum ama düne kadar o olduğunu fark etmemiştim.
İsim tanıdık geldi ama onu tam olarak hatırlayamadım. Georgia
beni aradıktan sonra dosyalarımı kontrol ettim ve tabii hepsini
hatırladım.”
“Onları sıra dışı yapan bir özellikleri var mıydı?”
Tereddüt etti, parmakları sertleşmiş gibi birbirine geçirerek
çıtlattı ve sanki elleri soğukmuş gibi onları birbirine sürttü.
“Şey... Her çocuk farklıdır ve her ebeveyn de farklıdır. Bu ilk
bilmemiz gereken şey. O yüzden benim kapımdan yardım için
içeri girenlerin arasında, sıradan bir aile yok. Bazı insanlar ka-
bullenici ve pozitif. Bazı insanlar çocukları hakkında yanılmamı
istiyor. Bir teşhis duyduklarında sinirleniyorlar. Bu anlaşılır.”
“Kate sinirli miydi?”

152
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Geldiğinde sinirliydi. İnsanların onu ciddiye almamasına


kızıyordu. Chloe şurada köşede oynarken, onun sizin sandal­
yenizde oturduğunu hatırlıyorum. Chloe’nin iyiliği için nasıl
mücadele ettiğini anlatırken, gözlerinde yaşlar vardı.”
Kate’in, muhtemelen on iki yılda çok fazla değişmemiş olan
bu odada, tam olarak benim oturduğum yerde oturuyor oldu­
ğunu düşünmek, bana çok garip geldi. Raina nın gösterdiği kö­
şede, büyük tahta bir oyuncak bebek evi vardı, içindeki eşyalar
darmadağınıktı, bebekler baş aşağı duruyordu ya da pencereden
sarkmışlardı. Annesi onun hakkında konuşurken, şikayet eder­
ken, belki biraz da ağlarken, orada oynayan küçük Chloe’yi ha­
yal ettim. Çocuk her şeyin farkında mıydı? Ya da duydukları bir
kulağından girip bir kulağından çıkmış mıydı?
“Bu normal mi?”
“Ah, evet. Birçok insan, sistemin çocuklarının ihtiyaçlarını
öngörebilmesini istiyor. Hayal kırıklığına uğratabilir.”
“Neden Kate farklıydı?”
“Birçok şey bir araya gelmişti.” Rina dudaklarını büzerken,
eteğini düzeltti. Ağız kenarlarında çizgiler vardı. Yaşını tam ola­
rak tahmin edemedim ama şu anda en az yetmiş görünüyordu.
“Chloe’nin tıbbi geçmişini biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Zor bir doğumdu. Vakumla alınmış bir çocuk. Chloe daha
sonra, yeni doğan özel bakım ünitesine alındı. Doğum travmala­
rı, çocukların üzerinde kalıcı bir etki bırakabilir ya da öldürebilir
veya önemsiz bir etki yaratabilir. Kate her zaman Chloe’nin geli­
şimi hakkında çok endişeliydi ve tıptaki gelişmelerin travmatik
bir doğum geçiren çocuğu için yeterli olmadığını düşünüyordu.
Biliyorsunuz hemşireydi, bu yüzden doktorların ve hemşirelerin

153
JANE CASEY

hastalar ve ebeveynler hakkında nasıl konuştuklarını biliyordu.


Hiçbirine güvenmiyordu.”
“Chloe hakkında endişelenmekte haklı mıydı?”
Raina suratını astı. “Söylemesi zor. Onunla tanıştığımda,
kaba ve ince motor becerileri kesinlikle yetersizdi, iletişim kur­
mak ve konsantre olmak onun için çok zordu. Çok utangaçtı ve
sosyal becerilerinin yanı sıra, özgüven eksikliği de vardı. Ben bu­
nun travmatik doğum ile bağlantılı olduğundan emin değildim.
Kate, Chloe’nin durumu için bir etiket arıyordu. Çok araştırma
yapmıştı ve benim Chloe’nin olanlardan kalıcı olarak etkilenmiş
olduğunu söylememi istedi. Chloe... Sınırdaydı. Sanırım rapo­
rumda da bunu söyledim.”
“Peki, neden sizden, Chloe’nin kapasitesinin geri olduğunu
söylemenizi istedi.” diye sordu Georgia.
“Para için. Ciddi bir teşhisle ekstra destek isteyebilirsiniz
ama tabii bir de ebeveynler, kendi gördüklerini başkalarının
da görmesini ister. Bazen de sebebini öğrenmek için. Eğer
çocuğunuzun, bizim düşündüğümüz gibi normal olmadığı­
nı biliyorsanız bunun için öfkeli olabilirsiniz. Eğer çocuğu­
nuzun, diğerlerinden niçin farklı olduğu sorusuna bir sebep
bulamazsanız; bunun sizin hatanız olduğuna dair endişeleriniz
olabilir.” Raina kaşlarını çattı. “Gerçi Kate’de bu neredeyse bir
takıntı olmuştu.”
“Hiç Brian Emery ile tanıştınız mı, Chloe’nin babası?”
“Hiç. Daha sonra son seansımız olan görüşmede, babası­
nın bize dinleyici olarak katılıp katılamayacağını sordum. Kate
bana, onun Chloe’nin durumunu reddettiğini söyledi. Belki
de yanlış bir yargıya varmışımdır ama onu burada istemediği­
ni hissettim. Bu konu hakkında çok geleneksel bir tavrı vardı.

154
ölülerin Konuşmasına İzin »er

Chloe’nin problemleri ortaya çıkar çıkmaz işi bırakmış. Evin


maddi açıdan sorumlusunun Brian olduğunu, kendisinin de
yemek pişirmekten ve Chloe’ye bakmaktan sorumlu olduğunu
söylediğini hatırlıyorum.” Raina omuzlarını silkti. “Eski kafalı.
Kendini küçümsediğini söyledim ve bundan hoşlanmadı.”
“Bu sebeple mi gelmeyi bıraktılar?”
“Bir gün randevularına gelmediler. Aradım ve mesaj bırak­
tım. Cevap yok. Sonra bir pratisyenden, artık Chloe’ye onun
bakacağını anlatan ve notlarımı isteyen bir mektup aldım. Hep­
si bu. Kate’in aradığını bulmuş olmasını umdum.”
“O zaman bu, Chloe’nin ihtiyaçlarından daha çok, Kate’in
ihtiyaçları ile ilgili miydi diyorsunuz?”
“Kesinlikle. Chloe’nin ona ihtiyacı olmasına ihtiyacı vardı.
Chloe öyle olduğu için, ona gösterilen ilgiden hoşlandığı izle­
nimine kapıldım. Sıradan olması onun için yeterli değildi. Sıra
dışı istiyordu, bu olumsuz anlamda olsa bile.” Raina iç çekti.
“Birçok ebeveyn çocuklarının normal olmasını ister. Adapte ola­
bilmeleri için. Kate bunun tam tersiydi.”
“Ama Chloe’nin normal eğitim sisteminde olmasını istedi.”
“Evet, istedi. Bakın, eğer Chloe özel bir okulda olsaydı, bu
kadar dikkat çekmeyecekti. İhtiyacı olduğunda diğer ebeveyn­
lerden bol acıma, bol kibarlık ve bolca yardım görüyordu.” Ra­
ina gözlerini kıstı. Bilge görünüyordu. “Kate, oldukça yetenekli
biri olmasına rağmen, çaresiz görünmekte çok iyiydi.”
“Onu manipülatif olarak tanımlar mısınız?” diye sordum.
“Evet.” Raina gülümsedi. “Bu her zaman kötü bir şey değil.
Birçok başarılı insanın, diğer insanların davranışları üzerinde et­
kileri vardır.”
“Ve Kate’in durumunda?”

155
Jane Casey

Gülümsemesi bir saniye daha kaldı ve sonra kayboldu. “Ka­


te’in durumunda, endişelendim. Benden devralan psikologa,
Chloe ile ilgili görüşlerimi paylaşmak için yazdım. Ona Ch­
loe’nin Kate’in izin verdiğinden daha kapasiteli bir çocuk ol­
duğunu yazdım. Bunun Chloe büyüdükçe ilişkilerinde sorun
çıkmasına sebep olabileceğini yazdım, -bağımsızlık ve özgür­
lüğünün olmamasının- bu insanı boğabilir, biliyor musunuz?
Yok yere kırılmanıza ve kalp ağrısına sebep olabilir. Ben onların
birbirlerine güvenebilmelerini istedim. İki ağacın birlikte büyü­
mesi gibi.” Parmaklarını birbirine geçirdi. “Dallarının birbirine
karışmaması için, budanmaları gerek. Bu durumda biri hastala­
nır ya da düşerse, diğeri hayatta kalmaya devam edebilir. Ama
ağaçları budamak zordur. Eğer onlara sorarsak birbirlerine do­
lanmayı tercih ederler.”
“Bunu Kate Emery’e de söylediniz mi?”
Başıyla onayladı. “Onu son gördüğümde. Hastalanmayaca­
ğını söyledi. Chloe’yi asla yüzüstü bırakmayacağını söyledi. Ben
de demek istediğimin bu olmadığını anlattım. Geleceğin ne ge­
tireceğini bilemeyeceğini söyledim.” Raina derin ve uzun bir iç
çekti. “Haklı çıkmam beni hiç memnun etmedi.”

156
13

odern Apostles Kilisesi, Güney Circular Caddesi’nin

M gerisinde, krem rengi kare bir binaydı. Sanki önceden


bir kumarhaneymiş gibi görünüyordu. İçeriden, kapı kolları­
na dolanmış bir anahtarla, sıkı sıkıya kilitlenmişti. Bir anlığına
basamaklarda durdum ve sabah güneşinde parlayan arabalara
baktım. Bir minibüsün yanında duran, tamponunda “İsa ne
yapardı?” çıkartması olan Norris’in Volvo sunu tanıdım. Doğru
yerde olduğuma emin oldum.
Başka bir yerden daha giriş olmalıydı.
Binanın yan tarafında, bir kapı daha buldum. Bunun girişine
doğru bir rampa vardı ve üzerinde Ofis yazıyordu. Bu kapı ko­
layca açıldı ve kendimi posterlerle süslenmiş dar bir koridorda
buldum. İçeri giremeyecek kadar kötü değilsin, dışarıda duracak
kadar iyi değilsin. Bir okulun soyunma odası gibi küf kokuyordu.
Hayattaki en şeyler, aslında çok da önemli şeyler değil. Fayans ze­
minin üzerinde kararsız adımlarla yürüyordum ve sonra ken­
dimden daha emin yürümem gerektiğini düşünerek, yürüyü­
şümü değiştirdim. Dizlerinizin üstündeyken sendelemek zordur.
Derwent bunu severdi.
Bu bile, onu buraya tek göndermemek için iyi bir nedendi.
Koridorun sonundaki odadan mırıltılar geliyordu. Yürüdüm ve
kapıyı çaldım.

157
JANE CASEY

“Gelin.”
Derinden gelen bu sıcak sesi hemen tanıdım. Gareth Sel-
hurst odanın ortasında ayakta duruyordu, yüzü masada çalış­
makta olan bir kadına dönüktü. Otuzlarında bir kadındı, koyu
saçlarının arasında griler de vardı. Elleri klavyenin üzerindeydi,
sanırım bir diktenin ortasında onları bölmüştüm.
“Yardımcı olabilir miyim?” Bu sefer Selhurst’ün sesi sert ve
kesinlikle daha öncekine göre daha az misafirperverdi.
“Dedektif Maeve Kerrigan. Pazar günü tanışmıştık.”
tçOliver’ın evinde. Hatırlıyorum.” Şu anda ayakta gördüğüm
için, düşündüğümden daha kısa olduğunu fark ettim ama saçla­
rı çok iyi görünüyordu; arkaya taranmış gür, uzun beyaz saçlar.
“Resmî bir iş sanırım.”
“Korkarım ki öyle.”
“Oliver ile mi konuşmak istiyorsunuz?”
“Aslında önce sizinle başlamak istiyorum.”
Kaşlarını çattı. “Benimle mi?”
Ciddi bir şekilde, “Birkaç sorum var.” dedim. Bizi dikkatle
izleyen ağzı açık kadına baktım. “Burada mı, yoksa özel mi ko­
nuşalım? Hangisini tercih ederseniz?”
Bay Selhurst özel konuşmayı tercih etti. Beni koridorun aşa­
ğısında, tertemiz küçük bir mutfağa götürdü. Bana bir fincan
çay ya da bir bardak su ikram etmesini bekledim ama sanki daha
önce mutfağa hiç gelmemiş ve neyin nerede olduğunu bilmiyor­
muş gibi etrafına bakındı.
Kollarını göğsünde bağladı ve tezgâha yaslandı.
Burada konuşabiliriz. Korkarım ki, size çok zaman ayırama-
yacağım. Saat onda başka bir yerde bekleniyorum.”

158
“Sorun değil.” Not defterimi çıkardım ve köşedeki tabureye
oturdum.
“Size nasıl yardım edebileceğimi gerçekten anlamıyorum,
eğer konu Oliver’ın zavallı komşusu hakkındaysa.”
“Onu tanıyor muydunuz?”
“Onunla karşılaştım. Çok kısa.”
“Bir kere mi? Birden fazla mı?”
Yüzü asıldı. “Birden fazla.”
“İki kere? Üç kere?”
“ Hatırlamıyorum.”
“Onunla nerede karşılaştınız?”
“Bir kere bizimle dua etmeye gelmişti. Ne yazık ki, Tanrı’nın
çağrısını duymaya hazır değildi.”
Kaşlarım kalkık bekledim.
“Önyargılarından kurtulmak onun için çok zordu. Kurtarı­
cımız İsa ile konuşurken kendini kaybetmek.” Gülümsedi. “Biz
Protestan bir kiliseyiz, Bayan Kerrigan. Şarkı söyler ve müzik
yaparız. Yüksek sesle dua ederiz. Ruh bizi harekete geçirdi mi,
kendimizden geçerek dua ederiz. Toplantılarımızda İsa’nın var­
lığı bizim için gerçektir. Bizi iyileştirir, bizimle ve bizim aracılı­
ğımızla konuşur. Kurtuluş için dua ettiğimizde, bizi günahları­
mızdan ve yanlışlarımızdan arındırır. O dans ettiği zaman, biz
dans ederiz.”
“Ve Kate dans etmedi.”
“Hayır. Çok fazla şüpheleri vardı ve kafası çok karışıktı.
Şeytan onu çok sıkı tutmuştu.” Dudakları büzüldü. “Mütevazı
olmayan kıyafetler giyiyordu. Bir erkeğin ailenin reisi olduğu
gibi, bizim kabul ettiğimiz şeylerin çoğunu sorguluyordu. Ona

159
Jane Casey

eğer Tanrı’ya daha önce gelseydin, kocanla ilişkine düzgün bir


şekilde devam edebilirdin dedim. Aziz Paul’ün dediği gibi, ‘Her
erkeğin patronu Isadır, bir kadının patronu kocasıdır ve İsa’nın
patronu Tanrıdır.’”
Derwent burada olup bunları duymadığı için çok memnun­
dum. “Bu zamanda ve çağda pek popüler bir fikir değil bu.”
“Bu Tanrısız Çağ.” diye kükredi Selhurst aniden dua moda­
na geçerek. “En azından, bizim ruhani açıdan iflas etmiş ülke­
mizde. Hâlâ dünyada Tanrı’nın hükümranlığını sürdüğü, insan­
ların ihtiyaç anında yardım istemek için ona döndüğü ülkeler
var. Aynı duygunun bu ülkeyi de kasıp kavurması, bir zaman­
ların büyük Hristiyan ülkesinin değersiz şeylerden kurtulması,
benim daimi duamdır. Kuran bize daha önce, büyük bir selin
olduğunu söylüyor. Bunun tekrar olacağına ve büyük bir dalga­
nın, Ingiltere’nin güneyini tahrip edeceğine dair kehanetler var.
Olmayacağını düşünmek, Tanrıyı kızdırmadan istediğimiz gibi
hareket edebileceğimize inanmak tamamen kibir.” Öne doğru
eğildi. “Gördüğüm kadarıyla evli değilsiniz.”
“Hayır.”
“Hristiyan mısınız?”
“Bir Katolik olarak büyütüldüm.” dedim.
Selhurst geri çekildi. “Bu tam olarak aynı şey değil.”
“Aynı olmadığına eminim.” Notlarıma göz attım, içten içe,
kutsal olmayan bir şeyin simgesi olmak hoşuma gitti. “Yani Kate
buraya, kiliseye bir kere geldi.”
“Ona hazır olana kadar dönmemesini söyledim. Dikkat dağı­
tıcı bir etkisi vardı. Onun varlığı insanları kısıdıyordu. Küçük bir
topluluk ama yine de, kilise çok uzun zamandır fâaliyet göstermi­
yordu. Elli kişilik bir grupta, uyumsuz bir kişi bile göze çarpıyor.”

160
ölülerin kmuiimsim izin ver

Selhurst yavaşça kafasını salladı. “Tanrı’nın evine girdiğimizde,


dünyevi sorunlarımızı arkada bırakmalıyız. Kendimizi Tanrı’da
kaybetmeliyiz. Sadece onun varlığının farkında olmalıyız.”
Bir başka deyişle, Selhurst’ün cemaatini çok mutlu hissettire­
ceğine inandığı toplu histeriye, Kate müdahale etmişti.
“Ve hiç gelmedi.”
“Hayır.”
“Onu bir kereden fazla gördüğünüzü söylemiştiniz. Daha
sonra onunla konuştunuz mu?”
“Birkaç kere Oliver ile evine gittim. Kate benimle konuşmak
istemiyordu ama Oliver onu ikna etti.” Yine başını salladı. “Bizi
duyamayacak kadar sağır kimse yok, elbet sonunda duyarlar.
Oliver’a da açıkladığım gibi bir kalp kendini Tanrı’ya açana ka­
dar birçok kez ziyaret gerekebilir ama savaşmaya değerdi.”
“Kate gerçekten çok ilgilenmese de.”
“Tek endişelendiğimiz Kate değildi.”
Bir saniye düşündüm. “Chloe mi? Ama o...”
“Vaftiz edilmedi. Kate’in, kızının olabilecek en büyük hedi­
yeyi almasını engellediğini görmesi için, durmadan dua etrim.
Tanrı kolları açık ona yardım etmeyi bekliyordu ve Kate, Ch­
loe’nin ona gitmesine engel oluyordu.”
“Chloe vaftiz edilmek istiyor mu?”
“Kate istemediğini söyledi.” Bir saniyeliğine gözlerini kapadı
ve iç çekti. “Onun evinden hep, şeytanla göğüs göğse savaştığı­
mı hissederek, bitkin bir hâlde çıktım. Kötülüğe inanır mısınız,
dedektif?”
“Evet, inanırım.” dedim. Tereddüt etmedim ve dürüst dav­
randım.

161
Jane Casey

“Kate kötülük doluydu. Ben bunu onda gördüm, duydum.”


One doğru eğildi. “Kötülüğü tanırım.”
“O kötüydü derken...”
“Hayır!” Elini tezgâha vurdu. “Ben öyle bir şey demedim!
Ben kötülük doluydu dedim. Şeytan onun içinde güçlüydü. Be­
nim fikirlerime karşı çıktı. Bir erkek olmama ve Tanrı benimle
olup bana yol göstermesine rağmen, benden güçlüydü.” Arkaya
yaslandı, yorgun olduğu belli oluyordu. “Ama başarabilirdim.
Başarabileceğimi biliyorum. Tanrı herkesi fetheder. İsa ne kadar
karanlık olursa olsun, hepimizin günahlarını temizler.”
“Nedir bu bağırtı?” Polo yaka bir gömlek ve keten pantolon
giymiş olan Oliver Norris, kapıda duruyordu. Gareth’a bakıyor­
du. “Pazar günü için prova mı yapıyorsun?”
“Dedektifle şeytan hakkında konuşuyordum.” dedi Gareth
sertçe beni göstererek.
Beni görünce Oliver’ın yüzündeki kan çekildi. “Sadece basit
bir dua seremonisi. Yardımcı olacak.”
“Kime yardım edecek?” Gözlerimi Oliver’dan, şu andaki en
önemli problemi buymuş gibi gömlek kollarını aşağıya indiren
Gareth’a çevirdim.
“Duaya çok ihtiyacı olan insanlar için özel ayinler düzenliyo­
ruz. Pazar günü bir tane olacak. Sanırım Oliver onun hakkında
konuşuyorum sandı.” Gareth bana gülümsedi. Vaiz gitmişti, ye­
rine yine ilk gördüğüm adam gelmişti ve nazikti; normal, hatta
hoş. “Çok etkili. Tabii ki Kate aklımızda ve kalbimizde olacak.”
“Benimle mi konuşmak istedin?” Oliver ellerini cebine koydu.
Kaslarının hareketinden, kollarının gerildiğini görebiliyordum.
“Lütfen.” dedim ayağa kalkarak. “Çok fazla zamanınızı al­
mayacağım.”

162
ölülerin Konuşmasına izin ver

Gareth, “Onu ana salona doğru götür.” dedi. “Nerede ibadet


ettiğimizi göster. Bence ilginç bulacaktır.”
Oliver sanki itiraz etmek ister gibiydi ama başıyla tamam
dedi. Ofisin zıt istikametine doğru giderken, onu takip ettim.
Bir kapıyı açarak beni oradan geçirdi. Kendimi, altın iskelet­
ti sandalyelerin olduğu kocaman bir odaya bakan, kırmız halı
serilmiş bir platformda buldum. Bana kiliseden çok bir kongre
salonunu andırdı ama tabii sonra kilise sıralarına, azizlerin hey­
kellerine, mumlara, Cross marka kırtasiye malzemelerine ve ki­
lise lambalarının kırmızı parlaklıklarına baktım. Platformun iki
tarafında projeksiyon ekranı, iki büyük hoparlör, üstünde de bir
org ve bir trampet takımıyla birlikte iki sandalye vardı. Odanın
arka tarafında da ses panosu vardı. Oliver bazı düğmelere bastı
ve odanın tüm ışıkları yandı.
“Burası bizim ayinlerimizi yaptığımız yer. Tabii dua sırasın­
da, kilisenin ana merkezindeki ışıkları kısıyoruz.”
Platformun merkezine yürüdüm ve onlarca yüzün bana
baktığını hayal ettim. Burada hiç dikkatinizi dağıtacak bir şey
yoktu, ne bir resim ne de bir söz. Sonsuz hayat vaadinde olan
yazılar yoktu. Burada Tanrı ve sizinle birlikte dua edenlerle bir
kaşınasınız. Kendinizi dini mutluluğa, huzura adıyorsunuz ya
da lanete; size göre değişir.
“Şu nedir?” Platformun altındaki kare şekli işaret ettim.
“Orası bizim vaftiz ve diğer seremonilerimizi yaptığımız yer.”
“İçinde mi?”
Başıyla onayladı. “Bütün bedeni suya daldırarak vaftiz etme.
Yeniden doğuşu sembolize ediyor, İsa ile yeniden doğmayı ya da
sağlıklı olmayı veya basitçe taze bir başlangıcı. Tüm üyelerimiz
tövbe edip İsa’ya olan bağlılıklarını söylediklerinde, çocukken

163
Jane Casey

vaftiz edilmiş olsalar bile, burada bir kez daha vaftiz ediliyorlar.
Tüm kiliseyi bir yapan harika bir kutlama.” Daha önce söyledik­
lerini yeniden yüksek sesle tekrar ettiği için, sesi dümdüzdü ve
aklı başka bir yerdeydi.
“Bay Selhurst küçük bir cemaatiniz olduğunu söyledi ” Mer­
divenlerden bir basamak indim ve koridor boyunca yürümeye
başladım. Oliver sanki daha fazla ileri gidersem, beni durdur­
ması gerekirmiş gibi izliyordu.
“Küçük ama büyüyor. Düzenli olarak gelen otuz kişi var ama
bize katılmak isteyen herkese kapımız açık.”
Gareth elli kişi olduğunu söylemişti. Sanırım etki yaratabil­
mek için biraz abartmaya meyilli.
“Tabii diğer cemaatlerden de ziyaretçilerimiz oluyor.” diye
devam etti Oliver. “Biz Modern Apostles hareketinin bir parça­
sıyız. Asya’da bizden iki yüz bin tane var; tüm Afrika’da yarım
milyon, aynı şekilde Güney Amerika’da da.” Rakamları çok ra­
hatça, hiç takılmadan söyledi. “Yeni dünyanın, bize Avrupa’ya
inançla ilgili öğreteceği çok şey var. Biz karanlığa sürüklenmesi­
ne izin versek de, onlar alevin parlak kalmasını sağladılar.”
“Siz vaaz veriyor musunuz?” diye sordum. Telaşlanmış görü­
nüyordu.
“Ben mi? Hayır.”
“Daha önce provasını yapmış gibi konuşuyorsunuz. Çok
ikna edici.”
“Kilisenin halkla ilişkileri ile ben ilgileniyorum. Basın bültenle­
rini ben yazıyorum. İnternet sitesini ben yapıyorum, o tür şeyler.”
“Ve bu tam zamanlı bir iş mi?”
Başıyla onayladı. “Sadece bu kilise değil. Yerim burası ama
Modern Apostles hareketindeki diğer kiliseler içinde çalışıyo-

164
ölülerin Konuşmasına izin var

rum. Bir tane yukarı Wycombe’de var. Bir tane Haywards He-
ath’de ve bir tane de, Gareth’ın buraya Putney’e gönderilmeden
ve yeni bir cemaat oluşumuna girmeden önce kurduğu Leigh­
ton Buzzard’da var. Bir de, her üç yılda bir konferanslarımız var
ve ben onların organizasyonlarında da görevliyim.”
“Daha önce ne yapıyordunuz?”
“Büyük bir ilaç firmasının halkla ilişkiler bölümünde çalışı­
yordum.”
“Yani umut satmaya alışkınsınız.”
Yüzü kıpkırmızı oldu. “Ben her zaman insanlara yardım et­
mek istedim, eğer bunu demek istiyorsanız. Ayrıca burada, ilaç
firmalarının tedavi ettiğinden daha çok insan iyileştirdik.”
“Kelimenin tam anlamıyla iyileştirmek mi?”
“Topallar yürüdü.”
“Körler de gördü mü?”
Yarım bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Tam olarak değil.
Henüz değil ama Tanrı her şeyi yapabilir.”
Koridorun sonuna ulaştık. Üst üste kutular konulmuştu. Bir
tanesinin içine baktım ve meyve gördüm.”
“Resmî olmayan bir yiyecek bankası kurduk. Herkes buluna­
bildiği kadar katkıda bulunuyor ve ayda bir ihtiyaç bölgelerine
dağıtıyoruz.”
“Çok faydalı görünüyor.” dedim.
“Biz sadece insanlara yardım etmek isterken, Hristiyanlığa
karşı olan bu düşmanlığı anlamıyorum.” Sanki çok uzun za­
mandır içinde tutuyormuş gibi, kelimeler bir anda döküldü ağ­
zından.
“Ne tür düşmanlık?”

165
jane Casey

“insanlar dua ediş şeklimizle ve inançlarımızla dalga geçiyor.”


Başını salladı, hâlâ sinirliydi. “Bize isim takıyorlar. Radyoda ve
televizyonda bazı duyduklarımız var; küçümseyen yorumlar ve
kimse bunlara tek kelime etmiyor! Eğer bunları Müslümanla-
ra ya da Yahudilere söyleseydiniz, peşinizi bırakmazlardı. Tabii
Hristiyanlar kolay hedef.”
“Anladığım kadarıyla, öbür yanağınızı çevirmeniz gerekiyor.”
“Bundan yoruluyorum.” Bir bakış. “Neden buradasınız?”
“Hâlâ Kate hakkında araştırma yapıyorum. Buraya da geldi.”
Omuzlarımı silktim. “Bir ilgisi olabilir, olmayabilir de.”
“Sadece bir kere geldi.”
“Bay Selhurst de öyle söyledi. Onunla tartıştığını söyledi.”
Mutsuz bir şekilde başını salladı. “Kate... Saygısızdı. Onu
buraya davet etmekle, doğru şeyi yaptığımı düşünüyordum.
Gareth yanlış bir şey yapmadığımı söyledi ama önce sormam
gerekir mi diye düşündüm.”
“Ona öfkeli miydi?”
“Gareth sinirlenmez. Kişisel konularda sinirlenmez. Tan-
rı’nın onun aracılığıyla konuşmasına izin verdi ve Kate söyle­
diklerinden korktu.”
“Ne söyledi?”
“Hayat tarzını değiştirmezse onu cehennemin beklediğini.
Öldükten sonra tek bir seçeneği olduğunu, başka seçeneklerinin
olmadığını. Kendini kötülüğe kaptırdığını ve eğer kurtarılmak
isterse Tanrı’nın ona yardım edebileceğini.”
“Ve bundan hoşlanmadı.”
“Ona, ‘Kibirli yaşlı timsah.’ dedi.” Norris iç çekti. “Araya gir­
meye çalıştım.”
“Diğer insanların da üzüldüğünü söyledi.”

166
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Herkes üzüldü.” dedi Norris. “İnsanlar huzursuz oldu. Dua


edemeyeceklerini düşündüler. Kate’i uzaklaştırdıktan sonra,
müritlerimizin bazıları hemen bir ayin daha istedi. Kiliseyi arın­
dırmak istediler. Kate aramızdaki pislik gibiydi.”
Islık çaldım. “Ağır kelimeler.”
“Güçlü duygular.” Norris bana bakmadan kaşlarını çattı.
“Ama o ilk ve sondu. Bir daha gelmedi.”
“Özellikle onu soran biri oldu mu? Adını ya da nerede yaşa­
dığını öğrenmek isteyen biri?”
“Buradaki birinin ona zarar verdiğini düşünmüyorsunuz, de­
ğil mi? Bu imkânsız.”
“Bu tür şeyler olabiliyor. Bay Selhurst içinin kötülük dolu
olduğunu söylemişti.”
“Ama bu onun suçu değil. Onun için dua ettik. Ona zarar
vermeyiz. Bu Tanrı’nın yolu değil.”
Bu fikir karşısında, gerçekten dehşete düşmüş görünüyordu.
Geri adım attım. “Bay Selhurst, birkaç kez onunla tekrar konuş­
tuğunu söyledi. Sizinle birlikte.”
“Gareth onu, Chloe’nin bize katılmasına izin vermesi ko­
nusunda ikna etmek istedi. Çok açık bir şekilde ilgileniyordu,
hatta bu konu hakkında sürekli Bethany ile konuşuyordu. Kate
onun kapıdan girmesine bile izin vermezdi. Kate’i davet etme
sebeplerimden biri buydu, ne yaptığımızı görmesini istedim.
Ona burada ciddi şeyler yaptığımızı anlatır diye düşündüm. Ya­
nıldım, bu sadece onun önyargılarını güçlendirdi. İnanmak iste­
medi. Öğrenmek istemedi.” Mutsuz görünüyordu. “Belki hazır
değildi. Zihni kapalıydı.”
Ben de kararımı vermiştim. “Cemaatteki herkesin ismine ve
adresine ihtiyacım olacak.”

167
jane Casey

“Kate’in katilini burada arayarak zaman kaybediyorsunuz.”


“Umarım öyledir. Yine de işimi yapmak zorundayım.”
“Hayır diyebilir miyim?”
“Eğer demezseniz çok yardımcı olur. Geçmişlerini kontrol
etmek istiyorum. Cemaatinizde bulunanların geçmişinde şiddet
ya da dengesiz davranışların olmadığından emin olmak istiyo­
rum. Eğer hiçbir şey bulmazsam, onları rahatsız etmem.”
îç çekti. “Ofise gelin. Stella sizin için bu bilgilerin çıktısını
alabilir.”
Stella -koyu renkli saçları olan kadın- Gareth Selhurst ve
Norris izlerken çıktıları aldı, kağıtları düzenledi ve onları bir
dosyaya koyarak bana verdi. Onun uzun kollu biçimsiz bluzu­
nu, bileğine kadar uzanan uzun eteğini ve aynı Eleanor Nor-
ris’inki gibi olan düz ayakkabılarını fark ettim. Büyük ihtimalle
pantolon giyerek kilisenin tüm kurallarını ihlal ediyordum, on
santimetrelik topuklu ayakkabılarımdan bahsetmiyorum bile.
Diğer taraftan, yüksek topukluların gerçekten kötü olduğunu
kabul etmeye hazır olduğum uzun günler oldu.
“Şimdilik bu kadar.”
Gareth gülümsedi. “Senin için dua edeceğim çocuğum.”
“Gerek yok.” dedim.
“Her zaman gerek vardır. Hepimizin duaya ihtiyacı var.
Özellikle kötü yollarda yürüyenlerimizin.”
“İşimden dolayı mı?” dedim uyanıklık yaparak.
“Sanırım ne demek istediğimi biliyorsun.”
Kolay seçenek gülümsemek ve susmaktı. Kafamdan yazı tura
attım ve zor olanı tercih ettim. “Hayır, bilmiyorum.”
“Sana da ruhani hayatında bir şeyler eksik gelmiyor mu? Me­
sela Katoliklik?”

168
“Çok sık değil.”
Biraz daha geniş gülümsedi. “Roma Kilisesi düşecek canım.”
“Düşmeden çok uzun süre varlığını sürdürdü.”
“Yozlaşma onu mahvetti. Sadece yaptıklarına bakman yeter.”
“Bazılarının yaptıklarına.”
“Çok fazla yaptılar ama. Tanrı’nın sesi olması gereken erkek­
ler günahla lekelendi ve çürüdü.”
Dosyayı koltuğumun altına sıkıştırdım ve ona aynı eşit tole­
ransla güldüm, birazcık da lütuf vardı. “Bu işi yaparken öğren­
diğim bir şey varsa, o da kötünün her yerde olabileceği. Burada
bile.”
Ve bunu söyledikten sonra çıktım.

169
14

uma sabahı erken saatlerdi, o kadar erken ki Valerian

C Caddesi’ndeki tüm evler karanlıktı. Sabahın alaca karan­


lığında, gökyüzünde ay hâlâ parlaktı, bir sevgili gibi gecenin
sonuna sıkı sıkıya sarılmıştı. Caddeye doğru Derwent’ın ara­
basını takip ettim ve Kate Emery’nin evinin biraz uzağına park
ettim. Una Burt de park etmişti ve bize doğru yürüyordu, bir
taraftan telefonda ekibini koordine ediyordu. Mesaiye bir saat
önce, dört buçukta başlamıştık, ben üç saatten daha az uyu­
muştum ve ufacık bir yorgunluk hissetmiyordum. Adrenalin
beni ayakta tutuyordu.
Modern Apostles Kilisesi’nden dönmüştüm ve bir kasırganın
içine adım atmıştım. İlk adli tıp raporları gelmişti. Una Burt
bize bilgi verdi ve bir cesedimiz olmamasına rağmen, bazı şüp­
helileri sorguya almak için iyi bir sebebimiz vardı. Kiliseden çık­
tıktan sonra, günün geri kalanında, geçmişlerini araştırarak ve
haklarında bulabildiğim kadar bilgi bulmaya çalışarak geçirmiş­
tim. Sorgulamalara, sadece soracağımız soruları bilerek değil,
aynı zamanda verecekleri cevapları da bilerek girmemiz lazımdı.
Derwent’in arabasından inen Georgia, hevesimi birazcık dü­
şürdü. Una Burt bizi takımlara ayırmıştı: Derwent, Georgia ile

170
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

birlikteydi, Chris Pettifer de benimle. Hızlı adımlarla diğerleri­


nin toplandığı yere yürüdüm. Pettifer bana yer ayırdı. Derwent
telefonuyla ilgileniyordu ve beni görmezden geldi. Georgia ce­
ketine sarınmış, yanında duruyordu. Maskarasını çoktan sür­
müştü. Buraya kadar arabada konuşacak ne buldular diye me­
rak ettim. Pimlico’dan dönerken, onun hakkında daha fazla şey
öğrenmeye çalışmıştı. Ben de birlikte çalıştığımız zamanlar ve
birbirimizin hayatının her alanına girdiğimiz, geçmişimiz hak­
kında konuşmaya pek istekli değildim.
Ben Georgia’nın yerimi almasını istemiyordum.
“Hazır mısınız?” Una Burt telefonu ağzından uzaklaştırdı.
“Diğerleri yerlerinde.”
Başımızla onayladık. Bir şüpheliyi basmanın en iyi zamanı
habersiz, sabah erken gitmektir. Hiçbir uyarıda bulunmadan.
Hazırlık yapmasına fırsat vermeden. Kimseyle konuşmaya vakti
olmadan. Kaçamadan, her şey keşfedilir. Ya da hikayeni kendine
sakla çünkü cevaplaman gereken sorular var. Kesinlikle hepsini
keşfetmemiştik. Adli tıp raporu, kısa gece dinlenmemde beni
uyutmadı çünkü parçaları anlamlı bir şekilde, bir araya getirme­
ye çalıştım.
“Onları yakalamakta bir problem yaşayacağımızı sanmıyo­
rum. Bilmiyorlar ve hiçbir uyarı almadılar fakat yine de kendi­
nize dikkat edin.”
Kurşungeçirmez yeleğim bana batıyordu ama seçeneğim
yoktu. Evler silah doluydu ve bu yüzden, birden fazla memur
yaralanmıştı. Hiç beklemediğiniz bir anda olurdu. Bu da şafakta
kapı çalıp, sürpriz yapmayı isteme sebeplerimizden biriydi. Uy­
kulu, kafası karışmış, yarı giyinik insanlar genellikle yumuşak
başlı olurdu.

171
Jane Casey

O kadar sessiz bir sabahtı ki ufacık bir ses bile yankılanıyor­


du. Metal bir ses, arkama bakıp kontrol etmeme sebep oldu.
Kilitte dönen bir anahtar ve zincirin sesiydi. Bize en yakın evden
geldi: Numara 6. William Turner’ın evi. Kapı açıldı ve Turner
dışarı çıktı, her zamanki pozisyonunu alarak duvara yaslandı.
Sigarayı çoktan dudaklarının arasına koymuştu, çakmak da
elindeydi. Eskimiş bir kot gömlek, kot pantolon, çıplak ayak:
Yeni güne başlamış gibi değil de, onun için günün sonu gelmiş
gibiydi. Bizi gördü ve dondu kaldı.
“Lanet olsun. Gecenin bu vaktinde sizi burada görme şerefi­
ni neye borçluyum?”
Bahçe kapısının üzerinden eğildim ve fısıltıyla, “Sesini alçalt.
Senin için gelmedik.” dedim.
“Bu doğru mu?” Çakmağını yaktı ve sigarasını yakmak için
kafasını öne eğdi. Gevşek sarılmış tütün alev aldı ve yanmaya
başladı. Sonra gözlerini kısarak bana baktı. Kan çanağına dön­
müşlerdi, uykusuzluktan gözlerinin etrafı şişmişti. Gençti ve
birazcık uçarı bir hayat emaresi onu daha da çekici yapıyordu.
“Birini mi tutuklayacaksınız?”
“O kadar heyecanlı bir şey değil.”
“Aaa... Hadi. Günün bu saatinde, iyi bir şeyler olmalı. Ga­
zeteleri arayabilirim. Bir şeyler olduğuna dair onlara haber
uçurabilirim. Yeni bir gelişmeyi ilk duyan olmaya bayılırlar,
değil mi?”
Çenemi sıktım. Gazeteler Kate’in resimleri ile doluydu -sa­
hilden rüzgârlı olan- ve son birkaç gündür uzun spekülatif ma­
kaleler yayınlanıyordu. Daha önce de bu yollardan geçmiştim.
Yavaşça, inceden dikkatler cinayet soruşturmasından bir polisin
yetersizliğine geçerdi. Biz hâlâ şansımızı deneyerek, karanlıkta el

172
ölülerin Konulmasına İzin ver

yordamıyla bir şeyler ararken ve bunun işe yaramasını umarken,


son ihtiyacımız olan şey onların ilgileriydi.
“Eğer herhangi birini arayacak olursan, hayatının hiçbir öne­
mi kalmaz. Bu oyun değil, Bay Turner. Bu cinayet soruşturması.”
“O zaman bir ceset buldunuz.”
“Hâlâ arıyoruz. Belki de ceset sizin koltuğunuzun arkasında
mı diye bakmalıyız.”
Ellerini açtı. “Bunun benimle hiçbir ilgisi yok.”
“O zaman bana bunu, ispat ettirtme.” Kafasıyla onaylayıp
gözlerini aşağıya çevirene kadar ona dik dik baktım.
Ön kapının biri çalınınca yerimden sıçradım. Turner daha
iyi görebilmek için parmak ucuna yükseldi, umursamaz aylak
birden yok olmuştu.
“Kimi arıyorsunuz?”
“Sana bunu söyleyemem.”
“Chloe olamaz değil mi? Onu rahat bırakmalısınız. Onu ra­
hatsız edemezsiniz. Bu yanlış. Bir akvaryumdaki balığı vurmak
gibi. Zaten hiçbir şey bilmiyor.”
“Kimse Chloe’yi rahatsız etmiyor.” dedim kızarak. “Onun
annesine ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz.”
Kafasını salladı. “MET’in* nasıl çalıştığını biliyorum. Bir
şüpheli bul ve dava hazır.”
“Senin üzerinde işe yaramadı, değil mi?”
“Denemekten başka işe yaramadı.” Yutkundu. “Cidden,
onun bunlarla hiçbir ilgisi yok.”
“Eminim yoktur.”
* Londra şehrinden sorumlu polis gücü.

173
Jane Casey

William sustu ve ben, yolun diğer tarafındaki evlerden ge­


len ışıklan görmek için döndüm. Valerian Caddesi’ne sabah
gelmişti.
32 numarada kapı açıktı ve koridor insan doluydu. Hepsi
aynı anda konuşuyor gibiydi.
“Gecenin bir yarısı davetsiz, buraya öylece giremezsin.” Bu
Oliver Norris’ti, üstsüz ve pijaması da kalçalarına kadar düşmüş­
tü. Eleanor kelimenin tam anlamıyla ona yapışmıştı, gözleri şaş­
kınlıktan fal taşı gibi açılmıştı, saçları darmadağınıktı.
Merdivenlerin ortasında duran Morgan Norris ağır ağır ko­
nuşarak, “İstediklerini yapabilirler. Doğru değil mi? Buradaki
mesaj bu.” dedi.
Una Burt, gözlerini Oliver’dan Morgana çevirerek, hiç olma­
dığı kadar öfkeli, “İkinizle de konuşmak istiyoruz.” dedi.
Merdivenlerin en üstünde, Chloe iniltiye benzer bir ses çı­
kardı. Bethany onun elini sıkıca tuttu, o kadar sıkı tuttu ki ka­
nın ilerleyemediğini ve Chloe’nin elinin beyazladığını gördüm.
“Bizimle ne hakkında konuşmak istiyorsunuz?” diye bağır­
dı Oliver. “Size ne söyleyebileceğimizi düşünüyorsunuz? Sizin
sorularınıza çoktan cevap verdim.” Beni fark etti ve parmağını
bana doğru yöneltti. “O. Onunla konuştum. îki kere.”
“Bunlar sorgulamamızdaki ilerlemelerle ilgili.” dedi Burt sa­
kince. “Ve biz bunların en iyi, resmî bir sorgulamada cevapla­
nabileceğim düşünüyoruz. Bu yüzden sizi tutuklamaya geldik.”
“Tutuklamak mı?” Morgan Morris’in üzerinde şort ve tişört
vardı. O saate kadar da uyumamış gibiydi. Duvara yaslanmıştı
ve çok rahat görünüyordu.
“Evet.”
“O zaman bir avukata ihtiyacımız var.”

174
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Bu çılgınlık.’’ diye bağırdı Eleanor. “Bunun bizimle hiçbir


ilgisi yok. Chloe...”
“Chloe’yi buna karıştırma.” Oliver Norris karısını susturdu.
“Bu benimle alakalı. Bir de, görünen o ki Morgan’la.” Omzu­
nun üstünden kardeşine baktı. “Ne yaptığını bilmiyorum Mor­
gan ama bu bittiğinde, kendine yaşayacak başka bir ev bulman
gerekecek.”
“Yeri değil Oliver.” Morgan esnedi ve göbeğini kaşıyabilmek
için tişörtünü yukarı kaldırdı. “Sizinle gelmeden önce, giyinme­
mize itirazı olan var mı?”
“Hayır ama bunu memurlarımdan biriyle yapmanız gereke­
cek.” dedi Burt.
Morgan bana sırıttı. “Hangisi olduğunu ben seçebiliyor mu-
yum?
“Hayır.” dedi Derwent ruhsuz bir şekilde, Una Burt cevap
veremeden önce. Sanki Morgan’ın oracıkta ölmesini istermiş
gibi ona öfkeyle bakıyordu.
“Çok kötü.” Morgan tekrar Burt’e döndü. “Evi arayacak mısınız?”
“Evet, bunun için arama emrim var.”
“O zaman odamda esrar olduğunu bilmeniz iyi olur. Çok
yok. Beş sterlin değerinde.”
“Morgan!” diye bağırdı Oliver. “Tanrı aşkına.”
“Eğer tek bir konuya odaklanırlarsa, çok büyük bir problem de­
ğil.” dedi “Ve eminim kafalarında çok daha önemli şeyler vardır.”
“Dedektif Derwent size odanıza kadar eşlik edecek. Ona ne­
rede olduğunu gösterebilirsiniz.” Ara sıra Başkomiser Burt’ün,
kesinlikle ne yaptığını bildiğini düşünüyordum, tik defa Morgan
Norris hafiften huzursuz olmuş gibi görünüyordu. Derwent’in

175
JANE CASEY

o ruh hâliyle aynı yerde kapalı kalacak olsam, ben de aynı şeyi
hissederdim.
“Ama anlamıyorum.” Eleanor gözlerini kocasından kayınbi­
raderine çevirdi. “Bunun bizimle ne ilgisi var? İkinizle birden?
Ne buldular?”
“Bilmiyorum ve umurumda da değil.” Saklamaya çalıştığı
öfkesiyle Oliver karısını yolundan itti. “Gareth’i ve avukatımı
arayarak tüm bunları çözeceğim. Öğle yemeğine de evde olaca­
ğımı umuyorum.”
Biraz şansa ihtiyacın olabilir diye düşündüm. Onları tutabi­
leceğimiz kadar uzun tutup, evi didik didik arayacaktık. Onları
herhangi bir sebeple suçlamadan önce, yirmi dört saatimiz vardı
ve ben bunu kullanmaya niyetliydim.
“Önce giyinin. Karakola gideceksiniz ve gözaltına alınır alın­
maz, tek bir telefon hakkınız var. Kimi arayacağınız size bağlı.”
dedi Una Burt sakince. “Bayan Norris değil mi? Eşiniz ve ka­
yınbiraderiniz dışındakileri oturma odasına toplar mısınız? Bu
çok fazla huzursuzluğa yol açmadan, evi aramamızı kolaylaştı­
racaktır.”
“Huzursuzluk?” Histerik bir şekilde güldü. “Kelime tam bu.
Şu anda hayatımı darmadağın ediyorsunuz.”
“Bu soruşturmanın bir parçası.”
“Umursamıyorsunuz değil mi? İnsanları üzmüş olmayı
umursamıyorsunuz. Stasi* gibisiniz. Küçük bir güce sahip olun­
ca, sonuna kadar kullanıyorsunuz.”
“Yeter Eleanor.” dedi Oliver yorgun bir şekilde, “özür di­
lerim.”
“Sakın benim adıma özür dilemeye cüret etme. Cüret etme.”
* Eski Doğu Almanya’nın gizli polis teşkilatı.

176
ölülerin Konulmasına İzin Yar

“Bayan Norris.” dedim. “Eleanor. Oturma odasına gelin ve


biraz oturun. Siz de kızlar.”
Merdivenlerden aşağıya inmeye başladılar, uyanık ve şaşkın­
lardı. Chloe’nin başı öne eğikti, bu sebeple yüzünü göremedim.
Eleanor Norris bir şeyler mırıldandı ve mutfağa doğru yöneldi.
İri yarı, kalın boyunlu Chris Pettifer onu engelledi.
“Hey! Nereye gidiyorsunuz?”
“Ben...” Elini başına koydu. “Bir kahveye ihtiyacım var.”
“Ben size kahve yapabilirim.” dedi. “Siz sadece burada otu-
run.
Evet, neden köşe yastıklarıyla dolu oturma odasında oturmak
yerine, bıçaklarla dolu mutfakta oturmak istiyorsun. Eleanor’un
arkasından Pettifer’e göz kırptım ve onu oturma odasına doğru
çevirdim. Kızlar bizi takip etti, kanepenin en ucuna oturdular
ve bir teldeki iki kuş gibi birbirlerine iyice sokuldular. Eleanor
sanki ayakları artık iflas etmiş gibi bir koltuğa yığıldı. Yukarıda­
ki ayak seslerini duyabiliyordum, insanlar dolaşıyor ve konuş­
malarının sesi geliyordu.
“İyi misiniz?”
“Evet. Şoktayım.” dedi.
“Biz size kahve getireceğiz. Chloe? Bethany? Bir şey ister mi-
. . s»
siniz?
ikisi de kafasını salladı. Hâlâ el ele tutuşuyor gibilerdi ama
çok nette göremedim. Bu biraz garip değil miydi? Ergenken,
arkadaşlarımla nasıl olduğumu hatırlamaya çalıştım ama nafile
bir çabaydı.
Bu his -nafile çaba- Oliver Norris’in evini dolaştığım bir­
kaç saat süresince benimle olacaktı, tik bakışta bulanacak hiçbir
şey çıkmamıştı ve ben bulamamış olsam da araştırmak benim

177
JANE CASEY

uzmanlık alanlarımdan biriydi. Yatak odalarını araştırır araş­


tırmaz, Eleanor ve kızları üstlerini değiştirmeleri için odalarına
gönderdim. Esas amacım, Oliver’ın masasını rahat rahat araş­
tırmaktı. Oturma odasının köşesindeydi. Şömine duvarın ya­
nındaki girintiye yerleştirilmişti, üzerinde raflar vardı ve altında
da küçük bir dolap. Sandalyeye oturduğumda, masanın altında
bacaklarım için neredeyse yer yoktu ve onun nasıl oturduğunu
merak ettim. Zorlukla dolabın çekmecelerini açtım; kilitli değil­
di, bunu not aldım ve her birini aradım. Sigorta dokümanları,
faturalar, ailenin pasaportları, bana ıslık çaldıran bir vergi iadesi;
bu bana Tanrıyı desteklemekte bayağı para olduğunu göster­
di... Beni alarma geçirecek hiçbir şey yoktu. Dikkatimi raflara
çevirdim. Sayfalar arasına bakabilmek için kitapları indirdim.
Birlikte Bağlan, Birleşmiş Kilise, Ruh Dolu Araç, inanca Yolcu­
luk gibi kitap isimleri vardı. Sürükleyici olduğundan emindim.
Son iki tanesini aşağıya indirirken, rafta kitapların arkasına
saklandığı için hafif ezilmiş bir kutu gördüm. Bir düzine pre­
zervatif, Kate Emery ve Harold Lowe’un evinde bulduklarımla
aynı marka. Ayak seslerini duyup arkamı döndüğümde, kutuda
sadece iki tane kaldığını fark etmiştim. Eleanor saçlarını tarayıp
giyinerek biraz kendini toparlamıştı.
İlk önce kutuyu saklamayı düşündüm ama sonra daha iyisini
yaptım.
“Bunlardan haberiniz var mıydı, Bayan Norris?”
İlgisizce baktı. “Hayır.”
“Ne olduğunu biliyor musunuz?”
“Okuyabiliyorum.”
Tamam, o zaman. “Bu rafa nasıl geldiğini biliyor musunuz?
“Hayır.” Bana hiç istifini bozmadan, ifadesiz bir şekilde baku.

178
ölülerin Konulmasına İzin var

“Bu masayı kim kullanıyor?”


“Kocam.”
“Başka? Belki kızınız?”
“Hayır. Sadece Oliver.”
“Hiç bu raflara ya da çekmecelere bakar mısınız?”
“Tüm işlerimizle Oliver ilgilenir. Benim bunu yapmama ge­
rek yok. Ben pişiririm, temizlerim ve Bethany ile ilgilenirim,
benim sorumluluklarım bunlar.” îşaret etti. “Bunlar onun so­
rumlulukları.”
“Ve -münasebetsiz bir soru ise kusura bakmayın— kocanızla
prezervatif kullanıyor musunuz?”
Kıpkırmızı oldu. “Münasebetsiz ve ben size cevap vermeye­
ceğim.”
“Ama bunları daha önce görmediniz. Ayrıca bunları siz al­
madınız.”
“Hayır.”
“Nereden geldiklerini merak etmiyor musunuz?”
“Kocamdan şüphe etmem. Ona güveniyorum.” Bunu, be­
nim tartışmamı bekler gibi söyledi.
“Bunları Bethany’e sorabilir miyim?”
“Neleri?” Bethany büyük bir hızla kapıdan içeri girdi. Bir
süredir orada olduğunu düşündüm.
“Prezervatifler? Nereden buldunuz?”
“Bunların ne olduğunu nasıl bildin?”
Bethany annesine baktı. “Boots’tan alışveriş ediyorum. Bir­
çok çeşidini gördüm. Çok renkli. Ekstra büyük. Wow!”
Eleanor kızını kolundan tuttu. “Bunlar senin mi?”

179
jane Casey

“Hayır. Tabii ki değil.”


“Bayan Norris, lütfen.” Ya da sizi kızınıza fiziksel şiddet gös­
terdiğiniz için tutuklayacağım...
Mesajımı aldı ve kızını bıraktı. Bethany kolunu ovdu, acı-
mıştı. “Nasıl benim olduklarını düşünebilirsin?”
“Adli araştırma için kutuyu götürmek zorundayım.” dedim.
“O yüzden bunlar hakkında bir şey biliyorsan Bethany, söyle­
menin tam zamanı.”
“Size söyledim. Hayır.” Arkasını döndü. Acaba huzursuz gö­
ründüğünü hayal mi ediyordum.
“Arabayı da almamız gerekecek.”
“Ama onu çoktan kontrol ettiniz.” diye itiraz etti Eleanor.
“Bir kere baktılar ama bir kez daha bakmak istiyorlar.” Bak­
mak, bu durumda, didik didik etmek anlamına geliyor.
“Bakın, ben bunların hiçbirini anlamıyorum.” dedi Eleanor.
“Neden Morgan’ı Kate hakkında sorgulamak istiyorsunuz? Tan­
rı aşkına, neden eski prezervatifler hakkında soru soruyorsunuz?
Neden buradasınız? Oliver’ın onun kaybolmasıyla bir ilgisinin
olduğunu düşünmek, çok komik ve Morgan onunla hiç konuş­
madı bile.”
“Bundan emin misiniz?”
“Öyle sanıyorum.” Eleanor hırkasını tamamen bedenine do­
ladı ve titredi. “Yani öyle olduğunu sanıyordum. Şimdi hiçbir
şeyden emin değilim.”
Kulübe hoş geldin. Bunu düşünüp söylememek, çok güçlü bir
oto kontrol gerektirdi.

180
15

fis sessizdi. Una Burt’ü, Derwent’in Oliver Norris’le olan

O sorgusunu monitörden izlediği toplantı odasına kadar ta­


kip ettim. Ona çoktan kötü haberi vermiştim: Prezervatifler dı­
şında, Norris’in evinde ilgi çekecek başka bir şey bulamamıştık.
“Nasıl gidiyor?”
Sesi kısarak, “İlginç.” dedi. Ekranda, Norris ayaklarını çap­
raz yapmış, kolları bağlı oturuyordu; tüm davranış biçimi, bu
duruma alındığını bas bas bağırıyordu. Derwent masanın kar­
şısında duvara yaslanmış konuşuyordu. Kafasını yana yatırma
şekli, bana çok da arkadaşça bir tutumda olmadığını gösterdi.
“Birbirlerine Noel kartları göndereceklerini sanmıyorum.”
Sırıttım. “Şokta. Ya Morgan?”
“İkinci sorgu odasında.” Burt kaşlarını çattı. “Anasının gözü
biri değil mi?”
“Henüz bilmiyorum. Ne zaman onunla konuşsam hep hoş
davrandı.”
“Onu sorguya çekip çekmeyeceğini soruyor.”
Notlarımı karıştırıyordum ama durdum. “Ve?”
“Sanırım çekmelisin.”

181
JANE CASEY

Biraz rahatladım. “Eğer eminsen.”


“Neden özellikle seninle konuşmak istiyor, bilmiyorum ama
ben seni tanıyorum ve o tanımıyor. Sen iyi bir sorgu polisisin.
Eğer seni hafife alırsa, çok daha iyi.”
“Teşekkür ederim.” Sesimdeki şaşkınlığı saklayamadım.
Burt yan gözle bana baktı. “Bunu söylememi beklemiyor­
dun.”
“Hayır.”
“İyi iş çıkarıyorsun.” Soğuk bir şekilde söylemişti, sanki do­
ğasında birini övme özelliği yoktu ama söylemişti. Son katıldığı
yönetim eğitiminde öğrendiği bir şey de olsa, hoşuma gitti.
Boyu ve gövdesi odayı daha küçükmüş gibi hissettiren Chris
Pettifer’in arkasından, ikinci sorgu odasına girdim. Ben içeriye
girdiğimde, Morgan ona gizlemediği bir memnuniyetsizlikle ba­
kıyordu.
Yüzü aydınlandı. “İşte buradasın. Ne zaman mantıklı biri ge­
lecek diye merak ediyordum.”
Bu söylediğini duymazdan geldim. “Burada bulunması için
bir avukat istedin mi?”
“Bir avukata ihtiyacım yok.”
“Sorgulamaya başladığımda tekrar soracağım, tamam mı?”
“Kaydetmek için.” Arkasına yaslanıyordu bu yüzden sandal­
yenin ön ayakları havadaydı. Büyük bir gürültüyle yere inmele­
rine izin verdi ve göz kırptı. “Pardon. Birazcık yüksek oldu değil
mi ses? Birazcık fazla dramatize oldu.”
Sandalyemin yanma, yere bazı kanıt torbaları koydum ve
oturdum. Yanımdaki Pettifer masaya bir dosya koydu ve bir
defter açtı.

182
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Not da mı alacaksın? Eksiksiz.” Morgan tersten okuyabilmek


için dik oturdu. Pettifer defteri yan çevirdiği için sayfayı tam ola­
rak göremedi. “Tüm bunlar hakkında biraz meraklı davrandığım
için, beni affetmeniz gerekecek. Bu benim ilk cinayet soruştur­
mam.” Gözleri parlıyordu, herhangi bir yapmacıklık yoktu.
“Tanıştığımız birçok insan cinayet soruşturmasına alışkın de­
ğildir.” dedim.
“Neden bunun içine çekildiğimi anlamıyorum.” Kapüşonu­
nun kollarını kıvırdı. “Avukat, Oliver’ı rahatsız ediyordu. Bun­
dan keyif almıyordu.”
Pettifer, “Peki sen?” dedi homurtuyla.
“Bir kısmından.” Bunları söylerken gözlerini benden ayırma­
dı. Sorguladığım kişi ilk kez benimle flört etmiyordu ve ben
bunu görmezden gelmekte çok yetenekliydim. Kayıt cihazının
düzgün ayarlanmış olup olmamasına baktım ve onu çalıştırdım.
Kapalı devre kamera sistemi, Morgan içeri girdiğinden beri ka­
ymaydı; eğer onu korkuttuğumuzu ya da ona işkence yaptığı­
mızı söylerse, böyle bir şey yapmadığımıza dair elimizde göste­
rebileceğimiz bir kanıt olacaktı. Kayıt cihazı bizim delilimizdi.
Eğer dava oraya kadar uzanırsa, buradaki konuşmalar mahke­
mede kullanılırdı. Şu ana kadar hiçbir zaman, sorguda söyledik­
lerim yüksek sesle okunduğunda, utanacak bir şeyim olmamıştı,
bu da ondan farklı olmayacak dedim kendi kendime.
Her zamanki açılış konuşmasını yaptım: Kim olduğumuzu,
nerede olduğumuzu ve soruşturmada konuşmamızın çerçevesini
oluşturacak detayları söyledim. Morgan kibarca dinledi.
“Sizinle neden konuşmak istediğimizi biliyor musunuz?”
“En ufak bir fikrim yok.” Sesi gerçekten samimiydi. Be­
deninde, başını tutuşunda, parlak mavi gözlerinde gerginlik

183
Jane Casey

belirtisi yoktu. Sanki bir meditasyon egzersizine başlayacakmışız


gibi stresli görünüyordu.
“Kate Emery’nin cinayetini araştırıyoruz. Kim olduğunu bi­
liyor musunuz?”
Sandalyesinde hareket etti. “Hmm... Geçici bir komşu. Ben
son birkaç aydır burada yaşıyorum.”
“Onu tanır mıydınız?”
“Hayır.”
“Onunla hiç konuştunuz mu?”
“Hayır sanmıyorum.” Kaşlarını çattı, aşağıya bakarak biraz
düşündü. “Hatırlardım değil mi? Onun varlığından haberdar­
dım çünkü kızı, hayatının yarısını erkek kardeşimin evinde geçi­
riyor. Yeğenim Bethany ile arkadaş. O yüzden kim olduğunu ve
neye benzediğini biliyorum. Medyaya verdiğiniz fotoğraflardan
değil yani. Daha iyi bir şey bulamaz mıydınız?”
Cevap hayırdı. Bulamadık. Evi, daha çok son zamanlara ait
ve net resimler için talan ettim ama boş ellerle döndüm. Bekâr
annelerin resimlerini çekecek kimseleri yok. Colin Vale sabırla,
birçok mağazanın kapalı devre sistemlerinin kamera kayıtlarını
izlemiş ve sadece; eşofmanlar içinde, oradan oraya koşturan, saç­
ları kasketin altında toplanmış, zayıf minyon bir kadının puslu
görüntülerine ulaşabilmişti.
“Bu o da olabilir, senin çocuk bakıcında.” demişti Derwent,
hiç etkilenmemişti. Colin buna alınmıştı, ancak Derwent doğ­
ruyu söylüyordu.
“Onu gerçek hayatta farklı kılan ne?” diye sordum. “Neden
bizim resmimizden onu tanıyamazdın?”
“Hmm... Cinayet kurbanlarının ne kadar çekici olduklarını
konuşmak, ahlak kurallarına uyuyor mu?”

184
ölülerin Konuşmasına İrin ver

Bekledim.
İç çekti. “Tamam. Çekiciydi ve bunu biliyordu. Çok hoştu.
Hoş bir gülümseme. Biraz davetkâr bir bakış. Onlara doğru yü­
rürken, kadınlar size baktı mı anlarsınız, ilgilenmeyenler bak­
maz ya da yarım bakar veya tam karşılarına bakarlar. Utangaçlar
yere bakar ama istekli olanlar, göz temasında bulunurlar ve bak­
maya devam ederler.”
Ya da yeni bir gözlük reçetesine ihtiyaçları vardır ve seni tanıyıp
tanımadıklarını anlamaya çalışıyorlardır diye düşündüm. Ya da
onları yakalayarak, dar bir sokağa götürüp, onlara tecavüz edip
etmeyeceğini düşünüyorlardır. Ama tamam, seninle sevişmek iste­
diklerini hayal et.
Ne düşündüğümden habersiz Morgan Norris gülümsedi.
“Ne zaman yanından geçsem, Kate bana bakardı.”
“Ve onunla hiç konuşmadın.”
“Şu anda bir ilişki arayışında değilim. Kırılmış bir kalbi tamir
etmeye çalışıyorum.” Gülümsedi. “Birine verebilecek çok şeyim
olduğunu düşünmüyorum. İşim yok, gelirim yok, erkek karde­
şimin evinde kalıyorum, sokaklara düşmeye bir adım uzağım.
Pek çekici değilim, değil mi?”
“Hiç onun evine gittiniz mi?” diye sordum, ona daha iyi his­
settirmem için sorulan soruyu duymazdan gelerek. Gözyaşlarını
silecek başka birini bul.
“Ne, zorla girmek mi?” Kahkaha attı. “Onu tanımıyordum,
yani hayır. Onun evine hiç gitmedim.”
“Kızı Chloe’yi tanıyorsunuz.” dedi Pettifer.
“Evet, tanıyordum. Tanıyorum. Bethany ile kendilerini kilit­
leyip plan yapmadıkları zamanlarda, kısa sohbetler edecek kadar
iyi tanıyorum. İkisi zamanlarının çoğunu Bethany’nin odasında

185
Jane Casey

geçirir. Haftalarca, Chloe’nin biraz farklı olduğunu fark etme­


dim çünkü onu merhaba ve teşekkür ederim dışında bir şey söy­
lerken duymadım.”
“Herhangi bir sebepten dolayı, Kate Emery’nin evinde bu­
lunmadınız yani?”
“Hayır. Hayır dedim.” Gözlerini Pettifer’den bana çevirdi.
“Neden?”
“Cinayet mahallî ekiplerimiz Kate’in evinde parmak izleri ve
DNA; kısaca Kate’e zarar veren her kimse, ona ait bir şeylere
dair ipucu bulabilmek için çok zaman geçirdi.”
“Evet, biliyorum. Benim de DNA’mı ve parmak izimi aldı­
ğınızı da biliyorum. Tam bir işbirliği yaptım çünkü saklayacak
bir şeyim yoktu. Eğer bir şey bulduysanız, bu bir hata. Çapraz
konteminasyon*. Chloe yanlışlıkla bana ait olan bir şeyi eve gö­
türmüş olabilir.”
“Eğer bu izi sürülen bir delil olsaydı, haklı olabilirdin.” de­
dim. “Ama değil.”
“Nedir?” O alaycı tavır gitmişti. Şimdi çok dikkatli ve tem­
kinliydi.
Pettifer’in odaya getirdiği dosyayı aldım. Kayıtlara geçsin
diye, “Bay Norris, içinde birçok fotoğraf olan bir dosyayı göste­
riyorum.” dedim.
“Nedir bu?” Öne doğru eğildi. “Parmak izleri?”
Ahşap bir yüzey üzerinde buldukları, üstünde parmak izleri­
nin olduğu resimlere bakmasına izin verdim.
“Bunlar Kate Emery’nin yatak odasından.” dedim. “Bu kar­
yolanın başucundaki tahtanın arkası. Rapor, bu parmak izlerini
* Yabancı madde etkisiyle kirlenme veya saflığını kaybetme, enfekte olma, bulaşma.

186
ölülerin Konulmasına İzin Yer

bırakan kişinin tahtayı tuttuğunu söylüyor ve bu parmak izleri


seninkiyle örtüşüyor. Tam net olmak gerekirse: Sağ elin.”
Cevabını düşünürken uzun uzun parmak izlerine baktı. Sor­
gudaki parmaklar, hafifçe masaya vuruyordu. Sonunda gözlerini
kaldırdı. “Bir kere yatağı taşımasına yardım ettiğimi söylemem,
bir anlam ifade eder mi?”
“Eğer doğru değilse, hayır.”
Bir şeyler söylemek için ağzını açtı ve ben elimi kaldırdım.
“Bir şey söylemeden önce, açıdan dolayı sizin yatağın ortasın­
da, yüzünüzün aşağıya dönük olduğunuzdan eminiz. Ve tabii ki
Kate’in DNA’sına ait deri hücreleri, vücut sıvıları da buldular.
Parmak izi bırakmanızın sebebi ona yakından dokunmanız.”
“Anlamı?”
“Parmaklarınız onun vajinasının ya içine girmiş ya da yakın­
larda dolaşmış.” dedim. Yeteri kadar açık oldu mu?
Yavaşça dosyayı kapattı ve sandalyesinde arkasına yaslandı.
“Tamam. Buna tekrar başlayabilir miyiz?”
“Kate ile olan ilişkinizle ilgili gerçekleri anlatmanı istiyo­
rum.” dedim, hemen.
“Ben yalan söylemeye başlamadan önce, bana bir uyarı ver­
meliydiniz.” Başını salladı. “Denemekten ve sizi kandırmaya ça­
lışmaktan daha iyi bir şeyler yapmalıydım. Bizi bağdaştıracak
bir şeyler olduğunu düşünmedim. Kimse bilmiyordu.”
“Neyi?”
“Bir kaçamağımız oldu.” Kederli bir şekilde gülümsemeye ça­
lıştı. “Kaçamak bile demezdim. Hazırlıksız. Bir kereliğine. Koşu­
ya gitmiştim ve dönüyordum. Çok terlemiş ve yorgundum, yani
en iyi hâlimde değildim. Beni içeri davet etti. Banyosunda bir
örümcek olduğunu söyledi. Chloe’nin olmadığını, korktuğunu

187
Jane Casey

söyledi. Tabii aptal gibi ben de, büyük ve kötü örümcekle savaş­
mak için yukarı banyoya çıktım. Tabii yakalanan bendim.”
“Ne oldu?”
“O... şey, beni baştan çıkardı. Düğmeli bir bluz giyiyordu ve
çoğu açıktı. Hayatımda gördüğüm en güzel göğüslere sahipti.”
Benim yüzümdeki ifadeyi görünce, “Pardon.” dedi. “Farkına
varmamak mümkün değildi. Zaten onları fark etmemi istedi.
Ben koşu şortlarımlaydım, onlarla pek bir şey saklayamazsınız.
Uzun süredir kimseyle birlikte olmuyordum, buna açtım ve o
bundan faydalandı.”
“Onunla sevişmek istemediniz mi?”
“Hayır, istedim. Yani o anda istedim. Bunu planlamıyor­
dum. Eğer bunu planlıyor olsaydım, o şekilde olmasını istemez­
dim çünkü altı kilometre koşmuştum ve en iyi performansımı
sergileyemedim.” Pettifer’e kuzu gibi baktı. “Beni tekrar çağır­
mamasına şaşırmadım. Ne dediğimi anlamışsınızdır.”
Pettifer’in yüzü taş gibiydi, ilk defa Norris huzursuzlanmıştı.
“Seviştikten sonra ne yaptığınızı anlat. Orada kaldınız mı?”
“Hayır. Asla. Duş aldım, tekrar giyindim ve çıktım.”
“Nerede duş aldınız?”
“Aşağıda. Mutfağın yanında küçük bir banyosu ve içinde duş
kabini var. Sorduğumda orayı kullanabileceğimi söyledi. Kendi­
si banyosunu kullanmak istedi. Sanırım biraz kızmıştı ve beni
hayatından çıkarmak istedi.”
Kate’in katilinin kanı yıkadığı yer; aşağısıydı. Duşu kullanma
bahanesiyle, orada olma sebebini açıklayacaktı tabii. Bulabile­
ceğimiz herhangi bir delil için. Eğer kendini mahkemede sa­
nık sandalyesinde bulursa, avukatının jürinin kafasında şüphe
uyandırmasını sağlayacak bir şey.

188
ölülerin Konulmasına izin ver

“Size kızdığını söylediğinizde, ne demek istediniz?”


“Performansım onu hayal kırıklığına uğratmıştı ve sanırım
söylememem gereken bir şeyi söyleyerek onu kırdım.”
“Neydi bu?”
“Bunu yapmamamız gerektiğiydi. Birden ağzımdan çıktı. O
sırada hâlâ içindeydim.” Göz kırptı. “Bütün bu tecrübeyi polise
anlatacağımı bilseydim, başka şekilde davranırdım.”
Hâlâ söylediğine takılı kalmıştım. “Neden bunu yapmama­
mız gerekirdi dediniz? İkiniz de bekârdınız ve kendi rızanızla
yaptınız.”
“Biliyorum.” Yüzü buruştu. “Bu biraz garip gelecek. Devamı
gelmezdi.”
“Devam et.”
“Eleanor. Kate’i sevmezdi. İkisi çok farklıydı. Hayatta farklı
tercihler yapmışlardı. Eleanor, Kate’i onaylamazdı ama sanırım
aynı zamanda da onu kıskanırdı.”
Kaşlarımı çattım. “Neden Kate ile romantik bir ilişki yaşa­
manızı istemezdi?”
“Hmm. Çünkü Eleanor beni kendisinin malı gibi görüyor.”
Sırıttı. “Kulağa garip geliyor biliyorum ama benim hiçbir kız ar­
kadaşımı sevmez. Onu ilk önce ben tanıdım, biliyor muydunuz?
Onu Ollie ile tanıştıran benim.”
“Onunla bir ilişkiniz oldu mu?” diye sordum.
“Ciddi bir şey değil. Kendisini evliliğe saklıyordu. Sonradan
ortaya çıktığı gibi, erkek kardeşime.” Yapmacık bir gülümseme.
“Ama tam olarak benden vazgeçtiğini düşünmüyorum. Ayrıca
Kate’den nefret ederdi. Muhtemelen bu ahlaksız hareketten do­
layı ve Bethany’i de kötü etkilediğim için beni evden kovardı.”

189
jane Casey

“Yani Kate ile seviştiniz.” dedim. “Bir kere.”


“Bir kere.”
“Prezervatif kullandınız mı?”
Çenesinde bir kas gerildi. “Hayır. O konusunu açmadı ve
benimde üzerimde yoktu. Bu yasa dışı mı şimdi?”
Soruyu duymazdan geldim ve not aldım. “İki tarafın isteğiyle
mi oldu?”
“Ne.... Ne demeye çalışıyorsunuz?”
“Hiçbir şey demeye çalışmıyorum. Kate’in seninle sevişip se­
vişmek istemediğini soruyorum.”
“Evet. Evet, istedi. O başlattı.”
“Sana inanmıyorum.”
Dikkatle bakıyordu. “Neden?”
“Çünkü işine geldiğinde yalan söylüyorsun. Bu sorguda bile
kaç kere yalan söyledin, değil mi? Ve yakalanınca hikayeni de­
ğiştirdin.”
“Aaa... Hadi ama.”
“Kate’in o seviştiğiniz tek günde, ne giydiğini hatırlıyor mu­
sunuz?”
“Onunla işim bitene kadar çok değil.” dedi hemen.
“Ondan önce.”
“Hayır. Detaylı olarak değil.”
“Düğmeli bluz. Bunu hatırlıyorsunuz değil mi?”
“Evet. Yani kısmen.”
“Bu o bluz mu?” Sandalyemin yanındaki delil torbaların­
dan birini kaldırdım ve içindekini görebilsin diye düzleştirdim.
Gömlek ilikli değildi. İki düğme ipliğin ucunda sallanıyordu,
üçüncüsü kayıptı.
“Olabilir.”

190
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Etek mi giyiyordu, pantolon mu? Kot mu?”


“Hatırlamıyorum.”
“Senin önünden mi yukarı çıktı?”
“Evet. Evet, o önden ben arkasından çıktık.”
“Yani önünde yürürken ona bakıyordun.”
Eliyle ağzını ovaladı. “Evet. Tamam. Bir etekti.”
“Bu etek mi?” Onu da diğer delil çantasının üzerine serdim:
Lacivert pamuklu bir çan etek.
“Ona benziyor.”
“Yaptığımız adli testler bize, sizin DNA’nızın eteğin içinde
olduğunu gösteriyor. Spermli sıvınız her tarafında var.”
Omuzlarını silkti. “Yani?”
“Yani siz sevişirken bunu giyiyordu.”
Yüzünü buruşturdu. “Tüm detayları mı istiyorsun ya da baş­
ka bir şey mi istiyorsun? Bu seni tahrik mi ediyor?”
“Bu olayı sizin gözünüzden anlamaya çalışıyorum, Bay Nor­
ris. Şu anda Kate’e bu hikâyeyi soramayız. Tek yapabildiğimiz
kanıtlara bakmak. Söyledikleriniz şu ana kadar bulduklarımızla
uyuşmuyor.”
“Doğruyu söylüyorum.” Gözleri bana kilitlenmiş dik dik ba­
kıyordu.
“Onun kıyafetlerini çıkardığını söyledin ama bu doğru değil,
değil mi? Onunla sevişecek kadar kıyafet çıkartmışsın.”
“Bakın kimse mumlar yakıp yatağa güller serpmemişti. Çok
çabuk olan bir şeydi.”
Masaya başka bir delil torbası koydum. Çok az destekli, düz
bir beyaz sütyen. Sol tarafında küçük kahverengimsi bir leke
var: Kate Emery’nin kanı. “Bu giydiği sütyen miydi?

191
JANE CASEY

“Hiçbir fikrim yok.”


“DNA’n üzerindeydi.”
“O zaman odur.”
“Bana kanı anlat.” Torbayı kaldırdım ki net görebilsin: Bir
leke, başka hiçbir şey yok.
Başını salladı. “Anlatamam.”
“Ona zarar verdin mi?”
“Hayır. Bilerek değil. Kendimde olduğum sürece değil.”
“Onu tırmaladın mı?”
“Yapmış olabilirim.”
“O seni tırmaladı mı?”
“Hatırlamıyorum.”
“Son bulduğumuz parça bu: Bir külot. Delil torbasında du­
rumunu görebiliyor musun bilmiyorum.”
Kısaca baktı, sonra tekrar bana döndü. “Söyle.”
“Yırtıklar. Onları yırttın mı?”
“Evet.” Öne doğru eğildi. Sesini alçaltarak, “Hadi dedektif.
Herhalde sen de seviştin. Aşağılık ve kirli her şey olur. Eğer yap-
madıysan, kaçırıyorsun.”
“Bu seksi, iki tarafında isteyip istemediğini tekrar soracağım.”
“Ve ben de tekrar söyleyeceğim, evet istedik. Onun istedi­
ği buydu. Bana bunu yapmamı söyledi. Kıyafetlerimi yırtmam
ve onunla sevişmem için bana yalvarıyordu.” öfkeli bir şekil­
de, sandalyeye yaslandı. “Ne yapmalıydım? Kendini öldürtür ve
ben tecavüzle suçlanırım diye, hayır mı deseydim?”
“Kıyafetleri saklamış. Yıkamamış.”
“Belki de bir hatıra istemiştir.”

192
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Neyin hatırası, senin deyişinle, kötü bir seksin hatırası mı?”


“Lanet olsun bilmiyorum. Eğer kadınların neyi neden yaptı­
ğını bilseydim, bekâr olmazdım.”
“Bunları istenmeyen bir seksin kanıtları olarak sakladığını
düşünmüyor musun? Eğer seni tecavüzle suçlasaydı, hikâyesini
ispatlamak için bu kıyafetleri çıkarabilirdi.”
“Böyle mi düşünüyorsunuz?”
“Bundan şüphe ediyorum.” dedim.
“Sen kararını vermişsin. Kate’in bana kızmış olabileceğini
bile düşünmemişsin. Eğer beni yalan yere suçlamak isterse, bu
iyi bir başlangıç, değil mi? Pettifer’e döndü. “Sen bir erkeksin.
Sen ne düşünüyorsun?”
“Açıklamalarının birbirini tuttuğunu düşünmüyorum.”
Morgan dudağını ısırarak başını salladı. Hakkını vermek ge­
rekirse paniklemiyordu. “Şikâyette bulundu mu? Yani polise?”
“Hayır.”
“Kimseye tecavüze uğradığını söyledi mi?”
“Bildiğim kadarıyla hayır.” dedim.
“Yani tüm elinizde olan: Bir çanta dolusu kirli çamaşır ve
şüpheli zihinler. Bu arada ben de, kendimi hiç yapılmayan bir
suçlamaya karşı savunmak zorundayım.”
“Bu soruları neden sormamız gerektiğini anlayabilirsin.” dedim.
“Tamam anlayabiliyorum. Kate’e ne olduğuna dair hiçbir
fikriniz yok ve suçu kabul edeceğimi umuyorsunuz.” öne doğru
eğildi. “Bu olmayacak.”
“Bu olaydan sonra Kate ile konuştunuz mu?”
“Hayır. Uzak durdum. Böyle terli bir karışıklık için ondan
özür dilemek istedim ama sonra, tekrar birleşmek istediğimi ya

193
JANE CASEY

da bahaneler bulmaya çalıştığımı zanneder diye bundan vazgeç­


tim. İkisini de düşünmesini istemedim. Ondan uzaklaşmak zor
değildi ve ben de öyle yaptım.”
“Ve sonra Kate kayboldu.”
Yavaşça başıyla onayladı. “Evet. Bu şok ediciydi ama benimle
hiçbir ilgisi yoktu.” Duruşunun birden değiştiğini fark ettim.
Tahmin edebileceğim gibi öfkesi tamamen kayboldu. “Biliyor
musunuz, bence bu olaya tamamen yanlış bir perspektiften ba­
kıyorsunuz.”
“Devam et.” dedim.
“Eğer akıllarını baştan almak için yoldan aniden adam çevi­
riyorsa, muhtemelen iyi bir değerlendirme yapamıyordu. Beni
tanımıyordu. Kim olduğumu biliyordu ama iyi bir adam olup
olmadığımı bilmiyordu. Bir bardan ya da trenden yanlış bir ada­
mı da kaldırabilirdi veya bir tesisatçıyı. Bir elektrikçiyi. Evine
gelen biri. Tehlikeli bir şekilde yaşıyordu.”
“Onunla en son ne zaman konuştun?”
“Onunla seviştikten sonra evden çıkarken. Altı hafta önce.
‘Beni aldığın için teşekkür ederim.’ dedim ve gülümsemedi bile.
Omuzlarını silkti. O an onu tamamen listeden çıkardım. Hiç
mizah duygusu yok, hiç şansı yok.”
Kate Emery’i hiç görmemiştim ama eminim bu konu yüzün­
den, kalbi çok kırılmıştır.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Pettifer.
Notlarımı masanın üzerine bıraktım ve gerindim, omurili­
ğimdeki ağrıyla birlikte tüm kaslarımı hissederek. Sorgularda
geriliyordum ve bu benim için iyi değildi. “Bence ona tecavüz
etti.”
“Bunu ispatlayamazsın.”

194
ölülerin Konuşmasını İzin ver

“Hayır. Ve bunu biliyor.” Başımı salladım. “Onunla ilgili


yanlış olan bir şey var. Objektif olmak gerekirse, çekici, fit ve
büyüleyici... Ama ona yaklaşmazdım. Çok kibirli. Kendini gös­
termeye bayılan ve kadınlar ona yüz vermediğinde de kadınlara
kusur bulanlardan.”
“Yine mi benim hakkımda konuşuyorsun?” diye tekerlekli
sandalyesinde odaya girdi Derwent. “Ama sen böyle konuş­
mazsın. Ne de olsa, kadınların her zaman benden hoşlandığını
bilirsin.”
“Eğer beklenti yüksek değilse onları etkilemek kolay, değil
mı?
“Kim hakkında konuşuyorsun? Morgan mı?” Derwent ya­
vaşça sandalyesinde döndü. “Ben de sevmedim onu. Adi bir he­
rif olduğunu düşündüm.”
“Kate ile bir kereliğine kaçamakları olduğunu kabul etti.”
dedi Pettifer.
“Fazla yapacak bir şeyi yoktu değil mi?” Derwent bana baktı.
“Ama sen ona inanmıyorsun.”
“Sert bir seks olduğunu ama ikisinin de istediğini söyledi.”
Omuzlarımı silktim. “Kate olmadan, hiçbir şey kanıtlayamam.”
“Ayrıca yatakta berbat olduğunu da söyledi.” dedi Pettifer.
“Tam bir ukala. Eğer bunu uyduruyor olsaydı, muhteşem oldu­
ğunu söylerdi, değil mi? Özellikle de seninle flört etmeye çalı­
şırken Maeve.”
“Şok edici.” dedi Derwent. “Kerrigan bir sürüngen çekici.”
Ayaklarımı sandalyesinin üzerine koydum ve sertçe ittim,
birkaç metre uzağa gitti. “İyi bir nokta Chris. Uydurmak için
garip bir hikâye fakat bu kıyafetleri neden sakladığına dair başka
bir sebep göremiyorum.”

195
jane Casey

“Evde başka DNA bulduk mu?” diye sordu Pettifer.


“Üç başka erkeğin daha. Henüz onların kimliğini tanımlaya-
madık. Sistemde hiçbir bilgi yok.” dedi Derwent. “Oliver Nor
ris’in onun ziyaretçileri hakkında söylediklerine oturuyor.”
“Tehlikeli yaşamak.” dedim. “Birçok cinayet kurbanı bu şe­
kilde yaşıyor, öyle ya da böyle.”
Pettifer masasına döndü ama Derwent sandalyesini yanıma
doğru sürdü. Masama eğildi, gözlerini boşluğa dikti.
“Oliver Norris nasıldı?” diye sordum sonunda.
Sonuçsuz.
“Hâlâ şüpheli mi?”
“Kesinlikle, çok.”
“Ondan ne öğrendin?”
“Bilmiyorum.” Derwent elinin tersiyle gözlerini ovuşturdu.
“İstersen izle. Ne düşündüğünü bana söyle.”
“Söyleyeceğim.” Çok sıradan bir şekilde, ki bilmek zorun­
daydım, “Georgia ne yaptı?” diye sordum.
“İyiydi.” Ayağa kalktı, yürüdü. Omzunun üzerinden, “Ama
seni özledim.” dedi.
Nasıl cevap vereceğimi düşünene kadar gitmişti.

196
16

Metropolitan Polisi
SORGULAMA KAYDI
Görsel Olarak Kaydedilen Sorgulama

Sorgulanan Kişi: Oliver John NORRIS


Doğum Tarihi: 05.12.1971
Sorgulama Yeri: Colton House, Westminster
Başlama Saati: 12.35
Bitiş Saati:14.30
Sorgu Süresi: 115 dakika
Sorgulayan Memurlar: Dedektif Josh DERWENT,
Dedektif Georgia SHAW
Sorguda bulunan diğer kişiler: Bay John PACKARD,
Avukat, JPL Avukatı

Burada bulunan herkes kendini tanıttı.


Kayıt prosedürü anlatıldı.
Bay Norris yasal danışma için yeterli süresi olduğunu
onayladı. Yasal danışma hakkının devam etmesi tavsiye
edildi. Uyarı yapıldı, açıklandı ve anlaşıldı.

197
Jane Casey

DERWENT: Neden burada olduğunuzu biliyor mu­


sun?
NORRIS: Çünkü siz benimle Kate Emery hakkın­
da konuşmak istiyorsunuz. Gecenin bir yarısı evime
geldiğinizde, bana söylediğiniz buydu. Kesinlikle ge­
reksizdi.
DERWENT: Bu rutin bir uygulama. Bana Kate’i
anlat.
NORRIS: Komşumdu.
DERWENT: Sadece bir komşu muydu, yoksa kom­
şudan daha fazlası mıydı?
NORRIS: Ne demek istiyorsun?
DERWENT: Sanırım onu söylediğinizden birazcık
daha iyi tanıyorsun.
NORRIS: Onu tanırdım, (duyulmuyor)
DERWENT: Tekrar edebilir misin?
NORRIS: Onunla arkadaştık.
DERWENT: Nasıl bir arkadaşlık?
NORRIS: Ben... Karımın bunları duymasına gerek
var mı?
DERWENT: Devam edin.
NORRIS: Biz... Yakındık.
DERWENT: Bu ne anlama geliyor?
NORRIS: Yorumum yok.
DERWENT: Böyle olmaz, Bay Norris. Zor soruları
cevaplamaktan kaçamazsın. Kate Emery ile cinsel
ilişkiniz var mıydı?
NORRIS: Hayır.
DERWNET: Hayır mı?
NORRIS: Tam olarak değil.
DERWENT: Bu ne anlama geliyor?
198
ölülerin Konuşmasına İzin ver

NORRIS: (duyulmuyor)
DERWENT: Sana ne bulduğumuzu söyleyeyim mi,
Bay Norris? Bu yardımcı olur mu?
(sessizlik)
DERWENT: Adli tıp, yüksek bir kesinlik derecesi
ile bu kullanılmış prezervatifin içinde ve üstünde,
Kate Emery’nin deri hücreleri ve vücut sıvısıyla bir­
likte, sizin DNA’nızm olduğunu söylüyor. Bunu nere­
de bulduğumuzu biliyor musun?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Constantine Bulvarı, 22 numaradaydı.
0 ev Harold Lowe isimli bir adama ait.
NORRIS: Onu tanımıyorum.
DERWENT: Hiç o eve gittin mi?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Emin misiniz?
NORRIS: Ben... Ben emin olamam.
PACKARD: Müvekkilim şu anda çok stresli.
DERWENT: Meslektaşım sana kâğıt mendil vere­
cek, Bay Norris. Su ister misin?
NORRIS: (burnunu çekiyor) Hayır.
DERWENT: Harold Lowe’m evindeki kullanılmış
prezervatifini nasıl açıklıyorsun?
NORRIS: Bunun kötü göründüğünü biliyorum. Za­
ten kötü. Bunu hiç yapmamalıydım.
DERWENT: Ne yaptm?
NORRIS: Tamam. Size tüm olanları anlatacağım.
Her şeyi. Artık daha fazla yalan söylemeyeceğim.
Onun çok etkisi altındaydım. Takıntı derecesinde.
Aklımdan çıkaramıyordum. Yanlış olduğunu biliyor­
dum. Çok uzun zamandır evliyim ve hiç sadakatsiz-
199
JANE CASEY

lik yapmadım. Hiç yapmak istemedim. Evlilik kutsal


bir birleşme ve karımı seviyorum. Bütün mesele bu.
Onu seviyorum. Onu incitmek İstemiyorum. Onun
bilmesini istemiyorum...
DERWENT: Neyi bilmesini?
NORRIS: Kate’i tanırdım. Eleanor’un düşündüğün­
den daha iyi tanırdım. Onunla oldukça fazla zaman
geçirdim. Eleanor dışarıdayken ve Chloe bizdeyken
ona gitmek, bende alışkanlık olmuştu. Sanırım yal­
nızdım. İyi bir arkadaştı ve komikti. Oraya gitme
sebebimin, onu kilisemize katılmaya ikna etmek ol­
duğunu düşünüyordum ama bunu bir bahane olarak
kullanmam hataydı. Bu doğru değildi. Benim Tanrı
ve dua hakkında konuşmama izin verdi ama benim
orada olma sebebim bu değildi bunu biliyordum. Tut­
kudan uzaklaşmalıydım ama zayıftım. Zayıftım...
DERWENT: Onunla bir ilişkin oldu mu?
NORRIS: Ilk başlarda değil. Sonra... Sonra kendi­
me hâkim olamadım. Eleanor’un bunu öğrenmesini
istemedim. Neler olabileceğini hayal bile edemezdim.
Bu onu yıkardı. Ona söylememelisiniz.
DERWENT: Ne zaman başladı?
NORRIS: Bizim kilisemize geldikten sonra. Eğer
daha önce olsaydı, onu gelmesi için hiç yüreklendir-
mezdim ama sadece birkaç kez. Beş. Altı belki.
DERWENT: Bana neden Harold Lowe’un evinde ol­
duğunuzu açıkla.
NORRIS: Eleanor’un beni Kate’in evine giderken
görmesinden korktum. Ben arka yolu kullanabilece­
ğimi düşündüm ama Kate daha iyi bir fikri olduğunu
söyledi. Onda Constantine Bulvarı üzerindeki evin
anahtarı vardı. Bana orada rahatsız edilmeyeceğimi­
200
ölülerin Konuşmasına İzin ver

zi söyledi. Aksi takdirde, sadece Chloe burada yok-


ken ya da dışarıdayken buluşabilirdik ki bu da çok
riskliydi. Chloe dışarıda olduğunda, her zaman gide­
meyebiliyordum ve bu da... Hayal kırıklığına sebep
oluyordu ama ev olduğunda, orada buluşabiliyorduk.
Hem de Kate, Chloe’nin gelip gelmediğini görebilmek
için evi kontrol edebiliyordu.
DERWENT: Ve orada seks için buluşuyordunuz.
NORRIS: Evet.
DERWENT: Oradayken içki içtiniz mi ya da sigara?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Prezervatif siz cinsel ilişkiye girdiniz mi?
NORRIS: Hayır. Asla. Arkamızda herhangi bir şey
bıraktığımızı sanmıyorum. Toplamaya özen gösteri­
yorduk. Kate kullandığımız odayı temizliyordu. Bir
başkasının evini, özellikle de bu sebep için kullan­
mak doğru değildi ama tek seçenek bu gibi görünü­
yordu. ,
DERWENT: Ama ilişkiniz olmadı.
NORRIS: İlişki yoktu, sonra zaten bunu bitirmeye
karar verdik. Aslında o karar verdi. Üzüldüm ama
aynı zamanda rahatladım.
DERWENT: Bana Kate ile en son konuştuğunuz
zamam anlat.
NORRIS: Geçen hafta onun evine gittim. Uğrama­
mı istedi. Chloe, Bethany ile sinemadaydı. Eleanor
kilisede korodaydı. Ben boğazımın ağrıdığım bu yüz­
den evde kalmam gerektiğini söyledim.
DERWENT: Bu ne zaman oldu? Hangi akşam?
NORRIS: Pazartesi.
DERWENT: Saat?
201
JANE CASEY

NORRIS: Bilmiyorum. Sekiz. Belki sekiz buçuk?


Bir bardak şarap İçtik. Bir şişe götürmüştüm.
DERWENT: Nasıl görünüyordu?
NORRIS: Biraz stresliydi. Kendimi fazlalık gibi
hissettim. Şey ona sinirlendim.
DERWENT: Ne kadar sinirlendin?
NORRIS: Bağırmadım ya da başka bir şey yap­
madım.
DERWENT: Fiziksel şiddet gösterdin mi?
NORRIS: Ona vurmadım, eğer sorduğunuz buysa.
Beni artık görmek istemediği için incinmiştim. İliş­
kiyi bitirecek kadar güçlü olmadığım için kendime
kızgındım. Bitmesini istemiyordum. Mutfağında şa­
rap içiyorduk ve gitsem iyi olur dedim. Biraz hüzün­
lüydüm.
DERWENT: Böyle mi bitti?
NORRIS: Hayır. Özür diledi. Sonra öpüştük. Ve
sonra... Sonra o... Üzerimde bir seks eylemi gerçek­
leştirdi.
DERWENT: Seks eylemi?
NORRIS: Oral ilişki.
DERWENT: Bu şaşırtıcı, sizinle ilişkiyi bitirmek
üzere yaptığı konuşmayı düşününce.
NORRIS: Öyle gelişti.
DERWENT: Ama seninle bir seks ilişkisi istemedi­
ğini söylemişti.
NORRIS: Biliyorum. Zaten onu asla zorlamadım.
DERWENT: Daha sonra ne dedi?
NORRIS: Hiçbir şey. Kahkaha attı.
DERWENT: Kahkaha attı.
NORRIS: Bana eve gitmem gerektiğini söyledi.
202
ölülerin Konuşmasını İzin ver

Beni daha sonra göreceğini. Onu son gördüğüm gün


o gündü.
DERWENT: Onu cuma akşamı gördüğünü söyle­
miştin.
NORRIS: Evet. Bu doğru. Pencerenin önünde du­
ruyordu. Son gördüğüm zaman derken; son konuştu­
ğum gün o gündü demek istiyorum.
DERWENT: Tamam. Aslında son kez değil.
NORRIS: Sanırım değil.
DERWENT: Kate’i izliyor muydun, Bay Norris?
NORRIS: Onu izlemek mi?
DERWENT: Constantine Bulvarı’ndaki eve onsuz
gittin mi? Oraya, misafirleri olduğunu bildiğin hâlde
gittiğin oldu mu?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Harold Lowe’un evi, Kate Emery’nin
evinin arkasmda. Güzel bir manzarası var, değil mi?
Eğer Kate’in evinde, evde oturan birini gözetlemek
istesem, en ideal yer orası olurdu. Ona takıntılı oldu­
ğunu söyledin. Onu izledin mi?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Onunla ilgili fanteziler kurdun mu?
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Seni reddettiği için ona kızdın mı?
NORRIS: Hayır. Hiç değil.
DERWENT: Meslektaşım seninle konuşurken, ona
erkek ziyaretçileri olduğunu söylemişsin. Onları fark
etmişsin. Bunu onaylamadığım ima etmişsin. Bu kıs­
kandığın için miydi?
NORRIS: Onun hayatıydı. Onun üzerinde hiçbir
hakkım yoktu.
203
Jane Casey

DERWENT: O eve girdiklerinde, ne yaptıklarını


görme ihtiyacım hayal edebiliyorum. Onları pen­
cereden izleme ihtiyacım anlayabiliyorum. Kate’in
perdeyi kapatmadığım ve senin de onun kendisine
dokunmasını istediği tüm erkekleri izlediğini tahmin
edebiliyorum. Seni istemedi, onlar kadar iyi olmana
rağmen.
NORRIS: Ben izlemedim.
DERWENT: Onların gelişini gördün. Yaptıklarını
hayal ettin. Bu seni daha da takıntılı yaptı. Sonunda
canına tak etti. Sen onun için her şeyi riske attm
ve o seni istemedi. Seni evine davet etti ama diğer
adamlarda olduğu gibi seks için değil. Senden ayrıl­
mak istedi. Sana acıdığı ve çeneni kapatmak için de
oral seks yaptı.
NORRIS: (duyulmuyor)
DERWENT: Bu ona hiçbir anlam ifade etmiyor­
du, değil mi? Sana ise her şeyi ifade ediyordu. Sen
evlilik yeminini bozmuştun ve o bunu önemsemedi.
Onun için inancına ihanet ettin.
NORRIS: Hayır.
DERWENT: İncinmiş ve utanmıştın.
NORRIS: Hayır.
DERWENT: Oradan ayrıldın ve daha iyi hissetmek
yerine daha kötü hissettin. Chloe babasıyla kalmaya
gittiğinde, Kate’in yalnız olduğunu biliyordun. Sana
saygı duymasını istedin, gülmesini değil. Sen ona na­
sıl bir tutkuyla bağlıysan, onun da sana karşı aynı
tutkuyu hissetmesini istedin. Sen yakışıklı bir adam­
sın. Seni neden istemedi?
NORRIS: (duyulmuyor)
204
ölülerin Konulmasına İzin ver

Derwent odaya geldi. “Ne düşünüyorsun?”


Kulaklıklarımı çıkardım. “Beni sorgulamana izin vermemem
gerektiğini bana hatırlat. Kaç kere ağlattın adamı?”
Omuzlarını silkti. “Oynarsan, ödersin. Eğer komşunun mut­
fağında yaptığı oral seks hakkında konuşmak istemiyorsa, o za­
man yapmayacaktı.”
“Hoştu. Romantik.”
“Özel bir an.” diyerek onayladı Derwent.
“Çok işbirlikçiydi, değil mi?”
“Susmadı. Tüm bu itiraf. Günah işlediğim için affet beni
Baba.”
“Tam Katolik tarzı.”
Derwent omuzlarını silkti. “Fark etmez. Konuşmak ona ken­
dini daha iyi hissettirmiş gibi görünüyor.”
“Dürüst olmak gerekirse, prezervatifi inkâr edemezdi.”
“İnsanları konuşmaya istekli hâle getiren bir parça DNA gi­
bisi yok.”
“Unutulmayacaklar arasındaki en önemli şey. Eğer onu öl-
dürdüyse, cesedi hiç iz bırakmadan sakladı, bunun kendini te­
mizlemekten daha zor olduğunu düşünürsün aslında.”
“Eğer köpek olmasaydı, Harold’un evine gitmezdik. Tekrar
dönüp temizlemek, orayı öylece bırakmaktan daha riskli olur­
du.” Derwent’in dikkati dağılmış gibi görünüyordu. “Cesedi
ortadan kaldırmaya dön.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bence yardım almak zorundaydı. O yetişkin bir kadın. En
azından onu götürmek için iki bahçe ve bir ara sokak geçme­
si gerekiyordu. Arabaya ihtiyacı vardı. Cesedi koyacak bir yer

205
Jane Casey

bulmaya ihtiyacı vardı; çok iyi seçilmiş bir yer, biz henüz onu
bulamadık. Bir de arabayı temizlemesi gerekiyordu.”
“Arabada Kate’den hiç iz yoktu.” diye hatırlattım Derwent’a.
“Bir daha bakıyorlar ama ya çok iyi bir iş çıkardı ya da o arabayı
kullanmadı.”
“Yani bir suç ortağı olabilir.”
“Bence birine ihtiyacı vardı.”
“Morgan Norris?”
“Mümkün. Kardeşinin de onunla seks yaptığından haberi
var mı merak ediyorum.”
“Sorduğumda haberi yok dedi. Eve gittiğinde Morgan’ın ye­
rinde olmak istemezdim.”
“Kesinlikle kadın konusunda ortak zevkleri var ya da onlar
için rekabet ediyorlar. Morgan’ın ve Oliver’ın karısının, Oliver’la
olmadan önce aralarında bir şey olduğunu biliyor muydun?”
“Bir şey?”
“Morgana göre çok masummuş ama ben onun söylediği
hiçbir şeye inanmam.” Gerindim. “Birbirleriyle yan yanayken
huzursuz olduklarını fark ettim. Sanırım Morgan’ın daha fazla
evde kalmasına izin vermeyecek.”
Derwent saatine baktı. “Bir dakika sonra Burt’ün basın top­
lantısı var. Gelip izlemek ister misin?”
“Oliver Norris’i bitirmek istiyorum.”
“Bu Kate Emery’nin söylediği.”
“Çık buradan.” Ona bir kalem attım, kahkaha atarak ve sal­
tana sallana yürüyerek çıktı. Kulaklıklarımı tekrar taktım ama
videoyu tekrar başlatmadan önce, Kate’in resmini aradım. Du­
varda aslıydı, A4 kâğıda basıldığı için resim çok net değildi.

206
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

Resmin köşesindeki siyah saç Chloc’nindi, biri onu oradan kes­


mişti. Kate gözlerini kısarak bakıyordu, yüzünü buruşturmuştu.
Saçları yüzüne düşmüş ama gülümsüyordu. Hayat dolu. Erkek­
lere prensiplerini hiçe saydırtacak, yeminlerini bozdurtacak ve
onu memnun etmek için önünde kendilerini küçük düşürtecek
kadar çekiciydi. Kızının durumuyla ilgili, kurumsal kayıtsızlık
karşısında sıkışmıştı. Bir işe başlamış ve yürütmeye çalışmıştı.
Elinden gelenin en iyisini yaptığını düşündüm.
Ya da seks için yabancıları kullanmış ve kendi eğlencesi için
dindar komşusuna işkence etmiş; eski kocasının peşini para için
bırakmamış ve ona bağımlı olmasına ihtiyacı olduğu için, kendi
kızını kurban etmişti. Tamamen farklı iki resim. Madalyonun
iki yüzü.
Ama tabii Kate’in davasında hangi taraf olursa olsun, kaybe­
diyorsun. İyi de olsa, kötü de olsa ölmüştü. Bunun başına gel­
mesi için yapmış olduklarının önemi yoktu. Kate’in ölümünden
sadece onu öldüren suçluydu. Onu yargılamayacaktım. Onun
nasıl biri olduğunu çözmek istememin tek sebebi: Neden öldü­
ğünü bulabilmekti...

207
17

u ikisini soruşturmaya almanın, bir zaman kaybı olduğu­

B nu söylemiyorum ama bizi çok da fazla ileriye götürmedi


değil mi?” Derwent, ekibin oturduğu odaya göz gezdirdi. Ço­
ğumuz, yorgunluktan bitmiş ve canımıza tak etmiş şekilde san­
dalyelerimize yığılmıştık. Cumartesi sabahıydı. Bize hafta sonu
yoktu. “Tüm öğrendiğimiz Kate’in en az iki komşusuyla cinsel
ilişkiye girmiş olduğu.”
Una Burt başıyla onayladı. “Bu yasa dışı değil ve cinayet için
de teşvik edici bir sebep değil.”
“Eğer Eleanor Norris bunu biliyorsa, olabilir.” dedim.
“Ama biliyor muydu?”
“Sanmam.” Onunla ilk karşılaştığımızda nasıl olduğunu ha­
tırlamaya çalıştım. Sinirli. Gergin. Şokta. Bir soruşturmanın
korkunçluğuna hazır biri gibi değildi. “Hâlâ kocasının gömlek­
lerini ütülüyordu. Bence eğer aldatıldığını bilseydi, bunu yap­
maya devam etmezdi.”
“Ya Norris kardeşini öğrendiyse?” dedi Georgia. “Kate’i kıskanç­
lığın sebep olduğu bir öfke krizi sonucunda öldürmüş olabilir.”
“Ama Morgan’ın evde kalmasına izin verir mi?” dedi Derwent
kaşlarını çatarak. “İşe onu kovarak başlardı. Ayrıca ben söyledi­
ğimde şok oldu.”

208
Ölülerin Konulmasını İzin ver

Colin Vale boğazını temizledi. “Yeni bir ipucum var. Kate


Emery’nin bankasından aldığımız bilgileri tarıyordum. Gelirini
ucu ucuna yetiştiriyordu, aslında her ay iyi miktarda gelen bir
geliri var ancak hep fazla para çekiyor ve kredi kartlarının sadece
en az ödeme tutarını ödüyormuş.”
“O zaman Brian Emery’nin fınansal desteğiyle yaşıyordu.”
dedim. “Gerçekten de Chloe için alınmış olmasına rağmen.”
“Eğer başka banka hesabına gelen bir para yoksa. Henüz bu­
nunla ilgili kesin bir bilgi yok elimde.” Colin mutlu bir şekilde
gülümsedi. “Tek bulduğum geçen hafta iptal ettiği otomatik
ödeme. Bilmediğim bir iş adıydı, o nedenle bankadan daha fazla
bilgi istedim. Roehampton’daki bir depolama şirketi çıktı. On­
larla bir hesabı varmış. Bu ay sonuna kadar ödenmiş.”
“Ürünleri için bir depo mu?” diye sordum. “Eğer para birik­
tirmeye çalışıyorsa, orası başlamak için tek yer olurdu.”
“Belki ama zamanlama ilginç.” dedi Burt. “Ölümünden önce
olan herhangi bir şey, onun cinayetini tetiklemiş olabilir. Maeve,
Georgia’yı al ve kontrol et. Bak bakalım orada ne saklıyormuş.”
Georgia ile bile olsa, gideceğim için çok memnun oldum. Ofis­
ten ve bu soruşturmayı sonlandırabileceğimize dair yavaş yavaş sö­
nen umutlardan uzaklaşmak için, her türlü bahane işime yarardı.
Otoparkta, Georgia hurdaya dönmüş havuz arabası Vaux-
hall’un yolcu kapısına doğru gitti.
“Kullanmak ister misin?” diye sordum.
Korkmuş görünüyordu. “Hayır, böyle iyi.”
Onu korkutup korkutmadığımı ve eğer öyleyse durumu dü­
zeltmeye değip değmeyeceğini düşünürken, kapının kilidini aç­
tım. Georgia’yla ilişki kurmaya özen göstermedim ve nedenini
de çözemedim.

209
JANE CASEY

Arkamdaki kapı açıldığında emniyet kemerimi takıyordum.


Derwent kendini arka koltuğa attı.
“Ne oluyor?”
“Burt yokluğumun farkına varmadan, hemen buradan çık.”
Sanki keskin nişancılardan saklanıyormuş gibi aşağıya doğru
kaymış bir şekilde oturuyor ve pencereden dışarıyı gözetliyordu.
“Yapacak daha iyi işlerin olmalı.” dedim, hareket etmedim.
“Hayır. Sadece sıkıcı kâğıt işleri.” Elini arkadan uzattı ve ba­
cağıma dokundu. “Bu bacak debriyaj için, o da ayağının ucun­
daki pedal. Onu itmek arabayı harekete geçirir.”
“Bana dokunma.” Ona bakışlarımla meydan okumak için
dikiz aynasını ayarladım.
“Çalıştığım müfettişlerin birçoğu, soruşturma için dışarı
çıkmaz.” dedi Georgia. Değişmişti, Derwent’a bakarken gözleri
parlıyordu.
“Ben birçok müfettişe benzemem.”
“Sanki bunu iyi bir şeymiş gibi söylüyor.”
“Hadi Kerrigan, neşelen.”
“Arabadan çık.”
“Hayır.” Gözlerini aynaya sabitledi. Beni tartışmaya davet
ediyordu.
Georgia, kıkırdamasını bastırmak için çabaladı ama çok da uğ­
raşmadı. İkisini de arabadan çıkarsam mı diye düşündüm ya da
kendim gidip onları bıraksam mı diye. Sonunda arabayı çevirerek
otoparktan çıktım ve sessizlik içinde Roehampton’a doğru sürdüm.
Depolama şirketine giden yolu neredeyse geçiyordum, o ne­
denle sert bir dönüş yaptım. Georgia kontrol paneline yapıştı,
Derwent küfretti.

210
ölülerin KenuymsiM İzin ver

“Üzgünüm.” İki sanayi binasının arasındaki dar yoldan ge­


çerken, arabayı sürmeye odaklandım. Depolama şirketine giriş,
bir virajın arkasına gizlenmişti, bir tarafında sıra sıra garajların
olduğu bir alana çıkıyordu. Araba, tekerleklerin altında ezilen
eski, kırık beton ve yerinden çıkmış taşların üzerinde sendeleye­
rek gidiyordu. OFİS yazan eski bir levhanın asılı olduğu prefab­
riğin önüne park ettim.
“Burada olduğunu bilmeden, bunu bulman imkânsız.” diye
yorum yaptı Derwent. “Buraya gelene kadar iki depolama şir­
keti geçtik, doğru düzgün otoparkı ve asansörleri olan büyük
yerler. Neden bunu seçmiş?”
“Belki daha ucuzdur.” diye fikir beyan ettim.
“Ama değildi. Buraya ayda birkaç yüz pound ödüyordu.”
“Bunun için mi?” Georgia burnunu buruşturdu. “Biraz pa­
halı gibi.”
“Belki de onu inandıran müşteri hizmetleriydi.” Prefabriğin
basamaklarında duran yaşlı adama bakıyordum. Esnedi ve ti­
şörtünün yapıştığı göbeğini gerdi. Eşofmanı tehlikeli bir şekilde
düşük belliydi ve spor ayakkabıları bağlı değildi. İfadesinin çok
misafirperver olduğunu söyleyemezdiniz. Arabadan çıktım ve ya­
nımda Georgia ile ona doğru yürüdüm. “Adınız nedir bayım?”
“Yawl.” Benim için heceleyerek söyledi. “Adım Martin. Hiç­
bir suçtan ceza almadım, o nedenle araştırmakla uğraşmayın.”
“Bir polis memuru olduğumu söylemedim.”
“Seni görür görmez anladım. Senin gibi şirin kızlar bile bunu
saklayamaz.” İltifattan memnun kalmış gibi görünen Georgia’ya
yan gözle baktı. “Kendi kendime, yine ne yaptın Martin diye
düşündüm. Senin gibi yaşlı birinden ne istiyorlar? Ben hiçbir
şey yapmadım, bayan.”

211
JANE CASEY

“Bu kadını tanıyor musun?” Ona Kate Emery’nin resmini


gönderdim.
“Neden?” Gözlerini, bir köpeğin çişini yapmak için etrafı
incelemesi gibi, etrafta dolaşarak garajları inceleyen Derwent’a
çevirdi.
“Nedenine takılma. Tanıyor musun, tanımıyor musun?”
“Tanıyorum.”
“Nasıl?”
“Buradaki binaları kiralar.” Uzun tırnakları ile ince gri saçla­
rını arasından, kafasını kaşıdı. “Adı Katie. Hoş kız.”
“Ne zaman kiraladı?”
“Kontrol etmeliyim.” Kaşlarını çattı. “Hayır, hatırlıyorum.
Üç ay önce. ‘Sadece üç aylığına istiyorum.’ demişti.”
Üç ay. Duyup duymadığını anlamak için Derwent’a baktım
ve o da hafifçe başını sallayarak, “Evet.” dedi.
Yawl hâlâ konuşuyordu. “Bana nakit ödemek istedi ama ben
bunu kabul etmedim. Beni ikna etmeyi denedi ama bu yere ih­
tiyacı vardı, geri çekilmeyeceğimi anladı. İnsanlar küçük bir iş
yaptığınız için sizi İnandırabileceklerini zannederler ama ben ne
yaptığımı biliyorum. Banka detayları, otomatik ödeme talimatı,
tüm bu bilgilerin bana önceden verilmesi lazım, böylece kim
olduğunuzu ve sizi nasıl bulabileceğimi bilirim. Kendimi koru­
mam lazım, değil mi? Söylediğin kişi olup olmadığını bilmem
lazım. Bir keresinde vergi dairesi ile bir olay yaşadım -benden
kaynaklanan bir hata, yasa dışı hiçbir şey yok- o yüzden şimdi
düzgün kayıt tutmalıyım. Gelir ve gümrükler idaresi bir kere
sizi listeye aldı mı, bir daha asla adınızı silmezler.”
“Geçen hafta otomatik ödeme talimatını iptal etmiş.” dedim.

212
Ölülerin Konulmasına İzin Ver

“Üç ay demişti.” Yere tükürdü ama benden uzağa: Alışkanlık,


bir aşağılama değil. “Ayın sonunda her şey eskisine dönüyor o
zaman. Eğer herhangi bir şey için geri gelmezse, burası benim.
Bir gün bile burayı bedava kullanamazlar. Söylediğim çok net
bu. Ben bir yardım kuruluşu işletmiyorum.”
“En son ne zaman buradaydı?” diye sordum.
“Geçen hafta çarşamba.” Cevap çok çabuk geldi.
“Bundan eminsin.”
“Ben işimi biliyorum.” Meydan okur gibi bakıyordu. “Olay­
ların ne zaman olduğu konusunda hep iyiyimdir.” Günler ve
zaman, o çeşit şeyler. Bu yıl Noel hangi gün sor bana? Hadi sor?”
Derwent homurdandı. “Noel umurumda değil Martin.
Hangisi onun?”
Sıra sıra dizilmiş garajların en sonundaki yeri gösterdi. Kapı,
asma kilide dolanmış olan zincirle kapatılmış, kilitlenmişti.
“Asma kilidin anahtarı var mı sizde?”
“Hayır. Orası onun.”
“Orayı ne için kullandı?” diye sordu Georgia.
“Depolamak için.”
“Neleri?”
“Bilmiyorum. Hiç sormadım.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Ve onu hiç içeriye ve dışarıya bir şeyler
taşırken görmediniz mi? Hadi ama Bay Yawl.”
“Orayı çok fazla kullanmadı.” dedi isteksizce. “Haftalarca
buradaydı ama orada her ne saklıyorsa, büyük bir şey değildi.
Çantaya konacak kadar küçüktü. Tabii girip çıkarken baktım,
kapı açıkken, içeriye soktuğunun yasa dışı olmadığından emin
olmak için çünkü bugünlerde bilemezsiniz, değil mi? Hem

213
JANE CASEY

bunlar benim mülküm. Günün sonunda hepsi bana döner,


değil mi?”
“İçeri baktığında ne gördün?” diye sordum sabırsızca.
“Hiçbir şey. Sadece dondurucu, hepsi bu.”
“Dondurucu?”
Başıyla onayladı. “Oranın içinde bir dondurucu var. Büyük
bir tane. Kutu tipi soğutucu. Bunun için istedi orayı. Acilen.”
Derwent kapıyı salladı. “Eğer anahtarın yoksa nasıl girip te­
mizleyeceksin?”
“Cıvata kesicim var. Onu uyardım. Herkesi uyarırım. Eğer
işiniz bittiğinde asma kilidinizi almazsanız, onu keserim. Hepsi­
nin sadece ayın sonuna kadar zamanı var.”
“Geri döneceğini zannetmiyorum dostum.” Derwent elinin
tersiyle kapıyı itti ve sanki içerisi boşmuş gibi ses yankılandı.
“Bize cıvata kesiciyi getirir misin?” Eğer geri dönüp buna sinir­
lenirse bizi suçlayabilirsin. Sana faturasını vereceğim.”
“Tamam.” Karavanına bakmak için gitti ve ben Georgia’yı
dürttüm.
“Onunla git. Sana bu depoyla ilgili belgeleri göstersin. Bak baka­
lım hikâyesiyle örtüşüyor mu?” Gitmek istemediğini anladım ama
başıyla onayladı ve merdivenlerini koşarak çıkıp karavana girdi.
“Kutu şeklinde bir soğutucu.” dedi Derwent arkamda. “Bana
paranoyak diyebilirsin ama ben onları hiç sevmem.”
“Daha büyük bir depolama şirketi yerine neden buraya gel­
diğini açıklıyor. Büyük şirkeder etrafta dondurucu olmasını is­
temez.”
“Neden bir dondurucuya ihtiyacı olsun. Tabii eğer elindekini
dondurarak saklaması gerekmiyorsa.”

214
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Bu işi yıllardır sürdürüyor aslında. Eğer dondurulması gere­


kiyorsa, daha önce de başka bir yeri kullanıyor olması gerekirdi.
Neden buraya sadece üç ay ihtiyacı olacağını söyledi? Neden
küçük bir çantayla gidip geliyordu?”
Derwent mavi eldivenleri giyiyordu. “Sana karşı dürüst ol­
mam gerekirse, bunların hiçbirinden hoşlanmadım. Kapıdan
hiçbir kötü koku almıyorum ama bu cinayet soruşturmasında
hâlâ bir ceset eksik. Dondurucuyu ben açmayacağım. Sen ya­
pabilirsin.”
“Kahramanım.” Derwent cıvata kesiciyi Martin Yawl’dan
alırken, ben de kendi eldivenlerimi giydim.
“Buradan itibaren devralabilirim, izlemene gerek yok.” dedi
Derwent canlı bir şekilde, yaşlı adamın omzuna vurarak.
“Aslında görmek isterim.”
“Dedektif Shaw kâğıt işlerinde ona yardımcı olduğunuz için
eminim çok minnettar olacaktır.” Derwent başını salladı. “Hoş
kız ama arada sırada kafası karışıyor.”
Yawl kararsız kaldı.
“Hadi git dostum.” Sonuna eklediği dostum kelimesi dışın­
da, Derwent’in sesinde hiçbir samimiyet yoktu. Bu bir emirdi
ve Yawl bunu anladı.
“Gidip bakayım, hanımefendi neler yapıyor.”
“İyi fikir.”
Derwent, zincire dikkatini vermeden önce, Yawl’in içeri gir­
mesini bekledi. Ağırdı ve kesmek için bayağı uğraştı.
“İtfaiyeyi aramamı ister misin?”
“Hayır istemem.” Paltosunu ve ceketini çıkarıp benim üs­
tüme atarken ateş püsküren gözlerle bana baktı. “Tut bunları. ’

215
Jane Casey

“Belki de bir testere daha iyi olurdu.”


“Bunlar işe yarar.” Cıvata kesiciyi bir kenara koydu ve zinciri
incelemek için eğildi.
“Belki de senin tekniğin yüzündendir. Martin sana birkaç
ipucu verebilirdi.”
Dikleşti. “Kerrigan, hiç yardımcı olmuyorsun.”
“Sadece söylüyorum. O kesiyor diye sen de kesebileceğini
düşünebilirsin. Peki ya göründüğünden daha sağlamsa? Ya da
sen düşündüğün kadar güçlü değilsin.”
Bana dönerek kaşlarını çattı. “Geldiğim için hâlâ kızgın mı-
sın?
“Çok öfkeliyim.” dedim soğuk bir sesle. “Dedektif Shaw’un
önünde konuşmak istemedim.”
“Ah.”
“Hadi devam et. O zincir kendi kendini kesmeyecek.”
Dişlerinin arasından ettiği küfürler bir dakikasını aldı ama
sonunda zincir kırıldı. O zinciri kırmaya çalışırken, ben de ara­
banın bagajından birkaç kanıt poşeti aldım ve yere serdim.
“Sonunda.” Derwent zinciri asma kilitten çıkarırken bekle­
dim. Daha sonra kilidi kanıt torbasının üzerine yerleştirdi.
“İyi fikir.”
“Bir şey bulma ihtimalimize karşın.”
Bir şeyden kastettiğim ve onun da anladığı bir cesetti.
Garaj kapısını kaldırdı ve yukarı doğru itti. Çoktan fenerimi
çıkarmıştım ve içerinin karanlığını aydınlatmak için kullanıyor­
dum. Üç metre genişliğinde, dört metre derinliğinde beton bir
kutuydu. Soğuktu ve toz kokuyordu, kesinlikle çürümüşlük ko­
kusu yoktu. Arka köşesi basık olan dondurucu sessizce çalışıyor-

216
ölülerin Konulmasına İzin var

du. Yeni değildi. Fenerimle kablosunu takip ederek fişinin takılı


olduğu yere baktım. Priz kırıktı ve kapatma düğmesi de yoktu,
ben onu prizden çekmeye cesaret edemezdim.
Dondurucuya doğru yürüdüm. Önemli bir delil olabilecek
herhangi bir şeyin üstüne basmamak için gözlerimi yere dik­
miştim.
Derwent dondurucuyu göstererek, “En azından hâlâ çalışı­
yor.” dedi. “Kapatıldıkları zaman bozuluyor bu şeyler.”
“Yani onu açacaksın.”
“Ben değil.” Sanki onu zorlayacakmışım gibi geri adım attı
ve ellerini kaldırdı. “Benim fobim var.”
“Ne hoş.” Dondurucuya dokunmadan önce kenarlarına bak­
mak için eğildim. Kapağı açmak için tutacağınız yerde bir girin­
ti vardı. Eğer Kate Emery’nin ya da bir başkasının parmak izleri
oradaysa, onları keşfedemeyecek şekilde lekelemek istemedim.
Feneri Derwent’a verdim. Ortasından uzak durarak kaldırmak
için iki elimi de kullandım. Tüm gücümü topladım, kapağı ar­
kaya ittim ve orada tuttum. Derwent feneri omuzlarımın üze­
rinden dondurucuya doğru tuttu ve içerisinde dolaştırdı. Daha
önce dikdörtgen bir şeyin koyulduğu belli olan, tabanından baş­
lamak üzere her tarafında çiğ taneleri vardı.
“Hiçbir şey yok.”
“Tam olarak hiçbir şey değil.” Dondurucunun tabanındaki
çiğ tanelerini gösterdim. Bir işaret vardı, bir santimetreden kısa
bir iz. “Feneri oraya tut. Nedir o?”
İçeriye eğildi. “Kana benziyor.”
“Değil mi?”
“Ya da bu sadece bizim şüpheli zihinlerimiz.

217
Jane Casey

“Belki. Yıllardır orada olabilir. Görünüşünden anlaşıldığına


göre son Buz Devri’nden beri buzları hiç çözülmemiş.”
Ayağa kalktı. “Her şekilde Kev Cox’u arıyorum. Eğer o kan­
sa, kime ya da neye ait olduğunu bilmek isterim. Daha sonra
buraya nasıl geldiği hakkında endişeleniriz.”

218
ölülerin Konulmasına İzin var

18

zun ve sinir bozucu bir gündü. Gelip kanıtları alacak adli

U tıp görevlileri yoktu; Brixtonda bir silahlı saldırı olunca ve


Acton’da bir dairede iki ceset bulununca, öncelikleri bu olma­
mıştı. Birkaç saat bekledikten sonra Kev beni aradı ve bunu bir
sonraki güne kadar ertelememi söyledi. Ofise geri döndüm ve
gözlerim ağrıyana kadar, cep telefonu kayıtlarına bakmak için
kâğıtlar arasında sonsuz bir araştırmaya girdim.
Yorgun, kızgın ve terlemiş bir hâlde saat yedide daireme
döndüm. Telefonumu şarja taktım, kıyafetlerimi çıkardım
ve kendime gelmek için soğuk suyun altına girdim. Martin
Yawl’un saklama deposundaki kirin üzerimden akıp gittiğini
hissetmek iyi geldi. Soğuk bir içki, çamaşır yıkama, saçma TV
programları; akşam için yaptığım planlar iddialı değildi. Ti­
şörtümü ve şortumu giyerken kendi kendime, planlarıma kim­
seyi dâhil etmek zorunda olmayışımın güzel bir şey olduğunu
söyledim. Dışarı çıkmakla ya da televizyonda ne seyredeceği­
mizle veya en son diyet kolayı kimin içtiğiyle ilgili tartışmalar
olmayacaktı.
Bunun bir yararı yoktu. Başkalarını kandırabilsem bile ken­
dimi kandıramazdım. Yalnızdım.

219
Jane Casey

Aslında hâlâ biriyle çıkmak düşünebileceğim bir şey değildi.


Buna henüz hazır değildim.
Belki de ama belki, Rob’un hayatımdan ani bir şekilde çıkıp
gidişini yeniden düşünebileceği fikrinden vazgeçmeye hazır değil­
dim. Çoğu zaman tamamen mantıklı ve şüpheci davranabilmeme
rağmen, iş Rob’a gelince sonsuz mutluluğa inanmam çok garipti.
Gerçi bu aşktı, her şeyin sonunda yoluna gireceğine olan kör inanç.
Onu geç sevmiştim, ona geç güvenmiştim ve benim güvenime iha­
net ettiği bu kadar açıkken, bunu kabul etmek istemedim.
Her şey düşünüldüğünde yalnız kalmak çok da kötü değildi.
Eğer geri dönemeseydi, çok daha kolay olurdu aslında. Sahip
olmak istesem de, ne zaman çocuk sahibi olacağım gibi karar­
larımı erteleyebilirdim, herhangi biri hakkında endişelenmeden
tüm gün çalışabilirdim. Özgür olabilirdim.
İçkimin yarısını bitirmiştim, sanki pörsümüş mantarlar ve
biraz çedar peyniri pişirmek için bana ilham verebilirmiş gibi
-akşam için yine tost yapacaktım ve bunu biliyordum- gözleri­
mi dolaba dikmiş bakarken, telefonumun alçak sesini duydum.
Una Burt’ün ismi ekranda yanıp yanıp sönüyordu.
“Patron.”
“Maeve, Oliver Norris aradı. Kızların kaybolduğunu söylüyor.”
“Kızlar?”
“Chloe ve Bethany.”
“Kaybolmuş derken?”
“Bu sabah evdelermiş ama öğle yemeğinden sonra Bayan Nor­
ris evden çıktıklarını fark etmiş. Annesine haber vermeden dışarı
çıkmak hiç Bethany nin karakterine uygun bir şey değilmiş.”
“Yani birkaç saattir yoklar.”

220
ölülerin Kenuymasına İzin ver

“En az beş ya da akı.”


“Bölge polisine haber verildi mi?”
“Onları arıyorlar.”
Mutlaka. On beş yaşında biri olarak Bethany Norris çocuk
kabul ediliyordu. Yüksek riskli kayıp -polisin kayıp çocuklar
için kullandığı tabir- olarak kategorize edilmiştir. Bir cinayet
soruşturması ile bağlantısı ya da yanında özel ihtiyaçları olan
bir yetişkinle beraber olma gerçeği olmasa bile. Tabii bunu dü­
şününce Chloe de yüksek riskli bir kayıp. Çok enteresan bir çift
olduklarını düşündüm. Eğer Londra’nın sokaklarında dolaşı­
yorlarsa, onları bulmak kolay olurdu.
“Peki, ne yapabilirim?”
“Git ve Norris’lerle konuş. Onları rahatlat. Bak bakalım se­
ninle konuşacaklar mı? Bethany’nin sadece on beş yaşında ol­
duğunu biliyorum ama o akıllı bir kız. Oliver Norris bana ge­
reğinden fazla endişelenmiş gibi geldi. Neden bu kadar panik
olduğunu bilmek istiyorum.”
“Bir şeyden dolayı suçluluk duydukları için mi gittiklerini
düşünüyorsun?”
“Bana endişe etmemiz gereken bir şey gibi geldi.” Burt dur­
du, huzursuzdu. “Şüpheli listemizde yoklardı, değil mi?”
“Benimkinde yoklardı ama Kate’in ölümüyle bağlantıları ol­
duğuna dair bir delil yoktu. Chloe Londra’da bile değildi.”
“Eğer bilinçli değilse.”
“Çok uygundu aslında.”
“Maeve kızların nerede olduğunu bilmek istiyorum. Güven­
de olduklarını ve neden arkalarında bir not bırakmadan kaçtık­
larını öğrenmek istiyorum.”

221
jane Casey

“Tamam. Sadece ben mi?”


Kısa bir sessizlik oldu. “Bunu sorun edeceğini düşünmedim.”
Çünkü diğer herkesin bir hayatı vardı.
“Sorun yok.” Ben de Chloe ve Bethany için endişelenmiştim.
Biz evi ararken el ele tutuşmalarını hatırladım. Tutuklamalar
yapmaya Norrislerin evine geldiğimizde Chloe’nin yüzündeki
dehşeti hatırladım. Çok erken bir saat ve her zamanki kargaşa­
dan dolayı düşünmüştüm ama şu an hızlıca yeniden değerlendi­
riyordum. “Mümkün olduğu kadar hızlı orada olacağım.”
Oliver Norris’in evindeki tüm ışıklar, caddenin karşı tarafı­
na tehlike işareti veriyormuş gibi açıktı ve parlıyordu. Kapıyı,
Una Burt’ün oraya doğru gittiğimi onlara haber vermiş olmasını
umarak çaldım. Eleanor Norris anında kapıyı açtı ve beni yalnız
görünce yüzündeki umut kayboldu.
“Haber yok.” dedim içtenlikle özür dileyen bir tarzla.
“Düşündüm ki...” Yutkundu. “Affedersiniz. Buyrun.”
“Teşekkürler.” Bir an için koridorda durdum. “Dışarıda bir­
çok insan onları arıyor. Sadece bölge polisi değil, Met de hare­
kete geçti. Her toplantıda onların resimleri ve tasvirleri olacak.”
Eleanor başıyla onayladı ama rahatlamış görünmüyordu. Onu
gerçekten anlayabiliyordum. Kızlar herhangi bir yerde olabilirdi.
Eleanor’u mutfağa doğru takip ettim. Morgan Norris mut­
fakta pencerenin kenarında duruyordu. Karanlık bahçeye bakı­
yor ve bilinçsizce elindeki araba anahtarını tezgâha vuruyordu.
“Dışarı çıkmalı ve onları aramalıyım.”
“Ollie şimdi geldi.” dedi Eleanor.
“Yani? Onları bulamadı değil mi?” Omzunun üstünden geri­
ye baktı ve beni gördü. “Ah. Şensin.”

222
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Yapabileceğim bir şey var mı diye bakmaya geldim.”


“Yeteri kadar yaptığını düşünmüyor musun?” Kollarını göğ­
sünde kavuşturarak bana döndü. Gülümseme şekline ve sorgu­
daki gibi flört hâline rağmen kızgın olduğunu düşündüm.
“İşimi yapıyorum.”
“Bu senin için çok uygun değil mi? İki genç kızı korkutarak
kaçırmanın bahanesi olarak kullanabilirsin. Beni ve Oliver’ı şa­
fakta sürükleyerek götürdüğünüzde, ne hissettiklerini düşünüyor­
sun? Nereye götürüleceğimizi ve bize ne olacağını bilmeden?”
“Sizi sürüklemedik.” dedim dümdüz bir sesle. “Ve günün
sonunda geri geldiniz. Onlara soruşturma hakkında ne dediniz
bilmiyorum ama onları korkutacak hiçbir şey yoktu.”
“Onlara hiçbir şey anlatmadım. Anlatmama izin yoktu.”
Baldızına kin güden bakışlarla baktı. “Onları daha kötüsünü
düşünmeye bırakmaktansa, detayları anlatmamızın daha doğru
olduğunu biliyordum.”
“Bethany’nin o fahişenin seni nasıl baştan çıkardığını duy­
masını istemedim ve eğer birazcık duyarlı olsaydın, sen de is­
temezdin. Kendinden utanmalısın.” Eleanor’un titrediğini fark
ettim.
“Haklı olduğuna eminim. Becerdiğim kişi annesi olduğun­
dan Chloe’ye de bunu anlatmak biraz garip olabilirdi.”
“Morgan!”
“Hadi ama Eleanor. Burada hepimiz yetişkiniz değil mi?”
Nasıl bir tepki yaratacağını görmek için onu dikkade izliyordu.
Nedenini anlayamadığım bir şekilde buz gibi oldum. “Yaptığı­
mız buydu. Sevişme ya da artık nasıl adlandırmak istersen.”
“Bu kadar kaba olmaya gerek yok.”

223
jane Casey

“Ollie’yi çok sevmediğimi bilirsin ama bazen onun için çok


üzülüyorum. Hatta...”
İncinmiş ve öfkeli bir şekilde ona bakıyordu. “Hatta ne?”
“Hiçbir şey.” Gülümsedi. “Hiçbir şey. Eleanor canım. Senin
her açıdan mükemmel bir eş olduğuna eminim.”
“Konuşmayı kes artık. Ve onunla... Onunla olan birlikteliği­
ne dair konuşmayı da kes. Bunun hakkında düşünmek istemi­
yorum.” Eleanor’un yüzü solgundu, arkasını döndü.
Morgan bana baktı. “İstediğin bu muydu?”
“Gerçeği istedim.”
“Ve aldın. Ne kadar ilerletti seni? Cevabın var mı? Hayır?
Ben de öyle düşünmüştüm.”
Oliver Norris’in karısına itiraf edip etmediğini çok öğrenmek
istiyordum. “Karakola olan ziyaretinizle ilgili çok tartışma oldu
mu? Kızlar bunun hakkında konuşurken sizi duymuş olabilir mi?”
“Hayır.” Berbat görünüyordu. “Morgan’la konuşmadan önce
Bethany okula gidene kadar bekledim ve Ollie’yi görmedim
bile. Çok geç geldi ve kanepede uyudu, ben kalkmadan da işe
gitmek için çoktan çıkmış. Kızların yokluğunu fark ettiğimde
onu aradım.”
“Peki, nerede şimdi?”
“Duş alıyordu.” Kulak kabartarak tavana baktı. “Suyun ak­
tığını duymuyorum. Bir dakikaya aşağıya iner. Arabayla kızları
aradı. Geldiğinde çok üzgündü.”
“Kendisinin sorgusunu sana anlatmaması garip.” dedi Mor­
gan yumuşak bir şekilde. “Sanki senden kaçıyormuş gibi.”
Arkasını döndü. “Kapa çeneni. Bu konu hakkında hiçbir şey
bilmiyorsun.”

224
ölülerin Kene;matına izin ver

Merdivenden gelen ses beni o tarafa döndürdü: Oliver Nor­


ris, duş jeli ve deodorant kokuyordu, saçları arkaya taranmıştı.
Kemerini takmaya çalışıyordu. Benim varlığım bir sorunmuş
gibi ayakkabılarını bile giymemişti.
“O neden burada?” Soruyu karısına yöneltmişti ama ben ce­
vap verdim.
“Yardım edebileceğim bir şey var mı bakmak için. Ayrıca
odalarını arayabilir miyim diye sormak için.”
“Polis kontrol etti bile. Burada değiller.”
“Ben bize nereye gittiklerini gösterebilecek herhangi bir şey
aramak istiyorum.”
“Cevabım: Hayır.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Onların yerini bulmaya yardım etse
bile mi?”
“Senin evimde dolaşmanı istemiyorum. Eğer araştırmak isti­
yorsan, başka birini gönder.”
Eleanor’u iterek yanından geçti ve buzdolabına yürüdü.
Eleanor hareketsiz duruyordu, belli ki kocasının görünüşü onu
şok etmişti ve kocası ona çarptığında biraz sendeledi. Oliver
iyi olup olmadığını sormak için durmadı bile ya da özür dile­
medi.
“Kızlar hakkında konuşuyorduk.” dedim sakince. “Neden
kaçtıklarını biliyor musun?”
“Hayır.” Bir şişe suyun kapağını çevirerek açtı, bunu bir teh­
dit olarak göstermeye çalıştı.
“Nereye gittin Ollie?” diye sordu Eleanor. Sanki ona bakma­
ya bile cesaret edemiyordu. Mutfak dolabına gitti ve bir bardak
buldu, masaya Oliver’ın yakınına koydu.

225
Jane Casey

“Okula. Mahallenin civarına. Richmond’a doğru gittim ve


New Malden’den döndüm.” Öfke sesine yansıdı. “Tabii şu ana
kadar herhangi bir yere gitmiş olabilirler.”
“Çok uzağa gitmiş olamazlar.” dedim. “Arabaları yok, o yüz­
den ya toplu taşıma kullanacaklar ya da yürüyerek gidecekler,
eğer toplu taşıma kullanırlarsa onları kolayca takip edebiliriz.
Bir banka kartı ya da telefonlarını kullanmalarını bekliyoruz.
Onları bulacağız.”
“Her zaman bunu söylediğinize bahse girerim.” Norris suyu
bardağa döktü ve bir yudumda içti. “Ama her yıl çocuklar kay­
boluyor.”
“Bazen bulunmak istemiyorlar, bu sebeple ilk olarak neden
gittiklerini bulmak çok önemli.”
“Eğer bunu bilseydik, size söylerdik.” dedi Eleanor. “Bilmi­
yoruz. Bunun için hiçbir sebep yoktu. Tabii Chloe annesinin
başına gelenlerden rahatsız olmuştur. Korkunç. Bununla ilgili
kabuslar görüyorum ki ben hiçbir şey görmedim.” Elini kaldırdı
ve boynunu kavradı. Bu stresin kendini gösterdiği yerdi. Bunun
benim yüzümden mi, cinayet yüzünden mi, yoksa kocasının
yüzünden mi olup olmadığını merak ettim ya da bu üçünün
birleşmesinin sebep olduğu bir durum muydu?”
“Onların birlikte bu kadar zaman geçirmelerine hiç izin ver­
memeliydik.” Oliver Norris masaya oturdu. “Chloe’nin bu evde
kalmasına hiç izin vermemeliydik.”
“Bu bir Hristiyan olarak yapmamız gereken bir şeydi.” di­
yerek sözünü kesti Eleanor. Kocası yarısı dolu su bardağını
kaldırıp duvara fırlattığında geri çekilerek kaçtı, bardak tuzla
buz oldu.
“Çok aptalcaydı Eleanor ve bunu kaç kere söyledim.

226
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Yüce İsa! Oliver, buna gerek yok.” Morgan faraşı ve süpür­


geyi alarak bardağı temizlemeye başladı.
“Lanet olsun.” Norris ayağa kalktı, ceplerini yokladı.
“Ben burada kalmıyorum. Yine dışarı çıkıyorum. Anahtar­
lar nerede?”
Anahtarların Morgan Norris’in cebinde olduğundan emin­
dim ama Oliver Norris bu kadar stresliyken ve aklını kaçırmak
üzereyken onun araba kullanmasını istemedim.
“Oturun Bay Norris. Tek başınıza çok fazla bir şey yapamaz­
sınız. Kızların olabileceğini düşündüğünüz yerlere zaten baktı­
nız. Burada kalmanız daha iyi. Sizinle iletişime geçmemiz gere­
kebilir ya da kızlar dönebilir.”
“Burada oturup bekleyemem. Ya bir şey olursa?”
“Ne gibi bir şey?”
“Ya Chloe annesine bir şey yaptıysa ve aynısını Bethany’e de
yapmayı düşünüyorsa?”
Eleanor başını sallıyordu. “Hayır, böyle bir şey yapmaz. Ya­
pamazdı.”
“Onun neler yapabileceğini bilmiyorsun Eleanor. Onu haya­
tımıza davet etmeden önce bunun hakkında hiç düşünmedin.”
“Gidecek başka bir yeri yoktu.”
“Bundan bahsetmiyorum. Annesi ölmeden önce. Çok daha
önce. Bethany’nin onunla zaman geçirmesinin iyi bir fikir oldu­
ğunu düşündün.”
Eleanor’un gözleri doldu, sesi hüzünlü ve öfkeli çıktı. “Chloe
onu olduğu gibi kabul etti. Ona zorbalık yapmadı ya da onu
değiştirmeye çalışmadı. Bethany’nin içki ya da sigara içmesini
veya erkeklerle flört etmesini istemedi. Bethany’i seviyordu ve

227
Jane Casey

bunda herhangi bir zarar görmedim. Sen de görmedin Ollie,


gördüysen bile bunu söylemedin.”
“Birlikte çok fazla zaman geçirdiklerini düşündüğünüzü söy­
lediniz.” dedim. “Neden?”
“Çok yakınlardı.” dedi Oliver Norris. “Dip dibe yaşıyorlardı.
Birbirleriyle fısıltıyla konuşarak zamanlarını geçiriyorlardı. Bet­
hany bizi dışında bırakıyordu.”
“Bethany’nin de diğer ergenlerden farkı yok.” dedim dikkat­
lice, normal kelimesini kullanmamaya dikkat ederek. “Ama ço­
ğunun cep telefonları var ve interneti kullanıyorlar. Arkadaşları
ile birlikte olmasalar bile, zamanlarının çoğunu internet üzerin­
den arkadaşlarıyla iletişim kurarak geçiyorlar. Ama siz yakınlardı
dediniz... Bir ilişkileri mi vardı?”
“Ne?” Morgan kafasını geriye atıp kahkahalarla gülerken,
Oliver şaşkın görünüyordu.
“İşte bu çok kızdırabilir. Kızının lezbiyen olup olmadığını
soruyor Ollie. Böyle bir şeyi hayal etmek için zihnini açmaya
çalış?”
“Bu iğrenç bir düşünce.” Norris kıpkırmızı oldu. “Eleanor,
anlat ona.”
“Arkadaşlardı. Hepsi bu. Hiçbir gariplik ya da sapkınlık yoktu.
Sapkın. Liv yanımda olmadığı için memnundum.
“Peki ya siz?” Dikkatleri Morgan Norris’in üzerine çekmenin
zamanı gelmişti. “Hiç böyle bir şey olabileceğini düşündünüz
mu?
“Ben mi? Hayır. Zaten onları o kadar da iyi tanımıyordum.”
dedi. “Caddenin aşağısındaki çocukla daha çok ilgilendiklerini
söyleyebilirim.”

228
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Turner mı?” Oliver Norris öyle hızla ayağa kalktı ki sandal­


yesi geriye doğru gitti. Erkek kardeşi yere düşmeden sandalyeyi
yakaladı ve eski yerine koydu.
“Evlerinin önünde sürekli sigara içen. Onları birkaç kez
onunla konuşurken gördüm.”
“Bethany onunla mı konuşuyordu? Ona yaklaşmasını yasak­
lamıştım.”
“Yani onun evine girmesine izin yoktu.” Morgan yüzünü ek­
şitti. “Yaramaz Bethany.”
“Evinde miydi?” Norris kapıya doğru yöneldi ve ben elimi
göğüs hizasına getirerek durdurmaya çalıştım. O kadar sert
çarptı ki kolum acıdı ve kendi de biraz sarsıldı.
“Bay Norris onunla konuşmayacaksın. Bunu bana bırakın.”
“Bu bir emir mi?”
“Bu iyi bir öğüt ve siz de bunu ciddiye almalısınız.”
Lanet olsun gibi bir şeyler mırıldandı ve yanımdan geçer­
ken ayağımı yoluna koydum. Özellikle çelme takıp düşürmek
istememiştim ama ayağıma takıldı ve odanın diğer ucuna uçtu,
bir dizinin üstünde yere düştü. Tam arkasındaydım ve kulağı­
na; eğer Turner’ın evine giderse benim tarafımdan tutuklanaca­
ğını söyledim, huzuru korumak adına. Geceyi kusmuk kokan
bir hücrede, diğer suçluların birbirlerine savurdukları tehditleri
dinleyerek geçireceğini, bu arada da Turner’ın hayatına devam
edeceğini ve bunların hiçbirinin Bethany’e ufacık bir fayda sağ­
lamayacağını anlattım.
Söylediğim bir şey onu ikna etti. Başını sallayarak yavaşça
ayağa kalktı.
“Onu hiç sevmedim. Onu hiçbir zaman burada istemedim.”

229
Jane Casey

“Biliyorum.”
“Onun bela olduğunu söyledim.”
“Söylediniz.”
Oliver Norris döndü ve gözleri hayalet gibiydi. “Gidip onu
görebilir misin? Küçük kızımın orada olmadığından emin ola­
bilir misin? Onu orada tutmadığından?”
“Listemde sırada yer alan buydu zaten.” dedim.

230
ölülerin Konulmasına İzin ver

19

es beynimde çınlıyordu, titreşimi yüzümün kemiklerinin

S içinde hissediyordum. Yarı panik hâlde, tamamen kafam


karışık başımı kaldırdım ve telefonu almak için elimi yastığın
altına soktum. Ekrana baktım. Dokuz buçuk. Yatağa girmemin
üzerinden bir saat geçmiş.
Arayan Derwent’ti, bir pazar sabahı.
Olamaz.
Telefonu şifonyerin üzerine koydum ve yine yastığıma gö­
müldüm, çılgına dönmüş bir şekilde çalışını kapanana kadar
dinledim. Sanırım tekrar çalmaya başladığında, daha sinirli çal­
dığını hayal ettim çünkü Derwent’m şu anda küfrettiğini bili­
yordum. Telefon üçüncü kez çalınca pes ettim.
“Ne?”
“Hangi cehennemdesin?”
“Yatakta.” Gözlerim hâlâ kapalıydı. “Burt’e geç geleceğimi
söylemiştim.”
“Evet, söyledi ama şimdi gelmen lazım.”
“Ne? Neden?” Elimin tersiyle yavaşça gözümü ovuşturdum.
Boğazım ve vücudumdaki her kemik ağrıyordu. “Tüm gece
ayaktaydım.”

231
JANE CASEY

“Bu önemli. Tabii kaçırmak istemiyorsan.”


“Neyi kaçırmak?”
“Depo şirketindeki dondurucunun içindeki izi.”
“Kan mı?” Gözlerim tam açıldı.
“Kesinlikle doğru. İki de iki olsun ister misin?”
“Kate Emery’nin kanı mı?”
“Evet. Kontrol etmek ve Bay Yawl’a birkaç soru daha sormak
için depo şirketine gidiyoruz.”
“Biz kim?”
“Ben ve Dedektif Shaw.” Bunu çok rahat söyledi.
“Seni lanet olasıca adam, ’’diye mırıldandım.
“Bu neydi? Pardon, tam olarak anlayamadım.” Pis pis güldü­
ğü sesinden anlaşılıyordu.
“Ne zaman çıkıyorsunuz?”
“Yarım saat.”
Sızlandım. “Asla yetişemem.”
“O zaman orada görüşürüz.” Bu bir soru değildi ve benim
oraya geleceğimden emin oluşuna bile takılmadım. Bir ipucu
yakalamışken, oraya gitmemek için hasta olmaktan daha fazla
şey olması gerekiyordu.
Martin Yawl’in depolama şirketinin avlusuna girdiğimde,
benzincinden aldığım kahveyi, sanki hayatım ona bağlıymış
gibi sıkı sıkı tutuyordum. Yorgun olmalıydım -yorgundum-
ama ayılmıştım. Oraya gittiğimiz önceki günden bir değişik­
lik yoktu ama şu anda, MET tüm teçhizatıyla geldiği için çok
farklı görünüyordu. Martin acınası ofisinde oturmuş, ekibin
tüm evraklarını, eski bilgisayarını ve olayın düğümünü çözme­
ye yardım edebilecek her şeyi toplamasını izlerken, suç mahallî

232
ölülerin Konuşmasını İzin ver

araştırmacıları, Kate Emery’nin kiraladığı deponun her santimi­


ni araştırıyordu.
Derwent karavanın merdivenlerinden aşağıya atladı ve avlu­
nun diğer tarafına geçti.
“Ne oldu sana böyle?”
“Tüm gece kızları aradım.”
“Biliyorum ama yine de biraz daha...”
Sormanın büyük bir hata olduğunu bilerek, “Biraz ne?” diye
sordum hemen.
“Daha canlı olabilirsin. Ölü gibisin.”
“Teşekkürler. Çok teşekkürler.”
“Bu sebeple Suçlu Araştırma Birimi’ne katıldın Kerrigan,
yani bütün gece uyanık kalıp insanları aramak zorunda kalma­
mak için.”
“Ekipler yoğundu. Kızlarınkine ek olarak üç yüksek riskli
kayıp, artı iki aile içi şiddet, artı bir hırsızlık vardı. Onları ara­
yacak kimse yoktu, bu yüzden de ben gittim. Sen de aynısını
yapardın.”
Cevap vermek yerine bana sırıttı ve kahvemi almak için
uzandı. Kahvemi ondan kaçırdım.
“Asla olmaz. Kendine al.”
“Ama bu senin için iyi değil. Ülserin için kötü.”
“Stres de öyle ama sen hâlâ buradasın.” Ağız dolusu bir yu­
dum aldım, çok sıcaktı ve yanmış karton kokuyordu. “Eğer bana
katılmak istersen, Oliver Norris’in evini aramak için iznim var.”
“Sana izin mi aldırttı?” Derwent başını salladı. “Ne adi bir
adam.”
“Bizi sevmiyor.”

233
jane Casey

“Ben de onu sevmiyorum. Kızım bulmamızı istemiyor mu?”


“Kendinin bulabileceğini düşünüyor.” Esnedim. “Neler ka­
çırdım?”
“Küçük bir miktar kan. Sen de gördün.”
Başımla onayladım. “Bir leke.”
“Ama kesinlikle Kate’in ve bir sıyrıktan değil, zaman içinde
buzun içine sızmış gibi görünüyor. Dondurucunun kenarında­
ki buzu kazıyınca daha çok buldular. O yüzden cesedin burada
olduğunu söylemek iyi bir tahmin olur.” Derwent parmakları­
nı saydı. “Norris’e göre son görüldüğü gün geçen hafta cuma.
Dün, yani cumartesi dondurucuda ceset yoktu. Bu da birine
gelip, buraya cesedi koyması ve sonra tekrar alıp, şu anda nere­
deyse oraya götürmesi için bir hafta veriyor.”
Duvarda, daha önce buranın kapalı devre sistemle izlendiğini
gösteren bir iz vardı. “Hiç kamera yok mu?”
“Bir tane bile yok. Martin kameraya ihtiyacı olmadığını çün­
kü her zaman burada olduğunu söylüyor.”
Dehşet içinde korkunç hâldeki karavana baktım. “Burada mı
yaşıyor?”
“Hayır ama sanırım bazen burada uyuyor. Uyanık olduğu
her an ofiste ve burada olmadığı zaman da kapılar kilitli.”
Kapıya bakmak için döndüm, on metre yükseklikte ve üstü
jilet telle örülü.
“O fark etmeden kimsenin kapının kilidini açamayacağını
ve yine buradayken, o görmeden kimsenin girip çıkamayacağını
söylüyor.”
“Kulakları bayağı keskin. Dün biz buradayken arabanın sesi­
ni hemen duydu.”

234
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Ve bu sabah.” Derwent gerindi. “Geçtiğimiz bir hafta için­


de, her zamanki gelenler dışında kimsenin gelmediğini söyledi.
Pettifer diğer tüm müşterilerle konuşuyor. Hepsinin normal in­
sanlar olduğundan, adam öldürmeye yatkın deliler olmadığın­
dan emin olmak için.”
“Onunla burada tanışmış olabilir.” dedim ürpererek.
“Onunla her yerde tanışmış olabilir.” Derwent elini saçları­
nın arşından geçirdi. “Beni rahatsız eden bu. Bildiği tüm erkek­
lere bakıyoruz; eski kocası, komşusu, onun kardeşi ve ne bilme­
diğimiz hakkında hiçbir fikrimiz yok. Onları, şans eseri elimize
geçen ipuçlarından dolayı biliyoruz. Peki ya hiç karşılaşmadı­
ğımız adamlar? Yatak başını tutmayanlar ve ulaşılabilir yerlere
DNA’larım bırakmayanlar? Bir cesedi dondurucuya koyarak
ortadan kaldıran ve köpekler onları fark etmeden, kameralara
yakalanmadan ya da hiçbir hata yapmadan, o cesedi oradan tek­
rar çıkaranlar?”
“Bir hata yapacaklar.” Kendimi şaşırtacak şekilde, sesim bun­
dan çok emin çıkmıştı. “Sadece görmemiz gerek.”
Bir hata yapacaklar. Söylemesi kolay. Beyaz kıyafetler giyin­
miş teknisyenler, Kate Emery’nin deposundan başlarını salla­
yarak çıktığında buna inanması daha da zor. Ayak izleri vardı:
Benim, Derwent’in, Martin Yawl’in ve beş numara bir çift spor
ayakkabısının. Kate Emery beş numara ayakkabı giyiyordu, Kev
Cox sorduğunda onayladım. Dişlerini sıktı.
“Belki dondurucuya yürüdü ve kendini içine kilitledi. Yar­
dımcı olmak için.”
“Peki ya Yawl?” diye sordu Una Burt.
“Onun ayak izlerini sadece kapı önünde buldular, dedi Ge­
orgia. Tüm sabahı, Yawl’in işini nasıl yönettiğini anlattığı bit-

235
Jane Casey

mez tükenmez bir konuşmayla geçirdi. “Biz çıktıktan sonra içeri


baktığını söyledi.”
“Bu bizim bulduğumuzla uyumlu.” dedi Kev mutlu bir şekil­
de. Birazcık da olsa neşeli görünen tek insandı. Gerçekler düzgün
bir şekilde sıralandığında ve bulunan kanıtlar insanların hikaye­
leriyle örtüştüğünde sevinirdi. Ben de sevinmeliydim çünkü iste­
diğim şey gerçekti, katil diyebileceğim uygun bir şüpheli değildi.
Una Burt iç çekti. “Yani çıkmaz sokak.” Gözlerinin çevresi
morarmıştı.
“Öyle görünüyor.” dedi Derwent. “Şimdi ne yapıyoruz?”
“Oliver Norris’in evi için arama iznimiz var.” Çok yorgun­
dum, sanki yer ayaklarımın altından kayıyordu.
“Eve gitmelisin.” dedi Burt. “Kendini yormanın bir anlamı yok.”
“Biliyorum.” Bir günlüğüne bunu diğerlerine bırakabilirdim
ve dünyanın sonu gelmezdi. Tabii her zaman oradaydı; görmem
gereken bir şeyi kaçırma korkusu ya da birinin, ben kendimi
uyku gibi bir lükse kaptırdığım için cinayetten paçayı sıyırması
korkusu. Ayrıca şimdi çavuş olduğum için durum daha da kö­
tüydü. Merdivenden bir basamak daha yukarı çıktım ve manza­
raya bakınca başım döndü.
Yorgunluğu bir kenara bıraktım. Odaklan. Evi ara. Sonra
evine git. Bir ölü gibi uyu. Kalk ve her şeyi yeniden yap.
“Valerian Caddesi ndeki aramayı biz yapabiliriz.” dedi Geor­
gia, Derwent’a gülümseyerek.
“Eğer gerekirse, muhtemelen sen tek başına bunu halledebilir­
sin.” Derwent saatine baktı, o yüzden Georgia’nın bakışını kaçırdı.
“İyi olduğuna emin misin?” diye sordu Derwent eğilerek.
“Yorgunum. Biri beni bu sabah erkenden uyandırdı.”

236
ölülerin Kenuımııına İzin ver

Burt döndü. “Harold Lowe’un evindeki çarşafın üzerindeki


DNA sonuçları. Chloe Emery ve bilinmeyen bir erkeğe ait.”
“Yani Chloe de evi kullanıyordu.” dedim. “Güzel.”
“Anahtarlar annesindeydi. Araklamış olmalı. Ergenken, bir
evinin olması için her şeyi yaparsın.” dedi Derwent, yüzünde
tebessümle. Tahminen hatıraları zihninde canlanıyordu.
“Kiminle birlikteydi?” dedim.
“Oliver Norris, caddenin aşağısındaki çocukla çok vakit ge­
çirdiğini söyledi.” Georgia kaşlarını çatarak bana baktı. “Adı
neydi... Turner?”
“Ondan DNA örneği almadık mı?”
Hepimiz boş boş baktık. Talepte bulunup bulunmadığımı
hatırlamaya çalışarak alnımı ovdum.
“Şimdi alabiliriz.” dedi Derwent. “Nasıl olsa, araştırma için
Valerian Caddesi’ne gidiyoruz. Turner’a da uğrayabiliriz. Baka­
lım ne söyleyecek?”
“O zaman kesinlikle sizinle geliyorum.” dedim.
“Halledebiliriz.” dedi Georgia Shaw.
“Tabii ki yapabilirsiniz.” Ona gülümsedim. “Ama beni sevi­
yor.” Ben onu daha iyi tanıyor olmalıydım.
Turner’m evinin girişindeki basamakları çıktım ve yumru­
ğumla kapıya vurdum. Derwent kapı direğine yaslandı, ellerin­
de ceplerinde alaycı bir şekilde gülümsüyordu.
“Bunun komik olduğunu düşünmen ne kadar hoş.”
Omuzlarını silkti. “O zaman kahkaha atardım, değil mi?”
“Hayır, şart değil.” Gözlerimi kısarak caddeden aşağıya bak­
tım. En azından Georgia, elindeki arama izniyle numara 32’ye
gitmişti. Bir seyirci bile yeteri kadar kötüydü.

237
jane Casey

Eğildim ve kapıdaki mektup aralığının içinden baktım. Tur­


ner merdivenlerde oturmuş, sigara sarıyordu.
“Kapıyı aç William.”
“Ne istiyorsun?”
“Konuşmak.”
“Annem dün akşam burada olduğunu söyledi. Bu artık tacizf
döndü.”
“Bu taciz değil.” dedim sabırla. “Sen dün akşam neredeydin^
“Dışarıda.”
“Nerede?”
“Arkadaşlarlaydım.”
“Saat kaçta geri geldin?”
“Bilmiyorum. Annem evi aramak istediğini söyledi.”
“Bu bir rutin.”
“Bana pek rutin gibi görünmedi.”
“Chloe ve Bethany için endişeleniyorum William. Bunu an­
layabilirsin değil mi?”
“Geri dönecekler.”
“Bunu nerede olduklarını ve geri döneceklerini bildiğin için
mi söylüyorsun, yoksa böyle olmasını istediğin için mi?”
“Nerede olduklarını bilmiyorum.” Burnunu çekti. “Benimle
konuşmak istediğin konu bu mu?”
“Bu ve başka şeyler. DNA’na ihtiyacım var.”
Sigara kâğıdının ucunu yalıyordu ama durdu. “Neden?”
“Seni şüpheden kurtarmak için.” Ya da tespit etmek için.
“Sana DNA’na ihtiyacımız olacağını söylemiştim.”
“Bundan vazgeçtiğinizi düşünmüştüm.”

238
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Hayır. Bunu etrafa attığın sigara izmaritlerinden alabilirim


ama düzgünce yapmayı tercih ederim, böylece hata payı olmaz.
DNA örneğini vermekle ilgili bir problemin yok değil mi?”
Iç çekti. “Bak, ben iş birliği yapıyorum.”
“O zaman kapıyı aç.” Sabrım tükeniyordu.
Yavaşça ve isteksizce toparlandı ve kapıyı açtı. Suratı asık,
kapıya yaslandı.
“Henüz kızları bulmadınız.”
“Hayır.”
“Ama sizin önceliğiniz gelip beni rahatsız etmek. Çok man­
tıklı.”
“Onları arayan başka insanlar da var.” dedi Derwent. “Dün
sabahtan beri onlardan haber aldın mı?”
“Hayır.”
“ikisinden biriyle bir ilişkin var mı?”
“Hayır.” Ela gözleri benden Derwent’a döndü. “Bunu zaten
söylemiştim. İkiniz birbirinizle konuşmuyor musunuz?”
“Olabildiğince az.” dedim dürüstçe. “Bizi içeriye alacak mısın?”
“Mecbur olmadığım sürece, hayır.”
“O zaman DNA’nı burada alabiliriz.” Örnek almak için kul­
landığımız kiti çıkardım ve ona plastik kutunun içindeki büyük
bir kulak pamuğuna benzeyen aleti gösterdim. “Bunu ağzına
sokmam lazım.”
“Neden bizi içeri almıyorsun evlat?” dedi Derwent kaşlarını
çatarak.
“Sadece almıyorum.”
“Saklayacak bir şeyin olduğunu düşündürtüyor bana.”

239
Jane Casey

“İstediğini düşünebilirsin.” dedi Turner.


“Annen burada mı?” diye sordum.
“örgü kulübünde.” Sırıttı. “Yine de sizi evimde istemiyorum.”
Bu konuşmadan sıkılmıştım. “Ağzını aç.”
Dediğimi yaptı ve yanağının iç kısmını pamukla sıyırdım.
Bir araba geçti, duracak kadar yavaşladı. Turner’ın gözleri karar­
dı ve ben de dönüp omzumun üstünden baktım.
Oliver Norris’in Volvo’suydu. Tanıdığım iki adamla birlik­
teydi. Bir araba dolusu erkek beni hep şüphelendirirdi ama bu
duygumu bastırdım. Pazar günü olduğu için, muhtemelen kili­
seden dönüyorlardır.
Norris’in evinin yakınlarına park edeceklerini umuyordum
ama araba devam etti, yolun sonunda döndü ve gözden kayboldu.
“Seninle konuştu mu?”
“Norris mi? Hayır.”
“Kızların nerede olabileceği ile ilgili bir şeyler bildiğini dü­
şünüyor.”
“O da mı?”
“Seninle çok zaman geçiriyorlar.”
“Sadece hep burada olduğum için.”
“Neden bir işin yok?” diye sordu Derwent, sanki artık içinde
tutamıyormuş gibi birden çıkmıştı ağzından.
“Kötü akciğerler. Kış boyunca beni etkiliyor. Arada sırada bi­
raz bir şeyler yapıyorum ama nakit çalışıyorum, yoksa haklarımı
kaybederim.”
“O sigaraları alamazdın.”
“Bunlara hakkım var.”

240
ölülerin Konuşmasına İzin var

Derwent dudaklarını büzdü ama sonra neyse ki vazgeçti.


“Kaçmaları için herhangi bir sebep var mıydı, biliyor musun
William?” dedim.
“Hayır.”
“Bir ilişkileri var mıydı?”
Şaşkınlığı çok komikti ve samimi olduğunu düşündüm.
“Hayır. Olamaz. Sadece arkadaşlar.”
“Burada herkes arkadaş canlısı değil mi?”
“Kötü niyetlisiniz.” Bana uzun ve dik dik baktı. Derwent öf­
keden burnundan soluyordu.
“William, eğer ikisinden birinin veya ikisinin nerede olduğu
ile ilgili bir şey bildiğini öğrenirsem, senin aklıma gelebilecek her
suçla cezalandırılmanı sağlamak için elimden geleni yapacağım.”
“Tamam. Sana inanıyorum. Yine de sizin için yararlı olacak
hiçbir şey bilmiyorum.”
“Araban var mı?”
Yorgun görünüyordu. “Evet. Oradaki Çorsa. Mavi olan.”
Plaka numarasını aldım. “Hiçbir yere gitme, Bay Turner.
Ortalardan kaybolmanı istemiyorum. Eğer belaya sebep olmak
istemiyorsan, Norrislerden uzak dur.”
“Onlara benden uzak durmalarını söyle.”
“Zaten söyledim.” Kaşlarımı çattım. “Bak eğer biri seni rahat­
sız ederse, sende numaram var. Benimle iletişime geçebilirsin.”
“Baş ederim.” Geri adım atarak eve girdi ve kapıyı yüzüme
kapattı.
Derwent’a döndüm.
“Hiçbir şey söyleme.”
“Yeteneğini kaybetmediğini görmek ne güzel, bile mi demeyeyim.”
“Onu bile deme.”

241
20

leanor Norris bizi evine aldı, yüzü solgundu ama sakindi.

E Ev yemek kokuyordu; kuzu, biberiye ve kızarmış patates.


Derwent’i kokuyu beğenerek içine çekerken yakaladım.
“Kilisede olacağınızı düşünmüştüm.” dedim.
“Gitmedim. Gitmek istemedim. Yani geri gelme ihtimalleri­
ne karşın. Burada dua ettim.” Koridorda masanın üzerinde du­
ran iyice eskimiş Incil’i işaret etti, sanki kapıyı açmak için onu
bırakmıştı.
“Kocanız kilisede mi?”
“Şu ana kadar dönmüş olmalıydı.” dedi belli belirsiz. “Öğle
yemeği hazır.”
“Bethany’nin kaybolduğunu düşününce, yemek pişiriyor ol­
manıza şaşırdım.”
“Zor zamanlarda Tanrı’nın sevgisini kutlamamanın garip bir
tarafı yok. Bethany onun elinde. Onun için dua etmekten başka
ne yapabiliriz?
“Gerçekten ne yapabiliriz?” diye mırıldandım.
“Ayrıca pazar günleri, her zaman Gareth’a öğle yemeği veririz
ve yemeğe ihtiyacı olan herkese. Gareth Tanrı’nın nimetlerini
ihtiyacı olan herkesle paylaşmamızı söyler.”

242
iliilnrln Kanif*asiM İzin ver

Ne kadar Gareth’a göre.


“Dedektif Shaw yukarıda mı?”
Başıyla onayladı.
“Çok uzun sürmemesi için çalışacağız.” Arkamda Derwent,
merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Aşağıya baktığımda
Eleanor’un yeniden Incil’i eline aldığını gördüm. Çoktan kita­
bın içine girmişti, okurken dudakları oynuyordu.

Yukarıda ayrıldık. Derwent, Bethany’nin odasına gitti ve ben


de Chloe’nin kullandığı oda da Georgiayı bulmaya gittim.
“Bir şey var mı?”
Beni görmek için gardıroptan başını çıkardı. “Hiçbir şey. Ne
kadar eşyası vardı bilmiyorum ama yanına pek fazla almamış
gibi görünüyor, o yüzden de çok uzun süre evden ayrı kalmayı
planlamıyorlardı diye düşünüyorum.
“Ya da planlanmış bir şey değildi.” dedim, şifonyerin çekme­
celerini açmak için eldivenleri giyerken. Chloe’nin evinde bul­
duğum ilaçlar vardı. Kutuları saydım. Yanma bir kutu almıştı ve
ne kadar doğum kontrol hapı varsa, hepsini almıştı. Kaşlarımı
çattım.
“Sorun nedir?”
“Sadece merak ediyorum...” Dışarı çıktım ve merdivenlerden
aşağıya inerek mutfağa, masada oturan Eleanor’un yanına git­
tim. Başı ellerinin arasında hâlâ Incil’i okuyordu.
“Chloe’nin herhangi bir şeyini aldınız mı? İlaçlarını?”
Başka bir âlemdeydi, gözleri tam odaklanamıyordu. “Hayır.”
“Peki ya haplar?”
“Aaa, onlar mı?”

243
JANE CASEY

“Evet, onlar. Chloe yanında mı götürdü?”


“Hayır, biz doğum kontrolünü hiçbir şekilde kabul etmiyo­
ruz. Kendini tutmak olabilecek en iyi doğum kontrol yöntemi.”
“O zaman siz aldınız.”
“Onları bu evin içinde tutamazdı.” Eleanor Incil’de kaldığı
yere bir ayraç koydu ve kapattı. “Bethany’i düşünmek zorunday­
dık. O kızımıza örnek olmasını isteyeceğimiz bir şey değildi.”
“Kaçmasına şaşmamalı.” dedim kendimi tutamayarak. “Ona
kalacak güvenli bir yer sağlamanız gerekiyordu. Kendi bedeniyle
ne yapacağını gözlemlemek sizin işiniz değildi.”
“Bizim çatımız altındaydı. Kurallarımıza uymak zorundaydı.”
“O hapları neden kullandığını bile bilmiyordunuz. Birçok se­
bepten dolayı olabilir. Aktif bir cinsel hayatı olduğu için olsa bile...”
“Oliver ve ben doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi yapmak
zorundaydık.” Yüzünde inatçı bir ifade vardı.
“Kerrigan!” Derwent bağırmıştı. Yarım saniye kazanmak için
mutfağın yanındaki küçük aradan, evin çıkış kapısının bulun­
duğu ara hole çıktım. On kapıyı açar açmaz omzunun üzerin­
den, “Destek çağır.” dedi.
“Neler oluyor?” Havaya konuşuyordum, sanki yangın varmış
gibi koşuyordu. Yukarı baktım ve Georgiayı gördüm, aşağıya
bakıyordu ve yüzü solgundu. “Neler oluyor?”
“Sanırım Dedektif Derwent pencereden bir şey gördü?”
Ne olduğunu sormamın belli ki bir anlamı yoktu. Yolun or­
tasına çıkarak onu takip ettim, gözümü kamaştıran güneş nede­
niyle görebilmek için gözlerimi kıstım. Yolun karşısına, William
Turner’ın evinin yakınına, Oliver Norris in arabası park edilmiş­
ti ki bu hiç iyi değildi.

244
ölülerin Konuşmasına İzin ver

İyi olmayan bir diğer şey ise: Derwent’in bağırdığını duyabi­


liyordum. Telsizimi bulmak için elimi belime attım ama yerinde
yoktu. Arabada bırakmıştım.
“Georgia!”
Kapıya çıktı, dikkatle bakıyordu.
“Telsizin yanında mı?”
Başını salladı.
“Destek iste çabuk. Sonra gel ve yardım et.”
“Yardım? Ne için?”
“Derwent şu anda neye bulaştıysa.” Gitmek için sabırsızlanı­
yordum ama Georgia yı destek için hâlâ telsizine uzanamadan,
böyle şaşkın ve ne yapacağım bilmez hâlde bırakamadım, elle­
rinin titrediğini bir kilometre öteden görebiliyordum. “Hadi!”
“Ama korumam veya gazım yok.”
“Onun da yok.” dedim. Ona güvenemiyordum ve daha da
fazla bekleyemezdim. “Sadece... Sadece işini yap.”
Tüm içgüdülerim olabildiğince hızh koşmamı ve Derwent’in
destek istediği olayın içine atlamamı söylüyordu ama aldığım
eğitim ve tecrübem beni durdurdu. Geniş bir görüş sağlayan
nokta bulup, Derwent’in gördüğü şeyi görene kadar William
Turner’ın evinin tam karşısında duran arabaların arkasında eği­
lerek ilerledim.
Oliver Norris ellerini yumruk yapmış ön bahçede duruyor­
du. Etrafında ikisi de kaslı, biri kendinden daha büyük, biri daha
genç iki adam vardı. Norris, Derwent’in dikkatini çekmeye ça­
lışıyordu. Derwent yerde yatan bir figürün yanında bacaklarını
açmış duruyordu ve yüzündeki ifade ölümüne kadar gideceğini
gösteriyordu: Hadi dene de görelim. Üstünde kısa kollu tişört

245
jane Casey

vardı; copu yoktu, gözyaşı gazı yoktu, telsizi yoktu. Sahip oldu­
ğu şey rütbesi ve bu tür nereye varacağı belli olmayan durumları
kontrol etme kabiliyetiydi. Ve tabii ki benim tam arkasında ol­
duğumu bilmesiydi.
Yerde: Tanınmayacak hâlde William Turner, yüzü kanla kap­
lı, çektiği acıyı yansıtan bir şekilde kıvrılmış bir beden. Norris
öne doğru eğilmiş Derwent’in yüzüne bağırıyordu. Derwent’in
dikkatini daha büyük tehlike oluşturan diğer iki adamdan ken­
dine çekmek istiyordu. Derwent, bir sinek tarafından işkence
gören bir boğa gibi görünüyordu ve başını salladı. Ben onu iz­
lerken, “Geri çekilin! Bu bir emirdir!” diye bağırdı.
Bağırarak işin içinden çıkacağınız belalar vardı ama bunun
onlardan biri olduğunu düşünmüyordum.
“Bunun seninle alakası yok.” Oliver’ın boynundaki damarlar
dışarıya çıkmıştı. Gergindi. Bir şey kanıtlar gibi. Pervasız.
“Şimdi.” dedi Derwent hepsiyle tek tek göz teması yaparak.
Gözlerinden ateş çıkıyordu. “Hadi. Defolun.”
“Kızımın nerede olduğunu biliyor.” Norris titriyordu.
“Hayır, bilmiyor.”
“Sana böyle mi söyledi?”
“Evet.”
“Ve sen de ona inandın mı?”
Derwent omuzlarını silkti. “Neden inanmayayım?”
“Onun DNA’sını alırken gördük sizi. O bir şüpheli.” Daha
yaşlı olan adamın gözleri buz gibiydi, gözlerini kırpmıyordu.
“Siz polis memurları çok yumuşaksınız. İşinizi kaybetmekten o
kadar korkuyorsunuz ki düzgünce yapamıyorsunuz.”
Derwent kahkaha attı. “Bu konuyla ilgili yanlış polis memu­
ruyla konuşuyorsun, inan bana.”

246
ölülerin Konulmasına izin ver

Daha genç olanı Turner’ın göğsünü isabet alarak tükürme­


den önce, Derwent’in olayı kontrol altına aldığına neredeyse
inanmaya başlıyordum. Turner’ın bunu hissettiğinden şüpheliy­
dim ama Derwent anında karşılık verdi.
“Lanet olasıca! Benim yanımda tükürme.”
“Ne dediğine dikkat et.” dedi Norris.
Derwent öfkeden burnundan soluyordu. “Lanet olasıca.”
Şimşek gibi bir hızla Norris yüzüne yumruk attı. Derwent’in
ondan kaçmak için zamanı vardı ama tamamen sakınmak için
yoktu, Norris’in yumruğu elmacık kemiğine geldi. Bir sani­
yeliğine dengesini kaybetti; sendeledi, neredeyse ayağı takılıp
Turner’ın üzerine düşecekti. Oliver Norris’in kendine ve kaslı
arkadaşlarına duyduğu güvenin geri geldiğini görebiliyordum.
Gücün dengesi bu kadar kolay değişebiliyordu. Üçe karşı bir,
çok adil görünmüyordu.
Dengeyi sağlamanın zamanı gelmişti.
Sokak kuralları çok basitti ve onları üniformayla ilk dışarı
çıktığımda öğrenmiştim: Asla saygınlığını yitirme. Zayıflık gös­
terme. Bir kere karşılaştın mı, sakın geri adım atma ve asla ne
yapacağını bilmiyormuş gibi görünme.
“Polis memuruna saldırı. Bu çok daha ciddileşti.” dedim,
bahçe kapısının etrafından dolaşarak. Ellerimin titrediğini giz­
lemek için, cebime koymuştum. “Hiç ortak girişim diye bir şey
duydunuz mu beyler? Biri bir şey yaptığında hepiniz yapmış
saylıyorsunuz. Yani bu çocuk ölürse, hepiniz cinayetten sorum­
lusunuz ve eğer biriniz bir polis memuruna vurursa, hepiniz
suçlusunuz.”
“Onu arabaya taşımama yardım edin.” dedi Norris arkadaş­
larına. “Ne bildiğini öğrenmem lazım.”

247
jane Casey

“Yani onu öldüresiye dövmeden önce, konuşturmadığınızı


mı söylüyorsunuz?” Dilimle damağımı şaklattım. “Çok toyca
bir hata Bay Norris. Her zaman zarar vermeden önce, ne isti­
yorsan almalısın.”
“Kerrigan.” dedi Derwent, sesi gergindi çünkü onun için ya­
ralanma riskini alma ya da daha kötüsünün olması normaldi
ama aynı şeyi ben yapınca bundan hoşlanmadı. Avucumun için­
deki araba anahtarlarını görsün diye elimi cebimden çıkardım.
Başımı kaldırdım, kulak kabarttım. “Bunu duyuyor musu­
nuz? Sirenler. Bizim için destek geliyor.” Onlara baktım. “Sizin
desteğiniz nerede beyler?”
Norris’in kaslı adamları birbirine baktı ve aralarında sözsüz
bir mesajlaşma oldu. Buna değmez.
“Onu dinlemeyin.” dedi Norris, sesinde umutsuzluk vardı.
“Bana yardım etmek zorundasınız.”
Genç olan bahçe duvarının üstünden adayarak, hızlı bir şe­
kilde caddeden aşağıya koşmaya başladı. Koşarken kapüşonunu
da başına geçirdi. Onun gitmesine izin verdim. Onu başka bir
zaman yakalayabilirdik.
Ben bu durumdan bir an önce kurtulmaya bakıyordum.
Turner inledi. Derwent aşağıya eğildi ve Turner’ı bir kolunu
kendi omuzuna dolayarak ayağa kaldırdı. Ayakta çok daha kötü
görünüyordu. Başını tutamıyordu, burnu şişmişti, ağzı kana bu­
lanmıştı. Arabamı açmak için düğmeye bastım. Bahçe kapısın­
dan on metre öteye park edilmişti ve Derwent’in nereye park
edildiğini fark etmesini ya da en azından kilidi açtığımda yanıp
sönen ışıkları görmüş olmasını umdum.
Sanki önceden konuşmuş, planlamış ve pratiğini yapmışız
gibi her şey çok iyi gitti. Derwent yanımdan geçti ve Turner’ı

248
ölülerin Konuşmasına İzin ver

arabamın yolcu koltuğuna oturttu. O gittiğinde Norris’i hallet­


menin daha kolay olacağını düşündüm.
Ama bu sırada, onu tek başıma yüzüstü yatırmam gereke­
cekti.
Sorun yok.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Norris. Bana doğru gelerek, yü­
zünü yüzüme yaklaştırdı. “Onu götüremezsin.”
“Burada bırakamam. Güvende değil.”
“Haklısın, lanet olsun. Güvende değil.”
Yaşlıca olan adam sabrını kaybetti. Norris’i yolundan itti ve
beni omuzlarımdan tuttu. Ellerinden kurtuldum.
“Bana dokunma.”
“Bana ne yapacağımı söyleme.”
“Senin hakkında soruşturma yaptığımızda neler bulacağımı­
zı çok merak ediyorum.”
“Kerrigan.” Derwent arkamdaydı. Geri geri gittim, arabanın
etrafında dolaşarak, sürücü koltuğuna oturdum. Öncelik bir:
Turner’ı kurtar. Öncelik iki: Memurların güvenliğini sağla. Ön­
celik üç: Listenin en altındaki adamları tutuklamaktı. Birileri
elbet onları tutuklardı.
Georgia yı aradım ve yolun karşı tarafında, sanki ona uğur
getirecekmiş gibi telsizini sıkı sıkı tutarak, kaldırımda oturmuş
olduğunu gördüm, yüzü bembeyazdı. Onu da arabaya alacak
zaman yoktu. Şoför koltuğuna oturdum, motoru çalıştırdım.
Turner’ın hırıltısı ve inlemeyle karışık nefes alışverişini duyu­
yordum; bunun yaralarından dolayı olmasını umdum, bir astım
atağı olmamasını. Derwent’la göz göze geldik ve Georgia nın
olduğu yöne doğru anlamlı bir şekilde baktık; ben arabayı ters

249

*rrw------
jane Casey

çevirmeden Derwent’in Georgia’ya doğru ilerlediğini gördüm.


Dar yola ve Norris’in Volvo’sunun yolu kapamış olmasına küf­
rediyordu. Bir şey büyük bir gürültüyle arabanın üstüne düş­
tü, refleks olarak kafamı kollarımın arasına aldım. Yüzü öfke­
den buruşmuş olan Norris’in yumruğuydu bu. Tam zamanında
kapıları kilitledim ve Norris sanki kıracakmış gibi kapı koluna
asıldı. îri adam yolumu kapatmaya geliyordu; ya şimdi ya asla
dedim.
Direksiyonu çevirdim ve hızla uzaklaştım. Dikiz aynasından
baktığımda, adam peşimden koşuyordu, Derwent da Georgia yı
başka bir arabaya doğru götürüyordu. Valerian Caddesi nden
ana yola çıktım ve trafiği yararak gelen mavi ışıkların hızla yak­
laştığını gördüm. Onları çağıralı ne kadar olmuştu? Sonsuzluk
gibi gelmişti.
“Ne...” Turner uykulu gözlerle kıpırdandı. “Neler oluyor?”
Sözler ağzından çok net çıkmıyordu ama mantıklıydı.
“Seni hastaneye götürüyorum.”
“Yüzüm...” Elini kaldırdı, ben havada tuttum.
İnledi. “Lanet olsun, acıyor.”
“Şaşırmadım.” Bir yan yola saptım, sonra bir taneye daha,
bölgenin çalıştığım haritalarını hatırlamaya çalıştım.
“Neredeyiz?” Pencereden dışarıya baktı. “Nereye gidiyoruz?”
“Hastane.” dedim yine. Kesinlikle beyin sarsıntısı geçiriyor­
du. “Bir doktora ihtiyacın var.”
Burnunu çekti ve gören tek gözüyle bana baktı. Diğeri o ka­
dar şişmişti ki neredeyse kapanmıştı. “Kötü mü?”
“Seni toparlayacaklar.” Göz çukurunda bir çatlak olduğunu
tahmin ediyordum. Burnu kesinlikle kırılmıştı. Özellikle yüzü­
nü hedef almışlardı. Oliver Norris’in aldığı hazzı tahmin edebi­

250
ölülerin Konulmasına İzin ver

liyordum, kızını baştan çıkaran adamın yüzünü gözünü dağıt­


mak. “Ama şu anda baktırman gerekiyor.”
“önce seninle konuşmam gerek.” Nefesi hâlâ hırıltılıydı.
“Soluk alma cihazın yanında mı?”
“Evet. Hayır.” Ceplerini yokladı ve buldu. “Ama şu anda ih­
tiyacım yok.”
“Sadece gerekirse diye.”
“Evet.” Yeniden elini yüzüne götürdü, parmakları titriyordu.
Elini sıkıca ama kibarca tuttum.
“Güven bana, yüzüne dokunmana gerek yok. Sadece daha
kötü yapar.”
“Ne yaptıklarını görebilir miyim?”
“Tavsiye etmem.” Elini dizinin üstüne koydum. “Ne hakkın­
da konuşmak istiyorsun?”
“Chloe. Sana daha önce söylemeliydim.” Gözünü kırptı. “Bir
dakikalığına arabayı durdurur musun?”
Hayır demeliydim, gerçekten; tedavi edilmesi gerekiyordu
ve söyleyebileceği herhangi bir şey mahkemede zorluk çıkara­
bilirdi. Bu resmî bir sorgulamadan çok uzaktı. Daha da önemli
olan, yasal tarafı mı yoksa giden kızları bulmak mı? Yazı tura
at... Dar bir ara yola girdim ve durdum. Çıkmaz sokaktı, kimse
göremezdi, ev yoktu.
“Neredeler William? Chloe ve Bethany nerede?”
“Bilmiyorum.”
Hayal kırıklığını derinlerimde hissettim. “Sanmıştım ki...”
“Hayır, sana söyledim. Bilmiyorum. O adamlara da, Norris
ve diğerlerine aynı şeyi söyledim. Kaybolduklarından beri on­
lardan haber alamadım ve bu beni deli ediyor.” Ellerini yumruk
yaptı. “Eğer biri ona zarar verirse, onları öldürürüm.”

251
JANE CASEY

Şu anda ıslak bir kumaşa bile yumruk atamayacak kadar za­


yıftı ama söylediğini yapacağına şüphem yoktu.
“Onu seviyorsun.”
“Tabii ki seviyorum.” Burnunu çekti ve kan boğazından aşa­
ğıya akınca öksürdü.
“Harold Lowe’i tanıyor musun?”
“Kim?” Samimi bir kafa karışıklığı.
“22, Constantine Bulvarı.”
Hayır, anlamında kafasını salladı ama bu sefer ona inanmadım.
“Oraya gittin mi? Chloe ile beraber?”
Tek gözünü kapattı ve iç çekti.
Bingo.
“Chloe önerdi bunu.” Burnunu çekti, o an hissettiği acıyla
göz kapakları kırıştı. Şu anda net bir şekilde düşünmek onun
için zor olmalıydı. Her şeyi düşünürsek, aslında bana doğruyu
söylemek daha kolaydı... “Onun fikriydi. Anahtarlar annesin-
deydi. Chloe onları aldı.”
“Neden oradaydınız?”
“Gidilecek bir yerdi. Yalnız kalabileceğimiz bir yer.” Dilinin
ucuyla dudaklarına dokundu, gördüğü zararı anlamaya çalışı­
yordu. “Komşular bizi görmesin diye arka odayı kullanıyorduk.
Tabii Chloe de annesi eve döndüğünde görebiliyordu.”
“Orada ne yapıyordunuz?”
Alaycı bir tavırla tek gözüyle baktı. “Tahmin edemiyor musun?”
“Chloe ile?”
“O istedi. Her zaman ondan hoşlandım.” Ani bir öfkeyle,
“Bana öyle bakmana gerek yok. Ben olmasam başka biri ola­
caktı. En azından ben dikkatli davranıyordum. Doğum kontrol

252
ölülerin Konuşmasına İzin ver

hapları aldığından emindim. Prezervatif kullanıp kullanma­


mamı takmıyordu. Hiçbir şeyi umursamıyordu. Sorumlu olan
bendim.”
Taciz? Merak ettim. Bu bir çocuğu küçük yaşlarda hipersek-
süel yapabilirdi ama tabii Chloe çocuk değildi. Onun yetişkinler
gibi arzuları vardı ve sonuçlarını anlayabilecek kapasiteye sahip
değildi.
“Eğer Chloe’ye sorarsak, babası hakkında ne der?”
“Bilmiyorum. Hiç sormadım.”
Hayal kırıklığıyla iç çektim. “Bana ne söylemek istiyorsun?”
“Chloe’nin neden babasının evinden erken döndüğünü an­
latmak istiyorum.”
“Devam et.”
“Çünkü oradayken o adi üvey kardeşi, her gece onun odasına
girip uyuduğunu düşünerek parmaklarını içine sokuyordu. Ay­
rıca adi babası da o kötü karısından o kadar kokuyor ki polisleri
çağırmıyor. Hepsi bir kaza. Hepsi bir yanlış anlama. Gebersinler.”
“Hangi üvey kardeşi?”
“Büyük olan. Nolan.” Yaralarıyla sanki yüzünde bir maske
varmış gibiydi. “Onunla hiç karşılaşmadım. Keşke karşılaşsay-
dım.”
Söyleşinde, içimi ürperten bir şey vardı. “Bizim varlığımızın
amacı bu. Bu tür şeylerle tek başınıza uğraşmak zorunda değil­
siniz.”
“Polislerin rahatsız edilmeye değmediğini düşündüğüm için
affedersin.”
“Bu yüzden mi Ben Christie ile kendin ilgilendin?” Körü kö­
rüne bir denemeydi. Eğer Christie’ye zarar verdiğini itiraf ederse

253
|ANE CASEY

biterdim çünkü onu uyarmamıştım. Bunun birdenbire onun


konuşmasını bitireceğinin farkındaydım.
"Neden böyle düşünüyorsun?”
"Çünkü hukuku kendin uygulamak gibi bir geçmişin var ve
sanırım şiddete başvurmaktan korkmuyorsun.”
“Ona hiç dokunmadım.”
“Ya Kate? Sen ve Chloe’yi biliyor muydu?”
“Hayır. Kesinlikle hayır.”
“Onaylamazdı.”
“Bilmiyorum.” dedi, sesi tedbirliydi. “Öyle sanıyorum.”
“Nereye varmak istediğimi anlıyorsun değil mi? Kate öldü.
Cesedi muhtemelen nehirde ya da bir yerlerde çürüyor. Şimdi
ise Chloe ve Bethany yok. Güvendeler mi değiller mi bilmiyo­
ruz ama bir şeyden kaçtıklarını biliyoruz. Bu genellikle şu iki
şeyden biridir: Ya korkuyorlar ya da suçlular.”
“Neden kaçtıklarını bilmiyorum.” diye mırıldandı.
“Onlar için her şeyi yapar mısın William? Onlar için bir ce­
sedi yok eder misin? Onlar için dayak yer misin? Onlar için ölür
müsün?” Ona doğru eğildim. “Onlar için öldürür müsün?”
“Ben yanlış hiçbir şey yapmadım.”
“Arabanı adli inceleme için alacağız. Kızlar için Kate’in cese­
dini taşıyıp taşımadığına bakacağız ve kapalı kamera sisteminde
seni bulacağız. Nereye gittiğini, ne yaptığını öğreneceğiz. Tele­
fonunu alacağız ve Kate Emery öldüğünden beri gittiğin her
yeri araştıracağız.” Gülümsedim. “İşbirliği yap ya da yapma, ne
olduğunu ve bunun ne kadarına dâhil olduğunu bulacağız. En
*y* ?cy -tek şansın- konuşmak.”
“Söylemem gereken her şeyi söyledim. Sana gerçeği anlattım.’’

254
ölülerin Konuymatma izin ver

“Neredeler William?”
“Bilmiyorum. Benden yardım istemediler. Hiç ceset taşıma­
dım ya da arabamla onları hiçbir yere götürmedim.”
“Hadi seni hastaneye götürelim.” Ona şöyle bir baktım, ba­
caklarındaki titremeyi, yüzünün kanla kaplamayan kısmındaki
solgun rengini, genel olarak hâlinin perişanlığını gözlemledim.
Gerçi gözünde ufacık bir kıvılcım vardı. Elini cebine götürdü,
tütün kutusunu çıkardı, hiç şaşırmadım.
“Benim arabamda değil.” Motoru çalıştırdım. “Ve emniyet
kemerini bağla.”
21

erde açıldığında Turner’la küçük bir odadaydım. Dönüp

P baktım, hemşire görmeyi umuyordum ama onun yerine


karşımda nemrut suratıyla Derwent duruyordu. Bana işaret etti.
“Sen. Buraya gel. Hemen.”
“Bay Turner’ı yalnız bırakmak istemiyorum.” dedim. Hâlâ
kurban ile şüpheli arasındaki çizgide gidip geliyordu ve ben kay­
bolmadığından emin olmak istiyordum.
“Bu sebeple onu getirdim.” Chris Pettifer’i görebilmem için
kenara çekildi. Chris başıyla beni selamladı. Yüzündeki ifade ve
odaya tereddütle girişi özür diler gibiydi.
Tekrar dönüp William Turner’a baktım. “Çok uzun sürmez.”
Hafifçe başını salladı. Kan, burnunun etrafında ve alnında
pıhtılaştığı andan beri daha kötü görünüyordu. Sağ gözü hâlâ
şişti ve olgun bir erik gibi sert görünüyordu. Birisi annesine ha­
ber vermişti ama o annesinin bekleme salonunda tutulmasını
istemişti -yalvarmıştı- ve ben de onu destekledim. En son ih­
tiyacım olan şey onun histerik davranışlarıydı, en azından ben
orada olup onu dinlemek zorunda olduğum sürece.
Odadan çıkarak Derwent’i hemşirelerin ve doktorların bir
aşağı bir yukarı koşturduğu, yoğun bir trafiğin olduğu alana
doğru takip ettim.

256
Ölülerin Konulmasına İzin ver

“Burada değil.” dedim içgüdülerime dayanarak. Derwent’in


ifâdesinden beni azarlayacağını anladım, herkesin önünde ol­
masına gerek yoktu.
“Bu taraftan.” dedi, Giriş Yok yazan bir kapıdan çıkarak.
Kimse onu durdurmadı.
Onu kapıdan geçerek takip ettim ve beni karanlık boş bir
koridorda beklerken buldum.
“Neden bu bölüm kapalı?”
“Hastanenin bu bölümündeki yataklarını kullanamıyorlar.
Yeterli personel yok. Kesintiler.” Derwent duvara yaslandı, elleri
ceplerinde, gözleri loş ışıkta parlıyordu. Oliver Norris izini bı­
rakmıştı. Yanağındaki morluk biraz daha koyulaşmıştı. “Evet?”
“Evet ne?”
“Evet, nereden başlamak istersin?”
“Sen başla. Neden öyle bir karşılaşmanın ortasına, telsizin ve
koruyucu herhangi bir teçhizatın yokken atladın?” dedim.
“Çünkü o çocuk kafasını kırdırmak üzereydi.”
Tam bir cevap.
“Öldürülebilirdim”
“Sen de.” Gözlerindeki öfke arttı. “Buna gerek yoktu. Kont­
rolüm altındaydı.”
Kahkaha attım. “Anlıyorum. Affedersin. Tek başına, nereye
varacağı belli olmayan bir durumda seni yalnız bırakmamama
sinirlendin. Geri çekilmeliydim ve kahraman olmana izin ver­
meliydim.”
“Gereksiz yere kendini tehlikeye attın.”
“Sana yardım etmek için oradaydım. Seni desteklemek için.”
Kaşlarımı çattım. “Bu arada, Georgia’ya ne oldu?”
“Buralarda bir yerde.”

257
JANE CASEY

Onun korkudan donup kaldığını vc hiçbir işe yaramadığını


Fark edip etmediğini merak ettim. “İyi miydi?”
Omuzlarını silkti. Bilmiyorum ve umurumda değil. “Şimdi
bana devamını anlat.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Neden bu kadar geç kaldınız? Ben yüzlerce polise ve köpeğe
neler olduğunu anlatmak zorunda kalırken, nasıl oluyor da sen
ve Turner’dan önce hastaneye geliyoruz. Norris’i bizzat tutukla­
maktan kurtuldum ama yine de Valerian Caddesi’nden çıkmak
zamanımı aldı. Neredeydiniz?”
“Turner benimle konuşmak istedi.” dedim.
“İstedi mi? Ya da herkesten uzakta, yalan söyleyemeyecek bir
hâldeyken onunla konuşma fırsatını mı kullandın?”
“Tabii ki hayır. Ben sen değilim.”
“Böyle bir şey yapmazdım.” dedi yumuşak bir şekilde.
“Yapardın. Anında. Düşünmeden yapardın.” Hayal kırıklığı
içinde iç çektim. “Bak benimle paylaşmak istediği bilgiler vardı.
Söylediklerinin delili yok ama ilginç. Chloe’nin üvey erkek kar­
deşlerinden biri ona cinsel tacizde bulunuyormuş ve Chloe bu
nedenle Londra’ya erken dönmüş.”
Derwent kaşlarını çattı. “Yani kimse onu beklemiyordu.”
“Hayır.”
“Üvey kardeşle konuşmaya değer.”
“Ben de öyle düşünmüştüm.”
Bir süre beni dikkatle izledi. “Tamam. Başka ne var?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bunun sadece iki dakika alacağını söylüyorum sana. Tabii
ekstra konuşkan davranmış olabilirsin.”

258
ölülerin Kanu^masına İzin ver

“Hmm... Ayrıca bana Chloe ile ilişkileri olduğunu söyledi.


Onunla Harold Lowe’un evinde buluşuyorlarmış.”
“öyle miymiş? Bunu sana neden söyledi?”
“Sordum.”
“Ve o da hemen anlattı.”
Ona dikkatle baktım. “Yanlış bir şey yapmadım.”
“O zaman ne yaptın?” dedi Derwent yumuşak bir sesle.
“Onu tehdit mi ettin?”
“Hayır. Öyle bir şey olmadı.”
“Konuştu mu?”
“Biraz. Yeteri kadar.”
“Ama bu pek normal değil Maeve. Bunu biliyorsun değil
mi?” Bir adım daha yaklaştı. “Eğer herhangi bir şeyle suçlanırsa,
ona kendi çıkarı için kullanacağı bir durum verdin. Resmî bir
soruşturma değildi.”
“Suçlanmayacak Josh. Oliver Norris’i kızdırmak dışında yan­
lış bir şey yapmadı.” Hızlıca ayağa kalktım, omuzlarımı duvara
yasladım. Sinirlenmeye başlamıştım. “Öğrenmek istediğim Ch­
loe’nin üvey kardeşi ile ilgili ona ne anlattığıydı ki bu delil ola­
rak sayılmaz. Bunu biliyorsun değil mi?”
“Ukalalık yapma.”
“O zaman sen de beni terk edilmiş bir koridora çekip zor­
balık yapma.” Öfkem alevlendi. Genelde iş yerinde asla bunu
yansıtmam Derwent’a. Bir sebeple anında karşılık verdi.
“Sana zorbalık yapmıyorum. Seni korumaya çalışıyorum.”
Öne doğru eğildi, parmağını yüzüme çok yakın sallayarak,
“Gerçekten de Burt’ün senden kurtulmak için bir sebep aradı­
ğını bilmiyor musun? Bu iş kötüye giderse, bunu senin üstüne

259
jane Casey

yıkacağını bilmiyor musun? Artık çavuş olduğun için ateş hat­


tında olduğunu görmüyor musun? Şu anda bazı sorumlulukla­
rın var ve ister inan ister inanma ama işleri berbat etmenin de
sonuçları var. Seni daha fazla koruyamam.”
Elini iterek, “Bana parmağını sallamayı bırak. Sanki hep beni
korumuş gibi. Benim hatırladığımsa seni beladan çıkardığım,
hem de bir kereden fazla.”
Birdenbire kuzu gibi olarak dudağını ısırdı. Bir an için, her­
kesi söylediği şeyi yapmaya ikna edecek çekiciliğini görmeme
izin verdi. “Hatırlıyorum. Bir ya da iki kere.”
“Birkaç kez.” dedim. “Ve bence Burt’ün ne kadar kızacağı
ile ilgili abartıyorsun. Benden o kadar da nefret etmiyor. Neden
benden kurtulmak istesin?”
“Çünkü sen gidersen, benim de gideceğimi biliyor.”
Kelimeler havada asılı kaldı. Derwent söylediğine pişman
olmuş gibi görünüyordu. Öfkemi sürdüremeyecek kadar şaşır­
dım. “Ne dedin sen?”
“Hiçbir şey.”
“Hiçbir şey değildi.” Bir an için gözlerimi kapadım. “Tur-
ner’ı ifade vermesi için ikna ettim. Bana arabada söylediklerini
tekrar edecek. İşbirliği yapmayı istiyor.”
“Peki ya katil oysa?”
“Katil olduğunu düşündürecek en ufak bir delil yok.”
“Bu aradığımız kişinin o olmadığı anlamına gelmez.”
“Biliyorum.” Turner’ı düşünerek kafamı yana eğdim. “Onun­
la bu şekilde konuşmak, tam olarak senin yapacağın bir şey
Bunu biliyorsun. Neden senin yapman sorun değil de, benim
yapmam sorun?”

260
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Sen ben değilsin.” dedi Derwent. “Ve ben olmaya çalışma­


maksın.”
Kapıyı hızla iterek açtı ve beni boş koridorda yalnız bırakarak
çıktı. Arkasında bıraktığı sessizlikte su damlatan bir musluk sesi
yankılanıyordu. Yavaşça ve düşünceli bir şekilde William Tur-
ner’ın yanına gittim. Gözleri kapalıydı ve Chris Pettifer’e başım­
la gidebileceğini işaret ettim. Yanıma geldi.
“Sen iyi misin?”
Nasıl göründüğümü düşünmek istemedim. “Uzun bir gündü.”
Başka bir şey söyleyip söylememekte kararsız kaldı, sonra ar­
kasından perdeyi çekerek dışarı çıktı.
“Şensin.” Turner bunu gözlerini açmadan söylemişti, buna
yemin edebilirdim.
“Evet.” Yatağın yanındaki sandalyeye oturdum ve iç çektim.
Bacaklarımdaki yorgunluğu oturunca hissettim.
“Gidip Nolan’ı görecek misin?”
“Evet.”
“Onu tutuklayacak mısın?”
“Chloe onun yaptıkları ile ilgili bir şey söyleyene kadar tu-
tuklayamam. Chloe yoksa dava da yok.”
Üzerine örtülü battaniyeyi sıkınca yumruk yaptığı elleri bir
an beyazladı. “Onun ödünü kopartır mısın?”
“Muhtemelen.”
Bir an için Turner’ın gözleri parladı. “Sana bunu anlattığım
için memnunum.”
“Ben de.”
“Chloe’nin nerede olduğunu bilseydim sana söylerdim. Ger­
çekten söylüyorum. Onun eve dönmesini istiyorum.”
“Ben de.” dedim tekrar.

261
i
22

eni kapısının önünde görünce, Brian Emery’nin yüzü asıldı

B ve önüme hoş geldin halısı açmadığı için onu suçlayamam.


“Ne istiyorsun?”
“Nolan ve Nathan burada mı?”
“Çocuklar mı?” Yutkundu. “Ne... Ne duydun? Chloe...”
“Hayır. Chloe anlatmadı. Bildiğin üzere o hâlâ kayıp.”
Boynunu eğdi. “Arabayı görünce, bir haber var diye düşün­
düm. Sandım ki -eğer onu buldularsa- buraya getirmişsindir
diye düşündüm. Sonra sadece ikiniz olduğunu gördüm ve iyi
haberler olsaydı, sadece ikinizin gelmeyeceğini düşündüm. Tele­
fonla arardınız. Telefonla aramanızı bekliyor, yani umuyordum.”
Brian Emery’e karşı yumuşadığımı hissettim. Gözleri çök­
müştü, saçları onu son gördüğümden daha seyrelmiş gibiydi,
kazağının kollarında yağ lekesine benzeyen izler vardı.
“En iyi adamlarımız dışarıda onu ve Bethany’i arıyor ve kızla­
rı bulana kadar da pes etmeyecekler. Bundan emin olabilirsiniz.”
Yanımda duran Pettifer duruş pozisyonunu değiştirdi, çok
fark ettirmeden bana bir mesaj vermek istemişti. Yerine getire­
meyeceğimiz sözler verme. Onun yanımda olmasını seviyordum.

262
ölülerin Konulmasına İzin ver

Güven veren sağlam ve istikrarlı bir duruşu vardı. Artı, ben ar­
kada kıvrılmış uyurken, Londra’dan buraya arabayı o kullandı.
Derwent gibi arabada kestirmeyi sevenlerden değildim ama de­
vam edemeyecek kadar yorgundum.
Yanımda Georgia yerine Pettifer’in olması benim için çok
daha iyiydi. Una Burt hastanenin koridorunda bana, Leknor’a
giderken Georgiayı yanıma almamı söylediğinde verdiğim “Ha­
yır!” cevabından sonra, yüzünün aldığı şekli hâlâ düşünmek is­
temiyordum. O kadar sert söylemiştim ki, Burt’e tartışma fırsatı
vermemiştim.
“Çocuklar burada mı?” diye sordum tekrar. “Okullarıyla ko­
nuştum ve hafta sonu için eve geldiklerini söylediler.”
“Onların burada olmasını istedik. Karım onları burada
istedi. Sanırım, tüm bu olanlar onu çok üzdü. Hepimiz için
endişe verici.” Birden gözleri sulandı ve yaşlarını sildi. “Affe­
dersiniz.”
“Özre gerek yok.” dedim. “Korkarım ki ikisiyle birden ko­
nuşmam lazım.”
“Avukatımı çağırmam gerekecek.”
“Bu resmî bir soruşturma değil.” dedim. “Herhangi bir yetiş­
kinin olması yeterli.”
“Hayır, bu şekilde olmasını istemiyorum.” dedi Brian Emery
ve ilk defa onu başarılı bir iş adamı yapan çelik iradeyi gördüm.
Sonra gülümsedi. “Gelmesi çok uzun sürmez. Buradan beş daki­
ka uzaklıkta bir mesafede yaşıyor.” Avukat, Brian aradıktan tam
sekiz dakika sonra geldi. Üzerinde kadife pantolon, kareli göm­
lek ve yeşil bir yelek vardı. Hafif terlemişti. İri yarı bir adamdı
ve kapıdan içeri girdiğinde, oda gözüme birden küçücük geldi.
“Kusura bakmayın. Bahçeyle uğraşıyordum. Brian için her şeyi

263
Jane Casey

yaparım.” Hâlâ ıslak olan elini uzattı ve ben tırnaklarının için­


deki toprağı fark etmemiş gibi davrandım.
“Dedektif Maeve Kerrigan ve Dedektif Chris Pettifer”
“Harry Miles.” Kafasının çok gerisinde başlayan ve öndeki
boşluğu telafi etmek istercesine yakasına kadar uzanan kıvır­
cık, gri saçları vardı. Ellili yaşlardaydı, iyi beslenmiş olduğu her
hâlinden belliydi, yakışıklıydı. Cin gibi bakan mavi gözlerine
baktım, bir suçlu avukatı olmasa da onu hafife almamam gerek­
tiğini anladım.
“Çocuklardan ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Üvey kız kardeşlerinin annesinin ölümünü araştırıyoruz.”
“Kate.” diye araya girdi Brian Emery.
“Üvey kız kardeşleri kayboldu.”
“Çok üzücü.” dedi Miles. “Ama neden çocuklarla konuşmak
istediğinizi anlayamadım.”
Brian Emery e döndüm. “Nolan ın arabası var mı?”
Yutkundu. “Okulda.”
“Son zamanlarda arabasını kullandı mı?”
Miles beni izliyordu. “Brian?”
“O, şey...” Yalvaran gözlerle bana bakıyordu. “Okulla konuş­
tunuz mu?”
“Evet konuştum.”
Emery kendini toparladı ve arkadaşına döndü. “Nolan uzak­
laştırma aldı. Dün gece okuldan geç vakitte çıkmış. Kapıdaki
görevli, gece yarısı arabasının olmadığını fark etmiş. Saat iki bu­
çukta geri dönmüş ve görünmeden gizlice girmeye çalışmış ama
görevliler kapıda bekliyorlardı.”
“Nereye gitmiş?”

264
ölülerin Konuşmasına İzin ver

Çaresizce omuzlarını silkti. “Onu bu sabah aldık ve hiçbir


şey söylemedi. Ondan beri de odasında. Nathan da bilmiyor.”
“O da mı burada?” diye sordu Miles.
“Onu da eve getirdik ama sadece hafta sonu için. Nolan
uzaklaştırma aldı ama okul müdürü okula dönmesine izin ve­
rilmesinin çok muhtemel olmadığını söyledi.” Emery’nin yüz
ifadesinden bunun dünyanın sonu olduğunu düşündüğü anla­
şılıyordu.
“Hadi onlarla konuşalım.” dedim. “Eğer sizin için sorun
yoksa önce Nolan la.”
“Neler oluyor?” dedi Belinda Emery altında kadife eşofman,
üstünde ona hiç uymayan tişörtüyle. Saçlarını taradığını sanmı­
yordum. Yüzü solgundu, kaşları birbirine girmişti.
“Çocuklarla konuşmak istiyorlar.”
“Konuşamazlar.” Burun delikleri genişledi. “Durdur onları
Harry.”
“Bence onlarla burada konuşmalarına izin vermek çok daha
iyi Belinda. Alternatifi karakolda ifade vermek.”
“Ne?”
Başımla onayladım. “Doğru söylüyor. Ben de onlarla burada
konuşmayı tercih ederim.”
“Bu bir taciz.” Gözlerini Miles’tan kocasına çevirdi. “Bir şey
yapamaz mısın?”
“Bence işlerini yapmalarına izin vermeliyiz.” diye mırıldandı.
Belinda nın yüzü asıldı, “işe yaramazsınız.”
“Belinda...”
“Hepsi Chloe’nin hatası. Senin kızın benim oğlumun haya­
tını mahvediyor.” dedi Belinda.

265
jane Casey

“Bununla ne demek istiyorsunuz?” diye sordum.


“Çok açık değil mi?” diye anında cevap verdi.
“Benim için değil. İlk önce, hangi oğlunuzu kastediyorsu­
nuz? Hayatını dediniz, hayatlarını değil. Hangisinden bahsedi­
yorsunuz?”
Yüzü karardı. “Sizinle daha fazla konuşmak istemiyorum.”
“İyi.” Harry Miles’a baktım. “Önce Nolan o zaman, sonra
Nathan. Oturma odasında bekliyoruz.”

Harry Miles, Nolan’ı aşağıya indirip oturma odasına getirene


kadar bir sürü küfür etti ve getirmesi on dakikasını aldı. Hoş
derin bir sesi vardı ve ev, onun her kelimesini duyabileceğimiz
kadar küçüktü. Odaya adım attığında, neredeyse Nolan için
üzülecektim. Sanki bütün korkuları birbiri ardına gerçekleşiyor-
muş gibi çok şaşkın ve paranoyak görünüyordu. Gerçi, William
Turner’ın bana anlattıklarını düşününce, onun korkularının so­
mutlaşmış hâli olmayı hiç takmadım. Nolan, Miles’ın kendisine
gösterdiği yere oturdu ve ben kıyafetlerine harcadığı paradan
dolayı ondan nefret etmemeye çalıştım. Pahalı spor ayakkabı­
ları, özel dizaynlı bir kot, markalı bir gömlek giymişti ve kalın
gümüş kayışlı bir dalgıç saati takıyordu. Elinde, ekranı çadamış
ve koruyucusu eskimiş olmasına rağmen, kesinlikle en son çıkan
iPhone’lardan olduğu belli olan telefonunu tutuyordu.
Sehpayı işaret ederek, “Elindekini bırak.” dedim ve o da bı­
raktı. Talimatlara uymak üzere yetiştirilmiş. Sosyetik okullar
bazı şeyler için iyi oluyor.
On sekiz yaşında olduğunu biliyordum ama daha büyük gös­
teriyordu, yüzü kırmızı ve tombuldu. Uzun düz bir burnu ve
kalın dudakları vardı, eğer saçını farklı kestirse ve biraz da kilo

266
ölülerin KennymaeiM İzin ver

verse potansiyeli vardı. Tabii nereden başlaması gerektiğini bil­


miyordum. Bana baktığında, gözlerindeki kasveti gördüm.
“Nolan, neden seninle konuşmak istediğimizi biliyor mu­
sun?”
“Hayır.”
“Chloe ile ilgili, üvey kız kardeşin.”
Parmaklarını birbirine geçirdi ve onu yönlendirmesi için
Harry Miles’a baktı. Miles da yumuşak bir ifadeyle ona baktı.
“Dün gece nereye gittin Nolan?”
“Ne?” Bunu beklemiyordu. “Hiçbir yere.”
“Gece yarısından önce okuldan çıktın ve iki buçukta dön­
dün.” Kafamı notlarımdan kaldırdım. “Hiçbir yer için çok uzun
bir süre.”
“Bunun Chloe ile hiçbir ilgisi yok.” Yüzü kızarıyordu. “Özeldi.”
“Devam et.”
“Başka bir şey söylemiyorum.”
“Londra’ya gittin mi Nolan?”
“Hayır.”
Pettifer’e döndüm. “Sence plakaları değiştirmeyi düşünmüş
müdür?”
“Bundan şüpheleniyorum.”
“O zaman ANPR’ye sokacağız.”
“O da nedir?” Nolan gözlerini benden Pettifer’e çevirdi.
“Otomatik plaka tanıma yazılımı. Ana yolları kullanan her­
hangi birini takip edebileceğimiz anlamına geliyor.” dedi Petti-
fer. “Her yerde kameralarımız var.
Bu birazcık abartıydı ama Nolan inandı. “Londra’ya gitmedim.”

267
Jane Casey

“Nereye gittin o zaman?”


“Oxford.”
“Oxford’da nereye?”
“Başımın belaya girmesini istemiyorum.”
“Başın zaten belada.” diye hemen cevabı yapıştırdım. “Nere­
ye gittin?”
“Iffley Caddesi’nin sonundaki bir eve.”
“Neden?”
“Uyuşturucu almak için.” Başını öne eğdi ve iki ya da üç kez
derin nefes aldı.
“Kendin kullanmak için mi?”
“Buna cevap verme.” dedi Miles ve Nolan şaşkınlıkla ona
baktı.
“Ne çeşit uyuşturucu?” diye sordu Pettifer.
Eee...
“Ekstazi mi?” diyerek teyit etmek istedim.
“Evet.”
“Sen içtin mi?” Eğer içtiyse bu konuşmaya devam etmenin
bir anlamı yoktu.
“Hayır.”
“Nerede?”
“Yukarıda, odamda.”
Bu da çıkmadan önce orayı aramam gerektiği anlamına ge­
liyordu. Nolan verdiği her cevapla benim işimi arttırıyordu.
“Uyuşturucu satan birini nerede bulacağını nasıl öğrendin?”
Sanki deliymişim gibi yüzüme baktı. “Facebook’ta varlar.”
Tabii ki vardılar. “Bunu neden daha önce söylemedin?”
“Atılırdım. Çünkü okulumda yasak.”

268
ölülerin Konulmasına İzin Ver

“Ama üvey babana göre zaten atılmışsın.” dedi Pettifer.


“Evet ama gerçekten benim hatam değil, yani çoğunlukla
benim hatam değil. Nerede olduğumu bilmiyorlardı. Yani o
kadar kötü değil. Muhtemelen başka iyi bir okula girebilirim.”
Homurdandı. “Brian beni bu evden göndermek için ne kadar
pahalı olursa olsun, parasını öder.”
“Şimdi değil.” Harry Miles’ın sesindeki soğukluk bir anda
odadaki havayı buza çevirdi.
“Bana Chloe’yi anlat.” dedim.
Nolan m yüzü karardı. “Onu sevmiyorum.”
“Neden?”
“Yalan söylüyor. Anneme ona sarkıntılık ettiğimi söylemiş.”
Parmaklarını birbirine kenetledi: Beyaz tombul eller, yenmiş tır­
naklar. Çirkin eller.
“Yaptın mı?”
“Bu onun hayaliydi. Yarı uykuluydu.”
“Buraya son geldiğinde mi oldu bu?”
Başıyla onayladı.
“Onun odasında miydin?”
“Evet. Odasına... Bir şey ödünç almak için gittim. Uyandı ve
çığlık atmaya başladı.”
“Saat kaçtı?”
“İki.”
“Gece iki.”
“Evet.”
“Gecenin ikisinde ne ödünç almak istedin?” diye sordu Pet­
tifer, yüzünde gerçekten de hiç inanmadığını gösteren bir ifade
vardı.

269
JANE CASEY

“Bekleyin. Chloe resmî bir suçlamada mı bulundu?” diye


sordu Harry Miles.
“Hayır.”
“O zaman şansınızı deniyorsunuz.”
Ona kibarca gülümsedim. “Son geldiğinde neden kaçtığını
öğrenmek istiyorum. Bir şey pazar sabahı erkenden onu tekrar
Londra’ya gönderdi ve arkadaşlarından biri, bana bunun Nolan
yüzünden olduğunu söyledi.”
“Bu bir kanıt değil.” Miles, Nolan’a döndü. “Daha fazla soru
cevaplamana gerek yok.”
Yüzü kırmızıydı, boynu da kızardı. “Bana sapık dedi. Anne­
me bir kaçık olduğumu söyledi.”
“Bu ilk yapışın mıydı?” diye sordum.
Bana öfkeyle baktı, burun delikleri genişledi. “Buna evet
demeyeceğim çünkü yaptığımı kabul etmek demek. Hayır
da demeyeceğim çünkü bu da bunu çok yaptığımı söylemek
olur.”
“Bu bir bilmece değil. Bana gerçeği söylemeni istiyorum.”
“Ona daha önce hiç dokunmadım ve daha sonra da hiç do­
kunmadım.”
Direkt burun kemiğime baktı, bu bir yalancı numarasıydı.
“O zaman neden o kadar üzgündü? Neden kimseye bir şey
söylemeden erkenden evden kaçtı?”
“Çünkü annemin ona kızacağını biliyordu.” Gözlerine yansı­
mayan bir gülümseme. “Annem, Chloe ona sızlanmaya gittiğin­
de öfkeden deliye döndü ve gerçekten de bu onun hatasıydı, her
zaman dar ve kısa etekler giyip bir sürtük gibi davranıyordu.
“Hiçbir şey olmadığını sanıyordum.”

270
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Şey, ne?” Destek için Harry Miles’a baktı ama karşılığında


soğuk bir bakış aldı.
“Peki, neydi hatası?” diye sordum. “Eğer hiçbir şey olmadıysa
yani.”
Sessizlik.
“Şu an için bu kadar yeter mi?” diye sordu Harry Miles bana.
“Sanırım. Nathan’la da konuşsam iyi olacak.” Erkek kardeşi­
ne gülümsedim. “Sadece adil olmak için.”
“Nathan hiçbir şey bilmiyor.” Bir anda gözleri yaşla doldu,
burnunu çekti. “Nathan okuldan kovulmamın komik olduğu­
nu düşünüyor. Daha önce de böyle düşünmüştü.”
“Daha önce de mi atıldın?”
“Üç kere.” Bir kez daha burnunu çekti. “Annem, beni anla­
madıkları için bunun onların suçu olduğunu söylüyor.”
Nolan başı önde, ayaklarını sürüyerek odadan çıkarken,
zengin olduğu için şanslı olduğunu düşündüm. Eğer fakir
doğsaydı, çok erken yaşlarda ve çok sık hapse girerdi. Tabii
Brian’ın parası, pahalı okulları, iyi avukatları, sempatik psi­
kolog raporlarını ve pahalı rehabilitasyonları karşılayabiliyor.
Sonuçta Nolan da bunun doğru olduğunu düşünerek uyuş­
turucu kullanmaya, kadınlardan faydalanmaya ve istediğini
almaya devam edecek.
Nathan ağabeyinin daha kısa versiyonuydu. Gözleri koca­
mandı, asık bir surat yerine daha çocuksu bir suratı vardı. Aynı
ben merkeziyetçi karakterin gösterişli tavırları, ağır ağır konuş­
ması ve istediğinin olması gerektiğine inanıyordu.
“Neden sizinle konuşmak zorundayım? Televizyon izliyor­
dum.”

271
jane Casey

“Çünkü bu polisle ilgili bir olay.” Harry Miles öfke saçan


gözlerle ona baktı. “Bu yüzden de ben sana dur diyene kadar,
onların sorularına cevap ver.”
Dürüst olmak gerekirse, Nathan elinden geleni yaptı ama
Nolan ın bize söylediklerine de bir katkıda bulunmadı. Sadece
bir detay, kafamdaki Chloe resmine bir detay eklendi. Söyle­
dikleri Turner’m söylediklerini destekliyordu. Buna şaşırmıştım.
“Bana memelerini gösterdi.” Kıkırdadı.
“Bir kere mi yoksa daha sık mı?” diye sordum.
“Bir kere. Ben ondan bunu yapmasını istemedim. Trambo-
linde zıplıyordu ve beni onu izlerken gördü. İndi ve tişörtünü
kaldırdı.”
“Sen ne yaptın?”
“Hiçbir şey.” Mahcup olmuş gibi görünüyordu. “On dört
yaşındayım.”
“Ailene söyledin mi?”
“Hayır.”
“Nolan a?”
“Asla. Bana çok kızardı.”
“Bunu neden yaptığını biliyor musun?”
Burnunu kırıştırdı. “Kafadan çadak olduğu için mi?”
Arkasında Harry Miles ile odadan çıktığında, mükemmel
yastıkların üzerine kendimi bıraktım ve söylendim. “Neler olu­
yor bu ailede?”
“İyi şeyler değil.” Pettifer homurdanarak ayağa kalktı. “Beni
ne şaşırtıyor biliyor musun?”
“Ne?”
“Sadece bir cinayetin olması. İki ya da üç adayım daha var ve
onlarla yeni tanıştım.”

272
ölülerin Konulmasına İzin ver

23

azartesi sabahı, pazartesi sabahı sendromuyla ofise girdim ve

P bu hâlde tek olan da ben değildim. Daha içeriye girmeden


Derwent’in nutuk çektiğini duyabiliyordum. Una Burt’ün ofisin-
deydi, kapı kapalıydı ama görüntüsünden kızgın olduğu belliydi.
“Neler oluyor?” diye sordum Liv’e.
“Hiçbir fikrim yok.”
ikimiz de orada öylece durduk ve bir süre Safari’de kanlı bir
cinayeti izleyen turistler gibi onları izledik. Tek tek kelimeleri
okumaya çalıştım. Tüm konuşmayı Derwent yapıyordu; daha
doğrusu bağırmayı. Una Burt’ün yüz ifadesini görmek için yer
değiştirdim: Sıkılmış görünüyordu, büyük ölçüde. Beni gördü
ve emreder gibi beni çağırdı.
Kahretsin!
Yorgun bir şekilde ofisine doğru yürüdüm ve kapıyı açtım.
Derwent döndü.
“Ooo demek işe gelebildin?”
“Gecikmedim ki.” dedim gecikmediğimi bilerek ama yine de
saatime bakıp kontrol etme isteğimi bastırmaya çalışarak. “Ne­
ler oluyor?”

273
jane Casey

“Oliver Norris için T çıktı.”


T takipsizlik demekti; yani onu tutuklayan polisler onu suç­
lamaya veya bir soruşturma daha yapmaya gerek görmemiş.
“Nasıl? William Turner kanlar içindeydi. Sana vurmasını hiç
söylemiyorum bile.”
“Evet. Bunu fark ettim.” Yüzünde vurduğu yer mavimsi bir
mor olmuştu ve acı verdiği belliydi.
“Josh bununla ilgili bir soruşturma açmama kararı verdi.”
Una Burt’ün sesinde herhangi bir yargılama yoktu ama Derwent
her hâlükârda bunu kötü yorumladı.
“Onu bana vurduğu için suçlamamın zaman kaybı olacağını
düşündüğüm için. Turner’ın içini dışına çıkardı.”
“Sen, sana vurduğu için onun hakkında şikâyetçi olmaya te­
nezzül etmedin.” dedi Una Burt. “Çok anlaşılır bir durum.”
“Bak, yapacak daha önemli işlerim vardı.”
“Turner şikâyetçi olmadı mı?” Onu hastanede yarı baygın
hâlde bırakmıştım. “Norris’in ağır fiziksel zarar vermekten yar­
gılanacağını düşünüyordum.”
“Ona kimin vurduğunu görmediğini söyledi.” Burt omuzla­
rını silkti. “Onu anlayabilirsin. O sokaklarda yaşamak zorunda.
Komşun için, uzun bir tutukluluğa sebep olacak bir suçlamada
bulunmak çok da eğlenceli değil.”
“Onu ölesiye dövmeye hazır bir komşuyla yaşamak zorunda.
Bu, birazcık duyacağı sosyal utançtan daha iyi.”
Una Burt iç çekti. “Bu konuda yapacak hiçbir şeyimiz yok,
Maeve.”
“Saldırının bir kısmını gördük.” dedim. “Ya biz bununla il­
gili ifade verirsek?”

274
ölülerin Konulmasına Ulu ver

“Eğer Turner iş birliği yapmayacaksa, savcılık olayı mahke­


meye götürmeye çok istekli olmayacaktır.” Kurbanın böyle bir
olayda, kanıt göstermek istememe sebebini açıklamak zor. Bu
durumda jüri olayın tümünün anlatılmadığını düşünüyor ve
mahkûm etmiyorlar.”
Derwent’a döndüm. “Ya sen? Şimdi ifade verebilirsin. O
morluk...”
Elini kaldırdı ve dokundu. “Evet, yapabilirdim ama gerçekçi
olmak gerekirse, bana vurduğu için hapishanede tutulmayacak
değil mi? Bir iki saat içinde kefaletle salınacak ve biz yine başla­
dığımız yere döneceğiz.”
“Yani eve döndü.” Dudağımı ısırdım. “Peki ya Turner?”
“Bir gece tuttular ama sanırım bugün bırakıyorlar. Ameliyata
gerek olmadı. Beyin sarsıntısından korkuyorlardı.”
“Bence birinin Norris’e gidip onaTurner’dan uzak durmasını
hatırlatması gerekiyor.”
“Ben gönüllüyüm.” dedi Derwent gaddarca.
“Bu iyi fikir değil.” dedi Una Burt.
“Hadi ama... Onunla kavga etmeyeceğim. Ama Kerrigan’ın
kibarca bela açmamasını söylemesini dinlemeyecektir, değil mi?”
“Bunu söylemek beni ne kadar üzse de, haklı. Norris en iyi
zamanda bile kadınların söylediklerine önem veren adamlardan
değil.”
“İyi.” dedi Burt. “Ama onunla git, Maeve. Bu arada, senin
davranışlarınla ilgili herhangi bir şikâyet duymak istemiyorum
Josh. Hâlâ son olayla ilgili formlar dolduruyorum.”
Derwent masumca gözlerini kırptı. “Sana söyledim, hepsi bir
yanlış anlaşılmaydı.”

275
jane Casey

“Bunu söyledin, evet.” Bir dosyayı açtı ve okumaya başladı.


“Gidin hadi.”

Oliver Norris’in evinin biraz uzağına park ettim ve


Derwent’la beraber geri eve yürüdük. Sokağın geçirdiği korku
dolu günler yerini yavaş yavaş hayatın normal akışına bırakı­
yordu. Burası Kate Emery’nin bildiği Valerian Caddesi’ydi;
pencere temizlikçileri, dağıtım arabaları, metal direklerle ya­
pılmış yapı iskeleleri ve evin etrafına bir iskele kurdukları için
kullandıkları kötü dil.
Normal, ayrıcalıklı, orta sınıf hayatı.
Ve bir numaralı kapının arkasında: kanı içine emmiş halılar,
kan lekeli duvarlar.
İki numaralı kapının arkasında: morarmış parmak eklemleri,
boş yataklar ve Tanrı’nın sözleri.
Üç numaralı kapının arkasında: çatlaklar, dikişler, nefes al­
mak için verilen savaş, hayat için verilen savaş.
Acaba dört numaralı ya da beş numaralı kapıyı çalsam, nasıl
bir özel cehennem bulacağım?
Kapıyı Oliver Norris açtı.
“Ne istiyorsunuz?”
Ancak birkaç saniye sonra cevap verebildim. Dikkatimi da­
ğıtan Norris’in görünüşüydü, saçları darmadağınıktı ve gözleri
sanki ağlamış gibi şiş ve kırmızıydı. Hafif uzamış sakalı, çenesini
daha koyu renk gösteriyordu. Sanki çok uyuyamamış gibi göz­
lerini kısarak bakıyordu. Evde müzik çalıyordu; kilise korosu.
Fark ettiğim anda, müziğin sesi açıldı.
“Her şey yolunda mı, Bay Norris?”

276
ölülerin KenuıiMsına İzin ver

“Evet, tabii ki.” Kendini toparlamaya çalıştı. “Sizin için ne


yapabilirim?”
“Size birkaç tavsiyede bulunmak için uğradık.” dedi Derwent.
“Bay Turner hakkında.”
Norris başıyla onayladı. “Ben de öyle düşündüm.”
“Ondan uzak durman gerek. Onunla konuşma, ona bakma,
onunla yolun aynı tarafında yürüme. O yokmuş gibi davran.”
“Hepsi bu mu?”
Derwent ne hareket etti ne de konuştu ama yüz ifadesi Nor­
ris’in bir adım geri atmasına sebep oldu. “Tamam, tamam. Ne
demek istediğinizi anladım. Onu görmezden geleceğim.”
“Ciddi, çok ciddi suçlamalara maruz kalmadığın için çok
şanslısın. Bay Turner’ın sizin hakkınızda şikayette bulunması
için herhangi bir sebep varsa, anında ve olması gerektiği gibi
soruşturmanızın sürmesi için elimden geleni yapacağım.”
“Not alındı.” Norris boğazını temizledi. “Yüzün için özür di­
lerim. Canın yanmış gibi görünüyor.”
“Elinin acıdığı kadar acıyor diyebilirim.”
Norris kafasını eğdi ve parmak eklemlerine baktı. Şişmiş ve
morarmışlardı, derisi çizilmişti. “Evet, dün biraz kendimi dağıt­
tım. Ders alınmıştır.”
“Umarım.” dedim.
Bana hızlı bir bakış attı ve herhangi bir düşmanlık hissetme­
dim. Onu zorlamıştım ve o kaybetmişti. İlahî bir şimşekle yerle
bir edilmediğim için şaşırmıştım.
“Uğradığınız için teşekkürler.” Kapıyı kapatmaya başladı
ve iki şey oldu: Koro sustu ve ben ayağımı kapı aralığına koy­
dum.

277
jane Casey

“Kapatma. O ne?” Org yeniden yüksek sesle çalmaya başla­


madan önce altı, yedi saniyelik bir sessizlik oldu. O arada çok
net bir şekilde hıçkırıklarla ağlayan birini duydum.
“Ben hiçbir şey duymadım.” dedi Norris.
“Biri ağlıyor.” dedim.
“Ben de duydum.” Derwent belki duydu, belki de duymadı
ama beni yalnız bırakmak istemedi. “Neler oluyor?”
Norris’in omuzları çöktü. “Umuyordum ki -istedim ki- ba­
kın dün gece çok geç saatlerde geri geldi. Sizinle konuşacak du­
rumda olduğunu sanmıyorum.”
“Kim geri geldi? Bethany mi? Chloe ile mi? Neredelermiş?
Bize neden söylemediniz?” Sorular ağzımdan ardı ardına çıkı­
yordu. Derwent yavaşça elime dokundu, o kadar belli belirsiz
yaptı ki Norris asla fark edemezdi.
“Bethany. Bethany eve geldi.”
“Chloe gelmedi mi?”
Kafasını salladı.
“Ne zaman?”
“On bir ya da on iki. O civarlarda.”
“Birine söylediniz mi? Polise?”
“Hayır.” Norris kafasını salladı. “O kaybolduğunda konuştuğu­
muz memuru aradım ama görevde değildi. Ona mesaj bıraktım”
Genel vardiya düzenini düşününce ancak dört gün sonra ala­
cağı bir mesaj: İki gün erken, iki gün geç, iki gece ve dört gün
izin. Sesimdeki öfkeyi saklayamadım. “Hâlâ onu arıyorlar ve
Chloe’yi. Bethany’nin Chloe’yi bulmamıza yardımcı olabileceği
aklınıza gelmedi mi?”
“Hiçbir şey bilmiyor.”

278
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

“öncelikli olarak, Chloe’nin neden kaybolduğu hakkında


benden daha çok şey biliyor.”
“Onunla konuşmamız lazım.” dedi Derwent sözümü kese­
rek. “Hemen şimdi.”
“iyi değil.” Norris yeniden kapıyı kapatmaya başladı. “Ko­
nuşamaz.”
“Israr etmek zorunda kalacağım.” dedim.
“Ve ben de bizi yalnız bırakmanız konusunda ısrar etmek
zorunda kalacağım.” Norris’in yüzü kıpkırmızı oldu.
“Ollie.” Arkasından Eleanor göründü ve elini omzuna koy­
du. “Sorun yok.”
“Bırak da ben halledeyim.”
“Tabii.” Başını eğdi. “Niyetim sana karışmak değildi ama
onunla konuşmaları gerekiyorsa...”
“Kimseyle konuşacak durumda değil.” Norris’in omuzları
çöktü. “Döndüğünden beri tek kelime etmedi.”
“Ben onunla oturdum.” diye mırıldandı Eleanor. “Tek kal­
mamalıydı.”
“Lütfen.” dedim yalvarıp kendimi küçük düşürerek. “Ch­
loe’nin hatırı için. Bethany onun tehlikede olmasını istemez.”
Norris uzunca bir süre bana baktı ama boş boş, aslında gör­
meden. Sonra başıyla onay verdi.
“Gidip ona burada olduğunuzu söyleyeceğim.” Eleanor bir
adımını merdivene attıktan sonra durdu. “Şu anda yatakta, o ne­
denle de onunla konuşması için kadın memur tercihimiz olur.”
“Tabii.” dedi Derwent. Sesi kibardı ama çenesinde oynayan
kası tamamen farklı bir hikâye anlatıyordu. “Dedektif Kerrigan
onunla konuşurken bekleyeceğim.”

279
Jane Casey

“Sanırım bu cn iyisi.’’ Eleanor merdivenlerden çıkmaya devam


etti. Norris eve girebilmemiz için geri çekildi, yüzü taş gibiydi.
“Eğer onu üzersen...”
“Yapmak istediğim en son şey bu.”
Homurdandı. “Eminim.”
“Zaten üzgün gibi görünüyor.” diye yorum yaptı Derwent.
“Ağladığını düşünürsek.”
“Çok yorgun. Hepimiz çok yorgunuz.” Norris başını salla­
dı. “Tüm bunlar, sanki hepsi bir kâbus. Kate’e olanlar... - Tabii
ki Chloe’nin bizimle kalmasına izin vermek zorundaydık ama
bunun ne kadar zor olduğunu bilseydim... Ve Bethany’nin ka­
çacağını... Yani, Bethany bizim önceliğimiz olmalıydı. Eminim
anlayabilirsiniz.”
“Anlıyorum.” dedi kısaca. Kızını korumaya çalıştığını ve Ka­
fein kızının umurunda olmadığını anlıyorum. Hristiyan yardımı
için çok fazla.
“Giydiği kıyafetleri alabilir miyiz?” diye sordum.
Norris’in gözlerinden bir gölge geçti. “Sanırım Eleanor onla­
rı yıkadı. Aslında, yıkadığından eminim.”
Yalandı ama zorla gülümsedim. “Hiç önemli değil. Çamaşır
makinesinden sağ çıkanlar gerçekten şaşırtıcıdır.”
“Arabadan delil torbalarını alıp, herkese Bethany’nin bulun­
duğunu haber vereceğim.” Derwent kapıdan çıktı ve Norris’in
arkasından kapıyı kapatmak için sabırsızlandığını biliyordum.
“Dedektif? Yukarı gelebilirsin.” diye seslendi Eleanor.
Norris’in fikrini değiştirme ihtimaline karşın yanından o ka­
dar hızla geçtim ki sebep olduğum esintiyi hissettim. Eleanor
kızının yatak odasının kapısının önünde duruyordu.

280
ölülerin Konuşmasına izin Yer

“Çok uzun sürmesin. Dinlenmeye ihtiyacı var.”


Bethany yatağın içinde kıvrılmıştı, örtülerin altında küçük
bir figür. Yüzünü görene kadar yatağın etrafında dolaştım. Göz­
leri sımsıkı kapalıydı ve yüzünde hüzün vardı. Odanın perdeleri
çekilmişti ve onu zar zor görüyordum. Perdelerden birini biraz
açtım ve Bethany gözlerini kırptı.
“Affedersin Bethany. Burası biraz karanlık.”
Zayıf görünüyordu, yüzü kızarmış ve ateşliydi. Gözlük olma­
dan gözleri, incinmeye hazır ve savunmasız görünüyordu. Du­
dakları çatlamıştı ama şifonyerin üstünde bir bardak su vardı.
Eğilip, elini alnına koyarken, “Bir doktor gördü mü?” diye
sordum. Ateşi vardı ve elimi hissedince geri çekildi.
Eleanor hayır anlamında başını salladı. “İyiydi. Doktora ihti­
yacı yoktu. Dinlenmeye ihtiyacı vardı.”
“Bethany, Chloe’nin nerede olduğunu bilip bilmediğini sor­
mam lazım.”
Tüm bedeni titredi ve gözlerini sımsıkı kapadı.
“Onu en son ne zaman gördün?”
Cevap yok.
“Başı belada olabilir, Bethany. Hatta tehlikede. Onu acilen
bulmamız lazım.”
“Ve siz bunun için ne yapıyorsunuz?” Karanlığın içinde Ele­
anor’un sesi çok yüksek çıkmıştı. “Yani benim kızımı rahatsız
etmek dışında.”
“Sosyal medya ve ana haberlerde fotoğrafları çıktı. Bugün de
ulusal haberlere çıkacak.” Saatimi kontrol ettim. “Saat bir ha­
berlerinde olacak.”
“Ama kaybolmasının üstünden iki gün geçti.”

281
Jane Casey

“Savunmasız kişiler her zaman kaybolabilir.” Ayağa kalk­


tım. “Biz Chloe’nin mahremiyeti ve güvenliğini dengeliyorduk.
Özellikle de şu anki durumuna baktığımız zaman. Medya, kay­
bolmasıyla çok ilgilenecek. O nedenle gerçekten neden gittiğini
ve nereye gitmeyi planladığını bilmek zorundayız.”
“Eğer Bethany bilmiyorsa, size söyleyemez.”
“Bunu anlıyorum. Bildiği herhangi bir şey bize yardımcı
olabilir.” Yeniden çömeldim. “Bethany nereye gittiniz? Nerede
saklanıyordunuz?”
Cevap yok.
“Birlikte miydiniz?”
Hafifçe başıyla onayladı.
“Tüm bu süre boyunca mı?”
Yine başıyla onayladı.
“Ne zaman ondan ayrıldın? Ya da o mu seni bıraktı? Saklan­
manız için size biri yardım etti mi? Tartıştınız mı?”
Göz kapaklarının altından gözyaşları süzülüyordu.
“Bethany, lütfen.”
“Bu kadar yeter.” dedi Eleanor, sanki kızını benden koruması
gerekiyormuş gibi onun üzerine eğilerek.
“Ama ihtiyacımız olan...”
“Hayır. Üzgünüm. Hemen çıkmanız lazım.”
“Bethany, benimle konuşabileceğini biliyorsun. Sen ya da
Chloe’nin başı belada değil. Chloe’nin güvende olduğundan
emin olmamız lazım.”
Bethany örtünün altına yüzünü sakladı ve tüylerimi diken
diken yapan alçak bir ağlama sesi duyuldu.
“Şimdi gidin lütfen. Gidin.” dedi Eleanor.

282
ölülerin Konuşmasına İzin var

“Çok yakında tekrar geleceğim, Bethany.” dedim. Ve seninle


annen araya girmeden konuşmayı umuyorum. Eleanor’un önünde
konuşmaktan korkup korkmadığını bilmiyordum ama bunu da
göz ardı etmemeliydim.
Aşağıdaki koridor çok kalabalık görünüyordu ama sadece üç
kişi vardı; üçü de çok iri adamlar olduğu için böyleydi. Oliver
Norris, Derwent ve Morgan Norris. Ben merdivenlerden aşağı­
ya inerken, Morgan Norris başını kaldırdı ve sırıttı.
“Eğer bu Juliet Bravo değilse...”
“Bu onun çağırma şekliydi, adı değildi.” dedim.
“Senin hakkında sevdiğim şey doğruya olan bu tutkun.”
Morgan tutku kelimesini bastıra bastıra söyledi ve tenimde bir
ürperti hissettim. Yüzümün ne şekle girdiğini bilmiyorum ama
Derwent’in benimle Morgan ın arasına girmesine sebep oldu.
Morgan son ana kadar yerinden kıpırdamadı ama sonra geri çe­
kildi. “Tamam. Sorun yok.”
“Kardeşim adına özür dilerim.” dedi Oliver arkamdan.
“Gerek yok.” Evden çıkmak istiyordum. Boğucuydu, ortam
çok gergindi. “Eğer Bethany benimle konuşmak isterse, ben he­
men gelirim. Her zaman.”
“Gecenin bir yarısı bile mi?” diye sordu Morgan sonra da,
Derwent dönüp ona öfkeyle bakınca ellerini havaya kaldırdı.
“Tanrım, bir adam basit bir soru soramaz mı?”
“Eğer sensen, hayır.”
“Beni sevmiyorsun değil mi? Bunu anlıyorum.”
Sıklıkla, eğer Derwent kurşungeçirmez yelek giyse onunla ça­
lışmak daha kolay olur diye düşünürdüm, böylece onu beladan
çekip çıkarabilirdim. Artık bir ağızlık takmasının çok da kötü bir
fikir olmadığını düşünmeye başlamıştım. Boğazımı temizledim.

283
jane Casey

“Sanırım burada işimiz bitti.”


Hemen değil ama sonunda Derwent harekete geçti ve beni
takip etti. Kulağıma fısıldamak için dirseğimden tutup bana iyi­
ce yaklaşmadan önce, kapının arkamızdan kapanmasını bekledi.
“Oraya tek başına gitmeni istemiyorum. Ne olursa olsun.”
“Hiçbir şey yapmaz.”
“Ben o kadar emin değilim. “Derwent omzunun üstünden
arkasına baktı. “Onu sevmiyorum. Erkek kardeşini de sevmiyo­
rum. Eğer o eve gidersen, beni de alacaksın.”
“Gecenin bir yarısı olsa bile mi?” diye sordum, Morgan’ı tak­
lit ederek.
“Özellikle o zaman.” Kollumu salladı. “Bana söz ver.”
Söz verdim. Söz vermek zorundaydım. Söz verene kadar ko­
lumu bırakmayacağını bilecek kadar onu iyi tanıyordum.
Ofise dönerken benzin almak için yolda durduk. Parayı öder­
ken, Derwent’a kahve aldım. Bu barış teklifinden çok, onu dı­
şarıda bıraktığım için gireceğimiz tartışmayı engellemek içindi.
Arabada beklemiyordu. İçimi çektim ve etrafima bakındım,
sonunda onu gördüm. Araba yıkamanın yanında bir aşağı bir
yukarı yürüyordu, telefonda derin bir sohbetteydi. Pompanın
önünü kapatmamak için arabayı çektim ve Kate Emery ve Mor­
gan Norris’i düşündüm. Morgan Norris’i ufacık bir delil bul­
duğum anda, Kate’i öldürdüğü için tutuklamayı ne kadar çok
istediğimi düşünerek arkama yaslandım.
Önümde karanlık bir figür belirdiğinde, kahvemden bir yu­
dum alıyordum ve kalbim neredeyse yerinden fırlayacaktı. Ka­
pıyı hızla açıp, elini omzuma koyan Derwent’a öfkeyle baktım.
Diğerini de arabanın üzerine koydu, bana doğru eğildi. Özel
alan onun saygı duyduğu bir kavram değildi.

284
ölülerin Konulmasına İzin ver

“ödümü patlattın.” dedim. “Ne istiyorsun?”


“Chloe’yi bulduklarını düşünüyorlar.”
Bir anda rahatlamayla gevşedim. “Bu harika, ikide iki.” Son­
ra yüzündeki ifadeyi gördüm. “Harika değil.”
“Surrey’e gitmemizi istiyorlar.” Sonrakini söylemesi biraz za­
man aldı. Eğer söylemeseydi bile fark etmezdi. Ne geleceğini
biliyordum ama duymak istemedim. “Bir ceset bulmuşlar.”

285
24

urrey büyük bir bölge ama şanslıydık, tabii buna şans der­

S seniz; ceset M25’in ilerisindeydi. Londra’dan neredeyse ay


kadar uzak olan bir köy yoluna bırakılmış, eski bir karavanın
arkasına park ettim. Güneş parlıyordu, kuşlar ağaçta şarkılar
söylüyordu, hava tam piknik havasıydı.
Sessizce bagajın yanında, plastik çizmelerimi giydim. Cina­
yet mahallîne onlarla girmenin daha iyi olduğunu duymuştum.
Sıra sıra dizilmiş araçlara bakarken, Una Burt’ün aracını gör­
düm ve patoloğun BMW’sini. Çetenin hepsi burada...
“Hazır mısın?” diye sordu Derwent.
Başımla onayladım ve yoldan aşağıya yürümeye başladım. 0
da benimkine uyum sağlamak için adımlarını kısaltarak, hızıma
ayak uydurdu. Tepemizde dönen, gittikçe sesi daha da yükse­
len uçağı duyabiliyordum. Kendi kendime Heathrow Havaala­
nı’nın yakınımızda olduğunu hatırlattım. Medeniyetten o kadar
da uzak değildik.
Üniformasız bir memur kimliklerimizi kontrol etti ve elin­
deki kâğıda suç mahallîne girdiğimize dair not aldı. Bizi kü­
çük, ormanlık araziyi andıran bir yerden geçmemiz için yön­
lendirdi.

286
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Buradan beş dakika uzakta. Ağaçların öbür tarafına geçtiği­


nizde onları göreceksiniz.”
Ormanlık arazi, belirli bir yönü olan yollar yerine, sürekli
kullanıldığı için oluşmuş patikalardan ve aşırı büyümüş çim ve
otlardan oluşuyordu. Güneş ışığı, yaprakların arasından yere
yansıyarak toprağı süslüyordu. Burada yürümek çok hoş ol­
malıydı.
“Kim buldu onu? Köpek gezdiren biri mi?”
“Sormadım.” dedi Derwent.
Bunun hakkında espri yapmayalı çok olmuştu.
Memur haklıydı. Ağaçların arasından çıktığımız anda, gide­
ceğimiz yeri görmek çok kolaydı. Una Burt’ün durduğu yere
gitmek için otlu bir alandan geçtik, diğerlerinden biraz daha
uzak bir yerde. Yaklaştıkça alanın nadiren görünen bir ağaç ve
çalılıklarla çevrili olduğunu gördüm; boşluklar da erkeçsakalı ve
ısırgan otuyla doldurulmuştu. Diğer tarafta sığ bir dere, tembel­
ce kayalıkların üzerinden akıyordu. Su seviyesi alçaktı, kenarları
yeşille doluydu. Beyaz takımlılar, bileklerine kadar suya girmişti,
inceliyor, ölçüyor ve örnekler topluyorlardı. Çok geç. Çok geç.
İçimden gelenleri bastırdım ve şef müfettişe zorla selam ver­
dim. “Patron.”
“Nerede?” Direkt konuya giren Derwent’ti.
Burt konuşmadan işaret etti ve onu gördüm, bizden uzakta
sırtüstü çimlerin üstünde yatıyordu. Saçları ıslaktı ve otlar gibi
karışmıştı. Chloe... Ama artık hayat onu terk ettiği için Chloe
değildi. Çıplaktı, bedeninin solgunluğu çimlerin üzerinde daha
belirgin oluyordu. Baldırında ufak bir çamur vardı ama vücu­
dunda bundan başka bir işaret görmedim. Bacakları birbirine
yakındı, kolları bitişikti.

287
jane Casey

“Biri onu dereden mi çıkardı?” diye sordu Derwent.


“Onu bulan adam. Sudan sürükleyerek çıkarmış, sonra ölü
olduğunu fark etmiş ve suni teneffüs yapmanın bir anlamı kal­
mamış. Sonra göğsüne ağrı girdi. Onun için bir ambulans çağır­
mak zorunda kaldık.”
“Buralı mı?”
“Arazinin sahibi. Burada olması garip değil.”
“Neden burası?” dedim etrafıma bakarak. “Yoldan uzak ve
hiçliğin ortasında.”
“O kadar da uzak bir bölge değil.” dedi Burt. Başka bir uçak
daha yaklaşıyordu. Yukarıyı gösterdi. “Uçuş güzergâhı.”
Üçümüzde kafamızı yukarı kaldırarak uçakların geçişini izle­
dik. îniş takımları hazırdı ve büyük motorlar kükrer gibi ses çı­
karıyorlardı. Yüzlerce insan uçakta olmalıydı, aşağıda olanlardan
bihaber, olanlarla hiçbir bağı olmadan.
“Birçok insan doğa yürüyüşü için burayı seçmez sanırım.”
dedim, sesler uzaklaşınca.
“Kate Emery’nin cesedini de buralarda arayacağız, az sonra
kadavra köpeği burada olacak.”
“Kesinlikle Chloe.” dedi Derwent. “Bundan eminiz.”
“O.” dedim, kendimden emin.
Burt başıyla onayladı. “Bunun hakkında şüphe yok mu
resmî kimlik tespiti için babasına ihtiyacımız olacak.”
Birden bu beni fiziksel bir şiddete maruz kalmışım gibi sars­
tı, bir an için nefes almakta zorlandım. Telefonla aranmaz Bay
Emery; en kötü haberleri, soğuk yüzlü memurlar getirir ve bunu
durdurmak için hiçbir şey yapamazsınız.
Una Burt, gözlerinde şüpheyle bana bakıyordu. “İyi misin?"

288
ölülerin Konulmasına Ulnvor

Bir şekilde başımla evet dedim. Neyse ki telefonu çaldı ve


' ben rahatladım, ona cevap vermek için uzaklaştı. Derwent’in eli
kolumdaydı ve sıkıca tutuyordu.
Sadece ben duyabileyim diye mırıltıyla, ‘‘Kendini topla” dedi.
Bu yapılmaması gereken bir şeydi, cinayet mahallînde duy­
gusal olmak. Bu bir çocuk olmadığı sürece... Çocukları önem-
seyebilirdin. Onların masum bedenleri için ağlamak normaldi.
Eğer ağlamazsan garipti; artık bittiğinin, iş değiştirmenin ve ci­
nayet soruşturması yerine başka bir şey yapmanın zamanının
İj geldiğinin işaretiydi. Fakat yolunu bulmak için mücadele etmiş,
.. doğdukları günden beri kurban olmuş genç kadınlar için ağla­
mak normal değildi. Eğildim, acı midemin içinde dolaşıyordu.
■■

“Senin neyin var, Kerrigan?” Beni geri çekti, ben nefesimi


u kontrol etmeye çalışırken, diğer memurlar görmesin diye bir
- kalkan gibi önüme geçti. Birkaç saniye içinde ağlamayacağım­
dan ya da kusmayacağımdan emin değildim. Hangisi daha kötü
olurdu bilmiyordum.
Sonunda ona bakmadan, “Ben iyiyim.” dedim.
“Herhangi bir ilaca ya da bir şeye ihtiyacın var mı?”
Başımı salladım. “Onu bulacağımızı düşünmüştüm.”
“Bulduk.”
“Ne demek istediğimi biliyorsun.”
“Kesinlikle.” Sesi buz gibiydi. “Onun için yas tutmak senin
•! işin değil, Kerrigan. Senin işin onu bu hâle getiren lanet pisliği
j' bulmak.”
Bir uçak göğü delerek geçti. Sarsacak derecede gürültüsü
/ yüksekti. Bunu uzaklaşmak için bir bahane olarak kullandım.
Derwent’in bir kurbanla kurulan duygusal bağı anlamasını bek-
I
i; leyemezdin, neden anlayabileceğimi düşündüm bilmiyorum.

289
Jani: Casey

Patolog inceleme yapıyor vc not alıyordu. Kafasını yukarı


kaldırıp bana bakana kadar, Dr. Early’nin yanında durdum. Kü­
çük yüzü gülümsemeyle yumuşadı.
“Bunun senin davalarından biri olduğunu bilmiyordum,
Maeve. Normal davalarından çok daha farklı.”
“Bu başka bir davaya bağlı.” Ben ona gülümseycmedim ve
onun gülümsemesi de kayboldu. “Şu anda net cevaplarınızın
olmadığını biliyorum ama hana ne zaman öldüğünü söyleyebilir
misin?”
“Net bir cevap veremem.” Dr. Early yeniden notlarına dön­
dü. “Henüz çürüme belirtileri yok, o nedenle uzun süredir bu­
rada olduğunu düşünmüyorum ama başka bir yerde saklanmış
olabilir, öldükten sonra, kan toplanmasından dolayı vücudun
bazı yerleri morarır, onun sırtında ve bacaklarında bu morluklar
var. öldükten sonra bir süreliğine, dizleri göğsüne doğru çeki­
lerek kıvrılmış bir vaziyette, kapalı bir yerde tutulduğunu söy­
leyebilirim.
“Kapalı bir yer. Bir araba bagajı gibi mi?”
“Kesinlikle.”
“Yani orada ölmedi.”
“Bundan emin olamam ama bence burada ölmemiş.”
“Nasıl öldü?”
“Bunu da söyleyemem ama aramızda kalsın, ben bunun bo­
ğulma olduğunu düşünüyorum.”
“Boğulma mı?” Titredim. “Bu bir kaza olabilir mi?”
“Kollarında vc omuzlarında morluklar var. Kaza diyemem.
Suya bastırılmış.”
“Sadece bir kişi bunu yapabilir mi?”

290
Ölülerin Kanatmasını İrin ver

“Eğer morluklar aynı anda yapıldıysa, hayır.” Dr. Early kaşla­


rını çatarak cesede baktı. “Çok mücadele etmemiş. Zapt etmek
kolay olmuş gibi görünüyor. Tırnak içlerinden örnek aldım ve
hiçbir şey bulamamak beni şaşırttı.”
Gözlerini yüzümden ayırmayan Derwent, “Su bunu zorlaş­
tırmıştır.”
“Bu doğru.” dedi Dr. Early. “Suda olması birçok kanıtı sil­
miştir ama oldukça uzun tırnakları var ve hiçbiri kırılmamış.
Eğer hayatı için mücadele ettiyse, birkaç tanesinin kırılmasını
beklerdim.”
“Belki de teslim oldu.” dedim. “Yumuşak başlı bir kızdı. Söy­
lenileni yapmak üzere yetiştirilmişti.”
“Ben onun alkol ya da uyuşturucu derecesini merak edi­
yorum. Tehdit edildiğinde içgüdüsel olarak mücadele edersin.
İnsanlar mücadele etmez çünkü buna karşılık veremeyecek du-
rumdalardır. Göz bebeğinden biraz sıvı alıp incelemeye gönder­
dim.”
Derwent irkildi. “Yüce Isa. Sadece biraz kan alamaz miydin?”
“Gözdeki bu saydam ve renksiz sıvı daha net sonuç verir.”
Dr. Early vahşice gülümsedi.
“Cinsel tacize uğramış mı?” diye sordum.
“Herhangi bir zarar gözlemlemedim. Tabii ki gerekli örnek­
leri aldım.”
Dr. Early, Chloe’nin yattığı yere tekrar baktı. “Otopsiden
sonra daha çok şey öğreneceğim. Otopsiyi de yarın yapacağım.
İsterseniz gelin.”
Ben kesinlikle Chloe Emery’nin bedeninin parçalara ayrıl­
dığını görmek istemiyordum. Ne kadar bilimsel ve profesyonel
bir süreç olsa da.

291
Jane Casey

“Orada olacağız.” dedi Derwent ve vurgusu dikkat çekiciydi.


Bundan sıyrılabileceğini zannetme Kerrigan.
“Şimdi cesedi kaldıracaklar.” Dr. Early bana baktı. “Onu gö­
türmeden önce, daha yakından bakmak ister misin?”
Yapmak zorunda hissettim. Ona bunu borçlu olduğumu his­
settim, annesine ve hiç gelmeyecek bir telefonu bekleyen babasına.
Adli ekibin, botlar yumuşak çamura iz bırakmasın diye serdik­
leri paspasların üstüne dikkade bastım ve Chloe’nin yüzüne bak­
tım. Genellikle gördüğüm ceseder hep yabancılara aittir, hareket
ederken, konuşurken ve gülerken görmediğim insanlara. Daha
önce var olduklarını bile bilmeden hayatları sona eren insanlara.
Chloe’yi Chloe yapan ruh ondan ayrılmıştı. Her zaman söylenen­
lerle aynı fikirde olmasam da, şu anda dinin varlığını unutmak
moda olsa da, ben bu sebeple, çocukluğumun kumalında altın bir
iplik gibi duran dini reddetmiyordum. Onda bir kesinlik ve ra-
hadama vardı, sakin bir kabulleniş, beden sendeleyerek düştükten
sonra hayatın devam edeceğine dair. Chloe Emery’nin bedeninin
başında durdum ve onun ruhu için dua ettim.
O gün daha sonra -bayağı sonra- yeniden Oliver Norris’in
evinin önünde durdum. Bu sefer yanımda Georgia vardı. Bu
Una Burt’ün fikriydi. Derwent’in buna karşı çıktığını ve hiç­
bir yere varamadığını biliyordum. Burt, Georgia’nın ve benim
kimsenin korumasına ihtiyacımız olmadığını söyledikten sonra
buna üzülmem zordu. Zaten, yıllardır kabullenmesini istediğim
şey de bu değil miydi?
Ve şimdi evin kapısını çalıyordum. Kapıyı açmaya Eleanor
geldi. Beni görünce sendeledi.
“Ne var?”
“Bethany nerede? Hâlâ yatakta mı?”

292
ölülerin Konulmasını İzin ver

“Evet.”
“Bir şey söyledi mi?”
“Hayır.”
“Onunla konuşmam gerek.”
Eleanor başını salladı. “Konuşamazsın. Dinlenmesi gerek.”
Mutfak kapısı açıldı ve yüzü mezar gibi olan Gareth Selhurst
koridora girdi, “iyi misin, Eleanor?”
“Evet ama Bethany ile konuşmak istiyorlar.”
“Umarım imkânsız olduğunu açıklamışsındır.”
' “Tabii ki.”
Sonunda kontrolümü kaybederek, “İmkânsız değil.” dedim.
? “Bir cinayet soruşturmasının önemli parçası.”
Selhurst öne doğru geldi ve Eleanor’u arkasına aldı. “Tek is-
î teğimizin yardım etmek olduğunu anlamanız gerekir.”
i “Öyleyse yolumdan çekilin ve bırakın Bethany ile konuşa-
; yım.
“Aciliyetin nedenini anlamıyorum.” Gülümsedi. “Geç oldu,
< siz çalışıyor olabilirsiniz ama Bethany dinleniyor. Neden yarın
yine gelmiyorsunuz?”
i1
, “Çünkü onunla şimdi konuşmam gerek.” Karşılıklı meydan
okuma beni hiçbir yere götürmeyecekti. Ufak bir kandırmaca
işe yarayabilirdi. Anahtarlarımı elimden yere düşürdüm ve Sel­
hurst ile Eleanor’un arkasına doğru gitti. Her ikisi de yere bak­
tılar. Bu bir refleksti, buna engel olamazlardı; dikkatleri dağıl­
dığında vaizin yanından hızla geçerek merdivenlere yöneldim.
Georgia hemen arkamdaydı. Bethany’nin kapısı kapalıydı ama
iterek açtım. Bethany gözleri kapalı, bıraktığım yerdeydi. Nefesi
düzensizdi ve uyumadığını biliyordum. Işıkları açtım.

293
Jane Casey

“Bana bak Bethany.”


Kıpırdamadı.
“Bana bak.”
Yavaşça, isteksizce gözlerini açtı.
“Chloe’yi bulduk Bethany.” Tepkisinin ne olacağını görmek is­
tedim, önce umut, sonra korku. “Üzgünüm ama haberler iyi değir
“O...”
“O öldü.” Bu kapıda duran Georgia’ydı.
“Bu doğru değil.” Bethany bana baktı, yüzünde ızdırap vardı.
“Bu doğru değil.”
“Korkarım ki doğru. Biri, bugün erken saatlerde Heathrow
Havaalanı yakınlarındaki ormanlık bir arazide cesedini bulmuş.”
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bedeni sarsılıyordu.
Oliver Norris bir hışımla odaya girdi, Georgia’yı iterek geçti.
“Bunu yapamazsınız. Böyle şeyleri ona söyleyemezsiniz.”
Sessizce, “Gerçek bu.” dedim. “Gerçeği bilmeye hakkı var.”
“Ona yardım etmeye çalışan insanlara güvenmediği zaman,
neler olduğunu bilmeyi hak ediyor.” Georgia’nın sesinde yine
o üstünlük taslama vardı. Bethany nin bize ve Chloe’ye yardım
edebilecek olduğunu bilmek çok can sıkıcıydı çünkü ben onun
ağzından hiçbir şey alamamıştım.
“Sanırım sen doğruyu yaptığını düşünüyordun, Bethany.
Sanırım sen Chloe’nin senden yapmanı istediği şeyi yaptığını
düşünüyordun ama şimdi, bunu ona kimin yaptığını bulmamız
lazım. Kim ona zarar verdi, Bethany? Kim onun bedenini sanki
bir çöpmüş gibi öylece attı?”
“Onu yalnız bırakın. O size yardım edemez.” Oliver Nor­
ris’in yüzü bembeyazdı. “Ona boş yere işkence ediyorsunuz.

294
Ölülerin Konuşmasına İzin ver

Suçlayacak birini arıyorsunuz çünkü Chloe’yi zamanında bula­


madınız ve şimdi Bethany’i suçluyorsunuz.”
“öyle bir şey yok.” dedim. “Chloe’yi bulma şansımız hiç ol­
madı. Birini suçlamam gerektiğini düşünmüyorum. Sadece onu
öldüren kişiyi kesinlikle bulmamız gerektiğini düşünüyorum.”
“Bethany tehlikede olabilir.” dedi Georgia ve Oliver da, nasıl
böyle bir şey düşünebilir diye, ona zarar vermek ister gibi üzeri­
ne yürüdü. Ben de aynı şeyi düşünmeme ve sezmeme rağmen,
keşke yüksek sesle söylemeseydi diye düşündüm.
“Georgia lütfen aşağıya gidip beni orada bekler misin?”
Benimle tartışacağını sandım ama yüzünde isyankâr bir ifa­
deyle gitti. Tekrar konuşmaya başlamadan önce gitmesini bek­
ledim.
“Bethany, Chloe’ye ne olduğunu bulmamıza yardımcı ola­
bilecek tek kişi sensin. Bizimle konuşmalısın. Hatta ailenle.
Güvendiğin biriyle. Sessiz kalarak ve bitmesini umarak bundan
saklanamazsın. Şimdi ya da sonra olanlar hakkında konuşmak
zorunda kalacaksın.”
“Lütfen. Git.” Gerginlikten sesi az çıkıyordu. Gitmek iste­
medim ama Bethany’nin yüzü ona ulaşamadığımı gösteriyordu;
henüz hazır olmadığını ya da konuşamayacağını.
Oliver’ın yanından geçerek dışarı çıktım, koridorda durarak
bekledim. Kapıyı arkasından kapattı ve ateş püsküren gözlerle
bana baktı.
“Onunla bu şekilde konuşmamalıydın.”
“Öğleden sonrayı Chloe’nin babasıyla geçirdim. Onun cesedi
için kimlik tespiti yapmak zorunda kaldık.” Kollarımın arasında
ağladı, acı aynı bir vahşi hayvan gibi onu paramparça etmişti.
Oliver geri adım attı. “Affedersin.”

295
Jane Casey

“Zordu.”
“Bilmiyordum.” dedi.
“Neyi bilmiyordun?”
“Bu kadar önemsediğini. Senin için sadece bir iş diye düşün­
düm.”
“Bazen öyle.” Beni ne kadar etkilediğini gösterdiğim için uta­
narak aşağıya baktım. “Bazen işten çok daha fazlası.”
Georgia beni kapıda bekliyordu ve koridorda kara kara dü­
şünen Gareth Selhurst’le yeniden bir diyaloğa girmekten sakın­
dığı için onu suçlayamazdım. Bana anahtarları verirken kafasını
salladı ve öfkeden kan beynime sıçradı, ikimizde arabaya binip
kapıları kapatana kadar bekledim.
“Sorun ne?” Georgia.
“Bir çocuk gibi beni aşağıya gönderdin. Meslektaşına böyle
davranmazsın. Bu saygısızca.”
“Benim saygımı bir hak olarak görme. Bunu kazanman la­
zım.” dedim buz gibi bir sesle. “Ve orada tamamen amatörce
davrandın.”
“Bana profesyonellik hakkında ders vermeye cüret etme.
Herkes olabilir ama sen değil.”
“Bu ne demek?”
“Bir şüpheliyle kayboldun ve onu hastaneye getirirken oya­
landın. Oraya geldiğinde, bir baktık ki senin emrin altında.”
Bana öfkeyle baktı. “Ne yaptığını bilmiyorum ama bazı fikirle­
rim var.”
Başımı salladım. “Saçmalıyorsun.”
“Öyle mi? Dedektif Derwent öyle düşünmüyor ama.”
Bir an için gerçekten büyük tehlikedeydi, öfkemin arttığını

296
ölülerin Konuşmasına İzin Kor

hissettim. Beni tutan, onun kendimi kaybetmemi istediğini bil-


memdi. “Dedektif Derwent ile bu konuyu konuştum. Ayrıca
onun konusunu açmana sevindim çünkü ben de seninle onun
hakkında konuşmak istiyordum. Dedektif Derwent’in desteğe
ihtiyacı olduğunda, geride durdun. Bir memura yardım etmek­
ten çok kendin için endişeleniyordun.”
“Bağlantı kurmaya çalışıyordum.”
“Yardım çağırıyordum demenin değişik bir versiyonu.”
“Binlerinin soğukkanlı olması lazım. İkiniz sanki burası Vah­
şi Batı’ymış gibi davrandınız. Bunu yapmazsın. Destek çağırır­
sın. Beklersin. Aptalca riskler almazsın.”
“Hayır, riskleri hesaplarsın ve ona göre davranırsın. Kendini
tehlikeye atarsın. îş bu Georgia ve eğer bundan hoşlanmıyorsan,
bunu yapmaya çalışmamaksın. Hem eğer işini düzgün yapma­
yacaksan da seninle çalışmak istemiyorum.”
“Canavarlarla zayıf arasında durmak.” Bu bir polis deyimiy­
di, işimizi özetleyen bir cümle. Ve hiçbir polis bunu küçümse­
yerek söylemezdi.
“Eğer istersen.” dedim buz gibi bir sesle. “Bu, zayıf olan senin
dediğini yapmıyor diye ona zorbalık etmekten çok daha iyidir.
Bethany de, Chloe gibi kurban ve eğer bize güvenmezse, hiçbir
şey anlatmaz.
Dudaklarını birbirine bastırdı. “Benden kurtulmakla ilgili
sözlerini gerçekten kastettin mi?”
“Ben...” Başımı salladım. “Bilmiyorum. Eğer sana güvene-
meyeceksem, seninle çalışmak istemiyorum.”
“Bana bir şans ver.”
“Zaten verdim.” dedim yumuşak bir ses tonuyla.

297
Jane Casey

“O zaman ben de Başkomiser Burt’e, Turner’la ne yaptığını


anlatacağım. Nasıl davrandığını.”
“Bu mu? Elinde olan bu mu?”
“Bundan memnun olmayacaktır.”
“Muhtemelen olmaz.” dedim. “Ama neden yaptığımı anla­
yacaktır. Una Burt bir polis, işletmeci değil. Senin öğretmenin
ya da annen değil. Kurallara uyuyor çünkü buna mecbur ama
kazanmak da istiyor. O da canavarlarla zayıflar arasında durmak
saçmalığına inanıyor çünkü durum o noktaya geldiğinde, o da
aynı benim gibi.” Arabayı çalıştırdım. “Ekipte kalıp kalmama
kararını sana bırakıyorum. Sen seç.”
“Ya kalmayı seçersem?”
“O zaman bu işi hakkıyla yaptığından emin ol.”

298
25

orgun dışında, sert yaz melteminin bulutları sürükleyi­

M şini izledim. Rüzgâr kıyafetlerimi çekiyor, saçımı dağıtı­


yordu. Keşke sigara içseydim dediğim o anlardan biriydi, orada
tek başıma durmak için bir sebebim olsun diye. Arkamdan kapı
açıldı ve Derwent dışarı çıktı.
“İyi misin?”
“Evet.”
“Sonuna kadar kalabildin.”
Yarım bir kahkaha attım. “Kalamayacağımı mı umuyordun?”
“Hayır. Üzerine düşeni yapacağını biliyordum.”
“Bu söylediğin tartışmaya açık.” Yüzündeki yargılamayı ya da
acımayı görme riskini alarak ona baktım.
Gördüğüm ikisi de değildi. Ortada bir yerdeydi, kaşlarını
çatmıştı. “Kimse bundan hoşlanmaz. Belki patologlar ama nor­
mal olan kimse hoşlanmaz.”
“Biliyorum. Çok sayıda otopsiye girdim.”
“Ama tanıdığın biri olunca farklı oluyor.”
“Sadece etten kemikten olduğumuzu hatırlatıyor.” Bunu dü-
şünmemeye çalışıyordum: Organlar ve nasıl o şekilde yerleştik-

299
JANE CASEY

leri, açtığınız zaman gördüğünüz bir insanın içindeki şaşırtıcı


düzen ve tertip.
Derwent ürperdi. “Biftek ve böbrek turtası yeme zamanımı
dört gözle beklememi zorlaştırıyorsun.”
“Pazar günü hayattaydı.”
“Evet.”
“Biz deponun etrafında dolaşıp, Turner ve Oliver Norris ile
ilgilenirken... Onun üvey erkek kardeşleriyle konuşurken...”
Yutkundum. “Yaptığım ya da söylediğim bir şey onun hayatını
tehlikeye attıysa?”
“Bu mümkün.”
“Beni rahatlattığın için çok teşekkür ederim.”
“Ne? Bunun doğru olduğunu biliyorsun.”
“İlaç almıştı.”
“Diazepam.” Derwent kaşlarını çattı. “Onu uyuşturup kafa­
sını karıştıracak kadar, dedi doktor.”
“Yani onunla mücadele etme şansı çok azdı.” dedim kelime­
lere bastırarak. “Zayıftı, değil mi? İlaç vermeseydi bile, çok fazla
sorun çıkaracağını zannetmiyorum ama biri bu işi şansa bırak­
mak istememiş.”
“Eğer uyuşuk ve zihni bulanıksa, belki de neler olduğunu
bilmiyordu.”
“Mücadele izlerinin olmamasını açıklar.”
“Üç kırık kaburga kemiği.” dedi Derwent ve ben titredim.
“Keşke onun için daha fazla şey yapabilseydim. Onu asla
Norrislerle bırakmamalıydım.”
“O bir yetişkindi. Onun tercihiydi.”
“Yine de. Onun olması gereken yer babasının yanındaydı.”

300
Ölülerin Konulmasına İzin ver

“Ve o da babasına yaklaşmazdı bile.” dedi Derwent.


“Üvey erkek kardeşinden korkuyordu.” Bir saniyeliğine dü­
şündüm. “Belki de yeteri kadar korkmuyordu.”
“Neden böyle söylüyorsun?”
“Nolan’ın arabası vardı. Okulda bir süreliğine kayboldu. Bel­
ki de Chloe’yi alıp bir yere bırakacaktı.”
“Ve bunun yerine onu öldürdü.”
“Mümkün, eğer ona yardım etmesi için çocuğa şantaj yap­
tıysa. Belki de onun yaşamasının çok riskli olduğunu düşündü.”
“Onu boğması ya da ölene kadar dövmesi daha olası değil mi?”
“O kadar da atletik değil. Belki de onunla kavga etmeyi göze
alamadı.” Ciğerleri temiz suyla dolmuştu; kir yoktu, çakıl ya da
kum tanesi yoktu. “Su dolu bir banyoda onu boğmak yeterdi.
Babasına göre pazar gecesi dışarıdaydı ve bırakıldığı yer, evine
giden yol olan M40tan milyonlarca kilometre uzakta değil.”
“Okuldan neden çıktığı ile ilgili anlattığı hikâye kontrol edil­
di mi?”
“Komik bir şekilde, uyuşturucu satıcıları net olarak onu ha­
tırlamıyor ve ifade vermek istemiyor, yardım etmek için ya da
tam tersi. Tabii ki ona diazepam sattılarsa bile bunu söylemez­
ler.” Hayal kırıklığı içinde iç çektim. “Oxford’daki kameralarda
arabasını arayabiliriz ama şehir merkezinden geçmedi. Onu bu-
lamasak bile, orada olmadığı anlamına gelmez.”
“O kadar gecenin içinde, okul dışında olmak için o geceyi
seçmiş olması birazcık garip.”
“Tesadüfler olur. Eğer bir mazeret uydurmak istediyse, muh­
temelen içinde yasa dışı aktiviteler bulunan ve görgü tanıkları
uyuşturucu satıcıları olan bir şey seçmezdi.”

301
JANE CASEY

“Eğer moronsa seçebilirdi.”


“Seçebilirdi ve bir moron da olabilir. Ya Morgan Norris?”
“Ne olmuş ona?”
“O yırtıcı bir hayvan.”
“O zaman öldürmeden önce ona tecavüz de ederdi.”
“Belki yanlış hesap yaptı ya da DNA’sı hakkında çok fazla
bilgimiz olduğuna karar verdi. Ona çok kez DNA’dan bahset­
tim. Büyük bir uyarı levhası kaldırmış olabilirim.” Yeniden içim
ürperdi. “Eğer katiliyle aynı evde yaşadıysa, kendime katlanabi­
leceğim! sanmıyorum.”
“Bunun seninle ilgisi yok. Annesi öldü diye ondan sen sorumlu
değildin.” Kaşlarını çattı. “Neden seni bu kadar rahatsız ediyor?”
“Çünkü...” yutkundum. “Çünkü hiç kimse Chloe’ye kuralla­
rı anlatmamış. Kimse ona bakmamış ve onu insanları tanımaya
ihtiyacı olan genç güzel bir kadın olarak görmemiş.”
“Ne kuralı?”
“Eğer genç ve güzelsen, bedenin bir kamu malı olarak gö­
rüldüğü- Eğer fırsatları olursa, erkeklerin senden faydalanacağı.”
“Bazı erkekler. Hepsi değil.”
“Çok nadir ve iş işten geçene kadar da, kendilerini belli et­
mezler.”
“Bu sebeple mi böyle giyiniyorsun?”
“Nasıl?” Sade pantolonuma ve gömleğime baktım. “İşteyim.”
“Ben seni iş dışında da gördüm. Fark edilmek istemiyormuş
gibi giyiniyorsun.”
“Sen de North Face’le anlaşman varmış gibi giyiniyorsun.
Sanki herkesin senin izinde olan bir polis olduğunu düşünmesi­
ni istiyorsun. Ne olmuş?”

302
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Sadece ilginç, hepsi bu.”


“Sana göre belki.”
“Tecavüze uğramadı.” Yumuşak bir şekilde konuyu yeniden
Chloe’ye getirdi. “Kavga etmedi. Eğer sarhoşsa ya da uyuşturu­
cu aldıysa ne olduğunu bilmiyor olabilirdi.”
“Bilmediğini umuyorum.” Güvendiği birinin birden tanın­
mayan bir şeye, bir canavara dönüştüğünü gördüğünde nasıl
korktuğunu hayal edebiliyorum.”
“Sence Chloe’yi öldüren ile Kate’i öldürenle aynı kişi miydi?”
“Umarım, öyle değilse iki kişi yakalamamız gerekecek.”
Derwent sırıttı. “Daha temiz olurdu.”
“Her kimse, Chloe ona güveniyordu ve Kate’in de evine zorla
girilmemişti.”
“Öyle görünüyordu.” Derwent çenesini ovdu. “Kate’in evine
bir daha bakmak ister misin? Belki bize bir fikir verir. Anahtarlar
bende.”
“Ofise dönmemiz gerekmiyor mu?”
“Burt anlayacaktır.” O an karar verilmişti zaten, rahatlığı in­
sanı çileden çıkarırdı. Arada bir Una Burt için üzülüyordum.
“Tamam. Putney’e.”
İkimiz de, polis koruması çoktan gitmesine ve artık ev koru­
ma altında olmamasına rağmen, hemen Kate’in evinin yanına
park ettik. Pencereler hırsızlara ve basına karşı tamamen tah­
ta çakılarak kapatılmıştı, kapı da bantlanmıştı. Belki tek olsam
önüne park etmek istemezdim.
Arabasının bagajında, galoş ve eldiven arayan Derwent’in
yanına gittim. “Eğer bana anahtarları verirsen, kapıyı aça­
rım.”

303
jane Casey

Ceplerini yoklayarak döndü, arkama baktı ve kaklarını çattı.


“Neler oluyor?”
William Turner topallayarak bize doğru yürüyordu. Yüzü­
nün her yerinde morluklar vardı ve bir elini de destek veriyor­
muş gibi göğsünün üstüne koymuştu.
“Sorun nedir?” dedim.
“Bethany aradı beni.” Göğsü inip kalkıyordu, her nefes alış­
ta köprücük kemiklerinin arasındaki alan derinleşiyordu. “Dün
akşam ona ne söyledin?”
“Neden? Ne söyledi?”
“Chloe’nin ölmesinin onun hatası olduğunu mu söyledin?”
Derwent kaşlarını kaldırarak bana baktı.
“Söylemedim.” dedim, sonra Georgia yı düşünerek, “Ama o
öyle bir sonuca varmış olabilir.”
Turner öksürdü. “Onu gerçekten üzmüşsün.”
“Gidip onunla konuşacağım.” Evine doğru yürümeye başladım.
“Orada değil.” Turner ceplerini yokluyordu. Aradığı şeyi bu­
lamıyordu. Nefes cihazı. Aman ne harika.
Derwent ayağa kalktı ve onu kolundan tuttu. “Hadi dostum,
seni eve götürelim.”
“Henüz değil.” Telefonunu çıkardı. “Şimdi onunla konuş­
tum. Artık kendine katlanamayacağını söyledi. Beni hoşça kal
demek için aradığını söyledi.”
“Hoşça kal mı?” diye tekrar ettim aptalca. “Neredeydi?”
“Bilmiyorum.”
“O mu seni aradı?” Norrislerin ona telefon vermediğini ha­
tırladım. “ödemeli telefondan mı?”
Yine öksürerek başını salladı. “Chloe’nin telefonu onda.

304
Ölülerin Konulmasına İrin ver

“Telefonunun şifresini açıp bana verir misin?” Söylediğimi


yaptı ve bana uzattı, elleri titriyordu. “Tanrı aşkına, onun için
yardım çağır.” dedim Denvent’a. “Nefes cihazına ihtiyacı var ve
muhtemelen bir ambulansa.”
Çatlak bir sesle, “İyi olacağım.” dedi Turner ama dudakları
maviye dönüyordu.
Derwent bir sürükleyerek bir taşıyarak onu evine götürdü.
Güvende olana kadar onu bırakmayacağını biliyordum. Tur-
ner’ın telefonunda en son arananlara girdim ve Chloe’nin tele­
fon numarasını buldum. İletişim bilgisini kendi telefonuma da
gönderdim ama onu aramak için Turner’ın telefonunu kullan­
dım, açmasını umarak.
Dua ederek.
Ve telefonda “Alo.” yerine, rüzgârın uğultusunu duydum ve
hıçkırıkla ağlayan bir ses.
“Bethany?”
Uzun, sinirleri harap eden bir sessizlik. Sonra: “Ne... Kim bu?”
“Dedektif Maeve Kerrigan. Bethany neredesin?”
“William nerede? Neden onun telefonundan arıyorsun?”
“O verdi bana.”
“Sana mı verdi?” Bir burun çekiş. “Neden?”
“Seninle konuşmam için.”
“Ben William’la konuşmak istiyorum.”
“Şu anda seninle konuşamaz. Nefes cihazını almak için eve
gitti. Nefes alışverişi iyi değildi.”
Sessizlik. Dikkatle dinledim, arabaların geçişlerini duydum.
Yani bir yol kenarındaydı. Bu da ihtimalleri azaltır. İyi iş Dedek­
tif Kerrigan.

305
)ANE CASEY

“Sana inanmıyorum.” Sesinde hiç duygu yoktu.


“Doğru. Sana hiç yalan söylemedim, Bethany."
Düşündüğü için bir sessizlik daha oldu. “İyi olacak mı?"
“Meslektaşlarımdan biri onunla. William için ambulans ça­
ğırıyor. Ya sen Bethany? Sen iyi misin?”
Bir hıçkırık. “Ha-hayır.”
“Neredesin? Evde değilsin, değil mi?
“Hayır.”
“Neredesin o zaman?” Arka fonda kanımı donduran bir şey
duydum, iki kere çalan bir tren düdüğü. “Bethany?”
Yeniden duydum sesi ama bu sefer telefondan değil. Rüzgâ­
rın getirdiği sesle duydum. Bana yakın bir yerlerde olmalıydı,
tren yoluna yakın bir yerlerde.
Ve Turner’ı hoşça kal demek için aramıştı.
Kahretsin!
“Bethany, annenle konuştun mu?”
Şu anda hıçkırmadan ağlıyordu. Sesi boğuk geliyordu.
“Neredesin Bethany? Lütfen söyle bana. Gelip seni bulaca­
ğım.”
“Hayır!”
“Sana Chloe’yi anlatacağım. Ona ne olduğunu anlatacağını.’’
“Bilmiyorsun.” Uzun bir süre ağladı.
“Dün bildiğimden daha fazlasını biliyorum. Nasıl öldüğünü
biliyorum.”
Bir saniyeliğine gözlerimi kapadım. “Senin hatan olmadığını
biliyorum. Sen ona yardım etmeye çalışıyordun, değil mi?”
“Tüm yapmak istediğim buydu.”

306
ölülerin Konulmasını İzin ver

“Ne olacağını bilmiyordun. Bilemezdin. Kendini suçlama­


malısın. Kendine zarar vermek için hiçbir sebep yok.”
Dişlerimi sıkmama sebep olan, korkunç alaycı bir kahkaha
attı. “Sebebi bu değil... Hiçbir şey bilmiyorsun.”

“Anlat o zaman bana.”


Sokağa bir ambulans girdi, sireni çalıyor, mavi ışığı yanıyor­
du. Onlara aşağıyı, Turner’ın evini göstermek için sokaktan aşa­
ğıya doğru koştum.
“O neydi?”
“Bir ambulans.”
“William için mi?”
“Evet.” Yeşiller giymiş iki tıbbi teknisyen, malzemelerini
omuzlayarak, hızla Turner’ın kapısına doğru yürüdü. “Senin
için gerçekten endişelenmişti, Bethany. Onu da rahatlatmak is­
tiyorum. Bana nerede olduğunu söyler misin?”
“Hayır.” Sesi uzaktan geliyordu. Onu kaybediyordum, bunu
hissedebiliyordum. Gömleğim terden üzerime yapışmıştı.
“Lütfen benimle konuşmaya devam et, Bethany. Hiçbir şey
kendini öldürmeye değecek kadar kötü olamaz.”
“Hiçbir şey bilmiyorsun. Burada bile olmamalıydım.” Yeni­
den kahkaha attı. “Ne olduğumu bile bilmiyorsun.”
“Senin akıllı bir kız olduğunu biliyorum. Kendini öldürme­
nin hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini bilecek kadar akıllı olduğunu
biliyorum.”
Derwent, Turner’ın evinin kapısına çıktı, beni gördü ve hız­
lıca yanıma geldi. Araba anahtarlarını gösterdi ve ben başımla
onayladım, onu arabasına doğru takip ettim.

307
jane Casey

“Bir şeyleri düzeltmek için çok geç ama en azından artık hiç­
bir şey hissetmeyeceğim. Temiz olmalıyım. Beni yıkayın ve kar­
dan daha beyaz olayım.” Kahkaha attı. “Böyle olmalı.”
“Daha iyi olacak, Bethany. Sana ne bu şekilde hissetmiyorsa,
zamanla daha iyi hissedeceksin. Geride bırakacaksın.”
“Hayır.”
Derwent’in arabasında tuttuğu sokak haritasına bakmak için
öne eğilmiştim; o eski kafadaydı, navigasyona inancı yoktu, cep
telefonuna da güvenmezdi. Tren demir yollarını temsil eden si­
yah çizgileri gösterdim.
“Neden bana anlatmıyorsun?”
“Nereden başlayacağımı bilemiyorum.”
“Tamam. Bana Chloe’yi anlat.” Çalışan motorun sesini bas­
tırabilmek için daha yüksek sesle konuştum. “Neden birlikte
kaçtınız?”
“Çünkü bunun onun güvenliği için iyi olacağını düşündüm,
onu korumak için.”
Derwent, sireni ve ışıklarını açmak için elini dışarı çıkardı
ama ben kafamı sallayarak onun elini yakaladım. Onu korkut­
ma riskini göze alamazdım.
“Neden korumak için?” Araba köşeden savrularak dönünce,
kontrol panelini tuttum. “Kimden korkuyordu?”
“Sana söyleyemem. Bilmiyorum.” Arka fonda başka bir tre­
nin düdüğü ötünce dikkati dağıldı ve sonra birden radyoda
trenlerle ilgili duyduğum bir şey aklıma geldi. Tadilat. Bu Wa-
terloo’daki tren hatlarında kaosa neden oluyordu. Mühendis­
ler bu nedenle trenlerin ekstra yavaş gittiğini, bu da onların
ekstra dikkatli ve ekstra gürültülü olduğu anlamına geliyordu.

308
ölülerin Konuşmasına İzin ver

Sürücüler insanların tren hattından çekilmesi için düdüklerini


çalıyordu.
Telefonu kapatarak, “Tren istasyonuna git.” dedim Derwent’a.
“Orada mı?”
“Hayır.” Tekrar Bethany ile konuşmadan önce, ancak bunu
söylemeye vaktim oldu. “Yani o sana gitmesi gerektiğini söyledi
ve sen de onunla birlikte evden kaçtın, hiçbir soru sormadan?”
“Bana inanmak zorunda değilsin.”
“Chloe’nin planına uyduğuna inanmıyorum çünkü Ch­
loe’nin bir plan yapacak kapasitede olduğunu düşünmüyorum.”
Bekledim ve hiçbir şey söylemedi. “Ya da onun hakkında yanılı­
yor muyum? Herkes onun hakkında yanılıyor muydu?”
“Gösterdiğinden daha akıllıydı.” Yine burnunu çekti. “Ama
onun fikri değildi. Benim fikrimdi.”
Bethany’nin bana verdiği ilk işe yarar bilgiydi. Sorularıma
cevap verebileceğinin ilk işareti. İlerleme, tabii eğer kendini öl­
dürmeye planlamıyorsa.”
“Senin fikrin neydi?”
“Saklanmak. Beklemek.”
“Ne için?”
“Bitmesi için.” Sesi daha az çıkıyordu, onu duymak için çok
gayret ediyordum.
“Neyin bitmesi için?”
“Sana söyleyemem.”
Ana yola döndük ve yol boyunca kırmızı ışık yağmuru, en az
yardımıyla Londra trafiği. Tren istasyonunu görebiliyordum ve
Derwent durmadan arabadan atladım. Daha fazla soru somak
riskliydi ama bunun almam gereken bir risk olduğunu biliyor-

309
Jane Casey

dum. Ses seviyemi korumaya çalışarak yoldan aşağıya, istasyona


doğru koşuyordum.
“Bethany, soru sormamdan hoşlanmayabilirsin ve cevapla­
masının zor olduğunu biliyorum ama Chloe’yi kimin öldürdü­
ğünü biliyor musun?”
Bir karavan sürücüsü milim milim ilerliyordu, trafik durmuş
olmasına rağmen sabırsızdı. Ben yanından koşarak geçerken,
yan yoldan çıkmaya çalışan bir aracın tamponuna hafifçe vurdu.
Arabanın sürücüsü pencereden eğildi ve benim nefesimi kesen,
kesinlikle suç sayılacak şeyler söyledi. Kamyonetin sürücüsü
tekrar bağırdı.
“O neydi?” Bethany korkmuştu.
“Hiçbir şey.”
“William’la ilgili bir şey mi? O iyi mi?”
“O iyi. Artık onun yakınında değilim. Onunla alakası yok.”
Küçük bir sessizlik oldu. “Eğer onun yakınlarında değilsen,
neredesin?”
“Bethany, sadece senin iyi olduğundan emin olmak istiyo­
rum.”
Sessizlik.
“Bethany?”
Havaya konuşuyordum.

310
Ölülerin Konulmasına İzin ver

26

etwork Rail’de çalışan sarı ceketli görevliyle konuşmak

N için kuyruğun önüne geçtim. Arkadaşça davranmadan,


kartımı ona gösterdim.
“Tadilat tam olarak nerede devam ediyor? Göster bana.” Ek­
ranında harita olan telefonumu burnunun dibine soktum.
“Londra’nın merkezine doğru olan hatta. Bu yüzden istasyon
kapalı ve o nedenle bu hat için ekstra otobüs seferleri koyuldu.”
Son bölümde sesini yükseltti, aynı anda canı sıkılmış kuyruktaki
yolculara seslenmesini önemsemedim.
“Tam yerini göster.”
Bana garip garip baktı ama harita üzerinde gösterdi. “Bura­
dan bir kilometre uzakta. Doğu Putney istasyonuna yakın. Dist­
rict hattı çalışıyor, eğer onu denemek isterseniz.”
“Burada o hatları görebileceğim bir yer var mı?”
Adam omuzlarını silkti ama kuyruktaki biri, “Evet var. Hat­
ların karşısında iki tane üstgeçit var; bir tanesi Sanat Okulu ya­
kınlarında Oxford Caddesi’nde, diğeri de Woodlands Yolu nda.
Hızlı düşün. Doğru tahmin et. Rahatsız edilmek istemeye­
ceği bir yer.
“Hangisi daha yoğun?”

311
Ianf Casey

“Sanırım Oxford Caddesi.”


Koştum, Dcrwcnt’i aramak için telefonumu kulacıma yak­
laştırdım. “Hâlâ trafikte misin?
“Evet. Arabayı bir yere bırakacağım.” Sesi çok gergin geliyor­
du. “Seni görebiliyorum. Nereye gidiyorsun?”
“Woodlandse. Doğu Putney tüneli yakınlarına. Richmond
Yolu nun yukarısının solunda.” Yol haritasının sayfalarını çevir­
diğini duyabiliyordum. “Bir üst geçit var. Ondan önce, Oxford
Caddesi üzerinde de var ama sanırım Bethany Woodlands Yo­
lu nda.”
“Kontrol edeceğim. BTP’nin bilgilendirilmesi için aradın mı?”
Nefes nefese kalmış bir hâlde, “Sen yap.” dedim ve kapattım.
Tren hatları ve etrafı Britanya Geçit Polisi’nin görev alanına gi­
riyordu. Onları Bethany hakkında uyarmak, hem nezaket gere­
ğiydi hem de doğru olan buydu ama onların Bethany’i bulma­
sını beklemeyecektim. Araba sesleri Yukarı Richmond Yolu ve
Güney Circular Yolunun bir parçasıydı; bu nedenle trafik çok
yoğundu.
Neredeyse fark etmeden Woodlands Yolunu geçiyordum, bu
hem ağaçlarla kaplı bir yol olduğundan, hem de dairelerin ve
birkaç kilitli garajın arasında kalmış, dar çıkmaz bir sokak ol-
duğundandı. District hattına doğru koşmaya başladım. İlerde,
araç trafiğine kapalı dar bir köprü vardı, gerçekten de sadece
bisikletlerin ve yayaların geçeceği kadar genişti.
Köprünün üzerinde kimse yoktu.
Kahretsin!
Nefes nefese, köprünün altında durdum. Yanlış bir tahmin­
di. Kendi kendime, Derwent’in ona ulaşacağını söyledim, keşke
Oxford Caddcsi’ne dönseydim diye söyleniyordum. Oradan ko-

312
Ölülerin Konulmasına İzin var

şarak geçtim. Kumar oynadım vc Bcthany’nin kaybetmemesini


umdum.
Telefon çaldı. “Onu buldun mu?” diye açtım.
“Ben de sana onu soracaktım. Hiçbir iz yok.”
Umutsuzluk içinde gözlerimi kapattım. “Buralarda bir yer­
lerde olduğunu düşünmüştüm. Kesinlikle burasıydı. Trenleri
duydum.”
“Arabaya döneceğim ve etrafta dolaşacağım. Bethany’i ara­
mayı tekrar dene.”
Kapattım. Turner’ın telefonu kilitlenmişti. Bilmediği bir nu­
maradan gelen aramaya cevap vermesini umuyordum.
Numaranın düşmesini beklerken, köprünün üzerinden kar­
şı tarafına geçmek için yürümeye başladım. Biraz ilerde çalışan
adamları görebiliyordum. Kasket ve parlak turuncu işçi tulumla­
rının içinde on ya da on iki adam. Köprünün korkulukları göğüs
hizamın üzerindeydi, kazaları önlemek için yeterli bir yükseklikti
ama intiharları önlemek için yeterli bir yükseklik değildi. Ardı
ardına oldu, biliyordum, biri diğerine ilham oldu ve ulaşım ağın­
da kaosa sebep oldular. Göreceli olarak, daha sık meydana gelen
istasyonlar vardı ve hayatla ölüm arasındaki fark bir saniyeydi.
Sürücülerin yapabileceği hiçbir şey yoktu. İnsan bedeni, yüksek
hızdaki trenle çarpışmaya göre dizayn edilmemişti.
Bir yerlerde bir telefon çaldı, nereden geldiğini anlamaya çalı­
şarak etrafıma bakıyordum ki ses kesildi. Sonra kendimi telefon
mesajını dinlerken buldum, telefon şirketlerinin her zamanki
mesajı. Ergenler o mesajları dinliyorlar mı ki? Kapattım ve köp­
rünün sonuna doğru koştum. Köprüden rayların oraya inmek
için kullanacağım yol girişi kapatılmıştı. Hatta çalışan işçilerin
girip çıkabilmesi için bir kapı vardı ama kilitliydi. Köprü ve kapı

313
JANE CASEY

arasındaki açı bir metalle kapatılmıştı. Korkulukların üzerinden


tırmanıp aşağıya atlanmasını engellemek için ama Bethany ufak
tefekti.
“Pardon canım.” Turuncu tulum içerisinde neşeli bir adam­
dı. Hattan aşağıya doğru yürüyordu.
Kimlik kartımı göstererek, “Bu kapıdan girmemi sağlayabilir
misin?” dedim.
“Üzgünüm. Hiç kimseyi geçirmeye iznim yok. Sağlık ve gü­
venlik...”
“Bu acil bir durum.”
Yüzümdeki ya da sesimdeki bir şey, istediğim şeylerin ara­
mıza girmemesi konusunda onu ikna etti. Kapıyı açtı ve benim
için tuttu. “Raylardan uzak dur ve kulağın trenlerde olsun.”
Başımla onayladım. “BTP yolda.”
Fazla ikna olmamış gibi baktı ve tadilat yaptıkları bölgeyi ge­
çip uzun çimenlerin üstüne bastığımda, onu tamamen unuttum.
Görüş alanında herhangi bir yerde olamazdı çünkü adamlar onu
görürdü, başları önde, tren geçişleri arasında işlerini yapmaya
konsantre olsalar bile. Fazla mesai bir felaketti. Etraflarına bak­
mak için zamanları yoktu.
Hattın aşağısına doğru baktım, sonra da tekrar köprünün al­
tındaki karanlığa. Parlak güneş ışığına rağmen orası karanlıktı.
Keşke yanımda fenerim olsaydı diye düşünerek, oraya doğru yü­
rümeye başladım. Köprünün altında bir şeyler görebiliyordum;
küçük bir şekil, bir bohça kıyafet. Bir saniye sonra bohça açıldı
ve bir kıza döndü.
“Bethany!”
“Beni yalnız bırak!” Hemen ayağa kalktı, onu gördüğümü
biliyordu ve tren hattına doğru yürümeye başladı. Bukleli saçları
beyaz yüzünü çevreliyordu.

314
ölülerin Konuşmasına İzin Yer

“Bak, sadece seninle konuşmak istiyorum.”


Başını salladı.
“Lütfen Bethany, bunu yapma. Yardımına ihtiyacım var.”
“Kimseye yardım edemem.”
“Ne olduğunu biliyorsun.”
“Hayır. Hiçbir şey söyleyemem.”
“Söyleyemez misin ya da söylemeyecek misin?” Ona bir adım
daha yaklaştım. Arkamdan bir tren iki kere uzunca düdüğünü
çaldı. Arkama dönüp baktım ve çalışan adamların, hattan çeki­
lerek bir kenarda durduklarını gördüm. Hat düzdü, bu sebeple
de treni uzaktan görebiliyordum; güneş ışığına rağmen, trenin
farları yanıyordu. Bethany’e doğru bir adım daha attım.
“Bethany, bu her neyse, o kadar kötü olamaz.”
“Hiçbir fikrin yok.”
“Evet, yok ama sen bana anlatabilirsin. Bunun hakkında ko­
nuşabiliriz.”
“Hepsi Incil’de. Incil’i biliyor musun?”
“Bilmem gerektiği kadar iyi değil.” dedim gülümsemeye ça­
lışarak.
Yüksek sesle, “Günahlarımı bildiğim ve bu günahlar beni ele
geçirdiği için.”
“Ne günahı Bethany?”

“Beni işlediğim cinayetten arındır. Oh... Tanrım. Oh... Kur­


tuluşumun Tanrısı, dilim senin doğruluğunun şarkısını söyle­
yecek.”
“Kerrigan! Oraya nasıl indin?”

315
Jane Casey

Onu duymazdan geldim çünkü tren sesi daha yakından ge­


liyordu ve kalbim daha fazla hızlı çarpmaya başlamıştı. O böy­
le kabuğundan kurtulmaya çalışan bir av hayvanı gibi hareket
ederken, Bethany’i tutmaya karar verdim. Olabildiğince hızlı,
tren hattına doğru koştu.
“Bethany! Dur!” Arkasından fırladım, ne treni ne de yü­
rüdüğüm setin üzerinden kaymayı düşündüm. Niyetinin ne
olduğunu biliyordum ve buna izin vermeyecektim, hiçbir şey
yapmadan bir başka ergenin ölmesine izin vermeyecektim. Tre­
nin düdüğü yeniden çaldı, daha yüksek sesle ve çok daha yakın.
Bethany bir anlığına tereddüt etti, yüzü karanlıkta yana yana tü­
kenmiş, sönmüş bir alev gibiydi. Kendini tam raylara atacakken,
onu kıyafetinin kolundan tuttum. Rüzgâr ve ses bizi sardığında,
sanki bir hortumun içindeymişiz gibi hissettim. Sonra ben düş-
I tüm, Bethany’i ve kendimi kurtarmak için yapabileceğim bir şey
yoktu. Sanırım bağırdım; Bethany nin de bağırdığını biliyorum.
Vücudumdaki tüm kaslarım gerildi, sanki bu bize yardım edebi­
lirmiş gibi... Ve trenin sesi üzerimizde bir dalga gibi duyulurken
düştük, birbirimize sarmaş dolaş olarak.
Hattın üzerine değil de yanına düştüğümüzü anlamam bir­
kaç saniyemizi aldı ve trenle yanımızdan güvenle geçti. Rüzgâr
beni sürükledi, çok yakındı. Bethany’i tutuyordum, yarı üze-
rindeydim ve bedenini titreten hıçkırıklarını hissedebiliyordum.
Başım çınlıyordu ve pelte gibi olmuştum; dizlerim ve ellerim
titriyordu. Tren gidene kadar kalkmayı planlamıyordum, zaten
kalkabileceğimden de çok emin değildim. Fark etmezdi. Bet­
hany’nin yüzünü görebilmek için başımı kaldırdım.
“Tamam, sorun yok. İyi olacaksın.”
“Beni yalnız bırak.” diye hıçkırıklarla ağladı. “Neden beni
bırakmadın? Daha fazla burada olmak istemiyorum.”

316
“Cevap bu değil.”
Ağlarken kahkaha atmaya başladı, beni irkilten garip bir kah­
kaha.
Sonra iş botlarıyla bize doğru koşan adamlar yanımızda
geldiklerinde, sanki etrafımızı saran baloncuk patladı. Ayağa
kalkmamız için bize yardım eden büyük eller setin üzerinde
beni yönlendirirlerken, arkamı dönüp Bethany’e baktım; ar­
kamdan geliyordu. İşçiler çeşitli aksanlarla konuşuyordu; İn­
gilizce, Doğu Avrupa, İrlanda, Jamaika, Glasgow... Daha çok
Londra ama. Sersem gibiydim ve bunun şoktan olduğunu bi­
liyordum, eklemlerimde hissettiğim titremenin sebebinin de
şoktan olduğunu bildiğim gibi. Kafama üşüşen garip fikirle­
rin, bir kavanoz dolusu arı gibi başımın içinde uğuldamasının
sebebinin de.
Kafamı kaldırdığımda, kapının kilidini açan bir BTP gör­
düm. Derwent yüzü bembeyaz arkasında duruyordu. Bunu gör­
mezden geldim, Bethany’e konsantre olmam gerekiyordu, onun
gitmesine izin vermediklerinden emin olmak için.
“Ambulansa ihtiyacın var mı?” Soruyu soran BTP memu­
ruydu.
“Yaralandığını düşünmüyorum ama intihara meyilli. Göz­
lem altına alınmalı.”
Uzandı ve Bethany’i kolundan tuttu, kibarca onu kapıya
doğru götürdü.
“Tamam canım. Hadi seni arabaya götürelim ki biraz otura-
bilesin.”
Bethany topallıyordu ve hiç karşı koymadı. BTP memuru
arabaya gidene kadar önlerine çıkan bütün tümseklerde ona
destek oldu. Onu arka koltuğa dikkatlice yerleştirirken izledim.

317
Jane Casey

Nazik davrandığı için memnundum. Şefkate ihtiyacı vardı, öf­


keye değil.
“Bize ifade verebilecek durumda mısın?” Diğer BTP memu­
ru elinde not defteri yanımda duruyordu.
“Biraz nefes alsın.” dedi Derwent.
“Hayır, sorun yok.” Ayağa kalktım, işçiler diğer memur ve
Derwent’la konuşurken ben de bir başka memura neler oldu­
ğunu anlattım, sonra herkes işine geri döndü. Heyecan bitmişti.
Programın gerisinde kalıyorlardı. İş yapılmalıydı. Fırsatım olun­
ca onlara gülümseyerek teşekkür ettim, özellikle de bana kapıyı
açan işçiye. Beni yavaşça başıyla selamladı.
“Seni uyardım.” dedi.
“Tüm sorumluluğu alıyorum.”
“Alsan iyi olur çünkü ben almayacağım.” Çınlayan bir kah­
kaha attı ve hızla kapıdan geçti.
BTP memuru ciddi ve dikkadiydi; gülümsemiyordu. Bu kâ­
ğıt işi demek diye düşündüm, bu yüzden sorularını sorması ve
kutularını işaretlemesi için ona zaman tanıdım. Bir ambulans
geldi ve Bethany ile ilgilendiler. Tedaviye ihtiyacım olup olma­
dığımı sordular, ben hayır dedim. Dizimde bir morluk vardı ve
omzumda bir ağrı ama hafifti. Her halükârda parçalanarak, iki
yüz metre boyunca tren hattına dağılmaktan daha iyiydi.
Derwent arkamdaydı, yerinde duramıyordu ve memur be­
nimle işini bitirene kadar uzun adımlarla etrafımızda yürüdü.
“Yazacağım ve onaylamanız için size göndereceğim.”
“Harika, teşekkürler.”
Arabasına geri döndü. Sonunda ilgilenmek zorunda oldu­
ğum tek kişi Derwent kalmıştı; aslında başka bir treni tercih

318
edebilirdim. Etrafıma baktım ve onu tren hattına bakarken gör­
düm, sanki çok uzaklardaydı. Yanına gittim.
“Düşününce... Bence iyi gitti.”
“Öyle mi?”
“Kimse ölmedi.”
Kaşlarını çatarak ayaklarına baktı. “Köprünün altına girdi­
ğinde seni göremedim. Trenin geldiğini görebiliyordum. Rayla­
rın yanındaki işçileri görebiliyordum.” Aşağıya inmiş kaşlarının
altından, bana baktı. “Senin işinin bittiğini düşündüler. Bunu
biliyorsun değil mi?”
“Ben de öyle zannettim.” dedim.
Gülmeden, yeniden uzaklara baktı. “Evet ve benim yapabile­
ceğim hiçbir şey yoktu.”
“Dikkatliydim.”
“Hayır, değildin.”
“Buradayım. Hikayeyi anlatmak için hayatta kaldım.”
“Çünkü şanslıydın. Her zaman şanslı olamazsın.”
“Bak, işe geldiğimde sürekli olarak hayatımı riske atmayı
ummuyorum ama yapmak zorundayım ve yapacağım. İşim bu.”
Çenesi gerildi. “Ordudayken gözümün önünde ölen insan­
lar gördüm; arkadaşlarım. Bu beni öldürürdü, Maeve. Bunun
nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsun ve inan bana bilmek iste­
mezsin.”
“Bir meslektaşı kaybetmenin ne demek olduğunu biliyorum.
Bunu hatırlayabilirsin.” Onu düşünerek başımı yana eğdim.
“Senin arkadaşların... ölmeleri senin suçun muydu? Eğer de­
ğilse çünkü hâlâ bu raundun galibi benim.”
“Bu bir yarış değil.” dedi Derwent anında.

319
Jane Casey

“O zaman neden bu konu hakkında, benden daha çok şey


biliyormuş gibi davranıyorsun?”
“Çünkü ben bütün riskleri aldım. Cesur olmak için her türlü
aptallığı yaptım. Kendimi kanıtlamak için, ben hayattayım ama
arkadaşlarım hayatta değil diye bunu telafi etmeye çalıştım. Ay­
nen senin şu anda olduğun gibi, berbat bir hâle düştüm.”
“Ve şu anda tamamen normalsin.”
“Bu kadar iğneleyici olmasan da olur. Yardımcı olmaya çalı­
şıyorum.” Burun delikleri genişledi. “Eğer boğuluyor olsaydın,
cankurtarana yumruk atardın sen.”
“Beni hiçbir şeyden korumuyorsun.”
“Hayır. Bu kendi başına yapman gereken bir şey.”
Buz gibi bir sesle, “idare ediyorum.” dedim.
“En iyi genç çavuş dedektif olarak bunu yapabilirsin.” Bana
baktı. “Neden seninle çalışmayı sevdiğimi biliyor musun?”
Akıllıca bir tahminde bulunmak istedim ama onun yerine
başımı salladım. Gerçekten bilmek istiyordum.
“işini tüm kalbinle yapıyorsun. Gerçekten önemsiyorsun
ama kararları beynin vermeli; kalbin değil. Kalbin büyük ama
bir o kadar da aptal.”
Kahkaha attım çünkü ağlamaktan daha iyiydi. Bana sarıldı.
Eğer kısa olsaydım, çenesini benim başıma dayardı ama başını
benimkinin yanına getirdi.
“öldüğünü sandım.”
“Biliyorum.” Uzaklaşmak istedim ama neredeyse canımı acı­
tacak kadar sıkı tutuyordu.
“özür dileyebilirdin.”
“Kasti olmadı.”

320
“Ödümü patlattın.”
“Benim de patladı. Lütfen anneme söyleme.”
“Bir daha yapmayacağına söz verirsen söylemem.”
Hafifçe sırtına vurdum. “Nefes alamıyorum.”
“Eğer bir daha yaparsan, ölsen daha iyi olur. Çünkü aksi tak­
dirde ben seni öldüreceğim.”
“Anlaşıldı.” Yeniden kendimi kurtarmak istedim ama sonuç
aynı oldu.”
“Bu artık saldırı sayılabilir, biliyorsun.”
“Evet.”
“Hâlâ bırakmadın.”
“Doğru.” Sonunda beni bıraktı ve tekrar arabaya yürüdü.
Araba tekerliği biri kaldırımın üstünde kötü bir şekilde park
edilmişti.
“Biliyorsun, “çalmış gibi arabayı kullan” park ederken uygu­
laman gereken bir şey değil. Bu klasik bir firar gibi görünüyor.”
“Acelem vardı.” dedi. “Ve eğer araba sürüşümü beğenmiyor­
san, hastaneye yürüyebilirsin.”
Gülümsememi saklayarak ona yetişmek için hızlandım. Bana
karşı tekrar kaba olduğu için mutluydum. Bu rahadatıcıydı.
Normaldi.

321
27

astanedeki ağır Sri Lanka aksam olan bir doktor, Bethany

H ile konuşamayacağımızı, durumunun travmatik olduğu­


nu ve onu ilaçla uyuttuğunu söyledi.
“Onunla ne zaman konuşabiliriz?” diye sordum.
“Bugün değil. Belki yarın.” Sanki iyi bir habermiş gibi gözleri
parlayarak bana baktı.
“Gerçekten olabildiğince çabuk onunla konuşmamız gerek.”
“Yarın ya da diğer gün.” Başka bir gülümseme.
“Bu bir cinayet soruşturması.”
“Evet anlıyorum ama şu anda o benim hastam. Onun için en
iyisi neyse onu yapıyoruz.”
Eğer o benim doktorum olsaydı, benimle bana zarar verecek
şeyin arasında durduğu için onu takdir ederdim. Şu anda ise. bir
şeyleri tekmeleme arzumu bastırmak zorundaydım.
Bekleme odasının önünden geçerken Eleanor Norris vahşi
bir kedi gibi üzerimize atladı.
“Kızıma ne yaptınız?”
“Dedektif Kerrigan onun hayatım kurtardı.” dedi Derwent
ben cevap veremeden.

322
ölülerin KmımsiM İzin ver

“Onu taciz etti! Onun kendini öldürmek istemesine sebep


oldu” Eleanor çılgın gözleriyle bana ateş püskürüyordu. “Dav­
ranışın hakkında resmî şikâyette bulunacağım.”
“Bol şanslar.”
Geri adım attım, topuğumla Derwent’in ayak parmaklarına
o kadar sert bastım ki, mesajı aldı. Yardımcı olmuyorsun. Oliver
bekleme odasından çıktı, öfkeden deliye dönmüştü. Elini Elea­
nor’un omzuna koydu.
“Bırak onları hayatım. Onlarla zamanını harcama.”
Onu görmezden geldim. “Bayan Norris, neden bu kadar ger­
gin olduğunuzu anlıyorum.”
“Gergin mi? Ona söylediğin şeytaniydi.”
“Eğer bir yardımı dokunacaksa, kendisine zarar verme isteme
sebebinin bu olduğunu sanmıyorum.” Tam kelimeleri hatırla­
maya çalışarak, Bethany’nin söylediklerini düşünüyordum. Eğer
bir soruşturma sırasında olsaydı, tüm konuşma kaydedilmiş ve
elimde olurdu. “Ona Chloe’nin ölmesinin onun suçu olmadı­
ğım ve kendisini suçlamaması gerektiğini söyledim. Kendisini
öldürme sebebinin bu olmadığını söyledi.”
“Ne o zaman?” Eleanor kollarını bağladı, stres artık boynuna
ve göğsüne vuruyordu. “Ne dedi?”
Derin bir nefes aldım. “Sizce Chloe ve Bethany, Kate Emery’i
öldürmek için birlikte hareket etmiş midir?”
“Ne? Hayır! Neden yapsınlar?” diye sordu Oliver.
“Eğer Kate onları birbirinden ayırmak istediyse...”
Eleanor yüksek sesle kahkaha attı. “Eğer bu onları rahatsız
ettiyse, Ollie’yi öldürmeleri gerekiyordu, Kate’i değil. Kate bera­
ber zaman geçirmeleri için onları hep yönlendirirdi. Onları ara­

323
Jane Casey

bayla gezmeye götürürdü, Bethany’nin her boş anını evlerinde


geçirmesine izin verirdi.”
Eleanor’un doğruyu söylediğini düşünüyordum. Duygusuz­
ca söylemişti. Bir an söylediğini düşünerek sessizleşti. Sonra,
“Keşke ben onları uzak tutsaydım birbirlerinden. Seni dinleme­
liydim, Ollie.”
Konuşmadı ama Eleanor’un omzuna bastırdığı parmak uçla­
rı bembeyaz oldu.
“Bethany, Chloe ile kaçma fikrinin ona ait olduğunu söyledi.
Her şey bitene kadar uzakta kalmaları gerektiğini düşünmüşler.
Ne hakkında konuştuklarını biliyor musunuz acaba?”
Eleanor boş gözlerle bize baktı.
“Soruşturma.” Oliver kendinden çok emin konuşuyordu.
“Onları rahatsız etmen ikisini de çok rahatsız ediyordu. Soru­
lar sorman. Beni ve Bethany’nin amcasını tutuklaman. Tan­
rı aşkına! Neden kaçmak istediklerini çok düşünmene gerek
yok.”
“Ama bunu bana telefonda söylemedi. Biz onları rahat bıra­
kalım diye kaçtıklarını söylemedi.”
“Hayır, tabii ki söylememiştir. Biz onu büyüklerine karşı ki­
bar olması gerektiğini öğreterek yetiştirdik, hak etmeseler de.”
Kaşlarımı çattım, hiç ikna olmamıştım. “Bethany onunla
konuşurken, ‘Ne olduğumu bilmiyorsun.’ gibi bir şey söyledi.’
Eleanor’un göz kapaklarının titrediğini gördüm. “‘Burada bile
olmamam gerekir.’ dedi. Sanırım tam olarak bunları söyledi. Ne
demek istemiş olabileceğini bana söyleyebilir misin?”
Eleanor patladı. “Hayır! Hayır, hiçbir fikrim yok!”
“Bayan Norris.” dedi Derwent kibarca. “Lütfen.”

324
Bir an için kocasının yüzüne baktı, sessiz iletişim kurdular.
Başıyla onayladı ve Eleanor bize döndü.
“Sanırım ona hamile kalmaya çalışırken, çok zor zamanlar
geçirmiş olduğumuzu kastetmiştir. Çok uzun süre denedik.
Testler, klinikler... Çok aşağılayıcıydı. Hiç şansımız olmadığı
söylendi.”
“Elcanor’un hamile kalması bir mucizeydi.” dedi Norris,
yine omuzlarını sıkarak. “Hayatımın en mutlu anıydı. Tabii ki
hamilelik sürecini kaldıramaz diye endişelendik. Bu kadar şanslı
olabileceğimizi, bunu bu şekilde atlatabileceğimize inanmadık.
Fakat Bethany iyiydi. Harikaydı.”
“Bethany sanki bu kötü bir şeymiş gibi söyledi.” dedim.
Oliver Norris başını salladı. “Ne demek istemiş olabilir, bil­
miyorum.”
“En başından beri seviliyor ve isteniyordu.” dedi Eleanor.
“Ona hep böyle anlattım. Bir çocuk için —onun için— her şeyi
yapardım ve sonunda tek yapabildiğim dua etmekti. Umutsuz­
duk. Her seçenekte biraz daha yoruluyorduk.”
“Ve dualarımız karşılıksız kalmadı.” dedi Norris gülümseyerek.
Derwent da aynı şekilde hissetmiş olmalı. “Bu bir çocuğun
omuzlarına yüklenen büyük bir yük. Tanrı’dan bir hediye oldu­
ğunu söylemek ya da her ne dediyseniz; mükemmel olması için
onu çok büyük strese sokar.”
“Katılmıyorum.” dedi Eleanor soğuk bir şekilde.
“Tabii ki bizi kötü göstermek için bir yol bulmak istiyor­
sunuz.”
Oliver sanki Derwent’ı öldürmek istermiş gibi ona ateş saçan
gözlerle bakıyordu. “Bunu bizim üzerimize yıkmak istiyorsun.
Onun intihara teşebbüs etmesi bizim suçumuzmuş gibi.”

325
JANE CASEY

Derwent, “Onunla Dedektif Kerrigan’dan daha fazla zaman


geçirdiniz.” diye çıkış yaptı.
“Bakın, hiçbirimiz tam olarak neden Bethan/nin burada ol­
duğunu bilmiyoruz.” dedim hemen. “Bence en iyisi onun söyle­
yeceklerini dinlemek.”
“Bay Norris, artık bu size bağlı bir şey değil. O önemli bir
cinayet soruşturmasının tanığı ve onunla konuşabilmeliyiz.”
“Kesinlikle olmaz. Kate’e olanlardan sonra başladığınız so­
ruşturmada, ailemi taciz etmekten başka hiçbir şey yapmadınız.
Ayrıca çok da bir gelişme kaydetmediğinizi de eklemek isterim.”
Yanaklarımın kızardığını hissettim: Norris haklıydı. Daha
kötüsü bitirmemişti.
“Bence en iyisi gitmeniz.” Uzlaşmaya yer bırakmayacak şe­
kilde, her ikimize de ateş püsküren gözlerle baktı. “Eğer biz onu
göremiyorsak, siz kesinlikle göremezsiniz.”
“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordu Derwent hastaneden
çıkarken.
“Daha önce elimizde olmayan bir şey var.” Ona tren yolun­
dan aldığım cep telefonunu gösterdim.
“O Bethany’nin mi?”
“Hayır. Norrisler izin vermiyor, hatırla. Bu Chloe’nin.”
“İyi bir telefon.”
“Ben de öyle düşündüm.”
“İnceledin mi?”
“Kilitli. Şifreyle korumalı. Şifrenin ne olduğunu Bethany’e
soracaktım.” Elimde çevirdim. Kedisi Misty’nin fotoğrafının
bulunduğu bir koruması olan Samsung Galaxy’di. “Colin bun­
dan bir şeyler çıkarabilir ama muhtemelen tam bir adli inceleme
için laboratuvara göndermemiz gerek.”

326
Derwent burnunu kırıştırdı. “Colin in bu telefon üzerinde
yeteneklerini denemesini istiyorum. Çok önemli. Telefon bize
iki kızın nereye gittiğini ve neden kaçtıklarını anlatabilir.”
“Merak ettiğim telefonun neden Bethanyde olduğu. Ch-
loe’nin hiçbir eşyasını bulamadık; kıyafetlerini, cüzdanını, kaç­
tığında yanına aldığı herhangi bir şeyi. Sadece telefonu ve eğer
Bethany onu kullanmak zorunda kalmasaydı, telefonun varlı­
ğından haberimiz bile olmayacaktı.
“Belki Chloe ona verdi.”
“Neden?”
Derwent omuzlarını silkti. “Çünkü yanında olsaydı, onu ta­
kip edebileceğimizi biliyordu.” Başına vurdu. “Akıllıca.”
“Ben Bethany nin akıllı olduğuna inanabilirim ama bunu
Chloe için söyleyebilir misin, emin değilim.”
“Belki de yolları ayrıldıktan sonra, Chloe ile Bethany’nin ile­
tişim kurması için seçtikleri bir yoldu bu. Bethany, teknolojik
olarak karanlık çağda bırakılmıştı, değil mi?”
Başımla onayladım. “Internet yok, sosyal medya yok, telefon
yok.”
“Ve Chloe ona kartpostal gönderemezdi.”
“Mantıklı.” dedim. “Ben hâlâ Bethany’nin evini tekrar ara­
mamız gerektiğine inanıyorum. Bilerek anlatmamış olduğu bir
şey olma ihtimaline karşın.”
“Bunun için bir başka arama izni daha lazım.”
“Hemen istekte bulunuyorum.” Arkasına doğru baktım.
“Ah... Bu iyi bir fikir değil.”
Derwent döndü ve otoparkın karşısında topallayarak bize
doğru yürüyen William Turner’ı gördü. “Kahretsin.”

327
Jane Casey

Yolunu kesmek için harekete geçtim. “William...”


“Onu görmek istiyorum.”
“Eğer Bethany’den bahsediyorsan, onu hiç kimse göremez.
Biz de, ailesi de göremiyoruz. Ruh hastalıklarında, uyuşturul­
muş bir hâlde yatıyor.”
Turner’ın gözlerinde yaşlar vardı ve kendini toplamak için
birkaç saniyeliğine başka tarafa baktı.
“Ne oldu?”
“Kendini bir trenin altına atmaya çalıştı.” Derwent’in neza­
keti, dümdüz söylemek.
“Eğer bize başının belada olduğunu söylemeseydin, muhte­
melen ölmüş olacaktı.” dedim. “Onun hayatını kurtardın.”
Sanki Turner tek başıma onu kurtardım diye, bütün kredileri
üzerine toplamak istemiş gibi, Derwent onaylamaz bir tavırla,
“Çok net söylüyorum, onun hayatını Dedektif Kerrigan kurtar­
dı.” Sonra hiç olmadığı kadar asilce, “Ama sen olmasan, bunu
yapamazdı.”
“Neden kendini öldürmek istedi?”
“İyi soru.” dedim. “Aslında sen bu konuda yardımcı olabi­
lirsin.”
Bethany’nin ailesine sorduğum soruların aynısını ona da sor­
dum. “Her şey bitene kadar, uzak kalmaya karar verdik.” sözüyle
Bethany’nin ne demek istediğini ve neden, “Burada bile olma­
malıydım.” dediğini. Doğruyu söylemek gerekirse, Turner buna
bir açıklama bulmak için çok çabaladı ama sonunda pes etti.
“Üzgünüm. Eğer bilseydim sana söylerdim.”
Doğru söylediğine inandım. Derwent kaşlarını çattı. “Seni
son gördüğümde, yarı ölü gibiydin. Nasıl böyle ayağa kalktın?”

328
“Kendimi Adan Z’ye yeniledim.” Dervvent’ı baştan aşağıya
süzdü ama gözündeki morluk gözünü tam açmasını engellediği
için, attığı bakış o kadar da etkili olmadı. “Son zamanlarda has­
tanede çok fazla zaman geçirdim.”
“Eğer hemen oraya geri dönmek istemiyorsan, yerinde olsam
Bethany Norris’ten uzak dururdum. Babası orada ve bir başka
kavgayı bekliyor. Ciddiyim. Sana zarar verecek.”
“Bethany ile Chloe hakkında konuşmam gerek.” dedi Tur­
ner, sendeleyerek yürümeye başladığında. “Ne olduğunu öğren­
mem gerek.”
“Kulübe hoş geldin.” dedim. “Ama söylediğim gibi, şu anda
onunla hiç kimse konuşmuyor. Doktorun emri.”
“Ne zaman konuşabiliriz?”
“William, açıkçası onu görebileceğini sanmıyorum.”
“Bu hiç adil değil. Benimle konuşmak isteyecektir, seninle
değil.” Hırçın bir şekilde konuşmuştu ve onda daha önce de
gördüğüm kibri yakalamıştım: Bir soruşturmada ana şüpheli ol­
duğunda, iyi bir polis memuruna üstünlük taslamak. Turner’ı
bir müttefik olarak düşünmeye başlamıştım, olmadığını kendi­
me hatırlattım.
“Eğer Bethany’nin ailesi senin onunla konuşmana izin verse
bile, listenin çok alt sıralarındasın.”
“Onunla konuşmamı istemeyeceklerini biliyorsun.”
“Evet, biliyorum.” Sesimin tonunu ayarladım ve sakince ko­
nuştum. “Bence eve gitmelisin.”
“Zorla gönderemezsin.”
“Denemek çok can sıkıcı olurdu.” dedim. “Ama iş için yaptı­
ğım birçok şey can sıkıcı ve ben hâlâ yapıyorum.”

329
Jane Casey

Söylene söylene bizden uzaklaştı. Derwent arkasından bir


adım attı. Kolundan yakaladım ve başımı salladım.
“Değmez.”
“Küçük lanet.”
“Ah... Kesinlikle.” Turner’ın topallayarak otoparkın karşısın­
da yürüdüğünü gördüm. “Keşke onu kullanabilsek. Bethany
bizden çok onunla konuşmak isteyecektir.”
“Onu ikna edebilirsin.”
“Hayır. Sanırım Norrislerle bütün köprüleri yıktım. Bundan
sonra içlerinden birinin bana güveneceğinden pek emin deği­
lim.”
“Evet ama sen de onlara güvenmiyorsun.”
“Hayır güvenmiyorum.”
“O zaman günlerini mahvetmeye başlayalım.” dedi Derwent.
Günlerini mahvetmek demek; eve gitmeye hazırken, işi ile­
riye taşımak ve benim bu hayalden vazgeçmem demekti. Pete
Belcott, Liv ve Georgia yı dâhil ettiğim küçük bir ekibi aldım
ve evi talan ettik. Morgan Norris bahçede durmuş sigara içerek,
pek de misafirperver olmayan bir tavırla bizi izlerken, her şeyi
aradık ve yine faydalı hiçbir şey bulamadık. Bu zaman zarfında
Norris’den uzak durdum, bir şey sormamız gerektiğinde yanına
Belcott’u gönderdim. Benim için kazançlı bir durum olsa da
ikisi de hayran kitlemden olmadığı için, bu durum her ikisini
de kızdırdı.
Evi aramak, dizimin zonklamasını, omzumun ağrısını ve o
gün olan diğer şeyleri kafamdan uzaklaştırmıştı. Başka türlü bi­
tebilirdi. İş yerinde veya hastanede olabilirdim ve o bile şans
olarak değerlendirilebilirdi.

330
“”İyi misin?” diye sordu Liv, Bethany’nin yatağının üstünde­
ki şilteyi kaldırıp altını kontrol ederken.
“İyiyim. Neden?”
“Olanları duydum. Burt seni eve göndermek istemiş.”
“Gerek yoktu.” Şilteyi yeniden yerine bıraktım.
“Cesurca davrandın.”
“Korkunca cesur oluyorsun.” Ona sırıttım. “Aksi takdirde
tam bir aptallık.”
“Ama çok korkmuş olmalısın.”
Söylediğini düşündüm. “Aslında korkmaya vaktim olmadı
sanırım. Sadece onu durdurmam gerekti.”
“Yine de korkmuşsundur.”
“Kötü bir şey olmadı.”
“Olabilirdi.”
“Ama olmadı.”
“Ben yapmazdım.”
“Evet, yapardın.”
Başını salladı ve yapmam derken samimi olduğunu anladım.
Dikkatsiz davranıp davranmadığımı bir tarafa bırakın, bu konu­
yu gerçekten düşünmek bile istemiyordum. Araştırmaya odak­
landım, didik didik kelimesine yeni bir anlam kazandırıyordum;
her odayı aradım ve her çekmeceyi, ne aradığımı bilmesem de,
her yeri düzenli bir şekilde aradım.
Daireme döndüğümde yorgunluktan bitmiştim. Dairem ses­
sizdi. Çok sessiz; günümün arka planını oluşturan korkunun
cılız sesi şu anda kulaklarımda uğulduyordu. Ondan kurtulmak
için müziği açtım. Gerçekten bir şey yemek istemiyordum ama
akşam yemeğini kaçırdığımı bilerek makarna yapmak için su

331
kaynattım. Eskiden uzun süre boş mideyle dururdum. Şimdi
daha iyiydim. Yeni ben, düzenli yemekler yiyordu, ütülü kıya­
fetler giyiyordu, az çok yenebilecek yiyeceklerin olduğu temiz
düzenli bir dairede yaşıyordu. Yeni ben kendine bakabiliyordu.
Danışmanım, öz bakımın kendine yeten bir yetişkin olmanın
bir parçası olduğunu söylemişti. Kendi hayatımın sorumluluğu­
nu almak. İyi sağlıklı kararlar vermek. Kendime değer vermek.
Makarnayı yerken dilim yandı çünkü benim öz bakımım
daha çok kendine zarar gibiydi.

332
28

erwent’la Putney’nin ana caddesindeki bir kafede buluş­

D mamı söyleyen mesaj, her zamanki gibi kısaydı ve çok


fazla ipucu vermiyordu. Kapıyı açıp kafeden içeri girdiğimde,
kendimi en kötüsüne hazırlamıştım. Siyah takımının içerisinde
harika görünüyordu. Arkada oturmuş gazete okuyordu. Yumur­
ta ve ketçapla süslenmiş tabak kendi hikâyesini anlatıyordu: Ne
olursa olsun, kahvaltıyı özlemişim. Kafasını kaldırdı ve gülüm­
semeden bana başıyla işaret etti. Karton kupada bir çay ile jam-
bonlu sandviç ısmarladım, masanın diğer tarafındaki sandalyeye
oturmak için çocuk arabalarının ve emeklilerin arasından geç­
tim.
“Umduğumdan daha iyi görünüyorsun.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Öyle mi?”
“Dün gece ne yaptın?”
“Çok bir şey değil.”
“Kütük gibi olursun diye düşünmüştüm.”
“Bir bardak içki bile içmedim.”
“O zaman hâlâ hayatta olmanı nasıl kutladın?"
“İşim geç bitti. Eve gittiğimde sadece uyumak istiyordum.”
Derwent kaşlarını çattı. Yanağındaki morluk yeşile dönüyor-

333
du, iyileştikçe çevresindeki renk soluyordu. Dik dik birbirimize,
baktık. Garson kahvaltımı getirdi ve ben de bunu konuyu değiştirmek için b
“Burada ne yapıyoruz?”
“Bunu.” Gazetenin altındaki karton dosyayı, masanın üzerinden kaydıra
“Kan lekesi raporu.”
“Evdeki kan.”
“Nereden aldın?”
“Bu sabah ofisteydim.”
“Saat kaçta kalktın?” Ağzım yiyecek doluyken .sordum.
“Altı.”
“Ciddi misin?” Dehşet içinde ona baktım.
“Evet ciddiyim.” Sandalyesinde kıpırdadı. “İyi uyuyama
’ dim.”
Neden diye sormak istedim ama yüzündeki ifade, buna ka­
rışma Kerrigan diyordu.
Dosyanın üstüne vurdu. “Bunu oku.”
“Ya Chloe Emery?”
“Hâlâ laboratuvar sonuçlarını ve telefon kayıtlarını bekliyo­
rum. Bu arada da buna bakman lazım.”
Kan lekelerinin açılarını, birleşme noktalarını ve tutamdık
lan okurken başıma bir ağrı girdi. Raporda içine sindirmemi ve
yorumlamanız gereken çok fazla bilgi vardı, ayrıca bu daha ilk
gelen bilgilerdi. Bunu jüriye açıklamak zorunda kalmayacağım
için memnundum. Sonunda kaşlarımı çatarak kafamı kaldır
dim. “Çok tutarsızlık var.”
Derwent başıyla onayladı. “Kesinlikle.”

334
“Eve yeniden bakmak istiyorsun.”
“Her zamankinden çok.” Zaten ayağa kalkmıştı. Sandviçi­
min sonunu ve çayımı aldım. Elimdekilere baktı. “Karton bar­
dakta alman iyi olmuş.”
“Seninle daha önce çalıştım.” Kafeden dışarı çıktım. Ceketi­
mi çıkarmamıştım bile.
Kate Emery’nin evi bir mezar kadar sessizdi ve gizemi bizi
çağırıyordu. Boğucu bir hava vardı, gökyüzü âdeta yakında ya­
ğacak yağmurun sözünü veriyordu. Evin içinde hava soğuktu
ve ağırdı. Derwent’m peşinden koridora gittim ve duvar boya­
sının üzerindeki kurumuş kana değmemek için elimden geleni
yaparak, kapıyı arkamdan yavaşça kapattım. Eldivenlerle bile
dokunmak istemedim; biraz kanıta zarar vermek gibi yasal en­
dişelerden dolayı, biraz da hassas ve titiz bir insan olduğumdan
dolayı. Eve son girmemin üzerinden bir haftadan fazla zaman
geçmişti ve iğrenç kokuyordu. Bozulmuş kan kokusunun üze­
rine çürümüş meyve ve biraz da kedi kakası kokusu eklenmişti.
İçimde yükselen mide bulantısı için tedbir olsun diye, elimin
tersiyle ağzımı kapadım.
“İyi misin?” diye sordu Derwent.
“Sadece buna alışmam gerekiyor.” Kaşlarımı çatarak ona
baktım. “Nasıl oluyor da sen hiç etkilenmiyorsun?”
“Daha kötülerini de kokladım.” Ceketini arabasında bırak­
mış olduğunu fark ettim. Ben de aynısını yapmalıydım. Koku
üstüme sinecekti, gerçi kıyafetlerim kadar saçıma da sinecekti.
Derwent kollarını sıvıyordu. “Ne yapıyoruz?”
Etrafıma, Kate Emery’nin kanıyla yazılmış vahşet ve acımasızlı­
ğın hikâyesini anlatan koyu lekelere baktım. “İçeriye girelim mi?”
“Hiç sormayacaksın sandım.”

335
JANE CASEY

“Katil ya da kurban?”
Cebinden bozuk para çıkardı ve başparmağının üzerine koy­
du. “Yazı mı, tura mı?”
“Yazı.”
Kaşlarını çattı. “Tura diyeceğini sanmıştım.”
Bozuk para havada döndü ve Derwent parayı yakaladı, sonra
bana gösterdi.
“Yazı.”
“O zaman katil.”
«'T »
lamam.
“Peki, nerede başladı?”
/

“Koridor.” dedi, Derwent hemen. “Burada. Kapının yanında.”


“Biri geliyor, istenmeyen biri.”
“Tamam.” Derwent ön kapının önünde pozisyon aldı. “Ne
oldu?”
Ceketimin cebinden kalemimi çıkardım. “Bunu bir bıçak
olarak hayal et.”
“Şimdiden korkmaya başladım.”
Kalemi ileri geriye götürerek onu bıçaklarmış gibi yaptım.
“Yerde ve duvarda kandamlaları. Küçük yaralar.”
Başımla onayladım. “Saldırganıyla savaşıyordu değil mi?”
“Kendisine alan açmaya hazırlanıyordu.” Derwent döndü ve
merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başladı. Bir eli, uzunca
bir kan lekesi bulunan duvardan bir buçuk santim uzaktaydı.
“Buraya koşuyor.”
“Ve onu yakalıyorum...” Merdivenleri üçer üçer çıktım ve
o yukarı yaklaşırken, Derwent’in ayak bileğinden yakaladım.
“Onu düşürüyorum...”

336
İleri doğru ellerinin üzerine düştü ve gerçek kan izine do-
kunmadan kendisini kenara attı. Sinüstü uzandı ve ben onu
yeniden bıçaklamak için üzerine eğildim.
“Burada ona verilen zararı gösterebilmek için biraz daha yak­
laşman gerekir. Halıdaki lekelere bak.” Kalkıp oturdu ve göster­
di. “Beden burada. Saldırgan üstte. Kan lekesinin iki tarafındaki
izler, diz izi gibi görünüyor.”
Haklıydı, halının tüyleri üzerinde, saldırganın dizlerinin al­
tında biriken iki kan lekesi vardı.
“Yeniden uzan.” Dikkatlice dizlerimi iki tarafa koydum ve
onu göğsünden bıçaklarmış gibi yaptım.
“Daha aşağıya.”
“Ne?”
“Burada ayağa kalktı ve koştu. Sen beni sadece kalbimden
bıçakladın. Kimse kalbine bıçak darbesi aldıktan sonra ayağa
kalkamaz”
Birazcık, kalçalarından aşağıya geriye doğru kaydım. Artık
bir cinayeti canlandırmadığımız aşikârdı. Utançtan yüzüm alev
alev yanmaya başladı. Ona bakamadım ama Derwent’in kahka­
ha attığını biliyordum.
“Tamam canım, zevk almana gerek yok.”
“Kapa çeneni.”
Bana sıntu. “Profesyonellik, Kerrigan.”
Kalemi midesine batırdım. Nefesini kesecek ve benim bileği­
mi tutmasına sebep olacak kadar sert bir şekilde. Bir süre mey­
dan okuyan gözlerle bana bakarak bileğimi bırakmadı.
“Benimle savaşman gerek.” dedim kendimi toparlayarak.
“Ne zaman başlayacaksın diye merak ediyordum.”

337
|ANF CASEY

Beni bıraktı vc ellerini iki yana koyarak gözlerini kapattı.


“Kare gittikçe güçsüzleşiyor. Şu anda onu ciddi şekilde yara­
ladın ve bir süre burada kalıyor, kanı halıya akıyor.
“Tamamdır.” Ayağa kalktım. “Belki yaptığımın yeterli oldu­
ğunu düşündüm. Ayağa kalktım ve nefes aldım.”
“Ama Kate numara yapıyor.” Ayağa kalktı ve banyoya koştu.
Onu takip ettim ve ışıkları açtım. Her yer kana bulanmıştı, şim­
di daha koyuydu ve korkunçtu.
“Burt haklıydı. Burası saklanmaya çalışmak için berbat bir
yer.
“Daha ileriye gitmek için zamanı olmadı.” Derwent küçük
odanın ortasında durdu, yüzü karanlıkta kalıyordu. “Burada
ona öldürecek kadar zarar verdiğinden emin olana kadar zaman
harcadın.”
“Ama görebildiğimiz kadarıyla burada ölmedi.” Kapının
önünde durdum. “Nasıl oldu? Sıkışmıştı. Sonra, çok kan kay­
betmesine rağmen koşarak saldırganın yanından geçti, gücünü
kaybetmiş olmalıydı, aklı karışmıştı. Aksi takdirde mutfakta kan
olmazdı. Eğer saldırgan yaralanmadıysa ya da bir şekilde hareket
edemez hâle gelmediyse, anlamıyorum.”
“Daha fazla numara?” Derwent yanındaki ve tuvaletin arka­
sındaki kanı gösterdi. “Eğer burada yatıp ölü taklidi yaptıysa,
belki de saldırgan işin bittiğini düşündü.”
“Belki.” Düşünürken kalemi yanağıma dayadım. “Ya da iki
saldırgan vardı ve birbirlerinin dikkatlerini dağıttılar."
Derwent başıyla onayladı. “Bu da kan raporundaki tutarsız­
lıkları açıklar. İki saldırgan. Biri diğerinden daha uzun. Birlikte
çalışıyorlar. Sırayla. Farklı bıçaklar. Farklı açılardan saldırı.”
“Belki biri diğerini durdurmaya çalışıyordu.” dedim.

338
Derwent hayır anlamında başını salladı. “Onun için bahane­
ler bulmayı bırak.”
“Kim için?”
“Hadi Kerrigan.”
tç çektim. “Tamam. Bethany ve Chloe birlikte çalışarak veya
tartışarak Kate’i öldürdü.”
“Ve cesedi ortadan kaldırmalarına yardımcı olan kimse, ye­
niden Chloe’ye döndü. Belki de ağzını sıkı tutabileceğine gü­
venmedi.”
Mantıklıydı ama ben sevmedim. Hiç sevmedim.
“Onlar mıydı, bilmiyoruz.”
“Olmadıklarını da bilmiyoruz.” Derwent kapıya yaslandı ve
yorgun olduğunda yaptığı gibi gözlerini kısarak baktı. “Kan ra­
porunu hazırlayan uzmana ne kadar güvendiğine bağlı.”
“Kev Cox’a güveniyorum. Uzman kadının çok iyi olduğunu
söylüyor.”
“İyi o zaman. Başka ne açıklamalar var orada?” Cevap ver­
memi bekledi ve vermeyince kaşlarını kaldırdı. “Evet, ne var?”
“Bilmiyorum.” Ayaklarımın yanındaki kan lekesine baktım.
“Hadi şunu bitirelim.”
“Tamam.” Banyodan çıktı. “Ne olmuş olursa olsun, bir şekil­
de aşağıya inmeyi başardı.”
“Şuna ne dersin: Katiller temizlik için aşağıya indi. Onlar
duş odasındayken...”
“Kate hareket eder. Bu sefer tırabzanlara tutunuyor çünkü
yarı ölü.” Derwent merdivenlerden aşağıya koştu, ön kapının
kolunu tuttu ama durdu. “Bir sebepten dolayı dışarı çıkmı­
yor.”

339
Jane Casey

Onu takip ettim, omuzunun üstünden kilidin altındaki kan


lekesine baktım. “Eğer biri onu kovalıyorsa bu mantıklı. Kilitle­
ri açmak için zamanı olmamıştır.”
“Ama katil ya da katiller kanı temizlemiyorsa.”
“Ya da mutfaktan bir şeye ihtiyacı olmadıysa.”
“Onun için ambulans çağıracak birini bulmaktan daha faz­
la ihtiyacı olan bir şey mi?” Derwent kaşlarını kaldırdı. “San­
mam.”
“Belki ön tarafa çıkmaya korktu. Belki dışarıda onu bir suç
ortağının beklediğini düşündü.”
“Belki de vardı.” Derwent iç çekti. “Tamam, sebebi ne olursa
olsun, ön kapıdan çıkmadı.” Döndü ve holden geçerek mutfağa
doğru yöneldi. “Eğer onu kovalıyorsan, ki onu hâlâ yakalayama-
dın bu arada. Tüm hole kanı akacak kadar zaman var ama ona
burada kimse saldırmıyor.”
Mutfakta, tezgâhın üzerinden sarktı. “Burada dinlenmek
için durdu.”
“Onun telefonunu bulduk mu?”
“Çan tasındaydı.”
“Belki de o yüzden buraya geldi. Belki de burada durup kan
kaybederken telefonunu arıyordu.”
“Burada hat da var.” Tezgâhın üzerindeydi. “Bundan da
999’u aramaya çalışmamış.”
“Yani polis istemedi.” Yutkundum. “Çünkü onu öldürmeye
çalışan kızı mıydı?”
Derwent omuzlarını silkti. “Mutfak kapısına doğru gitti, ki­
lidi açtı. Eğer onu kovalıyorsan hâlâ yakalamadın.”
“Onu kovalamıyorum. Kovalıyor olamam.”

340
“Gecenin bir yarısı hiçbir komşu tarafından görülmeden
dışarı çıktı. Çığlık atmadı ya da yardım için kimseyi aramadı.
Bahçenin içinden koştu çünkü buradan caddeye çıkan başka bir
yol yok.” Derwent verandaya çıktı ve bahçeye baktı. “Sonra da,
çok kan kaybetmesine rağmen arkasından hiç iz bırakmadan
kayboldu.”
“Yağmur da bizi engelledi.”
“Evet, engelledi.”
“Kaçmış olamaz.” dedim. “Temizlikle uğraşırken dikkatleri
dağılsa bile.” Onlar. Bunu yapanın kızlar olduğunu kabul etmiş­
tim. “Kate daha fazla ayakta duramazdı, yıkılırdı.”
“Ve suç ortakları onu kaldırdı.”
“Ve onlar cesetten kurtulmaya hazır olana kadar onu depoya
götürdü.”
Hayatı için mücadele verirken, yardım çağıramayacak kadar
korkan Kate’i düşününce titredim.
“Bu arada ben duş alıyorum.” dedim tekrar rolüme dönerek.
“Kendimi evde olan uygun şeylerle temizledim, böylece getir­
diğim herhangi bir şeyden yola çıkarak beni takip etme şansları
olmayacaktı.
“Akıllıca.”
“Sayılır.”
“Evet.” Derwent kaşlarını çatarak tekrar içeri girdi. “Bu ya
çok titizlikle organize edilmiş kusursuz bir cinayet...”
“Ya da tam bir rezalet.” diye bitirdim.
“Ya her şey plana uygun gitti ya da hiçbir şey.”
“Ve eğer katiller Chloe ve Bethany ise ve bir suç ortakları
' varsa, neden Chloe ölmek zorundaydı?”

341
t
Jane Casey

“Onun konuşmayacağına emin olamadılar.’’


Benim ne olduğumu bilmiyorsun. Bethany katil olduğunu mu
kastetti. Mümkündü.
Mutfak masasına oturdum ve çenemi elime dayadım.
Derwent beni izleyerek ve araya girmeyerek tezgâha yaslandı.
Sonunda ben iç çektim.
“Tüm kanıtlar bize bir hikâye anlatıyor ama asla mantıklı
değil. Her seferinde ilerlediğimizi düşünüyoruz ama duvara çar­
pıyoruz.”
“Fark ettim. Yani?”
“Yani... Belki de duvara yönlendirildiğimiz içindir.”
Ön kapıdan gelen ses anında kafamı kaldırmama sebep oldu.
Derwent’a baktım, ikimiz de şaşkınlıktan hareketsiz kaldık. Ön
kapı kapandı ve ayak sesleri yavaşça koridorda ilerledi. Merme­
rin üzerinde tıkırtılar çıkaran yüksek topuklar ve şıngırdayan
anahtarlar. Derwent, olabildiğince sessiz mutfak kapısına doğru
ilerledi. Elim telsizimde, tam arkasındaydım.
Oturma odasında dolapları açıp kapatıyordu. Siyah bir ta­
kım ve topuklu ayakkabılar giyiyordu.
“Yardım edebilir miyim?” dedi Derwent. Kadın gözleri kor­
kudan fal taşı gibi açılmış bir şekilde bize döndü. Çığlık atma­
dan hemen önce, onun tamamen yabancı biri olduğunu fark
etmiştim.

342
29

eela Sing yeni kurbanını bekleyen katiller değil de, polis

N memurları olduğumuza pek inanmadı. Bu eve girme yet­


kisinin olduğunu, hatta buna bizden daha çok hakkı olduğunu
açıklamak için kendini toparlaması bayağı bir vaktini aldı. Mal
sahibinin isteği üzerine orada bulunuyordu.
“Ben Miller Hamilton’la çalışıyorum.” Ve büyük bir gururla
ekledi, “Bu evi satmaya tek yetkili emlak şirketi biziz.”
“Tebrikler.” dedi Derwent. “Burada olanları düşününce, alı­
cılar bu ev için sıraya girecek.”
“Şaşıracaksınız. Temizlensin, çok lekelenmiş olan halıları kal­
dırın, boyayı yenileyin...” Saçını geriye attı. “Burası Londra. Alı­
cılar istediklerini almak ister. Burası rağbet gören bir bölge ve bu
konumdaki bir evin her zaman alıcısı olur. Söylemek istediğim,
bu yaşta bir evin tabii ki bir hikayesi olur. Yıllar içerisinde bir­
çok insan ölmüştür burada. Buranın farkı olanları bilmemiz ve
her şeyin çok yeni olması. Yine de temizlendiği anda, hiç kimse
burayı almak için ikinci kez düşünmez.”
Çığlık atmadığında çok tatlı biriydi ve muhtemelen işinde
de iyiydi. Mutfağın her yanına yayılmış kan lekelerinden etki­
lenmemiş gibiydi, ki bu bence kalpsizliğinden değil hayal gücü

343
Jane Casey

eksikliğindendi. Gerçi evin durumu benim sinirlerimi zıplatı­


yordu. Buna çoktan alışmış olmalıydım ama alışamamıştım.
Beni rahatsız eden başka bir şey daha oldu. “Mal sahibinin
isteği üzerine burada bulunuyorum dediniz. Kimden bahsedi­
yorsunuz? Kate Emery’den mi?”
“O öldü, değil mi?” dedi, bakışlarını benden Derwent’a çevi­
rerek. “O sadece kiracıydı. Bu ev hiçbir zaman ona ait olmadı.”
“Olmadı mı?” Derwent kaşlarını çattı. “Peki bu evin sahibi
kim?”
“Phyllis Charnock adında bir kadın. Sanırım Kate Emery’nin
halası. Aramızda kalsın, yaşlı bir cadı. Cornwall’da bir yerlerde
büyük bir evde yaşıyor. Yetmişlerinde olmalı.” Neela bunu sanki
hayal edilemeyecek kadar yaşlıymış gibi söyledi. Kendisi en fazla
yirmi beş yaşındaydı.
“Yeğeninin öldüğünü duydu ve evi satışa çıkarmaya mı karar
verdi?” Derwent başını salladı, “insanlar her zaman beni şaşırt­
maya devam edecek.”
“Hayır, konu zaten o. Phyllis zaten evi satmaya karar ver­
mişti. Bize bu yetkiyi aylar önce verdi. Yeğenine evden çıkması
ve diğer işler için ihbarname vermişti.” Neela gülümsedi. “Evin
içinde biri öldürülmeden önce, daha kolay satılabileceğini inkâr
edemem. Neyse ki zorlukları severim. En azından kiracı eve iyi
bakmış. Tamir etmiş, yenilemiş.” Kana dokunmayarak, elini tez­
gâhın üzerinde gezdirdi. “Bu mutfaklar ucuz değil. Bu Corum
tezgâhı ve bir servet eder. Buraya kendi malı gibi bakmış, dedi.
“O zaman Kate taşınma fikrini beğenmemiştir.” dedim.
“tik defa buraya böyle bakma şansım oldu. Daha önce her
geldiğimde, defolup gitmemi söyledi.” Neela gözlerini kaydırdı.
“Ben sadece işimi yapıyordum. Halasının burayı satmak iste­

344
ölülerin Konulmasına İzin ver

mesi benim suçum değil. Evet, öldü ama bu konuda biraz daha
hoşgörülü olabilirdi.”
“Phyllis Charnock'un telefonu var mı sizde?” diye sordum.
“Evet, tabii.” Notlarının arasına baktı ve iletişim bilgilerinin
olduğu bir sayfa buldu. “Ama ona benim verdiğimi söyleme­
yin, tamam mı? Zor bir müşteridir ve onun suyuna gitmek için
elimden geleni yapıyorum.” Göz kamaştıran bir gülümseme.
“Şu ana kadar çok iyiydi.”
Phyllis Charnock’la -Bayan Charnock deyin lütfen- yaptığım
iki dakikalık konuşmanın ardından Neela Sigh’ın işinde iyi ol­
duğu fikrim, onun mucizeler yaratan bir çalışan olduğu fikrine
dönüştü. Belli ki Bayan Charnock tüm sabah kavga edecek biri­
ni beklemişti ve ben de ona altın bir fırsat sunmuştum.
“Evi neden satmak istediğimi sormanız çok münasebetsizce.
Benim evim ve onunla istediğimi yapmaya hakkım var.” Sesi
kulaklarımı tırmalıyordu.
“Evet, tabii ki. Sadece şu anda satmanız için özel bir sebep
olup olmadığını merak ediyorum. Anladığım kadarıyla bir süre­
dir o evde yaşamıyorsunuz.”
“Ben orada hiç yaşamadım. Neredeyse görmedim bile. Lond­
ra’yı sevmem. Vaftiz annemden miras kaldı.”
Benim vaftiz annem bana bir çift küpe bıraktı. Bir milyon
poundluk ev olmamasına takılmamaya çalıştım.
“Oldukça büyük bir miras.”
“öyleydi. Zaten başka bırakacak kimsesi yoktu. Vergi yansı­
malarına rağmen ilk başta minnettar olmuştum. Bir süreliğine
kiraladım ama bir felaket oldu. Yeğenimi o evde yaşamaya da­
vet etmenin çok akıllıca olduğunu düşündüm. Evliliği bittikten
sonra başka gidecek bir yeri yoktu. Eve göz kulak olacağına gü-
Jane Casey

vcndiğim bir kiracı işleri kolaylaştırdı.”


“Tabii.” diye mırıldandım, odadaki zevkli duvar kâğıtlarına,
pahalı perdelere ve son birkaç yılda serilmiş halılara bakarken.
“Kare kira ödüyor muydu?
“Kesinlikle hayır.” Bu sorum karşısında gerçekten gücendi.
“O benim yaşayan tek akrabamdı ve ona yardım etmek benim
görevimdi. Karşılığında da eve iyi baktı ve gerekli gördüğü tüm
değişiklikleri yaptı.”
“Çok para harcamış olmalı.” Kiradan daha fazla diye düşün­
düm. Çok daha fazla.
“Bu onun tercihiydi.” Sesi daha da ciddileşti. “Ondan asla ev
için para harcamasını istemedim. Onun hiç de dört gözle bu eve
sahip olabilmeyi beklediğini düşünmedim. Ona yardım etmek
istedim, aile duygusuyla ve onun aynı şekilde düşünmediğini
duymak, benim için çok büyük bir şok oldu.”
“Kate evi satmayı planladığınızı biliyor muydu?”
“Bu konu hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söyledi. Evi o
şekilde tutabileceğini düşündüyse, boş hayaller içinde yaşıyor­
muş. Ona çok net anlattım.”
“Çok üzülmüş olmalı.”
“Ah, evet öfkelendi. Ne kadara satılırsa satılsın, onun yarı­
sını hak ettiğini söylemeye bile cesaret etti.” Bayan Charnock
homurdandı. “Ben de hemen onun üzerinde herhangi bir vasıl
hakkı olmadığını söyledim.”
“Ama eğer yeni bir mutfak yaptırdıysa...”
“Zaten bir mutfak vardı. Onun daha sonra yatak odasına
çevirdiği çok güzel bir çatı katı vardı. Bunu sanki daha önce,
çatı katını bu şekilde dönüştüren hiç kimse olmamış gibi söy­
ledi. “Evde iki kişi yaşıyor ama dört oda var. Burnunu çekti.

346
“Komik. Sorun şu ki; şampanya tadında zevklerinin ama limon
tadında gelirinin olmasıydı.”
Sen de acı limonsun. “Ona evi satmayı düşündüğünüzü ne
zaman söylediniz?”
“Nisan. Ona kalacak başka bir yer bulması için altı ay ver­
dim. Parasını biriktirmek için yılları vardı.” dedi Bayan Charnock
huysuz bir şekilde. “Bir gün, bir ev için depozitoya ihtiyacı ola­
cağını bilmeliydi ama çoğunu harcadı. Haydan gelen huya gider.
Erkek kardeşim de aynıydı. Öldüğünde tek kuruşu yoktu. Kate
tek çocuktu. İnsan, fakirlik içinde büyümenin ona para konuları
ile ilgili daha dikkatli olması gerektiğini öğrettiğini düşünüyor.”
Kate’i bu duyarsızlıkla karşı karşıya düşünürken gözlerimi
kırptım. “Altı ay uzun bir süre değil.”
“Çok iyi bir zaman. Yeteri kadar uzun bekledim. Kızı artık
bir yetişkin. Onlar için elimden geleni yaptım. Ayrıca bunun
kızına miras kalmasına izin vermem söz konusu bile olamazdı.”
“Chloe’yi kastediyorsunuz.”
“Sanırım adı buydu. Onu sadece bir kere gördüm, sekiz ya
da dokuz yaşında.” Ses tonundan Bayan Charnock’un bu kar­
şılaşmadan memnun olmadığı anlaşılıyordu. “Kontrol edilemez
küçük kız.”
“Bayan Charnock bunu bilmiyor olabilirsiniz ve size bu ha­
beri telefonda verdiğim için çok üzgünüm ama Chloe iki gün
önce öldü.”
“Ah...” Ben saygıyla sessizlik içinde beklerken, o da haberi
içine sindirdi. “Çok şükür.”
“Pardon?”
“Annesi her zaman, hayatın onun için çok zor olduğunu ve
tek başına ayakta duramayacağını söylerdi. Eğer birine bağımlı

347
jane Casey

olmadan yaşayamayacaksa, yaşlandıkça nasıl bir hayat kalitesi


olabilirdi? Ve tabii zavallı Kate’e olanlardan sonra çok zor bir
durumdaydı. Biliyorsunuz yavaştı. Bir yardım evinde kalmalıy­
dı. Tek başına ayakta duramayacağını söylediğinde, Kate’e bunu
söylemiştim.”
Kaşlarımı çattım. Benim Chloe ile ilgili izlenimim böyle
değildi. Annesi dışında herkesin, Chloe’nin Bayan Charno-
ck’un söylediğinden çok daha fazlasını yapabileceğine inandı­
ğını görmüştüm. Sadece Kate’in, Chloe’nin ona bağımlı olma­
sı için kendine göre sebepleri vardı. Kate’in ziyaret ettiği tüm
uzmanları, uzmanların tarif ettikleri Chloe’nin, kendi tarifine
uymaması sonucu bıraktığını düşünürken buldum kendimi.
Kate kendisine uyması için Chloe’nin dünyasını yeniden ya­
ratmıştı, fınansal ve kişisel durumuyla ilgili gerçekler rahatsız­
lık veriyordu.
“Chloe güzel bir kızdı.” dedim.
“Dış görünüş her şey demek değildir. Mirasımın bir embe-
sile kalmasına izin veremezdim. Eğer Kate’in normal bir çocu­
ğu olsaydı daha farklı olurdu ama hayır.” Birdenbire terslendi.
“Hiç kimsem yok. Tek başımayım. Son birkaç yıldaki düşük faiz
oranlarından gelirim çok etkilendi. Yatırımlar beklediğim kadar
kâr getirmiyor. Geleceğimi düşünmek zorundayım.”
“Tabii.”
“Düşündüm ki... Yani, Kate’in gelip bana bakacağını umu­
yordum ama böyle bir şey yapmayacağını çok net bir şekilde
söyledi. Onun için tüm yaptıklarımdan sonra, kızıyla olması
gerektiğini söyledi. Bana karşı bir aile bağı hissetmiyordu. Yine
de yapabileceği bir şey diye düşünmüştüm ama bir huzurevini
karşılayacak paramın olduğunu söyledi.”

348
Ondaki kinin sebebi şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Evi sat­
mak, Kate’i cezalandırmanın yanı sıra Bayan Charnock’un fı-
nans durumunu da tekrar organize etmek için planlanmıştı.
Olabildiğince çabuk telefonu kapattım. Bunun sebebi sadece
Phyllis Charnock ile konuşmanın strese sokması değildi.
Bayan Charnock evi satacağını söylediği anda, Kate için
geri sayım başlamıştı, iyi geçinseler bile, halasıyla herhangi bir
pazarlık yapma şansı yoktu diye düşündüm. Bir ev bulmak
için altı ay, bütün parasını, kendisine miras kalacağını düşün­
düğü eve yatırdıktan sonra. İşi iyi gitmemişti. Chloe hâlâ ona
bağımlıydı ve her ikisi de Brian Emery’nin ekonomik desteği­
ne muhtaçtı. Ondan peşin yüklü bir miktar para istemesine
şaşmamak lazım.
Ve o da hayır demişti.
Mutfakta bekleyen Derwent, Necla’nın uzunca süre kahka­
halar atmasına sebep olan bir şey söylemişti. Ya Necla’nın mizah
anlayışı kötüydü ya da Derwent her zamankinden daha çok ça­
balıyordu.
İçeriye girdiğimde, Derwent’i yüzünde masum bir ifadeyle
masada otururken buldum. Yanlış bir davranışta bulunduğunun
tek belirtisi dizlerinden birini sallamasıydı ve eğer ben onu ta­
nıyorsam, bu onu ele veren bir hareketti. Yanakları kızarmış kı­
kırdayan parlak gözlü Necla’ya baktım. Derwent kendine engel
olamadı diye düşündüm. Özellikle de Melissa çok çalışırken.
Birazcık eğlence. Onu suçlayabilir miydim?
Suçlayabilirdim ve suçladım.
Buz gibi bir sesle, “Sanırım burada işimiz bitti.” dedim ve
Derwent’a dönerek, “Tekrar ofise dönmeliyiz.” dedim.
Yüzündeki gülümseme kayboldu. “Neden?

349
Jane Casey

Sanki emlakçı arkadaşının önünde daha fazla bir şey söyler­


mişim gibi. Kaşlarımı kaldırdım.
Sandalyeden kalktı, şansını zorladığını bilerek uslu uslu
geldi.
“Bayan Charnock nasıldı?” diye sordu, Neela.
“Bence, kimse cinayete aldırmasa bile o herhangi bir alıcıyı
vazgeçirmeye yeter.”
“Evet.” îç çekti. “Ben kesinlikle bu evden komisyonumu ala-

350
30

epsi bu mu?” diye sordum.

H “Bir kutu daha var.” Derwent taşıdığını yere attı ve tek­


rar dışarı çıktı.
Düşecek gibi duran kâğıt yığınları toplantı odasındaki ma­
sayı kaplamıştı, içimden küfrederek kâğıdarı düzenlemeye ça­
lışıyordum.
“Bu nedir?”
Kapıda duran Una Burt’e bakmak için kafamı kaldırdım.
“Kate Emery’nin evinden aldığımız dosyalar ve şu ana kadar
topladığımız her şey. Tüm kâğıt işi yani.”
“Neden?”
Elimin tersiyle başımı ovdum. “Ev hakkındaki haberleri duy­
dun mu?”
Başıyla onayladı. “Ekonomik durumu düşündüğümüzden
çok daha kötüymüş.”
“Bu da beni, acaba daha fazla para almak için bir şeyler yapı­
yor muydu diye düşündürttü.”
“Ne gibi?”
“Ekstra iş. Elden para. Yasa dışı her şey; uyuşturucular, hap­
lar. İlaçlar hakkında bilgisi vardı. Doğum yardımı diye sattığı

351
Jane Casey

bitkisel ürünleri aldığı bir tedarikçisi vardı. Belki başka bir şey
daha ithal etmeye başladı. Bir uyuşturucu satıcısı, kendi bölge­
lerine girdiği için onun karşısına çıkmış olabilir.”

“O zaman para nereye gitti?”


Omuzlarımı silktim. “Çok iyi sakladı. Belki de Chloe onu
bulmaya gitti ve onu takip ettiler. Parayı al ve tek görgü tanığını
öldür.”
Burt masaya baktı. “Tek başına tüm bunlara bakman çok
zamanını alacak.”
“Biraz yardım alabilir miyim diye merak ediyordum. Colin
çok iyi olurdu ya da Liv.”
“Chloe’nin cinayeti üzerinde çalışıyorlar. Elimde bir tek
Derwent var. “
“Evet.” Yüzüm asıldı. “Eğer onu uzaklaştırırsan çok daha bü­
yük bir yardım olabilir.”

Beklenmedik bir şekilde hafifçe kahkaha attı. “Tamam. Se­


nin peşini bırakması için ona başka bir şey bulacağım.”
Masaya oturdum ve yeniden Kate’in hayatını, bilinen kalıp­
lar içinde değişik varyasyonlar arayarak incelemeye başladım.
Birçok insanın tahmin edilebilir hayatları vardır; yıllar içinde
birkaç iş, birkaç banka hesabı, inişler ve çıkışlar. Harcamalarının
belli bir düzeni vardır: Aralıkta Noel hediyeleri için harcamalar
tavan yapar, temmuzda tatiller için ve ocakta da harcamalar kı­
sılır. Araba taksitlerini öderler, emekliliklerine yatırım yaparlar,
yeni bir televizyon alırlar ve ekonomik dokümanları okumasını
bilirseniz tüm hayatları Bayeux duvar halısı gibi gözler önüne
serilir.
Kate’in banka hesapları başka bir hikaye anlatıyordu.

352
İHImIi Konulmasına İzli ver

"Bir şey buldun mu?" Derwent elinde bir fincan çayla, te­
pemden bakıyordu. Ona teşekkür edemeden çayı bir yudumda
içip bitirdi.

"Nakit."
"Ne olmuş?"
Altını çizmiş olduğum rakamlara odaklanarak, hesap çizel­
gelerini yeniden inceledim. “Mayısta nakit çekmeye başlamış.
Phyllis ona evin satılacağım nisanda söylemiş. Yeğenine kendi­
sini organize etmesi için altı ay vermiş. Kate’in harcamalarını
azaltmasını ve birikim yapmasını beklerdim ki böylece kira de­
pozitosunu biriktirebilsin ama o haftada üç ya da beş kez banka­
matiklerden yüklü miktarda para çekmiş. Farklı bankamatikler,
farklı yerler. Her zaman çekebileceği en yüksek miktarı çekmiş."
“Yani? Belki harcamalarında daha dikkatli olmak için na­
kit kullanmaya başladı. Paranın gittiğini görünce faklı oluyor
değil mi?”
“Ama hiç kullanmamış. Bütün harcamaları yine kredi kartla­
rından yapmaya devam etmiş. Küçük miktarları bile.”
“Tamam. Peki, parayla ne yapıyordu? Birine ödeme mi yapı­
yordu? Saklıyor muydu?”
“Henüz bilmiyorum ama bulamadığımızı biliyorum.”
“Başka ne var?”
“Henüz hiçbir şey. Bana fırsat ver. Daha yeni başladım.”
“Yardıma ihtiyacın var.” dedi Derwent.
“Senden değil.”
“Zaten teklif etmiyordum. Bir saniye bekle.” Dışarıya çıktı ve
birkaç dakika geçmişti ki kapıda Georgia görüldü.
“Dedektif Derwent yardıma ihtiyacın olduğunu söyledi.”

353
IANI! CAS It Y

İç çekine* bileğimi Huni irdim ve ona şu ana kadar Kate hak­


kında öğrendiklerimi anlattım.
’‘Yani hiç parası yoklu. Neden bir işe girmedi?”
‘‘Ne yapacaktı?”
“I lemşireydi değil mi? Yani şirketini kurmadan önce.”
‘‘Diplomasını yeniden onaylatmadığı için artık hemşirelik
yapamazdı.”
“Sanırım hâlâ o alanda çalışıyordu değil mi?” Georgia kaş­
larını çatarak dosyalardan birkaç tane aldı. “Çocuğun psikolog
raporlarını ararken bir şey gördüğüme eminim. Burada.” Antetli
kâğıda yazılmış mektubu bana uzattı.
“Bu her ne içinse, Rosebery Kliniği ile yaptığı kısa dönemli
bir kontrat.” Tarihi kontrol ettim. “Ama bu iki yıl önce.”
“Gerçek işten bahseden son belge olarak bunu buldum. Eğer
iş arıyorsan, ilk olarak daha önce çalıştığın yerlere gidersin değil
mi? Eğer işleri berbat etmediysen.”
“Kesinlikle.” Telefonumu buldum ve mektubun üzerindeki
numarayı aradım.
“Rosebery Kliniği. Ben Anita, nasıl yardımcı olabilirim?” Sesi
kulağa çok profesyonel geliyordu. Yapmacık bir kibarlık vardı.
Kendimi tanıttım ve şu anda sürmekte olan bir cinayet so­
ruşturması için aradığımı açıkladım. Hattın diğer tarafındaki
sessizlik, bu işe dâhil olma isteksizliğinin bir işaretiydi ama aynı
zamanda meraklanın işti da.
“Size yardım edebileceğimizden emin değilim."
“Rosebery Kliniği bir tıp kliniği mi?"
Evet.
“Uzmanlık alanı nedir?”

354
“Üreme sağlık hizmeti. Özellikle doğurganlık.”
“Tüp bebek?” Doğurganlık tedavileri ile ilgili tüm bildikle­
rim bunlardı.
“Diğer tedaviler de var. Tüm bu bilgiler internet sitemizde
mevcut. Şimdi, eğer tüm sormak istedikleriniz...”
Ve Kate de çiftlerin bu sorununa yardımcı olmak için takviye
ilaçlar satıyordu.
“Kate Emery adında bir kadın tanıyor musunuz? Onunla hiç
çalıştınız mı?”
Kısa bir nefes aldı. “Bir dakika. Bana numaranızı verin, ben
size geri döneyim.”
Başka bir soru soramadan telefonu kapattı.
“Ne dedi?” Georgia nin gözleri ilgiyle parlıyordu.
“Beni tekrar arayacak.” Ayağa kalktım ve odada tur atmaya
başladım, hareketsiz duramayacak kadar heyecanlıydım. “Uma­
rım acele eder.”
Birkaç dakika sonra telefonum çaldı: Bilinmeyen numara.
“Kate Emery i soruyordunuz.” Giriş konuşması yoktu ve bu
sefer Anita nin sesi daha doğal geliyordu. Trafiği duyabiliyor­
dum, belli ki benimle konuşmak için binadan çıkmıştı. “Gaze­
tede kaybolduğunu okudum. Cinayet dediniz.”
“Bu bir cinayet soruşturması, evet.”
“Tanrım, zavallı Kate.”
“Onu tanıyordunuz.”
“Klinikte çalışırdı. Orada hemşireydi yıllar önce. On beş yıl
önce olmalı. Belki daha fazla. Kızının iyi olmadığını anladığın­
da bıraktı. Ne kötü. Harika bir hemşireydi.”
“O zamandan beri ondan hiç haber aldınız mı?

355
Jane Casey

“Birkaç kez. Kızıyla dışarıya çıkmak zordu onun için.” Bir


iç çekiş. “Kate çok eğlenceliydi. Büyük harflerle tam bir TATLI
BELAYDI. Her zaman bir şeylerle uğraşırdı. Gülmek için her
şeyi yapardı. İnsanlara şakalar yapardı. Bir şeyler söylerdi. Çok
cesurdu. Onun için böyle düşünürdüm.”
“Peki ya erkek arkadaşları?”
“Ne olmuş onlara?”
“Erkek arkadaş konusunda risk alır mıydı? Tanımadığı insan­
larla yatar mıydı?”
“Böyle bir şey diyemem. Bulduğunuz bu mu?” Büyük bir
merak.
“Bu soruşturmanın bir parçası.” dedim. “İşi hakkında bilgi­
niz var mıydı?”
“Ah, evet. Her şeyi biliyorum. Bu yüzden sizinle ofiste ko­
nuşamadım. Kate birkaç yıl önce buraya ufak bir iş yapmaya
geldi. Hemşirelik değil, resepsiyon görevi. Bir ameliyattan sonra
iyileşme döneminde izinliydim ve o geçici olarak benim yerimi
aldı. Benim için sorun değildi çünkü işimi almak istemeyeceğini
biliyordum, zaten almadı da. Ama başka bir şey aldı. E-posta
listemizi.”
“Sormadan mı?”
“Sormadı çünkü cevabın hayır olacağını biliyordu. Sonnı
insanlara doğurganlık sorunlarıyla ilgili mektuplar göndermeye
ve malzemelerini satmaya başladı. Hemen müşterilerden şikâyet
almaya başladık ve bu durum karşısında özür mektupları gön­
derdik. Yönetim çok öfkelendi. Avukatımız Kate’e listeyi kul­
lanmaması için bir uyarı gönderdi. Ben bunun her zaman, onu
kovdukları için bir intikam olduğunu düşündüm.”
“Onu e-posta listesi ortaya çıkmadan önce mi kovdular?”

356
“Altı hafta burada kalması gerekiyordu ama ikinci haftanın
ortasında kovuldu. Dosyaları incelerken yakalandı. Hepsi giz­
lidir.”
“Hangi dosyalar?”
“Burada çalıştığı zamanlara ait eski dosyalar. Bilmiyorum,
belki de tedavi ettiği hastaları merak etmiştir. Arşiv sisteminde
istekler tavan yaptı. Bu bir dosya dolabına girmek gibi değil.
Hepsi bilgisayarlarda.”
“Ne kayıtlarıydı bunlar, hatırlıyor musun?”
“Sizin için bulabilirim.” Bir kamyon büyük bir gürültü ile
geçerken sustuk. “Sizce olanlarla bir ilgisi var mıdır?”
“Hiçbir fikrim yok.” dedim neşeli bir şekilde. “Ama bilmek
isterim.”
“Ne söyledi?” diye sordu Georgia telefonu kapatır kapatmaz.
“ölünün arkasından kötü konuşmak istemem ama Kate işini
geliştirirken, tamamen etik dışı ve prensipsiz davranmış.” Ona
e-posta listesini anlattım.
“Bu onu öldürmek için bir sebep değil gerçi, değil mi?” diye
sordu Georgia hayal kırıklığıyla.
“Muhtemelen hayır. Her şeye hemen ulaşamazsın.”
Georgia kâğıt işine geri döndü ve ara ara ona garip gelen şey­
ler üzerinde yorum yaparak, hızlıca ve etkili bir şekilde okuma­
ya devam etti. Akıllıca yorumlar yaptığını düşündüm, sokakta
doğru içgüdüleri olmasa da, bu konuda iyiydi. Güçlü yanlar ve
zayıf yanlar. Hepimizin vardı, önemli olan senin zayıf olduğun
alanlarda, güçlü olan insanlarla çalışmaktı. Belki de bu yüzden
Derwent kesinlikle onun gibi olmamı istemiyordu. Onda olma­
dığı için, kendisinin vicdanı olmamı istiyordu.

357
Jane Casey

Telefonum tekrar çaldığında laboratuvardan gelen bir rapora


bakıyordum, arayan Anka’ydı. Kısa bir konuşma oldu. Kapat­
tıktan sonra bir dakika oturarak düşündüm. Sonra Liv’i arama­
ya gittim.
“Bu laboratuvar raporu.” Ona gösterdim.
“Ne olmuş ona?”
“Neden bahsediyorlar?”
“İğne?”
“Ne iğnesi?”
“Biliyor olmalısın. Sen topladın.”
Kaşlarımı çattım. “Hayır ben toplamadım.”
“Kate Emery’nin evinden alınmış bütün eşyalarla birlikte
geldi. Sanırım yatak odasındaki çöptendi.”
“Ben topladım.” dedi Derwent gelip raporumu elimden çe­
kerek. “İçinde hiçbir şey yoktu. Pamuk ve kullanılmış peçeteler.”
“Ve bir düğme ile iğne.” Başımı salladım. “Düğmeyi gördüm
ve onu da dikiş iğnesi diye düşündüm, demek değildi. Enjeksi­
yon iğnesiydi.”
“Bunu bildiğini sanıyordum.” dedi Liv. “Bu yüzden analize
gönderdim ama içinde yasa dışı bir şey yok.”
“Hayır. Yok.” Liv iğnenin önemini fark etmemişti. Ben de
laboratuvar raporunu okuyana kadar fark etmemiştim.
Derwent kaşlarını çattı. “Ama...”
“Bir telefon görüşmesi.” dedim. “Sonra patronla konuşma-
mız gerek.
“Ne buldun?” dedi Una Burt beklentiyle bakarak.
“İyi ve kötü haberler.” dedim.

358
“İyi haberler ne?”
“Bir gizemi çözdüm. Kate Emery klinikte geçici olarak ça-
lışıyorken arşivlenmiş bir dosyaya baktı. Bu dosya Eleanor ve
Oliver Norris’e aitti. Kate orada hemşire olarak çalışırken, onlar
da klinikte tedavi görüyorlardı.”
“Taşındıklarında, Kate onları tanımış olmalı.” dedi Derwent.
“Bethany’nin mucize bebek olduğunu öğrenir öğrenmez, ikisin­
den birinin yalan söylediğini anladı.”
“Neden?”
“Oliver Norris kısır.” dedim. “Laboratuvarda kontrol ettir­
dim ve Harold Lowe’un evinde bulduğumuz kullanılmış prezer­
vatiften bunu teyit ettiler.”
“Yani Bethany onun kızı değil.” dedi Derwent. “Mucize de­
ğildi ve Kate bunu biliyordu. Eleanor hamile kalmak için ne
yaptıysa -belki bir donör veya bir ilişki— kocasının bunu bilme­
sini istemiyordu.”
“Kate’in ona şantaj yaptığını mı düşünüyorsun?” diye sordu
Una Burt.
“Başka ne sebeple sistemden onların dosyalarına baksın ki?” de­
dim. “Meraktan daha fazla bir şey olmalı. Risk aldığını biliyor ol­
malıydı, yani Eleanor ile ilgili bilgiye ulaşmak klinikteki geçici işini
kaybetmeye değerdi, işi o zaman çoktan kötü gitmeye başlamıştı.
Acil olarak nakit paraya ihtiyacı vardı ve eski kocasının karısı, her
verdiği kuruş için problem yaratırken ona faydası dokunmazdı.”
“Ama şantaj büyük bir adım.” dedi Burt.
“Hastalarını kandıran ve para almak için hiçbir şeyin durdur­
mayacağı biri için değil. Eski kocası onu desteklesin diye, kızını
olduğundan daha aptal bile gösterdi. Chloe, Kate dışında herke­
se gayet kendi kendine yetebilecek bir insan gibi görünüyordu.”

359
)ane Casey

“Manipülatif.” dedi Una Burt.


“Umutsuz belki. Halasına göre fakirlik içinde büyümüş. Fa­
kir olmanın ne demek olduğunu biliyordu ve o günlere dön­
mek istemedi, iki şanssızlık yaşadı: Brian Emery’den o servetini
kazanmadan önce ayrıldı ve tüm parasını o eve yatırdı. Eğer o
ev ona miras kalsaydı, hayata hazır olacaktı ama planladığı gibi
olmadı.”
“Eleanor parayı nereden alıyordu?”
“Oliver kiliseden iyi maaş alıyor ve kağıtlar arasında ortak
hesap cüzdanı buldum. Eleanor dikkatli olduğu sürece, ev mas­
raflarından alıp Kate’e verebilirdi. Tabii, eğer Kate daha da aç
gözlü ya da umutsuz olduysa, Eleanor’a hareket edecek alan kal­
mamıştır.”
“Onu Eleanor’un öldürdüğünü mü düşünüyorsun?”
“Hayır.”
“Kim o zaman? Oliver?”
“O da değil.”
“Biz kızlardan şüphelenmiştik.” dedi Derwent. “Bethany
ve Chloe birlikte çalışıyorlar. Bunu daha önce evde fark ettik.
Evdeki kan lekeleri kafa karıştırıcı. Bunu ancak iki saldırganın
açıklayabileceğini düşündük.”
“Ama şu anda daha iyi bir açıklamam var. ’’dedim. “Ve kötü
haber bu.”
“Devam et.” dedi Una Burt.
“Kate’in cesedini bulamamamızın sebebi, ortada bir ceset ol­
maması.” Başkomiserin yüzü bembeyaz olunca durdum. “Kate
hâlâ hayatta.”

360
31

Bu imkânsız.” dedi hemen Una Burt. “Olamaz. Evi gördünüz.”


“O bir mizansendi.” dedim neredeyse özür diler gibi. Bütün
bir cinayet soruşturmasına ayrılan zaman ve kaynaklar, basın
toplantıları, yüksek rütbeli görevlilerle telefon görüşmeleri...
Una Burt’ün bunun kariyerinde neye mal olacağını hesapladı­
ğını ve çok kötü sonuçlara ulaştığını görebiliyordum. “Kate’in
evinden aldığımız eşyalar arasında bir iğne vardı. Liv içinde
uyuşturucu olup olmadığını anlamak için teste gönderdi. Labo-
ratuvara göre Kate’in kanını almak için kullanılmıştı.”
“Yani?”
“Kate bir hemşireydi. Nasıl kan alınacağını ve kanı nasıl sak­
layabileceğini biliyordu. Bedeni hiçbir zaman dondurucunun
içinde olmadı ama kanını oraya koymuştu. Hazır olduğunda,
kanı depodan çıkardı, eritti ve evi o kana buladı. Çok fazla kan
vardı. O kadar kan kaybeden birinin hayatta kalması mümkün
değildi. On gün boyunca bir ceset bulmaya çalıştık. Kendini
sanki öldürülmüş gibi gösterdi ve biz de bunu bir cinayetmiş
gibi araştırdık.”
“Neden? ölü olmanın ona ne gibi faydası oldu?”

361
Jane Casey

“Sigorta poliçesini öldüğü anda hak iddia etmesi için Ch­


loe’ye bıraktı, dedi Derwent. Eğer sadece kaybolsaydı, ölü ol­
duğunu kanıtlamak yıllar alırdı, öldüğünü onaylamaya hazır
bizlcrle, süreç çok daha hızlı oldu. Sigorta parayı ödeyene kadar
Chloe’nin babasıyla kalması gerekiyordu.”
“Kate, Chloe’nin erkek kardeşinin onu taciz ettiğini bilmi­
yordu. Chloe eve gelir gelmez, plan bozulmaya başladı. Olayla­
rın dışında kalması gerekirken, soruşturmanın ve Kate’in gitme­
den önce şantaj yaptığı insanların tam ortasına düştü.”
“Ve sonra biri onu öldürdü.” dedi Burt. “Ama Kate hayatta
kaldı -ve şantaj- bunların hiçbiri Chloe’yi öldürmek için bir
sebep değil, değil mi?”
“Direkt olarak değil. Kate’in kızını öldürmenin, Eleanor
Norris’e nasıl bir fayda sağlayacağını bilmiyorum. O nedenle
Kate’i bulana kadar, Norrislerle şantaj konusu hakkında ko­
nuşmamamız gerektiğini düşünüyorum. Chloe’yi kimin ne­
den öldürdüğü hakkında bizden daha çok şey biliyor olmalı.”
dedim.
“Aramaya nereden başlıyoruz?” Burt ellerini kısa saçlarının
arasından geçirdi. “Her yerde olabilir.”
“Pasaportunu bırakmış.” dedi Derwent. “Mantıklı. İngil­
tere’den çıkmayı istemez. O zaman Chloe’den çok uzaklaşmış
olurdu ve biz de nereye gittiğini çok daha rahat bulurduk. Sınır­
ları geçmek riskli. Bu ülkede saklanmak çok daha kolay, özellik
le de kimse onu aramıyorken.”
“O zaman nasıl bulacağız?” diye sordum. “Kamuya duyura­
rak mı?”
“Yaşadığını bildiğimizi hemen duyurmamalıyız. Kaçabilir ve
bu da onu tehlikeye sokar.” dedi Derwent.

362
Chloe’nin ölümünün benim hatam olduğu duygusundan
hâla kurtulamamıştım.
“Böldüğüm için özür dilerim.” Liv kapı eşiğinden odaya
doğru eğilmişti. Elinde bir çıktı vardı. “Chloe’nin telefon kayıt­
larında bir gariplik var.”
“Nasıl bir şey?”
“Telefonu arama yapmak veya onu aramaları için kullanma­
mış, daha çok mesaj ve resimli mesajlar. Kaybolduktan sonra
çok aranmış -otuz ya da kırk kere- Sussex ve Hampshire’daki
ödemeli telefonlardan.”
“Hepsi mi ödemeli telefon?” Kontrol ettim.
“Evet. Her defasında başka bir yerden, farklı bir telefon. He­
nüz tam haritasını çıkarmadım ama eğer aynı kişiyse bir daireyi
takip ediyor.”
“Kate.” dedi Una Burt. “Aramalar ne zaman başlamış?”
“Pazar.”
“Chloe’nin kaybolduğunu duyurduğumuz gün.” dedim.
“Kate panik olmuş olmalı.”
“Chloe herhangi bir aramaya cevap vermiş mi?”
Liv başını salladı. “Telefonu kapalıymış.”
“Sesli mesaj var mı?”
“Hayır.”
“O zaman ya cevap veremedi ya da cevap vermek istemedi.”
dedim. “Ve bir şekilde telefon Bethany’nin eline geçti ama o da
telefonlara bakmadı.”
“Sussex ve Hampshire büyük bölgeler.” dedi Derwent. “Çok
kalabalık ve saklanabileceği bir sürü yer var.”
“Bu bir başlangıç.” dedim.

363
Jane Casey

Colin’e, Kate Emery’nin artık bir kurban değil, şüpheli oldu­


ğunu söylediğimde gözleri parladı.
“Bana avlamak için canlı bir insan verin.” Sandalyesini biraz
daha masasına yaklaştırdı, burnu neredeyse bilgisayar ekranına
değiyordu. “Şimdi, arabasını almadı, o nedenle ne kullandığı­
nı ya da bir araç kullanıp kullanmadığını bilmiyoruz. Bakalım
banka hesapları kullanılmış mı?” Numaralara bakmadan, bir
konser piyanisti akıcılığıyla numaraları çevirdi. Ah, Miriam.
Dedektif Colin Vale yine. Evet, doğru, her zamanki gibi. Bugün
nasılsın?”
Sohbet olmasın. Lütfen sohbet duymak istemiyorum.
Yüzümdeki ifade düşüncelerimi yansıtmış olmalı. Hızlı bir
soru, Miriam. Çok zamanını almaz.”
Almadı, çok şükür: Kaybolduğundan beri hiç kart kullanma­
mış ya da bir ödeme yapmamış. Colin telefonu kapadı. “Yani
nakit kullanıyor. Yine de bu zamanda, her şey için nakit kul­
lanamazsın. Bir başka banka hesabı daha olmalı. Yalnız kimlik
ve adres tespiti olmadan bir hesap açamazsın.” Geriye yaslandı.
“Diğer isimleri deneyelim. Bekârlık soyadı neydi?”
“Charnock’u dene.”
“Kate Charnock.” Bir kredi derecelendirme servisine girdi ve
adını yazdı. “Aynı doğum tarihi... Hayır, hiçbir şey yok.”
“Katherine Charnock’u dene. Katherine’nin iki türlü yazılışı­
nı da dene.” diye önerdim.
“SW15’te Catherine Charnock diye biri görünüyor. Gerçi bu
onun adresi değil, değil mi? Constantine Bulvarı?”
“Orası Harold Lowe’un evi. Orayı alternatif adresi olarak
kullanıyor olmalı.” Posta kutusunun önündeki bir yığın posta
geldi aklıma. İkinci kez bakmadan üzerinden geçmiştim. Ap-

364
tai... Ama ismi görmüş olsaydım bile, Kate Emery ile bağlan­
tı kuramazdım. Adres olarak kullanmak için güvenli bir yer,
herhangi bir posta kutusundan daha iyi. İzlenmesi mümkün
değil.
Polis köpeğinin çok daha fazla övgü hak ettiğini düşündüm.

“Bu yurt çapında bir hesap.” Çağrı merkezlerini aradı ve ne


istediğini açıkladı. Saniyeler içinde hesabını buldular. “Ve aktif,
değil mi? Kartını nerelerde kullanıyor şu anda? Orası nerede'
Hampshire? Hiç duymadım.”
Konuşurken bilgisayarına bir isim yazıyordu: Groves Edge.
Sonuçları görmek için onun omuzunun üzerinden eğilerek ek­
rana baktım. Birkaç mağazanın olduğu ve küçük bir yolun etra­
fına bir avuç evin serpildiği küçük bir köy. Colin’in gözleri uydu
resmiyle harita arasında gidip geliyordu. Ne kadar uzakta oldu­
ğunu görebilmem için görüntüyü küçülttü. Dar kasaba şeritleri.
Fazla ev yok. Hiçliğin ortasında. Yakınlardaki en büyük yerleşim
Lymington ve hoş bir sahil kasabası gibi görünse de, orayı da hiç
duymamıştım.
“Ve parayı bir kira acentesine ödeme yaparak kullandı. Ta­
mam. Teşekkürler.”
“Çok küçük bir yer.” dedim. “Bir yabancı olarak çok göze
batar.”
Colin başını sallıyordu. “Her zaman kırsal kesime giderler.
Asla şehirlerde kalmazlar. Bu çok aptalca. İnsanlardan uzaklaş­
mak islediklerini biliyorum ama eğer yeteri kadar büyük bir yer
bulurlarsa ve her zaman nakit kullanırlarsa uzunca bir süre her­
kesi kandırabilirler. Onları yakalama şansımız olmaz.
“Şanslıyız.”
“Öyle. Şimdi kira acentesiyle konuşalım.

365
Jane Casey

“Hâlâ orada mı merak ediyorum.” dedim. “Chloe’nin öldü­


ğünü duyduktan sonra bir daha kaçmıştır.”
“Kendim için konuşmam gerekirse, eğer benim çocukları­
ma bir şey olsa, beni tutmak mümkün olmazdı. Kaçmayı dü­
şünmezdim. Onlara zarar veren her kimse öldürmek isterdim.
Benim ilk sıradaki hedefim bu olurdu. Duygusuzca ve kararlı
konuşuyordu. Yapacağından hiç şüphem yoktu.
“Senin içinden bunun çıkacağını düşünmezdim, Colin.’
“Tüm varlığını çocuklarına adıyorsun. Onlar için her şeyi
yaparsın. Her şeyi feda edersin.” Omuzlarını silkti. Asla pasif
durmazdım.”
“Ne buldunuz?” dedi Derwent, yanımda masaya eğilerek ve
ödümü patlatarak.
“Groves Edge köyü yakınlarında bir yerlerde. Hampshire’da.’’
dedim. “A3 karayolunun aşağısında.”
Derwent kaşını kaldırdı. “Yolculuğa çıkmak ister misin?”

Kadınlar tuvaletinin kapısı açıldığında ellerimi yıkıyordum.


Aynaya baktım ve arkamda Georgia Shaw’u gördüm. Yüzü sertti,
«t • ..
İyi mısın?
“Benimle dalga geçtin.”
“Ne?” Onu daha iyi görebilmek için arkamı döndüm. “Ne
zaman?”
“Bunun bir cinayet olmayabileceğini söylediğim zaman, tik
gece, Valerian Caddesi’ndeyken. Bana güldün ama ben haklıydım.”
“Dedektif Derwent sana güldü.” dedim ve doğruydu ama
suçluluk duygusu içimi ürpertti. Bunun bir cinayet olmayabile­
ceğini söylemişti. Söylediğini önemsememiştim.

366
ölülerin Konulmasına İzin ver

“Benim arkamda durmadın ve beni uzaklaştırdın.”


“Haklısın, öyle yaptım.” Kâğıt havlu aldım ve ellerimi kuru­
lamaya başladım. “O safhada senin haklı olabileceğini düşün­
memizi gerektiren bir sebep yoktu. Bunun bir mizansen oldu­
ğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Senin de.”
“Hayır, ama...”
“Eğer kalsaydın Derwent seni paramparça ederdi ve bundan
da büyük keyif alırdı.”
“Neden?”
“Eğlence için.” İç geçirdim. “Bak, seni onun yolundan çek­
mekle sana büyük bir iyilik yaptım.”
“Onun etrafında olmamı istemedin.” Gözlerini kıstı. “Beni
bir tehdit olarak mı görüyorsun?”
“Kesinlikle hayır.” Tuvalet kâğıdını çöpe attım ve lavaboya
yaslandım. “Ama sana koçluk edeceğimi düşünüyorsan yanılı­
yorsun. Eğer işini doğru düzgün yaparsan -ve tabii bu büyük
bir eğer, nasıl davranmış olduğunu gördüğümü düşününce—
seni her zaman desteklerim. Ayrıca sana göz kulak oluyorum,
ister inan ister inanma. Una Burt’e sokakta nasıl donup kaldığı­
nı anlatmadım.”
“Ama ona benimle çalışmak istemediğini söyledin.” Alt du­
dağı titriyordu. “Bu ekipte sana hep özel davranılmış ve sen ilgi­
yi paylaşmayı sevmiyorsun.”
“Bu Pete Belcott’un söyleyeceği türden bir şey.” Gözlerinin
parladığını gördüm. “Müttefiklerini iyi seç Georgia. O berbat
biridir.”
“Derwent değil mi?”
“Bazı anları var.”

367
Jane Casey

Onun sahibiymişsin gibi davranıyorsun/’


“Kesinlikle hayır.”
“Herkes yattığınızı biliyor.”
“Hayır, öyle bir şey kesinlikle olmadı. O sadece bir söykn-
ti.” dedim sabırla. Derwent’in yalan olduğunu ispatlamak için
uğraşmadığı bir söylenti. Georgia’nın bana meydan okuması­
na kızgındım ama o hisse ycnilemezdim. Ona baktım, yüzüm
kıpkırmızıydı ve beden dilimi kontrol etmeye çalışıyordum.
Ekipteki yeni kız olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırladım.
Kendini her zaman güvensiz hissetmek. Her defasında yanlış bir
şey söylerim diye ağzını açmaktan korkmak. İnsanların sadaka­
tini ve geçmişini merak etmek. Aslında istemeden yanlış bir şey
söylemek.
Ben olmaya çalışma. Derwent’in bana davrandığı katılıkta
Georgia’ya davranmadığım için, ona karşı iyilik yaptığımı düşü­
nüyordum ama o da doğru değildi.
“Sanırım yeniden başlamalıyız.” Temiz bir sayfa. Boğazımı
temizledim. “Kağıt işlerinde çok iyi iş çıkardın. Rosebery Klinik
mektubunu saatlerce bulamazdım ve önemi gözümden kaçabi­
lirdi.”
“Teşekkür ederim.” Temkinliydi.
“Dedektif Derwent ile birlikte Hampshire’a, Kate Emery’i
aramaya gidiyoruz.” Bundan pişman olacağımı düşündüm.
“Gelmek ister misin?”
“Evet. Evet isterim.”
“Tamam. İyi.” Derwent’in bunu sorun etmemesini umdum.
“Ama Derwent’in yanında kendine dikkat et. Kurnazdır.”
Gülümsemeyle yüzü aydınlandı. “Fark ettim.”

368
ölülerin Konuşmasına Ulu ver

Adalet duygusu bana, “İyi bir insandır. Tabii iyi tanımını,


birçok kötü davranışı içine alacak derecede genişletirsen.” de­
dirtti.
“Ona güveniyorsun.”
“Asla.” dedim ve bunu gerçekten kastettim.
“Ama onunla çalışmayı seviyorsun.”
“Böyle demezdim.”
Başını salladı. “Çözemiyorum.”
“Ona alışkınım. Ondan ne geleceğini biliyorum.” Saatime
baktım. “Mesela çoktan arabaya bindiğini ve eğer şu anda git­
mezsek, bizi bırakıp gideceğini biliyorum. Hadi gidelim.”

369
32

epemizdeki yoğun siyah bulutlar yağmur damlalarını top­

T rağa bırakmaya başladığında, yolculuğumuzun yirminci


dakikasındaydık. Derwent silecekleri çalıştırdığı anda çakan
şimşek beni yerimden sıçrattı.
“İhtiyacım olan tam da bu.” diye söylendi Derwent.
“Hava durumunda söylemişlerdi.” dedi Georgia arka koltuk­
tan. “Güneydoğuda gök gürültülü sağanak yağış ve sel ihtimali.”
“Kahretsin.” Yağmur bir örtü gibi ön camı kapladığında,
Derwent silecekleri en hızlı ayarında çalıştırmaya başladı. Ara­
banın tepesine düşen yağmur damlaları o kadar ses çıkarıyordu
ki gök gürültüsünü de, yanımda küfreden Derwent’i da çok zor
duyuyordum. Derwent biraz yavaşladı, daha sonra biraz daha
ama hâlâ benim istediğimden iki kat daha hızlı gidiyordu.
“Sırılsıklam olacağız.” dedim.
“Oraya vardığımızda yağmur durur belki.” dedi Georgia.
Ama öyle olmadı.
Groves Edge en iyi şardarda bile gözden kaçırılabilirdi. Bir
temmuz öğleden sonrasında olmaması gereken fırtınalı ve yarı
karanlık bir havada, etrafa dağılmış evleri ve mağazaları fark et-

370
mek zordu. Alçak binalar ana yoldaydı; çay dükkânı, postane,
iki bar, iyi bakılmış bahçeli birkaç kır evi. Yağmur, yaprakları
ağaçlardan koparıp, onları yere savuran bir yoğunlukta yağıyor­
du. Çukurlar suyla dolmuştu ve her su birikintisine girdiğimiz­
de, yan camlara su sıçrıyordu.
“Nereye gidiyoruz?”
“Crow Lane Evi’ne.” Haritayı açtım. “Bir kilometre sonra
solda.”
Hepimiz ona bakıyorduk ama yine de neredeyse kaçıracak­
tık; çalılardan oluşan çitlerin arasında bir boşluk, ona yol demek
imkânsızdı.
“İşte burada!” diye bağırdım.
Derwent sert bir fren yaptı, geri vitese taktı, direksiyonu çe­
virdi ve Crow Lane’e doğru ilerlemeye başladı. Ağaç dalları ara­
banın kenarına çarpıyordu. Kemikli ellerini duvarın üzerinde
sürükleyen iskeletler düşündüm ve belki de o kadar inanılmaz
bir şey değildi, ne de olsa ölü bir kadın görmek üzere gidiyor­
duk, onca şeyden sonra...
“Sanırım burada olmalı.” Dağınık olan ağaçlar birden yoğun­
laşarak bir şeyi gizler gibi bir hâl aldılar. Virajı dönünce yaprak­
ların arasından kiremit bir baca gördüm. Araba yolu, ağaçların
arasında dar bir açıklıktı. Derwent kapıya doğru farları yaktı.
Evin boyası neredeyse görülemeyecek kadar solmuştu. Crow
Lane Evi o soluk ihtişamıyla karşımızdaydı.
“Çık ve bahçenin kapısını aç.” dedi Derwent bana.
“Eve kadar arabayla gitmemeliyiz.”
Tepemizdeki yapraklardan ön cama bir miktar su döküldü.
“Evet, neden olmasın.” dedi Derwent. “Yürüyüş için güzel
bir öğleden sonra.”

371
IANF CASFY

"Katv'e herhangi bir şekilde uyarı vermek istemiyorum.” de­


dim. "Onun tekrar kaçmasını istemiyorum.”
"Nereye gidebilir?”
"Bilmiyorum. Hem gerçekten arabanın içinde onu kovala­
mak istiyor musun?”
Başıyla onayladı, “lamam.”
"Planın senin onayını almasına sevindim.” dedim alay eder­
cesine.
"Böyle olma.” Kapısını açtı ve dışarı çıktı. Georgia’ya bak­
tım, dudağını ısırıyordu. Arabada anne ve baba kavga ettiği za­
man biraz garip oluyor...
Arabadan dışarı çıktım ve arabanın tepesinden ona baktım.
"Nasıl olmayayım?”
"Hazır cevap.”
"Hazır cevap değilim.”
"Muhtemelen heyecanlısın.” diye doğru tahmin etti Derwent.
"Burada yoksa diye endişeleniyorsun. Kendini çok fazla strese
sokuyorsun.”
"Çünkü sen tamamen rahatsın.”
Sırıttı, karanlıkta dişleri bembeyazdı. “Telsizin yanında mı?
"Tabii ki.”
"Ya senin Georgia?”
"Evet.” Anorağının kapüşonunu başına geçirdi ve fermuarını

"Bölge polisine burada olduğumuzu söyledin mi?” diye sor­


du Derwent bana.
“Tamamen ilgisizlerdi.” Muhtemelen birine şantaj ve sah­
tekârlık yapmış birinin yerini bulmak -bir süreliğine ölü sayıl­
mış biri bile olsa- diğer polis gücünden yardım istemeni ge-

372
ölülerin Konuşmasına İzin ver

rcktirecck türden bir şey değildi. Hampshire Polis Örgütü iyi


şanslar dileyerek işi bize bıraktı.
Derwent söylendi. “Onların bölgesinde olduğumuzu bildik­
ten sonra, karışıp karışmamaları umurumda değil.”
Üçümüz dikkatlice araba yolundan yukarı doğru yürüdük.
Her yer çamur ve taştı. Yağmur, yolu buzun üstünde yürüyor-
muşuz gibi kaygan yapmıştı. Ağaçların yağmuru biraz engelle­
mesi gerekiyordu ama sanki delikleri olan bir sığınakta gibiydik.
Her esen rüzgârla birlikte üzerimize yoğun yağmur damlaları
düşüyordu. Anorağımın içinden geçerek omuzlarımdan ve sır­
tımdan aşağıya akan soğuk suyun farkındaydım.
“Şimdi dikkatli olalım.” Derwent elini omzuma koyup ya­
kınlaştığı için nefesini kulağımda hissettim. “Eve yaklaştık.”
Araba yolunun köşesini döndük ve evi gördük; yarı ahşap,
kırmızı tuğlalı bir Viktorya dönemi eviydi. Cumbalı pencere­
leri ve veranda da büyük bir kapısı vardı. Ev gözüme önce çok
büyük gözüktü ama yaklaştıkça biraz daha küçüldü. Nem, tuğ­
laları çizik çizik yapmıştı. Kapının etrafındaki renkli camda bir
delik açılmış ve o delik kabaca tahtayla kapatılmıştı. Ağaçlar eve
kadar büyümüştü, çok sıktı ve sanki o çalıların arkasında biri
saklanıyormuş gibi huzursuz oldum.
Bir süre ağaçların arkasında durduk, saklanmak için değil
ama varlığımızı da öyle apaçık duyurmak istedik.
“Siz ön tarafı deneyin. Ben arkadan dolaşacağım.” Denvent
birdenbire bir hayalet gibi kaybolmuştu. Georgia ile yan yana
basamaklardan çıktık ve ben kapıyı çaldım, ses evin içinde yan­
kılandı. Kate’in saklanma yerini bulduğumuzdan emin olmama
rağmen, orada olmasını beklemiyordum ve kapıya yaklaşan göl­
ge tüylerimi diken diken yaptı.

373
jant Casey

Kapı açıldı ve ben kimliğimi gÖsirıdim, < irıııgU'uııı da yum


şeyi yaptığını biliyordum.
“Kate Emery mİ?” sormaya değerdi. Kapıda dm an kadın «m
rışın değildi; saçları koyuydu, çene hizasında küt kesilmeli vr
kalın perçemleri vardı. Solgun ve yorgun görünüyordu. Son
zamanlarda fazla yemiyormuş gibi bluzu ve pantolonları bol
geliyordu. Son iki haftadır onun fotoğraflarına bakıyordum vr
sokakta hiç fark etmeden onun yanından geçmiş olabilirdim.
Başıyla onayladı. Gözlerinde hiçbir şaşkınlık belirtisi yoktu.
Pes etme diye düşündüm ve biraz da tedbir. “Ne istiyorsunuz?”
“Seninle konuşmak istiyoruz, Kate. Birkaç konuda yardımı­
na ihtiyacımız var.”
“Yardım.” diye tekrar etti, sesi dümdüzdü. “Beni tutuklama­
ya mı geldiniz?”
Çok uzak bir ihtimal olmamasına rağmen “Hayır.” dedim.
“Seninle Chloe hakkında konuşmak istiyoruz.”
Yüzü gerildi. “Chloe.”
“Neler olduğunu duymuşsundur.” Bunu bir soru olarak sor­
madım çünkü bildiğini biliyordum: Chloe’yi bulmak için ka­
muya yaptığımız duyuru, Kate’in panik hâlde onu her yerden
araması, elinden geldiğince izini kaybettirmeye çalışması.
“Öldüğünü mü? Haberlerde gördüm.” Çenesi titredi ama
kendini bırakmadı. “Ben sizinle konuşmak istediğimi sanmıyo­
rum.”
“Chloe’yi öldüren kişiyi arıyoruz.” dedim. “Onları bulmamı­
zı istiyor olmalısın.”
Öfkeden gözbebekleri ufacık oldu, “istemeli miyim?”
“Öyle düşünüyorum. O senin tek çocuğundu.”

374
“Bunun Farkındayım." Çakılların üstündeki ayak sesleri, göz­
lerinin kocaman açılmasına sebep oldu. Derwent sessiz olmaya
hiç özen göstermeden olabildiğince hızlı gelmişti.
“Kate Emery sanırım." Basamaklardan atladı ve ona baktı.
“Değişmişsin. Sanırım zaten amaç buydu."
“Beni yalnız bırakın.” Kapıyı kapatmaya çalıştı ama Georgia
onu durdurdu.
“Korkarım ki bunu yapamayız.” dedim. “Kaçmak için sebep­
leriniz olduğunu biliyoruz ve o sebeplerin bazılarını da biliyo­
ruz. Ama sizin ağzınızdan da hikâyeyi dinlemek istiyoruz.”
Bileğine tam oturmamış saatine baktı. “Çok uzun kalamaz­
sınız.”
“Bir yere mi gitmeniz gerekiyor?” diye sordu Derwent. Kate
ona kısa bir an öfkeyle baktı, sonra geri çekildi ve evin gölgele­
rinin içinde kayboldu.
Kapının eşiğini geçer geçmez, içimi bir ürperti sardı. Korido­
run her iki tarafındaki oda da karanlıktı. Soğuk kül ve nem ko­
kuyordu. Evi, hayat dolu ve sıcak bir ortam içinde hayal ettim;
büyük pencerelerinden güneş girerken, nehirden gelen rüzgârın
ağaçlara çarpma sesi duyulurken.
“Neşeli.” dedi Derwent kulağıma. Ben de Kate’i koridorun
sağ tarafındaki oturma odasına doğru takip ederken, başımla
söylediğini onayladım. Hoş bir odaydı ya da şöminede ateş olsa
hoş olabilirdi. Tek kişilik koltuklar ve kanepe, renkli desenleri
olan kumaşlarla kaplanmıştı. Dokununca nemi hissettim. Kate
soğuğa aldırmıyormuş gibiydi. Ardından Derwent lambayı
açınca, Kate bir an yerinden sıçradı ve odayı dolduran sarı ışık
onu şaşırttı. Georgia ve ben kanepeye, Derwent da koltuğa otur­
du. Koltuk Derwent’in ağırlığı altında çöktü. Öne doğru eğildi.

375
Jane Casey

Evet, Bayan Emery. Bize açıklamanız gereken bir şey varmış


gibi görünüyor.”
“Size hiçbir şey açıklamak zorunda değilim.”
“Bu teknik olarak doğru değil, değil mi? Kendinizi Felaket bir
kargaşanın içine attınız. Bunu neden yaptınız? Neden sahte bir
ölüm planladınız?”
“Planlamadım.”
“Hadi ama. Evinizi bir mezbaha gibi bıraktınız. Eşyalarınızı,
anahtarlarınızı, telefonunuzu evde bıraktınız. Başka ne düşüne­
bilirdik?”
Kate omuzlarını silkti. “Yaptığınız tahminler konusunda size
yardımcı olamam.”
“insanların ölü taklidi yapmak için genelde sebepleri olur.”
dedim. “Korkunç bir şey yapmış olabilirler, ölmeden sağlık si­
gortasının parasını isteyebilirler ya da birinden korkuyorlardır.
Hangisi Kate?”
“Sigorta belli ki.” dedi Derwent. “Oldukça büyük bir meblağ
olurdu, Kate. Birkaç kilo kan kaybetmeye değerdi.”
“Ama talep etmeye fırsatın olmadı.” Derwent gülümsedi.
“Beni kandıramazsın, Kate.”
“Bunu ispatlayamazsınız çünkü bunu yapmadım. Artık in­
sanları işleyebilecekleri suçlar sebebiyle mi tutukluyorsunuz?”
“Bu ortak akıl Kate. Kaldı ki, eğer üzerinde biraz daha çalı­
şırsak ispatlayabiliriz.”
“Bundan şüpheliyim.” Saldırmaya hazır bir yılan gibi başını
kaldırdı. “Söyledikleriniz çok saçma.”
“Bayan Emery’e karşı adil davranmıyorsunuz.” dedim. “Kay­
bolmayı istemek için bazı sebepler daha söyledim: Çok kötü bir
şey yapmak gibi, korkmak gibi.”

376
ölülerin Konulmasına İzin var

Dikkatini tekrar bana verdi, gözlerini kırpıştırmadan, “Kim­


den korkmak?”
“Morgan Norris mesela.”
Orada kusacağını düşündüm. Bir an sarsıldı, sonra kendini
topladı. “Ne olmuş ona?”
“Kıyafetlerini bulduk. Senin kıyafetlerini. Sanırım zaten bul­
mamızı istemiştin. Yaptığından paçayı sıyırmasını istemedin.”
Hemen cevap vermedi. Sonra, “Beni korkutmak için yaptı
ve işe yaradı.”
“Seni neden korkutmak istedi?”
“Bilmiyorum.” Şimdi daha temkinli konuşmaya başlamıştı.
“Erkek kardeşiyle bir ilişkin vardı.”
Sanki birdenbire rahatladığı izlenimine kapıldım. İlişkiyi bi­
liyorduk ama şantajı bilmiyorduk. “Biliyor musunuz?”
“Bazı adli deliller bulduk ve Oliver anlattı.”
“Çok işbirlikçiydi. Kendiyle gurur duyuyordu.” dedi
Derwent. Kate’in yüzünde ufak bir gülümseme belirdi ama hoş
bir gülümseme değildi.
“Size her şeyi anlatmaktan mutlu olduğuna eminim.”
Derwent, kolları dizlerinde öne eğilerek, “Beni rahatsız eden
bir şey var.” dedi. “Neden ona prezervatif kullandırttın?”
“Ne?”
“Oliver. Neden ona prezervatif kullandırttın? Onun kısır ol­
duğunu biliyordun.”
“Bilmiyordum. Nasıl bilebilirdim.” Yeniden savunmaya
geçmişti, ellerini kucağında birleştirdi. “Daha sağlıklıydı. Her
ikimiz içinde. Tüm partnerlerimle kullanma konusunda ısrarcı-
yımdır. Daha güvenli.”

377
jane Casey

“Morgan prezervatif kullanmadı.” dedim. Şantajı biliyor mu


yuz, bilmiyor muyuz? Gerginlik ona işkence ediyordu. “Çünkü
o sana tecavüz etti. Ona taktırtacak fırsatın olmadı.”
“Onu tutukladınız mı?”
“Onu sorguladım ama senin ifaden olmadan daha ileriye gi
demedim. İnan bana, tutuklamayı çok isterim.”
“Size yardım edemem.”
“Bunu başka birine de yapacak.” dedim.
“Bu benim problemim değil.”
“Çok bencilce Kate ama bizim problemimiz.” dedi Derwent.
“Senin için en iyi olan buydu, değil mi? Kızının iyi olup olma­
dığından emin olmak için yanında olmadın. Chloe’yi arkanda
bıraktın Kate. Bu canice.”
“Benimle kızım hakkında konuşmaya nasıl cüret edersin.
Buna hakkın yok.”
Derwent sanki Kate hiç konuşmamış gibi devam etti. “Ch­
loe öldü KATE. Dedektif Kerrigan ve ben onun otopsisine
gittik. Biri onu öldürdü ve bir çöp gibi kaldırıp cesedini bir
yere attı.”
“Neden olduğunu bilmiyoruz ve kimin yaptığını da.” de­
dim. “Senin katilini ararken çok zaman kaybettik ve bu bize
Chloe’ninkini bulmamıza yardımcı olmadı.”
“Nasıl öldü?”
“Boğuldu.”
“Canını... Canını yaktılar mı?” diye fısıldadı.
“Birkaç yarası vardı.” Acıma duygusu bana, “Ama savunma
yaralanmaları değildi. Tacize uğramadı. Sanki mücadele etme­
miş gibi görünüyor.” sözlerini eklettirdi.
Kate eliyle ağzını kapatarak, narin bedenini sarsan hıçkırıkla­
rı tutmaya çalıştı. Gözleri yaşla doldu.

378
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Ona ne olduğunu biliyor musun, Katc? Bize yardım edebi­


lir misin? Şu anda her şeyden çok önemli olan bu.”
“Senin kızına zarar veren kişiyi ya da kişileri bulmak istiyo­
ruz.” dedi Derwent, sesi daha yumuşaktı. Onu uzun zamandır
tanıyordum ama onun düşüncesiz bir düşmanlıktan, birden ka­
tıksız bir empatiye nasıl geçtiğini hâlâ anlamamıştım. ‘Bundan
kurtulmamalılar. Bundan kurtulmalarını istemezsin.”
“Hayır.” Bir an nefesi kesildi. “Hayır, istemem.”
“O zaman Kate, lütfen bize yardım et.”
“Edemem.”
“Edemez misin, etmeyecek misin?” dedim. “Anlamıyorum.
Chloe’yi sevdiğin çok açık.”
“Hayal edemeyeceğiniz kadar. Her şeyden çok.”
“O zaman neden bizimle konuşmuyorsun?”
Başım salladı. “Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Bethany Norris ile birlikte kaçtı ve Bethany, Chloe öldük­
ten sonra intihara kalkıştı.” dedim. “Neden?”
“Bethany e sormak zorundasınız.”
“Chloe’nin William Turner’la ilişkisi vardı. Bunu biliyor
muydunuz?”
Kate birden irkildi. “Ben... Hayır.”
“Âşıklardı.”
“Chloe aşkı anlamazdı.”
“William anladığını söylüyor.”
“Sizinle bu konuyu konuşmak istemiyorum."
Sabrım taşıyordu. “Neden onun üvey erkek kardeşi No­
tandan bahsetmiyoruz? Onu taciz etti. Bunu biliyor muydunuz?
Bu nedenle babasında kalmadı. Orada güvende değildi. Hiçbir
yerde güvende değildi.”

379
jane Casey

“Kapa çeneni. Seni dinlemeyeceğim. Dinlemeyeceğim.”


İnatçı ve boyun eğmez bir tavrı vardı.
Derwent ayağa kalktı ve başıyla koridoru işaret etti. Georgia
ile Kate’i bırakarak onu takip ettim.
Sesini o kadar alçaltarak konuştu ki çok zor duyuluyordu.
“Hiçbir yere varamıyoruz.” dedi Derwent.
“Söylediğinden daha fazlasını biliyor. Belki kendisini suçlu
göstermekten korkuyor. Eğer bir avukatı olsaydı...”
“Ona hiçbir yorum yapmamasını söylerdi.”
“Eğer sahtekârlığı suçlamanın dışında tutacağımızı söylersek,
öyle olmaz.”
“Hangi sahtekârlık suçlamaları? Kate haklı, elimizde onu
suçlayacak somut bir şey yok.”
“Henüz yok.” dedi Derwent. “O konuda pes etmedim.”
“Ve şantaj... Eğer Eleanor Norris şikâyette bulunursa?”
“Bu büyük bir eğer. Başlangıç olarak her şeyi kocasına anlat­
ması gerek. Görüldüğü üzere hiçbir kanıtımız yok.” Derwent
eliyle kafama vurdu. “Bunu anlamıyorsun değil mi? Şu anda sa­
dece bolca tahminimiz var, gerçekler yok. Ve o da bunu biliyor.”
“Eğer onu bırakırsak yeniden kaçacak. Henüz kaçmamış ol­
masına şaşırdım.”
“Onu tutuklamalıyız. Bu sigorta işini biraz daha derinleme­
sine araştırırken, onu elimizde tutmalıyız. Bilgisayarında ya da
kâğıtlarının arasında onu suçlayacak bir şeyler mutlaka olmalı.
Biz bunu sigorta sahtekârlığı diye araştırmıyorduk ki, bir şeyleri
gözden kaçırmış olmalıyız.”
“Ama onu uzun süre gözlem altında tutmayacaklardır ve bu
onu çok kızdıracaktır. Sorgulamayı kabul ettiğini düşünelim,
onunla konuşacaklar ve kefaletle serbest kalacak.”

380
ölülerin Konuşmasına kin var

“Hiçbir şeyden iyidir.” Odaya doğru döndü, onu durdurmak


için kolundan yakaladım.
“Lanet olsun değil. Eğer onu sigorta sahtekârlığından tutuk­
larsak ve sonra cinayet davasının en kilit şahidi olduğu anlaşılır­
sa, kendimizi ayağımızdan vurmuş oluruz. Her savunma avukatı
bunu kullanır. Bu onun bize söylediklerini değersizleştirmenin
en iyi yolu.”
Derwent dudaklarını ısırarak, “Diyelim ki bir şeyler söyle­
yecek...” dedi. “Eğer onu hapishaneye atmazsak, onun üzerine
gitmediğimizi söyleyecekler.”
“Chloe’nin ölümü hakkında bir şeyler biliyor. Bildiğine eminim.”
“Bu yüzden ona Turner’dan ve üvey erkek kardeşinden bah­
settin. Reaksiyonunu görmek istedin.”
“Ve hiçbir tepki alamadım.”
“Onu tutuklamamız gerek.”
“Tutuklayamayız.”
“Lanet olsun.” dedi Derwent, Kate’in duyabileceği kadar
yüksek sesle.
“Tanrı aşkına, kapa çeneni.” Telefonumu çıkardım. “Hadi
Burt’ü arayalım. Ona soralım.”
“ilk defa kötü bir fikir değil, Kerrigan.”
“Teşekkürler. Eğer çekseydi bu çok daha iyi bir fikir olurdu.”
dedim telefonun ekranına bakarak.
“Benimkini al.”
O da çekmiyordu.
Derwent telefonuna baktı. “Kırsal bölgelerden nefret ediyo­
rum. Hatlı telefon var mı?”
Merdivenlerin yanındaki masada eski moda bir telefon vardı.
Ahizeyi kaldırdım ve dinledim. “Hiçbir şey.

381
Jane Casey

“Yüce İsa. Medeniyete dönmem gerekecek.”


“Ya da ödemeli bir telefon bulman.”
“Buraya gelirken yolda gördün mü hiç?”
Hatırlamaya çalıştım. “Sanırım. Hemen köyün dışında.”
“Gecikmem.”
“Hayır, bekle. Bence ben gitmeliyim.”
Öfkelendi. “Neden?”
“Çünkü Burt’e olayın iki yüzünü de anlatacağına güvenmi­
yorum.”
Elini kalbine koydu. “Bu kalbimi kırdı, Kerrigan.”
“Yanılıyor muyum?”
“Evet. Adil olabilirim.”
Kollarımı bağladım. “Tamam o zaman. Neden benim gitme­
me izin vermiyorsun?”
“Kesinlikle olmaz.”
“Sen bana güvenmiyorsun ve ben de sana güvenmiyorum.”
“Ama ben senin üstünüm.”
Tek kaşımı kaldırdım ve iç çekene kadar bekledim. “Ne yap­
mak istiyorsun? Georgia yı burada mı bırakalım?”
“Kendine bakabilir.” dedim. “Gecikmeyiz.”
“Tamam ama bunu büyük bir olay hâline getirmeyelim. Şu
anda yasal olarak, Kate istediği anda yürüyüp gidebilir ve onu
durdurmak için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

382
33

elefon bulmak ve Una Burt’ü bir karar vermesi için ikna

T etmek, tahmin ettiğimden daha uzun sürdü. Derwent’la


çiş kokan bir telefon kulübesinde sıkışıp kaldığımı düşününce,
isteyeceğimden çok daha uzun.
Burt’e hakkını vermek gerekirse, iki tarafında tezini dinledi
ve ikisini de iyice düşündü. Kate’i tutuklamamız gerektiğine ka­
rar vermesi, benim için çok büyük bir sürpriz olmadı.
“Bence bizimle iş birliği yapma şansını kaçırmış oluruz ve
daha sonraki zamanlarda bu bizim için problem olur.”
“Bununla da o noktaya geldiğimizde ilgileniriz. Şu anda
mahkemeye çıkaracak biri yok, o nedenle bu konu hakkında
endişelenmemiz için bir sebep yok.”
Kesinlikle aynı fikirde değildim ama yapabileceğim hiçbir
şey yoktu. En azından bu artık bizim kararımız değildi. .Artık
daha üst düzey bir yetkiliyken, polisliğin başkalarını hapse tık­
mak kadar aynı zamanda kendini garantiye almak olduğunu da
öğreniyordum.
Dolambaçlı yollardan geri döndük ve arabayı evin önüne
park ettik. Hiç olmadığı kadar yoğun yağmurdan kaçmak için
kapıya doğru koştum.

383
Jane Casey

Kapıyı açık mı bıraktın?” Onun cevap vermesini bekleme­


den kapıyı ittim ve koridora adım atar atmaz bir şeylerin yan­
lış olduğunu anladım. Derwent’i uyarmak için elimi kaldırdım
ama geç kalmıştım, çarpıştık.
“Sorun ne?” diye fısıldadı.
Ne olduğunu anlamaya çalışırken başımı salladım. Sessizlik
olan şeylerden biriydi. Oturma odasının kapısı açıktı, rüzgâr
perdeleri uçuruyordu ama Kate ve Georgiadan iz yoktu.
“Mutfak?”
“Bakacağım.”
Yanımdan geçti ve mermer yerin üzerinde yürürken, hiç ses
yapmadan evin arka tarafına baktı. Ben olduğum yerde bekle­
dim, dinlemedeydim. Çok küçük bir ses sessizliği bozdu, ahşap­
tan gelen sesler olabilirdi. Muhtemelen bir sıçan ya da fare diye
düşündüm. Nehir yatağı onlarla dolu olmalıydı. Kira acentesi
nehrin etrafının bahçelerle dolu olduğunu söylemişti. Hava so­
ğuk olduğunda ya da acıktıklarında, yıpranmış halılarla, solmuş
perdelerle ve eski döşemelerle karınlarını doyurmak için sürün­
genler eve geliyorlardı. Onları koltukların ve şiltelerin içine yuva
yapmış olarak hayal edip ürperdim.
Derwent başını sallayarak birkaç saniye içinde geri döndü.
Gerginliği dudaklarının ve omuzlarının duruşundan belli olu­
yordu. Eğer gittiyse... Georgia’ya hangi cehenneme gitmişti?
Eğer ona bir şey olduysa...
Merdivenlere daha yakın olduğum için yukarı çıkmaya baş­
ladım ve kesinlikle Derwent’in benden önce çıkmak isteyeceğini
biliyordum. Ahşap merdiven basamaklarına olabildiğince yavaş
basarken, yapacağım en son şey bu olsa da Derwent’in beni ko­
ruma arzusuna bir son vermeyi isterdim diye düşündüm. Duvara

384
yapıştım, gözlerim etrafı algılamakta zorlanıyordu; bir sandalye,
süslü bir şifonyer, sağda hafif aralık olan bir kapı. Derwent’in
onu görüp görmediğini kontrol etmek için arkamı döndüm ve
bana bakışlarıyla şunu söyledi: Devam et ama dikkatli ol. Çoğu
zaman silah taşımama izin verilmemesinden dolayı rahatsız ol­
mam ama varlığı bir konfor olabilirdi. Bir fener ve metal cop,
işler karışınca çok da güven veren şeyler değildi. Beni öne iten
sırtımdaki el de. Derwent. Koruyucu? Bugün değil belli ki.
Kapıyı dikkatle ve hafifçe ittim, bekledim. Bir... iki... Üç.
Saldırı yok. Hızla ittim, büyük bir gürültüyle duvara çarptı.
Kapının arkasında beni bekleyen biri yoktu. Hızlıca içeri gir­
dim, bir bakışta her türlü detayı aklıma yazmaya çalışarak etraf­
ta dolaştım. Cumbalı pencere, dışarıda kasvetli bir hava varken
perdeler açık. Dengede durmayan bir tuvalet masası, üzerinde
üç parçalı, benim üç gergin versiyonumu yansıtan bir ayna. Bir
sandalye. Kapıları açık, içinde sadece bir kot ve kazak olan bir
gardırop.
Kate’in odası.
Eğer gittiyse, toplanmadan gitmiş. Koridora geri döndüm.
Derwent da bir diğer yatak odasından başını sallayarak çıktı.
“Hiçbir şey.”
Kalan odaları beraber kontrol ettik. Loş bir banyo, tek kişilik
bir yatak odası vardı. Kate ve Georgia’dan hiç iz yoktu. Geo­
rgia ya risk almasını emretmiştim. Onu gerektiğinde acımasız
olabilen Kate ile yalnız bırakmak için ısrar etmiştim. Ben ne
yaptım?
Koridora tekrar döndüğümde o sesi yine duydum ve bu sefer
yerini belirleyecek kadar şanslıydım: Merdivenlerin yanında bir
kapı. Kulağımı dayadım ve dinledim, kendi nefesim kulağımı

385
Jane Casey

dolduruyordu. Derwent’a döndüm ve babımla işaret ettim. Na^


zikçe kapıya vurdu ve uzaktan bir ağlama sesi geldi.
“Georgia?” diye seslendim.
“Maeve? Sandım ki... Senin olduğundan emin olamadım.”
Sesinden çok korktuğu belli oluyordu, histerinin eşiğindeydi.
“Kate nerede?”
“Bilmiyorum. O... O beni buraya kilitledi.”
Derwent kapıyı sarstı. “Anahtar yok. Biraz geriye çekilebilir
misin?”
“Deneyeceğim.” Bir sürtünme sesi geldi. Derwent geriye bir
adım attı ve olanca gücüyle kapıyı tekmeledi. Tahta paramparça
oldu. Yeniden tekmeledi ve kilit de kırıldı. Kapıyı iterek açtı.
Georgia eski paltolar, şezlonglar, kriket seti ve örümcek ağlarıyla
dolu bu dolaba kilitlenmişti. Tozlu yüzünde gözyaşları çizgiler
oluşturmuştu.
“Gel. Dışarı çıkarayım seni.” Derwent onu kolundan tutarak
yardım etti. “Ne oldu?”
“Mutfaktaydık -çay yapıyordum- ve o bütün ışıkları açtı. Si­
gortaları patlattı sanırım. Sigorta kutusu da burada. Bakmamın
bir sakıncası var mı diye sordu, kendisi örümceklerden koku-
yormuş. Sonra da beni buraya kilitledi.” Georgia’nın tırnakları
kırılmış, elleri çizilmişti. “Kapıyı açmaya çalıştım ama hiç kıpır­
datamadım. Yapabilecek hiçbir şeyim yoktu.”
“Hayır, bir kere oraya girdin mi şansın olmaz.” dedi Derwent.
“Önemli olan ilk başta kilitlenmemek.”
“Kaçtı mı? Arabası hâlâ burada mı?” diye sordum.
“Evin arkasında gümüş renginde bir Seat var. Mutfak pence­
resinden gördüm.” dedi Derwent. “Hâlâ burada.”

386
“Belki yürüyerek gitmiştir.” Georgia titriyordu. “Ellerim ger­
çekten acıyor.”
“Onun etrafta hareket ettiğini duydun mu, Georgia?”
“Hiçbir şey duyamadım. İkinizin etrafta dolandığınızı duy­
dum. Bağırıp bağırmamaya tereddüt ettim. Neler olduğunu bil­
miyordum. Sizin olduğunuzu bilmiyordum.”
“Tamam. Kimse seni suçlamıyor.” dedi Derwent, açık bir şe­
kilde onu suçlayarak. Ben kendime zor hâkim oluyordum. “Ka­
te’in bir planı vardı ve sen bunu fark etmedin.”
“Her zaman kaçabilirdi. Neden daha önce gitmedi? Neyi
bekliyordu?” Bunu çözmeye çalışıyordum. “Chloe’nin öldüğü­
nü öğrenir öğrenmez, toplanıp gitmesi gerekiyordu.”
“Neden onu bulmuyoruz ve sormuyoruz?” dedi Derwent
mutfağa doğru giderek. “Eğer yürüyerek gittiyse çok uzağa gi­
demez.”
Hızlıca evin dışını taradık ama hiçbir şey bulamadık.
“Yol mu, nehir mi?” dedim, üçümüzde evin yanındaki küçük
alanda toplanınca.
Derwent, “Nereye gittiğimizi bilmiyordu ama yoldan gelece­
ğimizi biliyordu. Önce nehirden başlayalım.” diye karar verdi.
Yağmur, kurumuş toprağın üzerine oluk gibi yağıyordu. Haf­
talardır süren kuraklık, toprağı çelik gibi sert yapmıştı ve su da içi­
ne girmektense üzerinde birikiyordu. Evin arkasındaki çakıl taş­
larıyla kaplanmış yolu geçerek, ıslak çimenlere bastık. Çimenliğin
sonundaki çalılıklardan oluşan yoğun çite doğru hızlı adımlarla
ilerlerken, ayağımızı her basışımızda çok hoş bir koku yayılıyor­
du. Dövme demir kapıya ilk ulaşan ben oldum. Yosunlarla kaplı
kaygan kaldırım taşlarına bastım ve kendimi duvarlarla örülü bir
bahçede buldum. Çok fazla şey ekilmişti ve içinden geçen yol,

387
Jane Casey

gelişigüzel büyümüş tatlı vc taze kokan bitkilerle neredeyse gizlen­


mişti. Ortada çok yüksek olmayan, sarmaşıklarla kaplanmış bir
çardak vardı. Yerimi belirlemek için hemen ona doğru yürüdüm,
daha sonra nereye gideceğime karar verecektim.
Yeri görecek kadar yaklaşır yaklaşmaz, karar benim için ve­
rilmişti.
“Buraya!” diye bağırdım. “Kan.”
Azımsanmayacak miktarda kan vardı -bir çizikten daha faz­
lası olmalı diye düşündüm- etrafa dağılmıştı, bir kavga olmuş
gibi ve ortasında hırpalanmış bir bıçak vardı. Sapında kırmızı
lekeler ve ucu da kırılmıştı. Bir metalin zaman içinde körleşmesi
sıradan ve tanıdık bir şeydi.
“Lanet olsun.” dedi Derwent omzumun üstünden bakarak.
“Yine mi?”
Yere sıçrayan kanı görmek çok zordu çünkü yağmur yüzün­
den solmuş, kahverengiye dönmüştü ve birçok yerde de tama­
men temizlenmişti. İzler sola doğru nehir yatağına doğru açılan
kapıya gidiyordu.
Derwent sağ tarafı işaret ederek Georgia’ya, “Yine bir oyun
olma ihtimaline karşın, sen bu taraftan git.” dedi. Georgia ba­
şıyla onayladı ve yanımızdan ayrıldı. Ben sol taraftaki yoldan
Derwent’i takip ettim, duvarın ve çim makinesinin üzerinde
kan lekeleri gördüm.
Uzun sazlıklar nehir yatağını bir duvar gibi çevirmişti. Suyun
kokusunu alabiliyordum ama kendini göremiyordum. Nehir ya­
tağı boyunca çamurlu bir yol vardı, yerler ıslak vc kaygandı. Bu
nedenle ayak izi görmek imkânsızdı. Ağaçlar nehri çevrelemişti.
Ağaçların dalları tepemizde yoğun, karanlık bir gölgelik oluşturu­
yordu ve ilk bakışta onu gözden kaçıracak kadar karanlıktı. Ne­
redeyse tam üstüne basacakken gördüğüm şeyin farkına vardım.

388
"I.anct olsun.”
Bir ağacın dibinde kıvrılmış, kafası geride yatıyordu, (/özleri
ve ağzı açıktı. Bir eli açık yerdeydi, parmakları kıpkırmızıydı,
tırnaklarının içi de. Yatışında, Derwent elini boğazına koyarak,
yüzünde hüzünlü bir ifadeyle başını kaldırıp öldüğünü söyleme
den önce, öldüğünü anlamamı sağlayan bir şey vardı.
“Bu sefer numara yapmıyor.”
Kurallara göre kalp masajı yapmalıydık, onu hayata döndür­
meye çalışmalıydık. Bunu yapmaya kalbim dayanamazdı, öyle
görünüyor ki Derwent’inki de. Çok geç kalmıştık ve eğer ona
dokunursak, tek yapacağımız katilinin arkada bıraktığı delillere
zarar vermek olurdu.
Kate’i o kadar uzun süre ölü bir kadın olarak düşünmüştüm
ki şu anda önümüzde yatıyor olması beklenen bir şeymiş gi­
biydi, sanki az önce bir hayaletle konuşuyormuşuz gibi. Hayatı
ölmüş bir yıldızdan yayılan ışık gibiydi: Sonu olan ve hayali.
Eldivenlerimi giydim. Nazikçe, kazağım kaldırdım. En az iki
bıçak darbesinden akan kan, bedeni kaplamış ve yapışmaya baş­
lamıştı.
Bol kuvvet.
Bol öfke.
“Bunu kendi kendine yapmış olamaz.” dedim. Sakin profes­
yonel değerlendirmelere ihtiyacımız vardı, şoka değil. “İlk dar­
beden sonra kesinlikle bıçağı geri çekmiş olamaz.” Sığ bir yara
yok. Deneme yok.
“Eğer kendini bıçakla öldüreceksen, ya boğazını kesersin ya
da damarını kesersin. Zaten Kate bir hemşireydi, bunun bilirdi.
“Ne kadar zaman önce diye düşünüyorsun?
“Soğuk ama bu havada...” Derwent başını salladı. Hiçbir
fikrim yok.”

389
Jane Casey

Elimi boynunun arkasından aşağıya kaydırdım; vücut ısısı­


nın, açıkta kalan ellerine ve ayaklarına göre daha yavaş azalacağı
yerlere bakmak için. “Yarım saat belki? Ya da daha az?”
“Hâlâ burada olabilir.” dedi Derwent rahatça, sanki bu bir
problem değilmiş gibi.
“Bunu ben de fark ettim.” Sinirden titriyordum. Ağaçlar
üstüme üstüme geliyordu. Kate’in beklediği bu muydu? Gü­
zel kızının anısı adına kendini feda etme ya da onun hayatta
kalmasının çok tehlikeli olacağını düşünen bir suç ortağı mı?
Burnumuzun dibinde şu anda hiçbir anlamı olmayan, hangi­
mizin kararını uygulamalıyız tartışması yaparken. “Geleceğini
biliyordu, değil mi? Onu bekliyordu. Neden saatine baktığını
merak ediyorum.”
“Georgia’yı bul.” dedi Derwent idareyi alarak. “Onu destek
çağırması için gönder. Ben de köpek birimlerini ve bir bot isti­
yorum, eğer ellerinde varsa bir tane. Ona olayı yazmaya başla­
masını ve kordon bölge oluşturulması için ayarlama yapmasını
söyle. Bölge polisinin burada olanları bildiğinden emin olmamız
lazım. Buraya cinayet teknisyenlerini göndermeleri gerekecek.’’
“Ya ben?”
“Bunu her kim yaptıysa onu aramamda bana yardımcı olman
gerekiyor.” Dudağını ısırarak, bir sağa bir sola baktı. “Akıntı yö­
nünde gittiğine bahse girerim. Ben olsam öyle yapardım. Eğer ben
bu yöne, sen de diğer yöne gidersen onu bulma şansımız artar.”
Tehlikeyi, soğuğu, Kate’in ölmesine izin verdiğimiz ve Kate
öldüğü için başımızın gireceği belayı düşünmeden başımla
onayladım. Yapacak işimiz vardı, diğer her şey bekleyebilirdi.
Yüzü sert, “Hadi gidelim.” dedi ve ben tam arkamı döndü­
ğümde, “Maeve... Dikkatli ol.” diye ekledi.

390
34

ehir yatağına geri döndüğümde, Kate’in cesedine bakarak

N vakit kaybetmedim. Nasıl göründüğünün ve nasıl acı çek­


tiğinin her detayını hatırlayabiliyordum.
Bizim hatamızdı.
Benim hatam, Derwent’la gitmekte ısrarcı olmam ve hiç öne­
mi olmadığı hâlde sesimi duyurmak için kavga etmekti. Georgia
yerine ben kalmış olsaydım. Eğer Georgia yla kalmış olsaydım.
Eğer herhangi bir şeyi farklı yapmış olsaydım, Kare hâlâ ha­
yatta olurdu ve bu gerçek ağzımda acı bir tat bıraktı.
Derwent’tan bir haber yoktu. Sola doğru akıntı yönüne gir­
mişti. Sol taraf daha medeniyete, insanlara ve ana yola doğru
Groves Edge’di. Sağ taraf dağınık evlerin olduğu, nehir boyun­
ca uzanan tarım arazilerine doğruydu. Derwent katilin o yöne
gitmiş olduğundan emindi ama ben pek emin değildim. Co­
lin Vale, insanlar her zaman kalabalıktan kaçar demişti. İçgü­
dü ortak akıldan her zaman daha güçlüdür ve içgüdülerim el
değmemiş alanlara doğru gitmemi söylüyordu. Patika boyunca
koştum. Crow Lane Evi’nin sınırını çizen solgun kiremitli du­
var sağımdaydı ve sazlıklar da solumda, kendimi kapana kısılmış
gibi hissettim.

391
Jane Casey

Eğer Kate Emery i öldürseydim ne yapardım? Koşardım. Poli­


sin beni bulması için etrafta beklemezdim. Endişelenecek bir şey
yoktu. Kendi kendime katilin çoktan gitmiş olduğunu söyledim.
Nehrin kıvrılarak aktığı bir noktada, sazlıklar seyrekleşmişti,
o yüzden ilk defa suyun karşı tarafını görebildim. Nehir umdu­
ğumdan daha genişti; yağmur suyuyla iyice kabarmış, akıntıy­
la gelen atıklarla doluydu. Ortada daha hızlı akıyordu, akıntı
suyun üzerinde girdaplar oluşturuyordu. Su soğuk ve gri görü­
nüyordu, tamamen tehditkâr. Ayağım bir ağaç köküne takılıp
neredeyse düşecekken küfrettim.
Devam et, Maeve.
Bir insan görür müyüm diye etrafımı tarayarak koşmaya de­
vam ettim ama bir ağaç gövdesi, bir tümsek, yapraklarla dolmuş
bir çukur ve yağmurdan başka bir şey yoktu... Her gölge bir
katil olabilirdi. Her gördüğüm parıltı bıçağının keskin ucunun
yansıması olabilirdi. Islak, parlak bir yaprak değil.
Bıçağını arkasında bırakmıştı. Muhtemelen başka silahı yoktu.
Önümde uzanan yolda keskin bir dönemeç vardı. Döndü­
ğümde ne olacağını bilmediğimden temkinli bir şekilde yavaş­
ladım. Virajdan döner dönmez gördüğüm şey beni durdurdu
fakat gördüğüm katil değildi.
Bu bir arabaydı, biri dar yoldan bu arabayı nehre doğru sür­
müştü, tekerleklerdeki ve arabanın yan taraflarına sıçramış ça­
muru görebiliyordum. Yağmur henüz tekerlek izlerini silmemiş-
ti ve tekrar rahat çıkabilmek için biri arabayı çevirmişti.
Biri.
Ona bir isim verebilirdim, aradığımız adam; Kate Emery’i
bıçakla öldüren adam ya da ona âşık olmasına rağmen Chloe’yi
öldüren adam.

392
ölülerin Konulmasına İzin ver

Belki de onu sevdiği için öldürmüştür.


William Turner. Onun mavi Corsa’sını nerede görsem tanırım.
Bu beni neden şaşırttı? Bıçaklamaya alışkındı.
Fenerimi çıkardım ve pencereden arabanın içini kontrol et­
tim. Araba boştu. Kapılar kilitliydi ve arka koltuğa gelişigüzel
serilmiş bir battaniye vardı.
Onu savunmuştum.
Büyüsüne kapılmıştım, kabul etmek istemesem de.
Onun daha önce polisle yüz yüze geldiğini ve kazandığını
umursamamıştım.
Onun Nolan ın Chloe’yi taciz ettiğini anlatırken ortaya çı­
kan soğuk öfkesini hatırladım ve ürperdim.
Kör olmuştum.
Eğer Turner arabasına dönmüş olsaydı, gitmiş olurdu. Bir se­
bepten dolayı diğer yöne koştu, akıntı yönünde. O yüzden onu
bulmak istiyorsam, o tarafa doğru gitmeliydim.
Şimdi tanıdık olan bu bölgeye yine göz gezdirerek geri dön­
düm ve eve umduğumdan daha çabuk ulaştım. Nehirden evi
görmek çok mümkün değildi; sanki Crow Lane Evi ağaçların
arkasına saklanmak ister gibiydi. Desteğin hemen gelmesini ve
Georgia nın onları nehrin aşağısına göndermesini umuyordum.
Kate’in bedeni hâlâ bıraktığımız yerdeydi, vücudu öldükten
sonra katılaşıyordu. Gözlerindeki suçlamayı görmemek için yü­
züne çok yakından bakmaktan kaçındım. Neden onu durdurma­
dın? Neden bizi kurtarmadın?
Bu taraftaki ağaçlar daha yoğundu, yolda hızlı hızlı ilerliyor­
dum, hava serin ve karanlıktı. Derwent aşağı doğru yürümeye
başlayalı ne kadar olmuştu? On dakika? Yirmi? Bu kadar zaman­

393
jant Casey

da ne kadar uzağa gidebilirdi? O bir koşucuydu. Benden daha


hızlı ilerlemiş olabilir. Turner’ın onu yavaşlatacak astımını ve
son gördüğümde topalladığını düşünecek olursak, lürner’dan
bile daha hızlı olabilirdi. Tabii Turner bir tehdit olarak görülme­
mek için numara yapıyor da olabilirdi. Bir de astımı gerçekten
ne kadar kötüydü? Turner hakkında bildiğimi sandığım her şeyi
sorguluyordum. Kate’i nasıl buldu?
Cevap sanki önceden biliyormuşum gibi hemen aklıma geldi.
Kate ona nerede olduğunu söylemişti. Colin Vale’in sesi tekrar
kulağımda yankılandı: Eğer çocuklarıma bir şey olursa... Onları
incitecek olanı öldürürüm. Ve surat ifadesi sakin fakat acımasızdı.
Kate onu evine davet etmişti. Oraya gelmesi için aklını çel-
mişti. Savunmasız bir anında intikam almayı umuyordu.
Ama o şekilde gelişmedi. Belki böyle olması da umurunda
değildi. Belki de onun için bir rahatlama oldu. Chloe’nin uğru­
na, kendisi için yaptıklarından daha çok şey yaptı. Devam etme­
nin ne anlamı vardı?
Koşmayı bırakıp yürümeye başladım, şu anda daha temkin­
liydim. Eğer bir şekilde Turner, Derwent’tan kurtulduysa ya da
onu atlattıysa, bu tarafa geliyor olmalıydı. Bodoslama karşısına
çıkmak istemedim. Ağaçların dibinden yarı saklanarak ilerliyor­
dum. Bu arada da Georgia’nın yanına gidip, köpekli ve büyük
fenerleri olan adamları, hatta Turner’ı takip edecek bir helikop­
teri beklesem mi diye düşünüyordum.
Tam buranın yürümek için çok aptalca bir ver olduğunu
düşünüyordum ki biri dirseğimden tutup beni geriye doğru
sürükledi. Uzunca bir nefes aldım ve soğuk bir el» canımı ya­
kacak bir şekilde ağzımı kapattı. Olabildiğince sert bir şekilde
dirseğimle midesine vurdum, hemen göğüs kafesinin altına ve

394
ciğerlerinden çıkan havayı hissettim. Yine de aynı şekilde sıkıca
tutuyordu. Beni yoldan uzaklaştırarak ağaçların altına sürükledi
ve kulağıma iki kelime fısıldadı.
“Sakin. Benim.”
Heyecanla başımı salladım ve Derwent elini gevşetince, elini yü­
zümden iterek uzaklaştırdım. Ona bakmak için arkamı döndüm.
Saçları kafasına yapışmıştı ve titriyordu. Kıyafederi sırılsıklamdı.
“Neden beni tutup çektin?” diye fısıldadım öfkeli bir şekilde.
“Mazeretim var. Sen neden bana dirsek attın?” Midesini tu­
tuyordu.
“Senin olduğunu bilmiyordum. Bir şeyler buldun mu?”
“Birini gördüm ama sazlıkların içinde kaybettim. Kilomet­
relerce uzaktaydı.” diye ekledi Derwent savunma hâlinde. “Şan­
sım olmadı.”
“Sen nehre mi girdin?” Kıyafederine bakıyordum, üzerine
yapışan çamura ve otlara.
“Birazcık.”
“Birazcık ölmemiş olduğun için şanslısın.”
Bir sırıtma. “Sana hayat öpücüğü vermezdim deme.”
“Şansım olmazdı. Eğer ters gitseydi, şimdiye çoktan denizi
boylamış olurdun.”
Burnunun ucuna yapışmış olan otu aldı ve saçlarını geriye
doğru attı. Hak etmiş olduğunu düşündüğüm bir çamur izi var­
dı yüzünde. “Bu lanet olası hava. Ona iyice bakamadım.”
“William Turner’dı.”
“Ne?” Derwent gözlerini bana dikti, çok şaşırmıştı. Bu ken­
dimi bana ona aldanmış olduğum konusunda daha rahat hisset­
tirdi. “Nereden biliyorsun?”

395
Jane Casey

Yağmur dinerken, ona arabayı anlattım. Derwent sürekli yo­


lun aşağısını ve yukarısını gözetlerken küfür etti. “İkimizi de
atlatmış olabilir mi?”
“Nehirden geçtiğini düşünmüyorum, çok hızlı olsan bile
akıntıya karşı asla yüzemezsin. Belki duvardan atlamıştır.”
Derwent duvara ulaşmak için çalılıkların içinden geçti. Bü­
yük bir beceriyle ve küfrederek duvara tırmandı. En tepeye gel­
diğinde, eğilerek duvarın her iki tarafına da feneri tuttu.
“Bir şey var mı?”
“Hayır.” Yere atladı ve nehir pantolonunun işini bitirememiş
olsa da bunu duvar halletti. Bana doğru yürürken, dizinde olu­
şan yırtığa baktı. “Mümkün ama bence sudan geçti.”
“Panikledi.” dedim.
“Benim onun peşinde olduğumu gördü, bu yüzden panikledi.”
“Eğer senin bu kadar yaşlı ve yavaş olduğunu bilseydi, muh­
temelen şansını denerdi.”
Derwent ateş saçan gözlerle bana baktı. “Dikkat et, Kerrigan.”
Eve doğru yürümeye başladık.
“Kate’i düşünüyorum.” dedim. “Olanlarla ilgili sorumluluk
almamız gerektiğini.”
“Ben de.”
“Gerçekten mi?” Şaşırmıştım. Suçluluk duygusu Derwent’in
pek hissettiği bir duygu değildi.
“Öncelikle kağıt işi bizi öldürecek. Polisle iletişim halindey­
ken ölüm.” Başını salladı. “Umarım biraz izin yapmaya hazır-
sındır.”
“öldüğünde orada bile değildik.”
“Georgia oradaydı.”

396
“Ama o yapmadı.”
Derwent omzunu silkti. “İstiyorsan onu koru ama kariyerini
senin için bunu yapamayacak biri için kurban etmeye değmez.”
ilerden gelen bağrışmalar beni yerimden sıçrattı.
“Bölge polisi gelmiş olmalı.” dedi Derwent hızlanarak.
Köpeklerin havladığını duyuyordum. Her zamankinden
fazla, elimde telsizimin olmasını ve onlara doğru ilerlediğimi­
zi söyleyebilmek istedim. Polis köpekleri önce ısırır, sonra soru
sorarlardı. Ama onları bulduğumuzda -ya da onlar bizi buldu­
ğunda- köpeklerin tasmaları vardı.
“Birini kaybetmişsiniz, değil mi?” dedi Teğmen. Köpeği arka
ayaklarının üzerinde dans ediyor ve nefes alıp verdikçe dili dı­
şarıda deli gibi sallanıyordu. Üç polis ve bir köpek daha vardı,
hepsi de çok yetkin görünüyordu.
Onlara Turner’ı tarif ettim ve arabayı anlattım. Teğmen ba­
şıyla onayladı.
“Ayrılacağız. Birkaç adamı nehre göndereceğim. Eğer bu böl­
gedeyse, onu bulacağız.”
Söylediklerini yaptılar ve karanlık tam çökmeden, Kate
Emery’nin bedeni onu morga götürecek ambulansa taşındıktan
sonra beni nehir yatağına çağırdılar. Yağmur durmuştu ve akşa­
müstü hava güzelleşmişti. Georgia da geldi ve ikimiz yol boyu ses­
sizlik içinde yürüdük. Kate’in bedenini bulduğumuzdan beri Ge-
orgia’dan ses çıkmıyordu. Aptal değildi, başının belaya gireceğini
biliyordu. Aslında hepimizin başı beladaydı. Buna takılamayacak
kadar yorgundum. Ben bununla baş edebilirdim; baş edebilme­
liydim. Daha önemlisi, şu anda hâlâ elimdeyken işimi yapmaktı.
İlk gördüğüm şey ön tarafı ve arka tarafı ışıklandırılmış
şişme bir bottu, akıntıya doğru ilerlemeye çalışıyordu. Sonra

397
Jane Casey

ağaçların akından çıktık ve daha net gördüm. Bir grup polis


nehre kurulmuş yüzer iskele üzerindeydi. Bir tanesi ışıldağı
dikkatlice suya tutuyordu, diğerleri de bottaki adamların on­
lara vermeye çalıştığı şeyle uğraşıyordu. Büyük bir gürültüyle
iskelenin üzerine bırakıldı. Hissetmediğini bilmeme rağmen
irkildim.
Georgia benim önden gitmeme izin verdi ve ikimizde oraya
doğru yürüdük. Una Burt’ün yüzü asıktı ve ciddiydi, ki bu bana
pek adil gelmedi. O Kate Emery’nin cesedini istemişti ve biz de
her şeye rağmen bulmuştuk...
Derwent ödünç aldığı kot ve kazağın içinde, uygun olma­
yacak şekilde gündelik kıyafetlerle cesedin başına çömelmişti.
Ceplerini kontrol etti; bir sigara tabakası, nefes açıcı ve sırılsık­
lam olmuş bir on poundun bulunduğu bir cüzdan.
“Başka bir şey var mı?”
“Anahtarlar?” dedim. “Araba için?”
“Şu ana kadar hayır.” Yeniden kontrol etti. “Hayır.”
“Suda düşmüş olmalılar.” dedi memurlardan birisi. Müfettiş
olduğunu fark ettim. “Akıntı çok güçlüydü.”
Derwent başını kaldırıp bana baktı. “Onu buldular çünkü
bir ağaç dalma takılmıştı.”
Cesede daha yakından bakabilmek için öne doğru eğildim.
“Problem mi var?” dedi Una Burt.
“Yüzü.” Şişmişti, tanınmayacak hâldeydi. Ağzı açıktı ve bir
dişinin kaybolmuş olduğunu görüyordum. Onu son gördü­
ğümde bu kadar zarar görmemişti.
“Sanki boks ringinde birkaç raunda katılmış gibi görünüyor,
değil mi?” Üniformalı müfettiş omuzlarını silkti. “Boğulmalar-

398
da bu olur. Özellikle nehir bu kadar yüksek ve hızlı akarken.
Çok hızlı hareket eden birçok çöp var.”
Cesetten bir adım geri atarak uzaklaştım. “Dr. Earl/nin
otopsi yapmasını istiyorum.”
“Bizim adamımız iyidir.” dedi müfettiş.
Başımla onayladım. “Eminim öyledir. Ben de sadece emin
olmak istiyorum.”
“Eğer istiyorsan Dr. Early gelebilir.” dedi Derwent ayağa kal­
karak. “Ama ben sana bunu bedava yapayım. Bu kesinlikle Tur­
ner ve o kesinlikle ölü.”

399
35

ir sonraki gün hastaneye gittim. İlk engel, Bethany’nin te­

B davi gördüğü güvenli birime girebilmek için güvenlik kont­


rolünden geçmemdi. İkinci engel, odasının dışındaki sandalye­
de oturuyordu. Benim geldiğimi görünce Morgan Norris ayağa
kalktı ve kollarını bağladı.
“Hiç yolu yok tadım. Onun yanma yaklaşmana izin veremem.”
“Bu gerçekten sana bağlı değil.” dedim. Tatlım kelimesi omu­
riliğimde yürüyen bir böceğin aşağı yukarı yürüyerek, bacakla­
rını omuriliğime bastırması gibi hissettirse de benimle konuşma
şeklini duymazdan geldim. “Onunla konuşmam gerek.”
“O zaman herkesin arkası dönükken odasına gizlice girebile­
ceğini düşündün. Bu hiç etik değil, Çavuş.”
Sanki etik olmak hakkında bir şey biliyormuş gibi. Dilimin ucu­
na geldi ama gülümsedim. “Soruşturmanın önemli bir bölümü.”
Eğer bunu şimdi yapamazsam, muhtemelen hiç yapamaya­
caktım. Kate Emery’nin ölümü hakkında benimle konuşmak
isteyen soruşturma polislerinden, Una Burt’ten ve ofisten kaçı­
yordum, görevlerimi sınırlandıracaklardı. Burt bana bunu ima
etmişti ve bu benim Bethany Norris ile konuşmam için son
şanstı.

400
Bu seni Kate Emene tecavüz ettiğin için tutuklamak istiyorum
demek ve bu şans hiçbir zaman elime geçmeyecek.
“Tek istediğim davayı çözmek dedim.*
‘Her şeyin çözüldüğünü düşünüyordum. Turner öldü.*
‘Evet, öldü.’ Ve yarım saat içinde Dr. Early nin incelemesi
ile bedeninde sakladığı sular onaya çıkacak Testerenin sesini
duyabiliyorum: kemikleri kesen araçlan tartılmak, ölçülmek,
tanımlanmak ve tekrar bedene konmak için bekleven organla­
rın ıslak kayganlığını hissedebiliyordum. Sinirlerimin ne kadar
sağlam olduğunu, Chloe'nin otopsisine katılarak ispat etmiştim.
William Turner'ınkine katlanmama gerek yoktu. ‘Havada kalan
bazı şeyleri sonlandınyorum.’
‘Havada kalan?* diye tekrar etti Morgan.
‘Bethany ve Chloe kaybolduğunda tam olarak neler oldu­
ğu gibi. Turner’m onlan nasıl bulduğunu ve onları hiç tehdit
edip etmediğini öğrenmem gerek. Turner’ı en son ne zaman
gördün?”

401
Bu yüzden kesinlikle Morgan’ın aramıza girmesine izin ver­
meyecektim.
Başını sallıyordu, “Yapamam. Üzgünüm, eğer Eleanor ve Ol­
lie burada olsaydı, onlarda hayır derlerdi.”
“Neredeler?”
“Hiçbir fikrim yok, sorumluluğu bana verdiler.”
Ben asla böyle bir şey yapmazdım ve sanırım bu yüzüme yan­
sıdı çünkü Morgan alınmış görünüyordu.
“Benimle bir problemin mi var?”
“Kişisel olarak değil.”
“Bu ne demek?”
Bu seni Kate Emery e tecavüz ettiğin için tutuklamak istiyorum
demek ve bu şans hiçbir zaman elime geçmeyecek.
“Tek istediğim davayı çözmek dedim.”
“Her şeyin çözüldüğünü düşünüyordum. Turner öldü.”
“Evet, öldü.” Ve yarım saat içinde Dr. Early nin incelemesi
ile bedeninde sakladığı sırlar ortaya çıkacak. Testerenin sesini
duyabiliyorum; kemikleri kesen araçları tartılmak, ölçülmek,
tanımlanmak ve tekrar bedene konmak için bekleyen organla­
rın ıslak kayganlığını hissedebiliyordum. Sinirlerimin ne kadar
sağlam olduğunu, Chloe’nin otopsisine katılarak ispat etmiştim.
William Turner’ınkine katlanmama gerek yoktu. “Havada kalan
bazı şeyleri sonlandırıyorum.”
“Havada kalan?” diye tekrar etti Morgan.
“Bethany ve Chloe kaybolduğunda tam olarak neler oldu­
ğu gibi. Turner’ın onları nasıl bulduğunu ve onları hiç tehdit
edip etmediğini öğrenmem gerek. Turner’ı en son ne zaman
gördün?”

401
Jane Casey

“Hiçbir fikrim yok.” Gözleri boş bakıyordu, umursamadı ya


da bana söylemeyecekti, her türlü ondan hiçbir şey öğrenemi-
yordum.
“Dün neredeydin?”
“Burada, tüm gün.” Hafifçe etrafına baktı. “Hemşireler sana
söyleyebilir.”
“Neden buradaydın?”
“Bethany’e göz kulak oluyordum.”
“Eleanor neredeydi?”
“Gitmek zorundaydı, öğle yemeğinde Ollie aradı, onu ara­
bayla bir yere götürmesi gerekti.”
“Neden kendisi kullanmıyor?”
“Bilmiyorum, arabanın anahtarları Eleanor’da diye mi?”
Bunu sanki aptalmışım gibi söyledi ama benim için sorun değil­
di. Eğer Bethany’yi görmeme izin verecekse, benim aptal oldu­
ğumu düşünmesini isterdim. “Ollie’yi bir yerden alması gerekti,
sen sormadan söyleyeyim. Ollie neredeydi bilmiyorum ve ne
zaman geldiklerini de bilmiyorum. Dün akşam döndüğümde
evdelerdi.”
“Onları gördün mü?”
“Ollie’yi gördüm, Eleanor erken yattı.”
“Ya bugün?”
“Eleanor buradaydı, her zamanki gibi iletişime pek açık değildi.
“Ne zaman çıktı?”
“Sanırım bir saat önce, Ollie onu aradı ve gitmek zorunda
olduğunu söyledi.”
“Nereye?”
“Bana söylemedi.”

402
“Herhangi bir fikrin var mı?”
“Belki eve.” Omuzlarını silkti, “Gerçekten söyleyecek bir
şeyim yok. Oliver aradığı zaman o gider. Onun kölesi gibidir,
belki de Oliver bunun için Eleanor ile evlendi. Sebebi kesinlikle
görünüşü ya da onun harika sohbetleri değildi, öyle değil mi?”
“Onu önce senin gördüğünü sanıyordum. Oliver’ın onu sen­
den aldığını düşünüyordum.”
Bu tam on ikiden vurdu. “Öyle olmadı, ben onunla ilgilen­
miyordum. Sadece takılıyordum, hepsi bu.”
“Seni değil de Oliver’ı seçtiğin de bunu problem yaptın mı?”
“Öyle olmadı.” dedi tekrar.
“Kate ile de aynı şeyin olması komik değil mi? O da senin er­
kek kardeşini seçti. Onunla birlikte olmak istedi, Oliver’ın onu
zorlamasına gerek yoktu.”
Yüzü değişti. “Sana... Seninle bunun hakkında konuştu mu?”
“Konuştu.” dedim, iliklerine kadar sızan korkuyu izleme zev­
ki için. Ona Kate’in çok da fazla bir şey anlatmadığını, benim de
Kate’i bu konuda zorlamadığımı ve onun bu işten kurtulacağını
söylemeyecektim.
Taktik değiştirdim. “Kate’in Eleanor’a şantaj yaptığını bili­
yor muydun?”
“Sen nasıl... Sana anlattı mı?” Gereğinden fazla bir rahatlık­
la, gösterdiği ilgisizliğin arkasına saklamaya çalıştığı panik.
“Birçok ipucu vardı. Birçok şeyin de kanıtı.” Uzunca bir süre
onu inceledim. “Eleanor senden Kate’i uyarmanı istedi.”
“Ne?”
“Onu korkutmaya gittin ve devam ettin. Ona bir ders ver­
meye karar verdin. Sana saygı duymasını sağlamak istedin.

403
Seni ciddiye almasını istedin. Onun yanlış kardeşi seçtiğini
anlamasını istedin. Ne demiştin? ‘Hiçbir işin ve gelirin yok,
erkek kardeşinin evinde yaşıyorsun, sokaklara düşmene bir
adım var.’”
Morgan beni öldürmek istermiş gibi baktı. “Çeneni kapa.”
“Sadece senin söylediğini tekrar ediyorum. Kendini lanetle­
mek gibi bir lanet daha yoktur, Morgan. Hâlâ gerçek bir erkek
olduğunu kanıtlamak için her şeyi yapacağına bahse girerim.”
“Tanrım, sana göstermek isterdim...” Kafasını sallayarak dur­
du. “İşinde iyisin, değil mi?”
“öyle derler.”
“İşler biraz karıştı. Kate ile.” Omuzlarını silkti. “Eğer o kadar
rahatsız olsaydı, polisleri çağırırdı.”
“Ama yapamazdı, değil mi? Sen bize Eleanor’a şantaj yaptı­
ğını söylerdin.”
“Eleanor bunu yapmama izin vermezdi.”
“Fakat Kate bunu bilmiyordu. Bu riski alamazdı.”
“Bu onun problemiydi. Onun seçimi.” diyerek güldü, Mor­
gan tekrar kendini kontrol etmeye başlamıştı. “Kadınları sevdi­
ğimi biliyorsun. Beni kızdırmak için her şeyi yaptıkları zaman
bile onları seviyorum.”
Beni kastettiğini anladığımdan emin olmak için göz kırptı.
Gözlerini yerlerinden çıkarma hissiyle savaştım.
“Ben sadece işimi yapıyorum.”
“Neden bizi taciz ediyorsun? Bunu yaparak ne bulmak isti­
yorsun?”
“Gerçeği. İstediğim sadece gerçek.”
“Ve Bethany’nin sana yardım edebileceğini düşünüyorsun.”

404
“Edebileceğini biliyorum. Dün William Turner’ı gördüğünü
biliyorum. Ona ne söylediğini öğrenmem lazım. Bir soruşturma
olacak, biliyorsun. Sadece merak ettiğim için sormuyorum. Tur­
nen, Hampshire’a neyin gönderdiğini bilmem lazım. O yüzden
Bethany’nin söyleyecekleri çok önemli. Eğer onunla şimdi ko­
nuşursam, bu onu hâkim karşısına çıkarmaktan kurtarabilir."
İstediğimden daha uzun bunu düşündü, tarttı. “Ollie ne der
bilmiyorum. Onu aramam gerek.”
“Tamam. Eğer kendi kararlarına güvenmiyorsan ara onu. Bir
de nerede olduğunu da bul. O da listemde ikinci sırada.”
“Bu kendi kararlarıma güvenmediğimden değil.” dedi he­
men Morgan.
“Doğru.” Duvara yaslandım ve cep telefonumu çıkardım,
öylesine mesajlara bakmaya başladım. “Sana ne yapman gerek­
tiğini söylediğinde beni bilgilendir lütfen. Yani o sorumluluğu
sana vermiş ama bunun sana güvendiği anlamına gelmediğini
her ikimiz de biliyoruz.”
Morgan eğildi, sesini o kadar alçalttı ki sadece ben onu du­
yabilirdim. “Sana eğitimin sırasında manipülatif bir fahişe oldu­
ğunu öğrettiler mi, yoksa doğuştan mı geliyor?”
“Her ikisinden de biraz.” Ona baktım. “Yani? Evet mi, hayır mı?”

405
36

ethany pencereden dışarı evlerin çatılarına bakıyordu. Bu

B tam Londra’ydı. Gri, şekilsiz, çok nadir görülen yeşil yap­


raklarıyla. İçeri girdiğimi duymuş olmalı ama hemen bakmadı.
Dönüp beni görünce birden irkildi.
“Merhaba.” Yatağın ucunda durdum. “Daha iyi görünüyor-
sun.
“Teşekkürler.” Bu bir fısıltıydı.
“Yemek nasıl?”
Omuzlarını silkti. Aslında, yemeğin çoğunu yiyormuş gibi
görünmüyordu. Ayaklarının ucuna, battaniyenin üstüne bir ka­
ğıt poşet koydum.
“Sana biraz atıştırmalık aldım. İstersin diye.”
Başını salladı.
“Sana iyi bakıyorlar mı?”
“Evet.”
“Neden burada olduğun hakkında çok fazla şey anlatmadı­
ğını söylediler.”
Yeniden pencereden dışarı bakmaya başladı. Gözüme birden
daha yaşlı göründü, bunu sebebi daha zayıf olmasıydı. Yuzünde-

406
ki çocuksu ifade kaybolmuştu, yanakları çökmüş ve gözlerinin
altına mor halkalar yerleşmişti. Ona sarılmak istedim ama me­
safemi korumak zorundaydım.
“Neredeyse ölüyordun, Bethany. Oradaydım. Buna kararlıy­
dın, biliyorum ve nedenini öğrenmek istiyorum.”
Başını salladı.
“Chloe yüzünden miydi?”
Hiçbir şey. Cevap yok.
“Bana İncin bilip bilmediğimi sordun. Baktım, tren hattında
bana söylediklerine. ‘Günahlarımın her zaman benim önümde
durduğunu bildiğim için.’ Psalm 51. Kırık ve tövbekâr bir kalp
için affetme ile alakalı. ‘Kurban etmekten hoşlanmayacaksın ya
da sana vereceğimden.’ Kendini öldürmekten daha büyük bir
fedakârlık yok, var mı?”
Küçük bir omuz silkme.
“Bunu düşünmek bile günah değil mi?”
Dudaklarının kenarları aşağıya düştü, gözyaşlarını tutmaya
çalışıyordu.
“Bana senin ne olduğunu bilmediğimi söyledin.” dedim.
“Bilmiyorsun.”
“Nesin sen? Söyle bana.”
“Anla, ben günah içinde dünyaya geldim, annem bana gü­
nah içinde hamile kaldı.” Sesindeki acı irkilmeme sebep oldu ve
anında ne demek istediğini anladım, raylarda ne demek istedi­
ğini...
“Bethany. Bu senin hatan değil.”
“Ben günahın çocuğuyum. Annem... gözlerini kapatarak
durdu.

407
“Annen seni seviyor. Baban da.”
“O benim babam değil.”
“Her açıdan senin baban.” dedim. “Seni her zaman sevdi.”
“Sadece bir mucize olduğumu düşündüğü için.” Başını salla­
dı. “Ona nasıl yalan söyleyebildi? Bana?”
“Nasıl öğrendin? Annen mi söyledi?”
“Hayır. Bildiğimden haberi bile yok.” Gözlerindeki paniği
gördüm. “Sakın ona söyleme.”
“Söylemeyeceğim ama sanırım onunla bunu konuşmalısın.
Ona açıklaması için bir şans ver.”
“Neyi açıklaması için. Günah olan bir ilişkinin sonucunda
doğduğumu mu? Tüm hayatımın bir yalan olduğunu mu?”
“Eminim o böyle görmüyor. Ben de böyle görmüyorum.”
Bir dakika bekledim. “Annen sana söylemedi ve baban bilmiyor.
Başka kim biliyordu? Sana kim söyledi?”
Cevap vermeden, gözlerini aşağıya indirdi, ellerine baktı.
“Kate mi söyledi?”
Tam bir şok. “Nasıl bildin?”
“Şanslı bir tahmin.” Kate’e kızmış olmama şaşırdım. Bunun
Bethany’nin dünyasını sarsacağını bilmeliydi. Ve umursamadı.
Bencil, kindar kadın...
Bethany yüzümdeki ifadeyi gördü. “Bana söylemeyi isteme­
mişti. Birden ağzından çıktı.”
“Bu kazayla söylenebilecek bir şey değil.”
“Ona sinirliydim. Bana bağırıyordu ve ben de ona bağırıyor­
dum.”
“Ona neden bağırdın?”

408
“Birkaç hafta önce William, Chloe ve ben Constantine Bul­
varı’nda bir eve gitmiştik. Takılıyorduk. Biraz içki, biraz sigara.
Bilirsin. William ve Chloe yatakta öpüşüyorlardı ve ben de pen­
cere kenarında duruyordum. Benim orada olmamı umursamı­
yorlardı ama ben biraz garip hissettim. Nasıl olduğunu bilirsin.”
Başımla onayladım.
“Chloe ve William’in yaptığını görmemek için pencereden
dışarı bakıyordum.” Yutkundu. “Eğer orada olmasaydım, hiç
öğrenemeyecektim.”
“Ne gördün?”
“Babam mutfaktaydı. Kate ile konuşuyordu.” Gözlerini yere
dikti, sanki olanları yine görüyordu. “Babam bir dolaba yasladı
ve ellerini boynuna doladı. Ne yapacağını bilmiyordum, gerçek­
ten çok net göremiyordum ama kızgın görünüyordu. Gerçekten
kızgın. Onu öldüreceğini sandım.”
Oliver Norris’in sorgu sırasında, sakin bir şekilde Kate’in iliş­
kiyi bitirmek istediğini ve buluşmalarının nasıl bir rahatlamayla
bittiğini anlatışını hatırladım.
Gerçek değildi. Birazı bile.
“Sonra ne oldu?”
“Onunla konuştu. Ona gülümsüyordu, omuzlarını okşuyor­
du. Dizlerinin üzerine oturdu. Babam dolabın arkasında gizlen­
miş gibiydi ama Kate’in başının oynadığını görebiliyordum ve
ona ne yaptığını biliyordum, iğrençti.”
Kurtuluştu diye düşündüm. Kate onu sakinleştirmişti. Gü­
venliğini satın almak için ne sunabileceğini dikkatlice hesapla­
mıştı; sundu ve kabul edildi.
“Sen de izledin mi?”

409
Jane Casey

“Hayır! Ne yaptıklarını anladığım anda bıraktım.” Çok sol­


gundu ve terliyordu. Evden koşarak çıktım. Nereye gideceğimi
ya da ne yapacağımı bilmiyordum. Nehir kıyısında yürüyüşe
gittim. Sadece... Yürüdüm. Kafamı toparlamaya çalışıyordum.
Gördüğümü, ne anlama geldiğini. Eve döndüm ve babam sanki
hiçbir şey olmamış gibi salonda televizyon izliyordu. Bu benim
midemi bulandırdı. İyi bir koca olması gerekiyordu. Ailenin reisi.
Sorumlukları vardı. Böyle ikiyüzlü birine nasıl güvenebilirdim?”
“Onunla konuştun mu?”
“Hayır. Onunla yüzleşmeye cesaret edemedim, korktum.
Kate’e gittim. Babamın yeminini bozmasının onun hatası oldu­
ğunu düşündüm. En azından, annemi aldatmamak için baba­
mın kendini durdurmaya çalıştığını söylemesini istedim.”
“Ama söylemedi.”
“Hayır. Söylemedi.” Bethany kafasını kaldırdı, gözleri yaşla
doluydu. “Ona kötü bir kadın ve fahişe olduğunu, cehenneme
gideceğini söyledim. Bunun babamın fikri olduğunu söyledi.
Babamın onu yalnız bırakmayacağını söyledi ve eğer cehenneme
giderse, annemin de ona eşlik edeceğini söyledi. Annemin çok
daha kötü olduğunu çünkü başka bir adamın çocuğunu doğur­
duğunu ama kocasının çocuğuymuş gibi davrandığını söyledi.”
Oh. “Sana bunu nasıl öğrendiğini de söyledi mi?”
“Annemle babamın tedavi için gittiği klinikle ilgili bir şey­
ler. Sanırım orada çalışmış.” Bethany çok yorgun görünüyordu.
“Tam olarak anlamadım.”
“Bana çok mantıklı geliyor.”
“Öyle mi?” Yüzünü buruşturdu. “Bir günah olmanın nasıl
bir şey olduğunu biliyor musun?”
“Bu senin günahın değil.” dedim kibarca.

410
“Benim varlığımın tek sebebi günah. Annem bana her bak
tığında kendi zayıflığını görüyor. Babam ise bir yalan görüyor.
Tüm hayatım bir yalan.” Bethany gözlerini ovuşturdu. Bu yüz­
den işlerim hiç yolunda gitmiyor. Dokunduğum her şey kirle­
niyor. Sevdiğim herkes zarar görüyor. Chloe ile William öldü ve
bu benim hatam.”
“Senin hatan değil.” Yatağın demirini tuttum. “William Tur­
ner gibi insanlar manipülatif ve tehlikelidir. Onu durdurabil­
mek için yapabileceğin bir şey yoktu.”
“Onu seviyordu.”
“O aşk değildi.” dedim. “Takıntıydı. Ona sahip olmak istedi.
Onu kontrol etmek için.”
“Hayır, yanılıyorsun. Onu seviyordu. Kimse bana, Willi-
am’ın Chloe’ye baktığı gibi bakmadı.”
“Şanslısın o zaman.”
Başını salladı ve onu Turner’ın bir kahraman olmadığına
ikna etmenin çok zor olacağını gördüm.
“Biliyorsun çok yakışıklıydı.” dedim. “Çok etkileyiciydi.
Onu sevdim. Senin de ondan hoşlanman çok doğal.”
Gözlerini aşağıya indirdi, kıpkırmızı oldu.
“Ona âşık miydin?”
“O Chloe’yi seviyordu.”
“Ama etrafta olmandan rahatsız olmuyordu. Ekstra ilgiyi se­
viyordu.”
“Benimle konuşmayı severdi.” Bunu fısıltıyla söylemişti. “Biz
arkadaştık.”
“Arkadaşlar... Ama Chloe ile kaçtığınızda nereye saklandığı­
nızı ona söylemediniz.”

411
jane Casey

“Bunun daha güvenli olduğunu düşündüm.”


“Çünkü yapabileceklerinden korktun.”
“Hayır, hayır. Ondan hiç korkmadım.”
“Chloe korkuyor muydu?”
“Chloe onu sevdiğini biliyordu. William ona göz kulak
oldu.”
“Onun kaçmasına kızmış mıydı?”
“Bilmiyorum.”
“Dün seni görmeye geldi, değil mi?”
Kaşlarını çatarak gözlerini kapadı.
“Burada olduğunu biliyorum, Bethany. Hemşirelerle konuş­
tum. Buradaydı. Ne konuştunuz?”
“Hiçbir şey.”
“Bu beni şaşırtır. Bana seninle Chloe hakkında konuşmak
istediğini söylemişti.”
Yüzünü buruşturdu. Bir ya da iki adım daha ona yaklaştım,
onu bunaltmamaya özen göstererek.
“Ona ne olduğunu duydun mu, Bethany?”
“Boğuldu.”
“Doğru. Boğuldu. Aynı Chloe gibi, sadece William’in ölümü
bir kazaydı.” Bir adım daha. “Yani artık sana zarar veremez, Bet­
hany. Şimdi bana Chloe’ye ne olduğunu anlatabilirsin.”
“Bana zarar vermek mi?” Gözleri fal taşı gibi açıldı. “William
asla bana zarar vermez ya da Chloe’ye. Onun için William’a an­
latmak istemedim...”
“Neyi anlatmak istemedin?” öne doğru eğildim. “Bethany,
lütfen.”

412
“Chloe’ye ne olduğunu anlatmak istemedim.”
Hayal kırıklığım hücrelerimde hissettim. “Bana karşı dürüst
olmalısın, Bethany. Chloe’ye ne oldu? Öldüğünde onunla miy­
din?”
“Hayır. Hayır, kesinlikle hayır. Onu görmedim bile. Geri
geldik ve o Chloe’yi götürdü.”
“Kim götürdü?”
“Annem.” Bana sanki bunu bilmeliymişim gibi baktı. “An­
nem götürdü.”

413
37

alerian Caddesi’ndeki evde kimse yoktu. Bölge polisini

V arayıp daha sonra buraya polis gönderin demek çok kolay


olmuştu. Eleanor’un kaçtığını düşünüyor muyum, diye sordu­
lar kibarca ve hayır dedim. Çünkü kaçtığını düşünmüyordum.
Ona göre kaçması için bir sebep yoktu. Kimse onu aramıyordu.
Her şey bitmişti. Kate ölmüştü, Chloe ölmüştü, William Turner
ölmüştü. Daire tamamlanmıştı.
Tabii bilmediği, aslında hiçbir şeyin bitmediğiydi.
Çünkü Chloe’yi götüren Eleanor’du; kuzuyu kurda teslim
etmek. Bethany neden olduğunu söylemedi. Ya bilmiyordu ya
da bu kadar fazla konuşmasına kendi bile şaşırmıştı. Bethany
korkmuştu ve Chloe ile kaçmıştı çünkü arkadaşının tehlikede
olduğunu düşünüyordu. Gidecek yerleri yoktu. Yaz olmasına
rağmen, geceleri hava soğuktu dedi. Sokaklarda uyumak güven­
li değildi ve sonra hastalandı. Titriyordu ve ateşi çıkmıştı. Eve
dönmek zorundalardı.
Sonra da annesi Chloe’yi götürmüştü ve Bethany onu bir
daha canlı görememişti.
Kate Emery’nin soruşturmasını göz önünde bulundurursak,
Eleanor Norris’i sorgulamama izin vermeyeceklerine emindim.

414
O bölgeye doğru arabayı sürmemin sebebi; onu ya da aile araba­
sını görebilir miyim acaba, diye düşünmemdi. Polis ulusal bil­
gisayarında bir program kurdurtmuştu, yer belirleme programı.
Eğer program devriye arabasında kayıtlı ise, o numarayı bulur
bulmaz sinyal veriyordu. Ayrıca Derwent ve Una Burt’e, Bet-
hany’nin bana anlattıklarını söylediğim birer mesaj bıraktım.
Morgda cep telefonu çekmiyordu. Morgda olduğum zamanlar­
da hiç umursadığım bir şey değildi.
Bana doğru yürüyen ince bir figür gördüğümde, arabama
giriyordum: William Turner’m annesi. Boş boş bakıyordu. Bir
anlığına uykusunda geziyor zannettim ama sonra başını çevirdi
ve ona baktığımı gördü. Yolun karşısına geçtim.
“Bayan Turner, hatırlıyor musunuz bilmiyorum ama... Ge­
çen hafta sizinle tanışmıştık.”
Beni tanıdığına dair hiçbir belirti yoktu. Saçları taranmamış-
tı. Kararsız bir şekilde ona uzandım ve kolundan tuttum. Derisi
incecikti ve kemikleri batıyordu.
“Bayan Turner, William için çok üzgünüm. Sizi eve götüre­
bilir miyim? Ya da nereye gitmeyi planlıyorsanız.”
“William.” dedi. “William.”
“Biliyorum, Bayan Turner. Kaybınız için çok üzgünüm.”
“Yanlış hiçbir şey yapmadı.” Sanki uyanmaya başlamıştı, ba­
kışlarını bana yoğunlaştırdı. “Adın çıkacağına canın çıksın. Böy­
le derler değil mi? Ona hiçbir zaman şans vermediniz.”
Polisi mi yoksa kişisel olarak beni mi kastediyordu, anlaya­
madım. “Daha öncede bir olaya karıştığı için onunla konuşmak
istedik ama o sadece sorgulamanın bir bölümüydü, Bayan Tur­
ner. Bu olayın içinde miydi değil miydi araştırmak zorundaydık.
O ve Chloe yakındı.”

415
Jane Casey

“Birbirlerini çok iyi tanımıyorlardı.”


Onunla tartışmak istemedim. Ne anlamı vardı ki? Başımı
salladım. “William ile birkaç kere konuştuk ve DNA örneğini
aldık ama ben gerçeği söylediğini biliyordum.”
“Her zaman gerçeği söylerdi. İyi bir çocuktu.”
Bir anlığına Ben Christie’nin annesinin, onunla aynı fikirde
olup olmayacağını düşündüm. Bayan Turner yeniden boşluğa
bakmaya başladı.
“İyi bir çocuktu. Parlak bir çocuktu. Sağlığı dışında her
şeyle ilgilenirdi.” Birdenbire ağlamaya başladı, korkunç kulak
tırmalayıcı hıçkırıklarla. “Onu yaşattım. Gecenin bir yarısında
korktuğunda yanındaydım. Nefes alamadığında onu hastaneye
götürdüm ve ona söz verdim, ona ölmesine izin vermeyeceğime
dair söz verdim.” Tekrar bana baktı. “Korkmuş mudur sence?
Beni çağırmış mıdır?”
“Bayan Turner.” diye başladım ve durdum. Onu rahatlata­
cak ne söyleyebilirdim ki, kim bir şey söyleyebilirdi? “Çok üz­
günüm.”
Gözlerini kırptı. “O benim her şeyimdi. O her şeydi ve şimdi
hiçbir şeyim yok.”

Trafik yoğundu. Sıradan gri bir gündü. Sıcak ve nemliydi.


Güneş olmamasına rağmen, asfalttan alev çıkıyordu. Yolculara,
park edilmiş arabalara bakarak caddelerin arasında gezindim ve
elime geçen sadece baş ağrısıydı. Norrisler nereye gittiler? Sü­
permarket, jimnastik salonu, kilise. Oliver, Eleanor u aramıştı
ve Eleanor da ona gitmişti.
Küfrederek Modern Apostles Kilisesi’nin evi olan o büyük,
rengi soluk binaya doğru yürümeye başladım. Otopark boştu.

416
Orada değillerdi. Arabayı geri çevirmek için her hâlükârda oto­
parka girdim. Hayal kırıklığına uğramıştım.
Neden orada değillerdi? İş günü değildi. Onlarla konuşmam
gerektiği şu anda birdenbire nereye kayboldular?
Arabayı park ettim ve binanın arkasına doğru yürüdüm. Yan
kapıyı ve çöp kutularını geçtim. Oradaydı, arabaları, yoldan gö­
rülemeyecek bir noktaya park edilmişti.
Saklanmıştı.
Neden saklanmıştı?
Yeniden kapıya gittim ve olabildiğince sessiz bir şekilde içe­
ri girdim. Koridor soğuk, karanlık ve tamamen sessizdi. Direkt
ofise ilerledim, kimse yoktu. Bilgisayarlar kapalıydı, masalar
derli topluydu. Gareth ya da sekreterinden iz yoktu. Oliver
Norris’ten de iz yoktu.
Karısından da.
Belki de Chloe’yi kıskanıyordu; erkeklerin kendisine ilgi gös­
termesinden aldığı saf zevk. Sevgilisinin kızıyla aynı evde yaşa­
mak Oliver Norris için nasıl bir duygu olmalı? Hakkında fantezi
kurulabilecek kadar büyüktü, diye düşündüm. Uzun bacakları
ve hoş bir yüzü vardı. Eğer gerçekten akıllı değilse bile, bu onu
daha ulaşılabilir yapıyordu. Eleanor hayatını itaatkâr olmaya
adamıştı ama ben bunun onda doğuştan olduğuna inanmıyo-
rum. Chloe’nin tatlı bir uysallığı ve yumuşak başlılığı vardı. Ele­
anor şüphe, utanç, bastırılmış duygular ve sırlarla içine kapan­
mışken; Chloe hareketlerinde özgürdü.
Mutfakta kimse yoktu. Koridordan yürümeye devam ettim
ve buradan sadece tek bir çıkışın olduğunu buldum; ana ko­
ridora çıkan kapıdan başka çıkış yoktu. Ses geçirmeyen ağır
kapıyı ittim ve dikkatlerimi üzerime çekmeyecek şekilde -ama

417
Jane Casey

benim içeride olanları görebileceğim şekilde- bir ya da iki san­


tim açıldı.
Fark edilme konusunda endişe etmeme gerek yoktu. Kori­
dordaki iki kişi tamamen yaptıkları içe odaklanmıştı.
Bütün ışıklar yanıyordu ve hepsi de sahne gibi yerdeki kadi­
femsi kırmızı halıyı aydınlatıyordu. Oliver Norris platformun
ortasında duruyordu, gömleğinin arkası ve koltuk altları terden
sırılsıklam olmuştu. Dikkatini ayaklarına kapanmış, kendisine
yalvaran bir kadına vermişti.
“Söyle bana.”
“Oliver, lütfen.” Sesi zar zor duyuluyordu, yüzünü halıya
koymuştu.
“Kim olduğunu bilmem gerekiyor. Bunu bana borçlusun,
Eleanor.”
“Lütfen beni affet. Lütfen.”
“Affın zamanı gelecek ama onu hak etmen gerek, Eleanor.
Önce kendini günahlarından arındırmaksın.” Sanki öğle yeme­
ğinde ne yiyeceklerini konuşuyorlarmış gibi duygusuzdu.
“Üzgünüm... Hiç yapmamalıydım. Hiç yalan söylememeliy-
dim.”
“Mükemmel bir kadın kocasının tacıdır ama utanç getiren
kadın kemiklerindeki çürük gibidir.” Oliver öne eğildi. “Dizle­
rinin üstüne, Eleanor.”
Eleanor yavaşça ve acı içinde kendini geriye doğru çekti. Oli­
ver bekledi. Dizlerinin üzerine oturup yüzünü ona doğru kal­
dırması uzun zaman aldı. Kalktığında gördüklerim beni elektrik
çarpmış gibi sarstı. Yüzü morluklarla doluydu. Oliver’ın daha
önce de neler yapabileceğini görmüştüm ama Turner’a gösterdi­
ği şiddet karısına gösterdiğiyle kıyaslanamazdı.

418
“Şimdi, sana tekrar soracağım. Kimdi?”
Çok hafifçe başını salladı ve ona cevap vermek için ağzını açtı
fakat konuşmaya şansı olmadı. Oliver elinin tersiyle acımasızca
vurdu ve Eleanor yana doğru savruldu, neredeyse dengesini kay­
bediyordu.
“Bana başını sallama seni fahişe. Söyle bana. Söyle. Onun
benim olduğunu söylemiştin. Tann’dan bir hediye olduğunu
söylemiştin.”
“Ben onun hakkında öyle düşünüyorum. O bir hediye.” Bi­
razcık başını çevirdi. “Lütfen Ollie. Lütfen. O her zaman bizim
çocuğumuz oldu. Başka kimsenin değil.”
“Şeytan senin içindeydi.”
“Hayır.”
“Bu ne demek biliyorsun, Eleanor. Suya girmek zorundasın.”
“Hayır. Lütfen hayır.”
“Yıkanarak temizlenmem gerekiyor. Kardan daha beyaz. ”İnti­
har etmek üzereyken Bethany de bana bunları söylemişti. Beni
yıka ki kardan daha beyaz olayım.
“Lütfen. Hayır, Ollie. Lütfen.”
Vaftiz havuzunun kapağı açıktı.
Beni yıka.
Kardan daha beyaz.
Çimlerin üzerinde yatan Chloe.
Onu suya sokup başım bastırmışlardı. Gareth’in özel seremo­
nisi, şeytanlarını onu terk etmeye ikna etmek için.
Ve Oliver karısına da aynı yolla bir ders vermek istiyordu.
“Şeytan bile melek kılığına bürünebilir.” dedi Oliver. “Aziz
Paul’ün sözü.”

419
Jane Casey

“Bethany şeytan değil. Lütfen, benim yaptığım bir şey için


onu suçlayamazsın.”
“Ne istersem onu yaparım. Ben senin koçanım ve bana saygı
duymak zorundasın.” Ayağını geriye doğru çekti ve tüm gücüyle
Eleanor’a tekme attı. O anda bir şey fark ettim. Eğer karışmaz-
sam, Oliver Norris karısını hemen orada öldürecekti, benim ve
Tanrı’nın önünde.
“Kate Emery ile yatarken onun kocası olduğunu düşünmü­
yordun.” Kapıdan içeri girdim ve kapı arkamdan kapandı. “Afe-
dersin ama birazcık ikiyüzlü davranmıyor musun?”
Oliver ellerini yumruk yaparak hızla bana doğru döndü,
“Sen ne yapıyorsun burada? Beni nasıl buldun?”
“Ben Eleanor’u arıyordum. Lütfen ondan uzaklaşır mısın?”
Hareket etmedi, zaten ondan uzaklaşmasını beklemiyordum.
Eleanor sızlanarak ayaklarının önünde yatıyordu.
“Tek misin?”
“Bunu benden daha iyi biliyorsun.” dedim gülümseyerek.
Gerçeği bilseydi hiç iyi olmazdı. “Ama biraz geri gidelim. Neden
seni arayayım, Bay Norris?”
“öyle tahmin ettim.”
“Çünkü kendini suçlu hissediyorsun. Bunun için değil.
Komşunla bir ilişki yaşadığın için değil.”
Eleanor hafifçe kıpırdandı ve Oliver bana dönmeden önce
hızlıca ona baktı.
“Seni ilgilendirmez.”
“Bu tamamen benim işim ama söylediğim gibi, suçlu hisset­
menin sebebi bu değil.”
“Ne o zaman?”

420
ölülerin Konuşmasına İzin ver

“Çünkü Chloe Emery’i öldürdün. William Turner’ı da. Son


olarak Kate Emery’i öldürdün.”
“Bu çok saçma.” dedi hemen Norris. “Uydurma bir hikaye.”
“En son buraya geldiğimde, Chloe ölmeden hemen önce,
burada özel bir seramoni düzenleneceğini söylemiştin. Ga­
reth’ın bunun için prova yaptığını zannetmiştin. Hatırladın mı?
Sonra sen ve Gareth, olayı ört bas ettiniz ve konuyu değiştirdi­
niz. Seramoni Chloe içindi, değil mi? Bu hep Kate’in denemene
izin vermesini istediğin şeydi. Burada kiliseyi kurmaya, cemaati
geliştirmeye ve fakirlere yiyecek dağıtarak toplumla bütünleş­
meye çalışıyordun. Bir mucize harika bir reklam olurdu. Hasta
çocukların aileleri kadar umutsuz hiçbir şey yoktur. Senin elinde
ise, annesinin iddia ettiği gibi hasta olmayan Chloe vardı, değil
mi? Kate ona teşhis koydurabilmek için çok uğraşmıştı ve Chloe
o kadar da kötü değildi aslında. Senin satabileceğin bir umut­
tu. Tanrı’nın lütfuyla ve Modern Apostles Kilisesi’nin dualarıyla
kurtarılan kız.”
“Anlamadığın şeyler hakkında konuşuyorsun.”
“Saf insanları kandırmanın, zengin olmak için harika bir
yol olduğunu çok iyi anlıyorum. Yine de işler yolunda gitme­
di değil mi? Yanlış değerlendirdin. Bethany ile Chloe güvenli
olduğunu düşündüklerinde eve döndüler ama Eleanor, Ch­
loe’yi kiliseye getirdi; kuzuyu kurda teslim eder gibi ve Chloe
boğuldu.”
Oliver tereddüt etti. “Öyle olmadı.”
“Nasıl oldu?”
“Oliver.” dedi Eleanor yerden. “Dikkatli ol.”
Aşağıya, Eleanor’a baktı ama ne olduğunu düşünürken dik­
kati dağılmıştı. “Benim hatam değildi. Garethtı. O... O devam

421
|ane Casey

etti.” Başını salladı, şaşkındı. “Çok çabuk oldu. Eğer nefesini


tutsaydı...”
“Ama tutmadı. Çok korkmuştu. Onun yerine suda nefes aldı.”
“Onu canlandırmaya çalıştık. Ben denedim.
Kırık kaburgaları açıklıyordu bu. Eğitimdeki bir anım can­
landı: Bir eğitimci bize bağırıyordu. Eğer kaburgaları kırmıyor­
sanız, doğru yapmıyorsunuz... ”
“Ambulans çağırmadın.”
“Gitmişti. Ölmüştü. Çok geçti.”
“Cesedi kim attı?”
“Ben. Gareth yapmamı istedi. Ben... Ben kendimi berbat
hissettim. Korkunçtu. Hepimiz için ne kadar stresliydi anlaya­
mazsın. Bir kazaydı, başka bir şey değildi.”
“Peki ya William Turner?”
Yapmacık bir tavırla söylemişti. “Ne olmuş ona?”
“Seni görmeye geldiğinde Kate’in hâlâ hayatta olduğunu bi­
liyor muydun? Her şey planlı mıydı, yoksa olayların akışı içinde
mi karar verdin?”
Başını salladı. “Ne demek istediğini anlamıyorum.”
“Bethany’nin burada olanları William’a anlattığını biliyo­
rum, Chloe’ye olanları. Seninle konuşmaya geldi. Belki de seni
tehdit etti. Kate’i görmeye gittiğinde onu öldüresiye dövdün ve
nehre attın. Orada olmamız senin için kötü bir şanstı ama aslın­
da daha iyi sonuçlanamazdı. Çünkü Turner’ın arabasını gördük
ve cesedini bulduk, katil oymuş gibi görünüyordu. Sanki nehre
girmiş ve boğulmuş gibi; zaten hak ettiği şey buydu.” Kahka­
ha attım. “Tanrı’nın senin tarafında olduğunu düşünmekte çok
haklısın.”

422
ölülerin Konulmasına izin ver

Hayır. Bu söylediklerinin hiçbirini yapmadım.”


“Kare ile konuştuğumda, Chloe’nin ölümüyle ilgili bana tek
bir şey sordu. Sevdikleri kişiler ölünce, birçok insanın öğrenmek
isteyeceği bir şeydi ama sonra düşününce soruş şekli garipti.
‘Canını yakmışlar mı?’ Canını yakmış mı, değil?” Katilin erkek
mi kadın mı olduğundan emin değildi belkide, diye düşündüm
ama hayır; gerçekten “Onlar*\ kastetmişti. “Ne yaptığınızı bili­
yordu, sen ve Gareth’ın. Gareth’a ulaşamazdı ama seni yanına
getirtebilirdi ve tam olarak da bunu yaptı.”
Başını salladı ama inanmadan.
“Hemen onu görmeye gittin. Onun için gizlice yas tutarken,
hayatta olduğuna inanamadın. Muhtemelen Chloe’ye yaptıkla­
rın için seni affedeceğini düşündün, her şeye rağmen onu suya
girmeye zorlarken iyi niyetliydin.” Bakışından haklı olduğumu
görebiliyordum. “Konu Kate olunca mantıklı düşünemiyorsun,
değil mi?”
“Benden her şeyimi aldı. Her şeyi. Bana yeminlerimi boz­
durdu. Benim için önemli olan her şeye ihanet etmeme sebep
oldu.” Gözyaşlarıyla savaşırken Oliver Norris’in göğsü kabardı.
“Önem verdiğim her şeyi mahvettim. O kadın bana bunu yap­
tırdı. Beni baştan çıkardı ve ben bu tuzağa düştüm.”
“Ah, lütfen.” dedim. “Senin onunla ilgili fantezilerin vardı ve
onu becerdin.”
“Ben sadık bir kocaydım ve iyi bir babaydım ve... O fahişe
benden her şeyi aldı.”
Sonun da anladım. “Yani Kate’in yaptığı buydu. Onun inti­
kamı buydu. Sen onun kızını aldın ve o da şeninkini. Göze göz.
Sana Bethany’nin senin kızın olmadığını söyledi ve sen de onu
bıçakladın.”

423
Jane Casey

O bana bıçakla saldırdı. Ben kendimi savundum.”


“Oliver sen Kate’in iki katısın. Bıçağı ondan aldın ve sonra
tekrar tekrar ona sapladın. Onu öldürdün çünkü senin aslın­
da düşündüğün gibi biri olmadığını fark etmeni sağladı. İyi bir
koca değilsin. Kilisenin prensipli bir hizmetkârı değilsin. Baba
da değilsin. Haklısın, seni hiçbir şeysiz bıraktı çünkü sen de onu
hiçbir şeysiz bıraktın.”
“Yaşamayı hak etmiyordu.” Bana doğru yürümeye başladı.
Temkinli bir şekilde geriye doğru bir adım attım, sonra bir
adım daha. Benden daha iriydi. Daha güçlü. Eğer kapıya doğru
koşarsam, muhtemelen benim kadar hızlı değildi ama eğer ka­
çarsam, Eleanor’u onunla yalnız bırakacaktım.
“Teksin değil mi?” Oliver dudağını ısırdı. “Buraya tek başına

“Hayır, arkadaşlarım nerede olduğumu biliyor.”


“Blöf yapıyorsun.” Bana yaklaştıkça, tenindeki gerginliği his­
sedebiliyordum. “Bunu görebiliyorum.”
Eleanor onu sakinleştirmeye çalıştı. Ben meydan okudum.
“Ne olmuş? Ne yapacaksın, beni susturana kadar dövecek mi­
sin? Bu işe yaramayacak.” Bana tokat attı, bunu beklemiyor­
dum. Elimin tersiyle yüzüme dokundum. Yüzümü kapatmanın
iyi bir fikir olacağını düşündüm. Bunun için çok geçti. “Teslim
olabilirsin. Bitti Oliver. Bu kilise, işin, ailen... Hepsi bitti.”
“Henüz değil.” dedi. “Tam olarak değil.”
Sonra boğazımı sıkmaya başladı, gözlerimin önünde siyah
çiçekler açtı. Geriye doğru sendeledim ve duvara çarptım, beyaz
ışıklar görmeye başladım. Çok geç olduğunu, kurtulmak için
koordinasyonumun ve gücümün olmadığını bilerek ona tekme
attım, tek görebildiğim Oliver’ın buruşmuş ve terli yüzüydü.

424
Gözlerinde herhangi bir tereddüt yoktu, sadece Tanrı tarafından
istediği gibi davranabileceğine dair kendisine bir hak verildiğine
olan inancı vardı. Ben onun için sadece bir rahatsızlık sebebiy­
dim ve bu şekilde ölecektim. Kahramanca değildi ya da herhan­
gi bir şeye değecek bir durum.
Boş yere öldüğümü düşünürken buldum kendimi.
Ve sonra dünya benden uzaklaştı.

425
38

özlerimi açtım ve boş boş halıya baktım. Çok parlak bir

G kırmızıydı ve ona bakmak gözlerimi rahatsız etti.


Ya da belki sebep her yerimin ağrımasıydı. Tanrım, boğazım.
Tekrar gözlerimi kapadım.
Yakınlarımdan itişip kakışma sesleri geliyordu.
“Seni... Seni piç kurusu.”
Boğulur gibi bir öksürme. Hiç hoş olmadığını düşündüm.
Ne olduğunu öğrenmeliydim.
“Onunla yatıyordun. Onu beceriyordun. Nasıl yapabildin?
Bunu bana nasıl yapabildin? Ailemize?”
Yavaşça, son derece yavaş, sese doğru kafamı çevirdim. Elea­
nor Norris. Bu da kocasıyla konuşuyor demekti.
Ve Norris’i son gördüğümde beni öldürüyordu.
Çok sağlıklı düşünemediğimi bilmeme rağmen, bunun bak­
maya değer olduğunu düşündüm. Bir kerede sadece bir fikirle
baş edebilirdim. Sol dirseğimin üstüne kalktım ve diğer kolumla
kendimi yukarı ittim.
Eleanor Norris kocasının sırtının üzerine oturmuştu ve tüm
gücüyle onun kafasını geriye çekiyordu. Ses sisteminden aldığı

426
siyah elektrik kablosu boğazının etrafına dolanmış, etine bastı­
rarak nefes almasını engelliyordu.
“Sorun hep bendim, değil mi? Ders verilmesi gereken ben­
dim.” İpe asıldı ve Oliver’ın yeniden nefesi kesildi. “Soru sorma­
ma izin yoktu. Tabii ki sen benden daha iyi bilirdin. Sen benim
kocamdın; ailenin reisi. Seni piç. Eğer bilseydim... Problem hiç­
bir zaman ben değildim. Sen kısırdın, ben değil. Sen zayıftın,
ben değil. Sadakatsiz olan şendin, ben değil. Yanımda kaldığın
için sana minnettar olmam gerekiyormuş gibi hissettirdin bana.
Oysaki ben seni yıllar önce terk etmeliydim.” Her cümlenin so­
nunda kabloya asılıyordu ve şu anda Oliver’ın başı ciddi dert­
teydi. Yüzü morarmıştı ve dudakları maviye dönüyordu. Gözleri
pörtlek pördek olmuştu.
“Eleanor.” dedim ya da demeye çalıştım. “Dur!”
“Bana gerçeği söyleyecek miydin?” Cevabı beklerken bir sa­
niyeliğine kabloyu gevşetti. Kabloyu yeniden sıkmadan önce,
Oliver birkaç kez nefes aldı. “Sen bana kızımızla ilgili gerçeği
söyletmek için işkence edecektin ama tüm bu zaman boyunca,
sen bana yalan söylüyordun.”
“Eleanor.” dedim yendien. “Durman gerek. Onu öldüreceksin.”
“Ona âşık miydin? Âşık miydin? Âşık olman mı, olmaman
mı daha kötü bilmiyorum. Eğer sadece seks ise; acınacak hâlde­
sin. Her türlü acınacak hâldesin. Zavallısın.”
Oturmaya çalıştım ama çok hâlsizdim, her tarafim titriyor­
du. “Eleanor, Bethany’i düşün. O bunu istemezdi.”
“Tanrım, Bethany.” Kabloyu yeniden gevşetti. “Zavallı kü­
çük Bethany’im. Ona ne diyebilirim? En azından onun gerçek
babası değilsin. Bu iyi bir şey. Morgan’la yattığım için her za­
man kendimi suçlu hissettim ama o senden iki kat daha erkek.”

427
jane Casey

Norris aniden hareket etti, neredeyse Eleanor’u sırtından atı­


yordu ama Eleanor yeniden kabloyu sıktı. “Evet, doğru. Erkek
kardeşin. Morgan’ın beni becermesine izin verdim ve Bethany
onun çocuğu.” Bir anlığına tereddüt etti, sonra ekledi. “Ve ya­
takta senden daha iyiydi.”
Oliver kükrer gibi bir ses çıkardı, bunun öfke mi, acı mı ol­
duğunu anlayamadım. Hâlâ Eleanor’un söylediklerini algılama­
ya çalışıyordum. Morgan. Oliver’ın erkek kardeşi.
Neredeyse Oliver için üzülecektim.
“Bunu için yıllarca bekledim.” dedi Eleanor. “Yıllarca bu tür
muameleye maruz kalmanın ne demek olduğunu görmen için
bekledim. Bu geç gelen adalet.”
“Böyle değil.” dedim. “Eleanor, böyle değil. Bu onun yapa­
cağı bir şey. Sen bundan daha iyisin, sen de aynı şeyi söyledin.”
“Hak ettiği bu.”
Bu seni yıllarca hapse tıkar ve Bethany’nin sana ihtiyacı var.
Sana her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.”
“Benden nefret ediyor.”
Bunu ona açıklayabilirsin. Her şeyi iyi olsun diye yaptığını
anlamasını sağlayabilirsin. Ben de onunla konuşacağım. Sana
söz veriyorum, Eleanor. Her şey yoluna girecek.” Eğer gözümün
önünde kocam öldürmezsen. Aksi taktirde her şey daha karmaşık
bir hal alacak.
Altında kocası yine nefes alamıyorken, “Norris’i seviyorum.”
dedi Eleanor Norris. “Onu çok seviyorum.”
“Biliyorum.” Ve gerçekten biliyordum.
Ona bunları yaptıran öfkesiydi. Öfkesi geçince, Eleanor ken­
dini bıraktı. Kabloyu bıraktı ve Oliver’ın sırtından inerek yere

428
ölülerin Konulmasına izin var

yanına oturdu. Oliver sırtüstü döndü ve gözlerini tavana dikti,


nefes aldıkça midesi inip kalkıyordu.
Süründüm ve kolumu Eleanor’un omuzlarına koydum. Dön­
dü ve hırpalanmış yüzünü boynuma gömdü, gözyaşları kalp kı­
rıklığının sonucuydu. Tekrar konuşabildiğinde, “En azından
Morgan benimle sevişirken zevk alıyormuş gibi davrandı.” dedi.
Kapı, nefes alış gibi bir sesle açıldı ve Derwent bir intikam
meleği gibi içeri girdi. Bizi görünce aniden durdu ve arkasından
gelen Pettifer ona çarptı. Arkalarından kapıda Una Burt belirdi.
“Ne oldu burada?” diye sordu Derwent.
“Uzun hikâye.” dedim çatlak çıkan sesimle. Bana bakış şek­
linden dolayı nasıl görünüyorum acaba, diye düşündüm. “Ama
Oliver’ı tutuklayabilirsiniz.”
“Ne için?”
“Cinayet.”
“Ve bir piç olduğu için.” dedi Eleanor. “Tam bir piç.”
Bu söz Derwent’in hoşuna gitti ve bir an için yüzü aydın­
landı.
Kahkaha atmaya başladım. Bunu sebebi şoktu ve kahkahala­
rım birden gözyaşlarına dönebilirdi.
Oliver elleri kelepçeli platformun kenarında otururken, ben
de sonunda Oliver Norris’in ne yaptığını, neden ve nasıl yaptı­
ğını anlatacak kadar kendime geldim. Tüm enerjisi bitmiş gibi
görünüyordu ama biz işimizi şansa bırakmadık. Ufak tefek bir
adam olmayan Pettifer yanında oturuyordu, Derwent da başı­
nı eğmiş ona bakarak önünde ayakta duruyordu. Sıkıyorsa kaç
diyordu, beden dili. Onu daha önce de sinirli görmüştüm ama
hiç kimseye Oliver Norris’e baktığı gibi, o şekilde ateş püsküren
gözlerle baktığını görmemiştim.

429
Jane Casey

Oliver’ın bana anlattıklarının sonuna geldiğimde Una Bun,


“Peki karısı ona neden saldırdı?” diye sordu.
“Çünkü Kate’le yattığı için çok sinirlendi ve dürüst olmak
gerekirse, o anda beni boğuyordu; Eleanor ona saldırdığı için
memnunum.” diye de ekledim.
Her zamankinden daha duygusuz şekilde, “Boynuna baktır­
man lazım.” dedi Una Burt.
“Tıbbi teknisyenlerin Eleanor’la işi bitince baktıracağım."
Boynum ağrıyordu ve bunu düşünmek istemiyordum.
“Sence ona karşı kanıt verir mi?”
“Eleanor’u durdurabileceğini sanmıyorum.” dedim. “Ama
sakinleşmeden onun ifadesini almalıyız ve onu da Chloe’nin
ölümündeki payı için tutuklamalıyız. Bethany’e göre Chloe’yi
evinden alıp kiliseye getiren o. Bunu yapmayı planladıklarını
bilmiyor olabilir ama işin içindeydi.”
“Ve Gareth Selhurst da. Dışarıda adamlarım onu arıyor.”
“Onunla gerçekten konuşmak isterim.” dedim sessizce.
“Chloe’nin ölümünün bir kaza olduğunu söyleyebilirler ama
omuzlarında morluklar vardı. Onu suyun altında tuttular. Bu
bir cinayet suçlaması olmalı. Aynı şey Eleanor için de geçerli, o
tutmamış olsa da. Bu ortak bir girişim. Onu kiliseye o getirdi.
Chloe’nin ölümüne dâhil oldu. Sorguda ne diyeceğini duyma­
mız lazım ama burada yapmaya niyetlendikleri şeyi bildiğim
söylerse, yani itiraf ederse ki bilmemesi çok zor görünüyor; bu
işten daha az zararla kurtulabilir.”
“Ona ihtar verdin mi?”
“Henüz değil.”
“Tıbbi teknisyenlerin onunla işi bittiğinde konuşacağım.”
Una onlara doğru baktı ve iç geçirdi. “Zavallı Bethany.”

430
“Ailesi hapse girecek diye mi? Onlardan uzaklaşmasının onun
için iyi olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Tüm bu
olanlara bir mola.” Kiliseye baktım. “Belki onlar hapisteyken
daha normal yaşamayı öğrenir. Hayattan ne istediğini anlar.
Hak etmediği suçluluk duygusundan kurtulur.”
“Gerçek babasını daha yakından tanır.” dedi Una ve ben ür­
perdim.
“Hayır, mümkünse o olmasın.”
Enerjik iki tıbbi teknisyen morluklarım olmasına rağmen iyi
olduğuma karar verdiler ama Oliver ve karısının kontrol için
hastaneye gitmesi gerektiğini söylediler. Norris’i sorguya çekme
şansı elinden alman Derwent’in yüzü asıldı. Onu dışarıda bir
banka oturmuş, iki üniformalı polisin Norris’i hastaneye götür­
mek için karavana bindirişini izlerken gördüm.
“Neşelen.” dedim yanma otururken. “Norris hâlâ senden
daha kötü bir gün geçiriyor.”
“Cinayetten tutuklanmak mı?”
“Kendi erkek kardeşinin kızının gerçek babası olduğunu öğ­
renmek.”
“Morgan mı?” Derwent ıslık çaldı. “Aile içinde olması çok
daha iyi değil mi?”
“Sütçüye olan garip benzerliği açıklamana gerek kalmıyor.
Aslında Eleanor’un çok akıllıca davrandığını düşünüyorum.
Morgan ve Oliver’ın birbirleri ile rekabet içinde olduklarını bi­
liyordu. Oliver ile tanışmadan önce Morgan’la bir ilişkileri ol­
muştu. Yani Morgan ondan etkileniyordu ve ağabeyine karşı 1 -0
öne geçmek için her şeyi yapardı. Morgan’ın en iyi zamanda bile
vicdanı olduğunu düşünmüyorum. Onu yatağa atmak için çok
zorlandığını sanmıyorum. Eleanor tamamlanmamış bir işti.”

431
Jane Casey

“Ben bir hata yaptım. Aslında istediğim hep şendin ama ar­
tık çok geç.” dedi Derwent.
“Aynen öyle. Bu aynı zamanda bu iş onu tehdit etmeye baş­
ladığında, Eleanor’un neden Morgan’dan Kate’i uyarmasını is­
tediğini de açıklıyor. Kimsenin bunu öğrenme şansı olduğunu
düşünmüyordu, sonra birden Kate elinde Oliver’ın kısır oldu­
ğunu gösteren deliliyle çıkageldi. Kate tüm gerçeği bilmiyordu
ama Eleanor’un bunu saklamak istediğini biliyordu. Morgan
da bunun duyulmasını istemiyordu, yoksa sokaklarda yaşamak
zorunda kalacaktı. Oliver’ın nasıl tepki vereceğini biliyor olma­
lıydı ve başını sokacak bir ev için ona ihtiyacı vardı. Eleanor’a
şantaj yapılmış olabilir ama o da insanları manipüle etmekte
çok iyi.”
“Saçma.” dedi Derwent. “Norris kızın babası olmadığı için
üzgün ama aslında onun babası. Onu büyüten o. Bethany’nin
sevdiği o.”
“Sen ve Thomas gibi.” dedim tehlikeli sulara girdiğimi bilerek.
“Evet, onun gibi.” Siyah gözlüklerinin ardında, gözlerindeki
ifadeyi göremiyordum. “Ne olursa olsun, o benim için şu anda,
bu dünyada umursadığım sayısı çok az insan listemde birinci
sırada.”
“Listende başka kim var?”
Derwent homurdandı. “Şey, sen yoksun. Sen diğer liste­
desin.”
“Diğer liste ne?”
“Beni dinlemeyen insanlar. Tavsiyelerime rağmen ahmakça
davranan insanlar.”
“Destek çağırmak için vaktim yoktu.” dedim. “Oliver onu
öldürecekti.”

432
“Ve neredeyse seni de öldürecekti.” Uzandı ve çenemi yukarı
kaldırarak boynumu inceledi.
Kafamı çektim. “Sen de aynı şeyi yapardın.”
“Sana bunun iyi bir şey olmadığını sürekli söylüyorum.”
Ayağa kalktım. “Hadi. Hastaneye gidelim. Şanslıysak bize
Norrislerin sorgu için ne zaman hazır olacaklarım söyleyebilir­
ler. Saat ilerliyor.”

433
39

aat birçok açıdan ilerliyordu. Daha üç basamak ilerleyeme-

S den, Una Burt bizi bilgilendirmek için kiliseden çıktı. Pro­


fesyonel standartlar departmanı kılığındaki adalet sonunda bizi
bulmuştu.
“Bir dahaki bildirime kadar görevleriniz kısıtlandı. Kate
Emery’e olanlarla ilgili soruşturma bittiğinde sizinle iletişime
geçeceğim.”
“Ona ne olduğunu biliyoruz. Kaçtı ve kendini öldürttü.”
dedi Derwent. “Oliver Norris’i görmekte kararlıydı. Yapabilece­
ğimiz hiçbir şey yoktu.”
“O zaman sizin bu olaydaki durumunuz netleşene kadar
haber bekleyeceksiniz.” Yüzü yumuşadı. “Bu kesinlikle sizinle
benim armada, bence sonunda Georgia bunun sorumluluğunu
alacak kişidir.”
“Bu adil değil.” diye itiraz ettim. “Oradaki en yeni memur
oydu. Onu tek başına bırakmamalıydım.”
“Kerrigan.” Derwent’in sesinde yine uyarı vardı ama önem­
semedim.
“Ben kalmalıydım.”

434
“Senin yokluğunda Georgia’nın Kate ile başa çıkabileceğini
düşündün ve başa çıkabilmeliydi.” dedi Una.
“Bu soruşturmanın başından beri Kate bizim işlerimizi zor­
laştıracak şekilde davrandı. Farklı zamanlarda hepimizi aptal ye­
rine koydu.” dedim. “Ve onun önceki işiyle bağlantıyı kuran ve
bizim doğru izin peşinden gitmemizi sağlayan Georgia ydı. Eğer
Georgia olmasaydı, şantajdan asla haberimiz olmazdı.”
“Birçok açıdan yetenekli bir memur ama öğrenecek çok şeyi
var.” Una burnunu çekti. “Başka bir şekilde öğrenseydi, onun
için bu kadar zor olmazdı.”
“Hepimiz hata yapıyoruz.” dedim inatçı bir şekilde. “Bu so­
ruşturma sırasında hepimiz hata yaptık. O da öğrenecek.”
“Soruşturma yapanların ne söyleyeceğine bakacağız.” Saatine
baktı. “Bu arada, soruşturmayı yapmaları için Chris ve Pete’i
bekliyorum.”
“Peki ya Gareth Selhurst? Birinin onu takip etmesi lazım.”
dedi Derwent.
“Halledildi bile.” dedi Una Burt yapmacık bir gülümsemey­
le. “Ispanya’ya giderken Lutan Havaalanı’nda yakaladılar. Re­
zervasyonu dün yaptırmış. Aniden oraya vaaz vermesi için çağ­
rılmış olması garip.”
“Tanrı’nın gizemli yolları var.” diye mırıldandım. “Herhangi
bir şey söyledi mi?”
“Bir kaza olduğunu söyledi. Onu kurtarmaya çalıştıklarına
dair yemin etti.”
“Peki ya kendine ne olduğunu anlayamayacak kadar her şey­
den habersiz olması?” diye sordu Derwent.
“Onlarla ilgili bir şey yok.” dedi. “Çok geç olana kadar
fark etmemişler. Kimse ona yemesi ve içmesi için bir şey ver-

435
Jane Casey

memiş, eğer uyuşturucu aldıysa bile, bu kiliseye gitmeden


önceymiş.”
“Ne kadar uygun.” dedim.
“Resmî sorguda ne söyleyeceğini göreceğiz.” dedi Una Bun.
“Sanırım en büyük probleminiz onu susturmak olacak. Ken­
di ses tonunu bu kadar seven başka birini görmedim.”
“Oliver ve Eleanor Norris’in hastaneden çıkarılmasını bek­
lerken onunla ilgilenebiliriz.” dedi, Una Burt hızlıca. ‘ Bu da
gitmekte özgürsünüz demek oluyor.”
Tartışmanın bir anlamı yoktu. Derwent’in önünden yürür­
ken, boyun ağrımı daha şiddetli hissetmeye başladım. Başka bir
şey düşünecek durumda değildim.
Otoparkta bana yetişti. “Ne demekti tüm bunlar?”
1 UW”
“Georgia. Neden onu savunuyorsun? Onu sevmiyorsun
bile.” Kibirli bir gülümse belirdi yüzünde. “Bu değil mi? Yaptın
çünkü onu sevmiyorsun.”
“Bu söylediğin hiç mantıklı değil.”
“Onu sevmediğin için kendini suçlu hissediyorsun. Bu yüz­
den de, onun olanlardan sorumlu tutulması yerine kariyerine
son vereceksin.”
“Bu kariyer bitirecek bir olay değil.” dedim.
“Umalım öyle olmasın.” Elini uzattı. “Araba anahtarları.”
“Neden?”
“Çünkü araba kullanmamalısın. Seni eve ben bırakacağım.”
“Eve gitmek istemiyorum. Ofise gitmek istiyorum.”
Gözlerini kaydırdı. “Yüce Isa! Maeve, günün geri kalanında
izin yap. Bunu hak ettin.”

436
"Yapmam gereken şeyler var."
"Ve bunları yapacak bolca zamanın da var. Sınırlandırılmış
görev, hatırladın mı? Onlar bize geri dönene kadar çok sıkıla­
caksın. Kâğıt işini o zamana saklayabilirsin.”
"Bu kâğıt işi değil.”
"Ne o zaman?”
"Brian Emery'i aramak istiyorum. Sanırım Chloe’ye ne oldu­
ğunu öğrenmek ona yardımcı olabilir. Ayrıca bundan sorumlu
olanların hapiste olduğunu bilmek ona kesinlikle iyi gelir.”
Derwent benimle tartışmak istedi, bunu anladım ama o iyi
ve adil bir polisti, ne demek istediğimi anlayabiliyordu. “Ta­
mam ama sonra seni eve götüreceğim.”
Brian Emery telefona cevap verene kadar, ben işe olan bu
adanmışlığımdan pişmanlık duymaya başlamıştım. Zor bir
konuşma olacağından kendimi yalnız kalacağım bir yere, Una
Bun’ün ofisine kapatmıştım. Yalnız kalır kalmaz ellerim titre­
meye başladı. Oliver Norris hakkında düşünme dedim kendi
kendime ve Brian Emery’nin numarasını çevirdim. Hâlâ boğa­
zım ağrıyordu. Gözlerimi kapadığımda, beni boğarkenki kırmı­
zı ve terden parlayan yüzü gözümün önüne geldi.
Brian Emery’e o sabah olanları anlatmak o kadar uzun sür­
medi ama soruşturmanın detaylarını incelemek çok zaman aldı.
Ağlamayı bıraktığı anda, hoş davranışlarının arkasına sakladığı
keskin zekâsını ve dikkatini gösteren sorular sormaya başladı.
Kate’in yaşadığı zorlukları ve Chloe’yi korumak için yaptıkları­
nın yanı sıra, onun yasa dışı faaliyetlerini de anlattım. İç çekti.
“O harika bir anneydi. Chloe’yi her şeyden çok seviyordu.
Beni sevdiğinden daha çok. Keşke ekonomik durumuyla ilgili
bana gerçeği söyleseydi. Bir şeyler yapabilirdik.”

437
“Evet, ona karşı çok cömerttiniz.” dedim. “Bu sizin hatanız
değil.”
“Hayır ama bunu durdurmak için bir şeyler yapabilirdim,
görmüyor musunuz? Eğer parası olsaydı, bu tür işlere kalkışması
gerekmeyecekti ve ikisi de ölmeyecekti.”
“Tüm gerekenleri bilmiyordunuz ve işlerin bu hâle geleceği­
ni de tahmin edemezdiniz. Kate her şeyi düşünmüştü ama Ch­
loe’ye olanları tahmin edememişti.”
“Nolan’ı bilmiyordu.”
“Hayır. Chloe dışında hiç kimse bilmiyordu ve o da doğru
insanlara anlatmadı.”
“Belinda’ya anlattı.” O kelimlerde hüzün ve öfke vardı.
“Bay Emery... Nolan ve Nathan hakkında konuşabilir mi-
yız?
“Ne olmuş onlara?”
“Onlar için endişeleniyorum. Daha çok Nolan için endişe­
leniyorum.”
“İyi bir çocuk değil.” dedi sıkıntılı bir şekilde. “Babasına ben­
ziyor.”
“Bay Emery onun yardıma ihtiyacı var.” Ya da bir yere ka­
patılmaya. “Eğer bu şekilde davranmaya devam ederse, birine
zarar verecek. Eğer şanslıysa, sadece kendine zarar verir.”
“Acaba denemeye değer miydi, diye merak ediyorum." dedi
Brian Emery.
“Her zaman denemeye değer.”
“Peki, yardım edilemeyecek duruma geldiyse?”
“En azından denedim dersiniz.” Burnumun direği sızladı.
Morgan ve Oliver Norris’i düşündüm. Rekabetleri, onları keli-

438
menin tam anlamıyla öldürücü davranışlarda bulunmaya itmiş­
ti. “Başka birinin daha zarar görmesini istemiyorum Bay Emery;
siz, üvey oğlunuz ya da karınız veya Nolan’ın yakınında olan
herhangi birinin.”
“Bunu düşüneceğim.” dedi sonunda.
Konuşma bitince kendimi Una Burt’ün ofisinden dışarı at­
tım. Sorgulamaya girebilseydim keşke. Eleanor’un sorguda söy­
lediklerini bilmek çok ilginç olurdu. Ona bu olaya dahil olmakla
ilgili suçlandığını söylediğimde, hemen teslim olması komikti.
“Oliver. Dikkatli ol.” demişti. Yine de hepsini kabul etti, bel­
ki de gerçeği söyleyince rahatlamıştı. Dürüst olmamak ona ağır
gelmiş, bedeni bunu kabul etmemişti. Kocasından sır saklama
stresi, onun için dayanılmaz olmalıydı.
Olayın tamamını çözmek benim işim olmamalı, diye düşün­
düm ama her halükarda bunu yapmam gerektiğini biliyordum. Ne
olduğunu, nasıl olduğunu ve neden olduğunu doğru anladığımız­
dan emin olana kadar her ayrıntıyı ve her şüpheyi takip etmeliydim.
Başka ne yapabilirdim ki?
Eğer onu yapmasaydım ben neydim?
Aniden eve gitmek, birinin aklına gelebilecek en iyi fikirmiş
gibi geldi ve teklifi hâlâ geçerli mi diye Derwent’ı aradım. Oda­
nın diğer tarafindaydı. Liv ile birlikte onun bilgisayar ekranına
bakıyorlardı. Yanlarına gittim ve eğildim.
“Neye bakıyorsunuz?”
Aldığım tepkiyi beklemiyordum. Derwent sandalyesini ite­
rek aceleyle kalktı ve sandalye benim tarafıma doğru sürüklendi.
Gözlerim ekranda, bakmadan sandalyeyi yakaladım. Liv, bilgi­
sayarını kapatmadan önce, bunun bir Facebook sayfası olduğu­
nu gördüm.

439
Jane Casey

Neler oluyor?” önce Live ve sonra Derwent’a baktım.


Liv’in yüzü kıpkırmızıydı. İkisi de sessizdi ve bu sessizlik, bir
şey tamir edilemez şekilde kırıldığı zaman oluşan bir sessizliğe
benziyordu.
“Hiçbir şey.” dedi Liv.
“Hiçbir şey.”
“Endişelenmene gerek yok.” dedi Derwent. Kolunu omzu­
ma koydu ve beni kapıya doğru sürüklemeye başladı. Gitmeye
hazır mısın?”
“Hayır, değilim.” Kolunu ittim ve tekrar Liv’e döndüm. Ek­
ranındaki neydi?”
Liv ve Derwent birbirleriyle bakıştılar -fazlasıyla gördü, ya­
pacak bir şeyimiz yok- sonra Liv yavaş yavaş uzandı ve bilgisa­
yarını açtı.
“Facebook u kontrol ediyordum ve birenbire bu çıktı.” Yut­
kundu. “Eğer biriyle arkadaşsan, onların etiketlendiği postları
ve resimleri görüyorsun.”
Başımla onayladım.
“İşe ilk başladığımda çalıştığım bir arkadaşım vardı. Birkaç
yıl önce Manchester’a taşındı ve şu anda bir cinayet soruşturma
ekibinde çalışıyor.”
“Ve?”
“Dün izinliydi... İki arkadaşını kutlamak için... Nişanları­
nı.” Liv’in sesi gittikçe azaldı ve sessizlik. Ekranı aşağıya kaydırdı
ve ben de daha yakından görmek için yaklaştım.
Bir çiftin fotoğrafıydı. Kadın adama hayran hayran bakarken,
adam kameraya bakıyordu. Kalın bıyıklı, siyah saçlı, mavi gözlü bir
adamdı. Bıyık yeniydi ama onu hemen tanıdım; onu her yerde ta-

440
nırdım. Gülüşü fotoğrafı aydınlatıyordu. Kadın açık saçlı, hoş bir
kadındı. Bana hiç benzemiyordu. Bir eli nişanlısının kolundaydı,
sol elinin üçüncü parmağına takılmış büyük bir yüzük parlıyordu.
Diğer eliyse karnındaki şişkinliğin üzerindeydi; sanırım dört
aylıktı.
Kısa zamanda yeni bir iş, yeni bir kız arkadaş ve yeni bir
hayata başlamıştı.
Bir anda ortadan kaybolan eski erkek arkadaşım.
“Wow. Tabii ki onunla evlenecek.” dedim. “Doğrusunu yapı­
yor. Mutlu olmasına sevindim.”
“Maeve.” dedi Liv, yüzü gergindi. “Maeve, bilmiyordum.
“Nasıl bilebilirdin?” Gülümsemeye çalıştım ama başarısız
olduğumu biliyordum. “Sorun yok. Gitmesinin üzerinden çok
uzun zaman geçti.”
İkisi de uzun zaman geçtiğini biliyordu ve ikisi de, aptal gibi
onun geri dönmesini beklediğimi biliyordu.
“Artık gitsek iyi olur.” dedi Derwent.
Bunu yapabilirdim. Bununla başa çıkabilirdim.
Döndüm ve boş boş bakarak Derwent’a bir adım attım, bana
sarıldığını hissettim.
Bana o kadar sıkı sarıldı ki sanki kalbimin kırılmasını engel­
lemek için onun parçalarını bir arada tutmaya çalışıyordu.
Şok o kadar büyük, verdiği zarar o kadar keskindi ki Derwent
evimin yolunu yarılayana kadar yolda hiç konuşmadım.
“Hiçbir zaman onun için yeteri kadar iyi olduğumu düşün­
medim.” Pencereden dışarı baktım, yanından geçtiğimiz hiçbir
Şeyi görmeden. “Çocuk istediğini bilmiyordum. Hiçbir şey bil­
miyordum.”

441
Jane Casey

“Ne istediğini bilmiyorsun. Kazalar her zaman olur.”


“Mutlu görünüyordu.”
“Fotoğrafta herkes mutlu görünebilir.”
Meraklı bir şekilde Derwent’a baktım. “Onun mutsuz olma­
sını istediğimi mi düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum. Şahsen ben geceleri tek başına ağlasaydı,
umursamazdım.”
“Kadın bana hiç benzemiyor.” Sanki yavaş yavaş yaşamdan
kopuyormuş ve küçük küçük varlığım siliniyormuş gibi hisset­
tim, benden geriye hiçbir şey kalmayana kadar. “Belki de hiçbir
zaman onun tipi olmadım. Belki de işler yolunda gitse bile, hiç
yol kat edemeyecektik.”
“Bunun için kendini suçlama. Seni aldattı ve kaçtı. Başka
birini buldu, onunla birlikte oldu ve şimdi de onunla evleniyor.
Bırak hayatına devam ettiğini sana söylemesini, ondan üzgü­
nüm kelimesini bile duymadın.”
“Belki de beni üzeceğini düşünmüştür.” dedim.
“Belki de çok korkuyordu. Onun yaptıkları için bahane bu­
luyorsun.” Derwent kaşlarını çattı. “Hani kavga, Maeve? Hani
öfke?”

“Bilmiyorum.” Çok yorgun hissediyordum. Bedenim de ru­


hum da yorgundu. “Bir gün işlerin yola gireceğini düşündüğüm
için kendimden nefret ediyordum. Buna gerçekten inanmıştım.”
“Çünkü bu sensin. Her şeyi yoluna koymak istiyorsun. Sen
mutlu sonlara inanıyorsun.”
“Böyle bir şey yok.” dedim usulca. “Sadece hayat var.”
Başını salladı ama her ne düşünüyorsa bunu söylemedi ve
bundan memnundum.

442
“İyi olacağım.” dedim.

“İyi olacaksın.” Ama bana baktığında gözleri şüphe doluydu.


“Güvenliydi, Rob’un geri dönmesini beklemek. Kolay seçe­
nek buydu. Şimdi geri dönmeyeceğini öğrendiğime göre, haya­
tıma devam edebilirim. Özgürüm.”

“Tabii ki özgürsün.”
“Gerçekten bunu kastediyormuş gibi rol yapmaya çalışabi­
lirsin.”
“Üzgünüm. Burada elimden gelenin en iyisini yapıyorum.”
Başka bir bakış. “Henüz sana demiştim bile demedim.”
“İçinde tut.” dedim. “Dememeye devam et.”
“Zaten o adamdan daha iyisini hak ediyorsun.”
Evimin yakınında arabayı durdurdu, uygun sarı çizgilerin
üzerinde. “İçeri gelmemi ister misin?”
“Hayır. Neden böyle bir şey isteyeyim.”
“Belki yanında biri olsun istersin. Bir arkadaş demek istiyo­
rum.” Çırpınıyordu. Bunu görmek beni duygulandırdı. Tabiatı
böyle değildi ve gösterdiği bu çabayı takdir ettim.
“Hayır. Sorun yok. Bir süreliğine yalnız kalmaya ihtiyacım
var.” Binaya baktım, sonra tekrar ona baktım. “Benim için ya­
pabileceğin tek bir şey var. Ama büyük bir iyilik.”
“Ne?” Birdenbire dikkat kesildi.
“Daireni kiraladın mı, diye merak ediyordum?"
“Henüz değil.”
“Kiralık ev arayan birini tanıyorum. Çok güvenilir. İşi var, iyi
referansları var ve çok düzenli biri. Temiz. Derli toplu.”
“Tanıdığım birine benzemiyor.”

443
Jane Casey

“Rob’un dairesinde kalamam.” dedim. “Şu anda olmaz.


Ben... Ben burada kalmaya katlanamam. Eşyalarımı toplayaca­
ğım ve olabildiğince çabuk taşınacağım. Başka bir yer bulmak
zorundayım ve ne kadar süreceğini bilmiyorum.”
“Londra’da kalacak çok yer var.”
“Doğru yeri bulmak haftalar sürebilir.” Dudağımı ısırdım.
“Lütfen?”
“Bunu düşüneceğim.” dedi Derwent.
Yüzündeki ifade evet der gibiydi.

444
40

ok güzel bir gündü, ağaçlar parlak ekim güneşinde kırmı­

Ç zı ve sarıya dönüyordu. Hayvanat bahçesindeki kafeslerin


önünde, hayvanları gösteren, kavga eden, kahkaha atan, hay­
vanların ve birbirlerinin fotoğraflarını çeken ailelerle doluydu:
Normal hayat.
Bethany dizlerini göğsüne çekmiş bankta oturuyordu. Başı
ve uzun siyah eteğinin kıvrımları görünüyordu. Bir ailenin par­
çası değildi. Kafeslerinin içinde paytak paytak yürüyen pengu­
enlerle de ilgilenmiyordu. Normal değildi; yiyecek paylaşan, şa­
kalar yapan, ağrıyan ayakları ya da dondurma fiyatları hakkında
söylenen etrafındaki insanlar gibi değildi.
Normal hayat. Bu halasının söylediğiydi: “Paul ona bak­
mak zorundayız. Değişim için ona normal bir hayat vermemiz
gerek.”
Normal hayat ona birçok şey almak gibi görünüyordu: Bir
telefon, yeni kıyafetler, makyaj malzemeleri, duş jeli, şampuan,
krem, saç düzleştirici, makyaj temizleyici, göz kalemi ve renkli
ojeler; sahip olmak için en ufak bir ilgi duymadığı bir sürü şey.
Bu Liayı çıldırtıyordu.
“Anne, neden istediği her şeye sahip oluyor? Bu adil değil.”

445
Annesi, Bethany’nin hiçbir şeye sahip olmadığını söylemedi.
“Çünkü ailesi mahkemeye çıkmayı bekliyor vc hapse girecek­
ler; zaten iyi ebeveynlik yapamıyorlardı. Çünkü o normal değil
ve biz onun normal görünmesi için çabalamalıyız, en azından
onun doğru görünmesini sağlayabiliriz.”
Lia. Çok fazla yiyordu. Bisküviler, şekerler ve kola. Kiloları
kıyafetlerinden taşıyordu, bedeninin hamur gibi kabararak bü­
yümesine lanet ediyordu. Zamanını odasında internetten mak­
yaj dersleri izleyerek geçiriyordu; sonra da göze batan koyu bir
göz makyajı, yanaklarında kahverengi allıkları ve dudakları daha
kalın gösteren rujuyla ortada dolaşıyordu.
Normal.
“Sen çatlaksın.” demişti Lia, Bethany’e okuldaki ikinci hafta­
larında. “Herkes senin garip olduğunu düşünüyor.”
Bethany ona küçümseyerek baktı.
“Erkeklerin sana ne dediğini biliyor musun?” Lia ona söyle­
mek için sabırsızlanıyordu. “Rahibe.”
Bethany gözlerini kaydırdı. “Orijinal.”
“Hiçbir erkeği öptün mü?”
“Sen öptün mü?”
Lia afalladı. “Şu anda konumuz bu değil.”
“Lia, eminim bir erkekle yatma konusunda senden daha çok
bilgiliyimdir.” demişti Bethany.
Lia kıpkırmızı oldu ve Bethany’i yemediği öğle yemeğiyle baş
başa bıraktı. Bethany tek başına boşluğa bakarak oturdu. Wil-
liam’ın kendisine gülüşünü ve Chloe’nin ona bakışını hatırladı.
Onu Chloe’den daha çok sevdiğine emin eden gülüşünü. Sorun
küçük olmasıydı, hepsi buydu; toy ve tecrübesiz... William ile

446
boş evde yalnızken, ellerini onun boynuna dolayıp kendini ona
yasladığında, William’in ona söylediği sözler... Chloe gecikmişti
ve onlar yalnızdı, dudaklarını onun dudaklarına değdirdi. öpü­
cük gibiydi, öpücük olmasını istemişti.
Ama aslında William onun öpüşüne karşılık vermemişti. Ka­
fasını geri çekmişti.
“Ne yapıyorsun?”
Kalbindeki aşkın etkisiyle çok zor konuşabiliyor ve zor ayak­
ta durabiliyordu. “Seni istiyorum. Senin ilk olmanı istiyorum.
“Hadi ama Bethany.” Onu itmişti.
“Lütfen.”
“Chloe’nin senin arkadaşın olduğunu sanıyordum.
“Arkadaşım.”
William gülümsemişti, baştan çıkmıştı, huzursuzdu, elini
yanağında gezdirmişti. “Bethany yapamam. Sen çok gençsin.
Senin gibilere toy ve tecrübesiz derler.”
“Ne istediğimi bilecek yaştayım.”
“Belki.” dedi yavaşça. “Bak, bir gün senin de sıran gelecek
ama muhtemelen benimle değil. Sen akıllı bir kızsın, değil mi?”
Hayır, diye düşündü Bethany, çaresiz. Gerçekten değilim.
“Bunu yapamam.” dedi. “Sadece yapamam.”
Merdivenlerde ayak sesleri duyuldu; Chloe, saf mutlulukla
dolu hoş yüzü, ikisine karşı da sevgi dolu. Hiçbir şüphesi yok,
hiçbir endişesi yok.
Ve Bethany’nin kalbi kırk yaş yaşlandı, dokunduğu her şeyi
öldüren zehirli bir hâl alarak karardı.
“Buradasın. Bir bank bulmak çok akıllıca." Brian Emery ara­
larında makul bir boşluk bırakarak Bethany’nin yanına oturdu.

447
Jane Casey

Ona bir dondurma külahı uzattı. Onun eline dokunmamaya


çalışarak külahı dikkatlice aldı.
“Teşekkürler.”
“Umarım sorun yoktur.” Kaşlarını çattı, tüm aim kırıştı.
“Düşündüm de... Çok hoş bir gün.”
“Evet.” Dondurmasını yalamaya odaklandı ve sessizlik uzadı.
“Penguenler çok şirin.”
“Evet, öyleler.”
Brian iç çekti. “Belki de dışarı çıkmak için burası iyi bir fikir
değildi. Sen hayvanat bahçesi için çok büyüksün. Chloe burayı
severdi.”
“Hoş bir yer.” dedi Bethany. Bu yaptıkları aynı dördüncü ko­
nuşmaydı ve Bethany onu rahatlatmaktan sıkılmıştı. “Burada
olduğumuz için memnunum.”
“Ben de.” Hızlıca ve çok samimi bir şekilde ona döndü. “Ch­
loe’yi sevmiş biriyle olmak çok iyi.”
Bethany cevap vermeden önce çikolatalı külahı yedi. “Hala­
mı aramana sevindim.”
“Şey...” Külahının kalanına baktı. “Yalnız olduğunu bili­
yordum. Ben de şu an yalnızım. Geçen ay taşındım. Boşana­
cağım.”
“Ah!”
“Yürümeyecekti.” Aim yeniden kırıştı ve bir anlığına Bethany
onun ağlayacağını zannetti. “Karımı, önceliği oğullan olduğu
için suçlayamam. Ebeveynler böyle yapar. Böyle yapmalılar.
Yine de onların etrafında olmaya katlanamıyorum. Olanlar için
onları suçlamaktan kendimi alamıyorum. Kendimi suçluyo­
rum... Tabii ki suçluyorum. Eğer neler olduğunu bilseydim...”

448
Boş boş penguenlere baktı. Duygularını kontrol almaya çalışır­
ken dudağını ısırıyordu.

“Kendini suçlamamalısın.” dedi Bethany. “Suçlayacak bolca


insan var. Benim ailem gibi.”
“Bunun bir kaza olduğunu söylediler.”
“Ona uyuşturucu verdiler. O kadar kendinden geçmişti ki
düz bir çizgide yürüyemiyordu. Bırak kendine neler olduğunu
fark etmesini, nerede olduğunu bile bilmiyordu, ölene kadar
onu suyun altında tuttular. Bu da yaptıklarını cinayet yapar.”
Brian geri çekildi. “Sanırım. Senin için nasıl olduğunu hayal
edemiyorum... Bunu bilmenin...”
“Gerçekten zor.” dedi Bethany. Sesi titredi. “Onlar benim ai­
lem ama onları ömür boyu affedebileceğimi sanmıyorum. Bunu
nasıl telafi edebilirler, bilmiyorum.”
Çünkü doğruydu, değil mi? Dünyaya gelmesinin ihaneti o
kadar büyüktü ki annesinin bunu telafi edebilecek şekilde bir
fedakârlık yapması mümkün değildi, hiçbir ceza bunu karşıla­
yamazdı.
Chloe’yi, her şeyin düzeleceğine dair söz vererek kiliseye sü­
rükleyenin Bethany olmasını bilmesine ragmen, kendisinin gö­
türdüğünü kabul etse bile.
Diazepam’ın kendisine -Eleanor’a- ait olduğunu kabul etse
bile, ki bu doğruydu; onları ezip Chloe’nin içkisine attığını ka­
bul etse de, ki bu doğru değildi.
Bethany bunu kendisi yapmıştı.
Chloe’nin boğulmasına karşı koyamayacak kadar uyuşturu­
cu aldığını bildiğini söylese de bunu sadece Bethany biliyordu
ve hiçbir şey söylememişti, hapse girse bile.

449
Jane Casey

Bu, eğer seviyorlarsa herhangi bir ebeveynin çocuğu için ya­


pacağı şeydi. Bu annesinin yapması gereken bir şeydi.
“Hiçbir şey planladığımız gibi gitmez, değil mi?” Brian iç
çekti ve külahının sonunu çöpe attı, “insanlar seni hayal kırık­
lığına uğratır. “Aşık olduğunu ve ömür boyu süreceğini sanırsın
ama sürmez.”
William hastaneye Bethany’nin yanına gittiğinde ona, “Artık
Chloe öldüğüne göre, sonsuza dek beraber olabiliriz.” dedikten
sonra, William’in ona olan bakışı.
William’in korkusu.
Bethany’nin kalbi.
Siyah kalbi.
“Kendini toparlayıp, devam etmek zorundasın.”
Onu, Chloe hakkında yüzleşmesi için babasına göndermesi.
Chloe’nin babasını, William ona dokundu, onu iğrenç şeyler
yapmak için zorladı, demek için araması. Telefonda hıçkırıklarla
ağlaması ve onun kalbi kırıldığı için, kendi kalbinin de kırıldığı­
nı söylemesi... WilliamTurner onun kalbinden geriye kalanları
da paramparça etmişti, geriye kalan sadece toz ve küllerdi.
Ama hiç kimse bilmeycekti. Hiç kimse asla tahmin edeme­
yecekti.
Herkes onu kurban olarak görüyordu.
“En iyisini yapmaya çalışmalı ve devam etmelisin.” dedi Bri­
an Emery soğukça, “öyle olmazsa, o zaman her şeyin ne anlamı
var?i”
Bethany bankta ona biraz daha yaklaştı. Onun babası değildi
ve o da onun kızı değildi ama başını omzuna koydu, her ikisi de
bir rahatlama hissetti.

450
“Bu komik.” dedi Brian. Sesi Bethany nin içine işledi. “O
burada ne yapıyor?”
“Kim?” dedi Bethany dikleşerek, görmeye çalıştı.
“Tam da onu düşünüyordum.” Brian Emery el sallıyordu.
“Dedektif Kerrigan.”
Onu seçmek yine de Bethany’nin bir iki dakikasını aldı. Her
zamanki siyah pantolonun içinde uzun ve inceydi. Onlara doğ­
ru yürüdü. Güneş gözlüklerinin arkasında yazın olduğundan
daha solgun, daha ince görünüyordu ama dikkati bir yere odak­
lanmıştı. Çatık kaşlı dedektif onun yanında, kendilerine yol
açarak ilerliyordu. Bethany etrafına baktı, insanların ikili üçlü
bir şekilde kendi etrafında durmuş, hayvanlar yerine onu izledi­
ğini fark etti: Tanıdığı ve tanımadığı yüzler. Aynı şeyi söyleyen
yüzler, masumiyetinin ispatı için kullandığı yalanların sonuna
gelmişti. Biri, bir yerde onun söylediklerini düşünmüş ve kanıt­
ları araştırmak gerektiğine karar vermişti. Bethany bunun kim
olduğunu bildiğini düşünüyordu. Sıcak gülüşü, parlak gözleri
ve anlama becerisiyle.
“Ne istediğini merak ediyorum.” dedi Brian Emery ve bunu
ona anlatabilecek kişi olan Bethany, hiçbir şey söylemedi.

altın kızlar

451
TEŞEKKÜR

Bu kitap aşağıda isimlerini okuyacağınız kişiler beni cesaret-


lendirmeseydi ve bana destek olmasalardı, sadece bir fikir olarak
kalırdı.
Harper Collins’deki herkese, özellikle Let The Dead Speak
kitabını büyük bir sabırla, nezaketle ve özenle redakte eden Ju­
lia Wisdom’a çok teşekkür ediyorum. Onunla çalıştığım için
kendimi çok şanslı hissediyorum! Ayrıca Lucy Dauman, Finn
Cotton ve Fliss Denham’a çalışmalarından dolayı minnettarım.
Harper Collins İrlanda şubesine heyecanları ve destekleri için,
bu seriye olan bağlılıkları için ise yayıncılarıma özel teşekkürle­
rimi sunarım.
United Agents’daki ekip, bir yazarın isteyebileceği en iyi des­
tek. Bu kitabı adına ithafen yazdığım Ariella Feiner’a özellikle
teşekkür etmek istiyorum. Benim hayallerimi gerçekleştirmemi
kendi hedefine koydu. Kusursuz bir muhakeme yeteneği var.
Ve polisiye yazarı arkadaşlarım özellikle Killer Women ve CS
çetesi. Polisiye türü yazarların camiası küçüktür ve birbirine sıkı
sıkıya bağlıdırlar. Herkes birbirine destek olur ve ihtiyacınız ol­
duğunda arkadaşınızı yanınızda hissedersiniz. Bunun bir parçası
olduğum için çok şanslıyım. Sinead Crowley’e, Liz Nugent’e,

453
Jane Casey

Alex Barclay’e ve diğer Irlandalı polisiye yazarlarına dostlukları


ve destekleri için teşekkür ederim.
Topluma çok önemli katkıları bulunan kütüphanecilere ay­
rıca teşekkür ediyorum. Yaptıkları işin öneminin birçok kimse
tarafından çok iyi anlaşılmadığına inanıyorum. Düzenli ve yeni
kaynaklarla beslenen kütüphaneler kullanıcılarına ve yazarlarına
büyük fayda sağlıyor. Çok değerli bir kaynak. Bu kitabı yerel
kütüphanemizdeki imkânlar olmadan yazamazdım: Kütüpha­
necilere ve Earlsfıeld Kütüphanesine büyük teşekkürler.
Okuma aşkı uğruna, zamanını ve dikkatini bu işe veren veren
blog yazarları, eleştirmenler ve kitap kulübü yöneticilerine, iyi
yazmanın gerçek şampiyonu yorulmak bilmeyen Liz Barnsley’e
ve yazarları tanıtma, okumayı eğlenceye çevirme konusunda bir
deha olan TBC’nin Tracy Fenton’una özel teşekkürler.
Israrla mutlu bir son isteyen güzel okuyucularıma. (Bu bir
özür.)
Bu kitabı yazarken beni sabırla bekleyen ve nasıl gidiyor diye
sormamaları gerektiğini öğrenen arkadaşlarım ve ailem. Her
zaman polis prosedürlerini konuşmayı seven ve işinde korkunç
şekilde komplike davalarla uğraşırken aynı zamanda evdeki kriz­
leri çözen Kocam James olmadan hiçbir şey yapamazdım.
Son olarak, Edward ve Patrick’e en tatlı dikkat dağıtıcıları
oldukları için ve Fred’e benimle gece yarılarına kadar oturup
bilgisayarın başından nadiren kalktığı için teşekkür ederim.

454

You might also like